Hz. Peygamberin Gönderilmesi Bir Nimettir:
Tezkiye Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Şükür Kelimesinin Kur'an'da Manaları:
Allah Sabredenlerle Beraberdir:
Musibet Karşısında Gösterilecek Tavır:
Musibet Karşısında Allah'a Sığınanlara Üç Ödül:
Safa Ve Merve Allah'ın Nişanlarındandır:
Tatavvu Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Delilleri Ve Hidayeti Gizleyenlere Allah Lanet Eder:
Tevbe, Düzelme Ve Doğruyu Açıklama:
Kafir Olarak Ölmek Laneti Getirir:
Yanlış Davranıştan Çevirecek Olan İnançtır:
Besse Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Sebep Kelimesinin, Kur'an'da Manaları:
Helal Kavramın Kur'an Manaları:
Tayyib Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Duyu Organlarını Kullanamayanlar Hayvana Benzerler:
Yalnız Allah'a Kulluk Etmenin Alameti:
Allah'ın İndirdiğini Gizlemek:
Bu İnsanların Amellerinin Değerlendirilmesi:
Kısas Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Hayr Kavramının Kur'an'daki
Manaları:
Oruç Kelimesinin kur’an’daki Manaları:
Sefer Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Yutıkûne Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:
Allah'ın, Kuluna Yakınlığı Dua Ve İhtimal İlkesi:
Se-e-le Kelimesinin Kur'an'daki manaları:
Dua Kelimesinin Kur'an'daki manaları:
Rüşd Kavramın Kur'an'daki Manaları:
İtikaf Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Hadid Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Allah Savaşta Aşırı Gidenleri Sevmez:
Fitne kavramının Kur'an'daki manaları:
Hac Esnasında Yapılmaması Gereken Davranışlar:
Kadâ Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Nüsuk Kelimesinin Kur'an'daki manaları:
Dünya Ve Ahiret İyiliğini İstemek:
Herkes Yaptığının Karşılığını Bulur:
Tevella Kelimesinin Kur'an'da manaları:
Hars Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Nesil Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Zelle kelimesinin Kur'an'daki manaları:
151. Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi
okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi
öğreten bir resul gönderdik.
Bakara/129'da, Hz. İbrahim Yüce Allah'a neslinden
peygamberler çıkarması için dua etmişti. Bu duada, dolaylı olarak,
peygamberlerin görevlerinin neler olduğu da sıralanmıştı. Peygamberin görevleri
Cuma/2'de de açıklanmaktadır. Her iki ayet de, Bakara/151 ayetine
benzemektedir. Bu üç ayetin birbirinden farklı olan yönleri, son kısımlarının
muhtevasıdır. Bakara/129 ayeti (Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan
yalnız sensin) ifadesiyle biterken, Bakara/151 ayeti (Bilmediklerinizi size
öğretir) ifadesiyle sona ermektedir. Çuma/2 ayeti ise, (Şüphesiz onlar önceden apaçık bir sapıklık
içindeydiler) ifadesiyle son bulmaktadır. Âl-i Imran/164 ayeti de bu ayetlerin
bir benzeridir. Bu dört ayetin ilk üçü Allah'ın peygamber göndermesini bir
nimet olarak takdim etmektedir. Âl-i Imran/164 ayeti, buna açık bir şekilde
işaret etmektedir:
(Andolsun
ki, içlerinden kendilerine
bir peygamber göndermekle, Allah mü'minlere büyük bir lütufta
bulunmuştur).
Bu ayet, peygamberin gönderilmesinin bir lütuf, bir
ihsan ve bir nimet olduğunu söylemektedir. Ayetin diğer bölümleri ise,
yukarıdaki ayetlere benzemekte ve peygamberin görevlerini saymaktadır. Ayetin
sonu, "(Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler)
şeklindedir. Peygamberlerin gönderilmesiyle, sapıklık içinde olanların nasıl
Allah'a yakın kullar haline geldiklerine dikkat çekilmektedir. Bu köklü değişim,
insanlara Allah'ın ayetlerini okumak, onları arındırmak, kitabı ve hikmeti
öğretmekle gerçekleşmiştir. Kitap ve hikmet öğretilmedikçe, insanların kalp ve
beyinlerindeki yanlışlar temizlenmedikçe, sapıklıktan alıkoymak mümkün olmaz.
Ayetlerde eğitim ve öğretim bir arada zikredilmektedir. Ayetlerin ibareleri
birbirine çok yakın olsalar da, bulundukları muhteva içerisinde, farklı
vurgular taşımaktadırlar. Bakara/129'da, Hz. İbrahim'in duasına yer
verilirken; Bakara/15rde bir lütuf olarak gönderilen peygamberin mü'minlere
karşı görevleri anlatılmaktadır. Cuma/2'de ise gönderilen peygamberin,
sapkınlık içinde olanların kurtuluşları için yerine getireceği görevler
açıklanmaktadır. Bakara/151 'de peygamberin müslümanlara karşı görevleri;
Cuma/2 ve Âl-i Imran/164'te ise, peygamberin sapkınlık içinde olan insanlara
karşı vazifeleri anlatılmaktadır. Farklı inanç gruplarına karşı aynı görevleri
yerine getirmelerinin bize göre bir anlamı da, peygamberliğin evrensel
boyutunu göstermesidir.
Peygamberlerin, farklı kültür ve inanç mensupları
için farklı görevleri olsa bile, Allah'ın ayetlerini okumak, insanları
arındırmak, kitabı ve hikmeti öğretmek gibi önemli görevler, gruplar üstü bir
nitelik taşımaktadırlar. Müslümanlar, inanmış olmaları nedeniyle, peygamberin
bu görevlerinin sınırlan dışında kalmazlar. Peygamberin bu görevlerinden
müstesna olan herhangi bir fert veya grup yoktur.
1- (Nitekim kendi içinizden
size resul gönderdik).
Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz:
Kitabı öğretip toplumu eğitecek ve dinî eğitim verecek olan peygamber, o
toplumun içinden seçilmektedir. O peygamberin öğretileri elbette ki başka
toplumlara da yayılacak, fakat, çıktığı ve faaliyet gösterdiği toplum,
öncelikle kendi toplumudur. Yüce Allah'ın bu kanununu günümüz eğitim ve
siyaset alanına da uyarlayabiliriz.
En iyi eğitimci, toplumun içinden çıkan eğitimcidir.
Eğitimcinin, içinde yetiştiği toplumun dışındaki bir toplumu eğitmesi çok
zordur. Ana dil ile eğitimi, ancak aynı toplumdan yetişen eğitimciler
yapabilirler. Ibrahim/4'te Yüce Allah, peygamberleri kendi toplumlarının dili
ile gönderme sebebini açıkça bildirmektedir. Ki bundan, verilen mesajı
toplumun iyice anlayabilmesi için, ana dil ile eğitimin farz olduğu sonucunu
çıkarabiliriz. Bir toplumun dilini en iyi bilenler, o toplumun içinden çıkan
eğitimcilerdir. Bakara/151 ayetinin birinci bölümü ile Ibrahim/4 ayetini bir
araya getirirsek bir toplumun, kendi ana dili ile eğitilmesinin zorunlu olduğu
ortaya çıkar. Bu, bizzat Allah'ın koyduğu ve uyduğu bir kanundur. Toplumların
bu konuda seçenekleri yoktur. Bu kuralı uygulamak, eğitim sisteminin olmazsa
olmazını teşkil etmektedir. Onun içindir ki Yüce Allah, "Kendi içinizden
size resul gönderdik" ifadesini bu ayetin başına yerleştirerek, bunu,
önemli bir nimet olarak takdim etmiştir.
2.
(Size ayetlerimizi okur).
Allah'ın ayetlerini insanlara okumak, peygamberlerin
başta gelen görevlerindendir. Ayetler, Allah'ın hükmünü, emrini ve kanununu
ifade etmektedir. Peygamber, bir hüküm ve bir kanun koyamayacağı için Yüce
Allah "Bizim ayetlerimizi size okur" ifadesini ayetin ikinci bölümüne
yerleştirmiştir.
Ayetteki resul kelimesi, 'elçi' demektir. Elçi, kendisini gönderenin mesajını, -kendi fikrini karıştırmadan- olduğu gibi karşı tarafa aktarmakla yükümlüdür. Mesela: Bir devletin başka bir devlete gönderdiği elçi, kendi dev-letinin mesajlannı, -hiç müdahale etmeden- olduğu gibi karşı tarafa aktarmak mecburiyetindedir. Peygamberler de Allah'ın beşerî aleme tayin ettiği elçilerdir. Bu elçiler, Allah'ın ayetlerini/mesajını, olduğu gibi insanlara okuyup aktarmakla görevlidirler.
3.
(sizi temizler) ifadesindeki
tezkiye kelimesinin kökü zekka olup büyümek, gelişmek, artmak, kalbi tertemiz
olmak, adil olmak, doğru ve iyi olmak, layık olmak, uygun olmak, beğendirmek,
temizlemek, terbiye etmek manalarına gelmektedir.
İsim olarak, temizlik, iffet, nezih, suçsuzluk, hatasızlık, günahsızlık, masumiyet anlamlarını ifade etmektedir.
Bu kavramın Kur'an ayetlerinde çok küçük mana
farklarıyla yer aldığına şahit oluyoruz.
[1]
1. Temiz
kalmak
Nur/21'de bu anlamda yer almaktadır:
Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti
olmasaydı, içinizden hiçbir kimse asla temiz kalamazdı.
Buradaki temizlik, topluma yayılan bir pisliğe
bulaşmamayı ifade etmektedir. Topluma yayılan pisliğe bulaşmamak, Allah'ın
lütfü ve merhameti sayesinde gerçekleşebilir.
2. Nefsi temizleme
Yüce Allah nefse hem takvasını, hem de fücurunu
yerleştirmiş; nefsini temizleyen insanın da felaha ereceğini bildirmiştir.
Ayette geçen felah kavramı, kurtuluş ve zafer anlamlarına gelir.
Kişiliği/nefsi kötülükten, günah ve kirden arındırmak en büyük zaferdir.
Nefisle mücadelede insanı zafere, yani kurtuluşa götüren temizliğe tezkiye
denmektedir.
3. Haklı
çıkarmak
Zekka kelimesi, insanın kendisini temize çıkarması
anlamına da gelmektedir. Yüce Allah insanın durumunu çamurdan yaratılışından
itibaren bildiğini, yanlışa bulaşmadan yaşamasının zor olacağını beyan
ettikten sonra şöyle buyurmaktadır:
(Bunun için kendinizi temize çıkarmayın, çünkü O, sakınanı
daha iyi bilir). [Necm/32]
insan Allah karşısında kendini temize
çıkarmamalıdır. Çünkü Allah insanın her an hata yapabileceğini çok iyi
bilmektedir.
4. Günahtan
temizlemek
Yüce Allah bazı ibadetleri, insanın ruhunu
temizlemek için emrettiğini Tevbe/103'te ifade buyurmaktadır:
Onların mallarından sadaka al; bununla onları
temizlersin, onları arıtıp yüceltirsin.
Ayetteki birinci temizlik, fakirin hakkını vererek
malı temizlemeyi, ikinci temizlik de manevî arınma ve yücelmeyi ifade
etmektedir.
5. Geliştirmek
Kur'an, manevî/ruhî anlayışı geliştirmeyi de tezkiye
kelimesiyle ifade etmektedir:
Sana kim bildirdi? Belki o, ruhî anlayışını
geliştirecekti. [Abese/3]
Ruhunu temizleyebilmesi için insanın öncelikle anlayışını
geliştirmesi gerekiyor. Ruhundaki, yani nefis ve gönlündeki kirlerin, farkına
varmadan temizleme işlemini gerçekleştirmesi mümkün değildir.
6. İyi
Kehf/19'da 'iyi' anlamında yer almaktadır: (Baksın
hangi yiyecek daha iyidir).
Ayette ezka kalıbında yer almaktadır. "Daha
iyi" veya "daha temiz" şeklinde tercüme edilebilir.
7. Mübarek
İnsan yavrusu için kullanılınca "mübarek"
anlamına gelmektedir:
(Melek, "Ben sadece, sana mübarek bir erkek
çocuk bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim" dedi). [Meryem/19]
Ayetteki "mübarek çocuk" ifadesiyle, Hz.
İsa kasdedilmektedir.
8. Günahsız
Hz. Musa, ilm-i ledun sahibi kişi ile yolculuk
ederken, bir erkek çocuğa rastlarlar. Dm-i ledun sahibi kişi, çocuğu öldürür.
Bunun üzerine Hz. Musa ona, (Günahsız
bir cana kıydın ha!) der.
Buluğ çağına ermediği için yaptıklarından sorumlu
olmayan çocuğun günahsızlığı da aynı kavram ile ifade edilmektedir. Buradaki
"günahsız" kelimesi yerine "suçsuz" kelimesinin konması da
mümkündür.
Bakara/15l'de yer alan {ve yüzekkîkum=sizi temizler)
ifadesi bir eğitim faaliyetidir. Ayette temizlemek, geliştirmek, günahtan
arındırmak anlamındaki tezkiye kavramının, öncesinde "okumak",
sonrasında da "öğretmek" faaliyeti yer almaktadır. Öğretimle
eğitimin bir araya geldiği bu ayet, öğretimsiz bir eğitim ve arındırmanın
olamayacağını göstermektedir, insanı arındırmak için önce onun beynine bazı
bilgi tohumlarının ekilmesi gerekir.
Ayette sözü edilen temizleme faaliyeti, insanı
cehaletin, şirkin, günahın, düşmanlık ve kinin kara bulutlarından temizlemeyi
ifade etmektedir. Bu kara bulutlar insanın dış alemini kirlettiği gibi, iç
alemini de kirletmektedir. İnsanın iç alemindeki manevî çevreyi, onların
kirinden temizlemedikçe, temizlikten bahsetmek mümkün olmayacaktır. Birer
eğitimci olan peygamberler, öğretim faaliyetlerini sürdürürken, ruhları
temizlemeyi amaç edinmişlerdir. Bu görev ve amacı onlar için Yüce Allah
belirlemiştir. Eğitimin en temel amacı olan temizliğe giden yollar, dikenlerle
kaplıdır; o yolların temizlenmesi, ancak insanın beynine, kalbine ve nefsine
ulaşılması ve arındırılması ile mümkün olabilir.
4.
(Size kitabı ve hikmeti
öğretir).
Peygamberin bir diğer görevi de, Allah'ın kitabını
ve hikmeti öğretmektir. Kitap ve hikmeti öğretme faaliyeti, beyinle alakalı bir
öğretim faaliyetidir. Bakara/2'de kitabın ne manaya geldiğini açıklamıştık.
Hikmetin manasını ise daha sonra derinlemesine açıklayacağız. Allah'ın
ayetlerini insanlara okumak, kitap ve hikmeti öğretmek gibi yüksek düzeyde bir
öğretim faaliyetinin amacı ruhların temizlenmesidir. Bilgi ve hikmetin olduğu
yerde, manevî kirlilik bulunmaz.
5. (Bilmediklerinizi size
öğretir).
İnsana bilmediklerini öğretmek, hem hale, hem de
istikbale yöneliktir. Alak/5'te Yüce Allah, öğretim sürecinin bu kısmını şöyle
ifade etmektedir
(İnsana bilmediğini öğretti).
İnsana bilmediklerini öğretmek, ilahî öğretimin en
önemli kısmını teşkil etmektedir. Aynı durum peygamberlerin öğretim faaliyeti
için de geçerlidir. Onlar da, insanlara bilmediklerini öğretmektedirler. Demek
ki peygamberler,
Allah'ın tatbikatını yeryüzüne yansıtmaktadırlar.
Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, öğrencilere
veya halka bilmediklerini öğreten ilim adamları, bir taraftan Allah'ın öğretim
faaliyetini yaşatmış, diğer taraftan da peygamberlerin sünnetini takip etmiş
oluyorlar.
Bilinmeyeni öğretmek, insan için karanlık olan bir
noktayı aydınlatmak; bilginin ışığını oraya taşımaktır. Bilinmeyen meseleler
bilinir hale getirilmezse, insanlığın ilerlemesi mümkün değildir. Medeniyeti
geliştiren, kültürü zenginleştiren ve insanı geleceğin varlığı yapan faktör,
bilinmeyenlerin bilinir hale getirilmesidir, insanların bildiklerini aşmaya
çaba göstermeden, onları sürekli tekrar etmeleri, zamanla taklidi ve onun
neticesinde de çürümeyi getirir. Bilinenlere yenilerini ilave etmek, bilinenleri
sorgulamak, yeni ve daha kaliteli olanın peşinde koşmak, eğitimcilerin sevdası
olmalıdır. Bu sevda, cehaletin karanlığını aydınlığa dönüştürecektir.
[2]
152. Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. Bana
şükredin, sakın bana nankörlük etmeyin.
Ayette zikr, şükr ve küfr kavranılan işlenmektedir.
'Anın' ve 'şükredin' şeklinde iki olumlu, "nankörlük etmeyin"
şeklinde bir de olumsuz emir verilmektedir. Şimdi bu emirlerin açıklamasını
yapabiliriz.
1. (Öyleyse beni anın ki,
bende sizi anayım).
Ayetin bu kısmı, anmanın karşılıklı olduğunu ifade
etmektedir: Bir tarafta beşerin Allah'ı anması, diğer tarafta Allah'ın beşeri
anması. Yüce Allah insanları anmayı, "Öyleyse beni anın ki, ben de sizi
anayım" buyurarak şarta bağlamıştır. Anma konusunda kulun iradesi tecelli
etmeyince, ilahî irade de tecelli etmemektedir. Ayetin bu kısmı şu gerçeğe de
işaret etmektedir Anma fiili o kadar önemlidir ki onda, ilahî irade ile beşerî
irade birlikte bulunmaktadır. Kendi içlerinden insanlara ayetlerini okuyacak,
onları temizleyecek, kitap ve hikmeti talim edip bilmediklerini öğretecek
peygamber göndermiş olması, Allah'ın anılmaya layık olduğunu göstermektedir.
Bu anma ahlâkını insanlara, 151. ayette bildirilen görevleri yerine getirecek olan peygamber kazandıracaktır. 151. ayette yer alan temizleme görevinin içinde bulunan bu anma olgusu, sahte tanrıların bir kenara atılıp Allah'ın anılmasıyla gönlün şirk kirinden temizlenmesini ifade etmektedir. İnsanlara bilmediklerini öğretmek görevi de anmayı kapsamaktadır. Yoksa, insan Allah'ı anmadıkça, Allah'ın da insanı anmayacağını insanlar nereden bileceklerdi? Peygamberimiz bunları insanlara Kur'an vasıtasıyla öğretmiştir.
Ayetin bu kısmından sosyal ilişkilere geçersek şu
gerçeği yakalamamız mümkün olacaktır: Çocukların ebeveynlerini, bir milletin
kendi büyüklerini, öğrencilerin de öğretmenlerini hatırlayıp anmaları çok büyük
bir erdemdir. Bu kültürün temelini bu ayet atmaktadır. Böyle bir kültürün
insanlar arasında oluşabilmesi için, Yüce Allah, insanlara Rablerini anma
alışkanlığını kazandırmak için böyle bir emir vermektedir. Allah'ı anma
alışkanlığını kazanamayan bir insanın; ana-babasını, öğretmenini, devlet
büyüklerini hatırlayıp anması çok zor bir iştir. Bu zorluğu ortadan
kaldırabilmek için, din eğitimi vasıtasıyla Allah'ı anmanın bir ibadet olduğu
şuurunu insanlara kazandırmak gerekir.
Ferdî/psikolojik anlamda hatırlamanın eğitim
açısından çok büyük etkinliği vardır. Ekonomik, siyasî veya sosyal statü
bakımından ulaştığı seviyede, geçmişini hatırlayıp anmayan insanlar, kibir
psikolojisi geliştirip ne oldum delisi olurlar. Kendi altında yer alan
insanlara yukarıdan bakarak ezmeye ve zulmetmeye çalışırlar. Geçmişini
hatırlayıp ananlarda ise sağlıklı ve dengeli bir davranış şekli gelişir. İnsan
geçmişteki durumunu, ızdıraplannı, seviyesini asla unutmamalı, bunları bir
hayat tecrübesi olarak hatırlayıp armalıdır. Geçmişlerini hatırlayanlar,
hazımlı insanlardır.
2.
(Bana şükredin).
Şükür verilen nimete, yapılan iyilik ve ihsana
karşılık teşekkür etmektir. Sözlükte; karşılığını vermek, devenin memesinin
süüe dolması, ağacın küçük filizler sürmesi, bulutun dolu olması, cimriliği
bırakıp cömert olmak, yağmurun şiddetlenmesi, rüzgarın yağmuru getirmesi,
minnettar olmak, müteşekkir olmak, hamd etmek, tebcil etmek ve büyütmek
anlamına gelmektedir.
[3]
1. Şükür
nimeti arttırır
Şükür, dil, gönül ve davranışlarla yapılan bir
ibadettir. "Devenin memesinin süüe dolması" manasından hareket
ederek diyebiliriz ki, şükür, insanın gönlünün Allah'ın nimetlerine karşı
minnettarlıkla dolmasıdır. Hamd ile meşgul olan dil, minnettarlıkla dolan
gönül ve nimetlere karşı devamlı ibadet eden organlar, ilahî nimetleri,
rüzgarın yağmuru indirmesi gibi kula indirecektir.
Şükrün nimeti artıran bir ibadet olduğunu İbrahim
suresinden öğrenmekteyiz:
Hatırlayın ki, Rabbiniz size, "Eğer
şükrederseniz, elbette nimetimi artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç
şüphesiz azabım çok şiddetlidir" diye bildirmişti. [İbrahim/7]
Demek ki, şükür ilahî nzık hazinesinin kapısını
açmakta, insanın dünyasını nimetle doldurmakta ve ilahî takdiri artırmadan
yana etkilemektedir.
2. Şükür,
ilahî imtihanda, kuldan beklenen bir tavırdır
Burası imtihan dünyasıdır. Ahiretteki dereceler, bu
imtihanda gösterilecek başarıya bağlıdır. Allah kulunu her an bir çok konuda
imtihan etmektedir. Bu konulardan biri de şükürdür. Neml/40 ayeti buna işaret
etmektedir
Süleyman, "Bu, şükür mü edeceğim, yoksa
nankörlük mü edeceğim diye beni imtihan etmek üzere Rabbimin lütfundandır"
dedi.
Hz. Süleyman, Belkıs'ın tahtinı önünde görünce,
bunun bir imtihan olduğunu anladı. Allah'ın lütuf ve ihsanına karşı şükretmesi
gerektiğini idrak etti ve şükrün iyi, nankörlüğün kötü olduğunu vurguladı.
ilahî lütuf, ihsan ve nzıklandırma, bir imtihandır.
Bu imtihanda başarılı olmanın en emin yolu şükretmektir. Şükretmeyen bir insan,
bu imtihanı geçemez.
3. Şükür
çalışmaktır.
Allah'ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanmak,
onlardan yeni şeyler üretmek ve yeni ufuklara ulaşmak için çalışmak şükürdür.
Yüce Allah'ın bize verdiği zihnî ve maddî güçleri iyi alanlarda kullanmak, bir
bakıma şükürdür. Şükrün bu manası hem Zebur'da, hem de Kur'an'da yer
almaktadır. Sebe/13 ayetinden, Zebur'da çalışmanın şükür olarak
değerlendirildiğini anlamaktayız:
Cinler Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar
kadar leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi!
Şükretmek için çalışın. Kullarımdan şükreden azdır.
Maddeye şekil vermek, demiri, bakın ve benzeri
madenleri işleyerek insanlığın hizmetine sunmak ve hayatı kolaylaştırmak gibi
teknolojik üretim, ilahî nimetin işlenmesi anlamında bir şükürdür.
4. Şükür iman etmektir
Şükür kelimesinin özünde "inanmak"
manasının da bulunduğunu İn-san/3'ten öğrenmekteyiz:
Şüphesiz biz ona yolu gösterdik; ister inansın,
ister inkar etsin.
Zemahşeri, ayetteki şükür kelimesini "iman
etmek" manasına almıştır. Fahruddin Razi ise bu konuyu tartışmış, şükür
kelimesine "iman etmek" manasını verenlerin görüşlerini naklettikten
sonra, kendisinin farklı bir yol izlediğini açıklamıştır.
İnsan/4'te geçen "kafirler" kavramına
"inkar edenler" manasını yermek uygun ise, 3. ayette geçen
"küfür" kelimesine de 'inkar' manası vermek uygun olur. O zaman, 3.
ayetteki şükür kelimesinin açılımı, inkarın zıttı olan "iman" olur.
Bu durumda, şükür kelimesine 'inanmak' manasını vermenin yerinde olduğu
anlaşılır. Böylece iman ile şükrün arasında çok ince ve yakın bir ilişki olduğu
anlaşılır.
5. Şükür, Allah'ın iyi ameli kabul etmesidir
Şükür kelimesi Yüce Allah'ın fiili olarak
kullanıldığında, kabul etmek manasına gelir. Isra suresinde bu manayı
bulabiliriz:
Kim ahiren" diler ve bir mü'min olarak ona
yaraşır çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür. [İsra/19]
Ayetteki ifadesi, "Onların gayreti kabul
edilmiştir" manasına gelir. Demek ki şükür kelimesi meşkur kalıbında
alınınca, bir bakıma kulun yaptığı amelin, Allah tarafından kabul edilmesi
anlamına gelmektedir.
Buradaki "kabul etme" ile "iman
etmek" arasında bir mana benzerliği mevcuttur. İnsan/3'teki şükür, kulun
Allah'a inanması demektir. Bununla birlikte, İsra/19'daki meşkur kelimesine
iman etmek manasını vermek mümkün değildir. Çünkü, Allah iman etmez, kulunun
amelini kabul eder, kul için kullanıldığında şükür kelimesine "iman
etmek" manası verilebilirse de, Allah için kullanıldığında ancak kabul
etmek manası söz konusu olabilir.
6.
Değerlendirmek
Şükür kelimesi şekûr kalıbında Allah için
kullanıldığında, kulun amelini değerlendirmek, takdir etmek manasına gelir.
Teğabun/17'de bu anlamda kullanılmıştır:
Eğer Allah'a ödünç verirseniz, Allah onu sizin için
kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah amelleri değerlendiren ve ceza
vermekte acele etmeyendir.
Allah'ın şükretmesi, amelleri değerlendirmesi
manasını ifade eder. Baka-ra/152'de "Beni anın ki ben de sizi anayım"
yerine "Bana şükredin ki ben de size şükredeyim" buyurulmamıştır.
Allah, şükrü kendisine izafe ettiği ayetlerde, bu kelimeye "amelleri
değerlendiren" anlamını yüklemektedir. Şükür kelimesinin özünde, yapılanı
değerlendiren kimsenin şükretmiş olacağı anlamı vardır.
Allah'ın lütuf, ihsan ve nimetlerini takdir edip
değerlendiren kimse şükretmiş; takdir etmeyen kimse ise şükretmemiş demektir.
Şükür ibadeti, takdir duygusu ve bilincinin üzerinde yükselmekte ve ondan
beslenmektedir. Yapılanı takdir etme ne derece büyük bir erdem ise, şükür de o
nisbette büyük bir ibadettir.
Allah'ın verdiği nimetleri, kulun takdir etmesi,
kabullenmesi, o nimeti verene inanması, o nimetleri artırmak için çalışması, o
nimetlerin bir imtihan vesilesi olduğunu bilmesi, Allah'a yapılan şükrü ifade
etmektedir. Bu şükrü yaparken kul, -İsfehanînin dediği gibi- kalbini, dilini ve
organlarını harekete geçirmelidir.
İlahî eğitim, kulun, iyilik ve ihsana karşı
minnettarlık duymasını, bunu dili ile ifade etmesini, ibadeüeriyle de eyleme
dönüştürmesini sağlamayı gaye edinmektedir. Bunların eğitimi yapılmadan, din
eğitimi hedefine ulaşamaz. Bu nedenle Kur'an, sadece Allah'a şükretmeyi farz
kılmaz; insanın insana olan teşekkürünü de ele alır ve onu da insanın insana
karşı görevleri arasında sayar.
Yüce Allah Lokman suresinde kendisine ve ana-babaya
şükretmenin önemine işaret etmektedir:
Biz insana, ana-babasina iyi davranmasını tavsiye
etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten
ayrılması da iki yıl içinde olur. Önce. hana, sonra da ana-bahana şükret diye
tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır. [Lokman/14]
Ana-babanın yaptıklarının çocuklar tarafından takdir
edilmesi, dil ve davranışlarla ifade edilmesi şükürdür. Önce Allah'a, sonra
ana-babaya şükretmenin farz olduğunu bilmek ve bunu yerine getirmek gerekir.
Ana-babalar, yaptıklarına karşılık istemeseler de, Yüce Allah, yapılanlara
mukabil ana-babaya şükretmeyi çocuklara farz kılmıştır.
İyilik, teşekkür için değil, Allah rızası için
yapmalıdır. İnsan/8-9'da bu hususa dikkat çekilmektedir:
Onlar, kendi canlan çekmesine rağmen, yemeği
yoksula, yetime ve esire ye-dirirler. "Biz sizi Allah nzası için
doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz".
İyiliği yapan teşekkür beklememeli, fakat kendisine
iyilik yapılan kişi teşekkür etmelidir.
Şükretmek için, Allah'a dua edip yardım dilemek de
bir usûldür. Şükretmeyi kendisine nasip etmesi için Allah'a dua edilmelidir.
Ahkaf/15'te buna işaret edimektedir:
3.
(Bana nankörlük etmeyin).
Nankörlük ve inkar küfr kavramı ile ifade
edilmektedir, inkar ile nankörlük birbirine yakın iki kötü davranıştır.
Nankörlük inkarın bir alt basamağı olarak kabul edilebilir. Nankörlük ve inkar
psikolojisi aynı kaynaklı olduğu, sebep ve sonuçlan arasında da benzerlik
bulunduğu için, aynı kavramla ifade edilirler.
Bakara/152'de yer alan üç ana konuya baktığımızda,
nankörlüğü neyin önleyeceğini anlarız. Allah'ı anan ve O'na şükreden insan,
nankör olamaz. Onun için ayette ilk olarak Allah'ı anma, ikinci olarak da O'na
şükretme zikredilmiştir. Bu iki olumlu emirden sonra bir de olumsuz emir
gelmektedir "Bana nankörlük etmeyin".
Şimdi şu genellemeyi yapabiliriz: Günah ve yasak
olan bir davranış, ancak olumlu iki davranışla ortadan kaldırılabilir. Kötülükle
ancak onun iki katı iyilik yapılarak mücadele edilebilir. Bunu insan
psikolojisine uyarlarsak diyebiliriz ki, nefisle, ancak beyin ve gönlü devreye
sokarak mücadele edilebilir, insanın nefsanî arzulan çok güçlüdür. Akıl ve
gönül boyutlu davranışlar üretmedikçe, onlarla mücadele edilemez.
Bakara/152'deki "anmak" beyin işi, "şükretmek" ise gönül işidir. Nefsin işi olan nankörlükle, ancak beynin işi ile gönlün işini bir araya getirmek suretiyle mücadele edilebileceğine işaret eden bu ayet, kötülükle mücadele etmenin metodunu öğretmektedir.
Yüce Allah, önce, insanda iki olumlu davranışın
oluşmasını istemektedir. Bunlar, anma ve şükürdür. Ancak bu ikisinden sonra
nankörlük yasaklanmaktadır. Olumlu davranış ve değerlerin olmadığı yerden,
olumsuzların kovulması mümkün değildir. Vücudu hasta eden olumsuz mikroplan
ortadan kaldırmak için, olumlu mikroplar üretmek şartör. Vücudun hastalanmaması
için aşı yapılması gibi, insanın nankör olmaması için de "anma" ve
"şükür" aşılan yapılmaktadır. Bunlar vasıtasıyla kulun bağışıklık
sistemi -nankörlük hastalığına karşı- canlı tutulmaktadır.
[4]
153. Ey iman edenler! Sabır ve salat (dua-niyaz) ile
yardım elde etmeye çalışın. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.
Bu ayetin bir önceki ayetle sıkı bir ilişkisi
vardır. Nankörlüğe karşı mücadele verilebilmesi için, Allah'ı anma ve şükrün
yaraşıra, başka güçlere de ihtiyaç vardır. Sabır ve salat (dua-namaz) ile,
hatırlama ve şükrün harekete geçirilmesi gerekir. Bakara/45'in ilk bölümü de
sabır ve ibadet ile yardım istemeye tahsis edilmişti. İki ayet arasındaki lafız
farklılığı, 45. ayetin, namazın, Allah'a saygı duyanlar dışındakilere ağır
geleceği ifadesi ile bitmesine karşılık, 153. ayetin, Allah'ın, sabredenlerle
beraber olduğu vurgulanarak son bulmasıdır.
Şimdi (Allah sabredenlerle beraberdir) [Bakara/153]
ifadesinin açıklamasını yapabiliriz: Yüce Allah çeşitli amelleri yerine
getirenlerle, muttaki ve muhsinlerle [Nahl/128] beraber olduğunu
müjdelemektedir. Sabırla, niyazla, yahut namazla Allah'ın yardımını istemek,
veya Allah'ın beraberliğini kazanabilmek için sabır ve namaza sığınmak, ruh
olgunluğu ve problemlere çare aramak bakımından çok önemli eylemlerdir.
Allah'ın beraberliğine giden yol, sabır ve niyazdan geçmekte ve bu ruhsal eylemler,
insanın sığınağı olmaktadır. Sosyal ve psikolojik problemlerin ağır
baskısından ve nankörlük psikolojisinden kurtulmak için sabır ve niyaz gibi
ruhî olgunluk şarttır.
