Nefislerinin Arzulamadığı Şeylere Toplumun Tepkisi: 4

Beyyene Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları: 4

Heva Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları: 7

Kilitli Kalp Ve Allah'ın Laneti: 8

Yahudiler, Başkalarının Kendi Dinlerine Karşı Takındıkları Tavrı İslâm'a Karşı Takınmışlardır: 10

Hasetten Ötürü İnkar Ve Cezası: 13

Bağy Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 13

Mehîn Kelimesinin Kur’andaki Manaları: 15

İnançta Fanatiklik: 15

Hz. Musa'ya Karşı Takınılan Tavır: 17

İman Şirki Emreder Mi?. 17

Ahiret (Cennet) Hiç Kimsenin İnhisarında Değildir: 19

Kötü Ameller Ahireti Temenni Etmeyi Engeller: 19

İnançsız İnsanlar Hayata Tutku Derecesinde Düşkündürler: 20

Allah'a, Meleklere, Peygamberlere Cebrail Ve Mikail'e Düşmanlık: 21

Adüvv Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 21

Büşra Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 23

Ayetleri Ancak Fasıklar İnkar Eder: 25

Ayet Kavramının Kur’an’daki Manaları: 25

Beyyinât Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 26

Fasıkların Diğer Davranışları: 27

Kitabı Arkaya Atmak: 27

Nebeze Kelimesinin Kur’andaki Manaları: 28

Sihir Ve Zararları: 29

Sihir Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 31

İzn Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 33

Halk Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 35

Yüce Allah İmanı Ve Salih Ameli Ödüllendirir: 37

Mesube Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 37

Peygamber'le İlişkileri Düzenleme: 38

Ra' Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 38

Nazara Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 40

Kafirler İnananların İyiliğini İstemezler: 42

Hayr Kavramının Kur'an'daki Manaları: 42

Kur'an'da Nesh Meselesi: 43

Nesh Kelimenin Kur'an'daki Manaları: 43

Nesee Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 48

Hadis Ayeti Nesheder Mi?. 49

Mutlak Hakim Allah'tır: 50

Veli Kavramının Kur'an'daki Manaları: 50

Peygamberi Sorguya Çekmek: 55

Kitap Ehlinin Hasedi: 56

Haset Nimete Karşı Olur: 56

İnsan Yaptıklarını Allah Katında Bulacaktır: 61

Kitap Ehlinin Kuruntusu: 62

Bütün Benliğin Allah'a Teslim Edilmesi: 63

I. Esleme (Teslim Olmak) Kelimesinin Manaları: 63

II. Vech (yüz) Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 64

Farklı İnanç Gruplarının Çatışması: 66

Mescitte İbadeti Engellemek Ve Mescitleri Tahrib Etmek: 68

Allah Her Yerde Hazır Ve Nazırdır: 69

Allah Çocuk Edinmiş Midir?. 70

Varlıkların Oluşumu: 71

Kada kavramının Kur’an’daki Manaları: 71

Kalplerin Benzeşmesi: 73

Hz. Peygamberin Görevleri: 73

Bilgiye Muhalefet Allah'ın Dostluk Ve Yardımından Mahrumiyete Sebep Olur: 75

Millet Kavramının Kur'an'daki Manaları: 75

Kitabı Hakkıyla Okumak: 77

Tilavet Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 77

Küfran-I Nimetin Cezası: 78

İmtihansız Atama Yapılmaz: 78

Beytullah Bir Üniversitedir: 80

Akif Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 82

Güven Ve Ekonomi: 83

Hz. İbrahim İle İsmail'in Kabe'yi İnşaası: 84

Babanın Önce Kendisi Sonra Nesli İçin Dua Etmesi: 84

Nusuk Kavramının Kur'an'daki Şu Manaları: 85

Hz. İbrahim'in, Neslinden De Peygamber Çıkarılmasını İstemesi: 86

Ba's Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 86

Dinden Dönmek Beyinsizliktir: 88

Rağıbe Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 88

Sefih Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 88

Alemlerin Rabbine Teslim Olmak: 90

Babanın Çocuklarına Vasiyeti: 90

Geçmiş Değil, İçinde Bulunulan Zaman Yaşanmalıdır: 91

Müslümanlara Karşı Kitap Ehlinin İttifakı: 92

Allah'a İnanan, Peygamberler Arasında Fark Gözetmez: 93

Anlaşmazlığın Sebebi: 93

A. Şikak Kavramının Maddî Anlamları: 94

B. Şikak Kavramının Manevî Anlamları: 94

Allah'ın Boyası: 95

Herkesin Ameli Kendinedir: 96

Hacce Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 96

Muhlis Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 97

Hakikati Gizlemek Zulümdür: 99

Herkesin Kazandığı Kendinedir: 100

Kesb Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 100

Dar Kafalıların Soruları: 101

Orta Yolun Toplumu: 102

Ümmet Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 102

Vasat Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 102

Şahit Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 103

Gönlün Razı Olacağı İşi Yapmak: 105

Bilgiden Sonra Hevaya Uymak Zulümdür: 106

Bildiği Halde Hakkı Gizlemek: 107

Hakikatten Şüphe Edilmez: 108

Herkesin Bir Kıblesi Vardır: 109

Mescid-i Harama Yönelmek Allah'tan Gelen Bir Haktır: 110

Mescidi Harama Yönelmenin Diğer Getirileri: 111


Nefislerinin Arzulamadığı Şeylere Toplumun Tepkisi:

 

87. Yemin olsun ki biz Musa'ya Kitab'ı verdik. Ondan sonra peşpeşe peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da mucizeler verdik. Ve onu Rûhu'l-Kudüs ile destekledik. Nefsinizin arzulamadığı şeyleri söyleyen bir elçi geldikçe ona karşı kibirlendiniz, bir kısmını yalanladınız, bir kısmı­nı da öldürdünüz.

Uz. Musa'ya kitap verilmesi konusu, Bakara/53'te izah edilmişti. Bu se­beple, ayetin bu kısmını burada tekrar ele almıyoruz.

1- (Ondan sonra peş peşe peygamberler gönderdik).

(kaffeynâ=peş peşe gönderdik) ibaresi, eğitim faaliyetinin bir süreç olduğunu ifade etmektedir. Bu kelime sözlükte, takip etmek, ondan sonra göndermek, kafiyeli şiir yazmak, izini takip etmek manalarına gelir.

Mü'minun suresinde (tetrâ) kavramının, erselnâ (gönderme) fiiliyle birlikte kullanılmasından (kaffeynâ) kelimesiyle eş anlamlı olduğu an­laşılmaktadır:

Sonra peygamberlerimizi peş peşe gönderdik. [Mü'minun/44]

Hz. Musa'dan sonra ardarda peygamberler gönderilmesi, Allah'ın, Hz. Musa ile Hz. İsa arasındaki insanlığı sıkı bir peygamberi eğitimden geçirdi­ğini göstermektedir.

Peygamberlerin peşpeşe gönderilmesinin vurgulanması, peygamberlerin birbirini tasdik ettiklerine, aynı yolu izlediklerine, aynı ilkeleri tebliğ ettikle­rine işaret etmektedir. Toplumların gelişmesiyle ortaya çıkan yeni problem­lerin çözümü için getirilen hükümler hariç, peygamberler aynı amacı ve o amaca giden aynı yolu takip etmişlerdir.

Peygamberlerin bu durumu, taklitçilikle vasıflandınlamaz. Buradaki ta­kip, aynı evrensel değerleri yaşatma, hakikate doğru yürüme ve tek yol olan Allah'ın yolunun öğretilerini tebliğ amacına yönelik olup farklı toplumlarda, farklı şartlar altında evrensel değerlerin yaşatılabilmesi çabası; farklı çözüm yollarıyla aynı neticeye ulaşma gayretidir.

Peygamberlerin birbirini tasdik etmeleri, birbirinin izinden yürümeleri, bilgi dahilinde olduğu için, körü körüne bir takip, ya da taklit değildir.

Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme! [İsra/36]

Bilinmeyen şeyin ardına düşülmesinin yasaklanması, bilinen şeyin ardına düşülebileceğini gösterir. Peygamberlerin birbirini izlemesi, bir bilgi ve bi­lincin izlenmesinden başka bir şey değildir.

2. (Meryem oğlu İsa'ya da mucizeler verdik).

Ayette yer alan (beyyinât) kavramını açıklayarak, Hz. İsa'ya verilen şeylerin ne olduğunu ortaya çıkarmak gerekiyor. (beyyene), açık olmak, aşikâr olmak, meydana çıkmak, aydınlanmak, berrak olmak manalarına gel­mektedir, (beyyene) cer harfiyle kullanılınca kısımlara ayrılmak, tefrik etmek, birinden ayrılmak anlamını ifade etmektedir. Görünür hale getirmek, ilan etmek, ifade etmek, göstermek, isbat etmek, anlatmak, açmak, farklılaş­mak manalarına da gelmektedir.

(beyyene) kavramı Kur'an'da çeşitli kalıplarıyla farklı manalar ka­zanmaktadır: [1]

 

Beyyene Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları:

 

1) Hakikati açıkça ilan etmek

Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve hakikati açıkça ilan edenler baş­kadır. [Bakara/160]

Ayette (beyyene) kalıbında fiil olarak gelmiş olup hakikati gizleme­yerek net bir şekilde ortaya koyanlar manasına gelmektedir.

2)  Gücünü göstermek

Ey insanlar! Eğer yeniden dirilmekten şüphede iseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alekadan, sonra uzuvları belli-belirsiz et par­çasından yarattık ki, size kudretimizi gösterelim. [Hac/5]

3)  Konulan açıklamak

Allah'ın kanunlarını onlara iyice açıklasın diye, her peygamberi kendi kavmi­nin diliyle gönderdik. [İbrahim/4]

Andolsun ki biz size meseleleri açıklayan ayetler indirdik. [Nur/34]

Bu ayetlerde (mübeyyinât) çoğul bir kalıpla gelmiş olup 'açıklayıcı' manasını ifade etmektedir.

4)  İhtilafları açıklayıp çözmek

Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. [Nahl/64]

Ayrılığa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim. [Zuhruf/63]

Birinci ayette, ihtilafa düşülen konulan açıklayıp çözen kitap, ikinci ayet­te ise ihtilaflan açıklayıp çözen Hz. İsadır. Hz. İsa, beyyinât (delil ve muci­zeler) ile bu ihtilaflan açıklayıp çözmektedir.

5) Ayırmak

Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. [Baka­ra/256]

(tebeyyene) kalıbıyla "ayırmak, ayrılmak" anlamını ifade etmekte­dir. İyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın, güzel ile çirkinin birbi­rinden ayrılmasını ifade için bu kavram kullanılmaktadır. Bu da farkları or­taya çıkarmak demektir.

6) Dikkatlice araştırmak

Ey iman edenler! Allah yolunda savaşa çıktığınız zaman iyice araştırın. Size selam verene, dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek, 'Sen mü'min değilsin' demeyin. Çünkü Allah'ın nezdinde sayısız ganimetler vardır. Önce­den siz de böyleyken Allah size lütfetti. O halde iyi araştırın. Şüphesiz ki Al­lah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. [Nisa/94]

Bu ayette emredilen araştırma, hakkında inanan veya inanmayan değer­lendirilmesi yapılmadan önce kişinin iyice araşünlmasını ifade etmekte olup iyice araştırıp dinlemeden, insanlar hakkında bir değerlendirme yapmanın günah olduğu ifade edilmektedir. Her tarihte insanlar, gruplara ve mezheple­re ayrılarak birbirleri hakkında değerlendirmeler yapmış ve yapmaktadırlar. İnsanları bir takım yanlışların içinde görerek, imanları hakkında karar ver­menin yanlışlığına işaret eden bu ayet, araştırma yapmadan böyle kararların verilmesini haram kılmaktadır.

Ey iman edenler! Bir fasık size bir haber getirirse, o haberin doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de, sonra yaptığını­za pişman olursunuz. [Hucurat/6]

Bu ayet de, bir insana herhangi bir tavır koymadan, ona bir muamelede bulunmadan önce, gelen haberlerin araştırılmasını öngörmektedir. Pişman olmamak için gereken araştırmanın yapılmasını salık vermektedir. Çünkü fasıklann taşıdığı haberlerin doğru olmama ihtimali vardır.

7) Açık bir delil

İsrailoğullan'na sor, onlara ne kadar açık deliller verdik! [Bakara/211] De ki: "Ben Rabbimden apaçık bir delile dayanmaktayım". En'am/57]

Yok olacak olan apaçık bir delili görüp yok olsun; yaşayacak olan da açık bir delili görüp yaşasın. [Enfal/42][2]

Yüce Allah insanları delille, başka bir ifadeyle mucizeyle eğitmektedir. Bazan bir delil/mucize yeterli olmayabilir; böyle hallerde daha çok delil kul­lanılmaktadır. Birinci ayette olduğu gibi, İsrailoğullan'na, bu meyanda, pek çok deliller verildiği ifade edilmektedir.

Deliller, peygamberin dayanakları, yani güç aldıkları kaynaklardır. İkinci ayette de, peygamberlerin eğitiminin delile dayandığı beyan edilmektedir.

Üçüncü ayette, ölecek ve yaşayacak olanların açık bir delili görmeleri öngörülmektedir. Böylece, insan aklının, ağır bir şokun etkisi altında kalarak gerekli olan ruhsal değişimi gösterebilmesini temin edecek olan mucizeye beyyine (açık delil) denmektedir. Beyyine veya beyyinelerin, Allah tarafın­dan tamamen bir eğitim aracı olarak kullanıldığına şahit oluyoruz.

8) Açık

(mübeyyine) şeklinde kullanılınca, ahlâkî bir davranışın sıfatı ol­maktadır:

Açık bir fuhuş işlemedikleri müddetçe... [Nisa/19]

Ey Peygamber hanından! Sizden kim açık bir hayasızlıkta bulunursa... [Ahzab/30]

Meğer ki, apaçık bir hayasızlık yapmış olalar... [Talak/l]

Bu ayetlerde, yapılan bir davranışın kesinliğini ifade etmektedir. Fuhuş yaptığı açıkça biliniyorsa, o davranışın sıfatı olarak mübeyyine kavramı kul­lanılmaktadır.

9) Apaçık

(mübîn) şeklinde, Kur'an'da pek çok davranışın sıfatı olduğu gibi, iyi değerlerin de sıfaü olmaktadır: Şeytanın düşmanlığı [Bakara/168]; bir sapıklık içinde bulunma [Âl-i Imran/164]; Kur'an'ın büyü olduğu iddiası [En'am/7]; bir damla sudan yaratılan insanın apaçık hasım olduğu [Enfal/4]; dengeli bir imana sahip olmayan insanın dinî yaşantısının hüsran olduğu [Hac/11]; yapı­lan iftira [Nur/12]; toplumu karıştırmak [Kasas/18]; insanın nankörlüğü [Zuh-ruf/15] açık/apaçık) kavramıyla tavsif edilmektedir.

Mübîn kelimesi tebliğ, uyarıcı, sultan, hak, imam, Kur'an, kitap, imtihan[3] kavramlarına da sıfat olmaktadır. Demek ki Allah'ın Hz. İsa'ya verdiği muci­zeler, hakikati ilan ediyor, Allah'ın gücünü gösteriyor, kanunları açıklıyor, ih­tilafları açıklayıp çözüyor, iyi ile kötüyü ayırıyor, doğruyu araştırıyor, apaçık isbat ediyor, ahlâkî davranışların niteliğini belirliyor ve nihayet pek çok de­ğerin ve yanlış davranışların sıfatı oluyor. Mucizelerin bu işlevi, eğitim faali­yetinin nelerle meşgul olması gerektiğine de ışık tutmaktadır.

Eğitim faaliyeti, Allah'ın bu uygulamasının yeryüzündeki yansıması ol­malıdır. Eğitim, hakikati ilan etme faaliyeti olup tabiat olaylarını anlatarak ve deşifre ederek Allah'ın kudretini göstermeli ve insanları imana davet etmeli­dir. Yaratıklardan yaratıcıya, eserden müessire giden yolu açmalıdır. Eğitim, insanların ihtilaflarını açıklayıp çözüme ulaştıracak faaliyeti gerçekleştirme­lidir. İyi ile kötüyü belirleyip birbirinden ayırmalı ve böylece insanların iyi­den, doğrudan ve haktan tiksinmelerini önlemelidir. Bu ayıncüığıyla, insan­lara bir şeyi kabul ettirmek için dayatma yapmak yerine, deliller getirerek meseleleri isbatlamalı; delillerden doğruya gitme yollarını göstermelidir. Açıklık ilkesini eğitim faaliyetinin merkezine oturtmalıdır.

İşte, Hz. İsa'nın Allah'tan aldığı bu beyyinelerin yerine getirdiği faaliyet­ler bunlardı. Bunlar beşerî eğitimin de uğraşılan içinde olmalıdır. Bu uğraşı­lar, eğitimin hem değiştirici yanını kuvvetlendirecek, hem de kalitesini arttı­racaktır.

3. (İsa'yı Kutsal Ruh'la destekledik).

(eyyede) fiili, destek çıkmak, yardım etmek, kuvvetlendirmek mana­larına gelmektedir. İsim olarak 'güç' demektir. Yüce Allah sadece Hz. İsa'yı değil, diğer insanları da desteklemektedir. Kutsal Ruh'la desteklemek, ilahî yardımı ifade eder.

Yüce Allah Rûhu'l-Kudüs ile Hz. İsa'yı destekledi. Hz. Peygamber'e de Kur'an'ı Rûhu'l-Kudüs indirmiştir:

Onlara de ki: "Kur'an'ı Rûhu'l-Kudüs [Cebrail] -iman edenlere sebat vermek, miislümanlar'a bir hidayet ve bir müjde olmak için- Rabbinin katından hak olarak indirdi". [Nahl/102] Rûhu'l-Kudüs'ün başka bir sıfatı da Rûhu'l-Emîn'dir:

Kur'an'ı, Rûhu'1-Emîn, uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir. [Şuara/193-195]

Diğer taraftan, Bakara/87'nin bir bölümünü teşkil eden (İsa'yı Kutsal Ruh ile destekledik) ifadesinin bir benzeri de Mücadele suresinde bu­lunmaktadır:

Allah, katından bir ruh ile onları desteklemiştir. [Mücadele/22]

Bundan anlaşılıyor ki, Cebrail'in görevi peygamberlere vahiy getirmekle bitmemiştir. O, insanlara ilham taşımakta ve şuurlu mü'minleri destekleme görevine devam etmektedir. Mücadele/22 ayetini tefsir ederken, Cebrail'in hangi tip insanları desteklediği anlatılacaktır. Demek ki Cebrail'in desteği umuma açıktır. Yeter ki o desteğe layık olacak bir toplum oluşturulsun.

Yüce Allah'ın bir peygamberi, Rûhu'l-Kudüs (Kutsal Ruh) ile destekleme­si bir ayrıcalık olup peygamberlerin birbirinden üstünlüğü konusunda bir öl­çüdür:

O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir. Meryem oğlu İsa'ya açık mucizeler verdik ve onu Rûhu'l-Kudüs ile güçlendirdik. [Baka­ra/253]

Ayet, peygamberlerin hepsinin aynı seviyede olmadığını, bazılarının di­ğerlerinden daha üstün olduğunu, üstün olmanın ana ölçütlerinin ise Allah'ın bizzat konuşması, apaçık deliller vermesi ve onları Kutsal Ruh'la destekle­mesi olduğunu açıklığa kavuşturmaktadır. Böylece hangi peygamberlerin, hangi nedenlerle üstün oldukları anlaşılmaktadır.

Bakara/253'te, Hz. İsa'nın bizzat zikredilmesi, şu önemli sebebe mebnidir: Burada Hz. İsa'nın peygamberliği bütün dünyaya ilan edilmektedir. Çünkü ona Allah'ın oğlu diyenler vardı. Bazı hristiyanlar onu tannlaşünyordu. Yu­karıdaki ayette genel ölçüler verildiği halde, Hz. İsa'nın bizzat anılması bu açıdan manidardır.

"Kutsal Ruh" kavramındaki ruh kelimesi, neyi ifade etmektedir? Eğer "Kutsal Ruh"tan maksat Cebrail ise, niçin ona Allah, Ruh demiştir? Bu kav­ram, Cebrail'in, peygamberlerin gönlüne ruh gibi sızdığını ifade etmektedir:

Allah'ın izniyle Kur'an'ı senin kalbine Cebrail indirdi. [Bakara/97]

Demek ki Cebrail, Kur'an mesajını Hz. Peygamber'in kalbine indirecek kadar ruhanî bir yapıya sahiptir. Ruh, görünmez olup insanın vücuduna işle­yecek bir yapıya sahiptir. Cebrail'in -bu işlevi gereği- ruh mahiyetinde oldu­ğu anlaşılmaktadır.

Fahruddin Razi, ruh hakkında şöyle diyor:

Beden nasıl ruhla dinliyorsa, din de Cebrail ile hayat bulmaktadır.[4] Yine Razi bu hususta şöyle diyor

Rûhu'l-Kudüs'ten maksat, İncil'dir. Nitekim Yüce Allah, Kur'an'da "Emrimiz­den bir ruh..." [Şura/52] buyurmuştur. Kur'an gibi, İncil de ruh olarak adlan­dırılmaktadır. Çünkü din, İncil'le hayat buldu, dünyevî işler onun vesilesiyle intizama girdi.[5]

Razi, îbn Abbas ve Said b. Cübeyr'den rivayetle ruh'un, Hz. İsa'nın ken­disiyle ölüleri dirilttiği isim olduğunu söylemektedir.[6] Bu alternatif izahları, bir bütün haline getirdiğimizde, aslında hepsinin de Cebrail'in görevlerine işaret ettiği anlaşılır. Ancak, Kutsal Ruh'un, kutsal kitap olduğunu iddia eden görüş, Cebrail ile kutsal kitabı aynileştirmektedir.

Kutsal kitabı taşıması sebebiyle Cebrail'e de ruh ismi verilmiş olabilir. Ruh olma özellikleriyle Cebrail ve ilahî kitap, aynı işlevi görmektedirler. Böylece farklı görüşlerin ortak noktası, görevlerde ortaya çıkmaktadır.

Allah'a ait olduğu halde, bu ve benzeri ayetlerde takdis sıfaü, Cebrail ve­ya kutsal kitaba nasıl verilmektedir? Bunun cevabı, onların Allah tarafından gönderilmiş olmalarıdır.

4. (Demek ki, size ne zaman bir peygamber hoşunuza gitmeyen bir şey getirirse, ona uymayı kibrinize yedi-remeyip kafa tutacaksınız; kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz, öyle mi?)

Yüce Allah, ayetin bu kısmında nefisle peygamberin getirdiği şey arasın­daki çatışmayı ele almaktadır. Ayetin bu kısmından şu sonuçlan çıkarabiliriz:

A.  İlahî vahiy ile çatışan akü değil nefistir.

Bazı insanlar bunun farkına varamadıkları için, vahiyle aklın çatıştığını zannetmişlerdir. Ayet, peygamberlerin getirdikleri vahiyle ve bu vahyin in­sandan istedikleri şeylerle çatışanın nefis olduğunu net bir şekilde göster­mektedir.

B.  Gelişmemiş ham nefis, insanı daima olumsuz etkilemektedir:

Bununla beraber, nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, aşın şekilde kö­tülüğü emreder. [Yusuf/53]

Gelişmemiş, ham nefis insana kötüyü dayatır. Bu dayatma neticesinde in­san, peygamberin getirdiğine tepki göstermeye başlar.

C. Madem ki vahye karşı koyan nefsin arzulandır; öyleyse eğitime, nefis eğitimiyle başlamak gerekir. Böylece ayetin bu kısmı, eğitime hedef göster­mektedir. Nefsin entrikaları görmemezlikten gelinerek eğitim faaliyetinin ba­şarıya ulaşması mümkün değildir.

Ayette yer alan heva kavramını izah ederek, onun insanı nasıl etkilediğini göz önüne serebiliriz.   (heva)nın anlamlan şunlardır: [7]

 

Heva Kelimesinin Kur’an’daki Anlamları:

 

1) Yıkılmak, mahvolmak

Gazabımın çarptığı kimse, gerçekten yıkılıp gitmiştir. [Taha/81]

Heva kavramı bu ayette fiil olarak yer almakta ve Allah'ın gazabının in­sanda meydana getirdiği etkinin derinliğini ve zararını ifade etmektedir.

2) Batmak

Battığı zaman yıldıza andolsun. [Necm/1]

Birinci manaya yakın olmakla beraber, kelimeye tamamen fizikî bir ma­na yüklenmektedir.

3) Nefsin meyletmesi

Artık sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meyledici kıl! [İbra­him/37]

4) Sürüklemek

Kendisine ortak koşmaksızın Allah'ın birliğini tanıyanlar olun. Kim Allah'a şirk koşarsa, sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere sürüklemiş gibidir. [Hac/31]

Nefsin hevası insanı etkileyip başka yönlere doğru sürüklediği için, bu iş­levin manasını yüklenmiştir. Rüzgarın önüne düşüp sürüklenen bir yaprak gi­bi, insan da nefsin nevasının önünde sürüklenip gider. Sürüklenmede irade sözkonusu olmadığı için bu haldeki kimsenin durumu 'heva'kelimesiyle ifa­de edilmiştir.

5) Arzu

Peygamber, arzusuna göre de konuşmaz. [Necm/3] Demek ki bir akla, bir gönüle, bir de arzulara göre konuşma vardır. Konuşmaya yön veren psikolojik güçler bunlardır. Ayrıca, nevadan kaynaklanan bir konuşma türü de vardır. Hevasının etkisi altinda kalan insanlar, elbette ar­zularına göre konuşacaktır. Peygamber'in ayırt edici özelliği ise, arzusuna göre konuşmamış ve konuşmayacak olmasıdır.

6) Heva (keyif)

Hevasını tanrı edinen kimseyi gördün mü? [Furkan/43]

Heva beslenip yayılınca, insanın tanrısı olur. İnsan da onu tanrı edinmeye başlar ve böylece kendi kendine tapan insan ortaya çıkar. Biz buna nefsine tapan insan diyoruz.

Heva, insanı yıkar, mahveder, batırır, kötüye meylettirir, iradesini elinden alıp yaprak gibi sürükler, mantık dışı şeyler konuşturur ve nihayet tutku ha­line gelerek kendine taptırır.

Bu etkileşim alanlarını meydana getiren heva, ilahî vahye karşı tepki gös­termekte mahirdir. Bakara/87'de bu özelliklerini tatbikata koyarak, peygam­berin getirdiğine karşı menfî bir tavır takınmaktadır.

İlahî vahiy akılla uygunluk arar, nefisle değil. Çünkü hamlığından kurtul­mayan nefsin, ilahî vahiyle uyuşması/örtüşmesi mümkün değildir.

Nefsin istediği şeyi söyleyen, peygambere karşı koyan duygunun adı ki­birdir. Demek ki kibirlenmek suretiyle, peygambere değil, onun getirdiği me­saja karşı koymuşlardır. Ayetteki Ç (bimâ) kelimesi bu izahımızı teyit et­mektedir. Onların nefisleri, peygamberi değil, peygamberin getirdiğini iste­miyordu. Kişiye değil, mesaja tepki sözkonusuydu. Nefislerine ters gelen, ağır gelen ve yaşantılarına uymayan, mesajdı. Şu ayet de bu durumu isbat et­mektedir:

Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler açıkça Allah'ın ayetlerini yalanlı­yorlar. [En'am/33]

Etkiyi yapan ayetler olduğu için, tepkiyi çekenler de onlardır. Hz. Mu­sa'ya, onu takip eden peygamberlere ve Hz. İsa'ya karşı gösterilen tepki, as­lında onların getirdikleri mesaja karşı olmuştur.

Nefsin istemediği şeye karşı insanın iç dünyasında bir kibir oluşmaktadır.

Kendilerini üstün gören, başkalarına haset eden insanlar, kibirlenerek onların yazdıkları kitapları okumazlar. Günümüzde de bu tip insanlar vardır. Mese­la, ilim adamı olduğu bilinen biri, aynı dalda arkadaşının yazdığı kitabın ka­pağını açıp okuma erdemini göstermez veya gösteremez. Bu psikolojik tavır, çok yaygındır. Kendi grubundan olmayan insanların yazdıkları kitabı okuma­yı, zül addederler. Kendi zihniyetlerine göre insanları gruplara ayırarak, sa­dece kendileri gibi düşünen kimselerin kitaplarını okuyan insanlar, ham kal­maya mahkumdurlar. Böyleleri bu davranışları ile aslında bilime karşı olduk­larını ve geri kalmışlıklarını ortaya koymaktadırlar.

Bu psikoloji içinde olan kimseler, Bakara/87 ayetini çok iyi anlayacak ve kendi psikolojilerini orada bulacaklardır. Kibredip, ilahî mesajı okuma cesa­retini kendinde bulamayan ve içindeki ilkeleri tanımadan olumsuz tepki gös­teren insan yığınları, günümüz dünyasını sarmıştır. Kutsal kitabın kapağını açmadan, bazı yanlış söylentileri takip ederek ilahî mesaja tepki göstermek, günümüz dünyasının büyük bir günah ve ayıbıdır. Cehaletle kibrederek ilahî mesaja gösterilen olumsuz tepkiler, bela olarak insanlığa dönmektedir. Bu, o kadar ileri gitmektedir ki, insanların birbirini yalanlamasına ve birbirlerini öldürmelerine kadar varmaktadır. İnsanlığın bu yüz karası davranışlarının analizini yapmak için Allah bu ayeti inzal buyurmuştur.

Kimi toplumların ilahî mesaja karşı olumsuz tepkileri, peygamberleri ya­lanlamaya, hatta öldürmeye kadar varmıştır. Ayet, fikir çatışmalarının za­manla öldürmeye varabileceğine işaret etmektedir. İdeolojiler ve mezhepler uğruna akıtılan kanlar, hep nefsin doğrulan istemeyip kibretmesinden kay­naklanmaktadır. Bazı peygamberlere karşı gösterilen olumsuz tepkiler, ya­lanlama safhasında kalmış, bazılarının ise hayatına mal olmuştur.

Bazı grupların, din ve mezheplerin fikirleri, onların tanrıları halini alır. O sahte tanrılar kurban isterler; kurbanlar da, karşı taraf olarak kabul edilen grup, din ve mezheplerin mensuplarıdır. Ne gariptir ki, dünya Hz. Muham-med'den önceki peygamberlere gösterilen bu olumsuz tepkileri hâlâ yaşa­maktadır.

Fikir ayrılıklarının temellerini hiç araştırmadan, karşı taraf olarak kabul edilen insanların benimsedikleri fikirleri hiç okuyup incelemeden gösterile­cek tepki, ya yalanlama ya da öldürme biçiminde olacaktır. Alternatif fikirle­re açık olmayan insanlar, kendi fikirlerini doğal olarak tannlaştıracaklardır. Tanrıların kurban isteyeceği de bir gerçektir. İnsanlığın geçmişte ve günümüzde aynı çıkmazın içinde yaşamakta olduğu, esef verici bir gerçektir. Doğruluğu belli olmayan fikirlere kurban edilen insanlar, insanlığın asaletini silip süpürmüştür. [8]

 

Kilitli Kalp Ve Allah'ın Laneti:

 

88. Yahudiler, 'Kalplerimiz perdelidir' dediler. Hayır, kü­für ve isyanları sebebiyle Allah onlara lanet etmiştir. O yüzden çok az inanırlar.

Yahudiler, Peygamber'e karşı takındıkları tavırla ilgili olarak kalplerinin kilitli olduğunu iddia etmektedirler. Dahî uyarıya karşı menfi bir tepkinin psi­kolojik açıdan analizinde gönül/kalp kavramı yer almıştır. Böylece psikolo­jinin ana konusu olan gönül/kalp, 'kilit' kavramı ile ilişkilendirilerek, "kilit­li kalp" ifadesi oluşturulmuştur. Daha önce de "mühürlenmiş kalp" [Baka­ra/7]; "hasta kalp" [Bakara/9] ifadeleri geçmişti.

Bu ayetteki (gulf) kelimesi, bir örtünün içine koymak, zarfa, kılıfına koymak, çocuğun sünnetsiz olması, anlamayan kalp manalarına gelmektedir. Gulf kavramı, iki ayette geçmektedir:

Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere pey­gamberleri öldürmeleri ve "Kalplerimiz kılıflıdır" demeleri sebebiyle (onlan cezalandırdık). Tam aksine küfürleri sebebiyle Allah o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesna, artık iman etmezler. [Nisa/155]

Bu ayetle, Bakara/88 ayeti arasında bir paralellik vardır. Bu iki ayette "kü­fürleri sebebiyle" Allah'ın onlarda bazı değişiklikler meydana getirdiğine işa­ret edilmektedir.

Bakara/88'de  (bel) kelimesinden sonra  (Allah onlara lanet etti) buyurulmuş, Nisa/155'te ise (bel) kelimesinden sonra  (Allah o kalpler üzerine mühür vurdu) buyurulmuştur.

Bakara/88'de (sözlerinden dönmeleri) ifadesi yoktur. Peygam­berleri yalanlamak ve öldürmek, her iki ayette de yer almaktadır. Baka-ra/88'de "peygamberleri yalanlamak", Nisa/155'te ise (ayetleri in­kar etmek) ifadeleri yer almaktadır.

Müfessirler, (Kalplerimiz örtülüdür/kılıflıdır) diyen yahudilerin, Hz. Peygamber zamanında yaşayan yahudiler olduğunu beyan etmektedirler.

Razi'nin naklettiğine göre, Esamm şöyle diyor:

Yahudiler, kalplerimiz örtülüdür ifadeleriyle, kalplerinin hikmetle dolu oldu­ğunu, Kur'an'a ihtiyaçları bulunmadığını kasdetmişlerdir.[9]

"Kalplerimiz örtülüdür" ifadesi, psikolojik bir kavram olup nefsin arzu­larına uymanın ve kibrin gönülde meydana getirdiği bir değişimdir. Kendile­rini bilgili görerek kibre kapılan insanların bu tavırları, bulaşıcıdır. Nefisteki tutku ve kibir gönüle sıçrayınca, kalbin gerçeğe karşı kapanmasına/örtülme­sine sebep olmaktadır. Bu ifadeden, nefisteki dalgalanmaların, gönülde çal­kalanmalar meydana getirdiğini anlıyoruz.

"Kalplerimiz örtülüdür" diyenlerin, kalplerindeki oluşumun bilincinde oldukları, kullanılan ifadeden anlaşılmaktadır. Kalplerinde kopan fırtınaların farkında olan bu insanların, değişime, yeniliğe açık olmamaları çok ilginçtir. Farkında oldukları şeyin gereğini yerine getirmemeleri, kalplerinin mühür­lenmesine neden olmuştur. Bu da bir bakıma Allah'ın lanetine uğramaları de­mektir.

Yüce Allah bu psikolojik analiziyle eğitime hedef göstermektedir. Eğitim, insanların gönüllerini kınından, kılıfından, örtüsünden çıkarıp iyiye, güzele, doğru ve hakikate yönlendirmelidir. Gönlün üstündeki örtüleri kaldırmak, iyiden yana değişimin ilk adımıdır.

Kur'an'da örtü manasına gelen başka bir kavram da, (ekinne)dir.

Onlar, "Senin bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz kapalıdır (yani örtülü­dür), kulaklarımızda bir sağırlık vardır. Seninle bizim aramızda da bir perde vardır. Sen istediğini yap, biz de yapıyoruz" dediler. [Fussilet/5]

Ayette geçen *%Ş (ekinne) kelimesi kenne'den gelmektedir. (kenne) bir şeyi örtüp saklamak, gizlemek, koparmak, gözden saklamak manalarına gelmektedir.

Ekinne bilginin, çağrı ve öğüdün kalbe girmesini engelleyen şeydir. Kılı­cın konduğu yer, yani kın'dır. Kalbin dışarıyla olan ilişkisini kesen, dışarıdan içeri gelecek öğretilere mani olan engeli ifade etmektedir. Bir bakıma kalbin devre dışı kalması, yaratılış eylemini gerçekleştirememesidir.

Böylece bu kavram, insanlar arasında mesaj iletişimini engelleyen psiko­lojik bir perde olmaktadır. Fizikî manada ekinne re gulf, insana kendi görüş alanının ötesindeki hakikat alemini göstermeyen şeydir. Fizikî manada per­de, bazen çok işe yarar. İnsanların ayıplarının görülmesini engeller; ama psi­kolojik perdenin kişiye hiçbir faydası yoktur.

İnsanlar arasındaki manevî iletişimi, Allah ile kullar arasındaki mesaj akı­mını ve nihayet insanın kendi benliği ile olan alakasını engelleyen bu perde­lerin yırtılması, kilitlerin kırılması, değişime, gelişime ve olgunluğa doğru yol almanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Eğitim faaliyetinin en önem­li görevleri arasında yer alan bu etkinliğin ihmal edilmesi, insan onurunun kaybına sebep olacaktır. Gönülleri perdeli, örtülü ve kilitli olan insanlar, na­sıl gelişip değişecek, doğruyu nasıl görecek, faydalı olanı nasıl tesbit edecek ve nihayet kamil insan olma fırsatını nasıl yakalayacaktır?

Gönlün önündeki perdeler, daha sonra cehaletin perdesi haline gelecek, aklın filizlenmesine, insanların hakikate uzanmasına, ruhların hakikat pına­rından kana kana içmesine mani olacak; insanların birbirini anlamalarına müsade etmeyecektir. Netice olarak da Allah'ın lanetini getirecek ve iman et­melerini engelleyecektir. Perdeli gönüller, lanetlenmiş gönüllerdir.

Peygamberi inkar eden yahudilerin, "Kalplerimiz kilitlidir" sözüne kar­şı, Allah'ın, (Hayır, küfürleri sebebiyle Allah onları lanetle­di) buyurması ne ifade etmektedir? Kalbin kilitli olmasıyla, Allah'ın laneti arasındaki fark ortada olduğuna göre, sorunun cevabını, Allah'ın onlara niçin lanet ettiğini beyan ederek verebiliriz.

1. Allah'ın ayetlerini yalanlayan ve peygamberleri öldürenlerin Peygam-berimiz'e,  "Kalplerimiz kilitlidir" demeleri bir bakıma, "Kalplerimiz böyle bilgi ve mesajlarla doludur, senin dediklerine ihtiyacımız yoktur" manasına gelmektedir. O zaman ayetteki ğulf kelimesi, ihtiyaç hissetmemeyi ifade et­miş olur. 87. ayette zikredilen kibirlenmenin anlamı da bu olsa gerektir.

Yahudilerin, "Kalbimiz bilgi ile doludur, senin mesajına ihtiyacımız yok­tur" demelerine karşı Allah, (hayır) buyurmaktadır ki bu, "Onların kalp­leri dolu değil, onların ilahî mesaja ihtiyaçları vardır" anlamına gelir. Böyle­ce, onların kendilerini Allah'tan, Allah'ın mesajından müstağni hissetmeleri, yani kendi kendilerine yeterli oldukları şeklindeki iddiaları Allah tarafından reddedilmektedir.

2. (inkar etmeleri sebebiyle Allah onları lanetledi).

Demek ki ilahî lanet, kulun inkarından sonra gelmektedir, inkar etmenin faili, kulun kendisidir; laneti kulun eylemi davet etmiştir. Tabii ki yahudiler, "Allah bize lanet ettiği için biz doğruyu göremedik ve anlayamadık" diyemi­yorlar. Demek ki Allah, sebepsiz yere kullarına lanet etmez. Nefislerinin hoş­lanmadığı ilahî mesajı inkar etmeleri, lanetlenmelerine sebep teşkil etmiştir.

3. Aslında onlar kendi kendilerini de inkar etmekteydiler. Anladıkları, ta­nıdıkları ve doğruluğunu bildikleri halde hakkı gizlemiş olmaları, bu anlama gelmektedir.

Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bu­na rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler. [Bakara/146]

Öz oğullarını tanıdıkları gibi, Peygamberi tanıyan insanların içlerindeki bu bilgiyi gizlemeleri, affedilecek ve mazur görülecek bir davranış değildir. Tanıdığı halde 'tanımıyorum', anladığı halde 'anlamıyorum', bildiği halde 'bilmiyorum' diyen kimse, önce kendi kendini inkar etmiş demektir. İşte bu tutarsızlık, peşinden Allah'ın lanetini getirmiştir.

Bu zihinsel çarpıklığın cezası hakkında şöyle buyurulmaktadır:

İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere, hem Allah, hem de bütün lanet ediciler lanet ederler. [Ba­kara/159]

Demek ki hakikati ve doğru yolu gizlemek, ilahî lanete sebep olmaktadır. İşte bu nedenle Bakara/88'deki küfrün ne anlama geldiği ve küfürlerine kar­şılık, onlara gelen ilahî lanetin bir zulüm olmadığı ortaya çıkmaktadır.

İnkâr etmelerinin ve hakikati gizlemelerinin nedeninin, -meselenin arka planına bakıldığında- nefislerinin hoşlanmaması olduğu açıkça görülmekte­dir. 87. ayetteki "Nefsinizin istemediği" ifadesi, inkarın ve hakikati gizleme­nin psikolojik nedenini belirlemektedir.

Böylece Yüce Allah, inkarın ve hakikati gizlemenin tahlilini yapmıştır. Yanlış davranışların, inkara varacak kadar olumsuz tepkilerin altındaki ne­den, nevasına kapılan nefistir. Nefsinin arzularını takip edenler kibirlenirler, peygamberleri yalanlarlar ve hatta öldürürler, kendilerini Allah'tan müstağni görürler, içlerindeki olumlu oluşumları bastırarak dışarıya tam tersini yansı­tırlar.

Yüce Allah'ın onlara lanet etmesi ne demektir? Lanet kovmak, uzaklaştır­mak, beddua etmek anlamını ifade eder.

"Küfürleri sebebiyle Allah onları lanetledi" [Bakara/88] ifadesinin bir benzeri de Nisa suresinde bulunmaktadır:

Allah onların kalplerini küfürleri sebebiyle mühürledi. [Nisa/155]

Bu ayetler, birbirini tefsir etmektedir. Burada Allah'ın laneti, onların kalp­lerini mühürlemek suretiyle vukubulmuştur. LaneÜemekle mühürlemek bir­birine çok yakın manalar taşımaktadır. Kalplerin mühürlenmesi, laneti tefsir etmektedir. Çünkü lanet, genel bir eylemi ifade eder.

4. Allah'ın onlara lanet etmesinin diğer bir nedeni de, Allah'a verdikleri sözde durmamalarıdır. Başka bir ifadeyle, verdikleri sözü inkar etmeleridir.

Bakara/83-84'te, Allah'ın İsrailoğullan'ndan bazı konularda söz alıp onlar­la antlaşma yaptığı ifade edilmişti. Bu antlaşmalarını yerine getirmemeleri de bu lanette rol oynamıştır, izahını yaptığımız Bakara/88'de bu husus yer alma­makla birlikte, Nisa/155'de yer almaktadır.

Sözlerinden dönmeleri, Allah'ın ayetlerini inkar etmeleri, haksız yere pey­gamberleri öldürmeleri, "kalplerimiz kilitli" demeleri, kalplerinin mühürlen­mesine sebep teşkil etmiştir. Bu noktadan hareket ederek Bakara/88'deki la­netin sebebi olan inkarın içeriğini, 87. ayette sıralanan olumsuz fiillerle açık­layabiliriz.

Allah'ın lanetine sebep olan inkarın içinde, verdiği sözü tutmamak da bu­lunmaktadır. Nisa/155 ayetine göre, "Kalplerimiz kilitlidir" sözü de lanet için bir nedendir. Aslında, Bakara/87-88 ayetleri ile Nisa/155 ayeti, determinizme işaret etmektedir: Allah'ın laneti ve kalplerin mühürlenmesi gibi neti­celer, aynı sebeplerden ileri gelmektedir. Kalplerin mühürlenmesi gibi psiko­lojik bir neticeyle, Allah'ın lanetlemesi gibi sosyolojik bir neticenin, sözünde durmama gibi sosyolojik bir sebeple, Allah'ın ayetlerini inkar etmek gibi psi­kolojik bir sebebin birleşmesinden meydana geldikleri ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah bu ayetlerle hatırlatıyor ki: Aynı sebepleri, benzer şartlar altında oluşturursanız, aynı neticelerle karşılaşırsınız.

Geçmiş toplumların hayatındaki sebep-sonuç ilişkisine dikkat çekilmekle, geleceğe projeksiyon tutulmaktadır. Gelecekte de böyle lanetlemelere uğra-nılmaması ve kalplerin mühürlenmemesi için, hangi zihinsel, düşünsel ve ah­lâkî hatalardan kaçınılması gerektiği beyan edilmektedir.

Gelecekteki oluşumların engellenebilmesi için yapılan analizler, insanları bilgilendirmek ve şuurlandırmak içindir. Yüce Allah'ın bu analizleri, tama­men eğitim amaçlıdır. Basit bir hikaye anlatımı değildir. Ahde vefasızlığın, inkarın, iyiye, güzele ve doğruya davet edenleri öldürmeye kadar menfî bir tavır takınmanın, "Kalplerimiz bilgiye doymuştur" diyerek kibirlenmenin varacağı neticeler gözler önüne serilmekte, insanları eğitmenin önemi vurgu­lanmaktadır. Bir bakıma Allah'ın bu analizleri, bir eğitim metodudur.

(O yüzden çok az inanırlar).

Ayetteki az kelimesi, iman edenlerin mi, yoksa imanın sıfatı mıdır? Fah-ruddin Razi bunun cevabını tartışmaktadır. Katade, Esamin ve Ebu Müs­lim'in görüşüne göre, iman edenlerin sıfatıdır. O zaman mana, "Onların çok azı iman eder" olur.

Az kelimesi, imanın sıfaü olursa, "İman etmeleri gereken şeylerin çok azına inanırlar" anlamına gelir. Az kavramı, onların asla iman etmeyeceği manasına da gelebilir.[10] Nisa/155'te "Onların pek azı iman eder" şeklinde geçmektedir.

Bu ifadelerden Bakara/88'de yer alanını, yani birincisini, "Çok az şeye inanırlar", diğerini de, "Çok azı inanır" şeklinde tercüme etmek mümkündür. Bazı müfessirler "imanın azlığına", bazıları da "inananların azlığına" işaret ettiğini söylemişlerdir.

Bize göre, inananların azlığından ziyade, imanın azlığı daha önemlidir.

İnananların azlığının, evrensel bir olgu olarak sunulmasının doğru olacağına inanmıyorum. İman azlığı ise her zaman, her yerde ve her insanda bulunabi­lecek bir olgudur.

"İmanın azlığı" yorumu doğru olarak kabul edilirse, o zaman imanın art­ması ve azalmasından bahsedilebilir. İmanı az olan insanlar olabileceği gibi, imanı çok olan insanlar da olabilir. Bu durumda az iman zayıf iman, çok ima-n da güçlü iman olarak nitelenebilir mi? Oysa imanın azlığı, illa da zayıflığı ifade etmeyebilir; az meselelere inanmayı ifade edebilir. Fazla şeye inanmak da, imanın güçlü olduğunu delalet etmeyebilir. Çok şeye inanıldığı halde iman zayıf; az şeye inanıldığı halde iman güçlü olabilir.

Enfal/2 ve Fetih/4 ayetine göre iman artar. Küfürlerinden dolayı Al­lah'ın lanet ettiği bu insanların iman etme ihtimali azdır. İman etme ihti­mallerinin olmayışı sebebiyle Allah onlara lanet etmiş olabilir. Çünkü Al­lah iman etsinler diye insanlara kitap göndermiştir. Her iman etmeyen la-netlenseydi, vahyin gönderilmesine lüzum kalmazdı. Allah iman etme ih­timali ortadan kalkan insanlara lanet etmektedir. Küfürden imana dönüşle­rinden, bu değişimi gösteremeyeceklerinden ümit kesilen insanlar cezalan­dırılmıştır.

Ama biz analizimizi şu noktaya çekmek istiyoruz: Nefis inkarı, inkar da laneti getirmiştir. Zaten bir sonraki ayet, lanetin kimin üzerine olacağına dik­kat çekmektedir. [11]

 

Yahudiler, Başkalarının Kendi Dinlerine Karşı Takındıkları Tavrı İslâm'a Karşı Takınmışlardır:

 

89. Daha önce kafirlere karşı zafer isterlerken, kendileri­ne Allah katından Tevrat'ı doğrulayan bir kitap gelip de, Tevrat'tan bilip öğrendikleri ile karşılaşınca inkar ettiler. İşte Allah'ın laneti böyle inkarcılaradır.

Bu ayetin içerdiği önemli konular şunlardır:

1. Allah katından gelen kitap

(Allah katından onlara bir kitap geldiğinde...)

Bir kitap ifadesinin Kur'an'a işaret ettiğinde bütün alimler ittifak halinde­dirler. Yüce Allah ile kullan arasındaki iletişimi ve ilişkiyi sağlayan ve ilahî bilginin toplandığı şeye kitap denmektedir. O, ilahî alemden beşerî aleme uzanan bir iptir. Aynı zamanda kitap, kulu Allah'a yaklaştıran bilgiler manzu­mesidir.

Dikkat edilirse Yüce Allah, "Kitabı gönderdim" demiyor, "Kitap geldi" diyor. Cümlenin öznesi 'kitap'tır. Aslında kitabı gönderen Allah'tır. Sanki ki­tabın kendisi hareket etmekte ve gelme işini o yapmaktadır. Kitap canlı mı­dır ki, Allah böyle bir ifade kullanmaktadır?

"İşte sana emrimizden bir ruh vahyediyoruz..." [Şura/52] ayetinde Allah, Kur'an'a ruh demektedir. Ruh, canlılığı ifade eder. Canlı olan şey, hareket eder. Kur'an'ın ruh [canlı] olması ile, gelmesi arasında irtibat kurulabilir. Bu­nu şöyle düşünebiliriz: Ağızdan çıkan kelimeler, başkasının kulağına doğru hareket etmiyor mu? Ses dalgalarında hareket yok mudur? İşte ilahî vahiy de, melek denen nur dalgalan vasıtasıyla peygamberin gönlüne gelmektedir. Bu durumda, hareketi veren Allah, hareketi sürdüren ise vahyin kendisi olmak­tadır. Öyleyse kitabın onlara gelmesi, vahiy sürecinin hareketi olarak kabul edilebilir.

Diğer taraftan "gelme" fiili, kitabın yazılmadığına da işaret edebilir. Eğer kitabı bir beşer yazmış olsaydı, "geldi" fiili kullanılmazdı. İnsan iradesinin dışındaki bir kaynaktan geldiği, bu ifadeden de açıkça anlaşılmaktadır.

2. (Allah katından).

Ayetin bu kısmı, kitabın nereden geldiğini açıklamaktadır. Allah katından gelmiş olması, kitabın Hz. Peygamber tarafından yazılmadığını ifade etmek­tedir. İlahî alemden beşerî aleme gelen bu kitap, Allah'ın rahmetinden, insanlık alemine uzanan bir ip vazifesini görmektedir.

Allah katından gelmeyen bir kitap, din kitabı olamaz, din koyamaz ve kut­sal kitap sıfatını alamaz.

Allah katından olması, kitabın tarafsız olduğunu da göstermektedir. Hiç­bir beşer, tarafsız ve evrensel bir kitap yazamaz. Her filozof, belli bir toplum­da doğmuş, o toplumun kültürüne göre şekillenmiş ve o toplumun yaşantısı­na göre felsefe üretmiştir. Filozoflar, yaşadıkları toplumlardan soyutlanarak ele alınamazlar; ilahî vahiy ise bu anlamda taraf ve millîlik arzetmez. "Allah katından" ifadesi, kitabın objektif olduğu hakkında güven vermektedir.

Yine bu ifade, bir insanın kendi başına bir kitap yazarak din koyamayaca­ğına da işaret etmektedir. Nasıl ki peygamberler, Allah katından gelen kitap­ları insanlara aktarıyor, öğretiyor ve tebliğ ediyorlarsa, din adamları da Allah katından gelen kitabı öğrenecek, öğretecek ve anlatacaklardır.

3. (Kendilerindekini tasdik eden).

İlahî kitapların temel özelliklerinden biri de, sonrakinin, öncekileri tasdik etmesidir. Böylece ilahî eğitimin devam eden bir süreç olduğu, bu nedenle hepsinin de, birbirini takip ve tasdik ettiği ortaya konulmuş olmaktadır. Kur'an, Tevrat'ı doğrulamaktadır. Peki Kur'an, Tevrat'ın bütününü mü doğ­ruluyor, yoksa içindeki bazı konulan mı? Bu soruya birkaç açıdan cevap ver­mek mümkündür:

a) Kur'an'ın bazı ayeüeriyle, Tevrat'ın bazı ayetleri aynıdır. Mesela Fe­tih/29 ayetinin ilk kısmı Tevrat'ta, ikinci kısmı İncil'de yer almıştır. Hz. Pey-gamber'in ismi ve onun ümmetinin özelliklerinden bazıları Tevrat'ta yer al­mıştır:

Muhammed Allah'ın elçisidir. Beraberinde olanlar kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rüku ve secde ederken görürsün. Allah'tan ihsan ve rıza isterler. Onların nişanlan yüzlerindeki secde izidir. Bu, onların Tevrat'taki özellikleridir. [Fetih/29]

Demek ki Yüce Allah Tevrat'ta, Hz. Peygamber'in adını bildirmiş, müjde­lediği bu peygamberi göndermekle de Tevrat'ı tasdik etmiştir. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in ümmetinin özelliklerini de tasdik etmiştir. Kur'an Hz. Mu-hammed'in ve onunla beraber olanların özelliklerini sıralarken, aynı zaman-da Tevrat'ta bildirilen özellikleri de tasdik etmiş oluyordu.

b)  Hukukî bakımdan da Kur'an Tevrat'ı tasdik etmektedir:

"Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" diye Nuh'a tavsiye ettiğini, sa­na vahyettiğiınizi, İbrahim'e, Musa ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi Allah size de hukuk kıldı. [Şura/13]

Hz. Nuh'a, Hz. ibrahim'e, Hz. Musa'ya, Hz. İsa'ya ve Hz. Muhammed'e gönderilen vahyin içindeki hukukî kuralların birbirine benzerliğini dile geti­ren bu ayet, aslında hukuk bakımından dinlerin birbirini tasdik ettiğine işaret etmektedir. Bunun temel konusu da, dini ayakta tutmak ve onda ayrılığa düş­memektir. Bu kanun, bütün dinlerin öne çıkardığı evrensel kanundur. Bu se­beple de, dinî hukukun özünü teşkil eder.

c) Hz. Musa'yı peygamber olarak kabul etmesi, onun başından geçen bü­tün tarihî olguları aynen anlatmış olması, Kur'an'ın Tevrat'ı tasdik ettiğinin önemli bir göstergesidir. Hz. Musa ve Harun'u müslümanlara peygamber ola­rak takdim etmesi ve onların nübüvvetine imanı mecburi kılması da bir tas­diktir. Hz. Musa'nın mücadele ettiği Firavun'u zalim olarak tavsif etmesi de Tevrat'ı bir tasdiktir.

d) Bazı konularda Allah'ın vaadi, üç kitapta müşterek olarak yer almak­tadır:

Allah rnü'minlerden mallarını ve canlarını, cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürür ve öldürülürler. Bu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözü­nü yerine getiren kim vardır? O halde onunla yapmış olduğunuz bu alış-ve-rişden dolayı sevinin. İşte bu, büyük kazançtır. [Tevbe/111]

İnsanların bu dünyadaki çalışmalarına ve Allah uğruna canlarını feda et­melerine karşılık cennete kavuşacakları, Allah'ın vaadettiği bir husustur. Bu husus, Tevrat ve İncil'de yer aldığı gibi, Kur'an'da da yer almış; böylece ön­ceki kitapları tasdik etmiştir. Demek ki ahirete iman ve ahireüe ilgili konula­ra bakış açısında Kur'an, Tevrat'ı tasdik etmektedir. Bu konuda başka bir ör­nek de müslümanlardan, yahudüerden, hristiyan ve sabiilerden, Allah'a ve ahiret gününe imanda ve iyi amel üretmekte müşterek olanların, ahirette kor­ku ve endişelerinin olmayacağını ifade eden Bakara/62 ve Maide/69 ayetle­ridir. Allah, kafirle yahudinin arasını ayırmakla, Allah'a ve ahirete inanan, iyi amel üreten yahudiye farklı tavır takınmakla Kur'an'ın evrensel bir tasdik kitabı olduğunu göstermiştir.

4. (Daha önce kafirlere karşı zafer isterlerken...) Kafirlere karşı  zafer istemeleri, ne  anlama gelmektedir? Razi'ye göre, ayetin nüzul sebebi bu kısmıdır. Razi, zafer istemenin ne anlama geldiğiyle ilgili rivayetleri kaydetmiştir. Ancak bunları zikretmeyi gerekli görmüyoruz.

Yahudiler, Tevrat'ı kabul etmeyen kafirlere karşı zafere ulaşabilmek için Allah'tan yardım diliyorlardı. Kendi kutsal kitaplarının ve inançlarının kabul edilmemesine çok üzülüyorlardı. İnkar kültürüne karşı, kendi inançlarının galip gelmesini istiyorlardı. Onların bu isteğini yerine getirmenin ve onlara yardım etmenin yolu, yeni bir kitap ile yeni bir peygamber göndermekti. Yü-oe Alah da bunu gerçekleştirmek için, onlara beraberlerindeki kitabı destek­leyen yeni bir kitap gönderdi. Kafirlere karşı zafer kazanmaları için, bu yar­dımı kabullenmeleri gerekiyordu.

Bu bize şunu gösteriyor: İnsanları doğru yola iletmek için beyan edilen fi­kir, gerekli etkiyi temin etmiyorsa, o fikri değiştirip daha orijinalini getirmek gerekiyor. Yahudiler, beraberlerindeki kutsal kitap ile kafirlere karşı etkili olamayınca, Allah onlara yeni bir kitap gönderdi. Bu durum din adamlarına önemli bir metot ve ilke öğretmektedir. Yahudiler, Tevrat'ı tebliğ ederek ka­firlere karşı bir zafer elde edemiyorlardı; bu zaferi temin etmeleri için Allah Kur'an'ı gönderdi. Elinizdeki alet, yerdeki bir taşı sökmeye yetmiyorsa, ale­tinizi değiştirmelisiniz. Tahrif ettikleri Tevrat yeterli olmayınca, Allah onlara Kur'an'ı göndermiştir.

Onların, insanların ruhundaki kaya gibi olan inkar psikolojisini söküp at­mak için yeni bir ilahî kitaba ihtiyaçları vardı. Zaten onlar da bu ihtiyacı his­setmiş ve bu doğrultuda Allah'tan istekte bulunmuşlardı.

Hz. Peygamber gönderilmeden önce Arabistan'da yaşayan yahudiler bir peygamberin geleceğini söylüyorlardı. Yüce Allah Hz. Muhammedi pey­gamber olarak gönderince, ağız değiştirdiler. Çünkü onlar, gelecek peygam­berin yahudilerden olacağını sanıyorlardı. Araplardan olunca, Allah'a karşı olan yalvarışlarını unutup onu kıskandılar. Ayetin iniş sebebi budur. Kendi inançlarını kabul etmeyenlerin durumuna düşerek, gelen kutsal kitaba inan­madılar.

Kafirlerin küfründen yakınırken, kendileri kafir durumuna düştüler. Kafirlere karşı zafer isteyenler, zaferin tadını tadamadan, inkar psikolojisinin zehirini yuttular. Heyecanla zafere ulaşacaklarını uman ve bunun için dilek­te bulunan insanların, gelen peygamber ve vahyi yobazca reddetmeleri ger­çekten çok çirkindir. İşte Yüce Allah, bu çirkinliği bildirmek için bu ayeti in­dirmiş ve insanların yeni fikirlere açık olmaları gerektiğini öğretmiştir.

5. (Tanıdıkları kitap onlara gelince, onu inkar ettiler).

Tanıma veya bilme kelimesi, Tevrat'taki, Hz. Peygamber'e ilişkin haberle­re bir atıf gibidir. Bildikleri halde, sadece kendilerinden olmadığı için Pey­gamberi inkar etmeleri, son derece yanlış ve çirkin bir harekettir ki bu, haki­kati bile bile kafir olmaktır.

Bundan anlaşılıyor ki bazı kimseler, anlatılanların doğru olduğunu bildiği ve anladığı halde -kendilerinden olmayan bir kişi tarafından dile getirildiği için- onu reddederler. İnançta ve bilgide milliyetçilik duygularına göre hare­ket etmek ise, çok yanlış bir yaklaşımdır. Evrensel değerlere, milliyetçilik gözlüğü ile bakılamaz. Kendi milletinden gelmeyen bir peygambere inanma­mak gibi aşın bir davranış içine girenler, karşılanndakilerden de aşın tepki göreceklerdir. Kutsal bir kitabı, sırf milliyetçilik adına reddetmek kadar teh­likeli ve saçma bir tepki olabilir mi?

Günümüzde, dinî inançlarını düşmanlık duygulan haline dönüştürüp doğ­ruyu göremeyen insanların varlığına şahit oluyoruz. Bilimsel bilgileri ortak­laşa kullanabiliyoruz, ama dinde aynı esnekliği gösteremiyoruz. Dinî mese­lelerde yanlışların ve hurafelerin peşinde koşmaktan ötürü hem yoruluyor, hem de düşmanlıkların filizlenmesine sebep oluyoruz. Yahudilerin, hristi-yanlar ile müslümanlar arasındaki bazı gerginliklerin alünda, din alanını iyi belirleyememekten kaynaklanan, senin dinin, benim dinim gibi fanatik tavır­lar yatmaktadır. Sahip olduğu inanç ve dinin doğru olup olmadığını sorgula­mayan, yanlışlar içinde boğulan insanların varlığı, düşmanlık duygularını ve ayrılıkları körüklemektedir.

Diğer taraftan, zaferin bilgi ile kazanılacağına dikkat çeken ayet, inkar psikolojisi ile nasıl ve ne ile mücadele edileceğine de ışık tutmaktadır. Yahu­dilerin kafirlere karşı istedikleri zafer, bilginin zaferi değil miydi? İşte bu za­feri temin etmek için Kur'an gönderilmiştir.

6. (İşte Allah'ın laneti, böyle inkarcılaradır).

İnkarcılara karşı Allah'tan zafer dileyen, sonra o zaferin gerçekleşmesi için kendilerine gelen kitabı -tanıdıkları halde- reddeden ve yaptığı duayı unutan insanlar, laneti hak etmişlerdir. Bu tip kafirler, kendi kendilerini de in­kar etmektedirler. Çünkü, hem kendi yalvarışlarını bir tarafa atmışlardır, hem de kutsal kitaplarını tasdik eden kitabı inkar etmişlerdir. Kendisiyle aynı fi­kirde olan kimseyi, sadece kendi milletinden olmadığı için reddetmek, kendi fikrini inkar etmek değil midir? Yahudilerin Kur'an'ı inkar etmeleri, bundan başka bir şey değildir.

Ayetin bu şekilde analizinden sonra şu sonuçlan çıkararabiliriz: Yüce Al­lah bu ayette Kur'an'ın iki temel özelliğini zikretmiştir. Biri, onun Allah ka­tından olması, diğeri ise Tevrat'ı desteklemesidir. Allah katından olması, be­şerî müdahalenin olmadığını, Tevrat'ı desteklemesi de ilahî eğitimin devam eden bir süreç olduğunu göstermektedir.

Din adanılan, ilahî kaynaklı olmayan bilgileri din adına sunmamak, Allah katından olan objektif bilgileri iyi öğrenip insanlara tebliğ etmelidirler. İnanç ve doğru bilgi alanını milliyetçilikle kanşürmak, insanlığa yapılacak en bü­yük zulümdür. Allah'tan istenen bir şey elde edilince beğenmemek ve o ni­meti bir tarafa atmak, ya da onu inkar edecek kadar anormal bir tepki göster­mek, lanete sebep olacak katmerli bir inkardır. [12]

 

Hasetten Ötürü İnkar Ve Cezası:

 

90. Kendilerini karşılığında sattıkları o şey ne kötüdür. Çekemediklerinden dolayı, Allah'ın kullarından dilediğine vahiy indirmesini ve Allah'ın indirdiğini inkar ettiler. Bu inkarları sebebiyle gazap üstüne gazaba layık oldular, inanmayanları utanç verici azap beklemektedir.

Ayetin analizini yaptığımızda şu konuların işlendiğini görürüz:

A) (Kendilerini karşılığında sattıkları o şey ne kötüdür).

Ayetin bu kısmıyla Yüce Allah, insanın kendisini sattığını, buna karşılık da bir şey aldığını ifade etmektedir. İnsanlığın karanlık çağlarında, insanın insanı köle olarak sattığı olmuştur; ama insan kendisini satar mı? Doğası ge­reği insanın sahip olması gereken bazı değerler vardır. Bu değerler, insanın fıtratında olduğu için, onunla etle kemik gibi olmuşlardır. Bu değerleri verip tabiatına ters düşen değerleri alan insan kendisini satmış demektir.

Allah, insanın verdiği ile aldığı şeyin aynı değerde olmaması nedeniyle, bu ahş-verişi kötülemektedir. Peki insanoğlu ne yaptı ki, bu şekilde kötülen-mektedir?

B) (Allah'ın kullarından dilediğine peygam­berlik ihsan etmesini kıskanmaları...)

Ayetle geçen (bağyen) kelimesine müfessirler "kıskançlık" manası­nı vermişlerdir.[13] Kur'an'da "( (bağy) kelimesi şu manalara gelmektedir: [14]

 

Bağy Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1) Azgınlık etmek

Allah kullanna nzkı bol bol verseydi, yeryüzünde azarlardı. Fakat Allah rızkı dilediği ölçüde indirir. Çünkü O, kullarının haberini alan ve onları görendir. [Şura/27]

Bol rızka, yani şahsiyetinin hazmedemeyeceği nimete sahip olanların haddi aşacağını, kanun tanımayacağını, itaat etmeyeceğini ve günah işleye­ceğini vurgulayan bu ayet, maddî imkânların insanların davranışlarında mey­dana getireceği olumsuz değişmelere işaret etmektedir. Bu davranış bozuklu­ğunun meydana gelmemesi için, nimeti bir ölçüye göre verdiğini ifade eden Yüce Allah, insan psikolojisindeki zaaflarla, ekonomik imkânlar arasında bir bağlantı kurmaktadır.

2)  Saldırmak

Eğer mü'minlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa, aralarını düzeltin. Şa­yet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla sa­vaşın. [Hucurat/9]

Bu anlamıyla bağy, barışı kabul etmeyen insanların ruh haletini ifade et­mektedir. Savaşan iki gruptan barışa yanaşmayan taraf, saldırgan olarak ni­telendirilmekte ve bu niteliği bağy kavramıyla ifade edilmektedir. Bağy bir bakıma saldırganlık içgüdüsünün tezahürü olmaktadır.

3)  Küstahça hareket etmek

Karun, Musa'nın kavminden idi. Onlara karşı küstahça davranıyordu. [Ka-sas/76]

Karun'un, infakta bulunmaması, gösteriş yaparak bütün süsleriyle toplu­mun karşısına çıkması, onları sömürmesi ve ezmesi de (bağy) kelimesiy­le ifade edilmiştir. Bu kerime, kibarlığın ve erdemin sınırlarını aşan ve zulme dönüşen davranışı ifade etmek için kullanılmakta; zenginliğin ve sosyal sta­tünün verdiği şımarıklıkla halka tepeden bakarak, onlara karşı küstahça dav­ranma anlamına gelmektedir.

4)  İstemek, dilemek

Eğer içinizde onlar da savaşa çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir katkı­ları olmazdı ve mutlaka fitne çıkarmak isteyerek aranızda koşarlardı. [Tev-be/47]

Allah'tan lütuf ve hoşnutluk dilerler. [Fetih/29]

Olumlu ve olumsuz bir şey istemeyi ifade etmek amacıyla (bağy) ke­rimesinin fiil halinde kullanıldığını görüyoruz. Böylece bu kelimenin teme­linde psikolojik bakımdan isteğin yattığı anlaşılmakta; azgınlığın, saldırgan­lığın ve küstahça davranışın arka planında yer alan isteği ifade etmektedir.

5)  Aramak, elde etmeye çalışmak

Allah'ın rızasını elde etmek ve şahsiyetlerini kuvvetlendirmek için mallarını hayra sarfedenlerin durumu... [Bakara/265]

Yapacağınız hayırları ancak Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. [Bakara/272]

Her iki ayette de (bağy) kelimesi (ibtigâ) şeklinde geçmekte; bu kalıp da aramak, istemek, elde etmeye çalışmak manalarını ifade etmektedir.

Bu anlamıyla kavram, olumlu istek manasına gelmekle; Allah'ın rızasını ara­manın ve onu elde etmeye çalışmanın arka planındaki psikolojik duygunun adı olmaktadır.

6) Gerekli olmak, yaraşmak

Biz Peygambere şiir öğretmedik. Zaten ona gerekmezdi. [Yasin/69] Seni bırakıp başka dostlar edinmek bize yaraşmazdı. [Furkan/18]

(bağy) kelimesi (lâm) cer harfi ile kullanılınca, bu manaya gelmekte­dir.

7)  Hakka tecavüz etmek

Davud, "Andolsun ki, senin koyununu kendi koyunlarına katmak istemekle sana haksızlıkta bulunmuştur. Doğrusu ortaklık yapanların çoğu, birbirlerinin haklarına tecavüz ederler" dedi. [Sad/24]

Bu ayette bağy, ortaklık yapanların birbirlerine karşı kötü niyetlerinin meydana getirdiği olumsuz davranışı ifade etmektedir. Bir ortağın diğerinin hakkına tecavüz etmesi, onun hakkını çiğnemesi ve ele geçirmesi bu kelime ile ifade edilmektedir.

h) Karışmak, içice girmek

Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar. [Rahman/20]

Bağy burada iki deniz suyunun birbirine karışması, temiz su ile bulanık suyun birbirine karışmasını ifade etmektedir.

8) Zina

(bağy) kelimesi (biğâ) şeklinde kullanıldığında, zina anlamına gelir.

Dünya hayatının geçici menfaatlerini elde edeceksiniz diye, namuslu kalmak isteyen cariyelerinizi zinaya zorlamayın. [Nur/33]

Bu ayetteki bağy kerimesi, cinsel ahlâkın sınırlarını aşmayı ifade etmek­tedir.

9) Ezici sıkıntı

Müslümanlar'a ezici bir sıkıntı isabet edince yardımlaşırlar. [Şura/39] Buradaki bağy (sıkıntı), sosyolojik manada bir sıkıntıyı ifade ettiği kadar, psikolojik sıkıntıyı da ifade edebilir. Sosyal oluşumların fertler üzerinde bı­raktığı olumsuz durumlara bağy denmektedir.

10) Kıskançlık

Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. [Âl-i İmran/19]

Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar, kendilerine ilim geldik­ten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. [Casiye/17]

Ayetteki (bağy) kavramı, toplumda ve din konusunda tefrika meydana getiren kıskançlığı ifade etmektedir. Çekememezlik, kıskançlık ve haset gibi kö­tü duygulan ifade eden bu kavram, tefrikanın temelini teşkil eden bir duygudur.

Bu ayette bağy kelimesi, hasetleri yüzünden Allah'ın indirdiğini inkar et­melerinin eksen duygusunu teşkil etmektedir. Bakara/90'da, inkara götüren duyguyu ifade etmektedir.

Kıskançlık manasıyla (bağy), bazı olumsuz tavır ve davranışların se­bebidir. Sebep-sonuç ilişkisi ele alındığında bu kavram, hem psikolojik, hem de sosyolojik oluşumların odağında yer almaktadır.

Ferdî manada inkarın, sosyolojik manada dinde tefrikanın oluşmasında kıskançlığın, en büyük etkenlerden biri olduğunu beyan eden Allah, duygu eğitimini hedef göstermektedir. Allah, haset haline gelen kıskançlık duygu­sunun iyi terbiye edilmesini öngördüğü için, bu ayetleri indirmiştir. Eğitilme­yen ve nadasa bırakılan bu duygunun zamanla inkar ve tefrika gibi toplum­ları kemiren ve yıkan oluşumların nedeni olacağına dikkat çekmektedir.

Haset, inkar ve tefrikayla sınırlı kalmayıp kişiyi köle gibi tutsak ederek kendini az bir bahaya satacak hale de getirir. Onun içindir ki Yüce Allah ki­şiye, kendisini sattıran kıskançlık duygusu için "ne kötü" ifadesini kullan­maktadır.

Yüce Allah, özellikle Âl-i Imran/19 ve Casiye/17 ayetleriyle, ilim adam­ları arasındaki aşın kıskançlığın nasıl tefrikaya sebep olduğuna dikkat çek­mektedir, ilim adamlarının birbirlerine haset etmeleri, dinde tefrikaya, pey­gambere haset etmeleri de inkara götürmektedir. Buradan hareketle, hasedin tahribatını siyasî alana, hatta devletler arası ilişkilere kadar genişletebiliriz. Böylece Allah, olumsuz duyguların olumsuz davranışlara nasıl kaynaklık ettiğini açıklamış ve aralarındaki sebep-sonuç ilişkisini göstermiştir.

(Böylece onlar, gazap üstüne gazaba uğradı­lar. Kâfirler için alçalücı bir azap vardır).

Yahudilerin gazap üstüne gazaba uğramalarının sebebi hakkında müfes-sirler farklı görüşler beyan etmişlerdir. Bazılarına göre, İncil ve Kur'an'ı in­kar ettikleri;[15] bazılarına göre ise "Üzeyir Allah'ın oğludur" [Tevbe/30]; "Al­lah'ın eli bağlıdır" [Maide/64]; "Allah fakirdir, biz zenginiz" [Âl-i İm-ran/181] dedikleri;[16] buzağıya taptıkları ve Hz. Muhammed'in Tevrat'taki va­sıflarını gizledikleri[17] için gazap üstüne gazaba uğramışlardır.

Bu görüşleri reddetmek mümkün değildir. Ancak müfessirlerin gösterdik­leri sebepler, yahudilerin gazap üstüne gazaba uğramalarını tam olarak açık­lamıyor. Buradaki azabın sebebinin başka yerlerde aranması gerektiği kana­atindeyiz. Aslında gazap üstüne gazaba uğramalarının sebepleri, 89. ayette Tevrat'ı tasdik eden Kur'an'ı tanıdıkları halde inkar etmeleri, 90. ayette ise, peygamberliğin Hz. Muhammed'e verilmesine haset etmeleri ve bu nedenle Allah'ın indirdiğini inkar etmiş olmalarıdır. Bize göre yahudilerin, gazap üs­tüne gazaba uğramalarının sebebi, bu iki ayette aranmalıdır.

Gazap; öfke, dargınlık ve hiddetin oluşturduğu bir davranıştır. Dikkat edi­lirse Allah, "Ben onlara gazap üstüne gazap edeceğim veya ettim" demiyor. Sanki gazabın kendisi insanın başına geliyor. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Ya­hudilerin Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e karşı takındıkları tavırlar, zamanla gazaba dönüşmektedir. İşte başlarına gelen gazab, o tavırların veya tepkile­rin bizzat kendileridir. Ortada bir şey yokken Allah kullarına gazab etmez.

(Kafirler için alçalücı bir azap vardır).

 (azab) kavramı, işkence etmek, hapsetmek manalarına gelmektedir.

(mühîn) kelimesi, me-he-ne'âen türemiş olup hizmetinde kullanıp ze­bun etmek, zayıf olmak anlamını ifade eder. Yüce Allah inkar edenlerin, horlayıcı bir azaba uğrayacaklarını bildirmektedir.

Kur'an'da mühîn kelimesinin bazı ayetlerde mehîn olarak geçtiğine şahit oluyoruz. Mehîn olunca hakîr, hor, zayıf, görüşü kısır adam, dölü tutmaz er­kek hayvan demektir. [18]

 

Mehîn Kelimesinin Kur’andaki Manaları:

 

1.  İnsanın yaratıldığı meninin sıfatı

Sonra onun zürriyetini, hakir bir suyun özünden üretmiştir. [Secde/8]

Ayette geçen mehîn kavramı, meninin adiliğini, dayanıksızlığını ve horlu-ğunu ifade etmektedir. Böylece, insana nasıl bir sudan yaratıldığı bildirilmek suretiyle, gururlanmaması tenbih edilmektedir.

2. İnsanın herhangi bir eksikliğini gösteren sıfat

Yoksa ben, şu biçare, rezil ve neredeyse söz anlatamayacak durumda bulunan adamdan daha hayırlı değil miyim? [Zuhruf/52]

Firavun, Hz. Musa'nın durumunu anlatırken bu kelimeyi kullanarak onu aşağılamak istiyor.

Yüce Allah Hz. Peygamber'e, kimlere itaat etmeyeceğini bildirirken bu kavramı kullanmaktadır:

Alabildiğine yemin eden aşağılık adama... [Kalem/10]

Mehin, alabildiğine yemin eden adama Yüce Allah'ın verdiği bir sıfattır. Yüce Allah bunlar için "aşağılık adam" tabirini kullanmaktadır.

3. İlk iki ayetin manası bir araya getirildiğinde kelimenin, adi ve aşağılık anlamına geldiği anlaşılır, izahını yaptığımız ayette azabın sıfatıdır. Bu du­rumda insanı adileştiren, aşağılara indiren ve horlayan azap manasını ifade eder.

Haset ederek ve peygamberliği Hz. Muhammed'e layık görmeyerek Al­lah'ın indirdiğini inkar eden kimselere, gazap üzerine gazap ve inkarlarından dolayı da aşağılayıcı azap vardır. Buradaki azabın farklılığı, yahudilerin amellerinin çeşitlerine göre cereyan etmektedir. Demek ki Allah, davranışın türüne göre ceza takdir etmektedir.

Böylece ayet, hem hukuka ve hem de eğitime kaynaklık edecek ilkeler ge­tirmektedir. Ceza, suça göre olur. Ceza eğitim açısından caydırıcı özelliğe sa­hip olmalıdır. Yüce Allah, yahudilerin durumunu anlatarak, müslümanlan böyle kötü davranışlardan caydırma usûlünü tatbik etmektedir. [19]

 

İnançta Fanatiklik:

 

91. Kendilerine "Allah'ın indirdiğine iman edin" denilin­ce, "Biz sadece bize indirilene (yani Tevrat'a) inanırız" derler ve ondan başkasını inkar ederler. Halbuki Kur'an, ellerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelmiş hak kitaptır. Onlara, "Şayet siz gerçekten inanıyor idiyseniz, daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öldürüyordu­nuz?' de!

Ayetin yorumuna geçmeden önce konularını belirlemekte fayda vardır. Ayette sözü edilen insanlar kimlerdir, özellikleri nelerdir?

1. Ayette bahsi geçen kimseler, yahudilerdir. Yahudilerin pek çok olumsuz özelliği Kur'an'da anlatılmaktadır. Onların özelliklerini sıralarsak, şöyle bir görüntü ortaya çıkar Allah'a verdikleri sözde durmadılar, dünya hayatını ahi-rete tercih ettiler, nefislerinin hoşlanmadığı bir hüküm gelince, kibirlenip ya­lanladılar ve peygamberleri öldürdüler, kalplerinin kilitli olduğunu söyledi­ler, Allah onlara lanet etti, Kur'an'ı tanıdıkları halde inkar ettiler, Hz. Mu-hammed'e haset ederek Allah'ın indirdiğine inanmadılar.

Bu özelliklere sahip olan insanlara, (Allah'ın indirdiği­ne inanın) denince, ("Biz sadece bize indirilene inanırız" derler ve ondan başkasını inkar ederler).

"Allah'ın indirdiğine inanın" ifadesinden şu sonucu çıkarabiliriz: İnsan­lara kutsal kitap olarak takdim edilecek olan kitabın, Allah tarafından indiril­miş olması gerekir. Allah tarafından indirildiği bilinince, inanmak kolaylaşır. İnsanı, Allah'ın indirmediği bir bilgi veya kitaba inandırmak çok zordur. Yahudilere, "Allah'ın indirdiğine inanın" denftıesine rağmen inanmadılar. Bu durumu din eğitimine uyarlarsak, şu neticeye ulaşırız: Din adamları Allah'ın indirdiğini anlatırlarsa, insanlara güven vermiş olurlar. Din eğitimi yaparken, insanların güvenini kazanmak şarttır ve basan için önemli bir aşamadır. Al­lah'ın indirdiğini bırakıp, beşerî düşünceleri kutsallaştırarak insanlara sun­mak, insanların dine karşı tepki göstermelerine sebep olur.

2. (Halbuki Kur'an, beraberlerindekini doğrulayıcı ola­rak gelen hak kitaptır).

Kur'an'ın Tevrat'ı tasdik etmesini 89. ayette ele almıştık. Bu ayetin eksen konusu, yahudilerin, kendilerinin sahip olduğu kitabın dışındakiler! inkar et­meleridir. Önemli olan, vahyin karşısında tutuculuk yapmadan, doğruyu an­layıp kabullenmektir. İsrailoğullanndan çıkan peygamberlere imanı şart ko­şan ve Tevrat'ın pek çok hükmünü doğrulayan bir kutsal kitabı kabul etme­meleri, yahudilerin küfre sapmalarına neden olmuştur. Dinî konularda önem­li olan, gerçek ve nihaî vahyi aramak ve ona iman etmektir. Yahudiler bu rit­mi, bu sıçrayışı gösteremeyip bağnaz davrandılar. Bu sabit fikirlilik ve bağ­nazlık hâlâ devam etmektedir.

Bu tavrın hâlâ devam ediyor olması, insanlık için bir yüz karasıdır. Elle­rindeki kitapla Kur'an arasındaki benzerliği ve farkı ortaya çıkarıp, hangisi­nin hak olduğunu anlatmakta gecikenler, inanç dünyasını kirletmektedirler. Böylesi fanatik davranışlar, dinî alam, düşmanlık alanı haline getirmiş, mil­letler arası ilişkilerde din düşmanlığını öne çıkarmıştır.

Doğru da olsa başkasındakine inanmama tavrı, dinler arası düşmanlığı do­ğurmakta ve bu düşmanlığın ateşini körüklemektedir. Günümüzün yahudi, hristiyan ve müslüman din alimleri, bu ayrılıklara ve din adına yapılan düş­manlıklara son vermelidirler. Aksi takdirde bu kirlilik, geleceğin nesillerine daha da yoğun bir şekilde aktarılmış olacaktır. İşte Yüce Allah, böyle bölün­melerin yanlışlığını anlatarak insanlığı eğitmektedir. Dinde önemli olan, in­sanların felsefeleri değil, Allah'ın indirdiğidir. Allah'ın indirdiğinin yumuşat­madığı, yönlendirmediği kimseler, doğal olarak düşmanlık duygusuyla dolu olacaklardır.

3. (Ey Muhammedi Onlara şöyle de: "Şayet siz inanıyor idiyseniz, daha önce Allah'ın peygamberlerini neden öl-

duruyordunuz?")

Allah Teala, düşmanlıklarını, peygamberleri öldürmeye kadar vardıran bu kimselere şunu öğretmeye çalışıyor: İman ile öldürme bir arada olamaz. Haksız yere peygamberleri öldürme fiilinin bulunduğu yerde iman buluna­maz. Çünkü iman etmiş olsalardı, o peygamberlerin getirdiği vahyi anlar ve ona iman ederlerdi.

Günümüzde yeni bir düşünce üretenlere karşı kıskançlık nedeniyle düş­manca tavır takınmak, hatta bu düşmanlığı onları öldürmeye varacak kadar ileri götürmek, geçmişin insanlığa bıraktığı kötü bir mirastır. Önceleri, pey­gamberlere karşı öldürmeye varan tepkiler gösteriliyordu, şimdi ise bu tepki­ler yenilik getiren, değişim yapan ilim adamlarına gösteriliyor. Siyaset haya­tındaki kıskançlıkların sonucu olan öldürme olayları da bu yanlışların eserin­den başka birşey değildir.

Günümüzde, "Sana indirdiğimiz ve onlara okunmakta olan kitap onlara yetmedi mi?" [Ankebut/51] ayetinin kendilerine okunduğu kimseler, Kur'an'ı öne çıkaranları Kur'ancılar diye damgalamak suretiyle takbih ve tahfif etmekte; böylece de, Allah'ın indirdiğini hafife almakta ve onu yeterli görmemektedirler. İslâm kültürü ile İslâm dinini ayıramayanlar, "Alah'ın in­dirdiği kitaba dönün" diyenlere menfî tavır takınmaktadırlar. İşte ayet, bu ta­vırların yanlış olduğunu, düşmanlık yaratmaktan başka bir şeye yaramadığı­nı vurgulamaktadır.

Hak olan Kur'an'dır. Kur'an'ın dışındaki şeyleri din kabul edenler, yahu-dilere Kur'an'a iman etmelerini nasıl tavsiye edecekler? İlahiyat tahsilinde, dinin Kur'an'dan öğrenileceği inancını taşıyan ve onun öğrenimini bir tutku haline getiren kimseler yetiştirilmesi şarttır.

Yahudilerin geçmişte peygamberleri öldürmelerinin Allah tarafından zik­redilmesi, ne ifade etmektedir? Ayette anlatılanlar, geçmiş nesillerin yaptıkla­rı yanlışların gelecekteki nesiller tarafından terkedilmesinin ve bu konuda ge­rekli olan olumlu değişimi gerçekleştirmenin ne kadar zor olduğunu göster­mektedir. Yahudilerin Kur'an'a gösterdikleri olumsuz tepkinin geçmişteki kökleri tesbit edilmektedir. Olumsuz örf-âdet ve kültür içinde yetişen insan­ların, o kültür, doğası haline gelmektedir. Psikolojik ve biyolojik veraset gi­bi, sosyolojik verasetin olduğu da bir gerçektir. Ana ve babamızdan biyolojik benzerliklerimizi alırız. Olaylara tepkilerimiz, konuşma şeklimiz, göz ve saç rengimiz hep ana babamızdan bize intikal eder. Bu durum, nisbî de olsa sos­yal miras için de geçerlidir. Bizler, toplumumuzun kültürüne göre şekilleniriz.

Allah, bu sosyal mirasın etkinliğini göstermek için (min kabl) ibare­sini kullanmış; böylece geçmişteki olayların zamanla nesillerin davranışlarını belirleyen bir tabiat haline geleceğini vurgulamıştır. Ama diğer taraftan bu de­ğişimin meydana gelmesini de zımnen istemektedir. Geçmişin kültürü yanlış ise, bu yanlış çizgi, gelecek nesillerin kaderi olmamalıdır. Toplumların, geç­mişten aldıkları kültürü sorgulayabilmeleri için Allah bu ayeti indirmiştir.

