Nefislerinin Arzulamadığı Şeylere Toplumun
Tepkisi:
Beyyene Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları:
Heva Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları:
Kilitli Kalp Ve Allah'ın Laneti:
Yahudiler, Başkalarının Kendi Dinlerine Karşı Takındıkları
Tavrı İslâm'a Karşı Takınmışlardır:
Hasetten Ötürü İnkar Ve Cezası:
Bağy Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Mehîn Kelimesinin Kur’andaki Manaları:
Hz. Musa'ya Karşı Takınılan Tavır:
Ahiret (Cennet) Hiç Kimsenin İnhisarında Değildir:
Kötü Ameller Ahireti Temenni Etmeyi Engeller:
İnançsız İnsanlar Hayata Tutku Derecesinde Düşkündürler:
Allah'a, Meleklere, Peygamberlere Cebrail Ve Mikail'e
Düşmanlık:
Adüvv Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Büşra Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Ayetleri Ancak Fasıklar İnkar Eder:
Ayet Kavramının Kur’an’daki Manaları:
Beyyinât Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Fasıkların Diğer Davranışları:
Nebeze Kelimesinin Kur’andaki Manaları:
Sihir Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
İzn Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Halk Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Yüce Allah İmanı Ve Salih Ameli Ödüllendirir:
Mesube Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Peygamber'le İlişkileri Düzenleme:
Ra' Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Nazara Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Kafirler İnananların İyiliğini İstemezler:
Hayr Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Nesh Kelimenin Kur'an'daki Manaları:
Nesee Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Veli Kavramının Kur'an'daki Manaları:
İnsan Yaptıklarını Allah Katında Bulacaktır:
Bütün Benliğin Allah'a Teslim Edilmesi:
I. Esleme (Teslim Olmak) Kelimesinin Manaları:
II. Vech (yüz) Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Farklı İnanç Gruplarının Çatışması:
Mescitte İbadeti Engellemek Ve Mescitleri Tahrib Etmek:
Allah Her Yerde Hazır Ve Nazırdır:
Kada kavramının Kur’an’daki Manaları:
Bilgiye Muhalefet Allah'ın Dostluk Ve Yardımından
Mahrumiyete Sebep Olur:
Millet Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Tilavet Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Akif Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Hz. İbrahim İle İsmail'in Kabe'yi İnşaası:
Babanın Önce Kendisi Sonra Nesli İçin Dua Etmesi:
Nusuk Kavramının Kur'an'daki Şu Manaları:
Hz. İbrahim'in, Neslinden De Peygamber Çıkarılmasını
İstemesi:
Ba's Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Rağıbe Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Sefih Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Alemlerin Rabbine Teslim Olmak:
Geçmiş Değil, İçinde Bulunulan Zaman Yaşanmalıdır:
Müslümanlara Karşı Kitap Ehlinin İttifakı:
Allah'a İnanan, Peygamberler Arasında Fark Gözetmez:
A. Şikak Kavramının Maddî Anlamları:
B. Şikak Kavramının Manevî Anlamları:
Hacce Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Muhlis Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Herkesin Kazandığı Kendinedir:
Kesb Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Ümmet Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Vasat Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Şahit Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Gönlün Razı Olacağı İşi Yapmak:
Bilgiden Sonra Hevaya Uymak Zulümdür:
Mescid-i Harama Yönelmek Allah'tan Gelen Bir Haktır:
Mescidi Harama Yönelmenin Diğer Getirileri:
87. Yemin olsun ki biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Ondan sonra peşpeşe
peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da mucizeler verdik. Ve onu
Rûhu'l-Kudüs ile destekledik. Nefsinizin arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi
geldikçe ona karşı kibirlendiniz, bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da
öldürdünüz.
Uz. Musa'ya kitap verilmesi konusu, Bakara/53'te izah edilmişti. Bu sebeple,
ayetin bu kısmını burada tekrar ele almıyoruz.
1-
(Ondan sonra peş peşe
peygamberler gönderdik).
(kaffeynâ=peş peşe gönderdik) ibaresi, eğitim faaliyetinin bir süreç olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime sözlükte, takip etmek, ondan sonra göndermek, kafiyeli şiir yazmak, izini takip etmek manalarına gelir.
Mü'minun suresinde (tetrâ) kavramının, erselnâ (gönderme) fiiliyle
birlikte kullanılmasından (kaffeynâ) kelimesiyle eş anlamlı olduğu anlaşılmaktadır:
Sonra peygamberlerimizi peş peşe gönderdik. [Mü'minun/44]
Hz. Musa'dan sonra ardarda peygamberler gönderilmesi, Allah'ın, Hz.
Musa ile Hz. İsa arasındaki insanlığı sıkı bir peygamberi eğitimden geçirdiğini
göstermektedir.
Peygamberlerin peşpeşe gönderilmesinin vurgulanması, peygamberlerin
birbirini tasdik ettiklerine, aynı yolu izlediklerine, aynı ilkeleri tebliğ
ettiklerine işaret etmektedir. Toplumların gelişmesiyle ortaya çıkan yeni
problemlerin çözümü için getirilen hükümler hariç, peygamberler aynı amacı ve
o amaca giden aynı yolu takip etmişlerdir.
Peygamberlerin bu durumu, taklitçilikle vasıflandınlamaz. Buradaki takip,
aynı evrensel değerleri yaşatma, hakikate doğru yürüme ve tek yol olan Allah'ın
yolunun öğretilerini tebliğ amacına yönelik olup farklı toplumlarda, farklı
şartlar altında evrensel değerlerin yaşatılabilmesi çabası; farklı çözüm
yollarıyla aynı neticeye ulaşma gayretidir.
Peygamberlerin birbirini tasdik etmeleri, birbirinin izinden
yürümeleri, bilgi dahilinde olduğu için, körü körüne bir takip, ya da taklit
değildir.
Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme! [İsra/36]
Bilinmeyen şeyin ardına düşülmesinin yasaklanması, bilinen şeyin ardına düşülebileceğini gösterir. Peygamberlerin birbirini izlemesi, bir bilgi ve bilincin izlenmesinden başka bir şey değildir.
2. (Meryem oğlu İsa'ya da
mucizeler verdik).
Ayette yer alan (beyyinât) kavramını açıklayarak, Hz. İsa'ya verilen
şeylerin ne olduğunu ortaya çıkarmak gerekiyor. (beyyene), açık olmak, aşikâr
olmak, meydana çıkmak, aydınlanmak, berrak olmak manalarına gelmektedir,
(beyyene) cer harfiyle kullanılınca kısımlara ayrılmak, tefrik etmek, birinden
ayrılmak anlamını ifade etmektedir. Görünür hale getirmek, ilan etmek, ifade
etmek, göstermek, isbat etmek, anlatmak, açmak, farklılaşmak manalarına da
gelmektedir.
(beyyene) kavramı Kur'an'da çeşitli kalıplarıyla farklı manalar kazanmaktadır:
[1]
1) Hakikati açıkça ilan
etmek
Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve hakikati açıkça ilan
edenler başkadır. [Bakara/160]
Ayette (beyyene) kalıbında fiil olarak gelmiş olup hakikati gizlemeyerek
net bir şekilde ortaya koyanlar manasına gelmektedir.
2) Gücünü göstermek
Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki,
biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan, sonra uzuvları
belli-belirsiz et parçasından yarattık ki, size kudretimizi gösterelim.
[Hac/5]
3) Konulan açıklamak
Allah'ın kanunlarını onlara iyice açıklasın diye, her peygamberi kendi
kavminin diliyle gönderdik. [İbrahim/4]
Andolsun ki biz size meseleleri açıklayan ayetler indirdik. [Nur/34]
Bu ayetlerde (mübeyyinât) çoğul bir kalıpla gelmiş olup 'açıklayıcı'
manasını ifade etmektedir.
4) İhtilafları açıklayıp çözmek
Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara
açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.
[Nahl/64]
Ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim.
[Zuhruf/63]
Birinci ayette, ihtilafa düşülen konulan açıklayıp çözen kitap, ikinci
ayette ise ihtilaflan açıklayıp çözen Hz. İsadır. Hz. İsa, beyyinât (delil ve
mucizeler) ile bu ihtilaflan açıklayıp çözmektedir.
5) Ayırmak
Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır.
[Bakara/256]
(tebeyyene) kalıbıyla "ayırmak, ayrılmak" anlamını ifade
etmektedir. İyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın, güzel ile
çirkinin birbirinden ayrılmasını ifade için bu kavram kullanılmaktadır. Bu da
farkları ortaya çıkarmak demektir.
6) Dikkatlice araştırmak
Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice araştırın.
Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, 'Sen mü'min
değilsin' demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önceden
siz de böyleyken Allah size lütfetti. O halde iyi araştırın. Şüphesiz ki Allah
bütün yaptıklarınızdan haberdardır. [Nisa/94]
Bu ayette emredilen araştırma, hakkında inanan veya inanmayan değerlendirilmesi
yapılmadan önce kişinin iyice araşünlmasını ifade etmekte olup iyice araştırıp
dinlemeden, insanlar hakkında bir değerlendirme yapmanın günah olduğu ifade
edilmektedir. Her tarihte insanlar, gruplara ve mezheplere ayrılarak
birbirleri hakkında değerlendirmeler yapmış ve yapmaktadırlar. İnsanları bir
takım yanlışların içinde görerek, imanları hakkında karar vermenin
yanlışlığına işaret eden bu ayet, araştırma yapmadan böyle kararların
verilmesini haram kılmaktadır.
Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse, o haberin
doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra
yaptığınıza pişman olursunuz. [Hucurat/6]
Bu ayet de, bir insana herhangi bir tavır koymadan, ona bir muamelede
bulunmadan önce, gelen haberlerin araştırılmasını öngörmektedir. Pişman olmamak
için gereken araştırmanın yapılmasını salık vermektedir. Çünkü fasıklann
taşıdığı haberlerin doğru olmama ihtimali vardır.
7) Açık bir delil
İsrailoğullan'na sor, onlara ne kadar açık deliller verdik!
[Bakara/211] De ki: "Ben Rabbimden apaçık bir delile dayanmaktayım".
En'am/57]
Yok olacak olan apaçık bir delili görüp yok olsun; yaşayacak olan da
açık bir delili görüp yaşasın. [Enfal/42][2]
Yüce Allah insanları delille, başka bir ifadeyle mucizeyle
eğitmektedir. Bazan bir delil/mucize yeterli olmayabilir; böyle hallerde daha
çok delil kullanılmaktadır. Birinci ayette olduğu gibi, İsrailoğullan'na, bu
meyanda, pek çok deliller verildiği ifade edilmektedir.
Deliller, peygamberin dayanakları, yani güç aldıkları kaynaklardır.
İkinci ayette de, peygamberlerin eğitiminin delile dayandığı beyan
edilmektedir.
Üçüncü ayette, ölecek ve yaşayacak olanların açık bir delili görmeleri
öngörülmektedir. Böylece, insan aklının, ağır bir şokun etkisi altında kalarak
gerekli olan ruhsal değişimi gösterebilmesini temin edecek olan mucizeye
beyyine (açık delil) denmektedir. Beyyine veya beyyinelerin, Allah tarafından
tamamen bir eğitim aracı olarak kullanıldığına şahit oluyoruz.
8) Açık
(mübeyyine) şeklinde kullanılınca, ahlâkî bir davranışın sıfatı olmaktadır:
Açık bir fuhuş işlemedikleri müddetçe... [Nisa/19]
Ey Peygamber hanından! Sizden kim açık bir hayasızlıkta bulunursa...
[Ahzab/30]
Meğer ki, apaçık bir hayasızlık yapmış olalar... [Talak/l]
Bu ayetlerde, yapılan bir davranışın kesinliğini ifade etmektedir.
Fuhuş yaptığı açıkça biliniyorsa, o davranışın sıfatı olarak mübeyyine kavramı
kullanılmaktadır.
9) Apaçık
(mübîn) şeklinde, Kur'an'da pek çok davranışın sıfatı olduğu gibi, iyi
değerlerin de sıfaü olmaktadır: Şeytanın düşmanlığı [Bakara/168]; bir sapıklık
içinde bulunma [Âl-i Imran/164]; Kur'an'ın büyü olduğu iddiası [En'am/7]; bir
damla sudan yaratılan insanın apaçık hasım olduğu [Enfal/4]; dengeli bir imana
sahip olmayan insanın dinî yaşantısının hüsran olduğu [Hac/11]; yapılan iftira
[Nur/12]; toplumu karıştırmak [Kasas/18]; insanın nankörlüğü [Zuh-ruf/15]
açık/apaçık) kavramıyla tavsif edilmektedir.
Mübîn kelimesi tebliğ, uyarıcı, sultan, hak, imam, Kur'an, kitap,
imtihan[3]
kavramlarına da sıfat olmaktadır. Demek ki Allah'ın Hz. İsa'ya verdiği mucizeler,
hakikati ilan ediyor, Allah'ın gücünü gösteriyor, kanunları açıklıyor, ihtilafları
açıklayıp çözüyor, iyi ile kötüyü ayırıyor, doğruyu araştırıyor, apaçık isbat
ediyor, ahlâkî davranışların niteliğini belirliyor ve nihayet pek çok değerin
ve yanlış davranışların sıfatı oluyor. Mucizelerin bu işlevi, eğitim faaliyetinin
nelerle meşgul olması gerektiğine de ışık tutmaktadır.
Eğitim faaliyeti, Allah'ın bu uygulamasının yeryüzündeki yansıması olmalıdır.
Eğitim, hakikati ilan etme faaliyeti olup tabiat olaylarını anlatarak ve
deşifre ederek Allah'ın kudretini göstermeli ve insanları imana davet etmelidir.
Yaratıklardan yaratıcıya, eserden müessire giden yolu açmalıdır. Eğitim,
insanların ihtilaflarını açıklayıp çözüme ulaştıracak faaliyeti gerçekleştirmelidir.
İyi ile kötüyü belirleyip birbirinden ayırmalı ve böylece insanların iyiden,
doğrudan ve haktan tiksinmelerini önlemelidir. Bu ayıncüığıyla, insanlara bir
şeyi kabul ettirmek için dayatma yapmak yerine, deliller getirerek meseleleri
isbatlamalı; delillerden doğruya gitme yollarını göstermelidir. Açıklık
ilkesini eğitim faaliyetinin merkezine oturtmalıdır.
İşte, Hz. İsa'nın Allah'tan aldığı bu beyyinelerin yerine getirdiği
faaliyetler bunlardı. Bunlar beşerî eğitimin de uğraşılan içinde olmalıdır. Bu
uğraşılar, eğitimin hem değiştirici yanını kuvvetlendirecek, hem de kalitesini
arttıracaktır.
3.
(İsa'yı Kutsal Ruh'la
destekledik).
(eyyede) fiili, destek çıkmak, yardım etmek, kuvvetlendirmek manalarına
gelmektedir. İsim olarak 'güç' demektir. Yüce Allah sadece Hz. İsa'yı değil,
diğer insanları da desteklemektedir. Kutsal Ruh'la desteklemek, ilahî yardımı
ifade eder.
Yüce Allah Rûhu'l-Kudüs ile Hz. İsa'yı destekledi. Hz. Peygamber'e de
Kur'an'ı Rûhu'l-Kudüs indirmiştir:
Onlara de ki: "Kur'an'ı Rûhu'l-Kudüs [Cebrail] -iman edenlere
sebat vermek, miislümanlar'a bir hidayet ve bir müjde olmak için- Rabbinin
katından hak olarak indirdi". [Nahl/102] Rûhu'l-Kudüs'ün başka bir sıfatı
da Rûhu'l-Emîn'dir:
Kur'an'ı, Rûhu'1-Emîn, uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle
senin kalbine indirmiştir. [Şuara/193-195]
Diğer taraftan, Bakara/87'nin bir bölümünü teşkil eden (İsa'yı Kutsal Ruh ile destekledik) ifadesinin bir benzeri de Mücadele suresinde bulunmaktadır:
Allah, katından bir ruh ile onları desteklemiştir. [Mücadele/22]
Bundan anlaşılıyor ki, Cebrail'in görevi peygamberlere vahiy getirmekle
bitmemiştir. O, insanlara ilham taşımakta ve şuurlu mü'minleri destekleme
görevine devam etmektedir. Mücadele/22 ayetini tefsir ederken, Cebrail'in hangi
tip insanları desteklediği anlatılacaktır. Demek ki Cebrail'in desteği umuma
açıktır. Yeter ki o desteğe layık olacak bir toplum oluşturulsun.
Yüce Allah'ın bir peygamberi, Rûhu'l-Kudüs (Kutsal Ruh) ile desteklemesi
bir ayrıcalık olup peygamberlerin birbirinden üstünlüğü konusunda bir ölçüdür:
O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan
bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu
İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. [Bakara/253]
Ayet, peygamberlerin hepsinin aynı seviyede olmadığını, bazılarının diğerlerinden
daha üstün olduğunu, üstün olmanın ana ölçütlerinin ise Allah'ın bizzat
konuşması, apaçık deliller vermesi ve onları Kutsal Ruh'la desteklemesi
olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır. Böylece hangi peygamberlerin, hangi
nedenlerle üstün oldukları anlaşılmaktadır.
Bakara/253'te, Hz. İsa'nın bizzat zikredilmesi, şu önemli sebebe
mebnidir: Burada Hz. İsa'nın peygamberliği bütün dünyaya ilan edilmektedir.
Çünkü ona Allah'ın oğlu diyenler vardı. Bazı hristiyanlar onu tannlaşünyordu.
Yukarıdaki ayette genel ölçüler verildiği halde, Hz. İsa'nın bizzat anılması
bu açıdan manidardır.
"Kutsal Ruh" kavramındaki ruh kelimesi, neyi ifade
etmektedir? Eğer "Kutsal Ruh"tan maksat Cebrail ise, niçin ona Allah,
Ruh demiştir? Bu kavram, Cebrail'in, peygamberlerin gönlüne ruh gibi sızdığını
ifade etmektedir:
Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine Cebrail indirdi. [Bakara/97]
Demek ki Cebrail, Kur'an mesajını Hz. Peygamber'in kalbine indirecek
kadar ruhanî bir yapıya sahiptir. Ruh, görünmez olup insanın vücuduna işleyecek
bir yapıya sahiptir. Cebrail'in -bu işlevi gereği- ruh mahiyetinde olduğu
anlaşılmaktadır.
Fahruddin Razi, ruh hakkında şöyle diyor:
Beden nasıl ruhla dinliyorsa, din de Cebrail ile hayat bulmaktadır.[4]
Yine Razi bu hususta şöyle diyor
Rûhu'l-Kudüs'ten maksat, İncil'dir. Nitekim Yüce Allah, Kur'an'da
"Emrimizden bir ruh..." [Şura/52] buyurmuştur. Kur'an gibi, İncil de
ruh olarak adlandırılmaktadır. Çünkü din, İncil'le hayat buldu, dünyevî işler
onun vesilesiyle intizama girdi.[5]
Razi, îbn Abbas ve Said b. Cübeyr'den rivayetle ruh'un, Hz. İsa'nın kendisiyle
ölüleri dirilttiği isim olduğunu söylemektedir.[6]
Bu alternatif izahları, bir bütün haline getirdiğimizde, aslında hepsinin de
Cebrail'in görevlerine işaret ettiği anlaşılır. Ancak, Kutsal Ruh'un, kutsal
kitap olduğunu iddia eden görüş, Cebrail ile kutsal kitabı aynileştirmektedir.
Kutsal kitabı taşıması sebebiyle Cebrail'e de ruh ismi verilmiş
olabilir. Ruh olma özellikleriyle Cebrail ve ilahî kitap, aynı işlevi
görmektedirler. Böylece farklı görüşlerin ortak noktası, görevlerde ortaya
çıkmaktadır.
Allah'a ait olduğu halde, bu ve benzeri ayetlerde takdis sıfaü, Cebrail
veya kutsal kitaba nasıl verilmektedir? Bunun cevabı, onların Allah tarafından
gönderilmiş olmalarıdır.
4.
(Demek ki, size ne zaman bir
peygamber hoşunuza gitmeyen bir şey getirirse, ona uymayı kibrinize yedi-remeyip
kafa tutacaksınız; kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz, öyle mi?)
Yüce Allah, ayetin bu kısmında nefisle peygamberin getirdiği şey arasındaki
çatışmayı ele almaktadır. Ayetin bu kısmından şu sonuçlan çıkarabiliriz:
A.
İlahî vahiy ile çatışan akü değil nefistir.
Bazı insanlar bunun farkına varamadıkları için, vahiyle aklın çatıştığını zannetmişlerdir. Ayet, peygamberlerin getirdikleri vahiyle ve bu vahyin insandan istedikleri şeylerle çatışanın nefis olduğunu net bir şekilde göstermektedir.
B.
Gelişmemiş ham nefis, insanı daima olumsuz
etkilemektedir:
Bununla beraber, nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, aşın şekilde
kötülüğü emreder. [Yusuf/53]
Gelişmemiş, ham nefis insana kötüyü dayatır. Bu dayatma neticesinde insan,
peygamberin getirdiğine tepki göstermeye başlar.
C.
Madem ki vahye karşı koyan
nefsin arzulandır; öyleyse eğitime, nefis eğitimiyle başlamak gerekir. Böylece
ayetin bu kısmı, eğitime hedef göstermektedir. Nefsin entrikaları
görmemezlikten gelinerek eğitim faaliyetinin başarıya ulaşması mümkün
değildir.
Ayette yer alan heva kavramını izah ederek, onun insanı nasıl etkilediğini göz önüne serebiliriz. (heva)nın anlamlan şunlardır: [7]
1) Yıkılmak, mahvolmak
Gazabımın çarptığı kimse, gerçekten yıkılıp gitmiştir. [Taha/81]
Heva kavramı bu ayette fiil olarak yer almakta ve Allah'ın gazabının insanda
meydana getirdiği etkinin derinliğini ve zararını ifade etmektedir.
2) Batmak
Battığı zaman yıldıza andolsun. [Necm/1]
Birinci manaya yakın olmakla beraber, kelimeye tamamen fizikî bir mana
yüklenmektedir.
3) Nefsin meyletmesi
Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl!
[İbrahim/37]
4) Sürüklemek
Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın birliğini tanıyanlar olun. Kim
Allah'a şirk koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar
kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir. [Hac/31]
Nefsin hevası insanı etkileyip başka yönlere doğru sürüklediği için, bu
işlevin manasını yüklenmiştir. Rüzgarın önüne düşüp sürüklenen bir yaprak gibi,
insan da nefsin nevasının önünde sürüklenip gider. Sürüklenmede irade sözkonusu
olmadığı için bu haldeki kimsenin durumu 'heva'kelimesiyle ifade edilmiştir.
5) Arzu
Peygamber, arzusuna göre de konuşmaz. [Necm/3] Demek ki bir akla, bir
gönüle, bir de arzulara göre konuşma vardır. Konuşmaya yön veren psikolojik
güçler bunlardır. Ayrıca, nevadan kaynaklanan bir konuşma türü de vardır.
Hevasının etkisi altinda kalan insanlar, elbette arzularına göre konuşacaktır.
Peygamber'in ayırt edici özelliği ise, arzusuna göre konuşmamış ve konuşmayacak
olmasıdır.
6) Heva (keyif)
Hevasını tanrı edinen kimseyi gördün mü? [Furkan/43]
Heva beslenip yayılınca, insanın tanrısı olur. İnsan da onu tanrı
edinmeye başlar ve böylece kendi kendine tapan insan ortaya çıkar. Biz buna
nefsine tapan insan diyoruz.
Heva, insanı yıkar, mahveder, batırır, kötüye meylettirir, iradesini
elinden alıp yaprak gibi sürükler, mantık dışı şeyler konuşturur ve nihayet
tutku haline gelerek kendine taptırır.
Bu etkileşim alanlarını meydana getiren heva, ilahî vahye karşı tepki
göstermekte mahirdir. Bakara/87'de bu özelliklerini tatbikata koyarak, peygamberin
getirdiğine karşı menfî bir tavır takınmaktadır.
İlahî vahiy akılla uygunluk arar, nefisle değil. Çünkü hamlığından
kurtulmayan nefsin, ilahî vahiyle uyuşması/örtüşmesi mümkün değildir.
Nefsin istediği şeyi söyleyen, peygambere karşı koyan duygunun adı kibirdir.
Demek ki kibirlenmek suretiyle, peygambere değil, onun getirdiği mesaja karşı
koymuşlardır. Ayetteki Ç (bimâ) kelimesi bu izahımızı teyit etmektedir.
Onların nefisleri, peygamberi değil, peygamberin getirdiğini istemiyordu.
Kişiye değil, mesaja tepki sözkonusuydu. Nefislerine ters gelen, ağır gelen ve
yaşantılarına uymayan, mesajdı. Şu ayet de bu durumu isbat etmektedir:
Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz.
Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın ayetlerini
yalanlıyorlar. [En'am/33]
Etkiyi yapan ayetler olduğu için, tepkiyi çekenler de onlardır. Hz. Musa'ya,
onu takip eden peygamberlere ve Hz. İsa'ya karşı gösterilen tepki, aslında
onların getirdikleri mesaja karşı olmuştur.
Nefsin istemediği şeye karşı insanın iç dünyasında bir kibir
oluşmaktadır.
Kendilerini üstün gören, başkalarına haset eden insanlar, kibirlenerek
onların yazdıkları kitapları okumazlar. Günümüzde de bu tip insanlar vardır.
Mesela, ilim adamı olduğu bilinen biri, aynı dalda arkadaşının yazdığı kitabın
kapağını açıp okuma erdemini göstermez veya gösteremez. Bu psikolojik tavır,
çok yaygındır. Kendi grubundan olmayan insanların yazdıkları kitabı okumayı,
zül addederler. Kendi zihniyetlerine göre insanları gruplara ayırarak, sadece
kendileri gibi düşünen kimselerin kitaplarını okuyan insanlar, ham kalmaya mahkumdurlar.
Böyleleri bu davranışları ile aslında bilime karşı olduklarını ve geri
kalmışlıklarını ortaya koymaktadırlar.
Bu psikoloji içinde olan kimseler, Bakara/87 ayetini çok iyi anlayacak
ve kendi psikolojilerini orada bulacaklardır. Kibredip, ilahî mesajı okuma cesaretini
kendinde bulamayan ve içindeki ilkeleri tanımadan olumsuz tepki gösteren insan
yığınları, günümüz dünyasını sarmıştır. Kutsal kitabın kapağını açmadan, bazı
yanlış söylentileri takip ederek ilahî mesaja tepki göstermek, günümüz dünyasının
büyük bir günah ve ayıbıdır. Cehaletle kibrederek ilahî mesaja gösterilen
olumsuz tepkiler, bela olarak insanlığa dönmektedir. Bu, o kadar ileri
gitmektedir ki, insanların birbirini yalanlamasına ve birbirlerini
öldürmelerine kadar varmaktadır. İnsanlığın bu yüz karası davranışlarının
analizini yapmak için Allah bu ayeti inzal buyurmuştur.
Kimi toplumların ilahî mesaja karşı olumsuz tepkileri, peygamberleri yalanlamaya,
hatta öldürmeye kadar varmıştır. Ayet, fikir çatışmalarının zamanla öldürmeye
varabileceğine işaret etmektedir. İdeolojiler ve mezhepler uğruna akıtılan
kanlar, hep nefsin doğrulan istemeyip kibretmesinden kaynaklanmaktadır. Bazı
peygamberlere karşı gösterilen olumsuz tepkiler, yalanlama safhasında kalmış,
bazılarının ise hayatına mal olmuştur.
Bazı grupların, din ve mezheplerin fikirleri, onların tanrıları halini
alır. O sahte tanrılar kurban isterler; kurbanlar da, karşı taraf olarak kabul
edilen grup, din ve mezheplerin mensuplarıdır. Ne gariptir ki, dünya Hz.
Muham-med'den önceki peygamberlere gösterilen bu olumsuz tepkileri hâlâ yaşamaktadır.
Fikir ayrılıklarının temellerini hiç araştırmadan, karşı taraf olarak
kabul edilen insanların benimsedikleri fikirleri hiç okuyup incelemeden
gösterilecek tepki, ya yalanlama ya da öldürme biçiminde olacaktır. Alternatif
fikirlere açık olmayan insanlar, kendi fikirlerini doğal olarak
tannlaştıracaklardır. Tanrıların kurban isteyeceği de bir gerçektir. İnsanlığın
geçmişte ve günümüzde aynı çıkmazın içinde yaşamakta olduğu, esef verici bir
gerçektir. Doğruluğu belli olmayan fikirlere kurban edilen insanlar, insanlığın
asaletini silip süpürmüştür.
[8]
88. Yahudiler, 'Kalplerimiz perdelidir' dediler. Hayır, küfür ve
isyanları sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar.
Yahudiler, Peygamber'e karşı takındıkları tavırla ilgili olarak
kalplerinin kilitli olduğunu iddia etmektedirler. Dahî uyarıya karşı menfi bir
tepkinin psikolojik açıdan analizinde gönül/kalp kavramı yer almıştır. Böylece
psikolojinin ana konusu olan gönül/kalp, 'kilit' kavramı ile
ilişkilendirilerek, "kilitli kalp" ifadesi oluşturulmuştur. Daha
önce de "mühürlenmiş kalp" [Bakara/7]; "hasta kalp"
[Bakara/9] ifadeleri geçmişti.
Bu ayetteki (gulf) kelimesi, bir örtünün içine koymak, zarfa, kılıfına
koymak, çocuğun sünnetsiz olması, anlamayan kalp manalarına gelmektedir. Gulf
kavramı, iki ayette geçmektedir:
Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere
peygamberleri öldürmeleri ve "Kalplerimiz kılıflıdır" demeleri
sebebiyle (onlan cezalandırdık). Tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler
üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna, artık iman etmezler. [Nisa/155]
Bu ayetle, Bakara/88 ayeti arasında bir paralellik vardır. Bu iki
ayette "küfürleri sebebiyle" Allah'ın onlarda bazı değişiklikler
meydana getirdiğine işaret edilmektedir.
Bakara/88'de (bel) kelimesinden
sonra (Allah onlara lanet etti)
buyurulmuş, Nisa/155'te ise (bel) kelimesinden sonra (Allah o kalpler üzerine mühür vurdu) buyurulmuştur.
Bakara/88'de (sözlerinden dönmeleri) ifadesi yoktur. Peygamberleri
yalanlamak ve öldürmek, her iki ayette de yer almaktadır. Baka-ra/88'de
"peygamberleri yalanlamak", Nisa/155'te ise (ayetleri inkar etmek)
ifadeleri yer almaktadır.
Müfessirler, (Kalplerimiz örtülüdür/kılıflıdır) diyen yahudilerin, Hz.
Peygamber zamanında yaşayan yahudiler olduğunu beyan etmektedirler.
Razi'nin naklettiğine göre, Esamm şöyle diyor:
Yahudiler, kalplerimiz örtülüdür ifadeleriyle, kalplerinin hikmetle
dolu olduğunu, Kur'an'a ihtiyaçları bulunmadığını kasdetmişlerdir.[9]
"Kalplerimiz örtülüdür" ifadesi, psikolojik bir kavram olup
nefsin arzularına uymanın ve kibrin gönülde meydana getirdiği bir değişimdir.
Kendilerini bilgili görerek kibre kapılan insanların bu tavırları,
bulaşıcıdır. Nefisteki tutku ve kibir gönüle sıçrayınca, kalbin gerçeğe karşı
kapanmasına/örtülmesine sebep olmaktadır. Bu ifadeden, nefisteki
dalgalanmaların, gönülde çalkalanmalar meydana getirdiğini anlıyoruz.
"Kalplerimiz örtülüdür" diyenlerin, kalplerindeki oluşumun
bilincinde oldukları, kullanılan ifadeden anlaşılmaktadır. Kalplerinde kopan
fırtınaların farkında olan bu insanların, değişime, yeniliğe açık olmamaları
çok ilginçtir. Farkında oldukları şeyin gereğini yerine getirmemeleri, kalplerinin
mühürlenmesine neden olmuştur. Bu da bir bakıma Allah'ın lanetine uğramaları
demektir.
Yüce Allah bu psikolojik analiziyle eğitime hedef göstermektedir.
Eğitim, insanların gönüllerini kınından, kılıfından, örtüsünden çıkarıp iyiye,
güzele, doğru ve hakikate yönlendirmelidir. Gönlün üstündeki örtüleri
kaldırmak, iyiden yana değişimin ilk adımıdır.
Kur'an'da örtü manasına gelen başka bir kavram da, (ekinne)dir.
Onlar, "Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır
(yani örtülüdür), kulaklarımızda bir sağırlık vardır. Seninle bizim aramızda
da bir perde vardır. Sen istediğini yap, biz de yapıyoruz" dediler.
[Fussilet/5]
Ayette geçen *%Ş (ekinne) kelimesi kenne'den gelmektedir. (kenne) bir
şeyi örtüp saklamak, gizlemek, koparmak, gözden saklamak manalarına
gelmektedir.
Ekinne bilginin, çağrı ve öğüdün kalbe girmesini engelleyen şeydir.
Kılıcın konduğu yer, yani kın'dır. Kalbin dışarıyla olan ilişkisini kesen,
dışarıdan içeri gelecek öğretilere mani olan engeli ifade etmektedir. Bir
bakıma kalbin devre dışı kalması, yaratılış eylemini gerçekleştirememesidir.
Böylece bu kavram, insanlar arasında mesaj iletişimini engelleyen psikolojik
bir perde olmaktadır. Fizikî manada ekinne re gulf, insana kendi görüş alanının
ötesindeki hakikat alemini göstermeyen şeydir. Fizikî manada perde, bazen çok
işe yarar. İnsanların ayıplarının görülmesini engeller; ama psikolojik
perdenin kişiye hiçbir faydası yoktur.
İnsanlar arasındaki manevî iletişimi, Allah ile kullar arasındaki mesaj
akımını ve nihayet insanın kendi benliği ile olan alakasını engelleyen bu
perdelerin yırtılması, kilitlerin kırılması, değişime, gelişime ve olgunluğa
doğru yol almanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Eğitim faaliyetinin en
önemli görevleri arasında yer alan bu etkinliğin ihmal edilmesi, insan
onurunun kaybına sebep olacaktır. Gönülleri perdeli, örtülü ve kilitli olan
insanlar, nasıl gelişip değişecek, doğruyu nasıl görecek, faydalı olanı nasıl
tesbit edecek ve nihayet kamil insan olma fırsatını nasıl yakalayacaktır?
Gönlün önündeki perdeler, daha sonra cehaletin perdesi haline gelecek,
aklın filizlenmesine, insanların hakikate uzanmasına, ruhların hakikat pınarından
kana kana içmesine mani olacak; insanların birbirini anlamalarına müsade
etmeyecektir. Netice olarak da Allah'ın lanetini getirecek ve iman etmelerini
engelleyecektir. Perdeli gönüller, lanetlenmiş gönüllerdir.
Peygamberi inkar eden yahudilerin, "Kalplerimiz kilitlidir"
sözüne karşı, Allah'ın, (Hayır, küfürleri sebebiyle Allah onları lanetledi)
buyurması ne ifade etmektedir? Kalbin kilitli olmasıyla, Allah'ın laneti
arasındaki fark ortada olduğuna göre, sorunun cevabını, Allah'ın onlara niçin
lanet ettiğini beyan ederek verebiliriz.
1. Allah'ın ayetlerini
yalanlayan ve peygamberleri öldürenlerin Peygam-berimiz'e, "Kalplerimiz kilitlidir" demeleri
bir bakıma, "Kalplerimiz böyle bilgi ve mesajlarla doludur, senin
dediklerine ihtiyacımız yoktur" manasına gelmektedir. O zaman ayetteki
ğulf kelimesi, ihtiyaç hissetmemeyi ifade etmiş olur. 87. ayette zikredilen
kibirlenmenin anlamı da bu olsa gerektir.
Yahudilerin, "Kalbimiz bilgi ile doludur, senin mesajına
ihtiyacımız yoktur" demelerine karşı Allah, (hayır) buyurmaktadır ki bu,
"Onların kalpleri dolu değil, onların ilahî mesaja ihtiyaçları
vardır" anlamına gelir. Böylece, onların kendilerini Allah'tan, Allah'ın
mesajından müstağni hissetmeleri, yani kendi kendilerine yeterli oldukları
şeklindeki iddiaları Allah tarafından reddedilmektedir.
2. (inkar etmeleri sebebiyle
Allah onları lanetledi).
Demek ki ilahî lanet, kulun inkarından sonra gelmektedir, inkar etmenin
faili, kulun kendisidir; laneti kulun eylemi davet etmiştir. Tabii ki
yahudiler, "Allah bize lanet ettiği için biz doğruyu göremedik ve
anlayamadık" diyemiyorlar. Demek ki Allah, sebepsiz yere kullarına lanet
etmez. Nefislerinin hoşlanmadığı ilahî mesajı inkar etmeleri, lanetlenmelerine
sebep teşkil etmiştir.
3. Aslında onlar kendi
kendilerini de inkar etmekteydiler. Anladıkları, tanıdıkları ve doğruluğunu
bildikleri halde hakkı gizlemiş olmaları, bu anlama gelmektedir.
Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi
tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.
[Bakara/146]
Öz oğullarını tanıdıkları gibi, Peygamberi tanıyan insanların
içlerindeki bu bilgiyi gizlemeleri, affedilecek ve mazur görülecek bir davranış
değildir. Tanıdığı halde 'tanımıyorum', anladığı halde 'anlamıyorum', bildiği
halde 'bilmiyorum' diyen kimse, önce kendi kendini inkar etmiş demektir. İşte
bu tutarsızlık, peşinden Allah'ın lanetini getirmiştir.
Bu zihinsel çarpıklığın cezası hakkında şöyle buyurulmaktadır:
İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz
hidayet yolunu gizleyenlere, hem Allah, hem de bütün lanet ediciler lanet
ederler. [Bakara/159]
Demek ki hakikati ve doğru yolu gizlemek, ilahî lanete sebep
olmaktadır. İşte bu nedenle Bakara/88'deki küfrün ne anlama geldiği ve
küfürlerine karşılık, onlara gelen ilahî lanetin bir zulüm olmadığı ortaya
çıkmaktadır.
İnkâr etmelerinin ve hakikati gizlemelerinin nedeninin, -meselenin arka
planına bakıldığında- nefislerinin hoşlanmaması olduğu açıkça görülmektedir.
87. ayetteki "Nefsinizin istemediği" ifadesi, inkarın ve hakikati
gizlemenin psikolojik nedenini belirlemektedir.
Böylece Yüce Allah, inkarın ve hakikati gizlemenin tahlilini yapmıştır.
Yanlış davranışların, inkara varacak kadar olumsuz tepkilerin altındaki neden,
nevasına kapılan nefistir. Nefsinin arzularını takip edenler kibirlenirler,
peygamberleri yalanlarlar ve hatta öldürürler, kendilerini Allah'tan müstağni
görürler, içlerindeki olumlu oluşumları bastırarak dışarıya tam tersini yansıtırlar.
Yüce Allah'ın onlara lanet etmesi ne demektir? Lanet kovmak, uzaklaştırmak,
beddua etmek anlamını ifade eder.
"Küfürleri sebebiyle Allah onları lanetledi" [Bakara/88]
ifadesinin bir benzeri de Nisa suresinde bulunmaktadır:
Allah onların kalplerini küfürleri sebebiyle mühürledi. [Nisa/155]
Bu ayetler, birbirini tefsir etmektedir. Burada Allah'ın laneti,
onların kalplerini mühürlemek suretiyle vukubulmuştur. LaneÜemekle mühürlemek
birbirine çok yakın manalar taşımaktadır. Kalplerin mühürlenmesi, laneti
tefsir etmektedir. Çünkü lanet, genel bir eylemi ifade eder.
4. Allah'ın onlara lanet
etmesinin diğer bir nedeni de, Allah'a verdikleri sözde durmamalarıdır. Başka bir
ifadeyle, verdikleri sözü inkar etmeleridir.
Bakara/83-84'te, Allah'ın İsrailoğullan'ndan bazı konularda söz alıp
onlarla antlaşma yaptığı ifade edilmişti. Bu antlaşmalarını yerine
getirmemeleri de bu lanette rol oynamıştır, izahını yaptığımız Bakara/88'de bu
husus yer almamakla birlikte, Nisa/155'de yer almaktadır.
Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere
peygamberleri öldürmeleri, "kalplerimiz kilitli" demeleri,
kalplerinin mühürlenmesine sebep teşkil etmiştir. Bu noktadan hareket ederek
Bakara/88'deki lanetin sebebi olan inkarın içeriğini, 87. ayette sıralanan
olumsuz fiillerle açıklayabiliriz.
Allah'ın lanetine sebep olan inkarın içinde, verdiği sözü tutmamak da bulunmaktadır. Nisa/155 ayetine göre, "Kalplerimiz kilitlidir" sözü de lanet için bir nedendir. Aslında, Bakara/87-88 ayetleri ile Nisa/155 ayeti, determinizme işaret etmektedir: Allah'ın laneti ve kalplerin mühürlenmesi gibi neticeler, aynı sebeplerden ileri gelmektedir. Kalplerin mühürlenmesi gibi psikolojik bir neticeyle, Allah'ın lanetlemesi gibi sosyolojik bir neticenin, sözünde durmama gibi sosyolojik bir sebeple, Allah'ın ayetlerini inkar etmek gibi psikolojik bir sebebin birleşmesinden meydana geldikleri ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah bu ayetlerle hatırlatıyor ki: Aynı sebepleri, benzer şartlar altında oluşturursanız, aynı neticelerle karşılaşırsınız.
Geçmiş toplumların hayatındaki sebep-sonuç ilişkisine dikkat
çekilmekle, geleceğe projeksiyon tutulmaktadır. Gelecekte de böyle
lanetlemelere uğra-nılmaması ve kalplerin mühürlenmemesi için, hangi zihinsel,
düşünsel ve ahlâkî hatalardan kaçınılması gerektiği beyan edilmektedir.
Gelecekteki oluşumların engellenebilmesi için yapılan analizler,
insanları bilgilendirmek ve şuurlandırmak içindir. Yüce Allah'ın bu analizleri,
tamamen eğitim amaçlıdır. Basit bir hikaye anlatımı değildir. Ahde
vefasızlığın, inkarın, iyiye, güzele ve doğruya davet edenleri öldürmeye kadar
menfî bir tavır takınmanın, "Kalplerimiz bilgiye doymuştur" diyerek
kibirlenmenin varacağı neticeler gözler önüne serilmekte, insanları eğitmenin
önemi vurgulanmaktadır. Bir bakıma Allah'ın bu analizleri, bir eğitim
metodudur.
(O yüzden çok az inanırlar).
Ayetteki az kelimesi, iman edenlerin mi, yoksa imanın sıfatı mıdır?
Fah-ruddin Razi bunun cevabını tartışmaktadır. Katade, Esamin ve Ebu Müslim'in
görüşüne göre, iman edenlerin sıfatıdır. O zaman mana, "Onların çok azı
iman eder" olur.
Az kelimesi, imanın sıfaü olursa, "İman etmeleri gereken şeylerin
çok azına inanırlar" anlamına gelir. Az kavramı, onların asla iman
etmeyeceği manasına da gelebilir.[10]
Nisa/155'te "Onların pek azı iman eder" şeklinde geçmektedir.
Bu ifadelerden Bakara/88'de yer alanını, yani birincisini, "Çok az
şeye inanırlar", diğerini de, "Çok azı inanır" şeklinde tercüme
etmek mümkündür. Bazı müfessirler "imanın azlığına", bazıları da
"inananların azlığına" işaret ettiğini söylemişlerdir.
Bize göre, inananların azlığından ziyade, imanın azlığı daha önemlidir.
İnananların azlığının, evrensel bir olgu olarak sunulmasının doğru
olacağına inanmıyorum. İman azlığı ise her zaman, her yerde ve her insanda
bulunabilecek bir olgudur.
"İmanın azlığı" yorumu doğru olarak kabul edilirse, o zaman
imanın artması ve azalmasından bahsedilebilir. İmanı az olan insanlar
olabileceği gibi, imanı çok olan insanlar da olabilir. Bu durumda az iman zayıf
iman, çok ima-n da güçlü iman olarak nitelenebilir mi? Oysa imanın azlığı, illa
da zayıflığı ifade etmeyebilir; az meselelere inanmayı ifade edebilir. Fazla
şeye inanmak da, imanın güçlü olduğunu delalet etmeyebilir. Çok şeye inanıldığı
halde iman zayıf; az şeye inanıldığı halde iman güçlü olabilir.
Enfal/2 ve Fetih/4 ayetine göre iman artar. Küfürlerinden dolayı Allah'ın
lanet ettiği bu insanların iman etme ihtimali azdır. İman etme ihtimallerinin
olmayışı sebebiyle Allah onlara lanet etmiş olabilir. Çünkü Allah iman
etsinler diye insanlara kitap göndermiştir. Her iman etmeyen la-netlenseydi,
vahyin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Allah iman etme ihtimali ortadan kalkan
insanlara lanet etmektedir. Küfürden imana dönüşlerinden, bu değişimi
gösteremeyeceklerinden ümit kesilen insanlar cezalandırılmıştır.
Ama biz analizimizi şu noktaya çekmek istiyoruz: Nefis inkarı, inkar da
laneti getirmiştir. Zaten bir sonraki ayet, lanetin kimin üzerine olacağına dikkat
çekmektedir.
[11]
89. Daha önce kafirlere karşı zafer isterlerken, kendilerine Allah
katından Tevrat'ı doğrulayan bir kitap gelip de, Tevrat'tan bilip öğrendikleri
ile karşılaşınca inkar ettiler. İşte Allah'ın laneti böyle inkarcılaradır.
Bu ayetin içerdiği önemli konular şunlardır:
1.
Allah katından gelen kitap
(Allah katından onlara bir kitap geldiğinde...)
Bir kitap ifadesinin Kur'an'a işaret ettiğinde bütün alimler ittifak
halindedirler. Yüce Allah ile kullan arasındaki iletişimi ve ilişkiyi sağlayan
ve ilahî bilginin toplandığı şeye kitap denmektedir. O, ilahî alemden beşerî
aleme uzanan bir iptir. Aynı zamanda kitap, kulu Allah'a yaklaştıran bilgiler
manzumesidir.
Dikkat edilirse Yüce Allah, "Kitabı gönderdim" demiyor,
"Kitap geldi" diyor. Cümlenin öznesi 'kitap'tır. Aslında kitabı
gönderen Allah'tır. Sanki kitabın kendisi hareket etmekte ve gelme işini o
yapmaktadır. Kitap canlı mıdır ki, Allah böyle bir ifade kullanmaktadır?
"İşte sana emrimizden bir ruh vahyediyoruz..." [Şura/52]
ayetinde Allah, Kur'an'a ruh demektedir. Ruh, canlılığı ifade eder. Canlı olan
şey, hareket eder. Kur'an'ın ruh [canlı] olması ile, gelmesi arasında irtibat
kurulabilir. Bunu şöyle düşünebiliriz: Ağızdan çıkan kelimeler, başkasının
kulağına doğru hareket etmiyor mu? Ses dalgalarında hareket yok mudur? İşte
ilahî vahiy de, melek denen nur dalgalan vasıtasıyla peygamberin gönlüne
gelmektedir. Bu durumda, hareketi veren Allah, hareketi sürdüren ise vahyin
kendisi olmaktadır. Öyleyse kitabın onlara gelmesi, vahiy sürecinin hareketi
olarak kabul edilebilir.
Diğer taraftan "gelme" fiili, kitabın yazılmadığına da işaret
edebilir. Eğer kitabı bir beşer yazmış olsaydı, "geldi" fiili
kullanılmazdı. İnsan iradesinin dışındaki bir kaynaktan geldiği, bu ifadeden de
açıkça anlaşılmaktadır.
2. (Allah katından).
Ayetin bu kısmı, kitabın nereden geldiğini açıklamaktadır. Allah
katından gelmiş olması, kitabın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığını ifade
etmektedir. İlahî alemden beşerî aleme gelen bu kitap, Allah'ın rahmetinden,
insanlık alemine uzanan bir ip vazifesini görmektedir.
Allah katından gelmeyen bir kitap, din kitabı olamaz, din koyamaz ve
kutsal kitap sıfatını alamaz.
Allah katından olması, kitabın tarafsız olduğunu da göstermektedir. Hiçbir
beşer, tarafsız ve evrensel bir kitap yazamaz. Her filozof, belli bir toplumda
doğmuş, o toplumun kültürüne göre şekillenmiş ve o toplumun yaşantısına göre
felsefe üretmiştir. Filozoflar, yaşadıkları toplumlardan soyutlanarak ele
alınamazlar; ilahî vahiy ise bu anlamda taraf ve millîlik arzetmez. "Allah
katından" ifadesi, kitabın objektif olduğu hakkında güven vermektedir.
Yine bu ifade, bir insanın kendi başına bir kitap yazarak din koyamayacağına
da işaret etmektedir. Nasıl ki peygamberler, Allah katından gelen kitapları
insanlara aktarıyor, öğretiyor ve tebliğ ediyorlarsa, din adamları da Allah
katından gelen kitabı öğrenecek, öğretecek ve anlatacaklardır.
3. (Kendilerindekini tasdik
eden).
İlahî kitapların temel özelliklerinden biri de, sonrakinin, öncekileri
tasdik etmesidir. Böylece ilahî eğitimin devam eden bir süreç olduğu, bu
nedenle hepsinin de, birbirini takip ve tasdik ettiği ortaya konulmuş
olmaktadır. Kur'an, Tevrat'ı doğrulamaktadır. Peki Kur'an, Tevrat'ın bütününü
mü doğruluyor, yoksa içindeki bazı konulan mı? Bu soruya birkaç açıdan cevap
vermek mümkündür:
a) Kur'an'ın bazı ayeüeriyle,
Tevrat'ın bazı ayetleri aynıdır. Mesela Fetih/29 ayetinin ilk kısmı Tevrat'ta,
ikinci kısmı İncil'de yer almıştır. Hz. Pey-gamber'in ismi ve onun ümmetinin
özelliklerinden bazıları Tevrat'ta yer almıştır:
Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde olanlar kafirlere karşı çetin,
kendi aralarında merhametlidirler. Onları rüku ve secde ederken görürsün.
Allah'tan ihsan ve rıza isterler. Onların nişanlan yüzlerindeki secde izidir.
Bu, onların Tevrat'taki özellikleridir. [Fetih/29]
Demek ki Yüce Allah Tevrat'ta, Hz. Peygamber'in adını bildirmiş, müjdelediği
bu peygamberi göndermekle de Tevrat'ı tasdik etmiştir. Diğer taraftan Hz.
Peygamber'in ümmetinin özelliklerini de tasdik etmiştir. Kur'an Hz.
Mu-hammed'in ve onunla beraber olanların özelliklerini sıralarken, aynı
zaman-da Tevrat'ta bildirilen özellikleri de tasdik etmiş oluyordu.
b)
Hukukî bakımdan da Kur'an Tevrat'ı tasdik
etmektedir:
"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğiınizi, İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de hukuk kıldı. [Şura/13]
Hz. Nuh'a, Hz. ibrahim'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya ve Hz. Muhammed'e
gönderilen vahyin içindeki hukukî kuralların birbirine benzerliğini dile getiren
bu ayet, aslında hukuk bakımından dinlerin birbirini tasdik ettiğine işaret
etmektedir. Bunun temel konusu da, dini ayakta tutmak ve onda ayrılığa düşmemektir.
Bu kanun, bütün dinlerin öne çıkardığı evrensel kanundur. Bu sebeple de, dinî
hukukun özünü teşkil eder.
c)
Hz. Musa'yı peygamber olarak
kabul etmesi, onun başından geçen bütün tarihî olguları aynen anlatmış olması,
Kur'an'ın Tevrat'ı tasdik ettiğinin önemli bir göstergesidir. Hz. Musa ve
Harun'u müslümanlara peygamber olarak takdim etmesi ve onların nübüvvetine
imanı mecburi kılması da bir tasdiktir. Hz. Musa'nın mücadele ettiği Firavun'u
zalim olarak tavsif etmesi de Tevrat'ı bir tasdiktir.
d)
Bazı konularda Allah'ın
vaadi, üç kitapta müşterek olarak yer almaktadır:
Allah rnü'minlerden mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın
almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler. Bu
Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha
çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış olduğunuz bu
alış-ve-rişden dolayı sevinin. İşte bu, büyük kazançtır. [Tevbe/111]
İnsanların bu dünyadaki çalışmalarına ve Allah uğruna canlarını feda etmelerine karşılık cennete kavuşacakları, Allah'ın vaadettiği bir husustur. Bu husus, Tevrat ve İncil'de yer aldığı gibi, Kur'an'da da yer almış; böylece önceki kitapları tasdik etmiştir. Demek ki ahirete iman ve ahireüe ilgili konulara bakış açısında Kur'an, Tevrat'ı tasdik etmektedir. Bu konuda başka bir örnek de müslümanlardan, yahudüerden, hristiyan ve sabiilerden, Allah'a ve ahiret gününe imanda ve iyi amel üretmekte müşterek olanların, ahirette korku ve endişelerinin olmayacağını ifade eden Bakara/62 ve Maide/69 ayetleridir. Allah, kafirle yahudinin arasını ayırmakla, Allah'a ve ahirete inanan, iyi amel üreten yahudiye farklı tavır takınmakla Kur'an'ın evrensel bir tasdik kitabı olduğunu göstermiştir.
4. (Daha önce kafirlere karşı
zafer isterlerken...) Kafirlere karşı
zafer istemeleri, ne anlama
gelmektedir? Razi'ye göre, ayetin nüzul sebebi bu kısmıdır. Razi, zafer
istemenin ne anlama geldiğiyle ilgili rivayetleri kaydetmiştir. Ancak bunları
zikretmeyi gerekli görmüyoruz.
Yahudiler, Tevrat'ı kabul etmeyen kafirlere karşı zafere ulaşabilmek
için Allah'tan yardım diliyorlardı. Kendi kutsal kitaplarının ve inançlarının
kabul edilmemesine çok üzülüyorlardı. İnkar kültürüne karşı, kendi inançlarının
galip gelmesini istiyorlardı. Onların bu isteğini yerine getirmenin ve onlara
yardım etmenin yolu, yeni bir kitap ile yeni bir peygamber göndermekti. Yü-oe
Alah da bunu gerçekleştirmek için, onlara beraberlerindeki kitabı destekleyen
yeni bir kitap gönderdi. Kafirlere karşı zafer kazanmaları için, bu yardımı
kabullenmeleri gerekiyordu.
Bu bize şunu gösteriyor: İnsanları doğru yola iletmek için beyan edilen
fikir, gerekli etkiyi temin etmiyorsa, o fikri değiştirip daha orijinalini
getirmek gerekiyor. Yahudiler, beraberlerindeki kutsal kitap ile kafirlere
karşı etkili olamayınca, Allah onlara yeni bir kitap gönderdi. Bu durum din
adamlarına önemli bir metot ve ilke öğretmektedir. Yahudiler, Tevrat'ı tebliğ
ederek kafirlere karşı bir zafer elde edemiyorlardı; bu zaferi temin etmeleri
için Allah Kur'an'ı gönderdi. Elinizdeki alet, yerdeki bir taşı sökmeye
yetmiyorsa, aletinizi değiştirmelisiniz. Tahrif ettikleri Tevrat yeterli
olmayınca, Allah onlara Kur'an'ı göndermiştir.
Onların, insanların ruhundaki kaya gibi olan inkar psikolojisini söküp
atmak için yeni bir ilahî kitaba ihtiyaçları vardı. Zaten onlar da bu ihtiyacı
hissetmiş ve bu doğrultuda Allah'tan istekte bulunmuşlardı.
Hz. Peygamber gönderilmeden önce Arabistan'da yaşayan yahudiler bir
peygamberin geleceğini söylüyorlardı. Yüce Allah Hz. Muhammedi peygamber
olarak gönderince, ağız değiştirdiler. Çünkü onlar, gelecek peygamberin
yahudilerden olacağını sanıyorlardı. Araplardan olunca, Allah'a karşı olan
yalvarışlarını unutup onu kıskandılar. Ayetin iniş sebebi budur. Kendi inançlarını
kabul etmeyenlerin durumuna düşerek, gelen kutsal kitaba inanmadılar.
Kafirlerin küfründen yakınırken, kendileri kafir durumuna düştüler.
Kafirlere karşı zafer isteyenler, zaferin tadını tadamadan, inkar
psikolojisinin zehirini yuttular. Heyecanla zafere ulaşacaklarını uman ve bunun
için dilekte bulunan insanların, gelen peygamber ve vahyi yobazca reddetmeleri
gerçekten çok çirkindir. İşte Yüce Allah, bu çirkinliği bildirmek için bu
ayeti indirmiş ve insanların yeni fikirlere açık olmaları gerektiğini
öğretmiştir.
5.
(Tanıdıkları kitap onlara
gelince, onu inkar ettiler).
Tanıma veya bilme kelimesi, Tevrat'taki, Hz. Peygamber'e ilişkin
haberlere bir atıf gibidir. Bildikleri halde, sadece kendilerinden olmadığı
için Peygamberi inkar etmeleri, son derece yanlış ve çirkin bir harekettir ki
bu, hakikati bile bile kafir olmaktır.
Bundan anlaşılıyor ki bazı kimseler, anlatılanların doğru olduğunu
bildiği ve anladığı halde -kendilerinden olmayan bir kişi tarafından dile
getirildiği için- onu reddederler. İnançta ve bilgide milliyetçilik duygularına
göre hareket etmek ise, çok yanlış bir yaklaşımdır. Evrensel değerlere,
milliyetçilik gözlüğü ile bakılamaz. Kendi milletinden gelmeyen bir peygambere
inanmamak gibi aşın bir davranış içine girenler, karşılanndakilerden de aşın
tepki göreceklerdir. Kutsal bir kitabı, sırf milliyetçilik adına reddetmek
kadar tehlikeli ve saçma bir tepki olabilir mi?
Günümüzde, dinî inançlarını düşmanlık duygulan haline dönüştürüp doğruyu göremeyen insanların varlığına şahit oluyoruz. Bilimsel bilgileri ortaklaşa kullanabiliyoruz, ama dinde aynı esnekliği gösteremiyoruz. Dinî meselelerde yanlışların ve hurafelerin peşinde koşmaktan ötürü hem yoruluyor, hem de düşmanlıkların filizlenmesine sebep oluyoruz. Yahudilerin, hristi-yanlar ile müslümanlar arasındaki bazı gerginliklerin alünda, din alanını iyi belirleyememekten kaynaklanan, senin dinin, benim dinim gibi fanatik tavırlar yatmaktadır. Sahip olduğu inanç ve dinin doğru olup olmadığını sorgulamayan, yanlışlar içinde boğulan insanların varlığı, düşmanlık duygularını ve ayrılıkları körüklemektedir.
Diğer taraftan, zaferin bilgi ile kazanılacağına dikkat çeken ayet,
inkar psikolojisi ile nasıl ve ne ile mücadele edileceğine de ışık tutmaktadır.
Yahudilerin kafirlere karşı istedikleri zafer, bilginin zaferi değil miydi?
İşte bu zaferi temin etmek için Kur'an gönderilmiştir.
6. (İşte Allah'ın laneti,
böyle inkarcılaradır).
İnkarcılara karşı Allah'tan zafer dileyen, sonra o zaferin
gerçekleşmesi için kendilerine gelen kitabı -tanıdıkları halde- reddeden ve
yaptığı duayı unutan insanlar, laneti hak etmişlerdir. Bu tip kafirler, kendi
kendilerini de inkar etmektedirler. Çünkü, hem kendi yalvarışlarını bir tarafa
atmışlardır, hem de kutsal kitaplarını tasdik eden kitabı inkar etmişlerdir.
Kendisiyle aynı fikirde olan kimseyi, sadece kendi milletinden olmadığı için
reddetmek, kendi fikrini inkar etmek değil midir? Yahudilerin Kur'an'ı inkar
etmeleri, bundan başka bir şey değildir.
Ayetin bu şekilde analizinden sonra şu sonuçlan çıkararabiliriz: Yüce
Allah bu ayette Kur'an'ın iki temel özelliğini zikretmiştir. Biri, onun Allah
katından olması, diğeri ise Tevrat'ı desteklemesidir. Allah katından olması,
beşerî müdahalenin olmadığını, Tevrat'ı desteklemesi de ilahî eğitimin devam
eden bir süreç olduğunu göstermektedir.
Din adanılan, ilahî kaynaklı olmayan bilgileri din adına sunmamak,
Allah katından olan objektif bilgileri iyi öğrenip insanlara tebliğ
etmelidirler. İnanç ve doğru bilgi alanını milliyetçilikle kanşürmak, insanlığa
yapılacak en büyük zulümdür. Allah'tan istenen bir şey elde edilince
beğenmemek ve o nimeti bir tarafa atmak, ya da onu inkar edecek kadar anormal
bir tepki göstermek, lanete sebep olacak katmerli bir inkardır.
[12]
90. Kendilerini karşılığında sattıkları o şey ne kötüdür.
Çekemediklerinden dolayı, Allah'ın kullarından dilediğine vahiy indirmesini ve
Allah'ın indirdiğini inkar ettiler. Bu inkarları sebebiyle gazap üstüne gazaba
layık oldular, inanmayanları utanç verici azap beklemektedir.
Ayetin analizini yaptığımızda şu konuların işlendiğini görürüz:
A) (Kendilerini karşılığında
sattıkları o şey ne kötüdür).
Ayetin bu kısmıyla Yüce Allah, insanın kendisini sattığını, buna
karşılık da bir şey aldığını ifade etmektedir. İnsanlığın karanlık çağlarında,
insanın insanı köle olarak sattığı olmuştur; ama insan kendisini satar mı?
Doğası gereği insanın sahip olması gereken bazı değerler vardır. Bu değerler,
insanın fıtratında olduğu için, onunla etle kemik gibi olmuşlardır. Bu değerleri
verip tabiatına ters düşen değerleri alan insan kendisini satmış demektir.
Allah, insanın verdiği ile aldığı şeyin aynı değerde olmaması
nedeniyle, bu ahş-verişi kötülemektedir. Peki insanoğlu ne yaptı ki, bu şekilde
kötülen-mektedir?
B) (Allah'ın kullarından
dilediğine peygamberlik ihsan etmesini kıskanmaları...)
Ayetle geçen (bağyen) kelimesine müfessirler "kıskançlık" manasını vermişlerdir.[13] Kur'an'da "( (bağy) kelimesi şu manalara gelmektedir: [14]
1) Azgınlık etmek
Allah kullanna nzkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat Allah
rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alan ve onları
görendir. [Şura/27]
Bol rızka, yani şahsiyetinin hazmedemeyeceği nimete sahip olanların
haddi aşacağını, kanun tanımayacağını, itaat etmeyeceğini ve günah işleyeceğini
vurgulayan bu ayet, maddî imkânların insanların davranışlarında meydana
getireceği olumsuz değişmelere işaret etmektedir. Bu davranış bozukluğunun
meydana gelmemesi için, nimeti bir ölçüye göre verdiğini ifade eden Yüce Allah,
insan psikolojisindeki zaaflarla, ekonomik imkânlar arasında bir bağlantı
kurmaktadır.
2)
Saldırmak
Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa, aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. [Hucurat/9]
Bu anlamıyla bağy, barışı kabul etmeyen insanların ruh haletini ifade
etmektedir. Savaşan iki gruptan barışa yanaşmayan taraf, saldırgan olarak nitelendirilmekte
ve bu niteliği bağy kavramıyla ifade edilmektedir. Bağy bir bakıma saldırganlık
içgüdüsünün tezahürü olmaktadır.
3)
Küstahça
hareket etmek
Karun, Musa'nın kavminden idi. Onlara karşı küstahça davranıyordu.
[Ka-sas/76]
Karun'un, infakta bulunmaması, gösteriş yaparak bütün süsleriyle toplumun karşısına çıkması, onları sömürmesi ve ezmesi de (bağy) kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu kerime, kibarlığın ve erdemin sınırlarını aşan ve zulme dönüşen davranışı ifade etmek için kullanılmakta; zenginliğin ve sosyal statünün verdiği şımarıklıkla halka tepeden bakarak, onlara karşı küstahça davranma anlamına gelmektedir.
4)
İstemek,
dilemek
Eğer içinizde onlar da savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir
katkıları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı.
[Tev-be/47]
Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerler. [Fetih/29]
Olumlu ve olumsuz bir şey istemeyi ifade etmek amacıyla (bağy) kerimesinin
fiil halinde kullanıldığını görüyoruz. Böylece bu kelimenin temelinde
psikolojik bakımdan isteğin yattığı anlaşılmakta; azgınlığın, saldırganlığın
ve küstahça davranışın arka planında yer alan isteği ifade etmektedir.
5) Aramak, elde etmeye çalışmak
Allah'ın rızasını elde etmek ve şahsiyetlerini kuvvetlendirmek için
mallarını hayra sarfedenlerin durumu... [Bakara/265]
Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için
yapmalısınız. [Bakara/272]
Her iki ayette de (bağy) kelimesi (ibtigâ) şeklinde geçmekte; bu kalıp
da aramak, istemek, elde etmeye çalışmak manalarını ifade etmektedir.
Bu anlamıyla kavram, olumlu istek manasına gelmekle; Allah'ın rızasını
aramanın ve onu elde etmeye çalışmanın arka planındaki psikolojik duygunun adı
olmaktadır.
6) Gerekli olmak, yaraşmak
Biz Peygambere şiir öğretmedik. Zaten ona gerekmezdi. [Yasin/69] Seni
bırakıp başka dostlar edinmek bize yaraşmazdı. [Furkan/18]
(bağy) kelimesi (lâm) cer harfi ile kullanılınca, bu manaya gelmektedir.
7) Hakka tecavüz etmek
Davud, "Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak
istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortaklık yapanların çoğu,
birbirlerinin haklarına tecavüz ederler" dedi. [Sad/24]
Bu ayette bağy, ortaklık yapanların birbirlerine karşı kötü
niyetlerinin meydana getirdiği olumsuz davranışı ifade etmektedir. Bir ortağın
diğerinin hakkına tecavüz etmesi, onun hakkını çiğnemesi ve ele geçirmesi bu
kelime ile ifade edilmektedir.
h) Karışmak, içice girmek
Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar. [Rahman/20]
Bağy burada iki deniz suyunun birbirine karışması, temiz su ile bulanık
suyun birbirine karışmasını ifade etmektedir.
8) Zina
(bağy) kelimesi (biğâ) şeklinde kullanıldığında, zina anlamına gelir.
Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu
kalmak isteyen cariyelerinizi zinaya zorlamayın. [Nur/33]
Bu ayetteki bağy kerimesi, cinsel ahlâkın sınırlarını aşmayı ifade
etmektedir.
9) Ezici sıkıntı
Müslümanlar'a ezici bir sıkıntı isabet edince yardımlaşırlar. [Şura/39]
Buradaki bağy (sıkıntı), sosyolojik manada bir sıkıntıyı ifade ettiği kadar,
psikolojik sıkıntıyı da ifade edebilir. Sosyal oluşumların fertler üzerinde bıraktığı
olumsuz durumlara bağy denmektedir.
10) Kıskançlık
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim
geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. [Âl-i
İmran/19]
Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar, kendilerine ilim
geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler.
[Casiye/17]
Ayetteki (bağy) kavramı, toplumda ve din konusunda tefrika meydana
getiren kıskançlığı ifade etmektedir. Çekememezlik, kıskançlık ve haset gibi kötü
duygulan ifade eden bu kavram, tefrikanın temelini teşkil eden bir duygudur.
Bu ayette bağy kelimesi, hasetleri yüzünden Allah'ın indirdiğini inkar
etmelerinin eksen duygusunu teşkil etmektedir. Bakara/90'da, inkara götüren
duyguyu ifade etmektedir.
Kıskançlık manasıyla (bağy), bazı olumsuz tavır ve davranışların sebebidir.
Sebep-sonuç ilişkisi ele alındığında bu kavram, hem psikolojik, hem de
sosyolojik oluşumların odağında yer almaktadır.
Ferdî manada inkarın, sosyolojik manada dinde tefrikanın oluşmasında
kıskançlığın, en büyük etkenlerden biri olduğunu beyan eden Allah, duygu
eğitimini hedef göstermektedir. Allah, haset haline gelen kıskançlık duygusunun
iyi terbiye edilmesini öngördüğü için, bu ayetleri indirmiştir. Eğitilmeyen ve
nadasa bırakılan bu duygunun zamanla inkar ve tefrika gibi toplumları kemiren
ve yıkan oluşumların nedeni olacağına dikkat çekmektedir.
Haset, inkar ve tefrikayla sınırlı kalmayıp kişiyi köle gibi tutsak
ederek kendini az bir bahaya satacak hale de getirir. Onun içindir ki Yüce
Allah kişiye, kendisini sattıran kıskançlık duygusu için "ne kötü"
ifadesini kullanmaktadır.
Yüce Allah, özellikle Âl-i Imran/19 ve Casiye/17 ayetleriyle, ilim adamları
arasındaki aşın kıskançlığın nasıl tefrikaya sebep olduğuna dikkat çekmektedir,
ilim adamlarının birbirlerine haset etmeleri, dinde tefrikaya, peygambere
haset etmeleri de inkara götürmektedir. Buradan hareketle, hasedin tahribatını
siyasî alana, hatta devletler arası ilişkilere kadar genişletebiliriz. Böylece
Allah, olumsuz duyguların olumsuz davranışlara nasıl kaynaklık ettiğini
açıklamış ve aralarındaki sebep-sonuç ilişkisini göstermiştir.
(Böylece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için alçalücı
bir azap vardır).
Yahudilerin gazap üstüne gazaba uğramalarının sebebi hakkında
müfes-sirler farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bazılarına göre, İncil ve
Kur'an'ı inkar ettikleri;[15]
bazılarına göre ise "Üzeyir Allah'ın oğludur" [Tevbe/30]; "Allah'ın
eli bağlıdır" [Maide/64]; "Allah fakirdir, biz zenginiz" [Âl-i
İm-ran/181] dedikleri;[16]
buzağıya taptıkları ve Hz. Muhammed'in Tevrat'taki vasıflarını gizledikleri[17]
için gazap üstüne gazaba uğramışlardır.
Bu görüşleri reddetmek mümkün değildir. Ancak müfessirlerin gösterdikleri
sebepler, yahudilerin gazap üstüne gazaba uğramalarını tam olarak açıklamıyor.
Buradaki azabın sebebinin başka yerlerde aranması gerektiği kanaatindeyiz.
Aslında gazap üstüne gazaba uğramalarının sebepleri, 89. ayette Tevrat'ı tasdik
eden Kur'an'ı tanıdıkları halde inkar etmeleri, 90. ayette ise, peygamberliğin
Hz. Muhammed'e verilmesine haset etmeleri ve bu nedenle Allah'ın indirdiğini
inkar etmiş olmalarıdır. Bize göre yahudilerin, gazap üstüne gazaba
uğramalarının sebebi, bu iki ayette aranmalıdır.
Gazap; öfke, dargınlık ve hiddetin oluşturduğu bir davranıştır. Dikkat
edilirse Allah, "Ben onlara gazap üstüne gazap edeceğim veya ettim"
demiyor. Sanki gazabın kendisi insanın başına geliyor. Bunu şöyle
açıklayabiliriz: Yahudilerin Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e karşı takındıkları
tavırlar, zamanla gazaba dönüşmektedir. İşte başlarına gelen gazab, o
tavırların veya tepkilerin bizzat kendileridir. Ortada bir şey yokken Allah
kullarına gazab etmez.
(Kafirler için alçalücı bir azap vardır).
(azab) kavramı, işkence etmek,
hapsetmek manalarına gelmektedir.
(mühîn) kelimesi, me-he-ne'âen türemiş olup hizmetinde kullanıp zebun
etmek, zayıf olmak anlamını ifade eder. Yüce Allah inkar edenlerin, horlayıcı
bir azaba uğrayacaklarını bildirmektedir.
Kur'an'da mühîn kelimesinin bazı ayetlerde mehîn olarak geçtiğine şahit
oluyoruz. Mehîn olunca hakîr, hor, zayıf, görüşü kısır adam, dölü tutmaz erkek
hayvan demektir.
[18]
1.
İnsanın yaratıldığı meninin sıfatı
Sonra onun zürriyetini, hakir bir suyun özünden üretmiştir. [Secde/8]
Ayette geçen mehîn kavramı, meninin adiliğini, dayanıksızlığını ve
horlu-ğunu ifade etmektedir. Böylece, insana nasıl bir sudan yaratıldığı
bildirilmek suretiyle, gururlanmaması tenbih edilmektedir.
2. İnsanın herhangi bir eksikliğini
gösteren sıfat
Yoksa ben, şu biçare, rezil ve neredeyse söz anlatamayacak durumda
bulunan adamdan daha hayırlı değil miyim? [Zuhruf/52]
Firavun, Hz. Musa'nın durumunu anlatırken bu kelimeyi kullanarak onu
aşağılamak istiyor.
Yüce Allah Hz. Peygamber'e, kimlere itaat etmeyeceğini bildirirken bu
kavramı kullanmaktadır:
Alabildiğine yemin eden aşağılık adama... [Kalem/10]
Mehin, alabildiğine yemin eden adama Yüce Allah'ın verdiği bir
sıfattır. Yüce Allah bunlar için "aşağılık adam" tabirini kullanmaktadır.
3.
İlk iki ayetin manası bir
araya getirildiğinde kelimenin, adi ve aşağılık anlamına geldiği anlaşılır,
izahını yaptığımız ayette azabın sıfatıdır. Bu durumda insanı adileştiren,
aşağılara indiren ve horlayan azap manasını ifade eder.
Haset ederek ve peygamberliği Hz. Muhammed'e layık görmeyerek Allah'ın
indirdiğini inkar eden kimselere, gazap üzerine gazap ve inkarlarından dolayı
da aşağılayıcı azap vardır. Buradaki azabın farklılığı, yahudilerin amellerinin
çeşitlerine göre cereyan etmektedir. Demek ki Allah, davranışın türüne göre
ceza takdir etmektedir.
Böylece ayet, hem hukuka ve hem de eğitime kaynaklık edecek ilkeler getirmektedir. Ceza, suça göre olur. Ceza eğitim açısından caydırıcı özelliğe sahip olmalıdır. Yüce Allah, yahudilerin durumunu anlatarak, müslümanlan böyle kötü davranışlardan caydırma usûlünü tatbik etmektedir. [19]
91. Kendilerine "Allah'ın indirdiğine iman edin" denilince,
"Biz sadece bize indirilene (yani Tevrat'a) inanırız" derler ve ondan
başkasını inkar ederler. Halbuki Kur'an, ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı
olarak gelmiş hak kitaptır. Onlara, "Şayet siz gerçekten inanıyor
idiyseniz, daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordunuz?' de!
Ayetin yorumuna geçmeden önce konularını belirlemekte fayda vardır.
Ayette sözü edilen insanlar kimlerdir, özellikleri nelerdir?
1.
Ayette bahsi geçen kimseler,
yahudilerdir. Yahudilerin pek çok olumsuz özelliği Kur'an'da anlatılmaktadır.
Onların özelliklerini sıralarsak, şöyle bir görüntü ortaya çıkar Allah'a
verdikleri sözde durmadılar, dünya hayatını ahi-rete tercih ettiler,
nefislerinin hoşlanmadığı bir hüküm gelince, kibirlenip yalanladılar ve
peygamberleri öldürdüler, kalplerinin kilitli olduğunu söylediler, Allah
onlara lanet etti, Kur'an'ı tanıdıkları halde inkar ettiler, Hz. Mu-hammed'e
haset ederek Allah'ın indirdiğine inanmadılar.
Bu özelliklere sahip olan insanlara, (Allah'ın indirdiğine inanın) denince, ("Biz sadece bize indirilene inanırız" derler ve ondan başkasını inkar ederler).
"Allah'ın indirdiğine inanın" ifadesinden şu sonucu
çıkarabiliriz: İnsanlara kutsal kitap olarak takdim edilecek olan kitabın,
Allah tarafından indirilmiş olması gerekir. Allah tarafından indirildiği
bilinince, inanmak kolaylaşır. İnsanı, Allah'ın indirmediği bir bilgi veya
kitaba inandırmak çok zordur. Yahudilere, "Allah'ın indirdiğine
inanın" denftıesine rağmen inanmadılar. Bu durumu din eğitimine
uyarlarsak, şu neticeye ulaşırız: Din adamları Allah'ın indirdiğini
anlatırlarsa, insanlara güven vermiş olurlar. Din eğitimi yaparken, insanların
güvenini kazanmak şarttır ve basan için önemli bir aşamadır. Allah'ın
indirdiğini bırakıp, beşerî düşünceleri kutsallaştırarak insanlara sunmak,
insanların dine karşı tepki göstermelerine sebep olur.
2. (Halbuki Kur'an, beraberlerindekini
doğrulayıcı olarak gelen hak kitaptır).
Kur'an'ın Tevrat'ı tasdik etmesini 89. ayette ele almıştık. Bu ayetin
eksen konusu, yahudilerin, kendilerinin sahip olduğu kitabın dışındakiler!
inkar etmeleridir. Önemli olan, vahyin karşısında tutuculuk yapmadan, doğruyu
anlayıp kabullenmektir. İsrailoğullanndan çıkan peygamberlere imanı şart koşan
ve Tevrat'ın pek çok hükmünü doğrulayan bir kutsal kitabı kabul etmemeleri,
yahudilerin küfre sapmalarına neden olmuştur. Dinî konularda önemli olan,
gerçek ve nihaî vahyi aramak ve ona iman etmektir. Yahudiler bu ritmi, bu
sıçrayışı gösteremeyip bağnaz davrandılar. Bu sabit fikirlilik ve bağnazlık
hâlâ devam etmektedir.
Bu tavrın hâlâ devam ediyor olması, insanlık için bir yüz karasıdır.
Ellerindeki kitapla Kur'an arasındaki benzerliği ve farkı ortaya çıkarıp,
hangisinin hak olduğunu anlatmakta gecikenler, inanç dünyasını
kirletmektedirler. Böylesi fanatik davranışlar, dinî alam, düşmanlık alanı
haline getirmiş, milletler arası ilişkilerde din düşmanlığını öne çıkarmıştır.
Doğru da olsa başkasındakine inanmama tavrı, dinler arası düşmanlığı doğurmakta
ve bu düşmanlığın ateşini körüklemektedir. Günümüzün yahudi, hristiyan ve
müslüman din alimleri, bu ayrılıklara ve din adına yapılan düşmanlıklara son
vermelidirler. Aksi takdirde bu kirlilik, geleceğin nesillerine daha da yoğun
bir şekilde aktarılmış olacaktır. İşte Yüce Allah, böyle bölünmelerin
yanlışlığını anlatarak insanlığı eğitmektedir. Dinde önemli olan, insanların
felsefeleri değil, Allah'ın indirdiğidir. Allah'ın indirdiğinin yumuşatmadığı,
yönlendirmediği kimseler, doğal olarak düşmanlık duygusuyla dolu olacaklardır.
3. (Ey Muhammedi Onlara şöyle
de: "Şayet siz inanıyor idiyseniz, daha önce Allah'ın peygamberlerini
neden öl-
duruyordunuz?")
Allah Teala, düşmanlıklarını, peygamberleri öldürmeye kadar vardıran bu
kimselere şunu öğretmeye çalışıyor: İman ile öldürme bir arada olamaz. Haksız
yere peygamberleri öldürme fiilinin bulunduğu yerde iman bulunamaz. Çünkü iman
etmiş olsalardı, o peygamberlerin getirdiği vahyi anlar ve ona iman ederlerdi.
Günümüzde yeni bir düşünce üretenlere karşı kıskançlık nedeniyle düşmanca
tavır takınmak, hatta bu düşmanlığı onları öldürmeye varacak kadar ileri
götürmek, geçmişin insanlığa bıraktığı kötü bir mirastır. Önceleri, peygamberlere
karşı öldürmeye varan tepkiler gösteriliyordu, şimdi ise bu tepkiler yenilik
getiren, değişim yapan ilim adamlarına gösteriliyor. Siyaset hayatındaki
kıskançlıkların sonucu olan öldürme olayları da bu yanlışların eserinden başka
birşey değildir.
Günümüzde, "Sana indirdiğimiz ve onlara okunmakta olan kitap
onlara yetmedi mi?" [Ankebut/51] ayetinin kendilerine okunduğu kimseler,
Kur'an'ı öne çıkaranları Kur'ancılar diye damgalamak suretiyle takbih ve tahfif
etmekte; böylece de, Allah'ın indirdiğini hafife almakta ve onu yeterli
görmemektedirler. İslâm kültürü ile İslâm dinini ayıramayanlar, "Alah'ın
indirdiği kitaba dönün" diyenlere menfî tavır takınmaktadırlar. İşte
ayet, bu tavırların yanlış olduğunu, düşmanlık yaratmaktan başka bir şeye
yaramadığını vurgulamaktadır.
Hak olan Kur'an'dır. Kur'an'ın dışındaki şeyleri din kabul edenler,
yahu-dilere Kur'an'a iman etmelerini nasıl tavsiye edecekler? İlahiyat
tahsilinde, dinin Kur'an'dan öğrenileceği inancını taşıyan ve onun öğrenimini
bir tutku haline getiren kimseler yetiştirilmesi şarttır.
Yahudilerin geçmişte peygamberleri öldürmelerinin Allah tarafından zikredilmesi,
ne ifade etmektedir? Ayette anlatılanlar, geçmiş nesillerin yaptıkları
yanlışların gelecekteki nesiller tarafından terkedilmesinin ve bu konuda gerekli
olan olumlu değişimi gerçekleştirmenin ne kadar zor olduğunu göstermektedir.
Yahudilerin Kur'an'a gösterdikleri olumsuz tepkinin geçmişteki kökleri tesbit
edilmektedir. Olumsuz örf-âdet ve kültür içinde yetişen insanların, o kültür,
doğası haline gelmektedir. Psikolojik ve biyolojik veraset gibi, sosyolojik
verasetin olduğu da bir gerçektir. Ana ve babamızdan biyolojik
benzerliklerimizi alırız. Olaylara tepkilerimiz, konuşma şeklimiz, göz ve saç
rengimiz hep ana babamızdan bize intikal eder. Bu durum, nisbî de olsa sosyal
miras için de geçerlidir. Bizler, toplumumuzun kültürüne göre şekilleniriz.
Allah, bu sosyal mirasın etkinliğini göstermek için (min kabl) ibaresini
kullanmış; böylece geçmişteki olayların zamanla nesillerin davranışlarını
belirleyen bir tabiat haline geleceğini vurgulamıştır. Ama diğer taraftan bu değişimin
meydana gelmesini de zımnen istemektedir. Geçmişin kültürü yanlış ise, bu
yanlış çizgi, gelecek nesillerin kaderi olmamalıdır. Toplumların, geçmişten
aldıkları kültürü sorgulayabilmeleri için Allah bu ayeti indirmiştir.
Geçmiş nesillerin peygamberlere karşı takındıkları tavn sorgulamadıkça
gerçek imana kavuşamayacakları, onlara bu şekilde anlatılmaktadır.
Sorgula-namayan kültür, toplumların kaderi, nesillerin tabiatı haline gelerek,
insanın bağımsızlığını elinden alır; ona düşünme fırsatı vermez.
[20]
92. Andolsun ki Musa size en açık delilleri getirdi. Sonra siz ardından
buzağıyı ilah edindiniz. Siz zalimsiniz.
Bu ayet muhteva bakımından, Bakara/51 ve 53 ayetlerinin bir tekrarıdır.
Aynı konunun burada bir kere daha tekrar edilmesinin bir sebebi olmalıdır. Bu
sebebi açıklarken, Kur'an'ın kimyasını ele almalıyız. Yüce Allah'ın, tabiattaki
bir gazı, diğer gazlarla muhtelif oranlardaki muhtelif ortamlarda bir araya
getirerek farklı maddeler oluşturduğu gibi, kimya bilimi de tepkime veya
bileşim yöntemiyle farklı oranlarda gaz ve maddeleri bir araya getirerek
farklı maddeler üretmektedir. Kur'an'da tekrar gibi görünen ayetler, aslında
bir tekrar değil, bir anlam kimyası oluşturmaktadır. Benzer ayetler,
farklı muhteva içinde,
farklı bileşimler meydana
getirirler. Biz buna Kur'an'ın anlam kimyası diyoruz.
Bakara/51 ve 53 ayetleri, Hz. Musa dönemindeki olayları anlatırken, 92.
ayet, Hz. Muhammed zamanındaki yahudileri terbiye etmek amacıyla, onlara
geçmiş nesillerin yaşantısını ve yaptıklarını anlatmaktadır.