Bakara/153'te yer alan "Allah sabredenlerle
beraberdir" ifadesi, aklımıza, bu beraberliğin niteliği hakkında bir soru
getirmektedir. Bu beraberliğin niteliği, Âl-i Imran/146'da açığa
kavuşturulmaktadır:
(Allah sabredenleri sever).
Demek ki beraberlik, sevgi iledir. Allah'ın
sevgisini kazanmak, beraberliğini kazanmaktır. Sevgi olmadan beraberlik olmaz.
Düşmanlara karşı gevşeklik göstermemek, boyun eğmemek bir sabır işidir.
Buradaki düşman kavramı, bayrağına, vatanına ve canına kastedenlerin yanısıra,
kültürünü yozlaştırmaya çalışanları da kapsamaktadır. Vatanına, milletine,
bağımsızlığına, namus ve kültürüne saldıran insanlara karşı mücadelede ayakta
kalabilmek için, kulun çabası yeterli olmayabilir. İşle o zaman Allah'ın
yardımını dilemek gerekir.
Bakara/153'teki salat kavramını
"dua/niyaz" olarak tercüme etmemizin uygun olduğu Âl-i İmran/147'den
anlaşılmaktadır:
Sabredenlerin sözleri, sadece şöyle demekten
ibarettir: "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı
bağışla; ayaklarımızı sabit kıl; kafirler topluluğuna karşı bizi muzaffer
kıl".
Bu ayet, salât, yani dua ile nasıl sığınılacağının
ve Allah'tan nasıl yardım isteneceğinin formülünü vermektedir. Dua ile
Allah'tan yardım dilemenin basamakları bu ayette şöyle belirlenmektedir
Günahların ve işlerdeki taşkınhk-lann bağışlanmasını dilemek, ayakların sabit
kılınmasını dilemek. Yardım ve zaferin merhaleleri işte bunlardır. Sabredip
Allah'ın sevgisini kazananlar, bu duayı yaparlar veya yapma hakkını elde
ederler. Bunun üzerine Allah da onlara, dünya nimetini ve ahiret sevabını
verir. [Âl-i Imran/148]
[5]
154. Allah yolunda öldürülenlere, ölüler demeyin;
tam tersine onlar diridirler, fakat siz anlayamazsınız.
Bu ayeti üç bölüme ayırarak açıklamaya çalışacağız.
1. (Allah yolunda
öldürülenlere, ölüler demeyin).
Yüce Allah'ın koyduğu evrensel değerleri savunurken
bazı insanlar hayatlarını kaybedebilirler. İyi uğruna verilen mücadeleler,
Allah'ın yolunda verilen mücadeleler anlamına gelmektedir. Allah'ın yolu,
aklın, imanın, sevginin, bilginin, iyinin, güzelin, adalet ve hakkın yoludur.
Bunlar uğrunda mücadele etmek, Allah yolunda mücadele etmenin ta kendisidir.
Açık büyük yol, delil, çare, sebep, umumi su içme
yeri manasına gelen sebil, suçluların yolu, müfsiüerin yolu, doğru yol,
azgınlık yolu gibi tamlamalarda çeşitli kavramlarla bir araya gelmektedir.
Yorumunu yaptığımız ayette, uğruna ölünecek
"Allah'ın yolu"nu ifade etmektedir. Yüce Allah, ayetin bu kısmında,
kendi uğrunda mücadele verip öldürülenlere 'ölü' denmemesini emretmektedir.
Halbuki Enbiya/35 ve Ankebut/57'de (Her nefis ölümü
tadacaktır), Zümer/30'da da, '$%£&££!&, (Elbette sen öleceksin ve
elbette onlar da öleceklerdir) buyurulmaktadır.
Hz. Peygamber de dahil bütün canlıların öleceği
belirtildiği halde, şehide ölü denmemesi çok manidardır. Allah yolunda şehit
olan insanlara ölü diyemeyeceğimize göre, ne dememiz gerekiyor veya onların
durumu nedir? Bu sorunun cevabı ayetin devamında verilmektedir:
2. (Onlar diridirler).
Bu ayette, dirilik ve ölüme farklı bir mana
yüklenmektedir. Bir kimsenin Allah uğrunda can vermesi, öldüğü anlamına gelmez.
Bu anlamda ölü ya da diri olmayı belirleyen durum, canın çıkması değil, kişinin
hangi amaç uğruna can verdiğidir. Allah uğruna verilen mücadele sonunda
hayatını kaybeden insan, aslında diridir.
3.
(Fakat siz onu
anlayamazsınız).
Yüce Allah, canı bedeninden ayrılan bir insanın
hayatta olduğunu anlamanın, insan idrakini aşacağını ifade buyurmaktadır.
Demek ki, bir ruh ile bedenin içice olduğu bir dirilik; bir de ruh ve bedenin
ayrı olduğu bir dirilik vardır. İşte Allah Teala bu tür diriliğin, insan aklının
sınırlarını aştığını ve bu nedenle de kavranamayacağını bildirmektedir.
Bu ayetle insanın, canını ne uğruna vermesi
gerektiği öğretilmekte; uğruna can verilen şeye göre insanın Allah katında
derece kazanacağına işaret edilmektedir. Diğer taraftan, mücadelenin niyete
göre değerlendirileceğine de dikkat çekilmektedir.
Ayrıca bu ayette, insanlık şerefini ayakta tutan
evrensel değerleri savunmaya da teşvik vardır. Dünya hayatında, iyi ile kötü
arasındaki mücadelede tavrım iyiden yana koyup ölenler, bizim farkında
olmadığımız bir hayatı yaşayan dirilerdir. Ölene ölümsüzlük ödülünü kazandıran
bu şerefli mücadele, aslında insanlığa da can vermektedir.
[6]
155. Elbette sizi, korku, açlık, mallardan,
canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenlere müjdele.
Ayetin başında yer alan imtihan/deneme/sınanma
kavramı şimdiki zaman kalıbında kullanılmış, aynca, başına da kuvvetlendirici
lam harfi getirilmiştir. Bir fiilin şimdiki Tamsa kipinin başına
kuvvetlendirici bir edat gelirse, o fiile üç boyutlu bir anlam kazandırır. Bunu
göz önünde bulundurursak, "Elbette sizi ... imtihan ederiz"
ibaresini, "Sizi imtihan ettik, ediyoruz ve edeceğiz" şeklinde
anlamamız daha uygun olur. Böylece mana, geçmişi, hali ve geleceği içine alan
bir süreci ifade etmiş olur.
Dün tahsil etmenin beşikten mezara kadar uzanan bir
faaliyet süreci olması gibi, imtihan da devam eden bir süreçtir. Bu süreç,
insanlığın geçmişini, halini ve geleceğini kapsamakta ve kıyamete kadar
uzanmaktadır. Yüce Allah imtihan ettiği konuya uygun sual sormaktadır.
Mesela: insanların kötü yoldan dönmeleri için onları
iyilik ve kötülük sorularıyla imtihan [A'raf/168]; kimin daha iyi davranışta
bulunacağını tesbit etmek için, dünya süsü, varlık ve yoklukla imtihan [Kehf/7,
Mülk/2]; verilen nimetler konusunda imtihan [Maide/48, En'am/165]; ahde vefa,
güçlü olduklarından dolayı zayıf toplumlara zulüm yapıp yapmadıkları konusunda
imtihan [Nahl/92]; şükür ve nankörlük konusunda Belkıs'ın tahtını getirmekle
imtihan [Neml/40]; mal, nefis ve duyulan haberler konusunda imtihan [Âl-i
İmran/186]; bilgi konusunda imtihan [Bakara/124]; ikram ederek veya malı
noksanlaştırarak imtihan [Fecr/15-16]; duyu organlarıyla imtihan [İnsan/2];
kalp ve gönül imtihanı [Âl-i Imran/145] gibi konular, insanın tabi tutulduğu
bazı sınanma alanlarıdır.
Bu ayetlerden şu neticeyi çıkarabiliriz: İnsan,
maddî-manevî hayatının bütün boyutlarıyla her an bir imtihan içindedir. Dünya
Yüce Allah'ın bir üniversitesi olarak kabul edilebilir. Bu üniversiteyi basan
ile bitirenlere diplomaları mahşerde verilecektir. Dünya imtihanında başardı
olamayanlar da, mahşerde başarısızlık belgelerini alacaklardır. İyi bir
öğrencinin, imtihanı basan ile verdiğini bilmesi gibi, hayat imtihanında
başarılı olduğunu bilen insanlar da vardır:
(Şüphesiz ben, bu değerlendirmeye ulaşacağımızı
dünyada biliyordum). [Hakka/20]
Şimdi bu imtihanın sorularını ve bu soruların
geldiği konulan ele alabiliriz:
1. Korku ile imtihan
Korku psikolojik bir duygudur. Demek ki, Yüce Allah
imtihan sorularından birincisini psikolojiden sormaktadır.
Korku denen duygu, insan için bir deneme alanı olmakta ve Allah tarafından bir soru olarak imtihana konmaktadır. Korku denen duygunun çeşitli alanları ve boyudan vardır, insanın doğasında bulunan bu duygu, bir çok davranışımızı etkilemekte, yönlendirmekte ve düzenlemektedir.
Doğuştan gelen korku, eğitim vasıtasıyla faydalı bir
duygu haline dönüştürülmelidir, insanın çocukken korktuğu objeler, zamanla
değişir, korkulanlar korkulmaz hale gelir ve onların yerlerini başka objeler
alır. Somut olandan, soyut olana doğru korkunun obje ve konulan değişime
uğrar.
Korku, fazilete de, rezilete de sebep olabilir. Aşın
ve yersiz korku, insanın hareket alanını ve teşebbüsünü daraltıp azalar. Bu
nedenle, bilinçli bir çaba ile korkuyu dengelemek gerekir. Peki, korku ile
yapılan imtihanı geçen kimseler neler kazanmaktadırlar?
a.
Cennet
Rahman/46'da, Rabbinin makamından korkana iki cennet
verileceği beyan edilmektedir:
Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki
cennet vardır.
Bu ayette, mahşerde Allah'ın huzuruna çıkacağını
bilerek korku duyan ve buna göre davranan kimseye ödül olarak iki cennet birden
verileceği müjde-lenmektedir. Kişinin, her an ilahî huzurda olduğunu hissederek
kendisini disipline etmesi ona cenneti kazandırmaktadır. Bu manada korku, en
güzel eğitici ve koruyucudur.
b.
Siyasi iktidar
Korkunun objesi Allah olunca, ödüller de
farklılaşmaktadır.
Ve onlardan sonra sizi mutlaka o yerde
yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve tehdidimden korkan kimselere mahsustur.
[İbrahim/14]
Allah'ın makamından ve azabından sakınan ve kimseye
zulmetmeyen kişileri Yüce Allah yok ettiği toplumlardan sonra, yeryüzünde
idareci yapar ve onlara siyasî güç verir.
Ancak Allah'tan korkmayanlar, haksız yere insanlan
öldürebilirler. Allah'tan korktuğu için haksız yere kimseyi öldürmeyen
insanlar imtihanı kazanmış olurlar. Hz. Adem'in oğlu Kabil, kardeşi Habil'e
"Ben seni öldüreceğim" dediği zaman, Habil ona, "Ben seni
öldürmem" diye karşılık vermişti. Onun "Ben seni öldürmem" demesinin
arkasında bulunan manevî duygunun ne olduğunu şu ayetten öğrenebiliriz:
Andolsun ki, sen öldürmek için elini bana uzatsan,
ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben alemlerin rabbi olan Allah'tan
korkarım.
Allah korkusu, Habil'i, kardeşini öldürme teşebbüsünden alıkoymuştur. Korku, insanı erdeme götüren etkenlerden biridir. Böylece Habil korku sayesinde imtihanı geçti. Demek ki, Allah'tan korkan insan, adam öldüremez. İnsan öldürmeyen toplumlar da siyasî iktidara layıktırlar.
c.
Tevhid inancı
İnsanın gönlünde tevhid inancının oluşması için eğitilmiş ve dengelenmiş bir korku duygusuna ihtiyaç vardır. Allah'a asi olmaktan korkmak, şirke sapmayı önlemekte ve tevhid inancının ağacım gönle dikmektedir. En'am/14 ile 15 ayeti arasındaki ilişki, korku duygusu ile- şirk ve tevhid inancı arasındaki sıkı ilişkiyi göstermektedir:
De ki: "Bana müslüman olanların ilki olmam
emredildi. Ve sakın müşriklerden olma denildi".
De ki: "Ben Rabbime isyan edersem gerçekten
büyük bir günün azabından korkarım".
Korku şirk de dahil Allah'a isyanı önler. Şirk
önlenince, tevhid inancının tohumu atılmış olur. Böylece tevhid inancının
dayanağı olan duygulardan birinin de korku olduğu anlaşılır.
En'am/80-81'de de tevhid inancı ile korku arasındaki
ilişkiye dikkat çekilmektedir. Allah'tan başka tanrı edinmenin, korku
duygusunun iyi yönlendiri-lememesinden kaynaklandığına işaret eden bu ayetlerde
mealen şöyle buyu-rulmaktadır:
Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Siz,
Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan
korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şimdi
biliyorsanız söyleyin, iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır?
[En'am/80-81]
Allah'tan korkma güvene; sahte tanrılardan korkmak
ise güvensizliğe götürmektedir. Demek ki korku tevhide, tevhid de güvene giden
süreci başlatmaktadır.
d.
Eğitimin daha iyi olması
Yüce Allah, ana-babalann, siyasilerin ve eğitimcilerin kendilerinden sonra bırakacakları neslin, kendi amaçlarını, kültürlerini ve güçlerini devam ettirip ettiremeyecekleri endişesi içinde olmaları gerektiğine işaret etmektedir. Nesilleri daha iyi yetiştirmeye sebep olacak olan korkunun, onların üzerine titremek manasını ifade ettiği de bilinmelidir. Eğitim açısından korkunun, bir imtihan alanı veya sorusu olduğu bazı ayetlerde ifade edilmektedir.
Gelecek nesillerden endişe içinde olmayanlar veya bu
endişenin giderilmesi için eğitimi güçlendirmeyenler, kendi milletlerinin
hayatim tehlikeye sokarlar. İşte bu endişeyi duyan Hz. Zekeriyya Allah'a güçlü
bir nesil için şöyle dua etmiştir:
Doğrusu ben, arkamdan iş basma geçecek olan
yakınlarımdan korkuyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli ver.
[Meryem/5]
Hz. Zekeriyya, doğrudan doğruya "korkma"
ifadesini kullanmış ve kendisinden sonra köle ruhlu nesillerin gelmesinden
endişe ettiğini Allah'a itiraf etmiştir. Onun duasının Kur'an'da
zikredilmesinin tek bir cevabı vardır; o da toplumun ileri gelenlerinin,
idareciler olarak bu endişeyi taşımalarıdır. Ana-babanın bu endişesinin evrensel
bir olgu olması dolayısıyla her çağın insanına hitap etmektedir.
Geriye aciz, güçsüz ve köle ruhlu nesiller
bırakmaktan korkanların ne yapmaları gerektiğine dair Nisa suresinde şöyle
buyurulmaktadır:
Geriye eli ermez gücü yetmez çocuklar bıraktıkları
takdirde halleri ne olur diye korkacak olanlar, korkup titresinler, Allah'tan
sakınarak doğru söz söylesinler. [Nisa/9]
Ayette, hem korkmaktan, hem de nesillerin üzerine
titremekten bahsedilmektedir.
"Doğru söz söylesinler" ifadesi
nesillerine doğru bilgi öğretsinler manasına gelebilir. Böylece çocuklarını
yetiştirirken, doğruyu söylemeleri ve öğretmeleri emredilmektedir. Bu
ifadenin, bir önceki ayetle irtibaüandırıldığın-da, yetimlerin mallan taksim
edilirken adil davranma bakımından doğru söz söylemeyi ifade ettiği anlaşılır.
Bir önceki ayette (Onlara güzel söz söyleyin) denilirken 9. ayette
Çc^î/v&y? (Gerçek ve doğru söz söylesinler) buyurulmaktadır.
Yetimler hakkında doğru ve güzel söz söylemeyenler,
nesillerin asaletini bozar ve onların yetişmesinde kusur işlemiş olurlar. Her
iki ayette de, miras konusundaki korku ve endişenin yanısıra, nesillerin
yetişmesinde doğru bilginin öğretilmesinin önemine de dikkat çekilmektedir.
Sözün güzelini ve doğrusunu söylemeyenler, eğitimi yozlaşüracak ve giderek
nesillerin asaletini bozacaklardır. Nesillerin güzel eğitimi hakkında endişe
edenler veya nesillerin asaleti konusunda korkanlar, doğru bilgi ve güzel söz
söylemeyi ahlâk edinmelidirler. Aksi takdirde, korku konusunda Allah'ın yaptığı
imtihanı kazanamayacaklardır. Korkunun objesi çok önemlidir. Öyle ki korkulan
şey, insanın imanını belirleyecek kadar önemlidir:
İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu
halde eğer iman etmiş kimseler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. [Al-i
Imran/175]
Şeytan da insanın içine korku salar ve insanı yanlış
objelerden korkmaya sevk eder. Aslında şeytandan korkmak, bir iman zaafıdır.
Yüce Allah bu ayette "İnanıyorsanız benden korkun" demekle, kimden
korkulması gerektiğini öğretmektedir. Demek ki, korkunun objesine göre, iman
belirlenmiş olmaktadır. Şeytan ' (Elbette ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım) [Haşr/16] dediği halde, insanı kendinden korkması için şartlandırmaktadır.
Âl-i Lnran/175'te sözü edilen şeytanın, insten olan bir şeytan olabileceği de hatırdan
çıkarılmamalıdır.
Eğitimci ve idareciler, halklarının Allah'ın azabına
uğramaları konusunda korku içinde olmalıdırlar. Böyle bir korku, eğitimci ve
idarecilerin, sadece kendilerini değil halkı da düşündüklerini göstermiş
olacaktır. Korkmanın bu türü, peygamberlerin ahlâkıdır:
Andolsun ki, Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik.
Dedi ki: "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız
yoktur. Doğrusu ben, size gelecek olan büyük bir günün azabından
korkuyorum". [A'rar759]
Aynı uyan Hz. Hud tarafından da yapılmıştır. Ayette
yer alan "korkuyorum" fiili, eğitimcilerin ve bir toplumu idare
edenlerin, toplumları için daima endişe içerisinde olmaları gerektiğine
yorumlanabilir. Başkalarının iyiliğini düşünen insanlar, onların kötü yola
gitmelerinden endişe ederler. Bu erdeme sahip olanlar, kendilerinden daha çok,
başkalarını düşünürler. İşte bu insanlar, korku konusunda Allah'ın imtihanını
kazanmış kimselerdir.
Bu tip korku, eğitim ve siyasette, alakanın
delilidir. Kişiyi, insanları kucaklamaya götüren bu korku, sıcak alakanın,
gönülden gelen bir ilginin de isbatıdır. Bunlar olmadan, Bakara/155'te dile
getirilen korku ile yapılan imtihan kazanılamaz.
Korkunun kaynağında güçsüzlük de olabilir. Halkın
devletten, devletin halktan, komşunun komşudan, ana-babalann evlatlarından,
devletlerin birbirlerinden korkmaları, medeniyetten uzak bir sosyal çevrenin
ve insanlığın göstergesidir. Bu korkunun aşın olması, cehaletin, saldırganlık
iç güdüsünün ve bilgiden yoksunluğun delilidir. Korkuya dayalı bir idarede,
halk, yöneticilerinden korkar; böyle ortamlarda zulüm kol gezdiği için, korku
hastalık halini alır. Küçük toplumların büyüklerden korkması ve davranışlarını
bu korkuya göre ayarlaması, geri kalmalarına neden olabilir.
Güçlü iken, akla, bilgi ve teknolojiye sırtını
döndüğü için gerileyen toplumlar, korku psikolojisine bürünürler. Bir zamanlar
rahatlıkla söz geçirdiği alanlara, adımını atarken "Acaba ne derler"
diye derin bir korku hissetmeye başlar. Eski gücünü kaybetmekten doğan bu
korku, hastalık halini alabilir. Bu durum da korku ile imtihanın bir
parçasıdır.
İhtiyarladığında, doğurup büyüttüğü evlatları
tarafından terkedilme korkusu, aile hayatının ve toplumun çürüdüğünü gösteren
en bariz delillerden biridir. Ana-babanın çocuklarından çekinmesi ve bu
çekingenliği ifade edememenin getirdiği burukluk, toplumların üzerine taş olup
yağmaktadır. İşte bu korku da bir imtihandır.
Tabiat ve sosyal afetlerin meydana getirdiği korku
da göz ardı edilmemelidir. Yabancıların güçsüz bir topluma sızıp kitleleri
isyana sevk ermesi veya tabiat olaylarının meydana getirdiği yıkıcı afetler,
insanlığı dehşete salmakta ve toplumları korku psikolojisine itmektedir. Bu
korkulara çare bulmak da bir imtihan konusudur.
Netice olarak diyebiliriz ki, bir ferdî korku, bir
de toplumsal korku vardır. Ferdî korkulara, toplumsal korkulardan daha kolay
çare bulunur. Korkunun faydalan olduğu gibi, zararlan da vardır. Yanlış
uygulama ve davranışların meydana getirdiği korkuların çözümü çok zor oiabilir.
Bu tip korkulan ortadan kaldıracak gerekli değişimi gerçekleştirmek, büyük
gayret ister. Böyle bir değişimi gerçekleştirmenin yolu, akla, bilgiye,
doğruya, güzel ve iyiye sarılıp gerekli kalitenin yakalanmasıdır. Zaten, ilahî
imtihan da, ancak bu takdirde kazanılabilir.
2.
Açlıkla imtihan
Fiil kalıbında acıkmak, iştahı olmak, özlemek, mekan
olarak tenha olmak,-ıssız çöl olmak manalarına gelmektedir.
Yüce Allah'ın insanları açlıkla nasıl imtihan
ettiğini, Nahl/112'den öğrenmekteyiz:
Allah bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli,
huzurlu idi; ona nzkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın
nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara yaptıklarından ötürü açlık
ve korku sıkıntısı tattırdı.
Bu ayete iki açıdan bakarak çıkarımlar yapmamız
mümkündür. Yüce Allah bir ülke halkına bol nzık vererek onların, nimete
şükredip etmeyeceklerini dener. Bu denemeden başarıyla geçemeyen kimseler,
nankörlük yapmaya başlarlar. Yüce Allah da onlara, nankörlükleri nedeniyle
açlık elbisesini giydirir. Görüleceği gibi, ayetle, önce toklukla sonra açlıkla
sınanma gelmektedir.
Yüce Allah, ihsan ettiği bolluktan sonra, onları bir
de nimeti kısarak imtihan eder ve nimetin azlığından dolayı isyan edip
etmeyeceklerine bakar. Fecr/15-16 ayetleri, bu imtihan şekline işaret
etmektedir
Yüce Allah insanı bol nzık vererek imtihan
ettiğinde, insan "Rabbim bana ikram etti" der. Onu denemek için
rızkını daralttığında ise; bu sefer, "Rabbim bana ihanet etti" der.
Böylece insan, imtihanı kaybeder. İnsan aç kalınca,
isyan eder ve sahip olduğu rızkın azlığından dolayı Allah'ın kendisine ihanet
ettiğini iddiaya yel-tenir.
Nimetlere karşı nankörlük edenlere Yüce Allah açlık
elbisesi giydirir. Hikmet ve imtihan gereği nimetin kısılmasından dolayı isyan
eden kimse de imtihanı kaybettiği için cehenneme gider.
Diğer taraftan açlık, insanı düşmanının kapısına
düşürür; kimi zaman da, doymak için pek çok manevî değerlerden fedakarlık
yapmaya sevkeder. Midesini doyurmak için gönlünden fedakarlık yapma durumu,
insan için çok ciddi bir imtihan anını ifade eder. Açlığın bulunduğu yerde,
manevî değerlerin erozyona uğraması doğaldır.
Bazı insanlar açlık ve fakirlik korkusu ile
muhtaçlara yardım etmez; zekat vermez, infak etmez. Açlık korkusu kişiyi bu
amellerden ahkoyar ve böylece ilahî imtihanı kaybetmesine sebep olur. Açlık
korkusu insana haram lokma yemeyi güzel gösterir. Aç kalma korkusunu mazeret
göstererek, nimetin kaynağına bakmadan kazanma yoluna gider. Bu davranış biçimi
de imtihanın kaybedilmesine vesile olur.
3.
Malların
noksanlaştırılmasıyla imtihan
Mallan noksanlaşurarak imtihan etmeye birkaç açıdan bakılabilir. Yüce Allah bir toplumu, vatan topraklarını noksanlaşürmak suretiyle imtihan eder. Afetlerle, arazilerini ziraat yapılamaz hale getirir. Taşınır veya taşınmaz mallarını noksanlaşurarak deneme yoluna gider. Ekonomi alanındaki bu sıkıntılar, malların da bir imtihan konusu olabileceğini göstermekte; "Doğrusu mallarınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır" [Teğabün/15] ayeti de buna delil teşkil etmektedir. Malın noksanlaşması ile açlık arasında sıkı bir bağ vardır. Mal bolluğu gibi, mal noksanlığı da bir imtihandır. Ekonomi, aslında toplumdaki alt yapıyı teşkil etmektedir. Ekonomideki sarsıntılar üst yapıyı da sarsar. Malların noksanlaşmasının bir imtihan konusu yapılması, aslında ekonominin düzlüğe çıkartılması için çaba sarf edilmesinin, ekonominin işlemeyen çarklarının işler hale getirilmesinin ve azalan ekonomik imkanların tekrar arbnlması için kaynak oluşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir.
Muhammed/38'e göre, ekonomi bir devletin alt
yapısını teşkil etmektedir. Ekonomisi güçsüz veya ayetin ifadesiyle noksan olan
toplumların, eğitiminin, ahlâkının, sanatının, hukukunun, siyasetinin ve dinî
yaşantısının güçlü olması mümkün olmadığından, devlet kolayca yıkılabilir. İşte
Muham-med/38 ayeti bu duruma işaret etmektedir:
Sizler, Allah yolunda harcamaya çağırtıyorsunuz.
Fakat içinizden kimisi cimrilik ediyor. Halbuki kim cimrilik ederse kendi
aleyhine cimrilik etmiş olur. Zira Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer
O'ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar
sizin gibi olmazlar.
Görüldüğü gibi ayet, ekonomik düzensizlikten
kaynaklanan fakir ile zengin arasındaki uçurumun, toplumu yıkacağına dikkat
çekmektedir.
4. Nefislerden
noksanlaştırmakla yapılan imtihan
"Nefislerin noksanlaştinlması" hem
psikolojik, hem de biyolojik açıdan değerlendirilebilir. Biyolojik yapının
sağlam olması, psikolojik kabiliyet ve yeteneklerin iyi kullanılmasını temin
eder. Ruhsal melekeler sağlam bir bedende faaliyetlerini daha iyi yapar.
Gençliğinde bütün psikolojik güçlerini normal olarak
kullanan bir insan, ihtiyarladıkça bu güçleri kullanamaz hale gelir. Aklında,
hafızasında, görme ve işitme melekelerinde noksanlaşma olur. Bu da bir imtihan
konusudur.
"Nefislerden noksanlaşurma", cinsel gücün
zayıflamasını veya ortadan kalkmasını da ifade edebilir. Cinsel gücün
noksanlaşmasını giderecek andro-lojik araştırmaların yapılması ile bu
hastalığın giderilmesi mümkündür. Çünkü imtihanın başarılı geçmesi ancak bu
şekilde mümkün olabilir.
"Nefislerden eksiltme" savaşlarda ve
afetlerde çocuklarını kaybetmek manasına da gelebilir.
5.
Ürünlerden noksanlaştırmakla yapılan imtihan
"Ürünlerin noksanlaştınlması" ifadesine de birkaç açıdan yaklaşmamız mümkündür. Ürün dendiği zaman, ilk önce akla, ekonomik ürünler gelmektedir. Her çağın ekonomiye kattığı ürünler vardır. Zirai ürünler, sanayi ürünleri, sanat ürünleri gibi... Ayette geçen semere kavramına bu manayı vermemiz ve bu yorumu yapmamız mümkündür.
Semeraî kelimesinin kapsamına, kültürel ürünleri de
dahil edebiliriz. Kültür ürünleri, bir millet için en önemli ürünlerin başında
gelmektedir. Bilgi, felsefe, düşünce, hukuk, güzel sanatlar ve edebiyat gibi
alanların ürünlerindeki bir noksanlaşma, çok ciddi bir imtihan konusudur. Bu
imtihanı kazanabilmek için mütefekkir yetiştirmek, bilgiyi teknolojiye
çevirmek, sanatın her dalını canlandırıp ürün vermek gerekir.
6.
(Sabredenleri müjdele).
Bütün bu imtihan alanlarından, ancak sabır ile
muzaffer çıkılabilir. Buradaki sabır, pasiflik değil, tam tersine problemlerin
çözümünü sağlayacak gayret manasına gelmektedir. Allah Teala, bu gayret içinde
olanları müjdelemektedir.
Ayetin genelini ele aldığımız zaman şöyle
diyebiliriz: Yüce Allah, insanoğlunu, psikoloji, fizyoloji, ekonomi, biyoloji,
bilim... alanlarında, kısacası hayatın her alanında imtihan etmiştir. Bu
problemlerin içinde pişen ve onlara çözüm arayan fert ve toplumlar, imtihanı
kazanacaklardır. Bunlar, insanlığın önüne konmuş, çözüm bekleyen ve gelişmenin
ancak onların çözüme ulaştırılmasıyla temin edilebileceği hayat sorulandır.
İmtihan olmadan insanın gelişmesi çok zordur.
İmtihan sorulan cevaplandırılırken gösterilen çabanın içinde, insanın gelişim
tohumlan da vardır.
[7]
156. Sabredenler, kendilerine bir musibet
geldiğinde, "Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz" derler.
Ayeti iki kısma ayırarak izah edebiliriz:
1.
(Onlara bir musibet
geldiğinde...)
Kelam ilminin ana konularından biri olan
"iyilik" ve "kötülüğün" arkasındaki irade meselesine de
burada kısaca temas etmekte yarar vardır. Nisa/79 ayetinde bu meseleye açıklık
getirilmiştir:
Sana gelen iyilik Allah'tandır, başına gelen kötülük
ise nefsindendir. Seni insanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.
Bu ayete göre, musibetin kaynağı insanın nefsidir.
Bela veya musibet denen şey, insanın niyetlerinden, yapıp-ettiklerinden
kaynaklanan psikolojik ve sosyolojik bir oluşumdur. Bela, Allah'a mal edilemez.
2.
("Biz Allah'ın kuluyuz
ve ona döneceğiz" derler).
Sabredenlerin, musibet karşısındaki tavırlarını
anlatan bu ayet, aynı zamanda bir eğitim faaliyetinde bulunmaktadır. Başka bir
ifadeyle, insanın başına her zaman musibet gelme olasılığı vardır. Bu musibete
karşı nasıl bir tavır takınılması gerektiğine açıklık getiren ayetin bu kısmı,
ağırlığı altında ezilmeden musibetin altından kalkmanın yolunu öğretmektedir.
Allah'ın kulu olduğunu ve O'na döneceğini hatırlayıp
tevekkül etmek, ilahî iradeyi harekete geçirecektir. Yüce Allah musibete karşı
gösterilmesi gereken tavn öğretirken, iman ile mantığı birleştirmekte ve bunu
izlemeyi önermektedir. Aynca ayette, çözümsüz kalan problemlerin çözümü için
ilahî iradeyi devreye sokma gereği de öğretilmektedir.
[8]
157. İşte Rablerinden af ve rahmet onlaradır. Ve doğru yola girenler de onlardır.
Üç ödül, ayette üç kelimeyle ifade edilmektedir
salâvat,[9]
rahmet ve hidayet. Musibet karşısında "Biz Allah'ın kuluyuz ve O'na
döneceğiz" diyerek tevekkül gösteren kimselere Yüce Allah üç ödül
vermektedir
1. (Rablerinden af onlaradır).
Başlarına gelen bela karşısında Allah'a tevekkül
eden kimseleri, Allah bağışlamaktadır.
2. (Ve rahmet vardır onlara).
Bela karşısında Allah'a sığınıp tevekkül eden kimseler, affedilmekle kalmayacak, rahmete de kavuşacaklardır. Afdan sonra rahmetin zikredilmesi manidardır. Allah'ın rahmeti, affından sonra gelmektedir.
Rahmet kavramı acıma, şefkat, merhamet, sempati,
inayet, yumuşaklık, anlayış manalarına gelmektedir. Demek ki, Yüce Allah
kendisine sığınıp tevekkül edenlere acımakta ve şefkatle muamele etmektedir.
3. (Onlar hidayete erenlerin
ta kendileridir).
Af ile rahmet, insanın önündeki doğru yolu
açmaktadır. Allah'tan gelen af ile rahmet, hidayeti de beraberinde
getirmektedir. Ayetteki hidayete erme, yani doğru yolu bulma ameliyesi belli
oluşumlardan sonra insanın gönlünde başlayan bir işlemdir.
Allah'ın affi ve rahmeti, insanın gönlünde çok
önemli değişimler meydana getirerek doğru yolu bulabilecek bir anlayışın
oluşmasını temin etmekte ve neticede, insanın önündeki yollarından doğru
olanını seçebilmesini kolaylaştırmaktadır. Şimdi, ayetin tümünü, önceki iki
ayetle beraber birleştirerek yorumlarsak, şu neticeyi çıkartabiliriz:
Korku ve açlıkla, maldan, nefis ve ürünlerden
noksanlaştırmakla imtihana tabi tutulan ve imtihanı başaran kimse, Allah'a
sığınıp tevekkül etmiş demektir. Zaten sabretmenin ne anlama geldiği, 156.
ayetten anlaşılmaktadır. İmtihandan basan ile çıkan ve musibetler karşısında
tevekkül eden kimse, Yüce Allah tarafından ödüllendirilecektir.