Geçmiş nesillerin peygamberlere karşı takındıkları tavn sorgulamadıkça gerçek imana kavuşamayacakları, onlara bu şekilde anlatılmaktadır. Sorgula-namayan kültür, toplumların kaderi, nesillerin tabiatı haline gelerek, insanın bağımsızlığını elinden alır; ona düşünme fırsatı vermez. [20]

 

Hz. Musa'ya Karşı Takınılan Tavır:

 

92. Andolsun ki Musa size en açık delilleri getirdi. Sonra siz ardından buzağıyı ilah edindiniz. Siz zalimsiniz.

Bu ayet muhteva bakımından, Bakara/51 ve 53 ayetlerinin bir tekrarıdır. Aynı konunun burada bir kere daha tekrar edilmesinin bir sebebi olmalıdır. Bu sebebi açıklarken, Kur'an'ın kimyasını ele almalıyız. Yüce Allah'ın, tabi­attaki bir gazı, diğer gazlarla muhtelif oranlardaki muhtelif ortamlarda bir araya getirerek farklı maddeler oluşturduğu gibi, kimya bilimi de tepkime veya bileşim yöntemiyle farklı oranlarda gaz ve maddeleri bir araya getire­rek farklı maddeler üretmektedir. Kur'an'da tekrar gibi görünen ayetler, as­lında bir tekrar değil, bir anlam kimyası oluşturmaktadır. Benzer ayetler, farklı   muhteva   içinde,   farklı   bileşimler   meydana   getirirler.   Biz   buna Kur'an'ın anlam kimyası diyoruz.

Bakara/51 ve 53 ayetleri, Hz. Musa dönemindeki olayları anlatırken, 92. ayet, Hz. Muhammed zamanındaki yahudileri terbiye etmek amacıyla, onla­ra geçmiş nesillerin yaşantısını ve yaptıklarını anlatmaktadır.

Demek ki birincisinde tarihsel olayların anlatımı, ikincisinde ise bu olay­lardan hareketle eğitim amacı sözkonusudur. İnsanlara, eskinin peşinden koş­tuklarını anlatarak, değişim ve yeniliğin zorunluluğunu öğretmektedir.

Diğer taraftan bu ayetin başlangıcı, diğerlerinden farklıdır. 51. ayette İs-railoğullan'ran, Musa'nın kırk gece için Tur Dağı'na çıkmasının ardından bu­zağıya tapındıkları ifade edilmekte; 51. ayette ise, apaçık deliller verildikten sonra buzağıya tapındıkları bildirilmektedir.

52. ayette, -durumun vehametini göstermek üzere- eğitim ve öğretim fa­aliyetinin ardından şirke düştükleri ifade edilmektedir. Yüce Allah mucize­lerle öğretim faaliyeti yaptıktan, bir çok önemli mesele öğrettikten sonra İs-railoğullan'nın şirk yoluna sapmaları, onlan çok ağır bir sorumluluğun altı­na sokmuştur. Allah bunları, Hz. Muhammed zamanındaki yahudilere anla­tarak atalarının ilahî öğretilere aldırış etmeyip şirk batağına nasıl saptıklarını öğretmektedir. Aynca yahudilere, Hz. Musa'nın öğretilerine uymayan atala­rınız nasıl zalim oldularsa, Hz. Muhammed'in öğretilerine, yani Kur'an'a uy­madığınız takdirde siz de onlar gibi sapık yollara düşer ve zalim olursunuz uyarısında bulunulmaktadır.

Allah Teala Hz. Musa'ya karşı takınılan tavrın, Hz. Muhammed'e karşı ta-kınılmamasım istemektedir. Onlara, artık insanoğlunun buzağı ve benzeri şeyleri tanrı edinme kepazeliğinden kurtulması gerektiğini beyan etmektedir. Geçmiş nesillerin tevhid inancına sahip olmalarını engelleyen şeylerin neler olduğunu bildirerek, onların kalplerini şirkten temizleyecek yol ve yordamı göstermektedir.

Gönüllerini şirkten temizleyerek Hz. Muhammed'in getirdiği tevhid inan­cını kabullenmelerini kolaylaştırmak için, şirkin zulüm olduğunu ifade et­mektedir. Açık delillerle gelen Peygamber'e inanmak için, gönüldeki şirkin boğazlanmasını önermektedir. Diğer taraftan Hz. Musa, Hz. Muhammed ve diğer peygamberlerin insanlığa aynı görevle, tevhid ağacını besleyip büyüt­mek göreviyle gönderildiklerini öğretmektedir. [21]

 

İman Şirki Emreder Mi?

 

93. Hatırlayın ki, Tur Dağının altında sizden söz almıştık. "Size verdiklerimizi kuvvetlice tutun, söylenenleri dikkat­lice dinleyin" demiştik. Onlar, "İşittik ve isyan ettik" de­diler. İnkarları sebebiyle buzağı sevgisini gönüllerine dol­durdular. De ki: "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kö­tü şeyler emrediyor?"

Bazı farklarla beraber, ayetin bir kısmı Bakara/63'te geçmiştir; oraya ba­kılabilir. Burada şu açıklamayı yapabiliriz.

1. (Hatırlayın, sizden söz almıştık ve Tur'u üze­rinize kaldırmıştık).

Tufun üzerlerine kaldırılması, onların Tur'un altında olduğunu ifade eder. Öyleyse ibarenin, 'Tur'un alanda sizden söz almıştık" şeklinde tercüme edil­mesi uygun olur. Tur bir dağın ismi olmakla beraber, İsrailoğullan tarihinde bir eğitim müessesesi işlevini görmüştür. Nur dağı müslümanlar için ne ifade edi­yorsa, Tur dağı da israiloğullan için aynı şeyi ifade eder. Müslümanların öğre­tisi Hira mağarasında, İsrailoğullan'nın öğretisi de Tur dağında başlamıştır.

Arafat dağı, Tur dağı ve Nur dağı, insanlığın eğitiminde önemli yerlerdir. Dağlardan gelen mesaj/ar insan/an yüceltmektedir. Fizikî manada dağlatın göreviyle ilgili olarak da şöyle buyurulmaktadır:

Allah, gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yaratü. Sizi sarsmasın di­ye yere de ulu dağlar koydu. [Lokman/10]

Eğer dağlar olmasaydı, yerin hızlı dönüşü sebebiyle insanları fırlatıp ata­caktı. Demek ki yer çekimi kanunu ile dağların yakın bir ilişkisi vardır. Dağlann bu fonksiyonunu, ilahî mesaja uygulayabiliriz. Dağlardan gelen mesaj­lar olmasaydı, insanlığın inanç, din ve ahlâk bakımından savrulup gitmesi kaçınılmazdı. Vahyin insana sağladığı yüce ruhluluk, insanlığın sağlam ola­rak hareket etmesini, oturmuşluğunu temin etmektedir.

Diğer taraftan dağ, hareket demektir. Şu ayet bunu ifade etmektedir:

Sen dağlan görürsün de, onları yerinde durur sanırsın. Oysa onlar, bulutların yürümesi gibi yürümektedirler. [Neml/88]

Durağan görünen dağlar, aslında hareket etmektedirler. İlahî mesaj, insa­nın her an hareket halinde, bir eylem içinde ve bir amel üretiminde olmasını istemektedir. Durağan olan şey, çürümeye mahkumdur. Bedenin hareketi ol­duğu gibi, beynin de hareketi vardır. Beden dursa bile, beyin çalışmalıdır.

2. (Size verdiklerimizi kuvvetlice tutun, söylenen­leri dinleyin).

Bakara/63'te y£ (bi-kuvvetin) kelimesinden sonra (vezkurû=hatu-layın) emri germektedir. Demek ki (vesme'û) ile (vezkurû) ke­limeleri birbirini tamamlamaktadır. Bakara/93'teki "dinleyin" emrini, beyin faaliyeti bakımından birinci basamak olarak alırsak, Bakara/63'teki "hatırla­yın, düşünün" emrini de, ikinci basamak olarak alabiliriz. Bakara/93'teki din­leme emrinde, okunan veya söylenen şeyi duyumlar olarak beyne iletme fa­aliyeti vardır. Bakara/63'te ise, beyne gelen bu ham duyumların bir araya ge­tirilip aklın kalıplarından geçirildikten sonra düşünce haline dönüşme ameli­yesi vardır. Demek ki dinleme, düşünmenin ön faaliyetidir.

Bakara/63'te, düşünmenin kişiyi sakınıp korunma duygusuna ulaştırabilece­ği ihtimalinden bahsedilmektedir. Başka bir ifadeyle, düşünemeyen insanın tak­vaya ulaşamayacağı gerçeğine işaret edilmektedir. Ayet, düşünce ile takva ara­sında bir bağlantı kurmaktadır. İki ayet arasındaki bağlantıdan şu netice çıkmak­tadır. Dinleme, düşünme ve takva. Dinleme bir öğretim, düşünme bir eğitim, takva da bir ahlâkî değerdir. Bu durum şu eğitim kanununa dikkat çekmektedir. Ahlâkî yapı, dinleme, düşünme ve takva eylemleri üzerine oturmaktadır. Dinle­me ile düşünme beyin ile gönlü disipline etmekte; takva da beyin, gönül ve nef­sin dengeli, bütüncül ve yararlı bir şekilde çalışmasını temin etmektedir. Her iki ayet de yahudilerden bu eğitimi gerçekleştirmelerini istemektedir. Acaba, Allah'ın "dinleyin, düşünün" emirlerinden sonra yahudiler ne yaptılar?

3. (Onlar, "İşittik ve isyan ettik" dediler). Ondan sonra sözünüzden dönmüştünüz. [Bakara/63]

Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri yerlerinden değiştirirler. Dillerim eğerek, bükerek ve dine saldırarak, "İşittik ve karşı geldik, dinle dinlemez olası, râ-inâ" derler. [Nisa/46]

Nisa/46 ile Bakara/63 ayetleri birbirini desteklemekte, Bakara/64 ise Al­lah'ın emirlerinden yüz çevirme şeklindeki eylemleri ifade etmektedir. Yüz çevirmeleri "Dinledik ve isyan ettik" şeklinde ifade edilmiştir.

Dinleyip anladığı şeyi yapmamak, isyan demektir. İnsanlara duyurulma­yan emrin tersini yapanların davranışları, isyan kabul edilemez. Onun için Bakara/94 ve Nisa/46'da 'dinlemek'ten sonra 'isyan' zikredilmektedir. Mesa­jın duyurulmadığı ve anlatılmadığı insanları Allah, 'gafil' olarak nitelendir­mektedir. Gafiller de helak edilmez; çünkü onlar yanlış davranışlarının far­kında değillerdir. Bu durum şu ayette net bir şekilde ifade edilmektedir:

Gerçek şu ki, halkı gafil (habersiz) iken Rabbin zulm ile ülkeleri helak edici değildir. [En'am/131]

Bakara/93'te insanların "İşittik ve isyan ettik" demeleri, eğitim faaliyeti­nin onlarda bir. değişim meydana getirmediğine delil teşkil etmektedir. Yüce Allah bu duruma lanetiyle karşılık vermektedir. Nisa/46 ayeti, dinlediği hal­de isyan edenlerin durumunu küfr olarak değerlendirmekte, ceza olarak da laneti öngörmektedir.

Bakara/93 ve Nisa/46 ayetinden şu sonuç çıkmaktadır: Eğitim faaliyeti kendine düşen görevi yerine getirdiği ölçüde günah ve suçlar azalır, o nisbet-te de cezalar düşer. Eğitim, görevini yapamadığı nisbette de suç ve günahlar artar. Yüce Allah dünyevî cezalarda suçların, uhrevî cezalarda da günahların karşılığını verecektir. "Güneş giren eve doktor girmez" ifadesini buraya uyarlarsak şöyle bir genelleme yapabiliriz: "Eğitimin girdiği yere suç kolay­ca giremez". Bu ayetlerde de görüldüğü gibi, bazı kaü kalpli insanlara, ilahî eğitimin bile etkisi olmamaktadır.

4. Yahudilerin Allah'ın verdiği ilahî vahye sımsıkı sanlmamalan, 'dinle­yin'dendiği halde "Dinledik ve isyan ettik" demelerinin sebebi neydi?

a) (İnkarları sebebiyle kalplerine buzağı sevgisi içi-rildi).

Yüce Allah bu şekilde konuşmalarının ve davranmalarının nedenini, sev­ginin yanlış yönlendirilmesine bağlamaktadır. Dinlediği halde isyan edenle­rin kalplerinden bir zoru olduğuna işaret eden Yüce Allah, inkar psikolojisi­nin yerinin gönül olduğuna işaret etmektedir. İnkar psikolojisi, sevgi psiko­lojisini yanlış objelere yönlendirir. Bu yönlendirme, Allah'ın dışındaki var­lıklara olunca, şirk meydana gelir. Şirkin objesi, öylesine sevilir ki, o sevgi kalbin cidarına işler ve sanki insan şirki içmiş gibi olur. Bu da, İsrailoğulla-n'nın, anladıklarını eyleme dökmelerini engelledi. Gönüllerinin cidarına sı­zan bu şirk, ilahî vahyin oraya girmesine mani oldu. Sebep-sonuç ilişkisi açı­sından bakılınca, inkarın meydana getirdiği manevî bir kalp hastalığı olan şirkin, onların isyan etmelerine sebep olduğu görülür.

b) (De ki: "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!")

Yahudiler, inandıklarını zannediyorlardı. Kalplerinin imanla dolu olduğu­nu, başka bir şeye iman etmelerine ihtiyaçları olmadığını düşündüklerinden, ilahî mesajı reddettiler.

Yüce Allah, gerçek imanın böyle bir isyanı emredemeyeceğini vurgula­mak için, "Eğer inanıyorsanız, imanınız size ne kötü şey emrediyor!" buyur­muştur. Ama ayetin bu kısmından şu kural çıkmaktadır Akıl emrettiği gibi, iman da emreder, ancak akıl ve iman asla kötüyü emretmez. Tur/32'de aklın emrediciliğine, bu ayette de imanın emrediciliğine işaret edilmektedir.

Yine Kur'an'a göre namaz da emreder. Bu konudaki ayet şöyledir:

Dediler ki: "Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını, yahut mallarımız hususun­da dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın". [Hud/87]

Hz. Şuayb'ın toplumu, alay etmek için bu şekilde konuşmuşlardı; ama An-kebut/45 ayeti, namazın ahlâkî emrediciliğine dikkat çekmektedir:

Kesinlikle namaz, fuhuş ve çirkin şeylerden uzaklaştırır.

Demek ki namaz, insana olumlu davranışları emreder; olumsuz davranış­lardan da nehyeder. Onun böyle bir yaptırım gücü vardır. Bu, onun etkinliğini ve değiştirici özelliğini ortaya koymaktadır. Böylece akün, imanın ve na­mazın emredici bir yapıya sahip oldukları anlaşılmıştır. İnsan psikolojisinde yerleşen bu değerlerin emrettikleri, daima olumludur. [22]

 

Ahiret (Cennet) Hiç Kimsenin İnhisarında Değildir:

 

94. Söyle onlara: "Şayet ahiret yurdu Allah katında diğer insanlara değil de, sadece size ait ise ve bu iddianızda doğru iseniz, haydi ölümü temenni edin".

Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. Yahudiler, kafir olmalarına rağmen ahirete inanmaktadırlar. Bu, ahire-ti/cenneti kendi tekellerinde görmelerinden anlaşılmaktadır.

2. Diğer insanların ahiret yurdundan nasipleri olmadığını dile getirmeleri, kendilerinden başka hiç kimsenin cennete gidemeyeceği fikrini savundukla­rını göstermektedir.

Oysa cennet kimsenin tekelinde değildir. Belli bir inanç grubunun böyle bir iddiada bulunması, sağlıklı bir inanca sahip olmadıklarının göstergesidir.

3. Onlardan, iddialarını isbat etmeleri istenmektedir. Bu da, ölümü temen­ni etmekle yapılmış olacaktır. Çünkü ahiret yurdunu sahiplenen ve onu inhi­sarına alan insan, ölümü temenni eder. Böyle bir temennide bulunmayan in­sanın, imanında doğru olmadığı ortaya çıkar.

Başka bir ayette "ahiret yurdu" yerine, "cennet" denmektedir:

Dediler ki: "Cennete sadece yahudi veya hristiyan olanlar girecektir". Bu, on-lann kuruntusudur. Sen de onlara, "Eğer doğru söylüyorsanız, delilinizi geti­rin" de! [Bakara/111]

Başkasının cennete giremeyeceği inancı, yahudi ve hristiyan düşüncesidir.

"Benden başkası cennete giremez" diyen bir müslüman, bu kültürün etkisinde kalmış demektir. "Ahiret yurdu" veya "cennet" kimsenin tekelinde değildir.

4. Yüce Allah'ın, kitap ehlinden, inançlanndaki samimiyeti isbat için iste­diği ölümü temenni etmenin içeriği, onların savunduklarına denk düşmekte­dir. Demek ki isbat için öne sürülecek delil, iddiaya uygun olmalıdır. Ahiret yurdunu sahiplenmek ile ölümü temenni etmek, birbirine çok yakın düşmek­te ve örtüşmektedirler. Böylece Allah, iddia edilen fikir ile o fikri isbat ede­cek davranışın birbirine mutabık olması gerektiğini öğretmektedir. [23]

 

Kötü Ameller Ahireti Temenni Etmeyi Engeller:

 

95. Onlar, kendi elleriyle yaptıkları ameller sebebiyle hiç­bir zaman ölümü temenni etmeyeceklerdir. Allah zalimleri iyi bilir.

Bu ayet, 94. ayeti tamamlamaktadır. Yüce Allah, bir önceki ayette, ahiret yurdunu (cenneti) tekeline alanlardan, iddialarını isbat etmelerini istemiş, bu­nun için de ölümü temenni etmeleri gerektiğini ifade etmişti. Bu ayette ise ölümü asla temenni etmeyeceklerini söylemektedir. Ölümü niçin temenni et­medikleri hakkında da şöyle buyurulmaktadır:

(Ellerinin kendilerinden önce gönderdiklerinden dolayı).

Ahiret yurdunu kendi tekelinde görmek, ölümü temenni etmeyi gerektirir. Ölümü temenni edebilmek için de önceden yapılan amellerin iyi olması gerekir.

tyi ameller ölümü temenni ettirir, kötü ameller ise bunu engeller. Yüce Al­lah burada psikolojik bir analiz yapmaktadır. Ölüm korkulacak bir olgudur. Bu korkunun defedilebilmesi, iyi ameller üretmeye bağlıdır. İyi amel serma­yesi güçlü olanlar, ölüm korkusuna kapılmazlar. İyi amelin önemli bir etkin­liği de ölüm psikozunu ortadan kadırmakta görülmektedir.

Ahirete kötü ve kirli ameller gönderenlerin ölümü temenni etmeleri müm­kün değildir. Askerî gücü olmayanların savaşı temenni edememeleri gibi, amelî gücü olmayanlar da ölümü temenni etmezler. Filozoflar, ölüm korku­sunu defetmenin yollarını aramışlardır. Kindî, ölüm korkusunun defedilme-siyle ilgili bir kitap yazmıştır. Kur'an ise, bunun çaresinin hayatta iken yapı­lan iyi işler olduğuna işaret etmektedir.

Bakara/94-95 ayetlerinin benzerleri, Cuma suresinde de yer almaktadır:

De ki: "Ey yahudiler! Bütün insanlar değil de, sadece kendinizin Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız, bunda da samimi iseniz, haydi ölümü temenni edin". Ama onlar önceden yaptıklarından dolayı, ölümü asla temen­ni etmezler. Allah zalimleri çok iyi bilir. [Cuma/6-7]

Bakara/94'te ahiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğunu iddia eden yahudiler, Cuma/6'da da sadece kendilerinin Allah'ın dostları olduğunu iddia etmektedirler. Bu ifadeleriyle yahudiler, Allah'ın dostluğunu ve O'nun ödülü olan cenneti kendilerine hasretmektedirler. Her iki iddia için de onlardan, de­lil olarak ölümü temenni etmeleri istenmektedir. Bakara ve Cuma surelerin-deki bu ayetlerin müşterek noktalarından biri de, bu temenniyi engelleyecek olan şeyin, onların kötü amelleri olduğu meselesidir. Bakara/95 ve Cuma/7 ayetlerinin her ikisi de (Allah zalimleri daha iyi bilir) ifadesiy­le sona ermektedir.

Bu ifadeden çıkarılması gerek netice şudur: Sadece kendilerini Allah'ın dostu sayan ve cennetin yalnız kendilerine ait olduğunu iddia edenler, zalim­dirler. Yahudiler burada bir örnek, bir prototiptir. Aslında Yüce Allah, müslü-manları uyarmaktadır: Dinî tefrikaya düşerek, mezhepleşerek, gruplara ayrı­larak, İslâm dininin sadece kendi gruplarınca hakkıyla temsil edildiği iddi­asında bulunmak, diğer mezhep ve grupları tekfir etmek, müslümanlann zul­me düşmesine sebep olur. Kimse, başkalarını dışarıda bırakarak, kendisini Allah'ın dostu olarak ilan etmemelidir. Hiçbir grup, başka grup ve mezheple­ri kötüleyip tekfir ederek ahiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğu iddi­asında bulunulmamalıdır.

Bu inanç, bu iddia, bu fikir ve söylem zulümdür. Zulmün manası ise ka­ranlıktır. Müslüman, böyle karanlık inanç, iddia, fikir ve söylem içinde ola­maz. Müslüman, herkesin Allah'ın kulu olduğunu, ahiret yurdunun herkese açık olduğunu bilir, inanır ve ifade eder. Bugün Allah'ın dinine ters düşenle­rin, zamanla değişime uğrayarak, Allah'ın dostu olabileceği gerçeğini asla aklından çıkarmaz. Allah bu öğretiyi yerleştirmek için Bakara ve Cuma su­relerinin üçer ayetini bu konuya tahsis etmiştir.

Yahudiler ve  hristiyanlar, "Biz Allah'ın oğullan  ve  sevgilileriyiz" dediler. [Maide/18]

Kendilerini Allah'ın oğullan olarak görme tekelciliği, hem insanlar arasın­daki ilişkileri, hem de Allah ile insanlar arasındaki ilişkileri karanlığa itmiş­tir. Yüce Allah bu kötü inancı ifşa etmekle, müslümanlardan aynı hataya düş­memelerini istemektedir. [24]

 

İnançsız İnsanlar Hayata Tutku Derecesinde Düşkündürler:

 

96. Onlar insanlar içinde, dünya hayatına en çok düşkün olanlardır. İçlerinden şirk koşanlar bin sene yaşamak ister. Fakat bu kadar yaşasa da, bu uzun ömür onları azaptan uzaklaştıramaz. Allah onların yaptıklarını eksiksiz görür.

Dost dostuna bir an önce kavuşmak ister. Ahiret yurdunun sadece kendilerine ait olduğu iddiasında bulunanların, bir an önce o yurda kavuşmak istemeleri ge­rekmez mi? Ne var ki ağızlarından çıkan bu sözlerin, gönüllerinde hiçbir yeri ol­madığını, dünya hayatına tutku derecesinde bağlı olmaları isbat etmektedir.

Allah'a şirk koşanlar, bin sene yaşamayı isterler. Şirk, insanı dünya haya­tına tutku ile bağlamakta ve bu yüzden de dünyadan göçmekten korkmakta­dırlar. Çünkü ahiret için yaptıkları hiçbir şey yoktur. Peki insanı tutku ile dünyaya bağlayan şey nedir? Yüce Allah bunu, Allah'ın dostluğunu ve ahireti kendi tekeline alma düşüncesine bağlamakta; bu düşüncenin arka planında da, ahiret için hiçbir amel üretmeme kötülüğünün olduğunu bildirmektedir. Böylece insanın iç alemindeki oluşumlar zincirinin halkalarını belirleyen Al­lah, çok ince psikolojik analizler yapmakta; bu analizlerle de sebep-sonuç ilişkilerini göstermektedir.

Kur'an'ı tanıdığı halde inkar etmek, Hz. Muhammed'e haset ederek Al­lah'ın indirdiğini inkar edip ruhunu satmak, kendilerine indirilene inanıp geri kalanını inkar etmek, peygamberleri öldürmek, kendilerine açık deliller geti­ren peygambere rağmen şirke sapmak, Allah'ın mesajını dinleyip isyan etmek, onları bu karanlık düşüncelere itmiştir. Yukarıda -89. ayetten itibaren- sırala­dığımız bu inanç ve davranış biçimleri, onların psikolojilerinde ciddî bir has­talık meydana getirmiş, ahiret hayatlarını karanlık görerek dünya hayatına tut­ku ile bağlanmalarına sebep olmuştur. Aslında bu analizler, tanıdığı halde ta­nımazlıktan gelen insanın ruh haletini deşifre etmekte; dinlediği ve anladığı halde gerekeni yapmayan ve isyan eden insanın hastalığına teşhis koymakta­dır. Kendilerini insanlığın merkezine koyup kendi inançlarından başkasını ta­nımayan, Allah'ı ve ahireti kendi tekellerinde gören karanlık inanç ve düşün­cenin yanlışlığını belirlemekte; dünya hayatına tutku ile bağlanan insanların, aslında, kendi yaptıklarından korktuklarını ortaya koymaktadır.

Diğer taraftan, çok yaşamanın kendilerini azaptan kurtarmayacağı ifade edilmek suretiyle, onlara, dünya hayatına tutkularını azaltma önerilmiştir. Sanki Allah şunu söylüyor: Meseleyi dünya hayatına tutku ile bağlanmak de­ğil, iman ve amel çözer. "Cennet bize aittir" deyip ahiretten kaçmak, çare de­ğildir; çare ahirete yakışır iş üretmektir. Allah'ın dostu olduğunu söyleyip, O'nun indirdiklerini dinleyip isyan etmek çözüm değildir; çözüm Allah'ın sö­zünü dinleyip itaat etmektir. Böylece Allah, imanın, insan hayatındaki deği­şimlerin altındaki dinamiklerden biri olduğunu göstermiş, bu değişim olgu­sunun ahirete ve ölüme karşı olan tavırları da belirlediğini tesbit etmiştir.

Yüce Allah, sebep-sonuç ilişkilerini kurarken, bir sebebin birden fazla so­nucu olabileceğine dikkat çektiği gibi, sonucun zamanla tekrar sebep olup onun da bir başka sonuç doğurabileceğine de işaret etmektedir. Bir sebebin sonucu olan şey, zamanla başka sonucun sebebi olabilmektedir.

Ayrıca Yüce Allah, inanç ve dinler karşısındaki tavırların fanatikliğe vara­cak kadar aşırdık kazanmasının da analizini yapmaktadır. Bu noktada din eğitimine düşen görev, din ve inançlar arası ilişkilerdeki tavır ve tutumların siv­riliklerini, aşırdıklarını azaltmaktır. Dinler, mezhep ve tarikatlar arası karala­maları, ithamları ve tekfir derecesine varan saldırganlıkları önlemek din eğiti­mine düşmektedir. Karalamak, itham etmek ve tekfir edecek kadar düşmanlık duygusuna bürünmek, çözüm getirici bir yaklaşım değildir. Çözümün bilgide, doğru iman ve sevgide olduğu bilincini aşılamak, din eğitiminin işi olmalıdır.

Yüce Allah bu ayetlerin sonunda şu gerçeği ortaya koymaktadır: Allah onların yaptıklarını görüyor.

Bakara/82'den başlayan ve 96. ayete kadar uzanan yahudilerdeki bu olum­suz düşünce ve inançların meydana getirdiği davranışları düzeltmek çok zor­dur. Yüce Allah'ın, onları doğru yola getirmek için her metodu denemesine rağmen, Allah ve ahiret inancına sahip olan bu insanların böylesine yanlış davranışlar sergilemelerini hayretle karşılamamak mümkün değildir.

Allah Teala, burada, başka bir eğitim metodunu uygulamaya koymaktadır. Bu da Allah'ın gözlemcilik sıfatıdır. Yapılardan Allah'ın gördüğü inancı, on­ların bu yanlış davranışlarını önleyebilirdi.

Yapdanlan Allah'ın gördüğüne inananların, hem imanı, hem de bdinci de­rinlik kazanmış demektir. Bu bdinç düzeyini hayata geçirmek, davranışlara bir disiplin, bir kalite getirecektir. Böyle bir iman ve şuur, zorlayıcı tedbirle­rin asla ulaşamayacağı seviyede bir eğitim kalitesi getirir. Önemli olan, in­sanların iç aleminde böyle bir iman ve şuurdan beslenen bir disiplin duygu­sunun oluşturulmasıdır. Yanlış alışkanlıkları ortadan kaldıracak en büyük et­kenlerden biri, bu iç disiplin duygusudur. Onun için Yüce Allah, bu ayeti, (Allah, onların yaptddannı görüyor) ibaresiyle bitirmiştir. [25]

 

Allah'a, Meleklere, Peygamberlere Cebrail Ve Mikail'e Düşmanlık:

 

97-98. De ki: "Cebrail'e düşman olanlar bilsinler ki, Ceb­rail Kur'an'ı senin kalbine Allah'ın izniyle indirdi. Kur'an, önündekini doğrulayıcı, müminler için hidayet ve müjdedir". Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikail'e düşman olursa, bilsin ki Allah da in­karcıların düşmanıdır.

Bu ayetlerde geçen önemli kavramları ele alarak, ayetlerin analizini yap­maya çalışacağız. Öncelikle bu ayetlerin nüzul sebebini açıklayacağız.

Yahudilerden bir grup Hz. Peygamber'e gelmiş, ona bazı sualler sorarak, peygamber olup olmadığını anlamaya çalışmışlar. Resulullah da, sordukları sorulan cevaplandırmış, onlar da cevapların doğruluğunu kabul etmişlerdi. Son soru olarak, Hz. Peygamberce kimin vahiy getirdiğini sormuşlar. Hz. Peygamber, "Cebrail" deyince, onlar, Cebrail'in kendilerinin düşmanı oldu­ğunu söylemişlerdir. Vahyi getirenin Cebrail olması sebebiyle, Hz. Peygam­ber'e inanmamışlardır.[26]

Şimdi de ayetlerdeki kavranılan ele alabiliriz:

1. (adüvv)

Lügatte adüvv koşmak, haddi aşmak, zulmetmek, hastalığını bulaştırmak, birini bir şeyden başka bir şeye çevirmek, düşmanlık etmek, uzaklaştırmak, hakka tecavüz etmek, insanlar arasında fitne ve tefrika çıkarmak, ırak olmak, iki tahta arasına sıkıştırılan tahta, yüksek yer manalarına gelmektedir. [27]

 

Adüvv Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1) Baskın yapmak, saldırmak için koşmak

Andolsun, Allah yolunda koştukça koşanlara... [Âdiyât/1]

Allah yolunda koşan atlara işaret eden bu ayet, düşman atlarının koşusu­nu da ifade edebilir. Günümüzde âdiyât kavramının kapsamına, düşmanın

üzerine doğru hareket eden her çeşit araç girebilir: uçaklar, gemiler, füzeler ve tanklar gibi. Düşmanlık manasına gelen adüvv kelimesi, düşmanca saldı­rı için koşmayı, saldırganlık içgüdüsünü ifade etmektedir.

2) (udve), yüksek bir vadinin kenarı manasına gelir:

Hatırlayın ki, Bedir savaşında siz vadinin yakın kenarında, onlar da uzak ke­narında idiler. [Enfal/42]

Bu ayet, düşmanların birbirlerinden uzak durduklarını, uzak mekanlarda mevzi tuttuklarını, birbirlerine -hem maddî, hem de psikolojik manada-yak-laşmak istemediklerini ifade etmektedir. Düşmanlık duygusu, insanları böy­le uzaklara iter ve onları sosyal ve manevî manada parçalar. Birinin bir köşe­de, öbürünün diğer bir köşede kalmasına sebep olur.

3) "Düşmanlık, uzaklaşmak" manası ile itici olmak

İbrahim'in babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, babasının Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzak­laştı. [Tevbe/114]

Allah'a düşmanlık yapması, oğlu İbrahim'in kendisinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Onun için düşmanlık kelimesinin manasının içinde, uzaklaş­tırmak, itmek manaları da yer almaktadır. Çünkü düşmandan sakınılması ge­rekir. Düşmandan sakınmak, doğa gereği olduğu kadar, bir ilahî emirdir de.

Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinler­sin. Onlar, duvara dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sayarlar. Onlar düşmandır; onlardan sakın. [Münafıkun/4]

Yüce Allah bu ayette, düşman olan münafıklardan sakınılması gerektiği­ni belirtmektedir. Düşmanlık bulaşıcı bir hastalıktır, dolayısıyla yanına yak­laşmamak en doğru harekettir.

4) Haksızlık ve zulmetmek

Musa şöyle cevap verdi: "Bu, benimle senin arandadır. Bu iki süreden hangi­sini doldurursam, demek ki bana karşı haksızlık (zulüm, husûmet) yok. Söy­lediklerimize Allah vekildir". [Kasas/28]

Hz. Şuayb, Hz. Musa'ya iki süreden birini seçme hakkı tanımıştı. Sekiz yıl çobanlık yaparsa, kızlarından birini ona verecekti. Eğer Musa isterse, bu sü­reyi on yıla tamamlayacaktı. Hz. Musa, bu seçeneklerden birini tercih ettiğinde, kendisine karşı yanlış bir tavır takınılmamasmı isterken, "Bana hak­sızlık yok" ifadesini kullanmıştır. Bu ifadenin içinde, (düşman) kavramı yer almaktadır.

Kendisine tanınan seçeneklerden birini tercih eden kimseye kızdmaması gerekir. Tanınan seçeneklerden birini seçmesi için muhatabı zorlamak, düş­manlıktır. Antlaşma uyarınca vaadettiğini vermemek, bir zulümdür. Bu zu­lüm de, düşmanlık kavramıyla ifade edilmektedir.

5) Birini bir şeyden başka bir şeye çevirmek.

Şeytan insanların düşmanıdır. Onun düşmanlığı, Allah'ın yolundan çevir­mekle kendini gösterir:

Şeytan sizi yoldan çevirmesin. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır. [Zuhruf/62]

insanın aklı, doğuştan Allah'a yönelik yaratılmıştır. Akü serbest kalınca, Al­lah'ın yolunda yürür. Şeytanın düşmanlığı, insanı bu yoldan çevirmekle işe baş­lar. Çünkü düşman kavramının anlamlan arasında "çevirmek" manası da vardır.

6) İnsanlar arasında fitne ve tefrika çıkarmak.

Şeytan, içki ve kumar vasıtasıyla ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; si­zi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? [Maide/91]

İnsanların düşmanı olan şeytan, bu düşmanlığını insanların arasına düş­manlık ve kin sokmak şeklinde icra etmektedir. İnsanlar arasına fitne, fesat, tefrika ve kin sokanlar, düşman olanlardır. Bir milletin içinde bu işi yapanlar, o milletin, o halkın ve o devletin düşmanıdırlar. Böyleleri, şeytanın amelini tatbikata koymakla, şeytanın işini kolaylaştırmaktadırlar.

2. (Cibril)

İbranice'de cebr 'kul', ilde 'Allah'manasına gelmektedir. Öyleyse Cebra­il, "Allah'ın kulu" demektir.[28] Kur'an Cebrail'i iki vasıfla tavsif etmektedir:

a) Rûhu'1-Emîn (güvenilir ruh)

"Güvenilir ruh" manasıyla Şuara suresinde yer almaktadır:

Kur'an'ı, Rûhu'1-Emîn (Cebrail), uyarıcılardan olasın diye, apaçık Arap diliyle senin kalbine indirmiştir. [Şuara/193-195]

b) Rûhu'l-Kudüs

Rûhu'l-Kudüs (kutsal ruh) ismi de Nahl suresinde yer almaktadır:

De ki: "Kur'an'ı Rûhu'l-Kudüs (Cebrail), iman edenlere sebat vermek, müslü-manlan doğru yola iletmek ve onlara müjde vermek için Rabbin katından hak olarak indirdi". [Nahl/102]

Demek ki Cebrail dendiği zaman, vahyi peygamberlere getiren "Kutsal Ruh" ve "Güvenilir Ruh" anlaşılmalıdır.

Vahyi peygamberlere ulaştırmasındaki güvenilirliği, kutsanmış olması, onun görevinde aksama olmadığını ifade eder. Kutsal ve emin bir iş görme­si nedeniyle Rûhu'1-Emin ve Rûhu'l-Kudüs isimleri verilmiştir. Gördükleri iş ile isimlerin aynileşmesi, melekler aleminde var olan bir durumdur. Ama bu, insanlar için söz konusu değildir.

3. (Cebrail, -Allah'ın izniyle- Kur'an'ı senin kalbine indirdi).

Cebrail, bedene bürünebilen bir enerjidir/nurdur. Cebrail, bedene bürüne­rek Hz. Peygambere geldiği gibi, Hz. Meryem'e de görünmüştür:

Meryem, onlarla kendi arasında bir perde çekmişti. Derken biz ona ruhumu­zu (Cebrail'i) gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü. [Meryem/17]

Bu ayetteki ruhumuz ifadesiyle, Cebrail'in kasdedidildiği hususunda mü-fessirler hemen hemen ittifak etmişlerdir. Demek ki Cebrail, maddeye dönü­şebilen bir nur, bir enerjidir. Hz. Meryem'e, bedene bürünerek görünmüş, Hz. Peygamber'e -istisnalar hariç- enerji şeklinde mesaj getirmiştir. Yukarıdaki ayetin bir kısmı bunu teyit etmektedir. "Cebrail, -Allah'ın izniyle- Kur'an'ı senin kalbine indirdi" ifadesinden, Cebrail'in, insan vücuduna, yani ruhuna sızabilen bir yapıda olduğu anlaşılmaktadır.

Cebrail, Hira mağarasında Hz. Peygamber'e oku derken, ortada okuyacak bir kitap yoktu. Peki, Hz. Peygamber neyi okuyacaktı? Ortada henüz bir mesaj yoktu. İlk gelen ayetlerin içeriğine bakılırsa, insanın yaratılışından bahsettiği görülür. O halde Hz. Peygamber'e, kendi varoluşunun ve yaratılışın kanunları­nı kendi gönül ekranından okuması emredilmekteydi. Peygamber olmasının, onun gönlünde meydana getireceği değişimin kanunlarını okuyacaktı.

Hz. Peygamber Cebrail'in okuması ile Hira mağarasında gönül ekranına naklolunan ayetleri daha sonra vahiy katiplerine dikte ettirmiştir.

Levh-i mahfuz'dan Cebrail vasıtaısı ile Hz. Peygamber'e indirilen vahyin ev sahipliğini, Hz. Peygamber'in gönlü yapmıştır. Gönül, yani kalp, aklın bir boyutunu ifade ettiğine göre, önce akıl, yani gönül yaratılmış, sonra vahiy gönderilmiştir. Onun için akılla vahiy çelişmez, tam tersine birbirinin ta­mamlar.

Demek ki Cebrail, ilahî alem ile Hz. Peygamber'in gönlü arasındaki kana­lın adıdır. Bu kanal bazen enerji halinde, bazen da bedene bürünmüş olarak görev yapmıştır. Ele aldığımız ayette, Cebrail'in bu görevi kendiliğinden de­ğil, Allah'ın izniyle yaptığı bildirilmektedir. "Allah'ın izniyle" ifadesi, Cebra­il'in o mesajda hiçbir dahlinin olmadığını ve bu işe kendi iradesiyle girişme­diğini göstermektedir. Peki bu enerji dalgasının kalbe inişi nasıl olmaktadır?

Bu sorunun cevabını bir örnekle verebiliriz. Sürekli bir konu üzerinde ça­lışan kimsenin beyni, zamanla melekut alemiyle irtibat kuracak bir enerji üretmeye başlar. Yüce Allah, melek vasıtasıyla o konuda keşif yapacak ilha­mı ona gönderir. Çünkü beynin ürettiği enerji ile, melek denen enerji kanalı uyumlu hale gelmiştir.

Bu insanların beyni, yoğun çalışma sayesinde bu kıvama gelmektedir. Hz. Peygamber'in beyni ise, insanların sorunlarını çözmek için sarfettiği düşünce sa­yesinde, ilham kanalıyla değil, vahiy kanalı olan Cebrail ile irtibata geçmiştir. Onun gönlü, Levh-i mahfuz denen ilahî bilgi vericisinin alıcısı durumuna dönüş­müştür. Hira mağarasındaki derin düşünme anları, onun gönül antenini melekut alemine çevirmiş ve oradan Allah'ın izniyle mesajlar almaya başlamıştır.

Hz. Peygamber, Hira mağarasında iken insanları, karardıklardan kurtar­manın çarelerini düşünüyor ve Allah'tan bunun çözümünü istiyordu. Böyle­ce gönlünü, ilahî mesajı almaya hazır bir hale getirmişti. Hz. Peygamber'in üzerinde düşündüğü konular ve düşünme biçimi, ilahî vahiy ile onurlandınl-maya layık görülmüştür. Allah bir kimseyi durup dururken peygamber seçip vahiy göndermez. Hira mağarasındaki düşünme çileleri, Hz. Peygamber'in gönlünü öylesine olgunlaşürmıştır ki, bu olgunluk onu, ilahî vahyi alacak ha­le getirmiştir.

4. (Önceki kitapları doğrulayıcı, mü'mirilere rehber ve müjde olarak).

Ayetin bu kısmı, Kur'an'ın üç temel işlevine dikkat çekmektedir. Bunlar­dan ikisini, yani kendinden önceki kitapları tasdik etmesini ve rehberlik et­mesini Bakara/2 ile Bakara/89 ve 91'de izah etmiştik.

Ayetin bu kısmında, büşra (müjde) kavramını ele alacağız. Ayette geçen (büşra) kelimesi, sevinmek, cildin sathını kazımak, bir işe önem vermek ve o işi bizzat yapmak, ferahlamak, muştulamak, yerin ilk bitkisini çıkarma­sı, hayvanın döl tutup gebe kalması, nikahlısıyla cinsî münasebette bulun­mak, birbirine bitiştirmek, yapıştırmak, dine davet etmek, rüzgarın yağmur bulutunu sevketmesi manalarına gelmektedir. (beşer) olarak kullanılır­sa, insanoğlu, insan anlamına gelir.

Şimdi bu kelimenin Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını ele alalım: [29]

 

Büşra Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1)  İnsanlık, insanoğlu, erkek

Meryem, "Rabbim!" dedi, "Bana bir beşer eli değmediği halde nasıl çocuğum olur?" [Âl-i İmran/47]

Bu ayetteki beşer kelimesine, erkek manası vermek mümkündür.

Onlar dediler ki: "Siz de bizim gibi bir insandan başka bir şey değilsiniz". [İb­rahim/10]

Bu ayetteki beşer kavramı da insan anlamına gelir.

Büşra (müjde) ile beşer (insan) kelimesi arasında ne bağlantı vardır? İn­sanın kendisi bir müjdedir. İnsan ve müjde aynı kelimeden çıkan manalardır. Müjde, güzellik ve gülümseme manasına da gelir. İnsanlık güzelliktir, gü-lümsemektir. İnsanı öldürmek, güzelliği öldürmektir, gülümsemeyi öldür­mektir. Bu yüzden, 'müjde' kelimesinin bir anlamı da insandır.

insanın bir müjde olduğunu isbatlayan başka ayetler de vardır: işte o zaman biz onu uslu bir oğul ile müjdeledik.

2)  Vaadetmek

İnananlara ve yararlı işler yapanlara, kendilerine altlarından ırmaklar akan cennetler olduğunu müjdele! [Bakara/25]

Buradaki müjdelemekten kasıt, vaadetmektir. Müjde, olmuş güzel bir şeyi haber vermek manasına geldiği gibi, olacak güzel bir şeyi haber vermek anlamına da gelir. Gelecekle ilgili müjde, bir vaadden ibarettir.

3) Rüzgarın yağmur bulutunu sevketmesi

Size rahmetini yağdırsın, gemiler emriyle yüzsün ve böylece fazlından araya-sınız ve şükredesiniz diye müjdeleyici olarak rüzgarları göndermesi de, Al­lah'ın delillerindendir. [Rum/46]

Bulut bir müjdedir; onu hareket ettiren de rüzgardır. Asıl müjde, rüzgarın bulutu hareket ettirmesidir. Harekette bir müjde vardır. Bunu insana uyarlar­sak diyebiliriz ki, çalışmakta da müjde vardır. Çünkü çalışmanın sonundaki ürün bir müjdedir.

4) Sevinç, mutluluk, güzellik

Allah, bunu size sadece bir müjde (sevinç) olsun ve kalpleriniz bu sayede ra­hatlasın diye yaptı. [Al-i Imran/126]

Ayetteki 'müjde' kelimesi sevinç, mutluluk, yani kalpleri rahatlatan bir güzellik anlamını ifade etmektedir.

İbrahim'den korku gidip yüzüne sevinç gelince, Lut kavmi hakkında bizimle mücadeleye başladı. [Hud/74]

Bu ayetteki (büşra=müjde) kelimesi, (rav'=korku) kelimesinin karşıtı olduğundan, büşra kelimesine sevinç manasını vermeyi uygun gör­dük. Bu durum, korkudan sonra güvenin, insandaki ruhî değişimin yüze yan­sımasını ifade etmektedir.

5)  Kur'an ve Peygamber müjdelemekle görevlidir.

Kur'an, insanlara bir müjdedir, yani bir mutluluk ve bir sevinçtir [Baka­ra/97]. Onun sevinç dağıtan içeriğinden, inananlar istifade edecektir. Pey­gamber müjdeleme görevini yapmakta, Kur'an'ın bu ahlâkı ile ahlâklanarak insanları eğitmektedir.

Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı ola­rak gönderdik. [Ahzab/45]

Müjdelemek, insanlara sevinç ve mutluluk vermek, ilahî eğitimin bir me­todudur. Hz. Peygamber de aynı metodu takip ederek eğitimini sürdürmekte­dir. İnsanlara sevinç ve mutluluk dağıtmak, hem Allah'ın emri, hem de Hz. Peygamberin sünnetidir.

Müjdeleme eylemi, insanlara insanlıklarını hatırlatmak, vaadetmek, hare­ket ettirmek, sevinç ve mutluluğu insanlara getirmek gibi asil bir oluşumdur. Müjdesi olmayan bir kitap, din kitabı olamayacağı gibi, bu metodu benimse­meyen kimse de peygamber olamaz. Müjdeleme metodunda, Kur'an'la Hz. Peygamber aynı noktada buluşmakta ve aynîleşmektedirler.

Din eğitimcileri ve toplumda dinî vazifeleri yürütenler, dinimizin müjde olan yönünü tam anlamıyla işlemelidirler. İyi davrananlara ve iman edenlere Allah'ın neler vaadettiğini işleyerek, insanların gönlünü fethetme yolunu iz­lemelidirler. Müjdenin çekici bir yönü ve özelliği vardır. İnsanoğlu, kendine faydalı olana yönelir, zararlı olandan kaçınır. Hayvan da aynı özelliğe sahip­tir, ama o bunu içgüdüsel olarak yaparken, insan bilinçli yapar. Zaten insanın bir karşılığı da beşerdir, beşer de müjdeden türemiş bir kavramdır.

5. (Kesinlikle Allah kafirlerin düşmanıdır).

Allah'a, meleklere, peygamberlere, Cebrail ve Mikail'e düşmanlık yapan­lar, karşılarında Allah'ı bulacaklardır. Şeytan, Allah'ın değil, insanın düşma­nıdır. Fakat bazen insan, şeytanı da geride bırakarak Allah'ın düşmanı olabil­mektedir. 98. ayet, insanların kimlere düşmanlık yapabileceğini bildirmekte­dir. Aslında bu ayet, insanın şeytandan daha kötü bir davranış ve duygu için­de olabileceği bilincini vermektedir. Allah'a düşman olabilecek kadar sapkın-laşabilen insanın, insana haydi haydi düşman olabileceği ihtimalden uzak gö­rülmemelidir.

Yüce Allah bu duygu ve davranışta olanlara kafir demekte ve kendisinin de onların düşmanı olduğunu beyan etmektedir. Dikkat edilirse ayetin sonun­da, "Peygamberler, melekler, Cebrail ve Mikail de onların düşmanıdır" de­nilmemiş; sadece, "Allah da onların düşmanıdır" buyurulmuştur.

Allah'ın, düşmanlığı kendisine nisbet etmesi çok manidardır. Peygamber­ler, melekler, Cebrail ve Mikail, düşmanlık duygusu ve davranışı içinde ola­mazlar. Onların kendilerine düşman olanlara düşman olamayacakları, bu ayetin içeriğinden ortaya çıkmaktadır. Allah ancak onlara karşı düşmanlığını ilan eder. Çünkü onlara karşı bazı insanların düşmanlıklarını, onlardan uzak tutabilecek güç Allah'tır. Başka bir ifadeyle, onların entrikalarına karşı onla-n Allah koruyabilir.

Allah'ın, gönderdiği elçiye düşman olan kimselere düşman olduğunu ifade etmesi, devletler arası bir kurala işaret etmektedir. Gönderilen elçiye düş­manca davranan devlete, elçiyi gönderen devletin düşman olmasına neden olur. Elçilik müessesesi çok önemlidir. Devletler arası ilişkileri onlar idare ederler. Ekonomik, siyasî, kültürel, eğitimsel, askerî ve çalışma konularında­ki ilişkileri elçiler düzenler. Melekler ve peygamberlerin görevleri elçiliktir. Hele hele, niçin peygamber bizim aramızdan seçilmedi diye meleklere düş­man olmak kadar ilkel bir düşünce olabilir mi?

Peki Allah'a, peygamberlere, meleklere, Cebrail ve Mikaü'e düşman olan­ların ve bu düşmanlıklarını eyleme dökenlerin cezası nedir? Bu sorunun ce­vabını, şu ayetlerde buluyoruz:

1. Allah ve Resulü'ne karşı savaşanların ve yeryüzünde düzeni bozmaya çalışan-

ların cezası, ancak, ya öldürülmeleri, yahut asılmaları, yahut el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, yahut da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu, onla­rın dünyadaki rüsvaylığıdır. Onlar için ahirette daha büyük azap vardır. [Ma-ide/33]

Ayetten şunu anlıyoruz: Allah ve Resulü'ne düşman olanların düşmanlık­larını pratiğe dönüştürmelerinin, hem dünyevî ve hem de uhrevî cezalan ola­caktır. Böyle bir düşmanlık, hem suç, hem de günahtır. Suçun cezası dünya­da, günahın cezası da ahirette çekilecektir.

Diğer taraftan Yüce Allah, verilecek ceza konusunda alternatifler de sıra­lamaktadır: ölüm, asılmak, el ve ayakların çaprazlama kesilmesi, sürgüne gönderilmesi gibi. Şu da unutulmamalıdır ki, bu cezaların önemli olan yönü, caydırıcı olmalarıdır.

2. Allah ve Resulü'nü incitenlere, Allah dünyada ve ahirette lanet etmiş ve onlar

için horlayıcı bir azap hazırlamıştır. [Ahzab/57]

Düşmanlık duygusu ile yanlış işler yapanlara, Allah lanet etmektedir. Dünya ve ahirette lanet ettiği bu insanlara, ayrıca horlayıcı bir azap da hazır­lamıştır.

Onlar, Allah'a eziyet etmeleri sebebiyle laneti, Peygamberine eziyet et­meleri sebebiyle de azabı haketmişlerdir. Yani, Allah ve Resulü'nü incitme­leri, onları iki türlü cezaya müstehak kılmaktadır. Demek ki Allah, kafirlere düşmanlığını, lanet ve çeşitli azaplarla göstermektedir. Allah'a ve O'nun gö­revlendirdiklerine düşmanlık yapmak, Allah'ın düşmanlığı ile karşı karşıya kalmak demektir.

Burada akla "Bakara/98'de melekler dendiği halde hemen ardından Ceb­rail ve Mikail'in zikredilmesinin nedeni ne olabilir?" şeklinde bir soru gele­bilir. Buna şu şekilde cevap verebiliriz:

1. (Kim meleklere düşman olursa) ibaresinden son­ra, bu meleklerin hangileri olduğu açıklanmak üzere, Cebrail ve Mikail diye tasrih edilmiş olabilir.

2. Cebrail ve Mikail, görevlerinin farklılığı ve değerlerinin yüksekliği ba­kımından ayrıca zikredilmiş olabilir. Cebrail'in, ruhun gıdası olan vahiy ve bilgiyi, Mikail'in de bedenin gıdası olan bereketi indirmesi nedeniyle bir üs­tünlüğü vardır.

Eğer ikinci maddedeki izahımız doğru ise, bunun insanlar alemine şöyle bir mesajı vardır: Yüce Allah melekleri ve insanları, yüklediği görevlere gö­re derecelendirmektedir. Meleğin veya insanın kendisi değil, yüklendiği gö­rev ve sorumluluk önemlidir. Melek ve insan gördüğü işe göre, Allah indin­de bir değer ve sorumluluğa sahiptir. Siyaset ve iş aleminde insanlara verilen değer de, onların gördükleri işin değerine göredir. Çünkü bu kanun, Allah'ın sünnetidir. Mesela annenin değeri, mucize denen insan yavrusunu dünyaya getirmekten kaynaklanmaktadır. Peygamberin değeri ve üstünlüğü de, risalet görevinden kaynaklanmaktadır.

Nasıl ki melek ve insan, yaptığı görevlere göre Allah katında bir değere ve yakınlığa sahipse, Allah'ın düşmanlığı da insanın kendisine değil, yaptığı eylemleredir. Onun için 98. ayetin sonunda Allah, insanların değil, kafirlerin düşmanı olduğunu ifade etmektedir. İyi veya kötü manada yapılan değerlen­dirmelerin zat ile ilgili değil, eylemle ilgili olduğu açıkça görülmektedir. Bu da bize şunu öğretiyor: İnsanlar, ürettikleri iş ve yaptıkları görev açısından değerlendirilmelidir. Başka bir ifadeyle, insan kendi iradesiyle kazanmadığı bazı özellikleri açısından değerlendirilmeyip kendi iradesiyle kazandığı özel­likleriyle değerlendirilmelidir. Örneğin: Bir insan, aile ve kabilesi açısından değerlendirilmemelidir. Çünkü bu özellikleri ona doğuştan gelmiştir. İşler ve üretilen değerler iradeyle olduğu için, insan bunlar açısından değerlendiril­melidir.

Bir toplumun medenî ya da ilkel olmasının kriterlerinden biri de budur. İlkel toplumlarda insan, ana-babasına, ailesi ve kabilesine göre değerlendirilir. Mede­nî toplumlarda ise insanlar, verdikleri ürün ve yaptıkları işe göre değerlendirilir. [30]

 

Ayetleri Ancak Fasıklar İnkar Eder:

 

99. Andolsun ki, sana apaçık ayetler indirdik. Onları fa-sıklardan başka kimse inkar etmez.

Fasık kavramını Bakara/26'da, beyyine kelimesini de Bakara/92'de açık­ladığımız için burada tekrar izah etmeyeceğiz. Burada ayet kavramı üzerin­de duracağız.

Lügatte nişan, alamet, işaret, ibret, mucize, bir yerde eğlenmek, kalmak, kasdetmek, yönelmek manalarına gelen ayet kavramının, Kur'an'da çeşitli anlamlarda kullanıldığına şahit oluyoruz: [31]

 

Ayet Kavramının Kur’an’daki Manaları:

 

1)  İbret, işaret

Ey Firavun! Senden sonra geleceklere ibret olman için, bugün senin bedenini kurtaracağız. İşte insanlardan birçoğu, hakikaten ayetlerimizden gafildirler. [Yunus/92]

Ölümünden sonra Firavun'un cesedinin bulunup mumyalanması, ibret ol­masını temin etmiştir. Burada ayet kelimesi, ibret \e işaret manalarına gel­mektedir. Bu ayette Firavun'un durumu, dünyada kendini tanrı gibi görmeye ya da göstermeye kalkacak olan kibirli insanlara ibret, halk kitlelerine de bir işaret olarak sunulmaktadır. İnsanları gafletten uyandırmak, eğitimin en önemli amacıdır. Ayetin sonunda bulunan, "İnsanların bir çoğu, hakikaten ayetlerimizden gaflettedir" ibaresi, Kur'an'ın, insanları gafletten uyandırma­yı amaçladığını göstermektedir.

2)  Mucize

Ayet kavramının diğer bir anlamı da mucize1 âir.

Meryem oğlunu ve annesini de bir ayet (mucize) kıldık. [Mü'minun/50]

Hz. İsa'nın, iffetli bir bakire olan Meryem'den babasız olarak dünyaya ge­tirilmesi, gerçekten ayettir (mucizedir).

3)  Kur'an ayeti

Kur'an surelerini meydana getiren cümlelerin her birine de 'ayet' denir. Bakara/99 ayetinde bu manada kullanıldığı gibi, şu ayette de bu anlamda kul­lanılmaktadır:

Biz bir ayetin yerine başka bir ayet getirdiğimiz zaman -ki Allah neyi indire­ceğini çok iyi bilir- "Sen ancak bir iftiracısın" dediler. Hayır, onların çoğu bil­mezler. [Nahl/101]

Bütün kutsal kitaplarda geçen cümlelere ayet denmektedir.

4)  Tabiat kanunları ve psikolojik kanunlar

Bu manada ayet, bir şeye delalet, yani işaret etmektedir. Tabiat kanunları, Allah'ın kudretine işaret eden kanunlar olduğu için 'ayet'adını almaktadırlar: İnsanlara   ufuklarda   ve   kendi   nefislerinde   ayetlerimizi   göstereceğiz   ki, Kur'an'ın gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. [Fussılet/53]

insanı çevreleyen tabiat ve insanın içindeki manevi kanunlara Yüce Allah 'ayet'demektedir ki her iki alemin kanunları da Kur'an'ın hak olduğuna işa­ret etmektedir. Ayetteki "göstereceğim" ifadesi, "öğreteceğim" demektir. De­mek ki tabiat kanunları ile psikolojik kanunların kesiştiği yerde hakikat orta­ya çıkmaktadır.

Senin yeryüzünü kupkuru görmen de Allah'ın bir ayetidir. Biz onun üzerine suyu indirdiğimiz zaman, harekete geçip kabanr. Ona can veren, elbette ölü­leri de diriltir. O her şeye kadirdir. [Fussılet/39]

Suyun inmesiyle kupkuru toprağın canlanmasına, -ki bu bir tabiat kanu­nudur- Yüce Allah ayet demektedir. Tabiat kanunlarındaki her bileşim ve her formül, bir ayettir.

Biz, geceyi ve gündüzü birer ayet olarak yarattık. Nitekim, Rabbinizin nimet­lerini araştırmanız, ayrıca yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için gecenin ka­ranlığını silip aydınlatan gündüzü getirdik. İşte biz, her şeyi açık açık anlat­tık. [İsra/12]

Buradaki ayet kavramı, delil, işaret manalarına gelmektedir. Ama bu de­liller, tabiat kanunlarıdır. Gündüz ve gece birer ayettir.

Açıklamasını yaptığımız Bakara/99'da yer alan (beyyinât) kelimesi, ayetlerin sıfatıdır. Beyyinât kelimesi lügatte ayırmak, uzaklaşmak, göç et­mek, kızın evlenmesi, işin zahir ve açık olması, açıklamak, izah etmek, ağa­cın yaprağının henüz belirmesi, aşikâr oluncaya kadar üzerinde düşünmek manalarına gelir. Kur'an'da geçen bazı anlamlan şunlardır: [32]

 

Beyyinât Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Açıklamak, açıklayıcı olmak

Ayrıca bu kitabı da sana, her şeyi açıklayan, müslümanlara doğruyu gösteren rehber, rahmet ve müjde olarak indirdik. [Nahl/89]

Ayette geçen tibyan kelimesi, beyan kelimesinden türemiş olup açıklayı­cı manasına gelmektedir.

Kur'an'ı sana, kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar di­ye indirdik. [Nahl/44]

Daha pek çok ayette beyyine kelimesi, açıklamak manasında kuUamlmaktadır.

2.  Gerçeği açıkça ortaya koymak

Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. [Bakara/160]

Tevbe etmek, durumunu düzeltmek ve gerçeği açıkça söylemek gibi er­demli hareketler, Allah'ın tevbeleri kabul etmesine sebep olmaktadır. Beyye-ne şeklinde kullanılınca, "gerçeği açıkça ortaya koymak" manasına gelmek­tedir.

3.  Konuşmak ve düşünmek

(beyan) şeklinde alınınca, konuşma, kendini ifade etme gücü, eşya-lann ilişkilerini açıkça anlama ve onları açıklama kapasitesi manalarına gel-mektedir.

Bu kavram hem düşünme, hem de konuşma için kuUamlmaktadır; çünkü hem bir şeyi veya bir düşünceyi anlaşılır ve başka şeylerden farklı kılma me­lekesini, hem de bu vukûfiyeti, konuşma veya yazma dilinde ifade etme gü­cünü kapsar.[33]

Kavramın Kur'an'da kullanılışına örnek:

Rahman insana beyanı öğretti. [Rahman/4]

Allah, insana, düşünmeyi, konuşup kendini ifade etmesini öğretmiştir.

4. Ayırmak

Beyan kelimesinin diğer bir manası da 'ayırmak'tır. Bu manada furkan ke­limesiyle ortaktır. Furkan iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, hak ile bâülı ayırmak demektir. Ayına olma manası ile beyan da aynı anlamı ifade etmektedir. O zaman beyan, Kur'an manasına kullanılmış olmaktadır:

İsa açık delillerle geldiği zaman demişti ki: "Ben size hikmet getirdim ve ih­tilafa düştüğünüz şeylerden bir kısmını size açıklamak için geldim". [Zuh-ruf/63]

İhtilafa düşenlerin fikirlerini açıklamak demek, onları ayırt edip, hangisi­nin doğru, hangisinin yanlış olduğunu belirlemek demektir. Doğru ve yanlış olanları ayırt edip açıklamaktır.

Biz bu Kur'an'ı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklaya-sın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. [Nahl/64]

Bu ayette geçen beyan kavramı da, ihtilafların doğru veya yanlış olanları­nı ayırt edip açıklamak manasına gelmektedir. Sahte, asılsız, çürük, bâtıl ve yanlış olan fikirleri diğerlerinden ayırıp doğruyu ortaya koymaktır.

Bakara/l 85'te de beyyinât, "ayırt edici" anlamında yer almaktadır. Kur'an'ın ayırt edici özelliği, hem beyyene ve hem de furkan kavramlarıyla ortaya konmaktadır.

"Andolsun, sana apaçık ayetler indirdik" buyuran Allah'ın, bu ayetlerle kimlere hitap ettiğini şu ayetlerle belirlememiz mümkündür:

İnananlara [Hicr/77]; düşünenlere [Nahl/11]; dinleyenlere [Nahl/65]; öğüt alıp düşünenlere [Nahl/13]; aklını kullananlara [Nahl/67]; bilenlere [Tev-be/11]; sakınanlara [Yunus/6]; çok sabredip şükredenlere [İbrahim/5].

Bu özelliklerini kullanabilenler, Allah'ın ayetlerinden istifade edecek ve gerekeni yapacaktır.

(Apaçık ayetleri sadece, fasık olanlar inkar ederler). Yüce Allah ayetin bu kısmında, küfr ile fısk kavramını bir arada kullanmıştır. Bir bakıma inkarı fasıklıkla, fasıklığı da inkar ile tefsir etmiştir. Öy­leyse fasığın, Allah'ın ayetlerini inkar eden kimse olduğu söylenebilir. Fa-sık'ın inanç yapısının ortaya konulduğu bu ayette, -istisna yapılarak- sadece fasıklann apaçık ayetleri inkar edeceği de vurgulanmaktadır. Bir sonraki ayette, fasıklann diğer davranış biçimleri de sayılmaktadır. [34]

 

Fasıkların Diğer Davranışları:

 

100. Ne zaman, onlar bir antlaşma yaptılarsa, yine kendi­lerinden bir grup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.

Ayetteki soru edatını Razi şöyle yorumlamaktadır:

Ayetteki soru edatı, onların yapmaya kalkıştıkları şeyin garipliğine ve bu dav­ranışın ne kadar büyük bir günah olduğuna işaret etmektir. Soru şeklindeki bu ifade, yaptıklarının çirkinliğini göstermek bakımından daha edebîdir.[35]

Ahdini bozmak onların huyu haline germiş, her zaman böyle davranmayı ahlâk edinmişlerdi. Peki yaptıkları ahid neleri kapsamaktaydı? Razi bunun muhtemel maddelerini sıralamaktadır. Biz bunlardan birini seçmeyi uygun görüyoruz:

Hz. Muhammed'e peygamberlik gelmeden önce şöyle demişlerdi: "Eğer Al­lah'ın peygamberi gelirse, andolsun ki biz ona iman edeceğiz ve müşrikleri yurtlarından çıkaracağız".[36]

Sonra Hz. Muhammed peygamber olarak gönderilince onu inkar ettiler. Daha önce de Allah'a bazı sözler vermiş ve sözlerinde durmamışlardı. Bu se­fer de, Hz. Peygamberi inkar etmekle sözlerini bozdular.

Onların böyle davranmalarının sebebi, ayetin sonundaki (Zaten onların çoğu inanmaz) ifadesiyle beyan edilmektedir. Buna göre, ah­dini bozan insanların, imanlarından zoru vardır, inkar psikolojisi, hem Al­lah'ın ayetlerini inkara götürmekte, hem de verdikleri sözü çeğnemelerine neden olmaktadır.

Diğer taraftan ayetin bu kısmındaki (Onların çoğu iman et­mez) ifadesi, onlardan iman etmeyeceklerin, oran bakımından yüzde ellinin üzerinde olduklarını ifade etmektedir.

Allah bunu, insanların bazısını teselli etmek için beyan ediyor. İnsanların, Allah'a söz verdikleri halde sözlerinde durmadıklarını bildirerek bizi uyarı­yor. Allah'ı kandırmaya kalkışanlar, insanları da kandırır. Onun için sözleş­melerin sağlam bir şekilde hukuka bağlanması gerekir.

İmandan zoru olanların kalpleri hastalıklıdır. Kalpleri hastalıklı olanların, yani imansızların ahidlerinde durmaları çok zordur. Başka bir ifadeyle, ahde vefa ile iman arasında yakın bir alaka vardır. İmanın olduğu yerde ahde vefa da vardır; imanın olmadığı yende ahde vefa beklemek abesle iştigaldir. Böy­lece imanın, siyasî, ekonomik ve diğer sözleşmeler üzerindeki etkinliği orta­ya çıkmaktadır. Antlaşmaları hukuka bağlamak, iman zaafının bırakacağı boşluğu doldurur. Ahde vefa, hayatin bütün alanlarını kapsayan yüce erdem­lerden biridir. Ahdini bozmayı âdet haline getiren insanların, ne kadar kötü bir ahlâk üzere olduklarına dikkat çeken Allah, toplumların ahlâkını ve insan ilişkilerini yozlaştıran bu davranışı, sonuçlan ile beraber ortaya koymaktadır. [37]

 

Kitabı Arkaya Atmak:

 

101. Onlara, yanlarındaki kitabı doğrulayan peygamber geldiği zaman, kendilerine kitap verilenlerden bir güruh,

güya hakikati bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın kitabını arka­larına atarak ondan yüz çevirmişlerdi.

Bakara/89'da ellerindeki Tevrat'ı doğrulayan bir kitaptan, bu ayette ise, yanlarındaki kitabı doğrulayan bir peygamberden bahsedilmektedir. Öyleyse diyebiliriz ki, Hz. Peygamber, elindeki Kur'an'la kitap ehlinin elindeki kutsal kitabı tasdik ediyordu. Tevrat, hem Kur'an, hem de Hz. Peygamber tarafından tasdik ediliyordu. Bunun delili, Tevrat'ın Hz. Peygamber ile alakalı verdiği ha­berdi. Tevrat, Hz. Peygamber'in geleceğini haber veriyordu. Aynı haber İn­cil'de de yer alıyordu. Kur'an'ın ve Hz. Peygamberin gelişi, bu haberi doğru­lamıştı. Demek ki Bakara/89 ile 101 ayeti birbirini tamamlamaktadır.

(Kitap ehlinden bir grup Allah'ın kita­bını arkalarına attılar).

Ayette geçen (nebeze) kelimesi, elinden çıkarıp atmak, fırlatıp atmak, binicisini atıp düşürmek, arkaya doğru atmak, kabul etmemek, kovmak, tek­me atıp hakaretle reddetmek, savurmak, tardetmek, cemiyetten ihraç etmek, inkar etmek, tanımamak, sahip çıkmamak, yerini değiştirmek, yol vermek, azletmek, alakasını kesmek, kutsallığını bozmak, hürmetsizlik etmek, ahdi bozmak manalarını ifade etmektedir. [38]

 

Nebeze Kelimesinin Kur’andaki Manaları:

 

1. Kimyasal bir bileşim için, bir maddeyi diğerinin içine atarak karıştırmak.

Sanüri de, "Ben, onların görmediklerini gördüm. Zira, o elçinin izinden bir avuç toprak alıp onu erimiş mücevherlerin içine attım" dedi. [Taha/96]

Samiri, buzağı yapmak ve onun ses çıkarmasını temin etmek için, kendi­since elçi dediği şeyin izinden bir avuç toprak almış ve onu erimiş altınların içine atmıştır. Bu atma işini ifade için de jŞ (nebeze) fiili kullanılmaktadır.

2. Denizden dışarı çıkarıp karaya atmak.

Bu manada, kurtuluş için denizdekini karaya atmayı ifade etmektedir: Halsiz bir vaziyette, kendisini çorak bir araziye çıkardık. [Saffat/145]

Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka kınanmış bir halde ıssız bir diyara atılacaktı. [Kalem/49]

Nebeze kelimesi bu ayette, mekan değişikliğini ifade etmektedir. Hz. Yu-nus'un balığın karnından karaya atılması olgusunu ifade için bu kelime kullanılmaktadır. Hümeze/4'te de, cehenneme atılışı ifade etmek için kullanılmakta­dır. Kasas/40'ta, Firavun ve etrafindakilerin denize atılmasını ifade etmektedir.

Demek ki bu kavram, hem denizden karaya atılmayı, hem de denize atıl­mayı ifade etmek üzere kullanılabilmektedir. Uhrevî manası ile de hutame'ye (cehenneme) atılmayı ifade için kullanılmaktadır.

3.  Ahdi bozmak

Allah, kendilerine kitap verilenlerden, "Onu mutlaka insanlara açıklayacaksı­nız, onu gizlemeyeceksiniz" diye söz aldı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir pahaya değiştiler. Yapakları alış-veriş ne kadar kötü! [Al-i Imran/187]

Ayetteki (fenebezûhu= arkalarına attılar) ifadesini, "kulak ardı etmek" şeklinde çevirdik. "Allah'a verdikleri sözü kulak ardı ederek yerine getirmediler ve ahitlerini bozdular" manasına gelmektedir. Verdiği sözü ye­rine getirmeyen, ahdinde durmayan insanın bu davranışını ifade ifade etmek üzere bu kelime kullanılmaktadır.

Antlaşma yaptığın bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, onlarla yaptı­ğın ahdi aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allah, hainleri sev­mez. [Enfal/58]

Yüce Allah verdiği sözde durmamayı ihanet olarak kabul etmektedir. İhanet edene karşı antlaşmayı bozmayı ifade etmek için bu kavram kullanılmaktadır.

4.  Ayrılmak

Kitapta Meryem'i de an. Hani o, ailesinden ayrılarak doğu tarafında bir yere çekilmişti. [Meryem/16]

Meryem ona hamile kaldı. Bunun üzerine karnındaki çocukla uzak bir yere çekildi. [Meryem/22]

Kelime bu ayetlerde "ayrılmak ve çekilmek" manalanyla yer almıştır. Toplumun ağır baskısı ve bu baskının meydana getirdiği utanma duygusuyla toplumdan ayrılıp bir yere çekilmeyi ifade etmektedir.

jç (nebeze) kelimesi, fizikî, uhrevî, psikolojik ve sosyolojik manaları ifa­de eden bir kelimedir. Bakara/lOO-lOrde, bir tarafa atmak, inkar etmek, al­dırış etmemek, değer vermemek, tanımamak, hürmetsizlik etmek manalarına gelmektedir.

İnkar, reddetme ve değer vermeme, bilerek yapılan bir iş olduğu için bu kavramla ifade edilmektedir. Ehl-i kitap, Hz. Peygamber'in geleceğini biliyor ve bekliyorlardı, onun getirdiği kitabı da tanıyorlardı. Böyle olduğu halde ar­kalarına atarcasına, hem kendi kitaplarının hükmünü, hem de gelen Peygam­berle getirdiği kitabı inkar etmiş oldular. Bilerek yapılan bu eylemin başka bir ifadesi de ahde vefasızlıktır. Âl-i Imran/187'de, kitaplarındaki bilgileri gizlemeyeceklerine dair kitap ehlinden söz alındığı halde, sözlerinde durma­dıkları, Bakara/lOO'de ise ahdi bozdukları beyan edilmiştir. Bakara/lOO'de, bildiği halde reddetmenin imansızlık olduğu ifade edilmektedir.

(Sanki bilmiyorlarmış gibi) ifadesiyle Yüce Allah, şu ayete işaret etmektedir:

Kendilerine kitap verdiklerimiz Peygamberi öz oğullarını tanıdıkları gibi ta­nırlar. Buna rağmen, onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizler. [Bakara/146]

Onlar Hz. Peygamber'i, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanımışlardı. Kendi kutsal kitaplarındaki yerini de biliyorlardı. Tanımalarına ve bilmelerine rağ­men hakikati gizlemeleri ve bilmezmiş gibi davranmaları, imansızlık damga­sını yemelerine neden olmuştur. Yüce Allah bunları şunun için anlatıyor:

1. Bu tarihsel olguların anlatümasıyla, bizim ve bizden sonraki nesillerin akıllarını iyi çalıştırmaları, iyi düşünmeleri, yaşadıkları problemlerin çözü­münü bulabilmeleri amaçlanmaktadır. Geçmiş olgular iyi kullanılırsa, fayda­lı öğretmen olurlar.

2. Bildiği halde bilmez görünen, tanıdığı halde tanımaz davranan ve böy­lece hakikati gizleyen kimselerin, her devirde bulunabileceği gerçeğine dik­kat çekilmekte; inançlarının üstünlüğünü savunma psikolojsi ile böyle yap­tıklarına işaret edilmekte; doğru bilgi ve inancın kabulünü engelleyen inan­cın, sahte bir inanç olduğu öğretisi verilmektedir.

Bilinen şey söylenmeli, verilen söz yerine getirilmeli, tanınan şey itiraf edilmelidir. Bildiği halde gizlemek, verdiği sözü yerine getirmemek, inkar psikolojisinin insan ruhunda ve davranışlarında meydana getirdiği ağır bir depremdir. Bu tavır sahipleri dinî hayatı, halkın saf ve temiz inançlarını, ha­kikati ve toplumun erdemini heba etmektedir. Topluma erdemsizliği aşıladık­larından, fasık olarak nitelendirilmektedirler. Kötü ve karanlık niyetlerini in­sanların dinî hayat ve inançlarına karıştırdıkları için zalimdirler. Bildikleri doğruya ve Allah'a verdikleri söze aykırı davranan bu güruh, insanlığın asaletini bozduğundan, Kur'an'da kötü örnek olarak gösterilmektedirler.

Bunlar, insanları yanlışa yönlendirme çabası vermekle ve bu davranışla­rıyla şeytana yardımcı olmaktadırlar. Bu da aldıkları yanlış terbiyenin kötü neticelerinden biridir. [39]

 

Sihir Ve Zararları:

 

102. Ve Süleyman'ın hükümranlığı hakkında şeytanların uydurup söylediklerine uydular. Halbuki Sü­leyman büyü yapıp kafir olmadı. Fakat şeytanlar kafir ol­dular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Halbuki o iki melek, "Biz sadece imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kafir olmayasınız" demeden hiç kimseye sihir öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile kocanın ara­sını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Al­lah'ın izni olmadan kimseye zarar veremezler. Onlar, ken­dilerine faydalı olanı değil de zararlı olanı öğrenirler. Büyüyü satın alanların ahiretten nasipleri olmayacağını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu bilselerdi.

Bu ayet, muhteva ve mesajı bakımından, bir önceki ayetin devamı mahk yetindedir. Fahruddin Razi'nin Süddi'den naklettiği görüş de bunu teyit et­mektedir:

Kendilerine kitap verilenler, kitabı niçin arkalarına attılar ve arkalarına at­tıkları kitap hangisidir? Hz. Peygamber Kur'an'ı tebliğ ettiğinde yahudiler, Tevrat'la Hz. Peygamber'e karşı koymaya çalıştılar. Tevrat'la Kur'an arasın­daki ortak noktalan gördüklerinde, Tevrat'ı atıp, Asaf ibn Berhiya'nın kita­bıyla Hârut ve Mârut'un büyüsüne sarıldılar. Bunun üzerine Yüce Allah Ba­kara/101 ayetini indirdi:

Onlar ne zaman Allah katından, ellerindeki Tevrat'ı tasdik eden bir peygam­ber gelse, kendilerine kitap verilenlerden bir grup, sanki gerçeği bilmiyorlar­mış gibi, Allah'ın kitabını arkalarına atmışlardır.

Yahudiler, Tevrat'ı arkalarına atıp şeytanların Hz. Süleyman'ın iktidarı hakkında söylediklerine tabi oldular. Çünkü onlar, Kur'an'la uyuşmayan şey­leri arıyorlardı. Kendi kitaplarından kaçıp, şeytanın kitabının ağma düştüler.

Süddi'nin yukarıdaki açıklaması dikkate alınırsa, Bakara/101 ile 102'nin birbirinin devamı olduğu anlaşılır.

Şimdi, ayeti kendi içerisinde kısımlara ayırarak analizini yapmaya çalı­şalım:

(Kendilerine kitap verilenler, Süleyman'ın hü­kümranlığı hakkında şeytanların okuduklarına tabi oldular).

Ayetin bu kısmından şu önemli neticeyi çıkarabiliriz:

Şeytanlar insanlara, bazı insanlar hakkında asılsız şeyler öğretmektedirler. Bu meyanda, Hz. Süleyman'ın peygamber olmayıp bir kral olduğunu ve ik­tidarının da sihre dayandığını söylüyorlardı. Dikkat edilirse, Yüce Allah "şeytanların okuduğu" buyurmaktadır ki bu, şeytanların hiçbir zorlamasının olmadığı, insanların onların okuduklarına kendi arzulan ile tabi olduklarını ifade eder. Tabi olma fiilinin öznesi insanlar; okuma fiilinin öznesi de şeytan­lardır.

Ayetteki şeytanlar ifadesiyle, cin şeytanları mı, yoksa ins şeytanları mı kasdedilmiştir? Çünkü En'am/112'ye göre hem cinlerden, hem de insanlar­dan şeytanlar vardır. Her gruptan olan şeytanların da peygamberlere düşman olduklarını ve onların birbirlerine yaldızlı sözler fısıldadıklarını En'-âm/112'de haber veren Allah, onların bütün söylediklerinin uydurma olduğu­na işaret etmektedir. Bize göre, ayetteki şeytanlar, cin şeytanlarının vesvese verdiği insten olan şeytanlardır. Böylece insten olan şeytanların okudukları­na yine insanlar uymaktadır. İns şeytanlarının okuduğu kitap, -yukarda zik­rettiğimiz rivayette geçtiği üzere- Asaf ibn Berhiya'nın kitabı olsa gerek.

Şeytanların söyledikleri sahte şeylere hangi devir yahudilerinin veya insan­larının uyduğu konusunda müfessirler çeşitli görüşlere sahiptirler; şöyle ki:

a)  Hz. Peygamber zamanındaki yahudiler;

b)  Daha önce yaşamış olan yahudiler;

c)  Hz. Süleyman zamanındaki sihirbazlar;

d)  Önceki ve sonraki yahudiler ve sihirbazlardır.

Fahruddin Razi, bu görüşlerden dördüncüsünü benimsediğini söylemek­tedir.

Bu dört görüş çerçevesinde kalırsak, Bakara/10l'e dönerek kitabı arkala­rına kimlerin, ne zaman araklan meselesini tekrar ele almamız gerekir. "Al­lah katından bir elçi geldiğinde" ifadesinden, Hz. Muhammed'ten önceki peygamberlerin kasdedilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre Hz. Musa ile Hz. Muhammed arasında İsrailoğullan'na gönderilen her peygamber, bu ife-denin kapsamına girmektedir. Kendi kitapları olan Tevrat'ı tasdik eden bir ki­tap gördüklerinde, kendi kitaplarını arkaya atma, onlarda bir alışkanlık hali­ni almıştı.

Bu durumlarda kendi kitaplarını bırakıyor, şeytanların okuduğu ve Süd-di'nin sözünü ettiği kitaba uyarak, çifte standartlı bir davranış sergiliyorlardı. Demek ki, insanoğlunu etkileyip arkasından sürükleyen ilahî kaynaklı gücün yanında şeytanî güçler de vardır, insanlar bu iki güç arasında kimi zaman bo­calamış ve hatalı tercihlerde bulunmuşlardır. Kendi kutsal kitaplarının doğru ve sade bilgileri ile yetinip Allah'ın iradesinin tecelli edeceği şeyleri araştıra­caklarına, büyüye kapılıyorlardı.

Şeytanların Hz. Süleyman'ın iktidarı hakkında söyledikleri doğru olsaydı, yani, Hz. Süleyman iktidarını sihirden alsaydı, ne olurdu? Bu sorunun ceva­bını ayetin ikinci kısmında bulmaktayız:

(Süleyman kafir olmadı; şeytanlar kafir oldu).

Demek ki, Hz. Süleyman iktidarını sihre dayandırsaydı, yani sihir yapa­rak siyasî erkini sürdürseydi, kafir olurdu. Öyleyse sihir yapmak ve sihre da­yanarak iş görmek küfürdür.

Siyasî iktidar, gerçek bilim üzerine dayanmalı; şeytanî güçlerin sahte ve temelsiz hezeyanları üzerine bina edilmemelidir. Ayetin bu kısmı, bize çok önemli bir bilinç vermektedir: Sosyal hayatta, siyaset bilimi ile alakası olma­yan ve şeytanî vesveselerin etkisi alanda yürütülen siyasî uygulamalarla da karşılaşılabilir. Sihir gibi sahte oluşumlara dayanarak yapılacak olan siyaset, halka kötülük, düşmanlık, tefrika ve uğursuzluk getirir. Bundan, insanlığa za­rar veren siyasî uygulamaların arkasında şeytanî öğretilerin olduğu gerçeği­ni çıkarabiliriz. Çünkü, insanlığı kana bulayan, hayati cehenneme çeviren ve insanın onurunu inciten siyasî uygulamalar, hep şeytanî vesveselerin etkisiy­le gerçekleşmektedir.

Hz. Süleyman'ın sihir yapmadığını ve dolayısıyla küfre girmediğini bildi­ren bu ayet, sihirle uğraşanların, şeytan olmaları hasebiyle küfre girdiklerine işaret etmektedir. Şeytanlar sadece sihir yapmakla kalmadılar, aynı zamanda sihri insanlara da öğrettiler:

(İnsanlara sihri öğretiyorlardı).

Ayetten, sihir ilminin bulunduğu ve öğretildiği sonucunu çıkarabiliriz. Şeytanların sihri insanlara nasıl öğrettiği sorusuna birkaç şekilde cevap veri­lebilir:

a)  Eğer ayette bahsi geçen şeytanlar, insan kökenli şeytanlar ise, yazdık­ları sihir kitaplarıyla sihrin kurallarını ve tatbik metodlannı insanlara öğreti­yorlardı.

b) Bazı insanlar, ateşten yaratılmış, yani enerji olan cinlerle irtibat kura­bilmektedir. İnsan beyninin yaydığı enerji, şeytan denen cinlerin enerjisi ile aynı kanalda buluşabilmekte ve böylece onlar şeytanların yani cinlerin me­sajını alabilmektedirler. Şeytanlar, irtibat kurdukları bu beyinlere, kendi sihir ve sahte öğretilerini öğretebilmektedirler. Bu insanların beyni cinler alemine yönelik olduğu için, oradan gelen bilgileri alabilmektedir. Peygamberlerin beyni melekut alemine yönelik olduğu için, mesajlarını da oradan almakta­dırlar. Bu durum, radyo ve televizyonların kanal ve antenlerinin yönelik ol­duğu uydudan ses ve görüntü vermesine benzemektedir, insanın beyni ve gönlü hangi aleme, yani hangi uyduya yönelik ise oranın görüntü ve mesajı­nı alacaktır. Bu uydu, şeytanî ise sihir, melekî ise vahy veya ilham alacaktır.

insanların beynine ve gönlüne zarar veren, insan ilişkilerini bozan, insan­lar arasında tefrika çıkaran zararlı ve sahte bilgileri öğretenler sihre denk gü­nah işlemiş olurlar. Sahte ve zararlı fikirler üretip insanlara öğretenler, insin şeytanlarıdır, insan beynini çelen, gönlünü karanlıklara götüren öğretiler, in­sanlara şeytanların öğrettikleri şeylerdir. Eğitimle verilmesi gereken temel mücadele, insanlığı bu şeytanî öğretilerden kurtarmaya yönelik olmalıdır. Bu mücadeleyi veremeyen eğitim sistemleri, halkı sihirden, yani sahte fikirler­den ve kötülüklerden kurtaramayacak ve toplumun problemler içinde yüzme­sine engel olamayacaklardır.

(Babil'deki Hârut ve Mârut denen iki meleğe in­dirileni de öğretiyorlardı).

Demek ki, şeytanlar bir taraftan insanlara sihri öğretirlerken; diğer taraf­tan da Hârut ve Mârut ismindeki meleklere indirileni öğretiyorlardı. Acaba, Hârut ve Mârut kimdi ve onlara ne indirilmişti?