Demek ki birincisinde tarihsel olayların anlatımı, ikincisinde ise bu
olaylardan hareketle eğitim amacı sözkonusudur. İnsanlara, eskinin peşinden
koştuklarını anlatarak, değişim ve yeniliğin zorunluluğunu öğretmektedir.
Diğer taraftan bu ayetin başlangıcı, diğerlerinden farklıdır. 51.
ayette İs-railoğullan'ran, Musa'nın kırk gece için Tur Dağı'na çıkmasının
ardından buzağıya tapındıkları ifade edilmekte; 51. ayette ise, apaçık
deliller verildikten sonra buzağıya tapındıkları bildirilmektedir.
52. ayette, -durumun vehametini göstermek üzere- eğitim ve öğretim faaliyetinin
ardından şirke düştükleri ifade edilmektedir. Yüce Allah mucizelerle öğretim
faaliyeti yaptıktan, bir çok önemli mesele öğrettikten sonra İs-railoğullan'nın
şirk yoluna sapmaları, onlan çok ağır bir sorumluluğun altına sokmuştur. Allah
bunları, Hz. Muhammed zamanındaki yahudilere anlatarak atalarının ilahî
öğretilere aldırış etmeyip şirk batağına nasıl saptıklarını öğretmektedir.
Aynca yahudilere, Hz. Musa'nın öğretilerine uymayan atalarınız nasıl zalim
oldularsa, Hz. Muhammed'in öğretilerine, yani Kur'an'a uymadığınız takdirde
siz de onlar gibi sapık yollara düşer ve zalim olursunuz uyarısında
bulunulmaktadır.
Allah Teala Hz. Musa'ya karşı takınılan tavrın, Hz. Muhammed'e karşı
ta-kınılmamasım istemektedir. Onlara, artık insanoğlunun buzağı ve benzeri
şeyleri tanrı edinme kepazeliğinden kurtulması gerektiğini beyan etmektedir.
Geçmiş nesillerin tevhid inancına sahip olmalarını engelleyen şeylerin neler
olduğunu bildirerek, onların kalplerini şirkten temizleyecek yol ve yordamı
göstermektedir.
Gönüllerini şirkten temizleyerek Hz. Muhammed'in getirdiği tevhid inancını
kabullenmelerini kolaylaştırmak için, şirkin zulüm olduğunu ifade etmektedir.
Açık delillerle gelen Peygamber'e inanmak için, gönüldeki şirkin boğazlanmasını
önermektedir. Diğer taraftan Hz. Musa, Hz. Muhammed ve diğer peygamberlerin
insanlığa aynı görevle, tevhid ağacını besleyip büyütmek göreviyle
gönderildiklerini öğretmektedir.
[21]
93. Hatırlayın ki, Tur Dağının altında sizden söz almıştık. "Size
verdiklerimizi kuvvetlice tutun, söylenenleri dikkatlice dinleyin"
demiştik. Onlar, "İşittik ve isyan ettik" dediler. İnkarları
sebebiyle buzağı sevgisini gönüllerine doldurdular. De ki: "Eğer
inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şeyler emrediyor?"
Bazı farklarla beraber, ayetin bir kısmı Bakara/63'te geçmiştir; oraya
bakılabilir. Burada şu açıklamayı yapabiliriz.
1.
(Hatırlayın, sizden söz
almıştık ve Tur'u üzerinize kaldırmıştık).
Tufun üzerlerine kaldırılması, onların Tur'un altında olduğunu ifade
eder. Öyleyse ibarenin, 'Tur'un alanda sizden söz almıştık" şeklinde
tercüme edilmesi uygun olur. Tur bir dağın ismi olmakla beraber, İsrailoğullan
tarihinde bir eğitim müessesesi işlevini görmüştür. Nur dağı müslümanlar için
ne ifade ediyorsa, Tur dağı da israiloğullan için aynı şeyi ifade eder.
Müslümanların öğretisi Hira mağarasında, İsrailoğullan'nın öğretisi de Tur
dağında başlamıştır.
Arafat dağı, Tur dağı ve Nur dağı, insanlığın eğitiminde önemli
yerlerdir. Dağlardan gelen mesaj/ar insan/an yüceltmektedir. Fizikî manada
dağlatın göreviyle ilgili olarak da şöyle buyurulmaktadır:
Allah, gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yaratü. Sizi
sarsmasın diye yere de ulu dağlar koydu. [Lokman/10]
Eğer dağlar olmasaydı, yerin hızlı dönüşü sebebiyle insanları fırlatıp atacaktı. Demek ki yer çekimi kanunu ile dağların yakın bir ilişkisi vardır. Dağlann bu fonksiyonunu, ilahî mesaja uygulayabiliriz. Dağlardan gelen mesajlar olmasaydı, insanlığın inanç, din ve ahlâk bakımından savrulup gitmesi kaçınılmazdı. Vahyin insana sağladığı yüce ruhluluk, insanlığın sağlam olarak hareket etmesini, oturmuşluğunu temin etmektedir.
Diğer taraftan dağ, hareket demektir. Şu ayet bunu ifade etmektedir:
Sen dağlan görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar,
bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. [Neml/88]
Durağan görünen dağlar, aslında hareket etmektedirler. İlahî mesaj, insanın her an hareket halinde, bir eylem içinde ve bir amel üretiminde olmasını istemektedir. Durağan olan şey, çürümeye mahkumdur. Bedenin hareketi olduğu gibi, beynin de hareketi vardır. Beden dursa bile, beyin çalışmalıdır.
2. (Size verdiklerimizi
kuvvetlice tutun, söylenenleri dinleyin).
Bakara/63'te y£ (bi-kuvvetin) kelimesinden sonra (vezkurû=hatu-layın)
emri germektedir. Demek ki (vesme'û) ile (vezkurû) kelimeleri birbirini
tamamlamaktadır. Bakara/93'teki "dinleyin" emrini, beyin faaliyeti
bakımından birinci basamak olarak alırsak, Bakara/63'teki "hatırlayın,
düşünün" emrini de, ikinci basamak olarak alabiliriz. Bakara/93'teki dinleme
emrinde, okunan veya söylenen şeyi duyumlar olarak beyne iletme faaliyeti
vardır. Bakara/63'te ise, beyne gelen bu ham duyumların bir araya getirilip
aklın kalıplarından geçirildikten sonra düşünce haline dönüşme ameliyesi
vardır. Demek ki dinleme, düşünmenin ön faaliyetidir.
Bakara/63'te, düşünmenin kişiyi sakınıp korunma duygusuna
ulaştırabileceği ihtimalinden bahsedilmektedir. Başka bir ifadeyle,
düşünemeyen insanın takvaya ulaşamayacağı gerçeğine işaret edilmektedir. Ayet,
düşünce ile takva arasında bir bağlantı kurmaktadır. İki ayet arasındaki
bağlantıdan şu netice çıkmaktadır. Dinleme, düşünme ve takva. Dinleme bir
öğretim, düşünme bir eğitim, takva da bir ahlâkî değerdir. Bu durum şu eğitim
kanununa dikkat çekmektedir. Ahlâkî yapı, dinleme, düşünme ve takva eylemleri üzerine
oturmaktadır. Dinleme ile düşünme beyin ile gönlü disipline etmekte; takva da
beyin, gönül ve nefsin dengeli, bütüncül ve yararlı bir şekilde çalışmasını
temin etmektedir. Her iki ayet de yahudilerden bu eğitimi gerçekleştirmelerini
istemektedir. Acaba, Allah'ın "dinleyin, düşünün" emirlerinden sonra
yahudiler ne yaptılar?
3. (Onlar, "İşittik ve
isyan ettik" dediler). Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. [Bakara/63]
Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri yerlerinden değiştirirler. Dillerim
eğerek, bükerek ve dine saldırarak, "İşittik ve karşı geldik, dinle
dinlemez olası, râ-inâ" derler. [Nisa/46]
Nisa/46 ile Bakara/63 ayetleri birbirini desteklemekte, Bakara/64 ise
Allah'ın emirlerinden yüz çevirme şeklindeki eylemleri ifade etmektedir. Yüz
çevirmeleri "Dinledik ve isyan ettik" şeklinde ifade edilmiştir.
Dinleyip anladığı şeyi yapmamak, isyan demektir. İnsanlara duyurulmayan
emrin tersini yapanların davranışları, isyan kabul edilemez. Onun için
Bakara/94 ve Nisa/46'da 'dinlemek'ten sonra 'isyan' zikredilmektedir. Mesajın
duyurulmadığı ve anlatılmadığı insanları Allah, 'gafil' olarak nitelendirmektedir.
Gafiller de helak edilmez; çünkü onlar yanlış davranışlarının farkında
değillerdir. Bu durum şu ayette net bir şekilde ifade edilmektedir:
Gerçek şu ki, halkı gafil (habersiz) iken Rabbin zulm ile ülkeleri
helak edici değildir. [En'am/131]
Bakara/93'te insanların "İşittik ve isyan ettik" demeleri,
eğitim faaliyetinin onlarda bir. değişim meydana getirmediğine delil teşkil
etmektedir. Yüce Allah bu duruma lanetiyle karşılık vermektedir. Nisa/46 ayeti,
dinlediği halde isyan edenlerin durumunu küfr olarak değerlendirmekte, ceza
olarak da laneti öngörmektedir.
Bakara/93 ve Nisa/46 ayetinden şu sonuç çıkmaktadır: Eğitim faaliyeti
kendine düşen görevi yerine getirdiği ölçüde günah ve suçlar azalır, o
nisbet-te de cezalar düşer. Eğitim, görevini yapamadığı nisbette de suç ve
günahlar artar. Yüce Allah dünyevî cezalarda suçların, uhrevî cezalarda da
günahların karşılığını verecektir. "Güneş giren eve doktor girmez"
ifadesini buraya uyarlarsak şöyle bir genelleme yapabiliriz: "Eğitimin
girdiği yere suç kolayca giremez". Bu ayetlerde de görüldüğü gibi, bazı
kaü kalpli insanlara, ilahî eğitimin bile etkisi olmamaktadır.
4. Yahudilerin Allah'ın
verdiği ilahî vahye sımsıkı sanlmamalan, 'dinleyin'dendiği halde
"Dinledik ve isyan ettik" demelerinin sebebi neydi?
a)
(İnkarları sebebiyle
kalplerine buzağı sevgisi içi-rildi).
Yüce Allah bu şekilde konuşmalarının ve davranmalarının nedenini, sevginin
yanlış yönlendirilmesine bağlamaktadır. Dinlediği halde isyan edenlerin
kalplerinden bir zoru olduğuna işaret eden Yüce Allah, inkar psikolojisinin
yerinin gönül olduğuna işaret etmektedir. İnkar psikolojisi, sevgi psikolojisini
yanlış objelere yönlendirir. Bu yönlendirme, Allah'ın dışındaki varlıklara
olunca, şirk meydana gelir. Şirkin objesi, öylesine sevilir ki, o sevgi kalbin
cidarına işler ve sanki insan şirki içmiş gibi olur. Bu da, İsrailoğulla-n'nın,
anladıklarını eyleme dökmelerini engelledi. Gönüllerinin cidarına sızan bu
şirk, ilahî vahyin oraya girmesine mani oldu. Sebep-sonuç ilişkisi açısından
bakılınca, inkarın meydana getirdiği manevî bir kalp hastalığı olan şirkin,
onların isyan etmelerine sebep olduğu görülür.
b)
(De ki: "Eğer
inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!")
Yahudiler, inandıklarını zannediyorlardı. Kalplerinin imanla dolu
olduğunu, başka bir şeye iman etmelerine ihtiyaçları olmadığını
düşündüklerinden, ilahî mesajı reddettiler.
Yüce Allah, gerçek imanın böyle bir isyanı emredemeyeceğini vurgulamak
için, "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!"
buyurmuştur. Ama ayetin bu kısmından şu kural çıkmaktadır Akıl emrettiği gibi,
iman da emreder, ancak akıl ve iman asla kötüyü emretmez. Tur/32'de aklın
emrediciliğine, bu ayette de imanın emrediciliğine işaret edilmektedir.
Yine Kur'an'a göre namaz da emreder. Bu konudaki ayet şöyledir:
Dediler ki: "Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını, yahut
mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı
emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın". [Hud/87]
Hz. Şuayb'ın toplumu, alay etmek için bu şekilde konuşmuşlardı; ama
An-kebut/45 ayeti, namazın ahlâkî emrediciliğine dikkat çekmektedir:
Kesinlikle namaz, fuhuş ve çirkin şeylerden uzaklaştırır.
Demek ki namaz, insana olumlu davranışları emreder; olumsuz davranışlardan
da nehyeder. Onun böyle bir yaptırım gücü vardır. Bu, onun etkinliğini ve
değiştirici özelliğini ortaya koymaktadır. Böylece akün, imanın ve namazın
emredici bir yapıya sahip oldukları anlaşılmıştır. İnsan psikolojisinde
yerleşen bu değerlerin emrettikleri, daima olumludur.
[22]
94. Söyle onlara: "Şayet ahiret yurdu Allah katında diğer
insanlara değil de, sadece size ait ise ve bu iddianızda doğru iseniz, haydi
ölümü temenni edin".
Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:
1.
Yahudiler, kafir olmalarına
rağmen ahirete inanmaktadırlar. Bu, ahire-ti/cenneti kendi tekellerinde
görmelerinden anlaşılmaktadır.
2. Diğer insanların ahiret
yurdundan nasipleri olmadığını dile getirmeleri, kendilerinden başka hiç
kimsenin cennete gidemeyeceği fikrini savunduklarını göstermektedir.
Oysa cennet kimsenin tekelinde değildir. Belli bir inanç grubunun böyle bir iddiada bulunması, sağlıklı bir inanca sahip olmadıklarının göstergesidir.
3.
Onlardan, iddialarını isbat
etmeleri istenmektedir. Bu da, ölümü temenni etmekle yapılmış olacaktır. Çünkü
ahiret yurdunu sahiplenen ve onu inhisarına alan insan, ölümü temenni eder.
Böyle bir temennide bulunmayan insanın, imanında doğru olmadığı ortaya çıkar.
Başka bir ayette "ahiret yurdu" yerine, "cennet"
denmektedir:
Dediler ki: "Cennete sadece yahudi veya hristiyan olanlar
girecektir". Bu, on-lann kuruntusudur. Sen de onlara, "Eğer doğru
söylüyorsanız, delilinizi getirin" de! [Bakara/111]
Başkasının cennete giremeyeceği inancı, yahudi ve hristiyan
düşüncesidir.
"Benden başkası cennete giremez" diyen bir müslüman, bu
kültürün etkisinde kalmış demektir. "Ahiret yurdu" veya
"cennet" kimsenin tekelinde değildir.
4. Yüce Allah'ın, kitap
ehlinden, inançlanndaki samimiyeti isbat için istediği ölümü temenni etmenin
içeriği, onların savunduklarına denk düşmektedir. Demek ki isbat için öne
sürülecek delil, iddiaya uygun olmalıdır. Ahiret yurdunu sahiplenmek ile ölümü
temenni etmek, birbirine çok yakın düşmekte ve örtüşmektedirler. Böylece
Allah, iddia edilen fikir ile o fikri isbat edecek davranışın birbirine
mutabık olması gerektiğini öğretmektedir.
[23]
95. Onlar, kendi elleriyle yaptıkları ameller sebebiyle hiçbir zaman
ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir.
Bu ayet, 94. ayeti tamamlamaktadır. Yüce Allah, bir önceki ayette,
ahiret yurdunu (cenneti) tekeline alanlardan, iddialarını isbat etmelerini
istemiş, bunun için de ölümü temenni etmeleri gerektiğini ifade etmişti. Bu
ayette ise ölümü asla temenni etmeyeceklerini söylemektedir. Ölümü niçin
temenni etmedikleri hakkında da şöyle buyurulmaktadır:
(Ellerinin kendilerinden önce gönderdiklerinden dolayı).
Ahiret yurdunu kendi tekelinde görmek, ölümü temenni etmeyi gerektirir.
Ölümü temenni edebilmek için de önceden yapılan amellerin iyi olması gerekir.
tyi ameller ölümü temenni ettirir, kötü ameller ise bunu engeller. Yüce
Allah burada psikolojik bir analiz yapmaktadır. Ölüm korkulacak bir olgudur.
Bu korkunun defedilebilmesi, iyi ameller üretmeye bağlıdır. İyi amel sermayesi
güçlü olanlar, ölüm korkusuna kapılmazlar. İyi amelin önemli bir etkinliği de
ölüm psikozunu ortadan kadırmakta görülmektedir.
Ahirete kötü ve kirli ameller gönderenlerin ölümü temenni etmeleri mümkün
değildir. Askerî gücü olmayanların savaşı temenni edememeleri gibi, amelî gücü
olmayanlar da ölümü temenni etmezler. Filozoflar, ölüm korkusunu defetmenin
yollarını aramışlardır. Kindî, ölüm korkusunun defedilme-siyle ilgili bir kitap
yazmıştır. Kur'an ise, bunun çaresinin hayatta iken yapılan iyi işler olduğuna
işaret etmektedir.
Bakara/94-95 ayetlerinin benzerleri, Cuma suresinde de yer almaktadır:
De ki: "Ey yahudiler! Bütün insanlar değil de, sadece kendinizin
Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi
ölümü temenni edin". Ama onlar önceden yaptıklarından dolayı, ölümü asla
temenni etmezler. Allah zalimleri çok iyi bilir. [Cuma/6-7]
Bakara/94'te ahiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğunu iddia eden
yahudiler, Cuma/6'da da sadece kendilerinin Allah'ın dostları olduğunu iddia
etmektedirler. Bu ifadeleriyle yahudiler, Allah'ın dostluğunu ve O'nun ödülü
olan cenneti kendilerine hasretmektedirler. Her iki iddia için de onlardan, delil
olarak ölümü temenni etmeleri istenmektedir. Bakara ve Cuma surelerin-deki bu
ayetlerin müşterek noktalarından biri de, bu temenniyi engelleyecek olan şeyin,
onların kötü amelleri olduğu meselesidir. Bakara/95 ve Cuma/7 ayetlerinin her
ikisi de (Allah zalimleri daha iyi bilir) ifadesiyle sona ermektedir.
Bu ifadeden çıkarılması gerek netice şudur: Sadece kendilerini Allah'ın
dostu sayan ve cennetin yalnız kendilerine ait olduğunu iddia edenler, zalimdirler.
Yahudiler burada bir örnek, bir prototiptir. Aslında Yüce Allah, müslü-manları
uyarmaktadır: Dinî tefrikaya düşerek, mezhepleşerek, gruplara ayrılarak, İslâm
dininin sadece kendi gruplarınca hakkıyla temsil edildiği iddiasında bulunmak,
diğer mezhep ve grupları tekfir etmek, müslümanlann zulme düşmesine sebep
olur. Kimse, başkalarını dışarıda bırakarak, kendisini Allah'ın dostu olarak
ilan etmemelidir. Hiçbir grup, başka grup ve mezhepleri kötüleyip tekfir
ederek ahiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğu iddiasında
bulunulmamalıdır.
Bu inanç, bu iddia, bu fikir ve söylem zulümdür. Zulmün manası ise karanlıktır.
Müslüman, böyle karanlık inanç, iddia, fikir ve söylem içinde olamaz.
Müslüman, herkesin Allah'ın kulu olduğunu, ahiret yurdunun herkese açık
olduğunu bilir, inanır ve ifade eder. Bugün Allah'ın dinine ters düşenlerin,
zamanla değişime uğrayarak, Allah'ın dostu olabileceği gerçeğini asla aklından
çıkarmaz. Allah bu öğretiyi yerleştirmek için Bakara ve Cuma surelerinin üçer
ayetini bu konuya tahsis etmiştir.
Yahudiler ve hristiyanlar,
"Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz" dediler. [Maide/18]
Kendilerini Allah'ın oğullan olarak görme tekelciliği, hem insanlar
arasındaki ilişkileri, hem de Allah ile insanlar arasındaki ilişkileri
karanlığa itmiştir. Yüce Allah bu kötü inancı ifşa etmekle, müslümanlardan
aynı hataya düşmemelerini istemektedir.
[24]
96. Onlar insanlar içinde, dünya hayatına en çok düşkün olanlardır.
İçlerinden şirk koşanlar bin sene yaşamak ister. Fakat bu kadar yaşasa da, bu
uzun ömür onları azaptan uzaklaştıramaz. Allah onların yaptıklarını eksiksiz
görür.
Dost dostuna bir an önce kavuşmak ister. Ahiret yurdunun sadece
kendilerine ait olduğu iddiasında bulunanların, bir an önce o yurda kavuşmak
istemeleri gerekmez mi? Ne var ki ağızlarından çıkan bu sözlerin, gönüllerinde
hiçbir yeri olmadığını, dünya hayatına tutku derecesinde bağlı olmaları isbat
etmektedir.
Allah'a şirk koşanlar, bin sene yaşamayı isterler. Şirk, insanı dünya hayatına
tutku ile bağlamakta ve bu yüzden de dünyadan göçmekten korkmaktadırlar. Çünkü
ahiret için yaptıkları hiçbir şey yoktur. Peki insanı tutku ile dünyaya
bağlayan şey nedir? Yüce Allah bunu, Allah'ın dostluğunu ve ahireti kendi
tekeline alma düşüncesine bağlamakta; bu düşüncenin arka planında da, ahiret
için hiçbir amel üretmeme kötülüğünün olduğunu bildirmektedir. Böylece insanın
iç alemindeki oluşumlar zincirinin halkalarını belirleyen Allah, çok ince
psikolojik analizler yapmakta; bu analizlerle de sebep-sonuç ilişkilerini
göstermektedir.
Kur'an'ı tanıdığı halde inkar etmek, Hz. Muhammed'e haset ederek Allah'ın
indirdiğini inkar edip ruhunu satmak, kendilerine indirilene inanıp geri
kalanını inkar etmek, peygamberleri öldürmek, kendilerine açık deliller getiren
peygambere rağmen şirke sapmak, Allah'ın mesajını dinleyip isyan etmek, onları
bu karanlık düşüncelere itmiştir. Yukarıda -89. ayetten itibaren- sıraladığımız
bu inanç ve davranış biçimleri, onların psikolojilerinde ciddî bir hastalık meydana
getirmiş, ahiret hayatlarını karanlık görerek dünya hayatına tutku ile
bağlanmalarına sebep olmuştur. Aslında bu analizler, tanıdığı halde tanımazlıktan
gelen insanın ruh haletini deşifre etmekte; dinlediği ve anladığı halde
gerekeni yapmayan ve isyan eden insanın hastalığına teşhis koymaktadır.
Kendilerini insanlığın merkezine koyup kendi inançlarından başkasını tanımayan,
Allah'ı ve ahireti kendi tekellerinde gören karanlık inanç ve düşüncenin
yanlışlığını belirlemekte; dünya hayatına tutku ile bağlanan insanların,
aslında, kendi yaptıklarından korktuklarını ortaya koymaktadır.
Diğer taraftan, çok yaşamanın kendilerini azaptan kurtarmayacağı ifade
edilmek suretiyle, onlara, dünya hayatına tutkularını azaltma önerilmiştir.
Sanki Allah şunu söylüyor: Meseleyi dünya hayatına tutku ile bağlanmak değil,
iman ve amel çözer. "Cennet bize aittir" deyip ahiretten kaçmak, çare
değildir; çare ahirete yakışır iş üretmektir. Allah'ın dostu olduğunu
söyleyip, O'nun indirdiklerini dinleyip isyan etmek çözüm değildir; çözüm
Allah'ın sözünü dinleyip itaat etmektir. Böylece Allah, imanın, insan
hayatındaki değişimlerin altındaki dinamiklerden biri olduğunu göstermiş, bu
değişim olgusunun ahirete ve ölüme karşı olan tavırları da belirlediğini
tesbit etmiştir.
Yüce Allah, sebep-sonuç ilişkilerini kurarken, bir sebebin birden fazla
sonucu olabileceğine dikkat çektiği gibi, sonucun zamanla tekrar sebep olup
onun da bir başka sonuç doğurabileceğine de işaret etmektedir. Bir sebebin
sonucu olan şey, zamanla başka sonucun sebebi olabilmektedir.
Ayrıca Yüce Allah, inanç ve dinler karşısındaki tavırların fanatikliğe
varacak kadar aşırdık kazanmasının da analizini yapmaktadır. Bu noktada din
eğitimine düşen görev, din ve inançlar arası ilişkilerdeki tavır ve tutumların
sivriliklerini, aşırdıklarını azaltmaktır. Dinler, mezhep ve tarikatlar arası
karalamaları, ithamları ve tekfir derecesine varan saldırganlıkları önlemek
din eğitimine düşmektedir. Karalamak, itham etmek ve tekfir edecek kadar
düşmanlık duygusuna bürünmek, çözüm getirici bir yaklaşım değildir. Çözümün
bilgide, doğru iman ve sevgide olduğu bilincini aşılamak, din eğitiminin işi
olmalıdır.
Yüce Allah bu ayetlerin sonunda şu gerçeği ortaya koymaktadır: Allah
onların yaptıklarını görüyor.
Bakara/82'den başlayan ve 96. ayete kadar uzanan yahudilerdeki bu olumsuz
düşünce ve inançların meydana getirdiği davranışları düzeltmek çok zordur.
Yüce Allah'ın, onları doğru yola getirmek için her metodu denemesine rağmen,
Allah ve ahiret inancına sahip olan bu insanların böylesine yanlış davranışlar
sergilemelerini hayretle karşılamamak mümkün değildir.
Allah Teala, burada, başka bir eğitim metodunu uygulamaya koymaktadır.
Bu da Allah'ın gözlemcilik sıfatıdır. Yapılardan Allah'ın gördüğü inancı, onların
bu yanlış davranışlarını önleyebilirdi.
Yapdanlan Allah'ın gördüğüne inananların, hem imanı, hem de bdinci derinlik
kazanmış demektir. Bu bdinç düzeyini hayata geçirmek, davranışlara bir
disiplin, bir kalite getirecektir. Böyle bir iman ve şuur, zorlayıcı tedbirlerin
asla ulaşamayacağı seviyede bir eğitim kalitesi getirir. Önemli olan, insanların
iç aleminde böyle bir iman ve şuurdan beslenen bir disiplin duygusunun
oluşturulmasıdır. Yanlış alışkanlıkları ortadan kaldıracak en büyük etkenlerden
biri, bu iç disiplin duygusudur. Onun için Yüce Allah, bu ayeti, (Allah,
onların yaptddannı görüyor) ibaresiyle bitirmiştir.
[25]
97-98. De ki: "Cebrail'e düşman olanlar bilsinler ki, Cebrail
Kur'an'ı senin kalbine Allah'ın izniyle indirdi. Kur'an, önündekini
doğrulayıcı, müminler için hidayet ve müjdedir". Kim Allah'a, meleklerine,
peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa, bilsin ki Allah da inkarcıların
düşmanıdır.
Bu ayetlerde geçen önemli kavramları ele alarak, ayetlerin analizini
yapmaya çalışacağız. Öncelikle bu ayetlerin nüzul sebebini açıklayacağız.
Yahudilerden bir grup Hz. Peygamber'e gelmiş, ona bazı sualler sorarak,
peygamber olup olmadığını anlamaya çalışmışlar. Resulullah da, sordukları sorulan
cevaplandırmış, onlar da cevapların doğruluğunu kabul etmişlerdi. Son soru
olarak, Hz. Peygamberce kimin vahiy getirdiğini sormuşlar. Hz. Peygamber,
"Cebrail" deyince, onlar, Cebrail'in kendilerinin düşmanı olduğunu
söylemişlerdir. Vahyi getirenin Cebrail olması sebebiyle, Hz. Peygamber'e
inanmamışlardır.[26]
Şimdi de ayetlerdeki kavranılan ele alabiliriz:
1. (adüvv)
Lügatte adüvv koşmak, haddi aşmak, zulmetmek, hastalığını bulaştırmak,
birini bir şeyden başka bir şeye çevirmek, düşmanlık etmek, uzaklaştırmak,
hakka tecavüz etmek, insanlar arasında fitne ve tefrika çıkarmak, ırak olmak,
iki tahta arasına sıkıştırılan tahta, yüksek yer manalarına gelmektedir.
[27]
1) Baskın yapmak, saldırmak
için koşmak
Andolsun, Allah yolunda koştukça koşanlara... [Âdiyât/1]
Allah yolunda koşan atlara işaret eden bu ayet, düşman atlarının koşusunu
da ifade edebilir. Günümüzde âdiyât kavramının kapsamına, düşmanın
üzerine doğru hareket eden her çeşit araç girebilir: uçaklar, gemiler,
füzeler ve tanklar gibi. Düşmanlık manasına gelen adüvv kelimesi, düşmanca
saldırı için koşmayı, saldırganlık içgüdüsünü ifade etmektedir.
2) (udve), yüksek bir
vadinin kenarı manasına gelir:
Hatırlayın ki, Bedir savaşında siz vadinin yakın kenarında, onlar da
uzak kenarında idiler. [Enfal/42]
Bu ayet, düşmanların birbirlerinden uzak durduklarını, uzak mekanlarda
mevzi tuttuklarını, birbirlerine -hem maddî, hem de psikolojik
manada-yak-laşmak istemediklerini ifade etmektedir. Düşmanlık duygusu, insanları
böyle uzaklara iter ve onları sosyal ve manevî manada parçalar. Birinin bir
köşede, öbürünün diğer bir köşede kalmasına sebep olur.
3) "Düşmanlık,
uzaklaşmak" manası ile itici olmak
İbrahim'in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı
idi. Ne var ki, babasının Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan
uzaklaştı. [Tevbe/114]
Allah'a düşmanlık yapması, oğlu İbrahim'in kendisinden uzaklaşmasına
sebep olmuştur. Onun için düşmanlık kelimesinin manasının içinde, uzaklaştırmak,
itmek manaları da yer almaktadır. Çünkü düşmandan sakınılması gerekir.
Düşmandan sakınmak, doğa gereği olduğu kadar, bir ilahî emirdir de.
Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini
dinlersin. Onlar, duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi
aleyhlerine sayarlar. Onlar düşmandır; onlardan sakın. [Münafıkun/4]
Yüce Allah bu ayette, düşman olan münafıklardan sakınılması gerektiğini
belirtmektedir. Düşmanlık bulaşıcı bir hastalıktır, dolayısıyla yanına yaklaşmamak
en doğru harekettir.
4) Haksızlık ve zulmetmek
Musa şöyle cevap verdi: "Bu, benimle senin arandadır. Bu iki
süreden hangisini doldurursam, demek ki bana karşı haksızlık (zulüm, husûmet)
yok. Söylediklerimize Allah vekildir". [Kasas/28]
Hz. Şuayb, Hz. Musa'ya iki süreden birini seçme hakkı tanımıştı. Sekiz
yıl çobanlık yaparsa, kızlarından birini ona verecekti. Eğer Musa isterse, bu
süreyi on yıla tamamlayacaktı. Hz. Musa, bu seçeneklerden birini tercih
ettiğinde, kendisine karşı yanlış bir tavır takınılmamasmı isterken, "Bana
haksızlık yok" ifadesini kullanmıştır. Bu ifadenin içinde, (düşman)
kavramı yer almaktadır.
Kendisine tanınan seçeneklerden birini tercih eden kimseye kızdmaması
gerekir. Tanınan seçeneklerden birini seçmesi için muhatabı zorlamak, düşmanlıktır.
Antlaşma uyarınca vaadettiğini vermemek, bir zulümdür. Bu zulüm de, düşmanlık
kavramıyla ifade edilmektedir.
5) Birini bir şeyden başka
bir şeye çevirmek.
Şeytan insanların düşmanıdır. Onun düşmanlığı, Allah'ın yolundan çevirmekle
kendini gösterir:
Şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o, sizin için apaçık bir
düşmandır. [Zuhruf/62]
insanın aklı, doğuştan Allah'a yönelik yaratılmıştır. Akü serbest
kalınca, Allah'ın yolunda yürür. Şeytanın düşmanlığı, insanı bu yoldan
çevirmekle işe başlar. Çünkü düşman kavramının anlamlan arasında
"çevirmek" manası da vardır.
6) İnsanlar arasında fitne
ve tefrika çıkarmak.
Şeytan, içki ve kumar vasıtasıyla ancak aranıza düşmanlık ve kin
sokmak; sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz
değil mi? [Maide/91]
İnsanların düşmanı olan şeytan, bu düşmanlığını insanların arasına düşmanlık
ve kin sokmak şeklinde icra etmektedir. İnsanlar arasına fitne, fesat, tefrika
ve kin sokanlar, düşman olanlardır. Bir milletin içinde bu işi yapanlar, o
milletin, o halkın ve o devletin düşmanıdırlar. Böyleleri, şeytanın amelini
tatbikata koymakla, şeytanın işini kolaylaştırmaktadırlar.
2.
(Cibril)
İbranice'de cebr 'kul', ilde 'Allah'manasına gelmektedir. Öyleyse Cebrail,
"Allah'ın kulu" demektir.[28]
Kur'an Cebrail'i iki vasıfla tavsif etmektedir:
a) Rûhu'1-Emîn (güvenilir ruh)
"Güvenilir ruh" manasıyla Şuara suresinde yer almaktadır:
Kur'an'ı, Rûhu'1-Emîn (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap
diliyle senin kalbine indirmiştir. [Şuara/193-195]
b)
Rûhu'l-Kudüs
Rûhu'l-Kudüs (kutsal ruh) ismi de Nahl suresinde yer almaktadır:
De ki: "Kur'an'ı Rûhu'l-Kudüs (Cebrail), iman edenlere sebat
vermek, müslü-manlan doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin
katından hak olarak indirdi". [Nahl/102]
Demek ki Cebrail dendiği zaman, vahyi peygamberlere getiren
"Kutsal Ruh" ve "Güvenilir Ruh" anlaşılmalıdır.
Vahyi peygamberlere ulaştırmasındaki güvenilirliği, kutsanmış olması,
onun görevinde aksama olmadığını ifade eder. Kutsal ve emin bir iş görmesi
nedeniyle Rûhu'1-Emin ve Rûhu'l-Kudüs isimleri verilmiştir. Gördükleri iş ile
isimlerin aynileşmesi, melekler aleminde var olan bir durumdur. Ama bu,
insanlar için söz konusu değildir.
3.
(Cebrail, -Allah'ın izniyle-
Kur'an'ı senin kalbine indirdi).
Cebrail, bedene bürünebilen bir enerjidir/nurdur. Cebrail, bedene
bürünerek Hz. Peygambere geldiği gibi, Hz. Meryem'e de görünmüştür:
Meryem, onlarla kendi arasında bir perde çekmişti. Derken biz ona
ruhumuzu (Cebrail'i) gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde
göründü. [Meryem/17]
Bu ayetteki ruhumuz ifadesiyle, Cebrail'in kasdedidildiği hususunda
mü-fessirler hemen hemen ittifak etmişlerdir. Demek ki Cebrail, maddeye dönüşebilen
bir nur, bir enerjidir. Hz. Meryem'e, bedene bürünerek görünmüş, Hz.
Peygamber'e -istisnalar hariç- enerji şeklinde mesaj getirmiştir. Yukarıdaki
ayetin bir kısmı bunu teyit etmektedir. "Cebrail, -Allah'ın izniyle-
Kur'an'ı senin kalbine indirdi" ifadesinden, Cebrail'in, insan vücuduna,
yani ruhuna sızabilen bir yapıda olduğu anlaşılmaktadır.
Cebrail, Hira mağarasında Hz. Peygamber'e oku derken, ortada okuyacak bir kitap yoktu. Peki, Hz. Peygamber neyi okuyacaktı? Ortada henüz bir mesaj yoktu. İlk gelen ayetlerin içeriğine bakılırsa, insanın yaratılışından bahsettiği görülür. O halde Hz. Peygamber'e, kendi varoluşunun ve yaratılışın kanunlarını kendi gönül ekranından okuması emredilmekteydi. Peygamber olmasının, onun gönlünde meydana getireceği değişimin kanunlarını okuyacaktı.
Hz. Peygamber Cebrail'in okuması ile Hira mağarasında gönül ekranına
naklolunan ayetleri daha sonra vahiy katiplerine dikte ettirmiştir.
Levh-i mahfuz'dan Cebrail vasıtaısı ile Hz. Peygamber'e indirilen
vahyin ev sahipliğini, Hz. Peygamber'in gönlü yapmıştır. Gönül, yani kalp,
aklın bir boyutunu ifade ettiğine göre, önce akıl, yani gönül yaratılmış, sonra
vahiy gönderilmiştir. Onun için akılla vahiy çelişmez, tam tersine birbirinin
tamamlar.
Demek ki Cebrail, ilahî alem ile Hz. Peygamber'in gönlü arasındaki kanalın
adıdır. Bu kanal bazen enerji halinde, bazen da bedene bürünmüş olarak görev
yapmıştır. Ele aldığımız ayette, Cebrail'in bu görevi kendiliğinden değil,
Allah'ın izniyle yaptığı bildirilmektedir. "Allah'ın izniyle"
ifadesi, Cebrail'in o mesajda hiçbir dahlinin olmadığını ve bu işe kendi iradesiyle
girişmediğini göstermektedir. Peki bu enerji dalgasının kalbe inişi nasıl
olmaktadır?
Bu sorunun cevabını bir örnekle verebiliriz. Sürekli bir konu üzerinde
çalışan kimsenin beyni, zamanla melekut alemiyle irtibat kuracak bir enerji
üretmeye başlar. Yüce Allah, melek vasıtasıyla o konuda keşif yapacak ilhamı
ona gönderir. Çünkü beynin ürettiği enerji ile, melek denen enerji kanalı
uyumlu hale gelmiştir.
Bu insanların beyni, yoğun çalışma sayesinde bu kıvama gelmektedir. Hz.
Peygamber'in beyni ise, insanların sorunlarını çözmek için sarfettiği düşünce
sayesinde, ilham kanalıyla değil, vahiy kanalı olan Cebrail ile irtibata
geçmiştir. Onun gönlü, Levh-i mahfuz denen ilahî bilgi vericisinin alıcısı
durumuna dönüşmüştür. Hira mağarasındaki derin düşünme anları, onun gönül
antenini melekut alemine çevirmiş ve oradan Allah'ın izniyle mesajlar almaya
başlamıştır.
Hz. Peygamber, Hira mağarasında iken insanları, karardıklardan kurtarmanın
çarelerini düşünüyor ve Allah'tan bunun çözümünü istiyordu. Böylece gönlünü,
ilahî mesajı almaya hazır bir hale getirmişti. Hz. Peygamber'in üzerinde
düşündüğü konular ve düşünme biçimi, ilahî vahiy ile onurlandınl-maya layık
görülmüştür. Allah bir kimseyi durup dururken peygamber seçip vahiy göndermez.
Hira mağarasındaki düşünme çileleri, Hz. Peygamber'in gönlünü öylesine
olgunlaşürmıştır ki, bu olgunluk onu, ilahî vahyi alacak hale getirmiştir.
4.
(Önceki kitapları
doğrulayıcı, mü'mirilere rehber ve müjde olarak).
Ayetin bu kısmı, Kur'an'ın üç temel işlevine dikkat çekmektedir. Bunlardan
ikisini, yani kendinden önceki kitapları tasdik etmesini ve rehberlik etmesini
Bakara/2 ile Bakara/89 ve 91'de izah etmiştik.
Ayetin bu kısmında, büşra (müjde) kavramını ele alacağız. Ayette geçen
(büşra) kelimesi, sevinmek, cildin sathını kazımak, bir işe önem vermek ve o
işi bizzat yapmak, ferahlamak, muştulamak, yerin ilk bitkisini çıkarması,
hayvanın döl tutup gebe kalması, nikahlısıyla cinsî münasebette bulunmak,
birbirine bitiştirmek, yapıştırmak, dine davet etmek, rüzgarın yağmur bulutunu
sevketmesi manalarına gelmektedir. (beşer) olarak kullanılırsa, insanoğlu,
insan anlamına gelir.
Şimdi bu kelimenin Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını ele alalım:
[29]
1) İnsanlık, insanoğlu, erkek
Meryem, "Rabbim!" dedi, "Bana bir beşer eli değmediği
halde nasıl çocuğum olur?" [Âl-i İmran/47]
Bu ayetteki beşer kelimesine, erkek manası vermek mümkündür.
Onlar dediler ki: "Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey
değilsiniz". [İbrahim/10]
Bu ayetteki beşer kavramı da insan anlamına gelir.
Büşra (müjde) ile beşer (insan) kelimesi arasında ne bağlantı vardır?
İnsanın kendisi bir müjdedir. İnsan ve müjde aynı kelimeden çıkan manalardır.
Müjde, güzellik ve gülümseme manasına da gelir. İnsanlık güzelliktir,
gü-lümsemektir. İnsanı öldürmek, güzelliği öldürmektir, gülümsemeyi öldürmektir.
Bu yüzden, 'müjde' kelimesinin bir anlamı da insandır.
insanın bir müjde olduğunu isbatlayan başka ayetler de vardır: işte o
zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik.
2) Vaadetmek
İnananlara ve yararlı işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmaklar
akan cennetler olduğunu müjdele! [Bakara/25]
Buradaki müjdelemekten kasıt, vaadetmektir. Müjde, olmuş güzel bir şeyi
haber vermek manasına geldiği gibi, olacak güzel bir şeyi haber vermek anlamına
da gelir. Gelecekle ilgili müjde, bir vaadden ibarettir.
3) Rüzgarın yağmur bulutunu
sevketmesi
Size rahmetini yağdırsın, gemiler emriyle yüzsün ve böylece fazlından
araya-sınız ve şükredesiniz diye müjdeleyici olarak rüzgarları göndermesi de,
Allah'ın delillerindendir. [Rum/46]
Bulut bir müjdedir; onu hareket ettiren de rüzgardır. Asıl müjde,
rüzgarın bulutu hareket ettirmesidir. Harekette bir müjde vardır. Bunu insana
uyarlarsak diyebiliriz ki, çalışmakta da müjde vardır. Çünkü çalışmanın
sonundaki ürün bir müjdedir.
4) Sevinç, mutluluk,
güzellik
Allah, bunu size sadece bir müjde (sevinç) olsun ve kalpleriniz bu
sayede rahatlasın diye yaptı. [Al-i Imran/126]
Ayetteki 'müjde' kelimesi sevinç, mutluluk, yani kalpleri rahatlatan
bir güzellik anlamını ifade etmektedir.
İbrahim'den korku gidip yüzüne sevinç gelince, Lut kavmi hakkında
bizimle mücadeleye başladı. [Hud/74]
Bu ayetteki (büşra=müjde) kelimesi, (rav'=korku) kelimesinin karşıtı
olduğundan, büşra kelimesine sevinç manasını vermeyi uygun gördük. Bu durum,
korkudan sonra güvenin, insandaki ruhî değişimin yüze yansımasını ifade
etmektedir.
5) Kur'an ve Peygamber müjdelemekle görevlidir.
Kur'an, insanlara bir müjdedir, yani bir mutluluk ve bir sevinçtir
[Bakara/97]. Onun sevinç dağıtan içeriğinden, inananlar istifade edecektir.
Peygamber müjdeleme görevini yapmakta, Kur'an'ın bu ahlâkı ile ahlâklanarak
insanları eğitmektedir.
Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici, bir
uyarıcı olarak gönderdik. [Ahzab/45]
Müjdelemek, insanlara sevinç ve mutluluk vermek, ilahî eğitimin bir metodudur.
Hz. Peygamber de aynı metodu takip ederek eğitimini sürdürmektedir. İnsanlara
sevinç ve mutluluk dağıtmak, hem Allah'ın emri, hem de Hz. Peygamberin
sünnetidir.
Müjdeleme eylemi, insanlara insanlıklarını hatırlatmak, vaadetmek, hareket
ettirmek, sevinç ve mutluluğu insanlara getirmek gibi asil bir oluşumdur.
Müjdesi olmayan bir kitap, din kitabı olamayacağı gibi, bu metodu benimsemeyen
kimse de peygamber olamaz. Müjdeleme metodunda, Kur'an'la Hz. Peygamber aynı
noktada buluşmakta ve aynîleşmektedirler.
Din eğitimcileri ve toplumda dinî vazifeleri yürütenler, dinimizin
müjde olan yönünü tam anlamıyla işlemelidirler. İyi davrananlara ve iman
edenlere Allah'ın neler vaadettiğini işleyerek, insanların gönlünü fethetme
yolunu izlemelidirler. Müjdenin çekici bir yönü ve özelliği vardır. İnsanoğlu,
kendine faydalı olana yönelir, zararlı olandan kaçınır. Hayvan da aynı özelliğe
sahiptir, ama o bunu içgüdüsel olarak yaparken, insan bilinçli yapar. Zaten
insanın bir karşılığı da beşerdir, beşer de müjdeden türemiş bir kavramdır.
5.
(Kesinlikle Allah kafirlerin
düşmanıdır).
Allah'a, meleklere, peygamberlere, Cebrail ve Mikail'e düşmanlık yapanlar,
karşılarında Allah'ı bulacaklardır. Şeytan, Allah'ın değil, insanın düşmanıdır.
Fakat bazen insan, şeytanı da geride bırakarak Allah'ın düşmanı olabilmektedir.
98. ayet, insanların kimlere düşmanlık yapabileceğini bildirmektedir. Aslında
bu ayet, insanın şeytandan daha kötü bir davranış ve duygu içinde olabileceği
bilincini vermektedir. Allah'a düşman olabilecek kadar sapkın-laşabilen
insanın, insana haydi haydi düşman olabileceği ihtimalden uzak görülmemelidir.
Yüce Allah bu duygu ve davranışta olanlara kafir demekte ve kendisinin
de onların düşmanı olduğunu beyan etmektedir. Dikkat edilirse ayetin sonunda,
"Peygamberler, melekler, Cebrail ve Mikail de onların düşmanıdır" denilmemiş;
sadece, "Allah da onların düşmanıdır" buyurulmuştur.
Allah'ın, düşmanlığı kendisine nisbet etmesi çok manidardır. Peygamberler,
melekler, Cebrail ve Mikail, düşmanlık duygusu ve davranışı içinde olamazlar.
Onların kendilerine düşman olanlara düşman olamayacakları, bu ayetin
içeriğinden ortaya çıkmaktadır. Allah ancak onlara karşı düşmanlığını ilan
eder. Çünkü onlara karşı bazı insanların düşmanlıklarını, onlardan uzak
tutabilecek güç Allah'tır. Başka bir ifadeyle, onların entrikalarına karşı
onla-n Allah koruyabilir.
Allah'ın, gönderdiği elçiye düşman olan kimselere düşman olduğunu ifade
etmesi, devletler arası bir kurala işaret etmektedir. Gönderilen elçiye düşmanca
davranan devlete, elçiyi gönderen devletin düşman olmasına neden olur. Elçilik
müessesesi çok önemlidir. Devletler arası ilişkileri onlar idare ederler.
Ekonomik, siyasî, kültürel, eğitimsel, askerî ve çalışma konularındaki
ilişkileri elçiler düzenler. Melekler ve peygamberlerin görevleri elçiliktir.
Hele hele, niçin peygamber bizim aramızdan seçilmedi diye meleklere düşman
olmak kadar ilkel bir düşünce olabilir mi?
Peki Allah'a, peygamberlere, meleklere, Cebrail ve Mikaü'e düşman olanların
ve bu düşmanlıklarını eyleme dökenlerin cezası nedir? Bu sorunun cevabını, şu
ayetlerde buluyoruz:
1. Allah ve Resulü'ne karşı
savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışan-
ların cezası, ancak, ya öldürülmeleri, yahut asılmaları, yahut el ve
ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir.
Bu, onların dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette daha büyük azap
vardır. [Ma-ide/33]
Ayetten şunu anlıyoruz: Allah ve Resulü'ne düşman olanların düşmanlıklarını
pratiğe dönüştürmelerinin, hem dünyevî ve hem de uhrevî cezalan olacaktır.
Böyle bir düşmanlık, hem suç, hem de günahtır. Suçun cezası dünyada, günahın
cezası da ahirette çekilecektir.
Diğer taraftan Yüce Allah, verilecek ceza konusunda alternatifler de
sıralamaktadır: ölüm, asılmak, el ve ayakların çaprazlama kesilmesi, sürgüne
gönderilmesi gibi. Şu da unutulmamalıdır ki, bu cezaların önemli olan yönü,
caydırıcı olmalarıdır.
2.
Allah ve Resulü'nü
incitenlere, Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar
için horlayıcı bir azap hazırlamıştır. [Ahzab/57]
Düşmanlık duygusu ile yanlış işler yapanlara, Allah lanet etmektedir.
Dünya ve ahirette lanet ettiği bu insanlara, ayrıca horlayıcı bir azap da hazırlamıştır.
Onlar, Allah'a eziyet etmeleri sebebiyle laneti, Peygamberine eziyet etmeleri
sebebiyle de azabı haketmişlerdir. Yani, Allah ve Resulü'nü incitmeleri,
onları iki türlü cezaya müstehak kılmaktadır. Demek ki Allah, kafirlere
düşmanlığını, lanet ve çeşitli azaplarla göstermektedir. Allah'a ve O'nun görevlendirdiklerine
düşmanlık yapmak, Allah'ın düşmanlığı ile karşı karşıya kalmak demektir.
Burada akla "Bakara/98'de melekler dendiği halde hemen ardından
Cebrail ve Mikail'in zikredilmesinin nedeni ne olabilir?" şeklinde bir
soru gelebilir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz:
1.
(Kim meleklere düşman
olursa) ibaresinden sonra, bu meleklerin hangileri olduğu açıklanmak üzere,
Cebrail ve Mikail diye tasrih edilmiş olabilir.
2. Cebrail ve Mikail,
görevlerinin farklılığı ve değerlerinin yüksekliği bakımından ayrıca
zikredilmiş olabilir. Cebrail'in, ruhun gıdası olan vahiy ve bilgiyi, Mikail'in
de bedenin gıdası olan bereketi indirmesi nedeniyle bir üstünlüğü vardır.
Eğer ikinci maddedeki izahımız doğru ise, bunun insanlar alemine şöyle bir mesajı vardır: Yüce Allah melekleri ve insanları, yüklediği görevlere göre derecelendirmektedir. Meleğin veya insanın kendisi değil, yüklendiği görev ve sorumluluk önemlidir. Melek ve insan gördüğü işe göre, Allah indinde bir değer ve sorumluluğa sahiptir. Siyaset ve iş aleminde insanlara verilen değer de, onların gördükleri işin değerine göredir. Çünkü bu kanun, Allah'ın sünnetidir. Mesela annenin değeri, mucize denen insan yavrusunu dünyaya getirmekten kaynaklanmaktadır. Peygamberin değeri ve üstünlüğü de, risalet görevinden kaynaklanmaktadır.
Nasıl ki melek ve insan, yaptığı görevlere göre Allah katında bir
değere ve yakınlığa sahipse, Allah'ın düşmanlığı da insanın kendisine değil,
yaptığı eylemleredir. Onun için 98. ayetin sonunda Allah, insanların değil,
kafirlerin düşmanı olduğunu ifade etmektedir. İyi veya kötü manada yapılan
değerlendirmelerin zat ile ilgili değil, eylemle ilgili olduğu açıkça
görülmektedir. Bu da bize şunu öğretiyor: İnsanlar, ürettikleri iş ve yaptıkları
görev açısından değerlendirilmelidir. Başka bir ifadeyle, insan kendi
iradesiyle kazanmadığı bazı özellikleri açısından değerlendirilmeyip kendi
iradesiyle kazandığı özellikleriyle değerlendirilmelidir. Örneğin: Bir insan,
aile ve kabilesi açısından değerlendirilmemelidir. Çünkü bu özellikleri ona
doğuştan gelmiştir. İşler ve üretilen değerler iradeyle olduğu için, insan
bunlar açısından değerlendirilmelidir.
Bir toplumun medenî ya da ilkel olmasının kriterlerinden biri de budur.
İlkel toplumlarda insan, ana-babasına, ailesi ve kabilesine göre
değerlendirilir. Medenî toplumlarda ise insanlar, verdikleri ürün ve
yaptıkları işe göre değerlendirilir.
[30]
99. Andolsun ki, sana apaçık ayetler indirdik. Onları fa-sıklardan
başka kimse inkar etmez.
Fasık kavramını Bakara/26'da, beyyine kelimesini de Bakara/92'de açıkladığımız
için burada tekrar izah etmeyeceğiz. Burada ayet kavramı üzerinde duracağız.
Lügatte nişan, alamet, işaret, ibret, mucize, bir yerde eğlenmek,
kalmak, kasdetmek, yönelmek manalarına gelen ayet kavramının, Kur'an'da çeşitli
anlamlarda kullanıldığına şahit oluyoruz:
[31]
1) İbret, işaret
Ey Firavun! Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin
bedenini kurtaracağız. İşte insanlardan birçoğu, hakikaten ayetlerimizden
gafildirler. [Yunus/92]
Ölümünden sonra Firavun'un cesedinin bulunup mumyalanması, ibret olmasını
temin etmiştir. Burada ayet kelimesi, ibret \e işaret manalarına gelmektedir.
Bu ayette Firavun'un durumu, dünyada kendini tanrı gibi görmeye ya da
göstermeye kalkacak olan kibirli insanlara ibret, halk kitlelerine de bir
işaret olarak sunulmaktadır. İnsanları gafletten uyandırmak, eğitimin en önemli
amacıdır. Ayetin sonunda bulunan, "İnsanların bir çoğu, hakikaten
ayetlerimizden gaflettedir" ibaresi, Kur'an'ın, insanları gafletten
uyandırmayı amaçladığını göstermektedir.
2) Mucize
Ayet kavramının diğer bir anlamı da mucize1 âir.
Meryem oğlunu ve annesini de bir ayet (mucize) kıldık. [Mü'minun/50]
Hz. İsa'nın, iffetli bir bakire olan Meryem'den babasız olarak dünyaya
getirilmesi, gerçekten ayettir (mucizedir).
3) Kur'an ayeti
Kur'an surelerini meydana getiren cümlelerin her birine de 'ayet'
denir. Bakara/99 ayetinde bu manada kullanıldığı gibi, şu ayette de bu anlamda
kullanılmaktadır:
Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah neyi
indireceğini çok iyi bilir- "Sen ancak bir iftiracısın" dediler.
Hayır, onların çoğu bilmezler. [Nahl/101]
Bütün kutsal kitaplarda geçen cümlelere ayet denmektedir.
4) Tabiat kanunları ve psikolojik kanunlar
Bu manada ayet, bir şeye delalet, yani işaret etmektedir. Tabiat
kanunları, Allah'ın kudretine işaret eden kanunlar olduğu için 'ayet'adını
almaktadırlar: İnsanlara ufuklarda ve
kendi nefislerinde ayetlerimizi göstereceğiz ki, Kur'an'ın gerçek olduğu, onlara iyice
belli olsun. [Fussılet/53]
insanı çevreleyen tabiat ve insanın içindeki manevi kanunlara Yüce
Allah 'ayet'demektedir ki her iki alemin kanunları da Kur'an'ın hak olduğuna
işaret etmektedir. Ayetteki "göstereceğim" ifadesi,
"öğreteceğim" demektir. Demek ki tabiat kanunları ile psikolojik
kanunların kesiştiği yerde hakikat ortaya çıkmaktadır.
Senin yeryüzünü kupkuru görmen de Allah'ın bir ayetidir. Biz onun üzerine
suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçip kabanr. Ona can veren, elbette ölüleri
de diriltir. O her şeye kadirdir. [Fussılet/39]
Suyun inmesiyle kupkuru toprağın canlanmasına, -ki bu bir tabiat kanunudur-
Yüce Allah ayet demektedir. Tabiat kanunlarındaki her bileşim ve her formül,
bir ayettir.
Biz, geceyi ve gündüzü birer ayet olarak yarattık. Nitekim, Rabbinizin
nimetlerini araştırmanız, ayrıca yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için
gecenin karanlığını silip aydınlatan gündüzü getirdik. İşte biz, her şeyi açık
açık anlattık. [İsra/12]
Buradaki ayet kavramı, delil, işaret manalarına gelmektedir. Ama bu deliller,
tabiat kanunlarıdır. Gündüz ve gece birer ayettir.
Açıklamasını yaptığımız Bakara/99'da yer alan (beyyinât) kelimesi,
ayetlerin sıfatıdır. Beyyinât kelimesi lügatte ayırmak, uzaklaşmak, göç etmek,
kızın evlenmesi, işin zahir ve açık olması, açıklamak, izah etmek, ağacın
yaprağının henüz belirmesi, aşikâr oluncaya kadar üzerinde düşünmek manalarına
gelir. Kur'an'da geçen bazı anlamlan şunlardır:
[32]
1. Açıklamak, açıklayıcı
olmak
Ayrıca bu kitabı da sana, her şeyi açıklayan, müslümanlara doğruyu
gösteren rehber, rahmet ve müjde olarak indirdik. [Nahl/89]
Ayette geçen tibyan kelimesi, beyan kelimesinden türemiş olup açıklayıcı
manasına gelmektedir.
Kur'an'ı sana, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp
anlasınlar diye indirdik. [Nahl/44]
Daha pek çok ayette beyyine kelimesi, açıklamak manasında
kuUamlmaktadır.
2. Gerçeği açıkça ortaya koymak
Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya
koyanlar başkadır. [Bakara/160]
Tevbe etmek, durumunu düzeltmek ve gerçeği açıkça söylemek gibi erdemli
hareketler, Allah'ın tevbeleri kabul etmesine sebep olmaktadır. Beyye-ne şeklinde
kullanılınca, "gerçeği açıkça ortaya koymak" manasına gelmektedir.
3. Konuşmak ve düşünmek
(beyan) şeklinde alınınca, konuşma, kendini ifade etme gücü, eşya-lann
ilişkilerini açıkça anlama ve onları açıklama kapasitesi manalarına
gel-mektedir.
Bu kavram hem düşünme, hem de konuşma için kuUamlmaktadır; çünkü hem
bir şeyi veya bir düşünceyi anlaşılır ve başka şeylerden farklı kılma melekesini,
hem de bu vukûfiyeti, konuşma veya yazma dilinde ifade etme gücünü kapsar.[33]
Kavramın Kur'an'da kullanılışına örnek:
Rahman insana beyanı öğretti. [Rahman/4]
Allah, insana, düşünmeyi, konuşup kendini ifade etmesini öğretmiştir.
4. Ayırmak
Beyan kelimesinin diğer bir manası da 'ayırmak'tır. Bu manada furkan kelimesiyle
ortaktır. Furkan iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, hak ile
bâülı ayırmak demektir. Ayına olma manası ile beyan da aynı anlamı ifade
etmektedir. O zaman beyan, Kur'an manasına kullanılmış olmaktadır:
İsa açık delillerle geldiği zaman demişti ki: "Ben size hikmet
getirdim ve ihtilafa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için
geldim". [Zuh-ruf/63]
İhtilafa düşenlerin fikirlerini açıklamak demek, onları ayırt edip,
hangisinin doğru, hangisinin yanlış olduğunu belirlemek demektir. Doğru ve
yanlış olanları ayırt edip açıklamaktır.
Biz bu Kur'an'ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara
açıklaya-sın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.
[Nahl/64]
Bu ayette geçen beyan kavramı da, ihtilafların doğru veya yanlış
olanlarını ayırt edip açıklamak manasına gelmektedir. Sahte, asılsız, çürük,
bâtıl ve yanlış olan fikirleri diğerlerinden ayırıp doğruyu ortaya koymaktır.
Bakara/l 85'te de beyyinât, "ayırt edici" anlamında yer
almaktadır. Kur'an'ın ayırt edici özelliği, hem beyyene ve hem de furkan
kavramlarıyla ortaya konmaktadır.
"Andolsun, sana apaçık ayetler indirdik" buyuran Allah'ın, bu
ayetlerle kimlere hitap ettiğini şu ayetlerle belirlememiz mümkündür:
İnananlara [Hicr/77]; düşünenlere [Nahl/11]; dinleyenlere [Nahl/65];
öğüt alıp düşünenlere [Nahl/13]; aklını kullananlara [Nahl/67]; bilenlere
[Tev-be/11]; sakınanlara [Yunus/6]; çok sabredip şükredenlere [İbrahim/5].
Bu özelliklerini kullanabilenler, Allah'ın ayetlerinden istifade edecek
ve gerekeni yapacaktır.
(Apaçık ayetleri sadece, fasık olanlar inkar ederler). Yüce Allah
ayetin bu kısmında, küfr ile fısk kavramını bir arada kullanmıştır. Bir bakıma
inkarı fasıklıkla, fasıklığı da inkar ile tefsir etmiştir. Öyleyse fasığın,
Allah'ın ayetlerini inkar eden kimse olduğu söylenebilir. Fa-sık'ın inanç
yapısının ortaya konulduğu bu ayette, -istisna yapılarak- sadece fasıklann
apaçık ayetleri inkar edeceği de vurgulanmaktadır. Bir sonraki ayette,
fasıklann diğer davranış biçimleri de sayılmaktadır.
[34]
100. Ne zaman, onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendilerinden bir
grup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.
Ayetteki soru edatını Razi şöyle yorumlamaktadır:
Ayetteki soru edatı, onların yapmaya kalkıştıkları şeyin garipliğine ve
bu davranışın ne kadar büyük bir günah olduğuna işaret etmektir. Soru
şeklindeki bu ifade, yaptıklarının çirkinliğini göstermek bakımından daha
edebîdir.[35]
Ahdini bozmak onların huyu haline germiş, her zaman böyle davranmayı
ahlâk edinmişlerdi. Peki yaptıkları ahid neleri kapsamaktaydı? Razi bunun
muhtemel maddelerini sıralamaktadır. Biz bunlardan birini seçmeyi uygun
görüyoruz:
Hz. Muhammed'e peygamberlik gelmeden önce şöyle demişlerdi: "Eğer
Allah'ın peygamberi gelirse, andolsun ki biz ona iman edeceğiz ve müşrikleri
yurtlarından çıkaracağız".[36]
Sonra Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilince onu inkar ettiler.
Daha önce de Allah'a bazı sözler vermiş ve sözlerinde durmamışlardı. Bu sefer
de, Hz. Peygamberi inkar etmekle sözlerini bozdular.
Onların böyle davranmalarının sebebi, ayetin sonundaki (Zaten onların
çoğu inanmaz) ifadesiyle beyan edilmektedir. Buna göre, ahdini bozan
insanların, imanlarından zoru vardır, inkar psikolojisi, hem Allah'ın
ayetlerini inkara götürmekte, hem de verdikleri sözü çeğnemelerine neden
olmaktadır.
Diğer taraftan ayetin bu kısmındaki (Onların çoğu iman etmez) ifadesi,
onlardan iman etmeyeceklerin, oran bakımından yüzde ellinin üzerinde
olduklarını ifade etmektedir.
Allah bunu, insanların bazısını teselli etmek için beyan ediyor.
İnsanların, Allah'a söz verdikleri halde sözlerinde durmadıklarını bildirerek
bizi uyarıyor. Allah'ı kandırmaya kalkışanlar, insanları da kandırır. Onun
için sözleşmelerin sağlam bir şekilde hukuka bağlanması gerekir.
İmandan zoru olanların kalpleri hastalıklıdır. Kalpleri hastalıklı
olanların, yani imansızların ahidlerinde durmaları çok zordur. Başka bir
ifadeyle, ahde vefa ile iman arasında yakın bir alaka vardır. İmanın olduğu
yerde ahde vefa da vardır; imanın olmadığı yende ahde vefa beklemek abesle
iştigaldir. Böylece imanın, siyasî, ekonomik ve diğer sözleşmeler üzerindeki
etkinliği ortaya çıkmaktadır. Antlaşmaları hukuka bağlamak, iman zaafının
bırakacağı boşluğu doldurur. Ahde vefa, hayatin bütün alanlarını kapsayan yüce
erdemlerden biridir. Ahdini bozmayı âdet haline getiren insanların, ne kadar
kötü bir ahlâk üzere olduklarına dikkat çeken Allah, toplumların ahlâkını ve
insan ilişkilerini yozlaştıran bu davranışı, sonuçlan ile beraber ortaya
koymaktadır.
[37]
101. Onlara, yanlarındaki kitabı doğrulayan peygamber geldiği zaman,
kendilerine kitap verilenlerden bir güruh,
güya hakikati bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın kitabını arkalarına atarak
ondan yüz çevirmişlerdi.
Bakara/89'da ellerindeki Tevrat'ı doğrulayan bir kitaptan, bu ayette
ise, yanlarındaki kitabı doğrulayan bir peygamberden bahsedilmektedir. Öyleyse
diyebiliriz ki, Hz. Peygamber, elindeki Kur'an'la kitap ehlinin elindeki kutsal
kitabı tasdik ediyordu. Tevrat, hem Kur'an, hem de Hz. Peygamber tarafından
tasdik ediliyordu. Bunun delili, Tevrat'ın Hz. Peygamber ile alakalı verdiği haberdi.
Tevrat, Hz. Peygamber'in geleceğini haber veriyordu. Aynı haber İncil'de de
yer alıyordu. Kur'an'ın ve Hz. Peygamberin gelişi, bu haberi doğrulamıştı.
Demek ki Bakara/89 ile 101 ayeti birbirini tamamlamaktadır.
(Kitap ehlinden bir grup Allah'ın kitabını arkalarına attılar).
Ayette geçen (nebeze) kelimesi, elinden çıkarıp atmak, fırlatıp atmak,
binicisini atıp düşürmek, arkaya doğru atmak, kabul etmemek, kovmak, tekme
atıp hakaretle reddetmek, savurmak, tardetmek, cemiyetten ihraç etmek, inkar
etmek, tanımamak, sahip çıkmamak, yerini değiştirmek, yol vermek, azletmek,
alakasını kesmek, kutsallığını bozmak, hürmetsizlik etmek, ahdi bozmak
manalarını ifade etmektedir.
[38]
1. Kimyasal bir bileşim
için, bir maddeyi diğerinin içine atarak karıştırmak.
Sanüri de, "Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin
izinden bir avuç toprak alıp onu erimiş mücevherlerin içine attım" dedi.
[Taha/96]
Samiri, buzağı yapmak ve onun ses çıkarmasını temin etmek için, kendisince
elçi dediği şeyin izinden bir avuç toprak almış ve onu erimiş altınların içine
atmıştır. Bu atma işini ifade için de jŞ (nebeze) fiili kullanılmaktadır.
2. Denizden dışarı çıkarıp
karaya atmak.
Bu manada, kurtuluş için denizdekini karaya atmayı ifade etmektedir:
Halsiz bir vaziyette, kendisini çorak bir araziye çıkardık. [Saffat/145]
Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka kınanmış
bir halde ıssız bir diyara atılacaktı. [Kalem/49]
Nebeze kelimesi bu ayette, mekan değişikliğini ifade etmektedir. Hz.
Yu-nus'un balığın karnından karaya atılması olgusunu ifade için bu kelime
kullanılmaktadır. Hümeze/4'te de, cehenneme atılışı ifade etmek için
kullanılmaktadır. Kasas/40'ta, Firavun ve etrafindakilerin denize atılmasını
ifade etmektedir.
Demek ki bu kavram, hem denizden karaya atılmayı, hem de denize atılmayı
ifade etmek üzere kullanılabilmektedir. Uhrevî manası ile de hutame'ye
(cehenneme) atılmayı ifade için kullanılmaktadır.
3. Ahdi bozmak
Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara
açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz" diye söz aldı. Onlar ise bunu
kulak ardı ettiler, onu az bir pahaya değiştiler. Yapakları alış-veriş ne kadar
kötü! [Al-i Imran/187]
Ayetteki (fenebezûhu= arkalarına attılar) ifadesini, "kulak ardı
etmek" şeklinde çevirdik. "Allah'a verdikleri sözü kulak ardı ederek
yerine getirmediler ve ahitlerini bozdular" manasına gelmektedir. Verdiği
sözü yerine getirmeyen, ahdinde durmayan insanın bu davranışını ifade ifade
etmek üzere bu kelime kullanılmaktadır.
Antlaşma yaptığın bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, onlarla
yaptığın ahdi aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri
sevmez. [Enfal/58]
Yüce Allah verdiği sözde durmamayı ihanet olarak kabul etmektedir.
İhanet edene karşı antlaşmayı bozmayı ifade etmek için bu kavram
kullanılmaktadır.
4. Ayrılmak
Kitapta Meryem'i de an. Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir
yere çekilmişti. [Meryem/16]
Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine karnındaki çocukla uzak bir yere
çekildi. [Meryem/22]
Kelime bu ayetlerde "ayrılmak ve çekilmek" manalanyla yer
almıştır. Toplumun ağır baskısı ve bu baskının meydana getirdiği utanma
duygusuyla toplumdan ayrılıp bir yere çekilmeyi ifade etmektedir.
jç (nebeze) kelimesi, fizikî, uhrevî, psikolojik ve sosyolojik manaları
ifade eden bir kelimedir. Bakara/lOO-lOrde, bir tarafa atmak, inkar etmek, aldırış
etmemek, değer vermemek, tanımamak, hürmetsizlik etmek manalarına gelmektedir.
İnkar, reddetme ve değer vermeme, bilerek yapılan bir iş olduğu için bu
kavramla ifade edilmektedir. Ehl-i kitap, Hz. Peygamber'in geleceğini biliyor
ve bekliyorlardı, onun getirdiği kitabı da tanıyorlardı. Böyle olduğu halde arkalarına
atarcasına, hem kendi kitaplarının hükmünü, hem de gelen Peygamberle getirdiği
kitabı inkar etmiş oldular. Bilerek yapılan bu eylemin başka bir ifadesi de
ahde vefasızlıktır. Âl-i Imran/187'de, kitaplarındaki bilgileri
gizlemeyeceklerine dair kitap ehlinden söz alındığı halde, sözlerinde durmadıkları,
Bakara/lOO'de ise ahdi bozdukları beyan edilmiştir. Bakara/lOO'de, bildiği
halde reddetmenin imansızlık olduğu ifade edilmektedir.
(Sanki bilmiyorlarmış gibi) ifadesiyle Yüce Allah, şu ayete işaret
etmektedir:
Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi öz oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar. Buna rağmen, onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler.
[Bakara/146]
Onlar Hz. Peygamber'i, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanımışlardı.
Kendi kutsal kitaplarındaki yerini de biliyorlardı. Tanımalarına ve bilmelerine
rağmen hakikati gizlemeleri ve bilmezmiş gibi davranmaları, imansızlık damgasını
yemelerine neden olmuştur. Yüce Allah bunları şunun için anlatıyor:
1.
Bu tarihsel olguların
anlatümasıyla, bizim ve bizden sonraki nesillerin akıllarını iyi
çalıştırmaları, iyi düşünmeleri, yaşadıkları problemlerin çözümünü
bulabilmeleri amaçlanmaktadır. Geçmiş olgular iyi kullanılırsa, faydalı
öğretmen olurlar.
2.
Bildiği halde bilmez
görünen, tanıdığı halde tanımaz davranan ve böylece hakikati gizleyen
kimselerin, her devirde bulunabileceği gerçeğine dikkat çekilmekte;
inançlarının üstünlüğünü savunma psikolojsi ile böyle yaptıklarına işaret
edilmekte; doğru bilgi ve inancın kabulünü engelleyen inancın, sahte bir inanç
olduğu öğretisi verilmektedir.
Bilinen şey söylenmeli, verilen söz yerine getirilmeli, tanınan şey
itiraf edilmelidir. Bildiği halde gizlemek, verdiği sözü yerine getirmemek,
inkar psikolojisinin insan ruhunda ve davranışlarında meydana getirdiği ağır
bir depremdir. Bu tavır sahipleri dinî hayatı, halkın saf ve temiz inançlarını,
hakikati ve toplumun erdemini heba etmektedir. Topluma erdemsizliği aşıladıklarından,
fasık olarak nitelendirilmektedirler. Kötü ve karanlık niyetlerini insanların
dinî hayat ve inançlarına karıştırdıkları için zalimdirler. Bildikleri doğruya
ve Allah'a verdikleri söze aykırı davranan bu güruh, insanlığın asaletini
bozduğundan, Kur'an'da kötü örnek olarak gösterilmektedirler.
Bunlar, insanları yanlışa yönlendirme çabası vermekle ve bu davranışlarıyla
şeytana yardımcı olmaktadırlar. Bu da aldıkları yanlış terbiyenin kötü
neticelerinden biridir.
[39]
102. Ve Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup
söylediklerine uydular. Halbuki Süleyman büyü yapıp kafir olmadı. Fakat şeytanlar
kafir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'deki Hârut ve Mârut isimli iki
meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, "Biz sadece imtihan
için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kafir olmayasınız" demeden hiç
kimseye sihir öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile kocanın arasını
açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan kimseye
zarar veremezler. Onlar, kendilerine faydalı olanı değil de zararlı olanı
öğrenirler. Büyüyü satın alanların ahiretten nasipleri olmayacağını çok iyi
bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu
bilselerdi.
Bu ayet, muhteva ve mesajı bakımından, bir önceki ayetin devamı mahk
yetindedir. Fahruddin Razi'nin Süddi'den naklettiği görüş de bunu teyit etmektedir:
Kendilerine kitap verilenler, kitabı niçin arkalarına attılar ve
arkalarına attıkları kitap hangisidir? Hz. Peygamber Kur'an'ı tebliğ ettiğinde
yahudiler, Tevrat'la Hz. Peygamber'e karşı koymaya çalıştılar. Tevrat'la Kur'an
arasındaki ortak noktalan gördüklerinde, Tevrat'ı atıp, Asaf ibn Berhiya'nın
kitabıyla Hârut ve Mârut'un büyüsüne sarıldılar. Bunun üzerine Yüce Allah Bakara/101
ayetini indirdi:
Onlar ne zaman Allah katından, ellerindeki Tevrat'ı tasdik eden bir
peygamber gelse, kendilerine kitap verilenlerden bir grup, sanki gerçeği
bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın kitabını arkalarına atmışlardır.
Yahudiler, Tevrat'ı arkalarına atıp şeytanların Hz. Süleyman'ın
iktidarı hakkında söylediklerine tabi oldular. Çünkü onlar, Kur'an'la uyuşmayan
şeyleri arıyorlardı. Kendi kitaplarından kaçıp, şeytanın kitabının ağma
düştüler.
Süddi'nin yukarıdaki açıklaması dikkate alınırsa, Bakara/101 ile
102'nin birbirinin devamı olduğu anlaşılır.
Şimdi, ayeti kendi içerisinde kısımlara ayırarak analizini yapmaya çalışalım:
(Kendilerine kitap verilenler, Süleyman'ın hükümranlığı hakkında
şeytanların okuduklarına tabi oldular).
Ayetin bu kısmından şu önemli neticeyi çıkarabiliriz:
Şeytanlar insanlara, bazı insanlar hakkında asılsız şeyler
öğretmektedirler. Bu meyanda, Hz. Süleyman'ın peygamber olmayıp bir kral
olduğunu ve iktidarının da sihre dayandığını söylüyorlardı. Dikkat edilirse,
Yüce Allah "şeytanların okuduğu" buyurmaktadır ki bu, şeytanların
hiçbir zorlamasının olmadığı, insanların onların okuduklarına kendi arzulan ile
tabi olduklarını ifade eder. Tabi olma fiilinin öznesi insanlar; okuma fiilinin
öznesi de şeytanlardır.
Ayetteki şeytanlar ifadesiyle, cin şeytanları mı, yoksa ins şeytanları
mı kasdedilmiştir? Çünkü En'am/112'ye göre hem cinlerden, hem de insanlardan
şeytanlar vardır. Her gruptan olan şeytanların da peygamberlere düşman
olduklarını ve onların birbirlerine yaldızlı sözler fısıldadıklarını
En'-âm/112'de haber veren Allah, onların bütün söylediklerinin uydurma olduğuna
işaret etmektedir. Bize göre, ayetteki şeytanlar, cin şeytanlarının vesvese
verdiği insten olan şeytanlardır. Böylece insten olan şeytanların okuduklarına
yine insanlar uymaktadır. İns şeytanlarının okuduğu kitap, -yukarda zikrettiğimiz
rivayette geçtiği üzere- Asaf ibn Berhiya'nın kitabı olsa gerek.
Şeytanların söyledikleri sahte şeylere hangi devir yahudilerinin veya
insanlarının uyduğu konusunda müfessirler çeşitli görüşlere sahiptirler; şöyle
ki:
a)
Hz. Peygamber zamanındaki yahudiler;
b)
Daha önce yaşamış olan yahudiler;
c)
Hz. Süleyman zamanındaki sihirbazlar;
d)
Önceki ve sonraki yahudiler ve
sihirbazlardır.
Fahruddin Razi, bu görüşlerden dördüncüsünü benimsediğini söylemektedir.
Bu dört görüş çerçevesinde kalırsak, Bakara/10l'e dönerek kitabı arkalarına kimlerin, ne zaman araklan meselesini tekrar ele almamız gerekir. "Allah katından bir elçi geldiğinde" ifadesinden, Hz. Muhammed'ten önceki peygamberlerin kasdedilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre Hz. Musa ile Hz. Muhammed arasında İsrailoğullan'na gönderilen her peygamber, bu ife-denin kapsamına girmektedir. Kendi kitapları olan Tevrat'ı tasdik eden bir kitap gördüklerinde, kendi kitaplarını arkaya atma, onlarda bir alışkanlık halini almıştı.
Bu durumlarda kendi kitaplarını bırakıyor, şeytanların okuduğu ve
Süd-di'nin sözünü ettiği kitaba uyarak, çifte standartlı bir davranış
sergiliyorlardı. Demek ki, insanoğlunu etkileyip arkasından sürükleyen ilahî
kaynaklı gücün yanında şeytanî güçler de vardır, insanlar bu iki güç arasında
kimi zaman bocalamış ve hatalı tercihlerde bulunmuşlardır. Kendi kutsal
kitaplarının doğru ve sade bilgileri ile yetinip Allah'ın iradesinin tecelli
edeceği şeyleri araştıracaklarına, büyüye kapılıyorlardı.
Şeytanların Hz. Süleyman'ın iktidarı hakkında söyledikleri doğru olsaydı,
yani, Hz. Süleyman iktidarını sihirden alsaydı, ne olurdu? Bu sorunun cevabını
ayetin ikinci kısmında bulmaktayız:
(Süleyman kafir olmadı; şeytanlar kafir oldu).
Demek ki, Hz. Süleyman iktidarını sihre dayandırsaydı, yani sihir yaparak
siyasî erkini sürdürseydi, kafir olurdu. Öyleyse sihir yapmak ve sihre dayanarak
iş görmek küfürdür.
Siyasî iktidar, gerçek bilim üzerine dayanmalı; şeytanî güçlerin sahte
ve temelsiz hezeyanları üzerine bina edilmemelidir. Ayetin bu kısmı, bize çok
önemli bir bilinç vermektedir: Sosyal hayatta, siyaset bilimi ile alakası olmayan
ve şeytanî vesveselerin etkisi alanda yürütülen siyasî uygulamalarla da
karşılaşılabilir. Sihir gibi sahte oluşumlara dayanarak yapılacak olan siyaset,
halka kötülük, düşmanlık, tefrika ve uğursuzluk getirir. Bundan, insanlığa zarar
veren siyasî uygulamaların arkasında şeytanî öğretilerin olduğu gerçeğini
çıkarabiliriz. Çünkü, insanlığı kana bulayan, hayati cehenneme çeviren ve
insanın onurunu inciten siyasî uygulamalar, hep şeytanî vesveselerin etkisiyle
gerçekleşmektedir.
Hz. Süleyman'ın sihir yapmadığını ve dolayısıyla küfre girmediğini
bildiren bu ayet, sihirle uğraşanların, şeytan olmaları hasebiyle küfre
girdiklerine işaret etmektedir. Şeytanlar sadece sihir yapmakla kalmadılar,
aynı zamanda sihri insanlara da öğrettiler:
(İnsanlara sihri öğretiyorlardı).
Ayetten, sihir ilminin bulunduğu ve öğretildiği sonucunu çıkarabiliriz.
Şeytanların sihri insanlara nasıl öğrettiği sorusuna birkaç şekilde cevap verilebilir:
a)
Eğer ayette bahsi geçen şeytanlar, insan
kökenli şeytanlar ise, yazdıkları sihir kitaplarıyla sihrin kurallarını ve
tatbik metodlannı insanlara öğretiyorlardı.
b)
Bazı insanlar, ateşten
yaratılmış, yani enerji olan cinlerle irtibat kurabilmektedir. İnsan beyninin
yaydığı enerji, şeytan denen cinlerin enerjisi ile aynı kanalda buluşabilmekte
ve böylece onlar şeytanların yani cinlerin mesajını alabilmektedirler.
Şeytanlar, irtibat kurdukları bu beyinlere, kendi sihir ve sahte öğretilerini
öğretebilmektedirler. Bu insanların beyni cinler alemine yönelik olduğu için,
oradan gelen bilgileri alabilmektedir. Peygamberlerin beyni melekut alemine
yönelik olduğu için, mesajlarını da oradan almaktadırlar. Bu durum, radyo ve
televizyonların kanal ve antenlerinin yönelik olduğu uydudan ses ve görüntü
vermesine benzemektedir, insanın beyni ve gönlü hangi aleme, yani hangi uyduya
yönelik ise oranın görüntü ve mesajını alacaktır. Bu uydu, şeytanî ise sihir,
melekî ise vahy veya ilham alacaktır.
insanların beynine ve gönlüne zarar veren, insan ilişkilerini bozan,
insanlar arasında tefrika çıkaran zararlı ve sahte bilgileri öğretenler sihre
denk günah işlemiş olurlar. Sahte ve zararlı fikirler üretip insanlara
öğretenler, insin şeytanlarıdır, insan beynini çelen, gönlünü karanlıklara götüren
öğretiler, insanlara şeytanların öğrettikleri şeylerdir. Eğitimle verilmesi
gereken temel mücadele, insanlığı bu şeytanî öğretilerden kurtarmaya yönelik
olmalıdır. Bu mücadeleyi veremeyen eğitim sistemleri, halkı sihirden, yani
sahte fikirlerden ve kötülüklerden kurtaramayacak ve toplumun problemler
içinde yüzmesine engel olamayacaklardır.
(Babil'deki Hârut ve Mârut denen iki meleğe indirileni de
öğretiyorlardı).
Demek ki, şeytanlar bir taraftan insanlara sihri öğretirlerken; diğer
taraftan da Hârut ve Mârut ismindeki meleklere indirileni öğretiyorlardı.
Acaba, Hârut ve Mârut kimdi ve onlara ne indirilmişti?
Kur'an'ı İngilizce'ye tercüme eden Yusuf Ali Hakkani, Beydavi ve
Fah-ruddin Razi'nin tefsirlerini dikkate alarak şu cevabı vermektedir:
Hârut ve Mârut için kullanılan melek kelimesi mecazi olup iyi insanlar,
ya da bilgi, bilim, veya hikmet ve güç sahibi anlamına gelmektedir. Modem dillerde
melek kelimesi, güzel bir kadın için kullanılır. Eski geleneklerde ise melek,
erkek olarak düşünülürdü. Erkeklere, iyilik, bilgi, hikmet ve güç anlamında
sıfatlar verilirdi. Hârut ve Mârut, bilimin ve özellikle astronominin çok eski
bir vatanı olan Babil'de yaşıyorlardı. Yaşadıkları zaman, aşağı yukarı eski
doğu krallarının, güçlü ve aydın oldukları döneme rastlamaktadır, daha önce de
yaşamış olabilirler. Çünkü, Mârut ya da Marduk, daha sonraları Babil'de sihir
tanrısı olarak kabul edilip tapınılmış bir kahramandır. Oysa, Hârut ve Mârut,
iyi insanlar olup hiçbir kötülük işlememiş ve hiçbir zaman sahtekarlığa bulaşmamışlardır.
Onların bilgi ve uygulamaları, kötü insanlar tarafından kötü amaçlar için
kullanılmıştır. Kötü insanlar sihri sahtekarlık için kullandıkları gibi, bilimi
de kötü amaçlar için kullandılar.[40]
(Eğer biz Peygamberi bir melek yapsaydık, onu bir adam suretinde
getirirdik). [En'am/9]
Bu ayette Yüce Allah, melek denen nurun, yani enerjinin maddeye dönüşüp
insan suretine girebildiğine işaret etmektedir. Bu ayetten hareket ederek,
Hârut ile Mârut'un, melekten insana dönüşmüş varlıklar olduğunu söyleyebiliriz.
Hârut ile Mârut, halka öğretim yaparken şöyle uyanda bulunuyorlardı:
(Halbuki o iki melek, "Biz sadece imtihan için gönderildik, sakın
yanlış inanıp da kafir olmayasınız" demedikçe hiç kimseye...)
Sezgileri güçlü insanlar oldukları için, bildikleri ile böbürlenen kötü
insanların küfre gireceğini gördüler ve onları uyardılar.