157. ayetteki salavat kelimesini "korumak"
manasına da alabiliriz. O zaman mana şöyle olur: Belalardan Allah'a
sığınanları Allah korumaktadır. Korku ve açlıktan onları koruduğu gibi
mallarının, nefis ve ürünlerinin nok-sanlaşmasına karşılık da onlara rahmet
eder. Yüce Allah'ın bu şekildeki müdahalesi neticesinde insanın sorunları
ortadan kalkar ve sonuçta doğru yolu bulur. 157. ayetteki hidayet, ferdî ve
sosyal manada problemlerin çözülüp düze çıkmayı ifade etmektedir.
[10]
158. Şüphesiz, Safa ile Merve, Allah'ın
nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı hac veya umre niyetiyle ziyaret ederse,
onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir
iyilik yaparsa, şüphesiz ki, Allah onu kabul eder ve hakkıyla bilir.
Ayetin ilk bölümünde üç önemli kavram yer
almaktadır. Bunlar safa, mer-ve \e şeâir'dir.
Safa büyük ve pürüzsüz kaya parçasına verilen addır.
Çamur ve toprağın karışmadığı her kaya parçası için kullanılır. Fiil kalıbında
kullanıldığında, saf ve an-duru olmak manasına gelir.
1. Safa kelimesi,
Bakara/264'te 'taş' manasında yer almaktadır:
(Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de, onu, çıplak pürüzsüz bir kaya haline getirivermiştir).
Yüce Allah, gösteriş için infak eden, yaptığı infakı
başa kakan bir insanın durumunu anlatırken onu, (savan'a=cascavlak kayaya)
benzetmektedir. Böylece, manevî bir oluşumu, maddî bir benzetmeyle açıklamaktadır.
2. Muhammed/15'te saf ve an-duru
olmak anlamında geçmektedir: (Ve süzme baldan ırmaklar vardır).
Burada kavram, süzme, yani saf bal manasına
gelmektedir.
Ayette yer alan musaffa kelimesi saf olmak manasına
gelen safa kelimesinden türemiştir.
Buradaki "saf olmak" ile "topraksız
taş" anlamı arasında bir bağlantı vardır. Toprak ve çamurun bulaşmadığı
cascavlak bir kaya, aynı zamanda, saf ve berraktır.
Merve kelimesi de safa ile hemen hemen aynı manaya
gelmektedir. Pürüzsüz, beyaz ve sert taşlara merve denmektedir.
Safa ile Merve, Mekke'de bulunan iki özel tepenin
adıdır.[11]
Yukarıda lügat manalarını verdiğimiz bu iki kavramın asıl manaları,
Bakara/158'de bulunmaktadır:
(Allah'ın nişanlanndandır).
Safa ile Merve, Allah'ın nişanlarından olan iki
tepedir. İki tepe olarak görünmelerine rağmen, Allah onlara farklı bir mana
yüklemektedir.
1. Şeâir kelimesinin kökü,
bilmek manasına gelen şaare'dir. Bu anlamda pek çok ayette yer almaktadır.
Bunlardan birini ömek olarak verebiliriz:
(Onlar diri değil ölülerdir. Ne zaman
diriltilecekle-rini de bilmezler). [Nahl/21]
2.
Şaare fiili farkına varmak
manasına da gelmektedir:
(Fakat onlar farkında değilken (azap) kendilerine
ansızın geliverecektir). [Ankebut/53]
3. Bu kelime şa'r kalıbından
alındığında, kıl, tüy manasına gelmektedir. Nahl/80'de bu manada yer
almaktadır:
(Yünlerinden, yapağı ve kıllarından...) Ayette
şa'r'm çoğulu olan eş 'ar kullanılmaktadır. Kıl ile tepe arasında, yükseklik
bakımından bir benzerlik vardır.
4. Şi'r kalıbından alınınca,
şiir manasını ifade etmektedir. Şair de şiir söyleyen kişi manası ile aynı
kökten türemiştir. Yasin/69'da şiir anlamında yer almaktadır:
jtytâfctâ (Biz ona şiir öğretmedik).
5. Şi'ra kalıbından, bir
yıldızın adıdır:
(Doğrusu şi'ra yıldızının Rabbi de O'dur). [Necm/49]
6.
Şeair kalıbından, hüküm manasına gelmektedir:
(Durum böyledir. Kim Allah'ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu
kalplerin takvasındandır). [Hac/32]
Hac/30'daki (Allah'ın emir
ve yasaklan) ifadesi,
Hac/32'deki (Allah'ın hükümleri) ifadesi ile aynı manadadır.
7.
Bu kelime Kur'an'da, meş'ar şeklinde de
geçmektedir: fii (Meş'ar-i Haram yanında Allah'ı anın).
Rivayete göre, Meş'ar-i Haram, Müzdelife'dir. Bu
kelimenin, bilmek, farkına varmak, hissetmek anlamlan ile, kıl, tepe, şiir,
yıldız, hüküm gibi anlamlan arasında sıkı bir alaka vardır. Kıl, tepe, şiir,
yıldız ve hüküm gibi şeyler, farkına vardan, bilinen ve kendilerini gösteren
şeylerdir.
Safa ile Merve, bakanlar tarafından hemen fark
edilen iki tepedir. Fark edilen bu tepeler, Allah'ın işaretleridir.
Safa ile Merve, Kabe'nin doğusundaki iki tepenin
adıdır. Hacer validemiz, oğlu ismail için su ararken, bu iki tepe arasında yedi
defa gidip gelmiştir. Hac ve umre için Beytuflah'ı tavaf edenler, bu iki tepe
arasında da sa'y ederler.
(Kim Beyt'i hac ve umre niyetiyle ziyaret ederse,
Safa ile Merve'yi tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur).
Hz. Peygambefden önce müşrikler her iki tepeye de
putlar koymuşlardı. Bu nedenle, bu iki tepe arasında sa'y etmeyi uygun görmeyen
müslümanla-ra, bu ayet iki tepe arasında sa'y etmenin sakıncalı olmadığını
bildirmektedir. Bu ayetten, gayr-i müslim bir toplumun dinî pratikleri için
kullandıkları bir yeri, müslümanlann da kullanabileceklerine dair bir müsaade
veya hüküm çıkarabiliriz.
(Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, elbette
Allah kabul eder ve hakkı ile bilir).
Boyun eğmek, yumuşamak, alışmak, ağacın meyvasını
toplamak, itaat etmek, izin vermek, nza göstermek, teşvik etmek, nafile ibadet
yapmak, gücü yetmek manalarına gelen tatavvu kavramı, Kur'an'da çeşitli
manalarda geçmektedir:
[12]
1. İtmek,
teşvik etmek
(Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti).
[Ma-ide/30]
Burada kelime, insanın içinden gelen saldırganlık
içgüdüsünün, insanı bir davranışa itmesi veya teşvik etmesi anlamına gelmektedir.
Kur'anî terminolojide nefis, modern psikolojideki temel insanî güdülerin
kaynağını ifade etmektedir. Bu güdülerin bir çoğu, insan için olumsuzlukların
kaynağıdır. Bu ayette de, kardeşlerden birini diğerini öldürmeye iten
saldırganlık içgüdüsünün kaynağı olarak gösterilmektedir.
2. Gücü yetmek
Bu kelime istita kalıbından alındığında, gücü yetmek
anlamına gelmektedir.
(Onu delmeye güçleri yetmedi). [Kehf/97]
3. Bir işi
isteyerek yapmak.
Tav'an kalıbından alındığında, yapılan işin
isteyerek yapılmasını ifade etmektedir:
De ki: "İster gönüllü verin, ister gönülsüz;
sizden asla kabul olunmayacaktır.
[Tevbe/53] "Gönüllü" diye tercüme
ettiğimiz kelime tav'an'dır
4. İtaat etmek
Biz Peygamberi, Allah'ın izniyle, ancak kendisine
itaat edilmesi için gönderdik.
Bu ayette, boyun eğmek, itaat etmek manasına
gelmektedir. İtaatte, isteyerek, saygı duyarak boyun eğme manası vardır.
İtaat kelimesi başka bir ayette, "sözü
dinlemek" manasında kullanılmaktadır:
(Zalimlerin ne dostu, ne de sözü dinlenir şefaatçisi
vardır). [Gafır/18]
Demek ki itaat etmek, bir bakıma sözünü dinlemek
anlamına gelmektedir. İtaat etmek, hürmet etmek manasını da ifade eden
(Başüstüne derler...) [Nisa/81]
Buradaki taat kelimesi, verilen emri yerine
getirirken "başüstüne" diyerek ifade edilen hürmettir.
5. Gönüllü
Muttavian kalıbından alındığında, gönüllüler
manasına gelir: Sadakalar hususunda, mü'minlerden gönüllü verenleri...
Bakara/158'de geçen (Kim gönüllü olarak bir iyilik
yaparsa...) ifadesinde, aynı kelime ile, gönüllü olarak fazladan bir değer
üreten kimse kasdedilmektedir. Fazladan bir değer üretmek, bir gönül işidir.
Gönlün, akla itaatidir. Akü daima ileriye, yeniye ve insanı zenginleştirecek
ufuklara doğru hareket etmeye sevdalıdır, insan, bu isteğini gönle kabul
ettirir de, onu fazladan bir değer üretecek davranışa sevkederse, ayette geçen
"tatavvu" fiili ortaya çıkar. Safa ile Merve arasında sa'y etmek,
fazladan bir değer üretmek olduğu için, Yüce Allah "Her kim gönüllü
olarak bir iyilik yaparsa..." buyurmaktadır. Fazladan değer üretenlerin
amelini Yüce Allah bilmekte ve kabul etmektedir. Bu, görevinin dışında, fazla
değer üretenlerin amellerinin Allah tarafından değerlendirileceği anlamına
gelir. Sosyal hayatin her alanında görev yapan insanlar, görevlerinin dışında
fazladan değer üretirlerse, toplumlarını medeniyet yarışında ileriye götürecek
ve Allah tarafından da ödüllendirileceklerdir. Eğitimciler, insanlara fazladan
değer üretmenin hem Allah, hem de insanlık yanında ne kadar değerli olduğunu
aşılamalı ve onları fazladan değer üretecek şekilde cihazlandırmahdır.
Gelecek nesillere bırakılacak bu fazladan değerlerin
oluşturacağı bilimsel, kültürel ve teknolojik birikim ve zenginlik, onların
mutluluğunu temin edeceği gibi, bu birikime yeni ilaveler yapılmasıyla,
insanlığı cehaletin karanlığından kurtaracak ve ahiret hayatını da cennete
çevirecektir.
İşte, Kur'an'da 'nafile'denen, fazladan değer üretme
öğretisinin böyle anlaşılması gerektiği düşüncesindeyiz. Görevinin ötesinde
fazladan değer üretenlerin amelini Yüce Allah zayi etmeyecektir.
[13]
159. İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta
insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de
bütün lanet ediciler lanet eder.
Ayetin tefsirinde tartışılacak ilk konu, delilleri
ve hidayet yolunu kimlerin gizlediğidir. Fahruddin Razi bu konuyu geniş bir
şekilde ele almakta; İbn Ab-bas'ın, Mücahid'in, Hasan el-Basri'nin, Katade'nin,
Rebi'nin, Süddi ve Esam'ın bunların yahudi ve hristiyanlar olduğunu söylediklerini
nakletmektedir.
Zemahşeri, Razi, Nesefi ve Hazin de, açık delilleri
ve hidayet yolunu gizleyenlerin yahudi alimleri olduğunu söylemektedirler.
Onlar, Hz. Muham-med'in Tevrat'taki sıfatlarını gizlemişlerdi.
Fahruddin Razi, (Elbette gizleyenler...) ifadesinin
umumi olduğunu söylemekte ve bu görüşü benimsediğini belirtmektedir. Hz. Aişe
ve Ebu Hureyre, gizleme işinin umumi olduğunu ifade etmişlerdir.
Bize göre, yahudilerin yaptıkları gizleme işi, bu ve
buna benzer ayetlerin inişi için bir sebep olabilir ama evrensel olan bir
kitabın, sadece bir grup insanın yaptığını nakletmek ve hükme bağlamakla
sınırlı kalması düşünülemez. Herşeyden önce, ayetin başında bulunan ellezine
kelimesi umum ifade etmektedir. Yani belli bir gruptan veya belli bir çağın
insanlarından daha geniş bir alanı kapsamaktadır. Yahudilerin yaptıkları
gizleme işinden hareketle, Yüce Allah, evrensel bir hüküm koymaktadır.
Ayette yahudi ve hristiyanlardan, Hz. Peygamberin
özelliklerinden dep, apaçık delillerden ve doğru yoldan bahsedilmektedir. Bu
delillerin içinde Hz. Peygamber'in özelliklerinin de olması tabiidir. Zaten
ayette, "insanlığın önüne koymak" ifadesi geçmekte ve böylece umum
ifade ettiği net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Gizleme işinin kıyamete kadar
olabileceği gerçeğinden hareketle ayetin umum ifade ettiğini söyledikten sonra,
analizine geçebiliriz. Başka ayetlere intikal ettiğimizde şu kanunu
çıkartabiliriz: insanların ihtiyaç duyduğu bir şeyi onlardan gizlemek büyük bir
suç ve günahtır. Çünkü, hem Allah'ın emrini gizlemek ve hem de insanların
ihtiyaçlarını gidermeyi engellemek gibi iki büyük günah ve suçu biraraya
getirmektedir. Delilleri ve hidayeti gizlemek, Allah'ı ilgilendiren boyutuyla
günah, insanları ilgilendiren tarafıyla da suçtur.
Mesela: Allah'ın gönderdiği kutsal kitap, insanların
ihtiyacını gidermek içindir. Kitabı insanlardan gizlemek, onların, temel
ihtiyaçlarını gidermelerini engellemek demektir. Gizlemek çok ağır bir
haksızlık olacağı için, Yüce Allah kitap verilenlerle bu konuda bir antlaşma
yapmaktadır. Âl-i İm-ran/187'de bu konuya şöyle değinilmektedir:
Hani kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayıp
gizlemeyeceklerine dair söz almıştı.
Allah'ın gönderdiği kitapta yer alan açıklamalar,
hükümler, yani emir ve yasaklar insanlardan gizlenemez ve gizlenmemelidir.
Çünkü onlar, insanların psikolojik ve toplumsal manada gelişmeleri,
olgunlaşmaları ve mutlu olmalan için gerekli olan değerlerdir. Bunun çok önemli
olması sebebiyle Yüce Allah, kitap ehli ile antlaşma yapmaktadır. Bakara/174'te
de, Allah'ın indirdiğini gizleyip, az bir bahaya satanların durumu
anlatılmaktadır.
Yüce Allah bu ayette insanların ihtiyacı olan iki
önemli şeye dikkat çekmektedir Beyyinat (açık deliller), huda (doğru yol).
Delil, insanı doğru yola götüren aklî ve naklî bütün
bilgilerdir. Doğru yol da, insanı bu deliller vasıtasıyla Allah'a götüren
yoldur. Aralarındaki ilişkiyi şu şekilde izah edebiliriz: Delil olmadan doğru
yolun ne olduğu bilinemez. Demek ki deliller insanın önünü açmakta, gittiği
yolun doğru olup olmadığını göstermektedir. Özellikle, Yüce Allah kitapta
açıkladıktan sonra onları gizlemek, çok büyük bir günah olup ağır cezayı
gerektirir.
(Hem Allah, hem de bütün lanet ediciler, onlara
lanet eder).
Allah'ın lanet etmesi ne anlama gelmektedir? Aslında
"uzaklaştırmak" anlamına gelen lanetin, beddua etmek, kötülemek,
nefret etmek, son derece kırılmak, kovmak gibi manaları da vardır. "Bütün
lanet ediciler, lanet ederler" ibaresiyle kimlerin kasdedildiğini
Bakara/löl'den öğrenmekteyiz. Zira bu ayette meleklerin ve tüm insanların lanet
edeceği bildirilmektedir.
Yüce Allah'ın kitapta insanlara açıkladığı delilleri
ve doğru yolu insanlardan gizleyenlere hem Allah, hem de lanet edebilen
herkes, yani melekler ve tüm insanlar lanet etmektedir.
[14]
160. Ancak tevbe edip durumlarını ve bildiklerini
açıklayanlar istisnadır. Ben onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça
kabul eden ve çok merhamet edenim.
Bu ayette, bir önceki ayette yer alan Allah'ın,
meleklerin ve insanların lanetinden kurtulmanın yolu gösterilmektedir. Ayeti
dört bölüme ayırarak inceleyeceğiz:
a.
(Tevbe edenler istisnadır).
Delilleri ve doğru yolu gizlemeyi bırakıp günahını
itiraf edenler lanetten de kurtulmaktadırlar. Tevbe etmek, suçunu itiraf ederek
dönmek ve Allah'tan af dilemektir. Tevbe, işlenen suçu itiraf ederek ahlâkî bir
değişim gerçekleştirmek demektir. Bu da, büyük bir erdemdir.
b.
(Kendilerini düzeltenler
müstesna).
Yüce Allah, dönüş ve değişim sürecinin bir sonraki
basamağını, kendisini düzeltme olarak belirlemektedir. Dönüş ve değişim
olmadan, düzelme eylemi gerçekleşmez. Onun için Yüce Allah, düzelmeyi tevbeden
sonra zikretmiştir.
c.
(Bildiklerini açıklayanlar
müstesna).
"Bildiğini açıklama" büyük bir erdemdir.
Çünkü bilgiye, her zaman ihtiyaç duyulur. Bu ihtiyacın giderilmesi, bilinenin
açıklanmasıyla gerçekleşir. Bilinen şeyin açıklanması, insanlığa aydınlık
getirecek ve cehaletin karanlığını ortadan kaldıracaktır.
Dönüş ve düzelmeden sonra gizlenen şeyin açıklanması
gelir. Delilleri ve hidayeti gizleme günahının terk edilmesinden sonra, önce
kişilikler düzeltilecek, ardından da gizlenen bilgiler açıklanacaktır. İşte bu
üç eylemi gerçekleştiren insana Yüce Allah şöyle seslenmektedir:
d.
(Ben onların tevbesini kabul
ederim).
Yüce Allah, günah işleyeni affetmek için, öncelikle
kulunun üç eylemi gerçekleştirmesini beklemektedir. Allah'ın tevvab sıfatını
harekete geçirecek olan, insanın davranışlarıdır. Allah Teala önce bu
davranışlan sıralamış, sonra da kendisinin ne yapacağını açıklamıştır, insan
tevbe edip kendisini düzeltince ve gerekeni yapınca, Allah da onun tevbesini
kabul edip bağışlamaktadır.
Demek ki Yüce Allah, günahtan tevbe için her daim
açık kapı bırakmaktadır. Lanet edilecek kadar ağır günah işleyenler bile
Allah'ın affından nasiplerini alabilirler. Yeter ki tevbe edip günahlarını
itiraf edip ıslah olsun, gerekeni yapsınlar. Bağışlamanın ilahî bir ahlâk
olduğunu insanlara öğretmeyi ve bu ahlâkı kazandırmayı amaçlayan bu ayet,
dönme, değişme ve kendini düzeltme fırsatını insanlara tanımanın da bir erdem
olduğuna işaret etmektedir.
Suçunu itiraf edip af dileme bir erdem olduğu gibi,
suçu affetmek de bir erdemdir. Affedilme ümidi, işlenen suç ve günahları devam
eden bir süreç olmaktan çıkarmakta ve insanlara bir çıkış kapısı
göstermektedir. Siyasiler, eğitimciler ve ana-babalar bu kapıyı daima açık
tutmalıdırlar.
(Ben tevbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edenim).
Tevbeyi kabul etmek ve merhametli olmak ilahî bir
ahlâktır, bu ahlâkı yeryüzüne indirecek olan da insandır. Bağışlayan ve insanlara
merhamet edenler, Allah'ın bu sıfatlarına bürünen kimselerdir.
Bağışlama ile merhamet etmenin yan yana gelmiş
olması, bağışlama olmadan merhametin; merhamet olmadan da bağışlamanın
olamayacağına işaret amacına yöneliktir. Her ikisi de insan gönlünden çıkıp,
toplumsal hayata yayılan erdem ağacının dallandır. Bir sarmaşık gibi topluma
dal-budak salan bu faziletler, günah işlemeye iten nefisleri disipline
etmektedirler. Bağışlamasını ve merhamet etmesini bilmeyenler, eğitim
faaliyetine hiçbir erdem kazandıramazlar. insanları sevmenin işaret ve delili,
onlara merhamet duygusuyla davranmak ve onları bağışlamaktır.
[15]
161-162. Küfredip de kafir olarak ölenler var ya;
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. Ebedî
olarak o laneti taşırlar; azapları hafifletilmez ve mühlet de verilmez onlara.
Genel anlamda ayet, iki kısma ayrılmaktadır. Birinci
kısım inancın durumunu bildirirken, ikinci kısım, olumsuz inancın cezasını
belirlemektedir.
1.
(Küfredip de kafir olarak
ölenler...)
Ayetin bu bölümünde inkar edip küfr üzere ölenler
ele alınmaktadır. Karşıt manada düşünecek olursak, inkar edip küfr üzere
ölmeyecek olanların bulunabileceği, hükmüne de ulaşabiliriz. İnkar eden bazı
insanlar, zamanla değişerek iman edebilirler. İnsanın psikolojik yapısına
uygun olan da budur. Fakat inkar edip küfr üzere ölen bir insanın, -kalbinde
iyiye doğru bir değişim olmadığı için- cezaya uğrayacağı da bir gerçektir.
İnkar psikolojisini değiştirip iman psikolojisine geçiş, insanın manevî hayatı
için bir inkılaptır. Dinlerin geliş nedenlerinden biri, belki de birincisi
insanın kalbinde bu değişimi gerçekleştirmektir.
2.
Allah'ın, meleklerin ve
bütün insanların laneti onların üzerinedir.
Yüce Allah, inkarcı olarak ölenleri rahmetinden
uzaklaştırmakta, melekler ve insanlar onlara beddua etmektedir. Demek ki,
insanın gönlündeki inkar psikolojisi, Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların
lanetini çekmektedir. Gönüldeki oluşumlar, diğer insanların gönlünde de bazı
oluşumlara neden olmakta, onlan harekete geçirmekte ve lanet etmeye
sevketmektedir. Bu, bir gencin gönlünde oluşan sevginin, kızın gönlünü de
etkileyerek onda da sevginin doğmasına neden olmasına benzer. Aynı şekilde,
insanın gönlünde meydana gelen inkar da Allah'ın, meleklerin ve bütün
insanların nefretine sebep olmaktadır. Bu psikolojik oluşumdan hareket ederek
diyebiliriz ki, din eğitiminin yöneleceği ilk merkezler beyin, gönül ve
nefistir. Bakara/162 ayeti, inkar edip küfr üzere ölenin diğer cezasını
bildirmektedir:
3. (Ebedî olarak o laneti
taşırlar).
inkarından vazgeçmeyip öyle ölenler, ebediyyen
lanetin içinde kalırlar. Kendisi değişmediği için lanet edicilerin laneti de
değişmeyecektir. Bu dünyada lanete uğrayacağı gibi, lanet, onunla beraber
ahirete de intikal edecek ve yakasını orada da bırakmayacaktır.
4.
(Azapları
hafifletilmeyecek).
Ayetin bu kısmından, azabı hafifletilecek kimselerin
olacağını da anlıyoruz. Ama inkar psikolojisi ile ölenlerin bu haktan istifade
edemeyecekleri de bir gerçektir. Modern hukuktaki ceza indirimi, indirimsiz
ceza gibi kavramların Kur'an tarafından tesbit edildiğine şahit oluyoruz.
Hukuka, hafifletici sebeplerin bulunması halinde cezanın hafifletilebileceği
anlayışını Kur'an sokmuştur. Ama hukukta cezası indirilmeyecek suçlann var
olduğu da bir gerçektir. İşte Kur'an, inkar psikolojisi ile ölmeyi, cezası
hafifletilmeyecek günahlar arasında saymaktadır. Allah katında hafifletici
sebepler bulunduğunda, cezaların hafifletileceği prensibini Kur'an'da
bulmaktayız.
5.
(Onlara mühlet de verilmez).
Ayetteki inzar kelimesi, geri bırakmak, tehir etmek
manasına gelmektedir. Ayetin bu kısmı da hukuka önemli bir prensip
getirmektedir. Bazı cezalar tehir edilebilir. Suçlunun durumunu ve suçun
şeklini dikkate alarak hakim, cezayı tehir edebilir. Kur'an bu tehir işlemine,
'inzar' demektedir, inkar psikolojisi içinde ölenlerin cezalarının tehir
edilmeyeceğini bildiren bu ayet, cezası tehir edilecek kimselerin
olabileceğine de işaret etmektedir.
Kur'an, borçlar hukukunda da tehir kavramına yer
vermektedir (Eli genişleyinceye kadar mühlet verin). [Bakara/280] Ayetteki
nazire kelimesi, tehir etmek, mühlet vermek anlamına gelmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Bakara/161-162'de,
cezalarında hafifleme ve erteleme olmadan kimlerin sonsuz cezaya
çarptırılacakları bildirilmektedir. Bununla Kur'an, modem hukuka, bazı cezalan
hafifletme ve tehir etme usûlünü kazandırmıştır.
[16]
163. Hepinizin ilahı bir tek ilahtır O'ndan başka
hiçbir ilah yoktur; O, iyiliği tüm varlıkları kapsayan, çok merhametlidir.
Bu ayetin, yukarıda izahını yaptığımız ayetlerden
sonra gelmesinin önemli bir sebebi olsa gerektir. Bakara/l 59'dan 162'ye
kadarki konulan dikkate alırsak, 163. ayetin işlevi anlaşılır.
Ayetler ışığında işlenen konular şunlardır:
• Allah'ın kitapta insanlara açıkladığı delil ve
doğru yolu gizlemek;
• Tevbe etmek;
• Kendini düzeltmek;
• Bildiğini açıklamak;
• İnkar psikolojisi içinde ölüp gitmek;
• Allah'ın, meleklerin, tüm insanların lanetine
uğramak;
• Hafifletilmeyecek ve tehir edilmeyecek kadar ağır
günah işlemek.
163. ayet, bu davranışların olumlu olanlarını devam
ettirmeye, olumsuz olanlarını ise düzeltip insanı ağır cezadan kurtarmaya
yöneltecek gücün ancak tevhid inancı olabileceğine işaret etmektedir.
İyilikleri bütün canlıları kapsayan ve merhamet
sahibi olan tek Allah'a inanmak ve sığınmak, bu günahlardan temizlenmeyi temin
edecektir. Çoğu zaman insanları yanlış davranışa, günaha ve suça iten şeylerin
başında tevhid inancının olmaması veya zayıf olması gelmektedir. İnsanları
birbirine düşman edecek ve Allah'ın bildirdiği hakikatleri gizlemeye
yöneltecek kadar kötü davranışlar sergilemenin arka planında şirk vardır. Her
günah, sahte bir tanrıya ibadettir, insan, kendi nefsini tanrı edinirse, ona
ibadet etmek için günah işler. Tek tanrıya iman ise, iyilik yapmaya sevkeder.
İşte bu ayetin bu muhteva içinde yer almasının sebeplerinden biri budur.
[17]
164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece
ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yararlı şeyler taşıyarak
denizde seyreden gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirip onunla arzı ölmüşken
diriltmesinde, oradaki hayvanları üretip yaymasında, gökle yer arasında Allah'ın
emrine boyun eğmiş rüzgarları ve bulutları şu yandan bu yana yöneltmesinde
aklını kullanan bir topluluk için nice deliller vardır.
Bu ayette, kainatta cereyan eden kanunlara dikkat
çekilerek, insanların araştırmaları gereken konulara işaret edilmektedir. Şimdi
bu konuların neler olduğunu görelim:
1. Göklerin ve yerin
yaratılışı
Yaratılış meselesi, bütün kutsal kitapların ilk
bölümünü teşkil etmiş, birçok ayette yaratılış meselesi anlatılmıştır.
Bakara/164'ün ilk bölümünde genel anlamda göklerin ve yerin yaratılışı ele
alınmaktadır. Böylece, göksel ve yersel bilimlerin oluşması için onların
yaratılış kanunlarının tesbit edilmesinin zaruretine dikkat çekilmektedir.
Allah'ın yarattığı kainat kitabının araştınlması,
hem bilimin gelişmesini temin edecek ve hem de araştıranları tek tann inancına
götürecektir. Böylece göksel ve yersel bilimler, kainatın sırlarını açığa
çıkaracak, dolayısıyla hem insana aczini gösterecek, hem de ilahî kudretin
sonsuzluğunu öğretecektir.
Yüce Allah'ın, gökler ve yerin yaratılışını bu
ayette konu edinmesinin amacı, insan aklını çalıştırmak, onların üzerinde
düşünmesini temin ederek neticeler çıkarmasını sağlamaktır. Açıklamasını
yaptığımız ayetin sonunda Yüce Allah bu amacını açıklamaktadır. Gökler ve yerin
yaratılışı üzerinde düşünmenin ve o yolla bazı çıkarımlar yapmanın
gerekliliğini Âl-i İm-ran/190-191'de görmekteyiz:
Gökler ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanlan üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler. "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru".
Ayetin,
(Gökler ve yer hakkında derin derin düşünürler) kısmı, bizim konumuzu
ilgilendirmektedir. Yüce Allah, tefekkür için insanın önüne konular
koymaktadır. Bu tefekkür, göksel ve yersel bilimlerin ürettiği bilgiler
üzerinde olabileceği gibi, doğrudan gökler ve yerin esrarengiz yapısı üzerinde
de olabilir. Bakara/164 ayetinin sonundaki "aklını kullananlar"
ifadesini, 'düşünenler' şeklinde tercüme etmemizin uygunluğu bu ayet tarafından
doğrulanmaktadır. Çünkü düşünmek aklın bir faaliyetidir. Gökler ve yer üzerinde
düşünmenin dinî açıdan çıkarımının ne olduğunu da Âl-i İmran/19rden öğrenmekteyiz:
(Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın). Kainatın
boşuna yaratılmadığı neticesine ulaşmak, kainat üzerinde düşünmenin önemli bir
çıkarımıdır. İlahî yaratışın boşuna olmadığı fikrini yakalamak, düşüncenin
doğru yönde kullanıldığını göstermektedir.
(Seni teşbih ediyoruz).
Kainat üzerinde düşünmenin ikinci çıkarımı, kainatı
yaratanın noksan sıfatlardan uzak olduğu fikri ve inancına ulaşmaktır.
jölifella (Bizi cehennem azabından koru). Azaptan korunma duası, kainat
üzerindeki tefekkür sürecinin sonudur.
Kainat üzerinde aklını yormak, düşünmek ve bunlardan
neticeler çıkarmak, Yüce Allah'ın kainat üzerinde verdiği derslerin amacıdır.
Tabiat kanunlarını araştırmak ve tesbit edilen bu kanunların üzerinde
düşünmek, daha ileri çıkarımların yapılmasını temin edecektir.
2. Gece ile gündüzün birbiri
peşinden gelmesinde...
Gece ile gündüz, zamanın önemli parçalandır. Onların birbiri ardı sıra gelmeleri, aklın, üzerinde düşünmesi gereken konulardan biridir. Âl-i İm-ran/190'da da, bunlarda aklı selim sahipleri için ibretler olduğu ifade edilmektedir. Gece ile gündüzün insan hayatındaki yeri ve bu hayata katkıları düşünmeye değer konulardır.
Muhtelif ayetlerde Yüce Allah gece ve gündüzün insan
hayatına getirdiklerini açıklamaktadır:
a.
İçinde dinlenesiniz diye
geceyi; görmeniz için de gündüzü yaratan Allah'tır. Şüphesiz Allah, insanlara
karşı lütufkardır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. [Mü'min/61]
Demde ki, gece ile gündüz Allah'ın bir lütfudur.
Gecenin istirahat edilmesi için yaratıldığı bu ayette bildirilmektedir. Gündüz
ise çalışma zamanıdır. Çalışma ve dinlenmeye uygun zaman dilimlerini Yüce Allah
insan için yaratmıştır.
b.
Geceleyin uyumanız ve
gündüzün geçiminizi temin etmek için Allah'ın lütfu-nu aramanız O'nun
ayetlerindendir. [Rum/23]
Demek ki, gündüz geçim temin etmek için çalışma
vakti, gece de uyku zamanıdır.
c. Şüphesiz gece kalkışı, tam
bir uyumaya ve sağlam bir kıraate daha elverişlidir. Zira gündüz vakti, senin
için uzun bir meşguliyet var. [Müzzemmil/6-7]
Gecenin, uyku ve nafile ibadet zamanı olmasına
mukabil; gündüz, çalışma zamanıdır. Çalışma anında nafile ibadet
yapılamayacağı için Yüce Allah bu açıklamayı yapmaktadır. Böylece müslümanlara
zamanlarını nasıl değerlendireceklerinin eğitimini yapmakta, gece ile gündüzün
farklı bir şekilde değerlendirilmesini öngörmektedir.
d.
Biz Kur'an'ı kadir gecesi
indirdik.
Genel olarak Yüce Allah'ın kutsal kitaplarını
indirdiği, yani indirmeye başladığı ilk an, gece vaktidir. Kadir gecesi,
insanlık için çok önemli bir anı temsil etmektedir. O an, meleklerin yeryüzüne
indiği ve tüm insanlık için barış ve güven olduğu bir andır. Ruh da, o gece
yeryüzüne inmektedir.
Demek ki, gece ile gündüzün ardanda gelmesi insanlığın hayatını derinden etkilemekte ve hayatın planı ona göre yapılmaktadır. Bakara/164 ayeti, bu önemli hadiseyi, üzerinde tefekkür edilmesi gereken olaylardan biri saymaktadır.