Kur'an'ı İngilizce'ye tercüme eden Yusuf Ali Hakkani, Beydavi ve Fah-ruddin Razi'nin tefsirlerini dikkate alarak şu cevabı vermektedir:

Hârut ve Mârut için kullanılan melek kelimesi mecazi olup iyi insanlar, ya da bilgi, bilim, veya hikmet ve güç sahibi anlamına gelmektedir. Modem dil­lerde melek kelimesi, güzel bir kadın için kullanılır. Eski geleneklerde ise melek, erkek olarak düşünülürdü. Erkeklere, iyilik, bilgi, hikmet ve güç an­lamında sıfatlar verilirdi. Hârut ve Mârut, bilimin ve özellikle astronominin çok eski bir vatanı olan Babil'de yaşıyorlardı. Yaşadıkları zaman, aşağı yuka­rı eski doğu krallarının, güçlü ve aydın oldukları döneme rastlamaktadır, da­ha önce de yaşamış olabilirler. Çünkü, Mârut ya da Marduk, daha sonraları Babil'de sihir tanrısı olarak kabul edilip tapınılmış bir kahramandır. Oysa, Hârut ve Mârut, iyi insanlar olup hiçbir kötülük işlememiş ve hiçbir zaman sahtekarlığa bulaşmamışlardır. Onların bilgi ve uygulamaları, kötü insanlar tarafından kötü amaçlar için kullanılmıştır. Kötü insanlar sihri sahtekarlık için kullandıkları gibi, bilimi de kötü amaçlar için kullandılar.[40]

(Eğer biz Peygamberi bir melek yapsaydık, onu bir adam suretinde getirirdik). [En'am/9]

Bu ayette Yüce Allah, melek denen nurun, yani enerjinin maddeye dönü­şüp insan suretine girebildiğine işaret etmektedir. Bu ayetten hareket ederek, Hârut ile Mârut'un, melekten insana dönüşmüş varlıklar olduğunu söyleyebi­liriz. Hârut ile Mârut, halka öğretim yaparken şöyle uyanda bulunuyorlardı:

(Halbuki o iki melek, "Biz sadece imtihan için gön­derildik, sakın yanlış inanıp da kafir olmayasınız" demedikçe hiç kimse­ye...)

Sezgileri güçlü insanlar oldukları için, bildikleri ile böbürlenen kötü in­sanların küfre gireceğini gördüler ve onları uyardılar.

Gerçekten bilgi, bir imtihan ya da kötülük vesilesi olabilir. Eğer uyanhr-sak, tehlikesinin farkına varırız. Allah bizi, özgür iradeyle donatüysa, yarar­lı olanla zararlı olan arasında seçim yapmakta özgür olmamız gerekir.[41]

Hârut ve Mârut denen bilgin kişiler, halka öğretim yaparken, kendilerinin bir imtihan vesilesi olduğunu açıklıyorlar ve insanları sihir yaparak küfre gir­memeleri konusunda uyanyorlardı.

Ayetin bize verdiği ana mesaj burada yatmaktadır. Bilgi öğrenimi bir hak­tır; bilgi öğretimi de önemli bir amel ve erdemdir. Fakat öğrenilen bilginin insanların zararına kullanılması da, o nisbette günah ve ahlâksızlıktır. Mese­la: Günümüzde atom fiziği öğrenmek, o bilgiyi atom reaktörleri yaparak in­sanlığın hizmetine sunmak veya insanların hayatını kolaylaştıracak teknolo­jik alanlarda kullanmak çok yararlı bir iştir. Ama atomu, insanlığın mahvı için kullanmak da mümkündür. O zaman bu bilgi, insanlara zararlı bir hale gelmiş olur. İşte Hârut ile Mârut da kendilerindeki bilgiyi, zararlı bir iş için kullanılmamasını öğütledikten sonra insanlara öğretiyorlardı. Hârut ve Mâ­rut'un bu davranışı, bilginin insanlığın zararına kullanılmamasının ahlâkî ör­neğidir. Öğretim ile ahlâk beraber yürümelidir. "Bilgi ahlâkı" diyeceğimiz bu ahlâk, bilginin teknolojiye uyarlanması meselesinde mutlaka dikkate ahnmalıdır. insan sevgisine, insana saygıya ve hayat hakkına dayanan bu bilgi ah­lâkı, bütün öğretim faaliyetlerinin programında yer almalıdır. Bu ahlâk, bü­tün insanlık için bir imtihandır. Bilgiyi teknolojiye dönüştürürken, teknoloji­yi insanın zararına kullanmak, bilgiye yapılacak en büyük zulümdür. Zulüm ise, medeniyeti boğacak en azılı yılandır.

Hârut ile Mârut, bilimsel bilginin öğreticilerini temsil etmektedirler. Bu öğreticiler, aynı zamanda, bilginin insanlığın zararına kullanılmaması için uyanda bulunan "bilgi ahlâkçılarıdır". Zamanımızda bilimsel bilgi ve bilgiyi teknolojiye uyarlama konusunda zirvede bulunanlar, bu "bilgi ahlâkına" ku­lak vermeli ve bilgi gibi bir değerin kan akıtma gibi bir zulümle kirletilmesi­ni önlemelidirler. Bilgi, bir nur ve faydalı bir güçtür. Onu kanla bir araya ge­tirmek veya kan akıtmak için kullanmak, şeytan işidir, küfürdür. Bize göre, şirkten sonra Allah'a en büyük isyan, bilgiyi insanın zararına kullanmaktır. Niyetimize, amaç ve isteğimize bağlı olarak, bilgi en büyük Firavun olabilir. Bilgiyi Firavunlaştıranlar ve bu yolla dünyayı cehenneme çevirenler, asla cennet yüzü göremeyecek ve ahirette, insanlık suçlusu olarak haşrolacaklar-dır. Bilgi gibi bir nuru, ateşe dönüştürüp insanların hayatına kıyanların güna­hı ahirette boyunlarına asıldığında, şeytanlar bile hayrete düşeceklerdir. Çün­kü bunlar, bilgiyi sihir haline getirmiş, amacının dışında kullanmış ve onun erdemini katletmişlerdir. Çünkü bunlar, bilgiyi üreten beyinleri pişman et­mişler ve onları mezarlarında rahatsız etmişlerdir. Onlar o bilgileri insanlığın hayrı için üretmiş ve geliştirmişlerdir.

İnsanların beynini karıştıran, gönüllerine fesat ve ihtiras telkin eden, davra­nışlarının dengesini ve erdemini bozan şeyler sihirden başka bir şey değildir.

(Onlar, o iki melekten karı ile kocanın arası­nı açacak şeyler öğreniyorlardı).

Yüce Allah, bu ayette, sahte ve yanlış bilginin, yani sihrin aile ilişkilerin­de nasıl büyük bir tahribata neden olduğunu insanlığa haber vermektedir. Si­hir nedir ve ne anlama gelmektedir?

Sihir kelimesi, fiil halinde, büyü yapmak, nazar değdirmek, cezbetmek, meftun etmek, kendinden geçirmek, çıldırtmak, aşın sevdaya düşürmek, yal­taklanmak, tath sözlerle kandınp elinden almak, ifsad etmek, gıda vermek, uzaklaşmak, altınla yaldızlamak, cadılık etmek, bir işten menedip alıkoymak, seher vaktine girmek, sahur yemeği, kuşun seher vaktinde şakıması, boğaz­lanmış koyundan çıkarılan akciğer, ince latif şey, nefes borusunun akciğere birleştiği ucu, yağmurun fazlalığından harap olmuş yer manalarına gelmek­tedir.

Sihrin, Kur'an semantiği içerisinde ifade ettiği ana anlamlar ise şunlardır: [42]

 

Sihir Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Aldatmak

Sihirbazların, el mahareti ile gözleyenlerin dikkatini başka yere çekerek yaptıkları numaralardır. Yaldızlı sözlerle insanların gözlerini boyayıp, algı mekanizmalarını bozarak onları aldatmalarıdır.

("Siz atın" dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyüleyip aldattılar. Onları korkuttular ve büyük bir si­hir gösterdiler). [A'raf/116]

("Hayır siz atın" dedi. Bir de baktı ki, büyü­leri sayesinde ipleri ve sopaları, kendisine koşuyor gibi görünüyor). [Ta-ha/66]

İp ve sopayı hareket ediyormuş gibi göstermeye sihir denmektedir.

Halk dilinde buna "göz boyama" denir. Bu ayette, el çabukluğu ile yapı­lan ve insanların gözlerini aldatan faaliyete sihir denmektedir. Ama bu insa­na korku veren bir aldatmadır, insanı aldatan ve ona korku veren bu sihre Yüce Allah büyük sihir adını vermektedir.

Bundan ötürü İsfehani "nemmamlığı" da sihirden saymaktadır. Sihri, el yardımıyla aldatma ve söz yardımıyla aldatma şeklinde tarif etmiştir.

2. Şeytanın yardımını celbetmek

(Fakat şeytanlar küfre gitti, çünkü onlar insan­lara sihri öğretiyorlardı). [Bakara/102]

Şeytanların kimlere ineceği ve sihir öğreteceği şu ayette haber verilmek­tedir:

Şeytanların kime ineceğini size haber vereyim mi? Onlar, günaha, iftiraya düşkün olan herkesin üstüne inerler. [Şuara/221-222]

Şeytanların üzerine inip, sihri öğrettikleri insanlar, günah ve iftiraya tut­kulu olan insanlardır. İşlev olarak şeytanlaşan insanlar, sihri öğrenmek sure­tiyle onlardan yardım alırlar. Bu sihir öğretme ve öğrenme süreci ise, kötü insatılan şeytana; şeytanı da onlara yaklaştırmaktadır.

3.  Zan

Sihir, olmayan bir şeyi olmuş gibi zannettirmektir. Bazı insanlar, şekil ve tabiatları değiştirecek güce sahip olduklarını zannederler, insanı eşeğe çevir­mek gibi. Bu bir zandır, bilim adamları katında hakikatle alakası yoktur.[43]

4. Güzellik ve etki

Bazen sihir kavramı, güzelliği ifade etmek için kullandır. Çok güzel ve et­kili konuşmalar için "sihirli konuşma" denir, insanın vücuduna gizlice sız­ması ve ona canlılık vermesi nedeniyle, bazen gıdaya da sihir denmektedir.

Gıdaya sihir denmesi, etkisi ve gizlice vücuda yayılması nedeniyledir.[44] Sen ancak yiyip içen mahlukattansın. [Şuara/153]

5.  Sabah vakti

Biz de üzerlerine taş yağdırdık; Lut ailesi müstesna. Onları seher vaktinde kurtardık. [Kamer/34]

Sabreden, dürüst olan, huzurda boyun eğen, hayra harcayan ve seher vaktin­de Allah'tan af dileyenler içindir. [Âl-i Imran/17]

Sihir kelimesiyle aynı kökü paylaşan bir kelime olarak birinci ayette se­her, ikinci ayette de çoğul olarak eshar kavramları yer almaktadır. Günün ge­ceyi gidermesinden ötürü bu ismi aldığı anlaşılmaktadır. Yüce Allah'ın suçlu toplumlara, tabiat olaylarını kullanarak verdiği cezalar, genelde seher vakti­ne yakın olmuştur. Diğer taraftan, ikinci ayette de seher vaktinde Allah'a ya­pılan duaların daha fazla kabule şayan olduğuna işaret edilmektedir.

"Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi" [Zariyat/18] ayeti de, seher vak­ti Allah'tan af dilemenin ne kadar önemli olduğuna dikkat çekmektedir.

6.  Kurtuluşu olmayan bir şeydir

Musa, "Size hak geldiğinde, onun için hep böyle mi dersiniz? Bu bir sihir mi­dir? Halbuki sihirbazlar iflah olmazlar" dedi. [Yunus/77]

Hz. Musa bu ifadesiyle, sihrin insanların kurtuluşunu önlediğine, felah getirmeyen bir uygulama olduğuna işaret etmektedir. Demek ki, kurtuluş getirmeyen uygulamaya sihir denmektedir. Sihir, sihir yapanlar için değişmesi mümkün olmayan bir huy haline gelmekte ve onları affı mümkün olmayan bir yola ve küfre sokmaktadır.

(Onlar, o iki bilgin kişiden kan ile kocasının arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı).

Yüce Allah ayetin bu kısmında sihrin etkilerini anlatırken, sihrin ilk dar­beyi hangi ilişkilere vurduğuna dikkat çekmektedir. Karı ile kocanın arasına tefrika sokmak, yani aralarını açmak olgusu bir örnek ve bir başlangıç nok­tasıdır. Ayetin bu kısmının tefsirini Elmalık Hamdi Yazır'dan nakletmek isti­yoruz:

Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini ifade içindir. Yani bu kimseler, bu yolla kan ile kocanın arasını bile ayırabilecek fesatlar çeviriyorlar; bu te­siri meydana getiren sihirlerle, cemiyet içinde ne büyük fitneler çıkarılabile­ceğini, artık siz kıyas ediniz. Kan ile kocanın arasını ayıranlar, bu kadar kuv­vetli bir sevgi bağını kıranlar, bir topluma neler yapmazlar; komşular ve hem­şehriler arasında fitneler çıkanp, halkı birbirine düşülmezler mi? İhtilaller çı­karmazlar mı? Ayet bize gösteriyor ki sihrin en büyük tesiri, ruhlar üzerinde­dir; fikirleri bozar, kalpleri çeler, ahlâkı perişan eder, toplumların altını üstü­ne getirir. Şu halde sihrin aslı yoktur diye aldanılmamalıdır.[45]

Elmahh Hamdi Yazır, "Kan ile kocanın arasını açması, sihrin en yüksek tesirini gösterir" diyor; biz ise bu tesiri, sihrin en küçük tesiri olarak görmek­teyiz. Sihrin en yüksek tesiri, milletler arası ilişkilerin bozulması ile ortaya çıkmaktadır. Fertle ferdin, fertle toplumun, toplumla toplumun arasını açmak da şeytanların işidir. Fertten gruba, gruptan topluma, toplumdan toplumlara­rası ilişkilere kadar bütün çatışmaların, ayrılık ve kavgaların arka planında, şeytanların sihri dediğimiz etkileyici faaliyetler vardır.

Kötü insanlar, bilginlerden öğrendikleri doğru bilgileri, kötü yollarda kul­lanmaya başladılar. Öğrendiklerini, sahtekarlık ve aldatmacayla kanştınnca ortaya aşk büyüleri çıktı. Onlar da, kan ile koca arasında uyumsuzluğa yol açmaktan başka bir işe yaramadı.

Demek ki sihir insanların gönlünü etki altına alabilmekte, orada bir takım nefret duygularını kabartarak, sevgi bağlarını koparabilmektedir. İnsanlar arasındaki birlik ve beraberliği yaralayan, sevgi bağlarını koparan, kaynaş­mayı ortadan kaldıran, çatışmaya, kavga ve düşmanlığa sebebiyet veren ne varsa, hepsi sihrin bir parçasıdır. Sıraladığımız bu sosyal olumsuzlukları ar­tıran her fikir, her hareket ve her teşebbüs sihirden kaynaklanmaktadır. Bu olumsuzluklara katılan, destek veren ve sebep olan herkes bir sihirbazdır.

Öğrenilen doğru bilgiyi, insanların arasını açmak, dünyaya bölücülük, tef­rika, fesat ve düşmanlık duygulan yaymak için kullananlar, büyük günah ve insanlık suçu işlemektedir; bundan dolayı da küfre girmektedirler.

İşte bazı insanlar, Hz. Süleyman'ın, iktidarını bu sosyal olumsuzlukları meydana getiren sihir üzerine kurduğunu söyleyen şeytanlara tabi oldular. Allah'ın, Hz. Süleyman'ın iktidarı ile ilgili şeytanların söylediklerini zikret­mesi, kanaatimce insanlar arasında sihrin meydana getirdiği veya getireceği ayrılıklar, kavga ve düşmanlıklar üzerinde siyaset yapılmaması gerektiğini öğütlemek amacına yöneliktir. Bir milletin veya dünya siyasetinin, şeytanla­rın vesvesesi üzerine kurulamayacağına işaret etmek için bu açıklama yapıl­mıştır. Siyaset sevgi, kardeşlik ve insanlığın yararına olan şeyler üzerine ku­rulursa insanî olur; aksi takdirde şeytanî olur. Şeytanın siyaseti de sihirden başka bir şey değildir. Siyaseti, şeytanî etkilerden, yani onların sihrinden te­mizlemenin önemine işaret etmek için Kur'an'da bu olaya yer verilmiştir. Al­lah, siyasetini sihir üzerine kurup yürüten krallardan Firavun'u, örnek olarak vermektedir.

Firavun, çevresindeki ileri gelenlere, "Bu" dedi, "doğrusu çok bilgili bir sihir­baz... Sizi sihirleriyle yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Şimdi ne buyurursu­nuz?" Dediler ki: "Onu ve kardeşini eğle ve şehirlere toplayıcı görevliler gön­der. Ne kadar bilgisi derin sihirbaz varsa sana getirsinler". Böylece sihirbaz­lar belli bir günün tayin edilen vaktinde bir araya getirildi. [Şuara/34-38]

Firavun, Hz. Musa'nın gösterdiği mucizelere ve hakikat bilgisine karşı ko­yabilmek için sihirbazlardan, yani şeytanî öğretilerden medet umdu. Zaten Firavun'un uyguladığı siyaset de, sihrin etkinliği altındaydı. Firavun, azgın­lık yapıyor, halkı çeşitli gruplara ayırıyor, gruplardan bazısını tutuyor, bazı­sını eziyordu; İsrailoğullan'nın erkek çocuklarını öldürüyor, kız çocuklarını sağ bırakıyordu [Kasas/4]. Bu şeytanî uygulamaları devam ettirebilmek için de, Hz. Musa'ya karşı sihirbazlardan yardım istedi. Bu uygulamalar, Firavun'un sihirbazlar, yani şeytanî hileleri öğretenlerle işbirliği içinde bir siya­set güttüğüne delil teşkil etmektedir.

Allah, ayetin devamında, bu tip insanların zararları konusunda şöyle bu­yurmaktadır:

(Oysa, büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimse­ye zarar veremezler).

Ayetin bu kısmında, 'zarar' ve 'izin' kavramları, mesajın çekirdeğini oluş­turmaktadır. Kötü insanlar, sihirleriyle insanlara zarar vermektedirler; ancak bu, Allah'ın izin verdiği sınırlar dahilindedir. Allah insanlar aleminde, bir kö­tülük, bir de iyilik alanı belirlemiştir. İyilik alanı genişleyince kötülük alanı daralmakta; kötülük alanı genişleyince de iyilik alanı daralmaktadır. Bu alan­ları ferdî, yani psikolojik manada ele alırsak, aklın alanı iyiliğin, nefsin ala­nı da kötülüğün alanı olmaktadır. Dinî anlamda ise kötülük küfrün, iyilik de doğru inancın alanı olmaktadır. Bilim açısından değerlendirilirse, bilgi iyili­ğin, cehalet de kötülüğün alanı olmaktadır.

Demek ki akü, doğru iman ve bilgi, iyilik alanının; nefis, küfür ve ceha­let de kötülük alanının belirleyici esasları olmaktadır. İyilik alanının arka pla­nında Allah'ın iradesi; kötülük alanının arkasında ise şeytan vardır. Eğer in­sanlar kendi yapıp etmeleriyle iyilik alanını daraltırlarsa, kötülük alanının genişlemesine sebep olurlar. İşte o zaman Allah, kötülük alanının etkinliğine izin verir.

Eğer insanlar, bilgin insanlardan öğrendikleri bilgileri, insanların zararına kullanma gibi şeytanî uygulamalara başvurmasalardı veya onların bu fiilleri­ne iyi insanlar tarafından engel olunup bilim ahlâkının işlerliği temin edilmiş olsaydı, Allah insana zarar veren şeye izin vermezdi. İyilerin kötüleri engel­lememesi, iyilerin de şeytanî sihrin etkisi alanda kalması sonucunu doğura­caktır.

Eğitim ve bilim ahlâkı ile sihrî öğretilere mani olmayan toplumlarda ilk çözülüş aile hayatında başlayacaktır. Halkını doğru ve bilimsel bilgi ile eğitemeyen toplumlar, şeytanî öğretilerin etkisi altında kalmaya mahkumdurlar. İşte böyle bir ortamda, sünnetullah işlemeye başlayacaktır.

Şimdi 'izn'in ne anlama geldiğini açıklayabiliriz: Dinlemek, bırakmak, izin vermek, öğrenmek, bilgilendirmek, haber vermek, ibadete çağırmak, horozun ötmesi, ilan etmek, bilinir hale getirmek, önceden ima etmek, önceden göstermek, salahiyet makamında olmak, yalandaki çöküşün işaretlerini gös­termek, izin istemek.

Bi-iznillah ifadesi, Allah beğenirse, Allah dilerse, Allah emrederse anla­mına gelmektedir. Uzun kalıbında alınınca, isim olur ve kulak, tutacak kulp manalarına gelir. Şimdi, Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını örnekler­le ele alabiliriz: [46]

 

İzn Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Dinlemek, kulak vermek

İzin kelimesi fiil halinde kullandır, öznesi de insan veya herhangi bir var­lık olursa dinlemek veya kulak vermek manasına gelir. Şu ayetlerde bu anla­mı ifade etmektedir.

Gök Rabbine kulak verip boyun eğecek hale getirildiği zaman. [İnşikak/2] Yer, Rabbini dinleyip O*na hakkıyla itaate mecbur kılındığı vakit. [İnşikak/5]

Bu ayetlerden anlıyoruz ki, gök ve yer, Allah'ın emrine kulak verecek, emri dinleyecek nitelikte bir canlılığa sahiptir. Verilen emri yerine getirme­den önce, o emre kulak verip ne olduğunu anlamak gerekir, ki bu, emre ita­ati kolaylaştırır.

2. Bilmek

Faiz yasağını dinlemeyen ve ona uymayanlara Yüce Allah şöyle seslen­mektedir:

(Şayet yapmazsanız, Allah ve Rasulü tarafından savaş açılacağını bilin). [Bakara/279]

Buradaki bilmek, haberi almak manasına gelmektedir. Zemahşeri izn kav­ramının "ilim" manasına geldiğini söylemektedir.

Bilmekten, bildiri ve bildirmek manalarını da anlamak mümkündür:

Hatırlayın ki Rabbiniz size, "Eğer şükrederseniz, elbette size artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir" diye bildirmiş­ti. [ İbrahim/7]

En büyük hac gününde Allah ve Rasulünden insanlara bir bildiridir. [Tevbe/3]

Demek ki izin kelimesi fiil, öznesi de Allah olursa 'bildirmek'; Allah ve Rasulünün yaptığı bir işin ismi olursa 'bildiri' anlamlarına gelmektedir.

3. ilan etmek

İzn kelimesi bazen öznesine, bazen de alanına göre mana kazanmaktadır: İnsanlara haccı ilan et. [Hac/27]

Rabbin, elbette kıyamet gününe kadar onlara en kötü eziyeti yapacak kimse­ler göndereceğini ilan etti. [A'raf/167]

Yüce Allah, Hz. ibrahim'e haca ilan etme emrini verirken izin kelimesini 'emir' halinde kullanmıştır. Bir konuyu insanlara bildirirken de "ilan etmek" anlamında izin kelimesini fiil halinde kullanmaktadır.

4. Teminatını sunmak

Kıyamet gününün bilgisi Allah'a havale edilir. O'nun bilgisi dışında hiçbir meyve kabuğunu yarıp çıkamaz; hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğuramaz. Al­lah onlara, "Ortaklarım nerede?' diye seslendiği gün, "Buna dair bizim hiçbir şahidimiz olmadığı teminatını sana sunarız" derler. [Fussilet/47]

Allah'ın sorduğu bir suale karşı kulların sunacağı teminat ifade edilirken, bu kelime kullanılmaktadır. "Sana sunuyoruz" demek, "sana arzediyoruz" demektir.

5. Emretmek

Fiil olarak 'emretmek', isim olarak 'emir' anlamına gelmektedir.

Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan kimi ken­disine zulmeder, kimi ortadadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geç­mek için yansır. İşte büyük erdem budur. [Fatır/32]

Hayırlı işlerde öne geçmek için yarışmak Allah'ın emriyle olmaktadır. Ayette geçen izin kelimesi, emir ve müsaade anlamlarına gelmektedir. Al­lah'ın dahlinin bulunmadığı, yani emrinin olmadığı bir işi gerçekleştirmek in­san için muhaldir.

Rabbihin izniyle cinlerden bir kısmı, onun önünde çalışırdı. [Sebe/12]

Ayette geçen izin kelimesi, 'emir' anlamına gelmektedir. Cinler, Allah'ın emriyle Hz. Süleyman'ın önünde çalışmaktaydılar.

O gecede, Rablerinin izniyle melekler ve Ruh, her iş için iner dururlar. [Ka­dir/4]

İnsanın hayırlı bir işte yarışıp öne geçmesi, cinlerin insanlar tarafından istihdam edilebilmesi ve nihayet meleklerin yeryüzüne inmesi Allah'ın emriy­le, yani izniyle gerçekleşmektedir.

6. Kolaylaştırmak, muvaffak kılmak, yardım etmek

Müşrikler cehenneme çağırır. Allah ise yardımı ile cennete ve affa çağırır. [Bakara/221]

Allah'ın yardımıyla, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak... [Ahzab/46]

Her iki ayette de yer alan bi-iznihi (Allah'ın izniyle) ifadesi, Allah'ın yar­dımıyla demektir. Allah yardımıyla işi kolaylaştırır ve insanı başardı kılar. Yardım'ın içinde, kolaylaştırmak ve başarılı kılmak da vardır. Üçü birlikte izin kavramının manasını oluşturmaktadırlar.

Ahzab/46'da, Hz. Peygamber'in ancak Allah'ın yardımı ile davette buluna­cağına dikkat çekilmektedir. Allah'ın izni, yani yardımı olmadan, bir insanın diğer bir insanı Allah'a davet etmesinin imkansızlığını gösteren bu ayet, Allah anılmadan bu işin başarılabileceğini söylemenin şirk olacağına işaret etmek­tedir. Din eğitimi faaliyetinin ana unsuru olan Allah'a davet eylemi, Allah'ın yardımı, kolaylaştırması ve başarılı kılması neticesinde hedefine ulaşabilir.

Bakara/221'de, Allah'ın yardımının işlevi açıklanmaktadır. Allah bile, cennet ve affına, yardımıyla davet etmektedir. Allah bile davetini yardımıyla yaparken, insanın, O'nun yardımı olmadan Allah'a davet etmesi nasıl müm­kün olabilir?

7. izin vermek

Müsaade etmek anlamı, 'izin' kelimesinin birincil manasıdır. Bu anlamı ifade eden pek çok ayet vardır. Yüce Allah amellerin ancak kendi izni ile ola­cağına; izni olmadan amellerin gerçekleşemeyeceğine dikkat çekmektedir. Peygamber'e itaat [Nisa/64]; nebatın bitmesi ve büyümesi [A'raf/58]; savaş­ta galip gelmek [Enfal/66]; inanmak [Yunus/100]; Peygamber'in ayet getir­mesi [Ra'd/38]; Peygamber'in Kur'an ile insanları karardıklardan aydınlığa çdcarması ve doğru yola üetmesi [İbrahim/l]; cennete girmek [İbrahim/23]; şeytanların insanlara zarar vermesi [Mücadele/10]; şefaat [Bakara/255]; pey­gamberlerin mucize göstermesi [Âl-i Imran/49]; ölüm [Âl-i Imran/145] gibi oluşumların arkasında Allah'ın izni vardır.

Allah'ın izni olmadan gerçekleşmeyecek hususların başında 'din' mesele­leri gelmektedir:

Yoksa onların, Allah'ın izin vermediği bir dini getiren ortaklan mı var? Eğer erteleme sözü olmasaydı aralarında hüküm verilirdi. Şüphesiz zalimlere can yakıcı bir azap vardır. [Şura/21]

Bu ayette, din alanına kimsenin giremeyeceği, din adına hüküm vereme­yeceği veya birinin din koyup ona çağırma veya tabi olma gibi bir düşünce ve eylem içinde olamayacağı vurgulanmaktadır. Allah kendi izni dahilinde peygamberlerine kitap gönderir ve ancak O'nun izin verdiği alan, din alanı haline gelebilir. Kendisinin veya bir başkasının din kurabileceğini iddia eden kimse şirke düşmüş olur.

Dinlemek, bilmek, ilan etmek, teminatını sunmak, emretmek, kolaylaştır­mak, yardım etmek ve müsaade etmek manalanyla izin, Allah ile maddî ya da insanî alem arasındaki ilişkilerin temelini oluşturmaktadır. Kur'an'daki izin kelimesi, Allah'ın kainatı idare ettiğinin bir delilidir. Çeşitli manalanyla izin verme hakkını elinde bulundurmayan bir varlık ilah olamaz.

(Allah'ın izni olmadan onlar sihirle kimseye zarar veremezler) ifadesiyle ilgili açıklamalarında Fahruddin Razi Allah Teala'nın sihri emretmeyeceğini, bu ifadeyle, Allah'ın sihir yapanları kınadığını belirt­mekte ve Allah'ın izni olmadan sihirle kimseye zarar verilemeyeceği hususu­nu iki açıdan ele almaktadır:

a) (Allah'ın izni olmadan) ifadesi, aradan çekilmeyi ifade etmek­tedir.

Bu görüş Hasan el-Basri'ye aittir. Sihir yapıldığı zaman, Allah dilerse ona mani olur, dilerse sihir yapılan kişi ile sihrin zararı arasından çekilir.

b) (Allah'ın izni olmadan) ifadesi, Allah'ın bilgisi olmadan de­mektir.

Bu görüş Esamm'a aittir. Ona göre, bu etki, ancak Allah'ın bilgisi dahilin­de olur.[47]

Ayetin ilk bölümlerinde, sihrin küfür olduğunu öğrenmiştik. Sihri küfürle eşitleyen Allah'ın küfre karşı nasıl bir tavır takındığını öğrenirsek, ayeti da­ha iyi anlayabiliriz. Şu ayet, Allah'ın, kulunun inkarına karşı nasıl bir tavır ta­kındığını açıklamaktadır:

(Eğer inkar ederseniz, Allah sizden müstağnidir; bununla beraber O, kullarının küfrüne razı olmaz). [Zümer/7]

Hasan el-Basri'nin "aradan çekilme" manası verdiği ifade, Zümer/7'de "müstağni" ve "razı olmama" şeklindedir. Allah, kulunun küfrüne razı olma­dığına, sihir de küfür olduğuna göre, Allah sihir yaparak insanlara zarar ve­ren sihirbazlardan razı olmayacağını ifade etmiş olmaktadır. Sihirle verilecek olan zararın Allah'ın bilgisinde olduğunu söyleyen Esamm da ibareye doğru bir anlam vermiştir.

(Onlar, kendilerine zarar veren, fakat hiç bir fayda vermeyen şeyi öğreniyorlardı).

Yüce Allah, ayetin bu kısmında, öğrenim faaliyeti ile fayda ve zarar ara­sında ilişki kurmakta; safi zarar olan bir şeyi öğrenmenin ferdî ve toplumsal hayatta açacağı yaralara dikkat çekmektedir. İnsanlara faydalı olan bilgileri öğrenmek ve öğretmek, insanın kendisine ve tüm insanlığa yapacağı en bü­yük hizmettir. Hz. Peygamber faydasız bilgiden Allah'a sığınmıştır.[48] Fayda­sız bilgi ile insanlığın zararına kullanılan bilgi arasında bir fark yoktur. Aye­tin bu kısmı, insanlığın öğretim faaliyetine evrensel bir kanun getirmektedir: İnsanlara faydalı bilgiler öğretilmeli, zararlı, işe yaramayan, çağın meselele­rine ışık tutmayan ve hayatın hiçbir yönüne fayda getirmeyen bilgilerle uğ-raşılmamalıdır.

Yüce Allah bilginin fayda ve zararını belirlerken insanı ölçü olarak al­maktadır. ''''Kendilerine zarar veren ve fayda vermeyen" buyururken, insanlar ile, öğrenilen bilgi arasındaki ilişkiye dikkat çekmektedir. Bilginin fayda ve zararı insan içindir. Öyleyse öğretim faaliyetinin kalitesi, doğruluğu ve fay­dası, insana sağladıkları, kazandırdıkları ve getirdikleriyle belli olacaktır.

Kan ile kocanın arasını ayıracak ve kendisine zarar verecek bilgileri öğ­renmek, kişi ve toplumda hem psikolojik, hem de sosyolojik yaralar açacak­tır. Böylece kendi kutsal kitabını arkaya atanlar çıkmaz yollara, karanlıklara ve belirsizliklere düşeceklerdir. İşte, ilahî kaynaklı kutsal kitap, insana ve topluma faydalı olan bilgileri öğretir; beşerî bilgilerin faydasız ve zararlı olanlarını ise eler. Şeytanların söylediklerine tabi olanlar, kan ile kocanın arasını açacak bilgileri öğrenenler ve nihayet bilginin fayda ve zararını kes­tiremeyenler, acaba hangi akıbetle karşılaşacaklar?

(Sihri satın alanların ahiretten hiçbir nasiple­ri olmadığını bildiler).

Para verip sihir satın alanlar, ahiretteki nasiplerini kaybetmektedirler. Bu durum değerli, kalıcı ve faydalı olanla; değersiz olanı değiştirmek gibi bir ya­nılgıdır, insana zarar veren sahte bir bilgiyi satın almakla insan, ahiretteki na­sibini bir tarafa atıyorsa, tercihinde büyük bir yanılgı içindedir.

Ayeti şu şekilde yorumlamamız da mümkündür: Sihir gibi sahte bir bilgi­yi satın alanlar, sonunda onun bir getirişi olmadığını anlayacaklar. Ayetteki  (bildiler) fiiline "bilecekler" şeklinde mana verilmesi daha uygun olur. İnsanlar, öğrendikleri bilgilerin, yaptıkları öğretim faaliyetinin sonucundaki nasiplerinin değerini bilerek faaliyetlerini yapmalıdırlar. Neticesinde fayda olmayan bir bilgiyi satin almak kadar menfi bir davranış olabilir mi? Onun için, öğretim faaliyetinin sonucunda elde edilecek olan şeye dikkat edilmesi gerekir. Sonunda getirişi olmayan bilgilerin üzerine bir öğretim faaliyeti temellendirilemez. [49]

 

Halk Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Yaratmak

Kelimenin ana manası, yaratmaktır. Kur'an'da yüzlerce ayette geçmekte­dir. Bunlardan biri şöyledir:

(Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarat­tık). [Hucurat/13]

2. Adet, gelenek

(Bu, öncekilerin geleneğinden başka bir şey değildir). [Şu-ara/137]

Yeni gelmiş olan bir dini kabul etmek istemeyenler onu geçmiş nesillerin geleneklerine benzetirken hulule kelimesini kullanmışlardır. Çünkü gelenek­ler, toplumların oluşturdukları şeyler olduklarından, bir bakıma mecazen on­lar tarafından yaratılmış olmaktadır.

3. Karakter, ahlâk

Yaratma manasından hareketle, insanın yaratılışı, karakteri, ahlâkı, huyu şahsiyeti gibi manalar kazanmaktadır. Şu ayette bu manalara gelmektedir: gşipûj (Ve sen mükemmel bir karaktere sahipsin). [Kalem/4]

Ayetteki huluk kelimesini karakter manasına alırsak, azîm kelimesine de, yüce veya mükemmel anlamını verebiliriz.

Kelime 'ahlâk' olarak da çevirilebilir. O zaman azîm kelimesine "evren­sel" anlamının verilmesi uygun olur. Bu durumda ayetin manası, "Sen evren­sel bir ahlâka sahipsin" şeklinde olur.

4. Nasip

Kelime, bazı ayetlerde "nasip" manasına kullanılmıştır.

Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hatta ondan daha kuv­vetli bir şekilde Allah'ı anın. İnsanlardan bazısı, "Ey Rabbimiz! Bize dünya­da ver" derler. Böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur. [Bakara/200]

Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelin­ce, işte bunların ahirette bir nasibi yoktur.[50] [Âl-i Imran/77]

5. Uyduruk şey

Huluk kelimesi ihtilak şeklinde alınınca "uydurma" manasına gelmektedir: Son dinde bunu işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır. [Sad/7]

İnsanlar yeni fikirlere intibak edemezler. Bu yeni fikirleri tenkit ederken, geçmişte böyle şeylerin söylenmediğini, bunları daha önce duymadıklarını dile getirirler. Bu ayette, geçmiş dönemlerde bazı insanların, gelen yeni din veya kutsal kitaba karşı aynı tavrı takındıkları beyan edilmektedir. Bu neden­le müşrikler, yeni kutsal kitaba "uyduruk şey" dediler.

"Yalan uydurmak" da bu kelime ile ifade edilmektedir.

(Kesinikle siz, Allah'ı bırakıp, bir takım putlara tapıyor ve yalan uyduruyorsunuz). [Ankebut/17]

Bu ayette, "yaratma" kelimesi insan için kullanılmaktadır. Biz "yaratma" kelimesini, "uydurma" kelimesi ile karşıladık.

6. Yıpranmak, eskimek

Kavramın, Kur'an'da bu anlamda kullanıldığı bir ibare bulunmamaktadır.

Elbise eskiyince veya yıpranınca, ona heluk denir. Çürüyen elbise için de ay­nı kelime kullanılmaktadır.

7. Takdir etmek

Bu manayı Fahruddin Razi Keffal'den nakletmektedir.[51] Ölçüp biçmek anlamına gelmektedir.

8.  Kurtuluş

Helakin halas, yani kurtuluş manasına da geldiğini Razi ifade etmektedir. O zaman, ibaresine, "Onun için ahirette kurtuluş yoktur" ma­nası verilebilir.

9. Bitki Olmayan Yer

İsfehani, bitkiden yoksun taşlık tepe için de bu kelimenin kullanıldığını söylemektedir. Bir bakıma bitkiden nasibi olmayan dağ demektir.

Şimdi, bu manalardan hareket ederek, sihri satin alan, zarar verip fayda vermeyen şeyi öğrenmeye çalışan ve bilgiyi insanlığın zararına kullanan in­sanın kendisine ve topluma neler yaptığını daha iyi açıklayabiliriz:

Bu fiilleri işleyenler, kendi şahsiyetlerini çürütmekte ve Allah nazarında değerlerini yitirmektedirler. Ölçüsüz iş yaptıklarından, ahirette kurtuluşa ere-meyeceklerdir. Ormanı yanıp cascavlak kalan bir dağ gjbi bereketlerim kay­betmişlerdir. Cahil insanların ormanı kesip dağlan çıplak hale getirdikleri gi­bi, sihri öğrenen ve bilgiyi insanın zararına kullananlar da insanlığın değer­lerini tahrip edip beyin ve gönülleri cascavlak hale getirmektedirler.

(Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür).

Aslında sihir yapanlar ve sihri satın alanlar, kendi ruhlarını satmaktadır­lar. Ayetin bu kısmında geçen nefis kelimesi, şahsiyet manasına alınıp "ken­dilerini" yerine "şahsiyetlerini" denebilir. Bu tip insanlar, aslında şahsiyetle­rini satmakta kendilerini köleleştirmektedir.

Öğrenilen ve öğretilen her sahte bilgi, insanın şahsiyetinden, yani mane­vî yapısından bir parça koparmakta ve onu yıkıma götürmektedir. Faydasız, safi zarar olan bilgileri öğrenmek ve onları insanlığın zararına kullanmak, fert ve toplumları köleleştirmekte ve onların kurtuluşunu engellemektedir.

Demek ki doğru bilgi, insanın  şahsiyetini kuvvetlendirir, toplumları ihya eder ve kurtuluşa götürür.

(Keşke bilselerdi).

Ayetteki "Andolsun bildiler" ifadesini, "Andolsun bileceklerdir" şeklinde anlamak gerekir. Çünkü bilene, "keşke bilselerdi" demek uygun olmaz. Dün­yadaki bilme ile alakalı olduğu için "keşke"denilmiştir. Şeytana tabi olan, bilgiyi kan ile kocanın arasını ayırmak için kullanan ve faydasız şeyleri öğ­renen insanlar, kendilerine ve insanlığa ne zararlar verdiklerini keşke bilse­lerdi; bu eylemleri yapmazlardı. Allah Teala, amelin bilgiye dayanmasını is­temekte, bilginin amel ile mutabakatını önermektedir. Bize göre, eğitimin ba­şarısı, bilgi ile davranışı buluşturmasında aranmalıdır. Öğretim, o zaman eği­time dönüşmüş olacaktır. Demek ki bilgi kötülüklere karşı en büyük engel­dir, insan şahsiyetini yıpranmaktan kurtaran, köle olmasını engelleyen, dün­ya ve ahirette kurtuluşa sebep olan en büyük değerlerden biri bilgidir. [52]

 

Yüce Allah İmanı Ve Salih Ameli Ödüllendirir:

 

103. Eğer onlar, iman edip şakımalardı, Rablerinden çok daha iyi bir ödül alacaklardı. Keşke bilselerdi.

Yahudiler inandıkları Tevrat'ı tasdik eden bir peygamber geldiğinde, ki­taplarını arkaya atalar ve bu davranışı huy haline getirdiler. Başka bir ifadey­le, Kur'an gelip Tevrat'ı tasdik edince, Tevrat'ı arkalarına attılar. Kutsal ki­taplarını arkalarına atınca, şeytanların okuduklarına uydular. Kutsal kitabın yerini şeytanî öğretilerle doldurdular. Bu olgu bize şunu öğretmektedir. Al­lah'ın vahyinden uzak kalan nesillerin gönlünü ve beynini şeytanî öğretiler doldurur. Kur'an'ın en önemli işlevlerinden biri, şeytanî öğretilere karşı inşanı korumasıdır.

İşte bunun içindir ki Allah, imanlarını muhafaza etmelerini istemektedir. İmanlarını muhafaza etmiş olsalardı, şeytanî öğretilere açık olmayacak ve on­ların etkisi altında kalmayacaklardı, imanın muhafaza edilmesi, onları takvaya götürecekti. Takva kavramı hakkında birinci ciltte yeterli açıklama yapmıştık.

Burada mesube kelimesini açıklayacağız. Bu kavram, ya se-ve-be ya da sabe'den türemiş olup sözlükte eski haline dönmek, kişinin evine dönmesi, kişinin kendine dönmesi yani bilincinin yerine gelmesi, mükafatlandırmak, karşılığını vermek, telafi etmek, ödülü elde etmeye çalışmak gibi anlamlara gelmektedir. Su taşıyıcısının kuyunun kenarındaki yerine de mesabe den­mektedir. [53]

 

Mesube Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Sevab, amelinin karşılığı olarak insana dönen şeydir. Allah, ödülü ame­lin kendisi ile aynileştirmiştir. Şu ayetler amel ile ödülün nasıl aynileştiğini göstermektedir:

(Kim zerre miktarı hayır yapmış ise onu görür). [Zilzal/7] Aslında insan amelinin karşılığını, yani sevabını görecektir. Ama Allah

Teala, amel ile karşılığını aynileştirdiği için ayetin sonundaki zamir amele

gitmektedir.

2. Sevab iyinin de kötünün de karşılığı olabilir. Meşhur olanı, iyinin kar­şılığı olmasıdır ki delili şu ayettir:

Bu mükafat, Allah tarafindandır. Allah, sevabın güzeli O'nun katındadır. [Âl-i İmran/195]

Allah da onlara dünya nimetini (sevabını) ve ahiret sevabının en güzelini ver­di. Allah iyi davrananları sever. [Âli İmran/148]

Bu ayetlerde sevab üe güzel kavramı bir araya gelmiştir. Eğer sevab keli­mesinden amelin ürününün her zaman için güzel ve iyi olduğu anlaşılabilsey-di, hüsn kavramı ile sevab kavramı bir araya gelmezdi.

(De ki: "Allah katında yeri (mesubesi) bundan da­ha kötü olanı size haber vereyim mi?") [Maide/60]

Burada da şer ile mesube kelimeleri bir araya gelmişlerdir.

3. Kelime, ısabe kalıbından alınırsa, sevilen, istenilen şey manasına gelir. Bu kalıbın fiil olarak kullanılması ise, istenilen ve sevilen şeyi vermek anlamini ifade etmektedir. Başka bir ifadeyle, bir şeyi seven ve isteyene döndür­mek/vermek isabe'dir.

(Söyledikleri sözden dolayı Allah onlara, içinde devamlı kalmak üzere alandan ırmaklar akan cennet­leri ödül olarak verdi. İyi hareket edenlerin mükafatı işte budur). [Maide/85]

Ayette geçen esabe kavramı, hem vermeyi hem de istenilen şeyi kapsa­maktadır. Söylenen iyi sözün karşılığında istenilen ve sevilen şey ise cennet­tir. Esabe kelimesiyle, üç şey birden ifade edilmiştir: Ödül, vermek ve iste­nilen şey.

Esabe fiili istenmeyen şeyin verilmesi için de kullanümaktadır: (Allah size keder üstüne keder verdi). [Âl-i Imran/153]

Burada istenmeyen birşey olan keder ile esabe kelimesi bir araya geldiği için "keder verdi" manasını kazanmıştır. Demek ki, isabe kelimesi, hem iste­nen ve hem de istenmeyen bir şeyi vermek anlamında kullanılmaktadır.

4.  Sevab kelimesi suvvibe kalıbından kullanılırsa, sadece istenmeyen şey­lerin verilmesini ifade etmektedir:

Kafirler yaptıklarının cezasını gönlüler mi?! [Mutaffifin/36]

Ayette geçen suvvibe kelimesi hem cezayı, hem de cezanın görülmesini kapsamaktadır. Vermekle, yani görmekle ceza, aynı kelimeyle ifade edilmek­tedir ki işlenen yanlış amelin karşılığının işleyene dönmesi manasına gelir. Kötü davranışın ürününün, dönüp davranış sahibine gelmesi suvvibe kelime­siyle ifade edilmiştir.

5.  Sevab kelimesi mesabe olarak alındığında, sevabın yazıldığı mekan an­lamını ifade eder.

Mesabe kelimesi, "toplantı yeri"[54] manasına geldiğinden sevabın, doğru­nun, güzelin, iyinin üretildiği toplantıların yapıldığı yer olarak anlaşılması gerekir. Mesabe bilginin, doğrunun ve güzelin üretildiği yer olduktan başka, bir güven yeri olarak da vasıflandınlmaktadır. Hz. İbrahim'in makamının Ka­be'de olması nedeniyle Beytullah, Hz. İbrahim'in kürsüsünün bulunduğu bir üniversitedir. Onun için, insanlığı güvene götürecek olan, bilginin üretildiği yer anlamına gelmektedir.

6. Sevab kelimesi seyyib kalıbından alındığında, kocası ölmüş dul kadın manasını ifade eder:

Dul ve bakire eşler verebilir. [Tahriin/5]

7. Tesvibe çağrının tekrar edilmesi, sevban da insanın başına devamlı ge­len belalar anlamına gelir. Bu anlamların ikisinde de, olayın tekrar tekrar ol­duğu ve süreklilik taşıdığı vurgulanmaktadır.

Sevab, mesube \e mesabe kelimeleri, aynı kökten gelmelerine rağmen kök anlamından daha farklı ve ayrıntılı boyutları ifade etmektedirler.

Bu kavram din, eğitim ve hukuk olmak üzere pek çok bilgi dalını ilgi­lendirmektedir. İşlenen bir amelin karşılığı -iyi veya kötü olarak- insana geri dönecektir. Bu Yüce Allah'ın koyduğu bir kanundur. Amellerin mutla­ka karşılığının bulunduğu ilkesi; dini, eğitim ve hukuku yakından ilgilen­dirmektedir.

Dini ilgilendiriyor, çünkü Allah Teala kulunun iyi veya kötü amellerini kay­dediyor ve sonra onların dünya ve ahirette karşılıklarını veriyor. Yapılan ame­lin ürünü bazen bu dünyada bazen de ahirette amel sahibine dönmektedir.

Eğitimi ilgilendiriyor, çünkü Allah Teala'nın bu uygulamasını eğitimcile­rin de kendi alanlarında tatbik etmeleri gerekir. Başarıya götüren bir iş ve amel, fikir ve eylemin çıkardığı ürün mutlaka ödüllendirilmelidir. Ödüllendi­rilmeyen basanların zamanla yok olup gideceği bilinirse, Allah'ın uygulama­sına mutlaka uyulması gerektiği anlaşılır.

Hukuk alanını ilgilendirmektedir; çünkü insanların mutluluğunu bozan, haklarını çiğneyen, toplumdaki ilişkileri çıkmaza sokan davranışların kötü ürünü yine kendilerine dönmelidir. Bu kuralı insanlığa öğreten Allah Te-ala'dır. Yapılan kötü eylemlerin ürünü, eylem sahibine döndürülmezse, top­lumu çürütüp leş haline getirir. Onun için evrensel hukuk, amellerin leş gibi ortada kalmasına razı olmaz.

Bakara/103'te, iman ve takvaya karşılık Allah tarafından verilecek müka­fatın, daha değerli olduğuna işaret edilmektedir. Böylece ilahî eğitim, amel­lerin mutlaka değerlendirileceği ilkesini getirmekte ve insanların bu ilkeyi benimsemesini istemektedir. Bu ilke insanın doğasına yani psikolojik yapısı­na da uygun düşmektedir. Yaptıkları karşılıksız kalan mü'min ve muttakiler, erdemli hareketleri sürdürmekte tembelleşir ve isteksizleşirler. O zaman da iyilikler kaybolup gider. Oysa ödül, o insanları motive eder; erdemli davra­nışlarının artarak idamesini sağlar. Yahudiler imanlarının devamını temin edemediler. Yeni bir peygambere ve onun getirdiği kutsal kitaba iman etme­meleri ve imanda devamlılığı sağlayamamaları nedeniyle kendi kitaplarına olan imanlarını da kaybedip şeytanın öğretilerine uydular. Yeni peygamber ve kitaplar gönderilse de, doğru iman devam etmelidir. İnsanlar, kendi iman­larını bencilce dondurup, geleceğe doğru akmasını engellememelidirler.

Bakara/101-103 ayetlerini günümüze uyarlarsak, şöyle diyebiliriz: Bizim dışımızdakilerin söyledikleri doğru şeylere karşı bağnazlık göstermemeliyiz. İmanın devamlılığı gibi, düşüncenin ve aklın önünü de açmalıyız, insanlığa fayda getiren her yeni şeye beynimiz ve gönlümüz açık olmalıdır. Aklın, dü­şüncenin ve imanın önünü açmayanlar ve onların devamlılığını sağlamayan­lar, şeytanın kucağına düşerler. Sihir gibi sahte bilgilerin peşinden koşmak­tan kendilerini alamazlar. Aklın, düşünce ve imanın önünü açanlar, Allah ka­tındaki en değerli ödüle ulaşacaktır. Allah Teala, 103. ayette bu ödüle uzanan yolu göstermekte ve öğretimini yapmaktadır. [55]

 

Peygamber'le İlişkileri Düzenleme:

 

104. Ey îman edenler! Peygamber'e "Bizi güt!" demeyin, "Bize bak!" deyin. Ve onu dinleyin, inanmayanlara acıklı bir azap vardır.

Ayette bir olumsuz, iki de olumlu emir yer almaktadır. Olumsuz emir ra' kavramı üzerine oturmaktadır. Bu kelimenin anlamını analiz ettikten sonra, yasağın ne ifade ettiğini ortaya koyabiliriz.

Ra' kelimesi sözlükte otlatmak, otlamak, mukayyed olmak, muhafaza etmek için gözetlemek, korumak, birini kanatlarının altına almak, himaye et­mek, dikkat etmek, bekçilik etmek, bağlanmak, bir kimsenin başkasının işle­rini çekip çevirmesi manalarına gelmektedir. [56]

 

Ra' Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. İbranice'de raina kelimesi, "Dinle, ey dinlemiyesice" manasında kulla­nılıyordu.

Ashab, Hz. Peygambefe "Bize bak, bizi gözet" anlamında raina derlerdi. Yahudiler ise aynı kelimeyi kullanarak Hz. Peygamber'e hakaret ederlerdi. Bunun üzerine Allah, mü'minlere bu kelimeyi kullanmalarını yasakladı. Onun yerine unzurna kelimesini kullanmalarını emretti.[57]

Yahudilerin bu kelimeyi kullandıkları, şu ayetten anlaşılmaktadır:

Yahudilerin bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirerek, dillerini eğerek bü­kerek ve dine saldırarak, Peygamber'e karşı, "İşittik isyan ettik, dinle ey din­lenmez olası ve raina" derler. [Nisa/46]

Bundan raina kelimesinin Arapça'ya İbranice'den geçtiği anlaşılır. Keli­menin Arabça'daki kullanımında kötü bir mana bulunmamakla birlikte, yahu-diler kelimeyi İbranice'deki kötü manasıyla kullanmışlardır.

Yusuf Ali'nin Bakara/104 ayetini "Ne olduğu belli olmayan ithal kelime­leri Peygamber'e karşı kullanmayın" şeklindeki çevirisi, bu anlamda uygun bir çeviridir. Allah Teala, manası oturmamış ithal kelimelerin kullanılmasını uygun bulmamaktadır. Yabancı dillerden devşirilip ithal edilen kelimelerin manasını tam anlamıyla anlamak ve yerinde kullanmak zordur. Ana dilin ke­limeleri dururken, ithal kelimelerle insanların birbirine hitap etmesi tehlikeli bir noktaya ulaşabilir. Yahudilerde hakaret içeren bu kelimeyi Araplar naza­ra (bakmak) anlamında kullanmışlardır. Günümüzde buna yabancı dil hay­ranlığı diyebiliriz. Yabancı dillerden ithal edilen kelimeleri yerli-yersiz aşın bir şekilde kullanmak, hem iletişim ve ilişkileri etkiler, hem de ana dili yoz-laştınp kültürü bozar. Allah Teala bu yasaklamayla, bu yozlaşma ve bozul­manın önüne geçmektedir.

2. Diğer taraftan bu kelime, insanın içindeki psikolojik oluşumun, söz ile tepkiye dönüşmesini ifade etmektedir. Hz. Peygamber'in öğretilerine karşı yahudilerin gösterdiği tepki ve koydukları tavır, bir takım sözlerde ifadesini bulmuştu. İşitip isyan etmek, tebliğ edene hakaret etmek ve dine saldırmak onların tepkilerini gösteriyordu. Nisa/46 ayetinden anlaşıldığına göre, raina kelimesiyle tepkilerini hakarete kadar vardırmışlardır. Onun için Allah Teala, hakikate karşı olumsuz bir tepki için kullanılan bir kelimenin, olumlu bir tep­ki için bile kullanılmasını yasaklamıştır.

3. Raina kelimesi, "Sen bizim koyunlarımızın çobanısın" manasına da gelmektedir.[58] Bir hadiste bu manada kullanılmıştır:

Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden sorumludur.[59]

Bir peygamberin ümmetine; ebeveynin çocuklarına; idarecilerin halkına; işverenlerin işçilerine; öğretmenlerin öğrencilerine karşı olan sorumlulukları böyle bir benzetme ile anlaulabilir, ama peygambere karşı "bizi güt" denemez.

"Çobanlık" manasından hareketle diyebiliriz ki: Müslümanlar kendileri­ni sürü haline koyup peygamberlerine "bizi güt" diyemezler. Çünkü sürü fikri iradesizliği, hürriyetsizliği ve insiyatifsizliği ifade etmektedir. Kur'an bu emriyle, insanların sürü olamayacağını ve onların sürü gibi güdüleme-yeceklerini vurgulamıştır. Müslüman, Peygamber'e tabi olur, itaat eder ve onun din adına söylediklerine uyar ama, iradesini ve hür düşüncesini teslim etmez.

Bakara/104 ayetini günümüze de uyarlamakyız. Bu ayetin muhatabı sade­ce Peygamber ve onun dönemindeki müslümanlar olmadığına göre, günü­müz insanı bu ayetten ne anlamalıdır? "Bizi güt demeyin" ifadesi, siyaset bi­liminin üzerine dayandığı en önemli temeli içermektedir.

Siyasî erki elinde bulunduranlar, halkı sürü gibi gütme yolunu tutmamalı­dırlar, insanlar hayvan olmadığı gibi, idarecileri de çoban değildir. Siyasî erk, halkın hür düşünce, hür irade ve hür teşebbüsü ile gıdalanır, beslenir ve kuv­vet bulur. Halk ancak, kendi bağımsız kişiliğini hissettiği ve düşündüğünü serbestçe ifade edebildiği bir ortamda mutlu olabilir. İdarecilerine "bizi güt" diyen halk, ayağa kalkıp medeniyet yolunda dimdik yürüyemez. Çünkü o, kendini sürü olarak hissedecektir. Böylece, ayetten, siyasetin temellerinin halkın hürriyeti üzerine kurulması gerektiği de anlaşılıyor.

Bu ifademiz, Hz. Peygamber'in hadisine ters görülmemelidir. Peygambe­rimiz, sorumluluğa vurgu yapmakla, yabancı etkilere karşı halkı korumanın önemine dikkat çekmiştir. Sürüden ayrılan koyunu kurt kapar, kendi kültü­ründen ayn düşeni de, yabancı kültür ezip geçer. İşte Hz. Peygamber bu et­kileşimin önemini vurgulamak için öyle demiştir.

4. "Raina demeyin" ifadesi, aynı zamanda ahlâkî bir kuraldır. "Sen bize ri­ayet et, sözümüze kulak ver ki biz de sana riayet edelim, biz de senin sözü­nü dinleyelim"[60] demek yasaklanmaktadır. Sosyal statü bakımından denk olan kişiler birbirine böyle hitap edebilir; fakat müslümanlann Peygamberle­rine böyle hitap etmesi edebe aykırıdır. O nedenle ayette, Peygamber'in sö­zünü dinlemek için, kendi sözünü dinlemeyi şart koşmak gibi edep dışı bir hareket yasaklamaktadır.

Kur'an'ın başka ayetlerinde de bu edebin önemi üzerinde durulmaktadır: &U>j*\pşJ$y0&p$\^x (Ey iman edenler! Allah ve Rasulünün önüne geçmeyin). [Hucurat/1]

"Allah ve Rasulünün önüne geçmeyin" ifadesi, kendi fikirlerinizi, Allah'ın emirleri ve Peygamberinin sünnetinin önüne geçirmeyin anlamına gelir. Yü-oe Allah böylece insanlığa, beşerî düşüncenin, vahy ve sünnetin önüne geçi­rilmemesi gerektiğini öğretmektedir.

Ey iman edenler! Seslerinizi Peygamber'in sesinin üstüne yükseltmeyin. Bir­birinize bağırdığınız gibi, Peygambere yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir. [Hucurat/2]

Bu ayet, Hz. Peygamber'in ashabının, kendi aralarında konuşur gibi Rasu-lullah ile konuşmamaları gerektiğini, bunun edebe aykırı olduğunu ifade et­mektedir. Arkadaşı ile konuşur gibi Peygamberle konuşmak, edebe aykırıdır. Böylece ayet, sosyal statüsü farklı olan insanlar arasında yapılan konuşmala­rın, aynı statüde olanlarla yapılan konuşmalardan farklı olacağı esasını getir­mektedir. Müslüman kiminle, nerede ve nasıl konuşacağını bilen medenî bir insan olmalıdır. Peygamberle konuşma adabını ele alan başka bir ayet de şudur.

(Sakın o Rasulü, kendi aranızda birbirinizi ça­ğırdığınız gibi çağırmayın). [Nur/63]

Aynı sosyal seviyede olan insanlar birbirlerine "Sözüme kulak ver" veya "Önce bir dinle" gibi sözler söyleyebilirler. Ama raina hitap sözcüğünü, Peygamber'e karşı kullanmamalıdırlar.

Kur'an'ın öğrettiği bu ahlâk kanununu, günümüzdeki sosyal hayata da uyarlayabiliriz. Ancak bunun için, ayetin verdiği ahlâkî mesajın özü iyi kav-ranmahdır. Çünkü artık ne peygamber ve ne de ashabı hayattadır. Yüce Al­lah'ın bize öğrettiği edep ise, davranışlarımızın her zaman ölçüsü olmalıdır. Bu nedenle, halkın yöneticilerle konuşurken laubali olmamaları, aradaki me­safeyi ortadan kaldıracak şekilde, sının aşan ve edep dışı sayılan davranışlar sergilememeleri iktiza eder. Diğer taraftan, ebeveyn ile çocuklar; öğretmen ile öğrenciler arasındaki konuşma ve diyolog biçimi, dünya eğitimcilerinin kabul ettiği "tatlı mesafe"yi ortadan kaldırmamahdır. İdarecilerle idare edilenler; öğretmenle öğrenciler; ilim adamlarıyla halk arasında altın kural denen tath mesafe, mutlaka korunmalıdır. İşte bu altin kuralı, yukarıda zikredilen ayetler insanlık için bin dört yüz sene önce koymuştur. 'Tatlı mesafe" denen edep ku­ralı ortadan kalkarsa, siyasetin, eğitimin, aile hayatının ve ilmî çalışmaların tadı da ortadan kalkar, ciddiyet ve vakar yerini edepsizliğe bırakır.

5. Eğer raina kelimesi "bize riayet et" manasına alınırsa idarecilerin, ca­hil halk kitlelerinin isteklerini siyasetin kuralı haline getirmemeleri gerekti­ğine işaret edilmiş olur. İdareciler, halkın isteklerine kulak vermeli, onların ihtiyaçlarını karşılama gayreti içinde olmalı, ama, siyasetin gerektirdiği doğ­ru yöntem ve uygulamaları onların arzularına uydurmamalıdır:

Sana gelen gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma! [Maide/48] Onların arzularına uyulduğunda ne olacağı ise şu ayette belirtilmektedir:

Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan sap­tırırlar. Onlar zandan başka bir şeye tabi olmaz, yalandan başka söz de söyle­mezler. [En'am/116]

Her ne kadar siyasetçi halkın ihtiyaçlarını gözeterek siyaset yaparsa da si­yaset etiğini kaybetmemelidir. Halk kendi nefsine uygun gelen her şeyi ister. Ancak siyasetçi doğru ve ahlâkî olanı ayırt ederek siyaset yapmalıdır. Halk, siyasî erki elinde bulunduranlara "Bize riayet edersen, biz de sana riayet ede­riz" dememelidir. Eğer siyaset, bu popilist çağnya uyarsa ne siyasetin, ne de siyasetçinin erdemi kalır. Öyle bir zaman gelir ki arzularını, zan ve yalanla­rını idarecilere ulaştıramayanlar, kendileri siyaseti ele alma teşebbüsünde bu­lunurlar. O zaman, halka erdem kazandırma sanatı olan siyaset, erdemsizlik sanatına dönüşür.

Raina demenin yasaklanması, sosyal hayatın pek çok yönüne ışık tutmak­tadır: Anlamı tam olarak bilinmeyen ithal kelimelerle konuşmamaktan, hal­kın güdülecek sürü olmadığına, sosyal seviyesi farklı olanlar arasındaki ko­nuşmaların alün kuralından, gerçeğe karşı gösterilecek tepkiye ve siyasetin erdemini korumaya kadar, bir dizi ahlâkî davranışın temellerini oluşturmak­tadır. Raina yerine, ne denmesi gerektiği de aynı ayette bildirilmektedir: Un-zurna (bize bak) deyiniz.

Nazara kelimesi fiil halinde anlamak, sezmek, idrak etmek, farkına var­mak, muayene etmek, düşünmek, gözetmek, dikkat etmek, göz kulak olmak, ehemmiyet vermek, yüzüne bakmak, merhamet etmek, seyretmek, hatırında tutmak, zihnini bir kimsenin dikkatine vermek manalarına gelir.

Nizr şeklinde alınırsa, benzer, eşit, aynı manasına gelmektedir. Nazariyya ise teori, düşünce anlamını ifade etmektedir. [61]

 

Nazara Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1.  Anlamak, keşfetmek, bulmak

(Hangi yiyeceğin daha temiz olduğunu bulsun...) [Kehf/19] Birkaç şey arasından en iyisinin hangisi olduğunu anlayıp bulmak ve onu keşfetmek manasında nazara kelimesi kullanılmaktadır.

2.  Düşünmek

Onlar, şu cevabı verdiler: "Biz güçlü kuvvetli kimseleriz, zorlu savaş erbabı­yız; buyruk ise senindir; artık ne buyuracağını sen düşün". [Neml/33] İnsan neden yaratıldığını bir düşünsün. [Tank/5]

Yüce Allah, neden yaratıldığını araştırması için, insanın önce kendi üze­rinde düşünmesini istemektedir. Neml/33'te, idarecilerin istişare ettiği kimse­lerin bir karar veremeyip son karan idareciye bırakmaları da nazara kelime­siyle ifade edilmiştir.

3. Beklemek

Kıyamet gününde mü'min erkek ve kadınlar önlerinde ve sağlamdaki nurla yürürken, karanlıkta kalan münafıklar onlara şöyle seslenecek:

(Bizi bekleyin, nurunuzdan bir parça ışık alalım). [Hadid/13]

İnsanların amelleri, çalışma ve gayretleri sonunda ışığa dönüşür. Çalışma­yan, güzel ve faydalı amel üretmeyen insanlar karanlıkta kalır ve önlerini gö­remezler; iman edip yararlı işlerle ışığını yakanlara, ışıklarından istifade ede­bilmek için beklemelerini söylerler. İşte bu sahne, hem bu dünyada ve hem de ahirette gerçekleşecektir.

iman etmeyen veya imanın hayrını görmeyecek insanların durumuna şu ayette dikkat çekilmektedir:

Onlar kendilerine meleklerin veya Rabbinin veya Rabbinin bazı alametlerinin gelmesini mi bekliyorlar? [En'am/158]

iman etmeye niyeti olmayan kimseler, olmayacak beklentiler içine girer­ler. Onların bu beklentisi nazara fiiliyle ifade edilmektedir. Azabı hak eden inkarcı ve sapık toplumların, azaba kadarki zamanı beklemeleri de bu keli­meyle ifade edilmektedir:

Bunlar da ancak, bir an gecikmesi olmayan koikunç bir ses beklemektedirler. [Sad/15]

4. Aramak

Çünkü onlar yeryüzünde büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. Onlar öncekilerin uygulamalarından başkasını mı arıyorlar? [Fatır/43]

Yüce Allah bu ayette araştırılması gereken tarihî ve sosyal olgulara işaret et­mektedir, insanlara karşı kibreden, başkalarına tuzak kurup da kurdukları tuza­ğa düşen insanların tarihinin araşnnlmasını istemektedir. Yaşanan olayların çö­zümüne, geçmişin sosyal kanunlarından ışık tutmak için bu araştırma şarttır.

5.  Mühlet, müsade vermek

Onlar ebediyen lanet içinde kalırlar. Artık ne azapları hafifletilir, ne de onlara mühlet verilir. [Bakara/162]

İblis, "Bana tekrar dirilecekleri güne kadar mühlet ver" dedi. Allah, "Haydi, sen mühlet verilenlerdensin" dedi. [A'rafl4-15]

Yukardaki ayetlerde görüldüğü üzere kelime, hem ahiretteki azabın de­vamlılığını ve o insanlara mühlet verilmeyeceğini; hem de şeytanın Allah'tan müsaade istemesi ve Allah'ın ona müsaade etmesi anlamını içermektedir.

Alacaklının borçluya tanıdığı mühlet de bu kelimeyle ifade edilmektedir:

Eğer borçlu, darlık içindeyse, eli genişleyinceye kadar ona mühlet vermek ge­rekir. [Bakara/280]

6. Bakmak

Nazara kelimesi, bazen basit bir bakışı ifade eder:

Onları doğru yola çağırmış olsanız bile dinlemezler. Onları sana bakar görür­sün, oysa onlar görmezler. [A'raf/198]

Bu ayette görmekle bakmak ayrılmış; görmek için basara, alelade bak­mak için de nazara kelimesi kullanılmıştır. Baktığı bir şeyi anlamayan, onun hakikatini göremeyen ve mahiyetini kavrayamayan bakış için nazara; baktı­ğını gören ve anlayan, içeriğini kavrayan, derinlemesine bakış için de basa­ra kelimesi kullanılmıştır. Mü'minlerin raina yerine kullanmaları istenen un-zurna kelimesi, bizi düşün, bizi bekle, bize mühlet ver gibi manalara gelmek­tedir.

Bu şekilde hitap etmek pek çok şeyin halledilmesini sağlar. Zira raina ile unzurna kelimeleri, saygı ifadesi bakımından farklıdırlar. "Bize çobanlık et" anlamındaki raina kelimesi ile "Bizimle ilgilenir misin?" anlamında olan un­zurna kelimesi arasında, saygı ve edep bakımından büyük fark vardır.

Diğer taraftan raina (bize çobanlık et) ifadesinde, kendine sahip çıkama­yan, sürü olma psikolojisinden kurtulamayan, iradesiz insanların ruhu yat­maktadır. Unzurna da ise, kişilik sahibi inanların kendilerinden daha üstün olanlar ile saygılı bir konuşma tarzı vardır. Bilinçli, hür ve iradesine sahip in­sanın konuşma tarzı da, Kur'an'a göre böyle olmalıdır.

Demek ki biri olumsuz, diğeri olumlu olan bu iki emirde, insan psikoloji­sinden doğup, siyasî, dinî ve eğitimsel oluşumlara dönüşen bir dizi ilişki ve iletişim kuralları yatmaktadır. Peki sadece unzurna (bize mühlet ver veya bi­ze bak) demek yeterli midir?

Ayetin devamında Allah Teala unzurna emrinin hemen peşinden, vesmeu (dinleyiniz) buyurarak dinleme eyleminin yerine getirilmesini istemektedir.

Bu ifadeden de bazı edep kuralları çıkarılabilir:

1. Beni düşün, bana bak denilen kimseye kulak vermek gerekir. Dinleme­sini bilmeyen, konuşana aldırış etmeyen insanlar medenî olmaktan çok uzak­tırlar.

2. Dinlemek, bilgi edinme yollarından biridir. Kulak, yani dinlemek, öğ­renmenin yollarından biridir.

3. Dinlememek, insanı cehenneme götürür. Gerçeğe bu dünyada kulak vermeyenler, öteki dünyada cehenneme gideceklerdir. Dinlemekle aklını kul­lanmayı eşit sayan şu ayet, dinlemeyenlerin cehenneme gideceğini bildir­mektedir:

(Şayet dinleseydik veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli cehennemin ashabı olmazdık). [Mülk/10]

Gerçeğe kulak tıkamak, hem bu dünyayı, hem de ahireti cehenneme çevi­rir. Dünyadaki belaların çoğu dinlememekten kaynaklanmaktadır:

Gerçekten de, günahlarını bağışlaman için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. [Nuh/7]

işte bu tavır, Nuh tufanının sebeplerinden biri olmuştur. Yüce Allah müs-lümanlara, dünyalarının tufana, ahiretlerinin de cehenneme dönüşmemesi için 'dinleyiniz' buyurmuştur.

4. Mü'minlerin, Hz. Peygamber'e raina (sen bir dur, önce bizi dinle) de­melerinin edebe uygun olmadığı, edebe uygun olanın Rasulullah'ı dinlemek olduğu anlamına gelmektedir. Böylece ayet, kimin kimi dinlemesi gerektiği­ni öğretmektedir.

5. Dinlememek insanı hayvan seviyesine indirir [A'raf/179]; dinlememek fasıklığın alametidir [Maide/108]; dinlememek ölümdür [Neml/80]; dinle­meyen insanlar, sözün güzelini anlayıp ona uyamazlar. Onun için, sözü din­leyip onun en güzeline uymak kamil insan olmanın bir alameti olmuştur [Zü-mer/18].

6.  Dinlememek insanı  inkar batağına  sürükleyebilir. Onun için Baka­ra/104 ayeti şöyle sona ermektedir:

(Kafirler için elem verici bir azap vardır).

Ayet iman edenlere emirle başlıyor, kafirlere azap tehditiyle bitiyor. İki ifade arasındaki oluşumların, iman edenleri, azap ve küfre doğru nasıl sürük­leyeceğine işaret edilerek; Peygamber'e, unzurna (bize bak) yerine, raina di­yerek edep dışı davranan ve onu dinlemeyenlerin gideceği yerin cehennem ol­duğu belirtiliyor. Demek ki, insan cehennemini amelleriyle oluşturmaktadır. [62]

 

Kafirler İnananların İyiliğini İstemezler:

 

105. Ne kitap ehlinden kafir olanlar ve ne de müşrikler, si­ze Rabbinizden bir hayır indirilmesini isterler; halbuki Al­lah, rahmetini dilediğine verir. Allah çok büyük lütuf sahi­bidir.

Ayette, yahudilerin, hristiyanlann ve müşriklerin mü'minlere karşı takındık­ları kıskançlık psikolojisinin ortaya çıktığı alan belirlenmektedir. Kitap ehlin­den kafir olanlar ile müşrikler, müslümanlara bir hayr inmesini istemezler.

Hayr kavramı fiil olarak seçmek, tercih etmek, yarışmak, ayırmak; isim olarak iyi, çok iyi, ehemmiyetli, üstün, çok beğenilen, daha iyi, en iyi mana­larına gelmektedir.

Ayrıca servet, zenginlik, mal, mülk, fayda, nimet, menfaat, avantaj, refah, ihsan anlamlan da vardır.

Akıl, adalet ve erdem gibi herkesin rağbet ettiği şeye hayr denir. Hayr'm zıddı ise şer'dii. Hayr kavramı, mutlak ve sınırlı diye iki kısma ayrdır. Her­kes tarafından her şartta rağbet edilen şeye mutlak hayr, birisi için iyi, diğe­ri için kötü olana da sınırlı hayr denir.[63]

 

Hayr Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Mal

Kur'an'da hayr kelimesi, bazı ayetlerde "mal" manasına gelmektedir:

(Geriye mal bırakıyorsa...) [Bakara/180] Ölen insanın geriye bıraktığı mala bu ayette hayr denmektedir.

(înfak ettiğiniz mal...) [Bakara/272]

(Maldan yana muhtacım...) [Kasas/24]

Birinci ayette hayr kelimesi, ölenin geriye bıraktığı mirası; ikincisinde iyilik için karşılıksız verilen malı; üçüncüsünde ise ihtiyacı, yani açlığı gide­recek rızkı ifade etmektedir.

(Ve o, mal sevgisine de aşın düşkündür). [Adiyat/8]

Sevgi ile mal ilişkisine işaret edilen bu ayette hayr kavramı mal manasın­da kullanılmaktadır. Buradaki malın da, serveti ifade ettiği anlaşılmaktadır.

2. İyi

Hayr kelimesinin başka bir manası da 'iyi'dir:

(Sizden iyiye çağıran... bir grup olsun). [Âl-i İm-ran/104]

Buradaki 'iyi' ahlâkî değerleri ifade etmektedir; ama bu değerler, evren­sel anlamdaki değerlerdir. Bu, hem kendisine çağırılan hem de öğretilebi-len, aynı zamanda fert ve toplumun yararına olan bir iyidir. Eğitim ve ah­lâkı ilgilendiren bu 'iyi', insanlık için olmazsa olmaz bir değeri ifade et­mektedir.

3. Daha iyi

Hayr kelimesi, iki şeyin mukayesesi esnasında "daha iyi" manasında da kullanılır:

(Ondan daha iyisini getiririz). [Bakara/105]

(İmardı bir cariye, putperest bir kadından daha iyidir). [Bakara/221]

4. En iyi

Mukayese edilen şeylerin içinde en iyi olan hayr kelimesi ile ifade edilir:

(Sen bağışlayanların en iyisisin). [A'raf/155]

(Eğer bilirseniz sizin için en iyi olan budur). [Tev-be/41]

5. Seçmek

Hayr kelimesi, 'ihtar' kalıbında alınırsa bir grubun içinden bazılarını seç­mek manasına gelir:

(Ve Musa, kendi halkından yedi kişi seçti). [A'raf/155]

(Seni seçtim). [Taha/13]

(Senin Rabbin dilediğini yaratır ve seçer). [Kasas/68]

A'raf/155'teki seçmede kulun iradesi vardır. Ama her seçmede kulun ira­desi yoktur:

(Onların seçeneği yoktur). [Kasas, 68] Biz buna mutlak ve izafî seçim de diyebiliriz.

6. Beğenmek

Daha iyi ve en iyi olan diğerlerine göre seçilmeye daha layıktır. Seçme ol­gusu, kendi içinde, önce bir beğenme sürecini gerekli kılar. Onun içindir ki hayr kelimesinin özünde "beğenmek" manası da vardır. İnsan en iyi olanı be­ğenir ve seçer.

(Onda, beğendiğiniz her şey sizin için mutlaka vardır). [Ka­lem/38]

(Onlara beğendikleri meyvalar...) [Vakıa/20]

7. Vahy

Fahruddin Razi, tefsir ettiğimiz Bakara/105'teki hayr kelimesine 'vahy' manasını vermektedir. Ona göre, "Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler" ifadesi, "Rabbinizden size bir vahy indirilmesini istemezler" demektir.

Bu anlamda hayr, ilahî mesajdır. Yani insanların ihtiyaçları olan hüküm­lerin levh-i mahfuzdan seçilip gönderilmesidir.

8. Fayda

Bazı ayetlerde hayr kelimesi "fayda" manasına gelmektedir:

Allah, o inkar edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfkeleri ile geri çevirdi). [Ahzab/25]

Onu nereye gönderse bir fayda getiremez. [Nahl/76]

Buradaki hayr, faydalı bir iş ve faydalı bir üründür.

9. Rahmet

Hayr kavramı, rahmet manasına da gelmektedir, ki Bakara/105 ayeti de bunu teyit etmektedir: îĞ^^iJ^fİij (Allah rahmetini dilediğine verir) ifadesinde yer alan rahmet kelimesi, ayetin bir önceki bölümünde bulunan hayr kelimesini tefsir etmektedir. Rahmetin manası, nzık ve vahydir. Allah'ın gönderdiği ayetler, yağmur ve rızkı andırmaktadır. Bunların hepsi de, insan­ların ihtiyaçlarını giderme, sorunlarını çözme ve onlara fayda temin etme manasında buluşmaktadır.

Zuhruf/32'de geçen "rahmet" kelimesi de aynı manaya gelmektedir.

Demek ki, kitap ehlinden olan kafirler ve müşrikler, mü'minlere vahiy in­dirilmesini ve faydalı birşey verilmesini istemiyorlardı. Aslında bu ayette, onların bu tavırlarına, hangi psikolojinin kaynaklık ettiğinin analizi yapıla­rak, inanç bakımından problemi olanların, başkalanndaki nimeti kıskanacak­ları gerçeği öğretilmektedir.

Kafirler ve müşriklerin bu tutumu, Allah'ın kaderine, ihsan ve lütfuna kar­şı olumsuz bir tavır takınmaktan başka bir şey değildir. Allah'ın rahmetini di­lediğine vermesine itirazda bulunmak gibi yanlış bir davranış, ancak kafir ve müşriklerden sadır olur.

"Allah büyük lütuf sahibidir" ifadesi, hayrın yani rahmetin herkese açık olduğu gerçeğini vurgulamaktadır. Allah'ın indirdiği vahy, herkesi kapsamı­na alacak genişliktedir. Çünkü onun kaynağı, büyük lütuf sahibi Allah'tır. Kendilerine gönderilmediği için kıskançlık yaparak, mü'minlerin nail olduk­ları bu lütfü çekememeleri, onların inkar ve şirk psikolojisine gömülmeleri­ne neden olmaktadır. Kendilerinden olmadığı için Peygamber'e, kendilerine indirilmediği için vahye olumsuz tepki göstermenin ne kadar yersiz olduğu­nu öğreten bu ayet, insanlığa çok önemli bir ahlâkî ilke sunmuştur. [64]

 

Kur'an'da Nesh Meselesi:

 

106. Biz, daha iyisini veya benzerini getirmedikçe bir aye­ti ortadan kaldırmayız veya unutturmayız.

Nesh kelimesi lügatte silmek, iptal etmek, feshetmek, hükümsüz kılmak, kaldırmak, sözünü geri almak, geri çekmek, çizmek, tekrar yerine koymak, yerine bedel olarak koymak, kopyasını yazmak, istinsah etmek, suretini çı­karmak, yerine başka bir şey koyarak iptal etmek, yerini kapmak manalarına gelir. [65]

 

Nesh Kelimenin Kur'an'daki Manaları:

 

1. İptal etmek

Hac/52'de, şeytanın vesvesesini ortadan kaldırmak, onu silmek ve iptal et­mek manasında yer almaktadır:

Ne zaman o peygamber bir şey arzu etse, şeytan onun arzusuna kesinlikle boş bir şey atar. Sonunda Allah şeytanın attığı bu bani şeyi iptal eder.

İnsanın beyni ve gönlü bir şey arzu ettiği zaman, şeytan o arzuyu kötüye yönlendirmeye veya o arzunun içine yanlış şeyler katmaya çalışır. Peygam­berler bile bu etkinin dışında değildirler. Ne var M Allah, peygamberleri bu etkinin tesirinden korur. İşte ayette bu koruma nesh (iptal) kelimesiyle ifade edilmektedir. Şeytanın yanlış öğretilerinin iptali manasına gelen nesh, hem insanlığa yanlış düşüncelerin nereden geldiğini, hem de onların iptal edilme­sinin zorunlu olduğunu öğretmektedir.

2. Kaydetmek

Nesh kelimesi "istinsah" kalıbından alınırsa, kaydetmek, nakletmek ma­nasına gelmektedir. Bu manayı şu ayette görebiliriz:

Bu, size hakikati konuşan kitabımızdır. Çünkü biz, yapaklarınızı kaydediyor­duk. [Casiye/29]

İnsanların davranışlarını yazan meleklerin kaydettikleri amel defterine, Yüce Allah kitap adını vermektedir. Bu kitap, insanların söz ve davranışları­nın hepsini içermektedir. Bu kayıt olgusu olmasaydı, amel defteri denen ki­tap olmayacak ve insanlara hakikati konuşamayacaktı.

3. Nüsha

Nesh kelimesi şu ayette, 'nüsha' manasına gelmektedir:

Musa'nın öfkesi geçince, levhaları aldı; onlardaki bir nüshada Rablerinden korkanlar için hidayet ve rahmet vardı. [A'raf/154]

Buradaki 'nüsha' levhalarda yazılı olan Tevrat'ın bölümlerinden birini ifa­de etmektedir.

Genelde alimler nesh'i iptal etmek manasına almış ve bunu Kur'an ayet­lerine uygulamışlardır. Kur'an'da nesh olup olmadığını tartışmadan önce alimlerin nesh kelimesine verdiği manaları ele alalım:

a)  Tehir etmek, sonraya bırakmak,[66]

b)  İptal etmek,[67]

c)  izale etmek, başkası ile değiştirmek,[68]

d)  Nakletmek, değiştirmek,[69]

e)  Değiştirmek.

Kur'an'da tebdil kelimesi nesh kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır.

(Biz, bir ayetin yerine başka bir ayeti getirdiğimiz za­man...) [Nahl/101]

Bu ayette nesh 'tebeddül' manasına gelmektedir, ki bu, iptal ettiğinin ye­rine başka bir şeyi koymayı da kapsamaktadır.

4.  Silmek

Nesh 'silmek' manasına da gelir; rüzgarın kumdaki izi, güneşin gölgeyi silmesi gibi. Şu ayette bu manada kullanılmaktadır:

(Allah dilediğini siler; dilediğini de bırakır. Ana ki­tap, O'nun karındadır). [Ra'd/39]

Bazı batıl dinlerde bulunan ruhun bir bedenden diğerine geçmesine tena­süh denir. Bir asnn peşinden diğerinin gelmesine de bu ad verilmektedir. Mi­rasın bir nesilden diğerine intikal etmesi de aynı kavramla ifade edilmek­tedir.[70]

Şimdi nesh ile ilgili şu sorulan cevaplandırmamız gerekiyor:

  Kur'an'da nesh var mıdır?

  Nesh ayetinde yer alan ayet kavramıyla ne kasdedilmiştir?

  Nesh, Kur'an'ın ayetleri arasında mı, yoksa dinler arasında mı olmuştur?

1. Bakara/106'da yer alan ayet kelimesi, "mucize" manasına alınabilir. Bi­lindiği gibi a;ye? kelimesi ibret, işaret, mucize, Kur'an'ın surelerini meydana getiren cümleler, tabiat ve psikolojik kanunlar manasına gelmektedir.

Mucize manasını kabul edersek, Bakara/106'nın manası şöyle olur:

Biz, bir mucizeyi iptal eder veya unutturursak mutlaka daha iyisini veya ben­zerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kadirdir.

Her peygamber farklı mucizeler göstermiştir. Yüce Allah, bir peygambe­rin gösterdiği mucizenin yerine benzerini veya daha hayırlısını koymadıkça o mucizeyi ortadan kaldırmaz veya onu unutturmaz. Demek ki, peygamber­lerin mucizeleri ya birbirine denk olmuştur, ya da daha üstün olana doğru bir gelişim göstermiştir. Bu süreci şöyle açıklayabiliriz: Hz. Musa'ya asa ve eli­nin parlaması gibi mucizeler verilmiş, Hz. İsa'ya ise ölüyü diriltme, çamur­dan yapılmış kuşu canlandırma ve sedef hastalığını iyileştirme gibi mucize­ler verilmiştir. Hz. Peygamber'e ise isra ve değiştirilip bozulması mümkün olmayan Kur'an mucizesi verilmiştir. Böylece hayr ve üstünlüğü gittikçe ar­tan bir mucize silsilesi oluşmuştur. Öncekinin yerini alan bir mucize ya on­dan daha üstün veya ona denk olmuştur. Yenisiyle neshedilen mucize tarih­teki yerini almış ve bir tarihî değer olarak bilimsel araştırmaların temelini oluşturmuştur. Bütün mucizelerin en üstünü ve en sonuncusu olan Kur'an mucizesinin ise, bir benzeri getirilemeyecek ve bu konudaki acziyet, kıyame­te kadar devam edecektir. Ondan önceki mucizeler ise bilimsel araştırmala­rın nihai noktadaki buluşlarıyla bilim haline gelecektir.

2. Peygamberlik müessesesi açısından insanlığın gelişimini, ana haüanyla bölümlere ayırırsak, üç büyük gelişim basamağı tesbit edebiliriz:

a)  Hz. Adem'den Hz. Musa'ya kadar olan dönem,

b)  Hz. Musa'dan Hz. Muhammed'e kadar olan dönem,

c)  Hz. Muhammed dönemi ve sonrası.

Deyim yerinde ise birinci dönem insanlığın İlkokul çağını; ikinci dönem insanlığın gelişme çağını; üçüncü dönem ise gelişmişliğin nihai noktasını temsil etmektedir.