Gerçekten bilgi, bir imtihan ya da kötülük vesilesi olabilir. Eğer
uyanhr-sak, tehlikesinin farkına varırız. Allah bizi, özgür iradeyle donatüysa,
yararlı olanla zararlı olan arasında seçim yapmakta özgür olmamız gerekir.[41]
Hârut ve Mârut denen bilgin kişiler, halka öğretim yaparken,
kendilerinin bir imtihan vesilesi olduğunu açıklıyorlar ve insanları sihir
yaparak küfre girmemeleri konusunda uyanyorlardı.
Ayetin bize verdiği ana mesaj burada yatmaktadır. Bilgi öğrenimi bir
haktır; bilgi öğretimi de önemli bir amel ve erdemdir. Fakat öğrenilen
bilginin insanların zararına kullanılması da, o nisbette günah ve
ahlâksızlıktır. Mesela: Günümüzde atom fiziği öğrenmek, o bilgiyi atom
reaktörleri yaparak insanlığın hizmetine sunmak veya insanların hayatını
kolaylaştıracak teknolojik alanlarda kullanmak çok yararlı bir iştir. Ama
atomu, insanlığın mahvı için kullanmak da mümkündür. O zaman bu bilgi,
insanlara zararlı bir hale gelmiş olur. İşte Hârut ile Mârut da kendilerindeki
bilgiyi, zararlı bir iş için kullanılmamasını öğütledikten sonra insanlara
öğretiyorlardı. Hârut ve Mârut'un bu davranışı, bilginin insanlığın zararına
kullanılmamasının ahlâkî örneğidir. Öğretim ile ahlâk beraber yürümelidir.
"Bilgi ahlâkı" diyeceğimiz bu ahlâk, bilginin teknolojiye uyarlanması
meselesinde mutlaka dikkate ahnmalıdır. insan sevgisine, insana saygıya ve
hayat hakkına dayanan bu bilgi ahlâkı, bütün öğretim faaliyetlerinin
programında yer almalıdır. Bu ahlâk, bütün insanlık için bir imtihandır.
Bilgiyi teknolojiye dönüştürürken, teknolojiyi insanın zararına kullanmak,
bilgiye yapılacak en büyük zulümdür. Zulüm ise, medeniyeti boğacak en azılı
yılandır.
Hârut ile Mârut, bilimsel bilginin öğreticilerini temsil etmektedirler.
Bu öğreticiler, aynı zamanda, bilginin insanlığın zararına kullanılmaması için
uyanda bulunan "bilgi ahlâkçılarıdır". Zamanımızda bilimsel bilgi ve
bilgiyi teknolojiye uyarlama konusunda zirvede bulunanlar, bu "bilgi ahlâkına"
kulak vermeli ve bilgi gibi bir değerin kan akıtma gibi bir zulümle
kirletilmesini önlemelidirler. Bilgi, bir nur ve faydalı bir güçtür. Onu kanla
bir araya getirmek veya kan akıtmak için kullanmak, şeytan işidir, küfürdür.
Bize göre, şirkten sonra Allah'a en büyük isyan, bilgiyi insanın zararına
kullanmaktır. Niyetimize, amaç ve isteğimize bağlı olarak, bilgi en büyük
Firavun olabilir. Bilgiyi Firavunlaştıranlar ve bu yolla dünyayı cehenneme
çevirenler, asla cennet yüzü göremeyecek ve ahirette, insanlık suçlusu olarak
haşrolacaklar-dır. Bilgi gibi bir nuru, ateşe dönüştürüp insanların hayatına
kıyanların günahı ahirette boyunlarına asıldığında, şeytanlar bile hayrete
düşeceklerdir. Çünkü bunlar, bilgiyi sihir haline getirmiş, amacının dışında
kullanmış ve onun erdemini katletmişlerdir. Çünkü bunlar, bilgiyi üreten
beyinleri pişman etmişler ve onları mezarlarında rahatsız etmişlerdir. Onlar o
bilgileri insanlığın hayrı için üretmiş ve geliştirmişlerdir.
İnsanların beynini karıştıran, gönüllerine fesat ve ihtiras telkin
eden, davranışlarının dengesini ve erdemini bozan şeyler sihirden başka bir
şey değildir.
(Onlar, o iki melekten karı ile kocanın arasını açacak şeyler
öğreniyorlardı).
Yüce Allah, bu ayette, sahte ve yanlış bilginin, yani sihrin aile
ilişkilerinde nasıl büyük bir tahribata neden olduğunu insanlığa haber
vermektedir. Sihir nedir ve ne anlama gelmektedir?
Sihir kelimesi, fiil halinde, büyü yapmak, nazar değdirmek, cezbetmek,
meftun etmek, kendinden geçirmek, çıldırtmak, aşın sevdaya düşürmek, yaltaklanmak,
tath sözlerle kandınp elinden almak, ifsad etmek, gıda vermek, uzaklaşmak,
altınla yaldızlamak, cadılık etmek, bir işten menedip alıkoymak, seher vaktine
girmek, sahur yemeği, kuşun seher vaktinde şakıması, boğazlanmış koyundan çıkarılan
akciğer, ince latif şey, nefes borusunun akciğere birleştiği ucu, yağmurun
fazlalığından harap olmuş yer manalarına gelmektedir.
Sihrin, Kur'an semantiği içerisinde ifade ettiği ana anlamlar ise
şunlardır:
[42]
1. Aldatmak
Sihirbazların, el mahareti ile gözleyenlerin dikkatini başka yere
çekerek yaptıkları numaralardır. Yaldızlı sözlerle insanların gözlerini
boyayıp, algı mekanizmalarını bozarak onları aldatmalarıdır.
("Siz atın" dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyüleyip
aldattılar. Onları korkuttular ve büyük bir sihir gösterdiler). [A'raf/116]
("Hayır siz atın" dedi. Bir de baktı ki, büyüleri sayesinde
ipleri ve sopaları, kendisine koşuyor gibi görünüyor). [Ta-ha/66]
İp ve sopayı hareket ediyormuş gibi göstermeye sihir denmektedir.
Halk dilinde buna "göz boyama" denir. Bu ayette, el çabukluğu
ile yapılan ve insanların gözlerini aldatan faaliyete sihir denmektedir. Ama
bu insana korku veren bir aldatmadır, insanı aldatan ve ona korku veren bu sihre
Yüce Allah büyük sihir adını vermektedir.
Bundan ötürü İsfehani "nemmamlığı" da sihirden saymaktadır.
Sihri, el yardımıyla aldatma ve söz yardımıyla aldatma şeklinde tarif etmiştir.
2. Şeytanın yardımını
celbetmek
(Fakat şeytanlar küfre gitti, çünkü onlar insanlara sihri
öğretiyorlardı). [Bakara/102]
Şeytanların kimlere ineceği ve sihir öğreteceği şu ayette haber
verilmektedir:
Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha,
iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. [Şuara/221-222]
Şeytanların üzerine inip, sihri öğrettikleri insanlar, günah ve
iftiraya tutkulu olan insanlardır. İşlev olarak şeytanlaşan insanlar, sihri
öğrenmek suretiyle onlardan yardım alırlar. Bu sihir öğretme ve öğrenme süreci
ise, kötü insatılan şeytana; şeytanı da onlara yaklaştırmaktadır.
3. Zan
Sihir, olmayan bir şeyi olmuş gibi zannettirmektir. Bazı insanlar,
şekil ve tabiatları değiştirecek güce sahip olduklarını zannederler, insanı
eşeğe çevirmek gibi. Bu bir zandır, bilim adamları katında hakikatle alakası
yoktur.[43]
4. Güzellik ve etki
Bazen sihir kavramı, güzelliği ifade etmek için kullandır. Çok güzel ve
etkili konuşmalar için "sihirli konuşma" denir, insanın vücuduna
gizlice sızması ve ona canlılık vermesi nedeniyle, bazen gıdaya da sihir
denmektedir.
Gıdaya sihir denmesi, etkisi ve gizlice vücuda yayılması nedeniyledir.[44]
Sen ancak yiyip içen mahlukattansın. [Şuara/153]
5. Sabah vakti
Biz de üzerlerine taş yağdırdık; Lut ailesi müstesna. Onları seher
vaktinde kurtardık. [Kamer/34]
Sabreden, dürüst olan, huzurda boyun eğen, hayra harcayan ve seher
vaktinde Allah'tan af dileyenler içindir. [Âl-i Imran/17]
Sihir kelimesiyle aynı kökü paylaşan bir kelime olarak birinci ayette
seher, ikinci ayette de çoğul olarak eshar kavramları yer almaktadır. Günün geceyi
gidermesinden ötürü bu ismi aldığı anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın suçlu
toplumlara, tabiat olaylarını kullanarak verdiği cezalar, genelde seher vaktine
yakın olmuştur. Diğer taraftan, ikinci ayette de seher vaktinde Allah'a yapılan
duaların daha fazla kabule şayan olduğuna işaret edilmektedir.
"Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi" [Zariyat/18] ayeti
de, seher vakti Allah'tan af dilemenin ne kadar önemli olduğuna dikkat
çekmektedir.
6. Kurtuluşu olmayan bir şeydir
Musa, "Size hak geldiğinde, onun için hep böyle mi dersiniz? Bu
bir sihir midir? Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar" dedi. [Yunus/77]
Hz. Musa bu ifadesiyle, sihrin insanların kurtuluşunu önlediğine, felah
getirmeyen bir uygulama olduğuna işaret etmektedir. Demek ki, kurtuluş getirmeyen
uygulamaya sihir denmektedir. Sihir, sihir yapanlar için değişmesi mümkün
olmayan bir huy haline gelmekte ve onları affı mümkün olmayan bir yola ve küfre
sokmaktadır.
(Onlar, o iki bilgin kişiden kan ile kocasının arasını açacak şeyleri
öğreniyorlardı).
Yüce Allah ayetin bu kısmında sihrin etkilerini anlatırken, sihrin ilk
darbeyi hangi ilişkilere vurduğuna dikkat çekmektedir. Karı ile kocanın
arasına tefrika sokmak, yani aralarını açmak olgusu bir örnek ve bir başlangıç
noktasıdır. Ayetin bu kısmının tefsirini Elmalık Hamdi Yazır'dan nakletmek
istiyoruz:
Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifade içindir. Yani bu
kimseler, bu yolla kan ile kocanın arasını bile ayırabilecek fesatlar
çeviriyorlar; bu tesiri meydana getiren sihirlerle, cemiyet içinde ne büyük
fitneler çıkarılabileceğini, artık siz kıyas ediniz. Kan ile kocanın arasını
ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma neler
yapmazlar; komşular ve hemşehriler arasında fitneler çıkanp, halkı birbirine
düşülmezler mi? İhtilaller çıkarmazlar mı? Ayet bize gösteriyor ki sihrin en
büyük tesiri, ruhlar üzerindedir; fikirleri bozar, kalpleri çeler, ahlâkı
perişan eder, toplumların altını üstüne getirir. Şu halde sihrin aslı yoktur
diye aldanılmamalıdır.[45]
Elmahh Hamdi Yazır, "Kan ile kocanın arasını açması, sihrin en
yüksek tesirini gösterir" diyor; biz ise bu tesiri, sihrin en küçük tesiri
olarak görmekteyiz. Sihrin en yüksek tesiri, milletler arası ilişkilerin
bozulması ile ortaya çıkmaktadır. Fertle ferdin, fertle toplumun, toplumla
toplumun arasını açmak da şeytanların işidir. Fertten gruba, gruptan topluma,
toplumdan toplumlararası ilişkilere kadar bütün çatışmaların, ayrılık ve
kavgaların arka planında, şeytanların sihri dediğimiz etkileyici faaliyetler
vardır.
Kötü insanlar, bilginlerden öğrendikleri doğru bilgileri, kötü yollarda
kullanmaya başladılar. Öğrendiklerini, sahtekarlık ve aldatmacayla kanştınnca
ortaya aşk büyüleri çıktı. Onlar da, kan ile koca arasında uyumsuzluğa yol
açmaktan başka bir işe yaramadı.
Demek ki sihir insanların gönlünü etki altına alabilmekte, orada bir
takım nefret duygularını kabartarak, sevgi bağlarını koparabilmektedir.
İnsanlar arasındaki birlik ve beraberliği yaralayan, sevgi bağlarını koparan,
kaynaşmayı ortadan kaldıran, çatışmaya, kavga ve düşmanlığa sebebiyet veren ne
varsa, hepsi sihrin bir parçasıdır. Sıraladığımız bu sosyal olumsuzlukları artıran
her fikir, her hareket ve her teşebbüs sihirden kaynaklanmaktadır. Bu
olumsuzluklara katılan, destek veren ve sebep olan herkes bir sihirbazdır.
Öğrenilen doğru bilgiyi, insanların arasını açmak, dünyaya bölücülük,
tefrika, fesat ve düşmanlık duygulan yaymak için kullananlar, büyük günah ve
insanlık suçu işlemektedir; bundan dolayı da küfre girmektedirler.
İşte bazı insanlar, Hz. Süleyman'ın, iktidarını bu sosyal
olumsuzlukları meydana getiren sihir üzerine kurduğunu söyleyen şeytanlara tabi
oldular. Allah'ın, Hz. Süleyman'ın iktidarı ile ilgili şeytanların
söylediklerini zikretmesi, kanaatimce insanlar arasında sihrin meydana
getirdiği veya getireceği ayrılıklar, kavga ve düşmanlıklar üzerinde siyaset
yapılmaması gerektiğini öğütlemek amacına yöneliktir. Bir milletin veya dünya
siyasetinin, şeytanların vesvesesi üzerine kurulamayacağına işaret etmek için
bu açıklama yapılmıştır. Siyaset sevgi, kardeşlik ve insanlığın yararına olan
şeyler üzerine kurulursa insanî olur; aksi takdirde şeytanî olur. Şeytanın
siyaseti de sihirden başka bir şey değildir. Siyaseti, şeytanî etkilerden, yani
onların sihrinden temizlemenin önemine işaret etmek için Kur'an'da bu olaya
yer verilmiştir. Allah, siyasetini sihir üzerine kurup yürüten krallardan
Firavun'u, örnek olarak vermektedir.
Firavun, çevresindeki ileri gelenlere, "Bu" dedi,
"doğrusu çok bilgili bir sihirbaz... Sizi sihirleriyle yurdunuzdan
çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursunuz?" Dediler ki: "Onu ve
kardeşini eğle ve şehirlere toplayıcı görevliler gönder. Ne kadar bilgisi
derin sihirbaz varsa sana getirsinler". Böylece sihirbazlar belli bir
günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. [Şuara/34-38]
Firavun, Hz. Musa'nın gösterdiği mucizelere ve hakikat bilgisine karşı
koyabilmek için sihirbazlardan, yani şeytanî öğretilerden medet umdu. Zaten
Firavun'un uyguladığı siyaset de, sihrin etkinliği altındaydı. Firavun, azgınlık
yapıyor, halkı çeşitli gruplara ayırıyor, gruplardan bazısını tutuyor, bazısını
eziyordu; İsrailoğullan'nın erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını sağ
bırakıyordu [Kasas/4]. Bu şeytanî uygulamaları devam ettirebilmek için de, Hz.
Musa'ya karşı sihirbazlardan yardım istedi. Bu uygulamalar, Firavun'un
sihirbazlar, yani şeytanî hileleri öğretenlerle işbirliği içinde bir siyaset
güttüğüne delil teşkil etmektedir.
Allah, ayetin devamında, bu tip insanların zararları konusunda şöyle buyurmaktadır:
(Oysa, büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler).
Ayetin bu kısmında, 'zarar' ve 'izin' kavramları, mesajın çekirdeğini
oluşturmaktadır. Kötü insanlar, sihirleriyle insanlara zarar vermektedirler;
ancak bu, Allah'ın izin verdiği sınırlar dahilindedir. Allah insanlar aleminde,
bir kötülük, bir de iyilik alanı belirlemiştir. İyilik alanı genişleyince
kötülük alanı daralmakta; kötülük alanı genişleyince de iyilik alanı
daralmaktadır. Bu alanları ferdî, yani psikolojik manada ele alırsak, aklın
alanı iyiliğin, nefsin alanı da kötülüğün alanı olmaktadır. Dinî anlamda ise
kötülük küfrün, iyilik de doğru inancın alanı olmaktadır. Bilim açısından
değerlendirilirse, bilgi iyiliğin, cehalet de kötülüğün alanı olmaktadır.
Demek ki akü, doğru iman ve bilgi, iyilik alanının; nefis, küfür ve
cehalet de kötülük alanının belirleyici esasları olmaktadır. İyilik alanının
arka planında Allah'ın iradesi; kötülük alanının arkasında ise şeytan vardır.
Eğer insanlar kendi yapıp etmeleriyle iyilik alanını daraltırlarsa, kötülük
alanının genişlemesine sebep olurlar. İşte o zaman Allah, kötülük alanının
etkinliğine izin verir.
Eğer insanlar, bilgin insanlardan öğrendikleri bilgileri, insanların
zararına kullanma gibi şeytanî uygulamalara başvurmasalardı veya onların bu
fiillerine iyi insanlar tarafından engel olunup bilim ahlâkının işlerliği
temin edilmiş olsaydı, Allah insana zarar veren şeye izin vermezdi. İyilerin
kötüleri engellememesi, iyilerin de şeytanî sihrin etkisi alanda kalması
sonucunu doğuracaktır.
Eğitim ve bilim ahlâkı ile sihrî öğretilere mani olmayan toplumlarda
ilk çözülüş aile hayatında başlayacaktır. Halkını doğru ve bilimsel bilgi ile
eğitemeyen toplumlar, şeytanî öğretilerin etkisi altında kalmaya mahkumdurlar.
İşte böyle bir ortamda, sünnetullah işlemeye başlayacaktır.
Şimdi 'izn'in ne anlama geldiğini açıklayabiliriz: Dinlemek, bırakmak,
izin vermek, öğrenmek, bilgilendirmek, haber vermek, ibadete çağırmak, horozun
ötmesi, ilan etmek, bilinir hale getirmek, önceden ima etmek, önceden göstermek,
salahiyet makamında olmak, yalandaki çöküşün işaretlerini göstermek, izin
istemek.
Bi-iznillah ifadesi, Allah beğenirse, Allah dilerse, Allah emrederse
anlamına gelmektedir. Uzun kalıbında alınınca, isim olur ve kulak, tutacak
kulp manalarına gelir. Şimdi, Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını örneklerle
ele alabiliriz:
[46]
1. Dinlemek, kulak vermek
İzin kelimesi fiil halinde kullandır, öznesi de insan veya herhangi bir
varlık olursa dinlemek veya kulak vermek manasına gelir. Şu ayetlerde bu anlamı
ifade etmektedir.
Gök Rabbine kulak verip boyun eğecek hale getirildiği zaman.
[İnşikak/2] Yer, Rabbini dinleyip O*na hakkıyla itaate mecbur kılındığı vakit.
[İnşikak/5]
Bu ayetlerden anlıyoruz ki, gök ve yer, Allah'ın emrine kulak verecek,
emri dinleyecek nitelikte bir canlılığa sahiptir. Verilen emri yerine getirmeden
önce, o emre kulak verip ne olduğunu anlamak gerekir, ki bu, emre itaati
kolaylaştırır.
2. Bilmek
Faiz yasağını dinlemeyen ve ona uymayanlara Yüce Allah şöyle seslenmektedir:
(Şayet yapmazsanız, Allah ve Rasulü tarafından savaş açılacağını
bilin). [Bakara/279]
Buradaki bilmek, haberi almak manasına gelmektedir. Zemahşeri izn kavramının
"ilim" manasına geldiğini söylemektedir.
Bilmekten, bildiri ve bildirmek manalarını da anlamak mümkündür:
Hatırlayın ki Rabbiniz size, "Eğer şükrederseniz, elbette size
artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok
şiddetlidir" diye bildirmişti. [ İbrahim/7]
En büyük hac gününde Allah ve Rasulünden insanlara bir bildiridir.
[Tevbe/3]
Demek ki izin kelimesi fiil, öznesi de Allah olursa 'bildirmek'; Allah
ve Rasulünün yaptığı bir işin ismi olursa 'bildiri' anlamlarına gelmektedir.
3. ilan etmek
İzn kelimesi bazen öznesine, bazen de alanına göre mana kazanmaktadır:
İnsanlara haccı ilan et. [Hac/27]
Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara en kötü eziyeti yapacak
kimseler göndereceğini ilan etti. [A'raf/167]
Yüce Allah, Hz. ibrahim'e haca ilan etme emrini verirken izin
kelimesini 'emir' halinde kullanmıştır. Bir konuyu insanlara bildirirken de
"ilan etmek" anlamında izin kelimesini fiil halinde kullanmaktadır.
4. Teminatını sunmak
Kıyamet gününün bilgisi Allah'a havale edilir. O'nun bilgisi dışında
hiçbir meyve kabuğunu yarıp çıkamaz; hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğuramaz. Allah
onlara, "Ortaklarım nerede?' diye seslendiği gün, "Buna dair bizim
hiçbir şahidimiz olmadığı teminatını sana sunarız" derler. [Fussilet/47]
Allah'ın sorduğu bir suale karşı kulların sunacağı teminat ifade
edilirken, bu kelime kullanılmaktadır. "Sana sunuyoruz" demek,
"sana arzediyoruz" demektir.
5. Emretmek
Fiil olarak 'emretmek', isim olarak 'emir' anlamına gelmektedir.
Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan kimi
kendisine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne
geçmek için yansır. İşte büyük erdem budur. [Fatır/32]
Hayırlı işlerde öne geçmek için yarışmak Allah'ın emriyle olmaktadır.
Ayette geçen izin kelimesi, emir ve müsaade anlamlarına gelmektedir. Allah'ın
dahlinin bulunmadığı, yani emrinin olmadığı bir işi gerçekleştirmek insan için
muhaldir.
Rabbihin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. [Sebe/12]
Ayette geçen izin kelimesi, 'emir' anlamına gelmektedir. Cinler,
Allah'ın emriyle Hz. Süleyman'ın önünde çalışmaktaydılar.
O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh, her iş için iner
dururlar. [Kadir/4]
İnsanın hayırlı bir işte yarışıp öne geçmesi, cinlerin insanlar
tarafından istihdam edilebilmesi ve nihayet meleklerin yeryüzüne inmesi
Allah'ın emriyle, yani izniyle gerçekleşmektedir.
6. Kolaylaştırmak, muvaffak
kılmak, yardım etmek
Müşrikler cehenneme çağırır. Allah ise yardımı ile cennete ve affa
çağırır. [Bakara/221]
Allah'ın yardımıyla, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak...
[Ahzab/46]
Her iki ayette de yer alan bi-iznihi (Allah'ın izniyle) ifadesi,
Allah'ın yardımıyla demektir. Allah yardımıyla işi kolaylaştırır ve insanı
başardı kılar. Yardım'ın içinde, kolaylaştırmak ve başarılı kılmak da vardır.
Üçü birlikte izin kavramının manasını oluşturmaktadırlar.
Ahzab/46'da, Hz. Peygamber'in ancak Allah'ın yardımı ile davette bulunacağına
dikkat çekilmektedir. Allah'ın izni, yani yardımı olmadan, bir insanın diğer
bir insanı Allah'a davet etmesinin imkansızlığını gösteren bu ayet, Allah
anılmadan bu işin başarılabileceğini söylemenin şirk olacağına işaret etmektedir.
Din eğitimi faaliyetinin ana unsuru olan Allah'a davet eylemi, Allah'ın
yardımı, kolaylaştırması ve başarılı kılması neticesinde hedefine ulaşabilir.
Bakara/221'de, Allah'ın yardımının işlevi açıklanmaktadır. Allah bile,
cennet ve affına, yardımıyla davet etmektedir. Allah bile davetini yardımıyla
yaparken, insanın, O'nun yardımı olmadan Allah'a davet etmesi nasıl mümkün
olabilir?
7. izin vermek
Müsaade etmek anlamı, 'izin' kelimesinin birincil manasıdır. Bu anlamı
ifade eden pek çok ayet vardır. Yüce Allah amellerin ancak kendi izni ile olacağına;
izni olmadan amellerin gerçekleşemeyeceğine dikkat çekmektedir. Peygamber'e
itaat [Nisa/64]; nebatın bitmesi ve büyümesi [A'raf/58]; savaşta galip gelmek
[Enfal/66]; inanmak [Yunus/100]; Peygamber'in ayet getirmesi [Ra'd/38];
Peygamber'in Kur'an ile insanları karardıklardan aydınlığa çdcarması ve doğru
yola üetmesi [İbrahim/l]; cennete girmek [İbrahim/23]; şeytanların insanlara
zarar vermesi [Mücadele/10]; şefaat [Bakara/255]; peygamberlerin mucize
göstermesi [Âl-i Imran/49]; ölüm [Âl-i Imran/145] gibi oluşumların arkasında
Allah'ın izni vardır.
Allah'ın izni olmadan gerçekleşmeyecek hususların başında 'din' meseleleri
gelmektedir:
Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortaklan mı
var? Eğer erteleme sözü olmasaydı aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz
zalimlere can yakıcı bir azap vardır. [Şura/21]
Bu ayette, din alanına kimsenin giremeyeceği, din adına hüküm veremeyeceği
veya birinin din koyup ona çağırma veya tabi olma gibi bir düşünce ve eylem
içinde olamayacağı vurgulanmaktadır. Allah kendi izni dahilinde peygamberlerine
kitap gönderir ve ancak O'nun izin verdiği alan, din alanı haline gelebilir.
Kendisinin veya bir başkasının din kurabileceğini iddia eden kimse şirke düşmüş
olur.
Dinlemek, bilmek, ilan etmek, teminatını sunmak, emretmek, kolaylaştırmak,
yardım etmek ve müsaade etmek manalanyla izin, Allah ile maddî ya da insanî
alem arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Kur'an'daki izin
kelimesi, Allah'ın kainatı idare ettiğinin bir delilidir. Çeşitli manalanyla
izin verme hakkını elinde bulundurmayan bir varlık ilah olamaz.
(Allah'ın izni olmadan onlar sihirle kimseye zarar veremezler)
ifadesiyle ilgili açıklamalarında Fahruddin Razi Allah Teala'nın sihri
emretmeyeceğini, bu ifadeyle, Allah'ın sihir yapanları kınadığını belirtmekte
ve Allah'ın izni olmadan sihirle kimseye zarar verilemeyeceği hususunu iki
açıdan ele almaktadır:
a) (Allah'ın izni olmadan)
ifadesi, aradan çekilmeyi ifade etmektedir.
Bu görüş Hasan el-Basri'ye aittir. Sihir yapıldığı zaman, Allah dilerse
ona mani olur, dilerse sihir yapılan kişi ile sihrin zararı arasından çekilir.
b) (Allah'ın izni olmadan)
ifadesi, Allah'ın bilgisi olmadan demektir.
Bu görüş Esamm'a aittir. Ona göre, bu etki, ancak Allah'ın bilgisi
dahilinde olur.[47]
Ayetin ilk bölümlerinde, sihrin küfür olduğunu öğrenmiştik. Sihri
küfürle eşitleyen Allah'ın küfre karşı nasıl bir tavır takındığını öğrenirsek,
ayeti daha iyi anlayabiliriz. Şu ayet, Allah'ın, kulunun inkarına karşı nasıl
bir tavır takındığını açıklamaktadır:
(Eğer inkar ederseniz, Allah sizden müstağnidir; bununla beraber O,
kullarının küfrüne razı olmaz). [Zümer/7]
Hasan el-Basri'nin "aradan çekilme" manası verdiği ifade,
Zümer/7'de "müstağni" ve "razı olmama" şeklindedir. Allah,
kulunun küfrüne razı olmadığına, sihir de küfür olduğuna göre, Allah sihir
yaparak insanlara zarar veren sihirbazlardan razı olmayacağını ifade etmiş
olmaktadır. Sihirle verilecek olan zararın Allah'ın bilgisinde olduğunu
söyleyen Esamm da ibareye doğru bir anlam vermiştir.
(Onlar, kendilerine zarar veren, fakat hiç bir fayda vermeyen şeyi
öğreniyorlardı).
Yüce Allah, ayetin bu kısmında, öğrenim faaliyeti ile fayda ve zarar
arasında ilişki kurmakta; safi zarar olan bir şeyi öğrenmenin ferdî ve
toplumsal hayatta açacağı yaralara dikkat çekmektedir. İnsanlara faydalı olan
bilgileri öğrenmek ve öğretmek, insanın kendisine ve tüm insanlığa yapacağı en
büyük hizmettir. Hz. Peygamber faydasız bilgiden Allah'a sığınmıştır.[48]
Faydasız bilgi ile insanlığın zararına kullanılan bilgi arasında bir fark
yoktur. Ayetin bu kısmı, insanlığın öğretim faaliyetine evrensel bir kanun
getirmektedir: İnsanlara faydalı bilgiler öğretilmeli, zararlı, işe yaramayan,
çağın meselelerine ışık tutmayan ve hayatın hiçbir yönüne fayda getirmeyen
bilgilerle uğ-raşılmamalıdır.
Yüce Allah bilginin fayda ve zararını belirlerken insanı ölçü olarak almaktadır.
''''Kendilerine zarar veren ve fayda vermeyen" buyururken, insanlar ile,
öğrenilen bilgi arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Bilginin fayda ve
zararı insan içindir. Öyleyse öğretim faaliyetinin kalitesi, doğruluğu ve faydası,
insana sağladıkları, kazandırdıkları ve getirdikleriyle belli olacaktır.
Kan ile kocanın arasını ayıracak ve kendisine zarar verecek bilgileri
öğrenmek, kişi ve toplumda hem psikolojik, hem de sosyolojik yaralar açacaktır.
Böylece kendi kutsal kitabını arkaya atanlar çıkmaz yollara, karanlıklara ve
belirsizliklere düşeceklerdir. İşte, ilahî kaynaklı kutsal kitap, insana ve
topluma faydalı olan bilgileri öğretir; beşerî bilgilerin faydasız ve zararlı
olanlarını ise eler. Şeytanların söylediklerine tabi olanlar, kan ile kocanın
arasını açacak bilgileri öğrenenler ve nihayet bilginin fayda ve zararını kestiremeyenler,
acaba hangi akıbetle karşılaşacaklar?
(Sihri satın alanların ahiretten hiçbir nasipleri olmadığını
bildiler).
Para verip sihir satın alanlar, ahiretteki nasiplerini
kaybetmektedirler. Bu durum değerli, kalıcı ve faydalı olanla; değersiz olanı
değiştirmek gibi bir yanılgıdır, insana zarar veren sahte bir bilgiyi satın
almakla insan, ahiretteki nasibini bir tarafa atıyorsa, tercihinde büyük bir
yanılgı içindedir.
Ayeti şu şekilde yorumlamamız da mümkündür: Sihir gibi sahte bir bilgiyi
satın alanlar, sonunda onun bir getirişi olmadığını anlayacaklar. Ayetteki (bildiler) fiiline "bilecekler"
şeklinde mana verilmesi daha uygun olur. İnsanlar, öğrendikleri bilgilerin,
yaptıkları öğretim faaliyetinin sonucundaki nasiplerinin değerini bilerek
faaliyetlerini yapmalıdırlar. Neticesinde fayda olmayan bir bilgiyi satin almak
kadar menfi bir davranış olabilir mi? Onun için, öğretim faaliyetinin sonucunda
elde edilecek olan şeye dikkat edilmesi gerekir. Sonunda getirişi olmayan bilgilerin
üzerine bir öğretim faaliyeti temellendirilemez.
[49]
1. Yaratmak
Kelimenin ana manası, yaratmaktır. Kur'an'da yüzlerce ayette geçmektedir.
Bunlardan biri şöyledir:
(Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık).
[Hucurat/13]
2. Adet, gelenek
(Bu, öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir). [Şu-ara/137]
Yeni gelmiş olan bir dini kabul etmek istemeyenler onu geçmiş
nesillerin geleneklerine benzetirken hulule kelimesini kullanmışlardır. Çünkü
gelenekler, toplumların oluşturdukları şeyler olduklarından, bir bakıma
mecazen onlar tarafından yaratılmış olmaktadır.
3. Karakter, ahlâk
Yaratma manasından hareketle, insanın yaratılışı, karakteri, ahlâkı,
huyu şahsiyeti gibi manalar kazanmaktadır. Şu ayette bu manalara gelmektedir:
gşipûj (Ve sen mükemmel bir karaktere sahipsin). [Kalem/4]
Ayetteki huluk kelimesini karakter manasına alırsak, azîm kelimesine
de, yüce veya mükemmel anlamını verebiliriz.
Kelime 'ahlâk' olarak da çevirilebilir. O zaman azîm kelimesine
"evrensel" anlamının verilmesi uygun olur. Bu durumda ayetin manası,
"Sen evrensel bir ahlâka sahipsin" şeklinde olur.
4. Nasip
Kelime, bazı ayetlerde "nasip" manasına kullanılmıştır.
Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan
daha kuvvetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan bazısı, "Ey Rabbimiz!
Bize dünyada ver" derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.
[Bakara/200]
Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle
değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir nasibi yoktur.[50]
[Âl-i Imran/77]
5. Uyduruk şey
Huluk kelimesi ihtilak şeklinde alınınca "uydurma" manasına
gelmektedir: Son dinde bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. [Sad/7]
İnsanlar yeni fikirlere intibak edemezler. Bu yeni fikirleri tenkit
ederken, geçmişte böyle şeylerin söylenmediğini, bunları daha önce
duymadıklarını dile getirirler. Bu ayette, geçmiş dönemlerde bazı insanların,
gelen yeni din veya kutsal kitaba karşı aynı tavrı takındıkları beyan
edilmektedir. Bu nedenle müşrikler, yeni kutsal kitaba "uyduruk şey"
dediler.
"Yalan uydurmak" da bu kelime ile ifade edilmektedir.
(Kesinikle siz, Allah'ı bırakıp, bir takım putlara tapıyor ve yalan
uyduruyorsunuz). [Ankebut/17]
Bu ayette, "yaratma" kelimesi insan için kullanılmaktadır.
Biz "yaratma" kelimesini, "uydurma" kelimesi ile
karşıladık.
6. Yıpranmak, eskimek
Kavramın, Kur'an'da bu anlamda kullanıldığı bir ibare bulunmamaktadır.
Elbise eskiyince veya yıpranınca, ona heluk denir. Çürüyen elbise için
de aynı kelime kullanılmaktadır.
7. Takdir etmek
Bu manayı Fahruddin Razi Keffal'den nakletmektedir.[51]
Ölçüp biçmek anlamına gelmektedir.
8. Kurtuluş
Helakin halas, yani kurtuluş manasına da geldiğini Razi ifade
etmektedir. O zaman, ibaresine, "Onun için ahirette kurtuluş yoktur"
manası verilebilir.
9. Bitki Olmayan Yer
İsfehani, bitkiden yoksun taşlık tepe için de bu kelimenin
kullanıldığını söylemektedir. Bir bakıma bitkiden nasibi olmayan dağ demektir.
Şimdi, bu manalardan hareket ederek, sihri satin alan, zarar verip fayda
vermeyen şeyi öğrenmeye çalışan ve bilgiyi insanlığın zararına kullanan insanın
kendisine ve topluma neler yaptığını daha iyi açıklayabiliriz:
Bu fiilleri işleyenler, kendi şahsiyetlerini çürütmekte ve Allah
nazarında değerlerini yitirmektedirler. Ölçüsüz iş yaptıklarından, ahirette
kurtuluşa ere-meyeceklerdir. Ormanı yanıp cascavlak kalan bir dağ gjbi
bereketlerim kaybetmişlerdir. Cahil insanların ormanı kesip dağlan çıplak hale
getirdikleri gibi, sihri öğrenen ve bilgiyi insanın zararına kullananlar da
insanlığın değerlerini tahrip edip beyin ve gönülleri cascavlak hale
getirmektedirler.
(Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür).
Aslında sihir yapanlar ve sihri satın alanlar, kendi ruhlarını
satmaktadırlar. Ayetin bu kısmında geçen nefis kelimesi, şahsiyet manasına
alınıp "kendilerini" yerine "şahsiyetlerini" denebilir. Bu
tip insanlar, aslında şahsiyetlerini satmakta kendilerini köleleştirmektedir.
Öğrenilen ve öğretilen her sahte bilgi, insanın şahsiyetinden, yani
manevî yapısından bir parça koparmakta ve onu yıkıma götürmektedir. Faydasız,
safi zarar olan bilgileri öğrenmek ve onları insanlığın zararına kullanmak,
fert ve toplumları köleleştirmekte ve onların kurtuluşunu engellemektedir.
Demek ki doğru bilgi, insanın
şahsiyetini kuvvetlendirir, toplumları ihya eder ve kurtuluşa götürür.
(Keşke bilselerdi).
Ayetteki "Andolsun bildiler" ifadesini, "Andolsun
bileceklerdir" şeklinde anlamak gerekir. Çünkü bilene, "keşke
bilselerdi" demek uygun olmaz. Dünyadaki bilme ile alakalı olduğu için
"keşke"denilmiştir. Şeytana tabi olan, bilgiyi kan ile kocanın
arasını ayırmak için kullanan ve faydasız şeyleri öğrenen insanlar,
kendilerine ve insanlığa ne zararlar verdiklerini keşke bilselerdi; bu
eylemleri yapmazlardı. Allah Teala, amelin bilgiye dayanmasını istemekte,
bilginin amel ile mutabakatını önermektedir. Bize göre, eğitimin başarısı,
bilgi ile davranışı buluşturmasında aranmalıdır. Öğretim, o zaman eğitime
dönüşmüş olacaktır. Demek ki bilgi kötülüklere karşı en büyük engeldir, insan
şahsiyetini yıpranmaktan kurtaran, köle olmasını engelleyen, dünya ve ahirette
kurtuluşa sebep olan en büyük değerlerden biri bilgidir.
[52]
103. Eğer onlar, iman edip şakımalardı, Rablerinden çok daha iyi bir
ödül alacaklardı. Keşke bilselerdi.
Yahudiler inandıkları Tevrat'ı tasdik eden bir peygamber geldiğinde, kitaplarını
arkaya atalar ve bu davranışı huy haline getirdiler. Başka bir ifadeyle,
Kur'an gelip Tevrat'ı tasdik edince, Tevrat'ı arkalarına attılar. Kutsal kitaplarını
arkalarına atınca, şeytanların okuduklarına uydular. Kutsal kitabın yerini
şeytanî öğretilerle doldurdular. Bu olgu bize şunu öğretmektedir. Allah'ın
vahyinden uzak kalan nesillerin gönlünü ve beynini şeytanî öğretiler doldurur.
Kur'an'ın en önemli işlevlerinden biri, şeytanî öğretilere karşı inşanı
korumasıdır.
İşte bunun içindir ki Allah, imanlarını muhafaza etmelerini
istemektedir. İmanlarını muhafaza etmiş olsalardı, şeytanî öğretilere açık
olmayacak ve onların etkisi altında kalmayacaklardı, imanın muhafaza edilmesi,
onları takvaya götürecekti. Takva kavramı hakkında birinci ciltte yeterli
açıklama yapmıştık.
Burada mesube kelimesini açıklayacağız. Bu kavram, ya se-ve-be ya da
sabe'den türemiş olup sözlükte eski haline dönmek, kişinin evine dönmesi,
kişinin kendine dönmesi yani bilincinin yerine gelmesi, mükafatlandırmak,
karşılığını vermek, telafi etmek, ödülü elde etmeye çalışmak gibi anlamlara
gelmektedir. Su taşıyıcısının kuyunun kenarındaki yerine de mesabe denmektedir.
[53]
1. Sevab, amelinin karşılığı
olarak insana dönen şeydir. Allah, ödülü amelin kendisi ile aynileştirmiştir.
Şu ayetler amel ile ödülün nasıl aynileştiğini göstermektedir:
(Kim zerre miktarı hayır yapmış ise onu görür). [Zilzal/7] Aslında insan amelinin karşılığını, yani sevabını görecektir. Ama Allah
Teala, amel ile karşılığını aynileştirdiği için ayetin sonundaki zamir
amele
gitmektedir.
2.
Sevab iyinin de kötünün de
karşılığı olabilir. Meşhur olanı, iyinin karşılığı olmasıdır ki delili şu
ayettir:
Bu mükafat, Allah tarafindandır. Allah, sevabın güzeli O'nun
katındadır. [Âl-i İmran/195]
Allah da onlara dünya nimetini (sevabını) ve ahiret sevabının en
güzelini verdi. Allah iyi davrananları sever. [Âli İmran/148]
Bu ayetlerde sevab üe güzel kavramı bir araya gelmiştir. Eğer sevab
kelimesinden amelin ürününün her zaman için güzel ve iyi olduğu
anlaşılabilsey-di, hüsn kavramı ile sevab kavramı bir araya gelmezdi.
(De ki: "Allah katında yeri (mesubesi) bundan daha kötü olanı
size haber vereyim mi?") [Maide/60]
Burada da şer ile mesube kelimeleri bir araya gelmişlerdir.
3.
Kelime, ısabe kalıbından
alınırsa, sevilen, istenilen şey manasına gelir. Bu kalıbın fiil olarak
kullanılması ise, istenilen ve sevilen şeyi vermek anlamini ifade etmektedir.
Başka bir ifadeyle, bir şeyi seven ve isteyene döndürmek/vermek isabe'dir.
(Söyledikleri sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere
alandan ırmaklar akan cennetleri ödül olarak verdi. İyi hareket edenlerin
mükafatı işte budur). [Maide/85]
Ayette geçen esabe kavramı, hem vermeyi hem de istenilen şeyi kapsamaktadır.
Söylenen iyi sözün karşılığında istenilen ve sevilen şey ise cennettir. Esabe
kelimesiyle, üç şey birden ifade edilmiştir: Ödül, vermek ve istenilen şey.
Esabe fiili istenmeyen şeyin verilmesi için de kullanümaktadır: (Allah
size keder üstüne keder verdi). [Âl-i Imran/153]
Burada istenmeyen birşey olan keder ile esabe kelimesi bir araya
geldiği için "keder verdi" manasını kazanmıştır. Demek ki, isabe kelimesi,
hem istenen ve hem de istenmeyen bir şeyi vermek anlamında kullanılmaktadır.
4.
Sevab kelimesi suvvibe kalıbından
kullanılırsa, sadece istenmeyen şeylerin verilmesini ifade etmektedir:
Kafirler yaptıklarının cezasını gönlüler mi?! [Mutaffifin/36]
Ayette geçen suvvibe kelimesi hem cezayı, hem de cezanın görülmesini
kapsamaktadır. Vermekle, yani görmekle ceza, aynı kelimeyle ifade edilmektedir
ki işlenen yanlış amelin karşılığının işleyene dönmesi manasına gelir. Kötü
davranışın ürününün, dönüp davranış sahibine gelmesi suvvibe kelimesiyle ifade
edilmiştir.
5.
Sevab kelimesi mesabe olarak alındığında, sevabın
yazıldığı mekan anlamını ifade eder.
Mesabe kelimesi, "toplantı yeri"[54]
manasına geldiğinden sevabın, doğrunun, güzelin, iyinin üretildiği
toplantıların yapıldığı yer olarak anlaşılması gerekir. Mesabe bilginin,
doğrunun ve güzelin üretildiği yer olduktan başka, bir güven yeri olarak da
vasıflandınlmaktadır. Hz. İbrahim'in makamının Kabe'de olması nedeniyle
Beytullah, Hz. İbrahim'in kürsüsünün bulunduğu bir üniversitedir. Onun için,
insanlığı güvene götürecek olan, bilginin üretildiği yer anlamına gelmektedir.
6. Sevab kelimesi seyyib
kalıbından alındığında, kocası ölmüş dul kadın manasını ifade eder:
Dul ve bakire eşler verebilir. [Tahriin/5]
7.
Tesvibe çağrının tekrar
edilmesi, sevban da insanın başına devamlı gelen belalar anlamına gelir. Bu
anlamların ikisinde de, olayın tekrar tekrar olduğu ve süreklilik taşıdığı
vurgulanmaktadır.
Sevab, mesube \e mesabe kelimeleri, aynı kökten gelmelerine rağmen kök
anlamından daha farklı ve ayrıntılı boyutları ifade etmektedirler.
Bu kavram din, eğitim ve hukuk olmak üzere pek çok bilgi dalını ilgilendirmektedir.
İşlenen bir amelin karşılığı -iyi veya kötü olarak- insana geri dönecektir. Bu
Yüce Allah'ın koyduğu bir kanundur. Amellerin mutlaka karşılığının bulunduğu
ilkesi; dini, eğitim ve hukuku yakından ilgilendirmektedir.
Dini ilgilendiriyor, çünkü Allah Teala kulunun iyi veya kötü amellerini kaydediyor ve sonra onların dünya ve ahirette karşılıklarını veriyor. Yapılan amelin ürünü bazen bu dünyada bazen de ahirette amel sahibine dönmektedir.
Eğitimi ilgilendiriyor, çünkü Allah Teala'nın bu uygulamasını
eğitimcilerin de kendi alanlarında tatbik etmeleri gerekir. Başarıya götüren
bir iş ve amel, fikir ve eylemin çıkardığı ürün mutlaka ödüllendirilmelidir.
Ödüllendirilmeyen basanların zamanla yok olup gideceği bilinirse, Allah'ın
uygulamasına mutlaka uyulması gerektiği anlaşılır.
Hukuk alanını ilgilendirmektedir; çünkü insanların mutluluğunu bozan,
haklarını çiğneyen, toplumdaki ilişkileri çıkmaza sokan davranışların kötü
ürünü yine kendilerine dönmelidir. Bu kuralı insanlığa öğreten Allah
Te-ala'dır. Yapılan kötü eylemlerin ürünü, eylem sahibine döndürülmezse, toplumu
çürütüp leş haline getirir. Onun için evrensel hukuk, amellerin leş gibi ortada
kalmasına razı olmaz.
Bakara/103'te, iman ve takvaya karşılık Allah tarafından verilecek mükafatın,
daha değerli olduğuna işaret edilmektedir. Böylece ilahî eğitim, amellerin
mutlaka değerlendirileceği ilkesini getirmekte ve insanların bu ilkeyi
benimsemesini istemektedir. Bu ilke insanın doğasına yani psikolojik yapısına
da uygun düşmektedir. Yaptıkları karşılıksız kalan mü'min ve muttakiler,
erdemli hareketleri sürdürmekte tembelleşir ve isteksizleşirler. O zaman da
iyilikler kaybolup gider. Oysa ödül, o insanları motive eder; erdemli davranışlarının
artarak idamesini sağlar. Yahudiler imanlarının devamını temin edemediler. Yeni
bir peygambere ve onun getirdiği kutsal kitaba iman etmemeleri ve imanda
devamlılığı sağlayamamaları nedeniyle kendi kitaplarına olan imanlarını da
kaybedip şeytanın öğretilerine uydular. Yeni peygamber ve kitaplar gönderilse
de, doğru iman devam etmelidir. İnsanlar, kendi imanlarını bencilce dondurup,
geleceğe doğru akmasını engellememelidirler.
Bakara/101-103 ayetlerini günümüze uyarlarsak, şöyle diyebiliriz: Bizim
dışımızdakilerin söyledikleri doğru şeylere karşı bağnazlık göstermemeliyiz.
İmanın devamlılığı gibi, düşüncenin ve aklın önünü de açmalıyız, insanlığa
fayda getiren her yeni şeye beynimiz ve gönlümüz açık olmalıdır. Aklın, düşüncenin
ve imanın önünü açmayanlar ve onların devamlılığını sağlamayanlar, şeytanın
kucağına düşerler. Sihir gibi sahte bilgilerin peşinden koşmaktan kendilerini
alamazlar. Aklın, düşünce ve imanın önünü açanlar, Allah katındaki en değerli
ödüle ulaşacaktır. Allah Teala, 103. ayette bu ödüle uzanan yolu göstermekte ve
öğretimini yapmaktadır.
[55]
104. Ey îman edenler! Peygamber'e "Bizi güt!" demeyin,
"Bize bak!" deyin. Ve onu dinleyin, inanmayanlara acıklı bir azap
vardır.
Ayette bir olumsuz, iki de olumlu emir yer almaktadır. Olumsuz emir ra'
kavramı üzerine oturmaktadır. Bu kelimenin anlamını analiz ettikten sonra,
yasağın ne ifade ettiğini ortaya koyabiliriz.
Ra' kelimesi sözlükte otlatmak, otlamak, mukayyed olmak, muhafaza etmek
için gözetlemek, korumak, birini kanatlarının altına almak, himaye etmek,
dikkat etmek, bekçilik etmek, bağlanmak, bir kimsenin başkasının işlerini
çekip çevirmesi manalarına gelmektedir.
[56]
1. İbranice'de raina kelimesi,
"Dinle, ey dinlemiyesice" manasında kullanılıyordu.
Ashab, Hz. Peygambefe "Bize bak, bizi gözet" anlamında raina
derlerdi. Yahudiler ise aynı kelimeyi kullanarak Hz. Peygamber'e hakaret
ederlerdi. Bunun üzerine Allah, mü'minlere bu kelimeyi kullanmalarını
yasakladı. Onun yerine unzurna kelimesini kullanmalarını emretti.[57]
Yahudilerin bu kelimeyi kullandıkları, şu ayetten anlaşılmaktadır:
Yahudilerin bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirerek, dillerini
eğerek bükerek ve dine saldırarak, Peygamber'e karşı, "İşittik isyan
ettik, dinle ey dinlenmez olası ve raina" derler. [Nisa/46]
Bundan raina kelimesinin Arapça'ya İbranice'den geçtiği anlaşılır. Kelimenin Arabça'daki kullanımında kötü bir mana bulunmamakla birlikte, yahu-diler kelimeyi İbranice'deki kötü manasıyla kullanmışlardır.
Yusuf Ali'nin Bakara/104 ayetini "Ne olduğu belli olmayan ithal kelimeleri Peygamber'e karşı kullanmayın" şeklindeki çevirisi, bu anlamda uygun bir çeviridir. Allah Teala, manası oturmamış ithal kelimelerin kullanılmasını uygun bulmamaktadır. Yabancı dillerden devşirilip ithal edilen kelimelerin manasını tam anlamıyla anlamak ve yerinde kullanmak zordur. Ana dilin kelimeleri dururken, ithal kelimelerle insanların birbirine hitap etmesi tehlikeli bir noktaya ulaşabilir. Yahudilerde hakaret içeren bu kelimeyi Araplar nazara (bakmak) anlamında kullanmışlardır. Günümüzde buna yabancı dil hayranlığı diyebiliriz. Yabancı dillerden ithal edilen kelimeleri yerli-yersiz aşın bir şekilde kullanmak, hem iletişim ve ilişkileri etkiler, hem de ana dili yoz-laştınp kültürü bozar. Allah Teala bu yasaklamayla, bu yozlaşma ve bozulmanın önüne geçmektedir.
2. Diğer taraftan bu kelime,
insanın içindeki psikolojik oluşumun, söz ile tepkiye dönüşmesini ifade
etmektedir. Hz. Peygamber'in öğretilerine karşı yahudilerin gösterdiği tepki ve
koydukları tavır, bir takım sözlerde ifadesini bulmuştu. İşitip isyan etmek,
tebliğ edene hakaret etmek ve dine saldırmak onların tepkilerini gösteriyordu.
Nisa/46 ayetinden anlaşıldığına göre, raina kelimesiyle tepkilerini hakarete
kadar vardırmışlardır. Onun için Allah Teala, hakikate karşı olumsuz bir tepki
için kullanılan bir kelimenin, olumlu bir tepki için bile kullanılmasını
yasaklamıştır.
3. Raina kelimesi, "Sen
bizim koyunlarımızın çobanısın" manasına da gelmektedir.[58]
Bir hadiste bu manada kullanılmıştır:
Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur.[59]
Bir peygamberin ümmetine; ebeveynin çocuklarına; idarecilerin halkına;
işverenlerin işçilerine; öğretmenlerin öğrencilerine karşı olan sorumlulukları
böyle bir benzetme ile anlaulabilir, ama peygambere karşı "bizi güt"
denemez.
"Çobanlık" manasından hareketle diyebiliriz ki: Müslümanlar
kendilerini sürü haline koyup peygamberlerine "bizi güt" diyemezler.
Çünkü sürü fikri iradesizliği, hürriyetsizliği ve insiyatifsizliği ifade
etmektedir. Kur'an bu emriyle, insanların sürü olamayacağını ve onların sürü
gibi güdüleme-yeceklerini vurgulamıştır. Müslüman, Peygamber'e tabi olur, itaat
eder ve onun din adına söylediklerine uyar ama, iradesini ve hür düşüncesini
teslim etmez.
Bakara/104 ayetini günümüze de uyarlamakyız. Bu ayetin muhatabı sadece
Peygamber ve onun dönemindeki müslümanlar olmadığına göre, günümüz insanı bu
ayetten ne anlamalıdır? "Bizi güt demeyin" ifadesi, siyaset biliminin
üzerine dayandığı en önemli temeli içermektedir.
Siyasî erki elinde bulunduranlar, halkı sürü gibi gütme yolunu
tutmamalıdırlar, insanlar hayvan olmadığı gibi, idarecileri de çoban değildir.
Siyasî erk, halkın hür düşünce, hür irade ve hür teşebbüsü ile gıdalanır,
beslenir ve kuvvet bulur. Halk ancak, kendi bağımsız kişiliğini hissettiği ve
düşündüğünü serbestçe ifade edebildiği bir ortamda mutlu olabilir.
İdarecilerine "bizi güt" diyen halk, ayağa kalkıp medeniyet yolunda
dimdik yürüyemez. Çünkü o, kendini sürü olarak hissedecektir. Böylece, ayetten,
siyasetin temellerinin halkın hürriyeti üzerine kurulması gerektiği de
anlaşılıyor.
Bu ifademiz, Hz. Peygamber'in hadisine ters görülmemelidir. Peygamberimiz,
sorumluluğa vurgu yapmakla, yabancı etkilere karşı halkı korumanın önemine
dikkat çekmiştir. Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar, kendi kültüründen ayn
düşeni de, yabancı kültür ezip geçer. İşte Hz. Peygamber bu etkileşimin
önemini vurgulamak için öyle demiştir.
4. "Raina demeyin"
ifadesi, aynı zamanda ahlâkî bir kuraldır. "Sen bize riayet et, sözümüze
kulak ver ki biz de sana riayet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim"[60]
demek yasaklanmaktadır. Sosyal statü bakımından denk olan kişiler birbirine
böyle hitap edebilir; fakat müslümanlann Peygamberlerine böyle hitap etmesi
edebe aykırıdır. O nedenle ayette, Peygamber'in sözünü dinlemek için, kendi
sözünü dinlemeyi şart koşmak gibi edep dışı bir hareket yasaklamaktadır.
Kur'an'ın başka ayetlerinde de bu edebin önemi üzerinde durulmaktadır:
&U>j*\pşJ$y0&p$\^x (Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün önüne
geçmeyin). [Hucurat/1]
"Allah ve Rasulünün önüne geçmeyin" ifadesi, kendi
fikirlerinizi, Allah'ın emirleri ve Peygamberinin sünnetinin önüne geçirmeyin
anlamına gelir. Yü-oe Allah böylece insanlığa, beşerî düşüncenin, vahy ve
sünnetin önüne geçirilmemesi gerektiğini öğretmektedir.
Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin.
Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz
farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. [Hucurat/2]
Bu ayet, Hz. Peygamber'in ashabının, kendi aralarında konuşur gibi
Rasu-lullah ile konuşmamaları gerektiğini, bunun edebe aykırı olduğunu ifade etmektedir.
Arkadaşı ile konuşur gibi Peygamberle konuşmak, edebe aykırıdır. Böylece ayet,
sosyal statüsü farklı olan insanlar arasında yapılan konuşmaların, aynı
statüde olanlarla yapılan konuşmalardan farklı olacağı esasını getirmektedir.
Müslüman kiminle, nerede ve nasıl konuşacağını bilen medenî bir insan
olmalıdır. Peygamberle konuşma adabını ele alan başka bir ayet de şudur.
(Sakın o Rasulü, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi
çağırmayın). [Nur/63]
Aynı sosyal seviyede olan insanlar birbirlerine "Sözüme kulak ver" veya "Önce bir dinle" gibi sözler söyleyebilirler. Ama raina hitap sözcüğünü, Peygamber'e karşı kullanmamalıdırlar.
Kur'an'ın öğrettiği bu ahlâk kanununu, günümüzdeki sosyal hayata da
uyarlayabiliriz. Ancak bunun için, ayetin verdiği ahlâkî mesajın özü iyi
kav-ranmahdır. Çünkü artık ne peygamber ve ne de ashabı hayattadır. Yüce Allah'ın
bize öğrettiği edep ise, davranışlarımızın her zaman ölçüsü olmalıdır. Bu
nedenle, halkın yöneticilerle konuşurken laubali olmamaları, aradaki mesafeyi
ortadan kaldıracak şekilde, sının aşan ve edep dışı sayılan davranışlar
sergilememeleri iktiza eder. Diğer taraftan, ebeveyn ile çocuklar; öğretmen ile
öğrenciler arasındaki konuşma ve diyolog biçimi, dünya eğitimcilerinin kabul
ettiği "tatlı mesafe"yi ortadan kaldırmamahdır. İdarecilerle idare
edilenler; öğretmenle öğrenciler; ilim adamlarıyla halk arasında altın kural
denen tath mesafe, mutlaka korunmalıdır. İşte bu altin kuralı, yukarıda
zikredilen ayetler insanlık için bin dört yüz sene önce koymuştur. 'Tatlı mesafe"
denen edep kuralı ortadan kalkarsa, siyasetin, eğitimin, aile hayatının ve
ilmî çalışmaların tadı da ortadan kalkar, ciddiyet ve vakar yerini edepsizliğe
bırakır.
5. Eğer raina kelimesi
"bize riayet et" manasına alınırsa idarecilerin, cahil halk kitlelerinin
isteklerini siyasetin kuralı haline getirmemeleri gerektiğine işaret edilmiş
olur. İdareciler, halkın isteklerine kulak vermeli, onların ihtiyaçlarını
karşılama gayreti içinde olmalı, ama, siyasetin gerektirdiği doğru yöntem ve
uygulamaları onların arzularına uydurmamalıdır:
Sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma! [Maide/48]
Onların arzularına uyulduğunda ne olacağı ise şu ayette belirtilmektedir:
Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan
saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de
söylemezler. [En'am/116]
Her ne kadar siyasetçi halkın ihtiyaçlarını gözeterek siyaset yaparsa
da siyaset etiğini kaybetmemelidir. Halk kendi nefsine uygun gelen her şeyi
ister. Ancak siyasetçi doğru ve ahlâkî olanı ayırt ederek siyaset yapmalıdır.
Halk, siyasî erki elinde bulunduranlara "Bize riayet edersen, biz de sana
riayet ederiz" dememelidir. Eğer siyaset, bu popilist çağnya uyarsa ne
siyasetin, ne de siyasetçinin erdemi kalır. Öyle bir zaman gelir ki arzularını,
zan ve yalanlarını idarecilere ulaştıramayanlar, kendileri siyaseti ele alma
teşebbüsünde bulunurlar. O zaman, halka erdem kazandırma sanatı olan siyaset,
erdemsizlik sanatına dönüşür.
Raina demenin yasaklanması, sosyal hayatın pek çok yönüne ışık tutmaktadır:
Anlamı tam olarak bilinmeyen ithal kelimelerle konuşmamaktan, halkın güdülecek
sürü olmadığına, sosyal seviyesi farklı olanlar arasındaki konuşmaların alün
kuralından, gerçeğe karşı gösterilecek tepkiye ve siyasetin erdemini korumaya
kadar, bir dizi ahlâkî davranışın temellerini oluşturmaktadır. Raina yerine,
ne denmesi gerektiği de aynı ayette bildirilmektedir: Un-zurna (bize bak)
deyiniz.
Nazara kelimesi fiil halinde anlamak, sezmek, idrak etmek, farkına varmak,
muayene etmek, düşünmek, gözetmek, dikkat etmek, göz kulak olmak, ehemmiyet
vermek, yüzüne bakmak, merhamet etmek, seyretmek, hatırında tutmak, zihnini bir
kimsenin dikkatine vermek manalarına gelir.
Nizr şeklinde alınırsa, benzer, eşit, aynı manasına gelmektedir.
Nazariyya ise teori, düşünce anlamını ifade etmektedir.
[61]
1. Anlamak, keşfetmek, bulmak
(Hangi yiyeceğin daha temiz olduğunu bulsun...) [Kehf/19] Birkaç şey
arasından en iyisinin hangisi olduğunu anlayıp bulmak ve onu keşfetmek
manasında nazara kelimesi kullanılmaktadır.
2. Düşünmek
Onlar, şu cevabı verdiler: "Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu
savaş erbabıyız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün".
[Neml/33] İnsan neden yaratıldığını bir düşünsün. [Tank/5]
Yüce Allah, neden yaratıldığını araştırması için, insanın önce kendi
üzerinde düşünmesini istemektedir. Neml/33'te, idarecilerin istişare ettiği
kimselerin bir karar veremeyip son karan idareciye bırakmaları da nazara
kelimesiyle ifade edilmiştir.
3. Beklemek
Kıyamet gününde mü'min erkek ve kadınlar önlerinde ve sağlamdaki nurla
yürürken, karanlıkta kalan münafıklar onlara şöyle seslenecek:
(Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım). [Hadid/13]
İnsanların amelleri, çalışma ve gayretleri sonunda ışığa dönüşür.
Çalışmayan, güzel ve faydalı amel üretmeyen insanlar karanlıkta kalır ve
önlerini göremezler; iman edip yararlı işlerle ışığını yakanlara, ışıklarından
istifade edebilmek için beklemelerini söylerler. İşte bu sahne, hem bu dünyada
ve hem de ahirette gerçekleşecektir.
iman etmeyen veya imanın hayrını görmeyecek insanların durumuna şu
ayette dikkat çekilmektedir:
Onlar kendilerine meleklerin veya Rabbinin veya Rabbinin bazı
alametlerinin gelmesini mi bekliyorlar? [En'am/158]
iman etmeye niyeti olmayan kimseler, olmayacak beklentiler içine girerler.
Onların bu beklentisi nazara fiiliyle ifade edilmektedir. Azabı hak eden
inkarcı ve sapık toplumların, azaba kadarki zamanı beklemeleri de bu kelimeyle
ifade edilmektedir:
Bunlar da ancak, bir an gecikmesi olmayan koikunç bir ses
beklemektedirler. [Sad/15]
4. Aramak
Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı.
Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar öncekilerin uygulamalarından
başkasını mı arıyorlar? [Fatır/43]
Yüce Allah bu ayette araştırılması gereken tarihî ve sosyal olgulara
işaret etmektedir, insanlara karşı kibreden, başkalarına tuzak kurup da
kurdukları tuzağa düşen insanların tarihinin araşnnlmasını istemektedir.
Yaşanan olayların çözümüne, geçmişin sosyal kanunlarından ışık tutmak için bu
araştırma şarttır.
5. Mühlet, müsade vermek
Onlar ebediyen lanet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir,
ne de onlara mühlet verilir. [Bakara/162]
İblis, "Bana tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver"
dedi. Allah, "Haydi, sen mühlet verilenlerdensin" dedi. [A'rafl4-15]
Yukardaki ayetlerde görüldüğü üzere kelime, hem ahiretteki azabın devamlılığını
ve o insanlara mühlet verilmeyeceğini; hem de şeytanın Allah'tan müsaade
istemesi ve Allah'ın ona müsaade etmesi anlamını içermektedir.
Alacaklının borçluya tanıdığı mühlet de bu kelimeyle ifade
edilmektedir:
Eğer borçlu, darlık içindeyse, eli genişleyinceye kadar ona mühlet
vermek gerekir. [Bakara/280]
6. Bakmak
Nazara kelimesi, bazen basit bir bakışı ifade eder:
Onları doğru yola çağırmış olsanız bile dinlemezler. Onları sana bakar
görürsün, oysa onlar görmezler. [A'raf/198]
Bu ayette görmekle bakmak ayrılmış; görmek için basara, alelade bakmak
için de nazara kelimesi kullanılmıştır. Baktığı bir şeyi anlamayan, onun
hakikatini göremeyen ve mahiyetini kavrayamayan bakış için nazara; baktığını
gören ve anlayan, içeriğini kavrayan, derinlemesine bakış için de basara
kelimesi kullanılmıştır. Mü'minlerin raina yerine kullanmaları istenen un-zurna
kelimesi, bizi düşün, bizi bekle, bize mühlet ver gibi manalara gelmektedir.
Bu şekilde hitap etmek pek çok şeyin halledilmesini sağlar. Zira raina
ile unzurna kelimeleri, saygı ifadesi bakımından farklıdırlar. "Bize
çobanlık et" anlamındaki raina kelimesi ile "Bizimle ilgilenir
misin?" anlamında olan unzurna kelimesi arasında, saygı ve edep
bakımından büyük fark vardır.
Diğer taraftan raina (bize çobanlık et) ifadesinde, kendine sahip
çıkamayan, sürü olma psikolojisinden kurtulamayan, iradesiz insanların ruhu
yatmaktadır. Unzurna da ise, kişilik sahibi inanların kendilerinden daha üstün
olanlar ile saygılı bir konuşma tarzı vardır. Bilinçli, hür ve iradesine sahip
insanın konuşma tarzı da, Kur'an'a göre böyle olmalıdır.
Demek ki biri olumsuz, diğeri olumlu olan bu iki emirde, insan
psikolojisinden doğup, siyasî, dinî ve eğitimsel oluşumlara dönüşen bir dizi
ilişki ve iletişim kuralları yatmaktadır. Peki sadece unzurna (bize mühlet ver
veya bize bak) demek yeterli midir?
Ayetin devamında Allah Teala unzurna emrinin hemen peşinden, vesmeu
(dinleyiniz) buyurarak dinleme eyleminin yerine getirilmesini istemektedir.
Bu ifadeden de bazı edep kuralları çıkarılabilir:
1.
Beni düşün, bana bak denilen
kimseye kulak vermek gerekir. Dinlemesini bilmeyen, konuşana aldırış etmeyen
insanlar medenî olmaktan çok uzaktırlar.
2. Dinlemek, bilgi edinme yollarından biridir. Kulak, yani dinlemek, öğrenmenin yollarından biridir.
3. Dinlememek, insanı
cehenneme götürür. Gerçeğe bu dünyada kulak vermeyenler, öteki dünyada cehenneme
gideceklerdir. Dinlemekle aklını kullanmayı eşit sayan şu ayet,
dinlemeyenlerin cehenneme gideceğini bildirmektedir:
(Şayet dinleseydik veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli
cehennemin ashabı olmazdık). [Mülk/10]
Gerçeğe kulak tıkamak, hem bu dünyayı, hem de ahireti cehenneme çevirir.
Dünyadaki belaların çoğu dinlememekten kaynaklanmaktadır:
Gerçekten de, günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet
ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. [Nuh/7]
işte bu tavır, Nuh tufanının sebeplerinden biri olmuştur. Yüce Allah
müs-lümanlara, dünyalarının tufana, ahiretlerinin de cehenneme dönüşmemesi için
'dinleyiniz' buyurmuştur.
4.
Mü'minlerin, Hz. Peygamber'e
raina (sen bir dur, önce bizi dinle) demelerinin edebe uygun olmadığı, edebe
uygun olanın Rasulullah'ı dinlemek olduğu anlamına gelmektedir. Böylece ayet,
kimin kimi dinlemesi gerektiğini öğretmektedir.
5. Dinlememek insanı hayvan
seviyesine indirir [A'raf/179]; dinlememek fasıklığın alametidir [Maide/108];
dinlememek ölümdür [Neml/80]; dinlemeyen insanlar, sözün güzelini anlayıp ona
uyamazlar. Onun için, sözü dinleyip onun en güzeline uymak kamil insan olmanın
bir alameti olmuştur [Zü-mer/18].
6.
Dinlememek insanı inkar batağına sürükleyebilir. Onun için Bakara/104 ayeti
şöyle sona ermektedir:
(Kafirler için elem verici bir azap vardır).
Ayet iman edenlere emirle başlıyor, kafirlere azap tehditiyle bitiyor.
İki ifade arasındaki oluşumların, iman edenleri, azap ve küfre doğru nasıl
sürükleyeceğine işaret edilerek; Peygamber'e, unzurna (bize bak) yerine, raina
diyerek edep dışı davranan ve onu dinlemeyenlerin gideceği yerin cehennem olduğu
belirtiliyor. Demek ki, insan cehennemini amelleriyle oluşturmaktadır.
[62]
105. Ne kitap ehlinden kafir olanlar ve ne de müşrikler, size
Rabbinizden bir hayır indirilmesini isterler; halbuki Allah, rahmetini
dilediğine verir. Allah çok büyük lütuf sahibidir.
Ayette, yahudilerin, hristiyanlann ve müşriklerin mü'minlere karşı
takındıkları kıskançlık psikolojisinin ortaya çıktığı alan belirlenmektedir.
Kitap ehlinden kafir olanlar ile müşrikler, müslümanlara bir hayr inmesini
istemezler.
Hayr kavramı fiil olarak seçmek, tercih etmek, yarışmak, ayırmak; isim
olarak iyi, çok iyi, ehemmiyetli, üstün, çok beğenilen, daha iyi, en iyi manalarına
gelmektedir.
Ayrıca servet, zenginlik, mal, mülk, fayda, nimet, menfaat, avantaj,
refah, ihsan anlamlan da vardır.
Akıl, adalet ve erdem gibi herkesin rağbet ettiği şeye hayr denir.
Hayr'm zıddı ise şer'dii. Hayr kavramı, mutlak ve sınırlı diye iki kısma
ayrdır. Herkes tarafından her şartta rağbet edilen şeye mutlak hayr, birisi
için iyi, diğeri için kötü olana da sınırlı hayr denir.[63]
1. Mal
Kur'an'da hayr kelimesi, bazı ayetlerde "mal" manasına
gelmektedir:
(Geriye mal bırakıyorsa...) [Bakara/180] Ölen insanın geriye bıraktığı
mala bu ayette hayr denmektedir.
(înfak ettiğiniz mal...) [Bakara/272]
(Maldan yana muhtacım...) [Kasas/24]
Birinci ayette hayr kelimesi, ölenin geriye bıraktığı mirası;
ikincisinde iyilik için karşılıksız verilen malı; üçüncüsünde ise ihtiyacı,
yani açlığı giderecek rızkı ifade etmektedir.
(Ve o, mal sevgisine de aşın düşkündür). [Adiyat/8]
Sevgi ile mal ilişkisine işaret edilen bu ayette hayr kavramı mal
manasında kullanılmaktadır. Buradaki malın da, serveti ifade ettiği
anlaşılmaktadır.
2. İyi
Hayr kelimesinin başka bir manası da 'iyi'dir:
(Sizden iyiye çağıran... bir grup olsun). [Âl-i İm-ran/104]
Buradaki 'iyi' ahlâkî değerleri ifade etmektedir; ama bu değerler,
evrensel anlamdaki değerlerdir. Bu, hem kendisine çağırılan hem de
öğretilebi-len, aynı zamanda fert ve toplumun yararına olan bir iyidir. Eğitim
ve ahlâkı ilgilendiren bu 'iyi', insanlık için olmazsa olmaz bir değeri ifade
etmektedir.
3. Daha iyi
Hayr kelimesi, iki şeyin mukayesesi esnasında "daha iyi"
manasında da kullanılır:
(Ondan daha iyisini getiririz). [Bakara/105]
(İmardı bir cariye, putperest bir kadından daha iyidir). [Bakara/221]
4. En iyi
Mukayese edilen şeylerin içinde en iyi olan hayr kelimesi ile ifade
edilir:
(Sen bağışlayanların en iyisisin). [A'raf/155]
(Eğer bilirseniz sizin için en iyi olan budur). [Tev-be/41]
5. Seçmek
Hayr kelimesi, 'ihtar' kalıbında alınırsa bir grubun içinden bazılarını
seçmek manasına gelir:
(Ve Musa, kendi halkından yedi kişi seçti). [A'raf/155]
(Seni seçtim). [Taha/13]
(Senin Rabbin dilediğini yaratır ve seçer). [Kasas/68]
A'raf/155'teki seçmede kulun iradesi vardır. Ama her seçmede kulun iradesi
yoktur:
(Onların seçeneği yoktur). [Kasas, 68] Biz buna mutlak ve izafî seçim
de diyebiliriz.
6. Beğenmek
Daha iyi ve en iyi olan diğerlerine göre seçilmeye daha layıktır. Seçme
olgusu, kendi içinde, önce bir beğenme sürecini gerekli kılar. Onun içindir ki
hayr kelimesinin özünde "beğenmek" manası da vardır. İnsan en iyi
olanı beğenir ve seçer.
(Onda, beğendiğiniz her şey sizin için mutlaka vardır). [Kalem/38]
(Onlara beğendikleri meyvalar...) [Vakıa/20]
7. Vahy
Fahruddin Razi, tefsir ettiğimiz Bakara/105'teki hayr kelimesine 'vahy'
manasını vermektedir. Ona göre, "Rabbinizden size bir hayır indirilmesini
istemezler" ifadesi, "Rabbinizden size bir vahy indirilmesini
istemezler" demektir.
Bu anlamda hayr, ilahî mesajdır. Yani insanların ihtiyaçları olan hükümlerin
levh-i mahfuzdan seçilip gönderilmesidir.
8. Fayda
Bazı ayetlerde hayr kelimesi "fayda" manasına gelmektedir:
Allah, o inkar edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri
çevirdi). [Ahzab/25]
Onu nereye gönderse bir fayda getiremez. [Nahl/76]
Buradaki hayr, faydalı bir iş ve faydalı bir üründür.
9. Rahmet
Hayr kavramı, rahmet manasına da gelmektedir, ki Bakara/105 ayeti de
bunu teyit etmektedir: îĞ^^iJ^fİij (Allah rahmetini dilediğine verir)
ifadesinde yer alan rahmet kelimesi, ayetin bir önceki bölümünde bulunan hayr
kelimesini tefsir etmektedir. Rahmetin manası, nzık ve vahydir. Allah'ın
gönderdiği ayetler, yağmur ve rızkı andırmaktadır. Bunların hepsi de, insanların
ihtiyaçlarını giderme, sorunlarını çözme ve onlara fayda temin etme manasında
buluşmaktadır.
Zuhruf/32'de geçen "rahmet" kelimesi de aynı manaya
gelmektedir.
Demek ki, kitap ehlinden olan kafirler ve müşrikler, mü'minlere vahiy
indirilmesini ve faydalı birşey verilmesini istemiyorlardı. Aslında bu ayette,
onların bu tavırlarına, hangi psikolojinin kaynaklık ettiğinin analizi yapılarak,
inanç bakımından problemi olanların, başkalanndaki nimeti kıskanacakları
gerçeği öğretilmektedir.
Kafirler ve müşriklerin bu tutumu, Allah'ın kaderine, ihsan ve lütfuna
karşı olumsuz bir tavır takınmaktan başka bir şey değildir. Allah'ın rahmetini
dilediğine vermesine itirazda bulunmak gibi yanlış bir davranış, ancak kafir
ve müşriklerden sadır olur.
"Allah büyük lütuf sahibidir" ifadesi, hayrın yani rahmetin
herkese açık olduğu gerçeğini vurgulamaktadır. Allah'ın indirdiği vahy, herkesi
kapsamına alacak genişliktedir. Çünkü onun kaynağı, büyük lütuf sahibi
Allah'tır. Kendilerine gönderilmediği için kıskançlık yaparak, mü'minlerin nail
oldukları bu lütfü çekememeleri, onların inkar ve şirk psikolojisine
gömülmelerine neden olmaktadır. Kendilerinden olmadığı için Peygamber'e,
kendilerine indirilmediği için vahye olumsuz tepki göstermenin ne kadar yersiz
olduğunu öğreten bu ayet, insanlığa çok önemli bir ahlâkî ilke sunmuştur.
[64]
106. Biz, daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir ayeti ortadan
kaldırmayız veya unutturmayız.
Nesh kelimesi lügatte silmek, iptal etmek, feshetmek, hükümsüz kılmak,
kaldırmak, sözünü geri almak, geri çekmek, çizmek, tekrar yerine koymak, yerine
bedel olarak koymak, kopyasını yazmak, istinsah etmek, suretini çıkarmak,
yerine başka bir şey koyarak iptal etmek, yerini kapmak manalarına gelir.
[65]
1. İptal etmek
Hac/52'de, şeytanın vesvesesini ortadan kaldırmak, onu silmek ve iptal
etmek manasında yer almaktadır:
Ne zaman o peygamber bir şey arzu etse, şeytan onun arzusuna kesinlikle
boş bir şey atar. Sonunda Allah şeytanın attığı bu bani şeyi iptal eder.
İnsanın beyni ve gönlü bir şey arzu ettiği zaman, şeytan o arzuyu
kötüye yönlendirmeye veya o arzunun içine yanlış şeyler katmaya çalışır. Peygamberler
bile bu etkinin dışında değildirler. Ne var M Allah, peygamberleri bu etkinin
tesirinden korur. İşte ayette bu koruma nesh (iptal) kelimesiyle ifade
edilmektedir. Şeytanın yanlış öğretilerinin iptali manasına gelen nesh, hem
insanlığa yanlış düşüncelerin nereden geldiğini, hem de onların iptal edilmesinin
zorunlu olduğunu öğretmektedir.
2. Kaydetmek
Nesh kelimesi "istinsah" kalıbından alınırsa, kaydetmek,
nakletmek manasına gelmektedir. Bu manayı şu ayette görebiliriz:
Bu, size hakikati konuşan kitabımızdır. Çünkü biz, yapaklarınızı
kaydediyorduk. [Casiye/29]
İnsanların davranışlarını yazan meleklerin kaydettikleri amel
defterine, Yüce Allah kitap adını vermektedir. Bu kitap, insanların söz ve
davranışlarının hepsini içermektedir. Bu kayıt olgusu olmasaydı, amel defteri
denen kitap olmayacak ve insanlara hakikati konuşamayacaktı.
3. Nüsha
Nesh kelimesi şu ayette, 'nüsha' manasına gelmektedir:
Musa'nın öfkesi geçince, levhaları aldı; onlardaki bir nüshada
Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardı. [A'raf/154]
Buradaki 'nüsha' levhalarda yazılı olan Tevrat'ın bölümlerinden birini
ifade etmektedir.
Genelde alimler nesh'i iptal etmek manasına almış ve bunu Kur'an ayetlerine
uygulamışlardır. Kur'an'da nesh olup olmadığını tartışmadan önce alimlerin nesh
kelimesine verdiği manaları ele alalım:
a)
Tehir etmek, sonraya bırakmak,[66]
b)
İptal etmek,[67]
c)
izale etmek, başkası ile değiştirmek,[68]
d)
Nakletmek, değiştirmek,[69]
e)
Değiştirmek.
Kur'an'da tebdil kelimesi nesh kavramıyla eş anlamlı olarak
kullanılmaktadır.
(Biz, bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz zaman...)
[Nahl/101]
Bu ayette nesh 'tebeddül' manasına gelmektedir, ki bu, iptal ettiğinin
yerine başka bir şeyi koymayı da kapsamaktadır.
4. Silmek
Nesh 'silmek' manasına da gelir; rüzgarın kumdaki izi, güneşin gölgeyi
silmesi gibi. Şu ayette bu manada kullanılmaktadır:
(Allah dilediğini siler; dilediğini de bırakır. Ana kitap, O'nun
karındadır). [Ra'd/39]
Bazı batıl dinlerde bulunan ruhun bir bedenden diğerine geçmesine tenasüh denir. Bir asnn peşinden diğerinin gelmesine de bu ad verilmektedir. Mirasın bir nesilden diğerine intikal etmesi de aynı kavramla ifade edilmektedir.[70]
Şimdi nesh ile ilgili şu sorulan cevaplandırmamız gerekiyor:
• Kur'an'da nesh var mıdır?
• Nesh ayetinde yer alan ayet
kavramıyla ne kasdedilmiştir?
• Nesh, Kur'an'ın ayetleri
arasında mı, yoksa dinler arasında mı olmuştur?
1. Bakara/106'da yer alan ayet
kelimesi, "mucize" manasına alınabilir. Bilindiği gibi a;ye?
kelimesi ibret, işaret, mucize, Kur'an'ın surelerini meydana getiren cümleler,
tabiat ve psikolojik kanunlar manasına gelmektedir.
Mucize manasını kabul edersek, Bakara/106'nın manası şöyle olur:
Biz, bir mucizeyi iptal eder veya unutturursak mutlaka daha iyisini
veya benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.
Her peygamber farklı mucizeler göstermiştir. Yüce Allah, bir peygamberin
gösterdiği mucizenin yerine benzerini veya daha hayırlısını koymadıkça o
mucizeyi ortadan kaldırmaz veya onu unutturmaz. Demek ki, peygamberlerin
mucizeleri ya birbirine denk olmuştur, ya da daha üstün olana doğru bir gelişim
göstermiştir. Bu süreci şöyle açıklayabiliriz: Hz. Musa'ya asa ve elinin
parlaması gibi mucizeler verilmiş, Hz. İsa'ya ise ölüyü diriltme, çamurdan
yapılmış kuşu canlandırma ve sedef hastalığını iyileştirme gibi mucizeler
verilmiştir. Hz. Peygamber'e ise isra ve değiştirilip bozulması mümkün olmayan
Kur'an mucizesi verilmiştir. Böylece hayr ve üstünlüğü gittikçe artan bir mucize
silsilesi oluşmuştur. Öncekinin yerini alan bir mucize ya ondan daha üstün
veya ona denk olmuştur. Yenisiyle neshedilen mucize tarihteki yerini almış ve
bir tarihî değer olarak bilimsel araştırmaların temelini oluşturmuştur. Bütün
mucizelerin en üstünü ve en sonuncusu olan Kur'an mucizesinin ise, bir benzeri
getirilemeyecek ve bu konudaki acziyet, kıyamete kadar devam edecektir. Ondan
önceki mucizeler ise bilimsel araştırmaların nihai noktadaki buluşlarıyla
bilim haline gelecektir.
2.
Peygamberlik müessesesi
açısından insanlığın gelişimini, ana haüanyla bölümlere ayırırsak, üç büyük
gelişim basamağı tesbit edebiliriz:
a)
Hz. Adem'den Hz. Musa'ya kadar olan dönem,
b)
Hz. Musa'dan Hz. Muhammed'e kadar olan dönem,
c)
Hz. Muhammed dönemi ve sonrası.
Deyim yerinde ise birinci dönem insanlığın İlkokul çağını; ikinci dönem
insanlığın gelişme çağını; üçüncü dönem ise gelişmişliğin nihai noktasını
temsil etmektedir.
Bu basamak ayırımını niçin yaptığımız sorulursa, şu cevabı verebiliriz: Allah toplumların gelişimini takip ederek dinini yenilemiştir. Toplumların gelişmesi, yeni yeni problemlerin çıkmasına neden olmuş ve bu meselelere çözüm getirilmesi gerekmiştir. İnsanlığın o dönemlerinde, toplumlar kendi problemlerini akıllanyla çözebilecek bir düşünce kültürü ve alışkanlığı kazanmamışlardı. Toplumsal sorunları, ancak ilahî kaynaklı kutsal kitaplar çözebiliyordu. Çıkan yeni sorunlar yumağını, ancak yeni vahyin hükümleri ve bakış açılan çözümleyebilirdi. Böylece dar ve küçük toplumların problemlerini çözen ilahî emirler yerine, daha iyi çözüm üreten ayetler gönderme ihtiyacı doğuyordu.
İşte Bakara/106'daki "Daha iyisini göndermedikçe bir ayeti
değiştirmeyiz" ifadesi buna işaret etmektedir. Ama ayetler arasındaki bu
değiştirme yani nesh hadisesi bazı ayetlerin devamına da mani değildi. Geçmiş
dinin bazı uygulamaları aynen korunuyordu. Ev misliha (yahut benzerini)
ifadesiyle işaret edilen uygulamalar bu gruptandı. Kur'an'ın yaptığı en büyük
inkılap, aklın çözüm üretecek çağa geldiği cesaretini insanlığa kazandırmış
olmasıdır. Artık insan, çıkacak olan yeni problemleri aklıyla çözebilecek bir
düşünsel alışkanlık kazanmıştır. Kur'an, aklın önünü açmış, kendi nurunu
geleceğin ufuklarına taşıyacak güçte olduğunu insana kabul ettirmiştir. Artık
her çağda bir din gönderme yerine, insan aklına çalışma ve çözüm üretme imkanı
tanımıştır.