3. insanlara faydalı şeylerle
yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde...
Ayette yer alan fulk kelimesinin aslı felek'tk.
Dönen, dönerek hareket eden şeye 'felek' denir. Göğüsleri tomurcuklanan kız
çocuğunun bu durumu ifade edilirken de 'felek' kavramı fiil halinde kullanılır.
İplik bükmek için kullanılan aletin dönüşü de bu fiille ifade edilmektedir.
Suyun içinde kolayca öteye beriye döndüğü için, gemiye de fulk adı verilmiştir.
Yüce Allah, geminin denizde yüzüp gitmesini ve
batmamasını sağlayan fizikî yasayı bulmaları için insanlara aklını kullanmaları
çağrısında bulunmakta ve düşünmelerini önermektedir. Böylece bu ayette, cismin
suda batmadan nasıl yüzdüğü meselesi üzerinde kafa yorulmasına ve deniz
bilimlerinin, deniz araştırmalarının ve deniz sanayiinin kurulması ve
geliştirilmesine işaret edilmiştir.
Fulk kelimesi "dönmek" manasına geldiğine
göre, suyun çevirdiği türbini de çağrıştırdığı düşünülebilir. Su gücünün
enerjiye dönüştürülmesi için gerekli teknolojiyi üretme programına dikkat
çekilmiş olabilir. Gemilerin denizde hareket edip yol almasında insanlar için
birçok faydalar vardır. Gemi vardır ticarî eşya taşır; gemi vardır savaş için
kullanılır; gemi vardır araştırma için kullanılır. Bütün bunların, insanın
faydalanması için yapıldığı ayetten anlaşılmaktadır. Cisimlerin suda batmama
kanunundan hareket edilerek üretilecek teknolojinin yaran insanlara olacaktır.
4. Allah'ın gökten indirip de
ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda...
Su ile tabiat ve canlılar arasındaki ilişkiyi
araştırmak, canlılar için suyun önemini tesbit etmek başlı başına bir araştırma
konusudur. Kurumuş toprağın yağmurun inmesiyle canlanması, çeşitli ayetlerde
öldükten sonra dirilmeye delil olarak sunulmuştur.
(Biz canlı olan her şeyi sudan yarattık. Onlar inanmazlar
mı?) [Enbiya/30]
a.
Su ile canlılık ve yaratma
arasındaki ilişkiye dikkat çeken bu ayet, canlıların kökenine işaret
etmektedir. Enbiya/30'da kainatın oluşumu anlatıldıktan sonra, canlıların
oluşumu açıklanmakta ve suyun olmadığı yerde hiç bir canlının yaşayamayacağı
gerçeği dile getirilmektedir.
b.
Hac/5'te, öldükten sonra
dirilmeyi bilimsel olgularla isbaüayan Yüce Allah, ayetin son kısmında
canlılarla suyun ilişkisine dikkat çekmektedir:
Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü halde görürsün; fakat
biz onun üzerine yağmuru indirdiğimizde, o, kıpırdanır, kabarır ve her
çeşitten iç açıcı bitkiler bitirir. İki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun
(H2O) birleşmesinden meydana gelen su,
toprakla buluşunca canlı
meydana gelmektedir, insanın DNA'sındaki gazlan dikkate alırsak,
insanın yaratıldığı ilk maddenin toprak ile su olduğu gerçeğine ulaşırız.
c.
Gökten inen suyun canlılarla
ilişkisinin yanısıra; onun Kur'an'da Allah'ın kudretini anlamaya götüren bir
ilişkiler sistemini temsil ettiğine de şahit oluyoruz:
De ki: "Söyleyin bakalım; sizin suyunuz
batarsa, kim size fışkıran bir su getirebilir?" [Mülk/30]
Söyleyin bakalım, içtiğiniz suyu bulutlardan siz mi
indiriyorsunuz, yoksa indirenler biz miyiz? [Vakıa/68-69]
Su, başlı başına araştırılması gereken bir konudur.
Su hakkındaki araştırmaların varacağı iki önemli netice vardır: Suyu, insanın
hayatını kolaylaştıracak şekilde kullanma teknolojisi ve suyu var eden gücü
anlama. Suyun ışığa, enerjiye ve canlıya dönüşümü önemli bir konudur. İnsanın
akıttığı meni de sudur. Meninin canlıya dönüşümü, histoloji ve embriyoloji
biliminin de temelini oluşturmaktadır. Demek ki, kainat kitabının su makalesi,
insanı imana götürecek, ilahî kudreti anlatacak kapasite ve önemdedir.
5. (Oradaki hayvanları üretip
yaymasında...)
Ayetin bu kısmında yer alan besse fiili sözlükte,
yaymak, dağıtmak, tozutup savurmak, haberi ifşa etmek, sırtı açığa vurmak,
ihtiyacını anmak, tomar gibi bir şeyi açmak, kıvrıklarını açmak, açıklamak,
dağınık fikirli olmak, sirayet ettirmek, canlandırmak, bir ideoloji ve
doktrini yaymak, üstüne su serpmek, toz gibi bir şey ekmek, radyo ile neşriyat
yapmak, gözetmek, ekmek, içine maden filizleri koyarak yerleştirmek manalarına
gelmektedir.
[18]
1. Üretip yaymak
(Ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip
yayan...) [Nisa/l]
İlk insanın yaratılmasından sonra, onlardan eşeysel
üremeyle nesiller üretip dünyaya yayılmayı ifade etmektedir. Bakara/164'te yer
alan besse fiili de aynı şekilde, hayvanların üreyip yayılması anlamına
gelmektedir. Lokman/10'da da aynı anlamda kullanılmaktadır.
2. Gam
Bu kelime isim olarak kullanıldığında, psikolojik
bir haleti ifade etmektedir. Yusuf/86'da gam, tasa manasına gelmektedir:
(Ben sadece
gam ve kederimi Allah'a arzediyorum).
Hz. Yakub oğhı Yusufu kaybedince duyduğu gamı ifade
ederken bu kelimeyi kullanmış ve böylece besse kelimesine psikolojik bir anlam
yüklemiştir.
3. Dökülüp serilmek
Besse kelimesinden türeyen mebsus kalıbı, küçük
kelebeklerin ateşin etrafında yana yana dökülüp serilmelerini ifade
etmektedir. "Kapıyı çalan" kavramıyla ifade edilen kıyamet
anlatılırken Karia/4'te kelime bu kalıpta kullanılmıştır.
(O gün insanlar, ateş etrafında yana yana dökülüp
serilmiş kelebekler gibi olacak).
4. Serilmek
Besse fiili, aynı şekilde mebsuse kalıbından
alınınca halının yere serilmesi manasını ifade etmektedir:
(Ve serilmiş halılar vardır). [Gaşiye/16] Burada bu
kavram, cennetin tasvirinde kullanılmaktadır.
5. Dağılıp toz
duman olmak
Kıyametin kopuşu esnasında dağların alacağı durum bu
kavramla ifade edilmiştir.
(Dağılıp toz duman haline geldiği...) [Vakıa/6]
Görüldüğü gibi bu kelimenin bazı kalıplan,
çoğunlukla kıyametin kopuşu esnasında insanların ve dağların durumunu ifade
etmekte kullanılmaktadır. Bunun yamsıra, psikolojik anlamının da olduğunu
gördük, insanların ve hayvanların yaratılıp yeryüzüne dağılması anlamıyla da
Bakara/164 ve Nisa/1'de yer almaktadır.
Şura/29'da, hayvanların yeryüzünde üretilip
yayılmasının Allah'ın ayetlerinden olduğu söylenirken, Bakara/l64'te aynı
olay, üzerinde akıl yorulması, düşünülmesi ve araştrnlması gereken bir konu
olarak takdim edilmektedir.
Zooloji biliminin önemini vurgulayan ayetin bu
kısmı, hayvanlar aleminin araştırılmasını öngörmektedir. Hayvanlar alemi de
Yüce Allah'ın yaratıcı kudretinin bir kitabını teşkil etmektedir. Dabbe fiili,
yavaş yavaş, sessizce ve yumuşak bir şekilde yürümek, emeklemek manasına gelir.
Hastalıkla ilgili olarak kullanılınca, hastalığın yavaş yavaş vücuda
sirayet etmesini ifade eder. Nehirle ilgili olarak da, suyun yavaşça
akması anlamına gelir.
Dabbe kavramı, yeryüzünde hareket eden hayvanlar
manasına gelmektedir. Başka bir ifadeyle dabbe, canlı anlamını ifade
etmektedir:
(Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır). [Nur/45]
Bu ayette dabbe, genel olarak 'canlı' manasına gelmektedir.
Neml/82 ayetine göre kıyametin alameti olarak yerden
bir dabbe çıkacak ve insanlara, imanlarında yakîn sahibi olmadıklarını
söyleyecektir. "Dabbe-tu'l-arz" denen bu varlık, bir hayvan mıdır,
yoksa bir canlı mıdır? Bizce buna 'canlı' manasının verilmesi daha uygun olur.
Bakara/164'te sudan sonra dabbe (hayvan veya canlı)
kelimesinin gelmesi önemlidir. Su ile canlılar arasındaki ilişkinin burada da
kurulduğuna şahit oluyoruz. Suyun, gemileri yürütecek itici güce ve enerjiye
kaynaklık etmesi kadar, hayata kaynaklık etmesi de araştırılmalıdır.
6.
Rüzgarların, yer ile gök
arasında emre hazır bekleyen bulutlan yönlendirmesinde...
Rüzgarların bulutlan harekete geçirmesi, üzerinde
düşünülmesi gereken konulardan birini teşkil etmektedir. Rüzgar, hareket eden
ve ettiren gücü ifade etmektedir. Yüksek hava basına ile alçak hava basıncı
arasında meydana gelen hava akımına rüzgar denmektedir.
Rüzgarın bu ayette, hareket ettirici bir güç olarak
nitelendirilmesi, bu gücü insanların yaran için kullanmayı da teşvik
etmektedir. Rüzgar ile bulut arasındaki ilişki, bulutun hareket ettirilmesi
eylemi ile açıklanmaktadır. Yelkenli gemilerin ya da rüzgar değirmenlerinin
yapılması, insanların rüzgardan çeşitli şekillerde istifade edebileceklerini
göstermektedir.
7. (Aklını kullanan bir toplum
için bir çok deliller vardır).
Bu kısım, ayette yer alan konulan açıklamanın
eğitici amacını göstermektedir. Bütün bu açıklamalar, insan aklını harekete
geçirip düşünmesini temin etmek, bilgi üretmek, tabiat kitabını okuyup o
kitaptaki kanunları bulmak, akıl ile o kanunlan buluşturmak gibi faaliyetler
insanın görevleri arasında yer almaktadır. Aklın bir anlamı da "bağ
kurmak" olduğuna göre, insanoğlu, beyni ile tabiat kanunlan arasında bağ
kurup, tabiat kanunlan arasındaki ilişkileri tesbit etmeli ve yeni keşifler
yapmalıdır. Aklı işletmeyerek ona bu görevini yaptırmamak, ona karşı işlenen
en büyük zulüm ve ihanettir.
Açıklamasını yaptığımız ayette, gökler ve yerin
yaratılışı, gece ile gündüzün birbiri ardından gelişi, gemilerin denizde yüzüp
gitmesi, gökten inen su ile yeryüzündeki canlıların ilişkisi, hayvanların
yaratılıp her tarafa yayılması, rüzgarların bulutlan hareket ettirmesi gibi
tabiat kanunlarının ele alınması, insanların önüne, tabiat kitabını
araştınrken hangi kanunlara ve ilişkilerine dikkat edeceğine dair bir program
koymaktadır.
Yerle gökler arasındaki ilişki, suyun itme gücü,
suyun hayat verme özelliği ve rüzgarın gücü insanoğlunun dikkatine sunulurken,
hem insanın fizikî çevresini yaşanır hale getiren kanunların araştırılması, hem
de onların daha derinden incelenip daha fazla istifade edilmesi istenmektedir.
Bu konular üzerinde düşünmek, akıl yormak ve neticeler çıkarmak, insan için çok
önemli uğraşılardır. Bunları araştırmak, Kur'an'ı araştırmaya denk bir değer
taşımaktadır.
[19]
165. Bazı insanlar, Allah'tan başkalarını Allah'a
denk tanrılar edinir. Onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin
Allah'a olan sevgileri çok daha fazladır. Keşke zalimler, azabı gördüklerinde
anlayacakları gibi, bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının
çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.
Bu ayette, birkaç konu ele alınmakta ve şirkin nasıl
meydana geldiğine ve insan hayatını nasıl tahrip ettiğine dikkat çekilmektedir.
Şimdi ayetin çatısını oluşturan temel konulan ele alabiliriz:
1. Sevgi-şirk İlişkisi
Allah'tan başka varlıkları, Allah'a denk tutmak
şirktir, insan onları Allah ile nasıl denk tutabilir? Başka bir ifade ile
insan, bu denkliği ne ile kurmaktadır?
Ayet bu soruya cevap vermektedir, insan, Allah'tan
başka varlıkları, Allah'ı sever gibi sevmekle bu denklik kurma şirkini
gerçekleştirmiş olur. Yani insanın bir objeye ölçüsüzce sevgi beslemesi, onu
tanrı seviyesine çıkarmasına sebep olabilir. Sevgi kaypak bir alanı andırır.
Her an insanın ayağını kaydırabilir, bu da insanı şirke düşürebilir. Sevgi
alanında çok temkinli gezinmek gerekiyor. Çünkü sevgi insanı fazilete de
götürür, rezilete de. Sevgi alam, aynı zamanda bir bataklığı andırır;
yürümesini bilmeyeni içine çekip boğar.
Yüce Allah bu ayette, sevginin şirke nasıl
dönüştüğüne dikkat çekmektedir. Böylece, insana neyi ne kadar seveceğinin bilgisini
vermekte ve eğitimini yapmaktadır. Sevgi alanını düzenlemeden, sağlam bir
inanca sahip olunamayacağına da işaret etmektedir.
Hangi varlık ve nesnelere duyulan sevginin insanı şirke götüreceğine Tev-be/24'de işaret edilmektedir. Ebeveyn, çocuklar, kardeş, eş, kabile, mal, ticaret ve meskenlere duyulan sevgi, Allah'a, Peygambere ve Allah yolunda savaşmaya olan sevgiden daha çoksa insanı şirke götürür. Yüce Allah bu ayette, insanın sosyal ve ekonomik çevresini oluşturan sekiz değerden bahsetmektedir. Mü'minler bu değerleri, Allah, Peygamber ve O'nun uğrunda savaştan daha sevgili tutamaz. Tuttuğu an şirke girmiş olur. Böylece Yüce Allah, sevilen objeye göre sevgiyi ayarlamaktadır. Sevilen ile sevgi arasında bir denklik olmalıdır.
Bu dengeyi kurmak bir bilinç işidir, insanları bir
duygu eğitimine tabi tutan Yüce Allah, bu duygu eğitimi yapılmadığı takdirde
insanların her an şirke düşebilecekleri ihtimaline işaret etmektedir.
Bakara/165 ile Tevbe/24'te bu duygu eğitimini gerçekleştiren Yüce Allah, özellikle
sevgi ile şirk arasındaki ilişkiyi işlemektedir.
Birtakım şeyleri Allah'ı sever gibi sevmek, Allah'a
eş koşmanın işaretidir.
Bunun da, bütün insanlara değil, bazılarına mahsus
olduğunu "bazı insanlar" ifadesiyle açıklamaktadır.
2.
iman edenler Allah'ı daha çok sever
Tek Allah'a iman etmenin işareti de yine sevgi ile
ifade edilmektedir. İman eden insan, Allah'ı daha çok sever. Bu dengeyi iman mı
kurmakta, yoksa sevgi bilinci mi? Hangi varlığa ne kadar sevgi duyması
gerektiğini bilen insan, ancak iman eden bir insan olabilir, iman eden bir
insan, bu konuda hata yapmaz mı? Tevbe/23 ile 24 ayetini bir araya
getirdiğimizde, iman edenlerin de bu hataya düşebileceği anlaşılır. Yüce Allah,
sözkonusu ayetlerde, iman edenlere hitap etmektedir. Eğer iman edenlerin şirke
düşme ihtimali olmasaydı "Ey iman edenler!" ifadesini kullanmazdı.
Ayetin yukarıda nakledilen bölümünde Yüce Allah,
iman ile sevgi arasındaki ilişkiye dikkat çekmekte ve aralarında bir denge
kurulmasını öngörmektedir. Allah'a iman etmek, O'nu daha fazla sevmeyi gerekli
kılar. Şirk, iman ve sevgi, duygu alanının temel taşlandır. Sevgi ile inancın
duygu alanındaki yeri doğuştan olduğu halde, şirkin sonradan kazanıldığının da
bilinmesi gerekir. Demek ki şirkin, insan fıtratı ile hiçbir alakası yoktur.
Doğuştan gelmeyen bu duygunun, doğuştan gelen inanç duygusunun yerini alması,
hatanın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Bu durum, bir bakıma dağdan
gelenin bağdakini kovmasına benzemektedir. Duygu eğitiminden geçmeyenler,
sonradan geleni, doğuştan gelenin yerine koyma hatasını işleyebilirler.
3.
Keşke zalimler azabı
gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu bilselerdi.
Sonradan meydana gelen şirkin tevhid inancının yerini alması gibi çok büyük bir günahın iki dinamiğini Yüce Allah bu ayette vermektedir. Ayetin yukarıdaki bölümü, bu dinamiklerden birinin, "Bütün kuvvetin Allah'a ait olduğunu bilememe, ya da görememe" olduğunu göstermektedir.
Ayetin bu kısmında Yüce Allah, şirk koşanları
'zalim' sıfatıyla vasıflandırmaktadır; ki bu, şirkin zulüm olduğu anlamına
gelir. Lokman/l 3'te, Hz. Lokman'ın ağzından şöyle buyurulmaktadır:
Lokman, oğluna öğüt vererek, "Yavrucuğum!
Allah'a şirk koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür" demişti.
Genelde zulüm, insanlar arası ilişkilerde hakların
çiğnenmesi ile ilgili olarak kullanılan bir kavram olarak bilinir. İtikadı bir
meselede zulüm kavramının kullanılmasını izah ederken, yine haklar konusundan
hareket etmek gerekiyor. Yüce Allah'ı birlemek ve ona şirk koşmamak, O'nun
hakkıdır. Yani, Allah'ın en önde gelen hakkı O'na şirk koşulmamasıdır. Şirk
koşan insan Yü-oe Allah'ın bu hakkını çiğnediği için bir zulüm işlemiş
olmaktadır.
Oysa, insanın içindeki inanç duygusunun yönü ve
hareket tarzı tevhid inancına doğrudur. Amacına, yani Allah'a doğru hareket
etme ve ettirilme, insan doğasının gereğidir. Şirk koşan insan, fıtratın
gereğini yerine getirmemekte, onu yanlış yöne ve objeye yönlendirmektedir.
İşte bu yanlış yönlendirme, hakka tecavüz olduğu
için zulümdür. Demek ki, şirkin büyük zulüm olmasının sebebi, iki yönlü bir hak
gasbına yol açmasından kaynaklanmaktadır. Bu zulmün bir boyutu Allah ile,
diğer boyutu da insan ile ilgilidir.
insanın en büyük zulüm olan şirk hatasını işlemesine
neyin sebep olduğunu ayetin sonraki kısmından çıkarabiliriz: "Bütün gücün
Allah'a ait olduğunu bilmemek ve görememek". Başka varlıklarda tanrılık
gücü görmek ya da gücün kimde toplandığını veya gücün kaynağının kim olduğunu
bilememek, şirke götüren sebeplerden biridir. O zaman şu gerçek ortaya
çıkmaktadır
Din eğitimcileri, insanlara gücün kimde toplandığını
ve kaynağının kim olduğunu öğretmelidirler. Tevhid inancının temelini, gücün
kimde toplandığı bilgisi oluşturmalıdır. Allah'ın her şeye gücü yettiği bilgi
ve inancına sahip olmayan kimsenin şirke düşmeme ihtimali çok zayıftır. Şirk
koşanlar, Allah'tan başka varlıklarda bir güç vehmettikleri için onlara
kutsallık vermişler ve vermektedirler. Demek ki, müşrikler, bütün gücün Allah'a
ait olduğunu bilselerdi şirk batağına saplanmazlardı. İşte bu bilgi eksikliği şirkin
dinamiğini teşkil etmektedir.
4.
(Allah'ın azabının çok
şiddetli olduğunu bilselerdi).
Allah'ın azabının şiddetli olduğunun bilinmesi,
şirkten caydırıcı bir etkinliğe sahiptir. Şirk koşanlar, Allah'a eş koştukları
tanrıların azap etme güçlerinin olmadığını, azap etme gücüne sadece Allah'ın
sahip olduğunu bilselerdi, şirke düşmezlerdi. Burada da bilgi eksikliği
sözkonusudur. Bu, insanların amellerini en ince detayına kadar değerlendirip
ceza ve ödüle tabi tutacak gücün kimde olduğu sorusuna, doğru cevabı verecek
bilgidir. Azap etme gücüne sahip olmayan tann olamaz. Allah kullarına azap
etmez, ama kul kendi cehennemini kendi amelleriyle hazırlar. Böyle bir
değerlendirme ortamını temin etme kudreti ise, sadece Allah'a aittir. Bu
dünyada haksızlığa uğrayanların haklarını alacakları bir alemi yaratamayan
varlık, kutsanmaya, tann olmaya layık değildir.
Yorumunu yaptığımız Bakara/165'te, çok önemli bir
sebep-sonuç ilişkisi vardır. Kuvvetin kime ait olduğunu ve azap etme gücünün
kimde bulunduğunu bilmeme, sevginin yöneleceği objeyi seçme konusunda hata
yapmaya yol açmakta, güçsüz yaratıklara tanrılık sıfatını vererek şirk
batakhğna saplanmaya sebep olmaktadır. Demek ki, güç ve azap hakkındaki yanlış
bilgi, sevginin yanlış objeye yönelmesine ve şirkin doğmasına neden
olmaktadır. Bu sebep-sonuç ilişkisinden, bir başka prensip daha doğmaktadır. O
da, sevgi denen duygunun eğitiminin bilgiye dayanmasının gerekli olduğudur.
Beyinden gönüle giden bilgi kanalı çalışınca, duygu aleminde sapmalar meydana
gelmeyecektir. Onun için ayette Yüce Allah "zalimler bilselerdi"
buyurmaktadır. Böylece bilgilendirme yapılmadan, duygu eğitiminin
yapılamayacağı ilkesi de ortaya çıkmaktadır.
Bu ayet, sevgi denen kaypak duygu aleminde, ayağın
kaymasını önleyecek olan gücün bilgi olduğuna işaret etmektedir. Bilgisiz
sevgi alemi, ağaçsız araziye benzer, ki böyle toprağın erozyona uğraması
kaçınılmazdır. Sevgi aleminde gerçekleşecek bir erozyon, şirk denen zulme yol
açacaktır. Toprağı akıp giden ve cascavlak taşların kaldığı bir gönülde
şirkten başkasını bulmak mümkün değildir.
Netice olarak diyebiliriz ki, duygu eğitimi bilgiye
dayanmalıdır. Bu ayette, şirkin gerisindeki dinamiklere işaret edilmek
suretiyle bilgilendirme yapılmaktadır. Şirk, sevginin yanlış yönlendirilmesine;
neyin ne kadar sevileceğinin bilinmemesine; bunlar da gücün kimde
toplandığının ve azabın kime ait olduğunun bilinmemesine bağlanarak, çok önemli
bir sebep-sonuç analizi yapılmaktadır. Herkes bu analizi kendi içinde
yapabilir ve kendi içindeki eksik ve yanlışları görebilir.
[20]
166-167. İşte o zaman kendilerine uyulan ve
arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşır ve azabı görürler. Neticede
aralarındaki bağlar parçalanmıştır. Uyanların, "Keşke dünyaya bir daha
dönsek de, onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan
uzaklaşsak!" diyecekleri vakit, Allah onlara bütün yaptıklarını
kendilerini sarmış pişmanlıklar halinde gösterecek ve onlar ateşten çıkamayacaklar.
165. ayetteki "Allah'tan başkasını Allah gibi severler"
ifadesi, sevilenlerin insan olduğunu göstermektedir. Çünkü 166. ayette,
uyulanlann uyanlardan aynhp gideceği ifade edilmektedir. Demek ki, Tevbe/24'te
sayılan, sevginin yöneleceği sekiz objenin canlı olanlarına dikkat
çekilmektedir, insan bazen bir insanı Allah'ı sever gibi sevebilir.
Tevbe/24'te, ebeveyn, çocuklar, kardeşler ve eşler ele alındığına göre, bunlar
sevgide Allah'a eşit tutulabilir veya daha çok sevilebilirler. Ahirette, bu
dünyada kutsallaşünlıp Allah'a eş koşulan insanların, eş koşanlara karşı
tavırlarını anlatan bu ayet, yanlışları bu dünyada göstererek, ahiretteki
pişmanlığı önleme yolunu izlemektedir.
166. ayetteki "kendilerine uyutanlar"
ifadesiyle kasdedilenlerin kimler oluduğunu tesbit etmek için, Allah'ı bırakıp
kimlerin peşinden gittiklerine bakmak gerekiyor:
1.
Müşriklerin lider ve
reisleri
Bu tesbitin doğruluğu Ahzab/67'yle doğrulanabilir:
(Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, onlar bizi yoldan çıkardılar).
Halkın itaat ettiği ileri gelenler kötü niyetli
iseler, halkı yoldan çıkarırlar. Yoldan çıkanlar, yanlış yapaklarını ahirette
anlarlar ama, pişmanlıkları fayda vermez. Çünkü kendilerine tabi olunan bu
insanlar, yoldan çıkardıkları kimselerden hızla uzaklaşacaklardır.
2.
Önceki nesil
Yetişkin nesil yetişmekte olan nesli eğitir, ona
şekil verir, rehberlik eder ve bakış açısı kazandırır. Sonraki nesiller, bu
görevi yerine getirmeyenlerden mahşerde şikayetçi olacaklardır. Cehenneme giren
her grup yoldaşına lanet edecektir. Cehennemde bir araya geldiklerinde, sonrakiler
öncekileri, kendilerini saptırmakla suçlayacaklardır. Öncekiler de, onların
üzerinde bir sultaları olmadığını söyleyerek, hak ettikleri azabı çekmelerini
isteyeceklerdir. [A'raf/38-39]
Önceki nesle tabi olup yoklan çıkanların
feryatlarına, onları yoldan çıkaranlar asla aldırış etmeyeceklerdir.
3.
Bazen insanlar şeytana
taparak, Allah'a şirk koşarlar. Mahşerde şeytan onlardan uzaklaşacak ve onlara
şöyle diyecektir:
(Sizin daha önce beni Allah'a ortak koşmanızı tanımamıştım,
inkar etmiştim). [İbrahim/22]
Ayetin devamında şeytan, kendisini Allah'a eş
koşanları zalimlikle nitelemekle ve onların elim bir azaba tabi
tutulacaklarını söylemektedir. Şeytan bu sözü ile kendisine tapanlardan
uzaklaşacağını ifade etmektedir.
4.
Yanlış inancı paylaşanlar
Ankebut/25'te, Hz. İbrahim'in şirk batağına
düşenlere karşı yaptığı konuşma zikredilirken, dünyada aynı batıl inancı
paylaşanların ahirette birbirlerini inkar edecekleri bildirilmektedir:
ibrahim onlara dedi ki: "Siz, sırf aranızdaki
dünya hayatına has muhabbet uğruna Allah'ı bırakıp bir takım putlar edindiniz.
Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet
okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur".
Bazı insanlar, Allah'ı bırakıp bazı şeyleri tanrı edinirler.
Aralarındaki muhabbeti bu tanrıların etrafında oluştururlar. Allah uğruna
birbirlerini sevecekleri yerde, putları uğruna birbirlerini severler. Bu durum
öteki dünyada değişecektir. Çünkü taptıkları sahte tanrılar kendilerinden
uzaklaşınca, birbirlerini tanımazlıktan gelecek ve dünyadaki muhabbetleri
lanetlemeye dönüşecektir. Lanetleme, birbirini tanımamak, birbirine lanet
okumak, birbirinden hızla uzaklaşmak anlamına gelmektedir.
Allah için olmayan dünyadaki dostluklar, ahirette
düşmanlığa dönüşecektir:
O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında,
dost olanlar birbirlerine düşman kesilirler. [Zuhnu767]
Manevî bir temel ve değere dayanmayan ve insana
Allah'ın dışında sahte bir tanrı oluşturan muhabbet ve dostluklar, kalıcı
olmadıkları için, öteki dünyada tanımamazhğa, lanete ve düşmanlığa
dönüşecektir.
Yanlış ideoloji, felsefe ve düşüncelerin etrafında
toplanıp onları tanrı haline getiren ve onlar uğruna muhabbetleşen insanlar,
mahşerde birbirinden kaçacak ve birbirine düşman olacaklardır. İdeoloji,
felsefe ve düşünceler, kendilerine ait beşerî düzlem ve değerde kalmalıdırlar.
Onlara kutsallık atfetmek ve onlar uğruna başka gruplara düşmanlık beslemek,
ahiretteki değişimi meydana getirecek ve böylece dostlar düşman olacaktır.
5. Büyüklük taslayanlar
Yüce Allah Kur'an'da kültür ve inanç açısından
insanları iki gruba ayırmaktadır Büyüklük taslayanlar ve zayıflar. Zayıflığın
ölçüsü, başkasının etkisi alanda kalıp inancını değiştirme olarak
belirlenmiştir. Toplumu kültür bakımından ağır bir etki alünda bırakan, gece
gündüz insanları yoldan çıkarmak için çalışan ve çeşitli entrikalar kuran
kimselerin insanları nasıl yoldan çıkardıkları Kur'an tarafından gözler önüne
serilmektedir:
Kafir olanlar dediler ki: "Biz asla bu Kur'an'a
ve bundan önce gelen kitaplara inanmayacağız". Sen o zalimleri,
Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirleri ile münakaşa ederken bir görsen!
Zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara, "Siz olmasaydınız biz
inananlardan olurduk" derler. [Sebe/31]
Dünyada büyüklük taslayanlann etkisi alanda kalan
mustazaflann "Dünyada, sizin kötü etkileriniz olmasaydı, biz imanımızı
kaybetmeyecektik. Bizi siz küfre götürdünüz" şeklindeki itirafı, kültür
açısından ezen ve ezilen sınıfların olduğunu ortaya koymaktadır. Sömürenler
sınıfı buna şöyle cevap verecekler
Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi
çevirdik? Bilakis siz suç işliyordunuz. [Sebe/32]
Sömürenler, burada çok dikkat çekici bir bahane
ileri sürerek kendi etkilerinin sonuçlarını, onların yanlış yolda olmalarına
bağlamakta; kötünün tesirinde kalmalarının, onların kendi kişiliklerinde var
olan zaaflara bağlı olduğunu ileri sürmektedirler. Zayıflar ise onlara şöyle
diyecekler:
Hayır, sizin işiniz gece gündüz tuzak kurmaktı.
Çünkü siz daima Allah'ı inkar etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı bize
emrettiniz. [Sebe/33]
Güçlü olanların, zayıf grupları nasıl etkilediğine
işaret eden bu ayet, ahi-rette birbirleri ile nasıl tartışacaklarına da ışık
tutmaktadır. Büyüklük tasla-yanlann etkisiyle inkar eden zayflann, ahiretteki
pişmanlıkları bir yarar sağlamayacak, kendilerini yoldan çıkaranlarla beraber
cehenneme gideceklerdir.
Bakara/166 ayeti, yukarıda bahsettiğimiz grupların
oradaki durumlarına ışık tutmaktadır:
(Azabı gördüklerinde...)
Aynı ifade Sebe/33'te de yer almaktadır. Tabi
olanlarla tabi olunanlar, etkileyenlerle etkilenenler, azabı beraberce
göreceklerdir. Azabı gördüklerinde ne olacağına ise şöyle işaret edilmektedir:
(Aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır).
Bu ayette, kendisine tutunularak çıkılıp inilen ip
anlamını ifade eden esbab kelimesi, sebep, illet, saik, hareket ettirici,
vesile manalarına da gelmektedir.
[21]
l.İp
Hac/15'te bu manayı ifade etmektedir:
Kim Allah'ın, Peygambere dünya ve ahirette asla
yardım etmeyeceğini sanıyorsa, tavana bir ip takıp boynuna geçirsin, sonra da
ipi kesip intihar etsin de bir baksın, başvurduğu çare kendisini öfkelendiren
şeyi gerçekten engelleyecek mi?
Bu ayet, öfke ve kinin insanı intihara kadar
götürebileceğine işaret etmektedir.
2. Yol
Bir yere gitmek, oraya ulaşmak için tutulan yol
manasına gelmektedir:
(O bir yol tuttu). [Kehf/89]
Bu manada, hem fizikî yolu, hem de hedefe ulaşmak
için tutulan manevî yolu ifade etmektedir. Çıkış noktası ile vanş noktası
arasındaki bağlantıyı kuran yol anlamına geldiği gibi; insanın niyeti ile
hedefi arasındaki bağlantı anlamına da gelmektedir.
3. İmkan
Gerçekten biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona
dilediğini yapma imkanını veidik. [Keh#84]
Dilediğini yapabilme yol ve vasıtalarını ona temin
ettik/verdik demektir. Dilediği neticeleri elde etme imkanına sahip olan insan
güçlü insan demektir. Adil ve doğru olma ve bu değerleri yaşatma fırsatlarının
ona verilmesi, onun da o fırsatları değerlendirmesi demektir.