Bu basamak ayırımını niçin yaptığımız sorulursa, şu cevabı verebiliriz: Allah toplumların gelişimini takip ederek dinini yenilemiştir. Toplumların gelişmesi, yeni yeni problemlerin çıkmasına neden olmuş ve bu meselelere çözüm getirilmesi gerekmiştir. İnsanlığın o dönemlerinde, toplumlar kendi problemlerini akıllanyla çözebilecek bir düşünce kültürü ve alışkanlığı ka­zanmamışlardı. Toplumsal sorunları, ancak ilahî kaynaklı kutsal kitaplar çö­zebiliyordu. Çıkan yeni sorunlar yumağını, ancak yeni vahyin hükümleri ve bakış açılan çözümleyebilirdi. Böylece dar ve küçük toplumların problemle­rini çözen ilahî emirler yerine, daha iyi çözüm üreten ayetler gönderme ihti­yacı doğuyordu.

İşte Bakara/106'daki "Daha iyisini göndermedikçe bir ayeti değiştirme­yiz" ifadesi buna işaret etmektedir. Ama ayetler arasındaki bu değiştirme ya­ni nesh hadisesi bazı ayetlerin devamına da mani değildi. Geçmiş dinin bazı uygulamaları aynen korunuyordu. Ev misliha (yahut benzerini) ifadesiyle işaret edilen uygulamalar bu gruptandı. Kur'an'ın yaptığı en büyük inkılap, aklın çözüm üretecek çağa geldiği cesaretini insanlığa kazandırmış olması­dır. Artık insan, çıkacak olan yeni problemleri aklıyla çözebilecek bir düşün­sel alışkanlık kazanmıştır. Kur'an, aklın önünü açmış, kendi nurunu gelece­ğin ufuklarına taşıyacak güçte olduğunu insana kabul ettirmiştir. Artık her çağda bir din gönderme yerine, insan aklına çalışma ve çözüm üretme imka­nı tanımıştır.

Akla verilen bu cesaret ve alan, hem Kur'an'ın eskimesini önlemiş, hem de ondaki hükümlerin geleceğe akmasını temin etmiştir. Akıl, Kur'an'ın hü­kümlerini iptal etmeyecek, onlarla çatışmayacak, tam tersine Kur'an'ın ilke­lerine dayanarak içtihatta bulunacak ve onun evrenselliğini isbat edecektir. Artık onlar aynı kaynaktan gelen ikiz kardeş olduklarını bilecek, çatışma yerine kucaklaşacak ve gelecek nesillerin mutluluğu için uğraş vereceklerdir. Allah akla, bir hükmün nasıl konup, nasıl kaldırılacağını öğretmiştir. İnsana, değişen şartlara göre, farklı çözümler üretmeyi öğreten Allah, Kur'an'ın de­ğişmezliğini bu yolla sağlamış olmaktadır.

3. İnsanlar arası ilişkilerin dayandığı kurallara da ayet denmektedir. İnsan davranışlarının arkasındaki psikolojik nedenler de birer ayettirler. Duygu ale­mini davranışlara bağlayan bu bağlara da ayet denmektedir. Örnek olarak şu ayeti zikredebiliriz:

Ey iman edenler! Kendi dışınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar, size fenalık etmekten geri durmazlar ve hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Gerçek­ten kinleri ağızlarından dökülmektedir; kalplerindeki kinleri daha büyüktür. Eğer aklınızı kullanırsanız ayetlerimizi size açıklıyoruz. [Âl-i İmran/118]

Bu ayette Allah Teala, münafıklarla müslümanlar arasındaki ilişkilerde, münafıkların tavırlarının analizini yapmakta ve bu analizde tesbit edilen psi­kolojik nedenlere ayet demektedir. Farklı inançta olanların ve özellikle mü­nafıkların, sırdaş edinilemeyeceği; onların sözleriyle kinlerini ortaya koy­dukları; gönüllerindeki kinin ise daha büyük olduğu gibi tesbiüer birer ayet­tirler. Bu psikolojik duyguların değişmeleri mümkündür. Allah onların bu kinlerini sevgiye dönüştürebilir. Bu da bir bakıma neshtir. Duygu alanı değiş­ken bir alandır. Bir duygunun hükmettiği davranış zamanla değişip başka bir duygunun etkisinde kalabilir.

Şimdi Bakara/105'e dönersek, yukarıda ikinci ve üçüncü maddelerde söy­lediklerimizin doğruluğu anlaşılır. 105. ayette "istek" denen duygu yer al­maktadır. Diğer taraftan Hz. Peygamber'e kitabın indirilmesini istemedikleri açıklanmaktadır. 106. ayette ise yeni dinin gönderileceğine ve onların bu is­teğinin değişebileceğine işaret edilmektedir. 105. ayet ile 106. ayetin arasın­daki ilişki dikkate alınırsa, neshin hangi alanda olduğu görülür. Hayr kelime­si hem 105., hem de 106. ayette geçmektedir. Allah Hz. Peygamber'e hayr in­dirmektedir. Bu hayr, bir önceki hayr'dan daha üstündür. Önceki hayr, Kur'an'dan önceki kutsal kitapları ifade etmektedir. Kur'an'ın getirdiği hu­kuk ve ayetler öncekilerden ya daha üstündür, ya da onların benzeridir. Böy­lece neshin Kur'an ayetleri arasında değil, önceki kitaplarla Kur'an arasında olduğu anlaşılmaktadır.

Fahruddin Razi, Ebu Müslim'in de aynı fikri savunduğunu nakletmekte­dir. Ebu Müslim, nesh kelimesine, levh-i mahfuzdan kitaplara aktarılma ma­nasını vermektedir.[71] Bakara/105 ile 106. ayet arasındaki ilişkiyi dikkate al­dığımızda, Ebu Müslim'e hak vermemek elde değildir. Nesh konusunda Mu-hammed Esed de şöyle demektedir:

Bu pasajda ortaya konulan, Kitab-ı Mukaddes öğretisinin, yerini Kur'an'in getirdiği öğretiye bırakması prensibi, bir çok müslüman alimin yanlış yorum­larına sebep olmuştur. Bu bağlamda kullanılan ayet (mesaj) kelimesi, aynı za­manda Kur'an'ın bir hükmünü ifade etmek için de kullanılmaktadır. Ayet teri­mini bu sınırlı anlamda alan bazı alimler, Allah'ın Kur'an'ın bazı ayetlerini yürürlükten kaldırdığı sonucuna ulaşmışlardır. Bu iddia, yazdıklarını ikinci defa okuyup bazı bölümlerini atan veya başkalarıyla değiştiren herhangi bir yazan akla getirmektedir. Bu bir saçmalıktır.

Diğer taraftan Kur'an'da neshin olduğunu söyleyen hiçbir hadis de yoktur. As­lında Kur'an ayetleri arasında nesh olduğunu söyleyenlerin, o ayetleri anlayıp değerlendirmede yetersizlikleri vardır. Nesh ayetlerinin miktarı hakkındaki ihtilalin varlığı da onların iddialarının çürük olduğunu gösterir. Kısaca nesh doktrini, hiçbir tarihsel olguya dayanmamaktadır ve bu nedenle de reddedil­melidir.[72]

Yüce Allah, şartlara göre kullarına farklı davranma imkanı tanımakta, on­ları dönüşü bulunmayan tek yönlü bir yola sokmadığını göstermektedir. İn­sana alternatif hükümlerle, değişik şartlar altında farklı davranış fırsatı ver­meyen din, gerçekte din değil ideolojidir. Kur'an'da nesh bulunduğunu iddia edenler, Kur'an'ı bir ideoloji kitabı derekesine düşürmekte; insanların şartla­ra göre farklı davranmasına müsaade etmemekte ve böylece dini dogmatik-leştirmektedirler. Dogma ile nass arasındaki temel fark da budur. Dogma, farklı davranışa müsaade etmeyen fikirdir; nass ise insana alternatif yollar sunarak, değişik şartlar altoda farklı davranma müsaadesini verir. Nass, in­sanlara seçenek sunar ve bunlardan kendi şartlarına uyanı takip etme imka­nını tanır. Nass için önemli olan, şartlara göre en iyi olan davranışın sergilen­mesi; ferdin, toplum ve insanlığın menfaatidir. Çünkü değişik şartlar altoda farklı davranışa müsaade etmeyen dinin hükümleri, çiğnenmeye mahkum­dur. Mesela: Su bulunmadığında teyemmüme müsaade etmeyen bir din, in­sanı namazdan uzaklaştırır. İşte nesh konusuna bu açıdan bakılması gerekir. Şimdi, aralarında nasih-mensuh ilişkisi olduğu iddia edilen ayetlerde nesh bulunmadığına dair örnekler verebiliriz: Tevbe/65 ayetinin, Tevbe/66 ayeti tarafından nesh olunduğu iddia edilmiştir. Önce ilgili ayetleri görelim:

Ey Peygamber! Mü'minleri savaşa teşvik et. Eğer sizden sabırlı yirmi kişi bu­lunursa, iki yüz kişiye galip gelirler. Eğer sizden yüz kişi olursa, kafirlerden bin kişiye galip gelirler. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur. [Tevbe/65]

Bu ayette bir kişinin on kişiye galip gelebileceği ifade edilmektedir. Bir sonraki ayet ise şöyledir:

Şimdi Allah, yükünüzü hafifletti; sizde zayıflık olduğunu bildi. O halde siz­den sabırlı yüz kişi bulunursa, iki yüz kişiye galip gelir ve eğer sizden bin ki­şi olursa, Allah'ın izniyle iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle be­raberdir. [Tevbe/66]

Bu ayette bir kişinin iki kişiye gelip geleceği söylenmektedir. İşte değişen bu oran nedeniyle alimler, 66. ayetin 65. ayeti neshettiğini iddia etmişlerdir. Aralarında nesh olmadığını anlamak için öncelikle bu ayetlerin, üzerine otur­dukları eksen değeri bulmamız gerekir. Dikkat edilirse eksen değerin "insa­nın gücü" olduğu anlaşılır. Bu ayetlerden Yüce Allah'ın insana, ancak gücü nisbetinde sorumluluk yüklediği net bir şekilde anlaşılmaktadır. Bu husus, başka ayetler de açıkça zikredilmektedir:

(Allah herkese, gücünün yettiği ölçüde sorumluluk yük­ler). [Bakara/286]

Demek ki, verilen hükümde ve yüklenen sorumlulukta kulun gücü esas alınmaktadır.

Ayetlere dönersek şu genellemeleri çıkartabiliriz:

1. İnananların güçlü olduğu dönemlerde "bire on", zayıf oldukları dönem­lerde ise "bire iki" esasına göre hareket edilebilir. Mü'minler, güçlerine göre, Allah'ın yüklediği bu iki sorumluluktan birini esas alabilir ve uygulayabilir­ler. Bunu, güç ve içinde bulunulan şartlar belirleyecektir.

2. Ayetlerdeki güç, kas gücünden ziyade, teknolojik gücü ifade ediyor olabilir. Teknolojik gücü zayıf olan toplum, 66. ayete, teknolojik gücü yüksek olan toplum ise 65. ayete göre davranabilir. Kitleleri imha edecek atom gücü­ne sahip olanlar için sayının ne önemi vardır? Toplumların teknolojik gücü her zaman aynı oranda olmayabilir. O zaman 66. ayetin hükmü devreye girer.

3. Bu ayetlerde çok önemli bir siyasî kaideye de dikkat çekilmektedir. Halka yükledikleri sorumlulukların ağır geldiğini anlayan siyasiler, geri dön­mesini bilmelidirler. Allah bile, zayıflık gördüğünde kuluna alternatif bir uy­gulama fırsatı vermektedir. Bu kaide, idarecilerle halk arasında mutlaka tat­bik alanı bulmalıdır. Halka gücüne göre alternatif hükümler sunmak zorunlu hale gelebilir.

4. Bu iki ayet, aynı zamanda eğitimin de temel kanunu olmalıdır. Öğren­cilere güçleri nisbetinde sorumluluk yüklemek, yetersiz kaldıkları anlarda yüklerini hafifletmek, eğitimin altın kuralı olmalıdır. Çalışma şartlan müsait ve kapasitesi güçlü olan öğrencilere yüklenen ağır sorumlulukları, bu imkan­lara sahip olmayan öğrencilere yüklemek doğru olmaz. Aynı uygulama, iş ve­renle işçi arasında da gerçekleştirilmelidir. Bu izahlardan anlıyoruz ki, her iki ayetin hükmü de yürürlüktedir.

Aralarında nasih-mensuh ilişkisi bulunduğu iddia edilen diğer bir örnek de Bakara/234 ile Bakara/240 ayetleridir. Şimdi bu ayetleri ele alalım:

Sizden ölüp dul eşler bırakanlar, kocalarının evlerinden çıkarılmadan bir yıla kadar faydalanmaları hususunda vasiyet etsinler. Eğer o kadınlar, kendilikle­rinden çıkıp giderlerse, kendileri hakkında yaptıkları meşru şeylerden ötürü size bir günah yoktur. Allah azizdir, hakimdir. [Bakara/240]

Bu ayete göre kocası ölen kadın, isterse kocasının evinde bir yıl kalabilir, isterse de çıkıp gidebilir.

Sizden ölenlerin, geride bıraktıklan eşleri kendi başlarına dört ay on gün bek­lerler. Bekleme müddetlerini bitirdikleri an, kendileri hakkında yaptıkları meşni işlerde size bir günah yoktur. Allah yapmakta olduklarınızı bilir. [Ba­kara/234]

Bakara/234'ün, Bakara/240'm hükmünü kaldırdığını iddia edenler, bu ayetlerin, farklı şartlarla alakalı hükümler vazettiğini anlayamamışlardır. Şimdi bu ayetleri inceleyelim:

1. Her iki ayet de hayız görebilen kadınlarla alakalıdır. 234. ayette yer alan "dört ay on gün"ün bir ayı, yas için; üç ayı da, gebe olup olmadığının anlaşılması içindir. Bu dört ay zarfında, dört defa hayız görme ihtimali var­dır. Dört defa hayız gören kadının gebe olmadığı kesin bir şekilde anlaşılmış olur. Günümüzde gebelik çok daha erken tesbit edildiğine göre, dört ay on gün beklemek gerekir mi? Bu soruyu şöyle cevaplandırabiliriz: Gebeliği da­ha erken tesbit etme imkanına sahip olmayan toplumlarda "dört ay on gün" iddet beklenebilir. Fakat gebeliğin erken teşhis edilebildiği toplumlarda "dört ay on gün" iddet bekleme hükmü, biyolojik ihtiyaçtan dolayı değil ama sos­yolojik nedenle uygulanabilir. Zira kocası ölen bir kadının, hemen gebelik testi yaptırıp, gebe olmadığı anlaşılır anlaşılmaz evlenmesi toplumda hoş karşılanmaz. Çevrede, o erkekle daha önce ilişkisi olduğu fikrini uyandırır ve dedikoduya sebep olur.

Toplumun hafızası üç aydır. Üç ay geçince pek çok şey unutulur. Toplu­mun hafızasının üç ay olduğu olgusundan hareket eden Allah, bir ayı yas için, üç ayı da toplumun dedikodusunu önlemek için koymuştur. Allah Teala, asır­larca önce toplumun hafızasını belirlemiş, olayların üç ay gündemde yani toplumun hafızasında kalacağını tesbit etmiştir. İşte, gebeliğin erken teşhis edildiği toplumlarda da "dört ay on gün" iddet beklemenin sosyolojik boyu­tunu bu şekilde izah etmemiz mümkündür. Dört ay on gün iddet bekledikten sonra evlenen bir kadının, toplumda tenkit edilmesi bu yolla önlenmiş olmak­tadır. Allah Teala, kanununu toplumun hafızasını dikkate alarak koymuştur.

2.  Bakara/24O'taki "Bir yıla kadar faydalanmaları hususunda vasiyet et­me" hükmüyle ilgili olarak Ebu Müslim, bir yıl bekleme hükmünün, tama­men ortadan kalkmadığını, hamile olması durumunda kadının bir yıl bekle­mesi gerektiğini; böylece onun iddetinin bir yıl olduğunu[73] ifade etmektedir. Demek ki, 234. ayet, gebe olmayan kadının bekleyeceği iddeti; 240. ayet ise gebe olan kadının bekleyeceği iddeti bildirmektedir ki bunun dokuz ayı ha­milelik, üç ayı da doğum sonrası bekleme süresidir. Ayetler bu şekilde açık­lanınca, aralarında nesh olmadığı anlaşılmaktadır. Böylece kocası ölen kadı­na, şartlara göre tercihte bulunma hakkı tanınmaktadır.

3. Kocası ölüp de, evlenme gücü olmayan veya evlenme çağı geçmiş bu­lunan kadının çocukları onu evden çıkmaya zorlayabilirler mi? Yukarıdaki ayetler, hayız görebilen kadınlar hakkında olup yaşlı kadınları kapsam dışın­da bırakmaktadır.

Kısaca, bu ayetlerin birbirine aykırı olmadığı, birbirini neshetmediği ve farklı şartlar içinde bulunan kadınlar için alternatif yollar gösterdiği ortaya çıkmaktadır. Buna göre dul kalan gebe bir kadın ile gebe olmayan ve doğur­ganlık yaşında olan bir kadının iddet süreleri farklıdır. Ayetler, teknolojik ge­lişmelerin ışığında daha farklı yorumlamalara da müsaade etmektedir. Kadı­nın doğasını ve sosyal şartlan dikkate almayanlar, ayetler arasında nesh ol­duğunu iddia etmişlerdir. İddianın bilgi yetersizliğinden kaynaklandığı anla­şılıyor. Bu ayetler arasında nesh olmadığını anlayabilmek için, insanın doğa­sından ve sosyal şartlardan hareket etmek gerekiyor. İnsanlar bilgi eksiklik­lerini, anlayış kıtlıklarını ve acizliklerini Kur'an'a yüklememelidirler.

Aralarında nasih-mensuh ilişkisi bulunduğu iddia edilen diğer bir örnek de Bakara/142 ile Bakara/144 ayetleridir. Bakara/144'ün, Bakara/142'nin hükmünü kaldırdığı iddia edilmektedir. Önce ayetlerin meallerini verelim:

İnsanlardan bir kısım beyinsizler, şöyle diyeceklerdir: "Dönmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?' De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O, di­lediğini doğru yola iletir". [Bakara/142]

Rivayet edildiğine göre, Medine'ye hicretten sonra Hz. Peygamber ve müslümanlann Kudüs'e doğru yönelerek namaz kılmaları yahudileri şımart­mış; bunun üzerine da Bakara/144 ayeti inzal edilerek müslümanlann Mescidi Haram'a yönelmeleri emredilmiştir. Sözkonusu ayet mealen şudur:

Biz senin yüzünü göğe doğru çevirmekte olduğunu görüyoruz. İşte şimdi, se­ni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Arak yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. [Bakara/144]

Ebu Müslim bu hususta şöyle diyor:

Kudüs'e yönelme hükmü neshedilmiş değildir. Çünkü kıbleyi tayin etmek müşkil olduğunda veya yönelme hususunda bir zorluk bulunduğunda eski kıbleye yönelmek caiz olur.[74]

Bu ayetlerin birinin diğerini neshetmediği hususunda şunlan söyleyebiliriz:

1. Aynı husustaki iki hükümden, sonra olanın önce olanı neshetmesi gerekmez. Zira önceki hüküm ortadan kaldırılırsa, sonraki hükmün anlaşılması güçleşir. Neshedildiği iddia edilen birinci hüküm, aslında ikinci hükmün alt yapısını oluşturmaktadır.

2. Dikkat edilirse Allah Teala, kulunun razı olacağı bir oluşum izlemekte; bu da bize şunu öğretmektedir İdareciler halkın razı olacağı değişimleri yap­malıdır. İbadetin değerinden bir şey eksiltmeyen ayrıntılarda sıkı davranmak anlamlı değildir. Zaten Allah, bu değişime karşı çıkanları beyinsizlikle nite­lendirmektedir.

3. Buradaki değişim olgusu, şartlara göre fetva verilmesi gerektiği husu­sunda bize yol göstermekte; fezada bir uydunun veya başka bir gezegende yaşayan insanın namazda yöneleceği yön konusunda alternatif uygulamalara ruhsat vermemize müsaade etmektedir. Çünkü, Bakara/142'de "Doğu da ba­tı da Allah'ındır" buyurulmaktadır. Başka bir gezegende olanlar için doğu ve batı yönleri, dolayısıyla kıble farklı olacaktır. Onlar için o gezegende, başka bir kıble tesbit etmek gerekiyor. İşte, Kur'an'daki bu farklı ayetlerden esinle­nerek, bu uygulamalara ruhsat vermek mümkün olacaktır.

4. Farklı dine mensup olan insanların birbirlerine karşı takındıkları tavır­ların oluşturduğu değişimin boyutuna işaret edilmektedir. Her iki ayet bir araya getirilmedikçe bu farklılık anlaşılmaz. Bakara/142'yi neshettiğinizde Bakara/144'ü anlayamazsınız. Peygamberimizin bir süre Beyt-i Makdis'e yö­nelmesi, yahudilere zeytin dalı uzatmak şeklinde değerlendirilebileceği gibi, dinler arası yakınlaşmayı sağlamaya yönelik bir adım şeklinde de değerlen­dirilebilir. Olumsuz bir tepkiyle karşılaşınca da kendi yönünü belirleme arzu­su duymak, doğal bir sonuçtur.

Bu oluşumu, kültürler arası yakınlaşma için de örnek olarak alabiliriz. Yak­laşmak istediğin kültürün bazı değerlerini benimsersen, kendi değerlerinle o kültürü mayalama fırsatını elde edebilirsin. Buna karşılık aşın bir tepki ile karşılaştığında, kendi öz değerlerine dönme metodunu uygulaman gerekir.

5. "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir" ifadesindeki 'yüz' keli­mesiyle, başın tümü kasdedilmektedir. Aslında "yüzünüzü çevirin" ifadesi, toîaûan ziyade beyni çevirmeyi lîaûe eûer. MMümanlarm, aynı MAeye yö­nelmeleri, onlardaki tevhid inancının tezahürü olup akıl ve gönül birliğini ifade etmekte; bütün akıl \e gönüflerin, -ırmakların denizde buluşması gibi- aynı kıblede buluşmaları ve kaynaşmaları gerektiğine işaret etmektedir.

İsra olayındaki Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya gitme olgusu da, kültür ve inançlar arası yakınlaşmanın bir simgesidir. Mekke'de putperest kültürüne mukabil, Kudüs'de ehl-i kitap kültürü vardı. Putlardan ve şirkten temizlendikten sonra artık Kabe'ye yönelmek gerekirdi.

Bakara/145 ayetine dikkat edilirse, bu yönelişin hedefinde insan beyninin olduğu anlaşılır. Beyin ve gönül, bu yönelişin hem dinamiklerini göstermek­te, hem de amacını belirlemektedir. Her iki ayeti bir arada yaşatamayanlar, bu oluşumların analizini yapamayacak ve Kur'an'ı anlamakta zorluk çeke­ceklerdir. Neshedildiği iddia edilen ayetlerin hepsini burada ele almamıza imkan yoktur. Ancak yeri geldiğinde onlara değineceğiz. Şimdi nesh konusu­nun başka bir boyutunu ele almak istiyoruz. İddiaya göre Kur'an'da lafzı nes-hedilen, hükmü baki olan ayetler vardır.

Bazıları, Hz. Ömer'den rivayet edilen bir habere dayanarak, başlangıçta Kur'an'da recm ayetinin bulunduğunu, fakat daha sonra lafzının neshedilip hükmünün baki kaldığını iddia etmektedir. İddiaya göre, başlangıçta Kur'an'da bulunan, fakat daha sonra lafzı neshedilen ayet şudur:

Yaşlı erkek ve kadın zina ettikleri zaman, Allah'tan ibret verici bir ceza olarak ikisini de recmedin. Allah aziz ve hakimdir.

Buradaki 'yaşlı' kavramı, 'evli' manasına alınmalıdır. Bu rivayetten hare­ket edenler, zina eden evlilerin cezasının recm, zina eden bekarların cezası­nın ise -Nur/2'ye göre- yüz değnek olduğunu iddia etmektedirler. Kur'an'da bulunmayan bir sözün ayet olduğunu söylemek, onun hükmünü Kur'an'a da­hil etmek zulümden başka bir şey değildir.

Ayet olduğu iddia edilen başka bir söz de şudur

Ademoğlu'nun iki vadi dolusu malı olsa, üçüncü vadiyi ister. Ademoğlu'nun kamını ancak toprak doyurur. Allah tevbe edenin tevbesini kabul eder.

Bunun da lafzının Kur'an'da olmadığı ama hükmünün geçerli olduğu öne sürülmektedir.

Bu tür fikir ve iddialar, insanların kafasını karıştırmakta, Kur'an hakkın­da yanlış intibalann uyanmasına neden olmaktadır. Bu tip iddialarda bulun­mak, Allah'a iftira etmek olduğu için, zulüm kapsamı içine girmektedir. Za­yıf delillere dayanarak veya delilsiz bu tip iddialarda bulunmak, ihanet kadar tehlikeli ve zararlıdır.

"Veya unutturduğumuz bir ayetin" ifadesinde, neshetmek ite unutturmak aynı manayı ifade etmektedir. Ayetteki unutma kelimesi, tehir etmek, geri bı­rakmak, geciktirmek, tecil etmek, bugünkü işi yarına bırakmak, izin vermek manalarına gelmektedir.

Neshi nakletmek veya kaydetmek manasına alırsak, nesee kelimesini de "olduğu gibi bırakmak" manasına alabiliriz. Bu kavramın Kur'an'daki mana­ları şunlardır: [75]

 

Nesee Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Unutmak

Pek çok ayette bu anlamda kullanılmaktadır:

Sunduğu amelleri unutmak [Kehf/57],

Allah'ın emirlerini unutmak [Taha/115],

Yaratılışını unutmak [Yasin/78],

Yalvarışını unutmak [Zümer/8],

Allah'ın öğrettiği hükümlerin bir kısmını unutmak [Maide/13],

Uyarılan unutmak [En'am/44],

Ahireti unutmak [A'raf/51],

Allah'ı unutmak [Tevbe/67],

Allah'ı anmayı unutmak [Furkan/18],

Dünyadan nasibini unutmak [Kasas/77],

Öğrendiğini unutmak [A'la/6],

İyilik ve ihsanı unutmak [Bakara/237],

Kendini unutmak [Bakara/44],

Ortak koşulardan unutmak [En'am/41],

Allah'ın kulunu unutması [Casiye/34].

2. ihmal etmek

Ehemmiyet vermemek manasına da alınması mümkün olan bu kavram, öncelikle iki ayette yer almaktadır:

Onlar olayın nihai tamamlanışını mı bekliyorlar? O gün, olgu tamamlanacak­tır. Daha önce onu ihmal edenler diyeceklerdir: ... [A'raf/53]

Allah şöyle diyecek: "Benim ayetlerim sana geldi, sen onları ihmal ettin, bu­nun gibi sen de bugün ihmal ediliyorsun". [Taha/126]

Nesi kelimesi bu ayetlerde, ahireti ve Allah'ın ayetlerini ihmal etmek, on­lara ehemmiyet vermemek anlamında yer almaktadır.

3.  Gözden ırak olmak

Ne s iye kelimesi, mensiyya kalıbında kullanıldığında, gözden ırak olmak anlamını ifade etmektedir:

Doğum sancısı, onu bir hurma ağacına sevk etti. "Keşke" dedi; "bundan önce ökeydim de unutulup gözden ırak olsaydım". [Taha/23]

Bakara/106'da yer alan ve genelde "unutmak" şeklinde mana verilen bu kavrama ihmal etmek, gözardı etmek manaları da verilebilir.

4.  Terketmek

Razi bazı alimlerin nesh kelimesine terketmek manasını verdiklerini nak­letmektedir. Unutmak kelimesinin içinde terketmek manası da vardır. Terk etmek unutmanın bir parçasıdır.[76] Yukarıda "unutmak" manası verdiğimiz ayetlerin, bir kısmının terk etmek anlamında alınması mümkündür.

5.  Ertelemek

Bazı alimler nesiye kelimesini nesie diye okumuşlardır. Haram aylan ertelemek, küfürde bir artıştır. [Tevbe/32][77]

Unutmak, ihmal etmek, gözden ırak olmak, terketmek ve ertelemek ma­nası ile bu kavram, Allah'ın mesajlarında bir devamlılık olduğunu, o mesaj­ların unutulamayacağını, ihmal edilip gözden ırak tutulamayacağını, ertele­nip terk edilemeyeceğini ortaya koymaktadır. Onların unutturulmamasırun veya terkedilip ertelenmemesinin alameti, benzerlerinin veya daha iyisinin getirilmesidir. Yüce Allah bir kitabın ayetleri yerine diğer bir kitabın ayetle­rini getirirken, ya benzerini getirmiştir veya aynısını tekrar etmiştir. Ayet ke­limesini mucize olarak alırsak, diyebiliriz ki, ya denk bir mucize ya da daha iyisi getirilmiştir. Değişiklik, ya benzerler arasında veya daha iyiye doğru olacaktır. Bu da bize araştırma metotlarını veya kanun yapma kurallarını gös­termektedir. Bir konuda kitap yazarken, daha önce o konu hakkında yazanlann fikirlerine ya aynen yer verilir veya daha iyisi yazılır. Yeni bir kanun ya­pılırken, eski kanunun maddelerinin bazıları tümden kaldırılırken, bazıları yeni kanunda da yer alabilir, bazı maddelerinin ise, günün şartlarına göre de­ğiştirilmesi gerekli olabilir. Bunun kuralını Allah bu ayette vermektedir. [78]

 

Hadis Ayeti Nesheder Mi?

 

Ayetin hadisle neshedilebileceği fikrini savunanlar Kur'an'a iftira etmek­tedirler. Bir peygamber, Allah'ın gönderdiği kitabın ayetlerini tebliğ etmekle mükelleftir; onları değiştirme hakkına sahip değildir. Bir beşer olan Hz. Pey­gamberin verdiği bir hüküm Allah'ın hükmünü ortadan kaldırabilir mi? "Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıs­kıvrak yakalardık; sonra onun şah damarını koparırdık" [Hakka/44-46] bu­yuran Allah'ın, bu yetkiyi Hz. Peygamber'e vermesi mümkün mü?! Kur'an'da nesh bulunduğunu, hadisin de ayetin hükmünü neshedebileceğini iddia edenler, şu ayet ve hadisleri örnek göstermektedirler:

Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya babaya ve ya­kınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borç­tur. [Bakara/180]

Ayette, ana-baba ve yakınlara vasiyet yolu ile miras bırakılacağı söylen­mektedir. Ayette yer alan ve örf, adet, teamül, kullanma, muamele manasına gelen bi'l-ma'ruf ifadesine, "Makul bir biçimde" şeklinde karşılık verilmesi mümkündür. Ma kelimesi, toplumdaki örfe göre veya akla uygun bir şe­kilde vasiyetin yapılacağını ön görmektedir. Bu ayetteki hükmün, mirasçıla­rın sayıldığı Nisa/11-12 ayeüeriyle neshedildiği iddia edilmektedir. Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Dikkat ediniz, varise vasiyet yoktur.[79]

Bakara/180 ayetinin hükmünü bu hadisin neshetmesi mümkün değil. Eğer bu ayetin neshedilmesi sözkonusu olsaydı bu, Nisa/11-12 ayeüeriyle olurdu. Kaldı ki Bakara/180 ayeti ile Nisa/11-12 ayetleri arasında bir çatışma olma­dığı ve dolayısıyla da neshin düşünülemeyeceği bir vakıadır. Bu ayetler ara­sında nasih-mensuh ilişkisinin bulunmadığına dair şunları söyleyebiliriz:

1. Nisa/11-12 ayetleri evrensel hukukun kurallarını koymaktadır. Baka­ra/180 ayeti ise, gayr-i müslim bir toplumda yaşayan müslümanlann miras meselesine ışık tutuyor olabilir. Hukuku evrensel hukuka bağlanmamış ilkel toplumlarda, müslümanlara alternatif bir uygulama sunuyor olabilir. Vasiyet gerektiren şartlarda bu ayetle amel etme zarureti doğabilir.

2.  Anne-babasından ayn düşen ve başka bir yerde yaşayan bir evlat, ölüm anında annesine veya babasına yahut her ikisine birden vasiyetle mal bıraka­bilir. Ebeveyni, evlatlarından miras kaldığını da bilmeyebilir. Bu şartlar alün-da Nisa/11-12 ayetlerinin hükümlerini uygulamak mümkün olmadığı için, Bakara/180 ayeti devreye sokulabilir. Ölmekte olan kişinin, ebeveyn ve ak­rabası için vasiyette bulunmasına müsaade eden bu ayet, vasiyetin makul ol­masını da şarta bağlamaktadır. Dikkat edilirse, ayetin sonunda bunun, mutta-kilere vecibe olduğu bildirilmektedir.

3. Nisa/11 ayeti, ana-babaya düşecek olan mirasın asgari sınırını belirle­mektedir. Bu ayetlerin belirlediği alt sınırın üstüne çıkacak vasiyetle mal bı­rakma engellenmektedir. Nisa/11 ayeti nasih, Bakara/180 ayeti mensuh ola­rak kabul edilirse, Bakara/181-182 ayetlerinin de hükmü kalkmaktadır. Çün­kü bu ayetlerin içeriği, tamamen 180. ayetle alakalıdır. Böylece bir ayet, üç ayetin hükmünü neshetmiş olmaktadır.

Nisa/l 1-12'nin, Bakara/180 ayetinin hükmünü neshettiği iddiasıyla yetin­meyip, "Dikkat varise vasiyet yoktur" hadisinin de Bakara/180-182 ayetleri­nin hükmünü neshettiğini iddia etmişlerdir. Bu hadis sahih ise, Nisa/11 aye­tinin şarüannı kapsamaktadır ki o zaman da Bakara/180-182 ayetlerini bağ­lamaz. Çünkü o ayetlerin şartlan farklıdır. Fakat hadis sahih değilse, bu takdirde onun, ayetin hükmünü kaldırdığını söylemek abesdir.

(Allah'ın gücünün her şeye yettiğini bilmiyor musu­nuz?)

Yüce Allah, ayetlerini değiştirip yerlerine benzerini ve daha iyisini getir­me hususunda yeterli olduğuna dikkat çekmektedir. Değişim bir güç ister. Gücü olmayan değişim meydana getiremez. Bu da insan için bilgi gücünü ifade etmektedir. Bu nedenle bu değişimi, ancak sosyal şarüann değişkenli­ğini, farklı sosyal ortamların farklı ihtiyaçlar oluşturacağını ve bu farklı ihti­yaçların   farklı   hükümlerle   çözümleneceğini   bilenler   gerçekleştirebilirler.

Ayetin, Allah'ın her şeye güç yetirebüeceği bilgisine sahip olan insanların bu gerçeği yakalamakta zorluk çekmeyeceklerini vurgulayan bu kısmı, oluşum­ları olumsuz tenkit etmenin sebebini, bilgisizliğe bağlamaktadır. Bilgili insan­lar, oluşumları değerlendirmekte zorluk çekmez ve hayrete düşüp yersiz ten­kit etme hatasına düşmezler. Bilgili insanlar, oluşumları, nedenlerine bağlama yeteneğini kazanmış kimselerdir. O oluşumları, Allah'ın gücünün her şeye yettiği bilgisinin temelleri üzerine oturtarak, çözümde hatadan kurtulurlar. [80]

 

Mutlak Hakim Allah'tır:

 

107. Bilmez misin, göklerin ve yerin mülkiyet ve hüküm­ranlığı Allah'ındır? Sizin için Allah'tan başka ne bir dost ve ne de bir yardımcı vardır.

Bakara/106'da Allah'ın her şeye gücünün yettiği, 107. ayette de göklerin ve yerin iktidarının O'na ait olduğu, insanın Allah'tan başka dost ve yardım­cısının bulunmadığı vurgulanmaktadır. Kısacası ayet insana, gücün, iktida­rın, dostluk ve yardımın kime ait olduğunu öğretmektedir. Bu öğretiyi soru halinde yöneltmekle, bu gerçeğin bilinmesinin zorunluluğunu ortaya koy­maktadır.

Bakara/107, ayetle, 106. ayet arasında bağlantı kurduğumuzda, şu genel­lemeyi yapabiliriz: Bir ayetin benzerinin veya daha iyisinin getirilmesi kimin içindir? Cevap: İnsan içindir. İnsanın ayetler konusunda hata yapmasını ön­lemek ve doğru inanca gelmesini temin etmek için, Allah gücünü, iktidarını, dostluk ve yardımını harekete geçirmektedir. Ayetler arasındaki değişim, in­sanlığın daha iyiye ve daha güzele doğru gitmesini amaçlamaktadır. Bu da bir dostluk ve yardım işidir. İnsanın gelişmesini, ilerlemesini ve daha güzel olanı yakalamasını ancak bir dost ister.

Bakara/107'deki veli kavramı, bir şeye ve bir kimseye yakın olmak, yanında durmak, bitişik olmak, muttasıl olmak, takip etmek, hudut komşusu ol­mak, arkadaş olmak, alakadar olmak, idare etmek, işini çevirmek, hizmet et­mek, bir şeyin üzerinde otorite ve güç sahibi olmak, yardımcı, destekçi, ko­ruyucu olmak, hiç durmadan yapmak, ara vermeden devam etmek, bir işe ba-şanlı ve sistematik olarak başlamak, sırdaş olmak, gözünün önüne açıp izhar etmek, istihdam etmek, sevmek, bir beldeyi işgal etmek, vasiyet etmek, yeti­me vasi tayin etmek, taze hurmanın kurumaya yüz tutması, sırt çevirmek, so­nuna varmak; mevla kalıbında alınınca rab, efendi, komşu, malik, kul, azad olmuş köle manalarına gelmektedir.

Şimdi bu kavramın Kur'an'daki manalarını ele alabiliriz: [81]

 

Veli Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Dönmek

İnsanlardan bir kısım beyinsizler, "Yönelmekte oldukları kıblelerinden onlan çeviren nedir?" diyecekler. [Bakara/142]

Bu ayette vella kalıbında yer alan veli kelimesi, bulunduğu yönden başka bir yöne dönmeyi ifade etmektedir. İlk bakışta fizikî manada bedenin yönel­mesi olarak görünse bile, arka planında, bir fikrin, bir idealin ve bir hedefin yer aldığı cihete yönelmeyi ifade etmektedir.

Aynca, Kur'an'ı anlamamaları için kalplerine perdeler ve kulaklarına bir ağır­lık koyarız. Sen, Kur'an'da Rabbinin birliğini yad ettiğinde onlar, canlan sı­kılmış bir vaziyette, gerisin geriye dönüp giderler. [İsra/46]

Bu ayette de aynı kalıpta kullanılmış olan veli kelimesi, bir fikre karşı olan menfi bir tavrın ifadesidir. Bakara/42'de menfi olmayan dönüş, bu ayet­te ise menfi bir tepki anlamına gelmekte; müşriklerin, davet edildikleri tev­hide inanmamalarını, dönüp gitmelerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Böylece beyinleri çalışmayan ve dolayısıyla gönülleri anlamayan ve kulak­larında manevî sağırlık olan insanların tevhide gösterdikleri tepkinin adı ol­maktadır. Kökeninde psikolojik ağırlıklı olan bu tepki, bedenin dönmesini de içine almaktadır.

Ve asanı at! Musa attığı asayı yılan gibi hareket eder görünce, dönüp arkası­na bakmadan kaçü. [Kasas/31]

Bu ayetle de vella kalıbından alınan veli kelimesi, dönüp kaçmayı ifade etmektedir. Biraz önce elinde tuttuğu bir değneğin, anında yılan şekline bü­rünüp hareket etmesiyle insanda uyandırdığı dehşet yüzünden dönüp kaçma eylemini ifade etmek için kullanılmakta; ani değişimlerin insanda uyandırdı­ğı dehşetin meydana getirdiği tepkiyi ifade etmektedir. Bazı kimselerin, top­lumlarda meydana gelen sosyal değişimlerden kaçmasının ve o değişimi haz­medememesinin altında bu psikoloji yatmaktadır.

Hz. Musa'nın asasını, insanın nefsi manasına alırsak, şöyle diyebiliriz: İn­san, nefsini görebilseydi, onun bir yılan olduğunu anlar ve ondan dönüp ka­çardı. Nefsimiz bize, asa gibi normal gelmektedir. Ona dışardan bir insan gi­bi bakabilme fırsatını yakalayabilseydik, nasıl bir yılan olduğunu anlayacak­tık. O zaman ona sarılma yerine, ondan dönüp kaçacaktık.

Eğer insan, kafasındaki fikirleri Hz. Musa'nın asası gibi atıp tarafsız ola­rak değerlendirebilseydi, onların yılanlığının farkına varacak, tiksinip döne­cek ve kaçacaktı. Zararlı bir yılan gibi, nefsinden ve yanlış fikirlerinden dö­nüp kaçmak vella kelimesiyle ifade edilmektedir. Kötüden kaçmak, zararlı olandan tiksinip dönmek demektir.

Kesinlikle sen, ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giderlerken sağırlara da duyuramazsın. [Neml/80]

Sağırlara ancak işaretlerle birşey anlatılalabilir. Onların kulakları, gözle­ridir. Gözleriyle hem görürler, hem de duyarlar. Neml/80'deki "dönme" keli­mesi, sağır insanın mesajı tebliğ eden insanın dudak ve el hareketleriyle mi­miklerini görememesini ifade etmektedir. Kur'an'ın mesajını dinlemeyenleri ölü ve sağıra benzeten Allah, onların bu menfi tepkilerini ifade ederken vel­la kelimesini kullanmaktadır.

Sağır kulak ve ölü gönül gibi iptal edilmiş duyu organlarının tepkisini ifa­de eden bu kelime, eğitimin etkinliğini sıfıra indiren kaçıp uzaklaşma eyle­minin adı olmaktadır.

Ona ayetlerimiz okunduğu zaman, sanki bunları işitmemiş, sanki kulakların­da ağırlık varmış gibi büyüklük taslayarak yüz çevirir. [Lokman/7]

Allah'ın ayetlerini dinlediği halde, onları hafife alıp kibirden kaynaklanan dönüşü ifade eden bu kelime, psikolojik tepkinin bedeni de döndürüp çevir­mesi anlamına gelmektedir. Bu dönüş, sadece bedenle sınırlı değil, kitaplar­la, makalelerle, konuşmalarla da olabilir. Allah'ın ayetlerinden yüzçevirmeye ve hakikati reddetmeye delalet eden her tavır, bu dönüş kavramının kapsamı içine girmektedir. Genelde, Kur'an'da sırtını dönmek edbare, yüzünü dönmek de, tevella kelimeleriyle ifade edilmektedir. Mearic/17'de bu iki kelime bir arada yer almaktadır:

Geri dönüp, yüz çevireni çağırır.

Demek ki edbare, daha çok bedenî hareketi ifade ederken, tevella yüzün, yani beynin dönmesini ifade etmektedir. Çünkü yüz kelimesi, çoğunlukla bey­ne işaret eder. "Yüz" kelimesinin, biyolojik olmaktan çok, ait olduğu kafanın içini ifade etmesi nedeniyle psikolojik bir manası vardır. Beynin hakikatten dönmesi, ona karşı, menfi bir tepki gösterme eylemini ifade etmektedir.

2.  Sığınağa koşmak

Aynı zamanda, sığınağa koşmak manasına gelen bu kelime, sığınılacak yer ile aynileşen bir hareket olmaktadır. Bu manasıyla Tevbe/57'de yer al­maktadır:

Eğer sığınacak bir yer, yahut mağara veya bir delik bulsalaıdı, koşarak o tara­fa yönelip giderlerdi.

Bu ayette de vella kalıbında yer almaktadır. Veli kelimesinin bu türevi, sı­ğınağa ve bir hedefe doğru koşma manasına gelmektedir. Bu manadan hare­ket edersek, ve/ftıin, sığınağı olan Allah'a doğru koşan kimse olduğunu söy­leyebiliriz.

3. Bırakmak

Doğru yol gösterilmesine rağmen eğri yolu tercih eden kişiyi Allah'ın seç­tiği yolda bırakması ve terk etmesi manasına gelmektedir, ki bu manayı şu ayette görebiliriz:

Kendisine doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber'e karşı çıkar ve ina-nanlarm yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız. [Nisa/115]

Ayette yer alan (nuvellîhi mâ tevella) ifadesi, "Seçtiği yola onu bı­rakırız" manasına gelmektedir. Buradaki tevalla, tutulan, yönelinen ve seçi­len yol; nuvellihi ise, o yolu seçen kimsenin, seçtiği yola bırakılması, terke-dilmesi, yönlendirilmesidir.

Doğruyu bilen bir insanın Peygamber'e karşı çıkması ve inananların yo­lundan başka bir yolu seçmesi, Allah tarafından terk edilmesine ve seçtiği yolda bırakılmasına neden olmaktadır; ki bu, Allah'ın inayetinin gerçeğe sır­tını dönenden uzaklaştığını ifade eder. Hakikati bırakanı Allah da bırakır.

4. Terk etmek

Gördüğü olumsuz tepki üzerine Hz. Salih'in, kavmine karşı göstermiş ol­duğu tavrı ifade için tevella kelimesi kullanılmaktadır:

Böylece Salih onları teik etti ve şöyle dedi: "Ey kavmim! Andolsun ki ben si­ze Rabbimin vahyettiklerini tebliğ ettim ve size öğüt verdim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz". [A'raf/79]

Veliye kelimesinin tevella kalıbı, bazen tepkiye karşı gösterilen karşı-tep-kiyi ifade eder. Yukarıda da, eğitime ve eğitimin içeriğinde yer alan konula­ra tepki gösteren topluma karşı, onurlu bir terkediş tavrını ifade etmektedir. Hz. Salih'in, getirdiği mesaja ve nasihatlerine olumsuz tepki gösteren kavmi­ni terk etmesi, din adamlarına da bir örnektir.

5. Ayrılmak

Babaları onlardan ayrıldı; "Ah Yusufum ah!" diye sızlandı ve kederini içine gömmesi yüzünden gözlerine ak düştü. [Yusuf/84]

Bu ayette kelime, bir babanın, kardeşlerine kötülük yapıp kendisini de kandırmaya çalışan çocuklarına karşı, çaresizlik içinde göstermiş olduğu tep­kiyi ifade etmektedir.

6. Çekilmek

Bunun üzerine Firavun çekilip gitti; hilesini tertip edip geri döndü. [Taha/60] Hz. Musa ile Firavun bayram günü, insanların toplanma anında yarışma­yı kararlaştırdıktan sonra, Firavun çekilip gitti. Kelime burada, antlaşmadan sonra entrikalarını tertiplemek için bulunduğu yeri terk etmek manasına gel­mektedir. Ancak bu davranış bir tepkiyi değil, bir iş için anlaşan tarafların ay­rılıp gitmelerini ifade etmektedir.

7. Yüklenmek

Nur suresinde tevella kavramı, yüklenmek anlamına gelmektedir:

Onlardan bu günahın büyüğünü yüklenen kimse için de çok büyük bir azap vardır. [Nur/11]

Aslında ayette yer alan ifadesi, iftirada başı çeken, iftirayı ilk atan kimseye işarettir, ki "O günahın büyüğünü yüklenen kimse" şeklinde mana verilmesi uygundur.[82]

Tevella kelimesinin manalarından biri de "sırtını dönmek" olduğundan, sıranı yükün altına koymak, yüke dönmek ve onu yüklenmek manası da on­dan kaynaklanmaktadır. İnsan işlediği günahı sırtına yüklenmektedir. Ama grup olarak işlenen günahın büyüğünü, şüphesiz o günahın işlenmesinde ba­şı çeken kişi yüklenecektir.

Nahl/25'te, mahşerde herkesin kendi günahını yüklenip taşıyacağı ifade edilirken hamele (hamal) kelimesi; Nur/l l'de, bir topluluğu günaha sevke-den kişinin günahın büyüğünü yüklenip taşıması ise tevella kelimesi ile ifa­de edilmektedir.

8.  Patron (efendi)

Bakara/257 ayetinin kafirlerle ilgili olan bölümündeki (evliya) keli­mesi "patron" manasına gelmektedir:

inkar edenlere gelince, onların patronları tağuttur, onları aydınlıktan alıp karan­lığa götürür. İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.

İnsanları karanlığa götüren ve aydınlıklarını karartan tağut, kafirlerin pat­ronudur. Onun için ayetteki veli kelimesinin çoğulu olan evliya'ya dostlar manası vermek mümkün değildir.

Allah'a andolsun, senden önceki milletlere de peygamber gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi. İşte şeytan bugün onların patronudur. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.

Yanlış amellerini süslü gösterip insanları yoldan çıkaran şeytan için Allah bu ayette evliya kelimesini kullanmaktadır. Nahl/76'da yer alan veli kelime­sinin mevla versiyonuyla aynı manaya gelmektedir. Oradaki mevla kelimesi, sosyolojik mana taşırken; 73. ayetteki evliya kelimesi, tamamen dinî bir ma­na taşımaktadır. Her ikisi de patron, efendi anlamını ifade eder.

9. Vekil

Şayet borçlu aptal, aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. [Bakara/282]

Ayetteki veli kavramı vasî (koruyucu) anlamına gelmekte olup tamamen hukukî bir mana taşımaktadır. Zihnî melekelerini kullanamayan çocukların işlerini gören ve hukukî davalarına bakan kişiye verilen unvandır.

10. Veliaht, varis

Haklı bir sebep olmadıkça, Allah'ın muhterem kıldığı cana kıymayın. Haksız yere öldürülen kimsenin varisine yetki verdik. Ancak bu varis de kısasta ileri gitmesin. Zaten, ona bu yetkinin verilmesiyle o, alacağını almıştır. [îsra/33]

Aynı kavram burada, haksız yere öldürülen insanın hakkını arayacak olan varisine verilen hukukî bir unvandır. Ama bu unvan, biyolojik yakınlığı da kapsamaktadır.

Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyo-ram. Kanm da kısırdır. Tarafından bana bir veli (varis) ver. [Meryem/5]

Ayette geçen veliyya kelimesi, çocuk, varis manalarına gelmekte ve köle ruhlu insan anlamına gelen mevali kelimesinin karşıtı olmaktadır. Yani sağ­lam şahsiyetli, inisiyatif sahibi olan, insanı yalnız bırakmayıp arka çıkan ve kültürünü yaşatan kimse manalarını içermektedir. Bu da, babanın bıraktığı kültür mirasını yaşatacak ve ekonomik mirasını da telef etmeyip geliştirecek olan "varis" demektir. Siyasî manası ile alınırsa, padişahın yerine geçecek olan "veliaht" demek olur.

Neml/49'da da 'varis' anlamına gelmektedir.

11. Kendini bir şeye vakfetmek

Bazı insanlar kendilerini şeytana vakfederler, hayatlarını ona adarlar, ona tapınırlar ve onun dediklerini yaparlar. İngilizce'de buna "vatory" denmekte­dir. Âl-i Imran/175'te bu kelime evliya olarak geçmektedir:

İşte şeytan, ancak kendine tapanları korkutur. Eğer iman etmiş kimseler ise­niz, onlardan korkmayın, benden korkun.

Bu ayetteki veli kelimesinin çoğulu olan evliya, şeytanın yaranları, kendile­rini ona adayıp vakfedenler, kısaca ona tapınanlar manasını ifade etmektedir.

12.  Muhafız

Veli kelimesinin çoğulu olan evliya, muhafız manasına da gelir:

Onlar Mescid-i Haram'ın muhafızları olmadıkları halde inananları oradan geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek? Oranın muhafızları takva sahiplerinden başkaları değildir. Fakat onların çoğu bunu bilmez. [Enfal/34]

Kutsal bir yerin muhafızları anlamını ifade eden bu ayetteki evliya kelime­si, onların mübarek olan fikirlerin takipçileri ve koruyucuları olacağına da işa­ret etmektedir. Kutsal bir yeri kutsal olan insanlar muhafaza etmelidir, onun için Allah, muttakileri Mescid-i Haram'ın muhafizlan olarak tayin etmektedir.

13. Yakın

Veli kelimesi evla kalıbından alınırsa daha yakın, daha doğru, daha değer­li, daha uygun ve daha layık manalarına gelir.

a) Daha yakın

insanların İbrahim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber ve ona iman edenlerdir. Allah inananların dostudur. [Âl-i İmran/68]

Yakınlık, tabi olmak ve iman etmekle belli olur. Hz. ibrahim'e en yakın olanları nitelemekte olan evla kelimesi veli kelimesinden türemiştir. Demek ki veli kelimesinde yakınlık anlamı da bulunmaktadır. Ama bu yakınlık, fikir ve iman yakınlığını ifade etmektedir. Her ikisini bir kavram altında toplarsak, "gönül yakınlığı" diyebiliriz.

Peygamber mü'minlere kendi canlarından daha yakındır. [Ahzab/6]

Bir önceki ayette, insanların peygambere yakınlığı anlatılırken, bu sefer peygamberin inananlara yakınlığı vurgulanmaktadır.

Peygamber, inananlara canlarından daha yakındır. Din adamı da, inanan­lara canlarından daha yakın olmalı, onların arasında ayırım yapmamalıdır. Böylece veli kelimesi, insanların peygambere, peygamberin de insanlara olan yakınlığını ifade etmektedir.

b) Daha layık

Sonra, orayı boylamaya daha layık olanları elbette biz daha iyi biliriz. [Mer­yem/70]

Layıktır sana, layık! [Kıyame/34]

Her iki ayetteki evla kelimesi de veli kelimesinin bir kalıbı olup daha la­yık manasına gelmekte ve ahiretteki cezaya daha layık olma durumunu ifade etmektedir.

c) Daha uygun

iman etmiş olanlar, "Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı" derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktık­larını görürsün. Onlara en uygun olan da budur. [Muhammed/20]

Bazı insanların içi ile dışı bir değildir. Fakat onların davranışları, içinde­kileri dışarıya vurur ve böylece insanlar, onların niyetlerini, düşünce ve imanlarını anlamış olurlar. İşte içlerini dışarıya vuran bu davranışların, onla­ra uygun olduğu ve yakıştığı bu kelime ile ifade edilmektedir. Ayet, onların sahte imanlarını, ölüm baygınlığı geçiren insanın bakışı gibi bakmalarının ele verdiğini açıklamaktadır. Allah, bu bakışın onların iç alemine uygun ol­duğunu ifade etmektedir.

14. Korumak

Veli kavramının diğer bir anlamı da korumak'ür. Öncelikle Allah'a izafe edilen kavram, Allah'ın koruyuculuğunu ifade eder.

Şüphesiz ki, benim koruyucum kitabı indiren Allah'tır. Ve O, bütün salih kul­larını görüp gözetir. [A'raf/196]

Veli kavramının bu ayette yer alan veli \e tevella kalıpları, Allah ile ilgili olup mana itibariyle aynı merkezde buluşmaktadırlar: korumak, görüp gözet­mek. Yüce Allah, insanlara Kur'an'ı indirmekle koruyuculuğunu, yani velili­ğini hayata geçirmektedir. Diğer taraftan, salih/iyi kullarını da korumaktadır.

Veli kavramının val şeklindeki kalıbı da "koruyucu" manasına gelir. Onların, Allah'tan başka koruyucuları da yoktur. [Ra'd/11]

insanları kötüye, cehalete ve sapıklığa karşı korumak için onlara kitap gönderip eğitmek veliliğin en önemli işaretlerinden biridir. İnsanlar da birbir­lerine karşı aynı şekilde davranırlarsa, yani eğitim ve öğretim vasıtasıyla bir­birlerini yanlıştan, cehalet ve sapıldıktan korurlarsa, birbirinin dostu olduk­larını göstermiş olurlar. Demek ki, veliliğin "koruma" anlamı, öğretim ve eğitim faaliyetini de kapsamaktadır. Bilmeyen insan çıplaktır; hem şeytanın, hem de kötü insanların etkisine açıktır. Çıplaklığını giderecek bilgi elbisesi­ni ona giydirmek gerekir. Cahil insan çıplak bir cereyan kablosu gibi doku­nanı çarpar. Onu bilgilendirerek, çarpıp zarar veren değil, ışık veren bir kim­se haline getirmek gerekir.

Allah iman eden kimselerin koruyucusudur. [Âl-i İmran/68]

Bu ayette veli kavramının iki kalıbı yer almaktadır. Birisi en yakın mana­sına olan evla, diğeri de koruyucu manasına gelen veli'dir. Ayetin son kısmında bulunan ifadesindeki veli, koruyucu anlamına gelmektedir.

Yüce Allah, kutsal kitabını göndermekle tüm insanlığı koruma altına al­mayı hedeflemektedir. Ama, insanların bazdan Allah'ın mesajını dikkate al­mamakta, ona itibar etmemekte veya inanmamaktadır. İşte bu insanlar, Al­lah'ın veühğinden/koruyuculuğundan uzakta kalmaktadırlar.

Bundan, Allah'ın korumasına girmenin olmazsa olmaz şartının iman oldu­ğu anlaşılmaktadır. Çünkü imanın teşekkül ettiği gönül, koruma altına alın­ması gereken bir değere sahip olmaktadır.

Allah, iman eden kimselerin koruyucusudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. [Bakara/257]

Cehaletin, günah ve yanlışlığın meydana getirdiği karardıklardan insanı çekip çdcarmak ve aydınlığın kollarına teslim etmek, veliliğin göstergelerin­den biridir. Velİük/koruyuculuk, aydınhkla olur. Aklın, bdgi ve imanın ay­dınlığını insanın önüne koymak gibi insanı doğru inanca götüren eğitim fa­aliyetleri, Allah'ın koruyuculuk sıfatını yeryüzüne celbediyor demektir. Yüce Allah insanın beynini, gönlünü ve nefsini karanlığa gömen şeyleri ortadan kaldırıp aydınlığa çdcaran gerçek velidir/koruyucudur.

Veli kavramı velaye kalıbında alındığında koruyuculuk anlamına gelir.

İşte burada koruyuculuk Hak olan Allah'a aittir. Mükafatı en iyi olan ve en gü­zel akibeti veren O'dur. [Kerü744]

Ancak en iyi ödülü ve en iyi akıbeti sağlayan varhk koruyucu olabdir. Bu açıdan koruma Allah'a aittir. Çünkü insanı, yaptıklarından dolayı en iyi ödül­le ödüllendiren ve ona en iyi akıbeti sağlayan O'dur. Bunu günlük hayatımı­za uyarlarsak şöyle bir genelleme yapabdiriz: Başardı insanları ödüllendir­meyen ve onlara iyi bir gelecek sunamayan siyasder, o insanları ellerinde tu­tamazlar. O zaman da, toplumun medeniyetteki seviyesini koruyamaz ve top­lumlarının geri kalmasına sebep olurlar. Allah, başardı olardan, faydalı iş üretenleri ve insanlığa bir değer kazandıranlan en güzel ödülle ödüllendir­mekte ve onlara en iyi geleceği hazırlamaktadır.

15. Dost

Veli kavramı dost manasına da gelmektedir. Bu manada veli ve çoğul olarak evliya kalıbında kullanılmakta ve birçok ayette yer almaktadır. Kulun Al­lah'a; Allah'ın kula; kulun kula ve nihayet insanın şeytana olan dostluğunu ifade etmek üzere Kur'an'da bir çok yerde kullanılmaktadır.

a)  Allah'ın kula, kulun Allah'a dostluğu

Sizin dostunuz, Allah ve Resulüdür; iman edenlerdir, onlar ki namazı kılar, zekan verir ve rüku ederler. [Maide/55]

Bu ayet, inananların dostlarını belirlemektedir: Allah, Peygamber ve iman edenler.

Bu dostluk şekli, inananlara her alanda üstünlük ve zafer getirecektir:

Kim Allah'ı, Peygamberini ve iman edenleri dost edinirse, üstün gelecek olan­lar şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır. [Maide/56]

b)  Kulun kula dostluğu

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel bir şekilde önle. O zaman seninle arasında düşmanlık olan kimse, sanki candan bir dost olur. [Fussi-let/34]

İnsanlar arasında dostluğun oluşması, birbirlerine yapacakları iyi muame­leye bağlıdır. Birbirlerine iyi niyetle bakan ve iyi davranan insanların ilişki­lerinden dostluk doğacaktır.

c)  İnsanın şeytana dostluğu

Kim Allah'ı bırakır da şeytanı dost edinirse, elbette apaçık bir ziyana düşmüş­tür. [Nisa/119]

Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın dostu olmandan korkuyorum. [Meryem/45]

Bu ayetler, insanın şeytanın dostu olabileceği ihtimaline dikkat çekmek­tedir. Allah'ın veliliği niçin bu kadar açıkladığına gelince: Dost ve düşmanı­nı bilmek ve davranışlarını ona göre düzenlemek çok ciddi bir bilinç seviye­sine sahip olmanın önemli bir göstergesidir. Kimin dost, kimin düşman oldu­ğunu bilmeyenler, dostunu düşman, düşmanını da dost görürler. Bu da hem fertler, hem de toplumlar için bir yıkım demektir. Onun içindir ki Allah, dost­luğun ne olduğunu anlatmakta ve bu konuda insanları şuurlandırmaktadır.

Nefsini düşman, aklını dost görmeyenler, sosyolojik ve dinî manada, dost ve düşmanlarını tanıyamazlar.

Kendi iç alemindeki dost ve düşmanını bilemeyen insan, Allah'ın dostlu­ğu ile şeytanın dostluğunu ayıramayacak, insanlardan kimlerin kendine dost olduğunu da kestiremeyecektir. Demek ki eğitim, dostluk ağacının köklerini insanın akıl ve gönlüne salacak, oradan çıkan dostluk ağacı sosyal hayatı sa-np Allah'a uzanacaktır. Bu konuda eğitim büyük bir sorumluluk yüklenmeli, yetişmekte olan nesillere bu bilinci aşılamalıdır. Özellikle Fussilet/34'teki düşmanlığın dostluğa dönüşmesinin dinamiği iyi anlatılmalı; düşmanın da­ima düşman, dostun da daima dost kalmayacağı bilinci verilmelidir. Düş­manlığı dostluğa çevirmenin yollan ve bunun dinamikleri net bir şekilde öğ­retilmelidir.

Dostluğun, insan ile Allah, insan ile insan arasındaki ilişkilere neler geti­receğinin; şeytanla dostluğun neler götüreceğinin bilgisi verilmezse, dinî ha­yat gücünü kaybeder, sosyal hayatta çözülmeler olur. Yüce Allah dinî haya­tın ve sosyal yapının sağlam kalması için eğitimde dostluk meselesine vurgu yapmaktadır.

Bakara/107'de, gerçek dostun Allah olduğu vurgulanmaktadır. Göklerin ve yerin iktidarına sahip olan Allah, insanların en yakın koruyucusu ve en bü­yük yardımcısıdır. Allah'ı dost edinenler, O'na döner, O'na sığınır, her şeyi bı­rakıp O'na koşar, O'ndan uzak olmanın ızdırabını çeker, O'nu vekil edinir, kendini O'na vakfeder, O'nun ilkelerini korur, O'na yakın olmanın çare ve yollarını arar, O'nun emirlerine uygun yaşamaya çalışır ve O'nun dostluğuna tutkulu olur. Böylelerini Allah da dost edinir. 107. ayette, Allah'ın bu dostlu­ğu gerçekleştirecek güçte olduğu vurgulanmaktadır.

Çünkü ayette, mülk kelimesi ile, veli \e yardım kavramları arasındaki iliş­kiye dikkat çekiliyor. Mülkü, yani siyasî erki elinde tutan, halka dost ve yar­dımcı olmalıdır. Allah'ın ahlâkını yeryüzüne indiren insanoğlu, bu ayetin içe­riğindeki kavramların birbiriyle ilişkilerine de dikkat etmelidir. Göklerin ve yerin mülkü elinde olan Allah, nasıl kullarına dostane davranıyor ve yardım ediyorsa; siyasî erki elinde tutan insanlar da halka aynı şekilde davranmayı bir ilke olarak benimsemelidirler. [83]

 

Peygamberi Sorguya Çekmek:

 

108. Yoksa siz de, daha önce Musa'ya sorulduğu gibi Pey­gamberinize sorular sormak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfre değiştirirse, kesinlikle düz yoldan sapmış olur.

Bu ayette üç konu ele alınmakta ve konular arasındaki sebep sonuç ilişki­sine dikkat çekilmektedir. Şimdi konulan ele alalım.

1. Hz. Musa'ya sorulan soruların, Hz. Muhammed'e de sorulma isteği.

Hz. Musa ile Hz. Muhammed arasında asırlar geçmiş olmasına rağmen, in­sanların dine karşı olan tepkilerinin ve bu tepkilerden doğan soruların değişme­diği görülmektedir. Hatta benzeri sorular günümüzde dahi sorulmaktadır. Peki Hz. Musa'ya sorulan sual ne idi? Bunun cevabını Nisa suresinde buluyoruz:

Kitap ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Mu­sa'dan, bundan daha büyüğünü istediler: "Bize Allah'ı apaçık göster" dediler. [Nisa/153]

Demek ki, İsrailoğullan, Hz. Musa'dan Allah'ı apaçık göstermesini iste­mişlerdi. Bu, peygamberlerden istenen en büyük, en zor ve en tehlikeli istek­tir. Yüce Allah, İsrailoğullan'nın bu isteği ile, müşrik Arapların Hz. Peygam-ber'den müşahhas bir kitap indirmesini istemelerini mukayese ederek, Hz. Musa'dan isteneni daha büyük, yani daha zor olarak değerlendirmiştir.

Hz. Peygamberi pek çok konuda sualler sorulmuş, ondan pek çok istek­lerde bulunulmuştur, fakat Allah'ı apaşikâr görme gibi çok büyük bir istekte bulunulmamıştır. Peygamberimize Allah'a [Bakara/156], kıyamete [Ah-zab/63; A'raf/187], din gününe [Zariyat/12], aynı evrelerine [Bakara/189], infaka [Bakara/215], alkole [Bakara/219], yetimlere [Bakara/220], helal ete [Maide/4], ganimete [Enfal/1], ruha [îsra/85], Zülkarneyn'e [Kehf/83], kıya­mette dağların durumuna (Taha/105], aybaşı haline [Bakara/222] ve haram aylara [Bakara/217] dair sualler sorulmuştur.

Hz. Peygamber'e sorulan bu suallerin zamanının iyi tesbit edilmediği gö­rülmektedir. Onun içindir ki Allah Teala, sual sorma adap ve zamanını öğret­mektedir:

Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın. Eğer Kur'an indirilirken onlan sorarsanız size açıklanır. [Maide/101]

Sual sorma vakti, Kur'an'ın indiği dönemdir. Kur'an, Peygamber'e sorulan tüm sorulan -yukarda geçtiği üzere- cevaplandırmak suretiyle eğitimcilere, öğrencilerin sorularını cevapsız bırakmama kuralını öğretmektedir. Dine ait sorular Kur'an tarafından cevaplandırılmaktadır. Onun için Yüce Allah, soru­ların Kur'an'ın inme anında sorulmasını istiyor. Eğer dinî sorulan, Hz. Pey-gamber'in cevaplama yetkisi olsaydı, vahyin beklenmesi söylenmezdi. Öyley­se, dinî soruların Allah tarafından cevaplandırılacağı ilkesine ulaşmış oluruz.

Diğer taraftan ayet, anlamada zorluk çekilecek konular hakkında sual sor­manın doğru olmayacağı kuralını da koymaktadır. Hazmedilemeyecek sual­lerin sorulması neticesinde, insanın yanlış anlayışa sapma ihtimalinin olaca­ğını göz ardı etmemek gerekir. Peki insan, kapasitesinin kaldıramayacağı bir sual sorarsa ne olur? Bu sorunun cevabını Maide/102'de bulabiliriz:

Sizden evvel bir toplum onlan sordu da, sonra o yüzden kafir oldular.

Demek ki, 101. ayette yer alan tesu'kum kelimesi, inanca verilen zaran ifade etmektedir.

2. İmanı küfürle değişmek

Peygamberden, gerçekleştiremeyeceği şeyleri istemek; ona anlayamaya-caklan sualleri sormak insanlan küfre götürebilir. Bu durum bir ihtimali de­ğil, kesin bir oluşumu ifade etmektedir, iman ettiği halde, lüzumsuz sualler sorarak inkara gitmek, küfürle imanı değiştirmek gibi olumsuz bir netice do­ğurmaktadır. Bu, kötü anlamda bir değişimdir. Buradaki değişimin eksen se­bebi, gerçekleşmesi mümkün olmayan konular hakkında istekte bulunmak, sorular sormaktır.

Sorulan sorular bir beyin işi olduğu halde, değişim gönülde meydana gel­mektedir. Aklın gölgede kaldığı, nefsin öne çıktığı soruların etkisi gönülde oluşmakta, oradaki imanı devreden çıkanp yerine küfrü koymaktadır. Gönül­de meydana gelen bu değişimin, ne denli zararlı bir değişim olduğunu, ayetin sonu belirlemektedir.

3. Şüphesiz doğru yoldan sapmış olur

Ayette bahsi geçen "doğru yol", akün ve gönlün yoludur. İnsanın gönlü, Allah'a giden bir taşıtı andırmaktadır. Onun kaptanı akıldır. Taşıtı yoldan çı­karan nedenlerden biri, zor, anlamsız ve kapasitesinin kaldıramayacağı sual­ler sormak ve neticede gönlüne küfür tohumlarını ekmektir. Gönle küfür to­humlarının ekilmesine vesile olan sualler sormak, imanın gönülden çıkması­na sebep olduğu için bir sapıklıktır. Demek ki, soru sormasını bilmeyen fert ve toplumlar, gönüllerinde olumsuz değişimler meydana getirir ve yoldan çı­karlar. Yanlış yolda olan insanların doğru yola getirilmesi için uğraş verilme­si gerekirken, doğru yolda iken sapıtmak, çok ilginç bir durum arzetmektedir. İşte esas geri gidiş, irtifa kaybı ve iflas budur. Bu ayet, eğitime bir ilke getirmektedir. Doğru yolda olanı orada tutmak, yanlış yolda olanı doğru yo­la getirmekten çok daha büyük bir eğitim faaliyeti istemektedir. Çünkü şey­tan doğru yoldan çıkan insanla, değil, doğru yolda olanla mücadele etmekte­dir. Bu mücadelede, insanı uyanık, bilinçli ve zinde tutmak, devamlı emek sarfedilmesini gerekli kılmaktadır. [84]

 

Kitap Ehlinin Hasedi:

 

109. Kitap ehlinin büyük bir çoğunluğu, hakikat kendileri­ne açıkça belli olduktan sonra, nefislerindeki haset yüzün­den, imanınızdan sonra sizi küfre döndürmek istediler. Allah gayesini gerçekleştirinceye kadar onları bağışlayın ve gör-memezlikten gelin. Kesinlikle Allah'ın gücü her şeye yeter.

Bu ayette şu konular ele alınmıştır.

1.  İmandan sonra küfte dönmek

Ayette, farklı inanca mensup olanların veya grupların birbirlerine karşı tu­tumları açıklanmaktadır. Kitap ehli denen yahudilerin, hristiyan ve sabiilerin, müslümanlan küfre döndürmek için tutkulu oldukları, bununla da onların ya-hudi, hristiyan veya sabii olmalarını değil, düpedüz kafir olmalarını istedik­leri ifşa edilmektedir. Kendi inançlarına değil de, küfre dönmelerini isteme­leri, çok ilginç bir ruh halini ifade etmektedir. Kendilerini doğru yolda gören ehli kitap, müslümanlann doğru yolda olmalarını istememekte, hasetlerinden ötürü doğru yoldan çıkmalarını istemektedirler.

Demek ki, bir kültüre mensup olan insanlar, diğer kültüre mensup olanlar­dan, kendi kültürlerini değiştirmelerini isterken, bu değişimin iyiden yana değil, kötüden yana olmasını amaçlamaktadırlar. Değişimin iyiden yana ol­masını istememekle, düşmanlıklarını ve emperyalist bir niyete sahip olduk­larını açığa vurmaktadırlar.

2. İçlerindeki haset ateşi

Bir inanç grubunun, diğer bir inanç grubunun olumsuz yönde değişmesi­ni istemesinin nedeni ne olabilir? Allah Teala bunu haset denen psikolojik bir nedene bağlamaktadır.

Bir inanç grubunun, diğerine karşı takındığı tavrın nedenini hasede bağ­layan Allah, davranışların altındaki psikolojik saiklere işaret etmiştir. Allah, davranışın arkasındaki eksen sebebi psikolojik nedenlere indirecek kadar in­ce analiz yaparak, psikolojik oluşumlarla sosyal oluşumlar arasındaki bağ­lantılara dikkat çekmektedir. Davranışlar, sadece zahirleriyle açıklanamaz; her davranışın dayandığı bir veya birkaç neden vardır. Bu nedenler bilinme­den, ne insan ilişkileri açıklanabilir ve ne de eğitim yapılabilir.

Kitap ehlinin, müslümanlann imandan küfre doğru konum değiştirmele­rini istemesinin arka planında, haset duygusu yer almaktadır. Haset sebep, is­tek ise neticedir.

Kıskanmak, gıpta etmek, çok görmek, istememek, garaz bağlamak, kin beslemek, düşmanlık duymak, hasedin başlıca anlamlandır.

Haset, bir insanın sahip olduğu nimetin elinden çıkmasını istemektir. Bu durum istek olarak kalmayıp fiiliyata da dönüşebilir. Mü'min gıpta eder; mü­nafık ise haset eder.[85]

 

Haset Nimete Karşı Olur:

 

Bir insanın fazladan bir değere sahip olması, ona haset edilmesine sebep olmaktadır. Şu ayette, fazla değerle haset arasında bağlantı kurulmaktadır:

Yoksa, onlar Allah'ın kendi hazinesinden insanlara verdiği şeylere haset mi ediyorlar? Andolsun biz, İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet verdik. On­lara büyük bir mülk de bahşettik. [Nisa/54]

Ayetin ikinci kısmı Allah'ın fadlından, yani Allah'ın hazinesinden verilen­leri açıklamaktadır. FadVva, burada verilen kitap ve hikmet, bir de mülk kav­ramı ile ifade edilen mal ve siyasî iktidar olduğu anlaşılmakta; bu üç şeyin hasede konu olduğuna dikkat çekilmektedir. İzahını yapmakta olduğumuz Bakara/109 ayeti buna bir de imanı ilave etmektedir. Demek ki ilim alam, peygamberlik alanı, mal ve siyaset alanı ve nihayet iman alanı hasedin orta­ya çıktığı sahalar olmaktadır. Peygamberlere karşı gösterilen menfi tepkinin altında haset vardır, ilim adamlarının birbirlerine karşı kin beslemelerinin se­bebi de hasettir. Bazılarının zenginlere karşı aşın çekememezlik göstermele­ri, servet düşmanlığı yapmaları da hasedin neticesidir. Siyasî alandaki düş­manlığın altında da hasedin yakıcı ateşi yer almaktadır.

Bazen ibadet alanı da hasedin hortladığı bir saha olabilir. Hatta haset, in­sanı öldürmeye kadar götürebilir. Maide/27 ve sonrasında Kabil'in Habil'e olan hasedinin nedeni anlatılmakta ve bir kardeşi, diğerini öldürme çılgınlı­ğına nasıl götürdüğü açıklanmaktadır. Hz. Peygamber hasedi, etkinliğini tas­vir ederek şöyle tanımlamaktadır:

Ateşin odunu yemesi gibi, hased de iyilikleri yiyip bitirir.[86]

Ateş odunun tabiatını değiştirip küle çevirir. Hased de, toplumdaki erdem­leri yok eder. Bu işlevleri bakımından ateşle haset arasında bir ilişki kurul­muştur.

Yusuf suresinde anlatıldığı üzere, Hz. Yakub'un oğullarının, kardeşleri Yusufa reva gördükleri muamelenin altında da haset yatmaktadır. Bu olay, ha­sedin neler yaptıracağına işaret etmektedir.

Haset öylesine güçlü bir duygudur ki, onun sebep olabileceği davranışlar­dan insanın tek başına kurtulması mümkün değildir. Onun içindir ki Yüce Al­lah, Felak suresinde hasetten kendisine sığınılmasını istemektedir:

(Haset edenin haset ettiği zamanki şerrinden...) [Felak/5]

Allah'ın yardımı olmadan, haset edenin hasedinden kurtulmak imkansız denecek kadar zordur.

Haset duygusu, şeytanın en çok istismar ettiği ve başarısına en çok katkı­da bulunan, üstelik, dünyayı cehenneme çeviren duyguların başında gelmek­tedir. Hasedin merkezi nefistir.

Toplumsal bölünmelerin bir nedeni de hasettir. Haset duygusu insanın psi­kolojik bütünlüğünü parçalayarak, sosyal bölünmelere neden olmaktadır. Hasetçi insanlarda, bir şahsiyet parçalanması vardır. Şahsiyetinde parçalan­ma olanların meydana getirdiği toplumda birlik ve beraberliğin olması müm­kün değildir.

3. Hak kendilerine apaçık belli olduktan sonra

Hasedin en tehlikeli olanı, hakkın bilinmesine rağmen edilen hasettir. Gerçeği gören ve hakikatin bilgisine ulaşan insanın haset etmesi, tedavisi im­kansız olan psikolojik bir hastalıktır.

Dinde ayrılığa düşmek veya din konusunda ihtilaf etmek gibi insanlığın en ağır günahlarının arkasında, tedavi edilemeyen haset duygusu vardır.

İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi. Ancak kendilerine ki­tap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarındaki hasetten dolayı din­de anlaşmazlığa düştüler. [Bakara/213]

Onlar sadece, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki hasetten dolayı ayrılığa düştüler. [Şura/14]

"Hakkın belli olması, apaçık delillerin gönderilmesi, kendilerine ilim gel­mesi" ifadeleri, aynı manaya gelmektedirler, iman ettikten sonra küfre dön­melerini istemek; din konusunda ihtilafa düşmek; ve tefrika çıkarmak gibi eylemler de kötülük bakımından aynı ağırlıktadırlar. İyiyi istememe, ihtilaf ve tefrika gibi kötü eylemler, hasedin meydana getirdiği ölümcül manevî hastalıklardır. Hakikatin ortaya çıktığı, çeşitli deliller bulunduğu ve ilim gel­diği halde haset etmek, insanlık için en ağır günahları miras olarak bırakma­ya neden olmuş ve bu durum Kur'an'da da muhtelif ayetlerde anılmıştır.

Bir zamanlar Israiloğullan, başka kavimlere karşı zafer kazanmak maksa­dıyla, peygamber göndermesi için Allah'a yalvarmışlardı. Allah onlara iste­diklerini gönderince, onu tanıdıkları halde inkar ettiler:

Tanıdıkları onlara gelince, onu inkar etmişlerdi. [Bakara/89]

Bakara/90 ayeti, bu inkarın alünda hasedin yattığını söylemektedir. Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, hakikate, delil ve bilgiye sahip olmak yeterli değil­dir. Bu değerlerin, insanın beyin ve gönlünde gerekli olan değişimi de mey­dana getirmeleri gerekir. Bu olumlu değişimi meydana getiremiyorlarsa, ha­sedin kabarmasını önlemeleri imkansızdır. Hakikatin, delil ve bilginin mey­dana getiremediği değişimin yerini, hasedin istila etmesi doğaldır.

Konuya ters taraftan bakınca şu neticeye ulaşabiliriz: Haset duygusunu te­davi edecek olan en güçlü değerler, hakikat, delil ve bilgidir. Eğitim vasıta­sıyla bu değerleri insanın beynine ve gönlüne enjekte ettikten sonra hasedin önlenmesini belli bir ihtimal ölçüsünde bekleyebiliriz. Yukarıda zikri geçen ayetlerdeki bağyen kelimesi haset/kıskançlık manasına gelmektedir.

Demek ki, aşın kıskançlığın meydana getirdiği haset duygusu, iyiyi iste­memeye, dinde ihtilafa ve sosyal tefrikaya dönüşmektedir. Farklı imana men-sub olanlara karşı aşın bir olumsuz tepkinin meydana gelmesine sebep olan haset, insanlar arasında kinin doğmasına da neden olmaktadır.

Onlar sizinle karşılaştıklarında "inandık" derler. Sizden ayrıldıklarında ise, öfkelerinden parmaklarını ısırırlar. [Âl-i Imran/119]

İnanmayan insanların inananlara nasıl kin beslediklerini anlatan bu ayet, farklı inançların meydana getirdiği hasedin oluşturacağı kine dikkat çekmek­tedir. Bu kinin davranışa yansıması Âl-i Imran/120'de şöyle dile getirilmek­tedir:

Size bir iyilik dokunduğunda, bu onları üzer. Başınıza bir kötülük geldiğinde, bu onları sevindirir.

Birine iyilik isabet ettiği için üzülmek, ya da dokunan kötülükten dolayı sevinmek, hasedin meydana getirdiği kinin eseridir. Bu durum, -daha ziyade- farklı inanca mensup gruplar arasında görülmektedir.

Onlar size sıkıntı verecek olan şeyleri tutku derecesinde isterler. [Âl-i İm-ran/118]

Bir inanç grubunun diğer bir inanç grubu için -tutku derecesinde- kötü­lük istemesi, bu kinin insan psikolojisini ne derece tahrip ettiğinin gösterge­sidir. Alimler hasedi meydana getiren sebeplerin neler olduklarını eserlerin­de açıklamışlardır. Konuyu en detaylı bir şekilde ele alanlardan biri imam Gazâlî'dir. Gazâlî, hasedin kaynağında yedi sebebin bulunduğunu söylemek­tedir Düşmanlık ve öfke, varlık sahibinin üstünlük taslaması, kibirlenip in­sanları hizmet ettirme isteği, kendini beğenme, birbirine üstünlük sağlamak arzusu, makam hırsı ve cimrilik.[87]

Hasedçinin, hasedini gösterme şekilleri de Kur'an'da zikredilmektedir. Hasedçinin ağzından dökülen kelimeler, nefisteki hasedin dışa yansımasıdır. Kur'an bunları örneklendirirken, Peygamberimize karşı kullanılan ifadelere yer vermektedir. Bunlardan biri şu ayette yer almaktadır:

Bu Kur'an iki şehirden bir büyük adama indirilmeli değil miydi? [ZuhrufOl]

Mekkeli müşrikler, Kur'an'ın Hz. Muhammed'e indirilmesini aşın bir şe­kilde kıskandılar. Onların bu kıskançlıkları hasede dönüştü ve neticede koda­manlardan olmayan bir yetimin bu nimetle taltif edilmesine katlanamadılar. Yukarıdaki ayette nakledilen sözlerinin arkasında hem kibir ve hem de kü­çümseme vardır.

"Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve ihsanda bulunduğu kimseler bunlar mı?' demeleri için onların bir kısmını diğerleriyle işte böyle imtihan ettik. Al­lah şükredenleri daha iyi bilmez mi? [En'am/53]

Sosyal statüsü düşük ve fakir insanların Hz. Peygamber tarafından inan­mayan zenginlerle aynı seviyede tutulmaları, statüsü yüksek ve zengin olan­lar tarafından hasetle karşılandı ve ağızlarından "Allah'ın lütfettiği insanlar bunlar mı?" ifadeleri dökülüverdi. Demek ki hasetçi kimse, Allah'ın verdiği nimeti çekemeyecek kadar aşın kıskançlığa düşmektedir. Karşısındaki insa­nı küçümseyerek, ilahî lütfün layık olmayan bir kimseye verildiği gibi saçma bir hükme varmaktadır.

Tarih boyunca peygamberlere olumsuz tepki göstermenin alünda da haset psikolojisi bulunmaktadır. Haset denen duygu, insanları peygamberleri inkar etmeye ve onlara tabi olmamaya itmiştir. Bu red ve inkara gösterilen maze­ret şudur:

(Siz de sadece bizim gibi bir beşersiniz). [Yasin/15]

Bu sözleriyle, peygamberlerin bir üstünlüğü olmadığını, Rahman'ın onla­ra bir şey indirmediğini ve onların yalancı olduklarını kasdetmektedirler. Peygamberleri yalanlamanın en önemli nedenlerinden biri, onlara karşı bes­ledikleri haset duygusudur.

Aynı ifade, Hz. Musa ve Harun'a karşı da kullanılmıştır:

(Biz, bizim gibi beşer olan ve kavimleri kölelerimiz olan iki insana mı inanacağız?) [Mü'minûn/47]

Köle bir toplumun içinden çıkan iki peygambere inanmamalarının nede­ni, kibir ve küçümsemenin meydana getirdiği hasettir. Hasedin, insanı, ken­disi gibi bir beşerin peygamber olamayacağı hükmüne götürdüğü Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır:

( (Allah beşer olan bir peygamberi gönderir mi?) [İsra/94]

İnsanın peygamber olamayacağını söylemek, insanı küçümsemektir. Kü­çümseme mi hasede sebep; yoksa haset mi küçümsemeye sebep? İmam Ga-zâlî küçümsemenin hasede yol açtığı kanaatindedir.

"İçimizden çıkan bir beşere mi tabi olacağız? O takdirde biz, kesinlikle, bir sapıklık ve delilik içinde kalmış oluruz" dediler. [Kamer/24]

Haset öyle bir duygudur ki, iyi olan şeyi sapıklık ve delilik olarak gös­terir. Doğruyu sapıklık, doğru söyleyeni de deli olarak değerlendirmeye se­bep olur. Aşağılık duygusu içinde bulunan insanlar da haset ederler. Aşağı­lık duygusunun doğuştan geleni çok tehlikelidir. Ama aşağılık duygusu kö-leleştirilmiş olmaktan kaynaklanıyorsa, bu tip insanlar kendi içlerinden çı­kan peygamberlere veya liderlere tabi olmazlar. Kamer/24 ayeti, köle ruh­lu insanların, kendi içlerinden çıkan peygamber veya liderlere itaat etme­melerinin örneğini vermektedir. Doğuştan değil de, sonradan meydana ge­len ezilmişliğin meydana getirdiği aşağılık duygusu hasede kaynaklık et­mektedir.

Sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, kesinlikle hüsrana uğrarsınız. [Mü'mi-nun/34]

"Haset duygusu" asla bulamayacağı "daha büyük olanı" arar. Bu arayış, hayalî olduğu için, haset insanlar daima hayal peşinde koşarlar. Kendileri bir iş ve değer üretemedikleri için o işi ve değeri üretenleri istemezler, kıskanır­lar ve onlara haset ederler.