Akla verilen bu cesaret ve alan, hem Kur'an'ın eskimesini önlemiş, hem
de ondaki hükümlerin geleceğe akmasını temin etmiştir. Akıl, Kur'an'ın hükümlerini
iptal etmeyecek, onlarla çatışmayacak, tam tersine Kur'an'ın ilkelerine
dayanarak içtihatta bulunacak ve onun evrenselliğini isbat edecektir. Artık
onlar aynı kaynaktan gelen ikiz kardeş olduklarını bilecek, çatışma yerine
kucaklaşacak ve gelecek nesillerin mutluluğu için uğraş vereceklerdir. Allah
akla, bir hükmün nasıl konup, nasıl kaldırılacağını öğretmiştir. İnsana,
değişen şartlara göre, farklı çözümler üretmeyi öğreten Allah, Kur'an'ın değişmezliğini
bu yolla sağlamış olmaktadır.
3. İnsanlar arası ilişkilerin
dayandığı kurallara da ayet denmektedir. İnsan davranışlarının arkasındaki
psikolojik nedenler de birer ayettirler. Duygu alemini davranışlara bağlayan
bu bağlara da ayet denmektedir. Örnek olarak şu ayeti zikredebiliriz:
Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar,
size fenalık etmekten geri durmazlar ve hep sıkıntıya düşmenizi isterler.
Gerçekten kinleri ağızlarından dökülmektedir; kalplerindeki kinleri daha
büyüktür. Eğer aklınızı kullanırsanız ayetlerimizi size açıklıyoruz. [Âl-i
İmran/118]
Bu ayette Allah Teala, münafıklarla müslümanlar arasındaki ilişkilerde,
münafıkların tavırlarının analizini yapmakta ve bu analizde tesbit edilen psikolojik
nedenlere ayet demektedir. Farklı inançta olanların ve özellikle münafıkların,
sırdaş edinilemeyeceği; onların sözleriyle kinlerini ortaya koydukları;
gönüllerindeki kinin ise daha büyük olduğu gibi tesbiüer birer ayettirler. Bu
psikolojik duyguların değişmeleri mümkündür. Allah onların bu kinlerini sevgiye
dönüştürebilir. Bu da bir bakıma neshtir. Duygu alanı değişken bir alandır.
Bir duygunun hükmettiği davranış zamanla değişip başka bir duygunun etkisinde
kalabilir.
Şimdi Bakara/105'e dönersek, yukarıda ikinci ve üçüncü maddelerde söylediklerimizin doğruluğu anlaşılır. 105. ayette "istek" denen duygu yer almaktadır. Diğer taraftan Hz. Peygamber'e kitabın indirilmesini istemedikleri açıklanmaktadır. 106. ayette ise yeni dinin gönderileceğine ve onların bu isteğinin değişebileceğine işaret edilmektedir. 105. ayet ile 106. ayetin arasındaki ilişki dikkate alınırsa, neshin hangi alanda olduğu görülür. Hayr kelimesi hem 105., hem de 106. ayette geçmektedir. Allah Hz. Peygamber'e hayr indirmektedir. Bu hayr, bir önceki hayr'dan daha üstündür. Önceki hayr, Kur'an'dan önceki kutsal kitapları ifade etmektedir. Kur'an'ın getirdiği hukuk ve ayetler öncekilerden ya daha üstündür, ya da onların benzeridir. Böylece neshin Kur'an ayetleri arasında değil, önceki kitaplarla Kur'an arasında olduğu anlaşılmaktadır.
Fahruddin Razi, Ebu Müslim'in de aynı fikri savunduğunu nakletmektedir.
Ebu Müslim, nesh kelimesine, levh-i mahfuzdan kitaplara aktarılma manasını
vermektedir.[71]
Bakara/105 ile 106. ayet arasındaki ilişkiyi dikkate aldığımızda, Ebu Müslim'e
hak vermemek elde değildir. Nesh konusunda Mu-hammed Esed de şöyle demektedir:
Bu pasajda ortaya konulan, Kitab-ı Mukaddes öğretisinin, yerini
Kur'an'in getirdiği öğretiye bırakması prensibi, bir çok müslüman alimin yanlış
yorumlarına sebep olmuştur. Bu bağlamda kullanılan ayet (mesaj) kelimesi, aynı
zamanda Kur'an'ın bir hükmünü ifade etmek için de kullanılmaktadır. Ayet terimini
bu sınırlı anlamda alan bazı alimler, Allah'ın Kur'an'ın bazı ayetlerini
yürürlükten kaldırdığı sonucuna ulaşmışlardır. Bu iddia, yazdıklarını ikinci
defa okuyup bazı bölümlerini atan veya başkalarıyla değiştiren herhangi bir
yazan akla getirmektedir. Bu bir saçmalıktır.
Diğer taraftan Kur'an'da neshin olduğunu söyleyen hiçbir hadis de
yoktur. Aslında Kur'an ayetleri arasında nesh olduğunu söyleyenlerin, o
ayetleri anlayıp değerlendirmede yetersizlikleri vardır. Nesh ayetlerinin
miktarı hakkındaki ihtilalin varlığı da onların iddialarının çürük olduğunu
gösterir. Kısaca nesh doktrini, hiçbir tarihsel olguya dayanmamaktadır ve bu
nedenle de reddedilmelidir.[72]
Yüce Allah, şartlara göre kullarına farklı davranma imkanı tanımakta,
onları dönüşü bulunmayan tek yönlü bir yola sokmadığını göstermektedir. İnsana
alternatif hükümlerle, değişik şartlar altında farklı davranış fırsatı vermeyen
din, gerçekte din değil ideolojidir. Kur'an'da nesh bulunduğunu iddia edenler,
Kur'an'ı bir ideoloji kitabı derekesine düşürmekte; insanların şartlara göre
farklı davranmasına müsaade etmemekte ve böylece dini
dogmatik-leştirmektedirler. Dogma ile nass arasındaki temel fark da budur.
Dogma, farklı davranışa müsaade etmeyen fikirdir; nass ise insana alternatif
yollar sunarak, değişik şartlar altoda farklı davranma müsaadesini verir. Nass,
insanlara seçenek sunar ve bunlardan kendi şartlarına uyanı takip etme imkanını
tanır. Nass için önemli olan, şartlara göre en iyi olan davranışın sergilenmesi;
ferdin, toplum ve insanlığın menfaatidir. Çünkü değişik şartlar altoda farklı
davranışa müsaade etmeyen dinin hükümleri, çiğnenmeye mahkumdur. Mesela: Su
bulunmadığında teyemmüme müsaade etmeyen bir din, insanı namazdan
uzaklaştırır. İşte nesh konusuna bu açıdan bakılması gerekir. Şimdi, aralarında
nasih-mensuh ilişkisi olduğu iddia edilen ayetlerde nesh bulunmadığına dair
örnekler verebiliriz: Tevbe/65 ayetinin, Tevbe/66 ayeti tarafından nesh
olunduğu iddia edilmiştir. Önce ilgili ayetleri görelim:
Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi
kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa,
kafirlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
[Tevbe/65]
Bu ayette bir kişinin on kişiye galip gelebileceği ifade edilmektedir.
Bir sonraki ayet ise şöyledir:
Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O
halde sizden sabırlı yüz kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelir ve eğer
sizden bin kişi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah
sabredenlerle beraberdir. [Tevbe/66]
Bu ayette bir kişinin iki kişiye gelip geleceği söylenmektedir. İşte
değişen bu oran nedeniyle alimler, 66. ayetin 65. ayeti neshettiğini iddia
etmişlerdir. Aralarında nesh olmadığını anlamak için öncelikle bu ayetlerin,
üzerine oturdukları eksen değeri bulmamız gerekir. Dikkat edilirse eksen
değerin "insanın gücü" olduğu anlaşılır. Bu ayetlerden Yüce Allah'ın
insana, ancak gücü nisbetinde sorumluluk yüklediği net bir şekilde
anlaşılmaktadır. Bu husus, başka ayetler de açıkça zikredilmektedir:
(Allah herkese, gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yükler).
[Bakara/286]
Demek ki, verilen hükümde ve yüklenen sorumlulukta kulun gücü esas alınmaktadır.
Ayetlere dönersek şu genellemeleri çıkartabiliriz:
1.
İnananların güçlü olduğu
dönemlerde "bire on", zayıf oldukları dönemlerde ise "bire
iki" esasına göre hareket edilebilir. Mü'minler, güçlerine göre, Allah'ın
yüklediği bu iki sorumluluktan birini esas alabilir ve uygulayabilirler. Bunu,
güç ve içinde bulunulan şartlar belirleyecektir.
2.
Ayetlerdeki güç, kas
gücünden ziyade, teknolojik gücü ifade ediyor olabilir. Teknolojik gücü zayıf
olan toplum, 66. ayete, teknolojik gücü yüksek olan toplum ise 65. ayete göre
davranabilir. Kitleleri imha edecek atom gücüne sahip olanlar için sayının ne
önemi vardır? Toplumların teknolojik gücü her zaman aynı oranda olmayabilir. O
zaman 66. ayetin hükmü devreye girer.
3. Bu ayetlerde çok önemli bir siyasî kaideye de dikkat çekilmektedir. Halka yükledikleri sorumlulukların ağır geldiğini anlayan siyasiler, geri dönmesini bilmelidirler. Allah bile, zayıflık gördüğünde kuluna alternatif bir uygulama fırsatı vermektedir. Bu kaide, idarecilerle halk arasında mutlaka tatbik alanı bulmalıdır. Halka gücüne göre alternatif hükümler sunmak zorunlu hale gelebilir.
4. Bu iki ayet, aynı zamanda
eğitimin de temel kanunu olmalıdır. Öğrencilere güçleri nisbetinde sorumluluk
yüklemek, yetersiz kaldıkları anlarda yüklerini hafifletmek, eğitimin altın
kuralı olmalıdır. Çalışma şartlan müsait ve kapasitesi güçlü olan öğrencilere
yüklenen ağır sorumlulukları, bu imkanlara sahip olmayan öğrencilere yüklemek
doğru olmaz. Aynı uygulama, iş verenle işçi arasında da gerçekleştirilmelidir.
Bu izahlardan anlıyoruz ki, her iki ayetin hükmü de yürürlüktedir.
Aralarında nasih-mensuh ilişkisi bulunduğu iddia edilen diğer bir örnek
de Bakara/234 ile Bakara/240 ayetleridir. Şimdi bu ayetleri ele alalım:
Sizden ölüp dul eşler bırakanlar, kocalarının evlerinden çıkarılmadan
bir yıla kadar faydalanmaları hususunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar,
kendiliklerinden çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru
şeylerden ötürü size bir günah yoktur. Allah azizdir, hakimdir. [Bakara/240]
Bu ayete göre kocası ölen kadın, isterse kocasının evinde bir yıl
kalabilir, isterse de çıkıp gidebilir.
Sizden ölenlerin, geride bıraktıklan eşleri kendi başlarına dört ay on
gün beklerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri an, kendileri hakkında yaptıkları
meşni işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir. [Bakara/234]
Bakara/234'ün, Bakara/240'm hükmünü kaldırdığını iddia edenler, bu
ayetlerin, farklı şartlarla alakalı hükümler vazettiğini anlayamamışlardır.
Şimdi bu ayetleri inceleyelim:
1.
Her iki ayet de hayız
görebilen kadınlarla alakalıdır. 234. ayette yer alan "dört ay on
gün"ün bir ayı, yas için; üç ayı da, gebe olup olmadığının anlaşılması
içindir. Bu dört ay zarfında, dört defa hayız görme ihtimali vardır. Dört defa
hayız gören kadının gebe olmadığı kesin bir şekilde anlaşılmış olur. Günümüzde
gebelik çok daha erken tesbit edildiğine göre, dört ay on gün beklemek gerekir
mi? Bu soruyu şöyle cevaplandırabiliriz: Gebeliği daha erken tesbit etme
imkanına sahip olmayan toplumlarda "dört ay on gün" iddet
beklenebilir. Fakat gebeliğin erken teşhis edilebildiği toplumlarda "dört
ay on gün" iddet bekleme hükmü, biyolojik ihtiyaçtan dolayı değil ama sosyolojik
nedenle uygulanabilir. Zira kocası ölen bir kadının, hemen gebelik testi
yaptırıp, gebe olmadığı anlaşılır anlaşılmaz evlenmesi toplumda hoş
karşılanmaz. Çevrede, o erkekle daha önce ilişkisi olduğu fikrini uyandırır ve
dedikoduya sebep olur.
Toplumun hafızası üç aydır. Üç ay geçince pek çok şey unutulur. Toplumun hafızasının üç ay olduğu olgusundan hareket eden Allah, bir ayı yas için, üç ayı da toplumun dedikodusunu önlemek için koymuştur. Allah Teala, asırlarca önce toplumun hafızasını belirlemiş, olayların üç ay gündemde yani toplumun hafızasında kalacağını tesbit etmiştir. İşte, gebeliğin erken teşhis edildiği toplumlarda da "dört ay on gün" iddet beklemenin sosyolojik boyutunu bu şekilde izah etmemiz mümkündür. Dört ay on gün iddet bekledikten sonra evlenen bir kadının, toplumda tenkit edilmesi bu yolla önlenmiş olmaktadır. Allah Teala, kanununu toplumun hafızasını dikkate alarak koymuştur.
2.
Bakara/24O'taki "Bir yıla kadar
faydalanmaları hususunda vasiyet etme" hükmüyle ilgili olarak Ebu Müslim,
bir yıl bekleme hükmünün, tamamen ortadan kalkmadığını, hamile olması
durumunda kadının bir yıl beklemesi gerektiğini; böylece onun iddetinin bir
yıl olduğunu[73]
ifade etmektedir. Demek ki, 234. ayet, gebe olmayan kadının bekleyeceği iddeti;
240. ayet ise gebe olan kadının bekleyeceği iddeti bildirmektedir ki bunun dokuz
ayı hamilelik, üç ayı da doğum sonrası bekleme süresidir. Ayetler bu şekilde
açıklanınca, aralarında nesh olmadığı anlaşılmaktadır. Böylece kocası ölen
kadına, şartlara göre tercihte bulunma hakkı tanınmaktadır.
3.
Kocası ölüp de, evlenme gücü
olmayan veya evlenme çağı geçmiş bulunan kadının çocukları onu evden çıkmaya
zorlayabilirler mi? Yukarıdaki ayetler, hayız görebilen kadınlar hakkında olup
yaşlı kadınları kapsam dışında bırakmaktadır.
Kısaca, bu ayetlerin birbirine aykırı olmadığı, birbirini neshetmediği
ve farklı şartlar içinde bulunan kadınlar için alternatif yollar gösterdiği
ortaya çıkmaktadır. Buna göre dul kalan gebe bir kadın ile gebe olmayan ve
doğurganlık yaşında olan bir kadının iddet süreleri farklıdır. Ayetler,
teknolojik gelişmelerin ışığında daha farklı yorumlamalara da müsaade
etmektedir. Kadının doğasını ve sosyal şartlan dikkate almayanlar, ayetler
arasında nesh olduğunu iddia etmişlerdir. İddianın bilgi yetersizliğinden
kaynaklandığı anlaşılıyor. Bu ayetler arasında nesh olmadığını anlayabilmek
için, insanın doğasından ve sosyal şartlardan hareket etmek gerekiyor.
İnsanlar bilgi eksikliklerini, anlayış kıtlıklarını ve acizliklerini Kur'an'a
yüklememelidirler.
Aralarında nasih-mensuh ilişkisi bulunduğu iddia edilen diğer bir örnek
de Bakara/142 ile Bakara/144 ayetleridir. Bakara/144'ün, Bakara/142'nin hükmünü
kaldırdığı iddia edilmektedir. Önce ayetlerin meallerini verelim:
İnsanlardan bir kısım beyinsizler, şöyle diyeceklerdir: "Dönmekte
oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?' De ki: "Doğu da batı da
Allah'ındır. O, dilediğini doğru yola iletir". [Bakara/142]
Rivayet edildiğine göre, Medine'ye hicretten sonra Hz. Peygamber ve
müslümanlann Kudüs'e doğru yönelerek namaz kılmaları yahudileri şımartmış;
bunun üzerine da Bakara/144 ayeti inzal edilerek müslümanlann Mescidi Haram'a
yönelmeleri emredilmiştir. Sözkonusu ayet mealen şudur:
Biz senin yüzünü göğe doğru çevirmekte olduğunu görüyoruz. İşte şimdi,
seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Arak yüzünü Mescid-i Haram
tarafına çevir. [Bakara/144]
Ebu Müslim bu hususta şöyle diyor:
Kudüs'e yönelme hükmü neshedilmiş değildir. Çünkü kıbleyi tayin etmek
müşkil olduğunda veya yönelme hususunda bir zorluk bulunduğunda eski kıbleye
yönelmek caiz olur.[74]
Bu ayetlerin birinin diğerini neshetmediği hususunda şunlan
söyleyebiliriz:
1. Aynı husustaki iki
hükümden, sonra olanın önce olanı neshetmesi gerekmez. Zira önceki hüküm
ortadan kaldırılırsa, sonraki hükmün anlaşılması güçleşir. Neshedildiği iddia
edilen birinci hüküm, aslında ikinci hükmün alt yapısını oluşturmaktadır.
2. Dikkat edilirse Allah Teala, kulunun razı olacağı bir oluşum izlemekte; bu da bize şunu öğretmektedir İdareciler halkın razı olacağı değişimleri yapmalıdır. İbadetin değerinden bir şey eksiltmeyen ayrıntılarda sıkı davranmak anlamlı değildir. Zaten Allah, bu değişime karşı çıkanları beyinsizlikle nitelendirmektedir.
3.
Buradaki değişim olgusu,
şartlara göre fetva verilmesi gerektiği hususunda bize yol göstermekte; fezada
bir uydunun veya başka bir gezegende yaşayan insanın namazda yöneleceği yön
konusunda alternatif uygulamalara ruhsat vermemize müsaade etmektedir. Çünkü,
Bakara/142'de "Doğu da batı da Allah'ındır" buyurulmaktadır. Başka
bir gezegende olanlar için doğu ve batı yönleri, dolayısıyla kıble farklı
olacaktır. Onlar için o gezegende, başka bir kıble tesbit etmek gerekiyor.
İşte, Kur'an'daki bu farklı ayetlerden esinlenerek, bu uygulamalara ruhsat
vermek mümkün olacaktır.
4. Farklı dine mensup olan
insanların birbirlerine karşı takındıkları tavırların oluşturduğu değişimin
boyutuna işaret edilmektedir. Her iki ayet bir araya getirilmedikçe bu
farklılık anlaşılmaz. Bakara/142'yi neshettiğinizde Bakara/144'ü
anlayamazsınız. Peygamberimizin bir süre Beyt-i Makdis'e yönelmesi, yahudilere
zeytin dalı uzatmak şeklinde değerlendirilebileceği gibi, dinler arası
yakınlaşmayı sağlamaya yönelik bir adım şeklinde de değerlendirilebilir.
Olumsuz bir tepkiyle karşılaşınca da kendi yönünü belirleme arzusu duymak,
doğal bir sonuçtur.
Bu oluşumu, kültürler arası yakınlaşma için de örnek olarak alabiliriz.
Yaklaşmak istediğin kültürün bazı değerlerini benimsersen, kendi değerlerinle
o kültürü mayalama fırsatını elde edebilirsin. Buna karşılık aşın bir tepki ile
karşılaştığında, kendi öz değerlerine dönme metodunu uygulaman gerekir.
5.
"Artık yüzünü Mescid-i
Haram'a doğru çevir" ifadesindeki 'yüz' kelimesiyle, başın tümü
kasdedilmektedir. Aslında "yüzünüzü çevirin" ifadesi, toîaûan ziyade
beyni çevirmeyi lîaûe eûer. MMümanlarm, aynı MAeye yönelmeleri, onlardaki
tevhid inancının tezahürü olup akıl ve gönül birliğini ifade etmekte; bütün
akıl \e gönüflerin, -ırmakların denizde buluşması gibi- aynı kıblede
buluşmaları ve kaynaşmaları gerektiğine işaret etmektedir.
İsra olayındaki Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya gitme olgusu da,
kültür ve inançlar arası yakınlaşmanın bir simgesidir. Mekke'de putperest
kültürüne mukabil, Kudüs'de ehl-i kitap kültürü vardı. Putlardan ve şirkten
temizlendikten sonra artık Kabe'ye yönelmek gerekirdi.
Bakara/145 ayetine dikkat edilirse, bu yönelişin hedefinde insan beyninin olduğu anlaşılır. Beyin ve gönül, bu yönelişin hem dinamiklerini göstermekte, hem de amacını belirlemektedir. Her iki ayeti bir arada yaşatamayanlar, bu oluşumların analizini yapamayacak ve Kur'an'ı anlamakta zorluk çekeceklerdir. Neshedildiği iddia edilen ayetlerin hepsini burada ele almamıza imkan yoktur. Ancak yeri geldiğinde onlara değineceğiz. Şimdi nesh konusunun başka bir boyutunu ele almak istiyoruz. İddiaya göre Kur'an'da lafzı nes-hedilen, hükmü baki olan ayetler vardır.
Bazıları, Hz. Ömer'den rivayet edilen bir habere dayanarak, başlangıçta
Kur'an'da recm ayetinin bulunduğunu, fakat daha sonra lafzının neshedilip
hükmünün baki kaldığını iddia etmektedir. İddiaya göre, başlangıçta Kur'an'da
bulunan, fakat daha sonra lafzı neshedilen ayet şudur:
Yaşlı erkek ve kadın zina ettikleri zaman, Allah'tan ibret verici bir
ceza olarak ikisini de recmedin. Allah aziz ve hakimdir.
Buradaki 'yaşlı' kavramı, 'evli' manasına alınmalıdır. Bu rivayetten
hareket edenler, zina eden evlilerin cezasının recm, zina eden bekarların
cezasının ise -Nur/2'ye göre- yüz değnek olduğunu iddia etmektedirler.
Kur'an'da bulunmayan bir sözün ayet olduğunu söylemek, onun hükmünü Kur'an'a dahil
etmek zulümden başka bir şey değildir.
Ayet olduğu iddia edilen başka bir söz de şudur
Ademoğlu'nun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncü vadiyi ister.
Ademoğlu'nun kamını ancak toprak doyurur. Allah tevbe edenin tevbesini kabul
eder.
Bunun da lafzının Kur'an'da olmadığı ama hükmünün geçerli olduğu öne
sürülmektedir.
Bu tür fikir ve iddialar, insanların kafasını karıştırmakta, Kur'an
hakkında yanlış intibalann uyanmasına neden olmaktadır. Bu tip iddialarda
bulunmak, Allah'a iftira etmek olduğu için, zulüm kapsamı içine girmektedir.
Zayıf delillere dayanarak veya delilsiz bu tip iddialarda bulunmak, ihanet
kadar tehlikeli ve zararlıdır.
"Veya unutturduğumuz bir ayetin" ifadesinde, neshetmek ite
unutturmak aynı manayı ifade etmektedir. Ayetteki unutma kelimesi, tehir etmek,
geri bırakmak, geciktirmek, tecil etmek, bugünkü işi yarına bırakmak, izin
vermek manalarına gelmektedir.
Neshi nakletmek veya kaydetmek manasına alırsak, nesee kelimesini de
"olduğu gibi bırakmak" manasına alabiliriz. Bu kavramın Kur'an'daki
manaları şunlardır:
[75]
1. Unutmak
Pek çok ayette bu anlamda kullanılmaktadır:
Sunduğu amelleri unutmak [Kehf/57],
Allah'ın emirlerini unutmak [Taha/115],
Yaratılışını unutmak [Yasin/78],
Yalvarışını unutmak [Zümer/8],
Allah'ın öğrettiği hükümlerin bir kısmını unutmak [Maide/13],
Uyarılan unutmak [En'am/44],
Ahireti unutmak [A'raf/51],
Allah'ı unutmak [Tevbe/67],
Allah'ı anmayı unutmak [Furkan/18],
Dünyadan nasibini unutmak [Kasas/77],
Öğrendiğini unutmak [A'la/6],
İyilik ve ihsanı unutmak [Bakara/237],
Kendini unutmak [Bakara/44],
Ortak koşulardan unutmak [En'am/41],
Allah'ın kulunu unutması [Casiye/34].
2. ihmal etmek
Ehemmiyet vermemek manasına da alınması mümkün olan bu kavram,
öncelikle iki ayette yer almaktadır:
Onlar olayın nihai tamamlanışını mı bekliyorlar? O gün, olgu
tamamlanacaktır. Daha önce onu ihmal edenler diyeceklerdir: ... [A'raf/53]
Allah şöyle diyecek: "Benim ayetlerim sana geldi, sen onları ihmal
ettin, bunun gibi sen de bugün ihmal ediliyorsun". [Taha/126]
Nesi kelimesi bu ayetlerde, ahireti ve Allah'ın ayetlerini ihmal etmek,
onlara ehemmiyet vermemek anlamında yer almaktadır.
3. Gözden ırak olmak
Ne s iye kelimesi, mensiyya kalıbında kullanıldığında, gözden ırak
olmak anlamını ifade etmektedir:
Doğum sancısı, onu bir hurma ağacına sevk etti. "Keşke" dedi;
"bundan önce ökeydim de unutulup gözden ırak olsaydım". [Taha/23]
Bakara/106'da yer alan ve genelde "unutmak" şeklinde mana
verilen bu kavrama ihmal etmek, gözardı etmek manaları da verilebilir.
4. Terketmek
Razi bazı alimlerin nesh kelimesine terketmek manasını verdiklerini nakletmektedir.
Unutmak kelimesinin içinde terketmek manası da vardır. Terk etmek unutmanın bir
parçasıdır.[76]
Yukarıda "unutmak" manası verdiğimiz ayetlerin, bir kısmının terk
etmek anlamında alınması mümkündür.
5. Ertelemek
Bazı alimler nesiye kelimesini nesie diye okumuşlardır. Haram aylan
ertelemek, küfürde bir artıştır. [Tevbe/32][77]
Unutmak, ihmal etmek, gözden ırak olmak, terketmek ve ertelemek manası
ile bu kavram, Allah'ın mesajlarında bir devamlılık olduğunu, o mesajların
unutulamayacağını, ihmal edilip gözden ırak tutulamayacağını, ertelenip terk
edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Onların unutturulmamasırun veya terkedilip
ertelenmemesinin alameti, benzerlerinin veya daha iyisinin getirilmesidir. Yüce
Allah bir kitabın ayetleri yerine diğer bir kitabın ayetlerini getirirken, ya
benzerini getirmiştir veya aynısını tekrar etmiştir. Ayet kelimesini mucize
olarak alırsak, diyebiliriz ki, ya denk bir mucize ya da daha iyisi
getirilmiştir. Değişiklik, ya benzerler arasında veya daha iyiye doğru
olacaktır. Bu da bize araştırma metotlarını veya kanun yapma kurallarını göstermektedir.
Bir konuda kitap yazarken, daha önce o konu hakkında yazanlann fikirlerine ya
aynen yer verilir veya daha iyisi yazılır. Yeni bir kanun yapılırken, eski
kanunun maddelerinin bazıları tümden kaldırılırken, bazıları yeni kanunda da
yer alabilir, bazı maddelerinin ise, günün şartlarına göre değiştirilmesi
gerekli olabilir. Bunun kuralını Allah bu ayette vermektedir.
[78]
Ayetin hadisle neshedilebileceği fikrini savunanlar Kur'an'a iftira
etmektedirler. Bir peygamber, Allah'ın gönderdiği kitabın ayetlerini tebliğ
etmekle mükelleftir; onları değiştirme hakkına sahip değildir. Bir beşer olan
Hz. Peygamberin verdiği bir hüküm Allah'ın hükmünü ortadan kaldırabilir mi?
"Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak
yakalardık; sonra onun şah damarını koparırdık" [Hakka/44-46] buyuran
Allah'ın, bu yetkiyi Hz. Peygamber'e vermesi mümkün mü?! Kur'an'da nesh
bulunduğunu, hadisin de ayetin hükmünü neshedebileceğini iddia edenler, şu ayet
ve hadisleri örnek göstermektedirler:
Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya babaya ve
yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur.
[Bakara/180]
Ayette, ana-baba ve yakınlara vasiyet yolu ile miras bırakılacağı
söylenmektedir. Ayette yer alan ve örf, adet, teamül, kullanma, muamele
manasına gelen bi'l-ma'ruf ifadesine, "Makul bir biçimde" şeklinde
karşılık verilmesi mümkündür. Ma kelimesi, toplumdaki örfe göre veya akla uygun
bir şekilde vasiyetin yapılacağını ön görmektedir. Bu ayetteki hükmün,
mirasçıların sayıldığı Nisa/11-12 ayeüeriyle neshedildiği iddia edilmektedir.
Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Dikkat ediniz, varise vasiyet yoktur.[79]
Bakara/180 ayetinin hükmünü bu hadisin neshetmesi mümkün değil. Eğer bu
ayetin neshedilmesi sözkonusu olsaydı bu, Nisa/11-12 ayeüeriyle olurdu. Kaldı
ki Bakara/180 ayeti ile Nisa/11-12 ayetleri arasında bir çatışma olmadığı ve
dolayısıyla da neshin düşünülemeyeceği bir vakıadır. Bu ayetler arasında
nasih-mensuh ilişkisinin bulunmadığına dair şunları söyleyebiliriz:
1.
Nisa/11-12 ayetleri evrensel
hukukun kurallarını koymaktadır. Bakara/180 ayeti ise, gayr-i müslim bir
toplumda yaşayan müslümanlann miras meselesine ışık tutuyor olabilir. Hukuku
evrensel hukuka bağlanmamış ilkel toplumlarda, müslümanlara alternatif bir
uygulama sunuyor olabilir. Vasiyet gerektiren şartlarda bu ayetle amel etme
zarureti doğabilir.
2.
Anne-babasından ayn düşen ve başka bir yerde
yaşayan bir evlat, ölüm anında annesine veya babasına yahut her ikisine birden
vasiyetle mal bırakabilir. Ebeveyni, evlatlarından miras kaldığını da
bilmeyebilir. Bu şartlar alün-da Nisa/11-12 ayetlerinin hükümlerini uygulamak
mümkün olmadığı için, Bakara/180 ayeti devreye sokulabilir. Ölmekte olan
kişinin, ebeveyn ve akrabası için vasiyette bulunmasına müsaade eden bu ayet,
vasiyetin makul olmasını da şarta bağlamaktadır. Dikkat edilirse, ayetin
sonunda bunun, mutta-kilere vecibe olduğu bildirilmektedir.
3. Nisa/11 ayeti, ana-babaya
düşecek olan mirasın asgari sınırını belirlemektedir. Bu ayetlerin belirlediği
alt sınırın üstüne çıkacak vasiyetle mal bırakma engellenmektedir. Nisa/11
ayeti nasih, Bakara/180 ayeti mensuh olarak kabul edilirse, Bakara/181-182
ayetlerinin de hükmü kalkmaktadır. Çünkü bu ayetlerin içeriği, tamamen 180.
ayetle alakalıdır. Böylece bir ayet, üç ayetin hükmünü neshetmiş olmaktadır.
Nisa/l 1-12'nin, Bakara/180 ayetinin hükmünü neshettiği iddiasıyla
yetinmeyip, "Dikkat varise vasiyet yoktur" hadisinin de
Bakara/180-182 ayetlerinin hükmünü neshettiğini iddia etmişlerdir. Bu hadis
sahih ise, Nisa/11 ayetinin şarüannı kapsamaktadır ki o zaman da Bakara/180-182
ayetlerini bağlamaz. Çünkü o ayetlerin şartlan farklıdır. Fakat hadis sahih
değilse, bu takdirde onun, ayetin hükmünü kaldırdığını söylemek abesdir.
(Allah'ın gücünün her şeye yettiğini bilmiyor musunuz?)
Yüce Allah, ayetlerini değiştirip yerlerine benzerini ve daha iyisini
getirme hususunda yeterli olduğuna dikkat çekmektedir. Değişim bir güç ister.
Gücü olmayan değişim meydana getiremez. Bu da insan için bilgi gücünü ifade
etmektedir. Bu nedenle bu değişimi, ancak sosyal şarüann değişkenliğini,
farklı sosyal ortamların farklı ihtiyaçlar oluşturacağını ve bu farklı ihtiyaçların farklı
hükümlerle çözümleneceğini bilenler
gerçekleştirebilirler.
Ayetin, Allah'ın her şeye güç yetirebüeceği bilgisine sahip olan
insanların bu gerçeği yakalamakta zorluk çekmeyeceklerini vurgulayan bu kısmı,
oluşumları olumsuz tenkit etmenin sebebini, bilgisizliğe bağlamaktadır.
Bilgili insanlar, oluşumları değerlendirmekte zorluk çekmez ve hayrete düşüp
yersiz tenkit etme hatasına düşmezler. Bilgili insanlar, oluşumları,
nedenlerine bağlama yeteneğini kazanmış kimselerdir. O oluşumları, Allah'ın
gücünün her şeye yettiği bilgisinin temelleri üzerine oturtarak, çözümde
hatadan kurtulurlar.
[80]
107. Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hükümranlığı
Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı
vardır.
Bakara/106'da Allah'ın her şeye gücünün yettiği, 107. ayette de
göklerin ve yerin iktidarının O'na ait olduğu, insanın Allah'tan başka dost ve
yardımcısının bulunmadığı vurgulanmaktadır. Kısacası ayet insana, gücün,
iktidarın, dostluk ve yardımın kime ait olduğunu öğretmektedir. Bu öğretiyi
soru halinde yöneltmekle, bu gerçeğin bilinmesinin zorunluluğunu ortaya koymaktadır.
Bakara/107, ayetle, 106. ayet arasında bağlantı kurduğumuzda, şu genellemeyi
yapabiliriz: Bir ayetin benzerinin veya daha iyisinin getirilmesi kimin
içindir? Cevap: İnsan içindir. İnsanın ayetler konusunda hata yapmasını önlemek
ve doğru inanca gelmesini temin etmek için, Allah gücünü, iktidarını, dostluk
ve yardımını harekete geçirmektedir. Ayetler arasındaki değişim, insanlığın
daha iyiye ve daha güzele doğru gitmesini amaçlamaktadır. Bu da bir dostluk ve
yardım işidir. İnsanın gelişmesini, ilerlemesini ve daha güzel olanı yakalamasını
ancak bir dost ister.
Bakara/107'deki veli kavramı, bir şeye ve bir kimseye yakın olmak,
yanında durmak, bitişik olmak, muttasıl olmak, takip etmek, hudut komşusu olmak,
arkadaş olmak, alakadar olmak, idare etmek, işini çevirmek, hizmet etmek, bir şeyin
üzerinde otorite ve güç sahibi olmak, yardımcı, destekçi, koruyucu olmak, hiç
durmadan yapmak, ara vermeden devam etmek, bir işe ba-şanlı ve sistematik
olarak başlamak, sırdaş olmak, gözünün önüne açıp izhar etmek, istihdam etmek,
sevmek, bir beldeyi işgal etmek, vasiyet etmek, yetime vasi tayin etmek, taze
hurmanın kurumaya yüz tutması, sırt çevirmek, sonuna varmak; mevla kalıbında
alınınca rab, efendi, komşu, malik, kul, azad olmuş köle manalarına
gelmektedir.
Şimdi bu kavramın Kur'an'daki manalarını ele alabiliriz:
[81]
1. Dönmek
İnsanlardan bir kısım beyinsizler, "Yönelmekte oldukları
kıblelerinden onlan çeviren nedir?" diyecekler. [Bakara/142]
Bu ayette vella kalıbında yer alan veli kelimesi, bulunduğu yönden
başka bir yöne dönmeyi ifade etmektedir. İlk bakışta fizikî manada bedenin
yönelmesi olarak görünse bile, arka planında, bir fikrin, bir idealin ve bir
hedefin yer aldığı cihete yönelmeyi ifade etmektedir.
Aynca, Kur'an'ı anlamamaları için kalplerine perdeler ve kulaklarına
bir ağırlık koyarız. Sen, Kur'an'da Rabbinin birliğini yad ettiğinde onlar,
canlan sıkılmış bir vaziyette, gerisin geriye dönüp giderler. [İsra/46]
Bu ayette de aynı kalıpta kullanılmış olan veli kelimesi, bir fikre
karşı olan menfi bir tavrın ifadesidir. Bakara/42'de menfi olmayan dönüş, bu
ayette ise menfi bir tepki anlamına gelmekte; müşriklerin, davet edildikleri
tevhide inanmamalarını, dönüp gitmelerini ifade etmek için kullanılmaktadır.
Böylece beyinleri çalışmayan ve dolayısıyla gönülleri anlamayan ve kulaklarında
manevî sağırlık olan insanların tevhide gösterdikleri tepkinin adı olmaktadır.
Kökeninde psikolojik ağırlıklı olan bu tepki, bedenin dönmesini de içine
almaktadır.
Ve asanı at! Musa attığı asayı yılan gibi hareket eder görünce, dönüp
arkasına bakmadan kaçü. [Kasas/31]
Bu ayetle de vella kalıbından alınan veli kelimesi, dönüp kaçmayı ifade
etmektedir. Biraz önce elinde tuttuğu bir değneğin, anında yılan şekline bürünüp
hareket etmesiyle insanda uyandırdığı dehşet yüzünden dönüp kaçma eylemini
ifade etmek için kullanılmakta; ani değişimlerin insanda uyandırdığı dehşetin
meydana getirdiği tepkiyi ifade etmektedir. Bazı kimselerin, toplumlarda
meydana gelen sosyal değişimlerden kaçmasının ve o değişimi hazmedememesinin
altında bu psikoloji yatmaktadır.
Hz. Musa'nın asasını, insanın nefsi manasına alırsak, şöyle
diyebiliriz: İnsan, nefsini görebilseydi, onun bir yılan olduğunu anlar ve
ondan dönüp kaçardı. Nefsimiz bize, asa gibi normal gelmektedir. Ona dışardan
bir insan gibi bakabilme fırsatını yakalayabilseydik, nasıl bir yılan olduğunu
anlayacaktık. O zaman ona sarılma yerine, ondan dönüp kaçacaktık.
Eğer insan, kafasındaki fikirleri Hz. Musa'nın asası gibi atıp tarafsız
olarak değerlendirebilseydi, onların yılanlığının farkına varacak, tiksinip
dönecek ve kaçacaktı. Zararlı bir yılan gibi, nefsinden ve yanlış
fikirlerinden dönüp kaçmak vella kelimesiyle ifade edilmektedir. Kötüden
kaçmak, zararlı olandan tiksinip dönmek demektir.
Kesinlikle sen, ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken
sağırlara da duyuramazsın. [Neml/80]
Sağırlara ancak işaretlerle birşey anlatılalabilir. Onların kulakları,
gözleridir. Gözleriyle hem görürler, hem de duyarlar. Neml/80'deki
"dönme" kelimesi, sağır insanın mesajı tebliğ eden insanın dudak ve
el hareketleriyle mimiklerini görememesini ifade etmektedir. Kur'an'ın
mesajını dinlemeyenleri ölü ve sağıra benzeten Allah, onların bu menfi
tepkilerini ifade ederken vella kelimesini kullanmaktadır.
Sağır kulak ve ölü gönül gibi iptal edilmiş duyu organlarının tepkisini
ifade eden bu kelime, eğitimin etkinliğini sıfıra indiren kaçıp uzaklaşma eyleminin
adı olmaktadır.
Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki
kulaklarında ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir. [Lokman/7]
Allah'ın ayetlerini dinlediği halde, onları hafife alıp kibirden
kaynaklanan dönüşü ifade eden bu kelime, psikolojik tepkinin bedeni de döndürüp
çevirmesi anlamına gelmektedir. Bu dönüş, sadece bedenle sınırlı değil, kitaplarla,
makalelerle, konuşmalarla da olabilir. Allah'ın ayetlerinden yüzçevirmeye ve
hakikati reddetmeye delalet eden her tavır, bu dönüş kavramının kapsamı içine
girmektedir. Genelde, Kur'an'da sırtını dönmek edbare, yüzünü dönmek de,
tevella kelimeleriyle ifade edilmektedir. Mearic/17'de bu iki kelime bir arada
yer almaktadır:
Geri dönüp, yüz çevireni çağırır.
Demek ki edbare, daha çok bedenî hareketi ifade ederken, tevella yüzün,
yani beynin dönmesini ifade etmektedir. Çünkü yüz kelimesi, çoğunlukla beyne
işaret eder. "Yüz" kelimesinin, biyolojik olmaktan çok, ait olduğu
kafanın içini ifade etmesi nedeniyle psikolojik bir manası vardır. Beynin
hakikatten dönmesi, ona karşı, menfi bir tepki gösterme eylemini ifade
etmektedir.
2. Sığınağa koşmak
Aynı zamanda, sığınağa koşmak manasına gelen bu kelime, sığınılacak yer
ile aynileşen bir hareket olmaktadır. Bu manasıyla Tevbe/57'de yer almaktadır:
Eğer sığınacak bir yer, yahut mağara veya bir delik bulsalaıdı, koşarak
o tarafa yönelip giderlerdi.
Bu ayette de vella kalıbında yer almaktadır. Veli kelimesinin bu
türevi, sığınağa ve bir hedefe doğru koşma manasına gelmektedir. Bu manadan
hareket edersek, ve/ftıin, sığınağı olan Allah'a doğru koşan kimse olduğunu
söyleyebiliriz.
3. Bırakmak
Doğru yol gösterilmesine rağmen eğri yolu tercih eden kişiyi Allah'ın
seçtiği yolda bırakması ve terk etmesi manasına gelmektedir, ki bu manayı şu
ayette görebiliriz:
Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar
ve ina-nanlarm yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız.
[Nisa/115]
Ayette yer alan (nuvellîhi mâ tevella) ifadesi, "Seçtiği yola onu
bırakırız" manasına gelmektedir. Buradaki tevalla, tutulan, yönelinen ve
seçilen yol; nuvellihi ise, o yolu seçen kimsenin, seçtiği yola bırakılması,
terke-dilmesi, yönlendirilmesidir.
Doğruyu bilen bir insanın Peygamber'e karşı çıkması ve inananların yolundan
başka bir yolu seçmesi, Allah tarafından terk edilmesine ve seçtiği yolda
bırakılmasına neden olmaktadır; ki bu, Allah'ın inayetinin gerçeğe sırtını
dönenden uzaklaştığını ifade eder. Hakikati bırakanı Allah da bırakır.
4. Terk etmek
Gördüğü olumsuz tepki üzerine Hz. Salih'in, kavmine karşı göstermiş olduğu
tavrı ifade için tevella kelimesi kullanılmaktadır:
Böylece Salih onları teik etti ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Andolsun
ki ben size Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat
siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz". [A'raf/79]
Veliye kelimesinin tevella kalıbı, bazen tepkiye karşı gösterilen
karşı-tep-kiyi ifade eder. Yukarıda da, eğitime ve eğitimin içeriğinde yer alan
konulara tepki gösteren topluma karşı, onurlu bir terkediş tavrını ifade
etmektedir. Hz. Salih'in, getirdiği mesaja ve nasihatlerine olumsuz tepki
gösteren kavmini terk etmesi, din adamlarına da bir örnektir.
5. Ayrılmak
Babaları onlardan ayrıldı; "Ah Yusufum ah!" diye sızlandı ve
kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine ak düştü. [Yusuf/84]
Bu ayette kelime, bir babanın, kardeşlerine kötülük yapıp kendisini de
kandırmaya çalışan çocuklarına karşı, çaresizlik içinde göstermiş olduğu tepkiyi
ifade etmektedir.
6. Çekilmek
Bunun üzerine Firavun çekilip gitti; hilesini tertip edip geri döndü.
[Taha/60] Hz. Musa ile Firavun bayram günü, insanların toplanma anında yarışmayı
kararlaştırdıktan sonra, Firavun çekilip gitti. Kelime burada, antlaşmadan
sonra entrikalarını tertiplemek için bulunduğu yeri terk etmek manasına gelmektedir.
Ancak bu davranış bir tepkiyi değil, bir iş için anlaşan tarafların ayrılıp
gitmelerini ifade etmektedir.
7. Yüklenmek
Nur suresinde tevella kavramı, yüklenmek anlamına gelmektedir:
Onlardan bu günahın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap
vardır. [Nur/11]
Aslında ayette yer alan ifadesi, iftirada başı çeken, iftirayı ilk atan
kimseye işarettir, ki "O günahın büyüğünü yüklenen kimse" şeklinde
mana verilmesi uygundur.[82]
Tevella kelimesinin manalarından biri de "sırtını dönmek"
olduğundan, sıranı yükün altına koymak, yüke dönmek ve onu yüklenmek manası da
ondan kaynaklanmaktadır. İnsan işlediği günahı sırtına yüklenmektedir. Ama
grup olarak işlenen günahın büyüğünü, şüphesiz o günahın işlenmesinde başı
çeken kişi yüklenecektir.
Nahl/25'te, mahşerde herkesin kendi günahını yüklenip taşıyacağı ifade
edilirken hamele (hamal) kelimesi; Nur/l l'de, bir topluluğu günaha sevke-den
kişinin günahın büyüğünü yüklenip taşıması ise tevella kelimesi ile ifade
edilmektedir.
8. Patron (efendi)
Bakara/257 ayetinin kafirlerle ilgili olan bölümündeki (evliya) kelimesi
"patron" manasına gelmektedir:
inkar edenlere gelince, onların patronları tağuttur, onları aydınlıktan
alıp karanlığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı
kalırlar.
İnsanları karanlığa götüren ve aydınlıklarını karartan tağut,
kafirlerin patronudur. Onun için ayetteki veli kelimesinin çoğulu olan evliya'ya
dostlar manası vermek mümkün değildir.
Allah'a andolsun, senden önceki milletlere de peygamber gönderdik.
Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi. İşte şeytan bugün onların
patronudur. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.
Yanlış amellerini süslü gösterip insanları yoldan çıkaran şeytan için
Allah bu ayette evliya kelimesini kullanmaktadır. Nahl/76'da yer alan veli
kelimesinin mevla versiyonuyla aynı manaya gelmektedir. Oradaki mevla
kelimesi, sosyolojik mana taşırken; 73. ayetteki evliya kelimesi, tamamen dinî
bir mana taşımaktadır. Her ikisi de patron, efendi anlamını ifade eder.
9. Vekil
Şayet borçlu aptal, aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak
durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. [Bakara/282]
Ayetteki veli kavramı vasî (koruyucu) anlamına gelmekte olup tamamen
hukukî bir mana taşımaktadır. Zihnî melekelerini kullanamayan çocukların
işlerini gören ve hukukî davalarına bakan kişiye verilen unvandır.
10. Veliaht, varis
Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın.
Haksız yere öldürülen kimsenin varisine yetki verdik. Ancak bu varis de kısasta
ileri gitmesin. Zaten, ona bu yetkinin verilmesiyle o, alacağını almıştır.
[îsra/33]
Aynı kavram burada, haksız yere öldürülen insanın hakkını arayacak olan
varisine verilen hukukî bir unvandır. Ama bu unvan, biyolojik yakınlığı da
kapsamaktadır.
Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe
ediyo-ram. Kanm da kısırdır. Tarafından bana bir veli (varis) ver. [Meryem/5]
Ayette geçen veliyya kelimesi, çocuk, varis manalarına gelmekte ve köle
ruhlu insan anlamına gelen mevali kelimesinin karşıtı olmaktadır. Yani sağlam
şahsiyetli, inisiyatif sahibi olan, insanı yalnız bırakmayıp arka çıkan ve
kültürünü yaşatan kimse manalarını içermektedir. Bu da, babanın bıraktığı
kültür mirasını yaşatacak ve ekonomik mirasını da telef etmeyip geliştirecek
olan "varis" demektir. Siyasî manası ile alınırsa, padişahın yerine
geçecek olan "veliaht" demek olur.
Neml/49'da da 'varis' anlamına gelmektedir.
11. Kendini bir şeye
vakfetmek
Bazı insanlar kendilerini şeytana vakfederler, hayatlarını ona adarlar,
ona tapınırlar ve onun dediklerini yaparlar. İngilizce'de buna
"vatory" denmektedir. Âl-i Imran/175'te bu kelime evliya olarak
geçmektedir:
İşte şeytan, ancak kendine tapanları korkutur. Eğer iman etmiş kimseler
iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun.
Bu ayetteki veli kelimesinin çoğulu olan evliya, şeytanın yaranları,
kendilerini ona adayıp vakfedenler, kısaca ona tapınanlar manasını ifade
etmektedir.
12. Muhafız
Veli kelimesinin çoğulu olan evliya, muhafız manasına da gelir:
Onlar Mescid-i Haram'ın muhafızları olmadıkları halde inananları oradan
geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın muhafızları
takva sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez.
[Enfal/34]
Kutsal bir yerin muhafızları anlamını ifade eden bu ayetteki evliya
kelimesi, onların mübarek olan fikirlerin takipçileri ve koruyucuları
olacağına da işaret etmektedir. Kutsal bir yeri kutsal olan insanlar muhafaza etmelidir,
onun için Allah, muttakileri Mescid-i Haram'ın muhafizlan olarak tayin
etmektedir.
13. Yakın
Veli kelimesi evla kalıbından alınırsa daha yakın, daha doğru, daha
değerli, daha uygun ve daha layık manalarına gelir.
a) Daha yakın
insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber ve ona
iman edenlerdir. Allah inananların dostudur. [Âl-i İmran/68]
Yakınlık, tabi olmak ve iman etmekle belli olur. Hz. ibrahim'e en yakın
olanları nitelemekte olan evla kelimesi veli kelimesinden türemiştir. Demek ki
veli kelimesinde yakınlık anlamı da bulunmaktadır. Ama bu yakınlık, fikir ve
iman yakınlığını ifade etmektedir. Her ikisini bir kavram altında toplarsak,
"gönül yakınlığı" diyebiliriz.
Peygamber mü'minlere kendi canlarından daha yakındır. [Ahzab/6]
Bir önceki ayette, insanların peygambere yakınlığı anlatılırken, bu
sefer peygamberin inananlara yakınlığı vurgulanmaktadır.
Peygamber, inananlara canlarından daha yakındır. Din adamı da, inananlara
canlarından daha yakın olmalı, onların arasında ayırım yapmamalıdır. Böylece
veli kelimesi, insanların peygambere, peygamberin de insanlara olan yakınlığını
ifade etmektedir.
b)
Daha layık
Sonra, orayı boylamaya daha layık olanları elbette biz daha iyi
biliriz. [Meryem/70]
Layıktır sana, layık! [Kıyame/34]
Her iki ayetteki evla kelimesi de veli kelimesinin bir kalıbı olup daha
layık manasına gelmekte ve ahiretteki cezaya daha layık olma durumunu ifade
etmektedir.
c)
Daha uygun
iman etmiş olanlar, "Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı" derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Onlara en uygun olan da budur. [Muhammed/20]
Bazı insanların içi ile dışı bir değildir. Fakat onların davranışları,
içindekileri dışarıya vurur ve böylece insanlar, onların niyetlerini, düşünce
ve imanlarını anlamış olurlar. İşte içlerini dışarıya vuran bu davranışların,
onlara uygun olduğu ve yakıştığı bu kelime ile ifade edilmektedir. Ayet,
onların sahte imanlarını, ölüm baygınlığı geçiren insanın bakışı gibi
bakmalarının ele verdiğini açıklamaktadır. Allah, bu bakışın onların iç alemine
uygun olduğunu ifade etmektedir.
14. Korumak
Veli kavramının diğer bir anlamı da korumak'ür. Öncelikle Allah'a izafe
edilen kavram, Allah'ın koruyuculuğunu ifade eder.
Şüphesiz ki, benim koruyucum kitabı indiren Allah'tır. Ve O, bütün
salih kullarını görüp gözetir. [A'raf/196]
Veli kavramının bu ayette yer alan veli \e tevella kalıpları, Allah ile
ilgili olup mana itibariyle aynı merkezde buluşmaktadırlar: korumak, görüp
gözetmek. Yüce Allah, insanlara Kur'an'ı indirmekle koruyuculuğunu, yani
veliliğini hayata geçirmektedir. Diğer taraftan, salih/iyi kullarını da
korumaktadır.
Veli kavramının val şeklindeki kalıbı da "koruyucu" manasına
gelir. Onların, Allah'tan başka koruyucuları da yoktur. [Ra'd/11]
insanları kötüye, cehalete ve sapıklığa karşı korumak için onlara kitap
gönderip eğitmek veliliğin en önemli işaretlerinden biridir. İnsanlar da birbirlerine
karşı aynı şekilde davranırlarsa, yani eğitim ve öğretim vasıtasıyla birbirlerini
yanlıştan, cehalet ve sapıldıktan korurlarsa, birbirinin dostu olduklarını
göstermiş olurlar. Demek ki, veliliğin "koruma" anlamı, öğretim ve
eğitim faaliyetini de kapsamaktadır. Bilmeyen insan çıplaktır; hem şeytanın,
hem de kötü insanların etkisine açıktır. Çıplaklığını giderecek bilgi elbisesini
ona giydirmek gerekir. Cahil insan çıplak bir cereyan kablosu gibi dokunanı
çarpar. Onu bilgilendirerek, çarpıp zarar veren değil, ışık veren bir kimse
haline getirmek gerekir.
Allah iman eden kimselerin koruyucusudur. [Âl-i İmran/68]
Bu ayette veli kavramının iki kalıbı yer almaktadır. Birisi en yakın
manasına olan evla, diğeri de koruyucu manasına gelen veli'dir. Ayetin son
kısmında bulunan ifadesindeki veli, koruyucu anlamına gelmektedir.
Yüce Allah, kutsal kitabını göndermekle tüm insanlığı koruma altına almayı
hedeflemektedir. Ama, insanların bazdan Allah'ın mesajını dikkate almamakta,
ona itibar etmemekte veya inanmamaktadır. İşte bu insanlar, Allah'ın
veühğinden/koruyuculuğundan uzakta kalmaktadırlar.
Bundan, Allah'ın korumasına girmenin olmazsa olmaz şartının iman olduğu
anlaşılmaktadır. Çünkü imanın teşekkül ettiği gönül, koruma altına alınması
gereken bir değere sahip olmaktadır.
Allah, iman eden kimselerin koruyucusudur. Onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır. [Bakara/257]
Cehaletin, günah ve yanlışlığın meydana getirdiği karardıklardan insanı
çekip çdcarmak ve aydınlığın kollarına teslim etmek, veliliğin göstergelerinden
biridir. Velİük/koruyuculuk, aydınhkla olur. Aklın, bdgi ve imanın aydınlığını
insanın önüne koymak gibi insanı doğru inanca götüren eğitim faaliyetleri,
Allah'ın koruyuculuk sıfatını yeryüzüne celbediyor demektir. Yüce Allah insanın
beynini, gönlünü ve nefsini karanlığa gömen şeyleri ortadan kaldırıp aydınlığa
çdcaran gerçek velidir/koruyucudur.
Veli kavramı velaye kalıbında alındığında koruyuculuk anlamına gelir.
İşte burada koruyuculuk Hak olan Allah'a aittir. Mükafatı en iyi olan
ve en güzel akibeti veren O'dur. [Kerü744]
Ancak en iyi ödülü ve en iyi akıbeti sağlayan varhk koruyucu olabdir.
Bu açıdan koruma Allah'a aittir. Çünkü insanı, yaptıklarından dolayı en iyi
ödülle ödüllendiren ve ona en iyi akıbeti sağlayan O'dur. Bunu günlük hayatımıza
uyarlarsak şöyle bir genelleme yapabdiriz: Başardı insanları ödüllendirmeyen
ve onlara iyi bir gelecek sunamayan siyasder, o insanları ellerinde tutamazlar.
O zaman da, toplumun medeniyetteki seviyesini koruyamaz ve toplumlarının geri
kalmasına sebep olurlar. Allah, başardı olardan, faydalı iş üretenleri ve
insanlığa bir değer kazandıranlan en güzel ödülle ödüllendirmekte ve onlara en
iyi geleceği hazırlamaktadır.
15. Dost
Veli kavramı dost manasına da gelmektedir. Bu manada veli ve çoğul olarak
evliya kalıbında kullanılmakta ve birçok ayette yer almaktadır. Kulun Allah'a;
Allah'ın kula; kulun kula ve nihayet insanın şeytana olan dostluğunu ifade
etmek üzere Kur'an'da bir çok yerde kullanılmaktadır.
a)
Allah'ın kula, kulun Allah'a dostluğu
Sizin dostunuz, Allah ve Resulüdür; iman edenlerdir, onlar ki namazı
kılar, zekan verir ve rüku ederler. [Maide/55]
Bu ayet, inananların dostlarını belirlemektedir: Allah, Peygamber ve
iman edenler.
Bu dostluk şekli, inananlara her alanda üstünlük ve zafer getirecektir:
Kim Allah'ı, Peygamberini ve iman edenleri dost edinirse, üstün gelecek
olanlar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır. [Maide/56]
b)
Kulun kula dostluğu
İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O
zaman seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki candan bir dost olur.
[Fussi-let/34]
İnsanlar arasında dostluğun oluşması, birbirlerine yapacakları iyi
muameleye bağlıdır. Birbirlerine iyi niyetle bakan ve iyi davranan insanların
ilişkilerinden dostluk doğacaktır.
c) İnsanın şeytana dostluğu
Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana
düşmüştür. [Nisa/119]
Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın dostu
olmandan korkuyorum. [Meryem/45]
Bu ayetler, insanın şeytanın dostu olabileceği ihtimaline dikkat çekmektedir.
Allah'ın veliliği niçin bu kadar açıkladığına gelince: Dost ve düşmanını
bilmek ve davranışlarını ona göre düzenlemek çok ciddi bir bilinç seviyesine
sahip olmanın önemli bir göstergesidir. Kimin dost, kimin düşman olduğunu
bilmeyenler, dostunu düşman, düşmanını da dost görürler. Bu da hem fertler, hem
de toplumlar için bir yıkım demektir. Onun içindir ki Allah, dostluğun ne
olduğunu anlatmakta ve bu konuda insanları şuurlandırmaktadır.
Nefsini düşman, aklını dost görmeyenler, sosyolojik ve dinî manada,
dost ve düşmanlarını tanıyamazlar.
Kendi iç alemindeki dost ve düşmanını bilemeyen insan, Allah'ın dostluğu ile şeytanın dostluğunu ayıramayacak, insanlardan kimlerin kendine dost olduğunu da kestiremeyecektir. Demek ki eğitim, dostluk ağacının köklerini insanın akıl ve gönlüne salacak, oradan çıkan dostluk ağacı sosyal hayatı sa-np Allah'a uzanacaktır. Bu konuda eğitim büyük bir sorumluluk yüklenmeli, yetişmekte olan nesillere bu bilinci aşılamalıdır. Özellikle Fussilet/34'teki düşmanlığın dostluğa dönüşmesinin dinamiği iyi anlatılmalı; düşmanın daima düşman, dostun da daima dost kalmayacağı bilinci verilmelidir. Düşmanlığı dostluğa çevirmenin yollan ve bunun dinamikleri net bir şekilde öğretilmelidir.
Dostluğun, insan ile Allah, insan ile insan arasındaki ilişkilere neler
getireceğinin; şeytanla dostluğun neler götüreceğinin bilgisi verilmezse, dinî
hayat gücünü kaybeder, sosyal hayatta çözülmeler olur. Yüce Allah dinî hayatın
ve sosyal yapının sağlam kalması için eğitimde dostluk meselesine vurgu
yapmaktadır.
Bakara/107'de, gerçek dostun Allah olduğu vurgulanmaktadır. Göklerin ve
yerin iktidarına sahip olan Allah, insanların en yakın koruyucusu ve en büyük
yardımcısıdır. Allah'ı dost edinenler, O'na döner, O'na sığınır, her şeyi bırakıp
O'na koşar, O'ndan uzak olmanın ızdırabını çeker, O'nu vekil edinir, kendini
O'na vakfeder, O'nun ilkelerini korur, O'na yakın olmanın çare ve yollarını
arar, O'nun emirlerine uygun yaşamaya çalışır ve O'nun dostluğuna tutkulu olur.
Böylelerini Allah da dost edinir. 107. ayette, Allah'ın bu dostluğu
gerçekleştirecek güçte olduğu vurgulanmaktadır.
Çünkü ayette, mülk kelimesi ile, veli \e yardım kavramları arasındaki
ilişkiye dikkat çekiliyor. Mülkü, yani siyasî erki elinde tutan, halka dost ve
yardımcı olmalıdır. Allah'ın ahlâkını yeryüzüne indiren insanoğlu, bu ayetin
içeriğindeki kavramların birbiriyle ilişkilerine de dikkat etmelidir. Göklerin
ve yerin mülkü elinde olan Allah, nasıl kullarına dostane davranıyor ve yardım ediyorsa;
siyasî erki elinde tutan insanlar da halka aynı şekilde davranmayı bir ilke
olarak benimsemelidirler.
[83]
108. Yoksa siz de, daha önce Musa'ya sorulduğu gibi Peygamberinize
sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değiştirirse, kesinlikle düz
yoldan sapmış olur.
Bu ayette üç konu ele alınmakta ve konular arasındaki sebep sonuç
ilişkisine dikkat çekilmektedir. Şimdi konulan ele alalım.
1.
Hz. Musa'ya sorulan
soruların, Hz. Muhammed'e de sorulma isteği.
Hz. Musa ile Hz. Muhammed arasında asırlar geçmiş olmasına rağmen, insanların
dine karşı olan tepkilerinin ve bu tepkilerden doğan soruların değişmediği
görülmektedir. Hatta benzeri sorular günümüzde dahi sorulmaktadır. Peki Hz.
Musa'ya sorulan sual ne idi? Bunun cevabını Nisa suresinde buluyoruz:
Kitap ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor.
Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istediler: "Bize Allah'ı apaçık
göster" dediler. [Nisa/153]
Demek ki, İsrailoğullan, Hz. Musa'dan Allah'ı apaçık göstermesini istemişlerdi.
Bu, peygamberlerden istenen en büyük, en zor ve en tehlikeli istektir. Yüce
Allah, İsrailoğullan'nın bu isteği ile, müşrik Arapların Hz. Peygam-ber'den
müşahhas bir kitap indirmesini istemelerini mukayese ederek, Hz. Musa'dan isteneni
daha büyük, yani daha zor olarak değerlendirmiştir.
Hz. Peygamberi pek çok konuda sualler sorulmuş, ondan pek çok isteklerde bulunulmuştur, fakat Allah'ı apaşikâr görme gibi çok büyük bir istekte bulunulmamıştır. Peygamberimize Allah'a [Bakara/156], kıyamete [Ah-zab/63; A'raf/187], din gününe [Zariyat/12], aynı evrelerine [Bakara/189], infaka [Bakara/215], alkole [Bakara/219], yetimlere [Bakara/220], helal ete [Maide/4], ganimete [Enfal/1], ruha [îsra/85], Zülkarneyn'e [Kehf/83], kıyamette dağların durumuna (Taha/105], aybaşı haline [Bakara/222] ve haram aylara [Bakara/217] dair sualler sorulmuştur.
Hz. Peygamber'e sorulan bu suallerin zamanının iyi tesbit edilmediği görülmektedir.
Onun içindir ki Allah Teala, sual sorma adap ve zamanını öğretmektedir:
Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın.
Eğer Kur'an indirilirken onlan sorarsanız size açıklanır. [Maide/101]
Sual sorma vakti, Kur'an'ın indiği dönemdir. Kur'an, Peygamber'e
sorulan tüm sorulan -yukarda geçtiği üzere- cevaplandırmak suretiyle
eğitimcilere, öğrencilerin sorularını cevapsız bırakmama kuralını
öğretmektedir. Dine ait sorular Kur'an tarafından cevaplandırılmaktadır. Onun
için Yüce Allah, soruların Kur'an'ın inme anında sorulmasını istiyor. Eğer
dinî sorulan, Hz. Pey-gamber'in cevaplama yetkisi olsaydı, vahyin beklenmesi
söylenmezdi. Öyleyse, dinî soruların Allah tarafından cevaplandırılacağı
ilkesine ulaşmış oluruz.
Diğer taraftan ayet, anlamada zorluk çekilecek konular hakkında sual
sormanın doğru olmayacağı kuralını da koymaktadır. Hazmedilemeyecek suallerin
sorulması neticesinde, insanın yanlış anlayışa sapma ihtimalinin olacağını göz
ardı etmemek gerekir. Peki insan, kapasitesinin kaldıramayacağı bir sual
sorarsa ne olur? Bu sorunun cevabını Maide/102'de bulabiliriz:
Sizden evvel bir toplum onlan sordu da, sonra o yüzden kafir oldular.
Demek ki, 101. ayette yer alan tesu'kum kelimesi, inanca verilen zaran
ifade etmektedir.
2. İmanı küfürle değişmek
Peygamberden, gerçekleştiremeyeceği şeyleri istemek; ona
anlayamaya-caklan sualleri sormak insanlan küfre götürebilir. Bu durum bir
ihtimali değil, kesin bir oluşumu ifade etmektedir, iman ettiği halde,
lüzumsuz sualler sorarak inkara gitmek, küfürle imanı değiştirmek gibi olumsuz
bir netice doğurmaktadır. Bu, kötü anlamda bir değişimdir. Buradaki değişimin
eksen sebebi, gerçekleşmesi mümkün olmayan konular hakkında istekte bulunmak,
sorular sormaktır.
Sorulan sorular bir beyin işi olduğu halde, değişim gönülde meydana gelmektedir.
Aklın gölgede kaldığı, nefsin öne çıktığı soruların etkisi gönülde oluşmakta,
oradaki imanı devreden çıkanp yerine küfrü koymaktadır. Gönülde meydana gelen
bu değişimin, ne denli zararlı bir değişim olduğunu, ayetin sonu
belirlemektedir.
3. Şüphesiz doğru yoldan
sapmış olur
Ayette bahsi geçen "doğru yol", akün ve gönlün yoludur. İnsanın gönlü, Allah'a giden bir taşıtı andırmaktadır. Onun kaptanı akıldır. Taşıtı yoldan çıkaran nedenlerden biri, zor, anlamsız ve kapasitesinin kaldıramayacağı sualler sormak ve neticede gönlüne küfür tohumlarını ekmektir. Gönle küfür tohumlarının ekilmesine vesile olan sualler sormak, imanın gönülden çıkmasına sebep olduğu için bir sapıklıktır. Demek ki, soru sormasını bilmeyen fert ve toplumlar, gönüllerinde olumsuz değişimler meydana getirir ve yoldan çıkarlar. Yanlış yolda olan insanların doğru yola getirilmesi için uğraş verilmesi gerekirken, doğru yolda iken sapıtmak, çok ilginç bir durum arzetmektedir. İşte esas geri gidiş, irtifa kaybı ve iflas budur. Bu ayet, eğitime bir ilke getirmektedir. Doğru yolda olanı orada tutmak, yanlış yolda olanı doğru yola getirmekten çok daha büyük bir eğitim faaliyeti istemektedir. Çünkü şeytan doğru yoldan çıkan insanla, değil, doğru yolda olanla mücadele etmektedir. Bu mücadelede, insanı uyanık, bilinçli ve zinde tutmak, devamlı emek sarfedilmesini gerekli kılmaktadır. [84]
109. Kitap ehlinin büyük bir çoğunluğu, hakikat kendilerine açıkça
belli olduktan sonra, nefislerindeki haset yüzünden, imanınızdan sonra sizi
küfre döndürmek istediler. Allah gayesini gerçekleştirinceye kadar onları
bağışlayın ve gör-memezlikten gelin. Kesinlikle Allah'ın gücü her şeye yeter.
Bu ayette şu konular ele alınmıştır.
1.
İmandan sonra küfte dönmek
Ayette, farklı inanca mensup olanların veya grupların birbirlerine
karşı tutumları açıklanmaktadır. Kitap ehli denen yahudilerin, hristiyan ve
sabiilerin, müslümanlan küfre döndürmek için tutkulu oldukları, bununla da
onların ya-hudi, hristiyan veya sabii olmalarını değil, düpedüz kafir
olmalarını istedikleri ifşa edilmektedir. Kendi inançlarına değil de, küfre
dönmelerini istemeleri, çok ilginç bir ruh halini ifade etmektedir.
Kendilerini doğru yolda gören ehli kitap, müslümanlann doğru yolda olmalarını
istememekte, hasetlerinden ötürü doğru yoldan çıkmalarını istemektedirler.
Demek ki, bir kültüre mensup olan insanlar, diğer kültüre mensup
olanlardan, kendi kültürlerini değiştirmelerini isterken, bu değişimin iyiden
yana değil, kötüden yana olmasını amaçlamaktadırlar. Değişimin iyiden yana olmasını
istememekle, düşmanlıklarını ve emperyalist bir niyete sahip olduklarını açığa
vurmaktadırlar.
2. İçlerindeki haset ateşi
Bir inanç grubunun, diğer bir inanç grubunun olumsuz yönde değişmesini
istemesinin nedeni ne olabilir? Allah Teala bunu haset denen psikolojik bir
nedene bağlamaktadır.
Bir inanç grubunun, diğerine karşı takındığı tavrın nedenini hasede bağlayan
Allah, davranışların altındaki psikolojik saiklere işaret etmiştir. Allah,
davranışın arkasındaki eksen sebebi psikolojik nedenlere indirecek kadar ince
analiz yaparak, psikolojik oluşumlarla sosyal oluşumlar arasındaki bağlantılara
dikkat çekmektedir. Davranışlar, sadece zahirleriyle açıklanamaz; her
davranışın dayandığı bir veya birkaç neden vardır. Bu nedenler bilinmeden, ne
insan ilişkileri açıklanabilir ve ne de eğitim yapılabilir.
Kitap ehlinin, müslümanlann imandan küfre doğru konum değiştirmelerini
istemesinin arka planında, haset duygusu yer almaktadır. Haset sebep, istek
ise neticedir.
Kıskanmak, gıpta etmek, çok görmek, istememek, garaz bağlamak, kin
beslemek, düşmanlık duymak, hasedin başlıca anlamlandır.
Haset, bir insanın sahip olduğu nimetin elinden çıkmasını istemektir. Bu durum istek olarak kalmayıp fiiliyata da dönüşebilir. Mü'min gıpta eder; münafık ise haset eder.[85]
Bir insanın fazladan bir değere sahip olması, ona haset edilmesine
sebep olmaktadır. Şu ayette, fazla değerle haset arasında bağlantı
kurulmaktadır:
Yoksa, onlar Allah'ın kendi hazinesinden insanlara verdiği şeylere
haset mi ediyorlar? Andolsun biz, İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet verdik.
Onlara büyük bir mülk de bahşettik. [Nisa/54]
Ayetin ikinci kısmı Allah'ın fadlından, yani Allah'ın hazinesinden
verilenleri açıklamaktadır. FadVva, burada verilen kitap ve hikmet, bir de
mülk kavramı ile ifade edilen mal ve siyasî iktidar olduğu anlaşılmakta; bu üç
şeyin hasede konu olduğuna dikkat çekilmektedir. İzahını yapmakta olduğumuz
Bakara/109 ayeti buna bir de imanı ilave etmektedir. Demek ki ilim alam,
peygamberlik alanı, mal ve siyaset alanı ve nihayet iman alanı hasedin ortaya
çıktığı sahalar olmaktadır. Peygamberlere karşı gösterilen menfi tepkinin
altında haset vardır, ilim adamlarının birbirlerine karşı kin beslemelerinin sebebi
de hasettir. Bazılarının zenginlere karşı aşın çekememezlik göstermeleri,
servet düşmanlığı yapmaları da hasedin neticesidir. Siyasî alandaki düşmanlığın
altında da hasedin yakıcı ateşi yer almaktadır.
Bazen ibadet alanı da hasedin hortladığı bir saha olabilir. Hatta
haset, insanı öldürmeye kadar götürebilir. Maide/27 ve sonrasında Kabil'in
Habil'e olan hasedinin nedeni anlatılmakta ve bir kardeşi, diğerini öldürme
çılgınlığına nasıl götürdüğü açıklanmaktadır. Hz. Peygamber hasedi,
etkinliğini tasvir ederek şöyle tanımlamaktadır:
Ateşin odunu yemesi gibi, hased de iyilikleri yiyip bitirir.[86]
Ateş odunun tabiatını değiştirip küle çevirir. Hased de, toplumdaki
erdemleri yok eder. Bu işlevleri bakımından ateşle haset arasında bir ilişki
kurulmuştur.
Yusuf suresinde anlatıldığı üzere, Hz. Yakub'un oğullarının, kardeşleri
Yusufa reva gördükleri muamelenin altında da haset yatmaktadır. Bu olay, hasedin
neler yaptıracağına işaret etmektedir.
Haset öylesine güçlü bir duygudur ki, onun sebep olabileceği
davranışlardan insanın tek başına kurtulması mümkün değildir. Onun içindir ki
Yüce Allah, Felak suresinde hasetten kendisine sığınılmasını istemektedir:
(Haset edenin haset ettiği zamanki şerrinden...) [Felak/5]
Allah'ın yardımı olmadan, haset edenin hasedinden kurtulmak imkansız
denecek kadar zordur.
Haset duygusu, şeytanın en çok istismar ettiği ve başarısına en çok
katkıda bulunan, üstelik, dünyayı cehenneme çeviren duyguların başında gelmektedir.
Hasedin merkezi nefistir.
Toplumsal bölünmelerin bir nedeni de hasettir. Haset duygusu insanın
psikolojik bütünlüğünü parçalayarak, sosyal bölünmelere neden olmaktadır.
Hasetçi insanlarda, bir şahsiyet parçalanması vardır. Şahsiyetinde parçalanma
olanların meydana getirdiği toplumda birlik ve beraberliğin olması mümkün
değildir.
3.
Hak kendilerine apaçık belli
olduktan sonra
Hasedin en tehlikeli olanı, hakkın bilinmesine rağmen edilen hasettir.
Gerçeği gören ve hakikatin bilgisine ulaşan insanın haset etmesi, tedavisi imkansız
olan psikolojik bir hastalıktır.
Dinde ayrılığa düşmek veya din konusunda ihtilaf etmek gibi insanlığın
en ağır günahlarının arkasında, tedavi edilemeyen haset duygusu vardır.
İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri
için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak
kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki
hasetten dolayı dinde anlaşmazlığa düştüler. [Bakara/213]
Onlar sadece, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hasetten
dolayı ayrılığa düştüler. [Şura/14]
"Hakkın belli olması, apaçık delillerin gönderilmesi, kendilerine ilim gelmesi" ifadeleri, aynı manaya gelmektedirler, iman ettikten sonra küfre dönmelerini istemek; din konusunda ihtilafa düşmek; ve tefrika çıkarmak gibi eylemler de kötülük bakımından aynı ağırlıktadırlar. İyiyi istememe, ihtilaf ve tefrika gibi kötü eylemler, hasedin meydana getirdiği ölümcül manevî hastalıklardır. Hakikatin ortaya çıktığı, çeşitli deliller bulunduğu ve ilim geldiği halde haset etmek, insanlık için en ağır günahları miras olarak bırakmaya neden olmuş ve bu durum Kur'an'da da muhtelif ayetlerde anılmıştır.
Bir zamanlar Israiloğullan, başka kavimlere karşı zafer kazanmak maksadıyla,
peygamber göndermesi için Allah'a yalvarmışlardı. Allah onlara istediklerini
gönderince, onu tanıdıkları halde inkar ettiler:
Tanıdıkları onlara gelince, onu inkar etmişlerdi. [Bakara/89]
Bakara/90 ayeti, bu inkarın alünda hasedin yattığını söylemektedir. Bu
ayetlerden anlaşılıyor ki, hakikate, delil ve bilgiye sahip olmak yeterli değildir.
Bu değerlerin, insanın beyin ve gönlünde gerekli olan değişimi de meydana
getirmeleri gerekir. Bu olumlu değişimi meydana getiremiyorlarsa, hasedin
kabarmasını önlemeleri imkansızdır. Hakikatin, delil ve bilginin meydana
getiremediği değişimin yerini, hasedin istila etmesi doğaldır.
Konuya ters taraftan bakınca şu neticeye ulaşabiliriz: Haset duygusunu
tedavi edecek olan en güçlü değerler, hakikat, delil ve bilgidir. Eğitim
vasıtasıyla bu değerleri insanın beynine ve gönlüne enjekte ettikten sonra
hasedin önlenmesini belli bir ihtimal ölçüsünde bekleyebiliriz. Yukarıda zikri
geçen ayetlerdeki bağyen kelimesi haset/kıskançlık manasına gelmektedir.
Demek ki, aşın kıskançlığın meydana getirdiği haset duygusu, iyiyi istememeye,
dinde ihtilafa ve sosyal tefrikaya dönüşmektedir. Farklı imana men-sub olanlara
karşı aşın bir olumsuz tepkinin meydana gelmesine sebep olan haset, insanlar
arasında kinin doğmasına da neden olmaktadır.
Onlar sizinle karşılaştıklarında "inandık" derler. Sizden
ayrıldıklarında ise, öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. [Âl-i Imran/119]
İnanmayan insanların inananlara nasıl kin beslediklerini anlatan bu
ayet, farklı inançların meydana getirdiği hasedin oluşturacağı kine dikkat
çekmektedir. Bu kinin davranışa yansıması Âl-i Imran/120'de şöyle dile
getirilmektedir:
Size bir iyilik dokunduğunda, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük
geldiğinde, bu onları sevindirir.
Birine iyilik isabet ettiği için üzülmek, ya da dokunan kötülükten
dolayı sevinmek, hasedin meydana getirdiği kinin eseridir. Bu durum, -daha
ziyade- farklı inanca mensup gruplar arasında görülmektedir.
Onlar size sıkıntı verecek olan şeyleri tutku derecesinde isterler.
[Âl-i İm-ran/118]
Bir inanç grubunun diğer bir inanç grubu için -tutku derecesinde- kötülük
istemesi, bu kinin insan psikolojisini ne derece tahrip ettiğinin göstergesidir.
Alimler hasedi meydana getiren sebeplerin neler olduklarını eserlerinde
açıklamışlardır. Konuyu en detaylı bir şekilde ele alanlardan biri imam
Gazâlî'dir. Gazâlî, hasedin kaynağında yedi sebebin bulunduğunu söylemektedir
Düşmanlık ve öfke, varlık sahibinin üstünlük taslaması, kibirlenip insanları
hizmet ettirme isteği, kendini beğenme, birbirine üstünlük sağlamak arzusu,
makam hırsı ve cimrilik.[87]
Hasedçinin, hasedini gösterme şekilleri de Kur'an'da zikredilmektedir.
Hasedçinin ağzından dökülen kelimeler, nefisteki hasedin dışa yansımasıdır.
Kur'an bunları örneklendirirken, Peygamberimize karşı kullanılan ifadelere yer
vermektedir. Bunlardan biri şu ayette yer almaktadır:
Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi?
[ZuhrufOl]
Mekkeli müşrikler, Kur'an'ın Hz. Muhammed'e indirilmesini aşın bir şekilde
kıskandılar. Onların bu kıskançlıkları hasede dönüştü ve neticede kodamanlardan
olmayan bir yetimin bu nimetle taltif edilmesine katlanamadılar. Yukarıdaki
ayette nakledilen sözlerinin arkasında hem kibir ve hem de küçümseme vardır.
"Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu
kimseler bunlar mı?' demeleri için onların bir kısmını diğerleriyle işte böyle
imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi? [En'am/53]
Sosyal statüsü düşük ve fakir insanların Hz. Peygamber tarafından inanmayan
zenginlerle aynı seviyede tutulmaları, statüsü yüksek ve zengin olanlar
tarafından hasetle karşılandı ve ağızlarından "Allah'ın lütfettiği
insanlar bunlar mı?" ifadeleri dökülüverdi. Demek ki hasetçi kimse,
Allah'ın verdiği nimeti çekemeyecek kadar aşın kıskançlığa düşmektedir.
Karşısındaki insanı küçümseyerek, ilahî lütfün layık olmayan bir kimseye
verildiği gibi saçma bir hükme varmaktadır.
Tarih boyunca peygamberlere olumsuz tepki göstermenin alünda da haset
psikolojisi bulunmaktadır. Haset denen duygu, insanları peygamberleri inkar
etmeye ve onlara tabi olmamaya itmiştir. Bu red ve inkara gösterilen mazeret
şudur:
(Siz de sadece bizim gibi bir beşersiniz). [Yasin/15]
Bu sözleriyle, peygamberlerin bir üstünlüğü olmadığını, Rahman'ın onlara
bir şey indirmediğini ve onların yalancı olduklarını kasdetmektedirler.
Peygamberleri yalanlamanın en önemli nedenlerinden biri, onlara karşı besledikleri
haset duygusudur.
Aynı ifade, Hz. Musa ve Harun'a karşı da kullanılmıştır:
(Biz, bizim gibi beşer olan ve kavimleri kölelerimiz olan iki insana mı
inanacağız?) [Mü'minûn/47]
Köle bir toplumun içinden çıkan iki peygambere inanmamalarının nedeni,
kibir ve küçümsemenin meydana getirdiği hasettir. Hasedin, insanı, kendisi
gibi bir beşerin peygamber olamayacağı hükmüne götürdüğü Kur'an'da şöyle
anlatılmaktadır:
( (Allah beşer olan bir peygamberi gönderir mi?) [İsra/94]
İnsanın peygamber olamayacağını söylemek, insanı küçümsemektir. Küçümseme
mi hasede sebep; yoksa haset mi küçümsemeye sebep? İmam Ga-zâlî küçümsemenin
hasede yol açtığı kanaatindedir.
"İçimizden çıkan bir beşere mi tabi olacağız? O takdirde biz,
kesinlikle, bir sapıklık ve delilik içinde kalmış oluruz" dediler. [Kamer/24]
Haset öyle bir duygudur ki, iyi olan şeyi sapıklık ve delilik olarak
gösterir. Doğruyu sapıklık, doğru söyleyeni de deli olarak değerlendirmeye sebep
olur. Aşağılık duygusu içinde bulunan insanlar da haset ederler. Aşağılık
duygusunun doğuştan geleni çok tehlikelidir. Ama aşağılık duygusu
kö-leleştirilmiş olmaktan kaynaklanıyorsa, bu tip insanlar kendi içlerinden çıkan
peygamberlere veya liderlere tabi olmazlar. Kamer/24 ayeti, köle ruhlu
insanların, kendi içlerinden çıkan peygamber veya liderlere itaat etmemelerinin
örneğini vermektedir. Doğuştan değil de, sonradan meydana gelen ezilmişliğin
meydana getirdiği aşağılık duygusu hasede kaynaklık etmektedir.
Sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, kesinlikle hüsrana uğrarsınız.
[Mü'mi-nun/34]
"Haset duygusu" asla bulamayacağı "daha büyük
olanı" arar. Bu arayış, hayalî olduğu için, haset insanlar daima hayal
peşinde koşarlar. Kendileri bir iş ve değer üretemedikleri için o işi ve değeri
üretenleri istemezler, kıskanırlar ve onlara haset ederler.
Haset edenin hasedi, önce kendi içindeki psikolojik dengeleri bozar. Erdemi
alıp götürür; sonra da dışa vurarak insanlığın ilerlemesine engel olur. Haset
denen yıkıcı duygu olmasaydı veya bu duygu terbiye edilebilseydi, insanlık
bugün bulunduğu seviyeden çok daha ileride olurdu. Üstün zekalı, çalışkan ve
üretken insanlar haset denen duygunun engeliyle karşılaşmasaydı; o duygunun
ağına takılmasaydı, onun ürettiği entrikalarla savaşmak zorunda kalmasaydı,
medeniyet daha ilerde, daha aydınlık, daha mutlu ve daha erdemli olurdu. Haset
duygusunun etkisi altında kalan insanlar, insanlığın ilerlemesine engel
oldular; onun gelişmesine ayakbağı olmaktan başka bir şey yapmadılar ve nihayet
medeniyet güneşinin önünü bulut gibi kapadılar. İnsanlık, haset duygusunun
ahlâksızlık zincirinden mutlaka kurtulmalıdır. Şimdi şu soruyu sorabiliriz:
Haset duygusunu hangi yollarla kontrol altına alabiliriz? Bu sorunun cevabını
şu şekilde verebiliriz:
I. Dua
Haset o kadar güçlü bir tahrip edici duygudur ki, ilahî müdahale
olmadan ondan kurtulmak mümkün değildir. Felak/5 ayetinde "Yüce Allah
haset edenin hasetinden kendisine sığınılmasını" emretmektedir. Bu emrin
ilk muhatabı Hz. Peygamber'dir. Demek ki, peygamberin bile haset edenin
hasedinden kendi iradesiyle kurtulması çok zordur. Dua vasıtasıyla bu konuda
Allah'a sığınarak yardımını istemelidir. Haset edenin şerrinden Allah'a
sığınmanın neticesinde Yüce Allah, hasedin etkilerini giderebileceği gibi,
hasede sebep olan kini o insanların gönlünden de çıkarabilir.