4. Kapı
Bu kelime gökle ilgili olarak kullanıldığında kapı
manasına gelmektedir.
(Belki ben kapılara, göğün kapılarına ulaşırım).
[Mü;min/36-37]
Ayette geçen esbab kelimesine, İbn Abbas kapılar;
Razi, Hazin, Keşşaf ve Nesefi kapılar ve yollar manasını vermektedirler.
Firavun, Musa'nın ilahına ulaşabilmek için Haman'a
yüksek bir kule yapmasını istedi. Musa'nın ilahını görebilmek için, göğün
kapılarına ulaşılması gerektiğine inanıyordu.
5. Sevgi
Bakara/166'da, gönüller arasındaki bağlan ifade
etmektedir: Aralarındaki bütün bağların kesildiği vakit.
İnsanlar birbirleri ile sevgi ile alaka kurarlar.
Sevgiye 'alaka' denmesi de bundan kaynaklanmaktadır.
Ayetten anlaşılmaktadır ki, dünya hayatında geçici
menfaate dayalı olarak kurulan sevgi bağlan, mahşerde kopacaktır. Mahşerdeki
ayrılık, bu sahte bağların kopması ile doruk noktasına ulaşacaktır. Aslında
karanlık işlerde beraberce hareket edenlerin, yakalandıklarında bu
beraberliklerinin sona erip birbirini ifşa edecek kadar aralarındaki bağların
dünyada kopması, mahşerdeki sahnenin bir benzeridir. Mahşerdeki pişmanlığın
telafisi mümkün olmadığı için 167. ayette bu durum ele alınmaktadır.
Uyanların "Dünyaya bir daha dönsek de onların
bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsak" diye
haykıracakları vakit...
Mahşerde, bu dünyada uydukları kimseler,
kendilerinden uzaklaştıkları vakit tabi olanlar terkedilmişliklerinin öcünü
almak için yeni bir fırsat için dünyaya bir kere daha gönderilmelerini
isteyecekler. Ayetin bu kısmı, insanoğluna, dönüşü olmayan bir zaman ve mekana
girmeden önce aklını başına toplayarak kime tabi olduğuna dikkat etmesini
öğütlemekte ve bu konuda bir uyanda bulunmaktadır. Böylece pişman olunacak bir
noktaya ulaşmadan önce insana, önünü görebilme eğitimi verilmektedir.
Başkasının etkisi ile hayatı yönlendirmenin çok kötü sonuçlan olacağını anlamaya öncelik vermek ve kendi kararına dayanmayan, kendi iradesinden kaynaklanmayan bir taklitin, çok acı bir sonuç vereceğini bilmek gerekir. Uyduğu insanların gittiği yolu görüp de, o yolu sorgulamaktan aciz olan insanlar, bu yolun cehenneme gittiğini ancak mahşerde anlayacaklar, ancak iş işten geçmiş olduğundan, bu anlamanın hiçbir faydası dokunmayacaktır:
Allah onlara bütün yaptıklarını, kendilerini sarmış
pişmanlıklar halinde gösterecek.
Bu dünyada yanlış ve karanlık iş yapanlara tabi
olmak ve tabi oldukları kimselerle yapüklan her şey, mahşerde pişmanlığa
dönüşecektir. Öyle ki pişmanlık onlan tamamen kuşatacaktır. Onlan kuşatan bu
pişmanlığın sebebi olan ameller, Allah tarafından onlara gösterilecektir ki bu,
objektif değerlendirmenin bir gereğidir. Yüce Allah, onlan gelişi güzel bir
değerlendirmeye tabi tutmadığını böylece ortaya koyacaktır.
(Onlar ateşten çıkamayacaklardır).
Karanlık iş yapanlarla, onlara tabi olanların
varacakları nihaî yer ateştir. Hem de öyle bir ateştir ki, çıkış kapısı veya
yolu yoktur. Bu ayette, çıkışı olmayan bu ateşin, dünyadaki amellerle
oluştuğunun öğretimi verilmektedir. Şirk gibi karanlık bir inanç, öteki alemde
ateşe dönüşmektedir. Bu ateşin özelliği, ondan çıkışın, kurtuluşun olmamasıdır.
Demek ki şirk, çıkışı olmayan bir cehennemdir. 165. ayetten itibaren ele
alınan şirk, içinden çıkılamayacak bir ateşte son bulmaktadır. İşte bu ateş,
onların arasındaki bağlan yakıp kül edecek ve bütün benliklerini saran derin
bir hasrete dönüşecektir.
[22]
168. Ey insanlar! Yeryüzündeki yiyeceklerin helal ve
temiz olanlarından yiyin, şeytanın arkasından gitmeyin, gerçekten o, sizin
açık düsmanınızdır.
Ayeti bölümlere ayırarak açıklarsak, parçalar
arasında bağlantı kurmak suretiyle sentezini de yapmış oluruz.
1.
(Ey insanlar! Yeryüzündeki
yiyeceklerin helal ve temiz olanlarından yiyin).
Ayetin bu kısmında yer alan iki kavramdan biri olan
helal sözlükte, bağını gevşetmek, çözmek, açmak, sökmek, bir problemi,
bulmacayı ve şifreyi çözmek, suda eritmek, tahlil/analiz etmek, serbest
bırakmak, beraat ettirmek, temize çıkarmak, suç ve günahı affetmek, yerleşmek
kalmak, ziyaret için gelmek, bir yere inmek, galip gelmek, tamamı ile istila
etmek, başa gelmek, bir bedene hulul etmek, çözüme ulaşmak, müsaade etmek
anlamlarını ifade etmektedir. Bu ayetlerindeki ise şunlardır:
[23]
1. Helal etmek
Halle kelimesi, mubah ve helal olmak manasına gelir.
Bu manada alınınca, zıddı 'haram' olmaktadır. A'raf/157'de bu manada yer
almıştır:
(Peygamber onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri
haram kılar).
Helal, yenmesinde, yapılmasında sakınca olmayan ve
serbestçe yenen ve yapılan şeylere denmektedir.
2. Çözmek
Halle fiili, bu anlamda, ineğin bağını çözüp
salıvermek, bir problemi, bulmacayı veya şifreyi çözmek manalarına geldiği
gibi, suda eritmek, analiz etmek anlamlarını da ifade etmektedir. Taha/27'de
dildeki kekemelik düğümünü çözmek manasında kullanılmıştır:
Dilimden şu düğümü çöz. Burada fiil, konuşma
engelini ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir.
3. Yerleşmek
(Sen bu beldede oturuyorsun). [Beled/2]
Fiil olarak kullanıldığında yerleşmek, oturmak,
orada bulunmak anlamına gelmektedir.
4. Ansızın
gelmek, inmek
Size nzık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından
yiyin, bu hususta taşkınlık etmeyin; sonra size gazabım ansızın gelir.
Azabımın ansızın geldiği kimseler, boşluğa düşmüşlerdir. [Taha/81]
Ansızın gelip çarpmak manasına gelen bu kelime,
yapılan yanlış bir davranışa karşı ilahî bir tepkiyi ifade etmek için
kullanılmaktadır.
5. Sürüklemek
Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve
sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? [İbrahim/28]
Ayet, ekonomik hayattaki dengesizliğin toplumu
sürüklediği helaki anlatmaktadır. Ekonomik hayatı bozan yetkililer,
toplumlarını helak yurduna sürüklemiş olurlar. Yüce Allah bunu halle kavramı
ile ifade etmektedir.
6. İhramdan
çıkmak
İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz.
[Maide/3]
Hac ve umre ibadeti için ihrama girildiğinde
avlanılamaz. Avlanmanın helal olması için, ihramdan çıkılması gerekir,
ihramdan çıkma bu kavramla ifade edilmektedir ki bir durumun değişip başka bir
duruma geçilmesi demektir.
7. Yer
Mahalle kalıbından alındığında, bir yeri/mekanı
ifade eder:
(Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı araş etmeyin).
[Bakara/196]
Bu anlamların dışında, ödemek, cezanın vacip olması
manaları da vardır. Hülle kalıbından vücudun üst ve altını örten ridaya ad
olarak verilmektedir.
Demek ki, kendisinde bulunan sakıncalı olma
düğümünün çözülüp mubah kılınmasına 'helal' denmektedir. Sakıncalı olmak,
problemli, yani düğümlü olmak demektir. Bu durum, Hz. Musa'nın kekemeliğini
andırmaktadır. Kekemeliğin çözülmesiyle, bir şeyin sakıncalı olmaktan
çıkarılması, aynı anlamda birleşen eylemlerdir.
Ayetteki ikinci kavram olan tayyib iyi, temiz, hoş,
güzel, latif, nefis manalarının yanısıra, memnun edici olmak, kemale ermek,
hastalıktan iyileşmek anlamlan da bulunmaktadır.
Fahruddin Razi, kelimenin, kendisinden lezzet alınan
ve hoşa giden şey anlamını ifade ettiğini, ama teşbih yolu ile temiz ve helal
olan şeyleri vasıflandırmak için de kullanıldığını söylemektedir.
Fahruddin Razi, helal ile tayyib arasındaki farkı
şöyle açıklamaktadır: "Cins olarak mubah olan şeye helal; içinde
başkasının hakkı olmayan şeye ise tayyib denir".[24]
Demek ki helallik maddede, tayyiplik ise hak
konusunda sözkonusudur. Kul hakkının bulunduğu bir şey pistir; domuz eti, kan
ve alkol gibi maddeler ise bizatihi haramdır. Zıt anlamlarından hareket
edildiğinde, tayyib ile helal arasındaki nüansları anlamak kolaylaşır.
[25]
1. Beğenip
seçmek
Gönül, hoşlandığı şeyi beğenip seçer. Kavram,
Nisa/3'te bu üç manayı içerecek bir şekilde tabe kalıbında yer almaktadır:
(Kadınlardan hoşunuza gidenleri nikahlayın).
Buradaki tabe kelimesini 'helal' manasına alanlar
olmuştur. Her helal olan kadınla evlenilmez. Helal olan kadınlardan hoşa giden
beğenilen kadınlar seçilir. 'Nikahlayın' ifadesi, zaten beraberinde helalliği
de getirmektedir. İstisnalar hariç, kimse kendisine haram olan bir kadınla
evlenmez. Onun için ayetteki bu kelimeye, hoşa gitmek, beğenmek manasını vermek
daha uygundur. Nisa/3'ün tefsirinde Fahruddin Razi de aynı manayı tercih
etmiştir.
2. İyi yapmak
Zümer/73'te geçen tıbtum kelimesi "iyi
yaptınız" manasına gelmektedir.
Bu kavramı temizlenmek manasına alırsak, günah
kirlerinden ve hatadan temizlendiniz anlamını ifade eder. Oysa sibaka dikkat
edildiğinde, günah ve hatanın temizlenmesi için yapılan "iyi amel"i
de ifade ettiği anlaşılır. Böylece kavram, günah ve hatanın yanaşamadığı iyi
amellerle örülen bir şahsiyetin sıfaü olur.
3. Mutluluk
insanı, günah ve hatadan temizleyecek olan iyi
amelleri üretmenin sonucu mutluluktur:
İman edip iyi işler yapanlara mutluluk vardır.
Varılacak güzel yurt da onlar içindir. [Ra'd/29]
Bu ayette kavram, ("Onlara ne mutlu" veya
"Onlara mutluluk vardır) ifadesinde, tuba kalıbında kullanılmıştır.
4. Verimli,
bereketli
Tayyib kelimesi bir arazi veya bir memleketle ilgili
olarak kullanıldığında bereketli, münbit ve afetlerden korunmuş manalarını
ifade eder:
(Bereketli memleketin bitkisi Rabbinin izni ile
çıkar). [A'raf/58]
(Bereketli bir ülke...) [Sebe/15]
Bu ayeüerdeki tayyibe kelimesi münbit, verimli,
bereketli manasını ifade etmektedir.
5. İffet
Ahlâkî manada kadın ve erkek için namus ve iffeti
ifade etmektedir: (İffetli kadınlar namuslu erkeklere; namuslu erkekler iffetli
kadınlara yaraşır). [Nur/26]
Müfessirler, buradaki temizliği, iffet olarak
yorumlamışlardır. Temiz insan dendiğinde, iffetli insan kastedilir.
"Eteği temiz" adam ifadesi de bundan doğmuştur.
6. Saf
Tayyib kelimesi sözle ilgili olunca, saf, kusursuz,
lekesiz, doğru manalarına gelmektedir:
Görmedin mi Allah nasıl bâr misal verdi: Temiz sözü,
kökü sabit, dallan gökte olan güzel bir ağaca benzetti. [İbrahim/24]
Ve onlar, sözün en doğrusuna yöneltilmişler.
[Hac/24]
Allah'a güzel sözler yükselir. [Fatır/10]
Temiz, doğru ve güzel anlamı verdiğimiz tayyib
kelimesi, aslında saf, lekesiz, kusursuz ve doğru anlamına gelmektedir. İşe
yaramayan, faydasız, lekeli, kusurlu ve sahte olanla karışık olanın tam
zıddını ifade etmektedir.
'Saf' arınmış demektir. Nahl/32'de, hata, inkar ve
isyandan arınmış kimse için kullanılmıştır. Canlarını aldıkları iyi insanlara
hitap ederken melekler bu kelimeyi kullanmaktadırlar. Günah, inkar ve isyandan
arınmış olup cennete girecek kimselerin sıfatı olarak da tayyibin kelimesi
kullanılmıştır.
7. iyi
Kavram, bu anlamı ile çocuk, hayat ve değer için
kullanılmaktadır. İyi, yani temiz çocuk manasında Âl-i Imran/38'de geçmektedir:
Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: "Rabbim! Bana
tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı işitensin" dedi.
Ayetle geçen (hayırlı nesil) ifadesi iyi, temiz
ruhlu, şahsiyetli manasına gelmektedir. Tayyib kelimesi bu ayette şahsiyet ile
ilgili bir mana taşımaktadır. Manayı daha iyi anlayabilmek için, Meryem
suresine gitmemiz gerekiyor. Hz. Zekeriyya'nın Meryem/5'te zikredilen duasında
tayyibe kelimesi yerine veliyya kelimesi kullanılmaktadır:
Doğrusu ben arkamdan iş başına geçecek olanlardan
yakınlarımdan endişe ediyorum. Karan da kısırdır. Tarafından bana bir veli ver.
[Meryem/5]
Ayetteki mevali kelimesi "köle ruhlu"
manasına da gelir. Veli ise köle ruhlu olmayan, sağlam şahsiyetli, temiz, iyi
anlamına gelir. Nesil veya çocukla ilgili kullanılınca, sağlam şahsiyetli
anlamını ifade ettiği anlaşılmaktadır.
Nahl/97'de de olduğu gibi tayyib kelimesi bazen
'hayat' kavramı ile bir arada kullanılmaktadır:
Erkek veya kadın, mü'min olarak kim iyi amel
işlerse, ona mutlaka iyi bir hayat yaşatırız.
Ayette geçen (iyi hayat) ifadesindeki tayyib (iyi)
kelimesi, güzel anlamına da gelir. İbareye, "mutlu bir hayat" manası
da verilebilir.
Beğenmek, iyi iş yapmak, mutluluk, bereket, iffet,
saf, iyi, güzel, helal manalanyla tayyib kavramı, Kur'an'ın öne çıkan
kavramlarından biridir.
Bakara/168'de tamamen ekonomik bir içerikle
kullanılan kavram, kul hakkından arınmış temiz yiyecekleri ifade etmektedir.
Yüce Allah, maddesi helal ve içine hak karışmamış yiyecekleri yemeyi
emretmektedir. Ayetin devamında, helal ve temiz yiyecekler yemenin faydası da
bildirilmiştir.
2.
(Şeytanın adımlarına tabi
olmayın).
Şeytanın adımlarına tabi olmamak, şeytanın peşinden gitmemek demektir. Ayette, helal ve temiz olmayan şeyleri yiyenlerin, şeytana tabi oldukları bildirilmektedir.
Maddesi veya içinde bulunan kul hakkı nedeniyle
haram olan yiyecekleri yemek, insanı şeytanın peşine takar. Başka bir deyişle,
ancak şeytanın peşine takılan kimseler, maddesi veya içinde bulunan kul hakkı
nedeniyle haram olan yiyecekleri yerler. Bu iki izah, birbirinin sebep ve
sonucunu teşkil etmektedir. Haram ve kul hakkı bulunan yiyeceğin yenmesi,
insanın şahsiyetini, neslin asaletini, haya duygusunu zedeler:
Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri
kendilerine göründü. [A'rai/22]
Hz. Adem ile zevcesi yasak ağacın meyvesinden
yiyince avret yerleri açıldı. Demek ki, haram lokma insanın haya perdesini
yırtmaktadır.
Nesillerin şahsiyetini, asaletini ve haya duygusunu
zedeleyen haram lokma yemekle insan, şeytanın peşine takılmış olmaktadır.
Yüce Allah bu duruma düşmemesi için insana, haram
lokmadan uzak durup helal lokma yemesini emretmektedir. Haram lokma yemek
sebep, şeytanın peşine takılmak ise sonuçtur. Temiz, yani helal lokmanın,
asalete, sağlam şahsiyete ve mutluluğa sebep olmasına mukabil, haram lokma bunun
tam tersini yapmaktadır.
3. (Zira şeytan sizin için
apaçık bir düşmandır).
Yüce Allah bu ifadesiyle, şeytanı tanımlamaktadır.
Çünkü insan düşmanına tabi olmaz, aksine ondan kaçar. Düşmanlığı kesin olduğu
için mübin kelimesi kullanılmıştır. Şeytanın bu düşmanlığını hangi yollarla
tatbikat alanına koyduğu da bir sonraki ayette bildirilmiştir.
[26]
169. Şeytan size ancak kötüyü, çirkini ve Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.
Bu ayet, bir önceki ayette yer alan şeytanın düşmanlığını
açıklamakta ve düşmanlığının nasıl ve hangi konularda cereyan ettiğine ışık
tutmaktadır. Şeytanın, insanlara olan düşmanlığını şu şekilde tatbikata
koyduğunu bildirmektedir:
1. (Size kötüyü ve çirkini
emreder).
Şeytanın işi, insanı iyiden, güzelden, doğru ve
faydalıdan uzaklaştırmak ve bunun için de, onlara kötü ve çirkin olanı
emretmektir. Kötü ve iyi ırmakları, insanla beraber başlayan ve kıyamete kadar
akacak olan değerler sürecini ifade etmektedir. Kötülük ırmağının başında
şeytan; iyilik ırmağının başında da Allah vardır. Şeytan, insan nefsini
kullanarak, kötülük ırmağını beslemekte ve devam ettirmektedir.
2.
(Allah hakkında bilmediğiniz
şeyleri söylemenizi emreder).
insanlar kimi zaman Allah hakkında bilmeden
konuşurlar. Bu durum şeytanın emretmesi neticesinde gerçekleşir. Bu durumdaki
kişi, şeytanın emrini yerine getirmekten başka birşey yapmamaktadır.
a.
Allah hakkında bilmediğimiz
şeyleri söylemenin ne anlama geldiğini Hac/3'ten öğrenmekteyiz:
insanlardan bazısı, bilgisi olmadan Allah hakkında
tartışmaya girer. Onlar, her inatçı şeytana uyarlar.
Bilgisizce Allah hakkında tartışmak, şeytana tabi
olmak ve onun emrini yerine getirmektir. Hac/8 ayeti bu durumun, -aynı anlamda
olmakla beraber-biraz daha farklı bir boyutuna dikkat çekmektedir
insanlardan bazısı, bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı
bir kitabı olmadığı halde Allah hakkında tartışır.
Demek ki, Allah hakkında bir şey söylerken, tartışırken bilimsel bilgiye, rehbere ve aydınlatıcı kutsal kitaba ihtiyaç vardır. Bu bilgi zırhı, insanı şeytanın etkisinden ve ona tabi olmaktan koruyacaktır. Burada kınanan durum; Allah hakkında, yeterli bilgiye sahip olmadan konuşmaktır.
b.
Allah hakkında, bilmeden
konuşmak; Allah'ın önüne geçmek suretiyle, kendi bilgisini Allah'ın vahyinden
üstün tutmak yoluyla da olabilir.
Allah'ın söylemediğini söylemiş gibi ortya koymak
da; Allah üzerine yalan uydurmak da; Allah'ın haram kıldığına helal, helal
kıldığına haram demek de bu anlamın kapsamı dahilindedir
Dillerinizin uydurduğu ile "Bu helaldir, şu haramdır"
demeyin, çünkü Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan
uyduranlar kurtuluşa eremezler. [Nahl/116]
Helal ve haram alanında bilmeden konuşup fetva verenler, Allah'a iftira edenlerdir. Bunlar toplumun felahına/kurtuluşuna mani olanlardır. Bilmediği halde fetva verip Allah'a iftira edenler, insanların mutluluğunu bozmakta ve onları Allah'tan uzaklaştırmaktadırlar.
Şeytan insana, bu hususlarda bilmeden konuşmayı
emretmekle, hem insana olan düşmanlık duygusunu tatmin etmekte, hem de Allah
ile insan arasındaki yollan kesmektedir. Bu bağların nasıl kopacağına şu
ayetle dikkat çekilmektedir:
Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş
olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık.
[Hakka/44-46]
"Onun can damarını koparırdık" ifadesi,
"Onun şah damarını keserdik" manasını değil, "Onun Allah ile
olan ilişki kanallarını keserdik" manasını taşımaktadır.
3. Düşmanlık ve kin sokar
Şeytan, insanlara olan düşmanlığını, onların arasına
düşmanlık ve kin sokmak suretiyle gösterir. Kalbinde kin ve düşmanlık besleyen
insanlar, şeytanın etkisi altında olduklarından, onun emrini yerine getirmekte
ve ona tabi olmaktadırlar. Genelde şeytan düşmanlığını, içki ve kumar yoluyla
yapmaktadır
Şeytan içki ve kumar yoluyla aranızda düşmanlık ve
kin sokmak ister. [Ma-ide/91]
Bu, insanın içindeki kötü duyguları öne çıkarıp
davranışlarına hakim olmak istediğini gösterir. Demek ki şeytan, insanı duygu
boyutuyla yakalar ve istismar etmeye çalışır.
4. Allah'ı anmaktan ve
namazdan akkor
Üçüncü madde ile beraber düşündüğümüzde, şeytanın
insana kötülükleri emredip, iyilliklerden alıkoyduğu ortaya çıkmaktadır. Aklını
ve gönlünü işgal edip Allah'ı anmasını engellemesi insanın iç alemindeki
olumlu duyguları iptal ettiğini ifade etmektedir.
5.
Saptırır
Nisa/l 19'da, şeytan insana olan düşmanlığını açıkça
ifade etmektedir. '*L&£ü (Onları elbette saptıracağım).
Şeytanın, insanı nasıl ve nereden saptıracağı ise şu
ayetlerde açıklanmaktadır:
Andolsun ki, onları saptırmak için senin doğru yoluna
oturacağım. [A'raf/16]
Şeytan bütün vesvese ve entrikalanyla Allah'ın doğru
yoluna oturup, insanları o yoldan saptırmaya uğraşacağını bu ayette itiraf
etmektedir. Demek ki, saplan şey Allah'ın yoludur.
Nisa/l 19'da yer alan (udillennehum) ifadesi, Sad/82'de (Elbette onları azdıracağım) şeklinde geçmektedir. Saptırmakla azdırmanın benzer tarafları vardır. Azmanın neticesi sapmaktır. Şeytan önce azdırıyor, sonra da yoldan çıkarıyor. "Azma" daha çok psikolojik olduğu halde, sapma davranışsal bir anlam ifade etmektedir.
insanın şeytana nasıl tabi olduğu, şeytanın insana
emrini nasıl geçirdiği ve onu nasıl azdırıp yoldan çıkardığı da İsra/62'de dile
getirilmektedir:
Dedi ki: "Şu benden üstün kıldığına bir bak!
Andolsun ki, eğer beni kıyamete kadar yaşatırsan, pek azı müstesna, onun
neslini kendime bağlayacağım.
Şeytan, bu bağlama işini, insanı kendisine
meylettirerek ve etkileyerek gerçekleştirir. İdaresi altına aldığı insana her
şeyi yaptırabileceği de bir gerçektir.
6.
Kuruntulara düşürür
Kuruntu deyince akla hırs ve emel gelmektedir. Olması, ulaşılması ve elde edilmesi mümkün olmayan hayallerin peşinde koşmak kuruntunun eseridir. Gerçeklikten ayaklarını kesen ve hayaller peşinde koşan insanlar kuruntuya düşmüşlerdir. Bu psikolojik durumu onlarda hırs ve emel oluşturur. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Ademoğlu yaşlandıkça, onda şu iki şey gençleşir:
Hırs ve emel.[27]
Hırs, ne zaman tehlikeli bir hale gelir? Cevap
olarak denilebilir ki, bir şeyi elde etmek için Allah'a isyana, insanlara
eziyete sevk ettiğinde hırs, tehlikeli hale gelmiş demektir.
Uzun emel sahibi olanlar, ahireti unutup işlerini
ona göre yaparlar. Uyanlara aldırış etmeyecek kadar dünya sevgisini
kutsallaştıran ve kalbi kaülaşan insanlar, bu psikoloji içindedirler. Ayette,
ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışan, ahireti ise hiç hatırlamayan insanın
haline işaret edilmektedir.
İşte, hırs ve emelin meydana getirdiği bu
kuruntular, şeytanın etkinliğini göstermektedir. Şeytanın, insanın iç alemine
girip, onu kuruntulara düşürmesi düşmanlığını ne şekilde icra ettiğini
göstermektedir.
7.
Emredip hayvanların
kulaklarını kestirir
Hayvanların kulaklarını delme işinin şeytanın emri
ile oluşan bir adet olduğunu, şeytan da itiraf etmektedir. Nisa/119'da geçen
ve bette kökünden türeyen feleyubettikunne (elbette kesecekler) ifadesi,
delmek ve parçalamak manalarına gelmektedir.
Araplar, beşinci kez erkek doğuran deveye
"bahire" derler ve onun kulağını yanp putlarına adarlardı. Arak o
deve hizmet için kullanılmaz; su ve otlaktan menedilmezdi.
İşte şeytan, bu adette kendisinin dahli olduğunu
itiraf etmekte ve kötü adetleri nasıl kullandığını dile getirmektedir.
8.
Emredip Allah'ın yaratışını
değiştirir
Fahruddin Razi, Allah'ın yarattığını değiştirme
hususunda müfessirlerin görüşlerini şöyle özetlemektedir
a.
Allah'ın dinini değiştirmek,
O'nun yarattığını değiştirmektir. Bu da iki kısımdır:
1. Elest bezminde Yüce
Allah'ın fıtratına yerleştirdiği inanç duygusunu tevhid inancına dep de, batıl
inanca doğru yönlendirmek; inanç duygusunu normal mecrasından çıkarmaktır.
2. Allah'ın helal kıldığını
haram, haram kıldığını helal yapmaktır. Başka bir ifadeyle dinin hükümlerini
beşerî hükümlerle değiştirmektir.
b. Maddenin mahiyetini bozmak.
Allah'ın koyduğu erkekle kadının izdivacı kanununu,
homoseksüellikle değiştirmek.
Doğaya müdahale etmek, çevrenin, dengesini bozmak da yaratışı değiştirmek sayılabilir. Havayı meydana getiren gazların oranını bozacak işler yapmak, suyu kirletmek, ekolojik dengeyi alt-üst etmek gibi davranışlar ilahî yaratışı bozmak demektir. Ayet, bütün bu olayların arkasında şeytanın olduğunu bildirerek, bu kötü işleri, şeytana esir olanların yapacağını vurgulamaktadır. Şeytan insana bütün bunları yaptırarak düşmanlığını gerçekleştirmektedir.
9.
Aldatır
Şeytanın, insana karşı olan düşmanlığını, onu
aldatararak göstermesi de mümkündür. Yüce Allah insanlara bu konuda şöyle
seslenmektedir:
B/ Ademoğullan! Şeytan ana-babanızı, ayıp yerlerini
kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi
de aldatmasın. [A'raf/27]
Şeytan, insana haram lokma yedirterek, onun haya
duygusunu zayıflatır. Haya duygusu zayıflayan insan ise çıplak dolaşmaktan
utanmaz. Bu da insanın cennetten uzaklaşmasına neden olur. İşte şeytan insanı
bu şekilde aldatır.
10.
Fit sokar
Şeytan, insana karşı olan düşmanlığını gösterebilmek
için, üssünü insanın nefsinde kurar. Orada üslendirdiği silahlan ile, insanın,
hatta peygamberlerin bile gönlüne fit sokmaya/vesvese vermeye çalışır. Şeytanın
fitinden kurtulmak çok zor olduğu için, ondan Allah'a sığınmak gerekiyor. Bu
hususa dikkat çeken ayet şöyledir:
Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah'a
sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Takvaya erenler var ya, onlara şeytan
tarafından bir vesvese dokunduğunda, düşünürler ve hemen görürler. [A'raf/200-201]
insanın iç aleminde cereyan eden şeytanî vesveseyi anlamak çok zordur.
Bunu anlamak ve ondan kurtulmak, ancak basiret ve takva ile mümkün olur.
11. Amelleri süsler
Şeytan, insana olan düşmanlığını direkt değil;
yanlış davranışlarını insana süslü göstermek suretiyle gerçekleştirir, insan
da süslü gördüğü bu davranışları tereddüt etmeden yapar. Yüce Allah, şeytanın
bu sahte süslemesine dikkat çekmektedir:
Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de,
"Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur; şüphesiz ben de sizin
yardımcınızım" dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve
"Ben sizden uzağım, ben sizin görmediklerinizi-görüyorum, ben Allah'tan
korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi. [Enfal/48]
Muhtevasından anlaşılıyor ki, bu ayette sözü edilen
şeytan, insanlardan olan bir şeytandır, insanlarla konuşan, onların görmediğini
gördüğünü söyleyen, Allah'tan korktuğunu ve Allah'ın azabının şiddetli
olduğunu belirten bu şeytanın, cinlerden olan şeytan olması mümkün müdür?
Ayrıca bu konuşmanın, fit sokma şeklinde olmadığı da anlaşılmaktadır. İki
orduyu birbirine kışkırttıktan sonra arkasını dönüp kaçan iki yüzlü bir
sahtekarı andırmaktadır. Peygamberleri inkar etmeyi süslü gösterip, insanları
küfre götüren de yine şeytandır.
Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de peygamber gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de iman etmediler. İşte şeytan bugün onların dostudur. Ve onlar için elem verici bir azap vardır. [Nahl/63]
Şeytan, amellerini süslü göstermek suretiyle
insanların, peygamberlerin getirdiği mesajlara inanmamalarını temin etmiş ve
etmektedir. Sahte bile olsa süs insanı kandırmaktadır. Böylece amellerin de
süslenmiş olanlarının bulunduğunu öğrenmekteyiz.
Akıllarını kullanmadıkları için şeytanın sahte
süsünü görmeyen, görmek istemeyen insanlar, kendi sonlarını hazırlamış olurlar.
Yüce Allah bu hususla ilgili örnekler vererek, hem şimdiki, hem de gelecek
nesillere eğitim vermektedir:
Ad ve Semud'u da helak ettik. Sizin için, onların
başına neler geldiği, oturdukları yerlerden açıkça anlaşılmaktadır. Şeytan
onlara yapakları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa ki
bakıp görecek durumdaydılar.
Şeytan önce insanlara amellerini süslüyor sonra da
yoldan çıkarıyor. Yü-oe Allah, aslında onların, yanlışlarını görecek seviyede
olduklarını ifade etmektedir. Hatalarını görebilecek durumda olanların,
kendilerini yıkıma götürecek işler yapmaları affedilecek bir durum değildir.
Kısaca diyebiliriz ki, şeytanın amellerini süsleyip insanları yoldan çıkarması
sosyal çöküntüyü de beraberinde getirmektedir.
12.
insanların arasını açar
Şeytanın etkisini azaltan en önemli şeylerden biri,
sözün güzelini söylemektir. Şeytanın, güzel sözün olmadığı yere sızıp manevra
yapması ve etkisini göstermesi kolaylaşmaktadır. Yüce Allah bunu şöyle ifade
etmektedir
Kullanma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra
şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır. [İsra/53]
Güzel söz, insanı şeytana karşı koruyan en büyük
zırhür. Şeytan bu büyük engeli aşınca, insanların arasını açar ve sosyal
ilişkileri çıkmaza sokar. Onun için Yüce Allah, şeytanın bu zehirine karşı,
panzehir olarak güzel söz söylemeyi emretmektedir.
13.
Kendine taptırır
Şeytan, düşmanlığını, kendini insanlara tanrı olarak
kabul ettirmekle gerçekleştirmektedir:
Babacığım şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok
merhametli olan Allah'a asi oldu. [Meryem/44]
Hz. İbrahim babasına, şeytana değil, Allah'a ibadet
etmesini önerdi. Bundan, ilahî mesaja uymayan ve onu kabul etmeyenlerin,
şeytana kul oldukları anlaşılmaktadır. Şeytana kul olmak, şeytana mağlup
olmanın göstergesidir.
14.
Cehenneme çağırır
Şeytanın insana karşı olan düşmanlığı, onu cehenneme
davet etmesiyle doruk noktasına ulaşmaktadır. Şeytan bunu, ataları taklite yönlendirmekle
gerçekleştirir. Lokman/2l'de taklidin insanı cehenneme götürdüğü vurgulanmaktadır:
Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun dendiğinde,
"Hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya
şeytan, onlan alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse mi!
Kötüyü, çirkini ve Allah hakkında bilmeden konuşmayı
emretmesi, düşmanlık ve kin aşılaması, namazdan ve Allah'ı anmaktan
uzaklaştırması, saptırması, kuruntulara düşürmesi, Allah'ın yaratışını
değiştirmelerini emretmesi, aldatması, fit sokması, amelleri süslemesi,
insanların aralarını açması, kendine taptırması ve cehenneme çağırması ile
şeytan, insanlığın etrafında çok kötü bir etki alanı meydana getirmektedir.