Haset edenin hasedi, önce kendi içindeki psikolojik dengeleri bozar. Er­demi alıp götürür; sonra da dışa vurarak insanlığın ilerlemesine engel olur. Haset denen yıkıcı duygu olmasaydı veya bu duygu terbiye edilebilseydi, in­sanlık bugün bulunduğu seviyeden çok daha ileride olurdu. Üstün zekalı, ça­lışkan ve üretken insanlar haset denen duygunun engeliyle karşılaşmasaydı; o duygunun ağına takılmasaydı, onun ürettiği entrikalarla savaşmak zorunda kalmasaydı, medeniyet daha ilerde, daha aydınlık, daha mutlu ve daha er­demli olurdu. Haset duygusunun etkisi altında kalan insanlar, insanlığın iler­lemesine engel oldular; onun gelişmesine ayakbağı olmaktan başka bir şey yapmadılar ve nihayet medeniyet güneşinin önünü bulut gibi kapadılar. İn­sanlık, haset duygusunun ahlâksızlık zincirinden mutlaka kurtulmalıdır. Şim­di şu soruyu sorabiliriz: Haset duygusunu hangi yollarla kontrol altına alabi­liriz? Bu sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz:

I. Dua

Haset o kadar güçlü bir tahrip edici duygudur ki, ilahî müdahale olmadan ondan kurtulmak mümkün değildir. Felak/5 ayetinde "Yüce Allah haset ede­nin hasetinden kendisine sığınılmasını" emretmektedir. Bu emrin ilk muha­tabı Hz. Peygamber'dir. Demek ki, peygamberin bile haset edenin hasedin­den kendi iradesiyle kurtulması çok zordur. Dua vasıtasıyla bu konuda Al­lah'a sığınarak yardımını istemelidir. Haset edenin şerrinden Allah'a sığınma­nın neticesinde Yüce Allah, hasedin etkilerini giderebileceği gibi, hasede se­bep olan kini o insanların gönlünden de çıkarabilir.

Gönüllerdeki kin sökülüp atılmadıkça haset duygusunun şerrini azaltmak mümkün olamayacaktır. Yüce Allah şu ayetlerinde insanların gönlünden ki­ni söküp alacağını ve insanların ancak bu şekilde cennetlik olabileceğini söy­lemektedir.

Onların gönüllerinde kin namına ne varsa söküp atacağız, altlarından ırmaklar akacak ve onlar "Bizi bu duruma kavuşturan Allah'a hamdolsun, Allah bi­zi doğru yola iletmeseydi kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Ger­çekten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmiştirler" diyecekler. "Yaptığınız amellere karşılık vasıl olduğunuz cennet budur" diye seslenilir onlara. [A'raf/43]

Biz onların kalplerindeki kini söküp atacağız. Onlar kardeşler olarak tahtlar üstünde karşı karşıya oturacaklar. [Hicr/47]

Her iki ayette de vurgulanan, insanların, ancak gönüllerinden kinin sökül-mesiyle cennete gireceği hakikatidir. Gönülden kinin sökülüşü de Allah tara­fından gerçekleştirilecektir. Kin insanın gönül damarlarını tıkamaktadır. Bi­yolojik damardaki kolestrol ne ise, gönül damanndaki kin odur. Yüce Allah gönüldeki kini söküp atma ameliyatını gerçekleştirdikten sonra haset ortadan kalkmakta ve toplumun hayatını cennete çevirecek kardeşliğin tesisi gerçek­leşmektedir. Kin, gönülden çıkmadıkça, ne hasede engel olunabilir, ne de kardeşlik duygulan hayata geçirilebilir.

A'raf/43'te, gönüllerinden kinin sökülüp atıldığı insanlar, bu işi kendileri­nin beceremeyeceğini, Allah'ın onlara nasip ettiğini itiraf etmektedirler. Böy­lece kinin ve onun yol açtığı hasedin gönüllerden çıkarılmasının, ancak Al­lah'ın inayetiyle gerçekleşeceği ortaya çıkmaktadır.

II. İman

A'raf/42 ayetine bakıldığında, 43. ayetin alt yapısını nelerin teşkil ettiği görülür. Yüce Allah'ın, kini kimlerin gönlünden ve hangi özelliklerinden ötü­rü söküp attığı bir önceki ayetten anlaşılmaktadır. Bu özelliklerden ilki iman'dır. iman gibi en önemli değerlerden birine sahip olan insanın gönlü, hasedin temelini oluşturan kinin çıkarılması için operasyona hazır hale gel­miş demektir. Kalpteki iman, Allah'ın kini söküp atma şeklindeki müdahale­sini celbetmekte ve bu temizliğe layık olduğunu haykırmaktadır.

III. Bilgi

Daha önce hasedin, bir bağ, bir zincir, bir entrika ve bir ateş olduğunu söylemiştik. Hasedin, öncelikle hasetçinin içindeki manevî erdemleri alıp gö­türdüğünün bilinmesi gerekir. Hasedin sosyal hayattaki tahribatının farkına varan bir kimse, kendini tedavi etmeye başlamış demektir.

Hasetle  kurulan  tuzaklara,  kuranların  düşüceğini  bilmek,  tedavinin  en önemli aşamasını teşkil etmektedir. Bu hususa Allah şöyle dikkat çekmektedir

Çünkü onlar büyüklük taslıyor ve kötü tuzaklar kuruyorlardı. Halbuki kişi kazdığı kuyuya kendi düşer. [Fanr/43]

Kazdığı kuyuya kendisinin düşeceğini bilmek, hasedin gönülden atılma­sını temin eder. Hasedin, öncelikle hasetçiyi tahrip edeceğinin bilincinde ol­mak, hasedi yenme eğitiminin en önemli basamağını teşkil etmektedir.

IV. Amel

Hasedin tedavisinde en önemli metotlardan biri, hasetçinin bir işe sevkedil-mesidir. İşi olmayan, bir değer üretemeyen insanlar, boş zamanlarını, başkala­rını çekiştirmek, kıskanmak, çekememezlik ve hasetle doldurmaya çalışırlar.

A'raf742-43 ayetlerinde iyi iş üretme, Allah'ın insanların gönlündeki kini söküp atmasına sebep olarak gösterilmektedir. İman edip iyi iş üreten insan­ların kalplerinde artik kin ve haset yer bulamaz.

Meşgul olmak veya iyi iş üretmek, insan ruhunu tedavi eden en iyi metot­lardan biridir, insanın kendine ve başkalarına faydalı olması kadar, ruhu den­geleyen ve ona huzur veren bir başka metot yoktur.

Haset duygusu, başarısızlıkların, aylaklıkların ve faydalı iş üretememenin neticesidir. Bu durumlarda ortaya çıkan haset, zamanla bir zakkum ağacı gi­bi insanın şahsiyetine dal-budak salar ve orayı cehenneme çevirir. Bir yerde ne kadar faydalı iş varsa, orada haset duygusunda o nisbette bir azalma var demektir. Hasetçileri faydalı bir işe yöneltmek, tedavinin ilk basamağını teş­kil eder.

4. Allah emrini yerine getirinceye kadar onları bağışlayın ve görmemez-likten gelin!

Ayetin bu kısmında, hak kendilerine belli olmasına rağmen içlerindeki ha­setten dolayı müslümanlann küfre dönmelerini tutku derecesinde isteyen ki­tap ehline karşı nasıl davranılacağı konusu ele alınmakta; haset duygusunun meydana getireceği olumsuz değişim karşısında takınılması gereken tavır be­lirlenmiş olmaktadır. Hasedin ittiği olumsuz değişimin, Allah tarafından ya­pılacağına işaret eden ayet, haset edilen müslümanlann nasıl bir tavır takına­cağına da ışık tutmaktadır.

Affetmek ve görmemezlikten gelmek, hasetçinin şerrinden korunmanın en önemli yoludur. Bu davranış, haset ateşini söndürür.

Şimdi Bakara/52'de az da olsa izah ettiğimiz afv kavramını geniş bir şe­kilde izah edebiliriz. Sözlükte kabın dibinde kalan su, berrak su ve suyun faz­lası manalarına gelen afv kavramının delaletleri içerisinde devenin otlaması, kırküabilmesi için deve tüyünün uzatılması ve otun yeryüzünü bürüyüp ört­mesi de bulunmaktadır.

Çeşitli kalıplarıyla kullanıldığında, insan ve hayvanların yiyecek peşinde koşmaları, misafire takdim edilen çorba, ayak basılmamış sahipsiz toprak, kolaylaştırmak, iyilik, lütuf, ihsan, insanı bir şeyden uzaklaştırıp muaf tut­mak, suya gelen adam, yorulmadan bir şey elde etmek, otun çoğalması, sa­çın uzaması, semizlik ve şişmanlık, ilmin çoğalması, istemeksizin birine ver­mek, nafakalardan arta kalan mal, günahı silmek, rüzgarın çöldeki/kumdaki izleri silmesi, Allah'ın iyi insanı kötü insanlardan koruması, Allah'ın kulları­nı savunması, sağlamlaştırmak, sıhhate kavuşmak, rahatsızlığını gidermek, günah batağından kurtarmak, kolaylık yolunu tutmak anlamlarını ifade eder. Ayrıca afüvv Allah'ın isimlerinden biridir.

"Berrak su" manasıyla afv kavramı, temizleyici ve susuzluğu giderici olma işlevlerini üstlenmektedir. Affeden insan, hem düşmanlıkları temizle­mekte, hem de susuzluktan kuruyup çöle dönen insan ilişkilerine can ver­mektedir. Afv'ın insan ilişkilerine ve toplum hayatına tesiri, suyun kuru toprağa tesiri mesabesindedir. Bu işlevi gereği afv, berrak su anlamını ka­zanmaktadır.

"Otlamak" anlamıyla afv kelimesi, gıdalanmayı ifade etmektedir. Otlayan hayvan gıda alır; affeden insan da ruhunu gıdalandınr. Affettiği insana ve topluma da gıda ve can verir. "Otlamak" tabiattan doğal besin almayı da ifa­de etmektedir. Affeden insan doğal bir manevî gıda ile toplumu beslemiş olur. Affın bir doğal boyutu, bir de eğitimle kazanılan boyutu vardır. Diğer taraftan hayvanın otlaması, başını eğmesi anlamına da gelmektedir. Affeden insan, alçak gönüllü ve hoşgörülü olduğunu ortaya koymaktadır. Benliğin ayaklar altına alınarak, başın eğilmesi, suçlunun affedilmesi, yüksek bir kişi­lik göstergesidir.

"Kırkılabilmesi için deve tüyünün uzatılması" anlamıyla afv kavramı, su­çun hemen cezalandırılmaması, mühlet verilmesi durumunu ima etmektedir.

Tüyün uzaması ise, işe yarayacak hale gelmesi demektir. Uzayan tüyler kır­kılınca, iplik yapılır. Ondan çeşitli giysiler dokunarak soğuktan korunulur. Cezayı ertelemek ve affetmek, insan ilişkilerine bir sıcaklık getirir; gönülle­ri kaynaştırır. Kırkılan şey yeniden çıkar. Affetmek de bozulan insan ilişkile­rinin yeniden başlamasına zemin hazırlar. İşlenen suça hemen ceza verme­mek ilahî bir ahlâktır.

Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. [Faör/45]

Demek ki, cezada af beklentisi içinde olmak, insanlara hayat bahşetmek­te; hayat" ile "af' eş anlama gelmektedir.

"Misafire sunulan çorba" anlamıyla afv kavramı, düşmana dostça davran­maktır. Kendine karşı bir hata işleyene misafir gibi davranıp, atılan taşa ek­mekle karşılık vermek, eğitim açısından en etkili davranıştır.

Fussilet/34'te şöyle buyurulmaktadır:

İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en iyi bir şekilde önle. O zaman se­ninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki sıcak bir dost olacaktır.

Ayetteki "en iyi bir şekilde önle" ifadesinden, en iyi metodun af olduğu­nu çıkartmak mümkündür.

"Ayak basılmamış sahipsiz toprak" manasıyla afv, hiç eskimeyen ve tüm dünyanın malı olan evrensel bir değeri ifade etmektedir. Çünkü o, ayak altı­na alınamayacak, kötü anlamda kullanılamayacak ve her zaman bekaretini muhafaza edebilecek bir değerdir. Ferdî ve sosyal ahlâkın temeli olan af, ila­hî vasfın yeryüzünde yaşanmasıdır. Affeden insan, ayak basılmamış cennete adım atmış demektir.

"Kolaylaştırmak" anlamıyla afv, insan ile Allah, insan ile insan arasında­ki ilişkileri kolaylaştırmakta; öfkelerin yutulmasını sağlamakta ve işleri yu­muşatmaktadır. Zorlaşan ve çekilmez hale gelen insan ilişkilerini kolaylaştı­ran afv kelimesi, öz manasında kolaylığı taşımaktadır. Affın "kolaylık" ma­nasına geldiğini şu ayette görüyoruz:

Resulüm, sen kolaylık (afv) yolunu tut; iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir. [A'raf/199]

Ayette geçen afv kavramına bazı müfessir ve dilciler "kolaylık" manasını vermektedirler.[88] Onun için biz de "kolaylık yolunu tut" şeklinde anlam ver­dik. Din eğitiminde, eğitimcinin işini kolaylaştıran en önemli metot arar. Din adamları, halka dinin kolay uygulamalarını tavsiye etmelidirler. Kolay yolu seçmek, hem Allah'ın ve hem de Peygamberimizin emridir. Nesefi, A'raf sü­resindeki (kolay yolu seç) emrini, "Kolaylaşünnız zorlaştırmayınız" hadisi ile açıklamaktadır.

Nafakadan arta kalan mal anlamına gelen afv kavramı, ihtiyaçtan fazlası­nı ifade etmektedir:

Sana ne harcayacaklarını soruyorlar. "Afv'ı (ihtiyacınızdan fazlasını)" de! [Bakara/219]

İhtiyaçtan fazlasını fakire vermek, çok önemli bir fedakarlıktır. Affetmek de, hakkından fedakarlık etmektir. Suçluyu cezalandırmak, normal bir davra­nıştır; ama fedakarlık yaparak affetmek artı bir değer olup insana büyük bir erdem kazandırır. Hukukta, eğitim ve siyasette affı devreye sokmak, topluma ilave bir erdem ve asalet kazandırır. Bu yönü ile afv, iyilik, ihsan ve lütuftur. "Alacaktan vazgeçmek" anlamıyla afv, medenî hukukun ana kurallarından biridir. Bakara/237'de bu anlamda yer almaktadır Mehirden vazgeçmeniz takvaya daha uygundur.

Alacaktan vazgeçme manası ile afv, takvaya en yakın davranışlardan biri­dir. Demek ki affın, insanı bir şeyden uzaklaştırma manası ile bir şeye yak­laştırma manası içiçedir. Takvanın bir bağışıklık sistemi olduğunu daha önce söylemiştik. Affetmek de takvayı artırdığına göre, fert ve toplumun manevî bağışıklık sistemi af ile kuvvetlenmektedir.

"Rüzgarın çöldeki izleri silmesi" anlamı ile afv, insanların şeytanın yolun­da bıraktıkları izleri silmeyi ifade etmektedir. Allah'ın kullarını affetmesi ise, onların günahlarını silmesi demektir:

Allah senden sildi (affetti). [Tevbe/43]

Hataların silinmesi manasıyla afv, insanın geçmişindeki olayların bir da­ha gündeme getirilmemesi anlamını ifade etmektedir. Islah olan kimselerin, geçmişleri anılmamalı; iyiye yönelen insanların geçmişi, yüzlerine vurulmamalıdır. İşte bu manada, geçmişi silip atmak, fert ve toplumların hayatı için kurtarıcı bir nefesi andırmaktadır.

"Hafifletmek" anlamıyla ın, eğitim ve hukuk alanında çok önemli bir yeri vardır. Eğitim ve hukuk alanındaki kural ve kanunlar, genel anlamda in­sanlara zorluklar çıkarmış olabilir. Bu zorluklar, bir takım şikayetlere de ne­den olabilirler. Şikayetleri dikkate alarak kural ve kanunlarda hafifletmeye gitmek, eğitim ve hukukun olmazsa olmazını teşkil eder. İnsanların durum­larını dikkate alarak hafifletmeye gitmek, sağlıklı bir eğitim ve hukuk anla­yışına hayat vermektir. Bakara/187'de yer alan afv kavramı, hafifletmek ma­nasına alınabilir.

"Rahatsızlığı gidermek" manasıyla afv, psikolojik bir oluşumun adıdır. Günah veya suç işleyen insan, ruhen rahatsızdır. Manen hastalıklı olduğu için tedaviye ihtiyacı vardır. Af, ona bu tedaviyi sağlamakta ve onun psikolojik rahatsızlığını gidermektedir. Yüce Allah Âl-i Imran/155'te şeytana uyup gü­nah işleyen veya yakışıksız davranışlarda bulunan kimselerin duyduğu rahat­sızlıkları silip giderdiğini beyan etmektedir.

Tefsirini yaptığımız Bakara/109'daki "affedin" ifadesine, işi sıkı tutun, kendinizi koruyun manası verilebilir. Yani hasetliklerinden dolayı, sizi iman­dan küfre döndürme isteklerine karşı sıkı durun, kendinizi onların isteklerine kaptırmayın. Ayette yer alan (görmemezlikten gelin) emri de, "derinle­mesine düşünün" anlamına alınabilir. Çünkü kelimenin özünde, bir şeyi de­rinlemesine gözlemleyip onun hakkında düşünmek manası da vardır. "Sıkı durun ve iyice düşünün" anlamı verilince, affın ve görmemezlikten gelmenin neyi ifade ettiği iyice anlaşılmış olacaktır. Selehe kelimesinin bir anlamı da "reddetmektir". Bu nedenle, kendinizi koruyun ve reddedin manası da veri­lebilir. Yani, istenen değişime karşı sıkı durun, bu isteği reddedin.[89]

5. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir

İmandan küfre doğru değişim isteğine müslümanlann karşı koymaları ve onu reddetmeleri büyük bir kültür çatışmasının doğmasına sebep olacaktır. Bu büyük etkiden ancak Allah'ın müdahalesi ile kurtulunabileceği için, Al­lah'ın benim emrimi bekleyin; bu etkiyi ben bertaraf edeceğim demesi, ina­nanların yükünü hafifletmekte ve onlara büyük bir moral vermektedir.

 Dikkat edilirse, kitap ehlinin yanlış isteklerini anlatmakla başlayan ayet, Allah'ın kudretini anarak bitmektedir. Bu demektir ki, yanlış isteklerin hiçbir gücü yoktur. İlahî kudret bu yanlış isteklerin ağır baskısını ortadan kaldıra­caktır. [90]

 

İnsan Yaptıklarını Allah Katında Bulacaktır:

 

110. Namazı kılın, zekatı verin, yaptığınız her iyiliği Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta oldukları­nızı noksansız görür.

Üç bölüme ayırarak ayetin analizini yapmakta yarar vardır:

1.  İbadetler bölümü

Namaz ve zekat Kur'an'da çoğu zaman yanyana zikredilir. Bunlara birbi­rinden ayrılmayan ikiz ibadetler denebilir. Namaz bedenî, fikrî ve ahlâkî bir ibadet iken, zekat malî bir ibadettir. İkisi de manevî bakımdan ruhun arınma­sı olgusunda bir araya gelmektedir. Zekat ruhsal arınmayı, namaz ise ahlâkî arınmayı ifade eden bir mana taşımaktadır. Namazın ahlâkî koruyuculuk gö­revi, zekatta sosyal koruyuculuk olarak tezahür etmektedir.

Namaz kılan kimselerin, zekatı daha kolay verebileceği gerçeği, niçin ze­katın namazdan hemen sonra zikredildiğini izah etmektedir. Namazın önce, zekatın sonra zikredilmesi, ancak bu şekilde açıklanabilir. Namaz hakkında­ki izahımız için Bakara/3'e bakılabilir.

2. Yapılan hayırların karşılığı Allah katında bulunacaktır

Namaz ve zekattan sonra hayr kavramının zikredilmesi, namaz ve zekatın bir hayır olduğunu göstermektedir. Ayetle yer alan hayr kavramı fiil olarak alınınca seçmek, beğenmek, tercih etmek, yarış etmek, rekabet etmek mana­larını ifade etmektedir. İsim olarak ise iyi, çok iyi, göze çarpan, üstün, şâyân-ı takdir, en iyi, faydalı, kâr-kazanç, refah, ihsan, sadaka, bereketli manalarına gelmektedir.[91]

Bu ayetteki hayfm manası, ibadettir. Namaz ve zekata, genel bir ad ola­rak Allah hayr adını vermektedir. Hayr aynı zamanda değer anlamına da gel­mektedir. Namaz ve zekat da değerler sisteminin birer parçasıdır.

İnsan yaptığı hayır veya ibadetin karşılığını Allah katında bulacaktır. As­lında insan, karşılığını ahirette görmek üzere, ibadetleri Allah'a sunmaktadır. Allah'a kendisi için sunduğu ibadetlerinin karşılığını, O'nun katında mutlaka bulacaktır. Demek ki, yapılan ibadetler, asla zayi olmayacak; mutlaka karşı­lığı insana verilecektir.

Üretilen bir değer, Allah katında mutlaka değerlendirmeye tabi tutulacaktır.

Diğer taraftan bu ayet, Allah için olmasına rağmen, yapılan ibadetin fay­dasının insana ait olduğunu bildirmektedir, ibadet Allah'a yapılmakta, ama faydası yapana ait olmaktadır. Fussilet/46'da, yapılan amelin fayda veya za­rarının kime ait olduğuna açıklık getirilmektedir:

Kim iyi bir amel üretirse bu kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullarına zulmedici değildir.

Demek ki, iyi amelin faydası ve kötü amelin zararı yapana aittir. Baka­ra/272 ayeti, ibadetin Allah rızası için yapılmasının zorunluluğunu ortaya ko­yarken, faydasının ameli yapana ait olduğunu da ifade etmektedir.

3. Allah yapılanları görür

Kullarının amellerini gözleyen Allah, amellerin değerlendirmesini yapar­ken, başkasının malumatına dayanmayacak; kendi gözlem ve ilmine göre de­ğerlendirmeye tabi tutacaktır.

Değerlendirmesini, amellere göre yapacaktır. Kulun Allah katındaki değe­ri, amellerinin kalitesi oranında olacaktır. "Allah yapılanları görür" ifadesi, amellerin objektif ve adil olarak değerlendirileceğini bildirmek için ayetin sonuna konulmuştur. [92]

 

Kitap Ehlinin Kuruntusu:

 

111. Kitap ehli, "Yahudiler veya hristiyanlar hariç, hiç kimse cennete giremeyecek" dediler. Bu onların kuruntu-sudur. Sen de onlara, "Eğer gerçekten doğru söylüyorsa­nız, delilinizi getirin" de!

Bu ayet, yahudilerle hristiyanlann, müslümanlan inançlarından çevirebil­mek için cenneti istismar ettiklerinin en önemli delilidir. Bir dine inanmak veya o dinin öğretilerim yerine getirmekle gözetilen en önemli amaçlardan biri, cennete girmeyi haketmektir. Kitap ehli, müslüman olmakla cennete gi­demeyeceklerini söylemekle, müslümanlardan, dinlerinden vazgeçmelerini istemiş olmaktadırlar. Cennete girmek, ilahî dinlerin vaadettiği bir ödüldür.

Diğer taraftan yahudi ve hristiyanlann bu iddialarından, cenneti kendi te­kellerinde gördükleri de anlaşılmaktadır. Allah Teala, kitap ehlinin bu yanlış kanaatlerini anlatması, müslümanlann da aynı hataya düşmemelerine yöne­liktir. Müslüman, tevhid inancına sahip olanların, neticede cennete gireceği fikrini taşımalıdır. Allah'ın varlığı ve birliği inancına sahip olmak, nihai ola­rak insanı cennete götürür. Kendisine vahiy bilgisi ulaşmamış insanlar, tev­hid inancı sayesinde mükâfaaü hakederler. Kitap ehlinin bu iddiaları, ayetin ikinci bölümünde "kuruntu" olarak değerlendirilmektedir:

(Bu onların kuruntusudur).

Ayetin bu kısmındaki ümniyye (kuruntu) kelimesi arzu, istek, ideal mana­larına gelmektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu kavramı özet olarak şu şekilde açıklamaktadır: 'Temenni, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, haya­linde şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılan bu tabloya, üm­niyye veya münye denilir. Ban dillerinde buna ideal denmektedir. Ümniyye, heves, hayal ve isabetsizlikten kurtulamaz".[93]

Hac/52 ayetine dikkat edersek şu gerçeği yakalayabiliriz: Şeytan, insanı "ümniyye" denen hayal ve kuruntular vasıtasıyla etkilemektedir:

Biz senden önce hiçbir elçi ve hiçbir peygamber göndermedik ki, o bir şey te­menni ettiği zaman şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırmış olmasın.

Peygamberler büe gerçeğe dayanmayan bir istekte bulunduklarında, şey­tan hemen onların bu isteklerine şüpheler karıştırmaktadır. Ama peygamber­ler vahyin kontrolünde oldukları için, Allah derhal o şeytanî şüpheyi izale et­mektedir. Demek ki, şeytanın vesvese kattığı, şüpheler karıştırdığı ve hayal­den öteye geçmeyen şeye ümniyye denmektedir. Bunun tam karşılığı ise "ku-runtu"dur. Başkalarının cennete giremeyeceğini söyleyip, cenneti kendi inhi­sarına almak, gerçekle alakası olmayan bir kuruntudur. Cennet, ilahî bir ödül olduğuna göre, oraya kimin gireceğini de ancak Allah belirleyebilir. Dolayı­sıyla "Müslümanlardan başkası cennete giremez" diyen bir müslüman da, yahudi ve hristiyanlann düştüğü hataya düşmüş olur. Müslüman için önemli olan, İslâm'ın değerlerini hayata geçirmek; hangi amellerin cennete götüre­ceğini beyan etmektir, yoksa kimin cennete, kimin cehenneme gideceğini tartışmak değil. Kitap ehli, -ayetin beyanına göre- grupçuluk yapmaktadır. Sanki Allah Teala cennetin kapılarının anahtarlarını onlara teslim etmiş de, onlar da başkalarını oraya sokmamaktadırlar:

"Eğer gerçekten doğru söylüyorsanız delilinizi getirin" de!

Ayetin bu kısmından hareket edersek şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Üm­niyye delilsiz konuşmaktır. Delil getirilemeyen bir iddia, kuruntu olmaktan öteye gidemez. Bu durumda ayetin kendisi, "ümniyye"nin ne olduğunu açık­lamış olmaktadır.

Bir iddianın, bir fetvanın veya bir görüşün doğruluğu, ancak delille isbat edilebilir. Dinî konularla ilgili görüş ve iddiaların doğruluğu, getirilecek de­lillere bağlıdır. Özellikle cennet ve cehennem hakkında konuşmak, kimlerin nereye gireceğini söylemek delil ister. Din eğitiminin en önemli uğraşı, din hakkında delile dayalı olarak konuşma ahlâkını insanlara kazandırmak olma­lıdır. Delilsiz konuşma "ümniyye" ya da iftira olmaktan öteye geçemez. Al­lah Teala, dinî konularda hayalî şeyler söyleyenlerden delil istemektedir. Halk da, din hakkında fetva verenlerden delil isterse, Allah'ın bu uygulama­sını yerine getirmiş olurlar.

Netice olarak diyebiliriz ki kitap ehli, müslümanlann gönlüne şüphe dü­şürmek için, onlara karşı birbiriyle ilintili dört ayrı tavır takınmaktadır. Bu ta­vırları şu şekilde sıralayabiliriz: Müslümanlara Allah'tan bir hayır gelmesini istememeleri [Bakara/105], Peygamber'e ağır sorular sormaları [Baka­ra/108], müslümanlann imandan sonra küfre dönmelerini istemeleri [Baka­ra/109], yahudi ve hristiyanlardan başkasının cennete giremeyeceğini iddia etmeleri [Bakara/111].

Haset, soru, kuruntu gibi psikolojik oluşumların üzerine bina ettikleri ta­vırlar Allah tarafından analiz edilerek asılsızlıkları ortaya konmaktadır. As­lında bu izahlar, müslümanın nasıl bir psikolojik yapıya sahip olması gerek­tiğini öğretmek üzere eğitim de yapmaktadır. Müslüman, Allah'ın başkasına verdiği bir nimete karşı olumsuz tavır takınamaz; takınırsa yahudi ve hristi-yanlann durumuna düşer. Müslüman mantıksız, inancını tehlikeye sokacak sualler sormaz. Müslüman haset ederek karşısındakinin kötü yönde değişme­sini istemez. Ve nihayet müslüman, cennetin anahtarı elindeymiş gibi, Al­lah'ın rahmetini yalnız kendine tahsis etmez. [94]

 

Bütün Benliğin Allah'a Teslim Edilmesi:

 

112. Bilakis, kim bütün benliğini Allah'a teslim eder ve iyi­lik yaparsa, onun ödülü Allah katındadır. Öyleleri için ne bir korku vardır ve ne de üzüntü çekerler.

Ayette teslimiyet, vech, muhsin, korku ve endişe kavranılan öne çıkmak­tadır. Şimdi bunlan geniş bir şekilde açıklayabiliriz. [95]

 

I. Esleme (Teslim Olmak) Kelimesinin Manaları:

 

Selime kökünden olup sözlükte sağlam, kusursuz, zararsız, noksansız, el sürülmemiş, emniyetli, itiraz edilemeyen, masum, hatasız, kesin, tekit edil­miş, açıkça anlatılmış, teslim etmek, iradesine bırakmak, görüşüne ve tasvi­bine havale etmek, arz etmek, boyun eğmek, itaat etmek manalarına gelen es­leme kavramı, farklı kalıplarda farklı anlamlar kazanır.

1)  Selleme (kurtarmak)

Selime fiili, bu kalıptan alındığında ve Allah'ın bir fiili olduğunda "kurtar­mak" manasına gelir:

(Fakat Allah sizi kurtardı). [Enfal/43]

Allah Teala, düşmanı az göstermekle müslümanlann ihtilaf etmesini ön­lemiş ve böylece onları tehlikeden kurtarmıştı. Ayette "kurtarma" fiili olarak selleme kullanılmıştır. Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki: İslâm bir kurtuluştur. İslâm dini insanlığı, şeytanın, nefsin ve kötülüklerin etkisinden kurtarmak için gelmiştir. Bakara/112 ayetine bağlarsak şu genellemeyi yapa­biliriz: Bütün benliğini Allah'a teslim etmek, aslında bir kurtuluştur; Allah'ın korumasına girmektir.

2) Esleme (boyun eğmek)

De ki: "Bana boyun eğenlerin ilki olmam emredildi". [En'am/14]

Allah'a boyun eğmek anlamına gelen esleme kelimesi, müslüman olmak, tevhid inancını kabul etmek manasını ifade etmektedir. Tevhid inancını ka­bul etmek, o inanca boyun eğmek manasını, ayetin son kısmından çıkarma­mız mümkündür. Zira "Sakın müşriklerden olma" ifadesindeki şirk koşmanın zıtü olarak esleme kelimesi kullanılmaktadır. Şirkin zıtü tevhid olduğuna gö1e esleme, tevhid inancını benimsemek, müslüman olmak anlamına gelir.

3) Silm (barış)

İslâm kelimesinin kökü olan silm kalıbı barış anlamına gelmektedir:

Ey iman edenler! Hep birden silm'e (barışa) girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü şeytan sizin apaçık düşmanınızdır. [Bakara/208]

Demek ki İslâm, barış dinidir. İslâm'ın özü, barıştır, insanın özünü Allah'a teslim etmesi, Allah ile barışık olması demektir. O'na karşı isyan etmeyip benliğini ortadan kaldırması manasını ifade etmektedir:

Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de barışa yanaş. [Enfal/61] Bu ayette de, insanlar arasındaki barışı ifade etmektedir.

4)  Ait olmak

Silm kelimesi bir insanın sıfatı olarak "seleme" kalıbından getirilirse, "ait olmak" anlamına gelir:

Allah, çekişip divan bir çok ortakların sahip olduğu bir adam ile yalnız bir ki­şiye ait olan bir adamı misal olarak verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler. [Zümer/29]

Demek ki, müslüman Allah'a ait olan, sadece Ona ait olduğuna inanan ve bu inancını hayata geçiren kimsedir. Bu manayı Bakara/112 ayetine bağlar­sak kavrama, ait olduğu tek Allah'a bütün benliği ile yönelmek manası veri­lebilir.

5) Sağlam olmak

Silm kavramı, salim kalıbında alındığında, sağlam, sağ, iyi manalarına ge­lir:

(Halbuki onlar, sapasağlam iken de secdeye davet edi­liyorlardı).

Buradaki salim kelimesi, onlar dünyada sağken, ya da sağlam iken anla­mını ifade etmektedir.

Selim kalıbı da bazen sağlam manasına gelir:

Ancak Allah'a sağlam bir gönül ile gelenler, fayda bulur. [Şuara/89]

Buradaki salimük/sağlamlık, günah kirinden temizlenmiş, manevî hasta­lığı olmayan sağlam bir gönüle sahip olmayı ifade etmektedir. Saffat/84'te de aynı manaya gelmektedir. Demek ki müslüman, inancı sağlam olan, ahi-rete intikal etmeden dünyadayken işini sağlama alan ve sağlam iş üreten in­sandır.

6) Güven

Silm kökünden türeyen selam kelimesi güven anlamına da gelir: "Ey ateş! İbrahim için serin ve güvenli ol!" dedik. [Enbiya/69]

Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki, müslüman güvenilir insandır. İslâm dini insanlığa batışı getirmekle, güvenilir bir ortam ve dünya oluştur­mayı amaçlamıştır. İslâm'ın olduğu yerde güven vardır; güvenin olduğu yer­de de İslâm.

7) Kusursuz, lekesiz

Müselleme kalıbı, kusursuz, lekesiz manasına geldiği gibi, hür ve serbest dolaşan anlamını da ifade etmektedir. Aslında her iki mananın ortak bir nok­tası vardır. Serbest olmayan biri, kusurlu ve hürriyet bakımından lekelidir. Manen kusursuzluk ve lekesizük, tam hürriyete sahip olmakla mümkün ola­bilir. Hürriyetsizlik bir kusurdur, hem de büyük bir kusur. Bu manayı şu ayet­te görüyoruz:

Musa dedi ki: 'Allah şöyle buyuruyor': "O, henüz boyunduruk alüna alınma­mış, yer sürmemiş, ekin sulamamış, kusursuz, yani serbest dolaşan, renginde hiç alacası bulunmayan bir inektir". [Bakara/71]

Ayetteki müselleme kelimesi, lekesiz, kusursuz ya da serbest dolaşan an­lamına gelmektedir. Bu manayı müslümana uyarlarsak diyebiliriz ki, müslü-manın şahsiyetinde kusur ve leke olmamalı; bağımsız düşünce ve davranışa sahip olmalı; şeytanın ve nefsin etkisinden kendini korumalı, hürriyetini on­lara teslim etmemeli ve şahsiyetine özen göstermelidir.

8) Vermek, ödemek

Ödemek, vermek anlamına gelen müselleme kalıbının, şu ayette de bu an­lamda kullanıldığını görüyoruz:

Eğer kendileriyle aranızda antlaşma bulunan bir toplumdan ise, ailesine öde­necek bir diyet ve bir mü'min köleyi azat etmek gerekir. [Nisa/92]

Bu ayette "diyet ödemek" anlamını ifade eden bu kavramı, müslümana uyarlarsak, kendini Allah'a vermek ve Allah'a karşı olan ibadet borçlarını ödemek manasına gelir. Bu anlamıyla, hukuk alanında da kullanılmaktadır.

9) Merdiven

Selim veya silm kökünden türeyen süllem kalıbı, merdiven anlamına gelir. Kur'an'da iki ayette bu manada yer almaktadır.

Eğer onların yüz çevirmesi sana ağır geliyorsa, gücün yeterse yerin içine ine­bileceğin bir tünel, ya da göğe çıkacağın bir merdiven ara ki onlara bir muci­ze getiresin. [En'am/35]

Yoksa onların, üzerine çıkıp gizli sırlan dinledikleri bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyenleri, açık bir delil getirsinler. [Tur/38]

Süllem kalıbı ile bu ayetlerde yer alan silm kavramı, insanı yücelten bir oluşumun adıdır. İslâm, insanı olgunlaştıran, ruh yüceliğine erdiren ve Al­lah'a yücelten bir din olduğu için, özünde "merdiven" manası da bulunmak­tadır. İnsanı manevî gelişim basamaklarından çıkarıp olgunlaştıran bu din, bu işleviyle, manevî bir merdiven özelliğini taşımaktadır.

10) Rahmet

Silm kökünden türeyen selam, rahmet anlamına da gelir. Kurumuş toprak için su ne ise, insan için de İslâm odur. Selam aynı zamanda, karşılaşan iki kişi veya topluluğun parolasıdır. Selam, böyle ortamlarda, insanın insana rah­met dilemesini ifade eder. Selam denen rahmetin bir karşılama sözcüğü ol­ması sebebiyle, insandan insana, melekten insana, insandan meleğe ve Al­lah'tan insana doğru olduğunu Kur'an'dan öğrenmekteyiz. Müslümanların selamlaşmaları farzdır. Selamlaşmanın sünnet olduğu görüşünün yanlış oldu­ğunu şu ayetten öğreniyoruz:

Ayetlerimize inananlar sana geldiğinde, onlara de ki: "Selam size! Rabbiniz rahmeti kendisine yazdı". [En'am/54]

Bu ayet, selam vermeyi Peygamberimize ve dolayısıyla bütün müslüman-lara farz kılmaktadır. Selamla ilgili tüm hadisler, bu ayetin yorumu mesabe­sindedir. Yine bu ayet, selamın rahmet anlamına geldiğine de delildir. Çünkü 'selam'dan sonra, "Rabbiniz rahmeti kendisine yazdı" ifadesi yer almaktadır. Demek ki, selam vermekle, Allah'ın rahmeti harekete geçiriliyor. İnsan insa­na selam der, Allah da onlara rahmet eder.

Diğer taraftan bu kavramın, teslim etmek, elde etmek, havale etmek, sıy­rılmak ve başağını çıkarmak manaları da vardır. [96]

 

II. Vech (yüz) Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

Bakara/112'de yer alan ikinci kavram, yüz anlamına gelen vech kelimesi­dir. Buradaki "yüz" kelimesi, rakam olarak yüz'ü değil, başın ön tarafı olan yüzü ifade etmektedir. Bu kelimenin lügat manaları şunlardır: Yüz, çehre, su­rat, cephe, harici görünüş, satıh, öne çıkan şahsiyet, kıyafet, suret, şekil, ta­raf, istikamet, cihet, niyet, maksat, plan, murat, hedef, gaye, nişan, meram, nota, hareket hattı, yol gösteren, prensip, ahlâkî kaide, yol, usûl, tarz, metot, sebep, illet, mefhum, mana, başlangıç.

Vecehe kalıbında alındığında takdir, itibar, şöhret, ün, nüfuz, mertebe, yüksek rütbe, temayüz, bellilik, makbul, muteber, sağlamlık, doğruluk anlamlarını ifade etmektedir.

Şimdi bu kavramın Kur'an'da hangi manalara geldiğini açıklayabiliriz:

1. Yüz

Vech, lügat manası ile insanın yüzünü ifade etmektedir. Bu manada, pek çok ayette yer almaktadır:

Şu benim gömleğimi götürün ve babamın yüzüne koyun. [Yusuf/93][97] Yüz, insanın içini dışarıya yansıtan başın ön kısmıdır. Gözler, burun ve ağız gibi önemli organlar yüzde yer almaktadırlar.

2. Öz, cevher ve benlik

Bazı ayetlerde vech, insanın cevheri, benliği ve özü manasına gelmekte­dir. Bu anlamların içine gönül manasını koymak da mümkündür.

Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/112 ve Nisa/125'te benlik, cevher ve öz manasını ifade etmektedir:

Din bakımından, muhsin olarak benliğini Allah'a verenden daha iyi kim

vardır?[98]

3. Gaye

Bakara/148'de geçen (viche) kelimesi, gaye manasına gelmektedir: Herkesin yöneldiği bir gayesi vardır. Siz hayır işlerinde yansın.

İnsanlar gayelerine ulaşmak için bir yarış içindedirler. Ama müslümanm yansı iyi için olmalıdır. Herkes yaşına, kültürüne, cinsiyetine göre hedefler edinir. Bu hedeflere Kur'an viche demektedir.

4. İtibar ve şeref

Vecih kalıbında alındığında, dünyada insanlar arasındaki itibarı, onuru, Allah katında da şerefi ifade etmektedir. Dünya ve ahiretteki itibar manasın­da Âl-i Imran/45'te geçmektedir:

Melekler demişlerdi ki: "Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa Mesih'dir, dünya ve ahirette şerefli ve Al­lah'ın kendisine yakın kıldıklarındandır".

Ahzab/69'da da, Hz. Musa'nın Allah kaünda bir şerefe sahip olduğu anla­tılırken aynı kavram kullanılmaktadır:

Musa Allah katında şerefli idi.

Vecih kalıbında alındığında kaYramin itibar, şeref ve onur manasına geldi­ği anlaşılıyor.

5. Teveccüh, sevgi

Birini çok sevmeyi ve ona gösterilen teveccühü ifade etmektedir:

Yusufu öldürün veya onu bir yere ann ki babanızın teveccühü yalnız size kal­sın. [Yusuf/9]

Buradaki veehu ebikum ibaresi, babanızın teveccühü/sevgisi manasına gelmektedir. Hz. Yusufu çok seven babalarının sevgisinin yalnız kendilerine kalması için onu kuyuya attılar. Sevgi, yüzle ifade edildiği için bu kavram, yüz ile sevgiyi aynileştirmektedir.

6. Beyin

Kur'an'da bazan birşeyin parçası zikredilerek tamamı kasdedilir. İyilik, yüzlerinizi doğu ve batıya çevirmeniz değildir... [Bakara/177]

Yüzü doğu veya badya çevirmekle iyiliğe ulaşılmaz. Buradaki vech keli­mesiyle beyin kastedilmektedir. Ayet, insanoğlunun beynini doğuya ve batı­ya çevirmekle, oradaki düşünceleri taklit etmekle iyiyi elde edemeyeceğini vurgulamaktadır.

7. Nimet, lütuf, rıza ve zat

Bu kelime Allah'a izafe edildiğinde, Allah'ın lütfü, ihsanı ve rızası mana­sını kazanmaktadır

Yapacağınız hayırları sadece Allah'ın rızasını kazanmak için yapmalısınız. [Bakara/272]

Ayetteki vechillah (Allah'ın vechi), Allah'ın rızası manasına gelmektedir. Amellerde niyet, Allah'ın rızası olmalıdır.[99]

Şu ayette ise vech kelimesi, "zat" manasına gelmektedir:

Göklerde ve yerde olan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zatı baki kalacak. [Rahman/26-27][100]

"Baki kalmak" fiilinin faili olan vech kavramı, Allah'a izafe edildiğinde "zat" anlamına gelir.

8. Başlangıç

Vech kavramı, gündüze izafe edildiğinde tanyerini, yani günün başlangıç anını ifade eder

Kitap ehlinden bir grup şöyle dedi: "Mü'minlere indirilmiş olana sabahleyin inanıp, akşamleyin inkar edin". [Âl-i tmran/72]

Ayette yer alan veche'n-nehari ifadesi, gündüzün başlangıcı, günün ilk an-lan manasına gelmekte olup ayetin devamında yer alan "sonu" kelimesinin karşıtıdır. Gündüzün sonu ifadesinin karşıtı, gündüzün başlangıcıdır.

9. Yönelmek

Vech kelimesi, fiil olarak kullanılınca, yönelmek manasına gelir. En'am/79'da hem fiil ve hem de isim olarak geçmektedir. Fiil olarak yönel­mek, çevirmek, isim olarak da 'yüz' anlamını ifade etmektedir:

Ben hanif olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.

Ayetteki "yüzümü" ifadesi, "benliğimi" manasına da gelebilir; Hz. İbra­him, yüz kavramı ile benliğini kastetmiş olabilir. Çünkü dönen yüz değil, in­sanın özü, cevheri ve benliğidir.

10. Gerektiği biçimde

Vech kavramı, bazen de gerekliliği ifade eder.

Bu şahitliği gerektiği şekilde yapmaya... [Maide/108]

Şahitliğin doğru yapılmasını ifade ederken Yüce Allah vech kavramını kullanmaktadır.

III. Yüz, öz, cevher, benlik, zat, gaye, itibar, sevgi, beyin, nimet, lütuf başlangıç, yöneliş, gereklilik manalanyla vech kavramı psikolojiyi, hukuku, eğitimi ve ilahiyatı ilgilendirmektedir. Bakara/l 12'deki vech kavramına "benlik" manası verilmesi uygun olur. Benliğini Allah'a vermenin, O'na tes­lim etmenin olmazsa olmaz şartı ise ayette, (muhsin olarak) ifade­siyle belirlenmektedir. Manevî yaşamında ihsanı yakalayamayan insan, ben­liğini Allah'a teslim edemez. Muhsin, güzel ve insanlığa faydalı iş üreten ki­şi manasına gelmektedir. Böyle bir kimse, görmediği halde Allah'a ibadet eden ve iyi iş yapan bilinçli bir insandır. Muhsin işinde kaliteyi, güzelliği, faydayı yakalayan insandır. Bu bilinç ve üretkenliği ile benliğini Allah'a tes­lim eden kişiyi Yüce Allah elbette ödüllendirecektir.

IV. Muhsin olarak benliğini Allah'a teslim eden kişinin ödülü Allah kanndadır, onlar ne korku, ne de üzüntü çekerler.

(Onun ödülü Rabbi katodadır) ifadesinden, ödülünün sonsuz olduğu manası çıkarılabilir. Çünkü ödülün adı konmamakta ve çeşidi belir­lenmemektedir. Muhsin olmanın içinde, iyiden bir başka iyiye koşmak, daha iyiyi yakalamak gibi bir faaliyet vardır. Sürekli daha iyiye koşan kimsenin ödülü de elbette sınırsız olur.

Bize göre bu ödül bu dünyadan başlamakta ve ahirette sonsuzluğa ulaş­maktadır. Güzeli, iyiyi ve insanlığa faydalı olanı üreten insan, korku içinde olmaz ve üzüntü çekmez. Korku ve üzüntü, güzel ve iyinin olmadığı ortam­larda başgösterir. Korku ve üzüntü gibi psikolojik ızdıraplann ortadan kalk­ması için iyi ve güzelin üretilmesi zorunludur. Benliğini Allah'a veren, yani içini ilahî nurla dolduran, iyi ve güzelin aşığı olan bir kimsenin gönlünde korku ve üzüntünün yeri yoktur. Korku ve üzüntü, kin ve düşmanlık duygu­sunun olduğu yere demir atar.

Kibrin, kinin, düşmanlık duygusunun ve saldırganlık iç güdüsünün insa­nın iç aleminde bannamaması için, benliğini Allah'a teslim etmenin gerekli­liğini vurgulayan bu ayet, hangi psikolojik oluşumların, hangi psikolojik ze­hirleri ortadan kaldıracağını da öğretmektedir. Korku ve kederden uzak bir gönüle sahip olmak, böyle bir psikolojik ve sosyolojik ortamı meydana ge­tirmek, insanın benliğinden ve eylemlerinden geçmektedir. İnsanoğlu, aklını doğru yönde kullandığında, amelleriyle güzeli ürettiğinde, korku ve üzüntü­den uzak bir gönle sahip olur. [101]

 

Farklı İnanç Gruplarının Çatışması:

 

113. Yahudiler "Hristiyanlar hiçbir şey üzerinde değil" dediler. Hristiyanlar da "Yahudiler hiçbir şey üzerinde de­ğil" dediler. Halbuki ikisi de kitabı okuyorlar. Bilmeyenler de, tıpkı onların söylediklerini söylediler. Allah, ihtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü onlar hakkında hük­münü verecektir.

Bu ayetin nüzul sebebi olarak şu olay gösterilmektedir Hristiyan Araplar­dan oluşan Necran heyeti Hz. Peygamber'in huzuruna çıkınca, yahudiler on­ların yanına geldiler. Aralarında yukarıdaki şekilde münakaşa edip birbirleri­ni itham ettiler. Bu olay üzerine yukarıdaki ayet grubu nazil oldu.

Bu ayetten şu sonucu çıkarabiliriz. Kendi kutsal kitaplarını okudukları ve belli bir inanca sahip oldukları halde, birbirleriyle ihtilafa düşmelerinin ve cahil insanlara kötü örnek olmalarının ne denli kötü ve zararlı olduğu bu ayet tarafından tescil edilmektedir.

1. Ayette geçen (kitap) kelimesi, belli bir kitap olduğu için, bu iki grubun da aynı kitabı okuduğu anlaşılmaktadır. Yahudilerle hristiyanlar aynı kitabı okuyor, aynı kitaba inanıyorlardı. Demek ki, aynı kitabın bilgisine sa­hiptiler. Tartışan bu iki inanç grubunun cahil olmadıkları, belli bir kitabın bil­gisine sahip oldukları, fakat kendilerini ayn dinî gruplara ayırdıkları net bir şekilde anlaşılmaktadır.

Bu bilgiyi veya tarihî olguyu Allah bize niçin anlatıyor? Bu tarihî olguyu günümüze taşıyarak, günümüzün hangi problemlerini çözebiliriz?

Günümüzde, aynı kutsal kitaba, yani Kur'an'a inanan ve onu araştıran insanlann gruplara ayrılmaları ve birbirlerini İslâm dışı görmeleri, yukarıdaki olgunun aynen devam ettiğini göstermektedir. Yüce Allah'ın bu tarihî olguyu anlatması, aynı kitabı okuyan ve aynı inancı paylaşması gereken insanların parçalanıp birbirlerini tekfir etmelerinin çirkinliğini göstermeye ve bu davra­nışın geçmişte insanlığa nelere mal olduğunu öğretmeye yöneliktir. Bu olgu başka ayetlerde "dini doğrama, dini parçalama" şeklinde ifade edilmektedir. Bu olguyu daha net bir şekilde açıklayabilmek için bu ayetlerden bir kaçını zikretmekte yarar görüyoruz:

Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir iliş­kin yoktur. Onlann işi Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildi­recektir. [En'am/159]

Ne var ki, insanlar dinlerini kendi aralarında parça parça böldüler. Her grup kendilerinde bulunan ile sevinip böbürlenmektedir. [Mü'minun/53] Dinini parçalayan insanlarla Hz. Peygamber'in bir ilişkisi olamayacağını ve bu insanların işinin Allah'a kaldığını beyan eden ilk ayet, ahiretteki yargı­lamada bu bölünmenin hesabının sorulacağını da ifade etmektedir. Sosyal bölünmelere de neden olan bu dinî bölünmenin meydana getirdiği problem­lerin çözümünün çok zor olduğu ortaya çıkmaktadır. Öyleyse, dinin sosyal ve kültürel alanlardaki yorumlan din haline getirilerek kutsallaştuılmamahdır. Dini olduğu gibi almak, din ile din kültürünün sınırlarını kesin hatlarla ayır­mak gerekir. İlahî alanla, beşerî alanın iyi belirlenip, dinin doğranma ve par­çalanması engellenmelidir.

2. Bilen insanların böylesine bölünerek tartışmaları, bilmeyen insanları da etkiler, ki ayette bu etkinin eğitim açısından ne kadar zararlı olduğu vurgu­lanmaktadır:

Âfâ'ttâ (Kitabı bilmeyenler de birbirleri hakkında tıpkı on­lann söylediklerini söylediler).

Allah Teala, kitabı bilenlerin de bilmeyenler gibi konuşmalarını kınamak­tadır. Cahil insanların düştüğü bölünmüşlüğe, bilen insanların da düşmesi, bir olgu olarak Kur'an'a taşınacak kadar önemsenmektedir. Cahil insanların birbirini itham edip küçümsemeleri az da olsa mazur görülebilir ama, bilen insanların birbirine karşı böyle davranmalan asla mazur görülemez.

Demek ki davranışlara yansımayan bilgi, parçalanmaya neden olmakta ve cahil gibi davranmaktan insanı koruyamamaktadır. Ayet, bilenle bilmeyen arasındaki farkın ortaya çıkmasını istemektedir. Ayrıca ayette, kutsal kitabı okumanın ve onun bilgisine sahip olmanın her şeyi halledemeyeceğine, önemli olanın o bilgiyi hayata geçirip bölünmeleri ortadan kaldırmak oldu­ğuna da dikkat çekilmektedir.

3. İhtilafa düştükleri hususlarda kıyamet günü Allah, onlar hakkında hük­münü verecektir.

Ayetin bu kısmını izah etmeden önce, aynı kutsal kitabı okuyan ve bilen ya-hudi ve hristiyanlann neden ihtilafa düştüklerini bulmamız gerekiyor. Baka­ra/2 13'te aralarındaki kıskançlıktan dolayı ihtilafa düştükleri söylenmektedir:

İnsanlar bir tek ümmetti, (ihtilaf edip) ayrılmaları üzerine Allah müjdeci ve uyarıcı olmak üzere peygamberler gönderdi ve beraberlerinde hak ile kitap in­dirdi ki: insanlar arasında -ihtilaf ettikleri noktada- hakem olsun. Bunda da kitap verilenler, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra sırf aralarındaki kıskançlıktan dolayı anlaşmazlığa düştüler.[102]

Demek ki, ellerindeki kitabın bilgisine ve açık delillere sahip olmalarına rağmen yahudi ve hristiyanlar, sırf kıskançlık sebebiyle ihtilafa düşmüşlerdir. Demek ki insanın nefsindeki kıskançlık duygusu harekete geçerek dinî anla­yışı ve sosyal hayatı parçalayan bir bombaya dönüşmektedir. Böylece Yüce Allah, ihtilafın arkasındaki psikolojik nedeni tesbit ederek bir davranış ana­lizi yapmış olmaktadır. Kıskançlığın, bilginin etkisini ortadan kaldıracağına dikkat çeken bu ayetler, dinî grupların kutsallaşıp düşmanlık üretmesinin ne­denini de beyan etmektedir. Bu ayetten, dini parçalayan, gruplara ayrılıp bir­birini küçümseyen ve birbirini dinsizlikle itham eden insanlar arasında al-lah'ın hüküm vereceğini de öğreniyoruz. Yaptıkları bu yanlışı, işledikleri bu büyük günahı Allah onlara kıyamet günü haber verecektir. [En'am/159]

İnsanların dini parçalamamaları ve dinde ihtilafa düşmemeleri için ne ya­pılması gerektiğini de şu ayetten öğrenebiliriz:

Bunun üzerine Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştükleri gerçeği izniy­le gösterdi. [Bakara/213]

Yüce Allah geçmişte dinde ihtilafa düşenlerin durumunu inananlara bildirmek suretiyle onun kötülüğünü gösterdi. Demek ki, böylesi yanlış iş ve günahlardan kurtulmanın çaresi, geçmişten hale ve istikbale projeksiyon tut­mak; geçmişin tecrübesi ile, yaşanan ve yaşanacak olan bu tarz problemleri çözmektir. Geçmişin tecrübesini kullanarak yaşanan problemleri çözme me­todunu burada görmekteyiz. Yüce Allah'ın, dinde ihtilaf konusunda müslü-manlan bilinçlendirirken kullandığı bilgi kaynağı Kur'an'dır.

Bunu gösteren ayetler şunlardır:

Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğulları'na, hakkında ihtilafa düştükleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır. [Neml/76]

Biz bu kitabı sana sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. [Nahl/64]

Bu ayetlerden çıkan netice şudur:

Kur'an ihtilafları bildirmek ve ortadan kaldırmak üzere gönderilmiştir. Dinde bölünme gibi çok ciddi sosyal olayların arkasındaki nedenleri tesbit eden Yüce Allah, ihtilaf içinde olanların, bu ihtilafları ortadan kaldıramaya­cağını da vurgulamaktadır. Peki ihtilafların nedenlerini açıklayıp onları or­tadan kaldırmak için gönderilen Kur'an'a inanan müslümanlann ihtilafa düşmesi ne ile açıklanabilir?

Buna şöyle cevap verilebilir: Kur'an'ı yeterince bilmemek, bildiğini ha­yata geçirmek ile. Bu cevabı, -Yüce Allah'ın Hz. Peygamber'e, birbirlerinin hiçbir şey üzerinde olmadıklarını söyleyen kitap ehline söylemesini emret­tiği- şu sözden çıkarıyoruz:

De ki: "Ey kitap ehli! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni hak­kıyla hayata geçirmedikçe, hiçbir şey üzere değilsiniz". [Maide/68]

Demek ki, aralarındaki kıskançlık, Tevrat'ı, İncil'i ve Allah'ın indirdiğini hayata geçirmelerine engel olmuştur. Kendi kutsal kitaplarını iyice öğrenip hayata geçirmemeleri, ihtilafın baş sebebidir. Müslümanlar da, Kur'an'ı öğ­renip hayata geçirmedikçe, hem ihtilafa düşecekler, hem de hiçbir sağlam te­mel üzerine olamayacaklar.

Bilmeyenlerin ihtilaf etmesi, bir dereceye kadar mazur görülebilir; ama bilenlerin ihtilaf etmesi asla mazur görülemez. Kur'an, mü'minlere, kutsal kitabını bildiği halde, onu hayata geçirmeyip ahirette sorumluluk altına gir­menin, inananlara yakışmadığını beyan etmektedir. [103]

 

Mescitte İbadeti Engellemek Ve Mescitleri Tahrib Etmek:

 

114. Allah'ın mescitlerinde O'nun adının anılmasına engel olan ve mescitlerin harab olmasına çalışandan daha zalim kim vardır? Aslında bunların oralara korkarak girmeleri gerekir. Bunlar için dünyada rezillik, ahirette de büyük azap vardır.

Bu ayetin insanlığa getirdiği önemli haklan şu şekilde açıklayabiliriz:

1. İbadet hakkı

Allah'ın isminin anılması, mescitte ibadet edilmesi manasına gelir. Çün­kü, namazın bir adı da zikirdir [Taha/14]. İnsanlar, Allah'a ibadet etmek için belli bir mekan edinirler. Yeryüzünün mescit olmasına, yani namazın her yer­de kılınabilmesine rağmen, cuma ve bayram namazları gibi bazı ibadetlerin toplu halde yapılma zorunluluğu vardır. Beş vakit namazı da cemaatle kılma­nın sevabı büyüktür.

İbadetlerini belli bir mekanda yapmaları, insanların hem sosyal ve hem de dinî haklarıdır. Bu hak, mabetlerin tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir. İba­det hakkı, bir ibadethaneye sahip olma hakkını da beraberinde getirmektedir. İnsanları, mescitte ibadetten alıkoymak, ibadet hakkını çiğnemektir. Bu ise zulümdür. Onun için Yüce Allah böylelerinden daha zalim birinin olmadığı­nı ifade etmektedir.

Tarihte ve Peygamberimiz döneminde böyle olayların olması, bu ayetin nüzul sebebini teşkil etmiştir. Fahruddin Razi ayetin nüzul sebebi olarak, ba­zı hükümdarların Beyt-i Makdis'i tahrib etmelerini, orada ibadet edenleri en­gellemelerini göstermektedir.

Bu ayetin, Peygamberimiz döneminde, müslümanlan mescitte ibadet yap­maktan alıkoyan müşrikler hakkında indiği görüşü, şu ayetlerle de isbatlan-maktadır:

a) Onlar Mescid-i Haram'ın görevlileri olmadıkları halde, müslümanlan oradan geri çevirirlerken, Allah onlara ne diye azap etmeyecek. [Enfal/34]

Demek ki, Hz. Peygamber döneminde, müslümanlann Mescid-i Haram'a gidip ibadet etmelerini engelleyenler vardı.

b) Onlar, inkar eden, Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi engelleyen ve bekleti­len kurbanların yerlerine ulaşmasını men edenlerdir. [Fetih/25]

Bu ayet de, hac ibadetini engelleyenleri ele almaktadır. Olay, Hz. Pey­gamber döneminde meydana gelmiştir.

c) Cemaatle kılınan gece namazlarında imamın sesli, gündüz namazların­da sessiz okumasının sebebini İsra/110 ayetinde bulabiliriz:

(Namazda yüksek sesle okuma, onda sesini faz­la da kısma, ikisinin arası bir yol tut). [Isra/110]

Gündüz kılınan namazlarda kıraatin sesli olması halinde müslümanlara eziyet edilmesi muhtemeldi. Onun için Hz. Peygamber, gündüz namazların­da sesli okumamıştır. Bu da, bizi şu gerçeğe götürmektedir: Müslümanlann ibadetleri engellenerek ibadet haklarına tecavüz ediliyordu. Bu üç ayet, Ba­kara/l 14'ün nüzul sebebini net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Belli bir mekanda ibadet etme hakkı kutsaldır; ona saygı duyulması gere­kir. İşte bu hakka saygı duymayanlan Yüce Allah en zalim insanlar olarak tavsif etmektedir.

2. İbadethaneleri harab etmek

Ayetin ikinci bölümünde, mescitleri tahrib etmeye koşan, onlan yıkmak için gayret sarf eden insanlar ele alınmaktadır. İbadet hakkını engellemekle, ibadethanelerin tahribine koşmak, birbirine yakın büyüklükte günahlar oldu­ğu için, Allah bunu da zulmün içine dahil etmiştir.

Yüce Allah, ibadethaneleri tahrip edip yıkanlan, kötü insanlar olarak va­sıflandırmaktadır:

Onlar, başka değil, sadece Rabbimiz Allah'tır dedikleri için haksız yere yurt­larından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah bir kısım insanları, diğer bir kısmı üe engellemeseydi, mutlak surette, içlerinde Allah'ın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp giderdi. [Hacc/40]

Bu ayetten anlıyoruz ki, Yüce Allah mescitlerin, kiliselerin, manastır ve havraların yıkılmasını istememektedir. İstanbul'u fetheden Fatih Sultan Meh-med, bu ayetin hükmü gereği kilise ve havralara dokunmamışur. İyi insanlar, bu tahribatı yapanları engellemelidir. Ayet, böylelerinin engellenmemesi ha­linde ibadethanelerin yıkılıp gideceğine dikkat çekmektedir.

3. Onlara, mescitlere korkarak girmek yaraşır.

Ayetin üçüncü bölümü, o zalimlerin hangi psikolojik duygu ile ibadetha­nelere girebileceklerine ışık tutmaktadır. Onlara, ibadeti engellemek ve mes­citleri harap etmek değil, oralara korku içinde girmeleri yakışır. Mescit, ina­nan insanlara mutluluk verirken, kafirlere korku salmaktadır. Ayet bize, iba­dethanelere karşı takınılan tavrın, bir taraftan insan psikolojisinden, bir taraf­tan da onların farklı inançtaki insanlara saldıkları korkudan kaynaklandığını göstermektedir.

Bununla birlikte, ayetin bu kısmı, gelecekle de alakalı olabilir; şöyle ki: Müslümanların etkinliği artınca, zalimlerin gönlündeki korkunun da artaca­ğına ve ibadethanelere korku içinde yaklaşacaklarına işaret edilmiş de olabi­lir. Çünkü sosyal gücü kaybetmeleri, düşmanlık yerine korkuyu getirir.

Sonuçta, şu noktaya varıyoruz: insanlık tarihi, farklı inançlara sahip olan­ların mücadeleleri ile doludur. Bu mücadeleler, insanlığın enerjisini heba et­miş ve insanlığa zarar vermiştir. Özellikle ibadet özgürlüğü ve bunun sağla­dığı hakların çiğnenmesi, insanlığın çok geri kalmasına neden olmuştur. Yü-oe Allah bunu, en büyük zulüm olarak nitelendirmiştir.

4. Onlara dünyada rezillik, ahirette de büyük bir azap vardır.

Ayetin bu kısmından iki türlü azap olduğunu anlıyoruz: Dünyadaki ve ahiretteki azap. Yüce Allah, dünyadaki azap için  (hizy) demektedir.

Hizy lügatte alçak, adi, aşağı, değersiz, pespaye, kötü, iğrenç, nefrete la­yık manalarına gelmektedir. Fiil olarak, gözden düşmek, rezil etmek, haysi­yetsiz olmak, itibardan düşmek, utandırmak anlamlarını ifade etmektedir.

Rüsvaylık ve pespayelik manasına gelen hizy azabı, çoğunlukla bu dün­yada çekilecek olan bir azaptır. Kur'an'da iki ayette de ahirette olacağına işa­ret edilmektedir. Kur'an'da, dokuz tür davranışın bu azapla cezalandırılacağı beyan edilmektedir:

a) İnsanların ibadet özgürlüğünü ellerinden alıp ibadet haklarını çiğnemek ve ibadethaneleri tahrib etme gayreti içinde olmak. [Bakara/114]

b) İnsan öldürmek, insanları yurtlarından çıkarmak ve çıkaranlara yardım­cı olmak. [Bakara/85]

c) Allah ve Resulüne karşı savaşmak ve toplumun düzenini bozmak. [Ma-ide/33]

d) Ağzı ile inandım deyip kalbi ile inanmamak. Allah'ın hükümlerini de­ğiştirmek. [Maide/41]

e) Allah ve Resulüne karşı koymak. [Tevbe/63]

f) Bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı kitabı olmadığı halde, Allah yolundan saptırmak için mücadele vermek. [Hacc/89]

g) Peygamberi yalanlamak. [Zumer/25-26]

h) Yeryüzünde kibirlenmek ve Allah'ın ayetlerini yalanlamak. [Fussi-let/15-16]

i) Allah'ı aciz bırakmaya çalışmak. [Tevbe/2]

Bu davranışlardan sadece 'Allah ve Resulüne karşı koymak', ahirette aşa­ğılık azabın nedeni olarak gösterilmektedir. Nahl/27de de hizy'in, ahiretteki alçalücı bir azap olduğu bildirilmektedir.

Bu azap çeşidinin ferdî ve sosyal boyutu vardır; yani bazen ferde, bazen de topluma verilir. Yukarıda sıraladığımız davranışlar aslında üç grupta top­lanabilir: Allah'a, Peygamber'e ve topluma karşı işlenen suçlar.

Şimdi bu azabın, dünyada verilmeme durumunun olup olmadığına baka­lım. Kur'an'a göre bu azabın verilmeme ihtimali vardır. İlgili ayetler şöyledir:

Yunus'un kavmi müstesna, herhangi bir ülke halkı, keşke iman etse de, bu imanları kendilerine fayda verseydi! Yunus'un kavmi iman edince, kendilerin­den dünya hayatındaki rüsvaylık azabı kaldırıldı. [Yunus/98]

Dünyada rüsvaylık azabına layık görülen bir toplumdan bu azabı kaldıra­cak dinamik iman'dır. Değişimi gerçekleştirecek gücün iman olduğunu söy­leyen Yüce Allah toplumsal değişimin, psikolojik değişim üzerine oturduğu­na işaret etmektedir, inkardan imana doğru oluşan değişim, topluma gelecek rüsvaylık azabının kaldırılmasına vesile olmaktadır. Böylece ayet, toplumdaki değişimin köklerinin, fertlerin gönüllerinde olduğu gerçeğini bir kanun olarak ortaya koymaktadır. Gönüldeki inkarın imana doğru değişimi, sebep; rüsvaylık azabının kalkması da sonuç'tur. Netice olarak diyebiliriz ki: Fert ve topluma rüsvaylık azabının gelmesine sebep olan davranışların terk edilmesi ve onların yerine salih amellerin işlenmesi, gereken değişimi sağlamış ola­caktır. Kulun davranışları sebep, olumlu değişimi yapan da ilahî rahmettir. [Hud/66]

Dünyada aşağılık olan bu insanları, ahirette de büyük azap beklemektedir. Ahiret azabı, dünya azabından daha şiddetli olduğu için, ayette azim yani "büyük" sıfaü yer almaktadır.

Allah'ın mescitlerinde Allah'ın isminin anılmasını engelleyenler, yani ora­larda ibadet yapılmasına mani olanlar ve ibadethanelerin harab olması için gayret edenler, dünyada aşağılanmaya, ahirette de büyük azaba çarptırılacak­lardır. Demek ki, insanlar kendi yaptıklarıyla azaba müstahak olmaktadırlar. Davranışlar ya cennete dönüşüyor, ya da cehenneme; başka bir ifadeyle ya ödüle, ya cezaya. [104]

 

Allah Her Yerde Hazır Ve Nazırdır:

 

115. Doğu da batı da Allah'a aittir. Nereye dönerseniz Al­lah'ın vechi oradadır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi istila eden ve her şeyi bilendir.

Doğu ve batı insanların bulundukları yere göre değişeceği için, izafilik arz etmektedir. Aslında ayette kıble ile alakalı olup namazda kıblenin ne anlam ifade ettiği beyan edilmektedir. Yani ayet, Kabe'ye dönmenin, Allah'ın orada olduğu manasına gelmediğine işaret etmek için indirilmiştir.

Kabe'ye yönelmenin emredilmesi, namazda disiplinin sağlanması amacı­na yöneliktir. Yoksa, Allah'ın bulunduğu yere yönelmek değildir. Çünkü Al­lah her yerde hazır ve nazırdır. Doğu ile batıya yönelmenin bir farklılığı yok­tur, çünkü her yön Allah'a ait ve her mekan O'nundur.

(Nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır). Bakara/112'de vech kavramını açıkladığımız için burada tekrar etmeyece­ğiz. Vech kavramı burada Allah'ın zatı manasına gelmektedir. Ayetin bu kıs­mı, Allah'ın mekandan münezzeh olduğunu ifade etmektedir. Çünkü Allah, her şeyi istila eden ve her şeyi bilendir. Başka bir gezegende yaşayan insa­nın, Ka'be'ye yönelerek ibadet etmesi mümkün değildir. Demek ki Kabe, na­mazın bir disiplin içinde sürdürülebilmesi için tayin edilmiş sembolik bir yöndür. [105]

 

Allah Çocuk Edinmiş Midir?

 

116. "Allah çocuk edindi" dediler. Haşa! O, bundan mü­nezzehtir. Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi O'nun­dur; hepsi O'na boyun eğmektedir.

I. Ayetin iniş sebebini, zaten birinci bölümü açıklamaktadır. Burada, ya-hudi ve hristiyan kültüründe mevcut olan Allah'ın oğula sahip olduğu inancı­nın yanlışlığı çeşitli delillerle isbat edilmektedir. "Allah'ın çocuğu vardır" ya da "Allah çocuk edindi" ifadeleri bu ayetin nüzul sebebidir. Bu batıl inancın kaynağında yahudiler bulunmaktadır.

1. (Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur" dediler) [Tev-be/30]. Allah'ın oğlu olduğu iddiasıyla bir insana kutsallık atfetmeye, insan­lık tarihinde ilk kez yahudilerde rastlanmaktadır. Allah'ın oğlunun bulundu­ğu iddiası, şirkin başka bir boyutudur. Hz. Adem'den bu yana akan şirk ırma­ğını taşıran bu inanç, hristiyanlığı da etkilemiştir.

2. (Hristiyanlar da "Mesih, Allah'ın oğludur" dediler) [Tevbe/30]. Yahudilerin, Üzeyfin Allah'ın oğlu olduğu şeklindeki inancı, bu­laşıcı bir hastalık gibi hristiyanlığa sıçradı ve onların da Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmelerine sebep oldu. Bulaşıcı hastalıklar gibi, yanlış fikir ve inançlar da bulaşırlar. Bu anlamda, fikir ve inanç biçimleri tabiat ka­nununa benzerler. Hristiyanlar da yahudilere "Madem siz Üzeyir Allah'ın oğ­lu diyorsunuz; biz de İsa Allah'ın oğlu diyoruz" şeklinde karşılık verdiler. Şeytan, bir grup insanın gönlündeki şirk mikrobunu alıp diğer bir gruba aşı­lamaktadır.

3. (Yahudiler, Allah'ı bırakıp hahamları­nı; hristiyanlar da rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler). [Tev-be/31]

Tevbe/30'da Allah'a oğul isnad edenlerin, 31. ayette de, insanı rab edin­dikleri bildirilmektedir. Kitap ehlinin, Allah'a oğul isnad etmekten, insanı rab ittihaz etmeye kadar varan bu şirk hastalığı, insanlığın inanç yapısında ka­panmayacak bir yara açmıştır. Üzeyr ve Hz. İsa'yı tannlaştınnaya kadar uza­nan bu inanç biçimi, din alanında büyük kirler bırakmıştır. Bu kirlerin ne denli güçlü ve etkileyici olduğu Kur'an'da beyan edilmektedir.

4. ("Rahman çocuk edindi" dediler. Hakikaten siz, pek çirkin bir şey ortaya attınız. Bundan dolayı, neredeyse gökler çatlayacak, yer yarı­lacak, dağlar yıkılıp düşecektir. Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları yü­zünden. Halbuki çocuk edinmek Rahman'ın şanına yakışmaz). [Meryem/88-92]

"Allah'ın çocuk edindiği" inancının, gökleri çatlatacak, yeri yaracak ve dağların yıkılmasına sebep olacak kadar çirkin bir iddia olduğunu bizzat Al­lah söylemektedir. Bu inancın meydana getirdiği depremin merkezi ise, bu yanlış inanca saplananların gönlüdür. Demek ki insanoğlu, kainatı sarsabile­cek güçte yanlış inançlar üretebilmekte ve insanlığın inanç kültürünü lekele-yebilmektedir.

5. (Yahudi ve hristiyanlar, "Biz Allah'ın oğul­lan ve sevgilileriyiz" dediler). [Maide/18]

insanlığın gönlünde türeyen bu ur, yayıldıkça yayıldı ve neticede yukarıdaki inanç gruplarının tamamını sardı. Önce peygamberleri için Allah'ın oğ­lu dediler; sonra din adamlarını tannlaştırdılar, daha sonra kendilerini Al­lah'ın oğullan ve sevgilileri ilan ettiler. Şirk denen bu manevî hastalık, bula-şıcüığını her alanda gösterdi. Peygamberlerini Allah'ın oğlu olarak görmek­le yetinmeyerek, kendilerini de Allah'ın oğlu olarak görmeye başladılar ve bu inancı ihraç etme gayretine giriştiler.

Kur'an'ın, bu şirk pisliğinden insanlığı temizlemek için indirildiğini söy­lersek, herhalde hata etmiş olmayız. Kur'an, öncelikle insan gönlünü şirkten temizleme uğraşı veriyor, ardından da tevhid inancının temellerini atıyor. Yu­karıdaki ayetlerde önce bu inancın tahribatının büyüklüğü gündeme getiril­miş, daha sonra da çocuk edinmenin, Allah'ın şanına yakışmayacağı ifade edilmiştir.

6. (Halbuki Rahman'ın bir evlat edinmesi asla uygun de­ğildir). [Meryem/92]

Bu ayette, "uygunluk" fikrine dikkat çekilerek insanlar eğitilmekte ve şirk pisliğine karşı mücadele verilmektedir. O nedenle, isnad edilen şeyin Allah'ın şanına uygun olup olmadığına dikkat edilmelidir. Aksi takdirde Allah'a uy­gunsuz bir şey isnad edilebilir ki bu, tevhid inancını temelinden sarsar.

7. (Allah  doğurmadı,  doğurulmadı,  O'nun hiçbir dengi yoktur). [İhlas/3-4]

Allah'ın oğlu olduğunu iddia etmek ve bu iddiayı inanç haline getirmek, Allah'ın doğurduğunu iddia etmekle aynı şeydir. Bu inanç, Allah'ın dengi olan varlıklar bulunduğu kanaatinin göstergesidir. Doğuran, aynı zamanda, doğurulmuş da olacaktır. Böylece şirk dallanıp budaklanacaktır. Doğuran ve doğurulan bir varlık zamanla ihtiyarlayacakür. Bu özelliklere sahip olan var­lık ise Allah olamaz.

8. Daha sonra bu şirk inancı, teslise (üçlü bir ilah inancına) dönüştü. Hz. İsa'ya, bu inançla bir ilgisi olup olmadığı ahirette sorulacaktır:

Ey Meryem oğlu İsa! insanlara beni ve anamı Allah'tan başka iki tanrı edinin diye sen mi dedin? [Maide/116]

Andolsun  "Allah, üçün üçüncüsüdür"  diyenler de  kafir olmuşlardır. [Ma-ide/73]

Birinci ayette hristiyanlann, Hz. İsa'yı ve annesini tanrı edindiklerine, ikinci ayette de teslise (üçlü ilah inancına) işaret edilmektedir. İki ayet birbi­rini tamamlar niteliktedir. Birinci ayette Yüce Allah, Hz. İsa'yı sorgulamak suretiyle bu yanlış inancın kaynağına gidilmesinin önemini vurgulamaktadır.

Bize göre bu durum, çok tanrılı dinlerin Yahudilik ve Hristiyanlık'ı etkile­mesi ve farklı şekillerde ortaya çıkmasından başka bir şey değildir. İnsanın kutsallaştınlması, çok tanrılı inancın farklı biçimde ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Bir bakıma, insanı insana kul yapma düşüncesi, bir kutsallık ardı­na gizlenmiştir.

II. (Allah bu gibi şeylerden münezzehtir).

"Bu gibi şeylerden münezzehtir" ifadesiyle ne kasdedildiği, tefsirini yap­makta olduğumuz ayetin ilk kısmından anlaşılmaktadır. "Bu gibi şeylerden münezzehtir" ifadesinden kasıt, Allah'ın çocuk edinmekten münezzeh oldu­ğudur. Bu konuyla ilgili diğer bir ayet de Nisa/171 ayetidir

(O, çocuğu olmaktan münezzehtir),

'Münezzeh' kavramı, uzak anlamına gelir. Çünkü sübhan kavramının kö­kü, yüzmek manasına gelen sebbehe'dii. Yüzen insan, bir yerden uzaklaş­maktadır. Teşbih kavramının kökünde de uzaklaşmak vardır. Tesbih'in ne an­lama geldiğini Bakara/30'da beyan etmiştik. Demek ki subhanehu ifadesi, "O çocuk edinmekten uzaktır" manasına gelmektedir. Diğer taraftan subhanel-lah kelimesi aynı zamanda, şok edici bir durum karşısında duyulan hayreti ifade etmek için de kullanılır. "Allah çocuk edindi" demek, şok edici bir ifa­dedir. İmanlı kalpler, gönlü korkuyla ürperten, insanı şaşırtan bu ifade karşı­sında irkilmekte ve Allah'ı tenzihe yönelmektedirler.

III. Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur; hepsi O'na boyun eğmiştir.

Ayetin birinci kısmı ile ikinci kısmı arasında, ilk bakışta bir bağlantı ku-rulamayabilir. Bunu şöyle açıklayabiliriz: Allah'ın çocuğu olsaydı, sadece ona sahip olmuş olacak; onun dışındakilere aynı sahipliği göstermeyecekti. Göklerde ve yerde olan tüm varlıklar O'na ait olduğuna göre, Allah hepsine aynı mesafededir, hepsine aynı yaklaşımı sergilemektedir ve hepsine layık oldukları muameleyi yapmaktadır.

Üstelik kainattaki tüm varlıklar O'na boyun eğmektedir. Çocuğu olan var­lığa, çocuğu boyun eğer, başkaları o çocuk gibi O'na boyun eğmez; O da bunu onlardan bekleyemez. Bütün varlıkların boyun eğdiği bir varlığın, çocuk edindiğini söylemek, hakikatin dışına çıkmaktır. Demek ki Allah, kendisine çocuk isnad edenlerin fikirlerini, kainatla olan pideme çürütmektedir. [106]

 

Varlıkların Oluşumu:

 

117. Allah göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Bir şeyi diledi­ğinde, ona sadece "Ol" der, o da hemen oluverir.

Bakara/117 ayeti, 116. ayetin muhtevasıyla yakından alakalı görünmekte­dir. Bunu soru-cevap şeklinde izah edebiliriz:

- Çocuk edinmekten münezzeh olan Allah'ın, kainata sahip olması ne su­retledir?

- Yaratmak suretiyle.

- Peki onları nasıl yaratmaktadır?

- "Ol" demek suretiyle.

Yüce Allah bir şeyi yaratmayı murat ettiği zaman, ona 'Ol' der, o da olu­verir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette geçen bedî'u, kün İcada kav­ramlarının manalarını açıklayabiliriz:

Bedî'u icat etmek, ihdas etmek, çıkarmak, vücuda getirmek, birden bire yarafifik, mükemmel neticeleri elde etmek, düşünüp tertip etmek, eşsiz olarak kabul et­mek manalarına gelmektedir. Bedî eşsiz, hayret verici, harikulade, şaşılacak, hayran bırakan şey, şayan-ı takdir, çok güzel, müstesna, tek, yegane, emsal­siz, yaratıcı manalarına gelmektedir.

Kur'an'da, yaratma manasına gelen üç kavram yer almaktadır: Halekaje-tara \e bid'a. "Yaratma" anlamında birleşen bu kavramların aralamada fark olduğu da bir gerçektir.

Bid'a bir şeyin yoktan yaratılması, fetara bir şeyin yoktan yaratılıp göre­vinin belirlenmesi, haleka ise bir şeyin başka şeylerden oluşturulup yaratıl­ması manasına gelmektedir.[107]

Bu manaları bir örnekle açıklayabiliriz: insanın yaratılışı bahis mevzu edilirken Allah'ın hâlık sıfatı ile fâtır sıfatı kullanılmaktadır. Allah'ın insanı, daha önce mevcut olan topraktan yarattığı ifade edilirken haleka kelimesi kullanılmaktadır.

Topraktan yaratılan insana, psikolojik bir yapı koyması ve görevlerini be­lirlemesi ise fetara fiili ile ifade edilmektedir.

Kainatı yaratması ve ona mükemmel bir yapı vermiş olması ise bid'a fiili ile ifade edilmektedir. Yoktan yaratılan göle ve yerin fâtır sıfatıyla da alakası vardır. Yoktan yaratılan varlıkların görevlerinin belirlenmesi, bu sıfat gereği­dir. Demek ki fâtır sıfatının hem hâlık, hem de bedî sıfatı ile alakası vardır.

Sözlükte kada ihtiyacını gidermek, göz yaşını tüketmek, öldürmek, borcu ödemek, tebliğ etmek, yerine ulaştırmak, sağlam bir şekilde yapmak, iki ha­sım arasında hükmetmek, beyan etmek, bildirmek, emretmek, gayesine ulaş­mak, anlaşmak, hakkını almak, manalarına gelmektedir. [108]

 

Kada kavramının Kur’an’daki Manaları:

 

1.  Hükmetmek, emretmek

Kur'an'ın pek çok ayetinde kada kavramı hükmetmek anlamında geçmek­tedir. Bunlardan birisi, tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/117 ayetidir. Diğeri de şu ayettir

(Rabbin sadece kendisine kulluk etmenizi emrediyor). [İsra/23]

Bu mana, kada kavramının temel manalarından biridir.

2.  Son vermek

Kendi tarafından olara, düşmana karşı Musa'dan yardım diledi. Musa da öte­kine bir yumruk vurdu ve hayatına son verdi. [Kasas/15]

Kelimenin buradaki anlamı, ölüme sebep olmaktır.

 3.  Tamamlamak

Sonunda Musa süreyi tamamlayınca... [Kasas/29]

Ayette kada kelimesi ecel (süre/vakit) kavramı ile bir araya gelmiş ve ve­rilen sürenin/vaktin tamamlanması manasını kazanmıştır.

4.  Canını vermek

Kimisi verdiği sözü yerine getirmiştir... [Ahzab/23]

Yüce Allah bu ayette, sözünde duran er kişilerden bahsetmektedir. Ayetin tamamı şöyledir:

Mü'minlerin içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlar­dan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir. Kimi de beklemek­tedir. Onlar hiçbir şekilde değişmemişlerdir. [Ahzab/23]

Ayette kada kavramı, & kelimesiyle bir araya gelmiştir. Bu kelime "ecel" manasına geldiği gibi "nezr" anlamına da gelmektedir. Ayette "ecel" anlamıyla yer almakta ve Allah'a verdiği sözü yerine getirmek için canını fe­da etmek manasını ifade etmekte; canı pahasına da olsa verdiği sözde duran er kişiyi anlatmaktadır. Rabbine verdiği sözde duran kişinin psikolojik yapı­sı da bu kavramla açıklanmaktadır.

5.  Karar vermek

Allah ve Resulü bir işe karar verdiği zaman, inanmış erkek ve kadına seçme hakkı yoktur. [Ahzab/36]

Ayette geçen kada kelimesi, hükmetmek manasına da alınabilir. Bu ayet­te emr kelimesiyle bir araya geldiği için, bir işe karar vermek manası daha uygun düşmektedir.

6. Açığa vurmak

Ancak Yakub içindeki bir dileği açığa vurmuş oldu. [Yusuf/68]

İçteki bir niyetin, dilek ve arzunun dışa vurulduğunu ifade için de bu kav­ram kullanılmaktadır. Aslında kavramın bütün anlamlarında bu mana vardır.

7. Vahyetmek, bildirmek, açıklamak

Fiil halinde kullanılıp da faili de Allah olduğunda kelime, haber vermek, vahyetmek ve bildirmek manalarını ifade etmektedir.

(Lut'a şu hükmümüzü vahyettik...) [Hicr/66]

(Tevrat'ta tsrailoğullan'na haber verdik ki...) [İsra/4]

Birinci ayette vahyetmek, ikincisinde ise haber vermek manası öne çık­maktadır.

8. İşi bitirmek

"Muhammed'e, görebileceğimiz bir melek indirilseydi ya!" dediler. Eğer biz öyle bir melek indirseydik, elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine göz bile açtınlmazdı. [En'am/8]

İşin bitirilmesi ifadesiyle, onların hayatına son vermek kasdedilrniştir.

9. Gidermek

(Sonra kirlerini gidersinler). [Hacc/29]

Burada kelime, hacc esnasmda vücuttaki kirlerin temizlenmesi manasına gelmektedir.

10. Yaratmak

(Böylece onlan, iki günde yedi gök olarak yarattı). [Fussi-let/12]

Buradaki yaratmaktan kasıt, tamamlamak'tır. Görüldüğü gibi kada kavra­mı Kur'an'da çok farklı manalarda geçmektedir.

(kün fe-yekun)

Bu kelimenin kökü kâne'dk. "Allah bir şeyi dilediğinde ona 'Ol' der, o da oluverir" ifadesinin burada zikredilmesinin sebebi, 116. ayetteki Allah'ın ço­cuk edindiği iddiasının yanlışlığını göstermektir. Çocuk doğurmak, uzun za­man alır ve çocuğun yaratılıp gelişmesi ve doğacak hale gelmesi Allah'ın ya­ratmasına ters düşer. Oysa ki Allah Teala'nın olmasını dilediği bir şey için "Ol" demesi yeterlidir.