Gönüllerdeki kin sökülüp atılmadıkça haset duygusunun şerrini azaltmak
mümkün olamayacaktır. Yüce Allah şu ayetlerinde insanların gönlünden kini
söküp alacağını ve insanların ancak bu şekilde cennetlik olabileceğini söylemektedir.
Onların gönüllerinde kin namına ne varsa söküp atacağız, altlarından ırmaklar akacak ve onlar "Bizi bu duruma kavuşturan Allah'a hamdolsun, Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Gerçekten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiştirler" diyecekler. "Yaptığınız amellere karşılık vasıl olduğunuz cennet budur" diye seslenilir onlara. [A'raf/43]
Biz onların kalplerindeki kini söküp atacağız. Onlar kardeşler olarak
tahtlar üstünde karşı karşıya oturacaklar. [Hicr/47]
Her iki ayette de vurgulanan, insanların, ancak gönüllerinden kinin
sökül-mesiyle cennete gireceği hakikatidir. Gönülden kinin sökülüşü de Allah
tarafından gerçekleştirilecektir. Kin insanın gönül damarlarını tıkamaktadır.
Biyolojik damardaki kolestrol ne ise, gönül damanndaki kin odur. Yüce Allah
gönüldeki kini söküp atma ameliyatını gerçekleştirdikten sonra haset ortadan
kalkmakta ve toplumun hayatını cennete çevirecek kardeşliğin tesisi gerçekleşmektedir.
Kin, gönülden çıkmadıkça, ne hasede engel olunabilir, ne de kardeşlik duygulan
hayata geçirilebilir.
A'raf/43'te, gönüllerinden kinin sökülüp atıldığı insanlar, bu işi
kendilerinin beceremeyeceğini, Allah'ın onlara nasip ettiğini itiraf
etmektedirler. Böylece kinin ve onun yol açtığı hasedin gönüllerden
çıkarılmasının, ancak Allah'ın inayetiyle gerçekleşeceği ortaya çıkmaktadır.
II. İman
A'raf/42 ayetine bakıldığında, 43. ayetin alt yapısını nelerin teşkil ettiği görülür. Yüce Allah'ın, kini kimlerin gönlünden ve hangi özelliklerinden ötürü söküp attığı bir önceki ayetten anlaşılmaktadır. Bu özelliklerden ilki iman'dır. iman gibi en önemli değerlerden birine sahip olan insanın gönlü, hasedin temelini oluşturan kinin çıkarılması için operasyona hazır hale gelmiş demektir. Kalpteki iman, Allah'ın kini söküp atma şeklindeki müdahalesini celbetmekte ve bu temizliğe layık olduğunu haykırmaktadır.
III. Bilgi
Daha önce hasedin, bir bağ, bir zincir, bir entrika ve bir ateş
olduğunu söylemiştik. Hasedin, öncelikle hasetçinin içindeki manevî erdemleri
alıp götürdüğünün bilinmesi gerekir. Hasedin sosyal hayattaki tahribatının
farkına varan bir kimse, kendini tedavi etmeye başlamış demektir.
Hasetle kurulan tuzaklara, kuranların düşüceğini bilmek, tedavinin en önemli aşamasını teşkil etmektedir. Bu hususa Allah şöyle dikkat çekmektedir
Çünkü onlar büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki
kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. [Fanr/43]
Kazdığı kuyuya kendisinin düşeceğini bilmek, hasedin gönülden atılmasını
temin eder. Hasedin, öncelikle hasetçiyi tahrip edeceğinin bilincinde olmak,
hasedi yenme eğitiminin en önemli basamağını teşkil etmektedir.
IV. Amel
Hasedin tedavisinde en önemli metotlardan biri, hasetçinin bir işe
sevkedil-mesidir. İşi olmayan, bir değer üretemeyen insanlar, boş zamanlarını,
başkalarını çekiştirmek, kıskanmak, çekememezlik ve hasetle doldurmaya
çalışırlar.
A'raf742-43 ayetlerinde iyi iş üretme, Allah'ın insanların gönlündeki
kini söküp atmasına sebep olarak gösterilmektedir. İman edip iyi iş üreten
insanların kalplerinde artik kin ve haset yer bulamaz.
Meşgul olmak veya iyi iş üretmek, insan ruhunu tedavi eden en iyi metotlardan biridir, insanın kendine ve başkalarına faydalı olması kadar, ruhu dengeleyen ve ona huzur veren bir başka metot yoktur.
Haset duygusu, başarısızlıkların, aylaklıkların ve faydalı iş
üretememenin neticesidir. Bu durumlarda ortaya çıkan haset, zamanla bir zakkum
ağacı gibi insanın şahsiyetine dal-budak salar ve orayı cehenneme çevirir. Bir
yerde ne kadar faydalı iş varsa, orada haset duygusunda o nisbette bir azalma
var demektir. Hasetçileri faydalı bir işe yöneltmek, tedavinin ilk basamağını
teşkil eder.
4. Allah emrini yerine
getirinceye kadar onları bağışlayın ve görmemez-likten gelin!
Ayetin bu kısmında, hak kendilerine belli olmasına rağmen içlerindeki
hasetten dolayı müslümanlann küfre dönmelerini tutku derecesinde isteyen kitap
ehline karşı nasıl davranılacağı konusu ele alınmakta; haset duygusunun meydana
getireceği olumsuz değişim karşısında takınılması gereken tavır belirlenmiş
olmaktadır. Hasedin ittiği olumsuz değişimin, Allah tarafından yapılacağına
işaret eden ayet, haset edilen müslümanlann nasıl bir tavır takınacağına da
ışık tutmaktadır.
Affetmek ve görmemezlikten gelmek, hasetçinin şerrinden korunmanın en
önemli yoludur. Bu davranış, haset ateşini söndürür.
Şimdi Bakara/52'de az da olsa izah ettiğimiz afv kavramını geniş bir şekilde
izah edebiliriz. Sözlükte kabın dibinde kalan su, berrak su ve suyun fazlası
manalarına gelen afv kavramının delaletleri içerisinde devenin otlaması,
kırküabilmesi için deve tüyünün uzatılması ve otun yeryüzünü bürüyüp örtmesi
de bulunmaktadır.
Çeşitli kalıplarıyla kullanıldığında, insan ve hayvanların yiyecek
peşinde koşmaları, misafire takdim edilen çorba, ayak basılmamış sahipsiz
toprak, kolaylaştırmak, iyilik, lütuf, ihsan, insanı bir şeyden uzaklaştırıp
muaf tutmak, suya gelen adam, yorulmadan bir şey elde etmek, otun çoğalması,
saçın uzaması, semizlik ve şişmanlık, ilmin çoğalması, istemeksizin birine vermek,
nafakalardan arta kalan mal, günahı silmek, rüzgarın çöldeki/kumdaki izleri
silmesi, Allah'ın iyi insanı kötü insanlardan koruması, Allah'ın kullarını
savunması, sağlamlaştırmak, sıhhate kavuşmak, rahatsızlığını gidermek, günah
batağından kurtarmak, kolaylık yolunu tutmak anlamlarını ifade eder. Ayrıca
afüvv Allah'ın isimlerinden biridir.
"Berrak su" manasıyla afv kavramı, temizleyici ve susuzluğu
giderici olma işlevlerini üstlenmektedir. Affeden insan, hem düşmanlıkları
temizlemekte, hem de susuzluktan kuruyup çöle dönen insan ilişkilerine can vermektedir.
Afv'ın insan ilişkilerine ve toplum hayatına tesiri, suyun kuru toprağa tesiri
mesabesindedir. Bu işlevi gereği afv, berrak su anlamını kazanmaktadır.
"Otlamak" anlamıyla afv kelimesi, gıdalanmayı ifade
etmektedir. Otlayan hayvan gıda alır; affeden insan da ruhunu gıdalandınr.
Affettiği insana ve topluma da gıda ve can verir. "Otlamak" tabiattan
doğal besin almayı da ifade etmektedir. Affeden insan doğal bir manevî gıda
ile toplumu beslemiş olur. Affın bir doğal boyutu, bir de eğitimle kazanılan
boyutu vardır. Diğer taraftan hayvanın otlaması, başını eğmesi anlamına da
gelmektedir. Affeden insan, alçak gönüllü ve hoşgörülü olduğunu ortaya
koymaktadır. Benliğin ayaklar altına alınarak, başın eğilmesi, suçlunun
affedilmesi, yüksek bir kişilik göstergesidir.
"Kırkılabilmesi için deve tüyünün uzatılması" anlamıyla afv
kavramı, suçun hemen cezalandırılmaması, mühlet verilmesi durumunu ima
etmektedir.
Tüyün uzaması ise, işe yarayacak hale gelmesi demektir. Uzayan tüyler
kırkılınca, iplik yapılır. Ondan çeşitli giysiler dokunarak soğuktan
korunulur. Cezayı ertelemek ve affetmek, insan ilişkilerine bir sıcaklık
getirir; gönülleri kaynaştırır. Kırkılan şey yeniden çıkar. Affetmek de
bozulan insan ilişkilerinin yeniden başlamasına zemin hazırlar. İşlenen suça
hemen ceza vermemek ilahî bir ahlâktır.
Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı,
yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. [Faör/45]
Demek ki, cezada af beklentisi içinde olmak, insanlara hayat bahşetmekte;
hayat" ile "af' eş anlama gelmektedir.
"Misafire sunulan çorba" anlamıyla afv kavramı, düşmana
dostça davranmaktır. Kendine karşı bir hata işleyene misafir gibi davranıp,
atılan taşa ekmekle karşılık vermek, eğitim açısından en etkili davranıştır.
Fussilet/34'te şöyle buyurulmaktadır:
İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en iyi bir şekilde önle. O
zaman seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost
olacaktır.
Ayetteki "en iyi bir şekilde önle" ifadesinden, en iyi
metodun af olduğunu çıkartmak mümkündür.
"Ayak basılmamış sahipsiz toprak" manasıyla afv, hiç
eskimeyen ve tüm dünyanın malı olan evrensel bir değeri ifade etmektedir. Çünkü
o, ayak altına alınamayacak, kötü anlamda kullanılamayacak ve her zaman
bekaretini muhafaza edebilecek bir değerdir. Ferdî ve sosyal ahlâkın temeli
olan af, ilahî vasfın yeryüzünde yaşanmasıdır. Affeden insan, ayak basılmamış
cennete adım atmış demektir.
"Kolaylaştırmak" anlamıyla afv, insan ile Allah, insan ile
insan arasındaki ilişkileri kolaylaştırmakta; öfkelerin yutulmasını sağlamakta
ve işleri yumuşatmaktadır. Zorlaşan ve çekilmez hale gelen insan ilişkilerini
kolaylaştıran afv kelimesi, öz manasında kolaylığı taşımaktadır. Affın
"kolaylık" manasına geldiğini şu ayette görüyoruz:
Resulüm, sen kolaylık (afv) yolunu tut; iyiliği emret ve cahillerden
yüz çevir. [A'raf/199]
Ayette geçen afv kavramına bazı müfessir ve dilciler
"kolaylık" manasını vermektedirler.[88]
Onun için biz de "kolaylık yolunu tut" şeklinde anlam verdik. Din
eğitiminde, eğitimcinin işini kolaylaştıran en önemli metot arar. Din adamları,
halka dinin kolay uygulamalarını tavsiye etmelidirler. Kolay yolu seçmek, hem
Allah'ın ve hem de Peygamberimizin emridir. Nesefi, A'raf süresindeki (kolay
yolu seç) emrini, "Kolaylaşünnız zorlaştırmayınız" hadisi ile
açıklamaktadır.
Nafakadan arta kalan mal anlamına gelen afv kavramı, ihtiyaçtan fazlasını
ifade etmektedir:
Sana ne harcayacaklarını soruyorlar. "Afv'ı (ihtiyacınızdan
fazlasını)" de! [Bakara/219]
İhtiyaçtan fazlasını fakire vermek, çok önemli bir fedakarlıktır.
Affetmek de, hakkından fedakarlık etmektir. Suçluyu cezalandırmak, normal bir
davranıştır; ama fedakarlık yaparak affetmek artı bir değer olup insana büyük
bir erdem kazandırır. Hukukta, eğitim ve siyasette affı devreye sokmak, topluma
ilave bir erdem ve asalet kazandırır. Bu yönü ile afv, iyilik, ihsan ve
lütuftur. "Alacaktan vazgeçmek" anlamıyla afv, medenî hukukun ana
kurallarından biridir. Bakara/237'de bu anlamda yer almaktadır Mehirden
vazgeçmeniz takvaya daha uygundur.
Alacaktan vazgeçme manası ile afv, takvaya en yakın davranışlardan biridir.
Demek ki affın, insanı bir şeyden uzaklaştırma manası ile bir şeye yaklaştırma
manası içiçedir. Takvanın bir bağışıklık sistemi olduğunu daha önce
söylemiştik. Affetmek de takvayı artırdığına göre, fert ve toplumun manevî
bağışıklık sistemi af ile kuvvetlenmektedir.
"Rüzgarın çöldeki izleri silmesi" anlamı ile afv, insanların
şeytanın yolunda bıraktıkları izleri silmeyi ifade etmektedir. Allah'ın
kullarını affetmesi ise, onların günahlarını silmesi demektir:
Allah senden sildi (affetti). [Tevbe/43]
Hataların silinmesi manasıyla afv, insanın geçmişindeki olayların bir
daha gündeme getirilmemesi anlamını ifade etmektedir. Islah olan kimselerin,
geçmişleri anılmamalı; iyiye yönelen insanların geçmişi, yüzlerine
vurulmamalıdır. İşte bu manada, geçmişi silip atmak, fert ve toplumların hayatı
için kurtarıcı bir nefesi andırmaktadır.
"Hafifletmek" anlamıyla ın, eğitim ve hukuk alanında çok
önemli bir yeri vardır. Eğitim ve hukuk alanındaki kural ve kanunlar, genel
anlamda insanlara zorluklar çıkarmış olabilir. Bu zorluklar, bir takım
şikayetlere de neden olabilirler. Şikayetleri dikkate alarak kural ve
kanunlarda hafifletmeye gitmek, eğitim ve hukukun olmazsa olmazını teşkil eder.
İnsanların durumlarını dikkate alarak hafifletmeye gitmek, sağlıklı bir eğitim
ve hukuk anlayışına hayat vermektir. Bakara/187'de yer alan afv kavramı,
hafifletmek manasına alınabilir.
"Rahatsızlığı gidermek" manasıyla afv, psikolojik bir
oluşumun adıdır. Günah veya suç işleyen insan, ruhen rahatsızdır. Manen
hastalıklı olduğu için tedaviye ihtiyacı vardır. Af, ona bu tedaviyi sağlamakta
ve onun psikolojik rahatsızlığını gidermektedir. Yüce Allah Âl-i Imran/155'te
şeytana uyup günah işleyen veya yakışıksız davranışlarda bulunan kimselerin
duyduğu rahatsızlıkları silip giderdiğini beyan etmektedir.
Tefsirini yaptığımız Bakara/109'daki "affedin" ifadesine, işi
sıkı tutun, kendinizi koruyun manası verilebilir. Yani hasetliklerinden dolayı,
sizi imandan küfre döndürme isteklerine karşı sıkı durun, kendinizi onların
isteklerine kaptırmayın. Ayette yer alan (görmemezlikten gelin) emri de,
"derinlemesine düşünün" anlamına alınabilir. Çünkü kelimenin özünde,
bir şeyi derinlemesine gözlemleyip onun hakkında düşünmek manası da vardır.
"Sıkı durun ve iyice düşünün" anlamı verilince, affın ve
görmemezlikten gelmenin neyi ifade ettiği iyice anlaşılmış olacaktır. Selehe
kelimesinin bir anlamı da "reddetmektir". Bu nedenle, kendinizi
koruyun ve reddedin manası da verilebilir. Yani, istenen değişime karşı sıkı
durun, bu isteği reddedin.[89]
5. Şüphesiz Allah her şeye
kadirdir
İmandan küfre doğru değişim isteğine müslümanlann karşı koymaları ve
onu reddetmeleri büyük bir kültür çatışmasının doğmasına sebep olacaktır. Bu
büyük etkiden ancak Allah'ın müdahalesi ile kurtulunabileceği için, Allah'ın
benim emrimi bekleyin; bu etkiyi ben bertaraf edeceğim demesi, inananların
yükünü hafifletmekte ve onlara büyük bir moral vermektedir.
Dikkat edilirse, kitap ehlinin
yanlış isteklerini anlatmakla başlayan ayet, Allah'ın kudretini anarak bitmektedir.
Bu demektir ki, yanlış isteklerin hiçbir gücü yoktur. İlahî kudret bu yanlış
isteklerin ağır baskısını ortadan kaldıracaktır.
[90]
110. Namazı kılın, zekatı verin, yaptığınız her iyiliği Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı noksansız görür.
Üç bölüme ayırarak ayetin analizini yapmakta yarar vardır:
1.
İbadetler bölümü
Namaz ve zekat Kur'an'da çoğu zaman yanyana zikredilir. Bunlara birbirinden
ayrılmayan ikiz ibadetler denebilir. Namaz bedenî, fikrî ve ahlâkî bir ibadet
iken, zekat malî bir ibadettir. İkisi de manevî bakımdan ruhun arınması
olgusunda bir araya gelmektedir. Zekat ruhsal arınmayı, namaz ise ahlâkî
arınmayı ifade eden bir mana taşımaktadır. Namazın ahlâkî koruyuculuk görevi,
zekatta sosyal koruyuculuk olarak tezahür etmektedir.
Namaz kılan kimselerin, zekatı daha kolay verebileceği gerçeği, niçin
zekatın namazdan hemen sonra zikredildiğini izah etmektedir. Namazın önce,
zekatın sonra zikredilmesi, ancak bu şekilde açıklanabilir. Namaz hakkındaki
izahımız için Bakara/3'e bakılabilir.
2.
Yapılan hayırların karşılığı
Allah katında bulunacaktır
Namaz ve zekattan sonra hayr kavramının zikredilmesi, namaz ve zekatın
bir hayır olduğunu göstermektedir. Ayetle yer alan hayr kavramı fiil olarak
alınınca seçmek, beğenmek, tercih etmek, yarış etmek, rekabet etmek manalarını
ifade etmektedir. İsim olarak ise iyi, çok iyi, göze çarpan, üstün, şâyân-ı
takdir, en iyi, faydalı, kâr-kazanç, refah, ihsan, sadaka, bereketli manalarına
gelmektedir.[91]
Bu ayetteki hayfm manası, ibadettir. Namaz ve zekata, genel bir ad olarak
Allah hayr adını vermektedir. Hayr aynı zamanda değer anlamına da gelmektedir.
Namaz ve zekat da değerler sisteminin birer parçasıdır.
İnsan yaptığı hayır veya ibadetin karşılığını Allah katında bulacaktır.
Aslında insan, karşılığını ahirette görmek üzere, ibadetleri Allah'a
sunmaktadır. Allah'a kendisi için sunduğu ibadetlerinin karşılığını, O'nun
katında mutlaka bulacaktır. Demek ki, yapılan ibadetler, asla zayi olmayacak;
mutlaka karşılığı insana verilecektir.
Üretilen bir değer, Allah katında mutlaka değerlendirmeye tabi
tutulacaktır.
Diğer taraftan bu ayet, Allah için olmasına rağmen, yapılan ibadetin
faydasının insana ait olduğunu bildirmektedir, ibadet Allah'a yapılmakta, ama
faydası yapana ait olmaktadır. Fussilet/46'da, yapılan amelin fayda veya zararının
kime ait olduğuna açıklık getirilmektedir:
Kim iyi bir amel üretirse bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa
kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir.
Demek ki, iyi amelin faydası ve kötü amelin zararı yapana aittir. Bakara/272
ayeti, ibadetin Allah rızası için yapılmasının zorunluluğunu ortaya koyarken,
faydasının ameli yapana ait olduğunu da ifade etmektedir.
3. Allah yapılanları görür
Kullarının amellerini gözleyen Allah, amellerin değerlendirmesini yaparken,
başkasının malumatına dayanmayacak; kendi gözlem ve ilmine göre değerlendirmeye
tabi tutacaktır.
Değerlendirmesini, amellere göre yapacaktır. Kulun Allah katındaki değeri,
amellerinin kalitesi oranında olacaktır. "Allah yapılanları görür"
ifadesi, amellerin objektif ve adil olarak değerlendirileceğini bildirmek için
ayetin sonuna konulmuştur.
[92]
111. Kitap ehli, "Yahudiler veya hristiyanlar hariç, hiç kimse
cennete giremeyecek" dediler. Bu onların kuruntu-sudur. Sen de onlara,
"Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin" de!
Bu ayet, yahudilerle hristiyanlann, müslümanlan inançlarından çevirebilmek için cenneti istismar ettiklerinin en önemli delilidir. Bir dine inanmak veya o dinin öğretilerim yerine getirmekle gözetilen en önemli amaçlardan biri, cennete girmeyi haketmektir. Kitap ehli, müslüman olmakla cennete gidemeyeceklerini söylemekle, müslümanlardan, dinlerinden vazgeçmelerini istemiş olmaktadırlar. Cennete girmek, ilahî dinlerin vaadettiği bir ödüldür.
Diğer taraftan yahudi ve hristiyanlann bu iddialarından, cenneti kendi
tekellerinde gördükleri de anlaşılmaktadır. Allah Teala, kitap ehlinin bu
yanlış kanaatlerini anlatması, müslümanlann da aynı hataya düşmemelerine yöneliktir.
Müslüman, tevhid inancına sahip olanların, neticede cennete gireceği fikrini
taşımalıdır. Allah'ın varlığı ve birliği inancına sahip olmak, nihai olarak
insanı cennete götürür. Kendisine vahiy bilgisi ulaşmamış insanlar, tevhid
inancı sayesinde mükâfaaü hakederler. Kitap ehlinin bu iddiaları, ayetin ikinci
bölümünde "kuruntu" olarak değerlendirilmektedir:
(Bu onların kuruntusudur).
Ayetin bu kısmındaki ümniyye (kuruntu) kelimesi arzu, istek, ideal manalarına
gelmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu kavramı özet olarak şu şekilde
açıklamaktadır: 'Temenni, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde
şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılan bu tabloya, ümniyye veya
münye denilir. Ban dillerinde buna ideal denmektedir. Ümniyye, heves, hayal ve
isabetsizlikten kurtulamaz".[93]
Hac/52 ayetine dikkat edersek şu gerçeği yakalayabiliriz: Şeytan,
insanı "ümniyye" denen hayal ve kuruntular vasıtasıyla
etkilemektedir:
Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki, o bir
şey temenni ettiği zaman şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırmış olmasın.
Peygamberler büe gerçeğe dayanmayan bir istekte bulunduklarında, şeytan
hemen onların bu isteklerine şüpheler karıştırmaktadır. Ama peygamberler
vahyin kontrolünde oldukları için, Allah derhal o şeytanî şüpheyi izale etmektedir.
Demek ki, şeytanın vesvese kattığı, şüpheler karıştırdığı ve hayalden öteye
geçmeyen şeye ümniyye denmektedir. Bunun tam karşılığı ise
"ku-runtu"dur. Başkalarının cennete giremeyeceğini söyleyip, cenneti
kendi inhisarına almak, gerçekle alakası olmayan bir kuruntudur. Cennet, ilahî
bir ödül olduğuna göre, oraya kimin gireceğini de ancak Allah belirleyebilir.
Dolayısıyla "Müslümanlardan başkası cennete giremez" diyen bir
müslüman da, yahudi ve hristiyanlann düştüğü hataya düşmüş olur. Müslüman için
önemli olan, İslâm'ın değerlerini hayata geçirmek; hangi amellerin cennete
götüreceğini beyan etmektir, yoksa kimin cennete, kimin cehenneme gideceğini
tartışmak değil. Kitap ehli, -ayetin beyanına göre- grupçuluk yapmaktadır.
Sanki Allah Teala cennetin kapılarının anahtarlarını onlara teslim etmiş de,
onlar da başkalarını oraya sokmamaktadırlar:
"Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız delilinizi getirin" de!
Ayetin bu kısmından hareket edersek şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Ümniyye
delilsiz konuşmaktır. Delil getirilemeyen bir iddia, kuruntu olmaktan öteye
gidemez. Bu durumda ayetin kendisi, "ümniyye"nin ne olduğunu açıklamış
olmaktadır.
Bir iddianın, bir fetvanın veya bir görüşün doğruluğu, ancak delille
isbat edilebilir. Dinî konularla ilgili görüş ve iddiaların doğruluğu,
getirilecek delillere bağlıdır. Özellikle cennet ve cehennem hakkında
konuşmak, kimlerin nereye gireceğini söylemek delil ister. Din eğitiminin en önemli
uğraşı, din hakkında delile dayalı olarak konuşma ahlâkını insanlara
kazandırmak olmalıdır. Delilsiz konuşma "ümniyye" ya da iftira
olmaktan öteye geçemez. Allah Teala, dinî konularda hayalî şeyler
söyleyenlerden delil istemektedir. Halk da, din hakkında fetva verenlerden
delil isterse, Allah'ın bu uygulamasını yerine getirmiş olurlar.
Netice olarak diyebiliriz ki kitap ehli, müslümanlann gönlüne şüphe düşürmek
için, onlara karşı birbiriyle ilintili dört ayrı tavır takınmaktadır. Bu tavırları
şu şekilde sıralayabiliriz: Müslümanlara Allah'tan bir hayır gelmesini
istememeleri [Bakara/105], Peygamber'e ağır sorular sormaları [Bakara/108],
müslümanlann imandan sonra küfre dönmelerini istemeleri [Bakara/109], yahudi
ve hristiyanlardan başkasının cennete giremeyeceğini iddia etmeleri
[Bakara/111].
Haset, soru, kuruntu gibi psikolojik oluşumların üzerine bina ettikleri
tavırlar Allah tarafından analiz edilerek asılsızlıkları ortaya konmaktadır.
Aslında bu izahlar, müslümanın nasıl bir psikolojik yapıya sahip olması gerektiğini
öğretmek üzere eğitim de yapmaktadır. Müslüman, Allah'ın başkasına verdiği bir
nimete karşı olumsuz tavır takınamaz; takınırsa yahudi ve hristi-yanlann
durumuna düşer. Müslüman mantıksız, inancını tehlikeye sokacak sualler sormaz.
Müslüman haset ederek karşısındakinin kötü yönde değişmesini istemez. Ve
nihayet müslüman, cennetin anahtarı elindeymiş gibi, Allah'ın rahmetini yalnız
kendine tahsis etmez.
[94]
112. Bilakis, kim bütün benliğini Allah'a teslim eder ve iyilik
yaparsa, onun ödülü Allah katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ve ne
de üzüntü çekerler.
Ayette teslimiyet, vech, muhsin, korku ve endişe kavranılan öne çıkmaktadır.
Şimdi bunlan geniş bir şekilde açıklayabiliriz.
[95]
Selime kökünden olup sözlükte sağlam, kusursuz, zararsız, noksansız, el
sürülmemiş, emniyetli, itiraz edilemeyen, masum, hatasız, kesin, tekit edilmiş,
açıkça anlatılmış, teslim etmek, iradesine bırakmak, görüşüne ve tasvibine
havale etmek, arz etmek, boyun eğmek, itaat etmek manalarına gelen esleme
kavramı, farklı kalıplarda farklı anlamlar kazanır.
1)
Selleme
(kurtarmak)
Selime fiili, bu kalıptan alındığında ve Allah'ın bir fiili olduğunda
"kurtarmak" manasına gelir:
(Fakat Allah sizi kurtardı). [Enfal/43]
Allah Teala, düşmanı az göstermekle müslümanlann ihtilaf etmesini önlemiş
ve böylece onları tehlikeden kurtarmıştı. Ayette "kurtarma" fiili
olarak selleme kullanılmıştır. Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki: İslâm
bir kurtuluştur. İslâm dini insanlığı, şeytanın, nefsin ve kötülüklerin
etkisinden kurtarmak için gelmiştir. Bakara/112 ayetine bağlarsak şu
genellemeyi yapabiliriz: Bütün benliğini Allah'a teslim etmek, aslında bir
kurtuluştur; Allah'ın korumasına girmektir.
2) Esleme (boyun eğmek)
De ki: "Bana boyun eğenlerin ilki olmam emredildi".
[En'am/14]
Allah'a boyun eğmek anlamına gelen esleme kelimesi, müslüman olmak, tevhid inancını kabul etmek manasını ifade etmektedir. Tevhid inancını kabul etmek, o inanca boyun eğmek manasını, ayetin son kısmından çıkarmamız mümkündür. Zira "Sakın müşriklerden olma" ifadesindeki şirk koşmanın zıtü olarak esleme kelimesi kullanılmaktadır. Şirkin zıtü tevhid olduğuna gö1e esleme, tevhid inancını benimsemek, müslüman olmak anlamına gelir.
3) Silm (barış)
İslâm kelimesinin kökü olan silm kalıbı barış anlamına gelmektedir:
Ey iman edenler! Hep birden silm'e (barışa) girin. Sakın şeytanın
peşinden gitmeyin. Çünkü şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. [Bakara/208]
Demek ki İslâm, barış dinidir. İslâm'ın özü, barıştır, insanın özünü Allah'a teslim etmesi, Allah ile barışık olması demektir. O'na karşı isyan etmeyip benliğini ortadan kaldırması manasını ifade etmektedir:
Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de barışa yanaş. [Enfal/61] Bu
ayette de, insanlar arasındaki barışı ifade etmektedir.
4)
Ait
olmak
Silm kelimesi bir insanın sıfatı olarak "seleme" kalıbından
getirilirse, "ait olmak" anlamına gelir:
Allah, çekişip divan bir çok ortakların sahip olduğu bir adam ile
yalnız bir kişiye ait olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir?
Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler. [Zümer/29]
Demek ki, müslüman Allah'a ait olan, sadece Ona ait olduğuna inanan ve
bu inancını hayata geçiren kimsedir. Bu manayı Bakara/112 ayetine bağlarsak
kavrama, ait olduğu tek Allah'a bütün benliği ile yönelmek manası verilebilir.
5) Sağlam olmak
Silm kavramı, salim kalıbında alındığında, sağlam, sağ, iyi manalarına
gelir:
(Halbuki onlar, sapasağlam iken de secdeye davet ediliyorlardı).
Buradaki salim kelimesi, onlar dünyada sağken, ya da sağlam iken anlamını
ifade etmektedir.
Selim kalıbı da bazen sağlam manasına gelir:
Ancak Allah'a sağlam bir gönül ile gelenler, fayda bulur. [Şuara/89]
Buradaki salimük/sağlamlık, günah kirinden temizlenmiş, manevî hastalığı
olmayan sağlam bir gönüle sahip olmayı ifade etmektedir. Saffat/84'te de aynı
manaya gelmektedir. Demek ki müslüman, inancı sağlam olan, ahi-rete intikal
etmeden dünyadayken işini sağlama alan ve sağlam iş üreten insandır.
6) Güven
Silm kökünden türeyen selam kelimesi güven anlamına da gelir: "Ey
ateş! İbrahim için serin ve güvenli ol!" dedik. [Enbiya/69]
Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki, müslüman güvenilir insandır.
İslâm dini insanlığa batışı getirmekle, güvenilir bir ortam ve dünya oluşturmayı
amaçlamıştır. İslâm'ın olduğu yerde güven vardır; güvenin olduğu yerde de
İslâm.
7) Kusursuz, lekesiz
Müselleme kalıbı, kusursuz, lekesiz manasına geldiği gibi, hür ve
serbest dolaşan anlamını da ifade etmektedir. Aslında her iki mananın ortak bir
noktası vardır. Serbest olmayan biri, kusurlu ve hürriyet bakımından
lekelidir. Manen kusursuzluk ve lekesizük, tam hürriyete sahip olmakla mümkün
olabilir. Hürriyetsizlik bir kusurdur, hem de büyük bir kusur. Bu manayı şu
ayette görüyoruz:
Musa dedi ki: 'Allah şöyle buyuruyor': "O, henüz boyunduruk alüna
alınmamış, yer sürmemiş, ekin sulamamış, kusursuz, yani serbest dolaşan,
renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir". [Bakara/71]
Ayetteki müselleme kelimesi, lekesiz, kusursuz ya da serbest dolaşan anlamına
gelmektedir. Bu manayı müslümana uyarlarsak diyebiliriz ki, müslü-manın
şahsiyetinde kusur ve leke olmamalı; bağımsız düşünce ve davranışa sahip
olmalı; şeytanın ve nefsin etkisinden kendini korumalı, hürriyetini onlara
teslim etmemeli ve şahsiyetine özen göstermelidir.
8) Vermek, ödemek
Ödemek, vermek anlamına gelen müselleme kalıbının, şu ayette de bu anlamda
kullanıldığını görüyoruz:
Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise, ailesine
ödenecek bir diyet ve bir mü'min köleyi azat etmek gerekir. [Nisa/92]
Bu ayette "diyet ödemek" anlamını ifade eden bu kavramı,
müslümana uyarlarsak, kendini Allah'a vermek ve Allah'a karşı olan ibadet
borçlarını ödemek manasına gelir. Bu anlamıyla, hukuk alanında da
kullanılmaktadır.
9) Merdiven
Selim veya silm kökünden türeyen süllem kalıbı, merdiven anlamına gelir. Kur'an'da iki ayette bu manada yer almaktadır.
Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geliyorsa, gücün yeterse yerin
içine inebileceğin bir tünel, ya da göğe çıkacağın bir merdiven ara ki onlara
bir mucize getiresin. [En'am/35]
Yoksa onların, üzerine çıkıp gizli sırlan dinledikleri bir merdivenleri
mi var? Öyleyse dinleyenleri, açık bir delil getirsinler. [Tur/38]
Süllem kalıbı ile bu ayetlerde yer alan silm kavramı, insanı yücelten bir oluşumun adıdır. İslâm, insanı olgunlaştıran, ruh yüceliğine erdiren ve Allah'a yücelten bir din olduğu için, özünde "merdiven" manası da bulunmaktadır. İnsanı manevî gelişim basamaklarından çıkarıp olgunlaştıran bu din, bu işleviyle, manevî bir merdiven özelliğini taşımaktadır.
10) Rahmet
Silm kökünden türeyen selam, rahmet anlamına da gelir. Kurumuş toprak
için su ne ise, insan için de İslâm odur. Selam aynı zamanda, karşılaşan iki
kişi veya topluluğun parolasıdır. Selam, böyle ortamlarda, insanın insana rahmet
dilemesini ifade eder. Selam denen rahmetin bir karşılama sözcüğü olması
sebebiyle, insandan insana, melekten insana, insandan meleğe ve Allah'tan
insana doğru olduğunu Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Müslümanların selamlaşmaları
farzdır. Selamlaşmanın sünnet olduğu görüşünün yanlış olduğunu şu ayetten
öğreniyoruz:
Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde, onlara de ki: "Selam size!
Rabbiniz rahmeti kendisine yazdı". [En'am/54]
Bu ayet, selam vermeyi Peygamberimize ve dolayısıyla bütün müslüman-lara farz kılmaktadır. Selamla ilgili tüm hadisler, bu ayetin yorumu mesabesindedir. Yine bu ayet, selamın rahmet anlamına geldiğine de delildir. Çünkü 'selam'dan sonra, "Rabbiniz rahmeti kendisine yazdı" ifadesi yer almaktadır. Demek ki, selam vermekle, Allah'ın rahmeti harekete geçiriliyor. İnsan insana selam der, Allah da onlara rahmet eder.
Diğer taraftan bu kavramın, teslim etmek, elde etmek, havale etmek, sıyrılmak
ve başağını çıkarmak manaları da vardır.
[96]
Bakara/112'de yer alan ikinci kavram, yüz anlamına gelen vech kelimesidir.
Buradaki "yüz" kelimesi, rakam olarak yüz'ü değil, başın ön tarafı
olan yüzü ifade etmektedir. Bu kelimenin lügat manaları şunlardır: Yüz, çehre,
surat, cephe, harici görünüş, satıh, öne çıkan şahsiyet, kıyafet, suret,
şekil, taraf, istikamet, cihet, niyet, maksat, plan, murat, hedef, gaye,
nişan, meram, nota, hareket hattı, yol gösteren, prensip, ahlâkî kaide, yol,
usûl, tarz, metot, sebep, illet, mefhum, mana, başlangıç.
Vecehe kalıbında alındığında takdir, itibar, şöhret, ün, nüfuz,
mertebe, yüksek rütbe, temayüz, bellilik, makbul, muteber, sağlamlık, doğruluk
anlamlarını ifade etmektedir.
Şimdi bu kavramın Kur'an'da hangi manalara geldiğini açıklayabiliriz:
1. Yüz
Vech, lügat manası ile insanın yüzünü ifade etmektedir. Bu manada, pek
çok ayette yer almaktadır:
Şu benim gömleğimi götürün ve babamın yüzüne koyun. [Yusuf/93][97]
Yüz, insanın içini dışarıya yansıtan başın ön kısmıdır. Gözler, burun ve ağız
gibi önemli organlar yüzde yer almaktadırlar.
2. Öz, cevher ve benlik
Bazı ayetlerde vech, insanın cevheri, benliği ve özü manasına gelmektedir.
Bu anlamların içine gönül manasını koymak da mümkündür.
Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/112 ve Nisa/125'te benlik, cevher
ve öz manasını ifade etmektedir:
Din bakımından, muhsin olarak benliğini Allah'a verenden daha iyi kim
vardır?[98]
3. Gaye
Bakara/148'de geçen (viche) kelimesi, gaye manasına gelmektedir:
Herkesin yöneldiği bir gayesi vardır. Siz hayır işlerinde yansın.
İnsanlar gayelerine ulaşmak için bir yarış içindedirler. Ama müslümanm
yansı iyi için olmalıdır. Herkes yaşına, kültürüne, cinsiyetine göre hedefler
edinir. Bu hedeflere Kur'an viche demektedir.
4. İtibar ve şeref
Vecih kalıbında alındığında, dünyada insanlar arasındaki itibarı,
onuru, Allah katında da şerefi ifade etmektedir. Dünya ve ahiretteki itibar
manasında Âl-i Imran/45'te geçmektedir:
Melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir
kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir, dünya ve ahirette şerefli
ve Allah'ın kendisine yakın kıldıklarındandır".
Ahzab/69'da da, Hz. Musa'nın Allah kaünda bir şerefe sahip olduğu anlatılırken
aynı kavram kullanılmaktadır:
Musa Allah katında şerefli idi.
Vecih kalıbında alındığında kaYramin itibar, şeref ve onur manasına
geldiği anlaşılıyor.
5. Teveccüh, sevgi
Birini çok sevmeyi ve ona gösterilen teveccühü ifade etmektedir:
Yusufu öldürün veya onu bir yere ann ki babanızın teveccühü yalnız size
kalsın. [Yusuf/9]
Buradaki veehu ebikum ibaresi, babanızın teveccühü/sevgisi manasına
gelmektedir. Hz. Yusufu çok seven babalarının sevgisinin yalnız kendilerine
kalması için onu kuyuya attılar. Sevgi, yüzle ifade edildiği için bu kavram,
yüz ile sevgiyi aynileştirmektedir.
6. Beyin
Kur'an'da bazan birşeyin parçası zikredilerek tamamı kasdedilir.
İyilik, yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz değildir... [Bakara/177]
Yüzü doğu veya badya çevirmekle iyiliğe ulaşılmaz. Buradaki vech kelimesiyle
beyin kastedilmektedir. Ayet, insanoğlunun beynini doğuya ve batıya
çevirmekle, oradaki düşünceleri taklit etmekle iyiyi elde edemeyeceğini
vurgulamaktadır.
7. Nimet, lütuf, rıza ve zat
Bu kelime Allah'a izafe edildiğinde, Allah'ın lütfü, ihsanı ve rızası
manasını kazanmaktadır
Yapacağınız hayırları sadece Allah'ın rızasını kazanmak için
yapmalısınız. [Bakara/272]
Ayetteki vechillah (Allah'ın vechi), Allah'ın rızası manasına
gelmektedir. Amellerde niyet, Allah'ın rızası olmalıdır.[99]
Şu ayette ise vech kelimesi, "zat" manasına gelmektedir:
Göklerde ve yerde olan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram
sahibi Rabbinin zatı baki kalacak. [Rahman/26-27][100]
"Baki kalmak" fiilinin faili olan vech kavramı, Allah'a izafe
edildiğinde "zat" anlamına gelir.
8. Başlangıç
Vech kavramı, gündüze izafe edildiğinde tanyerini, yani günün başlangıç
anını ifade eder
Kitap ehlinden bir grup şöyle dedi: "Mü'minlere indirilmiş olana
sabahleyin inanıp, akşamleyin inkar edin". [Âl-i tmran/72]
Ayette yer alan veche'n-nehari ifadesi, gündüzün başlangıcı, günün ilk
an-lan manasına gelmekte olup ayetin devamında yer alan "sonu"
kelimesinin karşıtıdır. Gündüzün sonu ifadesinin karşıtı, gündüzün
başlangıcıdır.
9. Yönelmek
Vech kelimesi, fiil olarak kullanılınca, yönelmek manasına gelir.
En'am/79'da hem fiil ve hem de isim olarak geçmektedir. Fiil olarak yönelmek,
çevirmek, isim olarak da 'yüz' anlamını ifade etmektedir:
Ben hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a
çevirdim ve ben müşriklerden değilim.
Ayetteki "yüzümü" ifadesi, "benliğimi" manasına da
gelebilir; Hz. İbrahim, yüz kavramı ile benliğini kastetmiş olabilir. Çünkü
dönen yüz değil, insanın özü, cevheri ve benliğidir.
10. Gerektiği biçimde
Vech kavramı, bazen de gerekliliği ifade eder.
Bu şahitliği gerektiği şekilde yapmaya... [Maide/108]
Şahitliğin doğru yapılmasını ifade ederken Yüce Allah vech kavramını
kullanmaktadır.
III.
Yüz, öz, cevher, benlik,
zat, gaye, itibar, sevgi, beyin, nimet, lütuf başlangıç, yöneliş, gereklilik
manalanyla vech kavramı psikolojiyi, hukuku, eğitimi ve ilahiyatı
ilgilendirmektedir. Bakara/l 12'deki vech kavramına "benlik" manası
verilmesi uygun olur. Benliğini Allah'a vermenin, O'na teslim etmenin olmazsa
olmaz şartı ise ayette, (muhsin olarak) ifadesiyle belirlenmektedir. Manevî
yaşamında ihsanı yakalayamayan insan, benliğini Allah'a teslim edemez. Muhsin,
güzel ve insanlığa faydalı iş üreten kişi manasına gelmektedir. Böyle bir
kimse, görmediği halde Allah'a ibadet eden ve iyi iş yapan bilinçli bir
insandır. Muhsin işinde kaliteyi, güzelliği, faydayı yakalayan insandır. Bu
bilinç ve üretkenliği ile benliğini Allah'a teslim eden kişiyi Yüce Allah
elbette ödüllendirecektir.
IV. Muhsin olarak benliğini
Allah'a teslim eden kişinin ödülü Allah kanndadır, onlar ne korku, ne de üzüntü
çekerler.
(Onun ödülü Rabbi katodadır) ifadesinden, ödülünün sonsuz olduğu manası çıkarılabilir. Çünkü ödülün adı konmamakta ve çeşidi belirlenmemektedir. Muhsin olmanın içinde, iyiden bir başka iyiye koşmak, daha iyiyi yakalamak gibi bir faaliyet vardır. Sürekli daha iyiye koşan kimsenin ödülü de elbette sınırsız olur.
Bize göre bu ödül bu dünyadan başlamakta ve ahirette sonsuzluğa ulaşmaktadır.
Güzeli, iyiyi ve insanlığa faydalı olanı üreten insan, korku içinde olmaz ve
üzüntü çekmez. Korku ve üzüntü, güzel ve iyinin olmadığı ortamlarda
başgösterir. Korku ve üzüntü gibi psikolojik ızdıraplann ortadan kalkması için
iyi ve güzelin üretilmesi zorunludur. Benliğini Allah'a veren, yani içini ilahî
nurla dolduran, iyi ve güzelin aşığı olan bir kimsenin gönlünde korku ve
üzüntünün yeri yoktur. Korku ve üzüntü, kin ve düşmanlık duygusunun olduğu
yere demir atar.
Kibrin, kinin, düşmanlık duygusunun ve saldırganlık iç güdüsünün insanın
iç aleminde bannamaması için, benliğini Allah'a teslim etmenin gerekliliğini
vurgulayan bu ayet, hangi psikolojik oluşumların, hangi psikolojik zehirleri
ortadan kaldıracağını da öğretmektedir. Korku ve kederden uzak bir gönüle sahip
olmak, böyle bir psikolojik ve sosyolojik ortamı meydana getirmek, insanın
benliğinden ve eylemlerinden geçmektedir. İnsanoğlu, aklını doğru yönde
kullandığında, amelleriyle güzeli ürettiğinde, korku ve üzüntüden uzak bir
gönle sahip olur.
[101]
113. Yahudiler "Hristiyanlar hiçbir şey üzerinde değil"
dediler. Hristiyanlar da "Yahudiler hiçbir şey üzerinde değil"
dediler. Halbuki ikisi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, tıpkı onların
söylediklerini söylediler. Allah, ihtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü
onlar hakkında hükmünü verecektir.
Bu ayetin nüzul sebebi olarak şu olay gösterilmektedir Hristiyan
Araplardan oluşan Necran heyeti Hz. Peygamber'in huzuruna çıkınca, yahudiler
onların yanına geldiler. Aralarında yukarıdaki şekilde münakaşa edip
birbirlerini itham ettiler. Bu olay üzerine yukarıdaki ayet grubu nazil oldu.
Bu ayetten şu sonucu çıkarabiliriz. Kendi kutsal kitaplarını okudukları
ve belli bir inanca sahip oldukları halde, birbirleriyle ihtilafa düşmelerinin
ve cahil insanlara kötü örnek olmalarının ne denli kötü ve zararlı olduğu bu
ayet tarafından tescil edilmektedir.
1.
Ayette geçen (kitap)
kelimesi, belli bir kitap olduğu için, bu iki grubun da aynı kitabı okuduğu
anlaşılmaktadır. Yahudilerle hristiyanlar aynı kitabı okuyor, aynı kitaba
inanıyorlardı. Demek ki, aynı kitabın bilgisine sahiptiler. Tartışan bu iki
inanç grubunun cahil olmadıkları, belli bir kitabın bilgisine sahip oldukları,
fakat kendilerini ayn dinî gruplara ayırdıkları net bir şekilde
anlaşılmaktadır.
Bu bilgiyi veya tarihî olguyu Allah bize niçin anlatıyor? Bu tarihî
olguyu günümüze taşıyarak, günümüzün hangi problemlerini çözebiliriz?
Günümüzde, aynı kutsal kitaba, yani Kur'an'a inanan ve onu araştıran
insanlann gruplara ayrılmaları ve birbirlerini İslâm dışı görmeleri, yukarıdaki
olgunun aynen devam ettiğini göstermektedir. Yüce Allah'ın bu tarihî olguyu
anlatması, aynı kitabı okuyan ve aynı inancı paylaşması gereken insanların
parçalanıp birbirlerini tekfir etmelerinin çirkinliğini göstermeye ve bu davranışın
geçmişte insanlığa nelere mal olduğunu öğretmeye yöneliktir. Bu olgu başka
ayetlerde "dini doğrama, dini parçalama" şeklinde ifade edilmektedir.
Bu olguyu daha net bir şekilde açıklayabilmek için bu ayetlerden bir kaçını
zikretmekte yarar görüyoruz:
Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla
hiçbir ilişkin yoktur. Onlann işi Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara
yaptıklarını bildirecektir. [En'am/159]
Ne var ki, insanlar dinlerini kendi aralarında parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir. [Mü'minun/53] Dinini parçalayan insanlarla Hz. Peygamber'in bir ilişkisi olamayacağını ve bu insanların işinin Allah'a kaldığını beyan eden ilk ayet, ahiretteki yargılamada bu bölünmenin hesabının sorulacağını da ifade etmektedir. Sosyal bölünmelere de neden olan bu dinî bölünmenin meydana getirdiği problemlerin çözümünün çok zor olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyleyse, dinin sosyal ve kültürel alanlardaki yorumlan din haline getirilerek kutsallaştuılmamahdır. Dini olduğu gibi almak, din ile din kültürünün sınırlarını kesin hatlarla ayırmak gerekir. İlahî alanla, beşerî alanın iyi belirlenip, dinin doğranma ve parçalanması engellenmelidir.
2.
Bilen insanların böylesine
bölünerek tartışmaları, bilmeyen insanları da etkiler, ki ayette bu etkinin
eğitim açısından ne kadar zararlı olduğu vurgulanmaktadır:
Âfâ'ttâ (Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı onlann söylediklerini söylediler).
Allah Teala, kitabı bilenlerin de bilmeyenler gibi konuşmalarını
kınamaktadır. Cahil insanların düştüğü bölünmüşlüğe, bilen insanların da
düşmesi, bir olgu olarak Kur'an'a taşınacak kadar önemsenmektedir. Cahil
insanların birbirini itham edip küçümsemeleri az da olsa mazur görülebilir ama,
bilen insanların birbirine karşı böyle davranmalan asla mazur görülemez.
Demek ki davranışlara yansımayan bilgi, parçalanmaya neden olmakta ve
cahil gibi davranmaktan insanı koruyamamaktadır. Ayet, bilenle bilmeyen
arasındaki farkın ortaya çıkmasını istemektedir. Ayrıca ayette, kutsal kitabı
okumanın ve onun bilgisine sahip olmanın her şeyi halledemeyeceğine, önemli
olanın o bilgiyi hayata geçirip bölünmeleri ortadan kaldırmak olduğuna da
dikkat çekilmektedir.
3. İhtilafa düştükleri
hususlarda kıyamet günü Allah, onlar hakkında hükmünü verecektir.
Ayetin bu kısmını izah etmeden önce, aynı kutsal kitabı okuyan ve bilen
ya-hudi ve hristiyanlann neden ihtilafa düştüklerini bulmamız gerekiyor. Bakara/2
13'te aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilafa düştükleri söylenmektedir:
İnsanlar bir tek ümmetti, (ihtilaf edip) ayrılmaları üzerine Allah
müjdeci ve uyarıcı olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile
kitap indirdi ki: insanlar arasında -ihtilaf ettikleri noktada- hakem olsun.
Bunda da kitap verilenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf
aralarındaki kıskançlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler.[102]
Demek ki, ellerindeki kitabın bilgisine ve açık delillere sahip
olmalarına rağmen yahudi ve hristiyanlar, sırf kıskançlık sebebiyle ihtilafa
düşmüşlerdir. Demek ki insanın nefsindeki kıskançlık duygusu harekete geçerek
dinî anlayışı ve sosyal hayatı parçalayan bir bombaya dönüşmektedir. Böylece
Yüce Allah, ihtilafın arkasındaki psikolojik nedeni tesbit ederek bir davranış
analizi yapmış olmaktadır. Kıskançlığın, bilginin etkisini ortadan
kaldıracağına dikkat çeken bu ayetler, dinî grupların kutsallaşıp düşmanlık
üretmesinin nedenini de beyan etmektedir. Bu ayetten, dini parçalayan,
gruplara ayrılıp birbirini küçümseyen ve birbirini dinsizlikle itham eden
insanlar arasında al-lah'ın hüküm vereceğini de öğreniyoruz. Yaptıkları bu
yanlışı, işledikleri bu büyük günahı Allah onlara kıyamet günü haber
verecektir. [En'am/159]
İnsanların dini parçalamamaları ve dinde ihtilafa düşmemeleri için ne
yapılması gerektiğini de şu ayetten öğrenebiliriz:
Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği
izniyle gösterdi. [Bakara/213]
Yüce Allah geçmişte dinde ihtilafa düşenlerin durumunu inananlara
bildirmek suretiyle onun kötülüğünü gösterdi. Demek ki, böylesi yanlış iş ve
günahlardan kurtulmanın çaresi, geçmişten hale ve istikbale projeksiyon tutmak;
geçmişin tecrübesi ile, yaşanan ve yaşanacak olan bu tarz problemleri
çözmektir. Geçmişin tecrübesini kullanarak yaşanan problemleri çözme metodunu
burada görmekteyiz. Yüce Allah'ın, dinde ihtilaf konusunda müslü-manlan
bilinçlendirirken kullandığı bilgi kaynağı Kur'an'dır.
Bunu gösteren ayetler şunlardır:
Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğulları'na, hakkında ihtilafa düştükleri
şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır. [Neml/76]
Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara
açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.
[Nahl/64]
Bu ayetlerden çıkan netice şudur:
Kur'an ihtilafları bildirmek ve ortadan kaldırmak üzere gönderilmiştir.
Dinde bölünme gibi çok ciddi sosyal olayların arkasındaki nedenleri tesbit eden
Yüce Allah, ihtilaf içinde olanların, bu ihtilafları ortadan kaldıramayacağını
da vurgulamaktadır. Peki ihtilafların nedenlerini açıklayıp onları ortadan
kaldırmak için gönderilen Kur'an'a inanan müslümanlann ihtilafa düşmesi ne ile
açıklanabilir?
Buna şöyle cevap verilebilir: Kur'an'ı yeterince bilmemek, bildiğini hayata
geçirmek ile. Bu cevabı, -Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e, birbirlerinin hiçbir
şey üzerinde olmadıklarını söyleyen kitap ehline söylemesini emrettiği- şu
sözden çıkarıyoruz:
De ki: "Ey kitap ehli! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size
indirileni hakkıyla hayata geçirmedikçe, hiçbir şey üzere değilsiniz".
[Maide/68]
Demek ki, aralarındaki kıskançlık, Tevrat'ı, İncil'i ve Allah'ın
indirdiğini hayata geçirmelerine engel olmuştur. Kendi kutsal kitaplarını iyice
öğrenip hayata geçirmemeleri, ihtilafın baş sebebidir. Müslümanlar da, Kur'an'ı
öğrenip hayata geçirmedikçe, hem ihtilafa düşecekler, hem de hiçbir sağlam temel
üzerine olamayacaklar.
Bilmeyenlerin ihtilaf etmesi, bir dereceye kadar mazur görülebilir; ama
bilenlerin ihtilaf etmesi asla mazur görülemez. Kur'an, mü'minlere, kutsal
kitabını bildiği halde, onu hayata geçirmeyip ahirette sorumluluk altına girmenin,
inananlara yakışmadığını beyan etmektedir.
[103]
114. Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve
mescitlerin harab olmasına çalışandan daha zalim kim vardır? Aslında bunların
oralara korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de
büyük azap vardır.
Bu ayetin insanlığa getirdiği önemli haklan şu şekilde açıklayabiliriz:
1.
İbadet hakkı
Allah'ın isminin anılması, mescitte ibadet edilmesi manasına gelir. Çünkü,
namazın bir adı da zikirdir [Taha/14]. İnsanlar, Allah'a ibadet etmek için
belli bir mekan edinirler. Yeryüzünün mescit olmasına, yani namazın her yerde
kılınabilmesine rağmen, cuma ve bayram namazları gibi bazı ibadetlerin toplu
halde yapılma zorunluluğu vardır. Beş vakit namazı da cemaatle kılmanın sevabı
büyüktür.
İbadetlerini belli bir mekanda yapmaları, insanların hem sosyal ve hem
de dinî haklarıdır. Bu hak, mabetlerin tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir.
İbadet hakkı, bir ibadethaneye sahip olma hakkını da beraberinde
getirmektedir. İnsanları, mescitte ibadetten alıkoymak, ibadet hakkını
çiğnemektir. Bu ise zulümdür. Onun için Yüce Allah böylelerinden daha zalim
birinin olmadığını ifade etmektedir.
Tarihte ve Peygamberimiz döneminde böyle olayların olması, bu ayetin
nüzul sebebini teşkil etmiştir. Fahruddin Razi ayetin nüzul sebebi olarak, bazı
hükümdarların Beyt-i Makdis'i tahrib etmelerini, orada ibadet edenleri engellemelerini
göstermektedir.
Bu ayetin, Peygamberimiz döneminde, müslümanlan mescitte ibadet yapmaktan alıkoyan müşrikler hakkında indiği görüşü, şu ayetlerle de isbatlan-maktadır:
a)
Onlar Mescid-i Haram'ın
görevlileri olmadıkları halde, müslümanlan oradan geri çevirirlerken, Allah
onlara ne diye azap etmeyecek. [Enfal/34]
Demek ki, Hz. Peygamber döneminde, müslümanlann Mescid-i Haram'a gidip
ibadet etmelerini engelleyenler vardı.
b)
Onlar, inkar eden, Mescid-i
Haram'ı ziyaretinizi engelleyen ve bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını
men edenlerdir. [Fetih/25]
Bu ayet de, hac ibadetini engelleyenleri ele almaktadır. Olay, Hz. Peygamber
döneminde meydana gelmiştir.
c)
Cemaatle kılınan gece
namazlarında imamın sesli, gündüz namazlarında sessiz okumasının sebebini
İsra/110 ayetinde bulabiliriz:
(Namazda yüksek sesle okuma, onda sesini fazla da kısma, ikisinin
arası bir yol tut). [Isra/110]
Gündüz kılınan namazlarda kıraatin sesli olması halinde müslümanlara
eziyet edilmesi muhtemeldi. Onun için Hz. Peygamber, gündüz namazlarında sesli
okumamıştır. Bu da, bizi şu gerçeğe götürmektedir: Müslümanlann ibadetleri
engellenerek ibadet haklarına tecavüz ediliyordu. Bu üç ayet, Bakara/l 14'ün
nüzul sebebini net bir şekilde ortaya koymaktadır.
Belli bir mekanda ibadet etme hakkı kutsaldır; ona saygı duyulması gerekir. İşte bu hakka saygı duymayanlan Yüce Allah en zalim insanlar olarak tavsif etmektedir.
2. İbadethaneleri harab etmek
Ayetin ikinci bölümünde, mescitleri tahrib etmeye koşan, onlan yıkmak
için gayret sarf eden insanlar ele alınmaktadır. İbadet hakkını engellemekle,
ibadethanelerin tahribine koşmak, birbirine yakın büyüklükte günahlar olduğu
için, Allah bunu da zulmün içine dahil etmiştir.
Yüce Allah, ibadethaneleri tahrip edip yıkanlan, kötü insanlar olarak
vasıflandırmaktadır:
Onlar, başka değil, sadece Rabbimiz Allah'tır dedikleri için haksız
yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları,
diğer bir kısmı üe engellemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi
anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi. [Hacc/40]
Bu ayetten anlıyoruz ki, Yüce Allah mescitlerin, kiliselerin, manastır
ve havraların yıkılmasını istememektedir. İstanbul'u fetheden Fatih Sultan
Meh-med, bu ayetin hükmü gereği kilise ve havralara dokunmamışur. İyi insanlar,
bu tahribatı yapanları engellemelidir. Ayet, böylelerinin engellenmemesi halinde
ibadethanelerin yıkılıp gideceğine dikkat çekmektedir.
3.
Onlara, mescitlere korkarak
girmek yaraşır.
Ayetin üçüncü bölümü, o zalimlerin hangi psikolojik duygu ile ibadethanelere
girebileceklerine ışık tutmaktadır. Onlara, ibadeti engellemek ve mescitleri
harap etmek değil, oralara korku içinde girmeleri yakışır. Mescit, inanan
insanlara mutluluk verirken, kafirlere korku salmaktadır. Ayet bize, ibadethanelere
karşı takınılan tavrın, bir taraftan insan psikolojisinden, bir taraftan da
onların farklı inançtaki insanlara saldıkları korkudan kaynaklandığını
göstermektedir.
Bununla birlikte, ayetin bu kısmı, gelecekle de alakalı olabilir; şöyle
ki: Müslümanların etkinliği artınca, zalimlerin gönlündeki korkunun da artacağına
ve ibadethanelere korku içinde yaklaşacaklarına işaret edilmiş de olabilir.
Çünkü sosyal gücü kaybetmeleri, düşmanlık yerine korkuyu getirir.
Sonuçta, şu noktaya varıyoruz: insanlık tarihi, farklı inançlara sahip
olanların mücadeleleri ile doludur. Bu mücadeleler, insanlığın enerjisini heba
etmiş ve insanlığa zarar vermiştir. Özellikle ibadet özgürlüğü ve bunun sağladığı
hakların çiğnenmesi, insanlığın çok geri kalmasına neden olmuştur. Yü-oe Allah
bunu, en büyük zulüm olarak nitelendirmiştir.
4.
Onlara dünyada rezillik,
ahirette de büyük bir azap vardır.
Ayetin bu kısmından iki türlü azap olduğunu anlıyoruz: Dünyadaki ve ahiretteki azap. Yüce Allah, dünyadaki azap için (hizy) demektedir.
Hizy lügatte alçak, adi, aşağı, değersiz, pespaye, kötü, iğrenç,
nefrete layık manalarına gelmektedir. Fiil olarak, gözden düşmek, rezil etmek,
haysiyetsiz olmak, itibardan düşmek, utandırmak anlamlarını ifade etmektedir.
Rüsvaylık ve pespayelik manasına gelen hizy azabı, çoğunlukla bu dünyada
çekilecek olan bir azaptır. Kur'an'da iki ayette de ahirette olacağına işaret
edilmektedir. Kur'an'da, dokuz tür davranışın bu azapla cezalandırılacağı beyan
edilmektedir:
a)
İnsanların ibadet
özgürlüğünü ellerinden alıp ibadet haklarını çiğnemek ve ibadethaneleri tahrib
etme gayreti içinde olmak. [Bakara/114]
b) İnsan öldürmek, insanları
yurtlarından çıkarmak ve çıkaranlara yardımcı olmak. [Bakara/85]
c) Allah ve Resulüne karşı
savaşmak ve toplumun düzenini bozmak. [Ma-ide/33]
d) Ağzı ile inandım deyip
kalbi ile inanmamak. Allah'ın hükümlerini değiştirmek. [Maide/41]
e) Allah ve Resulüne karşı
koymak. [Tevbe/63]
f)
Bilgisi, rehberi ve
aydınlatıcı kitabı olmadığı halde, Allah yolundan saptırmak için mücadele
vermek. [Hacc/89]
g) Peygamberi yalanlamak.
[Zumer/25-26]
h) Yeryüzünde kibirlenmek ve
Allah'ın ayetlerini yalanlamak. [Fussi-let/15-16]
i) Allah'ı aciz bırakmaya
çalışmak. [Tevbe/2]
Bu davranışlardan sadece 'Allah ve Resulüne karşı koymak', ahirette aşağılık
azabın nedeni olarak gösterilmektedir. Nahl/27de de hizy'in, ahiretteki
alçalücı bir azap olduğu bildirilmektedir.
Bu azap çeşidinin ferdî ve sosyal boyutu vardır; yani bazen ferde, bazen de topluma verilir. Yukarıda sıraladığımız davranışlar aslında üç grupta toplanabilir: Allah'a, Peygamber'e ve topluma karşı işlenen suçlar.
Şimdi bu azabın, dünyada verilmeme durumunun olup olmadığına bakalım.
Kur'an'a göre bu azabın verilmeme ihtimali vardır. İlgili ayetler şöyledir:
Yunus'un kavmi müstesna, herhangi bir ülke halkı, keşke iman etse de,
bu imanları kendilerine fayda verseydi! Yunus'un kavmi iman edince, kendilerinden
dünya hayatındaki rüsvaylık azabı kaldırıldı. [Yunus/98]
Dünyada rüsvaylık azabına layık görülen bir toplumdan bu azabı kaldıracak
dinamik iman'dır. Değişimi gerçekleştirecek gücün iman olduğunu söyleyen Yüce
Allah toplumsal değişimin, psikolojik değişim üzerine oturduğuna işaret
etmektedir, inkardan imana doğru oluşan değişim, topluma gelecek rüsvaylık
azabının kaldırılmasına vesile olmaktadır. Böylece ayet, toplumdaki değişimin
köklerinin, fertlerin gönüllerinde olduğu gerçeğini bir kanun olarak ortaya
koymaktadır. Gönüldeki inkarın imana doğru değişimi, sebep; rüsvaylık azabının
kalkması da sonuç'tur. Netice olarak diyebiliriz ki: Fert ve topluma rüsvaylık
azabının gelmesine sebep olan davranışların terk edilmesi ve onların yerine
salih amellerin işlenmesi, gereken değişimi sağlamış olacaktır. Kulun
davranışları sebep, olumlu değişimi yapan da ilahî rahmettir. [Hud/66]
Dünyada aşağılık olan bu insanları, ahirette de büyük azap
beklemektedir. Ahiret azabı, dünya azabından daha şiddetli olduğu için, ayette
azim yani "büyük" sıfaü yer almaktadır.
Allah'ın mescitlerinde Allah'ın isminin anılmasını engelleyenler, yani
oralarda ibadet yapılmasına mani olanlar ve ibadethanelerin harab olması için
gayret edenler, dünyada aşağılanmaya, ahirette de büyük azaba çarptırılacaklardır.
Demek ki, insanlar kendi yaptıklarıyla azaba müstahak olmaktadırlar.
Davranışlar ya cennete dönüşüyor, ya da cehenneme; başka bir ifadeyle ya ödüle,
ya cezaya.
[104]
115. Doğu da batı da Allah'a aittir. Nereye dönerseniz Allah'ın vechi
oradadır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi istila eden ve her şeyi bilendir.
Doğu ve batı insanların bulundukları yere göre değişeceği için,
izafilik arz etmektedir. Aslında ayette kıble ile alakalı olup namazda kıblenin
ne anlam ifade ettiği beyan edilmektedir. Yani ayet, Kabe'ye dönmenin, Allah'ın
orada olduğu manasına gelmediğine işaret etmek için indirilmiştir.
Kabe'ye yönelmenin emredilmesi, namazda disiplinin sağlanması amacına
yöneliktir. Yoksa, Allah'ın bulunduğu yere yönelmek değildir. Çünkü Allah her
yerde hazır ve nazırdır. Doğu ile batıya yönelmenin bir farklılığı yoktur,
çünkü her yön Allah'a ait ve her mekan O'nundur.
(Nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır). Bakara/112'de vech
kavramını açıkladığımız için burada tekrar etmeyeceğiz. Vech kavramı burada
Allah'ın zatı manasına gelmektedir. Ayetin bu kısmı, Allah'ın mekandan
münezzeh olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Allah, her şeyi istila eden ve her
şeyi bilendir. Başka bir gezegende yaşayan insanın, Ka'be'ye yönelerek ibadet
etmesi mümkün değildir. Demek ki Kabe, namazın bir disiplin içinde
sürdürülebilmesi için tayin edilmiş sembolik bir yöndür.
[105]
116. "Allah çocuk edindi" dediler. Haşa! O, bundan münezzehtir.
Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi O'nundur; hepsi O'na boyun eğmektedir.
I.
Ayetin iniş sebebini, zaten
birinci bölümü açıklamaktadır. Burada, ya-hudi ve hristiyan kültüründe mevcut
olan Allah'ın oğula sahip olduğu inancının yanlışlığı çeşitli delillerle isbat
edilmektedir. "Allah'ın çocuğu vardır" ya da "Allah çocuk
edindi" ifadeleri bu ayetin nüzul sebebidir. Bu batıl inancın kaynağında
yahudiler bulunmaktadır.
1. (Yahudiler, "Üzeyr
Allah'ın oğludur" dediler) [Tev-be/30]. Allah'ın oğlu olduğu iddiasıyla
bir insana kutsallık atfetmeye, insanlık tarihinde ilk kez yahudilerde
rastlanmaktadır. Allah'ın oğlunun bulunduğu iddiası, şirkin başka bir
boyutudur. Hz. Adem'den bu yana akan şirk ırmağını taşıran bu inanç,
hristiyanlığı da etkilemiştir.
2.
(Hristiyanlar da "Mesih,
Allah'ın oğludur" dediler) [Tevbe/30]. Yahudilerin, Üzeyfin Allah'ın oğlu
olduğu şeklindeki inancı, bulaşıcı bir hastalık gibi hristiyanlığa sıçradı ve
onların da Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmelerine sebep oldu.
Bulaşıcı hastalıklar gibi, yanlış fikir ve inançlar da bulaşırlar. Bu anlamda,
fikir ve inanç biçimleri tabiat kanununa benzerler. Hristiyanlar da yahudilere
"Madem siz Üzeyir Allah'ın oğlu diyorsunuz; biz de İsa Allah'ın oğlu
diyoruz" şeklinde karşılık verdiler. Şeytan, bir grup insanın gönlündeki
şirk mikrobunu alıp diğer bir gruba aşılamaktadır.
3. (Yahudiler, Allah'ı bırakıp
hahamlarını; hristiyanlar da rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler
edindiler). [Tev-be/31]
Tevbe/30'da Allah'a oğul isnad edenlerin, 31. ayette de, insanı rab
edindikleri bildirilmektedir. Kitap ehlinin, Allah'a oğul isnad etmekten,
insanı rab ittihaz etmeye kadar varan bu şirk hastalığı, insanlığın inanç
yapısında kapanmayacak bir yara açmıştır. Üzeyr ve Hz. İsa'yı tannlaştınnaya
kadar uzanan bu inanç biçimi, din alanında büyük kirler bırakmıştır. Bu
kirlerin ne denli güçlü ve etkileyici olduğu Kur'an'da beyan edilmektedir.
4.
("Rahman çocuk
edindi" dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan
dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak, dağlar yıkılıp düşecektir.
Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden. Halbuki çocuk edinmek Rahman'ın
şanına yakışmaz). [Meryem/88-92]
"Allah'ın çocuk edindiği" inancının, gökleri çatlatacak, yeri
yaracak ve dağların yıkılmasına sebep olacak kadar çirkin bir iddia olduğunu
bizzat Allah söylemektedir. Bu inancın meydana getirdiği depremin merkezi ise,
bu yanlış inanca saplananların gönlüdür. Demek ki insanoğlu, kainatı sarsabilecek
güçte yanlış inançlar üretebilmekte ve insanlığın inanç kültürünü
lekele-yebilmektedir.
5.
(Yahudi ve hristiyanlar,
"Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz" dediler). [Maide/18]
insanlığın gönlünde türeyen bu ur, yayıldıkça yayıldı ve neticede yukarıdaki inanç gruplarının tamamını sardı. Önce peygamberleri için Allah'ın oğlu dediler; sonra din adamlarını tannlaştırdılar, daha sonra kendilerini Allah'ın oğullan ve sevgilileri ilan ettiler. Şirk denen bu manevî hastalık, bula-şıcüığını her alanda gösterdi. Peygamberlerini Allah'ın oğlu olarak görmekle yetinmeyerek, kendilerini de Allah'ın oğlu olarak görmeye başladılar ve bu inancı ihraç etme gayretine giriştiler.
Kur'an'ın, bu şirk pisliğinden insanlığı temizlemek için indirildiğini
söylersek, herhalde hata etmiş olmayız. Kur'an, öncelikle insan gönlünü
şirkten temizleme uğraşı veriyor, ardından da tevhid inancının temellerini
atıyor. Yukarıdaki ayetlerde önce bu inancın tahribatının büyüklüğü gündeme
getirilmiş, daha sonra da çocuk edinmenin, Allah'ın şanına yakışmayacağı ifade
edilmiştir.
6.
(Halbuki Rahman'ın bir evlat
edinmesi asla uygun değildir). [Meryem/92]
Bu ayette, "uygunluk" fikrine dikkat çekilerek insanlar
eğitilmekte ve şirk pisliğine karşı mücadele verilmektedir. O nedenle, isnad
edilen şeyin Allah'ın şanına uygun olup olmadığına dikkat edilmelidir. Aksi
takdirde Allah'a uygunsuz bir şey isnad edilebilir ki bu, tevhid inancını
temelinden sarsar.
7.
(Allah doğurmadı,
doğurulmadı, O'nun hiçbir dengi
yoktur). [İhlas/3-4]
Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmek ve bu iddiayı inanç haline getirmek,
Allah'ın doğurduğunu iddia etmekle aynı şeydir. Bu inanç, Allah'ın dengi olan
varlıklar bulunduğu kanaatinin göstergesidir. Doğuran, aynı zamanda, doğurulmuş
da olacaktır. Böylece şirk dallanıp budaklanacaktır. Doğuran ve doğurulan bir
varlık zamanla ihtiyarlayacakür. Bu özelliklere sahip olan varlık ise Allah
olamaz.
8.
Daha sonra bu şirk inancı,
teslise (üçlü bir ilah inancına) dönüştü. Hz. İsa'ya, bu inançla bir ilgisi
olup olmadığı ahirette sorulacaktır:
Ey Meryem oğlu İsa! insanlara beni ve anamı Allah'tan başka iki tanrı
edinin diye sen mi dedin? [Maide/116]
Andolsun "Allah, üçün
üçüncüsüdür" diyenler de kafir olmuşlardır. [Ma-ide/73]
Birinci ayette hristiyanlann, Hz. İsa'yı ve annesini tanrı
edindiklerine, ikinci ayette de teslise (üçlü ilah inancına) işaret
edilmektedir. İki ayet birbirini tamamlar niteliktedir. Birinci ayette Yüce
Allah, Hz. İsa'yı sorgulamak suretiyle bu yanlış inancın kaynağına gidilmesinin
önemini vurgulamaktadır.
Bize göre bu durum, çok tanrılı dinlerin Yahudilik ve Hristiyanlık'ı
etkilemesi ve farklı şekillerde ortaya çıkmasından başka bir şey değildir.
İnsanın kutsallaştınlması, çok tanrılı inancın farklı biçimde ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Bir bakıma, insanı insana kul yapma düşüncesi, bir kutsallık
ardına gizlenmiştir.
II.
(Allah bu gibi şeylerden
münezzehtir).
"Bu gibi şeylerden münezzehtir" ifadesiyle ne kasdedildiği, tefsirini yapmakta olduğumuz ayetin ilk kısmından anlaşılmaktadır. "Bu gibi şeylerden münezzehtir" ifadesinden kasıt, Allah'ın çocuk edinmekten münezzeh olduğudur. Bu konuyla ilgili diğer bir ayet de Nisa/171 ayetidir
(O, çocuğu olmaktan münezzehtir),
'Münezzeh' kavramı, uzak anlamına gelir. Çünkü sübhan kavramının kökü,
yüzmek manasına gelen sebbehe'dii. Yüzen insan, bir yerden uzaklaşmaktadır.
Teşbih kavramının kökünde de uzaklaşmak vardır. Tesbih'in ne anlama geldiğini
Bakara/30'da beyan etmiştik. Demek ki subhanehu ifadesi, "O çocuk
edinmekten uzaktır" manasına gelmektedir. Diğer taraftan subhanel-lah
kelimesi aynı zamanda, şok edici bir durum karşısında duyulan hayreti ifade
etmek için de kullanılır. "Allah çocuk edindi" demek, şok edici bir
ifadedir. İmanlı kalpler, gönlü korkuyla ürperten, insanı şaşırtan bu ifade
karşısında irkilmekte ve Allah'ı tenzihe yönelmektedirler.
III. Aksine göklerde ve yerde ne
varsa hepsi O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir.
Ayetin birinci kısmı ile ikinci kısmı arasında, ilk bakışta bir
bağlantı ku-rulamayabilir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allah'ın çocuğu olsaydı,
sadece ona sahip olmuş olacak; onun dışındakilere aynı sahipliği
göstermeyecekti. Göklerde ve yerde olan tüm varlıklar O'na ait olduğuna göre,
Allah hepsine aynı mesafededir, hepsine aynı yaklaşımı sergilemektedir ve
hepsine layık oldukları muameleyi yapmaktadır.
Üstelik kainattaki tüm varlıklar O'na boyun eğmektedir. Çocuğu olan varlığa,
çocuğu boyun eğer, başkaları o çocuk gibi O'na boyun eğmez; O da bunu onlardan
bekleyemez. Bütün varlıkların boyun eğdiği bir varlığın, çocuk edindiğini
söylemek, hakikatin dışına çıkmaktır. Demek ki Allah, kendisine çocuk isnad
edenlerin fikirlerini, kainatla olan pideme çürütmektedir.
[106]
117. Allah göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde, ona
sadece "Ol" der, o da hemen oluverir.
Bakara/117 ayeti, 116. ayetin muhtevasıyla yakından alakalı görünmektedir.
Bunu soru-cevap şeklinde izah edebiliriz:
- Çocuk edinmekten münezzeh olan Allah'ın, kainata sahip olması ne suretledir?
- Yaratmak suretiyle.
- Peki onları nasıl yaratmaktadır?
- "Ol" demek suretiyle.
Yüce Allah bir şeyi yaratmayı murat ettiği zaman, ona 'Ol' der, o da
oluverir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette geçen bedî'u, kün İcada kavramlarının
manalarını açıklayabiliriz:
Bedî'u icat etmek, ihdas etmek, çıkarmak, vücuda getirmek, birden bire
yarafifik, mükemmel neticeleri elde etmek, düşünüp tertip etmek, eşsiz olarak
kabul etmek manalarına gelmektedir. Bedî eşsiz, hayret verici, harikulade,
şaşılacak, hayran bırakan şey, şayan-ı takdir, çok güzel, müstesna, tek,
yegane, emsalsiz, yaratıcı manalarına gelmektedir.
Kur'an'da, yaratma manasına gelen üç kavram yer almaktadır:
Halekaje-tara \e bid'a. "Yaratma" anlamında birleşen bu kavramların
aralamada fark olduğu da bir gerçektir.
Bid'a bir şeyin yoktan yaratılması, fetara bir şeyin yoktan yaratılıp
görevinin belirlenmesi, haleka ise bir şeyin başka şeylerden oluşturulup
yaratılması manasına gelmektedir.[107]
Bu manaları bir örnekle açıklayabiliriz: insanın yaratılışı bahis mevzu
edilirken Allah'ın hâlık sıfatı ile fâtır sıfatı kullanılmaktadır. Allah'ın
insanı, daha önce mevcut olan topraktan yarattığı ifade edilirken haleka
kelimesi kullanılmaktadır.
Topraktan yaratılan insana, psikolojik bir yapı koyması ve görevlerini
belirlemesi ise fetara fiili ile ifade edilmektedir.
Kainatı yaratması ve ona mükemmel bir yapı vermiş olması ise bid'a
fiili ile ifade edilmektedir. Yoktan yaratılan göle ve yerin fâtır sıfatıyla da
alakası vardır. Yoktan yaratılan varlıkların görevlerinin belirlenmesi, bu
sıfat gereğidir. Demek ki fâtır sıfatının hem hâlık, hem de bedî sıfatı ile
alakası vardır.
Sözlükte kada ihtiyacını gidermek, göz yaşını tüketmek, öldürmek, borcu
ödemek, tebliğ etmek, yerine ulaştırmak, sağlam bir şekilde yapmak, iki hasım
arasında hükmetmek, beyan etmek, bildirmek, emretmek, gayesine ulaşmak,
anlaşmak, hakkını almak, manalarına gelmektedir.
[108]
1. Hükmetmek, emretmek
Kur'an'ın pek çok ayetinde kada kavramı hükmetmek anlamında geçmektedir.
Bunlardan birisi, tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/117 ayetidir. Diğeri de
şu ayettir
(Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi emrediyor). [İsra/23]
Bu mana, kada kavramının temel manalarından biridir.
2. Son vermek
Kendi tarafından olara, düşmana karşı Musa'dan yardım diledi. Musa da
ötekine bir yumruk vurdu ve hayatına son verdi. [Kasas/15]
Kelimenin buradaki anlamı, ölüme sebep olmaktır.
3.
Tamamlamak
Sonunda Musa süreyi tamamlayınca... [Kasas/29]
Ayette kada kelimesi ecel (süre/vakit) kavramı ile bir araya gelmiş ve
verilen sürenin/vaktin tamamlanması manasını kazanmıştır.
4. Canını vermek
Kimisi verdiği sözü yerine getirmiştir... [Ahzab/23]
Yüce Allah bu ayette, sözünde duran er kişilerden bahsetmektedir.
Ayetin tamamı şöyledir:
Mü'minlerin içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler vardır.
İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir. Kimi de
beklemektedir. Onlar hiçbir şekilde değişmemişlerdir. [Ahzab/23]
Ayette kada kavramı, & kelimesiyle bir araya gelmiştir. Bu kelime
"ecel" manasına geldiği gibi "nezr" anlamına da
gelmektedir. Ayette "ecel" anlamıyla yer almakta ve Allah'a verdiği
sözü yerine getirmek için canını feda etmek manasını ifade etmekte; canı
pahasına da olsa verdiği sözde duran er kişiyi anlatmaktadır. Rabbine verdiği
sözde duran kişinin psikolojik yapısı da bu kavramla açıklanmaktadır.
5. Karar vermek
Allah ve Resulü bir işe karar verdiği zaman, inanmış erkek ve kadına
seçme hakkı yoktur. [Ahzab/36]
Ayette geçen kada kelimesi, hükmetmek manasına da alınabilir. Bu ayette
emr kelimesiyle bir araya geldiği için, bir işe karar vermek manası daha uygun
düşmektedir.
6. Açığa vurmak
Ancak Yakub içindeki bir dileği açığa vurmuş oldu. [Yusuf/68]
İçteki bir niyetin, dilek ve arzunun dışa vurulduğunu ifade için de bu
kavram kullanılmaktadır. Aslında kavramın bütün anlamlarında bu mana vardır.
7. Vahyetmek, bildirmek,
açıklamak
Fiil halinde kullanılıp da faili de Allah olduğunda kelime, haber
vermek, vahyetmek ve bildirmek manalarını ifade etmektedir.
(Lut'a şu hükmümüzü vahyettik...) [Hicr/66]
(Tevrat'ta tsrailoğullan'na haber verdik ki...) [İsra/4]
Birinci ayette vahyetmek, ikincisinde ise haber vermek manası öne çıkmaktadır.
8. İşi bitirmek
"Muhammed'e, görebileceğimiz bir melek indirilseydi ya!"
dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik, elbette iş bitirilmiş olur, artık
kendilerine göz bile açtınlmazdı. [En'am/8]
İşin bitirilmesi ifadesiyle, onların hayatına son vermek
kasdedilrniştir.
9. Gidermek
(Sonra kirlerini gidersinler). [Hacc/29]
Burada kelime, hacc esnasmda vücuttaki kirlerin temizlenmesi manasına
gelmektedir.
10. Yaratmak
(Böylece onlan, iki günde yedi gök olarak yarattı). [Fussi-let/12]
Buradaki yaratmaktan kasıt, tamamlamak'tır. Görüldüğü gibi kada kavramı
Kur'an'da çok farklı manalarda geçmektedir.
(kün fe-yekun)
Bu kelimenin kökü kâne'dk. "Allah bir şeyi dilediğinde ona 'Ol'
der, o da oluverir" ifadesinin burada zikredilmesinin sebebi, 116.
ayetteki Allah'ın çocuk edindiği iddiasının yanlışlığını göstermektir. Çocuk
doğurmak, uzun zaman alır ve çocuğun yaratılıp gelişmesi ve doğacak hale
gelmesi Allah'ın yaratmasına ters düşer. Oysa ki Allah Teala'nın olmasını
dilediği bir şey için "Ol" demesi yeterlidir.
Haleka (yaratma) ile kün fe-yekun fiili arasındaki ilişki, Âl-i
Imran/59'da bulunabilir:
(Muhakkak ki, Allah katında, İ-sa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir.
Allah Adem'i topraktan yarattı, Sonra ona "Ol" dedi, o da oluverdi).[109]
Bütün varlıkları "Ol" emriyle yaratan ve her şeyin boyun
eğdiği varlığın çocuk edinmesi mümkün müdür?
Bakara/116-117'de ele alınan konular, eğitim açısından bize şunu önermektedir:
Dinî konularda, Allah'ın çocuk edindiği gibi tutarsız fikir ve inançlar ortaya
atılabilir. Bu tip köksüz fikir ve inançların yanlışlığı mutlaka anlatılmalı,
kainattaki fizikî oluşumlar ve yaratılış kanunu esas alınarak bunların
yanlışlığı gösterilmelidir.
Yanlış fikir ve inançlar başıboş bırakılırsa, zamanla kemikleşirler.
Kemikleşen inançlara sahip olan kimselerin hidayete gelmeleri zorlaşır.
Cevaplan-dınlamayan sorular, doğrusu söylenmeyen fikirler, zamanla insan
gönlünün iyiden yana değişimine engel olur, insanın içindeki güzelliklerin
dışarı çıkmasını önlerler.
[110]
118. Bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle niçin konuşmuyor?
Yahut bize niçin bir ayet gelmiyor?" Onlardan öncekiler de tıpkı onların
dediklerini demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek
isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik.