Bu etkinin boyutunu, rengini ve derinliğini bilmeyen
insanlara, Kur'an bunları öğretmektedir. Çünkü düşmanını tanımayan ve etrafını
saran kötülük duvarının farkında olmayan insanların, etki altında kalması
kolaydır. Yüce Allah, şeytanın hangi alanlarda insanın ayağını kaydırma
uğraşısını verdiğini ve bunun için neler yaptığını anlatarak, insanın
dikkatini çekmekte, onu bilinçlendirmekte ve şeytana karşı bilgi silahı ile
teçhiz etmektedir.
[28]
170. Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun"
denildiğinde, "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye
uyarız" derler. Ya ataları akıllarını kullanamamış, doğruyu da bulamamış
idiyseler?
Ayette yer alan 'onlar' zamirinin kimlere işaret
ettiği hususunda müfessir-ler farklı görüşler serdetmektedir. Zemahşeri'ye
göre, bu zamir Bakara/l 68'deki 'nas'a (insanlara) gitmektedir. İbn Abbas,
Arap müşriklerine; Hazin, Hz. Peygamberin davetine muhatap olan yahudilere;
Nesefi ise, sayılan grupların üçüne birden gittiğine kanidir.
Üç görüşü de nakleden Fahruddin Razi, tercihte
bulunmamaşıtır.[29]
Hz. Peygamber döneminde yaşayan, davete muhatap olan
ve atalarının yolundan gideceklerini söyleyenlerle ilgili olmakla birlikte,
ayet, sadece tarihsel boyutuyla sınırlı olmayıp kıyamete kadar aynı şekilde
davranacak olan insanları da kapsamaktadır. Kur'an'ın mesajına muhatap olan ve
atalarını taklitte ısrar eden tüm insanlar ayetin kapsamı dahilindedir.
Örgüsü ve kelimelerinde farklılık bulunmakla
birlikte Maide/104 ve Lokman/21 ayetleri de Bakara/170'e benzemektedir.
Bakara/170'i merkeze alarak, diğer ayetlerin ona göre farklılık ve benzerliklerini
inceleyebiliriz.
Lokman/21 ayeti kısmına kadar, aynen Bakara/170
ayetine benzemektedir. Maide/104'te, bu ayeüerdeki £^ (itte-6/w=tabi olun) emri
yerine, fyd, (tea/ev=gelin) emri yer almaktadır ki bu emirler birbirini tefsir
etmekte; "tabi olun" emriyle "gelin" emri, aynı manayı
ifade etmektedir. Tabi olmakta gelmek, gelmekte de tabi olmak manası vardır.
Ayetlerin ikinci kısımlarında bazı farklılıklar vardır. Bakara/170 ve
Lokman/21'de sadece Allah'ın indirdiğine uyma emredilirken, Maide/104'te Peygamber'e
gelme de emredilmektedir. Bakara/170 ile Lokman/2rde ğjc (bel-nettebiu=hayır
biz uyarız) ifadesi yer alırken, Maide/104'te ££. (hasbu-na=biz£ yeter) ifadesi
yer almaktadır.
Maide/104 ve Lokman/2l'd (ma veced/ıa=bulduğumuza)
ifadesi, Bakara/170'te (ma e//evna=bulduğumuza) şeklinde -aynı anlama gelmekle
birlikte- değişime uğramış; böylece £i'f (elfeyna) kelimesi, (ve-cedna=)
kelimesiyle tefsir edilmiştir.
Ayetlerin son kısımlarında ibareler açısından büyük
farklılıklar bulunmakla beraber, hedef açısından aynı özelliği
taşımaktadırlar. Bakara/170'in sonunda akıl ve doğruyu bulma, Maide/104'te
bilgi ve doğruyu bulma yer almaktadır. Ama bunlar, farklı ifadelerle de olsa,
insanı aynı neticeye götürmektedir. Aklını kullanamayan cahil insanlar doğruyu
bulamazlar, doğruyu bulamayanları da şeytan, alevli cehenneme çağırır. Böylece
her üç ayet arasında, aynı sürecin basamaklarını belirleyen bir ifade
dağılımının söz konusu olduğu anlaşılmaktadır. Şimdi bölümlere ayırarak ayeti
açıklayabiliriz:
1. (Onlara, "Allah'ın
indirdiğine tabi olun" dendiğinde...)
Maide/104'te buna "Peygamber" de ilave
edilmektedir.
Ayetlerin bu kısmı, kime tabi olunması gerektiğini
öğretmektedir. Allah'ın indirdiğine, yani Kur'an'a ve o mesajı insanlara tebliğ
eden Peygamber'e tabi olunmalıdır. Bunların dışında, din adına kimseye tabi
olunamaz, insanların, özellikle müslümanların, kendi işlerinde büyük insanlara
tabi olmaları doğru değildir. Özellikle, atalarının kendilerine bıraktıkları
düşünceleri taklit edip onlara uymaları hiç doğru değildir. Demek ki, din
alimleri insanları Kur'an'a ve Peygamber'e tabi olmaya davet etmelidirler.
2.
("Hayır! Babalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" dediler).
İşte bu zihniyet, değişimi engellemiş, yenilenme ve
gelişmeyi durdurmuş, insanlığı mahvetmiş, geri bırakmış ve hayatı cehenneme
çevirmiştir.
Babalarını üzerinde bulduktan şeyi yeterli gören,
onun sorgulayıp yanlış ve eksik yönlerini tesbit etme cesaretini gösteremeyen
nesiller, kurumuş ağaç gibidirler; odun olup ateşte yanmaktan başka bir şeye
yaramazlar. Onun içindir ki Yüce Allah, Lokman/21 'de şeytanın bu tip
insanları alevli azaba çağırdığını söylemektedir.
Hiç kimse bahçesindeki çiçek vermeyen, filiz
sürmeyen ve canlılık alameti bulunmayan meyve ağacını sulamaz. Kuruyan meyve ağacı
kesilip ateşe atilır. Yenilenmeyen, değişmeyen, gelişmeyen ve yeni ürünler
vermeyen nesiller de kurumuş ağaç gibidirler. Şeytan onları ateşe atacak ve
karşısına geçip ısınacaktır. Taklit batağına saplanmanın sebebi de ayetin
üçüncü kısmında beyan edilmektedir:
3. (Ya ataları akıllarını
kullanamamış, doğru yolu da bulamamış idiyseler?)
Aklını kullanıp doğru yolu bulmak, insanı taklitten
kurtarır. Demek ki aklını kullanan kimsenin peşinden gidilebilir.
Akü, yaratılıştan insana verilen bir "iç
vahiy" gibidir. Bununla, gönderilen vahiy birleştiğinde, doğru yol
bulunmuş olur. İç vahiy denen akü, gönderilen vahye ev sahipliği yapmakta, onu
anlamakta ve insanın doğruyu bulmasını temin etmektedir.
Aklını kullanamayan, doğru düşünemeyen, doğru yolu
bulamayan, atalarını taklit eden ve Allah'ın indirdiğine uymayı reddeden,
böylece de toplum hayatını cehenneme çeviren insanlar, taklidin pençesinde can
vermektedirler.
Bakara/170 ayeti aklı, Maide/104 ayeti ise bügiyi
öne çıkarmaktadır. Demek ki aklı kullanıp düşünmek ve bilgi, insanı taklit
batağından kurtarıp doğru yola götürmektedir. Doğru yol ise Allah'ın vahiyle
gösterdiği yoldur. Doğru yola ve Allah'a ulaşmak akılla olacağına göre, aklın
önündeki engelleri kaldırmak, eğitim ve öğretime düşer. Nesillerin şeytanın ve
taklidin kurbanı olmasını istemiyorsak, onlara akıllarını kullanmayı, doğru
düşünmeyi ve bilginin nurundan istifade etmeyi öğretmeliyiz. Taklit ve inkar
psikolojisi toplumu çökertmekte ve Allah'ın azabını getirmektedir. Bu konu
Zuhruf suresinde ele alınmıştır:
Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek,
mutlaka oranın refah içinde olan şımarık tabakası, "Biz atalarımızı bir
din üzere bulduk ve biz onların izinden gidiyoruz" dediler. Uyarıcı,
"Size, babalarınızı üzerinde bulduğunuzdan daha iyisini getirmiş olsam
bile mi?' diye sorunca, onlar, "Biz sizin peygamberliğinizi kesin olarak
inkar ediyoruz" diye cevap verdiler. Biz de onlardan intikamımızı aldık.
Bak, peygamberlerini yalanlayanların sonu ne oldu. [Zuhraf/23-25]
Peygamberlerle muhatap olan zengin ve şımarık
tabaka, atalarının bıraktığı -ve ayette 'iz' olarak nitelendirilen- dinden
daha iyisini gördükleri halde inkar ettiler. Halbuki ataların bıraktığı,
sadece bir kültür değeri taşır; ona kutsallık verilip din haline getirilemez.
Bunun farkında olmalarına rağmen, peygamberi yalanlamaları, ilahî azaba
uğamalanna sebep olmuştur.
[30]
171. (Allah'ın indirdiğine tabi olma çağrısına
aldırış etmeyen) kafirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp-çağırması-nı işiten
hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu
sebepten dolayı düşünemezler.
Yüce Allah kafiri hayvana benzetmektedir. Çünkü hayvanlar, çobanın sesini
duyarlar ama ne dediğini anlamazlar. Peygamberin çağrısını duyan, ama dediğini
anlayıp gerekeni yapmayan insan da hayvana benzer.
Bu tür insanların aldıkları duyumlar, beyne gidip gereken düşünceyi
üre-temedikleri için, ham olarak kalmaktadırlar. «Gözlerin değil, önemli olan
gönül gözünün görüp anlamasıdır. "Gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki
kalpler kör olur" [Hac/46] buyurulduğu gibi, onların gönül gözleri kör
olmuştur. Sadece çağrıyı duyan, ama onun içeriğini anlayıp gereğini yapmayan
insan, sağu-, dilsiz ve kördür. Bu duyu organlarından mahrum olan insanın
aklını kullanıp düşünmesi de mümkün değildir. Yüce Allah'ın bu benzetmesinden
şu ilkeleri çıkarabiliriz:
1.
Yüce Allah bu temsille
hayvan ile insanı birbirinden ayıran temel özelliği zikretmektedir. Kendisine
verilen bilgiyi, aklın kalıplarına vurarak anlayan, gönül güzünü kullanarak
gören kimse, hayvandan ayrılmakta ve insan seviyesine çıkmaktadır.
2.
Babalarından aldığı kültür
mirasını sorgulayan ve gerektiğinde reddeden insan, hayvandan ayrılmaktadır.
Çünkü bu insan, geçmişin işe yaramayan bilgilerinin, ayağına zincir, kollarına
kelepçe olmasını engellemiş, şart-lanmışlıktan kurtulmuş demektir.
3. Hayvanlarla konuşmak
anlamsız olduğu gibi, bu insanları eğitime tabi tutmak da anlamsızdır. Bu ayet,
herkesin eğitilebileceğinden hareket eden eğitimcilere, eğitilemeyecek
insanların olabileceği gerçeğini de öğretmektedir. Bu insanlar eğitilemez;
beynini ve basiretini kullanacak hale getirilemez; sadece hayvanlar gibi
ehüleştirilebiürler.
4. Yüce Allah bu benzetmeyle,
insanları bu durumdan sakındırmayı amaçlamış olabilir. Çünkü kimse hayvan
seviyesine düşmek istemez.
5.
"Allah'ın indirdiğine
tabi olun" emrine gösterilen olumsuz tepkinin arkasındaki sebep,
psikolojik oluşumlara bağlanmaktadır. "Allah'ın indirdiğine uymama"
netice; "aklını kullanamama" da sebeptir. Bunların arasında olan
diğer halka da, taklittir. Taklit, akü kullanmamanın neticesi, Allah'ın indirdiğine
uymamanın da sebebidir.
Bakara/170-171 ayetleri birlikte ele alındığında, psikolojik kabiliyetleri kullanmamanın insanı ne kadar kötü hallere düşürdüğü anlaşılır. Bütün mesele, duyu organlarının taşıdığı ham duyumları işleyip düşünce denen ürünü meydana getirecek olan aklın çalıştınlmasıdır. İşte o zaman kişi, hayvanlıktan kurtulup insan olmanın onurunu tadar. [31]
172. Ey iman edenler! Size verdiğimiz nzıkların temiz olanlarından
yiyin. Eğer sadece Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin.
1. Bakara/168'deki, helal ve
temiz nzıklardan yenilmesi emri, tüm insanlığa ait olduğu halde, buradaki emir
sadece inananlaradır. 168. ayette hem 'helal' ve hem de 'temiz' kavramları
kullanıldığı halde, bu ayette sadece 'temiz' kelimesi kullanılmaktadır. Bunun
sebebi, iman edenlerin zaten haram yemeye yeltenmeyecekleri olabilir.
Müslümanların, domuz eti, kan, leş ve alkol gibi maddeleri yiyip-içme ihtimali
zayıftır, ama kul hakkı yiyebilirler. Onun için Yüce Allah, kul hakkının
bulunmadığı temiz nzıklardan yemelerini emretmektedir.
Bakara/168'de helal ve temiz lokma yemenin emredilmesinin ardından,
insanın düşmanı olan şeytanın izinden gidilmemesi emredilmişti. 172. ayette
ise şükredilmesi emredilmektedir. Önceki ayette tehlikeye karşı korunma, bu
ayette ise nimete karşılık ne yapılması gerektiği konusu ele alınmaktadır.
2. (Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız,
O'na şükredin). Ayetin bu kısmından şu ilkeleri çıkarabiliriz:
a.
Şükür, sadece Allah'a kulluk
etmenin göstergesi olarak sunulmuştur ki bu, tevhid inancına sahip olmayan,
yani sadece Allah'a ibadet etmeyen insana, şükretme emrinin verilmediği
anlamına gelir. Demek ki şükür, ibadetin
olmazsa olmazını teşkil etmekte; yani sadece Allah'a kulluk etmek, şükretmekle mümkündür.
b. Ayetin başında "iman
edenler" denildiği halde, ayetin sonunda "Eğer yalnız Allah'a kulluk
ediyorsanız" ifadesi niçin yer almaktadır? iman eden insan, sadece
Allah'a kulluk etmiyor mu? Biz bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Kişi, iman
ettiği halde şirk batağında olabilir, iman eden müşrikler de bulunabilir.
Böyleleri, ağır bir hastalığa yakalandıkları halde sancısını duymayan kimselere
benzerler. Böyle bir insanın tevhid inancına sahip olduğunu anlayabilmesi
için, yediği temiz nzıktan dolayı Allah'a şükretmesi gerekir. Allah'a
şükretmesi, rızkın kimden geldiğini bildiğine delalet eder. "Rızkı ben
kazandım, bu bana bilgim ve gayretimden ötürü verildi" diyen bir kimse,
şirke düşmüş demektir.
Kehf/32'de, sahip olduğu servetten ötürü şirke düşen bir kişinin kıssası anlatılmaktadır. Yine Kasas/78'de de Karun'un, "O servet, bendeki bilgi sayesinde bana verildi" diyerek nasıl şirke düştüğüne işaret edilmektedir. Sahip olduğu rızkın Allah'tan geldiğini bilmek ve itiraf etmek, kişinin, sadece Allah'a kulluk ettiğinin delilidir. İşte şükürle tevhid inancı arasındaki ilişki bu temel üzerine oturmaktadır.
insanları eğitirken onlara, önlerine gelen ekonomik nimetin nereden geldiğine
dair bilgi verilmelidir. Mideden gönüle giden yollar açık tutulmalıdır, insan,
hayatini, maddî değerler kazanma uğruna koşuşturmakla harcar. Kazandığı maddî
nimetin kaynağım bilen insan, daha sağlam iman eder.
c. Allah'ın verdiği temiz nzık
yerine, haram yiyen insanın Allah'a şükretmesi kolay değildir. Mide ve
damarlarında haram lokma bulunan insanın gönlü şükür ibadetini yerine
getiremez. Onun için, Yüce Allah önce rızkın temiz olanından yemeyi, sonra da
şükretmeyi emretmektedir. Kısaca diyebiliriz ki Yüce Allah, temiz bir mide ve
şükreden bir gönül istemektedir. Ayetin bütününü dikkate alırsak şöyle bir
formül kurabiliriz: İman+temiz nzık+yal-mz Allah'a kulluk=şükür. İlk üçü,
şükrün şartlandır.
iman, yalnız Allah'a kulluk ve şükür gönlün faaliyetlerini; rızkın
temiz olanından yemek de midenin faaliyetini göstermektedir. Kul hakkının karıştığı
gönül faaliyette bulunamaz. Pisliğin içinde secdeye gidilemeyeceği gibi, haram
lokmayla kirlenmiş bir bedenle de, şükür ibadeti yapılamaz. Namaz için nasıl
abdest şart ise, şükür için de helal lokma şarttir.
[32]
773. Allah size yalnız leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası
için kesilmiş olanı yasaklamıştır. Fakat kim bunlardan yemek zorunda kalırsa,
başkasının hakkına tecavüz etmemek ve ihtiyaç miktarını aşmamak şartıyla, ona
günah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
Burada, yenilmesi her halükârda haram olan hayvanlar ile, yenilmesi helal
olduğu halde boğazlanamadığı için haram olan hayvanlar bildirilmektedir.
1.
Leş
Meşru bir şekilde boğazlanmayan hayvan leş olup yenilmesi haramdır.
Meşru şekilde boğazlanmayan hayvanların eti insan sağlığı için zararlıdır.
2.
Kan
Kesilen hayvanın akan kanı, insana haram kılınmıştır. Hayvanın vücudunu
terk eden kan, gıda olarak kullanılamaz.
3.
Domuz eti
İnsan sağlığına zararlı olan hayvanlardan biri de domuzdur. Domuz
etinin zararları üp tarafından da tesbit edilmiştir.
4.
Allah'tan başkası adına
kesilen hayvanın eti
Burada kasdedilen hayvanlar, kendisi haram olmamakla beraber, meşru bir
şekilde kesilmemesi sebebiyle haram kılınan hayvanlardır. Zira, bu hayvanların
da etinin helal olması, Allah'ın ismi anılarak, yani Allah adına kesilmelerine
bağlıdır. Kesimdeki niyet, o hayvanın etini helal veya haram yapmaktadır.
En'am/119 ve 121'de buna açıklık getirilmiştir:
Üzerine Allah'ın adı anılıp kesilenden yememenize sebep ne? Oysa Allah,
çaresizlikten yemek zorunda kaldığınızın dışında, haram kıldığı şeyleri size
açıklamıştır. Doğrusu bir çokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak saptırıyorlar.
Elbette Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir. [En'am/119]
Üzerinde Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Şüphesiz
bu büyük günahtır. [En'am/121]
Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanların etlerini yemenin büyük günah
olduğunu bildiren bu ayet, aslen haram olmayan bir hayvanın etinin nasıl haram
olacağına dikkat çekmektedir.
Bakara/173 ve Maide/3'te Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın; En'am/121'de ise, kesilirken üzerine Allah'ın isminin anılmadığı bir hayvanın etinin haram olduğu bildirilmektedir. Bu ayetlerden şu neticeyi çıkarabiliriz: Ölmüş bir kimse adına veya herhangi bir insanın teşrifi sebebiyle kurban kesmek şirktir; kesilen kurbanların etleri de yenmez. Üzerine Allah'ın ismi anılsa bile, Allah adına değil de başkası adına kesildiği için hem şirk, hem de o hayvanın eti haram olur. Hac/28 ve 34'te kurbanın, ancak Allah'ın ismi anılarak ve Allah adına kesilmesi gerektiği ifade buyurulmuştur.
Boğulmuş, vurulmuş öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp
ölmüş ve vahşi hayvanlar tarafından parçalanmış hayvanların yenmesi de haramdır.
Yetişip, ölmeden normal yollardan kesilenler müstesnadır. [Maide/3]
5.
Putlar adına boğazlanmış
hayvanlar
Kur'an'da hangi hayvanların etlerinin yenebileceği, hangilerinin yenemeyeceği
açıkça bildirilmiştir. Aslen helal olmakla birlikte, meşru şekilde boğazlanmadığı,
yani putlar adına boğazlandığı için haram olan hayvanlar da bunlardan biridir.
Bütün bu yasaklar, insanın menfaati için konmuştur. Zamanla, kanı
akıtılmamış hayvan etlerinin insan sağlığına ne kadar zararlı olduğu ortaya
çıkacaktır. Diğer taraftan, hayvan da olsa bir canlının hayatına, ancak Allah
adına son verilebileceği gerçeğine de işaret eden bu ayetler, geçerli bir
neden olmadan hiçbir cana kıyüamayacağını öğretmektedir.
Allah Teala, açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalan insanın, hayatını devam ettirecek kadar, haram kılınan etten yemesine izin vermektedir. "Zaruretler haramları mubah kılar" kaidesinden hareketle, hayatî bir tehlike olduğu vakiüerde, -ölmeyecek kadar- haram olan yiyecekten yemeye ruhsat verilmektedir. Demek ki şartlar, hükümlerde değişikliğin yapılmasını gerektirebilir. Hayat tehlikesinin bulunup bulunmadığına karar verecek olan da insanın kendisidir. Bu kararında hatalı olması durumunda, -kasıt olmamak şartıyla-Hak Teala (Elbette Allah bağışlayıcı ve merhamet sahibidir) vaadiyle devreye girmektedir. Çünkü açlık sınırını belirlemek, izafî olup; insana ve şartlara göre değişebilen bir olgudur. Allah'ın merhametine ve affına layık olmak, niyetin temizliğine bağladır.
Yüce Allah, hayat tehlikesi bulunduğunda haram olan etten yemeye ruhsat
vermektedir. Ama insan bu ruhsatı istismar etmemelidir. İstismar olmadığında,
bu husustaki hatayı affedeceğini vurgulayan Yüce Allah, affının hangi
şartlarda devreye gireceğine de ışık tutmaktadır.
Yüce Allah bu açıklamalarıyla eğitimci ve hukukçuların dikkatini şu
ilkeye çekmektedir Suçun işlendiği şartlar ve kişinin niyeti, cezalandırmada gözönünde
bulundurulmalıdır.
[33]
174. Allah'ın indirdiği kitabın bir kısmını gizleyenler ve onu az bir
değere değişenler, karınlarına ateşten başka bir şey tıkmış olmazlar, kıyamet
günü Allah onlarla konuşmayacak, onları temize çıkarmayacaktır; onlara acıklı
bir azap vardır.
Yüce Allah bu ayette, iki olumsuz davranışa karşılık dört cezadan
bahsetmektedir. Allah'ın indirdiği kitabın bir kısmını gizlemek ve onu az bir
bahaya satmak gibi din ile oynamanın karşılığı, karnı ateşle doldurmak,
Allah'ın onlarla konuşmaması, onları temizlememesi ve elim bir azaba duçar
edilmeleri olacaktır. Şimdi bunları teker teker ele alabiliriz:
1. (Allah'ın indirdiği kitabın
bir kısmını gizleyenler...)
Bakara/l 59'daki "İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara
apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere..." ifadesi, 174. ayetin
bu kısmıyla büyük bir benzerlik arzetmektedir.
Her iki ayette de kitabın bir kısmını, delilleri ve o kitabın
gösterdiği yolu gizleme meselesi ele alınmaktadır. Yüce Allah'ın kitaptan
indirdiği ve gizlenen şeyin ne olduğu Bakara/159'da açıklanmıştı.
Bu gizlemenin, sadece İslâm'dan önceki dinlerin ulemasıyla sınırlı olmadığını,
İslâm'dan sonraki din mensuplarını da kapsadığını söylemekte yarar vardır.
2. (Onu az bir pahaya
değişenler...) Bakara/4l'de bu konuda şöyle buyurulmaktadır: (Ayetlerimi az bir
pahaya satmayınız). Yine Bakara/79'da Allah'ın ayetlerini satanlara dikkat
çekilmiştir:
Elleri ile kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için,
"Bu Allah katındandır" diyenlere yazıklar olsun!
Görüldüğü gibi, BakaraMl'de Yüce Allah, ayetlerinin az bir pahaya satılmasını
yasaklıyor; 79. ayette de, elleriyle yazdıkları kitabı Allah katındanmış gibi
gösterip, onu az bir pahaya satardan ele alıyor. Bu ayetlerin devamında ise,
verilen emri tutmayıp bu kötü fiili işleyenleri ne gibi cezaların beklediği
açıklanıyor:
a. (İşte onların yiyip de
karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir).
Ayetin bu kısmındaki "yemek" olgusu, bu insanların Allah'ın ayetlerini para karşılığında sattıklarına işaret etmektedir. Demek ki İslâm'dan önce, bazı din mensupları Allah'ın ayetlerini para karşılığında satmıştır. Allah'ın ayetlerini satmanın, onlar karşılığında para almak mı, yoksa ayetin metnini veya hükmünü değiştirmek mi olduğunu Nisa/46 ile Maide/13'ten öğrenmekteyiz:
Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler. [Nisa/46]
Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini
katılaştırdık. Onlar kelimelerin yerlerini değiştiiirler. [Maide/13]
Bu ayetlerde, Allah'ın ayetlerini az bir pahaya satıp değiştirenlerin
kimler olduğu bildirilmektedir. Bu ayetin yukardaki kısmında ise, ayeüerdeki hükümleri
değiştirmek suretiyle kazandıkları paranın, onların karnında ateş olacağı
vurgulamaktadır.
Tevbe/34'te, satma ve değişme işini yapanlar ve uğrayacakları ceza
bildirilmektedir:
Ey iman edenler! Hahamlarla rahiplerin bir çoğu insanların mallarını
haksız yere yerler ve bir de Allah yolundan alıkoy arlar...
İşte bu ayette, Allah'ın ayetlerini satanların, eliyle yazıp Allah
karındandır diyenlerin ve Allah'ın indirdiğini gizleyenlerin kim olduğu
açıklanmaktadır. Allah'ın ayetlerinin hükmünü değiştirerek para ile satanların
kazançları, midelerine ateş olarak girecektir.
Yüce Allah bu ifadeyi, yetim malını yiyenler için de kullanmaktadır.
Ni-sa/10'da, yetimin malını haksız yere yiyenlerin, karınlarına ateş
doldurdukları büdirilmektedir.
.Para maddî, Allah'ın ayetleri ise manevî bir değerdir. Maddî değerle
manevî değer satın alınamaz. Bu değişimi yapanlar, hem büyük günah işlemişler,
hem de kazandıkları ekonomik değeri haram hale getirmişlerdir.
b. (Kıyamet gününde Allah
onlarla konuşmayacak).
Gönderdiği mesajı gizleyen ve değiştiren insanlarla Yüce Allah kıyamet
günü konuşmayacaktır. Allah'ın konuşmaması en büyük cezalardan biridir. Allah,
bu insanlarla konuşmayacağı gibi, onların da kendisiyle konuşmalarını
yasaklayacaktır:
"Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha dönersek, artık belli
ki biz zalim insanlarız". Buyurulur ki: "Alçaldıkça alçalın orada!
Bana karşı konuşmayın artık!" [Mü'minun/108-109]
Kul Allah'a yalvarırken, O'nunla konuşuyor demektir. Mahşerde, dünyaya
geri dönüp iyi insan olma isteklerini dile getirdiklerinde, Allah onlara,
"Benimle konuşmayın" diyecektir. Bakara/174'te, Allah'ın onlarla
konuşmayacağı; Mü'minun/109'da da, onların Allah ile konuşamayacakları vurgulanmaktadır.
c.
(Onları tezkiye etmez).
Bu ifadeden, Yüce Allah'ın bazı insanları mahşerde tezkiye edeceği sonucunu
da çıkarabiliriz. Ama Allah'ın kitabından bazı şeyler gizleyip az bir pahaya
satanlar veya değiştirenler, bu tezkiyeden istifade edemeyeceklerdir. Allah'ın
kitabına ve onun ayetlerine karşı takınılan bu olumsuz tavır ve muameleler,
orada böyle bir mahrumiyetle karşılık bulacaktır.
d. (Onlar için can yakıcı bir
azap vardır).
Bu dünyada midelerine ateş tıkmaları, Allah'ın onlarla konuşmaması ve
onlan tezkiye etmemesinin yanısıra, onlara bir de can yakıcı azap vardır.
e.
Bakara/159'da bu insanların
diğer bir azabının da 'lanet' olduğu bildirilmektedir. "Allah ve lanet
ediciler onlara lanet edecektir" [Nisa/46] ayetinde, bu lanet haberi
tekrar edilmektedir.
Yüce Allah'ın bu insanlar için sıraladığı cezalar, aslında caydırmaya
yöneliktir. Yoksa Allah kullarına azap etmekten zevk duymaz. Bilindiği gibi,
cezalandırmaya yönelik kanunlar, öncelikle caydırıcı olmaları için yapılır. Ama
yine de suç işlenirse, cezanın uygulanması gerekebilir.
[34]
175. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, bağışlanmaya bedel olarak
da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe ne kadar dayanıklıdırlar.
1.
Allah'ın kitaptan indirdiğini gizleyip ondaki
ayetleri az bir pahaya satanlar; Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar
ve elleriyle yazıp "Bu Allah karındandır" diyenler, bu ayette Allah
tarafından ele alınmakta ve Allah'ın ayetlerini az bir pahaya satmanın; beşerî
sözlerin ilahî sözlermiş gibi gösterilmesinin bir dalalet ve nihayet, ilahî
olanla beşeri olanın değiş-tokuş edilmesinin büyük bir günah olduğuna işaret
edilmektedir.
2.
Bu davranış, sadece doğru yolu verip
sapıklığı almak değil, aynı zamanda ilahî affı verip azabı da almaktır ki bu,
akü dışı bir davranıştır. Bilerek af yerine ateşi tercih etmekten farkı
olmayan bu durumun anlatılmasıyla, eğitimdeki cezaların caydırıcı özelliğinden
istifade etmenin önemi vurgulanmaktadır.
Ayetin her iki bölümünü bir araya getirirsek görülür ki, sapıklığın
karşılığı azap; doğru yolun karşılığı da afur. Böylece sapıklığı satın alan
azabı da; doğru yolu alan affı da almış olacaktır.
Yüce Allah, bu ayetiyle insanlara, hangi değerlere göre davranmaları gerektiğini
öğretmekte; hangi değerin hangi davranışa, hangi davranışın hangi karşılığa
sebep olacağına dikkat çekmektedir.
3.
(Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar).
Ayetin bu kısmı, Allah'ın ayetlerini az bir pahaya değişmenin bir
sapıklık olduğuna; bu sapıklığın varacağı nihai noktanın azap, bu azabın da
ateş olduğuna işaret etmektedir.
Demek ki insanın davranışları yok olup gitmiyor; onlar, iyi veya kötü
bir ürüne dönüşmektedirler. İyi davranışlar mutluluğa, yani cennete; kötü davranışlar
ise bedbahtlığa, yani cehenneme dönüşmektedirler.
Dünyadaki davranışlar, insanlığa neler getirdiğine göre değerlendirilecek; ona göre karşılık bulacaktır. Bu dünyadaki sapık davranışlar, neticede ateşe dönüşecek ve sahibinin karşısına çıkacaktır. Bu, hem dünya, hem de ahiret için geçerlidir.
"Onlar ateşe ne kadar dayanıklıdırlar" ifadesi, onların
sapıklıkta ne kadar ısrarcı olduklarına delalet etmektedir. Onların ateşe olan
dayanıklılığına hayret edilmesi, aslında sapıklıktaki ısrarlarının
kınanmasıdır.
[35]
176. Bu azabın sebebi, Allah'ın kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır.
Kitapta ayrılığa düşenler elbette derin bir anlaşmazlığın içine düşmüşlerdir.
Bu ayette, onların neden ateşle karşılaşacakları beyan edilmektedir.
Ayeti kısımlara ayırarak açıklayabiliriz:
a.
(Allah'ın, kitabı gerçek
olarak indirmiş olmasıdır).
Demek ki, hak olan kitabı Allah indirmiştir. Başka bir ifadeyle, Allah,
hak/gerçek olan kitabı indirir. Hak olanı verip, hak olmayanı almak, iflas etmektir
ki bunu yapan kimse, iflasın ızdırabını çekmek zorunda kahr. İşte 175. ayetin
sonundaki ateş, bu manevî iflasın ızdırabıdır.
b. (Elbette kitap hakkında
ihtilafa düşmüş olanlar...) Ayetin bu kısmında ele alınması gereken kavram
ihtilaftır. Allah'ın kitabı veya o kitaptaki konular hakkında ihtilaf etmek çok
eski bir adettir. İhtilaf ke-limesinin kökü olan halefe, Meryem/59'da, bir
neslin ardından başka bir neslin gelmesi manasında yer almaktadır. Yunus/6'da
ise geceden sonra gündüzün, gündüzden sonra gecenin gelmesi anlamını ifade
etmektedir. Meryem süresindeki manası sosyolojik, Yunus süresindeki manası ise
fizikîdir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette ise, ilahiyat alanındaki
ihtilafı ifade etmektedir. Bakara/30'da açıkladığımız gibi bu kelime, siyasî
iktidarı da ifade eder.
Farklı kalıplan ile farklı manalar kazanan bu kelime, ihtilaf kalıbında
alınınca, muhalefet etmek, ileri derecede tartışmak anlamına gelmektedir.