Haleka (yaratma) ile kün fe-yekun fiili arasındaki ilişki, Âl-i Imran/59'da bulunabilir:

(Muhakkak ki, Allah katında, İ-sa'nın durumu, Adem'in durumu gibidir. Allah Adem'i topraktan yarattı, Son­ra ona "Ol" dedi, o da oluverdi).[109]

Bütün varlıkları "Ol" emriyle yaratan ve her şeyin boyun eğdiği varlığın çocuk edinmesi mümkün müdür?

Bakara/116-117'de ele alınan konular, eğitim açısından bize şunu öner­mektedir: Dinî konularda, Allah'ın çocuk edindiği gibi tutarsız fikir ve inanç­lar ortaya atılabilir. Bu tip köksüz fikir ve inançların yanlışlığı mutlaka anla­tılmalı, kainattaki fizikî oluşumlar ve yaratılış kanunu esas alınarak bunların yanlışlığı gösterilmelidir.

Yanlış fikir ve inançlar başıboş bırakılırsa, zamanla kemikleşirler. Kemik­leşen inançlara sahip olan kimselerin hidayete gelmeleri zorlaşır. Cevaplan-dınlamayan sorular, doğrusu söylenmeyen fikirler, zamanla insan gönlünün iyiden yana değişimine engel olur, insanın içindeki güzelliklerin dışarı çık­masını önlerler. [110]

 

Kalplerin Benzeşmesi:

 

118. Bilmeyenler dediler ki: "Allah bizimle niçin konuş­muyor? Yahut bize niçin bir ayet gelmiyor?" Onlardan ön­cekiler de tıpkı onların dediklerini demişlerdi. Kalpleri birbirine benzedi. Gerçekleri iyice bilmek isteyenlere ayetleri apaçık gösterdik.

Ayetin analizini yaparsak şu prensiplere ulaşırız:

1. Kıskançlık ve taklit

İnsanlık tarihi incelendiğinde kıskançlığın açtığı derin sosyal yaralara rastlanacaktır. Kıskançlığın hasede dönüştüğü en önemli ortamlardan biri, peygamberlerin Allah katındaki özel durumları ve yüklendikleri görevlerdir. Allah'ın bazı peygamberlerle konuşması ve onlara mucize vermesi, kıs­kançlık ve hasedin odak noktasını oluşturmuştur. Onların bu durumunu kıs­kanan ve bunu hasetliğe dönüştürenler, "Allah bizimle niçin konuşmuyor? Bize niçin ayet (mucize) gelmiyor?" demeye başladılar. Bu sözlerin onların ağızlarından dökülmesini sağlayan psikolojik saikler, kıskançlık ve haset­tir.

Bu tür sözlerin eskiden beri söylenegeldiği, ayetin ikinci kısmında bildir­mektedir. Bu durum, nesilleri cehenneme götüren bir taklitçilik; bir geriye gi­diştir. İşte Yüce Allah "Evvelkiler de aynı şeyi söylemişlerde ifadesiyle, bu taklide ve bu geriye dönüşe dikkat çekerek ruh hallerinin analizini yapmak­tadır.

Demek ki, kıskançlık ve hasedin meydana getirdiği taklitçilik, kendine has yoz bir kültür oluşturmakta ve bu kültür nesilden nesile intikal etmekte­dir. Bu ayetle Yüce Allah, psikolojik tahlilden, sosyolojik kanunlara geçerek, sosyal kanunların temelindeki psikolojik yapıyı gözler önüne sermektedir.

Geçmiş nesiller sadece Allah'ın kendileriyle konuşmasını ve kendilerine bir mucize gelmesini değil, aynı zamanda kendilerine meleklerin gelmesini Allah'ı görmeyi de istemişlerdi.

(Bizim üzerimize melekler indirilmeli değil miydi? Veya Rabbimizi görmeli değil miydik?) [Furkan/21]

Görüldüğü gibi, istekleri Allah'ın kendileriyle konuşması ve mucizeler gelmesiyle bitmiyor, daha ileri giderek kendilerine meleklerin gelmesini, hatta Allah'ı görmeyi istiyorlar. Günümüzde de "Göster bana Allah'ı inana­yım" ifadeleri bu zihniyetin bir devamıdır.

2. Kalplerin benzeşmesi

Bu taklitçiliğin gönüllerde yerleştiğini ve nesillerin gönülleri arasında bir benzeşme meydana geldiğini söyleyen ayet, söylem berzerüklerinin gönül benzerliğinden kaynaklandığı ilkesine işaret etmektedir. Aynı istek ve söy­lemler, benzeşen kalplerin ortak işaretidir.

Bu tür sözlerin, cahillerin ağzından çıkacağına işaret eden Yüce Allah, ce­haletin, makul isteklerin sınırlarını ortadan kaldıracağına işaret etmektedir.

3. Ayetler açıklandı

Yüce Allah ayetlerini, gerçekleri bilmek isteyenlere, yani sağlam iman edenlere gönderdiğini, gösterdiğini ve açıkladığını ifade buyurmaktadır. Mu­cizeler, gerçeği bilmeye hazır olan gönüllere gösterilir. Mucizelerin gösteril­mesinde temel unsur, insanın gönlüdür.

Ayette gerçekleri bilmek isteyenlerin bir topluluk olduğuna dikkat çekil­mektedir. Gerçekleri bilmek istemek, bir kişinin değil de bir topluluğun ar­zusu olduğunda, işte ancak o zaman mucizeler gösterilir. Böylece mucizele­rin, geriye gitmek isteyen, taklitçi, isteklerine sınır koymayan ve kendi sevi­yelerini bilmeyen bir topluma değil, ancak gerçeği bilmek isteyenlere göste­rildiği beyan edilmektedir. Ayetin üçüncü kısmı, bir eğitim ve öğretim faali­yetinin varlığına işaret etmektedir.

"Gerçekleri iyice bilmek isteyenler için ayetleri apaçık gösterdik" ibare-sindeki "göstermek" kavramı, açıklamak ve öğretmek anlamını ifade et­mektedir. Ama aynı ifadeden bu öğretimin, ancak gerçeği arayanlara, yani öğretime alaka duyanlara yapılacağı da anlaşılmaktadır. Öğretim faaliye­tinde "alaka", olmazsa olmazı teşkil etmektedir. İnsanın beyni hazır olma­lı, arayış içinde bulunmalı ve gerçeği öğrenmeye sevdalı olmalıdır. Bunla­rın hepsi kişinin alakasını uyandıracak ve neticede öğretimden istifade ede­bilecektir.

Ayetteki (gerçeği arayan topluma) ifadesi, onlardaki sevdayı, ha­zır oluşu ve alakayı ifade etmektedir. Herhangi bir öğretim faaliyetinde -sarf edilen emeğin boşa gitmemesi için- "alaka" dediğimiz gönül ve zihin hazır­lığı mutlaka gerçekleşmelidir.

Böyle bir hazırlığı bulunmayan kimseyle uğraşmak, emeğin boşa har­canması demektir. Yüce Allah, ayetin bu kısmında öğretim faaliyetinin za­ruret prensibine işaret etmiştir. Gönlünde sevda ve alaka, beyninde bir ha­zır oluş ve arayış olmayan insanların istekleri ölçüsüz, mantıksız ve tutar­sız olur; anlayamayacakları, altından kalkamayacakları şeyleri istemekten geri durmazlar. [111]

 

Hz. Peygamberin Görevleri:

 

119. Doğrusu biz seni hak ile müjdeleyici ve uyarıcı ola­rak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.

Kur'an'da, Peygamberimizin vazifelerini bildiren pek çok ayet vardır. Bu vazifelerden ikisi bu ayette yer almaktadır. Hz. Peygamberin görevlerini bu­rada sıralamamız yerinde olacaktır:

1. Elçilik

Resul kavramı elçi manasına gelmektedir. Yüce Allah, insanların içinden elçiler seçmektedir. Dünyevî anlamda elçi, iki devlet arasındaki kültür, çalış­ma, eğitim ve askerî ilişkileri düzenleyen kişidir. Allah tarafından seçilen peygamber de bir elçi olarak, ilahî alem ile beşerî alem arasındaki dinî me­seleleri çözmekle görevlendirilen kimsedir.

Allah'ın insanlara elçi gönderme sünneti, insanlar arasında da uygulan­maktadır. Devletlerarası elçilik uygulamasını insanlığa öğreten Allah'tır. Al­lah'ın öğrettiği bu metodu, insanlar da devletlerarası uygulamada hayata ge­çirmektedir:

2. Tebliğ

Peygamberin görevlerinden biri de, ilahî mesajı insanlara ulaştırmak, ya­ni tebliğ etmektir.

Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğ­rusu Allah, kafirler topluluğuna rehberlik etmez. [Maide/67]

Elçi, Allah'ın kendisine indirdiğini aynen insanlara ulaştırmak, öğretmek ve ona hiçbir şey katmadan tebliğini yapmak durumundadır. Bu faaliyetler, peygamberlik görevinin olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Elçilik görevi­nin yerine getirilip getirilmediği buna bağlıdır.

3. Şahitlik

Şahitlik, Hz. Peygamber'in nebilik görevleri arasında yer almaktadır. Şa­hit kelimesinin ana manası örnek'tk. İkincil manası "problemleri çözen kim-se"dir. Şahitlik yapma görevini, Yüce Allah mü'minlere de vermiştir [Baka­ra/143]. Bu görev Hz. Peygambere şu ayetle verilmiştir:

Ey Peygamber! Biz seni gerçekten bir şahit olarak gönderdik. [Ahzab/45]

4.  Müjdelemek

Ahzab/45 ve Bakara/l 19'da geçen mübeşşiran  beşîran kelimelerinin müşterek manası, mutluluk veren haberlerin taşıyıcısı'dır.

Hz. Peygamber, müjdeleyici olmayı, müslümanlara da kazandırmak iste­miş ve şöyle buyurmuştur

Müjdeleyiniz nefret ettirmeyiniz.

Fahruddin Razi, Bakara/l 19'un tefsirinde kelimeye, "hak ile müjdeleyen" manasını vermektedir. Demek ki, hakkın olmadığı yerde müjdeden bahset­mek mümkün değildir. Fahruddin Razi, hak kelimesini din \e Kur'an ile açıklamakta ve mübeşşir kavramına, Kur'an ile müjdeleyen anlamını ver­mektedir.

Demek ki Hz. Peygamber, Kur'an'ın insanlığa getirdiği mutluluğu anlat­mak, o haberlerle insanları müjdelemek ve gönüllerini mutluluk alemine aç­makla görevlidir.

5.  Uyarmak

Bakara/119'da Peygambefin ikinci görevi olarak yer alan uyarma vazife­si, Ahzab/45'te üçüncü sırada zikredilmektedir. Bu ayetlerde, Peygamber'in uyarma vazifesinin niteliği zikredilmezken, Ahkaf/9'da nezirun mübin (apa­çık uyarıcı) buyurularak, uyancıhk görevinin niteliğini belirten mübin (apa­çık) sıfatı zikredilmektedir.

Uyarma görevi ancak Allah tarafından verilir. Hiç kimse, kendiliğinden uyarıcı olduğunu ilan etme hak ve yetkisine sahip değildir.

Başka bir ayette "uyarıcı" ifadesi fiil olarak geçmektedir

Ataları uyarılmamış, kendileri gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir. [Yasin/6]

Yüce Allah, Hz. Muhammed'in peygamberlerden olduğunu ve doğru yol üzere bulunduğunu [Yasin/3-4] belirttikten sonra, Kur'an'ın ona, uyarması için indirildiğini söylemektedir. Bundan, Peygamberin gaflet uykusunda olan toplumu, gafletten uyandırmak için Kur'an'la uyarması gerektiği sonu­cu çıkar. Dinde derin ilim sahibi olanların da toplumlarını uyarma görevleri vardır. Onlara uyarma görevini de Allah vermiştir:

Mü'minlerin hepsinin toptan savaşa gitmeleri doğru değildir. Onların her ke­siminden bir grup, dinde derin bilgi elde etmek ve kavimleri döndüklerinde onlan uyarmak için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar. [Tevbe/122]

Kavimlerini uyaracak kadar dinde derinlemesine bilgi sahibi olmak sa­vaştan üstün tutulmaktadır.

6. Allah'a, Allah'ın izni ile davet eder

Peygamber Allah'a davet etmekle mükelleftir. Daveti kendisine değil de Allah'a yapmalıdır. Elbette ki bu davetini ancak Allah'ın izni ile yapacaktır. Zaten Allah'ın izni olmadan, peygamberin davetinin etkili ve meşru olması mümkün değildir.

(Allah'a -Allah'ın izniyle- bir davetçi olarak...) [Ahzab/46] Din adamları da, -Peygamberi örnek alarak- herhangi bir gruba, mezhe­be, tarikata veya siyasî partiye değil, Allah'a davet etmelidirler. Din adamla­rı siyaset üstü kalmalı, beyin ve gönüllerini mezhep ve tarikatların dar alanı­na hepsetmemelidirler.

7.  Aydınlatan bir kandildir

Bir kandil gibi insanlığa ışık saçmak, peygamberin işlevlerinden birini teşkil etmektedir. Peygamberin bu işlevi, Kur'an'dan kaynaklanmaktadır. Zi­ra Şura/53te ifade edildiği üzere Kur'an nurdur.

Bu nurla aynileşen Hz. Peygamberin gönlü de, nur saçan bir kandile dö­nüşmekte; gönlünde Kur'an'ın ışığı yanmaktadır. Kur'an'ı insanlara tebliğ ederken, kendisi de bir kandile dönüşmekte ve insanlığı aydınlatmaktadır.

Işığın mücadelesi karanlıkladır. Işık gelince karanlık yok olur. Nur olan Kur'an da, Hz. Peygambefe cehaletin karanlığı ile mücadele etmesi için gön­derilmiştir. Çünkü o, insanlığa saçacağı ışıkla, onlan cehaletin karardığından çıkaracak ve onlan -Şura/53'ün beyanına göre- doğru yola iletecektir.

Aynı görevi üstlenecek olan din adamları da, bir kandil gibi etraflarını ve insanlığı aydınlatmalıdırlar. Onlar da, Kur'an bilgisi ile gönül ve beyinlerini doldurmak, kin ve düşmanlık duygularını söküp atmak ve böylece insan­lığa ışık saçmak zorundadırlar. Hz. Peygamber'in bu temel yedi görevinden ikisinin zikredildiği Bakara/119 ayeti, başka bir konuya daha dikkat çek­mektedir:

(Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin).

Bazı insanların müjde ve uyandan etkilenmemesi muhtemeldir. Peygam­ber'in, bu insanlar niçin öğretim faaliyetinden etkilenmiyor, niçin iman etmi­yorlar diye ümitsizliğe kapılmaması gerekir. Yüce Allah buna muhtelif ayet­lerde dikkat çekmiş ve Peygamber'in faaliyet alanını belirlemiştir:

Eğer yüz çevirirlerse, bilesin ki, biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen sadece tebliğdir. [Şura/48]

Tebliğ etmek sana; hesaplarını görmek bana düşer. [Ra'd/40]

Başkalarının amellerini değerlendirmek, hesabını görmek Peygamber'e değil, Allah aittir. Peygamber, insanların üzerine muhafız olarak gönderilmiş de değildir. Her iki ayette de, Peygamber'in görevinin sadece tebliğ olduğu ifade edilmektedir.

Hz. Peygamber'in yolunu takip edecek olan din adamları ve alimler de ay­nı yolu izlemelidirler. Onlar, halkın amellerini değerlendirmek ve hesabını yapmakla yükümlü olmadıklarını bilirlerse, öğretim görevlerini daha iyi ya­parlar:

O halde onlar için üzülerek kendini helak etme. Allah onların ne yaptıklarını biliyor. [Fatır/8]

Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın. [Şuara/3]

Müjde, uyan, tebliğ ve davete rağmen aldırmayanlara bakıp da üzülmenin doğru olmadığını bildiren bu ayetler, Hz. Peygamber'in faaliyet alanının duy­gusal boyutunu ve sınırlarını da belirlemiştir.

Elbette bir peygamber insanların iman etmelerini arzu edecek ve bunun için gayret sarfedecektir. Ama bu duygusal durum, onu yatağa düşürecek, kendini onların muhafızı ve sorumlusu gibi görecek kadar yoğun olmamalı­dır. Bakara/l 19'un son kısmı, Hz. Peygamber'in sorumluluğunun sınırlarını tesbit etmek için gönderilmiş olsa gerektir. [112]

 

Bilgiye Muhalefet Allah'ın Dostluk Ve Yardımından Mahrumiyete Sebep Olur:

 

120. Onların milletini takip etmedikçe yahudi ve hristiyan-lar asla senden razı olmayacaklardır. De ki: "Allah'ın kı­lavuzluğu biricik kılavuzluktur". Sana ulaşan bu bilgiden sonra onların arzularını takip edersen, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.

Kısımlara ayırarak ayetin yorumunu yapmaya çalışacağız:

1. Onların milletine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar asla senden razı ol­mayacaklardır.

Ayetin bu kısmında izah edilmesi gereken eksen kavram millet'tir. Millet kavramına müfessirler çeşitli anlamlar vermişlerse de, öne çıkan manası 'din'dir.[113]

Lügatlerde, millet'in genel manada 'din' ve 'şeriat' anlamına geldiği ifade edilmektedir.[114]

Peygamberler vasıtasıyla insanlara dünya ve ahiret mutluluğunu getirecek olan tüm inanç ve davranış biçimleri, millet kavramının kapsamına girmek­tedir. Farabi de aynı manayı benimseyerek şu tanımı yapmaktadır: 'Toplumu saadete götürecek olan hukukî, terbiyevî ve siyasî müesseseleri oluşturan gö­rüş ve davranışlar bütününe millet denir".[115]

Farabi'nin, millet kavramının içine hukuk, eğitim ve siyasî yapıyı oluştu­ran fikir ve davranışları koyduğu görülüyor. Biz bundan şunu çıkartıyoruz: Sosyolojik manada milletin oluşabilmesi için bağımsız bir hukuk, eğitim ve siyasî görüş ve davranış şekillerine ulaşmak gerekir. Bütün bu fikir ve dav­ranışların oluşturduğu müesseseler halkı mutluluğa götürebilecek kalitede olmalıdır.

Farabi de Şehristani gibi milleti din, şeriat ve sünnet ile eş anlamlı olarak kabul etmektedir.[116] Farklı olarak "sünnet" kavramını da tanımına dahil et­mektedir.

Fakat din ile milletin farklı manaları da vardır. Din, ferdî manada bir inançlar bütünü iken, millet daha. çok dinin sosyalleşmiş, inanç ve töreler ha­linde somutlaşmış olan boyutudur. [117]

 

Millet Kavramının Kur'an'daki Mana­ları:

 

1. Din, yol, şeriat

Aslında bu manalar din kavramı içinde bir araya gelebilir.

Sonra sana, "Allah'ı birleyerek İbrahim'in milletine uy! O ortak koşanlardan değildi" diye vahyettik. [Nahl/123]

Bu ayetle yer alan millet kavramına, din manası verilebileceği gibi, yol an­lamı da verilebilir.[118] Ancak ayette yer alan hanif kavramı, din kelimesine yol manası vermeyi zorlaştırmaktadır. Çünkü hanif kelimesi tamamen dinle ala­kalı bir kavramdır. Katıksız, damıtılmış, halis manalarına gelen hanif kelime­si, şirkten arınmış olmayı ifade etmektedir. Bütün bu izahlar, hak dinle ilgili­dir. Din \e hanif kelimelerinin Rum/30'da da bir araya geldiğini görüyoruz.

Peki Nahl/123'teki millet kelimesini din manasına alırsak, bir dinin, tek bir şahsa izafe edilmesini nasıl anlamalıyız? Hz. ibrahim'in dini, İslâm değil miydi? Hz. Musa'nın dini, Hz. İsa'nın dini, Hz. Muhammed'in dini diyebilir miyiz? Bütün bu dinler Allah'ın dinleri olup, tüm insanlara tahsis edilmiş de­ğil midir?

Seyyid Kutub, Nahl/123'teki millet kavramına siyasî mana yüklemektedir.

Ona göre daha sonraki ayetler dikkate alındığında, davet için bir metot gös­terildiği ortaya çıkar ve "Davette, Hz. İbrahim'in tarzına, metoduna ve yolu­na uy" manasına gelir. Bir sosyal kitleyi peşine takarak iyiye sevkeden insan, bir milletin lideri ve önderi demektir.[119] Seyyid Kutub, bu yorumu, -benzer bir yorumda bulunan- Fahruddin Razi'den almış olabilir.

Hz. Şuayb ile Medyen kavmi arasında geçen tartışmanın anlatıldığı A'raf788'de Medyen kavminin milletinden söz edilmektedir. Başka bir ifa­deyle, Medyen halkı, Hz. Şuayb'tan kendi milletlerine dönmesini istemekte­dir. Müfessirler, ayetteki millet kavramına din manası vermektedirler.

Bakara/l 35'teki millet kavramının öne çıkan anlamının yol olduğu bir ger­çektir. Ama bu yol, dinin belirlediği bir yoldur.

2. Hayat tarzı, düşünce tarzı ve insan davranışlarına yön veren arzular.

Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/120'de geçen millet kavramı, hayat tarzı, dünya görüşü manasına gelmektedir. Ayetteki "Milletlerine dönmedik­çe senden razı olmazlar" ifadesindeki kimseler, zaten dinleriyle anılmakta­dırlar. Yahudi ve hristiyanlar ifadesi, bunu göstermektedir. Ayetin devamında yer alan ibarede, milletin tanımı yapılmaktadır:

(De ki: "Yd Allah'ın yoludur". Veya De ki: "Rehberlik Al­lah'ın rehberliğidir").

Ayetin bu kısmı millet'in ne olduğunu açıklamaktadır. Bunu göre mana "Yahudi ve hristiyanlann hayat tarzına, yani yollarına uymadıkça, onlar sen­den razı olmazlar" şeklinde olmaktadır. Uyulacak yolun Allah'ın yolu oldu­ğunun beyan edilmesi, ona bu manayı kazandırmaktadır. Demek ki. ayetin ikinci bölümündeki hııda kavramı, birinci bölümündeki millet kavramını tef­sir etmektedir.

Ayetin üçüncü bölümünde (Eğer onların nevalarına uyarsan) ifadesi yer almaktadır. Dikkat edilirse, "Onların 'millet'ine veya 'huda'sı-na..." denmiyor. Çünkü 'hidayet'Allah'a ait bir kavram olup O'nun rehberli­ğini, kılavuzluğunu ve yolunu ifade etmektedir. Buradaki heva kavramı, mil­let'in karşıtı olduğundan, ayetin kendisi millet kavramını tefsir etmektedir.

İnsanların hayat tarzları, dünyaya bakış açılan ve davranışları hevalanndan kaynaklanıyorsa, heva onların 'millet'i olmaktadır. Keşşafın millet kav­ramına 'ahlâk' manası vermiş olması da manidardır. Bu manalardan hareket ederek şu genellemeyi yapabiliriz: Millet kavramının hem olumlu ve hem de olumsuz manaları vardır. Olumlu manası ile din, yol, şeriat ve sünnet; olum­suz manası ile de heva, kötü hayat ve kötü ahlâk manalarını taşımaktadır. (Sana gelen bilgiden sonra) ifadesineki bilgi; ayetin birinci ve ikinci bölümlerindeki yahudi ve hristiyanlann milletine tabi olmadıkça Hz. Peygamber'den razı olmayacakları ve yolun Allah yolu olduğu bilgisidir.

(Senin için Allah'tan bir dostluk ve yardım yoktur. O tak­dirde sen, Allah'a karşı ne bir koruyucu ve ne de bir yardımcı bulamazsın).[120]

Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz: Farklı inanç mensuplarının birbirle­rinden razı ve hoşnut olmaları, birinin kendi yolunu, kültürünü ve dünyaya bakış açısını terkedip ötekine uymasına bağlıdır. Farklı bakış açılan, farklı inanç biçimleri ve farklı yaşam tarzları rıza denen bu sevgiyi yaralamaktadır. Bu ayet, hayat tarzı ve ahlâkın iyiden yana değiştirilmesi gerektiğini vurgu­lamaktadır. Yahudi ve hristiyanlar, yeni hayat tarzına intibak etmekte zorluk çekiyorlardı. Alıştıkları hayat tarzını bırakıp, Kur'an'ın getirdiği ahlâkı be­nimsemeleri onlara çok ağır geliyordu. "Senin gibi olamazsam, seni kendim gibi yaparım" kuralından hareketle, Hz. Peygamberi kendilerine uymaya teşvik ediyorlardı. Bu teşviklerinin etkili olması için de, hoşnutluklarını ka­zanmayı bir ödül gibi ortaya sürüyorlardı. Demek ki rıza, benzemede, tabi ol­mada ve benimsemede sözkonusudur; ayrılıkta sevgi ve rıza yok olmaktadır.

Bu ayet, yanlışa meylederek kazanılacak bir kesimin rızasına karşılık, Al­lah'ın dostluk ve yardımının kaybedilmesi gibi büyük bir kaybın sözkonusu olacağına işaret etmektedir. İnsanlar, görüşlerinde, hayat tarzlarında ve yol­larında yapacakları değişimden önce, kazanç ve kayıplarını iyi analiz etmeli ve bu konuda bilgiyi takip etmelidirler. Yüce Allah, Hz. Peygamberi ve do­layısıyla bizleri, bu değişim olayında bilgilendirmektedir. Bilgiye rağmen yanlışa uymak, Allah'ın dostluk ve yardımının kaybedilmesine neden olmak­tadır. Hitap zahiren Hz. Peygambefe olmakla beraber, inananları da içine al­maktadır. Ayrıca, bu ayet Kur'an'ı Hz. Peygamberin yazmadığına da bir de­lildir Çünkü bir insan, yazdığı kitapta kendini tehdit etmez. [121]

 

Kitabı Hakkıyla Okumak:

 

121. Kendilerine kitap verdiklerimizin bazısı, onu, hakkını gözeterek okurlar. Çünkü onlar ona iman ederler. Onu in­kar edenler, gerçekten zarara uğrayanlar onlardır.

1. (Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler...) ifadesiyle kimle­rin kasdedildiği konusunda müfessirler farklı görüşlere sahiptir. Kadı Beyda-vi, kitap ehlinin inananları olduğunu söylüyor, Hazin ise, İbn Abbas'tan ge­len Cafer b. Ebî Talib'le beraber Habeşistan'dan gelenler olduğu yolundaki ri­vayeti zikrettikten sonra bunların 40 kişi olup, 32'de Habeşli bulunduğu, Şam ruhbanlarından da 8 kişinin beraberlerinde olduğu açıklamasını yapıyor ve bu ifadeyle Abdullah b. Selam gibi, kitap ehlinin inananlarının kasdedildiği-ni söylüyor. Nesefi de Hazin'in görüşünü özetlemektedir. Zemahşeri ise, on­ların kitab ehlinin inananları olduğunu söylemektedir. İbn Abbas, ayette ge­çen kitap'tan kasdın Tevrat olduğunu, kitap verilenlerden kasdın da kitap eh­li olduğunu ifade etmektedir. Fahruddin Razi, bu görüşleri sıraladıktan son­ra, ayette geçen kitap ile Kur'an'ın, kitap verilenler ibaresiyle de Hz. Pey-gamber'in ümmetinin kasdedildiği fikrini savunmaktadır.

Bütün bunlardan sonra şunu söyleyebiliriz: "Kendilerine kitap verilenler" ifadesiyle yahudi ve hristiyanlann inananlarının kasdedildiğini söyleyenler, tenakuza düşmektedirler. Çünkü kitap ehlinden olup da İslâm'a girenlerin, müslüman ve ashab olarak anılmaları gerekmez mi? Bu kimseler ya yahu-di-hristiyan; ya da müslümandır; kitap ehlinin iman edenleri ifadesi ne de­mektir?!

Diğer taraftan, ayetin muhtevasının böyle muayyen bir gruba ve belli bir tarihe tahsis edilmesi doğru mudur? Hazin'in izahındaki son kısmın, yani kasdedilen kimselerin bütün mü'minler olduğu görüşünün isabetli olduğunu düşünüyoruz. Ayet, kıyamete kadar gelecek olan bütün mü'minleri kapsa­maktadır. Ayetin başındaki ellezine sılası, genellik ifade etmektedir. Ateyna kavramına ise, İbn Abbas'ın verdiği manayı kabullenerek "öğretmek" anla­mını vermek mümkündür. İbn Abbas'ın bu fiile verdiği manadan hareket ede­rek, Yüce Allah'ın burada bir öğretim faaliyetinden bahsettiği fikrine varabi­liriz.

2. (Kitabı hakkını vererek okurlar).

Ayette geçen ana kelime tilavettir. Tilavet kelimesi takip etmek, yerini alrnak, okumak, ezberden okumak ve ders takrir etmek manalarına gelir.

Bu manaların içinde hem cisimlere ait fizikî eylemler için, hem de oku­mak gibi eğitim faaliyetleri için bir hareket anlamı vardır. Bu anlamlardan her birine ait örnekleri, Kur'an'da bulmamız mümkündür. [122]

 

Tilavet Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1) Takip etmek

(Onu takip eden aya yemin olsun). [Şems/2]

Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki: Kur'an'ı tilavet etmek, ona uy­mak ve onu takip etmek manasına gelmektedir. Kur'an'ı sadece okumak, onu tam anlamıyla tilavet etmek sayılmaz. Hem okunuyor ve hem de uyuluyor, ilkeleri takip ediliyorsa, Kur'an tilavet ediliyor demektir. Yüce Allah, Şems/1'de güneşe; Şems/2'de ise güneşi takip eden aya yemin etmektedir. Nur/ışık olan Kur'an'ı güneşin yerine; onu takip eden ve ona uyan insanları da ayın yerine koyarsak, gerçek tilavetin ne manaya geldiği anlaşılır.

2) Okumak, öğretmek

(iman eden bir toplum için, Musa ile Firavun'un haberlerinden bir kısmını sana gerçek şekliyle okuyup öğreteceğiz).

Buradaki okumanın diğer bir anlamı da nakletmektir. Tilavet kelimesi, ol­mamış bir olgu okunuyorsa öğretme; olmuş bir olgu okunuyorsa, nakletme manasını kazanmaktadır.

Ayette yer alan (hakkını vererek okumak) ifadesi, ilk bakışta tecvid üzere okuma anlamını ifade etmektedir. Bu mana, ayetin içeriğini yansıtmak açısından çok cılız kalmaktadır. Tilavet etme ifadesinin içinde, Fahruddin Ra-zi'nin naklettiği gibi, düşünme, gereği gibi amel etme, helal ve haramlar ko­nusunda onun hükümlerine sımsıkı sarılma da vardır.[123] Hakkı ile tilavet et-me'nin öz manasında, psikolojik bir oluşum da vardır ki buna 'huşu' diyoruz.

Kur'an'ı okuduklarında mü'minlerin gönüllerindeki samimiyetin artması, huşu denen duygu halini yaşamalarını ifade etmektedir. "Hakkını vererek okumanın" anlamı, bir bakıma Enfal suresinde açıklanmıştır

Mü'minler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın ayetleri okunduğunda imanları artan ve yalnız Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir. [Enfal/2]

Kur'an okunurken Allah anılmakta, ayetleri okununca da mü'minlerin imanları artmakta olduğuna göre, bu okuyuş gerçek tilavettir. Okunan şeyden dolayı huşu duymak, ağızdan çıkan lafızların beyne gidip oradan gönüldeki imanı harekete geçirmesi ve huşu denen duyguyu şaha kaldırması demektir. Okunan ayetler, yine okuyana dönmekte; böylece o kişinin gönlünde gereken değişimi gerçekleştirmektedir. Kur'an'ı hakkıyla okumak, onun lafızlarını tecvid kaidelerine göre okumak, üzerinde düşünmek, onu takip etmek ve on­dan huşu duymak gibi önemli eylem ve duyguların meydana gelmesini ifade etmektedir.

3. (Çünkü onlar, ona iman ederler).

Mü'minler, Kur'an'ı okuyup ayetlerini düşündükten sonra mı iman edi­yorlar, yoksa iman ettikleri için mi Kur'an'ın hakkını vererek okuyorlar? Bi­ze göre mü'minler, Kur'an'ı düşünerek ve anlayarak okuyorlar. Ama ayette­ki tertibe bakılırsa, okuyup üzerinde düşündükten sonra iman ettikleri netice­si çıkmaktadır.

Bu tartışmadan ziyade iman ile tilavet (Kur'an'ı üzerinde düşünerek oku­mak) ve huşu arasındaki ilişkinin ortaya çıkarılması önemlidir, iman eden kimsenin, Kur'an ile farklı bir ilişkisi olmalı; Kur'an'a düşünerek yaklaşma­sı, onunla gönlünün doyuma ulaşması gerekir. İnanan insan, Kur'an'ın ışığı­nı takip eder, onu hayata geçirir, ruhunda duyarak yaşar ve ona karşı gönlün­de derin bir sevda taşır, ayın güneşe olan sevdası gibi. Kur'an'ın ışığını takip eden insan, onu diliyle değil, gönlüyle tilavet eder. İşte imanın böyle bir iliş­kiyle neticelenmesi, Yüce Allah'ın onları anmasına neden olmaktadır.

(Onu inkar edenler, gerçekten zarara uğrayanlar onlardır). Yüce Allah burada önemli iki kavramı ele almakta ve onların insan haya­tındaki etkinüklerinin öğretimini yapmaktadır. Bu iki kavram arasında sebep sonuç ilişkisi vardır.

Kavramlardan 'inkar' sebep, 'zarar' da sonuç olmaktadır, inkar eden in­san, manen iflasa gitmektedir. Kur'an'ı inkar edenler, manevî iflaslarını ha­zırlamış olmaktadırlar.

İnkar, insanın hakikati öğreten kitapla ilişkisini keserken, iman ise yaklaş­tırmaktadır, inkar, onu takip etmeyi ve üzerinde düşünmeyi durdurmakta; iman ise bu takibe ve zihin eylemine yol vermekte, hatta teşvik etmektedir. İnkar olumsuz tepkiye neden olmakta; iman ise derinlemesine düşünmenin hazzını hissettirmektedir, inkar, bütün değerlerin kaybına neden olurken; iman, kitapta bulunan değerlerin yaşanmasına neden olmaktadır. Görüldüğü gibi bu ayet, inkar psikolojisinin insana kaybettirdikleriyle, imanın kazandır­dıklarını öğretmektedir. [124]

 

Küfran-I Nimetin Cezası:

 

122-123. Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimeti ve sizi alemlere üstün kıldığımı hatırlayın. Hiç kimsenin hiç kim­seye fayda veremeyeceği, kimseden bedel kabul edilmeye­ceği, kimseye şefaatin fayda vermeyeceği, kafirlere yardım edilmeyeceği bir günden sakının.

Bu ayetlerin bir benzeri olan Bakara/47-48 ayetlerinin tefsiri yerinde ya­pıldığı için, burada genel manada analizler yapılmayacaktır.

Ancak ayetlerin buradaki muhteva içerisinde gerektirdiği bazı özel izah­ların yapılmasının zaruretine inanıyoruz. Bu ayetlerin 121. ayetle alakası var­dır. Yüce Allah'ın Kur'an'ı göndermiş olması, İsrailoğullan için bir nimettir.

Gerçi Allah onlara daha önce izah edildiği gibi, pek çok nimetler vermiştir. Bu nimetlerden biri de kendi kitaplarım tasdik eden Kur'an'ın gönderilmiş olmasıdır.

Kendi kitaplarını tasdik eden bir kitabın gönderilmesi nimeti, daima hatır­da tutulmalıdır. Diğer taraftan İsrailoğullan'nın başka toplumlara tercih edil­miş olmasının da unutulmaması gerekir. Ayetin bu kısmına "Sizi diğerlerine tercih ettik" manası verilebilir.

Kur'an'ın inkar edilmesini önleyecek olan durum, bu nimetin hatırlanması ve ahiretten sakınılmasıdır. Kimseden kimseye fayda olmayacağı mahşer gü­nünden sakınma duygusu, Kur'an'ı inkar etmeyi engeller. Her iki ayetten şu psikolojik analizi çıkarabiliriz: Verilen nimeti hatırlama ve ahiretten sakınma duygusu, inkar psikolojisini ortadan kaldıracak olan iki etkendir. 121. ayetin sonunda yer alan, Kur'an'ı inkar edenlerin, manen iflasta olduğu hükmünü te­lafi etme mekanizması, nimete şükür ve takva duygusudur. Hatırlama beynin, takva da gönlün ibadetidir. Birisi beynin gıdası, diğeri de gönlün gıdasıdır. Bu gıdalar, insanı Kur'an'ı inkar etme psikolojisinin mikrobundan koruyacaktır.

Bakara/122-123 ayetlerinin muhatabı tüm insanlardır. İsrailoğullan'na hi­tap edilmiş olması, onların bir prototip olarak seçilmiş olmasındandır. Bu ne­denle, ayet sadece onlan ilgilendiren bir kapsamda değerlendirilmemelidir. [125]

 

İmtihansız Atama Yapılmaz:

 

124. Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım sorularla im­tihan etti, o da onları tamamen cevaplandırınca: "Ben se­ni insanlara önder yapacağım" dedi. İbrahim de, "So­yumdan da önderler yap!" dedi. Allah, "Ahdim zalimlere ermez" dedi.

Ayetin analizinden pek çok kanunlar çıkarmak mümkündür; şöyle ki:

I. Eğitim kanunu

İmtihan ilahî eğitimin önemli metodlanndan biridir. İmtihansız bir kamu görevi deruhte etmek çok büyük bir hata olur. İmtihan insanın yetişmişliğini, gelişmişliğini ve tecrübesini ortaya çıkaran eğitim metodunun olmazsa olma­zım teşkil etmektedir. Diğer taraftan imtihan, eğitim faaliyetinin başarısını belirlemek için de gereklidir. Öğretenle öğrenci arasındaki bilgi aktarımının ne derecede başarılı olduğunun tesbiti ancak imtihanla mümkün olur.

II. İdarî kanun

Kamu görevleri dağıtılırken, ehil olanı seçmek zorunludur:

Allah size, kesinlikle emanetleri ehline vermenizi emrediyor. [Nisa/58

Ayetteki emanet kavramının özü, toplumun işlerini yürütecek olan kamu görevleridir. Bu görevlerin tam anlamıyla yürütülebilmesi için ehil olanın bulunması gerekir. Ehil olanı tesbit için imtihan şarttır. Bundan anlaşılıyor ki, eğitimde imtihanın önemli işlevlerinden biri, liyakati ortaya çıkarmaktır.

Bu fark bilinmedikçe veya tesbit edilmedikçe, kimin ehil olduğu tesbit edilemeyecek ve böylece eğitimin sosyolojik manada eleme görevi yerine getirilmemiş olacaktır. İmtihan daha bilgili, daha yetenekli ve daha tecrübeli olardan tesbit etmeye yarayan önemli bir araçtır. Toplumun idaresini elinde tutanlar, emaneti ehline verme konusunda titiz iseler, imtihanın eleme göre­vine itibar etmelidirler.

III. Siyasî kanun

Toplumun siyasî erkini elinde tutacak kişinin belirlenmesi, ancak bazı de­nemelerle mümkün olur. Yüce Allah'ın, atanacak olan kimse Hz. İbrahim bi­le olsa, imamlık gibi önemli bir göreve imtihansız atama yapmadığı bu ayet­ten anlaşılmaktadır.

Ayette geçen imam kavramı şu manalara gelir: a) Dinde lider, yani pey­gamber; b) Cemaate namaz kıldıran kimse; c) Model, örnek ve numune; d) Rehber ve öğretim kitabı; e) Delil kitabı.

Bakara/l 25'te imam, peygamber ve örnek idareci manalarına gelmektedir. Kur'an'a göre bir peygambere de, normal bir insana da, hatta bir kitaba da imam sıfatı verilebilir.

1. Bakara/125 ayeti peygambere imam denebileceğini göstermektedir.

2. Normal bir müslüman da kendisinin ve neslinden gelenlerin imam ya da önder olmasını isteyebilir:

Rabbimiz! Bize gözümüzün nuru eşler ve nesiller bağışla ve bizi takva sahip­lerine imam tayin et. [Furkan/74]

3. Allah'ın gönderdiği bir kitap da imam sıfatını alabilir:

Ayrıca kendisinden önce, bir imam ve bir rahmet olarak Musa'nın kitabı elin­de bulanan kimse... [Hud/17]

4.  insanların yaptıkları amelleri kaydeden ve onların delili olan kitaba da imam denmektedir:

Şüphesiz ölüleri ancak biz diriltiriz. Onların yaptıkları her işi, bıraktıklan her izi yazarız. Biz her şeyi apaçık bir imam da sayıp yazmışızdır. [Yasin/12]

Ayetteki imam kavramı, amel ve eserlerin yazıldığı kitabı ifade etmekte­dir.

5. Kafirlerin idarecilerine de imam denebilir. Demek ki imam kavramı, bu manada, siyasî erki elinde bulunduran herkese verilen bir sıfat olmaktadır.

Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar ve dininize saldınrlarsa, küfrün önderlerine (imamlarına) karşı savaşın. [Tevbe/12]

Ayette geçen ve imam kelimesinin çoğulu olan eimme (küfrün önderleri, yani imamları) kavramı da hem dinî, hem de siyasî bir anlam içermektedir.

Peki, peygamber olduktan sonra mı imtihan edilip Hz. ibrahim'e imamlık (siyasî erk) verildi, yoksa peygamber olmadan önce imtihan edilip mi imam­lık (peygamberlik) verildi? Bize göre imtihan, peygamberliğinden sonra ol­muştur. Ama Hz. İbrahim'in tabiatı buna müsaade etmemektedir. Baka-ra/129'da yer alan duasıyla Hz. ibrahim, Allah'tan, kendi neslinden peygam­ber göndermesini istemektedir.

Peygamberlik, doğuştan, dua neticesinde verilebildiği gibi, imtihan neti­cesinde de verilebilir. Ama Bakara/125'in devamına bakılırsa imamhğın, peygamberlikten sonra verilmiş olduğu anlaşılır. Çünkü Hz. İbrahim, neslin­den de imam atanmasını istemektedir. Allah da zalim olanlara bu görevin ve­rilemeyeceğini ifade buyurmaktadır. Demek ki, buradaki imamlıktan kasıt, siyasî iktidardır. (Zalimler ahdime ulaşamaz) ifadesiyle Yüce

Allah, imamlık görevini ahd olarak nitelendirmektedir. Çünkü siyasî erki eli­nde bulunduranlar, halka söz (ahd) vermektedirler, ki bu sözü yerine getir­mekle mükelleftirler. Bundan dolayı idarî makam, ahd yeridir. Yüce Allah da, bu ismi o makama, bu işlevinden dolayı vermiştir.

Zalimler iktidara getirilmemelidirler. Allah, idarecilerini seçme fırsatını elinde bulunduranlardan, kendisinin koyduğu ve uyduğu bu evrensel kurala uymalarını istemektedir. Diğer taraftan ayet, Hz. İbrahim'in neslinden zalim­lerin gelebileceği ihtimaline de işaret etmektedir.

Ayette yer alan kelimeler kavramı, emirler veya sorular manasına gelmek­tedir. Yüce Allah'ın hangi emir veya sorularla Hz. İbrahim'i imtihan ettiği Hacc/26'da bildirilmektedir:

Bir zamanlar İbrahim'e Beytullah'ın yerini hazırlamış ve şu emirleri vermiş­tik: Bana hiçbir şeyi eş tutma; tavaf eden, ayakta ibadet eden, rüku ve secde­ye varanlar için evimi temizle!

Hacc/27'de de "haccı insanlara ilan et" emri, imtihanında yer almıştır. Bu emirlere dikkat edilirse görülür ki, biri Allah ile, diğerleri insanlarla alakalı­dır. Şirk koşmama Allah ile, hac ile ilgili olanları da insanlarla alakalıdır.

Hz. İbrahim bunları gerçekleştirdikten sonra, imam olarak atanmıştır. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Bir şeyler beceremeyen, bir şeyler ürete­meyen ve insanlığın yararına işler yapamayanlar göreve atanma hakkını elde edemezler. Allah'a şirk koşmamak, insanın kendi içinde, kendine sahip çık­ması; kamunun yaran iş yapmak da kamuya sahip çıkması demektir. Bun­ların neticesinde, siyasî erki elinde bulundurma hakkı doğar. [126]

 

Beytullah Bir Üniversitedir:

 

125. Beytullah'ı insanların toplantı yeri ve güvenlik meka­nı yaptığımızı hatırla. İbrahim'in makamını namaz kılma yeri edinin. İbrahim ve İsmail'e, "Tavaf edenler, inzivaya çekilenler, rüku ve secdeye varanlar için, Beytimi temiz tu­tun" diye emretmiştik.

Ayette geçen kavranılan açıklayarak Kabe'nin nasıl bir üniversite olduğu­nu ortaya koyabiliriz.

Beytullah "Allah'ın evi" demektir. Kabe, Allah'a ibadet için yapılan ilk mabet olduğu için bu adı almış olabilir. Ona Mescid-i Haram da denmekte­dir. Beytullah'tan kasdın, Mescid-i Haram olduğu söylenebilir. Aslında Mes­cid-i Haram, kutsal mescit, kutsal mabet manasına gelmektedir. Allah'a iba­det edilen yerleri Allah sahiplenmektedir. Kabe dışındaki mescitler de Al­lah'ındır. Cin suresinde şöyle buyurulmaktadır:

Şüphesiz mescitler Allah'ındır. [Cin/18]

Aslında bütün kainat ve içindekiler Allah'ındır. Fakat Kabe ve diğer iba­dethanelerin O'na aidiyeti biraz daha farklıdır.

Yukarıda attığımız iddialı başlık ne manaya gelmektedir? Beytullah, hem ibadet edilen ve hem de insanlık için gerekli olan evrensel değerlerin üretil­diği ve öğretildiği mekandır. Bu nedenle, Osmanlı döneminin sonuna kadar, medreselerin ortasında veya yanında bir de ibadethane yapılmıştır. Aynı ge­lenek, Batı ülkelerinde de vardır. Eski üniversitelerin içinde, küçük kiliseler yapılmıştır. Bununla güdülen amaç, öğretimle ibadeti bir araya getirmek, be­raber yaşamak, gönülle beyni barışık tutmak, ikisini aynı anda geliştirerek bütüncül bir şahsiyet oluşturmaktır.

İşte bu geleneği ilk başlatan Yüce Allah olmuştur. Yani öğretimle ibade­ti aynı mahalde birleştirme geleneği Beytullah ile başlamıştır. Psikolojik ya­pısını parçalayarak insan eğitilemez. Beyni başka bir mekanda, gönlü baş­ka bir mekanda eğitmek zararlıdır. Çünkü bu, insanın parçalanmasına neden olmaktadır. Medreseler, ne yazık ki, bu ikili eğitimi beceremediği için ka­panmıştır. Medrese hem gönle, hem de tabiat bilimlerine yönelik eğitim ve-rebilseydi, kendini yenilemiş olacaktı. Medrese insanın gönül boyutunu ih­mal ettiği için tarikatlar, tarikatlar da beyin boyutunu ihmal ettiği için med­reseler doğdu. Çünkü bu yaklaşım, insanın beyninin bir mekanda; gönlünün de başka bir mekanda eğitilmesi demektir. Böyle bir eğitim sistemi ise şah­siyetin parçalanmasına ve sistemsizliğe gitmeye, neticede de yozlaşmaya mahkumdur. Bu haldeki müesseselerin birbirine düşman olmaları, insana zarar vermeleri ve sonuçta da yıkılıp gitmeleri kaçınılmazdı. Nitekim öyle de oldu.

Ayette geçen diğer kavramları incelerken, Beytullah'ın nasıl bir üniversi­te olduğu anlaşılmış olacaktır.

[mesâbeten li'n-nâs] ibaresine, "İnsanların toplantı yeri" manası verilebilir. Ayette geçen sabe kelimesi sözlükte dönmek, geri gelmek, bayı­lanın kendine gelmesi, rüşde ermek, karşılığını vermek, ödemek, karşılığını yapmak, ödülü araştırmak manalarına gelir.

Sabe'den gelen sevb kelimesi ise sözlükte elbise, kıyafet, örtü, malzeme, kisve, dış görünüş, bir kılığa sokmak, maske manalarına gelir.

Mesabe de bir kimsenin döndüğü yer, toplantı yeri, buluşma, sığınmak, barınacak yer manalarına gelmektedir.

Fahruddin Razi bu manalara ilaveten kavrama şu manaları da vermekte­dir Suyun, kesildikten sonra akıp nehre varması; birinin yanından ayrılanla­rın tekrar onun yanına dönmeleri.

Sevab da bu kökten (sabe'den) alınmış olup mal ve benzeri şeylerden in-fak edip elden çıkarılan şeylerin tekrar sahibine dönmesi anlamındadır. Su­yun kuyunun dibinde birikmesi de bu kavramla ifade edilmektedir.

İbn Abbas ve Mücahid'e göre bir yerden ayrılanların tekrar dönmek iste­meleri de bu kavramla ifade edilmektedir.[127]

Beytullah'ın insanlığın ilk ibadethanesi olması, hac ibadetinde merkezî bir önem taşımasına ve bu işleviyle insanlık kültürünün odak noktasında bulun­masına neden olmuştur. Bu durum ona, merkezî bir önem kazandırmaktadır. Mesabe kelimesinin kökü olan sabe bayılanın kendine gelmesi anlamına gel­diğine göre, mesabe de kişinin veya insanların kendilerine geldikleri, iç mu­hasebesi yaptıkları, anlayış, bilinç ve ahlâkî bakımdan kendilerine çekidüzen verdikleri yer olmaktadır. İnsanlığın din ve kültür merkezinde, insanlar ken­dilerini bulmakta ve kendilerine dönmektedirler.

Sabe kelimesi, aklını başına devşirmek anlamına da gelmektedir. Ka­be'deki alametler ve haccın faydalan insanları olgunlaştırmakta ve aklın yo­lunu izlemenin önemini öğretmektedir. Onun içindir ki, hacla ilgili olan Ba-kara/197'i akılla bitmektedir.

Diğer taraftan mesabe, Allah'tan mükâfaat kazandıracak amellerin üretil­diği yerdir. Bu anlamıyla da sevabın, yani güzelin, doğru ve iyinin öğretildi­ği ve üretildiği yerdir. Demek ki Yüce Allah, Beytullah'ı doğrunun, güzel ve iyinin üretilip pratiğe dönüştürüldüğü bir üniversite kılmıştır. Bu değerlerin, tüm insanlığı içine alacak nitelikte olması nedeniyle de bu üniversite tüm in­sanlığa aittir.

Mesabe kavramının kökü olan sabe fiilinden türeyen sevb kelimesinin, el­bise için kullanılması da yukarıdaki manaya zenginlik katmaktadır. Elbise in­sanın avret yerlerini örter, insanı sıcak ve soğuktan korur. Yukardaki değer­ler de, elbisenin insanın bedeni için yaptığı görevi, maneviyatı için yapmak­tadır. Güzel, iyi ve doğru bilgi ve ameller insanın maneviyaündaki ayıplan örter, soğuktan korur. Beytullah dediğimiz bu üniversite, insanın manevî ayıplarını örtecek olan takva elbisesini meydana getiren iyiyi, güzeli ve doğ­ruyu öğretir; onların hayata geçirilmesine yardım eder. Bunun delili, hacda cinsî münasebetin, fisk ve gavganın yasaklanması; buna karşılık takva ile gı-dalanmanın istenmesidir [Bakara/197]. Demek ki Beytullah üniversitesi, cin­sel ve sosyal ahlâkı yaralayan kötü davranışların ortadan kaldırılmasını ve bunun yerine iyinin, güzel ve doğrunun oluşturduğu takvanın geliştirilmesi­ni öngörmektedir. Bu değerler, insanlığın manevî elbisesini teşkil etmektedir.

Mesabe, buluşma ve sığınma yeri manasına da gelmektedir ki buradan şu sonuç çıkar: Beytullah, dargınlık ve kavgaların bir yana bırakılıp, insanların kucaklaşacaklan, gönüllerini birbirine açacaklan, sevgi ve kardeşlik değerle­ri üretip hayata geçirecekleri yerdir. Beytullah üniversitesi, ayrılık değil, bir­leşme yeridir. Kardeşlik duygusunun öne çıkartıldığı, sevginin yaygınlaştın-lıp ruhlara işlendiği bir toplantı yeridir. Diğer taraftan Beytullah üniversitesi, insanlığın problemleri üzerine kafa yormak ve çözüm aramak üzere toplanı­lan bir kongre yeridir.

Beytullah'ın diğer bir ismi de Mescid-i Haram'dır. Kutsal mescit manası­na gelen bu mekan, bir sığınaktır. Haram kavramı, kutsal manasına geldiği gibi, adam öldürmenin, cana kıyma ve savaşın haram olduğu bir mekan anlamını da ifade etmektedir, insana, hayvan ve yeşile kıymanın yasak olduğu bu yerde, hayat hakkının önemi öğretilmekte ve yaşatılmaktadır. Bu Beytul-lah üniversitesi hayat hakkının kutsallığını, sadece insanla sınırlı tutmayıp, hayvan ve bitkiyi de içine alacak kadar genişletmektedir. Onun içindir ki bu mekan, mesabe (sığmak) vasfını almaktadır.

(ve emna=güvenli bir yer kıldık). Beytullah'ı Yüce Allah bir güven yeri kılmıştır. Orada güven üretilmekte, oraya girenler kendilerini güvende hissetmektedirler. Önce mesabe, sonra emna olmasının sebebi şudur: İyinin, güzel ve doğrunun üretilmediği yerde güvenden bahsetmek mümkün değil­dir. Güven, ancak iyinin, güzel ve doğrunun bilgisinin üretildiği yerde olabi­lir. Cahil insanların bulunduğu yerde güvenin olması veya hayat bulması im­kansızdır.

Beytullah üniversitesi, önce iyinin, güzel ve doğrunun bilgisini üretiyor, onların etrafında insanları bir araya getiriyor ve onları bir ilaç gibi insanlığın sorunlarını çözmek için kullanıyor. Bunların neticesinde de, güvenli bir or­tamda bansın tohumlarını ekerek ağacını yetiştiriyor. Böylece, saldırganlık iç güdüsünün insanlıkta açtığı psikolojik ve sosyal yaralan sarma yolunun, an­cak banştan, sevgiden, iyi ve güzelden geçtiğini insanlığa öğretiyor. Bu de­ğerlerin olmadığı yerde, güven olamaz. Bu üniversite, iman ile güveri'ı aynı kelimeden türetmektedir.

İman kelimesi, emna'dan gelmektedir, iman eden insan hem kendine güve­nen, hem de güvenilen bir kimsedir. Beytullah üniversitesi, iman ağacından, güven meyvesini çıkaran ve gıda olarak insanlığa sunan bir üniversitedir. Bu üniversitenin öğretileri arasında, imanın güvene dönüştürülmesi de yer almak­tadır. Etrafına ve sosyal çevresine güven vermeyen, elinden ve dilinden emin olunmayan müslüman, imanını bir kez daha gözden geçirmelidir.

(İbrahim'in makamını bir namaz yeri edinin). Ayetin bu kısmını bir önceki bölümle beraber düşünürsek şu önemli sonu­cu çıkarabiliriz: ibadet, bilgi ve güvenin olduğu yerde yapılabilir. Bilgi ve güvenin olmadığı yerde ibadet yapmak hemen hemen imkansızdır. Onun için, ibadet üçüncü sırada yer almıştır. Önce iyinin, güzel ve doğrunun bilgi­si üretilmeli, sonra bunların meyvası olan güven ortamı oluşmalı ki ibadet et­me imkanı doğsun.

Diğer taraftan "ibrahim'in makamı" ifadesi, üniversitedeki "öğretim kür­süsü" manasına da gelebilir. Beytullah üniversitesinin en önemli öğreticile­rinden biri de Hz. İbrahim'dir. Onun oluşturduğu kürsü geleneği tüm dünya üniversitelerine ve camilere yayılmış durumdadır. Bize göre, bu ayetteki ma­kam kelimesinden, dünya literatürüne ve öğretim faaliyetine 'kürsü' anlayı­şını sokan kimsenin Hz. İbrahim olduğunu çıkarmak mümkündür.

O kürsüden, insanlığa güven getirecek değerlerin bilgisi öğretilmektey­di. Orayı, insanların etrafında toplanacakları ve sorunlarını bilgi ile çöze­cekleri bir yer haline getiren bu kürsü idi. Bu kürsü sadece bilgi ve güven ortamı hazırlamakla kalmıyor, aynı zamanda bir ibadet ortamı da hazırlıyor­du. Onun içindir ki ayette, o makamın namazgah edinilmesi istenmektedir. Netice olarak ayette, üç husus öne çıkmakta ve Beytullah üniversitesinin en önemli öğretileri arasında yer almaktadır: Bilgi, güven ve ibadet. Sırası çok manidar olan bu değerlerin yerlerini değiştirmek mümkün değildir. Ayette­ki 'güven' kavramının iman'ı da içine aldığı unutulmamalıdır. O zaman for­mülümüzü şu şekilde kurabiliriz: Bilgi+iman+güven+ibadet=takva. Takva denen manevî bağışıklık sistemi, Hz. İbrahim'in öğretilerinin ulaştığı nihai noktadır.

(İbrahim ve İsmail'e, 'Tavaf eden­ler, itikaf edenler, rüku ve secdeye gidenler için evimi temizleyin" diye em­retmiştik).

Allah'ın evinin temiz tutulması, ilahî bir emirdir. İbadethanelerin temiz tu­tulması, Allah'ın emri olduğu için bir ibadettir. Camilerin, ibadet edenler için temizlenmesi geleneği Hz. ibrahim'e kadar inmektedir. Camileri temiz tut­mayan din adamları, hem Allah'ın emrine, hem de Hz. ibrahim'in sünnetine ters düşmüş olacaklardır.

Ayetin bu kısmında Yüce Allah şu dört ibadete dikkat çekmektedir:

a) Tavaf

Bir şeyin etrafını dolaşmak, ihata etmek, kuşatmak, uykuda hayal görmek manalarına gelmektedir. Bu kelimeden türeyen taife ise grup anlamına gelir. Taifde vesvese anlamıni ifade etmekte ve A'raf/201'de, bu anlamda kullanıl­maktadır.

Yorumunu yaptığımız ayette, Beytullah'ın etrafında dolaşmak anlamına gelmektedir. Gökyüzündeki bütün cisimler bir merkez etrafında dönmekte­dir. Elektronlar da maddenin en küçük parçası olan atom çekirdeği etrafında dönmektedirler. Haccda, kabenin etrafında dönmek de, tabiattaki bu hareke­tin temsilidir. Tabiattaki bu dönme hareketi, nasıl cisimlerin Allah'ı teşbihi ise, Kabe'yi tovaf da. insanın Allah Teala'yı teşbih etmesidir.

Beytullah'ın etrafında dönmek, haccı teşbihe dönüştürmektedir. Etrafında dönülüp ibadet yapılacak tek kutsal yer, Beytullah'tır. Bu nedenle, belli sayı­da tavaf yapılmadığı takdirde, hacc yapılmış sayılmaz.

b) Akif

Yapışmak, bağlanmak, sarılmak, sadık kalmak, ayrılmamak, tutmak, tes­lim etmek, yaklaştırmak, feda etmek, hasretmek, tiryaki olmak, düşkünlük göstermek, zihnini meşgul etmek, kuvvetle niyet etmek, bir yere kapanıp kendini sosyal hayattan soyutlamak, geri tutmak, menetmek bu kavramın an-lamlanndandır. Akif, bu kavramın fail kalıbıdır.

Beytullah'ı tavaf etmek için hacca giden insanlardan bazdan, kendilerini toplumdan tecrit ederek bir yere çekilip ibadet yapabilirler. İtikaf, zihni da­ima Allah ile meşgul etmek manasına da gelmektedir. Bir şeye devam edip ondan ayrılmayan kimseye akif denir. Bir şeye yönelip devamlı o şekilde du­ran kimse için de aynı kavram kullanılmaktadır. [128]

 

Akif Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Vakfetmek

İsrailoğullan'nı denizden geçirdik, orada bir takım putlara kendilerini vakfet­miş bir kavme rastladılar... [A'raf/138]

Bu ayette geçen ya'küfüne fiili, vakfetmek, yani tapınmak manasına gel­mektedir. İsrailoğullan putlara tapınmayı bu kavimden öğrenmiştir.

Bu mana müslüman için kullanılırsa, kendini Allah'a vakfetmek, O'na gö­nülden bağlanarak kulluk etmek anlamını kazanır.

2. Oturmak

Mescid-i Haram'ı orada oturan ve ziyaret edenler için eşit kıldık. [Hacc/25]

Ayette yer alan (el-akifu fih) ibaresi, orada oturan kimse demek­tir. Demek ki akif bk mahalde yerleşmiş olan kişiye verilen sıfattır. Bu, kav­ramın fizikî manasıdır.

3. Tapınmak

Tapınmakta olduğun tanrına da bak... [Taha/97]

Şu karşısına geçip tapınmakta olduğunuz heykeller de ne oluyor? [Enbiya/52]

Birinci ayetteki (tapmakta olduğun) ifadesiyle, ikinci ayetteki (tapmakta olduğunuz) ifadeleri aynı manaya gelmektedir.

4. İnzivaya çekilmek

Mescitlerde itikafa, (inzivaya) çekildiğiniz zamanlarda kadınlara yanaşmayın. [Bakara/187]

Hz. Peygamberin Hira mağarasına çekildiği gibi, bazı insanlar kendileri­ni toplumdan soyutlayarak inzivaya çekilir; Allah'ı düşünürler. İtikaf, insanın kendine yönelip oradan Allah'a varması ve kendini O'na tahsis etmesidir.

5. Alıkoymak

Bekletilen kurbanların yerlerine ulaşmasını engellerlerdi... [Fetih/25]

Bir ibadeti engellemeye makufen denir. İnsanın kendisini yanlış davranış­ları işlemekten alıkoyması, engellemesi de mta/kelimesinin anlamı içinde­dir. Vakfetmek, oturmak, tapınmak, inzivaya çekilmek ve alıkoymak mana­sıyla itikaf, önemli ibadetlerden birini teşkil etmektedir. Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/125'te "inzivaya çekilenler" manasına gelmektedir.

c) Rüku etmek

Bedeni namazda eğmek manasına gelen rüku, başlı başına bir ibadettir. Aslında namazın bölüm ve farzlarından biri olmasına rağmen, tek başına da bir ibadettir. Hacc/77'de "Ey iman edenler! Rüku edin" emri yer almaktadır. Çıplak manasıyla rüku bir ibadettir.

d) Secde etmek

Secde de hem müstakil bir ibadet, hem de namazın bölüm ve farzlarından biridir. Hacc/77'de rüku'dan sonra "Secde edin" emri yer almaktadır. Alak/19'da ise (Secde et ve yaklaş) buyurulmaktadır ki bu, secde­nin de müstakil bir ibadet olduğunu göstermektedir.

Bakara/125'te rüku ve secde ile kastedilen ibadet namazdır. O zaman şöy­le bir genelleme yapabiliriz: Allah, ibrahim ve İsmail'den, tavaf edenler, iti­kafa çekilenler ve namaz kılanlar için Beytullah'ı temizlemelerini istemiştir.

Bakara/125'in bütününü bir değerlendirmeye tabi tutarsak şu neticeye ulaş­mamız mümkündür:

Beytullah hem bir okul, hem de bir ibadethanedir. İnsanlığı cehaletin ka­ranlık ve çıplaklığından kurtaracak olan bilginin, iyinin, güzelin ve güvenin üretildiği bir yer olması sebebiyle, bir üniversite; tavaf, itikaf ve namaz iba­detlerinin yapıldığı bir yer olması nedeniyle de bir ibadethanedir. Bu işleviy­le okul ile camiyi bir araya getiren bu yer, insanın beynini, gönlünü ve nefsi­ni birleştirerek bütüncül bir şahsiyet oluşturmanın eğitimini vermekte, bu­nunla da bütün insanlığı hedef almaktadır. Dikkat edilirse, Mescid-i Haram'ın önce üniversite, sonra bir ibadethane olduğu görülecek ve onun bilgiye ve onu aşılayan öğretim faaliyetine ne denli önem verdiği anlaşılacaktır, ibade­tin nasıl yapılacağı, bilgiye bağlı olduğu için, önce okul, sonra ibadethane ol­ma işlevi dile getirilmiştir.

Bilgi, iyi, güzel, iman ve ibadet gibi değerler, insanın manevî bağışıklık sistemini oluşturmakta, geliştirmekte ve canlı tutmaktadır. Onlarsız, insanın manevî bütünlüğünü sağlamak ve bağışıklık sistemini güçlü tutmak imkan­sızdır. İşte Beytullah'ın insana ve insanlığa temin ettiği bu ortamın önemi bu ayette vurgulanmaktadır. Beytullah'ın bu evrensel eğitim boyutunu, şu ayet de gündeme getirmektedir:

Şüphesiz alemlere bereket ve hidayet kaynağı olarak insanlar için kurulan ilk ev, Mekke'deki Kabe'dir. [Âl-i İmran/96]

Bilgi, iyi, güzel, iman, güven ve ibadet gibi insanlığa insanlık kazandıran değerlerle, Kabe ismindeki üniversite, bereket ve hidayet gibi önemli ihtiyaç­ları da karşılamaktadır. Böylece, Kabe üniversitesi, öğretilerine bereket ve hidayeti de eklemektedir. 'Alemler'ifadesiyle, bütün insanlığı, cinleri ve me­lekleri de içine aldığı vurgulanmaktadır. Bilgiden güvene, oradan ibadete, be­reket ve hidayete uzanan bu üniversitenin öğretim alanları ve konulan, tüm dünya üniversitelerinin çekirdeği olmuştur, insanların ve diğer canlıların ha-yahm kutsattaştaıp, savaşı kınayan bu üniversite, çevre mühendisliğinin de temellerini atmıştır. Yeşile dokunulamaz ilkesini getiren, hayvan ve bitkile­rin telef edilmesini haram kılan bu üniversite, ekolojik dengenin önemini tüm dünyaya haykırmıştır. İşte Beytullah'tan insanın beynine ve gönlüne akan bereket ve rahmet bunlardır. [129]

 

Güven Ve Ekonomi:

 

126. Ve hatırla İbrahim'in şöyle dediğini: "Ey Rabbim! Burayı güvenli bir belde yap, halkından Allah'a ve ahiret gününe inananları çeşitli meyvelerle besle!" Allah da şöy­le buyurdu: "İnkar edeni de az bir süre faydalandırır, son­ra onu cehennem azabına sürüklerim. Orası ne kötü bir yerdir!"

Bakara/3'te yer alan infak kavramını açıklarken, infakın sosyal güvene olan etkisi ve yardımını açıklamıştık. Bu ayette ise, güvenden ekonomiye gi­den yolun ele alındığını görüyoruz.

Hz. İbrahim, önce şehrin, ya da ülkenin güvenli kılınması, sonra da ora­nın inanmış halkının ekonomik nimetlerle donatılması için dua etmektedir. Ayetteki emn kavramının birincil manası 'güven', ikincil manası da 'banş'tır. Güvenli bir ülkede barış, bansın bulunduğu bir ülkede de güvenli bir ortam oluşur.

Hz. ibrahim'in, ülkenin barış ve güveni için dua ettiği dikkate alınırsa, bu değerlerin sosyal hayat için ne derece önemli olduğu daha iyi anlaşılır. Barış ve güvenin olmadığı bir ülkede, hiçbir değer ve erdemin yeşermesi, gelişme­si ve yayılması mümkün değildir.

Hz. İbrahim, güven ve barış isteğinden sonra, Allah'tan, ülkenin inanan insanlarını her çeşit meyvelerle beslemesi dileğinde bulunmaktadır. "Her çe­şit meyve" o dönemdeki toplumsal gelişmişliğin seviyesini belirlediği gibi, ziraatın insan hayatındaki yerini de tesbit etmektedir. Zirai ürünler, o dönem toplumlarının ekonomik değerini oluşturmakta ye yerleşik topluma geçildi­ğini göstermektedir. Hz. ibrahim, bu ekonomik imkanın, sadece Allah'a ve ahirete inananlara sağlanması için dua etmiş, Allah ise inkar edeni de faydalandıracağım ifade buyurarak, bunun doğru olmadığını belirtmişti. Böylece Allah, insanlık için koyduğu evrensel bir kanuna; kainatı idare eden ve bütün canlıların rızkını tedarik eden Allah'ın, nzık dağıtımında inanan ve inanmayan ayırımı yapmayacağı kanununa dikkat çekmişti. Allah'ın bu uygulaması, top­lumları idare edenler için uyulması gereken bir kanun olmalıdır. İdareciler, toplumdaki grupları, inanan ve inanmayan diye ayırıp, ekonomik menfaatleri bu ayırıma göre dağıtamaz, dağıtmamalıdır. Allah'ın, nzkı inanan ve inanma­yan diye ayırmadan dağıttığı gibi, idareciler de ekonomik menfaatleri, inanç­lara göre dağıtmamalıdır. Başka bir ifadeyle, idareci inançsız ise inananları, inanan biri ise inanmayanları ekonomik menfaatlerden mahrum etmemelidir.

Hz. ibrahim'in sadece inananlar için nimetler istemiş olmasına rağmen Yüce Allah, kafirleri de istifade ettireceğini beyan etmek suretiyle, bu evren­sel kanunu insanlığa bahsetmiştir. Böylece bu ayet, siyaset alanının en önem­li kanununu, siyasî hayatın en önemli nakısını insanlığa getirmiş oldu. Diğer taraftan, ayette yer alan  (inkar edeni de az bir süre faydalan-dınnm) ifadesi, inanmayanların sadece bu dünya nimetlerinden faydalandı-nlacağını, bunun ise az ve geçici olduğunu da vurgulamaktadır. Küfr, bu dün­ya hayatının nimetlerinden istifade ettirilmeye engel değildir ama, öteki dün­yada engel olacaktır.

(Sonra onu cehennem azabına sürüklerim).

insanın bu dünyada küfrü, öteki dünyada azaba dönüşmektedir. Allah Te-ala, bu durumu bildirmek suretiyle, küfrün ahiret hayatını nasıl tahrip ettiği bilincini kazandırmak istemektedir. Allah, insandaki ritm psikolojisine göre, insanın kendi geleceği hakkındaki tedirginliğini harekete geçirerek, inançla­rın sorgulanacağını haber vermektedir.

(Ne kötü varılacak yerdir orası).

Sanki insanın inançları, ahirette ellerinden tutup onu bir yere götürecek­tir. Inkann götüreceği yer mutsuzluk ve umutsuzluk; imanın götüreceği yer ise mutluluk diyarı olacaktır. Yüce Allah küfrün insanı götüreceği yeri tanı­tarak, inkarcıları uyarmaktadır, insanın, dünyada ziyaret edeceği ülkenin gü­venliğini, tabiat güzelliğini ve insan ilişkilerini önemsediği ve huzurlu olma­yan bir ülkeye gitmek istemediği halde, ahiret için bu itinayı göstermemiş ol­ması, ne büyük cehalettir. [130]

 

Hz. İbrahim İle İsmail'in Kabe'yi İnşaası:

 

127. Ve İbrahim ile İsmail'in Beytullah'ın temellerini yük­seltirken şu duayı yaptıklarını hatırlayın: "Rabbimiz! Biz­den bu hizmeti kabul buyur; çünkü sen her şeyi duyan ve her şeyi bilensin".

Beytullah'ın Hz. ibrahim'den önce yapıldığı rivayeti, -Âl-i Imran/96'ya da uygun düştüğü için- doğru kabul edilebilir.

Demek ki, çok önceden beri var olan Kabe, zamanla eskimiş, yıkılıp ye­niden yapılmıştır. Belki daha önce, ahşaptan yapılan bu kutsal mabed, Hz. İb­rahim zamanında taştan yapılmış olabilir. Bütün bu izahlara rağmen, ayetin işaret ettiği gerçek, Hz. İbrahim'in Kabe'nin temellerini yükseltip inşa ettiği­dir. Hz. İbrahim ile oğlu İsmail'in, Beytullah'ın temellerini yükseltirken yap­tıkları dua manidardır

(Rabbimiz! Bizden bu hizmeti kabul buyur).

Bu dua, ibadethanelere emek sarfetmenin bir ibadet olduğu ilkesini getir­mektedir, ibadethanelere hizmet etmek, yapılmaları ve imar edilmeleri için emek vermek, Allah'ın kabulüne şayandır.

Ama, bu amelin kabul edilmesi için dua yapılması, kabulün garanti olma­dığına zımnen işaret etmektedir. Hz. ibrahim ile oğlu İsmail'in, bu dualarını Yüce Allah'ın işitme ve bilme sıfatlarına sığınarak yaptıklarına dikkat çeki­lerek, Allah'ın kabul buyurmasının, O'nun hangi sıfatlarıyla ilişkili olduğu öğretilmektedir.

İbadethanelere hizmet etmek, Tevbe/18'e göre, insanın iman ve ibadetine delil teşkil etmektedir. Aynı surenin 17. ayeti ise, bu ibadethanelere hizmet etmemenin, imansızlığa delil olduğunu göstermektedir. [131]

 

Babanın Önce Kendisi Sonra Nesli İçin Dua Etmesi:

 

128. £y Rabbimiz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl; nesli­mizden de sana boyun eğen bir ümmet yetiştir. Tevbemizi kabul et; çünkü sen tevbeleri ziyadesiyle kabul edensin ve çok merhametlisin.

Bu dua, Hz. ibrahim'in üçüncü, Hz. İsmail ile birlikte yaptığı ikinci duası-dır. Birinci duasında, Mekke'yi güvenli bir belde yapmasını ve halkını eko­nomik nimetlerle donatmasını; ikincisinde Kabe'yi yaparken verdiği hizme­tini, üçüncüsünde de 128. ayetteki duasını kabul etmesini istemiştir. Müsli-meyni ifadesi, Hz. ibrahim ve İsmail'i içine alan bir dua olduğu için ikili bir kalıpta kullanılmıştır. Manası, "teslim olan iki kişi"dir.

"İkimizi de sana teslim olanlardan kıF' duası niçin yapılmaktadır? Hz. İb­rahim ve oğlu İsmail'in kendi iradeleriyle teslim olmaları mümkün değil miy­di? Bu soruların cevabını verebilmek için, ilahî iradeyle kulun iradesi arasın­daki çizgiyi iyi anlamak gerekir. Bu duayı yaptıkları anda kendileri zaten müslüman, yani teslim olmuş ve boyun eğmiş kimseler idiler. Demek ki, Al­lah da onların teslimiyetlerini kabul etmiştir.

Yukarıdaki soruların cevabını verebilmek için ayetin başında yer alan vec'alna kavramının manasına bakmamız gerekiyor. Daha önce Bakara/30 ayetinin tefsirinde bu kelimenin yapmak, hibe etmek, tavsif etmek, emret­mek, öğretmek, açıklayıp göstermek, hükmetmek, yaratmak ve tayin etmek manalarına geldiğini söylemiştik. Şimdi bu manalardan, tefsirini yapmakta olduğumuz bu ayete uygun olanını seçersek, müslüman olan bir kainin, müs­lüman olmak için tekrar dua etmesinin ne anlama geldiği anlaşılır.

Kavramın manalarından bu ayete uygun düşenini isabetli bir şekilde tesbit eden Fahruddin Razi'nin görüşünü benimsiyoruz, ki o "hükmetmek" ma­nasını vermiştir. Demde ki, vec'alna ibaresi burada "bizim müslümanlığımı-za hükmet" anlamını ifade etmektedir. Yani kul kendi iradesiyle müslüman oluyor, ilahî irade ise, müslüman olmayı ona nasip ediyor ve böylece onu müslüman olarak değerlendirip hükme bağüyor. Hz. ibrahim ile oğlu İsmail, bu değerlendirme ve hüküm için Allah'a dua etmektedir.

Razi'nin verdiği "hükmetmek" manasına başka bir boyuttan bakarak, farklı bir anlam daha yüklemek istiyoruz. Aslında ceale kelimesi yapılan iş­te devamlılığı da gösterir. Mesela Bakara/30'da "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım " ifadesinde cailun şeklinde geçmektedir. İnsanoğlunun halife­liğini, yani siyasî vasfını ifade eden bu ayet, ceale fiiliyle, bu vasfının sürek­li olacağına da işaret etmektedir, insanın politik bir varlık olma vasfı, kıya­mete kadar devam edecektir. İşte bu devamlılık, ayetteki ceale kelimesiyle ifade edilmektedir. Şimdi bu manadan hareket edersek, Bakara/128'e "Bizim müslümanhğımızı devamlı kıl" şeklinde mana verebiliriz. Ayetin bu kısmına, hükmetmek ve bu hükmün devamlılığını sağlamak manasını verdik. Ayetin ikinci bölümü olan (Zürriyetimizden de sana teslim olan bir ümmet yarat) ifadesi de, ceale fiiline bağlanmıştır. Yukarıdaki mana buraya uygun düşmemektedir. O halde, ayetin bu kısmında, bu kelimenin manası ne olabilir?

Bize göre, burada 'yetiştir' manasına gelir. Bizim müslümanlığımızı de­vamlı kıl, neslimizden de sana teslim olan bir ümmet yetiştir anlamı, bizce en uygun olanıdır. Böylece, vec'alna kelimesi burada var olan bir şey için 'devamlılık', gelecek için de 'yaratma' ve 'yetiştirme' manalarını ifade et­mektedir.

Bu mana ve izahlardan şu önemli sonucu çıkarabiliriz: Tercih ve irade kuldan, yaratmak Allah'tan. Kulun, yaratılan işin devamlılığını temin etmesi zordur. Devamlılık ilahî yardıma bağlıdır.

Çıkarılacak ikinci sonuç, müslüman bir nesil yetiştirmenin çok zor bir iş olduğudur. Peygamber bile olsa, babaların eğitimden bekledikleri neticeyi tam anlamıyla gerçekleştirebilmeleri mümkün değildir. Bu nedenle daima Allah'ın yardımını istemektedirler. Hz. ibrahim'in önünde, bir de, oğlunu müslüman yapamayan veya yapmaya gücü yetmeyen Hz. Nuh örneği dur­maktadır. Ana-babalar ve eğitimciler, eğitim faaliyetinde bütün güçlerini kullandıktan sonra, bu faaliyetin olumlu bir netice verebilmesi için Allah'tan yardım istemelidirler. Duasız eğitim, susuz çeliğe benzer. Kur'an, çocuklan-nın iyi yetişmesi için dua eden peygamberlerin dualarını nakletmektedir. Biz buna "eğitimin dua boyutu" diyoruz.

(Bize ibadet yerlerimizi göster).

Bu ifade, bu duanın üçüncü bölümünü teşkil etmektedir. Chıce ayette ge­çen nusuk kavramının sözlük manalarını verecek, ardından da ayette ne an­lama geldiğim açıklayacağız. Fiil halinde, dindar bir hayata başlamak, bir za­hit hayaü yaşamak, takva ehli olmak, öteki dünya işlerine dalmak manaları­na gelmektedir.

İsim halinde, takva, sofuluk, zahitlik, münzevilik anlamlarını ifade et­mektedir.

Nusuk kalıbından alındığında, kurban ve hac ibadetinin usûlleri manasına gelmektedir.

Nasık kalıbından alınınca, insanlardan uzak yaşamayı seven, dünyadan el-etek çekmiş ve tevbe eden kimse manasını ifade eder.

Saieb ve İbnul-Arabi nusuk kelimesine, halis dökme gümüş anlamını vermişlerdir. Eritilip dökülen her madenin bir kalıbı vardır. İbadet edene de nasik denir. Çünkü o, kendisini günah kirlerinden arındırmış ve posasından ayırt edilmiş gümüş gibi, kendisini halis bir hale getirmiştir. Bu izaha göre, nusuk Allah'a yaklaşmaya vesile olan her şeydir. Fakat örfte bu kelime, kesi­len kurban manasına kullanılmıştır.[132]

Demek ki nusuk bir madeni yabancı maddelerden arındırıp şekle sokmak manasına gelmektedir. Bu anlamıyla nusuk tamamen eğitimsel bir anlam ta­şımaktadır, insanın beynini, gönlünü ve nefsini zararlı ve yabancı fikirlerden temizleyip, iyi insan olma kalıbından geçirerek ona şekil vermektir. İnsan ru­hunu arındırmak ve ona şekil verip disipline etmek eylemi, tamamen terbiye-vî bir faaliyete işaret etmektedir. Çeşitli kalıplarıyla Kur'an'da yer alan nusuk kavramı şu manalarda kullanılmıştır: [133]

 

Nusuk Kavramının Kur'an'daki Şu Manaları:

 

 

1. Yol, tarz

ibadet şekli, tarzı ve yolu manası ile şu ayette geçmektedir

(Biz her ümmete kulluklarını ifade edecekleri bir ibadet tarzı tayin ettik). [Hacc/67]

"Kulluklarını ifade edecekler?' ifadesi, "takip edecekleri" manasına alın­malıdır.

Ayette nusuk kelimesi hem mensek hem de nesik kalıbında kullanılmakta­dır. Kelimenin birinci kalıbı ibadet şekli, ibadet tarzı, ibadet yolu manasına gelirken, kelimenin ikinci kalıbı 'tutmak' anlamını ifade etmektedir.

Buradaki mensek kelimesinin, Maide/48'de yer alan İra ve minhac keli­meleriyle örtüştüğünü söyleyebiliriz.

Kavram, her ümmetin kulluğunu ifade edecek bir ibadet tarzı vardır ma­nasına geldiği gibi, bir hayat tarzı, bir hukuk ve bir inanç sistemi anlamına da gelmektedir.

2.  Kurban

(De ki; "Şüphesiz benim namazım ve kurbanım (.....) alemlerin Rabbi Allah içindir"). [En'am/162]

Ayetteki nusuk kelimesi, -Bakara/196'da geçtiği gibi- kurban manasına gelmektedir.

Hacc/34'te geçen mensek kelimesi de, kurban anlamını ifade etmektedir. Bir farkla ki, mensek'te, kurban kesmenin kuralları da vardır, nusuk kelime­si ise doğrudan kurban anlamına gelmektedir.

3.  Hacc

Hacc ibadetlerinizi bitirdiğiniz zaman... [Bakara/200]

Ayette geçen menasik kelimesi, mensek'in çoğuludur. Kelimenin özünde ibadet anlamı vardır. Onun için mealde "hac ibadeti" ifadesini kullandık.

Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/128'de "ibadet yollan, ibadet tar­zı" manasına gelmektedir.

125. ayetten itibaren Beytullah konusu işlendiği ve Hz. ibrahim bu duayı Beytullah'ı imar ederken yaptığı için, hac ibadetinin kurallarının öğretilmesi manasına alınmasında yarar vardır. Genel manada bakınca, insanın müslü-man olduktan hemen sonra öğreneceği en önemli şeylerden birinin de ibadet­ler olduğu düşünülürse, menasikena kavramına "ibadetlerimizi" manası da verilebilir. Ayetin bu kısmına "Bize çıkış yollarımızı göster" şeklinde anlam vermek de mümkündür.

Bütün bu manaları göz önünde bulundurarak şu genellemeyi yapmamız ye­rinde olun Ayetin bu kısmı din eğitiminin temellerini atmaktadır. "Bize göster", ifadesi "bize öğret" demektir. Bu öğretim faaliyeti Allah'tan istenmektedir. De­mek ki, Hz. İbrahim ibadetlerin nasıl yapılacağı bilgisine ihtiyacı olduğunu an­lamış ve bunun öğretim vasıtasıyla giderileceğine de işaret etmiştir. Bir top­lumda, halka nasıl ibadet edileceğini öğretmek ve bu görevi yerine getirecek insanları yetiştirmek, eğitim politikasının gayeleri arasında yer almalıdır.

(Tevbemizi kabul et).

Bu ayetteki üçüncü istek, bu kısımla gündeme gelmektedir. İlk iki istek öğretimle alakalı iken, burada eğitim alanına girilmektedir. Tevbe kelimesini Bakara/37'de açıklamıştık. Buradaki manası, yapılan hatadan sonra, af dile­yip iyiye dönmektir. Peki Hz. ibrahim ile oğlu Hz. İsmail ne hata işlemişler­di ki, tevbe etme ihtiyacı duydular?

Peygamber bile olsa insan, her davranışından emin olamayacağı için her an tevbe etmeli ve affını dilemelidir. Müslüman, ümitle korku arasında bu­lunmalıdır, peygamberler de bundan istisna değildir. "Tevbemizi kabul et" ifadesi, hatalarımızı görmemezlikten gel manasını ifade etmektedir.

Bu mananın dışında, A Yusuf Ali'nin tercihinden hareket edersek, bura­daki tevbe'yc "dönmek" manasını da verebiliriz. Hz. ibrahim ile oğlu İsmail, Allah'tan merhametle kendilerine dönmesini istemektedirler. Böylece bize merhametinle muamele et; merhametinle bizimle ilgilen manasına alınabilir. (Zira tevbeleri çokça kabul eden ve çok merhametli olan ancak sensin).

Onların müslümanlığına hükmetmesi, nesillerinden müslüman bir grup ye­tiştirmesi ve onlara ibadet şekillerini öğretmesi aslında Allah'ın, onlarla ilgi­lenmesi demektir. Yüce Allah'ın bunları yapması, tevbeleri çokça kabul etme­sinin ve merhametli olmasının bir gereğidir. Kullarının dualarını, isteklerini yerine getirmek, onlara icabet etmek, O'nun bu sıfatlarının işlerliğini ifade et­mektedir. Bu ayetten, Hz. ibrahim ile oğlu İsmail'in, Allah Teala'nın hangi sı­fatını anarak O'na yalvaracaklarının bilincinde olduklarını da öğreniyoruz. [134]

 

Hz. İbrahim'in, Neslinden De Peygamber Çıkarılmasını İstemesi:

 

129. Rabbimiz! Onlara, içlerinden senin ayetlerini okuya­cak, kitap ve hikmet öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder. Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli ye­rince yapan sensin.