Ayetin analizini yaparsak şu prensiplere ulaşırız:
1. Kıskançlık ve taklit
İnsanlık tarihi incelendiğinde kıskançlığın açtığı derin sosyal
yaralara rastlanacaktır. Kıskançlığın hasede dönüştüğü en önemli ortamlardan
biri, peygamberlerin Allah katındaki özel durumları ve yüklendikleri
görevlerdir. Allah'ın bazı peygamberlerle konuşması ve onlara mucize vermesi,
kıskançlık ve hasedin odak noktasını oluşturmuştur. Onların bu durumunu kıskanan
ve bunu hasetliğe dönüştürenler, "Allah bizimle niçin konuşmuyor? Bize
niçin ayet (mucize) gelmiyor?" demeye başladılar. Bu sözlerin onların
ağızlarından dökülmesini sağlayan psikolojik saikler, kıskançlık ve hasettir.
Bu tür sözlerin eskiden beri söylenegeldiği, ayetin ikinci kısmında
bildirmektedir. Bu durum, nesilleri cehenneme götüren bir taklitçilik; bir
geriye gidiştir. İşte Yüce Allah "Evvelkiler de aynı şeyi söylemişlerde
ifadesiyle, bu taklide ve bu geriye dönüşe dikkat çekerek ruh hallerinin
analizini yapmaktadır.
Demek ki, kıskançlık ve hasedin meydana getirdiği taklitçilik, kendine
has yoz bir kültür oluşturmakta ve bu kültür nesilden nesile intikal etmektedir.
Bu ayetle Yüce Allah, psikolojik tahlilden, sosyolojik kanunlara geçerek, sosyal
kanunların temelindeki psikolojik yapıyı gözler önüne sermektedir.
Geçmiş nesiller sadece Allah'ın kendileriyle konuşmasını ve kendilerine bir mucize gelmesini değil, aynı zamanda kendilerine meleklerin gelmesini Allah'ı görmeyi de istemişlerdi.
(Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi? Veya Rabbimizi
görmeli değil miydik?) [Furkan/21]
Görüldüğü gibi, istekleri Allah'ın kendileriyle konuşması ve mucizeler
gelmesiyle bitmiyor, daha ileri giderek kendilerine meleklerin gelmesini, hatta
Allah'ı görmeyi istiyorlar. Günümüzde de "Göster bana Allah'ı inanayım"
ifadeleri bu zihniyetin bir devamıdır.
2.
Kalplerin benzeşmesi
Bu taklitçiliğin gönüllerde yerleştiğini ve nesillerin gönülleri
arasında bir benzeşme meydana geldiğini söyleyen ayet, söylem berzerüklerinin
gönül benzerliğinden kaynaklandığı ilkesine işaret etmektedir. Aynı istek ve
söylemler, benzeşen kalplerin ortak işaretidir.
Bu tür sözlerin, cahillerin ağzından çıkacağına işaret eden Yüce Allah,
cehaletin, makul isteklerin sınırlarını ortadan kaldıracağına işaret
etmektedir.
3.
Ayetler açıklandı
Yüce Allah ayetlerini, gerçekleri bilmek isteyenlere, yani sağlam iman edenlere gönderdiğini, gösterdiğini ve açıkladığını ifade buyurmaktadır. Mucizeler, gerçeği bilmeye hazır olan gönüllere gösterilir. Mucizelerin gösterilmesinde temel unsur, insanın gönlüdür.
Ayette gerçekleri bilmek isteyenlerin bir topluluk olduğuna dikkat
çekilmektedir. Gerçekleri bilmek istemek, bir kişinin değil de bir topluluğun
arzusu olduğunda, işte ancak o zaman mucizeler gösterilir. Böylece mucizelerin,
geriye gitmek isteyen, taklitçi, isteklerine sınır koymayan ve kendi seviyelerini
bilmeyen bir topluma değil, ancak gerçeği bilmek isteyenlere gösterildiği
beyan edilmektedir. Ayetin üçüncü kısmı, bir eğitim ve öğretim faaliyetinin
varlığına işaret etmektedir.
"Gerçekleri iyice bilmek isteyenler için ayetleri apaçık
gösterdik" ibare-sindeki "göstermek" kavramı, açıklamak ve
öğretmek anlamını ifade etmektedir. Ama aynı ifadeden bu öğretimin, ancak
gerçeği arayanlara, yani öğretime alaka duyanlara yapılacağı da
anlaşılmaktadır. Öğretim faaliyetinde "alaka", olmazsa olmazı teşkil
etmektedir. İnsanın beyni hazır olmalı, arayış içinde bulunmalı ve gerçeği
öğrenmeye sevdalı olmalıdır. Bunların hepsi kişinin alakasını uyandıracak ve
neticede öğretimden istifade edebilecektir.
Ayetteki (gerçeği arayan topluma) ifadesi, onlardaki sevdayı, hazır
oluşu ve alakayı ifade etmektedir. Herhangi bir öğretim faaliyetinde -sarf
edilen emeğin boşa gitmemesi için- "alaka" dediğimiz gönül ve zihin
hazırlığı mutlaka gerçekleşmelidir.
Böyle bir hazırlığı bulunmayan kimseyle uğraşmak, emeğin boşa harcanması
demektir. Yüce Allah, ayetin bu kısmında öğretim faaliyetinin zaruret
prensibine işaret etmiştir. Gönlünde sevda ve alaka, beyninde bir hazır oluş
ve arayış olmayan insanların istekleri ölçüsüz, mantıksız ve tutarsız olur;
anlayamayacakları, altından kalkamayacakları şeyleri istemekten geri durmazlar.
[111]
119. Doğrusu biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.
Kur'an'da, Peygamberimizin vazifelerini bildiren pek çok ayet vardır.
Bu vazifelerden ikisi bu ayette yer almaktadır. Hz. Peygamberin görevlerini burada
sıralamamız yerinde olacaktır:
1. Elçilik
Resul kavramı elçi manasına gelmektedir. Yüce Allah, insanların içinden
elçiler seçmektedir. Dünyevî anlamda elçi, iki devlet arasındaki kültür, çalışma,
eğitim ve askerî ilişkileri düzenleyen kişidir. Allah tarafından seçilen
peygamber de bir elçi olarak, ilahî alem ile beşerî alem arasındaki dinî meseleleri
çözmekle görevlendirilen kimsedir.
Allah'ın insanlara elçi gönderme sünneti, insanlar arasında da uygulanmaktadır.
Devletlerarası elçilik uygulamasını insanlığa öğreten Allah'tır. Allah'ın öğrettiği
bu metodu, insanlar da devletlerarası uygulamada hayata geçirmektedir:
2. Tebliğ
Peygamberin görevlerinden biri de, ilahî mesajı insanlara ulaştırmak,
yani tebliğ etmektir.
Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan,
O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu
Allah, kafirler topluluğuna rehberlik etmez. [Maide/67]
Elçi, Allah'ın kendisine indirdiğini aynen insanlara ulaştırmak,
öğretmek ve ona hiçbir şey katmadan tebliğini yapmak durumundadır. Bu
faaliyetler, peygamberlik görevinin olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Elçilik
görevinin yerine getirilip getirilmediği buna bağlıdır.
3. Şahitlik
Şahitlik, Hz. Peygamber'in nebilik görevleri arasında yer almaktadır. Şahit kelimesinin ana manası örnek'tk. İkincil manası "problemleri çözen kim-se"dir. Şahitlik yapma görevini, Yüce Allah mü'minlere de vermiştir [Bakara/143]. Bu görev Hz. Peygambere şu ayetle verilmiştir:
Ey Peygamber! Biz seni gerçekten bir şahit olarak gönderdik. [Ahzab/45]
4.
Müjdelemek
Ahzab/45 ve Bakara/l 19'da geçen mübeşşiran beşîran kelimelerinin müşterek manası, mutluluk veren haberlerin taşıyıcısı'dır.
Hz. Peygamber, müjdeleyici olmayı, müslümanlara da kazandırmak istemiş
ve şöyle buyurmuştur
Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.
Fahruddin Razi, Bakara/l 19'un tefsirinde kelimeye, "hak ile
müjdeleyen" manasını vermektedir. Demek ki, hakkın olmadığı yerde müjdeden
bahsetmek mümkün değildir. Fahruddin Razi, hak kelimesini din \e Kur'an ile
açıklamakta ve mübeşşir kavramına, Kur'an ile müjdeleyen anlamını vermektedir.
Demek ki Hz. Peygamber, Kur'an'ın insanlığa getirdiği mutluluğu anlatmak,
o haberlerle insanları müjdelemek ve gönüllerini mutluluk alemine açmakla
görevlidir.
5.
Uyarmak
Bakara/119'da Peygambefin ikinci görevi olarak yer alan uyarma vazifesi,
Ahzab/45'te üçüncü sırada zikredilmektedir. Bu ayetlerde, Peygamber'in uyarma
vazifesinin niteliği zikredilmezken, Ahkaf/9'da nezirun mübin (apaçık uyarıcı)
buyurularak, uyancıhk görevinin niteliğini belirten mübin (apaçık) sıfatı
zikredilmektedir.
Uyarma görevi ancak Allah tarafından verilir. Hiç kimse, kendiliğinden
uyarıcı olduğunu ilan etme hak ve yetkisine sahip değildir.
Başka bir ayette "uyarıcı" ifadesi fiil olarak geçmektedir
Ataları uyarılmamış, kendileri gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman
için indirilmiştir. [Yasin/6]
Yüce Allah, Hz. Muhammed'in peygamberlerden olduğunu ve doğru yol üzere bulunduğunu [Yasin/3-4] belirttikten sonra, Kur'an'ın ona, uyarması için indirildiğini söylemektedir. Bundan, Peygamberin gaflet uykusunda olan toplumu, gafletten uyandırmak için Kur'an'la uyarması gerektiği sonucu çıkar. Dinde derin ilim sahibi olanların da toplumlarını uyarma görevleri vardır. Onlara uyarma görevini de Allah vermiştir:
Mü'minlerin hepsinin toptan savaşa gitmeleri doğru değildir. Onların
her kesiminden bir grup, dinde derin bilgi elde etmek ve kavimleri
döndüklerinde onlan uyarmak için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.
[Tevbe/122]
Kavimlerini uyaracak kadar dinde derinlemesine bilgi sahibi olmak savaştan
üstün tutulmaktadır.
6.
Allah'a, Allah'ın izni ile
davet eder
Peygamber Allah'a davet etmekle mükelleftir. Daveti kendisine değil de
Allah'a yapmalıdır. Elbette ki bu davetini ancak Allah'ın izni ile yapacaktır.
Zaten Allah'ın izni olmadan, peygamberin davetinin etkili ve meşru olması
mümkün değildir.
(Allah'a -Allah'ın izniyle- bir davetçi olarak...) [Ahzab/46] Din
adamları da, -Peygamberi örnek alarak- herhangi bir gruba, mezhebe, tarikata
veya siyasî partiye değil, Allah'a davet etmelidirler. Din adamları siyaset
üstü kalmalı, beyin ve gönüllerini mezhep ve tarikatların dar alanına
hepsetmemelidirler.
7.
Aydınlatan bir kandildir
Bir kandil gibi insanlığa ışık saçmak, peygamberin işlevlerinden birini
teşkil etmektedir. Peygamberin bu işlevi, Kur'an'dan kaynaklanmaktadır. Zira
Şura/53te ifade edildiği üzere Kur'an nurdur.
Bu nurla aynileşen Hz. Peygamberin gönlü de, nur saçan bir kandile dönüşmekte;
gönlünde Kur'an'ın ışığı yanmaktadır. Kur'an'ı insanlara tebliğ ederken,
kendisi de bir kandile dönüşmekte ve insanlığı aydınlatmaktadır.
Işığın mücadelesi karanlıkladır. Işık gelince karanlık yok olur. Nur olan Kur'an da, Hz. Peygambefe cehaletin karanlığı ile mücadele etmesi için gönderilmiştir. Çünkü o, insanlığa saçacağı ışıkla, onlan cehaletin karardığından çıkaracak ve onlan -Şura/53'ün beyanına göre- doğru yola iletecektir.
Aynı görevi üstlenecek olan din adamları da, bir kandil gibi etraflarını ve insanlığı aydınlatmalıdırlar. Onlar da, Kur'an bilgisi ile gönül ve beyinlerini doldurmak, kin ve düşmanlık duygularını söküp atmak ve böylece insanlığa ışık saçmak zorundadırlar. Hz. Peygamber'in bu temel yedi görevinden ikisinin zikredildiği Bakara/119 ayeti, başka bir konuya daha dikkat çekmektedir:
(Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin).
Bazı insanların müjde ve uyandan etkilenmemesi muhtemeldir. Peygamber'in,
bu insanlar niçin öğretim faaliyetinden etkilenmiyor, niçin iman etmiyorlar
diye ümitsizliğe kapılmaması gerekir. Yüce Allah buna muhtelif ayetlerde
dikkat çekmiş ve Peygamber'in faaliyet alanını belirlemiştir:
Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki, biz seni onların üzerine bekçi
göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. [Şura/48]
Tebliğ etmek sana; hesaplarını görmek bana düşer. [Ra'd/40]
Başkalarının amellerini değerlendirmek, hesabını görmek Peygamber'e
değil, Allah aittir. Peygamber, insanların üzerine muhafız olarak gönderilmiş
de değildir. Her iki ayette de, Peygamber'in görevinin sadece tebliğ olduğu
ifade edilmektedir.
Hz. Peygamber'in yolunu takip edecek olan din adamları ve alimler de aynı
yolu izlemelidirler. Onlar, halkın amellerini değerlendirmek ve hesabını
yapmakla yükümlü olmadıklarını bilirlerse, öğretim görevlerini daha iyi yaparlar:
O halde onlar için üzülerek kendini helak etme. Allah onların ne
yaptıklarını biliyor. [Fatır/8]
Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın. [Şuara/3]
Müjde, uyan, tebliğ ve davete rağmen aldırmayanlara bakıp da üzülmenin
doğru olmadığını bildiren bu ayetler, Hz. Peygamber'in faaliyet alanının duygusal
boyutunu ve sınırlarını da belirlemiştir.
Elbette bir peygamber insanların iman etmelerini arzu edecek ve bunun
için gayret sarfedecektir. Ama bu duygusal durum, onu yatağa düşürecek, kendini
onların muhafızı ve sorumlusu gibi görecek kadar yoğun olmamalıdır. Bakara/l
19'un son kısmı, Hz. Peygamber'in sorumluluğunun sınırlarını tesbit etmek için
gönderilmiş olsa gerektir.
[112]
120. Onların milletini takip etmedikçe yahudi ve hristiyan-lar asla
senden razı olmayacaklardır. De ki: "Allah'ın kılavuzluğu biricik
kılavuzluktur". Sana ulaşan bu bilgiden sonra onların arzularını takip
edersen, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.
Kısımlara ayırarak ayetin yorumunu yapmaya çalışacağız:
1. Onların milletine
uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar asla senden razı olmayacaklardır.
Ayetin bu kısmında izah edilmesi gereken eksen kavram millet'tir.
Millet kavramına müfessirler çeşitli anlamlar vermişlerse de, öne çıkan manası
'din'dir.[113]
Lügatlerde, millet'in genel manada 'din' ve 'şeriat' anlamına geldiği
ifade edilmektedir.[114]
Peygamberler vasıtasıyla insanlara dünya ve ahiret mutluluğunu
getirecek olan tüm inanç ve davranış biçimleri, millet kavramının kapsamına
girmektedir. Farabi de aynı manayı benimseyerek şu tanımı yapmaktadır:
'Toplumu saadete götürecek olan hukukî, terbiyevî ve siyasî müesseseleri
oluşturan görüş ve davranışlar bütününe millet denir".[115]
Farabi'nin, millet kavramının içine hukuk, eğitim ve siyasî yapıyı
oluşturan fikir ve davranışları koyduğu görülüyor. Biz bundan şunu
çıkartıyoruz: Sosyolojik manada milletin oluşabilmesi için bağımsız bir hukuk,
eğitim ve siyasî görüş ve davranış şekillerine ulaşmak gerekir. Bütün bu fikir
ve davranışların oluşturduğu müesseseler halkı mutluluğa götürebilecek
kalitede olmalıdır.
Farabi de Şehristani gibi milleti din, şeriat ve sünnet ile eş anlamlı
olarak kabul etmektedir.[116]
Farklı olarak "sünnet" kavramını da tanımına dahil etmektedir.
Fakat din ile milletin farklı manaları da vardır. Din, ferdî manada bir
inançlar bütünü iken, millet daha. çok dinin sosyalleşmiş, inanç ve töreler halinde
somutlaşmış olan boyutudur.
[117]
1. Din, yol, şeriat
Aslında bu manalar din kavramı içinde bir araya gelebilir.
Sonra sana, "Allah'ı birleyerek İbrahim'in milletine uy! O ortak
koşanlardan değildi" diye vahyettik. [Nahl/123]
Bu ayetle yer alan millet kavramına, din manası verilebileceği gibi,
yol anlamı da verilebilir.[118]
Ancak ayette yer alan hanif kavramı, din kelimesine yol manası vermeyi
zorlaştırmaktadır. Çünkü hanif kelimesi tamamen dinle alakalı bir kavramdır.
Katıksız, damıtılmış, halis manalarına gelen hanif kelimesi, şirkten arınmış
olmayı ifade etmektedir. Bütün bu izahlar, hak dinle ilgilidir. Din \e hanif
kelimelerinin Rum/30'da da bir araya geldiğini görüyoruz.
Peki Nahl/123'teki millet kelimesini din manasına alırsak, bir dinin,
tek bir şahsa izafe edilmesini nasıl anlamalıyız? Hz. ibrahim'in dini, İslâm
değil miydi? Hz. Musa'nın dini, Hz. İsa'nın dini, Hz. Muhammed'in dini
diyebilir miyiz? Bütün bu dinler Allah'ın dinleri olup, tüm insanlara tahsis
edilmiş değil midir?
Seyyid Kutub, Nahl/123'teki millet kavramına siyasî mana yüklemektedir.
Ona göre daha sonraki ayetler dikkate alındığında, davet için bir metot
gösterildiği ortaya çıkar ve "Davette, Hz. İbrahim'in tarzına, metoduna
ve yoluna uy" manasına gelir. Bir sosyal kitleyi peşine takarak iyiye
sevkeden insan, bir milletin lideri ve önderi demektir.[119]
Seyyid Kutub, bu yorumu, -benzer bir yorumda bulunan- Fahruddin Razi'den almış
olabilir.
Hz. Şuayb ile Medyen kavmi arasında geçen tartışmanın anlatıldığı
A'raf788'de Medyen kavminin milletinden söz edilmektedir. Başka bir ifadeyle,
Medyen halkı, Hz. Şuayb'tan kendi milletlerine dönmesini istemektedir. Müfessirler,
ayetteki millet kavramına din manası vermektedirler.
Bakara/l 35'teki millet kavramının öne çıkan anlamının yol olduğu bir
gerçektir. Ama bu yol, dinin belirlediği bir yoldur.
2. Hayat tarzı, düşünce
tarzı ve insan davranışlarına yön veren arzular.
Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/120'de geçen millet kavramı, hayat
tarzı, dünya görüşü manasına gelmektedir. Ayetteki "Milletlerine dönmedikçe
senden razı olmazlar" ifadesindeki kimseler, zaten dinleriyle anılmaktadırlar.
Yahudi ve hristiyanlar ifadesi, bunu göstermektedir. Ayetin devamında yer alan
ibarede, milletin tanımı yapılmaktadır:
(De ki: "Yd Allah'ın yoludur". Veya De ki: "Rehberlik Allah'ın
rehberliğidir").
Ayetin bu kısmı millet'in ne olduğunu açıklamaktadır. Bunu göre mana
"Yahudi ve hristiyanlann hayat tarzına, yani yollarına uymadıkça, onlar
senden razı olmazlar" şeklinde olmaktadır. Uyulacak yolun Allah'ın yolu
olduğunun beyan edilmesi, ona bu manayı kazandırmaktadır. Demek ki. ayetin
ikinci bölümündeki hııda kavramı, birinci bölümündeki millet kavramını tefsir
etmektedir.
Ayetin üçüncü bölümünde (Eğer onların nevalarına uyarsan) ifadesi yer
almaktadır. Dikkat edilirse, "Onların 'millet'ine veya
'huda'sı-na..." denmiyor. Çünkü 'hidayet'Allah'a ait bir kavram olup O'nun
rehberliğini, kılavuzluğunu ve yolunu ifade etmektedir. Buradaki heva kavramı,
millet'in karşıtı olduğundan, ayetin kendisi millet kavramını tefsir
etmektedir.
İnsanların hayat tarzları, dünyaya bakış açılan ve davranışları
hevalanndan kaynaklanıyorsa, heva onların 'millet'i olmaktadır. Keşşafın millet
kavramına 'ahlâk' manası vermiş olması da manidardır. Bu manalardan hareket
ederek şu genellemeyi yapabiliriz: Millet kavramının hem olumlu ve hem de
olumsuz manaları vardır. Olumlu manası ile din, yol, şeriat ve sünnet; olumsuz
manası ile de heva, kötü hayat ve kötü ahlâk manalarını taşımaktadır. (Sana
gelen bilgiden sonra) ifadesineki bilgi; ayetin birinci ve ikinci
bölümlerindeki yahudi ve hristiyanlann milletine tabi olmadıkça Hz.
Peygamber'den razı olmayacakları ve yolun Allah yolu olduğu bilgisidir.
(Senin için Allah'tan bir dostluk ve yardım yoktur. O takdirde sen,
Allah'a karşı ne bir koruyucu ve ne de bir yardımcı bulamazsın).[120]
Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz: Farklı inanç mensuplarının
birbirlerinden razı ve hoşnut olmaları, birinin kendi yolunu, kültürünü ve
dünyaya bakış açısını terkedip ötekine uymasına bağlıdır. Farklı bakış açılan,
farklı inanç biçimleri ve farklı yaşam tarzları rıza denen bu sevgiyi
yaralamaktadır. Bu ayet, hayat tarzı ve ahlâkın iyiden yana değiştirilmesi
gerektiğini vurgulamaktadır. Yahudi ve hristiyanlar, yeni hayat tarzına
intibak etmekte zorluk çekiyorlardı. Alıştıkları hayat tarzını bırakıp,
Kur'an'ın getirdiği ahlâkı benimsemeleri onlara çok ağır geliyordu.
"Senin gibi olamazsam, seni kendim gibi yaparım" kuralından
hareketle, Hz. Peygamberi kendilerine uymaya teşvik ediyorlardı. Bu
teşviklerinin etkili olması için de, hoşnutluklarını kazanmayı bir ödül gibi
ortaya sürüyorlardı. Demek ki rıza, benzemede, tabi olmada ve benimsemede
sözkonusudur; ayrılıkta sevgi ve rıza yok olmaktadır.
Bu ayet, yanlışa meylederek kazanılacak bir kesimin rızasına karşılık,
Allah'ın dostluk ve yardımının kaybedilmesi gibi büyük bir kaybın sözkonusu
olacağına işaret etmektedir. İnsanlar, görüşlerinde, hayat tarzlarında ve yollarında
yapacakları değişimden önce, kazanç ve kayıplarını iyi analiz etmeli ve bu
konuda bilgiyi takip etmelidirler. Yüce Allah, Hz. Peygamberi ve dolayısıyla
bizleri, bu değişim olayında bilgilendirmektedir. Bilgiye rağmen yanlışa uymak,
Allah'ın dostluk ve yardımının kaybedilmesine neden olmaktadır. Hitap zahiren
Hz. Peygambefe olmakla beraber, inananları da içine almaktadır. Ayrıca, bu
ayet Kur'an'ı Hz. Peygamberin yazmadığına da bir delildir Çünkü bir insan, yazdığı
kitapta kendini tehdit etmez.
[121]
121. Kendilerine kitap verdiklerimizin bazısı, onu, hakkını gözeterek
okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler. Onu inkar edenler, gerçekten zarara
uğrayanlar onlardır.
1.
(Kendilerine kitap verdiğimiz
kimseler...) ifadesiyle kimlerin kasdedildiği konusunda müfessirler farklı
görüşlere sahiptir. Kadı Beyda-vi, kitap ehlinin inananları olduğunu söylüyor,
Hazin ise, İbn Abbas'tan gelen Cafer b. Ebî Talib'le beraber Habeşistan'dan
gelenler olduğu yolundaki rivayeti zikrettikten sonra bunların 40 kişi olup,
32'de Habeşli bulunduğu, Şam ruhbanlarından da 8 kişinin beraberlerinde olduğu
açıklamasını yapıyor ve bu ifadeyle Abdullah b. Selam gibi, kitap ehlinin
inananlarının kasdedildiği-ni söylüyor. Nesefi de Hazin'in görüşünü
özetlemektedir. Zemahşeri ise, onların kitab ehlinin inananları olduğunu
söylemektedir. İbn Abbas, ayette geçen kitap'tan kasdın Tevrat olduğunu, kitap
verilenlerden kasdın da kitap ehli olduğunu ifade etmektedir. Fahruddin Razi,
bu görüşleri sıraladıktan sonra, ayette geçen kitap ile Kur'an'ın, kitap
verilenler ibaresiyle de Hz. Pey-gamber'in ümmetinin kasdedildiği fikrini
savunmaktadır.
Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz: "Kendilerine kitap
verilenler" ifadesiyle yahudi ve hristiyanlann inananlarının
kasdedildiğini söyleyenler, tenakuza düşmektedirler. Çünkü kitap ehlinden olup
da İslâm'a girenlerin, müslüman ve ashab olarak anılmaları gerekmez mi? Bu
kimseler ya yahu-di-hristiyan; ya da müslümandır; kitap ehlinin iman edenleri
ifadesi ne demektir?!
Diğer taraftan, ayetin muhtevasının böyle muayyen bir gruba ve belli
bir tarihe tahsis edilmesi doğru mudur? Hazin'in izahındaki son kısmın, yani
kasdedilen kimselerin bütün mü'minler olduğu görüşünün isabetli olduğunu düşünüyoruz.
Ayet, kıyamete kadar gelecek olan bütün mü'minleri kapsamaktadır. Ayetin
başındaki ellezine sılası, genellik ifade etmektedir. Ateyna kavramına ise, İbn
Abbas'ın verdiği manayı kabullenerek "öğretmek" anlamını vermek
mümkündür. İbn Abbas'ın bu fiile verdiği manadan hareket ederek, Yüce Allah'ın
burada bir öğretim faaliyetinden bahsettiği fikrine varabiliriz.
2.
(Kitabı hakkını vererek
okurlar).
Ayette geçen ana kelime tilavettir. Tilavet kelimesi takip etmek,
yerini alrnak, okumak, ezberden okumak ve ders takrir etmek manalarına gelir.
Bu manaların içinde hem cisimlere ait fizikî eylemler için, hem de okumak
gibi eğitim faaliyetleri için bir hareket anlamı vardır. Bu anlamlardan her
birine ait örnekleri, Kur'an'da bulmamız mümkündür.
[122]
1) Takip etmek
(Onu takip eden aya yemin olsun). [Şems/2]
Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki: Kur'an'ı tilavet etmek, ona
uymak ve onu takip etmek manasına gelmektedir. Kur'an'ı sadece okumak, onu tam
anlamıyla tilavet etmek sayılmaz. Hem okunuyor ve hem de uyuluyor, ilkeleri
takip ediliyorsa, Kur'an tilavet ediliyor demektir. Yüce Allah, Şems/1'de
güneşe; Şems/2'de ise güneşi takip eden aya yemin etmektedir. Nur/ışık olan
Kur'an'ı güneşin yerine; onu takip eden ve ona uyan insanları da ayın yerine
koyarsak, gerçek tilavetin ne manaya geldiği anlaşılır.
2) Okumak, öğretmek
(iman eden bir toplum için, Musa ile Firavun'un haberlerinden bir
kısmını sana gerçek şekliyle okuyup öğreteceğiz).
Buradaki okumanın diğer bir anlamı da nakletmektir. Tilavet kelimesi,
olmamış bir olgu okunuyorsa öğretme; olmuş bir olgu okunuyorsa, nakletme
manasını kazanmaktadır.
Ayette yer alan (hakkını vererek okumak) ifadesi, ilk bakışta tecvid
üzere okuma anlamını ifade etmektedir. Bu mana, ayetin içeriğini yansıtmak
açısından çok cılız kalmaktadır. Tilavet etme ifadesinin içinde, Fahruddin
Ra-zi'nin naklettiği gibi, düşünme, gereği gibi amel etme, helal ve haramlar konusunda
onun hükümlerine sımsıkı sarılma da vardır.[123]
Hakkı ile tilavet et-me'nin öz manasında, psikolojik bir oluşum da vardır ki
buna 'huşu' diyoruz.
Kur'an'ı okuduklarında mü'minlerin gönüllerindeki samimiyetin artması,
huşu denen duygu halini yaşamalarını ifade etmektedir. "Hakkını vererek
okumanın" anlamı, bir bakıma Enfal suresinde açıklanmıştır
Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine
Allah'ın ayetleri okunduğunda imanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp
güvenen kimselerdir. [Enfal/2]
Kur'an okunurken Allah anılmakta, ayetleri okununca da mü'minlerin
imanları artmakta olduğuna göre, bu okuyuş gerçek tilavettir. Okunan şeyden
dolayı huşu duymak, ağızdan çıkan lafızların beyne gidip oradan gönüldeki imanı
harekete geçirmesi ve huşu denen duyguyu şaha kaldırması demektir. Okunan
ayetler, yine okuyana dönmekte; böylece o kişinin gönlünde gereken değişimi
gerçekleştirmektedir. Kur'an'ı hakkıyla okumak, onun lafızlarını tecvid
kaidelerine göre okumak, üzerinde düşünmek, onu takip etmek ve ondan huşu
duymak gibi önemli eylem ve duyguların meydana gelmesini ifade etmektedir.
3.
(Çünkü onlar, ona iman
ederler).
Mü'minler, Kur'an'ı okuyup ayetlerini düşündükten sonra mı iman ediyorlar,
yoksa iman ettikleri için mi Kur'an'ın hakkını vererek okuyorlar? Bize göre
mü'minler, Kur'an'ı düşünerek ve anlayarak okuyorlar. Ama ayetteki tertibe
bakılırsa, okuyup üzerinde düşündükten sonra iman ettikleri neticesi
çıkmaktadır.
Bu tartışmadan ziyade iman ile tilavet (Kur'an'ı üzerinde düşünerek okumak)
ve huşu arasındaki ilişkinin ortaya çıkarılması önemlidir, iman eden kimsenin,
Kur'an ile farklı bir ilişkisi olmalı; Kur'an'a düşünerek yaklaşması, onunla
gönlünün doyuma ulaşması gerekir. İnanan insan, Kur'an'ın ışığını takip eder,
onu hayata geçirir, ruhunda duyarak yaşar ve ona karşı gönlünde derin bir
sevda taşır, ayın güneşe olan sevdası gibi. Kur'an'ın ışığını takip eden insan,
onu diliyle değil, gönlüyle tilavet eder. İşte imanın böyle bir ilişkiyle
neticelenmesi, Yüce Allah'ın onları anmasına neden olmaktadır.
(Onu inkar edenler, gerçekten zarara uğrayanlar onlardır). Yüce Allah
burada önemli iki kavramı ele almakta ve onların insan hayatındaki
etkinüklerinin öğretimini yapmaktadır. Bu iki kavram arasında sebep sonuç
ilişkisi vardır.
Kavramlardan 'inkar' sebep, 'zarar' da sonuç olmaktadır, inkar eden insan, manen iflasa gitmektedir. Kur'an'ı inkar edenler, manevî iflaslarını hazırlamış olmaktadırlar.
İnkar, insanın hakikati öğreten kitapla ilişkisini keserken, iman ise
yaklaştırmaktadır, inkar, onu takip etmeyi ve üzerinde düşünmeyi durdurmakta;
iman ise bu takibe ve zihin eylemine yol vermekte, hatta teşvik etmektedir.
İnkar olumsuz tepkiye neden olmakta; iman ise derinlemesine düşünmenin hazzını
hissettirmektedir, inkar, bütün değerlerin kaybına neden olurken; iman, kitapta
bulunan değerlerin yaşanmasına neden olmaktadır. Görüldüğü gibi bu ayet, inkar
psikolojisinin insana kaybettirdikleriyle, imanın kazandırdıklarını
öğretmektedir.
[124]
122-123. Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve sizi alemlere üstün
kıldığımı hatırlayın. Hiç kimsenin hiç kimseye fayda veremeyeceği, kimseden
bedel kabul edilmeyeceği, kimseye şefaatin fayda vermeyeceği, kafirlere yardım
edilmeyeceği bir günden sakının.
Bu ayetlerin bir benzeri olan Bakara/47-48 ayetlerinin tefsiri yerinde
yapıldığı için, burada genel manada analizler yapılmayacaktır.
Ancak ayetlerin buradaki muhteva içerisinde gerektirdiği bazı özel izahların
yapılmasının zaruretine inanıyoruz. Bu ayetlerin 121. ayetle alakası vardır.
Yüce Allah'ın Kur'an'ı göndermiş olması, İsrailoğullan için bir nimettir.
Gerçi Allah onlara daha önce izah edildiği gibi, pek çok nimetler
vermiştir. Bu nimetlerden biri de kendi kitaplarım tasdik eden Kur'an'ın
gönderilmiş olmasıdır.
Kendi kitaplarını tasdik eden bir kitabın gönderilmesi nimeti, daima hatırda
tutulmalıdır. Diğer taraftan İsrailoğullan'nın başka toplumlara tercih edilmiş
olmasının da unutulmaması gerekir. Ayetin bu kısmına "Sizi diğerlerine
tercih ettik" manası verilebilir.
Kur'an'ın inkar edilmesini önleyecek olan durum, bu nimetin hatırlanması
ve ahiretten sakınılmasıdır. Kimseden kimseye fayda olmayacağı mahşer gününden
sakınma duygusu, Kur'an'ı inkar etmeyi engeller. Her iki ayetten şu psikolojik
analizi çıkarabiliriz: Verilen nimeti hatırlama ve ahiretten sakınma duygusu,
inkar psikolojisini ortadan kaldıracak olan iki etkendir. 121. ayetin sonunda
yer alan, Kur'an'ı inkar edenlerin, manen iflasta olduğu hükmünü telafi etme
mekanizması, nimete şükür ve takva duygusudur. Hatırlama beynin, takva da
gönlün ibadetidir. Birisi beynin gıdası, diğeri de gönlün gıdasıdır. Bu
gıdalar, insanı Kur'an'ı inkar etme psikolojisinin mikrobundan koruyacaktır.
Bakara/122-123 ayetlerinin muhatabı tüm insanlardır. İsrailoğullan'na
hitap edilmiş olması, onların bir prototip olarak seçilmiş olmasındandır. Bu
nedenle, ayet sadece onlan ilgilendiren bir kapsamda değerlendirilmemelidir.
[125]
124. Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım sorularla imtihan etti, o
da onları tamamen cevaplandırınca: "Ben seni insanlara önder yapacağım"
dedi. İbrahim de, "Soyumdan da önderler yap!" dedi. Allah,
"Ahdim zalimlere ermez" dedi.
Ayetin analizinden pek çok kanunlar çıkarmak mümkündür; şöyle ki:
I. Eğitim kanunu
İmtihan ilahî eğitimin önemli metodlanndan biridir. İmtihansız bir kamu
görevi deruhte etmek çok büyük bir hata olur. İmtihan insanın yetişmişliğini,
gelişmişliğini ve tecrübesini ortaya çıkaran eğitim metodunun olmazsa olmazım
teşkil etmektedir. Diğer taraftan imtihan, eğitim faaliyetinin başarısını
belirlemek için de gereklidir. Öğretenle öğrenci arasındaki bilgi aktarımının
ne derecede başarılı olduğunun tesbiti ancak imtihanla mümkün olur.
II. İdarî kanun
Kamu görevleri dağıtılırken, ehil olanı seçmek zorunludur:
Allah size, kesinlikle emanetleri ehline vermenizi emrediyor. [Nisa/58
Ayetteki emanet kavramının özü, toplumun işlerini yürütecek olan kamu
görevleridir. Bu görevlerin tam anlamıyla yürütülebilmesi için ehil olanın
bulunması gerekir. Ehil olanı tesbit için imtihan şarttır. Bundan anlaşılıyor
ki, eğitimde imtihanın önemli işlevlerinden biri, liyakati ortaya çıkarmaktır.
Bu fark bilinmedikçe veya tesbit edilmedikçe, kimin ehil olduğu tesbit edilemeyecek ve böylece eğitimin sosyolojik manada eleme görevi yerine getirilmemiş olacaktır. İmtihan daha bilgili, daha yetenekli ve daha tecrübeli olardan tesbit etmeye yarayan önemli bir araçtır. Toplumun idaresini elinde tutanlar, emaneti ehline verme konusunda titiz iseler, imtihanın eleme görevine itibar etmelidirler.
III. Siyasî kanun
Toplumun siyasî erkini elinde tutacak kişinin belirlenmesi, ancak bazı
denemelerle mümkün olur. Yüce Allah'ın, atanacak olan kimse Hz. İbrahim bile
olsa, imamlık gibi önemli bir göreve imtihansız atama yapmadığı bu ayetten
anlaşılmaktadır.
Ayette geçen imam kavramı şu manalara gelir: a) Dinde lider, yani peygamber; b) Cemaate namaz kıldıran kimse; c) Model, örnek ve numune; d)
Rehber ve öğretim kitabı; e) Delil
kitabı.
Bakara/l 25'te imam, peygamber ve örnek idareci manalarına gelmektedir.
Kur'an'a göre bir peygambere de, normal bir insana da, hatta bir kitaba da imam
sıfatı verilebilir.
1. Bakara/125 ayeti peygambere imam denebileceğini göstermektedir.
2. Normal bir müslüman da
kendisinin ve neslinden gelenlerin imam ya da önder olmasını isteyebilir:
Rabbimiz! Bize gözümüzün nuru eşler ve nesiller bağışla ve bizi takva
sahiplerine imam tayin et. [Furkan/74]
3. Allah'ın gönderdiği bir kitap da imam sıfatını alabilir:
Ayrıca kendisinden önce, bir imam ve bir rahmet olarak Musa'nın kitabı
elinde bulanan kimse... [Hud/17]
4.
insanların yaptıkları amelleri kaydeden ve
onların delili olan kitaba da imam denmektedir:
Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi,
bıraktıklan her izi yazarız. Biz her şeyi apaçık bir imam da sayıp yazmışızdır.
[Yasin/12]
Ayetteki imam kavramı, amel ve eserlerin yazıldığı kitabı ifade etmektedir.
5. Kafirlerin idarecilerine de
imam denebilir. Demek ki imam kavramı, bu manada, siyasî erki elinde bulunduran
herkese verilen bir sıfat olmaktadır.
Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldınrlarsa,
küfrün önderlerine (imamlarına) karşı savaşın. [Tevbe/12]
Ayette geçen ve imam kelimesinin çoğulu olan eimme (küfrün önderleri,
yani imamları) kavramı da hem dinî, hem de siyasî bir anlam içermektedir.
Peki, peygamber olduktan sonra mı imtihan edilip Hz. ibrahim'e imamlık
(siyasî erk) verildi, yoksa peygamber olmadan önce imtihan edilip mi imamlık
(peygamberlik) verildi? Bize göre imtihan, peygamberliğinden sonra olmuştur.
Ama Hz. İbrahim'in tabiatı buna müsaade etmemektedir. Baka-ra/129'da yer alan
duasıyla Hz. ibrahim, Allah'tan, kendi neslinden peygamber göndermesini
istemektedir.
Peygamberlik, doğuştan, dua neticesinde verilebildiği gibi, imtihan
neticesinde de verilebilir. Ama Bakara/125'in devamına bakılırsa imamhğın,
peygamberlikten sonra verilmiş olduğu anlaşılır. Çünkü Hz. İbrahim, neslinden
de imam atanmasını istemektedir. Allah da zalim olanlara bu görevin verilemeyeceğini
ifade buyurmaktadır. Demek ki, buradaki imamlıktan kasıt, siyasî iktidardır.
(Zalimler ahdime ulaşamaz) ifadesiyle Yüce
Allah, imamlık görevini ahd olarak nitelendirmektedir. Çünkü siyasî
erki elinde bulunduranlar, halka söz (ahd) vermektedirler, ki bu sözü yerine
getirmekle mükelleftirler. Bundan dolayı idarî makam, ahd yeridir. Yüce Allah
da, bu ismi o makama, bu işlevinden dolayı vermiştir.
Zalimler iktidara getirilmemelidirler. Allah, idarecilerini seçme
fırsatını elinde bulunduranlardan, kendisinin koyduğu ve uyduğu bu evrensel
kurala uymalarını istemektedir. Diğer taraftan ayet, Hz. İbrahim'in neslinden zalimlerin
gelebileceği ihtimaline de işaret etmektedir.
Ayette yer alan kelimeler kavramı, emirler veya sorular manasına gelmektedir.
Yüce Allah'ın hangi emir veya sorularla Hz. İbrahim'i imtihan ettiği Hacc/26'da
bildirilmektedir:
Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve şu emirleri
vermiştik: Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf eden, ayakta ibadet eden, rüku ve
secdeye varanlar için evimi temizle!
Hacc/27'de de "haccı insanlara ilan et" emri, imtihanında yer
almıştır. Bu emirlere dikkat edilirse görülür ki, biri Allah ile, diğerleri
insanlarla alakalıdır. Şirk koşmama Allah ile, hac ile ilgili olanları da
insanlarla alakalıdır.
Hz. İbrahim bunları gerçekleştirdikten sonra, imam olarak atanmıştır.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Bir şeyler beceremeyen, bir şeyler üretemeyen
ve insanlığın yararına işler yapamayanlar göreve atanma hakkını elde edemezler.
Allah'a şirk koşmamak, insanın kendi içinde, kendine sahip çıkması; kamunun
yaran iş yapmak da kamuya sahip çıkması demektir. Bunların neticesinde, siyasî
erki elinde bulundurma hakkı doğar.
[126]
125. Beytullah'ı insanların toplantı yeri ve güvenlik mekanı
yaptığımızı hatırla. İbrahim'in makamını namaz kılma yeri edinin. İbrahim ve
İsmail'e, "Tavaf edenler, inzivaya çekilenler, rüku ve secdeye varanlar
için, Beytimi temiz tutun" diye emretmiştik.
Ayette geçen kavranılan açıklayarak Kabe'nin nasıl bir üniversite
olduğunu ortaya koyabiliriz.
Beytullah "Allah'ın evi" demektir. Kabe, Allah'a ibadet için
yapılan ilk mabet olduğu için bu adı almış olabilir. Ona Mescid-i Haram da
denmektedir. Beytullah'tan kasdın, Mescid-i Haram olduğu söylenebilir. Aslında
Mescid-i Haram, kutsal mescit, kutsal mabet manasına gelmektedir. Allah'a ibadet
edilen yerleri Allah sahiplenmektedir. Kabe dışındaki mescitler de Allah'ındır.
Cin suresinde şöyle buyurulmaktadır:
Şüphesiz mescitler Allah'ındır. [Cin/18]
Aslında bütün kainat ve içindekiler Allah'ındır. Fakat Kabe ve diğer
ibadethanelerin O'na aidiyeti biraz daha farklıdır.
Yukarıda attığımız iddialı başlık ne manaya gelmektedir? Beytullah, hem
ibadet edilen ve hem de insanlık için gerekli olan evrensel değerlerin üretildiği
ve öğretildiği mekandır. Bu nedenle, Osmanlı döneminin sonuna kadar,
medreselerin ortasında veya yanında bir de ibadethane yapılmıştır. Aynı gelenek,
Batı ülkelerinde de vardır. Eski üniversitelerin içinde, küçük kiliseler
yapılmıştır. Bununla güdülen amaç, öğretimle ibadeti bir araya getirmek, beraber
yaşamak, gönülle beyni barışık tutmak, ikisini aynı anda geliştirerek bütüncül
bir şahsiyet oluşturmaktır.
İşte bu geleneği ilk başlatan Yüce Allah olmuştur. Yani öğretimle ibadeti
aynı mahalde birleştirme geleneği Beytullah ile başlamıştır. Psikolojik yapısını
parçalayarak insan eğitilemez. Beyni başka bir mekanda, gönlü başka bir
mekanda eğitmek zararlıdır. Çünkü bu, insanın parçalanmasına neden olmaktadır.
Medreseler, ne yazık ki, bu ikili eğitimi beceremediği için kapanmıştır.
Medrese hem gönle, hem de tabiat bilimlerine yönelik eğitim ve-rebilseydi,
kendini yenilemiş olacaktı. Medrese insanın gönül boyutunu ihmal ettiği için
tarikatlar, tarikatlar da beyin boyutunu ihmal ettiği için medreseler doğdu.
Çünkü bu yaklaşım, insanın beyninin bir mekanda; gönlünün de başka bir mekanda
eğitilmesi demektir. Böyle bir eğitim sistemi ise şahsiyetin parçalanmasına ve
sistemsizliğe gitmeye, neticede de yozlaşmaya mahkumdur. Bu haldeki
müesseselerin birbirine düşman olmaları, insana zarar vermeleri ve sonuçta da
yıkılıp gitmeleri kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu.
Ayette geçen diğer kavramları incelerken, Beytullah'ın nasıl bir
üniversite olduğu anlaşılmış olacaktır.
[mesâbeten li'n-nâs] ibaresine, "İnsanların toplantı yeri"
manası verilebilir. Ayette geçen sabe kelimesi sözlükte dönmek, geri gelmek,
bayılanın kendine gelmesi, rüşde ermek, karşılığını vermek, ödemek,
karşılığını yapmak, ödülü araştırmak manalarına gelir.
Sabe'den gelen sevb kelimesi ise sözlükte elbise, kıyafet, örtü,
malzeme, kisve, dış görünüş, bir kılığa sokmak, maske manalarına gelir.
Mesabe de bir kimsenin döndüğü yer, toplantı yeri, buluşma, sığınmak,
barınacak yer manalarına gelmektedir.
Fahruddin Razi bu manalara ilaveten kavrama şu manaları da vermektedir
Suyun, kesildikten sonra akıp nehre varması; birinin yanından ayrılanların tekrar
onun yanına dönmeleri.
Sevab da bu kökten (sabe'den) alınmış olup mal ve benzeri şeylerden
in-fak edip elden çıkarılan şeylerin tekrar sahibine dönmesi anlamındadır. Suyun
kuyunun dibinde birikmesi de bu kavramla ifade edilmektedir.
İbn Abbas ve Mücahid'e göre bir yerden ayrılanların tekrar dönmek istemeleri
de bu kavramla ifade edilmektedir.[127]
Beytullah'ın insanlığın ilk ibadethanesi olması, hac ibadetinde merkezî
bir önem taşımasına ve bu işleviyle insanlık kültürünün odak noktasında bulunmasına
neden olmuştur. Bu durum ona, merkezî bir önem kazandırmaktadır. Mesabe
kelimesinin kökü olan sabe bayılanın kendine gelmesi anlamına geldiğine göre,
mesabe de kişinin veya insanların kendilerine geldikleri, iç muhasebesi
yaptıkları, anlayış, bilinç ve ahlâkî bakımdan kendilerine çekidüzen verdikleri
yer olmaktadır. İnsanlığın din ve kültür merkezinde, insanlar kendilerini
bulmakta ve kendilerine dönmektedirler.
Sabe kelimesi, aklını başına devşirmek anlamına da gelmektedir. Kabe'deki
alametler ve haccın faydalan insanları olgunlaştırmakta ve aklın yolunu
izlemenin önemini öğretmektedir. Onun içindir ki, hacla ilgili olan
Ba-kara/197'i akılla bitmektedir.
Diğer taraftan mesabe, Allah'tan mükâfaat kazandıracak amellerin üretildiği
yerdir. Bu anlamıyla da sevabın, yani güzelin, doğru ve iyinin öğretildiği ve
üretildiği yerdir. Demek ki Yüce Allah, Beytullah'ı doğrunun, güzel ve iyinin
üretilip pratiğe dönüştürüldüğü bir üniversite kılmıştır. Bu değerlerin, tüm
insanlığı içine alacak nitelikte olması nedeniyle de bu üniversite tüm insanlığa
aittir.
Mesabe kavramının kökü olan sabe fiilinden türeyen sevb kelimesinin, elbise
için kullanılması da yukarıdaki manaya zenginlik katmaktadır. Elbise insanın
avret yerlerini örter, insanı sıcak ve soğuktan korur. Yukardaki değerler de,
elbisenin insanın bedeni için yaptığı görevi, maneviyatı için yapmaktadır.
Güzel, iyi ve doğru bilgi ve ameller insanın maneviyaündaki ayıplan örter,
soğuktan korur. Beytullah dediğimiz bu üniversite, insanın manevî ayıplarını
örtecek olan takva elbisesini meydana getiren iyiyi, güzeli ve doğruyu
öğretir; onların hayata geçirilmesine yardım eder. Bunun delili, hacda cinsî
münasebetin, fisk ve gavganın yasaklanması; buna karşılık takva ile
gı-dalanmanın istenmesidir [Bakara/197]. Demek ki Beytullah üniversitesi, cinsel
ve sosyal ahlâkı yaralayan kötü davranışların ortadan kaldırılmasını ve bunun
yerine iyinin, güzel ve doğrunun oluşturduğu takvanın geliştirilmesini
öngörmektedir. Bu değerler, insanlığın manevî elbisesini teşkil etmektedir.
Mesabe, buluşma ve sığınma yeri manasına da gelmektedir ki buradan şu
sonuç çıkar: Beytullah, dargınlık ve kavgaların bir yana bırakılıp, insanların
kucaklaşacaklan, gönüllerini birbirine açacaklan, sevgi ve kardeşlik değerleri
üretip hayata geçirecekleri yerdir. Beytullah üniversitesi, ayrılık değil, birleşme
yeridir. Kardeşlik duygusunun öne çıkartıldığı, sevginin yaygınlaştın-lıp
ruhlara işlendiği bir toplantı yeridir. Diğer taraftan Beytullah üniversitesi,
insanlığın problemleri üzerine kafa yormak ve çözüm aramak üzere toplanılan
bir kongre yeridir.
Beytullah'ın diğer bir ismi de Mescid-i Haram'dır. Kutsal mescit manasına
gelen bu mekan, bir sığınaktır. Haram kavramı, kutsal manasına geldiği gibi,
adam öldürmenin, cana kıyma ve savaşın haram olduğu bir mekan anlamını da ifade
etmektedir, insana, hayvan ve yeşile kıymanın yasak olduğu bu yerde, hayat
hakkının önemi öğretilmekte ve yaşatılmaktadır. Bu Beytul-lah üniversitesi
hayat hakkının kutsallığını, sadece insanla sınırlı tutmayıp, hayvan ve bitkiyi
de içine alacak kadar genişletmektedir. Onun içindir ki bu mekan, mesabe
(sığmak) vasfını almaktadır.
(ve emna=güvenli bir yer kıldık). Beytullah'ı Yüce Allah bir güven yeri
kılmıştır. Orada güven üretilmekte, oraya girenler kendilerini güvende hissetmektedirler.
Önce mesabe, sonra emna olmasının sebebi şudur: İyinin, güzel ve doğrunun
üretilmediği yerde güvenden bahsetmek mümkün değildir. Güven, ancak iyinin,
güzel ve doğrunun bilgisinin üretildiği yerde olabilir. Cahil insanların
bulunduğu yerde güvenin olması veya hayat bulması imkansızdır.
Beytullah üniversitesi, önce iyinin, güzel ve doğrunun bilgisini
üretiyor, onların etrafında insanları bir araya getiriyor ve onları bir ilaç
gibi insanlığın sorunlarını çözmek için kullanıyor. Bunların neticesinde de,
güvenli bir ortamda bansın tohumlarını ekerek ağacını yetiştiriyor. Böylece,
saldırganlık iç güdüsünün insanlıkta açtığı psikolojik ve sosyal yaralan sarma
yolunun, ancak banştan, sevgiden, iyi ve güzelden geçtiğini insanlığa
öğretiyor. Bu değerlerin olmadığı yerde, güven olamaz. Bu üniversite, iman ile
güveri'ı aynı kelimeden türetmektedir.
İman kelimesi, emna'dan gelmektedir, iman eden insan hem kendine güvenen,
hem de güvenilen bir kimsedir. Beytullah üniversitesi, iman ağacından, güven
meyvesini çıkaran ve gıda olarak insanlığa sunan bir üniversitedir. Bu
üniversitenin öğretileri arasında, imanın güvene dönüştürülmesi de yer almaktadır.
Etrafına ve sosyal çevresine güven vermeyen, elinden ve dilinden emin olunmayan
müslüman, imanını bir kez daha gözden geçirmelidir.
(İbrahim'in makamını bir namaz yeri edinin). Ayetin bu kısmını bir
önceki bölümle beraber düşünürsek şu önemli sonucu çıkarabiliriz: ibadet,
bilgi ve güvenin olduğu yerde yapılabilir. Bilgi ve güvenin olmadığı yerde
ibadet yapmak hemen hemen imkansızdır. Onun için, ibadet üçüncü sırada yer
almıştır. Önce iyinin, güzel ve doğrunun bilgisi üretilmeli, sonra bunların
meyvası olan güven ortamı oluşmalı ki ibadet etme imkanı doğsun.
Diğer taraftan "ibrahim'in makamı" ifadesi, üniversitedeki
"öğretim kürsüsü" manasına da gelebilir. Beytullah üniversitesinin
en önemli öğreticilerinden biri de Hz. İbrahim'dir. Onun oluşturduğu kürsü
geleneği tüm dünya üniversitelerine ve camilere yayılmış durumdadır. Bize göre,
bu ayetteki makam kelimesinden, dünya literatürüne ve öğretim faaliyetine
'kürsü' anlayışını sokan kimsenin Hz. İbrahim olduğunu çıkarmak mümkündür.
O kürsüden, insanlığa güven getirecek değerlerin bilgisi öğretilmekteydi.
Orayı, insanların etrafında toplanacakları ve sorunlarını bilgi ile çözecekleri
bir yer haline getiren bu kürsü idi. Bu kürsü sadece bilgi ve güven ortamı
hazırlamakla kalmıyor, aynı zamanda bir ibadet ortamı da hazırlıyordu. Onun
içindir ki ayette, o makamın namazgah edinilmesi istenmektedir. Netice olarak
ayette, üç husus öne çıkmakta ve Beytullah üniversitesinin en önemli öğretileri
arasında yer almaktadır: Bilgi, güven ve ibadet. Sırası çok manidar olan bu
değerlerin yerlerini değiştirmek mümkün değildir. Ayetteki 'güven' kavramının
iman'ı da içine aldığı unutulmamalıdır. O zaman formülümüzü şu şekilde
kurabiliriz: Bilgi+iman+güven+ibadet=takva. Takva denen manevî bağışıklık
sistemi, Hz. İbrahim'in öğretilerinin ulaştığı nihai noktadır.
(İbrahim ve İsmail'e, 'Tavaf edenler, itikaf edenler, rüku ve secdeye
gidenler için evimi temizleyin" diye emretmiştik).
Allah'ın evinin temiz tutulması, ilahî bir emirdir. İbadethanelerin
temiz tutulması, Allah'ın emri olduğu için bir ibadettir. Camilerin, ibadet
edenler için temizlenmesi geleneği Hz. ibrahim'e kadar inmektedir. Camileri
temiz tutmayan din adamları, hem Allah'ın emrine, hem de Hz. ibrahim'in
sünnetine ters düşmüş olacaklardır.
Ayetin bu kısmında Yüce Allah şu dört ibadete dikkat çekmektedir:
a) Tavaf
Bir şeyin etrafını dolaşmak, ihata etmek, kuşatmak, uykuda hayal görmek
manalarına gelmektedir. Bu kelimeden türeyen taife ise grup anlamına gelir.
Taifde vesvese anlamıni ifade etmekte ve A'raf/201'de, bu anlamda kullanılmaktadır.
Yorumunu yaptığımız ayette, Beytullah'ın etrafında dolaşmak anlamına
gelmektedir. Gökyüzündeki bütün cisimler bir merkez etrafında dönmektedir.
Elektronlar da maddenin en küçük parçası olan atom çekirdeği etrafında
dönmektedirler. Haccda, kabenin etrafında dönmek de, tabiattaki bu hareketin
temsilidir. Tabiattaki bu dönme hareketi, nasıl cisimlerin Allah'ı teşbihi ise,
Kabe'yi tovaf da. insanın Allah Teala'yı teşbih etmesidir.
Beytullah'ın etrafında dönmek, haccı teşbihe dönüştürmektedir.
Etrafında dönülüp ibadet yapılacak tek kutsal yer, Beytullah'tır. Bu nedenle,
belli sayıda tavaf yapılmadığı takdirde, hacc yapılmış sayılmaz.
b) Akif
Yapışmak, bağlanmak, sarılmak, sadık kalmak, ayrılmamak, tutmak, teslim
etmek, yaklaştırmak, feda etmek, hasretmek, tiryaki olmak, düşkünlük göstermek,
zihnini meşgul etmek, kuvvetle niyet etmek, bir yere kapanıp kendini sosyal
hayattan soyutlamak, geri tutmak, menetmek bu kavramın an-lamlanndandır. Akif,
bu kavramın fail kalıbıdır.
Beytullah'ı tavaf etmek için hacca giden insanlardan bazdan,
kendilerini toplumdan tecrit ederek bir yere çekilip ibadet yapabilirler.
İtikaf, zihni daima Allah ile meşgul etmek manasına da gelmektedir. Bir şeye
devam edip ondan ayrılmayan kimseye akif denir. Bir şeye yönelip devamlı o
şekilde duran kimse için de aynı kavram kullanılmaktadır.
[128]
1. Vakfetmek
İsrailoğullan'nı denizden geçirdik, orada bir takım putlara kendilerini
vakfetmiş bir kavme rastladılar... [A'raf/138]
Bu ayette geçen ya'küfüne fiili, vakfetmek, yani tapınmak manasına gelmektedir.
İsrailoğullan putlara tapınmayı bu kavimden öğrenmiştir.
Bu mana müslüman için kullanılırsa, kendini Allah'a vakfetmek, O'na gönülden
bağlanarak kulluk etmek anlamını kazanır.
2. Oturmak
Mescid-i Haram'ı orada oturan ve ziyaret edenler için eşit kıldık.
[Hacc/25]
Ayette yer alan (el-akifu fih) ibaresi, orada oturan kimse demektir.
Demek ki akif bk mahalde yerleşmiş olan kişiye verilen sıfattır. Bu, kavramın
fizikî manasıdır.
3. Tapınmak
Tapınmakta olduğun tanrına da bak... [Taha/97]
Şu karşısına geçip tapınmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor?
[Enbiya/52]
Birinci ayetteki (tapmakta olduğun) ifadesiyle, ikinci ayetteki
(tapmakta olduğunuz) ifadeleri aynı manaya gelmektedir.
4. İnzivaya çekilmek
Mescitlerde itikafa, (inzivaya) çekildiğiniz zamanlarda kadınlara
yanaşmayın. [Bakara/187]
Hz. Peygamberin Hira mağarasına çekildiği gibi, bazı insanlar kendilerini
toplumdan soyutlayarak inzivaya çekilir; Allah'ı düşünürler. İtikaf, insanın
kendine yönelip oradan Allah'a varması ve kendini O'na tahsis etmesidir.
5. Alıkoymak
Bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını engellerlerdi... [Fetih/25]
Bir ibadeti engellemeye makufen denir. İnsanın kendisini yanlış
davranışları işlemekten alıkoyması, engellemesi de mta/kelimesinin anlamı
içindedir. Vakfetmek, oturmak, tapınmak, inzivaya çekilmek ve alıkoymak manasıyla
itikaf, önemli ibadetlerden birini teşkil etmektedir. Tefsirini yapmakta
olduğumuz Bakara/125'te "inzivaya çekilenler" manasına gelmektedir.
c) Rüku etmek
Bedeni namazda eğmek manasına gelen rüku, başlı başına bir ibadettir.
Aslında namazın bölüm ve farzlarından biri olmasına rağmen, tek başına da bir
ibadettir. Hacc/77'de "Ey iman edenler! Rüku edin" emri yer
almaktadır. Çıplak manasıyla rüku bir ibadettir.
d) Secde etmek
Secde de hem müstakil bir ibadet, hem de namazın bölüm ve farzlarından
biridir. Hacc/77'de rüku'dan sonra "Secde edin" emri yer almaktadır.
Alak/19'da ise (Secde et ve yaklaş) buyurulmaktadır ki bu, secdenin de
müstakil bir ibadet olduğunu göstermektedir.
Bakara/125'te rüku ve secde ile kastedilen ibadet namazdır. O zaman şöyle
bir genelleme yapabiliriz: Allah, ibrahim ve İsmail'den, tavaf edenler, itikafa
çekilenler ve namaz kılanlar için Beytullah'ı temizlemelerini istemiştir.
Bakara/125'in bütününü bir değerlendirmeye tabi tutarsak şu neticeye
ulaşmamız mümkündür:
Beytullah hem bir okul, hem de bir ibadethanedir. İnsanlığı cehaletin
karanlık ve çıplaklığından kurtaracak olan bilginin, iyinin, güzelin ve
güvenin üretildiği bir yer olması sebebiyle, bir üniversite; tavaf, itikaf ve
namaz ibadetlerinin yapıldığı bir yer olması nedeniyle de bir ibadethanedir.
Bu işleviyle okul ile camiyi bir araya getiren bu yer, insanın beynini,
gönlünü ve nefsini birleştirerek bütüncül bir şahsiyet oluşturmanın eğitimini
vermekte, bununla da bütün insanlığı hedef almaktadır. Dikkat edilirse,
Mescid-i Haram'ın önce üniversite, sonra bir ibadethane olduğu görülecek ve
onun bilgiye ve onu aşılayan öğretim faaliyetine ne denli önem verdiği
anlaşılacaktır, ibadetin nasıl yapılacağı, bilgiye bağlı olduğu için, önce okul,
sonra ibadethane olma işlevi dile getirilmiştir.
Bilgi, iyi, güzel, iman ve ibadet gibi değerler, insanın manevî
bağışıklık sistemini oluşturmakta, geliştirmekte ve canlı tutmaktadır.
Onlarsız, insanın manevî bütünlüğünü sağlamak ve bağışıklık sistemini güçlü
tutmak imkansızdır. İşte Beytullah'ın insana ve insanlığa temin ettiği bu
ortamın önemi bu ayette vurgulanmaktadır. Beytullah'ın bu evrensel eğitim
boyutunu, şu ayet de gündeme getirmektedir:
Şüphesiz alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için
kurulan ilk ev, Mekke'deki Kabe'dir. [Âl-i İmran/96]
Bilgi, iyi, güzel, iman, güven ve ibadet gibi insanlığa insanlık
kazandıran değerlerle, Kabe ismindeki üniversite, bereket ve hidayet gibi
önemli ihtiyaçları da karşılamaktadır. Böylece, Kabe üniversitesi,
öğretilerine bereket ve hidayeti de eklemektedir. 'Alemler'ifadesiyle, bütün
insanlığı, cinleri ve melekleri de içine aldığı vurgulanmaktadır. Bilgiden
güvene, oradan ibadete, bereket ve hidayete uzanan bu üniversitenin öğretim
alanları ve konulan, tüm dünya üniversitelerinin çekirdeği olmuştur, insanların
ve diğer canlıların ha-yahm kutsattaştaıp, savaşı kınayan bu üniversite, çevre
mühendisliğinin de temellerini atmıştır. Yeşile dokunulamaz ilkesini getiren,
hayvan ve bitkilerin telef edilmesini haram kılan bu üniversite, ekolojik
dengenin önemini tüm dünyaya haykırmıştır. İşte Beytullah'tan insanın beynine
ve gönlüne akan bereket ve rahmet bunlardır.
[129]
126. Ve hatırla İbrahim'in şöyle dediğini: "Ey Rabbim! Burayı güvenli
bir belde yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle
besle!" Allah da şöyle buyurdu: "İnkar edeni de az bir süre
faydalandırır, sonra onu cehennem azabına sürüklerim. Orası ne kötü bir
yerdir!"
Bakara/3'te yer alan infak kavramını açıklarken, infakın sosyal güvene
olan etkisi ve yardımını açıklamıştık. Bu ayette ise, güvenden ekonomiye giden
yolun ele alındığını görüyoruz.
Hz. İbrahim, önce şehrin, ya da ülkenin güvenli kılınması, sonra da oranın
inanmış halkının ekonomik nimetlerle donatılması için dua etmektedir. Ayetteki
emn kavramının birincil manası 'güven', ikincil manası da 'banş'tır. Güvenli
bir ülkede barış, bansın bulunduğu bir ülkede de güvenli bir ortam oluşur.
Hz. ibrahim'in, ülkenin barış ve güveni için dua ettiği dikkate
alınırsa, bu değerlerin sosyal hayat için ne derece önemli olduğu daha iyi
anlaşılır. Barış ve güvenin olmadığı bir ülkede, hiçbir değer ve erdemin
yeşermesi, gelişmesi ve yayılması mümkün değildir.
Hz. İbrahim, güven ve barış isteğinden sonra, Allah'tan, ülkenin inanan
insanlarını her çeşit meyvelerle beslemesi dileğinde bulunmaktadır. "Her
çeşit meyve" o dönemdeki toplumsal gelişmişliğin seviyesini belirlediği
gibi, ziraatın insan hayatındaki yerini de tesbit etmektedir. Zirai ürünler, o
dönem toplumlarının ekonomik değerini oluşturmakta ye yerleşik topluma geçildiğini
göstermektedir. Hz. ibrahim, bu ekonomik imkanın, sadece Allah'a ve ahirete
inananlara sağlanması için dua etmiş, Allah ise inkar edeni de
faydalandıracağım ifade buyurarak, bunun doğru olmadığını belirtmişti. Böylece
Allah, insanlık için koyduğu evrensel bir kanuna; kainatı idare eden ve bütün
canlıların rızkını tedarik eden Allah'ın, nzık dağıtımında inanan ve inanmayan
ayırımı yapmayacağı kanununa dikkat çekmişti. Allah'ın bu uygulaması, toplumları
idare edenler için uyulması gereken bir kanun olmalıdır. İdareciler, toplumdaki
grupları, inanan ve inanmayan diye ayırıp, ekonomik menfaatleri bu ayırıma göre
dağıtamaz, dağıtmamalıdır. Allah'ın, nzkı inanan ve inanmayan diye ayırmadan
dağıttığı gibi, idareciler de ekonomik menfaatleri, inançlara göre
dağıtmamalıdır. Başka bir ifadeyle, idareci inançsız ise inananları, inanan
biri ise inanmayanları ekonomik menfaatlerden mahrum etmemelidir.
Hz. ibrahim'in sadece inananlar için nimetler istemiş olmasına rağmen
Yüce Allah, kafirleri de istifade ettireceğini beyan etmek suretiyle, bu evrensel
kanunu insanlığa bahsetmiştir. Böylece bu ayet, siyaset alanının en önemli
kanununu, siyasî hayatın en önemli nakısını insanlığa getirmiş oldu. Diğer
taraftan, ayette yer alan (inkar edeni
de az bir süre faydalan-dınnm) ifadesi, inanmayanların sadece bu dünya
nimetlerinden faydalandı-nlacağını, bunun ise az ve geçici olduğunu da
vurgulamaktadır. Küfr, bu dünya hayatının nimetlerinden istifade ettirilmeye
engel değildir ama, öteki dünyada engel olacaktır.
(Sonra onu cehennem azabına sürüklerim).
insanın bu dünyada küfrü, öteki dünyada azaba dönüşmektedir. Allah
Te-ala, bu durumu bildirmek suretiyle, küfrün ahiret hayatını nasıl tahrip
ettiği bilincini kazandırmak istemektedir. Allah, insandaki ritm psikolojisine
göre, insanın kendi geleceği hakkındaki tedirginliğini harekete geçirerek,
inançların sorgulanacağını haber vermektedir.
(Ne kötü varılacak yerdir orası).
Sanki insanın inançları, ahirette ellerinden tutup onu bir yere
götürecektir. Inkann götüreceği yer mutsuzluk ve umutsuzluk; imanın götüreceği
yer ise mutluluk diyarı olacaktır. Yüce Allah küfrün insanı götüreceği yeri
tanıtarak, inkarcıları uyarmaktadır, insanın, dünyada ziyaret edeceği ülkenin
güvenliğini, tabiat güzelliğini ve insan ilişkilerini önemsediği ve huzurlu
olmayan bir ülkeye gitmek istemediği halde, ahiret için bu itinayı göstermemiş
olması, ne büyük cehalettir.
[130]
127. Ve İbrahim ile İsmail'in Beytullah'ın temellerini yükseltirken şu
duayı yaptıklarını hatırlayın: "Rabbimiz! Bizden bu hizmeti kabul buyur;
çünkü sen her şeyi duyan ve her şeyi bilensin".
Beytullah'ın Hz. ibrahim'den önce yapıldığı rivayeti, -Âl-i Imran/96'ya
da uygun düştüğü için- doğru kabul edilebilir.
Demek ki, çok önceden beri var olan Kabe, zamanla eskimiş, yıkılıp yeniden
yapılmıştır. Belki daha önce, ahşaptan yapılan bu kutsal mabed, Hz. İbrahim
zamanında taştan yapılmış olabilir. Bütün bu izahlara rağmen, ayetin işaret
ettiği gerçek, Hz. İbrahim'in Kabe'nin temellerini yükseltip inşa ettiğidir.
Hz. İbrahim ile oğlu İsmail'in, Beytullah'ın temellerini yükseltirken yaptıkları
dua manidardır
(Rabbimiz! Bizden bu hizmeti kabul buyur).
Bu dua, ibadethanelere emek sarfetmenin bir ibadet olduğu ilkesini
getirmektedir, ibadethanelere hizmet etmek, yapılmaları ve imar edilmeleri
için emek vermek, Allah'ın kabulüne şayandır.
Ama, bu amelin kabul edilmesi için dua yapılması, kabulün garanti olmadığına
zımnen işaret etmektedir. Hz. ibrahim ile oğlu İsmail'in, bu dualarını Yüce
Allah'ın işitme ve bilme sıfatlarına sığınarak yaptıklarına dikkat çekilerek,
Allah'ın kabul buyurmasının, O'nun hangi sıfatlarıyla ilişkili olduğu
öğretilmektedir.
İbadethanelere hizmet etmek, Tevbe/18'e göre, insanın iman ve ibadetine
delil teşkil etmektedir. Aynı surenin 17. ayeti ise, bu ibadethanelere hizmet
etmemenin, imansızlığa delil olduğunu göstermektedir.
[131]
128. £y Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl; neslimizden de sana
boyun eğen bir ümmet yetiştir. Tevbemizi kabul et; çünkü sen tevbeleri
ziyadesiyle kabul edensin ve çok merhametlisin.
Bu dua, Hz. ibrahim'in üçüncü, Hz. İsmail ile birlikte yaptığı ikinci
duası-dır. Birinci duasında, Mekke'yi güvenli bir belde yapmasını ve halkını
ekonomik nimetlerle donatmasını; ikincisinde Kabe'yi yaparken verdiği hizmetini,
üçüncüsünde de 128. ayetteki duasını kabul etmesini istemiştir. Müsli-meyni
ifadesi, Hz. ibrahim ve İsmail'i içine alan bir dua olduğu için ikili bir
kalıpta kullanılmıştır. Manası, "teslim olan iki kişi"dir.
"İkimizi de sana teslim olanlardan kıF' duası niçin yapılmaktadır?
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'in kendi iradeleriyle teslim olmaları mümkün değil
miydi? Bu soruların cevabını verebilmek için, ilahî iradeyle kulun iradesi
arasındaki çizgiyi iyi anlamak gerekir. Bu duayı yaptıkları anda kendileri
zaten müslüman, yani teslim olmuş ve boyun eğmiş kimseler idiler. Demek ki, Allah
da onların teslimiyetlerini kabul etmiştir.
Yukarıdaki soruların cevabını verebilmek için ayetin başında yer alan
vec'alna kavramının manasına bakmamız gerekiyor. Daha önce Bakara/30 ayetinin
tefsirinde bu kelimenin yapmak, hibe etmek, tavsif etmek, emretmek, öğretmek,
açıklayıp göstermek, hükmetmek, yaratmak ve tayin etmek manalarına geldiğini
söylemiştik. Şimdi bu manalardan, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayete uygun
olanını seçersek, müslüman olan bir kainin, müslüman olmak için tekrar dua
etmesinin ne anlama geldiği anlaşılır.
Kavramın manalarından bu ayete uygun düşenini isabetli bir şekilde
tesbit eden Fahruddin Razi'nin görüşünü benimsiyoruz, ki o
"hükmetmek" manasını vermiştir. Demde ki, vec'alna ibaresi burada
"bizim müslümanlığımı-za hükmet" anlamını ifade etmektedir. Yani kul
kendi iradesiyle müslüman oluyor, ilahî irade ise, müslüman olmayı ona nasip
ediyor ve böylece onu müslüman olarak değerlendirip hükme bağüyor. Hz. ibrahim
ile oğlu İsmail, bu değerlendirme ve hüküm için Allah'a dua etmektedir.
Razi'nin verdiği "hükmetmek" manasına başka bir boyuttan
bakarak, farklı bir anlam daha yüklemek istiyoruz. Aslında ceale kelimesi
yapılan işte devamlılığı da gösterir. Mesela Bakara/30'da "Ben yeryüzünde
bir halife yaratacağım " ifadesinde cailun şeklinde geçmektedir. İnsanoğlunun
halifeliğini, yani siyasî vasfını ifade eden bu ayet, ceale fiiliyle, bu
vasfının sürekli olacağına da işaret etmektedir, insanın politik bir varlık
olma vasfı, kıyamete kadar devam edecektir. İşte bu devamlılık, ayetteki ceale
kelimesiyle ifade edilmektedir. Şimdi bu manadan hareket edersek, Bakara/128'e
"Bizim müslümanhğımızı devamlı kıl" şeklinde mana verebiliriz. Ayetin
bu kısmına, hükmetmek ve bu hükmün devamlılığını sağlamak manasını verdik.
Ayetin ikinci bölümü olan (Zürriyetimizden de sana teslim olan bir ümmet yarat)
ifadesi de, ceale fiiline bağlanmıştır. Yukarıdaki mana buraya uygun
düşmemektedir. O halde, ayetin bu kısmında, bu kelimenin manası ne olabilir?
Bize göre, burada 'yetiştir' manasına gelir. Bizim müslümanlığımızı devamlı
kıl, neslimizden de sana teslim olan bir ümmet yetiştir anlamı, bizce en uygun
olanıdır. Böylece, vec'alna kelimesi burada var olan bir şey için 'devamlılık',
gelecek için de 'yaratma' ve 'yetiştirme' manalarını ifade etmektedir.
Bu mana ve izahlardan şu önemli sonucu çıkarabiliriz: Tercih ve irade
kuldan, yaratmak Allah'tan. Kulun, yaratılan işin devamlılığını temin etmesi
zordur. Devamlılık ilahî yardıma bağlıdır.
Çıkarılacak ikinci sonuç, müslüman bir nesil yetiştirmenin çok zor bir
iş olduğudur. Peygamber bile olsa, babaların eğitimden bekledikleri neticeyi
tam anlamıyla gerçekleştirebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle daima Allah'ın
yardımını istemektedirler. Hz. ibrahim'in önünde, bir de, oğlunu müslüman
yapamayan veya yapmaya gücü yetmeyen Hz. Nuh örneği durmaktadır. Ana-babalar
ve eğitimciler, eğitim faaliyetinde bütün güçlerini kullandıktan sonra, bu
faaliyetin olumlu bir netice verebilmesi için Allah'tan yardım istemelidirler.
Duasız eğitim, susuz çeliğe benzer. Kur'an, çocuklan-nın iyi yetişmesi için dua
eden peygamberlerin dualarını nakletmektedir. Biz buna "eğitimin dua
boyutu" diyoruz.
(Bize ibadet yerlerimizi göster).
Bu ifade, bu duanın üçüncü bölümünü teşkil etmektedir. Chıce ayette geçen
nusuk kavramının sözlük manalarını verecek, ardından da ayette ne anlama
geldiğim açıklayacağız. Fiil halinde, dindar bir hayata başlamak, bir zahit
hayaü yaşamak, takva ehli olmak, öteki dünya işlerine dalmak manalarına
gelmektedir.
İsim halinde, takva, sofuluk, zahitlik, münzevilik anlamlarını ifade etmektedir.
Nusuk kalıbından alındığında, kurban ve hac ibadetinin usûlleri
manasına gelmektedir.
Nasık kalıbından alınınca, insanlardan uzak yaşamayı seven, dünyadan
el-etek çekmiş ve tevbe eden kimse manasını ifade eder.
Saieb ve İbnul-Arabi nusuk kelimesine, halis dökme gümüş anlamını
vermişlerdir. Eritilip dökülen her madenin bir kalıbı vardır. İbadet edene de
nasik denir. Çünkü o, kendisini günah kirlerinden arındırmış ve posasından
ayırt edilmiş gümüş gibi, kendisini halis bir hale getirmiştir. Bu izaha göre,
nusuk Allah'a yaklaşmaya vesile olan her şeydir. Fakat örfte bu kelime, kesilen
kurban manasına kullanılmıştır.[132]
Demek ki nusuk bir madeni yabancı maddelerden arındırıp şekle sokmak
manasına gelmektedir. Bu anlamıyla nusuk tamamen eğitimsel bir anlam taşımaktadır,
insanın beynini, gönlünü ve nefsini zararlı ve yabancı fikirlerden temizleyip,
iyi insan olma kalıbından geçirerek ona şekil vermektir. İnsan ruhunu
arındırmak ve ona şekil verip disipline etmek eylemi, tamamen terbiye-vî bir
faaliyete işaret etmektedir. Çeşitli kalıplarıyla Kur'an'da yer alan nusuk
kavramı şu manalarda kullanılmıştır:
[133]
1. Yol, tarz
ibadet şekli, tarzı ve yolu manası ile şu ayette geçmektedir
(Biz her ümmete kulluklarını ifade edecekleri bir ibadet tarzı tayin
ettik). [Hacc/67]
"Kulluklarını ifade edecekler?' ifadesi, "takip
edecekleri" manasına alınmalıdır.
Ayette nusuk kelimesi hem mensek hem de nesik kalıbında kullanılmaktadır.
Kelimenin birinci kalıbı ibadet şekli, ibadet tarzı, ibadet yolu manasına
gelirken, kelimenin ikinci kalıbı 'tutmak' anlamını ifade etmektedir.
Buradaki mensek kelimesinin, Maide/48'de yer alan İra ve minhac kelimeleriyle
örtüştüğünü söyleyebiliriz.
Kavram, her ümmetin kulluğunu ifade edecek bir ibadet tarzı vardır manasına
geldiği gibi, bir hayat tarzı, bir hukuk ve bir inanç sistemi anlamına da
gelmektedir.
2. Kurban
(De ki; "Şüphesiz benim namazım ve kurbanım (.....) alemlerin
Rabbi Allah içindir"). [En'am/162]
Ayetteki nusuk kelimesi, -Bakara/196'da geçtiği gibi- kurban manasına
gelmektedir.
Hacc/34'te geçen mensek kelimesi de, kurban anlamını ifade etmektedir.
Bir farkla ki, mensek'te, kurban kesmenin kuralları da vardır, nusuk kelimesi
ise doğrudan kurban anlamına gelmektedir.
3. Hacc
Hacc ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman... [Bakara/200]
Ayette geçen menasik kelimesi, mensek'in çoğuludur. Kelimenin özünde
ibadet anlamı vardır. Onun için mealde "hac ibadeti" ifadesini
kullandık.
Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/128'de "ibadet yollan, ibadet
tarzı" manasına gelmektedir.
125. ayetten itibaren Beytullah konusu işlendiği ve Hz. ibrahim bu
duayı Beytullah'ı imar ederken yaptığı için, hac ibadetinin kurallarının
öğretilmesi manasına alınmasında yarar vardır. Genel manada bakınca, insanın
müslü-man olduktan hemen sonra öğreneceği en önemli şeylerden birinin de ibadetler
olduğu düşünülürse, menasikena kavramına "ibadetlerimizi" manası da
verilebilir. Ayetin bu kısmına "Bize çıkış yollarımızı göster"
şeklinde anlam vermek de mümkündür.
Bütün bu manaları göz önünde bulundurarak şu genellemeyi yapmamız yerinde
olun Ayetin bu kısmı din eğitiminin temellerini atmaktadır. "Bize
göster", ifadesi "bize öğret" demektir. Bu öğretim faaliyeti
Allah'tan istenmektedir. Demek ki, Hz. İbrahim ibadetlerin nasıl yapılacağı
bilgisine ihtiyacı olduğunu anlamış ve bunun öğretim vasıtasıyla
giderileceğine de işaret etmiştir. Bir toplumda, halka nasıl ibadet
edileceğini öğretmek ve bu görevi yerine getirecek insanları yetiştirmek,
eğitim politikasının gayeleri arasında yer almalıdır.
(Tevbemizi kabul et).
Bu ayetteki üçüncü istek, bu kısımla gündeme gelmektedir. İlk iki istek
öğretimle alakalı iken, burada eğitim alanına girilmektedir. Tevbe kelimesini
Bakara/37'de açıklamıştık. Buradaki manası, yapılan hatadan sonra, af dileyip
iyiye dönmektir. Peki Hz. ibrahim ile oğlu Hz. İsmail ne hata işlemişlerdi ki,
tevbe etme ihtiyacı duydular?
Peygamber bile olsa insan, her davranışından emin olamayacağı için her
an tevbe etmeli ve affını dilemelidir. Müslüman, ümitle korku arasında bulunmalıdır,
peygamberler de bundan istisna değildir. "Tevbemizi kabul et"
ifadesi, hatalarımızı görmemezlikten gel manasını ifade etmektedir.
Bu mananın dışında, A Yusuf Ali'nin tercihinden hareket edersek, buradaki
tevbe'yc "dönmek" manasını da verebiliriz. Hz. ibrahim ile oğlu
İsmail, Allah'tan merhametle kendilerine dönmesini istemektedirler. Böylece
bize merhametinle muamele et; merhametinle bizimle ilgilen manasına alınabilir.
(Zira tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak sensin).
Onların müslümanlığına hükmetmesi, nesillerinden müslüman bir grup yetiştirmesi
ve onlara ibadet şekillerini öğretmesi aslında Allah'ın, onlarla ilgilenmesi
demektir. Yüce Allah'ın bunları yapması, tevbeleri çokça kabul etmesinin ve
merhametli olmasının bir gereğidir. Kullarının dualarını, isteklerini yerine
getirmek, onlara icabet etmek, O'nun bu sıfatlarının işlerliğini ifade etmektedir.
Bu ayetten, Hz. ibrahim ile oğlu İsmail'in, Allah Teala'nın hangi sıfatını
anarak O'na yalvaracaklarının bilincinde olduklarını da öğreniyoruz.
[134]
129. Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini okuyacak, kitap ve
hikmet öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen,
her şeyi yerli yerince yapan sensin.
Bu dua, Hz. İbrahim'in dördüncü duası, oğlu İsmail ile birlikte yaptığı
üçüncü dua olmaktadır. Bir önceki duasında, neslinden Allah'a teslim olmuş bir
ümmet yetiştirmesini istemişti, bu duasında ise neslinden peygamber çıkarmasını
istemektedir. Hz. ibrahim'in bu duası kabul edilmiş ve onun neslinden bir çok
peygamberler gelmiştir; nihayet Hz. Muhammed de onun bu duasının neticesinde
gönderildiğini şöyle ifade buyurmuştur:
Ben dedem İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin
rüyasıyım. Ayette geçen kavramları izah ederek, ayetin analizini yapmaya
çalışacağız:
Ba's kelimesi sözlükte göndermek, çabuk yetiştirmek, havale etmek, ihraç
etmek, çıkarmak, celbetmek, çağırmak, canlandırmak, harekete geçirmek, teşvik
etmek, tazelemek, tekrar meydana çıkarmak, ölüyü canlandırmak, mezardan
çıkarmak, kışkırtmak manalarına gelmektedir.
[135]
1. Göndermek
(Andolsun ki, biz, her ümmete bir peygamber gönderdik). [Nahl/36]
Ba's kelimesi bu ayette göndermek manasına gelmektedir. Göndermek
manasına gelen bir diğer kelime de erselna fiilidir. Yüce Allah, insan ve cinler
aleminin sorunlarını çözmek, onlara ilahî mesajı götürüp öğretmeleri için
elçiler göndermiştir. Bunu da bazen ba 's kelimesiyle ifade etmiştir.
2. Atamak
Peygamberleri onlara, "Bilin ki Allah, Talut'u size hükümdar
olarak tayin etti" dedi. [Bakara/247]
Bu ayetten anlaşılıyor ki, peygamberlik dışında bir de hükümdarlık müessesesi
vardı ve peygamber ile hükümdar aynı anda görev yapmaktaydı. Bu ayetteki ba 's
kelimesine 'gönderme'den ziyade "atama" manasını vermek daha uygun
olur.