Fah-ruddin Razi ihtilaf hakkında şu açıklamayı yapmaktadır: "Birşey hak
olmadığı, kabul edilmesi gerekmediği, aksine zoraki birşey olarak ortaya
atıldığı zaman, herkes diğerinin görüşünün aksi olan bir görüş zikretmiş olur
ki, işte ihtilaftan maksat budur".[36]
Demek ki ihtilaf, yapısı gereği gerçek olmayan bir düşünce üzerindeki
ayrılıktır. Gerçek olmayan düşünceler, farklı fikirlerin doğmasına, ihtilafa
kapı açmaktadır.
İhtilaf ne zaman tehlikeli bir hal alır? İhtilafın sebepleri nelerdir?
Hangi konularda ihtilaf edilmiştir ve edilmektedir? İhtilafları asgariye
indirmenin yollan nelerdir? Bu soruların cevaplarını diğer ayetlerde
arayacağız:
1.
İhtilafın sebepleri
Geçmişteki nesillerin, Allah'ın gönderdiği kutsal kitaplar hakkında
ihtilafa düşmelerinin sebebini Kur'an şu şekilde tesbit etmektedir
a.
Kıskançlık
Bakara suresinde şöyle buyurulmaktadır:
Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra,
aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde ihtilafa düştüler. [Bakara/213]
Âl-i İmran/19 ayeti de, aynı sebebe işaret etmektedir
Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim
geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilafa düştüler.
Her iki ayette de yer alan (bağyen) kelimesi, kıskançlık ve azgınlık manasına gelmektedir. Demek ki, ihtilafın temelinde kıskançlık vardır. Bu ayetler, kıskançlığın, delil ve bilgi gibi büyük değerleri bile gölgelediğine işaret etmektedir. Kıskançlık, delil- ve bilginin etkisini azaltmakta, ışığını engellemekte ve böylece insanları ihtilafa sürüklemektedir.
b.
Bilgisizlik
İhtilaf, bilgisizlikten doğmaktadır. Bilgisizlik, zanna, zan şüpheye,
şüphe de ihtilafa götürmektedir. Bilgisiz/cahil insanların ihtilaf etmesi
tabiidir. Yüce Allah Nisa/157'de, ihtilafın temel sebeplerini zikretmektedir.
Onun hakkında ihtilafa düşenler, bundan dolayı tam bir şüphe içindedirler, bu hususta zanna uymanın dışında hiçbir bilgileri yoktur.
Görüldüğü gibi, insanları tefrikaya götürecek derecedeki ihtilafın
kaynağında, kıskançlık ve cehalet bulunmaktadır. Cehaletle kıskançlığın bir araya
gelmesi, ateşle barutun yanyana gelmesi gibi tehlikeli bir durum
arzetmekte-dir. Cehalet ve kıskançlığın sebep olduğu ihtilaf, hem ferdi, hem de
toplumu yiyip tüketir, ilim adamları arasındaki kıskançlığın meydana getirdiği
tahribata ise, Bakara/213'te dikkat çekilmektedir. Delil ve bilgiye rağmen,
sırf kıskançlık sebebiyle ihtilafa düşmenin neticesi inkardır.
Bakara/253'te, delil ve bilginin durduramadığı hasedin meydana
getirdiği ihtilalin inkarla noktalandığına dikkat çekilmektedir:
Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de
inkar etti.
Delile rağmen ihtilaf ediliyorsa, ihtilaf eden taraflardan biri, inkara
sapacaktır. Çünkü taraflardan biri, delile rağmen fikrinde ısrar ederek diğer
tarafla ihtilafa düşecek, neticede bir taraf imanda, diğer taraf küfürde
olacaktır.
Bir tarafta bilen insanların kıskançlıktan dolayı ihtilafları, diğer
tarafta ise cehaletin meydana getirdiği ihtilaflar durmaktadır. Cehaletten
kaynaklanan ihtilafların doğuracağı nifak, daha büyük tahribat yapacaktır. Onun
içindir ki Tevbe/97'de, cahillerin küfür ve nifakta daha şiddetli oldukları
ifade edilmektedir. Cehalet, küfre, nifaka ve Allah'ın koyduğu kanunları
reddetmeye kadar uzanmaktadır.
2. İhtilafın kaldırılması
İhtilafın sebepleri ortadan kaldırılırsa, ihtilaf da ortadan
kalkacaktır. İhtilafın sebeplerinden biri olan hasedi ortadan kaldırmanın
yolu, duygu eğitiminden geçmektedir. Çünkü haset denen tahrip edici güç, bir
duygudur. Duygu eğitimine ağırlık verilerek, haset duygusu disipline edilebilir.
Cehaletten kaynaklanan ihtilafın giderilmesi ise, bilgilendirme ile
olur. Yani cahilleri öğretim faaliyetinden geçirip doğru bilgi ile beyinlerini
aydınlatmak gerekir ki ihtilaflar ortadan kalksın.
Yüce Allah "Aralarındaki hasetten dolayı ihtilafa düştüler'''
buyurmakla, aslında bize bir duygu eğitimi yapmaktadır. Yüce Allah hangi
duygunun kabarıp delil ve bilginin etkinliğini azalttığına dikkat çekerek,
insanları bilgilendirmekte ve neticede eğitmektedir. Geçmişte, toplumlarda
büyük yaralar açan ihtilafların sebeplerinden birinin de haset duygusu olduğunu
bildirmek suretiyle insanlara, hem tarihî, hem sosyal ve hem de duygusal eğitim
vermektedir.
Diğer taraftan Yüce Allah, ihtilafın ortadan kaldırılabilmesi için,
üzerinde ihtilaf edilen meselenin açıklanması gerektiğine de işaret etmektedir.
Kur'an'ın gönderiliş gayelerinden biri de üzerinde ihtilaf edilen konulan
açıklamaktır:
Bu kitabı, sana, sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara
açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik.
[Nahl/64]
Üzerinde ihtilaf edilen şeyin açıklanması, ihtilafın ortadan
kaldırılmasına kapı aralayabilir. Kur'an'ın geliş sebeplerinden biri de,
ihtilafların açıklanıp ortadan kaldırılmasıdır. Neml/76 ayeti de buna işaret
etmektedir
Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğullan'na, hakkında ihtilaf edegeldikleri
şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.
Demek ki insanlar, yeryüzünde kıskançlık veya cehalet yüzünden inkara
gidecek tarzda ihtilaf ettiklerinde, levh-i mahfuz'u rahatsız etmektedirler. Allah
da bu ihtilafları açıklayıp ortadan kaldırmak için Kur'an'ı ve önceki kutsal
kitapları göndermiştir. Kur'an bir taraftan cehaleti ortadan kaldıracak; diğer
taraftan da haset duygusunu terbiye ederek sevgi ve saygıyı öne çıkaracaktır.
Bildikleri halde sadece haset yüzünden ihtilafa düşenlerin eksiklikleri sevgi
ve saygıdır. Bu değerler onlara kazandırılarak haset duygusu disipline
edilecektir. Bakara/176'da insanların kitap hakkında da ihtilafa düştükleri ifade
edilmiştir. Müfessirler bu ihtilafın, Tevrat ve İncil'in Hz. Muhammed'i müjdeleyen
ayetleri hakkında olduğunu söylemektedirler. Bunun yanında, kitap hakkındaki
ihtilafı, Allah'ın indirdiği kitapların bir kısmını kabul edip diğerleri
hakkında farklı görüşler beyan etme şeklinde yorumlayanlar da vardır.
Keşşaf, "Kitap ehli, Allah'ın kitaplarının bir kısmının hak, bir
kısmının batıl olduğunu söylediler" demekte, Kadı Beydavi de bu izahı
kabullenmekle beraber, buna kitap ehlinin kendi kitaplarını tahrif etmelerini;
Kur'an'a sihir, beşer sözü ve evvelkilerin masalları dediklerini de ilave
etmektedir. Hazin de, onların, kitabın mana ve tevilinde ihtilaf ettiklerini,
onu tahrif edip değiştirdiklerini, bir kısmına inanıp bir kısmını inkar
ettiklerini söylemektedir. Fahruddin Razi de bu görüşlerin tümünü sıralamaktadır.[37]
b.
(Elbette onlar derin bir
ayrılığın içine düşmüşlerdir).
Ayetin bu kısmında yer alan şıkak kavramı, şekka kökünden türemiş olup
ayırmak, nifak, kavga, ahenksizlik ve ihtilaf manalarına gelmektedir. Bu kavramın
türediği şakka kalıbı da yormak, çatlatmak, yırtmak, partilere ayırmak,
bozuşmak manalarını ifade etmektedir. Bu kavramın farklı kalıplan çeşitli
ayetlercle geçmekte ve faridı manalar ifade etmektedir. Bu manaları
Baka-ra/137'de açıklamıştık. Şikak kelimesinin fizikî, manevî ve sosyal manalan
vardır. Bakara/137'de, dindeki ayrılığın meydana getirdiği sosyal parçalanmayı,
anlaşmazlığı ve yırtılmışlığı ifade etmektedir.
Allah'ın indirdiği kitap hakkında ihtilafa düşmek ve bu ihtilafı
derinleştirmek, sosyal hayatta yırtılmalara, parçalanmalara ve bozuşmalara yol
açmaktadır. Bu gerçeğe dikkat çeken Yüce Allah, kutsal kitabın kavga alanı
olamayacağını vurgulamak istemiştir. Geçmişte, yani Kur'an'dan önce insanlar
böyle yoz bir kültür oluşturmuşlar, insanları mezheplere ve gruplara ayırarak
sosyal hayatın parçalanmasına neden olmuşlardır. İşte Yüce Allah, bu yanlışlığın
müslümanlar tarafından devam ettirilmesini önlemek için bu ayetleri
göndermiştir. Dinî meseleleri, toplumda çatlamalar ve parçalanmalar meyda-, na
getirecek şekilde tartışmak, onlar üzerinde derin ihtilaflara düşmek, insanlığa
zarar getirir. Bakara/174-175'te yer alan azabın sebebi, bu ayette açıklanmaktadır.
Allah'ın kitabında yer alan bir hükmü veya bir ayeti tartışmaya açmak ve bu
tartışmayı ileri götürerek insanları mezheplere ayırmak dünya ve ahirette azaba
neden olacaktır. Kendi bilgisini Kur'an'ı açıklamada vasıta olarak kullanması
gerekirken, Kur'an'ı kendi bilgisini açıklamak için vasıta olarak kullananlar,
Allah'ın ayetlerini kapanması imkansız bir tartışmanın içine itmiş
olmaktadırlar.
Kendi' hayatına, isteklerine ve dünya görüşüne uymadığı için Allah'ın
ayetleri üzerinde tartışma açmak ve bu tartışmayı nefsinin gıdası olarak görmek,
kişiyi Allah'tan ayn düşmeye götürecektir.
Şikak kavramı Kur'an'da, Allah'a ve Resulüne karşı gelmeyi [Enfal/13];
düşman kesilmeyi [Nahl/27]; kıyamette göğün, yerin ve ayın yarılmasını ifade
etmek için de kullanılmaktadır. Bu manalardan hareket ederek diyebiliriz ki,
ihtilafları derinleştiren insanlar, yaşadıkları toplumu, göğün, yerin ve ayın
kıyamet günü parçalanması gibi parçalamaktadırlar. Allah'ın kitaptan indirdiğini
gizleyenler, onu az bir pahaya satanlar, doğru yolu bırakıp sapıklığı, affı
verip azabı satın alanlar ve nihayet kitap hakkında derin ihtilaf yaratanlar
telafisi mümkün olmayan parçalanmalara düşmüş olacaklardır. Toplumsal
bütünlüğü, birUk-beraberliği, dinde tevhidi sağlamak ve devam ettirebilmek
için, yukarıda zikredilenlerin tersini yapmak gerekir. Başka bir ifadeyle, Allah'ın
indirdiğini gizleyip kendi görüşünü öne sürerek dini beşerileştirmekten,
Allah'ın ayetlerini beşerî düşüncelerle değiştirmekten sakınmak gerekir. Doğru
yolu takip edip, sapıklığa düşmemek; insana Allah'ın azabını getirecek
davranışlardan sakınmak; Kur'an hakkında ihtilaf etmek suretiyle mezhebi
dinleştirmemek şarttır. Beşerî düşüncelerin oluşturduğu okulları
mez-hepleştirip, onları Kur'an ve Peygamber'in önüne geçirememeyi din eğitiminin
olmazsa olmazı haline getirmeyi ilke edinmek gerekir. Din eğitimi, dinde
bölünme yerine Kur'an ve bilginin ışığı altında meseleleri tartışıp çözümlemenin
önemini vurgulamalı ve insanların derin ayrılıklara düşmesini önlemelidir.
[38]
177. iyi, yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Fakat iyi,
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba iman eden; malını, ona olan sevgisine
rağmen akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve
esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, söz-leştikleri zaman
sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, darlıkta, hastalıkta ve savaşın kızıştığı
zamanda sabır gösterenin iyiliğidir, işte bunlardır o doğru olanlar, Allah'tan
korkup kötü davranışlardan uzakta bulunanlar.
Bu ayetin eksen kavramı el-birr (iyi)dir. Yüce Allah hem iyinin ne olduğunu,
hem de nerede bulunacağını beyan etmektedir. Şimdi el-birr kavramının
manalarına geçebiliriz:
Berre şeklinde, yani fiil kalıbında alınınca, hürmet göstermek, itaat
etmek, vazifesini bilmek, sadık olmak, yumuşak başlı olmak, cömert olmak,
hayır sahibi olmak, Allah'a boyun eğmek, şeref vermek, güvenilir, samimi ve
doğru olmak, sözünü yerine getirmek, hakkını teslim etmek manalarına gelmektedir.
Birr kalıbında alındığında, dindarlık, takva, doğruluk, istikamet
anlamlarını ifade etmektedir. Yüce Allah Bakara/177'de öncelikle, birr'in
(iyinin) ne olmadığını açıklamaktadır:
1. (Birr, yüzlerinizi doğuya
ve batıya çevirmeniz değildir).
Demek ki bir insan, yüzünü doğuya çevirerek "ben doğuluyum";
ya da batıya çevirerek "ben batılıyım" demekle iyi olamaz, iyiyi
bulamaz ve iyiyi yakalayamaz. Ayetin bu kısmında yer alan vech (yüz) kelimesi,
"parçayı zikredip bütünü kasdetme" kuralına göre "başı"
ifade etmektedir.
İnsan, beynini batıya veya doğuya çevirmekle iyiyi bulup yakalayamaz.
İyinin yönü yoktur. Yüce Allah birr'in (iyinin) ne olduğunu, onun nereden ve
nasıl elde edileceğini ayetin devamında açıklamaktadır:
2. (Birr, Allah'a, ahiret
gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman etmektir).
Ayetin bu bölümünde Yüce Allah, iman esaslarının, iyinin yapısını meydana
getirdiğine işaret etmektedir. Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve
peygamberlere inanan insan, iyinin temellerini atmış olmaktadır. Allah katında
birr (iyi) denen değerin temellerini iman esasları oluşturmaktadır. İnsan,
beynini doğuya veya batıya çevirmekle iyiyi oluşturamaz, bulamaz ve
yakalayamaz. Onu ancak gönlündeki imanın esaslarında oluşturup bulabilir.
3.
(Birr, akrabalara,
yetimlere, biçarelere, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve cariyeler uğrunda
seve seve mal vermektir).
Ayetin bu kısmında ise iyinin, iyiyi oluşturan ikinci temel unsurun;
sevdiği maldan başkaları adına fedakarlıkta bulunmak olduğu beyan
edilmektedir.
Yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve
kölelere yardım etmek için çok sevdiği malından fedakarlık yapan insan bu
ameliyle, iyinin ağacını büyütmektedir.
İyiyi doğu veya batıda değil, fakirlerin elinden tutup kaldırmada
aramak gerekir. İyinin yetiştiği toprak, fedakarlık toprağıdır. İyi,
yetimlerin, fakirlerin ve kölelerin inlemediği özveri toprağında yetişmekte,
kök salıp büyümektedir. Çeşitli nedenlerle, çeşitli insanların imkansızlıklar
içinde inlediği ve ız-dırap çektiği bir toprakta iyinin ağacı kurur. Sevdiği
malı veren insanın erdemi, iyinin çıktığı kaynaktır.
4.
(Birr, namaz kılmak ve zekat
vermektir).
İyinin üçüncü unsuru, namaz ve zekattır. Allah'a olan namaz borcunu ödeyen; fakirin hakkı olan zekan veren kimse, ibadet yönünden kendini zenginleştirmektedir. Kıraati, rüku ve sücuduyla namaz, hem zikri, hem şükrii ve hem de hamd'i kapsadığı için insanı Allah'a yaklaştırmaktadır. Temizleme, artırma ve gelişme manasıyla zekat, fakirlerin gönüllerini almakta, insanları birbirine yaklaştırmakta ve toplumda muhabbeti artırmaktadır. İşte iyi, bu ibadetlerden kaynaklanmaktadır. Bu ibadetler iyinin gıdasını teşkil etmektedir.
5.
(Sözleştikleri zaman
sözlerini yerine getirenlerin davranışı, iyinin bir diğer kaynağını meydana
getirmektedir.
Sözünü yerine getiren, başka bir ifadeyle ahde vefa gösteren
insanların, iyiyi doğu veya batıda aramasına lüzum yoktur; onun bu davranışı
bizzat iyinin kendisidir. Verilen sözler tutuldukça, ahde vefa gösterildikçe,
birr (iyi) denen ağaç daima canlı kalacak ve ürününü verecektir.
6. (Sıkıntıda, hastalıkta ve
savaşın kızıştığı zamanda sabır gösterenin iyiliğidir).
Sıkıntı, hastalık ve savaş, daima sabır gerektiren olgulardır. Sıkıntı
ekonomik ve psikolojik olabilir. Hastalık bedenîdir. Savaş ise sosyal bir
vakadır. Bunlar zaman zaman insanın başına gelebilecek tabii olgulardır.
Bunlara karşı dayanıklı olmak, alanda ezilip isyan etmeden onlan tabii
karşılamak, büyük bir manevî gücün varlığına delil teşkil eder. Kur'anî
tabirle "sabır" denen bu ruh olgunluğu, iyinin diğer bir pınarıdır.
Savaş da insanın nefsi ile aklı arasında olabilir. Böyle bir durumda,
içinde cereyan eden fırtınalara karşı sabırlı olmak, kendini onların eline
bırakmamak, onlann doğurduğu sıkıntılara karşı dayanmak, iyiyi yakalamaktır.
İyiyi dışarıda değil, insanın kendi içinde aramasının önemini vurgulamak ve öğretmek
için Yüce Allah bu ayeti göndermiştir.
7. (İşte bunlar doğru olanlar
ve işte onlar takva sahipleridir).
İman, sevdiği maldan fedakarlık, namazı kılmak, zekatı vermek, sözünde
durmak ve sabretmek iyinin binasını oluşturan temel taşlardır. Ayette, bu
amelleri üreten, iyiyi yakalayan ve ona hizmet eden kimselerin doğru ve takva
sahibi oldukları ifade edilmektedir.
Demek ki Bakara/177 ayeti, bir taraftan takvayı, diğer taraftan da
doğru insanı tanımlamakta; böylece takvaya giden yolun hangi amellerden geçtiğini
öğretmektedir, ki bunlar iman, fedakarlık, ibadet, sabır ve sözünde durma
olarak sıralanmaktadır. Bu değerlerin bir araya gelmesi, birr (iyi) denen değeri
ve takva denen ruh olgunluğunu meydana getirmektedir.
Ayeti bir bütün olarak ele aldığımız zaman şu ilkeyi yakalamamız mümkündür:
İyi, insanın dışında olmadığı için, onu kendi içinde ve davranışlarında
araması gerekir. Biri diğerini dışardan iyiliğe ulaşüramaz; kişi iyiliği kendi
içinde oluşturmalı ve sancısını çekmelidir. Sancısı çekilip bizzat
doğurul-mayan çocuk nasıl üvey ise, içinde doğmayan iyi de kişiye yabancı ve
üvey olacaktır. Onun içindir ki Yüce Allah, iyiyi dışarıda aramanın yanlış
olacağına, insanın kendi beyninde, gönlünde ve davranışlarında araması
gerektiğine işaret etmektedir. Bakara/177'nin muhtevası içinde yer alan ve
iyinin yapısını meydana getiren amel ve değerlerden bazıları başka ayetlerde
de dile getirilmektedir. Mesela; "Sevdiği malı verir" ifadesi, Âl-i
Imran/92'de de yer almaktadır:
Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyiye asla ulaşamazsınız. Her ne
harcarsanız Allah onu bilir.
Sevdiği malı vermek, Bakara/177'de birr (iyi) denen değerin yapısını
oluşturan temel taşlardan biri olarak zikredilirken, Âl-i Imran/92'deki
"Sevdiğinizi infak etmedikçe iyiye ulaşamazsınız" ifadesi, iyiye
ulaşmanın ana şartı olarak zikredilmektedir. Sevdiği maldan fedakarlık yapıp
ihtiyacı olanlara veren bir kimsenin bu ameli bizzat iyi olduğu gibi, aynı
zamanda bu amel onu iyiye de ulaştırmaktadır.
Diğer taraftan, köle ve cariyeleri kölelikten kurtarmak için harcama yapanların
davranışı da iyidir. Köle azadı, Kur'an'ın öne çıkardığı en önemli ibadetlerden
biridir. Rikab kavramı 'boyun' manasına gelmekle birlikte, burada insanın
kendisini ifade etmektedir. Vefi'r-rikab ifadesi, "insanları zincirlerinden
kurtarmak uğruna" anlamına gelir ve hem esirleri fidye karşılığı bırakmayı,
hem de köleleri özgürlüklerine kavuşturmayı ifade eder.[39]
Dünya tarihinin en karanlık dönemleri, insanın insanı köle olarak
kullandığı dönemlerdir, insanın hürriyetini elinden almak, onu bir eşya gibi
kullanmak insanlığın gelişmesini engellemiştir. Kur'an'ın geldiği devirde
dünyanın her tarafında kölelik müessesesi yaygın bir durumdaydı. Kur'an,
insanlığın bu yüz karası uygulamasını ortadan kaldırmayı önemli bir ibadet
olarak görmüş ve muhtelif ayetlerde köleliğin kaldırılmasını teşvik etmiştir.
Zamanımızda kölelik şekil değiştirmiştir. Hâlâ insanlar, -şekli farklı
da olsa- hürriyetleri ellerinden alınarak köleleştirilmektedirler. Yine de
insanlık, köleliğin kaldırılması hususunda büyük mesafeler almıştır. Bu yolda
ilk adımı atan ise Kur'an-ı Kerim olmuştur. Sevdiği malını insanları
kölelikten kurtarmak için vermek, birr (iyi) denen değeri meydana getiren
amellerin başında zikredilmiştir. Köleliğin kaldırılması, insanlık üzerine bir
borçtur. Bu borcu eda için fedakarlıkta bulunmak, erdemlerin en büyüğüdür.
Yüce Allah, bu fedakarlığı ibadet olarak kabul etmekle, insanların özgürlüğü
için çalışanların kendisine yakın olacaklarını, takva gibi önemli bir ruh
olgunluğuna ulaşacaklarını ifade etmektedir.
Tevbe/60'ta da, zekatın sarf yerlerinden biri olarak, kölelerin
hürriyetlerine kavuşturulmaları zikredilmektedir.
Dikkat edilirse Yüce Allah, çeşitli ihtiyaçları gidermek için sevdiği
mahnı vermeyi, namazdan öne almış ve iman esaslarından hemen sonra zikretmiştir.
Alın teri ile kazandığı maldan fedakarlık yapmak, insanı Allah katında çok
büyük bir mevkie çıkarmakta ve ona muttaki sıfatının verilmesine neden
olmaktadır. Bakara/177'de sıralanan ameller, kolaydan zora, daha önemliden
önemli olana doğru sıralanmıştır.
[40]
178. Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı.
Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Bununla beraber kim öldürülenin velisi
tarafından bağışlanırsa, artık o zaman örfe uymak ve öldürülenin velisine
güzellikle diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir.
Kim bundan sonra zulüm yapmaya kalkışırsa, ona acı bir azap vardır.
Bu ayetin merkezi kavramı olan kısas lügatte, bir haberi anlatmak,
izini takip etmek, hayvanın gebeliğinin belli olması, katili öldürmek, saç veya
tırnaklan kesmek, ödeşmek, takas etmek, kısaltmak manalarına gelmektedir.
[41]
1. Anlatmak
Kısas kavramı kassa fiil kalıbından alınırsa, nakletmek, anlatmak,
zikretmek, hatırlatmak manalarına gelir:
(Musa ona gelip başından geçeni anlatınca...) [Ka-sas/25]
Olan bir olayın, bir başkasına anlatılması bazı ayetlerde kassa fiili
ile ifade edilmektedir:
Sana anlattıklarımızı, daha önce yahudilere de haram kılmıştık.
[Nahl/118] Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var; durumlarını
sana bildirmediklerimiz de var. [Ğâfir/78] Babası, "Yavrucuğum"
dedi, "rüyanı sakın kardeşlerine anlatma!" [Yusuf/5]
Kassa fiili, bütün bu ayetlerde, haberi nakletmek, anlatmak, hatırlatmak
manalarına gelmektedir.
Kısas kavramı, fiil kalıbında alındığında açıklamak manasına gelir.
Anlatmakla, açıklamak arasında ince bir fark vardır. Anlatmak, bir haberi,
olayı ve durumu aynen nakletmektir. Açıklamak ise, yanlışı ortaya çıkarmak ve
yapılan ihtilafları ortadan kaldırmak için doğrusunu ortaya koymak, içindeki
sırlan bilinir hale getirmek demektir.
Neml/76'da bu anlama gelmektedir:
Doğrusu bu Kur'an, Israiloğullan'na hakkında ihtilaf edegeldikleri
şeylerin pek çoğunu açıklamaktadır.
Kur'an ihtilafları sadece nakletmemekte; aynı zamanda açıklamaktadır.
Kur'an, ihtilaf edilen meselelerin doğrusunu, yanlışını ortaya çıkarıp açıklamak
için indirilmiştir. Neml/76'da fiil kalıbında geçen kısas kavramının açıklamak
anlamında olduğunu, Nahl/64 ayeti de teyit etmektedir:
(Hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın diye bu
kitabı sana indirdik).
Demek ki, ihtilaf edilen meseleler açıklanırsa ihtilaflar ortadan
kalkar.
3. İzlemek
Kısas kavramı emir kalıbından alındığında, izlemek, takip etmek manasına
gelir. Kasas/ll'de bu manada geçmektedir
(Annesi Musa'nın ablasına, "Onun izini takip et" dedi).
Burada ne olacağını, nereye gideceğini bilmek için takip etmeyi ifade
etmektedir. Olayların sebepler zincirini .takip etmek, bir bilginin kaynağına
kadar onu izlemek manalarına gelmektedir.
Musa, "İşte aradığımız o idi" dedi. Hemen izlerinin üzerinde
geri döndüler. [Kehf/64]
Burada da "izlerini takip etmek" anlamını ifade etmektedir.
4. Hikaye
Kıssa kavramı isim olarak alındığında, gerçek hayat hikayesi manasına
gelmektedir:
Andolsua onların hayat hikayelerinde akıl sahipleri için pek çok
ibretler vardır. [Yusuf/111]
Aslında "hikaye" kelimesi "kısası" tam anlamı ile
karşılamamaktadır. Kı-sas'ın tam karşılığı gerçek hayat hikayesi olabilir.
5. Eşitlik kanunu
Bakara/178'de geçen kısas kavramı "adil karşılık" anlamına
geldiği gibi, bir şeyi başka bir şeye -cezayı suça- eşitlemek manasına da
gelir. İşlenen suça denk bir ceza vermek de kısas kavramıyla ifade
edilmektedir.
Buraya kadar zikredilen manalardan şu çıkarımı yapabiliriz: Anlatmak,
açıklamak ve izlemek manalanyla kısasın, hukukî manası ile alakası nedir?
Bakara/179'da "Kısasta hayat vardır" buyurulmaktadır.
Katile uygulanan kısas, kan davasını ortadan kaldıracağı için
diğerlerine hayat verecektir. Anlatmak, açıklamak, bilgiyi izlemek gibi öğretim
faaliyetleri de bilgiye hayat vermekte, nesilden nesile aktararak onun
yaşamasını temin etmektedir. Bu manaların merkezini "hayat vermek"
teşkil etmektedir.
Bilindiği gibi eğitimin, sosyolojik manada tanımı veya görevi, nesiller
arası bilgi ve kültür aktarımını sağlamaktır. Eğitim, nesiller arası kültürü aktaran
bir faaliyettir. Kültürü aktarırken, aslında ona hayat vermekte ve onun
yaşamasını temin etmektedir. Ceza hukukundaki kısas da, kan davasına son
verdiği için, fertlere hayat vermektedir.
Geçmişin kültürü, taklit etmeksizin takip edildiği zaman, o kültüre
hayat verilmiş olacaktır. Böylece "kısas" kavramının bir eğitim, bir
de hukukî manası okluğu ortaya çıkmaktadır.
Hukukî manadaki kısas, modern hukukun "suça denk ceza"
ilkesinin temellerini atmıştır. "Bir kötülüğün cezası ona denk bir
cezadır" [Şura/40] ayeti de aynı ilkeyi vurgulamaktadır. Bir iyiliğe daha
fazla ödül vermek normaldir ama; bir suça kendi ağırlığından fazla ceza vermek
adalete aylandır. Hukukun en önemli uğraşısı, hangi suça ne kadar ceza
verileceği meselesi olmuştur. Mü'min/40'ta da aynı konu ele alınarak şöyle
buyurulmuşnır.
Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür.
Ayette geçen kötülük, dünyevî manada suçu, uhrevî manada günahı ifade
etmektedir. Demek ki dünya ve ahirette suç, yani günah ile ceza, birebir
eşleşmelidir. İşlenen suçtan fazla ceza vermek zulüm olur. Bu uygulama ilkel
toplumlarda görülen bir durumdur. Toplumların modern hukuk aşamasına geçtiklerinin
delili, suçlara takdir ettikleri cezanın, o suça denk olması ile tes-bit
edilmektedir. Böylece Kur'an hukukta yaptığı bu yenileme hareketiyle hem
hukuku, hem de toplumların modernleşmesini başlatmıştır.
Ticarette, bir malı değerinden fazlasına satmak haramdır. Ceza hukukunda
da, suça denk bir cezanın verilmesi gerekir; cezayı fazlalaşurmak haksızlık
olur. İşlenen suça verilecek cezanın önceden belirlenmesi ve denkleştirilmesi,
hukuktan sübjektifliği kaldıracaktır. Kısas kavramının "eşitlemek" anlamına
geldiğini, Bakara/194 ayeti de teyit etmektedir:
Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar)
karşılıklıdır. Yusuf Ali buna "eşitleme kanunu" demektedir.
Bakara/178'de geçen kutibe fiili, yazıldı, yani farz kılındı manasını
ifade etmektedir. Böylece Yüce Allah, katile kısas uygulamayı farz kılmıştır.
Kur'an'da "yazıldı, yazdım" gibi ifadelerle, o işin farz kılındığı
kasdedilmek-tedir ki bu, hukukun yazılı hale getirilmesidir. Kur'an yazılı
hukukun olmadığı aşiret toplumunu sona erdirmiş, yazılı hukuka geçerek modern
toplumun temellerini atmıştır.
Bilindiği gibi, toplumların evriminde basamakları belirleyen ölçüler
vardır. Bunların başında da, yazılı hukuka geçiş yer almaktadır. Öf ve
adetlerle idare edilen, yazılı hukuku olmayan toplumlar ilkel, yani gelişmemiş
aşiret toplumlarıdır. İşte Kur'an insanlığa yazılı hukuku getirerek ilkel
toplumları gelişmekte olan toplum sürecine sokmuştur. Böylece "ana
kitap" yani "anayasa" kavramını hukuk tarihine ve sürecine
sokmuştur. Toplumun, "anayasa" ile idare edileceği geleneğini ilk
defa Kur'an başlatmıştır.
"Eşitleme kanunu" ile ne kasdedildiği Bakara/178'de beyan
edilmekledir.
1.
Kısasta eşitlik
Bunun anlamı hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık kadındır. Öldürülenin cinsiyeti ve sosyal seviyesi kısasta önemli bir rol oynamaktadır. Köle kavramı aslında hürriyetsizliği ifade etmektedir. Buradaki köle kavramını, sosyal gerçeklik olarak ele almak gerekir. Çünkü Kur'an, bir anda köleliği kaldırmadı ve kaldıramazdı, ama köleliğin kaldırılma sürecini başlatmıştır.
Kur'an o zamanki sosyal realiteden hareket ettiği için, kısasta köle
kavramına yer vermiştir. Geleceğin toplumlarında da farklı köleliklerin
olabileceğini göz ardı etmemek gerekir. Onun için Kur'an'ıh gerçekçi davrandığını
söylemekte yarar vardır.
Ayetteki hür kavramı erkeği ifade edebilir. Âl-i Imran/35'te, Imran'ın
hanımı karnındaki çocuğun erkek olması için dua etmiş ve erkek çocuk için
"hür" kavramını kullanmıştır. Eğer o ayetteki "hür"
kavramını, erkek manasına alırsak, Kur'an'dan o devrin sosyal yapısını da
öğrenmiş oluruz. Kur'an'ın kullandığı bu kavramlardan hareketle insanların
sosyal seviyesinin, öyle kalacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Toplumu ve insan
haklarını geliştirerek köleliği, hukuk yoluyla devre dışı bırakabiliriz.
Kur'an kölesiz hür bir dünya oluşturmayı amaçlamıştır ama, vakıayı da gözardı
etmemiştir.
Psikolojik açıdan bakarsak, köleliği hukukla da kaldırmamız mümkün değildir.