Bu dua, Hz. İbrahim'in dördüncü duası, oğlu İsmail ile birlikte yaptığı üçüncü dua olmaktadır. Bir önceki duasında, neslinden Allah'a teslim olmuş bir ümmet yetiştirmesini istemişti, bu duasında ise neslinden peygamber çı­karmasını istemektedir. Hz. ibrahim'in bu duası kabul edilmiş ve onun nes­linden bir çok peygamberler gelmiştir; nihayet Hz. Muhammed de onun bu duasının neticesinde gönderildiğini şöyle ifade buyurmuştur:

Ben dedem İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım. Ayette geçen kavramları izah ederek, ayetin analizini yapmaya çalışacağız:

Ba's kelimesi sözlükte göndermek, çabuk yetiştirmek, havale etmek, ih­raç etmek, çıkarmak, celbetmek, çağırmak, canlandırmak, harekete geçir­mek, teşvik etmek, tazelemek, tekrar meydana çıkarmak, ölüyü canlandır­mak, mezardan çıkarmak, kışkırtmak manalarına gelmektedir. [135]

 

Ba's Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Göndermek

(Andolsun ki, biz, her ümmete bir peygamber gönder­dik). [Nahl/36]

Ba's kelimesi bu ayette göndermek manasına gelmektedir. Göndermek manasına gelen bir diğer kelime de erselna fiilidir. Yüce Allah, insan ve cin­ler aleminin sorunlarını çözmek, onlara ilahî mesajı götürüp öğretmeleri için elçiler göndermiştir. Bunu da bazen ba 's kelimesiyle ifade etmiştir.

2. Atamak

Peygamberleri onlara, "Bilin ki Allah, Talut'u size hükümdar olarak tayin et­ti" dedi. [Bakara/247]

Bu ayetten anlaşılıyor ki, peygamberlik dışında bir de hükümdarlık mües­sesesi vardı ve peygamber ile hükümdar aynı anda görev yapmaktaydı. Bu ayetteki ba 's kelimesine 'gönderme'den ziyade "atama" manasını vermek daha uygun olur.

3. Kaldırmak

Bizi yatmakta olduğumuz yerden kim kaldırdı? [Yasin/52]

Ayette geçen merkad mezar manasına da gelmekte olduğundan ibare "Bi­zi mezarlarımızdan kim kaldırdı?" şeklinde de tercüme edilebilir.

4. Yeniden yaratmak

Fakat Allah onu öldürüp yüz sene bıraktı; sonra tekrar diriltti... [Bakara/259]

Öldükten sonra dirilme, İslâm itikadının önemli bir ilkesidir. Ahirete ima­nın başka bir ifadesi de öldükten sonra dirilmedir.

5. Yükseltmek

(Umulur ki, Rabbin seni övgüye değer bir makama yükseltecektir). [İsra/79]

Hz. Peygamberin, Allah ve insanlar nazarında övgüye değer bir manevî makama yükseltilmesi bu ayette &a's kelimesiyle ifade edilmektedir.

6.  Oluşturmak

(Eğer kan-kocanın arasının açılmasın­dan korkarsanız, erkeğin ailesinden bir heyet ve kadının ailesinden de bir he­yet oluşturun...) [Nisa/35]

Boşanma olayında hakimin, kan-kocanın yakınlarından birer heyet oluş­turması, bu kelimeyle ifade edilmektedir.

7.  Öne atılmak

Ba 's kavramı Şems suresinde ayağa fırlayıp öne çıkmak, öne atılmak ma­nasına gelmektedir:

Onların en eşkiyası, deveyi kesmek için öne atıldığında... [Şems/12]

Bu manasıyla bease fiili, olumsuz bir davranış için cesaretle öne atılmayı ifade   etmektedir.  Bu  fiil,  aynı  manada  Tevbe/46'da   da   geçmektedir. 'efeü&S'jf (Allah onların öne çıkmasını uygun görmedi).

8. Aln-üstüne gelmek

İçindekilerin dışarı fırlaması anlamında, kabirlerin altı üstüne gelecektir. Bu olguyu anlatırken Yüce Allah bu'sira kelimesini kullanmaktadır:

Kabirlerin alü-üstüne geldiği zaman... [İnfitar/4]

9. Dışarı atılmak

insan düşünmez mi ki, kabirlerde bulunanlar dışarı atıldığı zaman... [Adiyat/9]

Uzun süre önce gömülmüş ölüler, gizli tuzaklar, kötü düşünce ve tasanlar, iyice saklanmış ve insanlığın bilincinden silinmiş olsalar da, her şeyi kuşa­tan, hiç unutmayan, yorgunluk nedir bilmeyen Allah'ın ilim ve kudretiyle or­taya çıkacak ve mahşerde hesabı görülecektir.[136]

Hz. İbrahim'in Bakara/129'da nakledilen bu duasındaki veb'as dua-fıili, yetiştirmek ve tayin etmek manasına gelmektedir. Diğer taraftan kendi nes­linden peygamber çıkarılmasını isteyen Hz. ibrahim, onların görevlerine de işaret etmektedir. Hz. ibrahim, neslinden gelecek olan peygamberlerin şu gö­revleri deruhte etmelerini beklemektedir.

1. (Onlara senin ayetlerini okurlar).

Hz. İbrahim bu görevi birinci sıraya yerleştirmiştir. Allah'ın ayetlerini in­sanlara okumak peygamberlerin görevleri arasında yer aldığı gibi, aynı za­manda din adamlarının da görevi olmalıdır. Bakara/12l'de yapmış olduğu­muz açıklama ve bu kavrama yüklediğimiz mana burada da geçerlidir.

2 (Onlara kitabı ve hikmeti öğretirler).

Allah'ın kitabını ve hikmeti insanlara öğretmek, onların ikinci görevleri­dir. Kitap, Allah'ın gönderdiği mesajın bulunduğu kitaptır; hikmet ise vahyin dışındaki damıtılmış bilgidir.

3. (Onları temizleyen...)

Buradaki temizlik, beynin, gönül ve nefsin temizliğidir. Kısacası ruhun te­mizliği olup cehaletin kara bulutlarının gönüllerde meydana getirdiği kirin temizlenmesidir. Ayetteki tezkiye kavramının bir diğer anlamı da, geliştir­mektir. Cehalet ve imansızlığın kirinden temizlenen kimsenin ruhunda ve şahsiyetinde bir gelişme olur.

Hz. İbrahim'in duasına göre ruh temizliğine ulaşabilmek için geçilmesi gerekli olan safhalar vardır. Önce Allah'ın ayetleri okunacak, sonra kitap ve hikmet öğrenilecek ve nihayet temizlik yapılacaktır. Okuma, öğrenme ve ru­hu temizleme gibi insan olma formülünü içeren bir başka formül var mıdır? İlahî bilgi ve hikmet olmadan, insan ruhunu temizlemek mümkün değildir. Bakara/15l'de bu formülün başka bir boyutu daha ele alınacaktır.

Hz. İbrahim ve oğlu İsmail'in bu duası, bir taraftan peygamberlerin görev­lerine işaret etmekte, bir taraftan da eğitimin hedefini tayin etmektedir. Ayrı­ca, bu hedefe nasıl ulaşılacağına da ışık tutmaktadır. Eğitimin ana gayesi, in­sanların zihin, gönül ve nefislerini temizlemektir. Bu gayeye, okumak ve öğ­retmekle ulaşılır. Okumanın ve öğretimin olmadığı yerde, eğitimin amacın­dan, hatta eğitim faaliyetinden bahsetmek mümkün değildir. Okumak ve öğ­renmek bir öğretim faaliyetidir. Bu öğretim faaliyetinin eğitim faaliyetine dönüşebilmesi için, öğretilen şeylerin insan beynine ve gönlüne yerleşmesi, oraları temizlemesi ve insan nefsinde gerekli olan değişimi meydana getir­mesi gerekir. Bu temizlenmenin olmadığı yerde eğitimden bahsetmek, hayal kurmaktan öteye gidemez.

Onun için Kur'an, "oku" emriyle başlamaktadır ki bu, Kur'an okumanın en büyük ibadet olduğunu gösterir. İbadetlerin doruk noktasında yer alan okumak, bir bilgi edinme faaliyeti olduğuna göre, bu bilgileri başkasına oku­mak da bir ibadettir. (Çünkü üstün gelen ve her şeyi yerli yerin­de yapan sensin).

Kur'an'da öğretim faaliyetinin zikredildiği her ayetin sonunda Allah'ın bazı sıfatlan anılmakta; bunların başında da aziz sıfatı gelmektedir. Hz. İbra­him Yüce Allah'ın, aziz ve hakim sıfatlarını harekete geçirerek, duasının ka­bul edilmesini temine çalışmaktadır.

Demek ki, Allah'ın ayetleri okunmalı, kitap ve hikmet öğretilmeli ve in­sanların ruhu temizlenmelidir. Öğretimden eğitime giden bu formül, önce peygamberler tarafından gerçekleştirilmeli, sonra da din alimleri onları takip etmelidirler.

Yüce Allah'ın aziz ve hakim sıfatlarını yeryüzüne indirip, o sıfatlara bü-rünmenin yolu da, öğretim ve eğitim faaliyetinden geçmektedir. Aziz, galip ve şerefli demektir. Hakim ise işini yerli yerinde yapandır. Allah'ın ayetleri­ni okuyan, kitabı ve hikmeti öğreten ve insanları temizleyen kimseler, onla­ra şeref ve üstünlüğün yanısıra, işlerini yerli yerinde yapma özelliği de ka­zandırmaktadırlar. [137]

 

Dinden Dönmek Beyinsizliktir:

 

130. İbrahim'in milletinden, kendini bilmezlerden başka kim yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada seçtik; şüp­hesiz o, ahirette de iyilerdendir.

Ayetin analizini, kavramlarını açıklayarak yapabiliriz..

(kim döner...)

(rağıbe) temenni etmek, arzu etmek, istemek, iştiyakla istemek, gıp­ta etmek, tercih etmek manalarına gelmektedir. An cer harfi ile kullanılınca sevmemek, hoşlanmamak, nefret etmek, iğrenmek, tiksinmek anlamlarını ifade eder. Ayrıca hırsla korku arasında dönmek anlamına da gelir. [138]

 

Rağıbe Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

 

1. Arzu etmek

(Nikahlamayı arzu ettiğiniz yetim kadın­lar...) [Nisa/127]

Bu ayette, bir kadına karşı erkeğin duyduğu isteği, arzuyu ifade etmek için kullanılmıştir.

2. Tercih etmek

(Onun canından önce kendi hayatlarını tercih etmeleri yakışmaz). [Tevbe/120]

Buradaki "tercih" kelimesi, kendi hayatlarını düşünmeleri manasına alın­malıdır. Sahabenin, Hz. Peygamberin hayatından önce kendi hayatlarını dü­şünmelerinin doğru olmayacağına işaret etmektedir.

3. Dönmek, yönelmek

(Ve yalnız Rabbine yönel). [İnşirah/4].

Cer harfi ile kullanıldığında yönelmek, dönmek manalarını ifade etmek­tedir. Buradaki dönmek, ayrılmak manasına dönmek olmayıp; yönelmek, ya­ni semtine doğru dönmek manasını ifade etmektedir.

4.  İlgi, sevgi, ümit

Ragabe fiili regaben kalıbından kullanılınca, insan davranışlarının arka­sındaki psikolojik durumu bildirir. Enbiya/90'da bu anlamda geçmektedir: (Sevgi ve hürmetle bize yalvarırlardı).

Bazıları "Ümit ve korku ile..." şeklinde tercüme ederek, rağaben kelime­sine "ümit" manası vermektedirler.

Bir insan, arzu ettiği bir şeyi tercih eder, tercih ettiği şeye döner ve dön­düğü şeye sevgi ile bağlanır ve ilgi duyar. Aslında bu kelime, ilgili olduğu objeye göre mana kazanmaktadır. Bu manalar, birbirinin içine girmekte ve birbirinden doğmaktadır. Aslında bu kelime, insanın bir şeyden dönüp ayrıl­masını, ya da bir şeye yönelmesini sağlayan hem psikolojik duyguyu ve hem de onun sonucu olan hareketi ifade etmektedir. (Kim İbra­him'in milletinden döner?) Ayetteki millet kelimesinin manasını Baka-ra/120'de açıklamıştık. Buradaki manasını, Keşşaf ve Nesefi açık hakikat; İbn Abbas din olarak vermektedir.

"İbrahim'in milleti" ifadesi, Hz. İbrahim'in yolu, hayat tarzı ve dini mana­larına alınabilir. Zaten din, insana Allah'a giden yolu, veya mutlu yaşanacak hayat yolunu öğretmektedir. Böylece, geniş anlamıyla din, hakikati öğret­mekte, doğru yol ve hayatı göstermektedir. Bu anlamda Yüce Allah, kimin Hz. İbrahim'in dininden döneceğini sormakta; cevabını da,  (Kendini bilmeyenler) şeklinde vermektedir. Ayette geçen 'cite. (sefihe nefsehu) ifa­desi, "aptallıkla itibarını düşürmek" manasını da ifade etmektedir. Allah katındaki itibarını düşüren beyinsizler ancak Hz. İbrahim'in yolundan ayrılırlar. Sefih kelimesi budalalık, delilik, ahmaklık, küstahlık, arsızlık, terbiyesizlik manalarına gelir. [139]

 

Sefih Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1.  Delilik

Delilikleri yüzünden çocuklarını öldürenler... [En'am/140]

Çocuğunu öldürmek, beyinsizliğin, deliliğin alametidir. Aklı başında olan bir adam bu davranışta bulunamaz. Akıl ile bu davranış bir arada olamaz; bi­ri varsa diğeri yoktur. Bu manayı Bakara/130'a götürürsek diyebiliriz ki: Hz. İbrahim'in dininden dönmek ile aklın bir arada olması mümkün değildir. Yü­ce Allah bunu ancak delilerin yaracağını söylemektedir. Ancak bir deli ken­dini unutur, kendi değerini bilmez ve olmayacak işler yapar.

Genelde bu kavram, farklı inanca mensup olanlar arasında kullanılan; ço­ğunluğun azınlığa karşı kullandıkları bir ifadedir.

Kavminden ileri gelen kafirler dediler ki: "Biz seni kesinlikle bir beyinsizlik içinde görüyoruz". [A'raf/66]

Kavminin ileri gelenleri Hz. Hud'u bu şekilde itham ettiler ve onun faali­yetini beyinsizlikle nitelendirdiler. Anlaşılıyor ki, farklı inanç, farklı anlayış, farklı kültür ve farklı düşünceye mensub insanlar, birbirlerini itham ederken bu kavramı kullanmaktadırlar.

2.  Aptallık

Doğrusu bizim aptal olanımız, Allah hakkında aşın yalanlar uyduruyormuş. [Cin/4]

Sefih kelimesi, bu ayetle, Allah hakkında yalan uydurmanın arkasındaki psikolojik yapıya dikkat çekmek için kullanılan bir kavramdır. Ancak aptal olanlar Allah hakkında uydurma fikirler üretirler.

3. Bilmemek

Fahruddin Razi, Hasan el-Basri'nin Bakara/ 130'daki sefih kelimesinin, ta­nımamak, bilmemek manasına geldiğini söylediğini nakletmektedir. Bu keli­me 'nefsi' meful olarak almıştır, insanın kendini bilmemesinden ve tanıma­masından kaynaklanmaktadır.

Kendini bilen ve tanıyan insan, dinin yolunun kendi doğasında var oldu­ğunu görür; dinin bir ihtiyaç olduğunu anlar; dinin, insanın içinden çıkan inanç pınan ile Allah'ın gönderdiği mesajın buluşmasıyla oluştuğunu kavrar ve dinden yüz çevirmez. Kendini unutan insanlar ise, bu olumsuz davranışın doğmasına izin vermiş olurlar.

4. Helak etmek, yok etmek

Fahruddin Razi, Ebu Ubeyde'nin bu kelimeye 'helak' manasını verdiğini nakletmektedir. Bu manaya alınırsa, Bakara/l 30'da "Ancak kendini helak eden kimse ibrahim'in dininden yüz çevirir" anlamını ifade eder. Allah'ın di­ninden yüz çevirmek, insanın psikolojik helakinin işaretidir. Beyin, gönül ve nefis arasındaki dengenin bozulması, oradaki psikolojik yapının düzeninin ortadan kalkması ve insan olmanın değerinin yitirilmesi demektir.

5. Saptırmak

Fahruddin Razi, Bakara/l 30'un yorumunda, bu manayı tercih etmektedir. Nefsini, yani kendini hakikatten saptıran kişi, Hz. İbrahim'in dininden yüz çevirebilir. Bu insan, kendi varlığına düşman olduğu için, diğer ayetlerde be­yinsiz olarak nitelendirilmektedir.

Yüce Allah, ayetin bu kısmında, dinden yüz çeviren insanın psikolojik ya­pısının tanımını yapmaktadır. Allah'ın dinini benimsemenin, O'na yönelip, O'nun yolundan gitmenin bir beyin işi olduğunu söyleyen Yüce Allah, akılla dinin beraberliğine de işaret etmektedir. Aklın çalıştırılmaması, insanın din­den uzaklaşmasına neden olmaktadır. Dine yönelmek, aklın gereğidir. Beyin­le dini yan yana getiren Yüce Allah, din eğitiminin, insanların aklına hitap et­mesi gerektiğine işaret etmektedir.

Diğer taraftan, ayetin bu kısmı, dinden dönme sebeplerini dışarıda aramanın yersizliğine, bunun nedeninin insanın beyninde olduğuna dikkat çekmektedir.

(Andolsun ki, biz onu dünyada seçtik...)

Hz. İbrahim, ileri gelen peygamberlerden biridir. Onun bu seviyeye gel­mesi ilahî seçimle olmuştur. Yüce Allah peygamberlik görevini verirken, seçme kanununa göre hareket etmektedir. Seçmek, elemek demektir. Pek çok kişinin bulunduğu yerde bir eleme yapılırsa bunların içinden biri seçilir.

Bu seçme işini anlayabilmemiz için Bakara/124'e gitmemiz gerekiyor. Yüce Allah Hz. İbrahim'i imtihan etti. O, bu imtihanı kazanınca, Allah da onu seçti. Seçince, onu imam olarak atadı. Hz. ibrahim'in hayatındaki imtihan, seçilme ve atanma işlemleri, günümüz dünyasına, modern eğitim ve idarenin nasıl yürütülmesi gerektiğini öğretmektedir.

(Şüphesiz o, ahirette de iyilerdendir).

Doğal olarak insanın aklına, dünyada seçkin olan bir insanın ahiretteki durumunun ne olacağı gelir. Allah, bu sorunun beyinde teşekkül etmesinden önce cevabım vermekte ve dünyada Yüce Allah'ın seçtiği insanın, ahirette de iyilerden olacağını bildirmektedir. Allah Teala Hz. ibrahim'in bu dünyada se­çildiğini ve ahirette de iyilerden olacağını bize niçin söylüyor? Dini hayatı­mızla bunun ne gibi bir ilgisi vardır? Bu soruların cevabını şöyle verebiliriz:

Dünyada seçilen ve ahirette de iyilerden olacak olan örnek kişilerin yolu takip edilmelidir. Onların yolundan dönmek, insanın kendisini unutması ve aklını kaybetmesi kadar kötü bir davranıştır. Eğitim vasıtasıyla seçkin insan­lar yetiştirmek, onların öğretilerine uymak ve dinî bilgilerine değer vermek, insan olmanın kaçınılmaz bir gereğidir.

Diğer taraftan, ahirette insanı iyilerin arasına sokacak davranışların, dinle yakın bir ilgisi olduğu da vurgulanmaktadır. Ahirete uzanmayan bir fikir ve davranış, dinî olarak kabul edilemez. Böylece, dünyayı imar etmeyen, dünya hayatına bir zenginlik katmayan ve dünyada insanı muüu etmeyen her türlü düşüncenin, inanç ve davranışın insanı ahirette salihlerden yapmayacağı da belirtilmiş olmaktadır. Ahiretin bu dünya ile kazanılacağına işaret eden Yüce Allah, bu gerçeği, Hz. ibrahim örneğini vererek anlatmaktadır. Dinden dön­mek, kendini unutmak, seçilmişlik ve iyilerden olmak gibi önemli meseleleri ele alan bu ayet, ahirete uzanan yolun kilometre taşlarını da koymaktadır. Di­ne yönelmek, kendini bilmek, seçilmiş insan olmak, insanı ahiretteki iyilerin arasına götürür. Eğitim, bu süreçleri göz önünde tutan bir yöntem izlemelidir. [140]

 

Alemlerin Rabbine Teslim Olmak:

 

131. Hani Rabbi İbrahim'e "Teslim ol!" demiş, o da "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti. Teslim olmak, boyun eğmek manasına da gelmektedir. Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e "Bana teslim ol" demeyip, sadece 'Teslim ol" dediğine dikkat edil­melidir. Bakara/l 24'teki imtihanın bir parçası da bu emirdir. Kime teslim olu­nacağının söylenmemesi, bu emrin bir soru olduğunu göstermektedir.

Hz. İbrahim, 'Teslim ol" emrine, "Alemlerin Rabbine teslim oldum" di­yerek icabet etmiş; kime teslim olduğunu açıkça belirtmiştir. Emirde açıkça belirtilmeyen teklife karşı, doğru cevabı açık ve net olarak vermesi ibra­him'in, sarsılmaz tevhid inancının bir göstergesidir.

"Alemlerin Rabbi" ifadesini kullanması, bu güçte olmayan varlığa teslim olunamayacağına işaret eder. "Alemlerin Rabbi", alemleri yaratan, oradaki­lerin rızkını veren, besleyip büyüten, hidayet eden ve sahip çıkan manaları­na gelmektedir. Yani, bu işleri beceremeyen bir varlığa boyun eğilmez; ancak kudreti tüm evrene şamil bir varlığa teslim olunur. Hz. İbrahim'in seçilmesi­ne ve ahirette salihlerin arasına girmesine sebep olan nedenlerden biri de onun bu tevhid inancıdır. [141]

 

Babanın Çocuklarına Vasiyeti:

 

132-133. Bunu İbrahim de oğullarına vasiyet etti. Yakub da, "Oğullarım! Allah sizin için bu dini seçti. O halde müslüman olarak ölün" dedi. Yoksa Yakub'a ölüm geldi­ğinde siz orada mıydınız? O zaman Yakub oğullarına,

"Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" demişti. Onlar, "Senin ve ataların İbrahim, İsmail Ve İshak'ın ilahı olan tek ilah'a kulluk edeceğiz; biz sadece O'na teslim olmu­şuz" dediler.

Bu ayetlerin analizi yapıldığında, genel manada din eğitiminin, özel ma­nada da aile eğitiminin ana kanunları tesbit edilmiş olacak; ailenin bırakaca­ğı kültür mirasının özündeki değerin ne olduğuna da ışık tutulmuş olacaktır.

1. (Bunu İbrahim de çocuklarına vasiyet etti). Vasiyet edilen şeyin ne olduğu hakkında Keşşafta şöyle denilmektedir:.

Ayetteki (biha) zamiri bir önceki (alemlerin Rabbine tes­lim oldum) ifadesine gitmektedir. Veya Zuhnu728'de yer alan ha zamirinin gittiği 26-27'deki tevhid inancıdır.[142]

Zuhnn728'de Allah mealen şöyle buyurmaktadır

Bu sözü, ardından geleceklere, devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı, ki in­sanlar dönsünler.

Hz. İbrahim'in kalıcı bir miras olarak neleri bıraktığı, Zuhruf/26-27'den anlaşılmaktadır:

(Ben sizin taptıklarınızdan uzağım). (Ben sadece beni yaratana taparım). Bu ayetlerin muhteyas Bakara/13ri de ekleyebiliriz: (Âlemlerin Rabbine teslim oldum).

Şirkten uzak olmak, yaratanına tapmak ve alemlerin Rabbine teslim ol­mak, yani tevhid inancı, nesillere bırakılacak en önemli mirastır. Böyle bir mirası Yüce Allah da tasvip ettiği için, Hz. ibrahim'in bıraktığı mirasa Kur'an'da yer vermiştir. Tevhid inancı ile mayalanmış bir kültürü insanlığa miras olarak bırakmak, çok büyük bir eğitim başarısıdır.

Hz. ibrahim, sahip olduğu tevhid inancına sahip olmakla ve onu miras bı­rakmakla yetinmedi; o inancın nesilden nesile aktarılması için mücadele de verdi ve bunda başarılı da oldu. Kabe üniversitesindeki tevhid inancının öğ­retilerini tüm insanlığa bırakırken onun amacı, j^ilüLa (Umulur ki dönerler) ifadesinde belirtildiği gibi, insanların tevhide dönmesi idi. Kötüden iyi­ye, şirkten tevhide dönmek gibi önemli bir değişim, Hz. ibrahim'in öğretile­rinin ve Kabe üniversitesindeki eğitiminin amacını teşkil etmekteydi. Hz. İb­rahim çocuklarına bu tevhid inancını miras olarak bıraktı. Kur'an'da, İbra­him'in torunu Yakub'un vasiyeti de nakledilmektedir. Yakub da dedesinin yo­lunu izleyerek aynı mirası çocuklarına bıraktı:

2. (Yakub da, "Oğullarım! Allah si­zin için bu dini seçti. O halde sadece müslümanlar olarak ölün" dedi).

Öncelikle "Allah'ın seçtiği dini" çocuklarına miras olarak bırakıyor. Din konusu seçime tabidir, ama bu seçimi insan değil Allah yapmaktadır. Hz. İb­rahim ile torunu Yakub, kendi seçtikleri dini değil, Allah'ın siçtiği dini miras bırakmışlardır. Böylece, peygamberlerin bile, insanlar için din seçme yetki­sine sahip olmadıklarına işaret edilmektedir. Demek ki, din seçimi Allah'a, inanıp inanmamak ise kula aittir. Hz. İbrahim ile torunu Yakub, Allah'ın seç­tiği dini çocuklarına vasiyet etmektedirler.

Neden muhlis, muhsin \e muttaki olarak ölmelerini değil de, müslüman olarak ölmelerini tavsiye etmişlerdir? Çünkü herkesin muhlis, muhsin \e mut­taki olması mümkün değildir. Böyjece Hz. ibrahim ile torunu Yakub, kendi nesillerine, hiç olmazsa müslüman olarak gerektiğine dair, asgari sı­nın göstermektedir. Âl-i Imran/102 ayeti de buna delil teşkil etmektedir:

Ey iman edenler! Allah'tan O'na yaraşır şekilde sakının. Ancak müslüman ola­rak ölün.

Demek ki, herkes takva seviyesine ulaşamayabilir. Müslümanlığın en alt seviyesi olan müslüman olarak can vermek, herkesin ortak paydası olmalıdır. Böylece Hz. İbrahim ile torunu Yakub, oğullarından başaramayacakları zor bir şey istememekte, en azından müslüman olarak can vermelerini vasiyet et­mektedirler. Bu da, eğiticilerin, insanlardan bekleyecekleri en düşük bir se­viyenin ohnası gerektiğine işaret etmektedir.

3. Yoksa Yakub'a ölüm geldiğinde siz orada mıydınız?

Ayetin bu kısmı, Kur'an'in Hz. Peygamber tarafından yazılmadığına, de­lildir. Çünkü Hz. Peygamber, vahiy almasaydı Yakub'un çocuklarına yaptığı vasiyeti nereden bilecekti? Aynca bu ayetten, Hz. Yakub'un bu vasiyeti ölüm döşeğinde iken yaptığını da öğreniyoruz. Bundan şu netice çıkar: Baba ve anneler ölüm anında bile çocuklarını düşünmeli, onların eğitimini hiçbir zaman ihmal etmemelidirler. Kültürün nesilden nesile aktarılmasının önemi karşı­sında, ölüm döşeğinde olmak bile mazeret değildir. Gözler kapanıp ruh çık­madıkça, babalar din eğitimini elden bırakamazlar.

4.  O zaman Yakub çocuklarına, "Benden sonra kime kulluk edeceksiniz?" dedi.

Ölüm döşeğinde bile Hz. Yakub'un derdi, çocuklarının kime ibadet ede­cekleri meselesi idi. Kime kulluk edeceklerinin kararını çocuklarına bırak­mak suretiytejjnanç^koııusunda onlara baskı yapmadığını da gösteriyor. Di­ğer taraftan, tevhidin onların goTrdünde yer edip etmediğini de bu soruya ve­recekleri cevapla deniyor. Böylece dedelerinden gelen bu tevhid kültürünü şahsiyetlerine sindirip sindirmediklerini tesbit ediyor.

5. Onlar "Senin ve ataların ibrahim, İsmail ve îshak'ın ilahı olan tek ilah'a kulluk edeceğiz, biz sadece O'na teslim olmuşuzdur" dediler.

Yakub'un çocukları, verdikleri cevapla, dedeleri ibrahim'in tevhid inancının ve kime kulluk edeceklerinin bilincinde olduklarını, kulluk etmekle teslim ol­manın ne anlama geldiğini bildiklerini göstermişlerdir. Hz. ibrahim üe başlayan eğitimde vasiyet, Yakub ile çocuklarına kadar uzanmaktadır. Babaların, çocuk­ların din eğitimlerini düşünmeleri o kadar önemlidir ki ölüm döşeğinde olmak bile buna engel olamaz ve olmamalıdır. Ruh çıkmadıkça, göz kapanmadıkça ve dil susmadıkça bu eğitim devam etmelidir. Çocuklarını düşünmek, onların dert­leriyle dertlenmek ve müslümanlıklanyla ilgilenmek çok büyük bir görevdir. Çocukların babalan üzerindeki bu haklan, ölüm anına kadar uzanmaktadır. Önemli olan, çocuklara bırakılan maddî miras değil, manevî mirastır. [143]

 

Geçmiş Değil, İçinde Bulunulan Zaman Yaşanmalıdır:

 

134. Onlar bir milletti, gelip geçtiler. Onlar yaptıklarının ürünlerini toplayacaklardır. Siz de yaptıklarınızın ürünü­nü toplayacaksınız. Onların yaptıklarından dolayı siz sor­guya çekilmeyeceksiniz.

Ayetin analizinden şu sonuçlar çıkarılabilir:

1. Geçmiş toplumlar, yaptıklarının ürünlerini kendileri toplayacaktır. On-lann yaptıkları, gelecek nesilleri aşın bir şekilde bağlamamalıdır. Geçmişi taklit etmek, oraya bağlı kalmak ve o zamanı yaşamaya çalışmak, dinen doğ­ru olmadığı gibi, sosyolojik olarak da sakıncalıdır.

2. Hiçbir nesil, önceki nesillerin yaptiklanyla sorgulanamaz. Geçmiş ne­sillerin yaptıklarıyla gelecek nesiller sorgulanamayacağına göre, onları körü-körüne taklit etmenin hiçbir anlamı yoktur.

3.  "Sorumluluk şahsidir" prensibiyle Kur'an, hem dinî, hem de hukukî alanda bir devrim yapmıştır.

 (Kişi kendi yaptığına karşılık rehindir). [Tur/21]

 (Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıkları­nız da sizedir). [Bakara/134]

Bu ayetler, birbirini tefsir etmektedir.

(Gerçekten de insan için kendi emeğinden başkası yoktur). [Necm/39]

Ceza ve mükafaan bu ve buna benzer ayetlerle şahsileştiren Kur'an, hem hukukta bir devrim yapmış, hem de ahiretteki sorgulamanın nasıl olacağını bildirmiştir. Bu, ferdî manada böyle olduğu gibi, toplumsal manada da böy­ledir. Her toplum, kendi yaptığından sorumlu tutulacaktır. Bakara/134 ayeti toplumsal sorumluluğa dikkat çekmektedir. Milletler kendi yapaklarını dev-şireceklerdir. Bu devşirmenin dünyevî ve uhrevî boyutu vardır.

Böylece Kur'an ferdî sorumlulukla, toplumsal sorumluluğu birbirinden ayırmıştır. Kültürel mirasın nesilden nesile aktarımı, geçmişin gelecekteki nesillere ayak bağı olmaması gibi önemli oluşumlar, toplumsal sorumluluk­lar arasında yer almaktadır.

4. Geçmiş nesillerin yaptıklarım ve onların faziletlerini anarak bu günkü hayatı yaşamak, hele hele dünyayı ihya etmek mümkün değildir. Geçmişte üstün basanlar gösteren ve yaşadığı zamana göre gerekeni yapan nesilleri anarak bir yere varılamayacağına dikkat çeken bu ayet, ciddi bir uyanda bu­lunarak, mezarlarla övünmenin, oyalanmadan başka bir şey olamayacağına işaret etmektedir.

Hz. ibrahim ile oğullan ve torunlan bu dünyada yapacaklarını yaptılar. Onların yaptıkları kendilerine aittir. Biz ise bugün yaşıyoruz; bu günün ge­reklerini yerine getirmekle, problemlerini çözmekle ve onların bıraktığı di­nî ve kültürel mirasa yeni ilaveler yaparak gelecek nesillere bırakmakla yü­kümlüyüz:

Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki, nihayet kabirleri ziyaret ettiniz. [Tekasür/1-2]

Kültürsüz ve cahil toplumlar, geçmişlerinin yapakları karşısında bir aşa­ğılık duygusu içinde olurlar. Bu aşağılık duygusunu, temelsiz bir kibirle ör­terler. Konuşma ve yazılarında hep o geçmişi anarak kendilerine pay çıkar­maya çalışır; ölülerinin mezarlarını ziyaret ederek, mezarlanyla övünme yo­lunu seçerler.

Yaşadıklan çağda bir şey yapamayanlar, ölülerinin mezarlarına sığınırlar. Ölüler yaşayanlara, ne düşünce, ne sanat, ne teknik, ne de mutluluk verebi­lirler. Bunlar, dirilerin çaba göstermesi gereken konulardır.

Tekasür suresinin devamında Yüce Allah, bunun böyle olmadığını bilece­ğimizi ve yakinî bir bilgiyle anlayacağımızı söylemektedir. Mezarlarla övün­menin ve geçmişi taklit etmenin neticesinin cehennem olduğunu görmemiz gerektiğini ifade eden Yüce Allah, ahirette bu cehennemi çıplak gözle göre­ceğimize dair bizi temin etmektedir. Aynca o gün, verilen nimetlerden dola­yı sorgulanacağımıza da dikkat çekmektedir [Tekasür/3-8].

Akıl denen nimeti kullanmayıp, sadece geçmiş nesillerin yaptıklarıyla övünmekle ömrünü tüketen fert ve toplumlar, tembellikleri ve akıllarını ça­lıştırmamaları nedeniyle sorgulanacaklardır. Aklını kullanma becerisini gös-teremeyip, mezarlarla övünenler, övündükleri yere gideceklerdir. Aklını kul­lanıp çalışan toplumlar, onlan bir gün tarihin mezarına gönderecek ve kimse onlarla övünmeyecektir. [144]

 

Müslümanlara Karşı Kitap Ehlinin İttifakı:

 

135. Yahudi ve hristiyanlar müslümanlara şöyle dediler: "Yahudi ya da hristiyan olun ki, doğru yolu bulaşınız". De ki: "Hayır! Biz, hanif olan ibrahim'in dinine uyarız. O, müşriklerden değildi".

Bu ayet, bize dört inanç grubunun aynı etkileşim alanına girdiğini göster­mektedir. Öncelikle yahudi ve hristiyanlar bir araya gelmiş ve anlaşmış gibi görünüyorlar. Bu iki grup, kendi inançlarını müslümanlara alternatif yollar olarak sunmakta ve onları bu yolla etkilemeye çalışmaktadırlar. Yahudi ve hristiyanlar birlik olup, müslümanlan kendi inançlarına davet ederken, onla­ra iki yoldan birini; yani Yahudilik ve Hristiyanlık'tan birini seçmelerini, an­cak bu şekilde doğru yola girmiş olacaklarını söylüyorlar.

Burada önemli olan husus, kendi aralarında anlaşmış olmaları ve müslü­manlara alternatif yollar sunmalarıdır. Bu iki inanç grubu, birbirlerinin sağlam hiçbir temel üzerinde olmadığını söyledikleri halde [Bakara/113], müslümanla­ra karşı anlaşmış bulunuyorlar. Arak kendi yollarının birbirine zıt olmadığını anlamışlar ve birlikte hareket ederek müslümanlan etkilemeye çalışıyorlar.

Kur'an'ın onların bu faaliyetini aktarması, bu etkileşim olgusunun kıya­mete kadar devam edeceğini göstermektedir. Müslüman gençliğini hristiyan-laştırmaya çalışan günümüzdeki misyonerlik faaliyetleri, buna delil olarak gösterilebilir. "Ben senin gibi olamazsam, seni benim gibi yaparım" düşüncesinden hareketle, gayr-i müslimler, müslümanlann çocuklarını ken­dileri gibi yapmaya çalışacaklardır.

Diğer taraftan bu ayette yer alan tehdedu kelimesi, yahudi ve hristiyanla-nn, bir doğru yolun bulunduğunu bildiklerini isbatlamaktadır. Kavram, "Doğru yolu bulursunuz, hidayete erersiniz" anlamına gelmektedir. Demek ki, onlarda da doğru yol/hidayet fikri vardır. Hidayetin, Yahudilik veya Hris-

tiyankk'ın çizdiği yolda olduğunu düşünmeleri, onlarda bir dinsel bencillik oluşturmuştur. Bu dinsel bencillik onlarda doğru yolun bir kaç tane olabile­ceği fikrini uyandırmıştır. Yahudi ve hristiyanlann bu iddialarına karşılık, Al­lah Teala şöyle denilmesini emrediyor:

De ki: "Hayır! Hanif olan ibrahim'in dinine uyarız. O müşriklerden değildi". Ayetin bu kısmı, birkaç hususa işaret etmektedir:

1. Müslüman, herhangi bir etkiye karşı tepki gösterirken veya bir konuda tartışırken, karşısındaki insana doğrudan saldırmamalıdır. Çünkü bu ifade, "Sizler müşriksiniz, biz müşrik olmayız; biz Hz. ibrahim'in dinine uyarız" demektir. Böylece müslüman, şirkin bulunduğu yoldan gidemeyeceğini işa­ret etmiş oluyor.

2. Bu konuşma, daha Kur'an'ın inmeye başladığı ve dinin henüz teşekkül etmediği bir dönemde cereyan etmiş gibi görünüyor. Aksi takdirde "İbra­him'in dini" yerine "İslâm dini" denirdi. Demek ki, yahudi ve hristiyanlar, henüz teşekkül devresinde bulunan bir dinin mensuplarını etkilemeye çalış­mışlardı. Bu durum bize şu fikri vermektedir: Kültürü tam olarak yerleşme­miş, dinî inançlarının tam farkında olmayan ve dini bilmeyen insanlar, fark­lı inanç gruplarının etki alanına girebilirler.

fc (hanif) kavramı, ha-ne-fe fiil kalıbında alınırsa, dönmek veya mey­letmek manalarına gelir.

Hanif kalıbından alındığında, gerçek mü'min, dinî itikadına sadık, etrafı­nı çevreleyen yanlış itikatları bir tarafa atan, hak dini ikrar eden manalarına gelmektedir.

Sapıklıktan doğru yola meyletmek manasına da gelen bu kavram; Allah'a yönelen kimsenin sıfatıdır.

Ayete dönersek, "Hanif olan İbrahim" ifadesi, "Allah'a yönelen İbrahim" de­mektir. Hanif, sağlam inançlı, kusursuz ve dengeli manalarına da gelmektedir.

Ayetin son kısmı, hanif kavramının  manasını  açığa kavuşturmaktadır: (İbrahim müşriklerden değildi). Bu, inancına şirk karıştırmayan kimsenin, hanif olduğunu gösterir.

3. Müslümanlar, şirki aşılamaya ve yaymaya çalışan yahudi ve hristiyan-lara tevhid inancını önermektedir. Ha-ne-fe fiilinden türeyen tehannefe kahbı, doğru yolu araştırmak manasına gelmektedir. Demek ki haniflik doğru yolda olmak demektir. Haniflik manasına gelen doğru yol, şirkin karışmadı­ğı inanç demektir. Buradaki doğru yol, beynin ve gönlün doğruluğunu ifade etmektedir.

4. Geçmiş nesillerin gittiği yol doğru ve bugünkü nesillerin problemini çözecek durumda ise, onu takip etmenin bir mahzuru yoktur. Din açısından, şirkin karışmadığı bir yolu takip etmek, ona uymak sakıncalı değildir. Çün­kü tevhid inana, bir süreçtir, kesintiye uğratüamaz. İşte haniflik, onun bir süreç olduğunu ifade etmektedir. Müslümanlar, "Biz müşrik olmayan ve hanif olan İbrahim'in dinine uyarız" demekle, yahudi ve hristiyanlara, git­tikleri yolun şirk yolu olduğunu dolaylı bir şekilde hatırlatmış olmaktadır­lar.

Netice olarak diyebiliriz ki, yanlış inanç ve yolda olanlar bile doğruyu aramakta, yollarının doğru olduğunu sanmakta ve insanlara empoze etmek­tedirler. Müslüman, kendisine sunulan şeyin önce sorgulamasını yapmalıdır; aksi takdirde kendisini koruyamaz. [145]

 

Allah'a İnanan, Peygamberler Arasında Fark Gözetmez:

 

136. "Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İs-hak, Yakub ve nesillere indirilene; Musa ve isa'ya verilen­lere, Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbirisinin arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece AHah'a teslim olduk" deyin.

Ayet, müslümanlan etkilemeye çalışan yahudi ve hristiyanlara, evrensel İslâm inancının tanımını vererek; Allah'a, Kur'an'a, peygamberlere ve onla­ra indirilenlere inanılması gerektiğini ifade buyurmaktadır. "Diğer peygam­berler" ifadesiyle, gelmiş-geçmiş bütün peygamberlere inanmanın şart oldu­ğunu vurgulayan bu ayet; esbat kelimesiyle, zikri geçen peygamberlerin nes­linden gelen peygamberlere de inanılması gerektiğine işaret etmektedir.

Bütün peygamberlere ve onlara indirilen mesajların tamamına inanmanın neyi gerektirdiği ise ayetin şu bölümünde bildirilmektedir.

(Onlardan hiçbiri arasında fark gözetmiyoruz).

Bütün peygamberlere ve onlara indirilenlere inanmak, onlar arasında hiç­bir ayrım gözetmemeyi gerektirir. Buradan imanın olmazsa olmaz bir şartı ortaya çıkmaktadır Bir şeye inanmak, onun bütününe inanmak olup, herhan­gi bir parçasını farklı tutmamaktır. İman, parçalanma kabul etmez, insan vü­cudunun bir parçası kopup ayrılsa, vücut yaşayabilir ama, bir parçası koptu­ğunda imanın yaşaması mümkün değildir. Demek ki iman, parçalanma-bö-lünme kabul etmeyen bir bütündür.

İman hususunda peygamberler arasında ayrım yapmamak, ayetin son kıs­mı olan (Biz sadece Allah'a teslim olduk) ifadesine dayandırılmakta­dır. Her şeyi ile Allah'a teslim olmadaki samimiyet, böylesi bütüncül bir ima­nı doğurmaktadır. Allah'a her şeyi ile teslim olan insan, önün peygamberleri ve mesajları arasında da aynm yapmaz. Ayetin bütününü ele aldığımızda, eği­tim için çok ciddi bir kanun ortaya çıkmaktadır Din eğitimi, insanların fark­lılıkları yerine, benzerliklerini öne çıkarmalıdır. Dinde bütünleşmeyi sağlaya­mayan bir din eğitimi, sosyal bütünleşmeyi sağlayamaz. Yüce Allah'ın inanç­ta bütünleşmeyi niçin ilke olarak koyduğunu, Şura/13'ten öğreniyoruz:

Dini ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vah-yettiğimizi İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi, Allah size de din kıldı.

Dinin ayakta durabilmesi ve varlığını devam ettirebilmesi için, itikadı esaslarda ayrılığa düşmemek gerekiyor, inanda tefrika, itikadı esaslarda farklılık, insanları dinde ayrılığa götürür. Neticede bu durum, objektif huku­kun doğmasını da engeller. İmanda ayrılık dinde ayrılığa; dinde ayrılık hu­kukta ayrılığa; hukukta ayrılık da sosyal hayatin parçalanmasına sebep olacağı için, Yüce Allah, bütüncül bir imanı şart koşmaktadır. Böylece, sosyal bütünleşmenin kültürel bütünleşmeye, kültürel bütünleşmenin de psikolojik bütünleşmeye dayandığı ortaya çıkmaktadır. Psikolojik bütünleşme ise, ima­nın bütüncül olmasına bağlıdır. Geçmiş peygamberlere ve onlara indirilen mesajlara inanmak, müslümana, bütün insanlığa açık ve insanlığı kucaklayan bir gönül kazandırır. Ancak böyle gönüle sahip olanlar, sosyal bütünleşmeyi kurabilecek bir şahsiyete sahiptirler.

Diğer taraftan bu ayet, imanî değerlerin evrensel olduğuna, zamanın on­ları eskitemediğine de işaret ederek, din eğitiminin görevinin, bu evrensel de­ğerleri insanlara kazandırmak olduğunu vurgulamaktadır. Allah'a teslimiyet ve iman psikolojisi, peygamberler arasında ayırım yapmama bilinci ile birle­şip insanları iç alemlerinden yakaladığı takdirde, farklılıkların öne çıkması ve insanlığı peşinden sürüklemesi mümkün olmayacaktır.

Dinde tefrika olmaması gerektiğini söyleyen Allah'a rağmen, müslümanlar, mezhepler vasıtasıyla tefrika üretmektedirler. Bu da, inancın bütüncüllüğünü bozmakta, dini parçalamakta ve sosyal bütünleşmeye zarar vermektedir. Din eğitimi, dinde tefrikayı önlemeli, bunun zararlarını öğretmelidir. Aksi takdirde Allah'a teslimiyetin istenildiği gibi gerçekleşmesi mümkün olmayacaktır. [146]

 

Anlaşmazlığın Sebebi:

 

137. Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa, doğ­ru yolu bulmuş olurlar; dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter. O işi­tendir, bilendir.

Müslümanların, kendilerini Yahudilik ve Hristiyanhk'a çekmeye çalışan kitap ehline ne söylemeleri gerektiği 135 ve 136. ayetlerde bildirilmiş ve onlara şirk koşmamaları, hanif olan bir peygamberin dinine uymaları, bütün peygamberlere ve onların getirdiği mesajlara inanmaları, onlar arasında ay­rım yapmamaları ve sadece Allah'a teslim olmaları teklif edilmişti. Bu ayet­te de, yahudi ve hristiyanlann, mü'minler gibi inandıkları takdirde doğru yo­lu bulmuş olacakları bildirilmektedir. 135. ayette yer alan "doğru yolu bul­ma" kavramı, aynen 137. ayette de yer almaktadır.(Dönerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşerler).

(şikak) kavramının maddî ve manevî içerikli manaları vardır. [147]

 

A. Şikak Kavramının Maddî Anlamları:

 

Genelde kıyametin kopma anını anlatmak için kullanılan bu kavram, ka­inattaki düzenin bozulmasıyla meydana gelecek şeylerden bahseden ayetler­de geçmektedir.

1. Parçalanmak

O gün, gökyüzü bulutlarla yarılıp parçalanacak ve melekler bölük bölük indi­rileceklerdir.

Şikak kavramı, kıyamet anında gökyüzünün fizikî yapısının bozulacağını bildirmektedir.

Ve biz, yeryüzünü parçalara ayıracağız. [Abese/26]

2 Yarılmak

Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. [Kamer/l]

Bu ayetlerde gök, yer ve ayın kıyamet gününde alacağı durum açıklan­makta; fizikî manada yarılma ve parçalanmayı ifade etmektedir. [148]

 

B. Şikak Kavramının Manevî Anlamları:

 

1. Karşı gelmek

Fizikî alemdeki parçalanma ve yarılma oluşumlarını, insanla Allah ve peygamber arasındaki ilişkilere uyarladığımızda, bu ilişkilerin parçalanması anlamında, kelimeye, "karşı germek" manası verilebilir.

Bu söylenenler, onların Allah'a ve Resulüne karşı gelmelerinden ötürüdür. Kim Allah'a ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki, Allah azabı şiddetli olandır. [Enfal/13]

Allah'ın emirlerine karşı gelen, O'nun peygamberine tabi olmayan kimsenin, Allah ve Peygamberi ile olan ilişkilerinde, sanki kıyamet koparcasına, çat­lama ve parçalanmalar olmaktadır. Kıyamet günü, güneşin, ayın, göklerin ve yerin çatlayarak düzen ve yapılarının bozulması gibi, kul ile Rabbi arasındaki ilişkiler de bozulabilir. Bu ayet, işte bu manevî kıyamete işaret etmektedir.

2. Münakaşa etmek

Şikak kelimesi, fiil halinde ve insanlar arasındaki oluşumları tanımlamak için kullanılınca, düşman kesilircesine münakaşa etmek anlamını ifade et­mektedir. Bu anlamda şu ayette geçmektedir

Sonra kıyamet gününde Allah onları rezil eder ve der ki: "Kendileri hakkında mü'minlerle münakaşa ettiğiniz ortaklarım nerede?" [Nahl/27]

İki inanç grubu arasındaki münakaşayı ifade etmek için Yüce Allah bu ke­limeyi kullanmaktadır. Çünkü bu kadar şiddetli münakaşalar, aradaki bağla­rı koparmaktadır. Şu ayette de aynı anlamdadır:

Ey kavmim! Benimle olan münakaşanız... [Hud/89]

3. Sıkıntı vermek

İnsanın iç alemindeki dengenin, sıkıntıdan yana bozulması ifade edilirken de bu kelime kullanılmaktadır:

Bu hayvanlar sizin ağırlıklarınızı, ancak sıkıntı çekerek varabileceğiniz bir memlekete taşırlar. [Nahl/7]

Yorgunluk, sıkıntı, keder gibi psikolojik oluşumlar, insanın iç aleminde çatlama ve yarılmalar meydana getirmektedir. O yüzden bunlar da şikak ke­limesiyle ifade edilmektedir.

4. Ağır gelmek

Bu kelime şukka kalıbından alındığında "ağır gelmeyi" ifade etmektedir: (Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi) [Tevbe/42].

Gidilecek yolun "zor ve meşakkatli" olması, yolu insana uzak gösterir. Ayette tamamen psikolojik bir zorluk kasdedilmektedir.

Dünya hayatında onlara bir azap vardır, ahiret azabı ise daha şiddetlidir. [Ra'd/34]

Yolun zorluğunu ve azabın şiddetini ifade eden bu kavram, tamamen ma­nevî olgulara sıfat olmaktadır.

5. Ayrılık

Aynı kavram, Kur'an hakkında bilgisizce ihtilafa düşmekten ötürü mey­dana gelecek ayrılığı ifade etmek için de kullanılmaktadır:

O azabın sebebi, Allah'ın kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. Kitapta ihtila­fa düşenler derin bir ayrılığa düşmüşlerdir. [Bakara/176]

Kitap hakkındaki ihtilafların meydana getireceği dinî ve toplumsal ayrı­lıklar ayette aynı kavram ile ifade edilmektedir. Fikrî ihtilafların oluşturaca­ğı sosyal ayrılıklar, kıyamet günü güneşin, yerin ve gökyüzünün çatlamasını andırmakta ve aynı kavramla izah edilmektedir. Diğer bir ayette Yüce Allah şöyle buyuruyor:

Doğrusu kafirler bir gurur ve ayrılık içindedirler. [Sad/2]

İhtilaf, inkar, zulüm ve sapıklık gibi insan hayatini alt-üst eden psikolojik yapı ve davranışlar insanları ayrılığa sevketmektedir. Kan-koca arasındaki ayrılık da, Nisa/35'te aynı kavramla ifade edilmektedir.

Bakara/l 37'de ise, bu manaların bazılarını kapsamına almaktadır. İnan­mamak, aslında Allah'a karşı gelmek, muhalefet etmek, Allah ile olan ilişki­lerini sıkıntıya sokmak ve ayrılığa düşmektir. Şikak kavramı insanın psikolo­jisinde, imansızlığın doğurduğu sıkıntıyı ifade etmektedir. Beyin, gönül ve nefsin meydana getirdiği insanın psikolojik alemi, dış alemden daha geniştir. Kıyamet günü dış alemin parçalarında meydana gelecek olan çatlamaların, dağılma ve patlamaların daha büyüğü, insanın iç aleminde, Allah'a muhale­fet ettiğinde, Kur'an üzerine ihtilafa düştüğünde ve inkar psikolojisine girdi­ğinde gerçekleşmektedir. Beyin, gönül ve nefisteki patlama dediğimiz bu şı-kak, oralarda kalmayıp sosyal hayata yansımakta ve toplumdaki patlamalara sebep olmaktadır, imansızlığın imandan uzaklaşması manasına gelen bu pat­lama, yorumunu yapmakta olduğumuz ayetteki şikak kavramına açıklık ge­tirmektedir. (Allah, onlara karşı, sana yeter).

İnançtaki ayrılıklar derinlik kazandıkça, insanın içindeki saldırganlık içgü­düsü de harekete geçmektedir. Çünkü saldırganlık içgüdüsünün gıdası, tefrika, münakaşa ve kapanması mümkün olmayan bölünmelerdir. İmansızlık, ya da sahte iman, saldırganlık devini uyandırmakta ve onu sahte bir tanrı haline ge­tirmektedir. Bu tanrının kurban istemesi doğaldır. Neticede insanın insana sal­dırıp hayatına son vermesi bu sahte tanrıya yapılan en büyük ibadettir.

İşte Yüce Allah, ayrılıklar içinde olan imansızların Peygamber'e saldırıp zarar verecekleri ihtimaline karşı, "Allah, onlara karşı sana yeter" buyur­maktadır. Çünkü tefrika ve parçalanmanın meydana getireceği sosyal buna­lımın üstesinden ancak Allah gelebilir. Onların tahribatından insanı sadece Allah koruyabilir. Kıyamette güneşin, yerin ve gökyüzünün çatlamasından daha şiddetli olan bu sosyal bölünme ve parçalanmaların önünde durmak, in­san takatini aşar. Bunun içindir ki Yüce Allah, yukarıdaki ayetin ilgili bölü­mü ile Hz. Peygamber'e ve dolayısıyla inananlara teselli vermektedir.

(Allah işitendir, bilendir).

Ayetin bu kısmı, Allah'ın yeterliliğinin nereden kaynaklandığına ışık tut­maktadır. Her şeyi duyan ve her şeyi bilen bir varlık, elbette yeterli olur. Her şeyden haberdar olan ve her şeyi bilen bir güç doğal olarak yeterli olacaktır. Onların düştüğü ayrılığın psikolojik nedenini bildiği ve inananlara karşı ku­racakları tuzaklardan haberdar olduğu için, onları önleyecek ve Peygamberi­ni koruyacaktır. Diğer taraftan "Allah, onlara karşı sana yeter" ifadesiyle, Cenab-ı Hak Hz. Peygamber'e, her şeyi duyan ve her şeyi bilen Allah'ın sa­na verdiği bir garantidir bu demek istemiştir.

Bu ayetin bütününden şöyle bir neticeye ulaşabiliriz: Doğru iman, doğru yola götürür. Doğru imanın olmadığı yende doğru yolu aramak boşuna bir gayrettir. Doğru imandan dönmek, doğru yoldan ayrılmak olacağından, bu durum insanın iç aleminde ve toplum hayatında ayrılıklar, bölünme ve par­çalanmalar meydana getirir. Demek ki, doğru iman ve doğru yol, tefrikayı önleyen en büyük güçtür. Bu ayrılıkların oluşturduğu sosyal yaraların teda­visi için Allah yeterlidir. Çünkü tefrika, insan kudretini aşan ve insan müda­halesinin yeterli olamayacağı sosyal yaralar meydana getirmektedir. [149]

 

Allah'ın Boyası:

 

138. Biz Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz sadece O'na kulluk ederiz. {sıbğaîallâhi-Allah'ın boyası) ifadesindeki 'boya'manasına gelen sıbga kelimesinin manasını açığa kuvuşturmak gerekir. Çünkü ayetin örgü­sünü meydana getiren temel kavram odur.

Se-be-ğa kalıbında, yani fiil olarak alındığında boyamak, vernik sürmek, fırça ile düzeltmek, suya baünp vaftiz etmek, daldırmak, başka şekle sok­mak, değiştirmek manalarına gelmektedir.

Sıbğ kalıbından, yani isim olarak alındığında renk, boya, boya eczası, bo­ya tozu, allık, cila , makyaj, makine yağı anlamlarını ifade etmektedir. Baka-ra/138'de şu manaları ifade etmektedir: Allah'ın dini, Allah'ın yaratışı, Al­lah'ın hüccet ve delili, Allah'ın kanunu, yani sünnetullah.[150]

Diğer taraftan sıbğ kelimesi, Mü'minûn/20'de 'tat' manasına gelmektedir. Bu kavramın anlaşılabilmesi için Bakara/l 35'e dönmek gerekiyor.

Hatırlanacağı gibi, o ayette, yahudi ve hristiyanlar müslümanlara yahudi veya hristiyan olmalarını söylüyorlardı. Bir inancı veya dini kabullenmek, onun boyası ile boyanmak demektir. Hristiyanlar çocuklarını renkli bir suya batırarak vaftiz ederlerdi. O su, onlan adeta gerçek hristiyan yapıyordu. İşte bu ayet, insanın, böyle renkli sulara batırılmak suretiyle hristiyan olamaya­cağına işaret etmektedir.

Vaftiz çağını geçmiş olan müslümanlan bu yöntemle hristiyan yapmaları mümkün değildi. Onlara "Hristiyan veya yahudi olun, doğru yolu bulun" de­mekle, aslında mecazen, onlardan kendi inançlarının renkli suyuna dalmala­rını istemiş oluyorlardı. Gerçek şu ki, şirke bulaşmış bir inancın başkalarına aşılanması ancak şartlandırma ile mümkün olabilir. Şartlandırma boyası ise sahte bir boyadır. Şimdi, "Allah'ın boyası" kavramını inceleyip, çıkaracağı­mız ilkeleri sıralayalım:

1.  İbareye "Allah'ın dini" manasını verebiliriz. Yahudi ve hristiyanlann teklif ettikleri din, sahtedir; din ancak Allah'ın dinidir. Beşer din koyamaz, olsa olsa felsefe yapılabilir. Din Allah'a aittir ve o alana beşer giremez.

2.  İbareyi "Allah'ın fıtrat kanunu" manasına da alabiliriz. İnsanın sahip ol­duğu psikolojik doğa, onu eğitmenin hareket noktasını teşkil etmektedir. Al­lah Rum/30'da eğitimin bu kanun dikkate alınarak yapılmasını istemektedir.

Yüce Allah, insanı yaratırken onu boyamış, yani ona bir psikolojik yapı vermiştir. Eğitim bu yapıyı değiştiremez, bu rengi silemez, yeni bir doğa ya­ratamaz. Sadece var olan bu doğayı geliştirip cilalayabilir.

ibare, Yüce Allah'ın eğitimini ifade etmektedir. Yüce Allah'ın eğitim ile insana kazandırdığı değerler, kendisinin yarattığı o iç yapıya uygun ve onun­la uyumlu değerlerdir.

Bu değerler vasıtasıyla Yüce Allah, insana manevî bir şekil vermekte, kendisine nisbet ettiği bir boya ile boyamaktadır. Bu şekli ve rengi beşerin vermesi, hele hele hristiyan ve yahudi olmakla elde edilmesi mümkün değil­dir.

Çünkü Allah'tan daha iyi renk veren, yani eğiten kimse olamaz. Yüce Al­lah, böyle birinin var olup olmadığını, cevabı belli olan bir üslupla sormak­tadır. Bir çocuk, suya batırmakla dindar yapılamaz; dindarlık, bir eğitim sü­reci sonunda, gönülden gelen bir oluşumdur.

"Bizden olursan doğru yolu bulursun" demekle doğru yol bulunmaz; doğ­ru yol Allah'a kulluk edilirse, bulunmuş olur.

"Biz sadece O'na kulluk ederiz". İnsana, en güzel eğitimle en güzel boya­yı süren ve en güzel şekli veren Allah kulluk edilmeye layık tek varlıktır.

Sadece Allah'a kulluk etmek, gerçek boyaya bürünmek ve gerçek eğitim almak demektir. Sadece Allah'a kulluk etmekteki karar, ısrar ve bilinç, ilahî boyanın etkinliğinin işaretidir. Beynin, gönlün ve nefsin gerçek boyası böy­le bir kulluk bilincinde yatmaktadır. Allah'ın vaftizi, beyinde, gönülde ve ne­fiste olandır; suya batırılmakla olan değil.

Allah'ın boyası, ayrılıkların, kin ve düşmanlık duygularının silinip, ilahî nur ile dolan beyinlerin, gönül ve nefislerin boyasıdır. Şirkin karışmadığı, ha-niflikteki tevhid inancı neticesinde oluşan boyadır.

İlahî iradenin fırçası ile gönül duvarlarına, bir daha silinmemek üzere sü­rülen tevhid boyasıdır. Bu boya, barış, güven, teslimiyet ve ilahî rahmetle gö­nüllerin boyandığı bir boyadır. Tefekkür, takva, ihsan ve ihlas değerleriyle renklenen gönüllerin boyasıdır. [151]

 

Herkesin Ameli Kendinedir:

 

139. De ki: "Allah hakkında bizimle mücadele mi ediyor­sunuz? Halbuki O, bizim de Rabbimizdir; sizin de. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir. Biz O'na gönülden bağlanmışız".

"Yahudi veya hristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız" ifadesine; Biz hanif olan ve müşrik olmayan Hz. İbrahim'in dinine tabi oluruz.

Biz, Allah'a ve bize indirilene; İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve nesillere in­dirilene; Musa ve İsa'ya verilenlere, Rableri tarafından diğer peygamberlere verilenlere, onlardan hiçbirisinin arasında fark gözetmeksizin inandık ve biz sadece Allah'a teslim olduk.

Eğer onlar da sizin inandığınız gibi inanırlarsa, doğru yolu bulmuş olurlar, dö­nerlerse mutlaka anlaşmazlık içine düşmüş olurlar. Onlara karşı Allah sana yeter.

Be Allah'ın rengiyle boyandık. Allah'tan daha güzel rengi kim verebilir? Biz sadece O'na kulluk ederiz.

ifadeleriyle karşı çıkmak, bir mücadelenin işaretidir. Tartışmanın bitme­yen bir süreç halini almaması için Yüce Allah yukarıdaki ayetle mü'minlerin son tavrını belirledi. Açıklamasını yaptığımız ayetin temel kelimelerinden bi­ri olan hacce, mağlup etmek, tartışmada yenmek, delille yenmek, cerh et­mek, hac ibadetini yapmak, münakaşa etmek, münazara etmek, delillerle mü­dafaa etmek, ilerlemek gibi manalara gelmektedir. Bu kelimenin Kur'an'da kullanılan anlamlan için şu ayetlerin incelenmesi gerekir: [152]

 

Hacce Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 

 

1. Tartışmak

İşte siz böyle kimselersiniz! Hakkında bilgi sahip okluğunuz konularda tartış­tınız, fakat bilgi sahibi olmadığınız konularda niçin tartışıyorsunuz. Oysa ki Allah, her şeyi bilir, siz ise bilemezsiniz. [Âl-i İmran/66]

Kelime bu ayette, fikrî konularda tartışmak ve mücadele etmek manasına gelmektedir. Bilinmeyen konularda tartışmanın yersiz olduğunu bildiren bu ayet, bilinen konularda tartışmaya da izin vermektedir. Konuların fikrî sevi­yede tartışılması anlamında Âl-i Imran/61'de de geçmektedir. En'am/80'de de aynı anlamda yer almaktadır:

Halkı onunla tartışmaya girdi. Onlara dedi ki: "Allah hakkında benimle tartı­şıyor musunuz?"

2. Delil

Daveti kabul edildikten sonra, Allah hakkında tartışmaya girenlerin delilleri, Rableri katında boştur. [Şura/16]

Bu ayette hem fiil kalıbıyla 'tartışmak' ve hem de isim kalıbından 'delil' ma­nasında geçmektedir. Ril olunca tartışmak, isim olunca delil anlamına gelir.

3. Kabe'yi ziyaret etmek

Haca ve umreyi Allah için tamam yapın. [Bakara/1%]

Delil \e tartışma ile hac arasında ne bağlantı olabilir? Hac Kabe'yi, yani Beytullah'ı ziyaret etmek suretiyle yapılan bir ibadettir. Tartışma w delil de, konusuna göre bazen insanın beynini, bazen de gönlünü ziyaret etmektir. İn­san gönlü de Beytullah'dır (Allah'ın evidir). Bu nedenle, insanların gönlünü kazanmak da hac ibadeti gibidir. Gönüllerin gönülleri ziyareti, ya bilgi ile ya da sevgi ile olur. Tartışma, delilleri insanın gönlüne götürdüğü ve orasını ta­vaf ettirdiği için ikisi de aynı kavramla ifade edilmektedir.

4. Sene

Hacce kelimesi, hicec kalıbında kullanıldığında seneler manasını ifade et­mektedir:

(Şuayb dedi ki: "Bana sekiz yıl çalış­mana karşılık, şu iki kızımdan birini sana nikahlamak istiyorum"). [Kasas/27]

(O bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir).

Bu ayet, herkesin yaratanı, besleyip büyüteni ve rehberlik edeni olan Al­lah hakkında tartışma yapılamayacağının delilidir. Allah, tartışma konusu ya­pılmamalıdır. Her konunun üstünde tutulması gereken Yüce Allah, hakkında tartışma yapılan bir varlık olamaz. Allah, insan denen varlık için yaptıklarıy­la, bu tartışmanın dışında kalmaya layıktır.

Allah'ın doğru yolunu tartışmaya açmak ve O'nun dinini münakaşa konu­su yapmak doğru bir hareket olmayacağı için; böyle bir durumda müslüma-nın nasıl davranması gerektiği bu ayetle bildirilmektedir.

(Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz sizedir).

Yüce Allah mü'minlere, kendilerini dinlerine çevirmek isteyen yahudi ve hristiyanlarla tartışmaya girmek yerine, onlara çok ince bir usûlle hayır de­meyi öğretmektedir. Yüce Allah, kendinin tartışma konusu yapıldığı bir or­tamda, en sağlıklı tavrın bu olduğuna dair bir eğitim vermektedir. Ayetten çı­karılabilecek bir diğer husus da şudur: "Ne sen bana düşüncelerini zorla ka­bul ettir, ne de ben sana zorla kabul ettireyim". Ayetin bu kısmını açıklayan başka ayetlerde vardır. Mesela:

Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyin, sonra onlar da bilmeyerek Allah'a sö­verler. [En'am/108]

Ayetlerimiz hakkında ileri geri konuşanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan uzak dur. Eğer şeytan sana unutturursa, hatırladık­tan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma. [En'am/68]

Demek ki, Allah'ın ayetleri tartışma konusu yapılamaz. Böyle olumsuz tartışma yapanlar cahil olarak nitelendirilmektedirler. Müslüman, ne başkası­nın fikirlerine, inançlarına ve taptıklarına hakaret eder, ne de Allah'a ve O'nun ayetlerine hakaret ettirir. "Senin fikrin sana, benimki bana; senin inan­cın sana, benim inancım bana" deyip tartışmanın büyümesini önlemek, müs-lümana yakışan en güzel davranıştır. Eğer konu din ise, Kafirun/6 ayeti nasıl davranılması gerektiğini belirlemektedir:

Sizin dininiz size, benim dinim de banadır.

Tartışmayı bu ifadeyle bitiren müslüman, Allah'a olan bağlılığını da şu şe­kilde ilan etmelidir:

(Biz O'na tam gönülden bağlanmışız).

Ayetin bu kısmında yer alan muhlis kelimesini, "gönülden bağlanma" ola­rak tercüme ettik. Şimdi diğer manalarını ele alabiliriz. Saf, katıksız, kanşık-sız, lam cer harfi ile ait olmak, ila cer harfi ile varmak, gelmek anlamlarına gel­mektedir. Halas kalıbından alınınca, hür ve serbest olmak manasını ifade et­mektedir. Min cer harfi ile kullanılınca birinden kurtulmak, temizlenmek, kur­tuluşu elde etmek anlamına gelmektedir. [153]

 

Muhlis Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Bir yerden, birinden çekilip ayrılmak

Ondan ümitlerini kesince, gizli görüşmek üzere ayrılıp çekildiler. [Yusuf/80]

Burada, bir grup insanın, diğerlerinden ayrılıp bir yere çekilmelerini ifa­de etmektedir. Özel bir şey konuşmak, özel bir şey paylaşmak için yabancı­lardan ayrılmak, ya da yakınlarla baş başa kalmak için ayrılmaktır. Bu mana­yı manevî bir ayrılma anlamına almak da mümkündür Gönlü ve beyni, kötü düşünce ve niyetlerden çekip ayırmak da aynı kelimenin psikolojik an­lamıdır. Kişinin şeytandan ve onun vesvesesinden ayrılıp, Allah'a karşı olan özel duygulan, düşünce ve inançları paylaşmak için kendisiyle baş başa kal­ması, ihlas kavramının delalet alanındadır. Gizli ve aşikar olan şirkten gön­lünü ayırıp tevhid inancı ile baş başa kalmak, her şeyini o inançla paylaşmak bu kelime ile ifade edilmektedir.

2. Temizlemek

İhlas'ın diğer bir manası da temizlemektir. Sad/46'da bu anlamda geçmek­tedir:

Biz onları en saf bir düşünce vasıtasıyla temizledik.

Bu ayette kelime, hem fiil, hem de isim olarak geçmektedir. Ayetteki fi­ilin faili Allah'tır. Yüce Allah müsait olan kullarını temizlemektedir. Bunu da temiz, yani saf olan düşüncelerle yapmaktadır. Mas sahibi insan, Allah'ın beynini en saf düşüncelerle temizlemiş olduğu insandır. Bu anlamıyla ihlas kavramı, tam bir eğitim faaliyetini ifade etmektir, ilahî eğitim insanın gönlü­nü ve beynini saf düşüncelerle arındırmakta ve sahte düşüncelerle meşgul ol­masını önlemektedir.

3. Seçmek

İhlas kavramının bir başka manası da seçmektir:

(Kral dedi ki: "Onu bana getirin, onu kendime özel danışman seçeceğim"). [Yusuf/54]

Buradaki 'seçmek', 'edinmek'anlamını ifade etmektedir Mısır kralı, Hz. Yusuf u kendisine özel danışman edinmek için seçmiştir. Bu ayette ihlas ke­limesi, 'edinmek'teki isteği de kapsamaktadır. Onun için "seçme" manasını vermeyi uygun bulduk.

Bu manayı manevî alana da aktarabiliriz: İhlas sahibi insan, pek çok degerin içinden en iyisini, en güzelini ve en doğrusunu bulup seçen kimsedir. İhlas sahibi, seçen ve seçiminde isabet eden kişidir. İhlas denen duygu, insa­nın sahte, çürümüş ve batıl olan düşünce ve inançların kokusunu beyninde ve gönlünde hissetmesini sağlar ve onları ayıklayarak, sadece faydalı olanları seçme yeteneğini kazandırır. İhlas, birçok sahte tanrılar arasından gerçek ya­ratanını bulan ve sadece onu seçen insanın manevî bilincini ifade etmektedir. İhlas sahibi kişi, tıpkı yüzlerce çocuk arasından kendi çocuğunu bulup çıka­ran bir anne gibi; yüzlerce sahte tann arasından gerçek Rabbini seçebilen in­sandır. Özetle ihlas, yoğun vesveseler içinden rahmani olanla şeytanî olanı ayırma yeteneğidir.

4.  Samimi bağlılık

İhlas kelimesi, samimiyeti ifade etmektedir. Bu samimiyet, dini sadece Allah'a tahsis ederek, O'na kulluk etmektir. Zümer/2'de Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır:

O halde sen dini Allah'a has kılarak kulluk et.

Kulluk, ihlas \e din kavramlarının bir araya geldiği bu ayet şu gerçeği vurgulamaktadır Dini Allah'a has kılmadan O'na kulluk yapılamaz. Din ile kulluğun arasındaki köprüyü, ihlas (samimi bağlılık duygusu) kurmaktadır. Kul, dini sadece Allah'a tahsis edince, samimi bağlılığını, yani ihlas sahibi olduğunu göstermiş olmaktadır. "Dini Allah'a tahsis etmek" şeklinde tanım­lanan gerçek kulluğu ortaya çıkaran da ihlas duygusudur.

5.  Saf

İhlas kelimesi, hâlis kalıbından sıfat olarak alınınca saf, arınmış manası­na gelmektedir:

Kuşkusuz sizin için hayvanlarda da büyük bir ibret vardır. Zira size, onların kannlanndaki fışkı ile kan arasından, içenlerin boğazından kolayca geçen saf bir süt içiriyoruz. [Nahl/66]

Allah sütün, kan ile fışkı arasından çıktığını söylemektedir. Demek ki Yü-oe Allah, hayvanın içinde bir rafineri tesisi yaratmıştır. Hayvanın yediği çe­şitli otlardan kan ve pislik oluşurken, bunların arasından bir de saf süt çıka­rılmaktadır. Aynı maddeden oluşmalarına rağmen, sütte ne kan vardır ne de pislik.

İnsanın beyin, gönül ve nefsi, dışardan gelen çeşitli bilgileri yoğurmakta ve bir sonuç çıkarmaktadır. Onlardan saf iman, saf düşünce ve saf niyet çı­karan insan, ihlas sahibi demektir. Kur'an, ilahî eğitimle insanın iç aleminde böyle bir rafineri kurmakta, oraya gelen ham fikirleri, -ham petrolü çeşitli yakıt gruplarına ayıran bir rafineri gibi- çeşitli düşünce yapılarına ayırmak­tadır. Onun içindir ki Zümer/2'nin ilk bölümü Kur'an'ın indirilişini ele al­maktadır:

Şüphesiz ki kitabı sana hak olarak indirdik. Bu hükümden sonra, ihlas ikinci bölümde istenmektedir.

İhlas, ifratla tefritin, korkaklıkla saldırganlığın, cimrilikle israfın, dinde aşın gitmekle ihmalin, şirkle küfrün arasındaki dengeyi ifade etmektedir.

6. Ait olmak

İhlas kelimesi halisa kalıbından alındığında ait olmak, biri için saklanmış olmak manasını ifade etmektedir. Biz buna sosyolojide mensubiyet, veya ai­diyet duygusu diyoruz. En'am/139'da "ait olma" anlamında yer almaktadır:

Dediler ki: "Şu hayvanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir".

'Ait' manası verdiğimiz kelime halisa 'dır. Bu manayı manevî alana kay-dınrsak şu yorumu yapabiliriz: İnsanın gönlündeki Allah'a mensubiyet duy­gusu, ihlası ifade etmektedir. Allah'a mensup bir insan olmak, ya da kendini O'na ait hissetmek, kulluğun doruk noktasını teşkil etmektedir. Başka bir ayette, kulluğun bu seviyesi şöyle dile getirilmektedir:

(Fakat Allah'a ait kullar olun). [Âl-i İmran/79]

Demek ki ihlas kavramının bu manada tam karşılığı rabbânîlik'tir. Beyin, gönül ve nefiste olanların Allah'a ait olduğunu bilerek davranan kişi, ihlas sa­hibidir. Burada ihlas kelimesi bütün benliği ile kişinin Allah'a mensubiyet bi­lincini ifade etmektedir.

7. Şeytanın etki alanının dışında kalmak

Allah tarafından kovulan şeytan, yemin ederek ihlas sahibi olanlar hariç, Allah'ın bütün kullarını saptıracağını söyledi:

(Senin şerefine yemin ederim ki, kullarının tü­münü azdıracağım. Onlardan ihlas sahibi olanlar müstesna). [Sad/82-83]

İhlas, bir kalkan gibi insanı şeytanın etkisinden korumakta ve etki alanı­nın dışında tutmaktadır. Şeytanın da bizzat itiraf ettiği bu durum, kamil insan olmanın doruk noktasını teşkil etmektedir. İhlas, manevî bağışıklık sistemi denen takva duygusunu zirveye ulaştıran bir güçtür.

Bütün bu manaları harmanlayarak, yorumunu yapmakta olduğumuz Ba-kara/139'a götürürsek ihlas kavramına, içten gelen samimiyetle Allah'a tes­lim olma, O'na boyun eğme ve kulluk etme anlamlarını verebiliriz.

İki grup, bir konu üzerinde sonu gelmeyecek bir tartışmaya girmişlerdir. Ayet her iki tarafin da rabbi olan Allah hakkında yapılan bir tartışmanın do­ğuracağı ayrılıklara dikkat çekmekte ve haklı olan tarafin kendi çizgisini be­lirlemesinin önemine dikkat çekmektedir. Mü'minlerin ağzından, içten gelen bir samimiyetle Allah'a teslim olduklarının ifade edilmesi bu önemli kurala işaret etmektedir.

Kendini içinde bulduğu bu tartışmada müslüman kararsız kalamaz. Bu ne­denle, ayetin sonunda, nasıl konuşacağı ve kime mensup olduğu Allah tara­fından belirlenmektedir. [154]

 

Hakikati Gizlemek Zulümdür:

 

140. Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunları­nın yahudi, yahut hristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah indinden bir şehadeti gizleyenden daha zalim kim olabi­lir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir".

Bu ayette dört konu ele alınmaktadır:

Bunların ilki, dört peygamber ve torunlarının yahudi veya hristiyan olup olmadıkları konusudur. Bakara/135'te bildirildiği üzere müslümanlar, Hz. İbrahim'in yoluna uyacaklarını söyleyince, yahudi ve hristiyanlar, hem Hz. İb­rahim'in, hem de oğul ve torunlarının yahudi veya hristiyan oldukları iddi­asında bulunarak müslümanlardan, kendi dinlerine tabi olmalarını istediler. 140. ayette onların bu isteği sorgulanmakta, fakat Hz. İbrahim'in dini hakkın­da birşey söylenmemektedir. Hz. ibrahim'in dinine dair bilgi Âl-i İm-ran/67'de verilmektedir:

İbrahim ne yahudi, ne de hristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden de değildi.

Bu ayette, Hz. İbrahim'in yahudi veya hristiyan olmadığı açıkça ifade edilmiş, Âl-i Imran/65 ayeti de buna delil olarak sunulmuştun

Halbuki Tevrat ve İncil, ondan sonra indirildi. Siz hiç aklınızı çalıştırmaz mı­sınız?

Tabii ki herhangi bir peygamberin, kendinden sonra gelen bir kutsal ki­tabın dinine mensup olması mümkün değildir. Yahudi ve hristiyanlar, Hz. İbrahim'in kendi dinlerine mensup olduğunu iddia etmekle, nehrin suyunu tersine akıtmak gibi bir abesle iştigal etmekteydiler. Böyle bir uğraşı, akıl dışı olduğu için, Allah Teala onlardan akıllarını kullanmalarını istemektedir. Aslında bu ayetlerde, insanlığın çok önemli bir sosyal hastalığı gündeme ge­tirilmektedir. Bu sosyal hastalık, toplumların tarihteki büyük insanları ken­di milletlerinden göstermek, onların gölgesine, otorite ve şöhretine sığın­maktır. Pek çok büyük insanın birden fazla yerde mezarının bulunması da bunun göstergelerindendir. Yahudi ve hristiyanlar da, Yahudilik ve Hrısti-yanhk'ın tesis edilmesinden çok önceleri yaşamış olan Hz. İbrahim'in kendi dinlerinden olduğunu iddia etmekle, bu hastalığın pençesine düştüklerini göstermiş oldular.

Âl-i Imran/67'de Yüce Allah, Hz. İbrahim'i şu özellikleriyle tanıtmaktadır: Hanif, müslim ve şirk koşmamış olmak.

Ayetin ikinci konusu, (De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yok­sa Allah mı?") sorusuyla ele alınmaktadır. Yüce Allah Hz. Peygambere, ko­nuyu bilgi alanına taşımasını emretmektedir. Sorunların çözümünü bilgide aramanın önemini vurgulayan bu ayet, iddiaların bilgi karşısında boşa çıka­cağına işaret etmektedir. Kendi dinlerinden olmadığı halde, Hz. ibrahim'in yahudi veya hristiyan olduğunu iddia etmeleri, Âl-i Imran/65'te akılsızlıklanna, bu ayette de bilgisizliklerine bağlanmaktadır. Aklını çalıştırmamak ve cehalet, dinde bencillik gibi manevî bir hastalığa sebep olur. insanı, olmaya­nı olmuş, olanı olmamış gibi iddia etmeye götürür.

Ayetin bu kısmında Allah'ın kuşatıcı bilgisine dikkat çekilmektedir, insan bu kuşatıcı bilgi karşısında kendi yerini iyi belirlemelidir. Yerini iyi bilmek bir erdemdir ve bu erdem, akılsızlığın ve cehaletin karanlığından sızan bir ışık hüzmesidir. Edep denen erdem daha ziyade bilene kulak vermekle elde edilebilir. Yüce Allah, ilim sıfatına dikkat çekmekle bize, konulara, dinî ben­cillikle değil; akü ve bilgi ile yaklaşılmasını önermektedir.

Ayetin üçüncü kısmı, tartışmayı başka bir alana, hakkın gizlenmesi mese­lesine taşımaktadır.

(Allah indinden bir şehadeti gizleyenden daha zalim kim olabilir?)

Zemahşeri, ayette geçen şehadet kelimesinin Hz. İbrahim'in hanif olma­sıyla, veya Hz. Peygamber'in resul olmasıyla alakalı olduğunu söylemekte­dir. "Hakkı batıl ile örtüp, bile bile gizlemeyin" [Bakara/42] ayetindeki, "hakkı gizleme" ifadesi, bu ayette "şehadeti gizleme" olarak yer almaktadır. Bakara/140'ta yer alan şehadet kelimesi, aynı surenin 42. ayetinde hak ola­rak geçmektedir.

Hakkı batıl ile örtme ve şahadeti/hakikati gizleme, yahudi ve hristiyanla-ra ait bir gelenek olarak takdim edilmektedir. Kitab-ı Mukaddes'te yer alan şu ayetleri gizleyip Hz. Muhammed ve Kur'an'a inanmadılar:

Allah'ın Rab senin için aranızdan, kardeşlerinden benim gibi bir peygamber

çıkaracak, onu dinleyeceksin. (.....) Onlar için kardeşleri arasından senin gibi

bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağızına koyacağım ve ona em­redeceğim her şeyi onlara söyleyecek.[155]

Saf/6'da geçen Ahmed ismi, Kitab-ı Mukaddes'ten vermiş olduğumuz ayetlerde yer alsaydı, aradaki benzerlik daha net olarak görülecekti. Kitapla­rında yer alan bu ayetlere rağmen, Hz. Muhammed'in peygamberliğine inan­mamaları ve bu hakikati gizlemeleri, en büyük zalim olarak ilan edilmeleri­ne sebep olmuştur.

Ayetin bu kısmında, Allah'tan gelen bir gerçeği gizlemenin çirkinliği dile getirilmekte ve bu hareket bir zulüm olarak değerlendirilmektedir.

Dördüncü bölümde Allah yaptıklarınızdan gafil değil­dir) ifadesiyle, Allah noksanlıklardan tenzih edilerek kitap ehli tehdit edil­mektedir. Böylece, Yahudilik ve Hristiyanlık'ın tesisinden asırlarca önce ya­şamış bir peygamberi kendi dinlerinden göstererek, müslümanlan etkileme­ye ve dinlerine döndürmeye çalışmalarına mukabil, önce iddia yalanlanmış, doğru bilgi verilmiş, sonra da gerçeği gizlemenin zulüm olduğu hatırlatılmış­tır. Bunlar da yetmeyince, yaptıklarından Allah'ın gafil olmadığı, hepsini bil­diği hatırlatılarak kitap ehli tehdit edilmiştir. Ayetteki gaflet kelimesi, yahu-di ve hristiyanlann yaptıklarından Allah'ın gafil olduğu fikrinde olduklarına işaret etmektedir. Zaten insan, Allah'ın gafil olmadığı, her şeyi bildiği bilin­ciyle hareket etseydi, hatalar asgariye inerdi. [156]

 

Herkesin Kazandığı Kendinedir:

 

141. Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerine, sizin kazandıklarınız da size aittir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz.

Bu ayet, Bakara/134'ün bir tekrarı gibi görünmekle birlikte, ikisini birbi­rinin aynısı görmek doğru değildir. Çünkü 134. ayette, ibrahim ve oğulları­nın çocuklarına yaptıkları vasiyetten sonra "Onların kazandıkları onlara, si­zin kazanacaklarınız size aittir" hükmü getirilmiştir. 141. ayetten önce ise, yahudi ve hristiyanlann müslümanlan olumsuz manada etkileyip kendi yol­larına çevirmek için yapüklan faaliyetler anlatılmaktadır. 134. ayetten önce kültürün nesilden nesile aktarımı işlenirken, 141. ayetten önce kültürlerin birbirleriyle etkileşimi işlenmektedir. Bu farklılık, iki ayetin, birbirinin tek-ran olmadığı gerçeğini ortaya koymaktadır. 134. ayette anılan kazanç olumlu iken, ikincisinde, yani, yahudi ve hristiyanlarla ilgili olanında olumsuzdur.

134. ayetin tefsirinde kesb kavramını açıklamamıştık. Kulun iradesinde kesbin olduğu, ama yaratmanın olmadığı söylenmektedir. İslâm tarihinde bu konu çok tartışılmış, bir çok farklı mezhebin oluşmasına neden olmuştur.

Kesb kazanmak, elde etmek, tedarik etmek, müstehak olmak, fayda elde etmek, biriktirmek, bilgi elde etmek, istihsal etmek, ulaşmak, gayret etmek, yüklenmek, yağın posası manalarına gelmektedir.

İnsan, menfaat kesbedebileceği gibi kötülük de kesbedebilir. Kesb sözcü­ğü, daha çok insanın kendisine temin ettiği bir menfaat veya haz için kulla­nılırken; iktisab kalıbı, bunların başkasına sağlanması anlamını ifade etmek­tedir. [157]

 

Kesb Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Yüklenmek

Bu kavram, ism (günah), seyyie (kötülük) ile bir araya gelince, yüklenmek manasına gelmektedir. Yorumunu yaptığımız ayette bu anlamı ifade etmek­tedir. Herkes kendi kazandığını yüklenir.

2. Vücut vermek

Kesb kelimesinin faili kalp olunca, icat etmek, vücut vermek, niyet etmek manalarına gelmektedir. Demek ki, kalbin de kesbi vardır. Bakara/225 aye­tinde, kesb fiili ile kalp arasındaki ilişki gösterilmektedir:

Allah sizi kasıtsız yeminlerinizden sorumlu tutmaz. Fakat sizi, kalplerinizin vücut verdiği yeminlerinizden dolayı sorumlu tutar.

Ayetin (Fakat sîzi kalplerinizin vücut verdiği yeminle­rinizden dolayı sorumlu tutar) bölümü, kalbin de kazancı olduğunu isbat et­mektedir.

Kalbin icat ettiği, vücut verdiği şeyler de değerlendirilmeye tabi tutula­cak; iyi şeylere vücut veriliyorsa ödül; kötü şeylere vücut veriliyorsa ceza görülecektir.