3. Kaldırmak
Bizi yatmakta olduğumuz yerden kim kaldırdı? [Yasin/52]
Ayette geçen merkad mezar manasına da gelmekte olduğundan ibare
"Bizi mezarlarımızdan kim kaldırdı?" şeklinde de tercüme edilebilir.
4. Yeniden yaratmak
Fakat Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti...
[Bakara/259]
Öldükten sonra dirilme, İslâm itikadının önemli bir ilkesidir. Ahirete
imanın başka bir ifadesi de öldükten sonra dirilmedir.
5. Yükseltmek
(Umulur ki, Rabbin seni övgüye değer bir makama yükseltecektir).
[İsra/79]
Hz. Peygamberin, Allah ve insanlar nazarında övgüye değer bir manevî
makama yükseltilmesi bu ayette &a's kelimesiyle ifade edilmektedir.
6. Oluşturmak
(Eğer kan-kocanın arasının açılmasından korkarsanız, erkeğin
ailesinden bir heyet ve kadının ailesinden de bir heyet oluşturun...)
[Nisa/35]
Boşanma olayında hakimin, kan-kocanın yakınlarından birer heyet oluşturması,
bu kelimeyle ifade edilmektedir.
7. Öne atılmak
Ba 's kavramı Şems suresinde ayağa fırlayıp öne çıkmak, öne atılmak manasına
gelmektedir:
Onların en eşkiyası, deveyi kesmek için öne atıldığında... [Şems/12]
Bu manasıyla bease fiili, olumsuz bir davranış için cesaretle öne
atılmayı ifade etmektedir. Bu
fiil, aynı manada
Tevbe/46'da da geçmektedir. 'efeü&S'jf (Allah onların
öne çıkmasını uygun görmedi).
8. Aln-üstüne gelmek
İçindekilerin dışarı fırlaması anlamında, kabirlerin altı üstüne
gelecektir. Bu olguyu anlatırken Yüce Allah bu'sira kelimesini kullanmaktadır:
Kabirlerin alü-üstüne geldiği zaman... [İnfitar/4]
9. Dışarı atılmak
insan düşünmez mi ki, kabirlerde bulunanlar dışarı atıldığı zaman...
[Adiyat/9]
Uzun süre önce gömülmüş ölüler, gizli tuzaklar, kötü düşünce ve
tasanlar, iyice saklanmış ve insanlığın bilincinden silinmiş olsalar da, her
şeyi kuşatan, hiç unutmayan, yorgunluk nedir bilmeyen Allah'ın ilim ve
kudretiyle ortaya çıkacak ve mahşerde hesabı görülecektir.[136]
Hz. İbrahim'in Bakara/129'da nakledilen bu duasındaki veb'as dua-fıili,
yetiştirmek ve tayin etmek manasına gelmektedir. Diğer taraftan kendi neslinden
peygamber çıkarılmasını isteyen Hz. ibrahim, onların görevlerine de işaret
etmektedir. Hz. ibrahim, neslinden gelecek olan peygamberlerin şu görevleri
deruhte etmelerini beklemektedir.
1. (Onlara senin ayetlerini
okurlar).
Hz. İbrahim bu görevi birinci sıraya yerleştirmiştir. Allah'ın ayetlerini insanlara okumak peygamberlerin görevleri arasında yer aldığı gibi, aynı zamanda din adamlarının da görevi olmalıdır. Bakara/12l'de yapmış olduğumuz açıklama ve bu kavrama yüklediğimiz mana burada da geçerlidir.
2
(Onlara kitabı ve hikmeti
öğretirler).
Allah'ın kitabını ve hikmeti insanlara öğretmek, onların ikinci
görevleridir. Kitap, Allah'ın gönderdiği mesajın bulunduğu kitaptır; hikmet
ise vahyin dışındaki damıtılmış bilgidir.
3.
(Onları temizleyen...)
Buradaki temizlik, beynin, gönül ve nefsin temizliğidir. Kısacası ruhun
temizliği olup cehaletin kara bulutlarının gönüllerde meydana getirdiği kirin
temizlenmesidir. Ayetteki tezkiye kavramının bir diğer anlamı da, geliştirmektir.
Cehalet ve imansızlığın kirinden temizlenen kimsenin ruhunda ve şahsiyetinde
bir gelişme olur.
Hz. İbrahim'in duasına göre ruh temizliğine ulaşabilmek için geçilmesi
gerekli olan safhalar vardır. Önce Allah'ın ayetleri okunacak, sonra kitap ve
hikmet öğrenilecek ve nihayet temizlik yapılacaktır. Okuma, öğrenme ve ruhu
temizleme gibi insan olma formülünü içeren bir başka formül var mıdır? İlahî
bilgi ve hikmet olmadan, insan ruhunu temizlemek mümkün değildir. Bakara/15l'de
bu formülün başka bir boyutu daha ele alınacaktır.
Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'in bu duası, bir taraftan peygamberlerin
görevlerine işaret etmekte, bir taraftan da eğitimin hedefini tayin
etmektedir. Ayrıca, bu hedefe nasıl ulaşılacağına da ışık tutmaktadır.
Eğitimin ana gayesi, insanların zihin, gönül ve nefislerini temizlemektir. Bu
gayeye, okumak ve öğretmekle ulaşılır. Okumanın ve öğretimin olmadığı yerde,
eğitimin amacından, hatta eğitim faaliyetinden bahsetmek mümkün değildir.
Okumak ve öğrenmek bir öğretim faaliyetidir. Bu öğretim faaliyetinin eğitim
faaliyetine dönüşebilmesi için, öğretilen şeylerin insan beynine ve gönlüne
yerleşmesi, oraları temizlemesi ve insan nefsinde gerekli olan değişimi meydana
getirmesi gerekir. Bu temizlenmenin olmadığı yerde eğitimden bahsetmek, hayal
kurmaktan öteye gidemez.
Onun için Kur'an, "oku" emriyle başlamaktadır ki bu, Kur'an
okumanın en büyük ibadet olduğunu gösterir. İbadetlerin doruk noktasında yer
alan okumak, bir bilgi edinme faaliyeti olduğuna göre, bu bilgileri başkasına
okumak da bir ibadettir. (Çünkü üstün gelen ve her şeyi yerli yerinde yapan
sensin).
Kur'an'da öğretim faaliyetinin zikredildiği her ayetin sonunda Allah'ın
bazı sıfatlan anılmakta; bunların başında da aziz sıfatı gelmektedir. Hz. İbrahim
Yüce Allah'ın, aziz ve hakim sıfatlarını harekete geçirerek, duasının kabul
edilmesini temine çalışmaktadır.
Demek ki, Allah'ın ayetleri okunmalı, kitap ve hikmet öğretilmeli ve insanların
ruhu temizlenmelidir. Öğretimden eğitime giden bu formül, önce peygamberler
tarafından gerçekleştirilmeli, sonra da din alimleri onları takip etmelidirler.
Yüce Allah'ın aziz ve hakim sıfatlarını yeryüzüne indirip, o sıfatlara
bü-rünmenin yolu da, öğretim ve eğitim faaliyetinden geçmektedir. Aziz, galip
ve şerefli demektir. Hakim ise işini yerli yerinde yapandır. Allah'ın ayetlerini
okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten ve insanları temizleyen kimseler, onlara
şeref ve üstünlüğün yanısıra, işlerini yerli yerinde yapma özelliği de kazandırmaktadırlar.
[137]
130. İbrahim'in milletinden, kendini bilmezlerden başka kim yüz
çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada seçtik; şüphesiz o, ahirette de
iyilerdendir.
Ayetin analizini, kavramlarını açıklayarak yapabiliriz..
(kim döner...)
(rağıbe) temenni etmek, arzu etmek, istemek, iştiyakla istemek, gıpta
etmek, tercih etmek manalarına gelmektedir. An cer harfi ile kullanılınca
sevmemek, hoşlanmamak, nefret etmek, iğrenmek, tiksinmek anlamlarını ifade eder.
Ayrıca hırsla korku arasında dönmek anlamına da gelir.
[138]
1. Arzu etmek
(Nikahlamayı arzu ettiğiniz yetim kadınlar...) [Nisa/127]
Bu ayette, bir kadına karşı erkeğin duyduğu isteği, arzuyu ifade etmek
için kullanılmıştir.
(Onun canından önce kendi hayatlarını tercih etmeleri yakışmaz).
[Tevbe/120]
Buradaki "tercih" kelimesi, kendi hayatlarını düşünmeleri
manasına alınmalıdır. Sahabenin, Hz. Peygamberin hayatından önce kendi
hayatlarını düşünmelerinin doğru olmayacağına işaret etmektedir.
3. Dönmek, yönelmek
(Ve yalnız Rabbine yönel). [İnşirah/4].
Cer harfi ile kullanıldığında yönelmek, dönmek manalarını ifade etmektedir.
Buradaki dönmek, ayrılmak manasına dönmek olmayıp; yönelmek, yani semtine
doğru dönmek manasını ifade etmektedir.
4. İlgi, sevgi, ümit
Ragabe fiili regaben kalıbından kullanılınca, insan davranışlarının
arkasındaki psikolojik durumu bildirir. Enbiya/90'da bu anlamda geçmektedir:
(Sevgi ve hürmetle bize yalvarırlardı).
Bazıları "Ümit ve korku ile..." şeklinde tercüme ederek,
rağaben kelimesine "ümit" manası vermektedirler.
Bir insan, arzu ettiği bir şeyi tercih eder, tercih ettiği şeye döner
ve döndüğü şeye sevgi ile bağlanır ve ilgi duyar. Aslında bu kelime, ilgili
olduğu objeye göre mana kazanmaktadır. Bu manalar, birbirinin içine girmekte ve
birbirinden doğmaktadır. Aslında bu kelime, insanın bir şeyden dönüp ayrılmasını,
ya da bir şeye yönelmesini sağlayan hem psikolojik duyguyu ve hem de onun
sonucu olan hareketi ifade etmektedir. (Kim İbrahim'in milletinden döner?)
Ayetteki millet kelimesinin manasını Baka-ra/120'de açıklamıştık. Buradaki
manasını, Keşşaf ve Nesefi açık hakikat; İbn Abbas din olarak vermektedir.
"İbrahim'in milleti" ifadesi, Hz. İbrahim'in yolu, hayat tarzı
ve dini manalarına alınabilir. Zaten din, insana Allah'a giden yolu, veya
mutlu yaşanacak hayat yolunu öğretmektedir. Böylece, geniş anlamıyla din,
hakikati öğretmekte, doğru yol ve hayatı göstermektedir. Bu anlamda Yüce
Allah, kimin Hz. İbrahim'in dininden döneceğini sormakta; cevabını da, (Kendini bilmeyenler) şeklinde vermektedir.
Ayette geçen 'cite. (sefihe nefsehu) ifadesi, "aptallıkla itibarını
düşürmek" manasını da ifade etmektedir. Allah katındaki itibarını düşüren
beyinsizler ancak Hz. İbrahim'in yolundan ayrılırlar. Sefih kelimesi budalalık,
delilik, ahmaklık, küstahlık, arsızlık, terbiyesizlik manalarına gelir.
[139]
1. Delilik
Delilikleri yüzünden çocuklarını öldürenler... [En'am/140]
Çocuğunu öldürmek, beyinsizliğin, deliliğin alametidir. Aklı başında
olan bir adam bu davranışta bulunamaz. Akıl ile bu davranış bir arada olamaz;
biri varsa diğeri yoktur. Bu manayı Bakara/130'a götürürsek diyebiliriz ki:
Hz. İbrahim'in dininden dönmek ile aklın bir arada olması mümkün değildir. Yüce
Allah bunu ancak delilerin yaracağını söylemektedir. Ancak bir deli kendini
unutur, kendi değerini bilmez ve olmayacak işler yapar.
Genelde bu kavram, farklı inanca mensup olanlar arasında kullanılan; çoğunluğun
azınlığa karşı kullandıkları bir ifadedir.
Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki: "Biz seni kesinlikle
bir beyinsizlik içinde görüyoruz". [A'raf/66]
Kavminin ileri gelenleri Hz. Hud'u bu şekilde itham ettiler ve onun
faaliyetini beyinsizlikle nitelendirdiler. Anlaşılıyor ki, farklı inanç,
farklı anlayış, farklı kültür ve farklı düşünceye mensub insanlar, birbirlerini
itham ederken bu kavramı kullanmaktadırlar.
2. Aptallık
Doğrusu bizim aptal olanımız, Allah hakkında aşın yalanlar
uyduruyormuş. [Cin/4]
Sefih kelimesi, bu ayetle, Allah hakkında yalan uydurmanın arkasındaki
psikolojik yapıya dikkat çekmek için kullanılan bir kavramdır. Ancak aptal
olanlar Allah hakkında uydurma fikirler üretirler.
3. Bilmemek
Fahruddin Razi, Hasan el-Basri'nin Bakara/ 130'daki sefih kelimesinin,
tanımamak, bilmemek manasına geldiğini söylediğini nakletmektedir. Bu kelime
'nefsi' meful olarak almıştır, insanın kendini bilmemesinden ve tanımamasından
kaynaklanmaktadır.
Kendini bilen ve tanıyan insan, dinin yolunun kendi doğasında var olduğunu
görür; dinin bir ihtiyaç olduğunu anlar; dinin, insanın içinden çıkan inanç
pınan ile Allah'ın gönderdiği mesajın buluşmasıyla oluştuğunu kavrar ve dinden
yüz çevirmez. Kendini unutan insanlar ise, bu olumsuz davranışın doğmasına izin
vermiş olurlar.
4. Helak etmek, yok etmek
Fahruddin Razi, Ebu Ubeyde'nin bu kelimeye 'helak' manasını verdiğini
nakletmektedir. Bu manaya alınırsa, Bakara/l 30'da "Ancak kendini helak
eden kimse ibrahim'in dininden yüz çevirir" anlamını ifade eder. Allah'ın
dininden yüz çevirmek, insanın psikolojik helakinin işaretidir. Beyin, gönül
ve nefis arasındaki dengenin bozulması, oradaki psikolojik yapının düzeninin
ortadan kalkması ve insan olmanın değerinin yitirilmesi demektir.
5. Saptırmak
Fahruddin Razi, Bakara/l 30'un yorumunda, bu manayı tercih etmektedir.
Nefsini, yani kendini hakikatten saptıran kişi, Hz. İbrahim'in dininden yüz
çevirebilir. Bu insan, kendi varlığına düşman olduğu için, diğer ayetlerde beyinsiz
olarak nitelendirilmektedir.
Yüce Allah, ayetin bu kısmında, dinden yüz çeviren insanın psikolojik
yapısının tanımını yapmaktadır. Allah'ın dinini benimsemenin, O'na yönelip,
O'nun yolundan gitmenin bir beyin işi olduğunu söyleyen Yüce Allah, akılla
dinin beraberliğine de işaret etmektedir. Aklın çalıştırılmaması, insanın dinden
uzaklaşmasına neden olmaktadır. Dine yönelmek, aklın gereğidir. Beyinle dini
yan yana getiren Yüce Allah, din eğitiminin, insanların aklına hitap etmesi
gerektiğine işaret etmektedir.
Diğer taraftan, ayetin bu kısmı, dinden dönme sebeplerini dışarıda
aramanın yersizliğine, bunun nedeninin insanın beyninde olduğuna dikkat
çekmektedir.
(Andolsun ki, biz onu dünyada seçtik...)
Hz. İbrahim, ileri gelen peygamberlerden biridir. Onun bu seviyeye gelmesi
ilahî seçimle olmuştur. Yüce Allah peygamberlik görevini verirken, seçme
kanununa göre hareket etmektedir. Seçmek, elemek demektir. Pek çok kişinin
bulunduğu yerde bir eleme yapılırsa bunların içinden biri seçilir.
Bu seçme işini anlayabilmemiz için Bakara/124'e gitmemiz gerekiyor. Yüce
Allah Hz. İbrahim'i imtihan etti. O, bu imtihanı kazanınca, Allah da onu seçti.
Seçince, onu imam olarak atadı. Hz. ibrahim'in hayatındaki imtihan, seçilme ve
atanma işlemleri, günümüz dünyasına, modern eğitim ve idarenin nasıl
yürütülmesi gerektiğini öğretmektedir.
(Şüphesiz o, ahirette de iyilerdendir).
Doğal olarak insanın aklına, dünyada seçkin olan bir insanın ahiretteki
durumunun ne olacağı gelir. Allah, bu sorunun beyinde teşekkül etmesinden önce
cevabım vermekte ve dünyada Yüce Allah'ın seçtiği insanın, ahirette de
iyilerden olacağını bildirmektedir. Allah Teala Hz. ibrahim'in bu dünyada seçildiğini
ve ahirette de iyilerden olacağını bize niçin söylüyor? Dini hayatımızla bunun
ne gibi bir ilgisi vardır? Bu soruların cevabını şöyle verebiliriz:
Dünyada seçilen ve ahirette de iyilerden olacak olan örnek kişilerin
yolu takip edilmelidir. Onların yolundan dönmek, insanın kendisini unutması ve
aklını kaybetmesi kadar kötü bir davranıştır. Eğitim vasıtasıyla seçkin insanlar
yetiştirmek, onların öğretilerine uymak ve dinî bilgilerine değer vermek, insan
olmanın kaçınılmaz bir gereğidir.
Diğer taraftan, ahirette insanı iyilerin arasına sokacak davranışların,
dinle yakın bir ilgisi olduğu da vurgulanmaktadır. Ahirete uzanmayan bir fikir
ve davranış, dinî olarak kabul edilemez. Böylece, dünyayı imar etmeyen, dünya
hayatına bir zenginlik katmayan ve dünyada insanı muüu etmeyen her türlü
düşüncenin, inanç ve davranışın insanı ahirette salihlerden yapmayacağı da
belirtilmiş olmaktadır. Ahiretin bu dünya ile kazanılacağına işaret eden Yüce
Allah, bu gerçeği, Hz. ibrahim örneğini vererek anlatmaktadır. Dinden dönmek,
kendini unutmak, seçilmişlik ve iyilerden olmak gibi önemli meseleleri ele alan
bu ayet, ahirete uzanan yolun kilometre taşlarını da koymaktadır. Dine
yönelmek, kendini bilmek, seçilmiş insan olmak, insanı ahiretteki iyilerin
arasına götürür. Eğitim, bu süreçleri göz önünde tutan bir yöntem izlemelidir.
[140]
131. Hani Rabbi İbrahim'e "Teslim ol!" demiş, o da
"Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti. Teslim olmak, boyun eğmek
manasına da gelmektedir. Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e "Bana teslim ol"
demeyip, sadece 'Teslim ol" dediğine dikkat edilmelidir. Bakara/l 24'teki
imtihanın bir parçası da bu emirdir. Kime teslim olunacağının söylenmemesi, bu
emrin bir soru olduğunu göstermektedir.
Hz. İbrahim, 'Teslim ol" emrine, "Alemlerin Rabbine teslim
oldum" diyerek icabet etmiş; kime teslim olduğunu açıkça belirtmiştir.
Emirde açıkça belirtilmeyen teklife karşı, doğru cevabı açık ve net olarak
vermesi ibrahim'in, sarsılmaz tevhid inancının bir göstergesidir.
"Alemlerin Rabbi" ifadesini kullanması, bu güçte olmayan
varlığa teslim olunamayacağına işaret eder. "Alemlerin Rabbi",
alemleri yaratan, oradakilerin rızkını veren, besleyip büyüten, hidayet eden
ve sahip çıkan manalarına gelmektedir. Yani, bu işleri beceremeyen bir varlığa
boyun eğilmez; ancak kudreti tüm evrene şamil bir varlığa teslim olunur. Hz.
İbrahim'in seçilmesine ve ahirette salihlerin arasına girmesine sebep olan
nedenlerden biri de onun bu tevhid inancıdır.
[141]
132-133. Bunu İbrahim de oğullarına vasiyet etti. Yakub da,
"Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde müslüman olarak
ölün" dedi. Yoksa Yakub'a ölüm geldiğinde siz orada mıydınız? O zaman
Yakub oğullarına,
"Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" demişti. Onlar,
"Senin ve ataların İbrahim, İsmail Ve İshak'ın ilahı olan tek ilah'a
kulluk edeceğiz; biz sadece O'na teslim olmuşuz" dediler.
Bu ayetlerin analizi yapıldığında, genel manada din eğitiminin, özel manada
da aile eğitiminin ana kanunları tesbit edilmiş olacak; ailenin bırakacağı
kültür mirasının özündeki değerin ne olduğuna da ışık tutulmuş olacaktır.
1.
(Bunu İbrahim de çocuklarına
vasiyet etti). Vasiyet edilen şeyin ne olduğu hakkında Keşşafta şöyle
denilmektedir:.
Ayetteki (biha) zamiri bir önceki (alemlerin Rabbine teslim oldum) ifadesine gitmektedir. Veya Zuhnu728'de yer alan ha zamirinin gittiği 26-27'deki tevhid inancıdır.[142]
Zuhnn728'de Allah mealen şöyle buyurmaktadır
Bu sözü, ardından geleceklere, devamlı kalacak bir miras olarak
bıraktı, ki insanlar dönsünler.
Hz. İbrahim'in kalıcı bir miras olarak neleri bıraktığı,
Zuhruf/26-27'den anlaşılmaktadır:
(Ben sizin taptıklarınızdan uzağım). (Ben sadece beni yaratana
taparım). Bu ayetlerin muhteyas Bakara/13ri de ekleyebiliriz: (Âlemlerin
Rabbine teslim oldum).
Şirkten uzak olmak, yaratanına tapmak ve alemlerin Rabbine teslim olmak,
yani tevhid inancı, nesillere bırakılacak en önemli mirastır. Böyle bir mirası
Yüce Allah da tasvip ettiği için, Hz. ibrahim'in bıraktığı mirasa Kur'an'da yer
vermiştir. Tevhid inancı ile mayalanmış bir kültürü insanlığa miras olarak
bırakmak, çok büyük bir eğitim başarısıdır.
Hz. ibrahim, sahip olduğu tevhid inancına sahip olmakla ve onu miras bırakmakla
yetinmedi; o inancın nesilden nesile aktarılması için mücadele de verdi ve
bunda başarılı da oldu. Kabe üniversitesindeki tevhid inancının öğretilerini
tüm insanlığa bırakırken onun amacı, j^ilüLa (Umulur ki dönerler) ifadesinde
belirtildiği gibi, insanların tevhide dönmesi idi. Kötüden iyiye, şirkten
tevhide dönmek gibi önemli bir değişim, Hz. ibrahim'in öğretilerinin ve Kabe
üniversitesindeki eğitiminin amacını teşkil etmekteydi. Hz. İbrahim
çocuklarına bu tevhid inancını miras olarak bıraktı. Kur'an'da, İbrahim'in
torunu Yakub'un vasiyeti de nakledilmektedir. Yakub da dedesinin yolunu
izleyerek aynı mirası çocuklarına bıraktı:
2. (Yakub da, "Oğullarım!
Allah sizin için bu dini seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölün"
dedi).
Öncelikle "Allah'ın seçtiği dini" çocuklarına miras olarak
bırakıyor. Din konusu seçime tabidir, ama bu seçimi insan değil Allah
yapmaktadır. Hz. İbrahim ile torunu Yakub, kendi seçtikleri dini değil,
Allah'ın siçtiği dini miras bırakmışlardır. Böylece, peygamberlerin bile,
insanlar için din seçme yetkisine sahip olmadıklarına işaret edilmektedir.
Demek ki, din seçimi Allah'a, inanıp inanmamak ise kula aittir. Hz. İbrahim ile
torunu Yakub, Allah'ın seçtiği dini çocuklarına vasiyet etmektedirler.
Neden muhlis, muhsin \e muttaki olarak ölmelerini değil de, müslüman olarak ölmelerini tavsiye etmişlerdir? Çünkü herkesin muhlis, muhsin \e muttaki olması mümkün değildir. Böyjece Hz. ibrahim ile torunu Yakub, kendi nesillerine, hiç olmazsa müslüman olarak gerektiğine dair, asgari sının göstermektedir. Âl-i Imran/102 ayeti de buna delil teşkil etmektedir:
Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde sakının. Ancak müslüman
olarak ölün.
Demek ki, herkes takva seviyesine ulaşamayabilir. Müslümanlığın en alt
seviyesi olan müslüman olarak can vermek, herkesin ortak paydası olmalıdır.
Böylece Hz. İbrahim ile torunu Yakub, oğullarından başaramayacakları zor bir
şey istememekte, en azından müslüman olarak can vermelerini vasiyet etmektedirler.
Bu da, eğiticilerin, insanlardan bekleyecekleri en düşük bir seviyenin ohnası
gerektiğine işaret etmektedir.
3. Yoksa Yakub'a ölüm
geldiğinde siz orada mıydınız?
Ayetin bu kısmı, Kur'an'in Hz. Peygamber tarafından yazılmadığına, delildir.
Çünkü Hz. Peygamber, vahiy almasaydı Yakub'un çocuklarına yaptığı vasiyeti
nereden bilecekti? Aynca bu ayetten, Hz. Yakub'un bu vasiyeti ölüm döşeğinde
iken yaptığını da öğreniyoruz. Bundan şu netice çıkar: Baba ve anneler ölüm
anında bile çocuklarını düşünmeli, onların eğitimini hiçbir zaman ihmal
etmemelidirler. Kültürün nesilden nesile aktarılmasının önemi karşısında, ölüm
döşeğinde olmak bile mazeret değildir. Gözler kapanıp ruh çıkmadıkça, babalar
din eğitimini elden bırakamazlar.
4. O zaman Yakub çocuklarına,
"Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" dedi.
Ölüm döşeğinde bile Hz. Yakub'un derdi, çocuklarının kime ibadet edecekleri
meselesi idi. Kime kulluk edeceklerinin kararını çocuklarına bırakmak
suretiytejjnanç^koııusunda onlara baskı yapmadığını da gösteriyor. Diğer
taraftan, tevhidin onların goTrdünde yer edip etmediğini de bu soruya verecekleri
cevapla deniyor. Böylece dedelerinden gelen bu tevhid kültürünü şahsiyetlerine
sindirip sindirmediklerini tesbit ediyor.
5.
Onlar "Senin ve
ataların ibrahim, İsmail ve îshak'ın ilahı olan tek ilah'a kulluk edeceğiz, biz
sadece O'na teslim olmuşuzdur" dediler.
Yakub'un çocukları, verdikleri cevapla, dedeleri ibrahim'in tevhid
inancının ve kime kulluk edeceklerinin bilincinde olduklarını, kulluk etmekle
teslim olmanın ne anlama geldiğini bildiklerini göstermişlerdir. Hz. ibrahim
üe başlayan eğitimde vasiyet, Yakub ile çocuklarına kadar uzanmaktadır.
Babaların, çocukların din eğitimlerini düşünmeleri o kadar önemlidir ki ölüm
döşeğinde olmak bile buna engel olamaz ve olmamalıdır. Ruh çıkmadıkça, göz
kapanmadıkça ve dil susmadıkça bu eğitim devam etmelidir. Çocuklarını düşünmek,
onların dertleriyle dertlenmek ve müslümanlıklanyla ilgilenmek çok büyük bir
görevdir. Çocukların babalan üzerindeki bu haklan, ölüm anına kadar uzanmaktadır.
Önemli olan, çocuklara bırakılan maddî miras değil, manevî mirastır.
[143]
134. Onlar bir milletti, gelip geçtiler. Onlar yaptıklarının ürünlerini toplayacaklardır. Siz de yaptıklarınızın ürününü toplayacaksınız. Onların yaptıklarından dolayı siz sorguya çekilmeyeceksiniz.
Ayetin analizinden şu sonuçlar çıkarılabilir:
1. Geçmiş toplumlar,
yaptıklarının ürünlerini kendileri toplayacaktır. On-lann yaptıkları, gelecek
nesilleri aşın bir şekilde bağlamamalıdır. Geçmişi taklit etmek, oraya bağlı
kalmak ve o zamanı yaşamaya çalışmak, dinen doğru olmadığı gibi, sosyolojik
olarak da sakıncalıdır.
2. Hiçbir nesil, önceki
nesillerin yaptiklanyla sorgulanamaz. Geçmiş nesillerin yaptıklarıyla gelecek
nesiller sorgulanamayacağına göre, onları körü-körüne taklit etmenin hiçbir
anlamı yoktur.
3.
"Sorumluluk şahsidir" prensibiyle Kur'an,
hem dinî, hem de hukukî alanda bir devrim yapmıştır.
(Kişi kendi yaptığına karşılık
rehindir). [Tur/21]
(Onların kazandıkları kendilerine,
sizin kazandıklarınız da sizedir). [Bakara/134]
Bu ayetler, birbirini tefsir etmektedir.
(Gerçekten de insan için kendi emeğinden başkası yoktur). [Necm/39]
Ceza ve mükafaan bu ve buna benzer ayetlerle şahsileştiren Kur'an, hem
hukukta bir devrim yapmış, hem de ahiretteki sorgulamanın nasıl olacağını
bildirmiştir. Bu, ferdî manada böyle olduğu gibi, toplumsal manada da böyledir.
Her toplum, kendi yaptığından sorumlu tutulacaktır. Bakara/134 ayeti toplumsal
sorumluluğa dikkat çekmektedir. Milletler kendi yapaklarını dev-şireceklerdir.
Bu devşirmenin dünyevî ve uhrevî boyutu vardır.
Böylece Kur'an ferdî sorumlulukla, toplumsal sorumluluğu birbirinden
ayırmıştır. Kültürel mirasın nesilden nesile aktarımı, geçmişin gelecekteki
nesillere ayak bağı olmaması gibi önemli oluşumlar, toplumsal sorumluluklar
arasında yer almaktadır.
4. Geçmiş nesillerin
yaptıklarım ve onların faziletlerini anarak bu günkü hayatı yaşamak, hele hele
dünyayı ihya etmek mümkün değildir. Geçmişte üstün basanlar gösteren ve yaşadığı
zamana göre gerekeni yapan nesilleri anarak bir yere varılamayacağına dikkat
çeken bu ayet, ciddi bir uyanda bulunarak, mezarlarla övünmenin, oyalanmadan
başka bir şey olamayacağına işaret etmektedir.
Hz. ibrahim ile oğullan ve torunlan bu dünyada yapacaklarını yaptılar.
Onların yaptıkları kendilerine aittir. Biz ise bugün yaşıyoruz; bu günün gereklerini
yerine getirmekle, problemlerini çözmekle ve onların bıraktığı dinî ve
kültürel mirasa yeni ilaveler yaparak gelecek nesillere bırakmakla yükümlüyüz:
Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret
ettiniz. [Tekasür/1-2]
Kültürsüz ve cahil toplumlar, geçmişlerinin yapakları karşısında bir
aşağılık duygusu içinde olurlar. Bu aşağılık duygusunu, temelsiz bir kibirle
örterler. Konuşma ve yazılarında hep o geçmişi anarak kendilerine pay çıkarmaya
çalışır; ölülerinin mezarlarını ziyaret ederek, mezarlanyla övünme yolunu
seçerler.
Yaşadıklan çağda bir şey yapamayanlar, ölülerinin mezarlarına
sığınırlar. Ölüler yaşayanlara, ne düşünce, ne sanat, ne teknik, ne de mutluluk
verebilirler. Bunlar, dirilerin çaba göstermesi gereken konulardır.
Tekasür suresinin devamında Yüce Allah, bunun böyle olmadığını bileceğimizi
ve yakinî bir bilgiyle anlayacağımızı söylemektedir. Mezarlarla övünmenin ve
geçmişi taklit etmenin neticesinin cehennem olduğunu görmemiz gerektiğini ifade
eden Yüce Allah, ahirette bu cehennemi çıplak gözle göreceğimize dair bizi
temin etmektedir. Aynca o gün, verilen nimetlerden dolayı sorgulanacağımıza da
dikkat çekmektedir [Tekasür/3-8].
Akıl denen nimeti kullanmayıp, sadece geçmiş nesillerin yaptıklarıyla
övünmekle ömrünü tüketen fert ve toplumlar, tembellikleri ve akıllarını çalıştırmamaları
nedeniyle sorgulanacaklardır. Aklını kullanma becerisini gös-teremeyip, mezarlarla
övünenler, övündükleri yere gideceklerdir. Aklını kullanıp çalışan toplumlar,
onlan bir gün tarihin mezarına gönderecek ve kimse onlarla övünmeyecektir.
[144]
135. Yahudi ve hristiyanlar müslümanlara şöyle dediler: "Yahudi ya
da hristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız". De ki: "Hayır! Biz,
hanif olan ibrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi".
Bu ayet, bize dört inanç grubunun aynı etkileşim alanına girdiğini
göstermektedir. Öncelikle yahudi ve hristiyanlar bir araya gelmiş ve anlaşmış
gibi görünüyorlar. Bu iki grup, kendi inançlarını müslümanlara alternatif
yollar olarak sunmakta ve onları bu yolla etkilemeye çalışmaktadırlar. Yahudi
ve hristiyanlar birlik olup, müslümanlan kendi inançlarına davet ederken, onlara
iki yoldan birini; yani Yahudilik ve Hristiyanlık'tan birini seçmelerini, ancak
bu şekilde doğru yola girmiş olacaklarını söylüyorlar.
Burada önemli olan husus, kendi aralarında anlaşmış olmaları ve müslümanlara
alternatif yollar sunmalarıdır. Bu iki inanç grubu, birbirlerinin sağlam hiçbir
temel üzerinde olmadığını söyledikleri halde [Bakara/113], müslümanlara karşı
anlaşmış bulunuyorlar. Arak kendi yollarının birbirine zıt olmadığını
anlamışlar ve birlikte hareket ederek müslümanlan etkilemeye çalışıyorlar.
Kur'an'ın onların bu faaliyetini aktarması, bu etkileşim olgusunun kıyamete
kadar devam edeceğini göstermektedir. Müslüman gençliğini hristiyan-laştırmaya
çalışan günümüzdeki misyonerlik faaliyetleri, buna delil olarak gösterilebilir.
"Ben senin gibi olamazsam, seni benim gibi yaparım" düşüncesinden
hareketle, gayr-i müslimler, müslümanlann çocuklarını kendileri gibi yapmaya
çalışacaklardır.
Diğer taraftan bu ayette yer alan tehdedu kelimesi, yahudi ve
hristiyanla-nn, bir doğru yolun bulunduğunu bildiklerini isbatlamaktadır.
Kavram, "Doğru yolu bulursunuz, hidayete erersiniz" anlamına
gelmektedir. Demek ki, onlarda da doğru yol/hidayet fikri vardır. Hidayetin,
Yahudilik veya Hris-
tiyankk'ın çizdiği yolda olduğunu düşünmeleri, onlarda bir dinsel
bencillik oluşturmuştur. Bu dinsel bencillik onlarda doğru yolun bir kaç tane
olabileceği fikrini uyandırmıştır. Yahudi ve hristiyanlann bu iddialarına
karşılık, Allah Teala şöyle denilmesini emrediyor:
De ki: "Hayır! Hanif olan ibrahim'in dinine uyarız. O müşriklerden
değildi". Ayetin bu kısmı, birkaç hususa işaret etmektedir:
1.
Müslüman, herhangi bir
etkiye karşı tepki gösterirken veya bir konuda tartışırken, karşısındaki insana
doğrudan saldırmamalıdır. Çünkü bu ifade, "Sizler müşriksiniz, biz müşrik
olmayız; biz Hz. ibrahim'in dinine uyarız" demektir. Böylece müslüman,
şirkin bulunduğu yoldan gidemeyeceğini işaret etmiş oluyor.
2.
Bu konuşma, daha Kur'an'ın
inmeye başladığı ve dinin henüz teşekkül etmediği bir dönemde cereyan etmiş gibi
görünüyor. Aksi takdirde "İbrahim'in dini" yerine "İslâm
dini" denirdi. Demek ki, yahudi ve hristiyanlar, henüz teşekkül devresinde
bulunan bir dinin mensuplarını etkilemeye çalışmışlardı. Bu durum bize şu
fikri vermektedir: Kültürü tam olarak yerleşmemiş, dinî inançlarının tam
farkında olmayan ve dini bilmeyen insanlar, farklı inanç gruplarının etki
alanına girebilirler.
fc (hanif) kavramı, ha-ne-fe fiil kalıbında alınırsa, dönmek veya meyletmek
manalarına gelir.
Hanif kalıbından alındığında, gerçek mü'min, dinî itikadına sadık,
etrafını çevreleyen yanlış itikatları bir tarafa atan, hak dini ikrar eden
manalarına gelmektedir.
Sapıklıktan doğru yola meyletmek manasına da gelen bu kavram; Allah'a
yönelen kimsenin sıfatıdır.
Ayete dönersek, "Hanif olan İbrahim" ifadesi, "Allah'a
yönelen İbrahim" demektir. Hanif, sağlam inançlı, kusursuz ve dengeli
manalarına da gelmektedir.
Ayetin son kısmı, hanif kavramının manasını açığa kavuşturmaktadır: (İbrahim müşriklerden değildi). Bu, inancına şirk karıştırmayan kimsenin, hanif olduğunu gösterir.
3.
Müslümanlar, şirki aşılamaya
ve yaymaya çalışan yahudi ve hristiyan-lara tevhid inancını önermektedir.
Ha-ne-fe fiilinden türeyen tehannefe kahbı, doğru yolu araştırmak manasına
gelmektedir. Demek ki haniflik doğru yolda olmak demektir. Haniflik manasına
gelen doğru yol, şirkin karışmadığı inanç demektir. Buradaki doğru yol, beynin
ve gönlün doğruluğunu ifade etmektedir.
4. Geçmiş nesillerin gittiği
yol doğru ve bugünkü nesillerin problemini çözecek durumda ise, onu takip
etmenin bir mahzuru yoktur. Din açısından, şirkin karışmadığı bir yolu takip
etmek, ona uymak sakıncalı değildir. Çünkü tevhid inana, bir süreçtir,
kesintiye uğratüamaz. İşte haniflik, onun bir süreç olduğunu ifade etmektedir.
Müslümanlar, "Biz müşrik olmayan ve hanif olan İbrahim'in dinine
uyarız" demekle, yahudi ve hristiyanlara, gittikleri yolun şirk yolu
olduğunu dolaylı bir şekilde hatırlatmış olmaktadırlar.
Netice olarak diyebiliriz ki, yanlış inanç ve yolda olanlar bile
doğruyu aramakta, yollarının doğru olduğunu sanmakta ve insanlara empoze etmektedirler.
Müslüman, kendisine sunulan şeyin önce sorgulamasını yapmalıdır; aksi takdirde
kendisini koruyamaz.
[145]
136. "Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İs-hak,
Yakub ve nesillere indirilene; Musa ve isa'ya verilenlere, Rableri tarafından
diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbirisinin arasında fark
gözetmeksizin inandık ve biz sadece AHah'a teslim olduk" deyin.
Ayet, müslümanlan etkilemeye çalışan yahudi ve
hristiyanlara, evrensel İslâm inancının tanımını vererek; Allah'a, Kur'an'a,
peygamberlere ve onlara indirilenlere inanılması gerektiğini ifade
buyurmaktadır. "Diğer peygamberler" ifadesiyle, gelmiş-geçmiş bütün
peygamberlere inanmanın şart olduğunu vurgulayan bu ayet; esbat kelimesiyle,
zikri geçen peygamberlerin neslinden gelen peygamberlere de inanılması
gerektiğine işaret etmektedir.
Bütün peygamberlere ve onlara indirilen mesajların
tamamına inanmanın neyi gerektirdiği ise ayetin şu bölümünde bildirilmektedir.
(Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmiyoruz).
Bütün peygamberlere ve onlara indirilenlere inanmak,
onlar arasında hiçbir ayrım gözetmemeyi gerektirir. Buradan imanın olmazsa
olmaz bir şartı ortaya çıkmaktadır Bir şeye inanmak, onun bütününe inanmak
olup, herhangi bir parçasını farklı tutmamaktır. İman, parçalanma kabul etmez,
insan vücudunun bir parçası kopup ayrılsa, vücut yaşayabilir ama, bir parçası
koptuğunda imanın yaşaması mümkün değildir. Demek ki iman, parçalanma-bö-lünme
kabul etmeyen bir bütündür.
İman hususunda peygamberler arasında ayrım yapmamak,
ayetin son kısmı olan (Biz sadece Allah'a teslim olduk) ifadesine
dayandırılmaktadır. Her şeyi ile Allah'a teslim olmadaki samimiyet, böylesi bütüncül
bir imanı doğurmaktadır. Allah'a her şeyi ile teslim olan insan, önün
peygamberleri ve mesajları arasında da aynm yapmaz. Ayetin bütününü ele
aldığımızda, eğitim için çok ciddi bir kanun ortaya çıkmaktadır Din eğitimi,
insanların farklılıkları yerine, benzerliklerini öne çıkarmalıdır. Dinde
bütünleşmeyi sağlayamayan bir din eğitimi, sosyal bütünleşmeyi sağlayamaz.
Yüce Allah'ın inançta bütünleşmeyi niçin ilke olarak koyduğunu, Şura/13'ten
öğreniyoruz:
Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Nuh'a
tavsiye ettiğini, sana vah-yettiğimizi İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye
ettiğimizi, Allah size de din kıldı.
Dinin ayakta durabilmesi ve varlığını devam
ettirebilmesi için, itikadı esaslarda ayrılığa düşmemek gerekiyor, inanda
tefrika, itikadı esaslarda farklılık, insanları dinde ayrılığa götürür.
Neticede bu durum, objektif hukukun doğmasını da engeller. İmanda ayrılık
dinde ayrılığa; dinde ayrılık hukukta ayrılığa; hukukta ayrılık da sosyal
hayatin parçalanmasına sebep olacağı için, Yüce Allah, bütüncül bir imanı şart
koşmaktadır. Böylece, sosyal bütünleşmenin kültürel bütünleşmeye, kültürel
bütünleşmenin de psikolojik bütünleşmeye dayandığı ortaya çıkmaktadır.
Psikolojik bütünleşme ise, imanın bütüncül olmasına bağlıdır. Geçmiş
peygamberlere ve onlara indirilen mesajlara inanmak, müslümana, bütün insanlığa
açık ve insanlığı kucaklayan bir gönül kazandırır. Ancak böyle gönüle sahip
olanlar, sosyal bütünleşmeyi kurabilecek bir şahsiyete sahiptirler.
Diğer taraftan bu ayet, imanî değerlerin evrensel
olduğuna, zamanın onları eskitemediğine de işaret ederek, din eğitiminin
görevinin, bu evrensel değerleri insanlara kazandırmak olduğunu
vurgulamaktadır. Allah'a teslimiyet ve iman psikolojisi, peygamberler arasında
ayırım yapmama bilinci ile birleşip insanları iç alemlerinden yakaladığı
takdirde, farklılıkların öne çıkması ve insanlığı peşinden sürüklemesi mümkün
olmayacaktır.
Dinde tefrika olmaması gerektiğini söyleyen Allah'a
rağmen, müslümanlar, mezhepler vasıtasıyla tefrika üretmektedirler. Bu da,
inancın bütüncüllüğünü bozmakta, dini parçalamakta ve sosyal bütünleşmeye zarar
vermektedir. Din eğitimi, dinde tefrikayı önlemeli, bunun zararlarını
öğretmelidir. Aksi takdirde Allah'a teslimiyetin istenildiği gibi gerçekleşmesi
mümkün olmayacaktır.
[146]
137. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi
inanırlarsa, doğru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine
düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işitendir, bilendir.
Müslümanların, kendilerini Yahudilik ve Hristiyanhk'a
çekmeye çalışan kitap ehline ne söylemeleri gerektiği 135 ve 136. ayetlerde
bildirilmiş ve onlara şirk koşmamaları, hanif olan bir peygamberin dinine
uymaları, bütün peygamberlere ve onların getirdiği mesajlara inanmaları, onlar
arasında ayrım yapmamaları ve sadece Allah'a teslim olmaları teklif edilmişti.
Bu ayette de, yahudi ve hristiyanlann, mü'minler gibi inandıkları takdirde
doğru yolu bulmuş olacakları bildirilmektedir. 135. ayette yer alan
"doğru yolu bulma" kavramı, aynen 137. ayette de yer
almaktadır.(Dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler).
(şikak) kavramının maddî ve manevî içerikli manaları
vardır.
[147]
Genelde kıyametin kopma anını anlatmak için
kullanılan bu kavram, kainattaki düzenin bozulmasıyla meydana gelecek
şeylerden bahseden ayetlerde geçmektedir.
1. Parçalanmak
O gün, gökyüzü bulutlarla yarılıp parçalanacak ve
melekler bölük bölük indirileceklerdir.
Şikak kavramı, kıyamet anında gökyüzünün fizikî
yapısının bozulacağını bildirmektedir.
Ve biz, yeryüzünü parçalara ayıracağız. [Abese/26]
Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. [Kamer/l]
Bu ayetlerde gök, yer ve ayın kıyamet gününde
alacağı durum açıklanmakta; fizikî manada yarılma ve parçalanmayı ifade
etmektedir.
[148]
1. Karşı
gelmek
Fizikî alemdeki parçalanma ve yarılma oluşumlarını,
insanla Allah ve peygamber arasındaki ilişkilere uyarladığımızda, bu
ilişkilerin parçalanması anlamında, kelimeye, "karşı germek" manası
verilebilir.
Bu söylenenler, onların Allah'a ve Resulüne karşı
gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki, Allah
azabı şiddetli olandır. [Enfal/13]
Allah'ın emirlerine karşı gelen, O'nun peygamberine
tabi olmayan kimsenin, Allah ve Peygamberi ile olan ilişkilerinde, sanki
kıyamet koparcasına, çatlama ve parçalanmalar olmaktadır. Kıyamet günü,
güneşin, ayın, göklerin ve yerin çatlayarak düzen ve yapılarının bozulması
gibi, kul ile Rabbi arasındaki ilişkiler de bozulabilir. Bu ayet, işte bu manevî
kıyamete işaret etmektedir.
2. Münakaşa
etmek
Şikak kelimesi, fiil halinde ve insanlar arasındaki
oluşumları tanımlamak için kullanılınca, düşman kesilircesine münakaşa etmek
anlamını ifade etmektedir. Bu anlamda şu ayette geçmektedir
Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der
ki: "Kendileri hakkında mü'minlerle münakaşa ettiğiniz ortaklarım
nerede?" [Nahl/27]
İki inanç grubu arasındaki münakaşayı ifade etmek
için Yüce Allah bu kelimeyi kullanmaktadır. Çünkü bu kadar şiddetli
münakaşalar, aradaki bağları koparmaktadır. Şu ayette de aynı anlamdadır:
Ey kavmim! Benimle olan münakaşanız... [Hud/89]
3. Sıkıntı
vermek
İnsanın iç alemindeki dengenin, sıkıntıdan yana
bozulması ifade edilirken de bu kelime kullanılmaktadır:
Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı, ancak sıkıntı
çekerek varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. [Nahl/7]
Yorgunluk, sıkıntı, keder gibi psikolojik oluşumlar,
insanın iç aleminde çatlama ve yarılmalar meydana getirmektedir. O yüzden
bunlar da şikak kelimesiyle ifade edilmektedir.
4. Ağır gelmek
Bu kelime şukka kalıbından alındığında "ağır
gelmeyi" ifade etmektedir: (Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi)
[Tevbe/42].
Gidilecek yolun "zor ve meşakkatli"
olması, yolu insana uzak gösterir. Ayette tamamen psikolojik bir zorluk kasdedilmektedir.
Dünya hayatında onlara bir azap vardır, ahiret azabı
ise daha şiddetlidir. [Ra'd/34]
Yolun zorluğunu ve azabın şiddetini ifade eden bu
kavram, tamamen manevî olgulara sıfat olmaktadır.
5. Ayrılık
Aynı kavram, Kur'an hakkında bilgisizce ihtilafa
düşmekten ötürü meydana gelecek ayrılığı ifade etmek için de kullanılmaktadır:
O azabın sebebi, Allah'ın kitabı hak olarak indirmiş
olmasıdır. Kitapta ihtilafa düşenler derin bir ayrılığa düşmüşlerdir.
[Bakara/176]
Kitap hakkındaki ihtilafların meydana getireceği
dinî ve toplumsal ayrılıklar ayette aynı kavram ile ifade edilmektedir. Fikrî
ihtilafların oluşturacağı sosyal ayrılıklar, kıyamet günü güneşin, yerin ve
gökyüzünün çatlamasını andırmakta ve aynı kavramla izah edilmektedir. Diğer bir
ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Doğrusu kafirler bir gurur ve ayrılık içindedirler.
[Sad/2]
İhtilaf, inkar, zulüm ve sapıklık gibi insan
hayatini alt-üst eden psikolojik yapı ve davranışlar insanları ayrılığa
sevketmektedir. Kan-koca arasındaki ayrılık da, Nisa/35'te aynı kavramla ifade
edilmektedir.
Bakara/l 37'de ise, bu manaların bazılarını
kapsamına almaktadır. İnanmamak, aslında Allah'a karşı gelmek, muhalefet
etmek, Allah ile olan ilişkilerini sıkıntıya sokmak ve ayrılığa düşmektir.
Şikak kavramı insanın psikolojisinde, imansızlığın doğurduğu sıkıntıyı ifade
etmektedir. Beyin, gönül ve nefsin meydana getirdiği insanın psikolojik alemi,
dış alemden daha geniştir. Kıyamet günü dış alemin parçalarında meydana gelecek
olan çatlamaların, dağılma ve patlamaların daha büyüğü, insanın iç aleminde,
Allah'a muhalefet ettiğinde, Kur'an üzerine ihtilafa düştüğünde ve inkar
psikolojisine girdiğinde gerçekleşmektedir. Beyin, gönül ve nefisteki patlama
dediğimiz bu şı-kak, oralarda kalmayıp sosyal hayata yansımakta ve toplumdaki
patlamalara sebep olmaktadır, imansızlığın imandan uzaklaşması manasına gelen
bu patlama, yorumunu yapmakta olduğumuz ayetteki şikak kavramına açıklık getirmektedir.
(Allah, onlara karşı, sana yeter).
İnançtaki ayrılıklar derinlik kazandıkça, insanın
içindeki saldırganlık içgüdüsü de harekete geçmektedir. Çünkü saldırganlık
içgüdüsünün gıdası, tefrika, münakaşa ve kapanması mümkün olmayan
bölünmelerdir. İmansızlık, ya da sahte iman, saldırganlık devini uyandırmakta
ve onu sahte bir tanrı haline getirmektedir. Bu tanrının kurban istemesi
doğaldır. Neticede insanın insana saldırıp hayatına son vermesi bu sahte
tanrıya yapılan en büyük ibadettir.
İşte Yüce Allah, ayrılıklar içinde olan imansızların
Peygamber'e saldırıp zarar verecekleri ihtimaline karşı, "Allah, onlara
karşı sana yeter" buyurmaktadır. Çünkü tefrika ve parçalanmanın meydana
getireceği sosyal bunalımın üstesinden ancak Allah gelebilir. Onların
tahribatından insanı sadece Allah koruyabilir. Kıyamette güneşin, yerin ve
gökyüzünün çatlamasından daha şiddetli olan bu sosyal bölünme ve
parçalanmaların önünde durmak, insan takatini aşar. Bunun içindir ki Yüce
Allah, yukarıdaki ayetin ilgili bölümü ile Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla
inananlara teselli vermektedir.
(Allah işitendir, bilendir).
Ayetin bu kısmı, Allah'ın yeterliliğinin nereden
kaynaklandığına ışık tutmaktadır. Her şeyi duyan ve her şeyi bilen bir varlık,
elbette yeterli olur. Her şeyden haberdar olan ve her şeyi bilen bir güç doğal
olarak yeterli olacaktır. Onların düştüğü ayrılığın psikolojik nedenini bildiği
ve inananlara karşı kuracakları tuzaklardan haberdar olduğu için, onları
önleyecek ve Peygamberini koruyacaktır. Diğer taraftan "Allah, onlara
karşı sana yeter" ifadesiyle, Cenab-ı Hak Hz. Peygamber'e, her şeyi duyan
ve her şeyi bilen Allah'ın sana verdiği bir garantidir bu demek istemiştir.
Bu ayetin bütününden şöyle bir neticeye
ulaşabiliriz: Doğru iman, doğru yola götürür. Doğru imanın olmadığı yende doğru
yolu aramak boşuna bir gayrettir. Doğru imandan dönmek, doğru yoldan ayrılmak
olacağından, bu durum insanın iç aleminde ve toplum hayatında ayrılıklar,
bölünme ve parçalanmalar meydana getirir. Demek ki, doğru iman ve doğru yol,
tefrikayı önleyen en büyük güçtür. Bu ayrılıkların oluşturduğu sosyal yaraların
tedavisi için Allah yeterlidir. Çünkü tefrika, insan kudretini aşan ve insan
müdahalesinin yeterli olamayacağı sosyal yaralar meydana getirmektedir.
[149]
138. Biz Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha
güzel rengi kim verebilir? Biz sadece O'na kulluk ederiz.
{sıbğaîallâhi-Allah'ın boyası) ifadesindeki 'boya'manasına gelen sıbga
kelimesinin manasını açığa kuvuşturmak gerekir. Çünkü ayetin örgüsünü meydana
getiren temel kavram odur.
Se-be-ğa kalıbında, yani fiil olarak alındığında
boyamak, vernik sürmek, fırça ile düzeltmek, suya baünp vaftiz etmek,
daldırmak, başka şekle sokmak, değiştirmek manalarına gelmektedir.
Sıbğ kalıbından, yani isim olarak alındığında renk,
boya, boya eczası, boya tozu, allık, cila , makyaj, makine yağı anlamlarını
ifade etmektedir. Baka-ra/138'de şu manaları ifade etmektedir: Allah'ın dini,
Allah'ın yaratışı, Allah'ın hüccet ve delili, Allah'ın kanunu, yani
sünnetullah.[150]
Diğer taraftan sıbğ kelimesi, Mü'minûn/20'de 'tat'
manasına gelmektedir. Bu kavramın anlaşılabilmesi için Bakara/l 35'e dönmek
gerekiyor.
Hatırlanacağı gibi, o ayette, yahudi ve hristiyanlar
müslümanlara yahudi veya hristiyan olmalarını söylüyorlardı. Bir inancı veya
dini kabullenmek, onun boyası ile boyanmak demektir. Hristiyanlar çocuklarını
renkli bir suya batırarak vaftiz ederlerdi. O su, onlan adeta gerçek hristiyan
yapıyordu. İşte bu ayet, insanın, böyle renkli sulara batırılmak suretiyle
hristiyan olamayacağına işaret etmektedir.
Vaftiz çağını geçmiş olan müslümanlan bu yöntemle
hristiyan yapmaları mümkün değildi. Onlara "Hristiyan veya yahudi olun,
doğru yolu bulun" demekle, aslında mecazen, onlardan kendi inançlarının
renkli suyuna dalmalarını istemiş oluyorlardı. Gerçek şu ki, şirke bulaşmış
bir inancın başkalarına aşılanması ancak şartlandırma ile mümkün olabilir.
Şartlandırma boyası ise sahte bir boyadır. Şimdi, "Allah'ın boyası"
kavramını inceleyip, çıkaracağımız ilkeleri sıralayalım:
1.
İbareye "Allah'ın dini" manasını
verebiliriz. Yahudi ve hristiyanlann teklif ettikleri din, sahtedir; din ancak
Allah'ın dinidir. Beşer din koyamaz, olsa olsa felsefe yapılabilir. Din Allah'a
aittir ve o alana beşer giremez.
2.
İbareyi "Allah'ın fıtrat kanunu"
manasına da alabiliriz. İnsanın sahip olduğu psikolojik doğa, onu eğitmenin
hareket noktasını teşkil etmektedir. Allah Rum/30'da eğitimin bu kanun dikkate
alınarak yapılmasını istemektedir.
Yüce Allah, insanı yaratırken onu boyamış, yani ona bir psikolojik yapı vermiştir. Eğitim bu yapıyı değiştiremez, bu rengi silemez, yeni bir doğa yaratamaz. Sadece var olan bu doğayı geliştirip cilalayabilir.
ibare, Yüce Allah'ın eğitimini ifade etmektedir.
Yüce Allah'ın eğitim ile insana kazandırdığı değerler, kendisinin yarattığı o
iç yapıya uygun ve onunla uyumlu değerlerdir.
Bu değerler vasıtasıyla Yüce Allah, insana manevî
bir şekil vermekte, kendisine nisbet ettiği bir boya ile boyamaktadır. Bu şekli
ve rengi beşerin vermesi, hele hele hristiyan ve yahudi olmakla elde edilmesi
mümkün değildir.
Çünkü Allah'tan daha iyi renk veren, yani eğiten kimse
olamaz. Yüce Allah, böyle birinin var olup olmadığını, cevabı belli olan bir
üslupla sormaktadır. Bir çocuk, suya batırmakla dindar yapılamaz; dindarlık,
bir eğitim süreci sonunda, gönülden gelen bir oluşumdur.
"Bizden olursan doğru yolu bulursun" demekle
doğru yol bulunmaz; doğru yol Allah'a kulluk edilirse, bulunmuş olur.
"Biz sadece O'na kulluk ederiz". İnsana,
en güzel eğitimle en güzel boyayı süren ve en güzel şekli veren Allah kulluk
edilmeye layık tek varlıktır.
Sadece Allah'a kulluk etmek, gerçek boyaya bürünmek
ve gerçek eğitim almak demektir. Sadece Allah'a kulluk etmekteki karar, ısrar
ve bilinç, ilahî boyanın etkinliğinin işaretidir. Beynin, gönlün ve nefsin
gerçek boyası böyle bir kulluk bilincinde yatmaktadır. Allah'ın vaftizi,
beyinde, gönülde ve nefiste olandır; suya batırılmakla olan değil.
Allah'ın boyası, ayrılıkların, kin ve düşmanlık
duygularının silinip, ilahî nur ile dolan beyinlerin, gönül ve nefislerin
boyasıdır. Şirkin karışmadığı, ha-niflikteki tevhid inancı neticesinde oluşan
boyadır.
İlahî iradenin fırçası ile gönül duvarlarına, bir
daha silinmemek üzere sürülen tevhid boyasıdır. Bu boya, barış, güven,
teslimiyet ve ilahî rahmetle gönüllerin boyandığı bir boyadır. Tefekkür,
takva, ihsan ve ihlas değerleriyle renklenen gönüllerin boyasıdır.
[151]
139. De ki: "Allah hakkında bizimle mücadele mi
ediyorsunuz? Halbuki O, bizim de Rabbimizdir; sizin de. Bizim yaptıklarımız
bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlanmışız".
"Yahudi veya hristiyan olun ki doğru yolu
bulaşınız" ifadesine; Biz hanif olan ve müşrik olmayan Hz. İbrahim'in
dinine tabi oluruz.
Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail,
İshak, Yakub ve nesillere indirilene; Musa ve İsa'ya verilenlere, Rableri tarafından
diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbirisinin arasında fark
gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk.
Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa,
doğru yolu bulmuş olurlar, dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar.
Onlara karşı Allah sana yeter.
Be Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel
rengi kim verebilir? Biz sadece O'na kulluk ederiz.
ifadeleriyle karşı çıkmak, bir mücadelenin
işaretidir. Tartışmanın bitmeyen bir süreç halini almaması için Yüce Allah
yukarıdaki ayetle mü'minlerin son tavrını belirledi. Açıklamasını yaptığımız
ayetin temel kelimelerinden biri olan hacce, mağlup etmek, tartışmada yenmek,
delille yenmek, cerh etmek, hac ibadetini yapmak, münakaşa etmek, münazara
etmek, delillerle müdafaa etmek, ilerlemek gibi manalara gelmektedir. Bu
kelimenin Kur'an'da kullanılan anlamlan için şu ayetlerin incelenmesi gerekir:
[152]
1. Tartışmak
İşte siz böyle kimselersiniz! Hakkında bilgi sahip
okluğunuz konularda tartıştınız, fakat bilgi sahibi olmadığınız konularda
niçin tartışıyorsunuz. Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilemezsiniz.
[Âl-i İmran/66]
Kelime bu ayette, fikrî konularda tartışmak ve
mücadele etmek manasına gelmektedir. Bilinmeyen konularda tartışmanın yersiz
olduğunu bildiren bu ayet, bilinen konularda tartışmaya da izin vermektedir.
Konuların fikrî seviyede tartışılması anlamında Âl-i Imran/61'de de
geçmektedir. En'am/80'de de aynı anlamda yer almaktadır:
Halkı onunla tartışmaya girdi. Onlara dedi ki:
"Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz?"
2. Delil
Daveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında
tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. [Şura/16]
Bu ayette hem fiil kalıbıyla 'tartışmak' ve hem de
isim kalıbından 'delil' manasında geçmektedir. Ril olunca tartışmak, isim
olunca delil anlamına gelir.
3. Kabe'yi
ziyaret etmek
Haca ve umreyi Allah için tamam yapın. [Bakara/1%]
Delil \e tartışma ile hac arasında ne bağlantı
olabilir? Hac Kabe'yi, yani Beytullah'ı ziyaret etmek suretiyle yapılan bir
ibadettir. Tartışma w delil de, konusuna göre bazen insanın beynini, bazen de
gönlünü ziyaret etmektir. İnsan gönlü de Beytullah'dır (Allah'ın evidir). Bu
nedenle, insanların gönlünü kazanmak da hac ibadeti gibidir. Gönüllerin
gönülleri ziyareti, ya bilgi ile ya da sevgi ile olur. Tartışma, delilleri
insanın gönlüne götürdüğü ve orasını tavaf ettirdiği için ikisi de aynı
kavramla ifade edilmektedir.
4. Sene
Hacce kelimesi, hicec kalıbında kullanıldığında
seneler manasını ifade etmektedir:
(Şuayb dedi ki: "Bana sekiz yıl çalışmana
karşılık, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum"). [Kasas/27]
(O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir).
Bu ayet, herkesin yaratanı, besleyip büyüteni ve
rehberlik edeni olan Allah hakkında tartışma yapılamayacağının delilidir.
Allah, tartışma konusu yapılmamalıdır. Her konunun üstünde tutulması gereken
Yüce Allah, hakkında tartışma yapılan bir varlık olamaz. Allah, insan denen
varlık için yaptıklarıyla, bu tartışmanın dışında kalmaya layıktır.
Allah'ın doğru yolunu tartışmaya açmak ve O'nun
dinini münakaşa konusu yapmak doğru bir hareket olmayacağı için; böyle bir
durumda müslüma-nın nasıl davranması gerektiği bu ayetle bildirilmektedir.
(Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir).
Yüce Allah mü'minlere, kendilerini dinlerine
çevirmek isteyen yahudi ve hristiyanlarla tartışmaya girmek yerine, onlara çok
ince bir usûlle hayır demeyi öğretmektedir. Yüce Allah, kendinin tartışma
konusu yapıldığı bir ortamda, en sağlıklı tavrın bu olduğuna dair bir eğitim
vermektedir. Ayetten çıkarılabilecek bir diğer husus da şudur: "Ne sen
bana düşüncelerini zorla kabul ettir, ne de ben sana zorla kabul
ettireyim". Ayetin bu kısmını açıklayan başka ayetlerde vardır. Mesela:
Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyin, sonra onlar
da bilmeyerek Allah'a söverler. [En'am/108]
Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşanları
gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan
sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma.
[En'am/68]
Demek ki, Allah'ın ayetleri tartışma konusu
yapılamaz. Böyle olumsuz tartışma yapanlar cahil olarak
nitelendirilmektedirler. Müslüman, ne başkasının fikirlerine, inançlarına ve
taptıklarına hakaret eder, ne de Allah'a ve O'nun ayetlerine hakaret ettirir.
"Senin fikrin sana, benimki bana; senin inancın sana, benim inancım
bana" deyip tartışmanın büyümesini önlemek, müs-lümana yakışan en güzel
davranıştır. Eğer konu din ise, Kafirun/6 ayeti nasıl davranılması gerektiğini
belirlemektedir:
Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.
Tartışmayı bu ifadeyle bitiren müslüman, Allah'a
olan bağlılığını da şu şekilde ilan etmelidir:
(Biz O'na tam gönülden bağlanmışız).
Ayetin bu kısmında yer alan muhlis kelimesini,
"gönülden bağlanma" olarak tercüme ettik. Şimdi diğer manalarını ele
alabiliriz. Saf, katıksız, kanşık-sız, lam cer harfi ile ait olmak, ila cer
harfi ile varmak, gelmek anlamlarına gelmektedir. Halas kalıbından alınınca,
hür ve serbest olmak manasını ifade etmektedir. Min cer harfi ile kullanılınca
birinden kurtulmak, temizlenmek, kurtuluşu elde etmek anlamına gelmektedir.
[153]
1. Bir yerden,
birinden çekilip ayrılmak
Ondan ümitlerini kesince, gizli görüşmek üzere
ayrılıp çekildiler. [Yusuf/80]
Burada, bir grup insanın, diğerlerinden ayrılıp bir
yere çekilmelerini ifade etmektedir. Özel bir şey konuşmak, özel bir şey
paylaşmak için yabancılardan ayrılmak, ya da yakınlarla baş başa kalmak için
ayrılmaktır. Bu manayı manevî bir ayrılma anlamına almak da mümkündür Gönlü ve
beyni, kötü düşünce ve niyetlerden çekip ayırmak da aynı kelimenin psikolojik
anlamıdır. Kişinin şeytandan ve onun vesvesesinden ayrılıp, Allah'a karşı olan
özel duygulan, düşünce ve inançları paylaşmak için kendisiyle baş başa kalması,
ihlas kavramının delalet alanındadır. Gizli ve aşikar olan şirkten gönlünü
ayırıp tevhid inancı ile baş başa kalmak, her şeyini o inançla paylaşmak bu
kelime ile ifade edilmektedir.
2. Temizlemek
İhlas'ın diğer bir manası da temizlemektir.
Sad/46'da bu anlamda geçmektedir:
Biz onları en saf bir düşünce vasıtasıyla
temizledik.
Bu ayette kelime, hem fiil, hem de isim olarak
geçmektedir. Ayetteki fiilin faili Allah'tır. Yüce Allah müsait olan kullarını
temizlemektedir. Bunu da temiz, yani saf olan düşüncelerle yapmaktadır. Mas
sahibi insan, Allah'ın beynini en saf düşüncelerle temizlemiş olduğu insandır.
Bu anlamıyla ihlas kavramı, tam bir eğitim faaliyetini ifade etmektir, ilahî
eğitim insanın gönlünü ve beynini saf düşüncelerle arındırmakta ve sahte
düşüncelerle meşgul olmasını önlemektedir.
3. Seçmek
İhlas kavramının bir başka manası da seçmektir:
(Kral dedi ki: "Onu bana getirin, onu kendime
özel danışman seçeceğim"). [Yusuf/54]
Buradaki 'seçmek', 'edinmek'anlamını ifade etmektedir
Mısır kralı, Hz. Yusuf u kendisine özel danışman edinmek için seçmiştir. Bu
ayette ihlas kelimesi, 'edinmek'teki isteği de kapsamaktadır. Onun için
"seçme" manasını vermeyi uygun bulduk.
Bu manayı manevî alana da aktarabiliriz: İhlas
sahibi insan, pek çok degerin içinden en iyisini, en güzelini ve en doğrusunu
bulup seçen kimsedir. İhlas sahibi, seçen ve seçiminde isabet eden kişidir.
İhlas denen duygu, insanın sahte, çürümüş ve batıl olan düşünce ve inançların
kokusunu beyninde ve gönlünde hissetmesini sağlar ve onları ayıklayarak, sadece
faydalı olanları seçme yeteneğini kazandırır. İhlas, birçok sahte tanrılar
arasından gerçek yaratanını bulan ve sadece onu seçen insanın manevî bilincini
ifade etmektedir. İhlas sahibi kişi, tıpkı yüzlerce çocuk arasından kendi
çocuğunu bulup çıkaran bir anne gibi; yüzlerce sahte tann arasından gerçek
Rabbini seçebilen insandır. Özetle ihlas, yoğun vesveseler içinden rahmani
olanla şeytanî olanı ayırma yeteneğidir.
4. Samimi bağlılık
İhlas kelimesi, samimiyeti ifade etmektedir. Bu
samimiyet, dini sadece Allah'a tahsis ederek, O'na kulluk etmektir. Zümer/2'de
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
O halde sen dini Allah'a has kılarak kulluk et.
Kulluk, ihlas \e din kavramlarının bir araya geldiği
bu ayet şu gerçeği vurgulamaktadır Dini Allah'a has kılmadan O'na kulluk
yapılamaz. Din ile kulluğun arasındaki köprüyü, ihlas (samimi bağlılık duygusu)
kurmaktadır. Kul, dini sadece Allah'a tahsis edince, samimi bağlılığını, yani
ihlas sahibi olduğunu göstermiş olmaktadır. "Dini Allah'a tahsis
etmek" şeklinde tanımlanan gerçek kulluğu ortaya çıkaran da ihlas
duygusudur.
5. Saf
İhlas kelimesi, hâlis kalıbından sıfat olarak
alınınca saf, arınmış manasına gelmektedir:
Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret
vardır. Zira size, onların kannlanndaki fışkı ile kan arasından, içenlerin
boğazından kolayca geçen saf bir süt içiriyoruz. [Nahl/66]
Allah sütün, kan ile fışkı arasından çıktığını
söylemektedir. Demek ki Yü-oe Allah, hayvanın içinde bir rafineri tesisi
yaratmıştır. Hayvanın yediği çeşitli otlardan kan ve pislik oluşurken,
bunların arasından bir de saf süt çıkarılmaktadır. Aynı maddeden oluşmalarına
rağmen, sütte ne kan vardır ne de pislik.
İnsanın beyin, gönül ve nefsi, dışardan gelen
çeşitli bilgileri yoğurmakta ve bir sonuç çıkarmaktadır. Onlardan saf iman, saf
düşünce ve saf niyet çıkaran insan, ihlas sahibi demektir. Kur'an, ilahî
eğitimle insanın iç aleminde böyle bir rafineri kurmakta, oraya gelen ham
fikirleri, -ham petrolü çeşitli yakıt gruplarına ayıran bir rafineri gibi-
çeşitli düşünce yapılarına ayırmaktadır. Onun içindir ki Zümer/2'nin ilk
bölümü Kur'an'ın indirilişini ele almaktadır:
Şüphesiz ki kitabı sana hak olarak indirdik. Bu
hükümden sonra, ihlas ikinci bölümde istenmektedir.
İhlas, ifratla tefritin, korkaklıkla saldırganlığın,
cimrilikle israfın, dinde aşın gitmekle ihmalin, şirkle küfrün arasındaki
dengeyi ifade etmektedir.
6. Ait olmak
İhlas kelimesi halisa kalıbından alındığında ait
olmak, biri için saklanmış olmak manasını ifade etmektedir. Biz buna
sosyolojide mensubiyet, veya aidiyet duygusu diyoruz. En'am/139'da "ait
olma" anlamında yer almaktadır:
Dediler ki: "Şu hayvanların karınlarında
olanlar yalnız erkeklerimize aittir".
'Ait' manası verdiğimiz kelime halisa 'dır. Bu
manayı manevî alana kay-dınrsak şu yorumu yapabiliriz: İnsanın gönlündeki
Allah'a mensubiyet duygusu, ihlası ifade etmektedir. Allah'a mensup bir insan
olmak, ya da kendini O'na ait hissetmek, kulluğun doruk noktasını teşkil
etmektedir. Başka bir ayette, kulluğun bu seviyesi şöyle dile getirilmektedir:
(Fakat Allah'a ait kullar olun). [Âl-i İmran/79]
Demek ki ihlas kavramının bu manada tam karşılığı
rabbânîlik'tir. Beyin, gönül ve nefiste olanların Allah'a ait olduğunu bilerek
davranan kişi, ihlas sahibidir. Burada ihlas kelimesi bütün benliği ile
kişinin Allah'a mensubiyet bilincini ifade etmektedir.
7. Şeytanın
etki alanının dışında kalmak
Allah tarafından kovulan şeytan, yemin ederek ihlas
sahibi olanlar hariç, Allah'ın bütün kullarını saptıracağını söyledi:
(Senin şerefine yemin ederim ki, kullarının tümünü
azdıracağım. Onlardan ihlas sahibi olanlar müstesna). [Sad/82-83]
İhlas, bir kalkan gibi insanı şeytanın etkisinden
korumakta ve etki alanının dışında tutmaktadır. Şeytanın da bizzat itiraf
ettiği bu durum, kamil insan olmanın doruk noktasını teşkil etmektedir. İhlas,
manevî bağışıklık sistemi denen takva duygusunu zirveye ulaştıran bir güçtür.
Bütün bu manaları harmanlayarak, yorumunu yapmakta
olduğumuz Ba-kara/139'a götürürsek ihlas kavramına, içten gelen samimiyetle
Allah'a teslim olma, O'na boyun eğme ve kulluk etme anlamlarını verebiliriz.
İki grup, bir konu üzerinde sonu gelmeyecek bir
tartışmaya girmişlerdir. Ayet her iki tarafin da rabbi olan Allah hakkında
yapılan bir tartışmanın doğuracağı ayrılıklara dikkat çekmekte ve haklı olan
tarafin kendi çizgisini belirlemesinin önemine dikkat çekmektedir. Mü'minlerin
ağzından, içten gelen bir samimiyetle Allah'a teslim olduklarının ifade
edilmesi bu önemli kurala işaret etmektedir.
Kendini içinde bulduğu bu tartışmada müslüman
kararsız kalamaz. Bu nedenle, ayetin sonunda, nasıl konuşacağı ve kime mensup
olduğu Allah tarafından belirlenmektedir.
[154]
140. Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve
torunlarının yahudi, yahut hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki:
"Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah indinden bir şehadeti
gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil
değildir".
Bu ayette dört konu ele alınmaktadır:
Bunların ilki, dört peygamber ve torunlarının yahudi
veya hristiyan olup olmadıkları konusudur. Bakara/135'te bildirildiği üzere
müslümanlar, Hz. İbrahim'in yoluna uyacaklarını söyleyince, yahudi ve
hristiyanlar, hem Hz. İbrahim'in, hem de oğul ve torunlarının yahudi veya
hristiyan oldukları iddiasında bulunarak müslümanlardan, kendi dinlerine tabi
olmalarını istediler. 140. ayette onların bu isteği sorgulanmakta, fakat Hz.
İbrahim'in dini hakkında birşey söylenmemektedir. Hz. ibrahim'in dinine dair
bilgi Âl-i İm-ran/67'de verilmektedir:
İbrahim ne yahudi, ne de hristiyan idi; fakat o,
Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi.
Bu ayette, Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan
olmadığı açıkça ifade edilmiş, Âl-i Imran/65 ayeti de buna delil olarak sunulmuştun
Halbuki Tevrat ve İncil, ondan sonra indirildi. Siz
hiç aklınızı çalıştırmaz mısınız?
Tabii ki herhangi bir peygamberin, kendinden sonra
gelen bir kutsal kitabın dinine mensup olması mümkün değildir. Yahudi ve
hristiyanlar, Hz. İbrahim'in kendi dinlerine mensup olduğunu iddia etmekle,
nehrin suyunu tersine akıtmak gibi bir abesle iştigal etmekteydiler. Böyle bir
uğraşı, akıl dışı olduğu için, Allah Teala onlardan akıllarını kullanmalarını
istemektedir. Aslında bu ayetlerde, insanlığın çok önemli bir sosyal hastalığı
gündeme getirilmektedir. Bu sosyal hastalık, toplumların tarihteki büyük
insanları kendi milletlerinden göstermek, onların gölgesine, otorite ve
şöhretine sığınmaktır. Pek çok büyük insanın birden fazla yerde mezarının
bulunması da bunun göstergelerindendir. Yahudi ve hristiyanlar da, Yahudilik ve
Hrısti-yanhk'ın tesis edilmesinden çok önceleri yaşamış olan Hz. İbrahim'in
kendi dinlerinden olduğunu iddia etmekle, bu hastalığın pençesine düştüklerini
göstermiş oldular.
Âl-i Imran/67'de Yüce Allah, Hz. İbrahim'i şu
özellikleriyle tanıtmaktadır: Hanif, müslim ve şirk koşmamış olmak.
Ayetin ikinci konusu, (De ki: "Siz mi daha iyi
bilirsiniz, yoksa Allah mı?") sorusuyla ele alınmaktadır. Yüce Allah Hz.
Peygambere, konuyu bilgi alanına taşımasını emretmektedir. Sorunların çözümünü
bilgide aramanın önemini vurgulayan bu ayet, iddiaların bilgi karşısında boşa
çıkacağına işaret etmektedir. Kendi dinlerinden olmadığı halde, Hz. ibrahim'in
yahudi veya hristiyan olduğunu iddia etmeleri, Âl-i Imran/65'te
akılsızlıklanna, bu ayette de bilgisizliklerine bağlanmaktadır. Aklını
çalıştırmamak ve cehalet, dinde bencillik gibi manevî bir hastalığa sebep olur.
insanı, olmayanı olmuş, olanı olmamış gibi iddia etmeye götürür.
Ayetin bu kısmında Allah'ın kuşatıcı bilgisine
dikkat çekilmektedir, insan bu kuşatıcı bilgi karşısında kendi yerini iyi
belirlemelidir. Yerini iyi bilmek bir erdemdir ve bu erdem, akılsızlığın ve
cehaletin karanlığından sızan bir ışık hüzmesidir. Edep denen erdem daha ziyade
bilene kulak vermekle elde edilebilir. Yüce Allah, ilim sıfatına dikkat
çekmekle bize, konulara, dinî bencillikle değil; akü ve bilgi ile
yaklaşılmasını önermektedir.
Ayetin üçüncü kısmı, tartışmayı başka bir alana,
hakkın gizlenmesi meselesine taşımaktadır.
(Allah indinden bir şehadeti gizleyenden daha zalim
kim olabilir?)
Zemahşeri, ayette geçen şehadet kelimesinin Hz.
İbrahim'in hanif olmasıyla, veya Hz. Peygamber'in resul olmasıyla alakalı
olduğunu söylemektedir. "Hakkı batıl ile örtüp, bile bile
gizlemeyin" [Bakara/42] ayetindeki, "hakkı gizleme" ifadesi, bu
ayette "şehadeti gizleme" olarak yer almaktadır. Bakara/140'ta yer
alan şehadet kelimesi, aynı surenin 42. ayetinde hak olarak geçmektedir.
Hakkı batıl ile örtme ve şahadeti/hakikati gizleme,
yahudi ve hristiyanla-ra ait bir gelenek olarak takdim edilmektedir. Kitab-ı
Mukaddes'te yer alan şu ayetleri gizleyip Hz. Muhammed ve Kur'an'a inanmadılar:
Allah'ın Rab senin için aranızdan, kardeşlerinden
benim gibi bir peygamber
çıkaracak, onu dinleyeceksin. (.....) Onlar için
kardeşleri arasından senin gibi
bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağızına
koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek.[155]
Saf/6'da geçen Ahmed ismi, Kitab-ı Mukaddes'ten
vermiş olduğumuz ayetlerde yer alsaydı, aradaki benzerlik daha net olarak
görülecekti. Kitaplarında yer alan bu ayetlere rağmen, Hz. Muhammed'in
peygamberliğine inanmamaları ve bu hakikati gizlemeleri, en büyük zalim olarak
ilan edilmelerine sebep olmuştur.
Ayetin bu kısmında, Allah'tan gelen bir gerçeği
gizlemenin çirkinliği dile getirilmekte ve bu hareket bir zulüm olarak
değerlendirilmektedir.
Dördüncü bölümde Allah yaptıklarınızdan gafil değildir)
ifadesiyle, Allah noksanlıklardan tenzih edilerek kitap ehli tehdit edilmektedir.
Böylece, Yahudilik ve Hristiyanlık'ın tesisinden asırlarca önce yaşamış bir
peygamberi kendi dinlerinden göstererek, müslümanlan etkilemeye ve dinlerine
döndürmeye çalışmalarına mukabil, önce iddia yalanlanmış, doğru bilgi verilmiş,
sonra da gerçeği gizlemenin zulüm olduğu hatırlatılmıştır. Bunlar da
yetmeyince, yaptıklarından Allah'ın gafil olmadığı, hepsini bildiği
hatırlatılarak kitap ehli tehdit edilmiştir. Ayetteki gaflet kelimesi, yahu-di
ve hristiyanlann yaptıklarından Allah'ın gafil olduğu fikrinde olduklarına işaret
etmektedir. Zaten insan, Allah'ın gafil olmadığı, her şeyi bildiği bilinciyle
hareket etseydi, hatalar asgariye inerdi.
[156]
141. Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların
kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların
yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.
Bu ayet, Bakara/134'ün bir tekrarı gibi görünmekle
birlikte, ikisini birbirinin aynısı görmek doğru değildir. Çünkü 134. ayette,
ibrahim ve oğullarının çocuklarına yaptıkları vasiyetten sonra "Onların
kazandıkları onlara, sizin kazanacaklarınız size aittir" hükmü
getirilmiştir. 141. ayetten önce ise, yahudi ve hristiyanlann müslümanlan
olumsuz manada etkileyip kendi yollarına çevirmek için yapüklan faaliyetler
anlatılmaktadır. 134. ayetten önce kültürün nesilden nesile aktarımı
işlenirken, 141. ayetten önce kültürlerin birbirleriyle etkileşimi
işlenmektedir. Bu farklılık, iki ayetin, birbirinin tek-ran olmadığı gerçeğini
ortaya koymaktadır. 134. ayette anılan kazanç olumlu iken, ikincisinde, yani,
yahudi ve hristiyanlarla ilgili olanında olumsuzdur.
134. ayetin tefsirinde kesb kavramını
açıklamamıştık. Kulun iradesinde kesbin olduğu, ama yaratmanın olmadığı
söylenmektedir. İslâm tarihinde bu konu çok tartışılmış, bir çok farklı
mezhebin oluşmasına neden olmuştur.
Kesb kazanmak, elde etmek, tedarik etmek, müstehak
olmak, fayda elde etmek, biriktirmek, bilgi elde etmek, istihsal etmek,
ulaşmak, gayret etmek, yüklenmek, yağın posası manalarına gelmektedir.
İnsan, menfaat kesbedebileceği gibi kötülük de
kesbedebilir. Kesb sözcüğü, daha çok insanın kendisine temin ettiği bir
menfaat veya haz için kullanılırken; iktisab kalıbı, bunların başkasına
sağlanması anlamını ifade etmektedir.
[157]
1. Yüklenmek
Bu kavram, ism (günah), seyyie (kötülük) ile bir
araya gelince, yüklenmek manasına gelmektedir. Yorumunu yaptığımız ayette bu
anlamı ifade etmektedir. Herkes kendi kazandığını yüklenir.
2. Vücut
vermek
Kesb kelimesinin faili kalp olunca, icat etmek,
vücut vermek, niyet etmek manalarına gelmektedir. Demek ki, kalbin de kesbi
vardır. Bakara/225 ayetinde, kesb fiili ile kalp arasındaki ilişki
gösterilmektedir:
Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz.
Fakat sizi, kalplerinizin vücut verdiği yeminlerinizden dolayı sorumlu tutar.
Ayetin (Fakat sîzi kalplerinizin vücut verdiği
yeminlerinizden dolayı sorumlu tutar) bölümü, kalbin de kazancı olduğunu isbat
etmektedir.
Kalbin icat ettiği, vücut verdiği şeyler de
değerlendirilmeye tabi tutulacak; iyi şeylere vücut veriliyorsa ödül; kötü
şeylere vücut veriliyorsa ceza görülecektir.
3. İşlemek
Kesb kalbin vücut verdiği şey anlamına geldiği gibi,
el ile işlemek manasına da gelmektedir. Buradaki 'el' kelimesi, güç veya
bizzat insanın kendisi anlamını ifade etmektedir. RumAtt'de el kelimesi ile
kesb fiili bir araya gelmiştir:
(İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve
denizde düzen bozuldu).
4. Kazanmak
Kesb kelimesi, insan ruhunun imanla kazandığı iyilik
anlamında En'am/158'de geçmektedir:
(imanında hiçbir değer kazanmamış...) Burada iman,
kazanmak \e değer kavranılan bir araya gelmişlerdir. Buradaki değer, fayda
manasına alınmalıdır.
Bu manasıyla, ekonomik kazancı ifade etmekte de
kullanılmaktadır. Ba-kara/267'de bu manada yer almaktadır. Yorumunu yapmakta
olduğumuz Ba-kara/141de kesb'in ne anlama geldiği ayetin sonundaki ya 'melun
fiilinden anlaşılmaktadır. İşlemek, yapmak manasına gelen ya'melun fiili, kesb
fiiliyle de anlamdaştır. Amile yerine niçin kesebe fiilinin kullanıldığına
gelince; çünkü kesebe fiilinde "yüklenmek" manası da vardır. Bu
manasıyla ayetin ilk kısımlarında yer almaktadır. İyi veya kötü, herhangi bir
kazanç için kullanılan kesb fiili, aynı zamanda kalp için de kullanılmaktadır.
Bakara/134'te kazanılan iyi şeylerden bahsedilirken,
141. ayette, yahudi ve hristiyanlann kötü kazançları ele alınmaktadır. Şirkin
neden olduğu din bencilliğinin, peygamberler arasında ayrım yapmanın,
gerçeklerden yüz çevirmenin ve gerçeği gizlemenin bulunduğu yerde, iyi bir
kültürün gelişmesi mümkün değildir. Tevhid inancının, teslimiyetin, gerçek
imanın, İhlasın ve gerçeği söylemenin oluşturacağı kültürün kazancı ise,
insanlık için çok büyüktür.
[158]
142. İnsanlar arasındaki bazı dar kafalılar:
"Şimdiye kadar uydukları kıbleden onları vazgeçiren nedir?" diyecekler.
De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır; O, dilediğini doğru yola
iletir".
Ayetteki sefih kelimesinin, Bakara/ 13O'da dar
kafalı, beyinsiz, aptal, düşüncesiz manalarına geldiğini söylemiştik. Burada
bu manalardan "dar kafalılığı" tercih ettik.
Ayetle geçen kıble kavramı, 'yön', namazda
yönelinecek mekan anlamına gelmektedir. Bu manada Kabe ile kıble aynileşmiş
durumdadır.
Kıble, dikkatin yoğunlaştığı yer, bütün bakışların
hedefi, ideal ve gaye anlamlarına da gelmektedir.
Ayetin iniş sebebi, kıble değişikliğidir. Kıble iki
kere değişmiştir, ikinci değişildik, vahy vasıtasıyla olmuştur. Bütün
müfessirlerin naklettiğine göre, Hz. Peygamber, hicret edene kadar Kabe'ye
yönelerek namaz kılmış, hicretten sonra ise, Mescid-i Aksa'ya yönelerek namaz
kılmaya başlamıştır. Bu birinci kıble değişikliğidir. Süleyman Ateş'in nakline
göre Resulullah, on altı veya on yedi ay Mescid-i Aksa'ya yönelerek namaz
kılmıştır. Bedir savaşından iki ay önce vahy ile tekrar Kabe'ye dönmesi
emredilmiştir.
Bu ikinci kıble değişimi, yahudilerin üzüntüsüne
neden olmuştur. Bu değişikliği hazmedemeyen yahudileri Yüce Allah, "dar
kafalı" olarak nitelendirmiştir. Aslında Yüce Allah bize, değişime karşı
gösterilen tepkinin yanlışlığını; böylece de meselenin olmuş bitmiş bir
süreçten ziyade, değişime ve yeniliğe karşı olumsuz tepki göstermenin devam
eden bir süreç olduğunu öğretmektedir.
Kıblenin değiştirilmesi, gayelerde, ideallerde ve
hedeflerde zamanla değişiklikler olabileceği kültürünü oluşturmuştur. Ulaşılması
mümkün olmayan ideal ve hedefleri bırakıp, ulaşılabilecek hedeflere yönelmek,
daha verimli bir uğraşı içinde olmak, insan emeğinin daha ekonomik harcanmasını
temin edeceği için, böyle değişiklikler yapmak, gelişimin ön şartıdır. Genelde
gençler, gençlik psikolojisiyle hayalî hedefler ve kıbleler edinirler. Tecrübe
ve kültürleri arttıkça, sosyal olayların analizini yapma yeteneğini elde ettikçe,
bu gayelerini, yani kıblelerini terkedip, başka gayeler edinirler ve bütün
işlerini ona doğru yönlendirirler. Bu durumda şöyle diyebiliriz: Herkesin bir
kıblesi vardır ve bu kıble onların amellerinin oluşumunda ana rolü oynar. Bu
kıbleler, zamanla değişebilecek bir esnekliğe sahip olmalıdır. İşte
Kur'an'da-ki kıble değişimi, bize, idealler konusunda esnek olmayı
öğretmektedir.
Bütün semavî dinlerin özünün aynı olduğu inancından
hareket eden insanlar, daima tevhidi baz alacaklarından, diğer din
mensuplarının kıblesine yönelmekte bir mahzur görmezler. Peygamberimiz de bu
nedenle Kudüs'e yönelerek kitap ehliyle müşterek noktada buluşmak istediğini
göstermiştir. Yü-oe Allah'ın, Peygamberimizi bir gece Mescid-i Haram'dan alıp
Mescid-i Ak-sa'ya götürmesi de bu müşterek noktanın önemini göstermektedir.
Bazı dar kafalıların, "Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren
nedir?" sorusuna, Allah şöyle cevap verilmesini emretmektedir:
(De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır).
Önemli olan şu veya bu yöne dönmek değil, gönlün
Allah'a yönelmesidir. Kıblenin yer olarak bir önemi olmadığına işaret eden
ayet, benliğin Allah'a çevrilmesinin önemine dikkat çekmektedir. Rum/31,
Sebe/9, Mümtehine/4 ayetlerinde, sadece ve sadece Allah'a yönelmenin bir mana
ifade ettiği vurgulanmaktadır. Her yön Allah'a ait olduğuna göre; insan nereye
yönelirse yö-nelsin, Allah'a yönelmiş olacaktır. Kıble ayetleri, yönelişte
birliğin gerçekleşmesi için Kabe'ye yönelme esasını koymuştur.
Namazda kıble birliğinin sağlanması; hacda da en
eski mabedin merkez edinilmesi istisna edilirse, insanoğlu her yere yönelerek
dua ve ibadet edebilir. Bu iki ibadet şeklinin belli bir disiplin içinde
yürütülebilmesi için, Kabe'ye, merkezî işlev yüklenmiştir.
(Dilediğini doğru yola iletir).
Kıble değişikliğinin Allah tarafından yapıldığını
ifade eden ayetin bu kısmı, hem onların sorularına cevap vermekte, hem de
değişikliğin hak olduğunu vurgulamaktadır. Böylece, değişimin, daha iyiden,
daha doğrudan ve daha faydalı olandan yana yapılmasının önemine işaret
edilmekte; daha iyiye, daha güzele, daha doğruya ve daha faydalıya ulaşmak
için yapılan değişikliğin meşru olduğu öğretilmektedir.
Demek ki kıble değişikliği, bedenin yön
değiştirmesinden daha büyük hikmetler içermektedir. Bu da beynin, kalbin ve
nefsin müştereken ördüğü insan benliğinin Allah'a giden yola girmesi, O'na
yönelmesi ve teslim olmasıdır. Bir sonraki ayette, kıble değişikliğinin niçin
yapıldığı cevaplandırılmaktadır.
[159]
143. insanlara şahit olasınız diye, sizi vasat bir
toplum yaptık; böylece Peygamber de size şahit olur. Biz, Peygambere uyanı,
ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin eskiden yöneldiğin
(Kâbeyi) kıble yaptık. Bu, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına
elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Kuşkusuz Allah,
insanlara şefkatli ve merhametlidir.
Ayetin temel kavramlarından biri (ümmetun vasatun=
ümmet) ifadesidir.
Bu ifadenin birinci kelimesi olan ümmet sözlükte
grup, millet, topluluk, yol, hayat tarzı, din manalarına gelmektedir.
[160]
1. Grup
Bir cemaati veya küçük bir topluluğu ifade
etmektedir. Bu manada Âl-i İmran/104'te yer almaktadır:
İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği
emredecek, kötülükten sakındıracak bir grup bulunsun.
Ayetin umumi manasından anlaşılıyor ki burada ümmet
kavramı ile, toplumu eğitecek aydınlar grubu kasdedilmektedir, ki bunların,
toplumu ayakta tutan, ahlâkî, hukukî ve siyasî değerleri topluma öğreten ve
kazandıran eğiticiler grubu olduğu söylenebilir.
2. Millet
Sosyolojik manada ümmet kelimesi, vatanı, bayrağı,
anayasası ve sosyal müesseseleri olan bağımsız bir milleti ifade etmektedir.
Yunus/47'de bu manada geçmektedir:
Her ümmet için bir peygamber vardır.
Buradaki ümmet kerimesini millet \e kavim
kelimeleriyle tercüme etmemiz mümkündür. Yunus/49 ve Hud/118'deki ümmet
kavramı da millet anlamına gelmektedir.
3. Topluluk
Aynı cinsten olan, aynı değerler etrafında toplanıp
benzer davranışları sergileyen topluluğa da ümmet denir. Bu anlamda, aynı
cinsten olan hayvanlar topluluğuna da ümmet denilir. En'am/38'de bu anlamda yer
almaktadır:
Yerde yürüyen hayvan, iki kanadıyla uçan kuşlar da
sizin gibi ümmetlerdir.
Sosyolojik bir konuyu anlatırken Yüce Allah,
hayvanlar aleminden örnekler vererek, onlar için de ümmet kelimesini
kullanmaktadır. Bu ayet aynı zamanda, insanların farklı topluluklara ayrılmasının
doğal olduğuna işaret etmektedir.
4. Yol, hayat
tara, din
Zuhruf/22-23'te geçen ümmet kelimesi, din vs, yol
manalarına gelmektedir. Nesefî, Hâzin ve İbn Abbas bu ayeüerdeki ümmet
kelimesini din; Ham-di Yazar ve Beydavî yol manasına almışlardır. Beydâvî
buradaki yolun, din anlamına geldiğini de söylemektedir.
Ayetlerde yer alan eser kelimesi, ümmetin izi, ameli
manasını taşımaktadır. A'raf/28'e bakarsak, bu ayeüerdeki ümmet kelimesinin,
davranış biçimi, takip edilen yol ve ahlâk anlayışı anlamlarını ifade ettiği
anlaşılır. Baka-ra/143'teki ümmet kelimesinin, insanlığın içinden bir grubu
veya milleti ifade ettiğini söyleyebiliriz. Vasat ümmet ifadesinin ikinci
kelimesi olan vasat, fiil kalıbında alındığında yerleştirmek, koymak, arabulucu
olarak seçmek veya atamak, ortada veya merkezde olmak, ortada durmak, ortayı
tutmak, aşın uçlardan orta yolu tutmak, ara bulucu olarak davranmak manalarını
ifade etmektedir.
İsim kalıbından alındığında orta, merkez, öz,
vücudun orta kısmı, çevre, etraf, alem, ortalama alet, mümessil, araç, orta
derece manalarına gelmektedir.
[161]
1. İçine girmek
Bir topluluğun arasına dalmak, oraya sızmak ve
girmek manalarını ifade etmektedir. Bu anlamda Adiyat/5'te geçmektedir:
Bir topluluğun ta ortasına dalanlara yemin ederim.
Ayette vesatne şeklinde geçmektedir.
2. Orta halli
Yeminini bozan insanın ödeyeceği kefaretin miktarını
ifade için Yüce Allah bu kelimeyi kullanmaktadır
(Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta hallisinden on
fakire yedirmek...) [Maide/89]
Buradaki anlamı, günlük yemeğin ortalaması sayılan
miktarı tesbit ederek, onu fakirlere yedirmektir.
3. Makul olmak
Vasat kavramı, Kalem/28'de ism-i tafdil olarak yer
almaktadır: (Onların en makul olanı dedi...).
Bu ayette kavram, en akıllı, en adil ve en dengeli
manasına gelmektedir ki biz "makul" manasını verdik. Böylece kelime
psikolojik açıdan beyinsel dengeyi ifade etmektedir. Ayetin bu manasını
Bakara/143'e götürürsek, şu anlamı verebiliriz: "Sizi zihnen dengeli/makul
bir millet kıldık". Zihnen dengeli olmayan insanların, "orta
ümmet" olamayacakları anlaşılmaktadır.
4. Orta
Bakara/238'de vustâ kalıbı ile yer almaktadır
Namazlara ve orta namaza devam edin.
Kılınmasında ihmale en çok uğrayabilecek, meşguliyet
anına rastlayan ve beş vakit namazın tam ortasında bulunan namazı muhafaza
etmeyi emrederken Yüce Allah, vusta kelimesini kullanmıştır. Demek ki vasat
kelimesi, fizikî manada bir cismin iki ucunun ortasını, psikolojik manada bir
toplumun en makul, en adil ve en doğru olanını; ahlâkî anlamda da ifrat ve
tefrite kaçmamayı ifade etmektedir.
Vasat ümmet kavramını ahlâkî manada alırsak, ifrat
ve tefrite düşmeyen topluluk; eğitim manasına alırsak, insanların
problemlerini çözecek seviyede yetişmiş bilgili ve adil toplum; şahsiyet
anlamında ise, makul ve zihnen dengeli insanların oluşturduğu topluluk
manalarını taşıdığını söyleyebiliriz. Bu manaları biraz daha açarsak
diyebiliriz ki: Zihnî yapısıyla uyumlu, davranış itibariyle de bulunduğu
ortama intibak eden kimse... Beyin, gönül ve nefis arasında denge kurmuş, bu
nedenle de ölçülü ve dengeli kişilerden kurulu bir toplum...
Ayetin devamı, vasat ümmet ibaresine yüklenen işlevi
açıklamaktadır: (Tüm insanlığa şahitler olasınız...)
Demek ki vasat ümmet aynı zamanda, insanlara şahit
olan toplum manasına gelmektedir. Şahit kelimesinin bir dünyevî, bir de uhrevî
manası vardır. Keşşafta bu kelime, bu manalarına göre açıklanmaktadır. Şahit
kelimesi fiil olarak mahkemede şahitlik etmek, bir mecliste hazır olmak, kesin
olarak haber vermek, muttali olmak, yemin etmek, bir şeyi huzura getirmek,
kızın hayız görmesi, çocuğun buluğ çağına erip cinsel organından meni gelmesi
manalarına gelmektedir. Allah'a izafe edilince Allah'ın bilmesini/ilmini ifade
etmektedir.
İsim olarak şehadet ikrar, delil, görünen alem,
petekteki bal, duyulardan biri ile idrak etmek, duyum manalarına gelmektedir.
Kur'an'da hem dünyevî, hem de uhrevî anlamlar taşıdığını görüyoruz:
[162]
1. Mahkemede
şahit olmak
(Yazana da şahitlik edene de zarar verilmesin).
Bu ayette şahitlik, hukukî bir anlam ifade
etmektedir. Davacı ve davalı arasındaki ihtilaf, şahit olmadan çözülemez. Şahit
davanın çözümü için vazgeçilmez bir unsurdur. Bu manayı Bakara/143'e
uygularsak ayete, "Sizi insanların problemlerini, davalarını çözen vasat
ümmet olarak atadık" manasını verebiliriz. Şahidin mahkemede davayı
çözümlemesi gibi, müslümanlar da insanların problemlerini çözmelidir. Müslüman
problem yaratmaz, tam tersine problemleri çözer. Bu dünyada, insanların
problemlerini çözecek kadar kültürlü ve adil olan müslümanlann problemlerini
de, ahirette Hz. Peygamber çözecektir. Ayetteki (Peygamber de size şahit
olsun) ifadesi buna işaret etmektedir.
2. Kavuşmak
(Sizden ramazan ayına kavuşan, onda oruç tutsun).
Bu ayette kavram, bir zamanı idrak etmek, ona
kavuşmak manasına gelmektedir. Uzak da olsa, bu manayı Bakara/143'e
uyarlayarak, "insanlara kavuşan, onları idrak eden, onları anlayan, onlan
kucaklayan" manasını verebiliriz. Bunu da, problemleri çözen manasıyla
birleştirirsek anlam, önce idrak edip problemi anlayan, sonra çözen şeklinde
olur.
3. Bir yerde
bulunmak
Şahit kelimesi Kur'an'da, olayın gerçekleştiği yerde
bulunma manasında da kullanılmaktadır:
Allah'a and içerek, birbirlerine "Gece ona ve
ailesine baskın yapalım; sonra da velisine, 'Biz ailesinin yok edilişi
sırasında orada değildik; inanınki doğru söylüyoruz' diyelim" dediler.
[Neml/49]
(Ailesinin yok edilişinde orada yoktuk) ifadesinde
yer alan şahit kelimesi, bulunmak!hazır olmak anlamına gelmektedir.
4. İnanmak
"Kelime-i şehadet" bu anlamı ifade
etmektedir:
(Peygamberin hak olduğuna inandılar). [Âl-i
Imran/86]
Şehadet getirmek de bu manadadır
Eşhedü en-lâ ilahe illallah ve eşhedu enne
muhammeden abduhu ve resû-luh ifadesindeki şehadet, inanmak ve tasdik etmek
manasına gelmektedir.
5. Delil
Bir konuyu isbat etmek için kullanılan delil
manasına gelin
(De ki; "Hangi şey delil bakımından en
büyüktür?") [En'am/19]
Delil ile şahitlik içice girmiş iki anlamı ifade
etmektedirler.
6. Bilmek
Yüce Allah'ın yaptığı işi gözlemek, ona şehadet
etmek, onu bilmek demektir:
(Sonunda her şeyi bilerek kabul ettiniz).
[Bakara/84] Ayetteki teşhedu kelimesi, görerek bilmek anlamında, gözlemden
kaynaklanan bir bilmeyi ifade etmektedir.
(Ey kitap ehli! Gerçeği bildiğiniz halde niçin
Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?) [Âl-i Imran/70]
Kesin olarak bilmeyi, Yüce Allah burada şehadet
kelimesiyle ifade etmektedir.
7. Yardımcı
olmak
Şahit kelimesi şüheda kalıbından alındığı zaman,
yardımcı manasına da gelmektedir:
(Eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan başka
yardımcılarınızı da çağırın). [Bakara/23]
Kelimenin bu anlamını, Bakara/143'e götürürsek, o
zaman ayete şu manayı vermemiz mümkündür: "İşte böylece, insanlığa
yardımcı olmanız, Peygamberin de size yardıma olması için, sizi orta bir
millet yaptik".
Böylece müslümanlann, çeşitli meselelerde insanlığa
yardımcı olması kan Allah tarafından yetiştirilen bir millet olduğuna işaret
edilmiştir.
8. Görünen
alem
(Allah gaybı ve şehadeti bilendir). [En'am/73]
Ayetteki gayb gizli olanı, şehadet de açık olanı,
görüneni, bilineni ifade etmektedir. Dolayısıyla ayette, Allah'ın, hem gayb
alemini hem de görünen alemi bildiği vurgulanmaktadır.
Bütün bu manalardan, tefsirini yapmakta olduğumuz
Bakara/143'e göndermeler yapacak olursak, şöyle bir sentez yapabiliriz:
Müslüman millet ortada olacağından, insanların problemlerini çözer, dertlerine
şifa bulur, sosyal hastalıklarına çare üretir, insanlara, Allah'ın yaratığı
olarak saygı duyar, onları anlamaya çalışır, onlarla beraber olmanın yollarını
arar. Farklılıklardan ziyade benzer noktalan öne çıkarır. Daima insanlara
yardımcı olmaya çakşır ve insanlar için bir denge unsuru olur.
Ayette yer alan (Böylece sizi kıldık) ifadesine,
"Böylece sizi yetiştirdik ve tayin ettik" şeklinde mana verilmesi
uygun olur. Yüce Allah müslümanları, insanların problemlerini çözen ve onlara
yardımcı olan vasat bir ümmet olarak yetiştirmiş ve tayin etmiştir. Orta ümmet
olmak, bir eğitim işidir. Aşırılıklardan uzak, dengeli bir beyne sahip olmak,
kendiliğinden gerçekleşecek bir iş değildir; ilahî eğitime ihtiyaç
göstermektedir. Müslüman ümmetin, bu görevi yapmamak gibi bir seçeneği yoktur.
Ayet, Allah tarafından bu görevin ona verildiğini ifade etmektedir.
Hac/78'de, müslüman ismine layık olmanın gereklerinden
birinin bu olduğu açıkça belirtilmektedir. Muhammed Esed'in dediği gibi,
Bakara/143'teki şüheda kavramı, "örnek" manasına da alınabilir.
Müslüman millet, vasat ümmet olması nedeniyle insanlığa örnek olmalıdır. Çünkü
o, örnek olacak davranış ve fikirler üreten bir topluluktur.
Bakara/143 ayetinin ikinci bölümünde, kıble
değişikliğinin bir imtihan olduğu ifade edilmektedir:
(Ve B-çi'ye uyanlar ile ökçeleri üzerinde gerisin
geri dönenler arasında açık bir ayırım yapabilmek amacıyla senin daha önce
yöneldiğin hedefi, kıble olarak tayin ettik. Kuşkusuz bu, Allah'ın doğru yola
ulaştırdığı kişilerden başkası için zor bir imtihandı).
Kıble değişikliğinin, Peygamber'e tabi olanlarla
olmayanları ayırt etmek için yapılan bir imtihan olduğu bizzat Allah tarafından
ifade edilmektedir. Ayette yer alan (illa li-na'leme) ifadesi "sadece
bilmemiz/ayırt etmemiz için" demektir. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in
arkadaşlarının gönlündeki imanın kalitesini belirlemek için, fiilî bir deneme
yapmıştır. Demek ki iman, Peygamber'e kayıtsız şartsız itaat ve tabi olmayı
gerektirir. Yüce Allah hidayette olanların dışındaki insanlara bu imtihanın
ağır geleceğini de söylemektedir. Nazarî imtihanlar kolay, fakat tatbiki
imtihanlar zordur. Ayetin bu kısmı imtihan pedagojisine çok önemli bir kural
getirmektedir. Her bilen insanın, tatbikatta başardı olacağı iddia edilemez.
Çünkü tatbikatta başardı olmak başka meziyetleri gerektirmektedir. Kıble
değişikliğinin tatbikî bir imtihan olduğunu söyleyen Yüce Allah, eylemlerin,
insanın imanını yansıttığı gerçeğini vurgulamaktadır.
(Allah sizin imanınızı kesinlikle göz ardı
etmeyecektir).
Ayetin bu kısmı, kalbinde doğru iman olan kimselere,
imanlarının zayi olmayacağı garantisini vermektedir. Tatbikatta başardı
olamayanların imanlarının olmadığı söylenemez. Allah, onların imanını dikkate
alacağını söylemektedir. Bu, amelleri eksik olan veya kimi zaman günah işleyen
kimseler hakkında 'imansız' hükmünü veremeyeceğimizi göstermektedir.
Davranışla-nndaki yanlışlıklara, bozukluklara ve eksikliklere bakarak bir
kimsenin imansızlığına kani olmak, her zaman doğru olmayabilir. Bu öğretiyi
Yüce Allah, çok önemli değerler üzerine bina etmektedir. Allah'ın, onların
imanlarını gözardı etmemesinin nedeni, ayetin sonundan anlaşılmaktadır:
(Zira, Allah insana karşı şefkatli ve
merhametlidir).
Allah, insana karşı şefkatli ve merhametli olduğu
için, imanlarını göz ardı etmeyecektir. Demek ki, bir ameli veya imanı göz
ardı etmek, şefkatsizlik ve merhametsizliğin eseridir. Ayetin bu kısmı ile bir
önceki kısmın bağlantısından, insanlık için önemli bir kanun ve eğitim kuralı
doğmaktadır: Düşünceler, doğru inançlar ve iyi ameller, asla göz ardı
edilmemelidir. Fikirlerin, inanç ve amellerin kırıntıları bile değerlendirmeye
tabi tutulmalı ve asla ihmal edilmemelidir. Bunların göz ardı edildiği yerde,
şefkat ve merhametten eser yok demektir. Şefkat ve merhametin bir gereği de,
iman ve amelin zayi edilmemesidir. Üretilen fikirlere, amellere ve eserlere
aldırış etmeyen, onları değerlendirmeyip göz ardı eden ülkede, şefkat ve
merhametten iz yok demektir. Kamil insan veya toplum, Allah'ın bu sıfatlarını
yeryüzüne yansıtandır. Şefkat ve merhamet, sadece yere düşenlerin elinden
tutmak değil, üretilen bir fikrin, bir amelin ve bir eserin dibine su
dökmektir. Böylece Allah Te-ala, şefkat ve merhametin ölçüsünü vermektedir.
Şimdi ayetin bütününü ele alarak bazı genellemeler ve çıkarsamalar yapabiliriz.
Ayetin ilk bölümünde Yüce Allah, müslüman milleti,
insanlara örnek, onların problemlerini çözen ve onların dertlerini anlayan ve
onlara kucağını açan orta bir ümmet olarak yetiştirdiğini bildirmiş; sonunda
ise insanlara şefkatli ve merhametli olduğunu ilan etmişti. Bundan, Yüce
Allah'ın bu sıfatlarını kendine ahlâk edinen bir toplumun, insanlara şefkatli
ve merhametli davranması gerektiği anlaşılır. Ümmet-i vasat, şefkat ve merhamet
değerleriyle ardaklanan ve insanlara karşı da şefkat ve merhametle davranan
toplum demektir.
Vasat ümmet Allah'ın imtihanının ağır gelmediği
toplum manasına da gelir. Çünkü ayette "Allah'ın hidayete erdirdiği
kimselere imtihanın ağır gelmeyeceği" söylenmektedir. Böylece Bakara/143
ayeti, vasat toplum'un; hem eğitilmişlik seviyesini, hem psikolojik yapısını,
hem de insanlara karşı davranışını anlatmakta ve onların insanlığa karşı
şefkat ve merhametli olmalarını önermektedir.
[163]
144. Biz, yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz.
İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü
Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de hepiniz, nerede olursanız olun,
yüzlerinizi o tarafa doğru çevirin. Kuşkusuz kitap ehli, onun Rablerinden
gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından
habersiz değildir.
Ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:
1.
(Yüzünü göğe doğru
çevirdiğini görüyoruz).
Ayetin bu kısmına Hz. Muhamrned açısından
baktığımızda, onun kıble konusunda bir arayış içinde olduğunu, bu konuda bir
karar veremediğini söyleyebiliriz.
Ayetin bu kısmına Yüce Allah açısından baktığımızda
ise O'nun kullarının yaptığı her şeyi görüp gözettiğini, çaresiz kalanlara,
çıkış yolunu gösterdiğini ifade edebiliriz.
2. (İşte şimdi seni, memnun
olacağın kıbleye döndürüyoruz).
Yüce Allah Hz. Peygamberin gönlünü kıble meselesinde
neyin tatmin edeceğini ve neye razı olacağını biliyordu. Demek ki, Yüce Allah
kulunun rızasını dikkate almaktadır.
Bu durum, insan ilişkilerinde de geçerli olan çok
önemli bir duruma dikkat çekmektedir: Kan-koca arasındaki ilişkilerde eşlerin
birbirlerinin nelerenza göstereceklerini ve nelerle tatmin olacaklarını bilmeleri
ve ona göre davranmaları gereklidir. Ana-baba ile çocuklar arasındaki, devleti
idare edenlerle halk arasındaki ilişkilerde hep bu gönül rızasını aramak,
dikkate almak ve ilişkilerde ölçü olarak kullanmak, insanlığın hayatını bir
nevi cennete çevirecektir.
Onun içindir ki, Hz. Peygamberin hoşnutluğu ilahî
takdiri etkilemekte ve Yüce Allah takdirini o yönde hayata geçirmektedir.
Böylece hoşnutluğu ölçü almayı, sünnetullah olarak bize sunmaktadır.
3.
Arak yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.
Siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa doğru çevirin.
Bakara/135'in tefsirinde Mescid-i Haram'ın insana,
hayvana ve yeşile saygı göstermeyi, onlara kıymamayı öğreten bir üniversite
olduğunu söylemiştik. Güzelin, doğrunun, iyinin ve sevabın üretildiği Mescid-i
Haram, bu değerler sayesinde emin bölge olma vasfını kazanan bir
üniversitedir.
Yüce Allah Hz. Peygamberin, Kabe'nin kıble
olmasından hoşnut olacağını bildiği için, oraya yönelmesini emretti. Ayetin bu
kısmında iki emir var, birincisi Hz. Peygambere; ikincisi de müslümanlaradır.
Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa'dan daha eski bir
mabet ve daha eski bir üniversite olduğundan, yönelmeye en layık olan yer
olması doğaldır. İnsan neslinin türediği, ilk ailenin kurulduğu ve ilk beşerî
kültürün mayasının oluştuğu yer olması sebebiyle kıble olmayı haketmiştir.
Oraya yönelmek, aynı zamanda, oranın öğretilerini benimsemeyi ve gönlü orada
oluşan değerlere açmayı da beraberinde getirmektedir.
4.
Kuşkusuz kitap ehli, onun
Rablerinden gelen gerçek olduğunu bilirler.
Ayetin bu kısmı, Rab, hak \e bilme kelimelerini bir araya getirmiştir. Kıble değişikliği, Allah tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu değişikliğin, bir hak/bir gerçek olduğunu yahudi ve hristiyanlar bilmektedir. Allah'tan geldiği ve gerçek olduğu bilinen bir şeyi bir beşere malederek tenkitte bulunmak, gerçekten tahammül sınırlarını aşan bir tavırdır.
Kıble değişikliğini Hz. Peygamber kendi iradesiyle
gerçekleştirmemiştir. Bunu bildikleri, vahye inandıkları halde kitap ehlinin
"Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?"
[Bakara/142] diye sormaları çok ilginçtir.
Gerçek olduğunu bildikleri halde kıble değişikliğine karşı olumsuz tavır takınmaları, ilahî takdire karşı çıktıklarını, en azından yeni kıbleyi istemediklerini göstermektedir. Bilgilerine göre hareket etmek yerine, nefislerinin arzularını, hakikatin önüne geçirmeleri, ilahî tehdide maruz kalmalarına neden olmuştur.
Doğru yolda olduklarını sanan, dinde bencillik
yaparak hakikati bildikleri halde ona muhalefet eden kitap ehli, Allah'tan
gelecek tüm hakikatlerin kendilerinde olmasını arzu etmişlerdi. Günümüzde de
böyle davranan kitap ehli az değildir. Allah'tan gelen bir kitap olduğunu
bildikleri halde Kur'an'ı kabul etmemelerinin altında, dinde bencillik
psikolojisi yatmaktadır. İşte bu ayet, dinler arası ilişkilerin günümüzde
oturduğu psikolojik temeli göstermekte ve analizini yapmaktadır.
Cenab-ı Hak, (Allah onların yaptıklarından gafil
değildir) buyurarak kitap ehlinin, hem bildikleri halde olumsuz tepki
göstermelerini kınamakta; hem de Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığı yolundaki
inançlarını tazelemelerini istemektedir. Eğer kitap ehli yaptıklarından
Allah'ın gafil olmadığına tam anlamıyla inansalardı, kıble değişikliğine menfî
tepki göstermezlerdi.
[164]
145. Sen, kitap ehline her türlü ayeti getirsen,
yine de onlar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dönecek
değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler.
Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına
uyarsan, kuşkusuz zalimlerden olursun.
Ayette yer alan (ûtu'l-kitab=\dtap verilenler)
ifadesi, hem ya-hudileri, hem de hristiyanlan kapsamaktadır. Fahmddin Razi,
ûtu'l-kitab ibarenin, kitap ehlinin tamamını kapsayıp kapsamadığını
incelemiştir. Kitap ehlinin ileri gelenlerini kapsadığını, avam tabakasını ise
kapsam dışı bıraktığını söyleyenler olmuştur. Biz bu tartışmalara girmeden,
ûtu'l-kitab ifadesinden, delile rağmen doğruyu kabullenmeyen kitap ehlini
anladığımızı söylemekle yetiniyoruz.
(Her türlü ayeti...)
Buradaki ayet Zemahşeri'ye göre, Kabe'ye yönelmenin
hak olduğunu gösteren kesin delildir.[165]
Delil, işaret ve mucize anlamına gelen ayete,
rağmen, kitap ehlinin hakikate teslim olmadığı görülmektedir. Dinde
bencilliği, kıble bencilliğine kadar vardırmanın ne kadar yanlış olduğuna
işaret eden Yüce Allah, yöneldikleri amaçların, ideal ve hedeflerin insanları
birbirinden ayıran temel unsur olduğunu vurgulamaktadır. Mekan olarak
belirlenen kıble, bir motiftir. Önemli olan beyindeki, kalp ve nefisteki
düşünceler, arzu ve inançlardır. İşte ayet, bunları değiştirmenin zorluğuna
dikkat çekmekte ve eğitim faaliyetinin en büyük engellerinin bunlar olduğunu
bildirmektedir.
Beyindeki düşünceler, nefisteki arzular ve kalpteki
iman taşlaşüğı zaman, gönderilen delil, işaret veya mucizeler yol bulup içeri
girememektedir. Aslında bu durum hem psikolojik, hem de sosyolojik bir kanunu
ifade etmektedir. Dışardan insanın beynine giden bir bilgi tüneli vardır. Bu
tünel tek yönlüdür. Daha önce beyinde yerleşmiş ve donuklaşmış olan fikirler,
bu tünelden gelen bilgilere tepki gösterirler.
Eskiden edinilmiş beyindeki bilgiler, ne kadar doğru
olursa olsun dışardan gelen yeni bilgilere sert tepki gösterirler. Bunun
neticesinde, içeri giremeden geri dönmek mecburiyetinde kalan doğru bilginin
orada oluşturması gereken değişim de, dünyaya gelmeden ana rahminde ölen çocuk
gibi ölür. Bu durum, kalp ve nefis için de aynen geçerlidir.
Bu dununun
sosyolojik izahı şöyledir: Bir arada yaşayan ve hallerinden memnun olan
ahlâksız insanlar, yanlarına gelen ahlâklı insanlara beklenmedik şekilde tepki
gösterirler. Bu bir sosyal gerçekliktir.
Şimdi bu psikolojik ve sosyolojik gerçekliği
Peygamberimiz döneminde yaşayan kitap ehline uyarlayabiliriz. Kitap ehlinin,
kendilerine has bir beyin, kalp ve nefis kıbleleri vardı. Bu kıblenin
değiştirilmesi ile ilgili hangi delil getirilirse getirilsin düşüncelerinden
vazgeçmeleri imkansızdı. Taşlaşmış kalplere, sabit fikirlere sahip kimselerin
ikna edilmesi zordur. İşte, ayetin birinci bölümü buna işaret etmektedir.
Beyin, kalp ve nefisleri bu şekilde katılaşmış
kimselerden oluşan bir toplum, Hz. Muhammed gibi bir peygambere bile tepki
gösterir. Sosyolojik katılıklar, psikolojik kanlıkların bir toplamı olmadığı
için, toplumsal katılık, psikolojik katılıktan çok daha yoğun olur. Beyin, kalp
ve nefisteki katılıkların ve şartlanmaların zararlarını ölçmek mümkün
değildir. Çünkü psikolojik katılık inkara götürür, toplumsal katılık ise,
çatışma ve ölüme götürür. Birincisi insanın içini rahatsız ederken, ikincisi toplumu
ve tüm insanlığı rahatsız eder.
Ayetin birinci bölümünden çıkartacağımız başka bir
kaide de şudur: Bir topluma kitap verilmiş olması kadar, onların kitabı
anlamaları ve gerçeğe karşı yumuşamış olmaları da önemlidir.
Kendilerine kitap verilenlerin, delillerin
gerektirdiği değişimi göstermemeleri, onların kitabı anlamadıklarını ve körü
körüne bağlandıklarını gösterir. Kitap ehli gibi, müslümanlar da kitaplarını
okuyup arılamazlarsa, aynı katılığa düşüp, delillere karşı menfi bir tavır
takınacak, gerekli olan değişimi gerçekleştiremeyeceklerdir. Onun için Kur'an'a
inanmak kadar, onu araştırıp anlamak da gereklidir.
(Senin kıblene tabi olmazlar).
Demek ki kitap, gerekli değişimin ne olduğunu ve ne
yapılması gerektiğini öğretecektir. Kutsal kitabını anlayan insan bu manevî
sıçrayışı yapacaktır. Ama kutsal kitabını anlamayan insanlar, neyi takip
edeceklerini bilemeyecek ve yapılması gerekeni yapamayacaklardır.
(Sen de onların kıblesine tabi olmazsın), insanlar
mabetlerini tartışma konusu yapmaya ve bunu da ileri götürerek kendi
beyinsizliklerinin tatmini için vasıta olarak kullanmaya başladılar. Dinî
bencillik, mabet bencilliğine dönüştü. Kutsal kitabı anlamamanın ve bilmemenin
meydana getirdiği bu dinî bencillik, mabetlere kadar uzandı, böylece, tefrikanın
derinliği ve boyutu biraz daha arta.
Kur'an, kıble meselesini insanın beyninde, gönlünde
ve nefsinde arayarak, onun maddî yapısına manevî bir boyut kazandırdı.
Kıbleye, ideal, iman ve gaye olarak bakma anlayışını getirdi.
"Sen de onların kıblesine tabi olmazsın"
ifadesi, sadece Mescid-i Aksa'ya yönelmeyi ifade etmemektedir. Bu kavramın
psikolojik bir boyutu olduğu da ayetin son bölümünden anlaşılmaktadır:
(Onlar da birbirlerinin kıblesine tabi olmazlar).
Kitap ehli, bir bütün halinde müslümanlann kıblesine
tabi olmadıkları gibi, aralarında gruplara ayrılarak birbirlerinin kıblesine
de tabi olmamaktadırlar. Müslümanlann kıblesine beraberce tepki
gösterirlerken, kendi aralarında da bölünmektedirler.
Buraya kadar ayet, insanların önce müslüman ve kitap
ehli diye iki gruba, sonra da kitap ehlinin daha alt gruplara ayrıldığına
işaret etmektedir. Alt gruplara ayrıldıkça tartışmalar artar, düşmanlıklar
derinleşir ve tefrika yarası tedavi edilemeyecek bir hale gelir. İşte Yüce
Allah "Onlar da birbirlerinin kıblesine tabi olmazlar''' ifadesiyle, bu
sosyal gerçekliğe dikkat çekmektedir.
Kitap ehlinin burada sözkonusu edilen kıblesi
hakkında şu tesbit yapılmaktadır:
(Onların nevasına tabi olursan...)
Burada, kitap ehlinin kıblesi, hevalandır. Nefsin
arzularını kıble edinenler, o kıbleyi bırakıp gerçek kıbleye asla uymazlar.
İşte, Hz. Peygamberin asla uymayacağı kıble, onların bu nefsanî arzulandır.
Heva, yani nefsin kötü arzulan insanın tannsı haline geldiği gibi [Casiye/23],
kıblesi haline de gelmektedir [Bakara/145]. Kitap ehli, kendi kitaplarını
bilmedikleri ve gereğini yerine getirmedikleri için, nevalarını tatmin etmeyi
amaç ve ideal edinmeye başlamış ve böylece zamanla o hevalar, onların kıbleleri
haline gelmiştir. İnsanı, nevasını kıble edinmekten neyin alıkoyacağına ayetin
son kısımlarında değinilmiştir:
(Sana gelen bilgiden sonra...)
Yüce Allah Hz. Peygambere, "Sana gelen bilgiden
sonra, yine de onların nevalarına uyarsan..." buyurarak ikazda
bulunmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, başkasının hevasını kıble edinip ona tabi
olmaya mani olacak şey bilgidir. Ca-siye/23'te insanın kendi nevasını tann
edinmesi ele alınırken; Bakara/145'te başkasının nevasına tabi olma ve onu
kıble edinme ele alınmaktadır.
Bilginin olmadığı yerde, insanın neye tabi
olacağını, nereye yöneleceğini, neyi amaç edineceğini bilmesi mümkün değildir.
Sahte kıbleleri terk etmek ve doğru olana tabi olup yönelmek bir öğretim, bir
bilgi meselesidir. Öğretim faaliyeti, insanlara amaçlarını, neyi takip
etmeleri gerektiğini öğretmeli ve bu konuda onların şuurunu açmalıdır. Çünkü
insanların çoğu, kendisine amaç tayin etmekte zorluk çeker. Kendi bağımsız
dünyalarında rahatça gezinebilirler ama kendilerine hedef tayin etmekte
başardı olamazlar. Onun içindir ki Yüce Allah Kur'an'da kıble meselesini ele
almış ve bu hususta insanları bilgilendirmiştir.
Allah'ın bilgilendirmesine rağmen, başkalarının heva
ve arzularını kıble edinen, yani onlara tabi olan insanın durumu nedir? Ayet
bunu şöyle cevaplandırmaktadır:
(İşte o zaman sen, kesinlikle zalimlerden olursun).
Demek ki, bilgilendirildiği halde başkalarının
nevasına tabi olan, yani onu kıble edinen insan, zalimdir. Zulüm ise, bir şeyi
yerli yerine koymamaktır. Bilginin işlevi, insanın kıblesini belirlemektir.
Bilgiyi bu görevinden uzaklaştırmak zulümdür. Başkasının hevasını kıble
edinmekten daha büyük bir hata olabilir mi?
Ayete bir bütün halinde bakarsak şu olguyu
yakalayabiliriz: Toplumların, sahip oldukları kitabı bilmemeleri, gerçek
delillere tabi olmamakla, dinde bölünmeyle, hevayı kıble edinmekle ve zalim
olmakla neticelenmektedir. Bu sürecin sonunda, din bencilliği, grup bencilliği
ve nihayet tefrika ortaya çıkmaktadır. Biz bu ayetten, toplumsal bölünmelerin,
insanların iç aleminden geçen fay hatları gibi yıkıcı olduğu hükmüne varıyoruz.
Ayet bize, çare olarak ilimi göstermektedir.
Bilginin bulunduğu yerde psikolojik depremler sosyal
yıkımlara yol açamazlar.
[166]
146. Kendilerine kitap verdiklerimiz, peygamberi,
çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile
bile gerçeği gizlerler.
Bu ayetin örgüsü tanımak, hakkı gizlemek ve bilmek
kavramlarından oluşmaktadır. Şimdi, bu kavramlar arasında bağlantılar kurarak
bazı çıkarımlar yapabiliriz.
(Onu tanırlar)
Yüce Allah, tanınan bir şeyi tanımazlıktan gelmenin,
ruhî bir bunalım olduğuna dikkat çekmektedir. Buradaki onu zamiri, kimi ifade
etmektedir? Müfessirler onu zamiriyle, Hz. Peygamber'in, kıble değişikliğinin,
ilim veya mucizelerin kasdedilmiş olabileceğini dile getirmişlerdir. Buna göre
onu zamiri, bir önceki ayette yer alan Bi-kulli ibaresine irca edilirse ibare,
"Her türlü ayeti tanırlar" anlamında olur. Kıble kelimesine irca
edilirse ibare, "Senin kıbleni tanırlar" manasını ifade eder. İlm'e
irca edilirse ibare, "Sana ilimden gelenden sonra" ifadesindeki
"ilmi tanırlar" anlamına gelir. Zamirin kendisine en yakın olana
gideceği kaidesine göre bu netice çıkmaktadır, ama zamirin Hz. Peygambere de
gideceği bir gerçektir.
En fazla kabul gören bu yoruma göre, kendilerine
kitap verilenlerin Hz. Muhammed'i tanıdıklarına Allah şehadet etmekte; tanıma
derecelerini ifade için de (Çocuklarını tanıdıkları gibi) buyurmaktadır.
Ana-baba-nın çocuğunu tanıması kadar açık ve kesin bir tanıma olamaz. Kitap
ehli, Muhammed'in peygamber olduğuna dair kendi kutsal kitaplarında açık bir
bilgiye sahip oldukları için, onu tanımamada hiçbir mazerete sahip değillerdir.
Bu nedenle Kur'an, tanıma derecelerini, kendi çocuklarını tanımalarını misal
vererek anlatmaktadır. Bu bir anlatım metodudur. Ayet, bazı kavramların,
benzetme yapılmadan anlatılamayacağı gerçeğine işaret ederek, anlatımda önemli
bir metodu da ortaya koymaktadır. Benzetmeler ve misallerle kavrandan anlaşılır
hale getirme metodu, kutsal kitapların insanlığa öğrettiği metotlardan biridir.
(Buna rağmen
onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler).
Tanıyan beyin ile tanınan şeyin akandan, hakikat
ortaya çıkar. Çocuğunu tanır gibi kesin ve net olan bir tanımanın ürünü,
hakikattir.
Kitap ehlinden bir grup, sahip oldukları bu hakikati
bilerek gizlemişlerdir. Başka bir ifadeyle, Hz. Muhammed'in peygamber olduğu
hakikatini gizlemişler ve hala gizlemektedirler. Bilerek hakkı gizlemenin
cezası diğer ayetlerde bildirilmiştir. Bakara/ 159'da hakikati gizleyenlerin,
lanete uğrayacakları, Bakara/174'te de elim bir azaba çarptırılacakları
belirtilmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/146'yı, 145.
ayetle bir araya getirirsek, şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Hakikati
gizleyenlerin kıblesi, nefsin kötü arzulan olur. Böyleleri değişimi gerçekleştiremez;
düşmanlık duygusu ile dolu oldukları için ilahî delilleri kabullenemezler.
En'am/19-20'ye gidersek, kitap ehlinin ya da Mekkelilerin neyi çocuklarını
tanır gibi tanıdıklarını daha net bir şekilde görmemiz mümkün olur.
Mekkelilerin, Muham-med'ten nübüvvetine delil göstermesini istemeleri üzerine
şu ayetler indi:
De ki: "Hangi şey şehadetçe daha büyüktür?' De
ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an bana, kendisiyle
sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu. Yoksa siz, Allah ile beraber
başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz". De ki: "Ben buna
şahitlik etmem. O, ancak tek bir Allah'tır, ben sizin ortak koştuğunuz
şeylerden uzağım". Kendilerine kitap verdiklerimiz onu kendi oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenler var ya, işte onlar
inanmazlar. [En'am/19-20]
Yüce Allah kendisini en büyük şahit olarak
göstermekte, Kur'an'ın vah-yedilmesi de, onun peygamberliğine delil olmaktadır.
Aslında şahide ve delile lüzum yoktur, çünkü onu çocuklan gibi tanımaktadırlar.
Tanıdıkları halde inanmayanlar, manen iflas etmişlerdir. Tanıdığı şeye
inanmamak bir ziyandır, bir kayıptır.
Bu ayetlerde, iman etmemenin alandaki psikolojik
yapıya işaret edilmekte, imansızlığın, bilerek hakkı gizlemek ve tanıdığı
halde tanımazlıktan gelmenin neticesi olduğu vurgulanmaktadır.
Hakikati gizlemenin ne kötü sonuçlara neden
olacağını bildiren bu ayetler, olumsuzlukları ortadan kaldırmak için, önce
onlan tanımanın önemi üzerine durmaktadır.
[167]
147. Hakikat Rabbindendir. O halde şüphelenenlerden
olma.
Ayetten çıkaracağımız neticelerin ilki şudur: Mutlak
hakikati sadece Allah üretir. Değişmeyen, eskimeyen ve evrensel olan gerçeği
ancak Allah gönderir. Bu özellikleri taşıyan ve Allah'tan gelen gerçekten şüphe
edilemez ve edilmemelidir. Başka bir kaynaktan gelen ve insanlığa gerçek diye
sunulan şeylerden şüphe edilebilir. Demek ki, gerçek denen şeyin kaynağı çok
önemlidir. Kaynak Allah ise, şüphe etmemek bir ilahî emirdir.
Gerçek olarak takdim edilen beşerî bilgilerden şüphe
etmeden, doğruyu yakalamak mümkün değildir. Ayete ters taraftan
yaklaştığımızda, şüphe etmenin faydalı bir yönü olduğu sonucuna varabiliriz.
Allah'tan olmayan bilgilerden şüphe edilebilir. Bu şüphe olmadıkça Allah'tan
gelen hakikati yakalamanın imkansız olduğuna dikkat çeken ayet, metodik
şüpheye dikkat çekmektedir. Bakara/146 ayeti hakkın gizlenemeyeceğini; 147.
ayet de ondan şüphe edilemeyeceğini vurgulamaktadır. Hak, şüpheyi ortadan
kaldırmak için vardır. Onun için insan, hak ile şüpheyi beyninde bir araya
getiremez; getirirse doğaya ters hareket etmiş olur. Hak, şüphe hastalığını
tedavi etmek için vardır. Bu nedenle, birinin olduğu yerde, diğerine yer
yoktur.
İşte din eğitiminin hedefi, Allah'tan gelen hakikati
bulmak, anlamak ve insanlara öğretmek olmalıdır. İnsanlığın en çok zorlandığı,
bocaladığı ve başarısız olduğu alan, hakikatin kaynağını belirlemek olmuştur.
İlahî vahyin geliş nedenlerinden biri de bunun tesbitidir. Hakikatin kaynağına
giden yol, dikenlerle, yokuş ve dönemeçlerle doludur. Akıl bu yollan geçip
hakikatin kaynağına ulaşabilmek için yardıma ihtiyaç duyar. Ona bu yardımı
vahiy sağlayacaktır. Hakikatin kaynağına giden yolun en büyük dikeni,
şüphedir. Akıl şüpheyi, metodik şüphe yoluyla aşabilir. Şüpheyi şüphe ile
giderme usûlü aklın doğasında vardır.
[168]
148. Herkesin yöneldiği bir gayesi vardır. Siz hayır
işlerinde yarışın. Nerede olursanız olun, sonunda Allah hepinizi bir araya
getirir. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir.
Bu ayetle bize bir çok mesajlar verilmektedir.
Ayetin analizini yaparak bu mesajları tesbit etmeye çalışalım:
1.
(Herkesin yöneldiği bir
gayesi vardır).
Ayette geçen (vichet) kelimesine 'gaye' manasını vermek mümkündür. 'Gaye' manası verildiğinde, hem psikolojik, hem de sosyolojik boyutunu dikkate almak gerekiyor. Psikolojik boyuttan kasıt, kavramın ferdî anlamıdır. Ayetteki (ve li-küllin=hsrkesm) ifadesinin, "her ferdin" manasına geldiğini söylemek mümkündür. Her ferdin, bu dünyada yöneldiği bir amacı, bir hedefi ve bir ideali vardır. Bütün çalışmalarını o amaca doğru yönlendirir. "Ameller niyetlere göredir" hadisi de buna işaret etmektedir. Psikolojik manası ile bu kavram, eğitimin hedefini de belirlemektedir. Eğitim, fertleri amaçlarına ulaştırma gayreti içinde olmalıdır. Aynı zamanda, hayalî amaçlardan insanları uzaklaştırma ve onlara gerçekçi amaçlar edinmelerinde yardımcı olma faaliyetini de yürütmelidir.
Ayetteki (Herkesin bir gayesi vardır) ifadesini,
sosyolojik manada almak ve her grubun, her topluluğun, her milletin bir amacı
vardır demek mümkündür. Bakara/144-146 ayetleri kitap ehlinden bahsettiğine
göre, ferdî değil grupsal bir büyüklükten bahsediyor. Demek ki, ayetin bu
kısmına "Her toplumun bir gayesi vardır" manasını vermemiz daha uygun
olur. Bir milletin toplumsal yapısı, edindiği gayeye göre şekillenecek;
kültürel ve medenî ürünler, o gaye için üretilecektir. Bu fikirden hareket
ederek diyebiliriz ki: Toplumsal yönelişlerin arkasında, toplumsal gayeler
vardır.
Toplumsal hayattaki alt grupların da kendilerine
özgü amaçlan ve bu amaçlara göre yönelişleri vardır. Kur'an bu grupların
amaçlarının düşmanlık ve günah değil, birr (erdem) ve takva olması gerektiğini
Maide/2'de vurgulamaktadır. Toplumda kamu görevlerini sürdürecek olan sosyal
müesseseler de bir amaca yönelik kurulur ve o amacı gerçekleştirdikleri zaman
başarılı olurlar. Sosyal müesseseler, amaçlarının dışında faaliyette
bulunurlarsa sosyal yapının dengesi bozulur.
Ayetle yer alan ibaresi "Allah oraya
döndürür" manasına da gelmektedir. Ferdî ve sosyal manada herkesin bir
amacı vardır ve Allah onlan o amaçlarına döndürür. O amaçlara ulaşmaları için
onlara yardım eder, önlerini açar ve fırsatlar yaratır. İşte eğitim, bu ilahî
ahlâkı tatbikata sokmalıdır. Siyasî erki elinde bulunduranlar ise, toplumu ve
sosyal grupları gayeleri doğrultusunda çalıştırmalı ve onların önünü açıp
fırsatlar vermelidirler. Ayetin bu kısmını eğitimin psikolojik işlevi
bakımından ele aldığımızda şu sonuca ulaşabiliriz: Her ferdin kabiliyetleri,
yetenek ve arzulan vardır. Eğitim, bu kabiliyetleri ulaşabilecekleri nihaî
noktaya kadar geliştirmekle sorumludur. Dahilerin kabiliyet ve yeteneklerinin
ulaşabileceği nihaî nokta çok yüksektir. Ama vasat bir insanın kabiliyet ve
yeteneklerinin ulaşacağı nihaî nokta daha kısadır. Öyleyse eğitimcinin hedefi,
her kabiliyet ve yeteneği tesbit edip, onu, ulaşabileceği nihaî noktaya kadar
eğitme olmalıdır.
Diğer taraftan, herkesin kabiliyet ve yetenekleri
aynı tür ve düzeyde değildir. Yani fertlerin psikolojisini ve farklılıklarını
dikkate almadan eğitim yapılamaz. Değişik alanlara yönelen, değişik kabiliyette
insanlar vardır. On-lann bu farklı yönlerini tesbit etmek ve o yönlerine
ağırlık vererek eğitmek, eğitimin hem başarılı olmasını temin edecek, hem de
toplumsal görevini yerine getirmesini sağlayacaktır. İşte ayetin bu kısmı,
eğitimcilere, idareci ve ebeveynlere bu kanunu öğreterek, eğitim ve siyasette
emeğin boşa gitmemesinin ve insanlardan daha iyi ürün elde edilmesinin
yollarını göstermektedir.
2.
(Siz hayır işlerinde yansın).
Ayetin bu kısmında insanlara gaye tayin edilmekte ve
hedef gösterilmektedir. "İyiliklerde yarışmak" herkesin yöneleceği
bir hedef olmalıdır. "Yönelin" manası verdiğimiz (festebıku)
kelimesi çoğul olduğundan, toplumların iyiliklerde yarışması emri, onların
hangi gaye uğruna çalışacaklarının belirlenmesi demektir. Her ferdin ve her
toplumun kendine has bir gayesi, yani kıblesi vardır. Müslümanın gayesi veya
kıblesi "iyilikler" olmalıdır. Namaz kılarken Kabe'ye yönelmemiz,
aslında iyiliklerin üretildiği üniversiteye yönelmemizi ifade etmektedir.
İyiyi yakalamak, onu işlemek, beslemek ve insanlığa
yaymak, müslümanın ana gayelerinden biridir ve bu gaye Allah tarafından tesbit
edilmiştir. Müslümanın ayrıcalığı, yöneldiği hedefin iyilikler olmasından
kaynaklanmaktadır. Ayetin bu kısmını izah eden başka ayetler de vardır:
(Onlar hayır işlerinde koşuşurlardı). [Enbiya/90]
İyilikleri yakalamak için koşmak, hem Allah'ın emri,
hem de bütün peygamberlerin sünnetidir. İyiye koşmayan, onu amaç edinmeyen ve
onu yakalamak için uğraş vermeyenler, ne Allah'ın emrini yerine getirmiş, ne
de peygamberlerin sünnetine uymuş olurlar. Peygamberlerin ahlâkı ile
ahlâklanmak için, onlar gibi iyilikleri elde etmek maksadıyla koşmak gerekir.
Öyle ki bu uğurda yürümek bile yeterli değildir, mutlaka koşmak gerekir.
İyiliklerde yarışmak ve iyilikleri elde etmek için
koşmanın insanlara veya toplumlara kazandıracağı şey nedir? Bu sorunun cevabı
Vakıa/10-11 ayetlerinde verilmektedir:
(Hayırda yarışanlar öndedirler. İşte onlar yakın
olanlardır).
Hayırda yarışıp öne geçenler Allah'a
yaklaşmaktadırlar. İyilikleri önce yakalayıp elde edenler, Allah'a yakınlığı
da kazanmaktadırlar. Böylece, iyiliği amaç edinen fert ve toplumların, o amaç
uğruna sarf ettikleri gayretle iyinin tanımı da ortaya çıkmaktadır: İyi, insanı
Allah'a yaklaştıran değerdir. Bakara/148'de yer alan o££\£4J.£
(fe'stebigu'l-hayrât) emri, Hadid/21'de (Rabbinizin mağfiretine yansın)
şeklinde yer almaktadır. Allah'ın affı bir ödüldür, bu ödülü elde etmek için
yanşmak şarttır. Âl-i ünran/133 de bu ayetin bir benzeridir.
(Rabbinizin mağfiretine koşuşun).
Bu ayetin devamında, gökler ve yer genişliğinde olan
cennet ifadesi de yer almaktadır. Bundan, iyiliklerin, insanı cennete götürdüğü
gerçeği de anlaşılmaktadır. Demek ki 'iyi' denen değer Allah'a yaklaştırıyor,
Allah'ın affını ve cennet ödülünü kazandırıyor. Yorumunu yaptığımız ayette
bulunan "Allah o gayeye yönlendirir" ifadesinin, bu ayetlerde
gerçekleştiği görülmektedir. Yüce Allah iyi insanları iyi gayelere doğru
yönlendirmektedir. Daha sonra, Bakara/177'de iyinin ne olduğu geniş bir
şekilde anlatılacağı için, burada etraflı bir şekilde açıklamıyoruz.
3.
(Nerede olursanız olun, sonunda Allah sizi
bir araya getirir).
Herkesin bir amacı vardır. Allah da onu o amaca
doğru yönlendirir. Önemli olan, iyiliklere doğru yönelmektir. Farklı psikolojik
yapıya sahip olan fertler, elbette ki kabiliyet ve yeteneklerine göre bir işe
yönelecekler ve onu gerçekleştirmeye çalışacaklardır. Farklı kültürde olan
toplumlar da, farklı hedeflere doğru yöneleceklerdir, insanların, farklı iş
alanlarına yönelmeleri, farklı kabiliyetlerin yönlendirilmeleriyle olacaktır.
Doğuştan ve toplumsal hayattan kaynaklanan ihtiyaçların giderilmesi, farklı
yetenek ve kabiliyetler gerektirir. Bunun neticesinde de, farklılıklarımız
farklı alanlarda iş bölümü yapmamızı ve toplumsal hayat çarkının işlemesini
temin eder.
Dünya hayatında farklı yetenek ve kabiliyetlerle,
farklı yollarda koşmamızın doğal olduğunu ifade eden bu ayet, nihaî hedefte
insanların bir araya geleceğine de işaret etmektedir. Ne kadar farklı
kulvarlarda koşarsak koşalım, neticede ilahî huzurda bir araya geleceğiz. İşte
yukarıdaki ayetin bu bölümü, Yüce Allah'ın bizi bir araya getireceğini ilan
etmektedir.
4. (Allah her şeye güç yetirir).
Bu ayetin muhtevası içinde düşündüğümüz zaman şöyle bir neticeye varmamız mümkündür Herkesi gayesine yönlendirmeye ve farklı gayeler peşinde koşan insanları, daha sonra bir araya getirmeye sadece Allah'ın gücü yeter. Ayetin ilk üç bölümündeki oluşumlara inanmak için, Allah'ın gücü hakkındaki bilgi ve inancın doğru olması gerekir. Kudreti sonsuz olan Allah, farklı amaçlan olan, farklı mekanlarda bululan insanları bir araya getirip, yöneldikleri kıblelerin, ya da amaçların onları nerelere götürdüğünü kendilerine gösterecektir, insanların istikbalini, yani ahiretteki hayatlarını bu dünyadaki yönelişleri, niyetleri ve eylemleri tayin edecektir.
Ahiret hayatında insanların bulunacakları yer, bu
dünya hayatındaki yöneliş ve çabalarının üzerine kurulacaktır. Dünyadaki
koşuşmaların, yarışların değerlendirileceği ve insanların yargılama gününde
birbirlerine şahit olması için bir araya getirilecekleri gerçeği de
vurgulanmaktadır. Bütün bu işlemleri gerçekleştirmek, ancak sınırsız bir güçle
mümkün olabileceği için, ayetin sonunda Allah'ın her şeye gücü yettiği ifade
edilmektedir.
[169]
149. Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i
Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana gelen bir gerçektir. Allah, yaptıklarınızdan
habersiz değildir.
1.
(Nereden çıkarsan çık)
hitabı, zahiren Hz. Peygamber'edir. Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, bu ayeti
okuyan ve inanan herkes, onun muhatabıdır. Ayet, Hz. Peygamberle sınırlı
olmayıp, onun şahsında, bütün inananları kapsamaktadır.
İnsanın çıktığı, yöneldiği ve bulunduğu yer önemli
değildir. Önemli olan onun Kabe'ye dönmüş olmasıdır. Bir kimsenin bir yerden
çıkması ve ayrılması manasına gelen harace kelimesi, her hangi bir niyetten,
düşünceden ve psikolojik bir halden çıkışı da ifade etmektedir. İnsan
psikolojik bakımdan, bir halde, bir durumda, bir düşünce ve niyettedir.
Bunlardan çıkarken ya da ayrılırken, Kabe'nin, Mescid-i Haram'ın öğretilerine
doğru yönelmeli ve içindeki oluşumları, oraya doğru yönlendirmelidir.
2.
(Yüzünü Mescid-i Haram'a
doğru çevir). Ayetin bu kısmı fizikî anlamda yüzün Mescid-i Haram'a
çevrilmesinden daha ziyade bir şey ifade etmektedir. Maide/97'de, Kabe hakkında
şöyle bu-yurulmaktadır:
Allah, Kabe'yi, o saygıya layık evi; haram ayı, hac
kurbanını, gerdanlıkları insanların belini doğrultmaya sebep kıldı. Bu da,
Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi
bilici olduğunu bilmeniz içindir.
Bakara/125'te, Kabe'nin insanlar için doğrunun,
iyinin, güzelin ve sevabın üretildiği güven ve ibadet yeri; Âl-i Imran/96'da,
alemlere bereket ve hidayet kaynağı; Maide/97'de de saygıya değer, yasakların
öğretildiği, haccın yapıldığı ve insanların fakirlikten kurtulmaları için bir
imkan olarak kurban ibadetinin gerçekleştirildiği bir yer olduğu ifade
edilmektedir. İşte bütün bu öğretilerin kaynağı olan hürmete layık kutsal
mescide doğru yönelmek demek, kafanın o değerlere açık olması, onları
benimsemesi ve hayata geçirmesi demektir. Özetle, insanları maddî ve fikrî
fukaralıktan kurtaracak öğretilerin kaynağına yönelmeyi ifade etmektedir.
Bu ayet, mü'mine, benliğin zincirinden kurtulup
yüzünü, yani beynini ve iç dünyasını evrensel değerlere yöneltme emrini
vermektedir. Benliğin öne çıkması, düşünce ve bilgi fukaralığının çoğalması demektir.
Aklını kullanma, düşünme, bilgi ve evrensel değerleri tanıma konularında
fukaralık çeken insanlar, bu fukaralıklarını telafi etmek için benliklerini
öne çıkarır ve ona tapınırlar.
Onun içindir ki, Yüce Allah 'yüz' kavramı ile 'beyni', yani parçayı zikrederek bütünü kastetmiştir, insan beyninin kendi benliğine değil de, Kabe üniversitesinin öğretilerine yönelmesini isteyen Yüce Allah Maide/97'de, kutsallığın bilgide olduğunu belirtmiştir. Oradaki (Bu, bilmeniz içindir) ifadesi, nereye yöneleceğimizi belirlemektedir: Aklın, bilginin ve kutsalın ışığına doğru... Hangi problemden çıkarsan çık, oranın ışığına yönel emri de bunu ifade etmektedir.
3.
(Bu emir Rabbinden sana
gelen gerçektir).
Bu emir, Allah ile kul arasında bir hak
doğurmaktadır. Demek ki, müslüma-nın Kabe'ye yönelmesi bir tercih değil, ilahî
emirden doğan ilahî bir haktir. "Rabbinden gelen haktır" ifadesi,
Rabbinden gelen gerçek bir emir demektir.
Bu emre riayet etmek, insanın faydasınadır. Saygın
ve kutsal olan mestide, yani üniversiteye yönelmenin ve böylece onun
öğretilerinden istifade etmenin faydası, elbette ki insana olacaktır.
Bakara/144'te de aynı ilahî ifade yer almaktadır.
4. (Allah yaptıklarınızdan
gafil değildir).
Allah'ın emrini yerine getirip, çıktığı her yer ve
durumda Mescid-i Ha-ram'a yönelme eyleminin yapılıp yapılmadığından Allah gafil
değildir. Allah bütün eylemleri biliyor ve değerlendiriyor. İlahî bilgiden
hiçbir şeyin kaçamayacağı ve dışta kalamayacağı bilincini insanlara
kazandırmaya çalışan bu kısım, beşerî din eğitiminin de amacını tesbit
etmektedir.
[170]
150. Nereden yola çıkar san çık, yüzünü Mescid-i
Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çeviriniz ki,
onların arasında haksızlık edenler müstesna, insanların aleyhinizde bir delili
bulunmasın. Onlardan çekinmeyin, sadece benden çekinin. Böylece size olan nimetimi
tamamlayayım da doğru yolu bulaşınız.
Bakara/142'de başlayan kıble ile ilgili emir ve
açıklamalar 150. ayette noktalanmaktadır. Kıble ve kıble değişikliği,
müslümanlann hayatında çok önemli bir yer işgal etmektedir. Fizikî manada
yönelme ile manevî anlamda yönelmenin farkı ve onların insana sağladıkları, çok
önemli bir konu teşkil etmektedir.
Bakara/150'de, Hz. Peygamber'e hitaptan sonra,
müslümanlara hitap edildiğine şahit oluyoruz. 149. ayette Mescid-i Haram'a
yönelmekle ilgili izahlarda bulunduğumuz için, burada tekrar etmeyeceğiz.
Ancak burada, Yüce Allah'ın bu emrin sebebiyle ilgili açıklamasını ele almamız
iyi olur
1.
(İnsanların, içlerinden
sadece zalimlerin bulacağı bir bahane dışında, hücceti kalmasın).
Mescid-i Haram'a yönelmenin emredilmesinin
sebeplerinden biri, müslümanlara karşı gayr-i müslimlerin bahanelerini
ellerinden almaktır. Bazı değişikliklere karşı, zalimler hep tepki
gösterirler. Bu tepkilerini, bazı bahanelere tutunarak yaparlar. Hiçbir
değeri, ağırlığı ve faydası olmayan bahanelerle, değişime karşı çıkarlar.
Değişimi gerçekleştiren ve benimseyenlere karşı muhalefette bulunur ve olumsuz
tepki göstererek tenkit ederler.
Bu zalimler istisna edilirse, diğer insanların
tepkisini, muhalefet ve tenkidini önlemek amacıyla Allah bu değişimin hayata
geçirilmesini istemektedir. Normal insanların eline muhalefet için delil
vermemek gerekir.
2. (Onlardan korkmayın, benden
korkun).
Ayetteki haşyet kavramı fiil halinde, korkmak,
nefret etmek, ürkmek, paniklemek, dehşete düşmek, tehlikeyi haber vermek,
sıkıntıda olmak; isim halinde korku, endişe, kuruntu manalarına gelmektedir.
"Onlardan korkmayın/çekinmeyin" ifadesi, toplumun
insan üzerinde büyük tasanlar toplumun, baskısından korkup çekinirler.
Toplumun bir kesiminin, Mescid-i Haram'a yöneldikleri için müslümanlara
yapakları tenkit, zamanla baskı haline dönüşebilir ve bu durum müslümanlarda
korku uyandırabilir. İnsan, toplumun değerleriyle çatışmadıkça, bu sosyal
baskıyı hissetmez, onun hissetmemesi sosyal baskının olmadığı anlamına gelmez.
Toplumun örf ve adetleriyle çatışma haline girildiğinde, toplumun baskı ve
kontrolü kendini gösterir.
Medine'deki ilk bir buçuk yıl içinde müslümanlar
üzerinde ağır bir manevî baskı vardı. Müslümanların Kudüs'ü kıble edinmeleri
üzerine kitap ehli, "Bak, Muhammed ve arkadaşları bizim kıblemize
yönelmektedir" demişlerdi. Mescid-i Aksa'yı bırakıp Mescid-i Haram'a
yöneldiklerinde ise, "Kıblelerinden onlan çeviren nedir?"
demişlerdi. Bu iki yönlü tenkit müslümanlar üzerinde ciddi bir sosyal baskı
oluşturmuştu. Bu sosyal baskı, müslümanlarda bir endişe ve korku
uyandırmaktaydı. İşte bu korku ve endişeyi gidermek için Yüce Allah bu emri
vermektedir.
Dinî konularda, çekinilmesi gereken varlık, toplumun
sosyal baskısı değil, Yüce Allah olmalıdır. Onun içindir ki, ayette
(va/z.yev/ıf=benden korkun) buyurulmuştur. Onlardan çekinmeyin, benden çekinin
emri, çekinilmesi gereken asıl gücün Allah olduğunu vurgulamaktadır. Haşyet
kavramında, korkunun yanısıra 'saygı' manası da bulunmaktadır. Haşyet, -Allah
sözkonusu olduğunda- saygıyla karışık bir korkuyu ifade etmektedir. Allah'tan,
ancak alimlerin haşyet (korkuyla karışık saygı) duyacağı bildirmektedir. Bilgi,
saygı ve korkunun, hem kaynağı ve hem de dengeleyicisi olmaktadır. Kimden ne
kadar korkulması gerektiğini ancak ilim adamları bilirler. Bu nedenle onlar,
korkuyu psikolojik bir hastalık haline getirmezler. Allah'ın emrine ve fıtrata
uygun olanı yaparken, insanların baskısından ziyade Allah'tan korkmak gerekir.
(İnsanlardan çekiniyordun, oysa ki çekinmene en
layık Allah'tı). [Ahzab/37]
Toplum baskısı fertte bir çekingenlik ve korku
uyandırabilir. Ayet bu durumun doğal olduğuna işaret etmekle birlikte, esas
çekinilmesi gereken varlığın Allah olduğunu da vurgulamaktadır. Gelenekler, öf
ve adetler, insanların ne diyeceklerine dair duyulan endişe, insanlar üzerinde
sosyal kontrol oluşturarak ahlâkî davranışların ayakta kalmasını temin eder.
Ebetteki bu gerçeği inkar etmek mümkün değildir. Ama ayet, bu kontrolün de
üstünde, Allah'ın ne diyeceği, nasıl değerlendireceği gibi bir çekingenin yer
alması gerektiğini bildirmektedir. Böylece bu ayette, ahlâkî davranışın iki
önemli kaynağına işaret edilmektedir. İlahî ve sosyal kontrol, bu tür
davranışın hem kaynağı, hem canı, hem de devam ettiricisidir. Sosyal kontrol
dıştan; ilahî kontrol ise insanın içinden kendisini hissettirir ve davranışı
ahlâkî bir bilince dönüştürür. Dıştan gelenle içten fışkıranın buluştuğu
noktada ahlâkî bilinç doğmakta ve korkuyu dengelemektedir. Ahzab/37'de,
insanlardan çekinmenin Peygamberi bile etkilediğine işaret edilmektedir.
Sosyal kontrol ve baskının ağırlığı, peygamberleri bile kapsamı içine alır.
Yukarıdaki ayet buna işaret etmektedir. Nisa/77'de, korkunun insanlardan yana
dengesinin bozulduğuna dikkat çekilmektedir.
(İçlerinden bir grup, Allah'tan korkar gibi, hatta
daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar). [Nisa/77]
Kendilerine savaşın farz kılındığı kimselerin
dengesiz korkusuna dikkat çeken bu ayet, Allah'tan korkma ile insanlardan
korkma konusundaki bilinçsizliğe işaret etmektedir.
Korkunun dengesi insanlardan yana bozulursa, bu
durum, Allah'ın ayetlerini değiştirmeye kadar uzanan bir dizi olumsuz
davranışa sebep olabilir. İnsanların baskısından doğan korku, bir hastalık
haline gelirse, en değerli şeyi elden çıkarma gibi çok kötü bir davranışa
kaynaklık yapabilir. Maide/44 ayeti buna işaret etmektedir:
Şu halde insanlardan korkmayın, benden korkun.
Ayetlerimi az bir bedel karşılığında satmayın.
Ellerindeki kutsal kitabın ayetlerini az bir bedei
karşılığında satan, yani değiştiren insanların, aslında bu kötü işi insanlardan
korktukları için yaptıklarını ifade eden bu ayet, çok ince bir davranış
psikolojisi yapmaktadır.
Bunu şöyle açıklamamız mümkündür: İnsanlardan
duyduğu korku Allah'tan duyduğu korkunun önüne geçen kimse, tanrılık vasfını
insanlara vermeye başlar. Böylece o, hastalık halini alan korku yüzünden,
tanrısını değiştirir. Yeni tanrısının ayetlerini öne alarak, Allah'ın
ayetlerini satar veya değiştirir. İşte Allah, hastalık haline gelen korkunun
insana neler yaptıracağını bildiği için, insanlardan değil, Allah'tan
çekinilmesi gerektiğini ifade buyurmaktadır.
Dengesi bozulmuş bir korkunun yaptıracağı başka
kötülükler de vardır. Bu korku insanı, vahşete kadar götürebilir, insanı,
Allah'ın ayetlerinden iyice uzaklaştıracak kadar etkili olan bu korku insanı,
çocuğunu öldürmeye bile sevk edebilir. İsra/31 ve En'am/15rde bu korkunun
etkinliği ele alınmaktadır:
(Çocuklarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyiniz). Fakirlik, korkusu hastalık halini alınca, insanı evlat katili de yapar. Bütün bu ayetleri Bakara/l 50'ye götürürsek, görülecektir ki, Yüce Allah sosyal baskının ağırlığı nedeniyle, gönüllerde hastalıklı bir korkunun doğmaması için Allah korkusunu gündeme getirmektedir. Çünkü Allah korkusu, diğer bütün korkulan tedavi etmekte ve korku duygusunu sağlıklı bir dengeye oturtmaktadır.
3. Böylece size olan nimetimi
tamamlayayım da doğru yolu bulaşınız).
Kıblesinin, yani amaç ve hedefinin belirlenmesi, yol
gösterilmesi insan için büyük bir nimettir. Bu rehberlik olmadan, hidayete
ermek mümkün değildir.
Allah'tan çok insanlardan korkmak ve bütün
davranışlarında bu korkuyu yansıtmak, insanı karanlıklara sokar ve doğru yoldan
sapmasına neden olur. Sosyal baskı ile ilahî baskının dengesini kuran sağlam
şahsiyetli insanların yetişmesini isteyen bu ayetler, insan eğitimi için önemli
kurallar tesbit etmektedir, insanın sosyal hayatim ve psikolojik alemini
düzene sokmak kadar önemli bir nimet var mıdır? Bu nimet insanı doğru yola
sevkedecek ve böylece hidayete erdirecektir.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Ekonomik
nimetlerin yanısıra, manevî psikolojik ve sosyolojik nimetler de vardır.
Psikolojik mutluluk ve sosyolojik huzur birleşince, üçlü bir nimet ile karşı
karşıya kalınmaktadır. Maddî hayatimizi düzenleyen ve kolaylaştıran bütün
imkanlar maddî nimeti; psikolojik ve sosyal hayatimizi düzenleyen,
kolaylaştıran ve mutlu kılan oluşumlar da manevî nimetleri meydana
getirmektedir. Mesela: Elbise nimetindan mahrum olan kimsenin hem ayıp yerleri
görünür, hem de kendini soğuğa karşı koruyamaz. Takva elbisesine sahip olmayan
kimse ise, manevî çıplaklıkla, dolayısıyla da şeytanın vesvesiyle karşı karşıya
kalır. İşte Yüce Allah'ın, Bakara/l 42'den 150'ye kadar koyduğu kurallar,
manevî bir nimet olan takva nimetini tamamlamaktadır. Öyle ki o nimet olmadan
hidayete erişilemez.
[171]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/23-24.
[2] Kehf/15; Beyyine/1'de de
aynı manaya gelmektedir.
[3] Mâide, 5/92; A'raf, 7/184;
Yûnus/%; Nûr/25; Yâsin/12, 69; Mâide/15; Sâffât/106.
[4] Fahruddin Razi, age,
III/205.
[5] Fahruddin Razi, age,
III/205.
[6] Fahruddin Razi, age, III/205.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/24-31.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/31-34.
[9] Bkz. Fahruddin Razi, age,
IH/207.
[10] Fahruddin Razi, age,
III/209.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/34-40.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/40-46.
[13] Bkz. Zemahşerî, age, 1/296;
Fahruddin Razi, age, m/218, İbn Abbâs, Kâdî ve Nesefî de aynı manayı
vermektedirler.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/46-47.
[15] Bu görüş, Hasan Basrî, Şabî,
Herime, Ebu'l-Aliye ve Katade'ye aittir.
[16] Atâ ve Ubeyd b. Urneyr bu görüştedir.
[17] Süddî de bu iddiada
bulunmuştur. Bu alternatif görüşler Fahruddin Razi tarafından nakledilmiştir.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/47-52.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/52.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/53-56.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/56-57.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/58-62.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/62-63.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/63-65.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/65-67.
[26] Zemahşerî, age, 1/299;
Fahnıddin Razi, age, m/239-242. Diğer müfessirler de bunlardan nakletmektedirler.
Ayrıca İbn Kesîr, I/130'a bakılabilir.
[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/67-68.
[28] Fahruddin Razi, age, İÜ/242;
Süleyman Ateş de aynı görüşü nakletmektedir.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/68-73.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/73-78.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/78.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/78-80.
[33] Tâcu'l-Arûs, Beyân md.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/80-82.
[35] Razi, age, III/252.
[36] Razi, age, III/252.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/82-83.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/83-84.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/84-87.
[40] Yusuf Ali, The Holy Quran,
Text, Tranlation and Comermentary, USA, 1983, s. 45.
[41] Yusuf Ali, age, s. 45.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/87-94.
[43] İsfehani, age, s. 226.
[44] İsfehani, age, s. 226.
[45] Elmahh Hamdi Yazır, age, c.
1, s. 372.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/94-99.
[47] Fahruddin Razi, age, c, I,
s. 290.
[48] Müslim, Zikr, 73.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/99-104.
[50] La halake leh ifadesi, çok
ayıp, adi, utanç verici, rezil, alçakça, kepazelik, adi, bir işe yaramayan ve
değersiz arkadaş manalarına gelmektedir.
[51] Fahruddin Razi, age, c. m,
s. 292.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/104-107.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/107-108.
[54] Bu mana Yusuf Ali'ye aittir.
İsfehani, sevabın yazıldığı yer, İbn Abbas ise, insanların iştiyakla yöneldiği
bir hedef, bir kutsal sığınak manalarını vermektedir.
[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/108-111.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/111-112.
[57] Zemahşeri, age, c. I, s.
302. Aynı bilgiyi Fahruddin Razi ile Elmalıh Hamdi Yazır da nakletmektedir.
[58] Fahnıddin Razi, age, c. m,
s. 296.
[59] Buhari, Cuma, 11; Cenaiz,
33.
[60] Elmalılı Hamdi Yazır, age,
c. I, s. 376; Fahnıddin Razi, age, c. IH, s. 296.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/112-116.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/116-120.
[63] Isfehani, age, s. 160.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/120.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/121-123.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/124.
[66] İbn Mübarek,
Garibu'l-Kur'an, Beyrut, 1985, s. 79.
[67] Fahruddin Razi, age, c. 3,
s. 300.
[68] Zemahşeri, age, s. 303.
[69] Fahruddin Razi (Keffal'den
naklen).
[70] Fahnıddin Razi, age, c. 3,
s. 300; İsfehani, age, s. 490.
[71] Fahruddin Razi, age, c. 3,
s. 300.
[72] Muhammed Esed, Kur'an
Mesajı, s. 30, dipnot 87.
[73] Fahnıddin Razi, age, m, s.
307.
[74] Fahnıddin Razi, age, m, s.
308.
[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/124-136.
[76] Fahnıddin Razi, age, m, s.
302.
[77] Fahruddin Razi, age, m, s.
301.
[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/136-138.
[79] Ebu Davud, Vesaya, 6;
Tirmizi, Vesaya, 5.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/138-140.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/140-141.
[82] Hazin yüklenmek, diğer
müfessirlerse günahın başını çeken manası vermişlerdir.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/141-151.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/152-154.
[85] İsfehanî, age, 118.
Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın
Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/154-156.
[86] İbn Mace, Zühd, 22.
[87] İmam Gazâlî, İhya, Beyrut,
ts, c. ffl, s. 192-194.
[88] Keşşaf, Rasri, Hazin ve
Nesefi A'raf/99'daki afv kavramına "kolaylık" manası vermişlerdir.
İbn Manzur da bu ayette geçen afva Hz. Peygamberin kolaylık anlamı verdiğini
söylemektedir.
[89] Fahnıddin Razi'nin bu anlama
yakın izah yaptığı görülmektedir.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/156-168.
[91] Hayr kavramının Kur'an'daki
manalarını Bakara/105'teki izahımızda bulabilirsiniz.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/168-169.
[93] Elmalılı Hamdi Yazır, age,
5/497-498.
[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/170-172.
[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/172.
[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/172-176.
[97] Bakara/144, 149; Nahl/58;
Zariyat/29; Mülk/22 ayetlerinde bu anlamı ifade etmektedir.
[98] Âl-i İmran/20; Nisa/47;
En'am/79; A'raf/29; Lokman/22; Zümer/24.
[99] Ra'd/22; Rum/38-39; İnsan/9;
Leyl/20 ayetlerinde de aynı manadadır.
[100] Kasas/88’de de bu manayı
ifade etmektedir.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/176-180.
[102] Kitap ehlinin dinde ihtilafa düşmelerinin nedeninin
kıskançlık olduğunu şu ayetler de vermektedir Âl-i İmran/19; Şura/14,
Casiye/17.
[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/181-184.
[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/185-189.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/189-190.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/190-194.
[107] Bu kavramların manaları için
lugatlara bakılırsa, bu tasnif anlaşılır. Aynca bkz. A. Yusuf Ali, The Holly
Quran, 120. dipnot.
[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/194-195.
[109] Bu ayetin diğer izahları
için bkz. Fahruddin Razi, Tefsir-i Kebir, c.
III,
s. 397-398.
[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/195-198.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/198-200.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/201-204.
[113] Razi din; Hazin din ve yol;
İbn Abbas din ve kıble; A. Yusuf Ali, din; Keşşaf tutulup gidilen yol;
Şehristani din, şeriat ve milleti eşit anlamlı kelimeler olarak görmektedir.
[114] İbn Manzur, age, millet mad.
[115] Farabi, Kitabu'l-Mille,
Beyrut, 1968, s. 48.
[116] Farabi, age, s. 46
[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/205-206.
[118] Keşşaf, bu ayetteki millet
kavramına, ahlâk, Hazin din, şeriat \e tevhid; İbn Abbas din; Fah-ruddin Razi
metot, Yusuf Ali ise yollar manasını vermiştir.
[119] Seyyid Kutub, Kur'an'ın
Gölgesinde (trc. Bekir Karlığa ve arkadaşları), İstanbul, 1976, K/260.
[120] Bu manayı Yusuf Ali
vermiştir.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/206-208.
[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/209-210.
[123] Fahruddin Razi, age, c. 3,
s. 407.
[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/210-212.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/212-213.
[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/213-216.
[127] Fahruddin Razi, age, c. 3,
s. 434; Keşşaf da İbn Abbas ve Mücahid'in görüşünü benimsemiştir.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/216-222.
[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/222-224.
[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/225-226.
[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/227.
[132] Fahnıddin Rari, age, c. 10,
s. 266-267.
[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/228-230.
[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/230-232.
[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/233.
[136] A. Yusuf Ali age,
Adiyat/9"un yorumunda.
[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/233-237.
[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/237.
[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/237-239.
[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/239-241.
[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/241-242.
[142] Keşşaf, age, c. 1, s. 312.
Aynı görüşü Fahruddin Razi de nakletmektedir.
[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/242-245.
[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/245-247.
[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/248-250
[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/250-252.
[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/252-253.
[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/253.
[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/253-256.
[150] Fahnıddin Razi, age, c3, s.
511-514.
[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/256-258.
[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/259.
[153] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/259-261.
[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/262-265.
[155] Kitab-ı Mukaddes (Eski ve
Yeni Ahit), Tesniye, Bab: 18, ayet 15 ve 18; İstanbul 1976.
[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/265-268.
[157] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/268-269.
[158] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/269-270.
[159] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/270-272.
[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/273.
[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/273-275.
[162] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/275-276
[163] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/276-280
[164] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/281-283.
[165] Zemahşeri, age, c. 1, s.
320.
[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/283-287.
[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/288-290.
[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/290-291.
[169] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/291-295.
[170] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/295-297.
[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/297-301.