3. İşlemek

Kesb kalbin vücut verdiği şey anlamına geldiği gibi, el ile işlemek mana­sına da gelmektedir. Buradaki 'el' kelimesi, güç veya bizzat insanın kendisi anlamını ifade etmektedir. RumAtt'de el kelimesi ile kesb fiili bir araya gel­miştir:

(İnsanların elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu).

4. Kazanmak

Kesb kelimesi, insan ruhunun imanla kazandığı iyilik anlamında En'am/158'de geçmektedir:

(imanında hiçbir değer kazanmamış...) Burada iman, kazanmak \e değer kavranılan bir araya gelmişlerdir. Bura­daki değer, fayda manasına alınmalıdır.

Bu manasıyla, ekonomik kazancı ifade etmekte de kullanılmaktadır. Ba-kara/267'de bu manada yer almaktadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz Ba-kara/141de kesb'in ne anlama geldiği ayetin sonundaki ya 'melun fiilinden an­laşılmaktadır. İşlemek, yapmak manasına gelen ya'melun fiili, kesb fiiliyle de anlamdaştır. Amile yerine niçin kesebe fiilinin kullanıldığına gelince; çün­kü kesebe fiilinde "yüklenmek" manası da vardır. Bu manasıyla ayetin ilk kı­sımlarında yer almaktadır. İyi veya kötü, herhangi bir kazanç için kullanılan kesb fiili, aynı zamanda kalp için de kullanılmaktadır.

Bakara/134'te kazanılan iyi şeylerden bahsedilirken, 141. ayette, yahudi ve hristiyanlann kötü kazançları ele alınmaktadır. Şirkin neden olduğu din ben­cilliğinin, peygamberler arasında ayrım yapmanın, gerçeklerden yüz çevirme­nin ve gerçeği gizlemenin bulunduğu yerde, iyi bir kültürün gelişmesi müm­kün değildir. Tevhid inancının, teslimiyetin, gerçek imanın, İhlasın ve gerçeği söylemenin oluşturacağı kültürün kazancı ise, insanlık için çok büyüktür. [158]

 

Dar Kafalıların Soruları:

 

142. İnsanlar arasındaki bazı dar kafalılar: "Şimdiye kadar uydukları kıbleden onları vazgeçiren nedir?" diyecek­ler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır; O, dilediğini doğ­ru yola iletir".

Ayetteki sefih kelimesinin, Bakara/ 13O'da dar kafalı, beyinsiz, aptal, dü­şüncesiz manalarına geldiğini söylemiştik. Burada bu manalardan "dar kafa­lılığı" tercih ettik.

Ayetle geçen kıble kavramı, 'yön', namazda yönelinecek mekan anlamına gelmektedir. Bu manada Kabe ile kıble aynileşmiş durumdadır.

Kıble, dikkatin yoğunlaştığı yer, bütün bakışların hedefi, ideal ve gaye an­lamlarına da gelmektedir.

Ayetin iniş sebebi, kıble değişikliğidir. Kıble iki kere değişmiştir, ikinci değişildik, vahy vasıtasıyla olmuştur. Bütün müfessirlerin naklettiğine göre, Hz. Peygamber, hicret edene kadar Kabe'ye yönelerek namaz kılmış, hicret­ten sonra ise, Mescid-i Aksa'ya yönelerek namaz kılmaya başlamıştır. Bu bi­rinci kıble değişikliğidir. Süleyman Ateş'in nakline göre Resulullah, on altı veya on yedi ay Mescid-i Aksa'ya yönelerek namaz kılmıştır. Bedir savaşın­dan iki ay önce vahy ile tekrar Kabe'ye dönmesi emredilmiştir.

Bu ikinci kıble değişimi, yahudilerin üzüntüsüne neden olmuştur. Bu de­ğişikliği hazmedemeyen yahudileri Yüce Allah, "dar kafalı" olarak nitelen­dirmiştir. Aslında Yüce Allah bize, değişime karşı gösterilen tepkinin yanlış­lığını; böylece de meselenin olmuş bitmiş bir süreçten ziyade, değişime ve yeniliğe karşı olumsuz tepki göstermenin devam eden bir süreç olduğunu öğ­retmektedir.

Kıblenin değiştirilmesi, gayelerde, ideallerde ve hedeflerde zamanla deği­şiklikler olabileceği kültürünü oluşturmuştur. Ulaşılması mümkün olmayan ideal ve hedefleri bırakıp, ulaşılabilecek hedeflere yönelmek, daha verimli bir uğraşı içinde olmak, insan emeğinin daha ekonomik harcanmasını temin edeceği için, böyle değişiklikler yapmak, gelişimin ön şartıdır. Genelde gençler, gençlik psikolojisiyle hayalî hedefler ve kıbleler edinirler. Tecrübe ve kültürleri arttıkça, sosyal olayların analizini yapma yeteneğini elde ettik­çe, bu gayelerini, yani kıblelerini terkedip, başka gayeler edinirler ve bütün işlerini ona doğru yönlendirirler. Bu durumda şöyle diyebiliriz: Herkesin bir kıblesi vardır ve bu kıble onların amellerinin oluşumunda ana rolü oynar. Bu kıbleler, zamanla değişebilecek bir esnekliğe sahip olmalıdır. İşte Kur'an'da-ki kıble değişimi, bize, idealler konusunda esnek olmayı öğretmektedir.

Bütün semavî dinlerin özünün aynı olduğu inancından hareket eden insan­lar, daima tevhidi baz alacaklarından, diğer din mensuplarının kıblesine yö­nelmekte bir mahzur görmezler. Peygamberimiz de bu nedenle Kudüs'e yö­nelerek kitap ehliyle müşterek noktada buluşmak istediğini göstermiştir. Yü-oe Allah'ın, Peygamberimizi bir gece Mescid-i Haram'dan alıp Mescid-i Ak-sa'ya götürmesi de bu müşterek noktanın önemini göstermektedir. Bazı dar kafalıların, "Yönelmekte oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir?" soru­suna, Allah şöyle cevap verilmesini emretmektedir:

(De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır).

Önemli olan şu veya bu yöne dönmek değil, gönlün Allah'a yönelmesidir. Kıblenin yer olarak bir önemi olmadığına işaret eden ayet, benliğin Allah'a çevrilmesinin önemine dikkat çekmektedir. Rum/31, Sebe/9, Mümtehine/4 ayetlerinde, sadece ve sadece Allah'a yönelmenin bir mana ifade ettiği vur­gulanmaktadır. Her yön Allah'a ait olduğuna göre; insan nereye yönelirse yö-nelsin, Allah'a yönelmiş olacaktır. Kıble ayetleri, yönelişte birliğin gerçekleş­mesi için Kabe'ye yönelme esasını koymuştur.

Namazda kıble birliğinin sağlanması; hacda da en eski mabedin merkez edinilmesi istisna edilirse, insanoğlu her yere yönelerek dua ve ibadet edebi­lir. Bu iki ibadet şeklinin belli bir disiplin içinde yürütülebilmesi için, Ka­be'ye, merkezî işlev yüklenmiştir.

(Dilediğini doğru yola iletir).

Kıble değişikliğinin Allah tarafından yapıldığını ifade eden ayetin bu kıs­mı, hem onların sorularına cevap vermekte, hem de değişikliğin hak oldu­ğunu vurgulamaktadır. Böylece, değişimin, daha iyiden, daha doğrudan ve daha faydalı olandan yana yapılmasının önemine işaret edilmekte; daha iyi­ye, daha güzele, daha doğruya ve daha faydalıya ulaşmak için yapılan deği­şikliğin meşru olduğu öğretilmektedir.

Demek ki kıble değişikliği, bedenin yön değiştirmesinden daha büyük hik­metler içermektedir. Bu da beynin, kalbin ve nefsin müştereken ördüğü insan benliğinin Allah'a giden yola girmesi, O'na yönelmesi ve teslim olmasıdır. Bir sonraki ayette, kıble değişikliğinin niçin yapıldığı cevaplandırılmaktadır. [159]

 

Orta Yolun Toplumu:

 

143. insanlara şahit olasınız diye, sizi vasat bir toplum yaptık; böylece Peygamber de size şahit olur. Biz, Pey­gambere uyanı, ökçesi üzerinde geriye dönenden ayıralım diye, senin eskiden yöneldiğin (Kâbeyi) kıble yaptık. Bu, Allah'ın yol gösterdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir. Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir. Kuşkusuz Allah, insanlara şefkatli ve merhametlidir.

Ayetin temel kavramlarından biri (ümmetun vasatun= üm­met) ifadesidir.

Bu ifadenin birinci kelimesi olan ümmet sözlükte grup, millet, topluluk, yol, hayat tarzı, din manalarına gelmektedir. [160]

 

Ümmet Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Grup

Bir cemaati veya küçük bir topluluğu ifade etmektedir. Bu manada Âl-i İmran/104'te yer almaktadır:

İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten sakındıra­cak bir grup bulunsun.

Ayetin umumi manasından anlaşılıyor ki burada ümmet kavramı ile, top­lumu eğitecek aydınlar grubu kasdedilmektedir, ki bunların, toplumu ayakta tutan, ahlâkî, hukukî ve siyasî değerleri topluma öğreten ve kazandıran eğiticiler grubu olduğu söylenebilir.

2.  Millet

Sosyolojik manada ümmet kelimesi, vatanı, bayrağı, anayasası ve sosyal müesseseleri olan bağımsız bir milleti ifade etmektedir. Yunus/47'de bu ma­nada geçmektedir:

Her ümmet için bir peygamber vardır.

Buradaki ümmet kerimesini millet \e kavim kelimeleriyle tercüme etme­miz mümkündür. Yunus/49 ve Hud/118'deki ümmet kavramı da millet anla­mına gelmektedir.

3. Topluluk

Aynı cinsten olan, aynı değerler etrafında toplanıp benzer davranışları ser­gileyen topluluğa da ümmet denir. Bu anlamda, aynı cinsten olan hayvanlar topluluğuna da ümmet denilir. En'am/38'de bu anlamda yer almaktadır:

Yerde yürüyen hayvan, iki kanadıyla uçan kuşlar da sizin gibi ümmetlerdir.

Sosyolojik bir konuyu anlatırken Yüce Allah, hayvanlar aleminden örnek­ler vererek, onlar için de ümmet kelimesini kullanmaktadır. Bu ayet aynı za­manda, insanların farklı topluluklara ayrılmasının doğal olduğuna işaret et­mektedir.

4. Yol, hayat tara, din

Zuhruf/22-23'te geçen ümmet kelimesi, din vs, yol manalarına gelmekte­dir. Nesefî, Hâzin ve İbn Abbas bu ayeüerdeki ümmet kelimesini din; Ham-di Yazar ve Beydavî yol manasına almışlardır. Beydâvî buradaki yolun, din anlamına geldiğini de söylemektedir.

Ayetlerde yer alan eser kelimesi, ümmetin izi, ameli manasını taşımakta­dır. A'raf/28'e bakarsak, bu ayeüerdeki ümmet kelimesinin, davranış biçimi, takip edilen yol ve ahlâk anlayışı anlamlarını ifade ettiği anlaşılır. Baka-ra/143'teki ümmet kelimesinin, insanlığın içinden bir grubu veya milleti ifa­de ettiğini söyleyebiliriz. Vasat ümmet ifadesinin ikinci kelimesi olan vasat, fiil kalıbında alındığında yerleştirmek, koymak, arabulucu olarak seçmek ve­ya atamak, ortada veya merkezde olmak, ortada durmak, ortayı tutmak, aşın uçlardan orta yolu tutmak, ara bulucu olarak davranmak manalarını ifade et­mektedir.

İsim kalıbından alındığında orta, merkez, öz, vücudun orta kısmı, çevre, etraf, alem, ortalama alet, mümessil, araç, orta derece manalarına gelmekte­dir. [161]

 

Vasat Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1.  İçine girmek

Bir topluluğun arasına dalmak, oraya sızmak ve girmek manalarını ifade etmektedir. Bu anlamda Adiyat/5'te geçmektedir:

Bir topluluğun ta ortasına dalanlara yemin ederim. Ayette vesatne şeklinde geçmektedir.

2.  Orta halli

Yeminini bozan insanın ödeyeceği kefaretin miktarını ifade için Yüce Al­lah bu kelimeyi kullanmaktadır

(Ailenize yedirdiğiniz yemeğin orta halli­sinden on fakire yedirmek...) [Maide/89]

Buradaki anlamı, günlük yemeğin ortalaması sayılan miktarı tesbit ede­rek, onu fakirlere yedirmektir.

3.  Makul olmak

Vasat kavramı, Kalem/28'de ism-i tafdil olarak yer almaktadır: (Onların en makul olanı dedi...).

Bu ayette kavram, en akıllı, en adil ve en dengeli manasına gelmektedir ki biz "makul" manasını verdik. Böylece kelime psikolojik açıdan beyinsel dengeyi ifade etmektedir. Ayetin bu manasını Bakara/143'e götürürsek, şu anlamı verebiliriz: "Sizi zihnen dengeli/makul bir millet kıldık". Zihnen den­geli olmayan insanların, "orta ümmet" olamayacakları anlaşılmaktadır.

4.  Orta

Bakara/238'de vustâ kalıbı ile yer almaktadır Namazlara ve orta namaza devam edin.

Kılınmasında ihmale en çok uğrayabilecek, meşguliyet anına rastlayan ve beş vakit namazın tam ortasında bulunan namazı muhafaza etmeyi emreder­ken Yüce Allah, vusta kelimesini kullanmıştır. Demek ki vasat kelimesi, fi­zikî manada bir cismin iki ucunun ortasını, psikolojik manada bir toplumun en makul, en adil ve en doğru olanını; ahlâkî anlamda da ifrat ve tefrite kaçmamayı ifade etmektedir.

Vasat ümmet kavramını ahlâkî manada alırsak, ifrat ve tefrite düşmeyen top­luluk; eğitim manasına alırsak, insanların problemlerini çözecek seviyede ye­tişmiş bilgili ve adil toplum; şahsiyet anlamında ise, makul ve zihnen dengeli insanların oluşturduğu topluluk manalarını taşıdığını söyleyebiliriz. Bu mana­ları biraz daha açarsak diyebiliriz ki: Zihnî yapısıyla uyumlu, davranış itibariy­le de bulunduğu ortama intibak eden kimse... Beyin, gönül ve nefis arasında denge kurmuş, bu nedenle de ölçülü ve dengeli kişilerden kurulu bir toplum...

Ayetin devamı, vasat ümmet ibaresine yüklenen işlevi açıklamaktadır: (Tüm insanlığa şahitler olasınız...)

Demek ki vasat ümmet aynı zamanda, insanlara şahit olan toplum mana­sına gelmektedir. Şahit kelimesinin bir dünyevî, bir de uhrevî manası vardır. Keşşafta bu kelime, bu manalarına göre açıklanmaktadır. Şahit kelimesi fiil olarak mahkemede şahitlik etmek, bir mecliste hazır olmak, kesin olarak ha­ber vermek, muttali olmak, yemin etmek, bir şeyi huzura getirmek, kızın ha­yız görmesi, çocuğun buluğ çağına erip cinsel organından meni gelmesi ma­nalarına gelmektedir. Allah'a izafe edilince Allah'ın bilmesini/ilmini ifade et­mektedir.

İsim olarak şehadet ikrar, delil, görünen alem, petekteki bal, duyulardan biri ile idrak etmek, duyum manalarına gelmektedir. Kur'an'da hem dünye­vî, hem de uhrevî anlamlar taşıdığını görüyoruz: [162]

 

Şahit Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Mahkemede şahit olmak

(Yazana da şahitlik edene de zarar verilmesin).

Bu ayette şahitlik, hukukî bir anlam ifade etmektedir. Davacı ve davalı arasındaki ihtilaf, şahit olmadan çözülemez. Şahit davanın çözümü için vaz­geçilmez bir unsurdur. Bu manayı Bakara/143'e uygularsak ayete, "Sizi in­sanların problemlerini, davalarını çözen vasat ümmet olarak atadık" manası­nı verebiliriz. Şahidin mahkemede davayı çözümlemesi gibi, müslümanlar da insanların problemlerini çözmelidir. Müslüman problem yaratmaz, tam tersi­ne problemleri çözer. Bu dünyada, insanların problemlerini çözecek kadar kültürlü ve adil olan müslümanlann problemlerini de, ahirette Hz. Peygam­ber çözecektir. Ayetteki (Peygamber de size şahit olsun) ifa­desi buna işaret etmektedir.

2.  Kavuşmak

(Sizden ramazan ayına kavuşan, onda oruç tutsun).

Bu ayette kavram, bir zamanı idrak etmek, ona kavuşmak manasına gel­mektedir. Uzak da olsa, bu manayı Bakara/143'e uyarlayarak, "insanlara ka­vuşan, onları idrak eden, onları anlayan, onlan kucaklayan" manasını vere­biliriz. Bunu da, problemleri çözen manasıyla birleştirirsek anlam, önce id­rak edip problemi anlayan, sonra çözen şeklinde olur.

3. Bir yerde bulunmak

Şahit kelimesi Kur'an'da, olayın gerçekleştiği yerde bulunma manasında da kullanılmaktadır:

Allah'a and içerek, birbirlerine "Gece ona ve ailesine baskın yapalım; sonra da velisine, 'Biz ailesinin yok edilişi sırasında orada değildik; inanınki doğru söylüyoruz' diyelim" dediler. [Neml/49]

(Ailesinin yok edilişinde orada yoktuk) ifadesinde yer alan şahit kelimesi, bulunmak!hazır olmak anlamına gelmektedir.

4. İnanmak

"Kelime-i şehadet" bu anlamı ifade etmektedir:

(Peygamberin hak olduğuna inandılar). [Âl-i Imran/86]

Şehadet getirmek de bu manadadır

Eşhedü en-lâ ilahe illallah ve eşhedu enne muhammeden abduhu ve resû-luh ifadesindeki şehadet, inanmak ve tasdik etmek manasına gelmektedir.

5. Delil

Bir konuyu isbat etmek için kullanılan delil manasına gelin

(De ki; "Hangi şey delil bakımından en büyüktür?") [En'am/19]

Delil ile şahitlik içice girmiş iki anlamı ifade etmektedirler.

6. Bilmek

Yüce Allah'ın yaptığı işi gözlemek, ona şehadet etmek, onu bilmek de­mektir:

(Sonunda her şeyi bilerek kabul ettiniz). [Bakara/84] Ayetteki teşhedu kelimesi, görerek bilmek anlamında, gözlemden kaynaklanan bir bilmeyi ifade etmektedir.

(Ey kitap ehli! Gerçeği bildiğiniz halde niçin Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?) [Âl-i Imran/70]

Kesin olarak bilmeyi, Yüce Allah burada şehadet kelimesiyle ifade et­mektedir.

7. Yardımcı olmak

Şahit kelimesi şüheda kalıbından alındığı zaman, yardımcı manasına da gelmektedir:

(Eğer iddianızda doğru iseniz Allah'tan başka yardımcılarınızı da çağırın). [Bakara/23]

Kelimenin bu anlamını, Bakara/143'e götürürsek, o zaman ayete şu mana­yı vermemiz mümkündür: "İşte böylece, insanlığa yardımcı olmanız, Pey­gamberin de size yardıma olması için, sizi orta bir millet yaptik".

Böylece müslümanlann, çeşitli meselelerde insanlığa yardımcı olması kan Allah tarafından yetiştirilen bir millet olduğuna işaret edilmiştir.

8. Görünen alem

(Allah gaybı ve şehadeti bilendir). [En'am/73]

Ayetteki gayb gizli olanı, şehadet de açık olanı, görüneni, bilineni ifade etmektedir. Dolayısıyla ayette, Allah'ın, hem gayb alemini hem de görünen alemi bildiği vurgulanmaktadır.

Bütün bu manalardan, tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/143'e gön­dermeler yapacak olursak, şöyle bir sentez yapabiliriz: Müslüman millet or­tada olacağından, insanların problemlerini çözer, dertlerine şifa bulur, sosyal hastalıklarına çare üretir, insanlara, Allah'ın yaratığı olarak saygı duyar, on­ları anlamaya çalışır, onlarla beraber olmanın yollarını arar. Farklılıklardan ziyade benzer noktalan öne çıkarır. Daima insanlara yardımcı olmaya çakşır ve insanlar için bir denge unsuru olur.

Ayette yer alan (Böylece sizi kıldık) ifadesine, "Böylece sizi yetiştirdik ve tayin ettik" şeklinde mana verilmesi uygun olur. Yüce Allah müslümanları, insanların problemlerini çözen ve onlara yardımcı olan vasat bir ümmet olarak yetiştirmiş ve tayin etmiştir. Orta ümmet olmak, bir eğitim işidir. Aşırılıklardan uzak, dengeli bir beyne sahip olmak, kendiliğinden gerçekleşecek bir iş değildir; ilahî eğitime ihtiyaç göstermektedir. Müslüman ümmetin, bu görevi yapmamak gibi bir seçeneği yoktur. Ayet, Allah tarafın­dan bu görevin ona verildiğini ifade etmektedir.

Hac/78'de, müslüman ismine layık olmanın gereklerinden birinin bu oldu­ğu açıkça belirtilmektedir. Muhammed Esed'in dediği gibi, Bakara/143'teki şüheda kavramı, "örnek" manasına da alınabilir. Müslüman millet, vasat üm­met olması nedeniyle insanlığa örnek olmalıdır. Çünkü o, örnek olacak dav­ranış ve fikirler üreten bir topluluktur.

Bakara/143 ayetinin ikinci bölümünde, kıble değişikliğinin bir imtihan ol­duğu ifade edilmektedir:

(Ve B-çi'ye uyanlar ile ökçeleri üzerinde gerisin geri dönenler arasında açık bir ayı­rım yapabilmek amacıyla senin daha önce yöneldiğin hedefi, kıble olarak ta­yin ettik. Kuşkusuz bu, Allah'ın doğru yola ulaştırdığı kişilerden başkası için zor bir imtihandı).

Kıble değişikliğinin, Peygamber'e tabi olanlarla olmayanları ayırt etmek için yapılan bir imtihan olduğu bizzat Allah tarafından ifade edilmektedir. Ayette yer alan (illa li-na'leme) ifadesi "sadece bilmemiz/ayırt etme­miz için" demektir. Yüce Allah, Hz. Peygamber'in arkadaşlarının gönlünde­ki imanın kalitesini belirlemek için, fiilî bir deneme yapmıştır. Demek ki iman, Peygamber'e kayıtsız şartsız itaat ve tabi olmayı gerektirir. Yüce Allah hidayette olanların dışındaki insanlara bu imtihanın ağır geleceğini de söyle­mektedir. Nazarî imtihanlar kolay, fakat tatbiki imtihanlar zordur. Ayetin bu kısmı imtihan pedagojisine çok önemli bir kural getirmektedir. Her bilen in­sanın, tatbikatta başardı olacağı iddia edilemez. Çünkü tatbikatta başardı ol­mak başka meziyetleri gerektirmektedir. Kıble değişikliğinin tatbikî bir imti­han olduğunu söyleyen Yüce Allah, eylemlerin, insanın imanını yansıttığı gerçeğini vurgulamaktadır.

(Allah sizin imanınızı kesinlikle göz ardı etmeyecektir).

Ayetin bu kısmı, kalbinde doğru iman olan kimselere, imanlarının zayi ol­mayacağı garantisini vermektedir. Tatbikatta başardı olamayanların imanla­rının olmadığı söylenemez. Allah, onların imanını dikkate alacağını söyle­mektedir. Bu, amelleri eksik olan veya kimi zaman günah işleyen kimseler hakkında 'imansız' hükmünü veremeyeceğimizi göstermektedir. Davranışla-nndaki yanlışlıklara, bozukluklara ve eksikliklere bakarak bir kimsenin imansızlığına kani olmak, her zaman doğru olmayabilir. Bu öğretiyi Yüce Al­lah, çok önemli değerler üzerine bina etmektedir. Allah'ın, onların imanları­nı gözardı etmemesinin nedeni, ayetin sonundan anlaşılmaktadır:

(Zira, Allah insana karşı şefkatli ve merhametlidir).

Allah, insana karşı şefkatli ve merhametli olduğu için, imanlarını göz ar­dı etmeyecektir. Demek ki, bir ameli veya imanı göz ardı etmek, şefkatsizlik ve merhametsizliğin eseridir. Ayetin bu kısmı ile bir önceki kısmın bağlantı­sından, insanlık için önemli bir kanun ve eğitim kuralı doğmaktadır: Düşün­celer, doğru inançlar ve iyi ameller, asla göz ardı edilmemelidir. Fikirlerin, inanç ve amellerin kırıntıları bile değerlendirmeye tabi tutulmalı ve asla ih­mal edilmemelidir. Bunların göz ardı edildiği yerde, şefkat ve merhametten eser yok demektir. Şefkat ve merhametin bir gereği de, iman ve amelin zayi edilmemesidir. Üretilen fikirlere, amellere ve eserlere aldırış etmeyen, onla­rı değerlendirmeyip göz ardı eden ülkede, şefkat ve merhametten iz yok de­mektir. Kamil insan veya toplum, Allah'ın bu sıfatlarını yeryüzüne yansıtan­dır. Şefkat ve merhamet, sadece yere düşenlerin elinden tutmak değil, üreti­len bir fikrin, bir amelin ve bir eserin dibine su dökmektir. Böylece Allah Te-ala, şefkat ve merhametin ölçüsünü vermektedir. Şimdi ayetin bütününü ele alarak bazı genellemeler ve çıkarsamalar yapabiliriz.

Ayetin ilk bölümünde Yüce Allah, müslüman milleti, insanlara örnek, on­ların problemlerini çözen ve onların dertlerini anlayan ve onlara kucağını açan orta bir ümmet olarak yetiştirdiğini bildirmiş; sonunda ise insanlara şefkatli ve merhametli olduğunu ilan etmişti. Bundan, Yüce Allah'ın bu sıfatlarını kendi­ne ahlâk edinen bir toplumun, insanlara şefkatli ve merhametli davranması gerektiği anlaşılır. Ümmet-i vasat, şefkat ve merhamet değerleriyle ardaklanan ve insanlara karşı da şefkat ve merhametle davranan toplum demektir.

Vasat ümmet Allah'ın imtihanının ağır gelmediği toplum manasına da ge­lir. Çünkü ayette "Allah'ın hidayete erdirdiği kimselere imtihanın ağır gelme­yeceği" söylenmektedir. Böylece Bakara/143 ayeti, vasat toplum'un; hem eğitilmişlik seviyesini, hem psikolojik yapısını, hem de insanlara karşı dav­ranışını anlatmakta ve onların insanlığa karşı şefkat ve merhametli olmaları­nı önermektedir. [163]

 

Gönlün Razı Olacağı İşi Yapmak:

 

144. Biz, yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de hepi­niz, nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa doğru çevi­rin. Kuşkusuz kitap ehli, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta oldukla­rından habersiz değildir.

Ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. (Yüzünü göğe doğru çevirdiğini görüyoruz).

Ayetin bu kısmına Hz. Muhamrned açısından baktığımızda, onun kıble konusunda bir arayış içinde olduğunu, bu konuda bir karar veremediğini söy­leyebiliriz.

Ayetin bu kısmına Yüce Allah açısından baktığımızda ise O'nun kulları­nın yaptığı her şeyi görüp gözettiğini, çaresiz kalanlara, çıkış yolunu göster­diğini ifade edebiliriz.

2. (İşte şimdi seni, memnun olacağın kıbleye döndürüyoruz).

Yüce Allah Hz. Peygamberin gönlünü kıble meselesinde neyin tatmin edeceğini ve neye razı olacağını biliyordu. Demek ki, Yüce Allah kulunun rı­zasını dikkate almaktadır.

Bu durum, insan ilişkilerinde de geçerli olan çok önemli bir duruma dik­kat çekmektedir: Kan-koca arasındaki ilişkilerde eşlerin birbirlerinin nelerenza göstereceklerini ve nelerle tatmin olacaklarını bilmeleri ve ona göre dav­ranmaları gereklidir. Ana-baba ile çocuklar arasındaki, devleti idare edenler­le halk arasındaki ilişkilerde hep bu gönül rızasını aramak, dikkate almak ve ilişkilerde ölçü olarak kullanmak, insanlığın hayatını bir nevi cennete çevire­cektir.

Onun içindir ki, Hz. Peygamberin hoşnutluğu ilahî takdiri etkilemekte ve Yüce Allah takdirini o yönde hayata geçirmektedir. Böylece hoşnutluğu ölçü almayı, sünnetullah olarak bize sunmaktadır.

3.  Arak yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de nerede olursanız olun, yüzlerinizi o tarafa doğru çevirin.

Bakara/135'in tefsirinde Mescid-i Haram'ın insana, hayvana ve yeşile say­gı göstermeyi, onlara kıymamayı öğreten bir üniversite olduğunu söylemiş­tik. Güzelin, doğrunun, iyinin ve sevabın üretildiği Mescid-i Haram, bu de­ğerler sayesinde emin bölge olma vasfını kazanan bir üniversitedir.

Yüce Allah Hz. Peygamberin, Kabe'nin kıble olmasından hoşnut olacağı­nı bildiği için, oraya yönelmesini emretti. Ayetin bu kısmında iki emir var, birincisi Hz. Peygambere; ikincisi de müslümanlaradır.

Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa'dan daha eski bir mabet ve daha eski bir üniversite olduğundan, yönelmeye en layık olan yer olması doğaldır. İnsan neslinin türediği, ilk ailenin kurulduğu ve ilk beşerî kültürün mayasının oluş­tuğu yer olması sebebiyle kıble olmayı haketmiştir. Oraya yönelmek, aynı zamanda, oranın öğretilerini benimsemeyi ve gönlü orada oluşan değerlere açmayı da beraberinde getirmektedir.

4. Kuşkusuz kitap ehli, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu bilirler.

Ayetin bu kısmı, Rab, hak \e bilme kelimelerini bir araya getirmiştir. Kıb­le değişikliği, Allah tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu değişikliğin, bir hak/bir gerçek olduğunu yahudi ve hristiyanlar bilmektedir. Allah'tan geldiği ve gerçek olduğu bilinen bir şeyi bir beşere malederek tenkitte bulunmak, gerçekten tahammül sınırlarını aşan bir tavırdır.

Kıble değişikliğini Hz. Peygamber kendi iradesiyle gerçekleştirmemiştir. Bunu bildikleri, vahye inandıkları halde kitap ehlinin "Yönelmekte oldukla­rı kıblelerinden onları çeviren nedir?" [Bakara/142] diye sormaları çok il­ginçtir.

Gerçek olduğunu bildikleri halde kıble değişikliğine karşı olumsuz tavır takınmaları, ilahî takdire karşı çıktıklarını, en azından yeni kıbleyi istemedik­lerini göstermektedir. Bilgilerine göre hareket etmek yerine, nefislerinin ar­zularını, hakikatin önüne geçirmeleri, ilahî tehdide maruz kalmalarına neden olmuştur.

Doğru yolda olduklarını sanan, dinde bencillik yaparak hakikati bildikle­ri halde ona muhalefet eden kitap ehli, Allah'tan gelecek tüm hakikatlerin kendilerinde olmasını arzu etmişlerdi. Günümüzde de böyle davranan kitap ehli az değildir. Allah'tan gelen bir kitap olduğunu bildikleri halde Kur'an'ı kabul etmemelerinin altında, dinde bencillik psikolojisi yatmaktadır. İşte bu ayet, dinler arası ilişkilerin günümüzde oturduğu psikolojik temeli göster­mekte ve analizini yapmaktadır.

Cenab-ı Hak, (Allah onların yaptıklarından gafil değil­dir) buyurarak kitap ehlinin, hem bildikleri halde olumsuz tepki göstermele­rini kınamakta; hem de Allah'ın ilminin her şeyi kuşattığı yolundaki inançla­rını tazelemelerini istemektedir. Eğer kitap ehli yaptıklarından Allah'ın gafil olmadığına tam anlamıyla inansalardı, kıble değişikliğine menfî tepki göster­mezlerdi. [164]

 

Bilgiden Sonra Hevaya Uymak Zulümdür:

 

145. Sen, kitap ehline her türlü ayeti getirsen, yine de on­lar senin kıblene dönmezler. Sen de onların kıblesine dö­necek değilsin. Onlar da birbirlerinin kıblesine dönmezler.

Sana gelen ilimden sonra eğer onların arzularına uyar­san, kuşkusuz zalimlerden olursun.

Ayette yer alan (ûtu'l-kitab=\dtap verilenler) ifadesi, hem ya-hudileri, hem de hristiyanlan kapsamaktadır. Fahmddin Razi, ûtu'l-kitab iba­renin, kitap ehlinin tamamını kapsayıp kapsamadığını incelemiştir. Kitap eh­linin ileri gelenlerini kapsadığını, avam tabakasını ise kapsam dışı bıraktığı­nı söyleyenler olmuştur. Biz bu tartışmalara girmeden, ûtu'l-kitab ifadesin­den, delile rağmen doğruyu kabullenmeyen kitap ehlini anladığımızı söyle­mekle yetiniyoruz.

(Her türlü ayeti...)

Buradaki ayet Zemahşeri'ye göre, Kabe'ye yönelmenin hak olduğunu gös­teren kesin delildir.[165]

Delil, işaret ve mucize anlamına gelen ayete, rağmen, kitap ehlinin haki­kate teslim olmadığı görülmektedir. Dinde bencilliği, kıble bencilliğine ka­dar vardırmanın ne kadar yanlış olduğuna işaret eden Yüce Allah, yöneldik­leri amaçların, ideal ve hedeflerin insanları birbirinden ayıran temel unsur ol­duğunu vurgulamaktadır. Mekan olarak belirlenen kıble, bir motiftir. Önem­li olan beyindeki, kalp ve nefisteki düşünceler, arzu ve inançlardır. İşte ayet, bunları değiştirmenin zorluğuna dikkat çekmekte ve eğitim faaliyetinin en büyük engellerinin bunlar olduğunu bildirmektedir.

Beyindeki düşünceler, nefisteki arzular ve kalpteki iman taşlaşüğı zaman, gönderilen delil, işaret veya mucizeler yol bulup içeri girememektedir. Aslın­da bu durum hem psikolojik, hem de sosyolojik bir kanunu ifade etmektedir. Dışardan insanın beynine giden bir bilgi tüneli vardır. Bu tünel tek yönlüdür. Daha önce beyinde yerleşmiş ve donuklaşmış olan fikirler, bu tünelden gelen bilgilere tepki gösterirler.

Eskiden edinilmiş beyindeki bilgiler, ne kadar doğru olursa olsun dışardan gelen yeni bilgilere sert tepki gösterirler. Bunun neticesinde, içeri giremeden geri dönmek mecburiyetinde kalan doğru bilginin orada oluşturması gereken değişim de, dünyaya gelmeden ana rahminde ölen çocuk gibi ölür. Bu durum, kalp ve nefis için de aynen geçerlidir.

 Bu dununun sosyolojik izahı şöyledir: Bir arada yaşayan ve hallerinden memnun olan ahlâksız insanlar, yanlarına gelen ahlâklı insanlara beklenme­dik şekilde tepki gösterirler. Bu bir sosyal gerçekliktir.

Şimdi bu psikolojik ve sosyolojik gerçekliği Peygamberimiz döneminde yaşayan kitap ehline uyarlayabiliriz. Kitap ehlinin, kendilerine has bir beyin, kalp ve nefis kıbleleri vardı. Bu kıblenin değiştirilmesi ile ilgili hangi delil getirilirse getirilsin düşüncelerinden vazgeçmeleri imkansızdı. Taşlaşmış kalplere, sabit fikirlere sahip kimselerin ikna edilmesi zordur. İşte, ayetin bi­rinci bölümü buna işaret etmektedir.

Beyin, kalp ve nefisleri bu şekilde katılaşmış kimselerden oluşan bir top­lum, Hz. Muhammed gibi bir peygambere bile tepki gösterir. Sosyolojik ka­tılıklar, psikolojik kanlıkların bir toplamı olmadığı için, toplumsal katılık, psikolojik katılıktan çok daha yoğun olur. Beyin, kalp ve nefisteki katılıkla­rın ve şartlanmaların zararlarını ölçmek mümkün değildir. Çünkü psikolojik katılık inkara götürür, toplumsal katılık ise, çatışma ve ölüme götürür. Birin­cisi insanın içini rahatsız ederken, ikincisi toplumu ve tüm insanlığı rahatsız eder.

Ayetin birinci bölümünden çıkartacağımız başka bir kaide de şudur: Bir topluma kitap verilmiş olması kadar, onların kitabı anlamaları ve gerçeğe karşı yumuşamış olmaları da önemlidir.

Kendilerine kitap verilenlerin, delillerin gerektirdiği değişimi gösterme­meleri, onların kitabı anlamadıklarını ve körü körüne bağlandıklarını göste­rir. Kitap ehli gibi, müslümanlar da kitaplarını okuyup arılamazlarsa, aynı ka­tılığa düşüp, delillere karşı menfi bir tavır takınacak, gerekli olan değişimi gerçekleştiremeyeceklerdir. Onun için Kur'an'a inanmak kadar, onu araştırıp anlamak da gereklidir.

(Senin kıblene tabi olmazlar).

Demek ki kitap, gerekli değişimin ne olduğunu ve ne yapılması gerektiği­ni öğretecektir. Kutsal kitabını anlayan insan bu manevî sıçrayışı yapacaktır. Ama kutsal kitabını anlamayan insanlar, neyi takip edeceklerini bilemeyecek ve yapılması gerekeni yapamayacaklardır.

(Sen de onların kıblesine tabi olmazsın), insanlar mabetlerini tartışma konusu yapmaya ve bunu da ileri götürerek kendi beyinsizliklerinin tatmini için vasıta olarak kullanmaya başladılar. Di­nî bencillik, mabet bencilliğine dönüştü. Kutsal kitabı anlamamanın ve bil­memenin meydana getirdiği bu dinî bencillik, mabetlere kadar uzandı, böy­lece, tefrikanın derinliği ve boyutu biraz daha arta.

Kur'an, kıble meselesini insanın beyninde, gönlünde ve nefsinde araya­rak, onun maddî yapısına manevî bir boyut kazandırdı. Kıbleye, ideal, iman ve gaye olarak bakma anlayışını getirdi.

"Sen de onların kıblesine tabi olmazsın" ifadesi, sadece Mescid-i Aksa'ya yönelmeyi ifade etmemektedir. Bu kavramın psikolojik bir boyutu olduğu da ayetin son bölümünden anlaşılmaktadır:

(Onlar da birbirlerinin kıblesine tabi olmazlar).

Kitap ehli, bir bütün halinde müslümanlann kıblesine tabi olmadıkları gi­bi, aralarında gruplara ayrılarak birbirlerinin kıblesine de tabi olmamaktadır­lar. Müslümanlann kıblesine beraberce tepki gösterirlerken, kendi aralarında da bölünmektedirler.

Buraya kadar ayet, insanların önce müslüman ve kitap ehli diye iki gruba, sonra da kitap ehlinin daha alt gruplara ayrıldığına işaret etmektedir. Alt gruplara ayrıldıkça tartışmalar artar, düşmanlıklar derinleşir ve tefrika yarası tedavi edilemeyecek bir hale gelir. İşte Yüce Allah "Onlar da birbirlerinin kıblesine tabi olmazlar''' ifadesiyle, bu sosyal gerçekliğe dikkat çekmektedir.

Kitap ehlinin burada sözkonusu edilen kıblesi hakkında şu tesbit yapıl­maktadır:

(Onların nevasına tabi olursan...)

Burada, kitap ehlinin kıblesi, hevalandır. Nefsin arzularını kıble edinen­ler, o kıbleyi bırakıp gerçek kıbleye asla uymazlar. İşte, Hz. Peygamberin as­la uymayacağı kıble, onların bu nefsanî arzulandır. Heva, yani nefsin kötü ar­zulan insanın tannsı haline geldiği gibi [Casiye/23], kıblesi haline de gel­mektedir [Bakara/145]. Kitap ehli, kendi kitaplarını bilmedikleri ve gereğini yerine getirmedikleri için, nevalarını tatmin etmeyi amaç ve ideal edinmeye başlamış ve böylece zamanla o hevalar, onların kıbleleri haline gelmiştir. İn­sanı, nevasını kıble edinmekten neyin alıkoyacağına ayetin son kısımlarında değinilmiştir:

(Sana gelen bilgiden sonra...)

Yüce Allah Hz. Peygambere, "Sana gelen bilgiden sonra, yine de onların nevalarına uyarsan..." buyurarak ikazda bulunmuştur. Bundan anlaşılıyor ki, başkasının hevasını kıble edinip ona tabi olmaya mani olacak şey bilgidir. Ca-siye/23'te insanın kendi nevasını tann edinmesi ele alınırken; Bakara/145'te başkasının nevasına tabi olma ve onu kıble edinme ele alınmaktadır.

Bilginin olmadığı yerde, insanın neye tabi olacağını, nereye yöneleceğini, neyi amaç edineceğini bilmesi mümkün değildir. Sahte kıbleleri terk etmek ve doğru olana tabi olup yönelmek bir öğretim, bir bilgi meselesidir. Öğre­tim faaliyeti, insanlara amaçlarını, neyi takip etmeleri gerektiğini öğretmeli ve bu konuda onların şuurunu açmalıdır. Çünkü insanların çoğu, kendisine amaç tayin etmekte zorluk çeker. Kendi bağımsız dünyalarında rahatça gezi­nebilirler ama kendilerine hedef tayin etmekte başardı olamazlar. Onun için­dir ki Yüce Allah Kur'an'da kıble meselesini ele almış ve bu hususta insan­ları bilgilendirmiştir.

Allah'ın bilgilendirmesine rağmen, başkalarının heva ve arzularını kıble edinen, yani onlara tabi olan insanın durumu nedir? Ayet bunu şöyle cevap­landırmaktadır:

(İşte o zaman sen, kesinlikle zalimlerden olursun).

Demek ki, bilgilendirildiği halde başkalarının nevasına tabi olan, yani onu kıble edinen insan, zalimdir. Zulüm ise, bir şeyi yerli yerine koymamaktır. Bilginin işlevi, insanın kıblesini belirlemektir. Bilgiyi bu görevinden uzak­laştırmak zulümdür. Başkasının hevasını kıble edinmekten daha büyük bir hata olabilir mi?

Ayete bir bütün halinde bakarsak şu olguyu yakalayabiliriz: Toplumların, sahip oldukları kitabı bilmemeleri, gerçek delillere tabi olmamakla, dinde bölünmeyle, hevayı kıble edinmekle ve zalim olmakla neticelenmektedir. Bu sürecin sonunda, din bencilliği, grup bencilliği ve nihayet tefrika ortaya çık­maktadır. Biz bu ayetten, toplumsal bölünmelerin, insanların iç aleminden geçen fay hatları gibi yıkıcı olduğu hükmüne varıyoruz. Ayet bize, çare ola­rak ilimi göstermektedir.

Bilginin bulunduğu yerde psikolojik depremler sosyal yıkımlara yol aça­mazlar. [166]

 

Bildiği Halde Hakkı Gizlemek:

 

146. Kendilerine kitap verdiklerimiz, peygamberi, çocuk­larını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile gerçeği gizlerler.

Bu ayetin örgüsü tanımak, hakkı gizlemek ve bilmek kavramlarından oluşmaktadır. Şimdi, bu kavramlar arasında bağlantılar kurarak bazı çıkarım­lar yapabiliriz.

(Onu tanırlar)

Yüce Allah, tanınan bir şeyi tanımazlıktan gelmenin, ruhî bir bunalım ol­duğuna dikkat çekmektedir. Buradaki onu zamiri, kimi ifade etmektedir? Müfessirler onu zamiriyle, Hz. Peygamber'in, kıble değişikliğinin, ilim veya mucizelerin kasdedilmiş olabileceğini dile getirmişlerdir. Buna göre onu za­miri, bir önceki ayette yer alan Bi-kulli ibaresine irca edilirse ibare, "Her tür­lü ayeti tanırlar" anlamında olur. Kıble kelimesine irca edilirse ibare, "Senin kıbleni tanırlar" manasını ifade eder. İlm'e irca edilirse ibare, "Sana ilimden gelenden sonra" ifadesindeki "ilmi tanırlar" anlamına gelir. Zamirin kendisi­ne en yakın olana gideceği kaidesine göre bu netice çıkmaktadır, ama zami­rin Hz. Peygambere de gideceği bir gerçektir.

En fazla kabul gören bu yoruma göre, kendilerine kitap verilenlerin Hz. Muhammed'i tanıdıklarına Allah şehadet etmekte; tanıma derecelerini ifade için de (Çocuklarını tanıdıkları gibi) buyurmaktadır. Ana-baba-nın çocuğunu tanıması kadar açık ve kesin bir tanıma olamaz. Kitap ehli, Muhammed'in peygamber olduğuna dair kendi kutsal kitaplarında açık bir bilgiye sahip oldukları için, onu tanımamada hiçbir mazerete sahip değiller­dir. Bu nedenle Kur'an, tanıma derecelerini, kendi çocuklarını tanımalarını misal vererek anlatmaktadır. Bu bir anlatım metodudur. Ayet, bazı kavramla­rın, benzetme yapılmadan anlatılamayacağı gerçeğine işaret ederek, anlatım­da önemli bir metodu da ortaya koymaktadır. Benzetmeler ve misallerle kavrandan anlaşılır hale getirme metodu, kutsal kitapların insanlığa öğrettiği metotlardan biridir.

 (Buna rağmen onlardan bir grup, bile bile ger­çeği gizlerler).

Tanıyan beyin ile tanınan şeyin akandan, hakikat ortaya çıkar. Çocuğunu tanır gibi kesin ve net olan bir tanımanın ürünü, hakikattir.

Kitap ehlinden bir grup, sahip oldukları bu hakikati bilerek gizlemişlerdir. Başka bir ifadeyle, Hz. Muhammed'in peygamber olduğu hakikatini gizle­mişler ve hala gizlemektedirler. Bilerek hakkı gizlemenin cezası diğer ayet­lerde bildirilmiştir. Bakara/ 159'da hakikati gizleyenlerin, lanete uğrayacakla­rı, Bakara/174'te de elim bir azaba çarptırılacakları belirtilmektedir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/146'yı, 145. ayetle bir araya ge­tirirsek, şöyle bir çıkarımda bulunabiliriz: Hakikati gizleyenlerin kıblesi, nef­sin kötü arzulan olur. Böyleleri değişimi gerçekleştiremez; düşmanlık duy­gusu ile dolu oldukları için ilahî delilleri kabullenemezler. En'am/19-20'ye gidersek, kitap ehlinin ya da Mekkelilerin neyi çocuklarını tanır gibi tanıdık­larını daha net bir şekilde görmemiz mümkün olur. Mekkelilerin, Muham-med'ten nübüvvetine delil göstermesini istemeleri üzerine şu ayetler indi:

De ki: "Hangi şey şehadetçe daha büyüktür?' De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu. Yoksa siz, Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz". De ki: "Ben buna şahitlik etmem. O, ancak tek bir Allah'tır, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden uzağım". Kendilerine kitap verdikleri­miz onu kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyan edenler var ya, işte onlar inanmazlar. [En'am/19-20]

Yüce Allah kendisini en büyük şahit olarak göstermekte, Kur'an'ın vah-yedilmesi de, onun peygamberliğine delil olmaktadır. Aslında şahide ve de­lile lüzum yoktur, çünkü onu çocuklan gibi tanımaktadırlar. Tanıdıkları hal­de inanmayanlar, manen iflas etmişlerdir. Tanıdığı şeye inanmamak bir zi­yandır, bir kayıptır.

Bu ayetlerde, iman etmemenin alandaki psikolojik yapıya işaret edilmek­te, imansızlığın, bilerek hakkı gizlemek ve tanıdığı halde tanımazlıktan gel­menin neticesi olduğu vurgulanmaktadır.

Hakikati gizlemenin ne kötü sonuçlara neden olacağını bildiren bu ayet­ler, olumsuzlukları ortadan kaldırmak için, önce onlan tanımanın önemi üze­rine durmaktadır. [167]

 

Hakikatten Şüphe Edilmez:

 

147. Hakikat Rabbindendir. O halde şüphelenenlerden olma.

Ayetten çıkaracağımız neticelerin ilki şudur: Mutlak hakikati sadece Al­lah üretir. Değişmeyen, eskimeyen ve evrensel olan gerçeği ancak Allah gön­derir. Bu özellikleri taşıyan ve Allah'tan gelen gerçekten şüphe edilemez ve edilmemelidir. Başka bir kaynaktan gelen ve insanlığa gerçek diye sunulan şeylerden şüphe edilebilir. Demek ki, gerçek denen şeyin kaynağı çok önem­lidir. Kaynak Allah ise, şüphe etmemek bir ilahî emirdir.

Gerçek olarak takdim edilen beşerî bilgilerden şüphe etmeden, doğruyu yakalamak mümkün değildir. Ayete ters taraftan yaklaştığımızda, şüphe et­menin faydalı bir yönü olduğu sonucuna varabiliriz. Allah'tan olmayan bilgi­lerden şüphe edilebilir. Bu şüphe olmadıkça Allah'tan gelen hakikati yakala­manın imkansız olduğuna dikkat çeken ayet, metodik şüpheye dikkat çek­mektedir. Bakara/146 ayeti hakkın gizlenemeyeceğini; 147. ayet de ondan şüphe edilemeyeceğini vurgulamaktadır. Hak, şüpheyi ortadan kaldırmak için vardır. Onun için insan, hak ile şüpheyi beyninde bir araya getiremez; getirirse doğaya ters hareket etmiş olur. Hak, şüphe hastalığını tedavi etmek için vardır. Bu nedenle, birinin olduğu yerde, diğerine yer yoktur.

İşte din eğitiminin hedefi, Allah'tan gelen hakikati bulmak, anlamak ve in­sanlara öğretmek olmalıdır. İnsanlığın en çok zorlandığı, bocaladığı ve başa­rısız olduğu alan, hakikatin kaynağını belirlemek olmuştur. İlahî vahyin ge­liş nedenlerinden biri de bunun tesbitidir. Hakikatin kaynağına giden yol, di­kenlerle, yokuş ve dönemeçlerle doludur. Akıl bu yollan geçip hakikatin kaynağına ulaşabilmek için yardıma ihtiyaç duyar. Ona bu yardımı vahiy sağla­yacaktır. Hakikatin kaynağına giden yolun en büyük dikeni, şüphedir. Akıl şüpheyi, metodik şüphe yoluyla aşabilir. Şüpheyi şüphe ile giderme usûlü ak­lın doğasında vardır. [168]

 

Herkesin Bir Kıblesi Vardır:

 

 

148. Herkesin yöneldiği bir gayesi vardır. Siz hayır işle­rinde yarışın. Nerede olursanız olun, sonunda Allah hepi­nizi bir araya getirir. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir.

Bu ayetle bize bir çok mesajlar verilmektedir. Ayetin analizini yaparak bu mesajları tesbit etmeye çalışalım:

1. (Herkesin yöneldiği bir gayesi vardır).

Ayette geçen (vichet) kelimesine 'gaye' manasını vermek mümkün­dür. 'Gaye' manası verildiğinde, hem psikolojik, hem de sosyolojik boyutu­nu dikkate almak gerekiyor. Psikolojik boyuttan kasıt, kavramın ferdî anla­mıdır. Ayetteki (ve li-küllin=hsrkesm) ifadesinin, "her ferdin" mana­sına geldiğini söylemek mümkündür. Her ferdin, bu dünyada yöneldiği bir amacı, bir hedefi ve bir ideali vardır. Bütün çalışmalarını o amaca doğru yön­lendirir. "Ameller niyetlere göredir" hadisi de buna işaret etmektedir. Psiko­lojik manası ile bu kavram, eğitimin hedefini de belirlemektedir. Eğitim, fert­leri amaçlarına ulaştırma gayreti içinde olmalıdır. Aynı zamanda, hayalî amaçlardan insanları uzaklaştırma ve onlara gerçekçi amaçlar edinmelerinde yardımcı olma faaliyetini de yürütmelidir.

Ayetteki (Herkesin bir gayesi vardır) ifadesini, sosyolojik ma­nada almak ve her grubun, her topluluğun, her milletin bir amacı vardır de­mek mümkündür. Bakara/144-146 ayetleri kitap ehlinden bahsettiğine göre, ferdî değil grupsal bir büyüklükten bahsediyor. Demek ki, ayetin bu kısmına "Her toplumun bir gayesi vardır" manasını vermemiz daha uygun olur. Bir milletin toplumsal yapısı, edindiği gayeye göre şekillenecek; kültürel ve me­denî ürünler, o gaye için üretilecektir. Bu fikirden hareket ederek diyebiliriz ki: Toplumsal yönelişlerin arkasında, toplumsal gayeler vardır.

Toplumsal hayattaki alt grupların da kendilerine özgü amaçlan ve bu amaçlara göre yönelişleri vardır. Kur'an bu grupların amaçlarının düşmanlık ve günah değil, birr (erdem) ve takva olması gerektiğini Maide/2'de vurgula­maktadır. Toplumda kamu görevlerini sürdürecek olan sosyal müesseseler de bir amaca yönelik kurulur ve o amacı gerçekleştirdikleri zaman başarılı olur­lar. Sosyal müesseseler, amaçlarının dışında faaliyette bulunurlarsa sosyal yapının dengesi bozulur.

Ayetle yer alan ibaresi "Allah oraya döndürür" manasına da gel­mektedir. Ferdî ve sosyal manada herkesin bir amacı vardır ve Allah onlan o amaçlarına döndürür. O amaçlara ulaşmaları için onlara yardım eder, önleri­ni açar ve fırsatlar yaratır. İşte eğitim, bu ilahî ahlâkı tatbikata sokmalıdır. Si­yasî erki elinde bulunduranlar ise, toplumu ve sosyal grupları gayeleri doğ­rultusunda çalıştırmalı ve onların önünü açıp fırsatlar vermelidirler. Ayetin bu kısmını eğitimin psikolojik işlevi bakımından ele aldığımızda şu sonuca ulaşabiliriz: Her ferdin kabiliyetleri, yetenek ve arzulan vardır. Eğitim, bu kabiliyetleri ulaşabilecekleri nihaî noktaya kadar geliştirmekle sorumludur. Dahilerin kabiliyet ve yeteneklerinin ulaşabileceği nihaî nokta çok yüksektir. Ama vasat bir insanın kabiliyet ve yeteneklerinin ulaşacağı nihaî nokta daha kısadır. Öyleyse eğitimcinin hedefi, her kabiliyet ve yeteneği tesbit edip, onu, ulaşabileceği nihaî noktaya kadar eğitme olmalıdır.

Diğer taraftan, herkesin kabiliyet ve yetenekleri aynı tür ve düzeyde de­ğildir. Yani fertlerin psikolojisini ve farklılıklarını dikkate almadan eğitim yapılamaz. Değişik alanlara yönelen, değişik kabiliyette insanlar vardır. On-lann bu farklı yönlerini tesbit etmek ve o yönlerine ağırlık vererek eğitmek, eğitimin hem başarılı olmasını temin edecek, hem de toplumsal görevini ye­rine getirmesini sağlayacaktır. İşte ayetin bu kısmı, eğitimcilere, idareci ve ebeveynlere bu kanunu öğreterek, eğitim ve siyasette emeğin boşa gitmeme­sinin ve insanlardan daha iyi ürün elde edilmesinin yollarını göstermektedir.

2.  (Siz hayır işlerinde yansın).

Ayetin bu kısmında insanlara gaye tayin edilmekte ve hedef gösterilmek­tedir. "İyiliklerde yarışmak" herkesin yöneleceği bir hedef olmalıdır. "Yöne­lin" manası verdiğimiz (festebıku) kelimesi çoğul olduğundan, top­lumların iyiliklerde yarışması emri, onların hangi gaye uğruna çalışacakları­nın belirlenmesi demektir. Her ferdin ve her toplumun kendine has bir gaye­si, yani kıblesi vardır. Müslümanın gayesi veya kıblesi "iyilikler" olmalıdır. Namaz kılarken Kabe'ye yönelmemiz, aslında iyiliklerin üretildiği üniversi­teye yönelmemizi ifade etmektedir.

İyiyi yakalamak, onu işlemek, beslemek ve insanlığa yaymak, müslüma­nın ana gayelerinden biridir ve bu gaye Allah tarafından tesbit edilmiştir. Müslümanın ayrıcalığı, yöneldiği hedefin iyilikler olmasından kaynaklan­maktadır. Ayetin bu kısmını izah eden başka ayetler de vardır:

(Onlar hayır işlerinde koşuşurlardı). [Enbiya/90]

İyilikleri yakalamak için koşmak, hem Allah'ın emri, hem de bütün pey­gamberlerin sünnetidir. İyiye koşmayan, onu amaç edinmeyen ve onu yaka­lamak için uğraş vermeyenler, ne Allah'ın emrini yerine getirmiş, ne de pey­gamberlerin sünnetine uymuş olurlar. Peygamberlerin ahlâkı ile ahlâklanmak için, onlar gibi iyilikleri elde etmek maksadıyla koşmak gerekir. Öyle ki bu uğurda yürümek bile yeterli değildir, mutlaka koşmak gerekir.

İyiliklerde yarışmak ve iyilikleri elde etmek için koşmanın insanlara veya toplumlara kazandıracağı şey nedir? Bu sorunun cevabı Vakıa/10-11 ayetle­rinde verilmektedir:

(Hayırda yarışanlar öndedirler. İşte onlar yakın olan­lardır).

Hayırda yarışıp öne geçenler Allah'a yaklaşmaktadırlar. İyilikleri önce yaka­layıp elde edenler, Allah'a yakınlığı da kazanmaktadırlar. Böylece, iyiliği amaç edinen fert ve toplumların, o amaç uğruna sarf ettikleri gayretle iyinin tanımı da ortaya çıkmaktadır: İyi, insanı Allah'a yaklaştıran değerdir. Bakara/148'de yer alan o££\£4J.£ (fe'stebigu'l-hayrât) emri, Hadid/21'de (Rabbinizin mağfiretine yansın) şeklinde yer almaktadır. Allah'ın affı bir ödüldür, bu ödülü elde etmek için yanşmak şarttır. Âl-i ünran/133 de bu ayetin bir benzeridir.

(Rabbinizin mağfiretine koşuşun).

Bu ayetin devamında, gökler ve yer genişliğinde olan cennet ifadesi de yer almaktadır. Bundan, iyiliklerin, insanı cennete götürdüğü gerçeği de an­laşılmaktadır. Demek ki 'iyi' denen değer Allah'a yaklaştırıyor, Allah'ın affı­nı ve cennet ödülünü kazandırıyor. Yorumunu yaptığımız ayette bulunan "Al­lah o gayeye yönlendirir" ifadesinin, bu ayetlerde gerçekleştiği görülmekte­dir. Yüce Allah iyi insanları iyi gayelere doğru yönlendirmektedir. Daha son­ra, Bakara/177'de iyinin ne olduğu geniş bir şekilde anlatılacağı için, burada etraflı bir şekilde açıklamıyoruz.

3.  (Nerede olursanız olun, sonunda Allah sizi bir araya getirir).

Herkesin bir amacı vardır. Allah da onu o amaca doğru yönlendirir. Önemli olan, iyiliklere doğru yönelmektir. Farklı psikolojik yapıya sahip olan fertler, elbette ki kabiliyet ve yeteneklerine göre bir işe yönelecekler ve onu gerçekleştirmeye çalışacaklardır. Farklı kültürde olan toplumlar da, fark­lı hedeflere doğru yöneleceklerdir, insanların, farklı iş alanlarına yönelmele­ri, farklı kabiliyetlerin yönlendirilmeleriyle olacaktır. Doğuştan ve toplumsal hayattan kaynaklanan ihtiyaçların giderilmesi, farklı yetenek ve kabiliyetler gerektirir. Bunun neticesinde de, farklılıklarımız farklı alanlarda iş bölümü yapmamızı ve toplumsal hayat çarkının işlemesini temin eder.

Dünya hayatında farklı yetenek ve kabiliyetlerle, farklı yollarda koşma­mızın doğal olduğunu ifade eden bu ayet, nihaî hedefte insanların bir araya geleceğine de işaret etmektedir. Ne kadar farklı kulvarlarda koşarsak koşa­lım, neticede ilahî huzurda bir araya geleceğiz. İşte yukarıdaki ayetin bu bö­lümü, Yüce Allah'ın bizi bir araya getireceğini ilan etmektedir.

4. (Allah her şeye güç yetirir).

Bu ayetin muhtevası içinde düşündüğümüz zaman şöyle bir neticeye var­mamız mümkündür Herkesi gayesine yönlendirmeye ve farklı gayeler pe­şinde koşan insanları, daha sonra bir araya getirmeye sadece Allah'ın gücü yeter. Ayetin ilk üç bölümündeki oluşumlara inanmak için, Allah'ın gücü hakkındaki bilgi ve inancın doğru olması gerekir. Kudreti sonsuz olan Allah, farklı amaçlan olan, farklı mekanlarda bululan insanları bir araya getirip, yö­neldikleri kıblelerin, ya da amaçların onları nerelere götürdüğünü kendilerine gösterecektir, insanların istikbalini, yani ahiretteki hayatlarını bu dünya­daki yönelişleri, niyetleri ve eylemleri tayin edecektir.

Ahiret hayatında insanların bulunacakları yer, bu dünya hayatındaki yö­neliş ve çabalarının üzerine kurulacaktır. Dünyadaki koşuşmaların, yarışların değerlendirileceği ve insanların yargılama gününde birbirlerine şahit olması için bir araya getirilecekleri gerçeği de vurgulanmaktadır. Bütün bu işlemle­ri gerçekleştirmek, ancak sınırsız bir güçle mümkün olabileceği için, ayetin sonunda Allah'ın her şeye gücü yettiği ifade edilmektedir. [169]

 

Mescid-i Harama Yönelmek Allah'tan Gelen Bir Haktır:

 

149. Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Bu emir Rabbinden sana gelen bir gerçek­tir. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.

1. (Nereden çıkarsan çık) hitabı, zahiren Hz. Peygamber'edir. Hz. Peygamber vefat ettiğine göre, bu ayeti okuyan ve inanan herkes, onun muhatabıdır. Ayet, Hz. Peygamberle sınırlı olmayıp, onun şahsında, bütün inananları kapsamaktadır.

İnsanın çıktığı, yöneldiği ve bulunduğu yer önemli değildir. Önemli olan onun Kabe'ye dönmüş olmasıdır. Bir kimsenin bir yerden çıkması ve ayrıl­ması manasına gelen harace kelimesi, her hangi bir niyetten, düşünceden ve psikolojik bir halden çıkışı da ifade etmektedir. İnsan psikolojik bakımdan, bir halde, bir durumda, bir düşünce ve niyettedir. Bunlardan çıkarken ya da ayrılırken, Kabe'nin, Mescid-i Haram'ın öğretilerine doğru yönelmeli ve için­deki oluşumları, oraya doğru yönlendirmelidir.

2. (Yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir). Ayetin bu kısmı fizikî anlamda yüzün Mescid-i Haram'a çevrilmesinden daha ziyade bir şey ifade etmektedir. Maide/97'de, Kabe hakkında şöyle bu-yurulmaktadır:

Allah, Kabe'yi, o saygıya layık evi; haram ayı, hac kurbanını, gerdanlıkları in­sanların belini doğrultmaya sebep kıldı. Bu da, Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa hepsini bildiğini ve Allah'ın her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir.

Bakara/125'te, Kabe'nin insanlar için doğrunun, iyinin, güzelin ve sevabın üretildiği güven ve ibadet yeri; Âl-i Imran/96'da, alemlere bereket ve hidayet kaynağı; Maide/97'de de saygıya değer, yasakların öğretildiği, haccın yapıl­dığı ve insanların fakirlikten kurtulmaları için bir imkan olarak kurban iba­detinin gerçekleştirildiği bir yer olduğu ifade edilmektedir. İşte bütün bu öğ­retilerin kaynağı olan hürmete layık kutsal mescide doğru yönelmek demek, kafanın o değerlere açık olması, onları benimsemesi ve hayata geçirmesi de­mektir. Özetle, insanları maddî ve fikrî fukaralıktan kurtaracak öğretilerin kaynağına yönelmeyi ifade etmektedir.

Bu ayet, mü'mine, benliğin zincirinden kurtulup yüzünü, yani beynini ve iç dünyasını evrensel değerlere yöneltme emrini vermektedir. Benliğin öne çıkması, düşünce ve bilgi fukaralığının çoğalması demektir. Aklını kullanma, düşünme, bilgi ve evrensel değerleri tanıma konularında fukaralık çeken in­sanlar, bu fukaralıklarını telafi etmek için benliklerini öne çıkarır ve ona ta­pınırlar.

Onun içindir ki, Yüce Allah 'yüz' kavramı ile 'beyni', yani parçayı zikre­derek bütünü kastetmiştir, insan beyninin kendi benliğine değil de, Kabe üni­versitesinin öğretilerine yönelmesini isteyen Yüce Allah Maide/97'de, kutsal­lığın bilgide olduğunu belirtmiştir. Oradaki (Bu, bilmeniz içindir) ifadesi, nereye yöneleceğimizi belirlemektedir: Aklın, bilginin ve kutsalın ışığına doğru... Hangi problemden çıkarsan çık, oranın ışığına yönel emri de bunu ifade etmektedir.

3. (Bu emir Rabbinden sana gelen gerçektir).

Bu emir, Allah ile kul arasında bir hak doğurmaktadır. Demek ki, müslüma-nın Kabe'ye yönelmesi bir tercih değil, ilahî emirden doğan ilahî bir haktir. "Rabbinden gelen haktır" ifadesi, Rabbinden gelen gerçek bir emir demektir.

Bu emre riayet etmek, insanın faydasınadır. Saygın ve kutsal olan mestide, yani üniversiteye yönelmenin ve böylece onun öğretilerinden istifade et­menin faydası, elbette ki insana olacaktır. Bakara/144'te de aynı ilahî ifade yer almaktadır.

4. (Allah yaptıklarınızdan gafil değildir).

Allah'ın emrini yerine getirip, çıktığı her yer ve durumda Mescid-i Ha-ram'a yönelme eyleminin yapılıp yapılmadığından Allah gafil değildir. Allah bütün eylemleri biliyor ve değerlendiriyor. İlahî bilgiden hiçbir şeyin kaça­mayacağı ve dışta kalamayacağı bilincini insanlara kazandırmaya çalışan bu kısım, beşerî din eğitiminin de amacını tesbit etmektedir. [170]

 

Mescidi Harama Yönelmenin Diğer Getirileri:

 

150. Nereden yola çıkar san çık, yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Nerede olursanız olunuz, yüzünüzü o yana çe­viriniz ki, onların arasında haksızlık edenler müstesna, in­sanların aleyhinizde bir delili bulunmasın. Onlardan çe­kinmeyin, sadece benden çekinin. Böylece size olan nime­timi tamamlayayım da doğru yolu bulaşınız.

Bakara/142'de başlayan kıble ile ilgili emir ve açıklamalar 150. ayette noktalanmaktadır. Kıble ve kıble değişikliği, müslümanlann hayatında çok önemli bir yer işgal etmektedir. Fizikî manada yönelme ile manevî anlamda yönelmenin farkı ve onların insana sağladıkları, çok önemli bir konu teşkil etmektedir.

Bakara/150'de, Hz. Peygamber'e hitaptan sonra, müslümanlara hitap edil­diğine şahit oluyoruz. 149. ayette Mescid-i Haram'a yönelmekle ilgili izah­larda bulunduğumuz için, burada tekrar etmeyeceğiz. Ancak burada, Yüce Allah'ın bu emrin sebebiyle ilgili açıklamasını ele almamız iyi olur

1. (İnsanların, içlerinden sadece zalimlerin bula­cağı bir bahane dışında, hücceti kalmasın).

Mescid-i Haram'a yönelmenin emredilmesinin sebeplerinden biri, müslü­manlara karşı gayr-i müslimlerin bahanelerini ellerinden almaktır. Bazı deği­şikliklere karşı, zalimler hep tepki gösterirler. Bu tepkilerini, bazı bahanele­re tutunarak yaparlar. Hiçbir değeri, ağırlığı ve faydası olmayan bahanelerle, değişime karşı çıkarlar. Değişimi gerçekleştiren ve benimseyenlere karşı mu­halefette bulunur ve olumsuz tepki göstererek tenkit ederler.

Bu zalimler istisna edilirse, diğer insanların tepkisini, muhalefet ve tenki­dini önlemek amacıyla Allah bu değişimin hayata geçirilmesini istemektedir. Normal insanların eline muhalefet için delil vermemek gerekir.

2. (Onlardan korkmayın, benden korkun).

Ayetteki haşyet kavramı fiil halinde, korkmak, nefret etmek, ürkmek, pa­niklemek, dehşete düşmek, tehlikeyi haber vermek, sıkıntıda olmak; isim ha­linde korku, endişe, kuruntu manalarına gelmektedir.

"Onlardan korkmayın/çekinmeyin" ifadesi, toplumun insan üzerinde bü­yük tasanlar toplumun, baskı­sından korkup çekinirler. Toplumun bir kesiminin, Mescid-i Haram'a yönel­dikleri için müslümanlara yapakları tenkit, zamanla baskı haline dönüşebilir ve bu durum müslümanlarda korku uyandırabilir. İnsan, toplumun değerle­riyle çatışmadıkça, bu sosyal baskıyı hissetmez, onun hissetmemesi sosyal baskının olmadığı anlamına gelmez. Toplumun örf ve adetleriyle çatışma ha­line girildiğinde, toplumun baskı ve kontrolü kendini gösterir.

Medine'deki ilk bir buçuk yıl içinde müslümanlar üzerinde ağır bir mane­vî baskı vardı. Müslümanların Kudüs'ü kıble edinmeleri üzerine kitap ehli, "Bak, Muhammed ve arkadaşları bizim kıblemize yönelmektedir" demişler­di. Mescid-i Aksa'yı bırakıp Mescid-i Haram'a yöneldiklerinde ise, "Kıblele­rinden onlan çeviren nedir?" demişlerdi. Bu iki yönlü tenkit müslümanlar üzerinde ciddi bir sosyal baskı oluşturmuştu. Bu sosyal baskı, müslümanlarda bir endişe ve korku uyandırmaktaydı. İşte bu korku ve endişeyi gidermek için Yüce Allah bu emri vermektedir.

Dinî konularda, çekinilmesi gereken varlık, toplumun sosyal baskısı değil, Yüce Allah olmalıdır. Onun içindir ki, ayette (va/z.yev/ıf=benden korkun) buyurulmuştur. Onlardan çekinmeyin, benden çekinin emri, çekinilmesi gere­ken asıl gücün Allah olduğunu vurgulamaktadır. Haşyet kavramında, korkunun yanısıra 'saygı' manası da bulunmaktadır. Haşyet, -Allah sözkonusu olduğun­da- saygıyla karışık bir korkuyu ifade etmektedir. Allah'tan, ancak alimlerin haşyet (korkuyla karışık saygı) duyacağı bildirmektedir. Bilgi, saygı ve korku­nun, hem kaynağı ve hem de dengeleyicisi olmaktadır. Kimden ne kadar kor­kulması gerektiğini ancak ilim adamları bilirler. Bu nedenle onlar, korkuyu psi­kolojik bir hastalık haline getirmezler. Allah'ın emrine ve fıtrata uygun olanı yaparken, insanların baskısından ziyade Allah'tan korkmak gerekir.

(İnsanlardan çekiniyordun, oysa ki çekinmene en layık Allah'tı). [Ahzab/37]

Toplum baskısı fertte bir çekingenlik ve korku uyandırabilir. Ayet bu du­rumun doğal olduğuna işaret etmekle birlikte, esas çekinilmesi gereken var­lığın Allah olduğunu da vurgulamaktadır. Gelenekler, öf ve adetler, insanla­rın ne diyeceklerine dair duyulan endişe, insanlar üzerinde sosyal kontrol oluşturarak ahlâkî davranışların ayakta kalmasını temin eder. Ebetteki bu gerçeği inkar etmek mümkün değildir. Ama ayet, bu kontrolün de üstünde, Allah'ın ne diyeceği, nasıl değerlendireceği gibi bir çekingenin yer alması gerektiğini bildirmektedir. Böylece bu ayette, ahlâkî davranışın iki önemli kaynağına işaret edilmektedir. İlahî ve sosyal kontrol, bu tür davranışın hem kaynağı, hem canı, hem de devam ettiricisidir. Sosyal kontrol dıştan; ilahî kontrol ise insanın içinden kendisini hissettirir ve davranışı ahlâkî bir bilince dönüştürür. Dıştan gelenle içten fışkıranın buluştuğu noktada ahlâkî bilinç doğmakta ve korkuyu dengelemektedir. Ahzab/37'de, insanlardan çekinme­nin Peygamberi bile etkilediğine işaret edilmektedir. Sosyal kontrol ve bas­kının ağırlığı, peygamberleri bile kapsamı içine alır. Yukarıdaki ayet buna işaret etmektedir. Nisa/77'de, korkunun insanlardan yana dengesinin bozul­duğuna dikkat çekilmektedir.

(İçlerinden bir grup, Allah'tan korkar gibi, hat­ta daha fazla bir korku ile insanlardan korkmaya başladılar). [Nisa/77]

Kendilerine savaşın farz kılındığı kimselerin dengesiz korkusuna dikkat çeken bu ayet, Allah'tan korkma ile insanlardan korkma konusundaki bilinç­sizliğe işaret etmektedir.

Korkunun dengesi insanlardan yana bozulursa, bu durum, Allah'ın ayetle­rini değiştirmeye kadar uzanan bir dizi olumsuz davranışa sebep olabilir. İn­sanların baskısından doğan korku, bir hastalık haline gelirse, en değerli şeyi elden çıkarma gibi çok kötü bir davranışa kaynaklık yapabilir. Maide/44 aye­ti buna işaret etmektedir:

Şu halde insanlardan korkmayın, benden korkun. Ayetlerimi az bir bedel kar­şılığında satmayın.

Ellerindeki kutsal kitabın ayetlerini az bir bedei karşılığında satan, yani değiştiren insanların, aslında bu kötü işi insanlardan korktukları için yaptık­larını ifade eden bu ayet, çok ince bir davranış psikolojisi yapmaktadır.

Bunu şöyle açıklamamız mümkündür: İnsanlardan duyduğu korku Al­lah'tan duyduğu korkunun önüne geçen kimse, tanrılık vasfını insanlara ver­meye başlar. Böylece o, hastalık halini alan korku yüzünden, tanrısını değiş­tirir. Yeni tanrısının ayetlerini öne alarak, Allah'ın ayetlerini satar veya değiş­tirir. İşte Allah, hastalık haline gelen korkunun insana neler yaptıracağını bil­diği için, insanlardan değil, Allah'tan çekinilmesi gerektiğini ifade buyurmak­tadır.

Dengesi bozulmuş bir korkunun yaptıracağı başka kötülükler de vardır. Bu korku insanı, vahşete kadar götürebilir, insanı, Allah'ın ayetlerinden iyice uzaklaştıracak kadar etkili olan bu korku insanı, çocuğunu öldürmeye bile sevk edebilir. İsra/31 ve En'am/15rde bu korkunun etkinliği ele alınmaktadır:

(Çocuklarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyiniz). Fakirlik, korkusu hastalık halini alınca, insanı evlat katili de yapar. Bütün bu ayetleri Bakara/l 50'ye götürürsek, görülecektir ki, Yüce Allah sosyal baskı­nın ağırlığı nedeniyle, gönüllerde hastalıklı bir korkunun doğmaması için Al­lah korkusunu gündeme getirmektedir. Çünkü Allah korkusu, diğer bütün kor­kulan tedavi etmekte ve korku duygusunu sağlıklı bir dengeye oturtmaktadır.

3. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım da doğru yolu bulaşınız).

Kıblesinin, yani amaç ve hedefinin belirlenmesi, yol gösterilmesi insan için büyük bir nimettir. Bu rehberlik olmadan, hidayete ermek mümkün değildir.

Allah'tan çok insanlardan korkmak ve bütün davranışlarında bu korkuyu yansıtmak, insanı karanlıklara sokar ve doğru yoldan sapmasına neden olur. Sosyal baskı ile ilahî baskının dengesini kuran sağlam şahsiyetli insanların yetişmesini isteyen bu ayetler, insan eğitimi için önemli kurallar tesbit et­mektedir, insanın sosyal hayatim ve psikolojik alemini düzene sokmak kadar önemli bir nimet var mıdır? Bu nimet insanı doğru yola sevkedecek ve böy­lece hidayete erdirecektir.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Ekonomik nimetlerin yanısıra, mane­vî psikolojik ve sosyolojik nimetler de vardır. Psikolojik mutluluk ve sosyo­lojik huzur birleşince, üçlü bir nimet ile karşı karşıya kalınmaktadır. Maddî hayatimizi düzenleyen ve kolaylaştıran bütün imkanlar maddî nimeti; psiko­lojik ve sosyal hayatimizi düzenleyen, kolaylaştıran ve mutlu kılan oluşum­lar da manevî nimetleri meydana getirmektedir. Mesela: Elbise nimetindan mahrum olan kimsenin hem ayıp yerleri görünür, hem de kendini soğuğa kar­şı koruyamaz. Takva elbisesine sahip olmayan kimse ise, manevî çıplaklıkla, dolayısıyla da şeytanın vesvesiyle karşı karşıya kalır. İşte Yüce Allah'ın, Ba­kara/l 42'den 150'ye kadar koyduğu kurallar, manevî bir nimet olan takva ni­metini tamamlamaktadır. Öyle ki o nimet olmadan hidayete erişilemez. [171]

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/23-24.

[2] Kehf/15; Beyyine/1'de de aynı manaya gelmektedir.

[3] Mâide, 5/92; A'raf, 7/184; Yûnus/%; Nûr/25; Yâsin/12, 69; Mâide/15; Sâffât/106.

[4] Fahruddin Razi, age, III/205.

[5] Fahruddin Razi, age, III/205.

[6] Fahruddin Razi, age, III/205.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/24-31.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/31-34.

[9] Bkz. Fahruddin Razi, age, IH/207.

[10] Fahruddin Razi, age, III/209.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/34-40.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/40-46.

[13] Bkz. Zemahşerî, age, 1/296; Fahruddin Razi, age, m/218, İbn Abbâs, Kâdî ve Nesefî de aynı manayı vermektedirler.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/46-47.

[15] Bu görüş, Hasan Basrî, Şabî, Herime, Ebu'l-Aliye ve Katade'ye aittir.

[16] Atâ ve Ubeyd b. Urneyr bu görüştedir.

[17] Süddî de bu iddiada bulunmuştur. Bu alternatif görüşler Fahruddin Razi tarafından nakledil­miştir.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/47-52.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/52.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/53-56.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/56-57.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/58-62.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/62-63.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/63-65.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/65-67.

[26] Zemahşerî, age, 1/299; Fahnıddin Razi, age, m/239-242. Diğer müfessirler de bunlardan nak­letmektedirler. Ayrıca İbn Kesîr, I/130'a bakılabilir.

[27] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/67-68.

[28] Fahruddin Razi, age, İÜ/242; Süleyman Ateş de aynı görüşü nakletmektedir.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/68-73.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/73-78.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/78.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/78-80.

[33] Tâcu'l-Arûs, Beyân md.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/80-82.

[35] Razi, age, III/252.

[36] Razi, age, III/252.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/82-83.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/83-84.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/84-87.

[40] Yusuf Ali, The Holy Quran, Text, Tranlation and Comermentary, USA, 1983, s. 45.

[41] Yusuf Ali, age, s. 45.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/87-94.

[43] İsfehani, age, s. 226.

[44] İsfehani, age, s. 226.

[45] Elmahh Hamdi Yazır, age, c. 1, s. 372.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/94-99.

[47] Fahruddin Razi, age, c, I, s. 290.

[48] Müslim, Zikr, 73.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/99-104.

[50] La halake leh ifadesi, çok ayıp, adi, utanç verici, rezil, alçakça, kepazelik, adi, bir işe yarama­yan ve değersiz arkadaş manalarına gelmektedir.

[51] Fahruddin Razi, age, c. m, s. 292.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/104-107.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/107-108.

[54] Bu mana Yusuf Ali'ye aittir. İsfehani, sevabın yazıldığı yer, İbn Abbas ise, insanların iştiyakla yöneldiği bir hedef, bir kutsal sığınak manalarını vermektedir.

[55] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/108-111.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/111-112.

[57] Zemahşeri, age, c. I, s. 302. Aynı bilgiyi Fahruddin Razi ile Elmalıh Hamdi Yazır da naklet­mektedir.

[58] Fahnıddin Razi, age, c. m, s. 296.

[59] Buhari, Cuma, 11; Cenaiz, 33.

[60] Elmalılı Hamdi Yazır, age, c. I, s. 376; Fahnıddin Razi, age, c. IH, s. 296.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/112-116.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/116-120.

[63] Isfehani, age, s. 160.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/120.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/121-123.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/124.

[66] İbn Mübarek, Garibu'l-Kur'an, Beyrut, 1985, s. 79.

[67] Fahruddin Razi, age, c. 3, s. 300.

[68] Zemahşeri, age, s. 303.

[69] Fahruddin Razi (Keffal'den naklen).

[70] Fahnıddin Razi, age, c. 3, s. 300; İsfehani, age, s. 490.

[71] Fahruddin Razi, age, c. 3, s. 300.

[72] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, s. 30, dipnot 87.

[73] Fahnıddin Razi, age, m, s. 307.

[74] Fahnıddin Razi, age, m, s. 308.

[75] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/124-136.

[76] Fahnıddin Razi, age, m, s. 302.

[77] Fahruddin Razi, age, m, s. 301.

[78] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/136-138.

[79] Ebu Davud, Vesaya, 6; Tirmizi, Vesaya, 5.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/138-140.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/140-141.

[82] Hazin yüklenmek, diğer müfessirlerse günahın başını çeken manası vermişlerdir.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/141-151.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/152-154.

[85] İsfehanî, age, 118.

Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/154-156.

[86] İbn Mace, Zühd, 22.

[87] İmam Gazâlî, İhya, Beyrut, ts, c. ffl, s. 192-194.

[88] Keşşaf, Rasri, Hazin ve Nesefi A'raf/99'daki afv kavramına "kolaylık" manası vermişlerdir. İbn Manzur da bu ayette geçen afva Hz. Peygamberin kolaylık anlamı verdiğini söylemektedir.

[89] Fahnıddin Razi'nin bu anlama yakın izah yaptığı görülmektedir.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/156-168.

[91] Hayr kavramının Kur'an'daki manalarını Bakara/105'teki izahımızda bulabilirsiniz.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/168-169.

[93] Elmalılı Hamdi Yazır, age, 5/497-498.

[94] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/170-172.

[95] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/172.

[96] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/172-176.

[97] Bakara/144, 149; Nahl/58; Zariyat/29; Mülk/22 ayetlerinde bu anlamı ifade etmektedir.

[98] Âl-i İmran/20; Nisa/47; En'am/79; A'raf/29; Lokman/22; Zümer/24.

[99] Ra'd/22; Rum/38-39; İnsan/9; Leyl/20 ayetlerinde de aynı manadadır.

[100] Kasas/88’de de bu manayı ifade etmektedir.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/176-180.

[102] Kitap ehlinin   dinde ihtilafa düşmelerinin nedeninin kıskançlık olduğunu şu ayetler de vermek­tedir Âl-i İmran/19; Şura/14, Casiye/17.

[103] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/181-184.

[104] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/185-189.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/189-190.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/190-194.

[107] Bu kavramların manaları için lugatlara bakılırsa, bu tasnif anlaşılır. Aynca bkz. A. Yusuf Ali, The Holly Quran, 120. dipnot.

[108] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/194-195.

[109] Bu ayetin diğer izahları için bkz. Fahruddin Razi, Tefsir-i Kebir, c. III, s. 397-398.

[110] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/195-198.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/198-200.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/201-204.

[113] Razi din; Hazin din ve yol; İbn Abbas din ve kıble; A. Yusuf Ali, din; Keşşaf tutulup gidilen yol; Şehristani din, şeriat ve milleti eşit anlamlı kelimeler olarak görmektedir.

[114] İbn Manzur, age, millet mad.

[115] Farabi, Kitabu'l-Mille, Beyrut, 1968, s. 48.

[116] Farabi, age, s. 46

[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/205-206.

[118] Keşşaf, bu ayetteki millet kavramına, ahlâk, Hazin din, şeriat \e tevhid; İbn Abbas din; Fah-ruddin Razi metot, Yusuf Ali ise yollar manasını vermiştir.

[119] Seyyid Kutub, Kur'an'ın Gölgesinde (trc. Bekir Karlığa ve arkadaşları), İstanbul, 1976, K/260.

[120] Bu manayı Yusuf Ali vermiştir.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/206-208.

[122] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/209-210.

[123] Fahruddin Razi, age, c. 3, s. 407.

[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/210-212.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/212-213.

[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/213-216.

[127] Fahruddin Razi, age, c. 3, s. 434; Keşşaf da İbn Abbas ve Mücahid'in görüşünü benimsemiştir.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/216-222.

[129] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/222-224.

[130] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/225-226.

[131] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/227.

[132] Fahnıddin Rari, age, c. 10, s. 266-267.

[133] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/228-230.

[134] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/230-232.

[135] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/233.

[136] A. Yusuf Ali age, Adiyat/9"un yorumunda.

[137] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/233-237.

[138] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/237.

[139] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/237-239.

[140] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/239-241.

[141] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/241-242.

[142] Keşşaf, age, c. 1, s. 312. Aynı görüşü Fahruddin Razi de nakletmektedir.

[143] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/242-245.

[144] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/245-247.

[145] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/248-250

[146] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/250-252.

[147] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/252-253.

[148] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/253.

[149] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/253-256.

[150] Fahnıddin Razi, age, c3, s. 511-514.

[151] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/256-258.

[152] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/259.

[153] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/259-261.

[154] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/262-265.

[155] Kitab-ı Mukaddes (Eski ve Yeni Ahit), Tesniye, Bab: 18, ayet 15 ve 18; İstanbul 1976.

[156] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/265-268.

[157] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/268-269.

[158] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/269-270.

[159] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/270-272.

[160] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/273.

[161] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/273-275.

[162] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/275-276

[163] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/276-280

[164] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/281-283.

[165] Zemahşeri, age, c. 1, s. 320.

[166] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/283-287.

[167] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/288-290.

[168] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/290-291.

[169] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/291-295.

[170] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/295-297.

[171] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/297-301.