Çünkü insan, aklını ve kalbini nefsin kölesi yapmaktadır. Demek ki, kölelik
sadece insanın hürriyetini kaybetmesini değil, irade ve düşüncesini nefsinin
hevasına teslim etmesini de ifade etmektedir. Bu tür kölelik, insan varoldukça
devam edecektir. Bu kölelik hukukla kaldırılamaz; bu ancak aklını kullanmak,
düşünmek bilgi sahibi olmak, iman etmek ve iradesine sahip olmakla
kaldırılabilir.
Demek ki, öldürülen insanın cinsiyeti ve sosyal seviyesi kısasta önemli
bir yer işgal etmektedir.
2.
Haram ay haram aya karşılıktır. [Bakara/194]
Savaş için belirlenen yasağa uyulması gerekir. Toplumlardan biri bu
yasağı ihlal ederse, diğerine de ihlal etme fırsatını tanımış olur. Çünkü
dokunulmazlıklar karşılıklıdır. [Bakara/194]
Müslüman bir toplum, haram aylarda saldırıya uğradığında, aynen karşılık
vermek hakkına sahiptir. Çünkü yasaklar, dokunulmazlıklar karşılıklıdır.
3.
Yaralanmalarda da kısas
vardır
Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: "Cana can, göze göz, buruna burun,
kulağa kulak, dişe diş, yaralarda birbirine kısasta". [Maide/45]
Yüce Allah, insanın bedenine verilen zararın aynısının zararı verene yapılmasına
kısas adını vermektedir. İşte bu "eşitleme kanunu"dur. Bize göre bu
cezanın en önemli amacı caydırıcı olmasıdır. Caydırıcı olması, cezanın eğitici
yönünü ifade etmektedir. Hukukta cezalar, salt ceza için değil, caydı-np eğitmek
için verilir. İşte bu ilkeye ilk defa Tevrat ve Kur'an tarafından dikkat
çekilmiştir. Kısas ayetinin getirdiği en önemli ilkelerden biri, öldürülenin
velisine seçenek tanınmasıdır. Veli, cana can isteyebileceği gibi, diyet
isteyerek cezanın hafifletilmesi yoluna da gidebilir. Ayetin ilgili kısmı
me-alen şöyledir:
(Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürülenin velisi) tarafından bir
miktar bağışlanırsa, artık taraflar, hakkaniyete uymalı ve öldüren ona gereken
diyeti güzellikle ödemelidir).
Öldürülen kimsenin velisine, kısas ile diyet arasında tercih hakkı tanımak suretiyle Kur'an, ceza hukukunda önemli bir devrim yapmıştır. Bize göre bunun amacı, velinin, katili veya onun yatanlarından birini, kan davası güderek öldürmemesini temin etmektir. Kendi iradesinin, yani seçeneğinin rol aldığı bir hükmün tersini yapma imkanını ortadan kaldırmaktadır.
Katil, kısastan vazgeçip diyete razı olan veliye diyeti ödemelidir.
Ayetten, . diyeti aksatmanın hem suç ve hem de Allah katında günah olduğu
anlaşılmaktadır.
Kısasın yanısıra diyete razı olup kısastan vazgeçme hakkının niçin
verildiği ise ayetin sonraki bölümünde beyan edilmektedir:
(Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir).
Cana can şeklindeki tasasın, veli tarafından diyete dönüştürülmesine
izin verilmesi, Allah tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Böylece,
modern hukuktaki ceza indirimini asırlarca önce Yüce Allah Kur'anla insanlığa
sunmuştur. Maktulün velisinin rızasıyla katilin hayatta kalması ve kan
davasının ortadan kaldırılması toplum için bir rahmettir.
(Her kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için elem verici bir azap
vardır).
Haddi aşmak, diyet aldığı halde katili öldürmek veya daha fazla diyet
istemektir. Verdiği sözde durmamak ve karşı tarafa saldırmak, Allah tarafından
elim bir azapla cezalandırılacaktır. Yüce Allah, dünyevî ve hukukî bir davadaki
yanlışlığın günaha dönüştüğüne dikkat çekmek suretiyle, davaların neticesine
saygı göstermeyi ve haddi aşmamayı temin etmek istemektedir.
[42]
179. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki
sakınırsınız.
Kısasta nasıl bir hayat bulunduğunu geniş bir şekilde ele alan
Fahruddin Razi'ye göre, kısasın kendisi hayat olamaz, ama kısasın
caydırıcılığı, hem insanı öldürmekten alıkoymakta ve dolayısıyla öldürülmekten
korumakta, hem de öldüreceği insanın hayatta kalmasına sebep olmaktadır.
Diğer taraftan, öldürme, kan davasını da beraberinde getireceği için,
başkalarının ölümüne de sebep olacaktır. Kısasın caydırıcılığı, kan davalarını
önleyecek, böylece insanların hayatta kalmasını temin edecektir.
Yaralamalardaki kısasta da, bu caydırıcı özelliği nedeniyle hayat
vardır. Cahiliye çağında, katilden başkaları da öldürülürdü. Allah Teala,
sadece katilin kısasen öldürülebileceği hükmünü koymakla, denkliği sağlamıştır.[43]
Ayrıca bu ayetler, suça denk bir ceza verilmesi ilkesiyle insanlığa bir
hukuk kültürü bırakmıştır.
Kısasta hayat olduğunun ne ile anlaşılacağı ayetin devamında zikredilmiştir:
(Ey akıl sahipleri...)
Yüce Allah akü hukuk alanına sokarak, kanunların hikmetini anlamalarını
istemektedir. Burada kullanılan lübb kelimesi, en içteki ilik, öz, çekirdek
içi, cevher, ruh, buğday tanesi, bazı ağaçlarda gövde veya dalın içindeki yumuşak
öz, meselenin ruhu, hulasası, asıl, en iyi parça, kalp, zeka, zihin, akıl ve
anlamak manalarına gelmektedir. Fiil kalıbında alındığında bir yerde kalıp
ikamet etmek, kırıp çekirdeğini çıkarmak, akıllı olmak, davarın göğsüne kayış
vurmak, ekinin meyvelerinin belirmesi anlamlarını ifade etmektedir.
Le-be-be kalıbından alındığında, düşmanı yakasından tutup çekmek, ekinin
tanesinin irileşip iç bağlaması ve bir konuda tereddüt etmek manasına gelir.
Telebbebe kalıbından alındığında ise, silah kuşanmak anlamına gelir. Lu-bab
kalıbında, her şeyin özü, lekesiz, halis, cevizin içi ve gerdanlık yeri manasını
ifade eder. Lebib şeklinde alındığında, bağlanıp vazgeçmemek, akıllı olmak
anlamına gelir. Ayrıca bu kelime, kalpteki şefkat ve merhamet damarlarını da
ifade etmek üzere kullanılmaktadır.[44]
Yüce Allah, Kur'an'da, lübb denen aklı, gördüğü vazifeye göre tanımlamaktadır:
Düşünmek [Ra'd/19]; bir şeye bağlanıp vazgeçmemek [Ra'd/20]; ahde vefa
[Ra'd/20]; anlaşmaya sadakat [Ra'd/20]; Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri
bitiştirmek [Ra'd/21]; Allah'a saygı duymak [Ra'd/21]; istikbalden endişe
etmek [Ra'd/21]; sabretmek [Ra'd/22]; ibadetin önemini anlamaya vesile olur
[Ra'd/22]; fakirin elinde tutmaya sevk eder [Ra'd/22]; kötülüğe iyilikle
muamele etmeyi temin eder. [Ra'd/22], öğüt ve ibret alır [Sad/29]; seçim
yapmayı temin eder [Zümer/17-18]; Allah'ın emirlerine muhatap olur
[Talak/10-11]; akün iman ile ilişki kuran boyutlarından biri [Talak/10-11];
takvaya erdirir [Talak/10]; insana şeref temin eder [Talak/10].
İşte Yüce Allah, lübb denen "selim akla" bu görevleri
yüklemiş ve bu görevleri yapan aklın" boyutuna da bu ismi vermiştir.
Bakara/179'da ise hukukî bir hükmün hikmetini anlamayı ve o hükmün
zımni yapmaktan sakınmayı, yani takvayı meydana getirmektedir.
Ayetin sonu (umulur ki sakınırsınız) ifadesiyle bitmektedir. Takva
kavramının fiil kalıbında yer aldığı bu ayette, kısasın caydırıcılığı, takva
(sakınma) kavramıyla ifade edilmektedir. 178 ve 179. ayetleri bir arada düşündüğümüzde
kısas, akıl ve takva kavramlarının ana dokuyu teşkil ettikleri görülür. Aklın
hukuktaki görevi ve hükmün caydırıcı yönü vurgulanmaktadır. Cezaların caydırıcı
olmaları, akla uygun olmalarına bağlıdır. Suça uygun, yani denk cezanın,
caydırıcı olabilmesi için, o hükümden akıl bazı çıkarımlar yapabilmeli ve onun
özündeki hikmeti yakalayaİMİmelidir.
Suça denk cezada hayat olduğunu vurgulayan Yüce Allah, ilk önce iman,
sonra akıl, daha sonra da takva ile bu hükmün hikmet dolu içeriğini tamamlamaktadır.
[45]
180-181. Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bıra-kacaksa
anaya-babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah'tan korkanlar
üzerine bir borçtur. Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti
değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah işitir ve bilir.
Ölmek üzere olan bir kimsenin geriye bıraktığı mal konusunda ne yapması
gerektiğine açıklık getirmek üzere gönderilen bu ayet, vasiyet müessesesini
tesis etmektedir. Kısımlara ayırarak ayetin yorumunu şu şekilde yapabiliriz:
1.
Ölüm olgusu
(Birinize ölüm geldiğinde, eğer mal bırakacaksa...)
Ayetin bu kısmı, öleceğini anlayan ve geriye mal bırakacak olan bir
insanın davranışını düzenlemektedir. Böylece ölmekte olan bir insanın, geride
bıraktığı dünya ile hukukî ilişkisinin henüz bitmediğine işaret edilmektedir.
Ayetin bu kısmında geçen hayr kavramı, bir şeyi diğerine tercih etmek, hayırlı olmak, seçmek, iyilik istemek, iyi, servet, halkın rağbet ettiği şey, kendisinden faydalanılan, şeref, asıl, tabiat, cömertlik, yarışmak manalarına gelmektedir.[46]
1) Seçmek
Hayr kelimesi 'ihtiyar' kalıbından alınınca seçmek manasına
gelmektedir:
(Musa kavminden yetmiş adam seçti). [A'raf/155]
Kelime, burada, bir görev için layık olanı belirlemek üzere yapılan
seçimi ifade etmektedir.
Taha/13'te de aynı manayı ifade etmektedir:
Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.
Yüce Allah, peygamberlik görevi için seçtiği Hz. Musa'ya bu şekilde hitap
etmiştir.
2) Beğenmek
Hayr kelimesi hayyere kalıbından alındığında beğenmek manasını ifade
etmektedir. Kalem/31 'de bu anlamda yer almaktadır:
Onda, beğendiğiniz her şey sizin için mutlaka vardır.
Demek ki, hayr kavramı insanın beğenisini ifade etmek için de kullanılmaktadır.
"Beğenmek" ile "seçmek" birbirine çok yakın manadadırlar.
Beğeni önce, seçmek ise sonradır, insan beğendiği şeyi seçer. Beğenmeyi
insanlar için kullandığımızda, beğenmenin psikolojik, seçmenin ise sosyolojik
bir olgu olduğunu söyleyebiliriz.
Vakıa/20'de de beğenmek anlamına gelmektedir:
Onlara beğendikleri meyveler vardır. Bu kavramın daha geniş izahı için
Bakara/ 105'in tefsirine bakılabilir.
Tefsirini yapmakta olduğumuz ayetle hayr kelimesi 'mal' manasına gelmektedir.
Hayr kavramının muhtevasında 'iyi' ve 'değer' manaları vardır. Bakara/180'de
ekonomik değeri ifade etmektedir. Onun için Yüce Allah 'mal' yerine hayr kelimesini
kullanmıştır. Öyleyse bu ayetteki hayr kelimesi, ölmekte olan kişinin geriye
bıraktığı ekonomik değeri ifade etmektedir. Bu ekonomik değer ise pek çok şeyi
kapsar.
2. Vasiyet
Ölüm olgusunun beraberinde getirdiği en önemli şey vasiyet müessesesidir.
Ölecek olan bir kimsenin, sahip olduğu ekonomik değeri kimlere bırakacağını
vasiyetle belirlemesini emretmesi, Kur'an'ın ferdî mülkiyete ne kadar önem
verdiğini göstermektedir. Ölmekte olan kimseye, kendi malını vasiyet etmek
suretiyle istediğine bırakma yetkisinin verilmesi, Arap toplumu için büyük bir
inkılaptır. Ayetin ilgili kısmı şöyledir.
(Vasiyet uygun bir şekilde ebeveyne ve yakın akrabalaradır).
3. Hak
(Allah'tan sakınanlar üzerine
vasiyet bir borçtur).
Ayetten, vasiyetin iyi bir şekilde yapılması gerektiği, bunun insanlara
yüklenen bir sorumluluk, bir farz ve bir takva meselesi olduğu
anlaşılmaktadır.
Ayetin başındaki kutibe kelimesi, "farz kılındı" anlamına
gelmektedir. Farz kılınması ise, insanlara bir hakk/bir borç olarak yüklenmesi
demektir. Öyleyse kutibe'yi hakk ile, hakk\ kutibe ile tefsir etmek gerekir.
Demek ki yazılan, yani farz kılınan bir şey, hak haline gelmektedir.
Ölmek üzere olan insanın ebeveynine ve yakın akrabalarına vasiyet etmesi
bir farz, yani bir borç ve haktır.
4.
Değiştirmek
(Arak kim bu vasiyeti duyduktan sonra değiştirirse...) ifadesiyle Yüce Allah, vasiyetin değiştirilme ihtimali olduğuna dikkat çekmektedir. "Vasiyeti duyduktan sonra" ifadesinde yer alan duyma, vasiyetin sözlü niteliğine işaret etmektedir. O devirde, hukukun yazılı olmadığını, akit ve antlaşmaların kağıda dökülmesinin zorluğunu düşünürsek, vasiyetlerin niçin şifahi olduğunu anlamış oluruz. Ölmek üzere olan bir insanın, o devirde, yanına birini çağırıp vasiyetini yazdırması pek kolay değildi. Ne zaman öleceğini kestiremeyeceğinden, önceden hazırlaması da ihtimal dahilinde olamazdı. O nedenle ölmekte olan kişi, ancak şifahi vasiyette bulunmak durumundaydı.
Her şeyin yazıya döküldüğü günümüzde bile, vasiyetin önceden yazılması
mümkün olmayabilir. Yapılan vasiyeti değiştirmenin sorun.luluğu, ayetin bir
sonraki kısmında açıklanmaktadır. O bölüme geçmeden, ayetin bu kısmında yer
alan "duyma" kavramının kapsamına yazılı vasiyeti de sokmanın mümkün
olduğunu söyleyebiliriz. Duyma, bir evrakı okumayı da ifade etmektedir. Çünkü
"duymak" bir bakıma bir bilgiyi yazılı olarak elde etmektir,
5. (Değiştirmenin günahı
değiştirenedir).
Ayetin bu kısmı, vasiyeti değiştirmenin günah olduğunu tescil
etmektedir. Ebeveyn ve yakın akrabalar için yapılan vasiyeti, bilerek
değiştirmek bir suç ve bir günahtır. Dünyevî hakların çiğnenmesine sebep olduğu
için suç, ahire-te uzandığı için de bir günahtır.
Vasiyetin değiştirilmesiyle meydana gelen haksızlığın günahının,
değiştiren kimseye ait olduğunu ifade buyuran Allah, vasiyet edenin bir günahı
olmadığına da işaret etmektedir. Vasiyeti değiştirmek suretiyle, ebeveynin ve
yakın akrabaların mirastan mahrum olmasını sağlayan kimse, kul hakkını çiğneme
günahı ile karşı karşıyadır.
Ayetteki "duyma" ve "değiştirme" kelimeleri vasiyet
eden ile vasiyet edilenlerin ayn mekanlarda olduklarına delalet etmektedir.
Aynı mekanda olsalardı, zaten vasiyetin içeriğini bilecekler ve başkalarının
onu değiştirmesine imkan olmayacaktı.
6. (Şüphesiz ki Allah,
işitendir ve bilendir).
Ölmekte olan insanın yaptığı vasiyeti değiştiren ve böylece kul hakkını
çiğneyen bir kimse, Allah'ın her şeyi bildiği ve işittiği bilincine sahip olsaydı
bu değiştirmeyi yapamazdı. İşlenen bu günah, o insandaki imanın henüz şuur
haline gelmediğini göstermektedir.
İşte Yüce Allah ayetin sonuna, semî (işiten) ve alîm (bilen)
sıfatlarını bu nedenle koymuş ve bir iman eğitimi yapmayı amaçlamıştır. Ölmek
üzere olan bir insanın ağzından çikan kelimeleri değiştirecek kadar katı
kalpli, kötü düşünceli ve kötü niyetli bir insanın, asıl noksanlığının ne
olduğuna işaret eden ayetin bu kısmı, ilahî murakabeye dikkat çekerek,
insanların kandınla-bileceğini ama Allah'ın asla kandınlamayacağını
vurgulamaktadır. Yapılan işin ve söylenen sözün Allah tarafından bilindiğini ve
işitildiğini bilen bir kimse, yapacağı iş ve söyleyeceği söz konusunda çok
dikkatli olmalıdır.
Bakara/180 ayetinin mensuh olduğunu, yani hükmünün kaldırıldığını iddia
edenler olmuştur. Keşşaf, bu ayetin miras ayeüeriyle neshedildiğini söyleyenlerin
dayanaklarından birinin de şu hadis olduğunu belirtmektedir:
Şüphesiz Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir, dikkat edin, varise
vasiyet yoktur.[47]
Bakara/180 ayetinin hükmünün kaldırıldığına delil olarak getirilen bu
hadis, ayetin hükmünü kaldırmıyor, sadece miras ayetlerinin paylaştırmayı gerçekleştirdiğini
ifade ediyor.
Nisa/11-12 ayetlerinin, Bakara/180 ayetinin hükmünü kaldırdığı yolundaki
görüşler Keşşaf, Fahruddin Razi ve Hazin tarafından nakledilmektedir. Nesefi de
bu ayetin mensuh olduğunu savunmaktadır.
Bu ayetin hükmünün kaldırılmadığını iddia edenler de vardır. Özellikle
Ebu Müslim el-İsfehanî bu fikri savunanlardandır. Bakara/180 ayetiyle, miras
ayetleri arasında herhangi bir çelişki olmadığı yolundaki görüşleri Fah-ruddin
Razi şöyle özetlemiştir: "Yakın akrabalara miras bırakma ile yine onlara
Allah'tan bir bağış olmak üzere vasiyet etme arasında bir çelişki yoktur. Çünkü
vasiyet, ölmek üzere olan kişinin bir nevi bağışıdır. Buna göre varise, her
iki ayetin hükmü ile amel edilerek, hem miras, hem de vasiyet edilmiş
olur".
İki ayet arasında bir çelişki ve nesh olmadığı görüşüne katılarak,
kendi izahımızı yapabiliriz:
1. Ayetin hükmünü hadis
kaldıramaz. Kaldı ki müfessirler, yukarıda nakledilen hadisin haber-i vahid
olduğunu ifade etmektedirler. Ayetleri hadisle neshetmek çok tehlikeli ve
günahtır.
2.
Şartlara göre her iki ayetin
hükmü de uygulanabilir. Ölen insanın varisleri belli ise ve kapalı bir toplum
içinde yaşıyorlarsa miras ayetleri tatbik edilir. Fakat, ebeveyn ve akrabalar,
ölen kimseden farklı mahallerde yaşıyorlarsa, varislerin kim olduğunun
bilinmeme ve ölenin servetinin farkında olmamaları ihtimali vardır. Bu gibi
durumlarda, ölecek olan kimsenin, Bakara/180 ayetinin hükmüne göre önceden
servetini taksim ederek vasiyet etme zorunluluğu ortaya çıkar.
Arak dünyada kapalı toplum neredeyse kalmamıştır. Baba ile oğulun, çok
uzak şehir veya ülkelerde yaşama fırsatları doğmuş, mirasın dağıtılmasında
zorluklar çıkmıştır. Bu hallerde, vasiyet edilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Demek
ki, ayetler arasında herhangi bir çelişki yoktur, aksine Allah'ın, kullarına,
şartlara göre hareket etmeleri için alternatif yollar sunması sözkonusudur.
Yüce Allah kullarını tek yönlü bir yola sokmamakta, onlara şartlara göre farklı
davranma imkanı tanımaktadır.
[48]
182. Ama her kim, vasiyet edenin bir hata yaptığından veya bir kusur işlediğinden endişe eder ve bunun üzerine mirasçılar arasında bir uzlaşma sağlarsa kendisine bir günah yoktur. Doğrusu Allah çok affedicidir ve merhamet sahibidir.
Bakara/180'de, ölmekte olan bir kişinin, ebeveynine, yakın akrabalarına
vasiyet etmesinin farz ve bu farzın muttakiler için bir hak olduğu, Bakara/l 8
l'de ise bu vasiyeti duyan kimsenin onu değiştirmesinin günah olduğu beyan
edilmektedir; 182. ayette ise, vasiyet edenin hata ve kusur işleme ihtimalinden
ve böyle bir durumda ne yapılması gerektiğinden bahsedilmektedir.
Demek ki, vasiyet eden bir insanın, vasiyet ederken belli kurallara
uyması ve o kuralları çiğnememesi gerekiyor, aksi takdirde hata ve günah
işlemiş olacaktır. Mal sahipleri, miraslarını gelişi güzel vasiyet etme lüksüne
sahip değillerdir. Açıklamasını yaptığımız ayetin bölümlerini ele alarak, bir
genellemeye varma gayreti içinde olacağız:
1. (Ama her kim, vasiyet
edenin bir hata yaptığından veya bir kusur işlediğinden endişe ederse...)
Ayetin bu kısmında üç önemli kavram yer almaktadır Havf (korku),
(hata), ism (kusur veya günah).
Havf, korku ve endişe anlamına gelmektedir. Bu ayetteki havf (korku)
kavramını Zemahşeri, "izlenim edinmek, bilmek"[49]
manasına almaktadır. Ona göre ayet, bilgi derecesine ulaşan zan ile, vasiyet
edenin hata veya kusur işlediğini bilmeyi ifade etmektedir. Öyleyse Allah
niçin havf (korku) yerine Um (bilme) kelimesini kullanmadı? Belki de korku ile
bilgi arasındaki ilişki ve bu ilişkideki fark gösterilmek istenmiştir.
Bilinmeyen veya karşılaşılmayan bir şeyden dolayı insanda bir korku ve
bir endişe meydana gelmez. Ama bilinen birşey insanda korku uyandırabilir.
Korku denen duygunun, bilgi ile yakından alakası vardır. Gözlenen yanlış bir
uygulama insanda korku uyandınyorsa, o yanlış uygulamaya müdahale edebilir.
Yanlış uygulamayı bilen insanın gönlünde, bir korku veya bir endişe uyanırsa,
duruma müdahale etmesi daha kolay ve tepkisi daha şiddetli olur. Onun için Yüce
Allah bu ayette, özünde "bilmek" manası olan "korku" fiilini
kullanmıştır.
Cenefen kelimesine Zemahşeri "hata ile haktan ayrılmak"[50]
manasını vermiştir. Bu durumda kelime, "itidalden ayrılmak" manasına
gelen meyi kelimesinin eş anlamlısı. olmaktadır. Maide/3'te günaha meyletmek
anlamında kullanılmaktadır.
Demek ki vasiyette, bir hata ile haktan ayrılma ihtimali vardır.
Fahruddin Razi ve Zemahşeri kelimeye, bilmeden haktan ayrılmak manasını
vermektedirler.
İsm kelimesi bilerek yapılan hatayı ifade etmektedir. Bu kelimenin
esime fiil-kahbı, günah işlemek, helal olmayan bir iş yapmak manasına gelmektedir.
Hz. Adem'in oğlu Habil'in ağzından şöyle buyurulmaktadır:
Beni öldürürsen, dilerim, hem kendi günahını, hem de benim günahlarımın
yükünü yüklenir ve böylece cehennemin yolunu tutarsın. Çünkü zalimlerin cezası
budur. [Maide/29]
Yukardaki ayette, Habil'in, kendisini öldürmek isteyen kardeşi Kabil'e
söylediği sözde, ism kelimesi kuUanılmıştır. Kabil'in, kardeşini bilerek, planlı
ve programlı bir şekilde öldürmesine ism denilmiştir. Demek ki ism, kasıtlı
yapılan kötülük için kullanılmaktadır. Şimdilik ism kelimesinin, vasiyet edenin
vasiyetinde kasıtlı olarak haktan ayrılmasını ifade ettiğini söylemekle
yetiniyoruz.
Kısacası, vasiyet edenin bilerek veya bilmeyerek vasiyetinde haktan ayrıldığını
bilen kimse duruma müdahale etmelidir. Bu müdahalenin nasıl olacağı, ayetin
ikinci kısmında belirtilmektedir
2. (Bunun üzerine, varisler
arasında bir uzlaşma sağlarsa, kendisine bir günah yoktur).
Ayetin bu kısmında yer alan "ıslahat" kavramı, uzlaştırmak,
barış yapmak, düzeltmek manalarına germektedir. Yüce Allah banşı, yani
uzlaştırma teşebbüsünü, bilgiden kaynaklanan endişe ve korkunun ürünü olarak
görmektedir.
Vasiyet edenin, hata ile veya bilerek günah işlediğinin bilinmesinden
dolayı, meydana gelecek haksızlığın oluşturduğu korku, barış için harekete geçilmesine
neden olmaktadır ve olmalıdır. Bilginin hakim olduğu korku, giderilmesi
gereken bir duygudur. Ayetteki "ıslahat" kavramından da şu ilkeleri
çıkarmamız mümkündür:
a. Vasiyet değiştirilebilir
Ayet, vasiyetinde hata yapan kişinin, -halen hayatta ise- varisleri
arasında uzlaşma sağlayacak şekilde vasiyetinde değişiklik yapmasına müsaade
etmektedir.
b.
Vasiyet eden kimse ölmüş
ise, vasiyet edilenlerle diğer varisler arasında uzlaşma sağlanabilir.
c.
Vasiyette .yapılan hatayı
bilen kimse, bunu görmezlikten gelmemeli ve müdahale ederek taraflar arasında
uzlaşma sağlamalıdır. Vasiyetteki hatanın düzeltilmesi ve hatadan dönülmesi
Allah tarafından önemli bir erdem olarak kabul edilmektedir.
3.
(Şüphesiz Allah, affedici ve
merhamet sahibidir).
Ayetin bir önceki kısmında, hukukî bir mesele çözümlenmekte; bilerek
veya bilmeyerek vasiyetinde hata yapan bir "insanın, hatasını düzeltmek
için ne yapılması gerektiği ele alınmaktadır. Bu aşamadaki teşebbüsleri Allah
murakabe etmekte ve değerlendirmeye tabi tutmaktadır.
Ayetin sonunda da, yapılan uzlaştırmayı değerlendirerek günahları
affedeceğini ve kullarına merhamet sıfatıyla muamele edeceğini ilan etmektedir.
Onun için ayetin sonunda af ve merhamet sıfatlan zikredilmiştir. Bu ifadesiyle
Yüce Allah, hukukî meselelerde insanların hata yapabileceğini, önemli olanın
hatadan dönmek olduğunu, hataya müdahale edilmesi halinde, af ve merhametinin
devreye gireceğini bildirmektedir.
Bakara/l81 'de, adil bir vasiyetin değiştirilmesinin günah olduğu, 182. ayette ise adaletsiz vasiyetin düzeltilmesinin günah olmadığı bildirilmektedir. Adaletsiz bir vasiyeti düzeltmek, ölüyü günahtan, varisleri de kavgadan korur. İşte, hukukun ana amaçlarından biri de bu olsa gerektir. [51]
183. Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi,
size de farz kılındı ki, takvaya ulaşasınız.
Ayette yer alan kutibe fiili farz kılındı anlamındadır. Ayetin temel kavramı dan siyam kelimesini açıklayarak orucun ne manaya geldiğini ortaya koyacağız.
Fiil kalıbında alındığında, bir işi yapmaktan kendini uzak tutmak,
durgunlaşmak, susmak, güneşin tam tepede olması, oruç tutmak, belli vakitlerde
yemekten, içmekten ve cinsî münasebetten uzak kalmak, suyu olmayan kuru yer,
atın duracağı yer, çıkrığın durması manalarına gelir.
[52]
1.
Alıkoymak
Müslümanların Ramazan günlerinde yeme-içme ve cinsel ilişkiden
kendilerini alıkoymalarını ifade etmektedir. Bu anlamıyla oruç, insana
disiplin duygusu aşılamakta, iradesini kuvvetlendirmekte ve ahlâkî boyutunu
zenginleştirmektedir.
2. Susmak
Savm veya siyam kavramı, insanın dilini tutması, yalan konuşmaması, insanları
incitecek kelimelerden sakınması anlamına gelmektedir. Bu anlamı şu ayette
bulmaktayız:
("Ben Rahman için konuşmaktan kaçınmaya karar verdim; bugün bu yüzden insanlardan kimseyle konuşmayacağım" de). [Meryem/26]
Bu, yanlış bir iş yapmadığı halde halk tarafından yanlış
değerlendirilen bir hareketten dolayı uygulanan bir susma orucudur. Savunulması
veya isbat edilmesi mümkün olmayan bir olay karşısında takip edilecek en iyi
metoddur.
Hz. Meryem'in bu uygulaması, günümüze, oruçlu iken yalan söylememek,
söz taşımamak, gıybet etmemek şeklinde intikal etmelidir. Bunlardan başka
doğruluğuna inandığımız fakat başkaları tarafından yanlış değerlendirilen bir
eylem için bize susma alışkanlığı kazandırmalıdır.
Midenin ve cinsel organların oruçlu olmasının yanısıra, dilin de oruçlu
olmasını ifade etmektedir.
3. Güneşin tam tepede olması
Siyam kelimesinin bu manası, oruçla irtibaüandınldığırıda, oruç tutan
kimsenin manen zirvede olmasını ifade eder. Bu, oruç tutan kişinin Allah katında
kazandığı makam ve değerin büyüklüğünü gösterir.
insanın Allah için aç kalması, cinsel ilişkiden kendini alıkoyması ve
dilini disipline etmesi manen yücelip zirveye ulaşmanın göstergesidir. Ramazan
ayında böyle yapılmasının emredilmesi, senenin diğer aylarında da aynı disiplinin
sürdürülmesine yöneliktir.
Güneşin zirvede olması, hararetinin fazla olmasını ifade eder. Oruç
tutan insanın şahsiyetindeki gelişmişliğe de bu isim verilmektedir. Oruç
ibadetinin harareti, insanın günahlarını yakmakta ve insanın gönlünü
temizlemektedir. Açlıkla mücadele eden insan manevî yapısındaki harareti
yükseltmekte, şeytana karşı mukavemetini artırmaktadır. Yabancı mikropla
mücadele veren vücudun ateşindeki yükselme gibi, oruç da, şeytana ve kötü
arzulara karşı mücadele veren bir ibadetin meydana getirdiği harareti ifade
etmektedir.
(Sizden öncekilere farz kılındığı gibi...)
Oruç, bütün dinlerde bulunmaktadır. Eğitici, olgunlaşurıcı ve koruyucu yönü, orucun her dinde farz kılınmasını gerektirmiştir. Dinleri ve nesilleri birbirine bağlayan oruç ibadeti, dinî kültürün oluşumunda da önemli temel taşlardan biri olmuş ve olmaya devam etmektedir.
(Konmasınız diye...)
Takva kavramı burada fiil kalıbında yer almakta; takva kavramından önceki
lealle kelimesi de ümit anlamına gelmektedir. O halde ibareye "Umulur ki
sakınırsınız" şeklinde mana vermek mümkündür.
Ayetin bu kısmı orucun hangi amaçla farz kılındığını ifade etmektedir.
Genelde bütün ibadet nehirleri, takva denizine akar. İnsanın manevî bağışıklık
sistemini çalıştırmayı, güçlendirmeyi ve faydalı hale getirmeyi amaçlaması
bakımından oruç, insanın manevî hayaü için önemli bir yer işgal etmektedir.
Takva, insanın manevî gelişiminin doruk noktasını temin eden önemli bir
oluşumun adıdır. Demek ki oruç, takvayı amaçlayan bir faaliyettir.
[53]
184. Sayılı günlerde oruç. Ancak sizden kim hasta ve yolculukta
olursa, diğer zamanlarda (aynı gün sayısı kadar oruç tutmalıdır) ve bu gibi
hallerde gücü yetenlere, bir fakiri doyuracak fidye vermek, bir sorumluluktur.
Her kim, yapmakla sorumlu olduğundan daha fazla iyilik yaparsa, kendisine
iyilik yapmış olur; zira oruç tutmak kendisine iyilik yapmaktır. Keşke bunu
bilseydiniz. .
fo (Sayılı günlerde oruç,)
Yüce Allah orucu, zorluğu sebebiyle belli günlerle; Ramazan ayının
gün-leriyle sınırlandırmaktadır. Allah'ın belirlediği günlerde eksiltme ve
artırma yapılamaz. Teşvik için de olsa, başka günlerde tutulan orucun
sevabının, Ramazan orucunun sevabından fazla olduğunu söylemek doğru değildir.
(Arak sizden kim hasta veya yolculukta bulunursa, tutmadığı günler
sayısınca diğer günlerde tutar).
Yüce Allah hastalık ve yolculuğu, oruç tutmama konusunda bir mazeret
olarak kabul etmektedir. Demek ki, ibadet insana büyük bir külfet getirmemelidir.
Allah, hastalık ve sefer halinde, insana, orucunu başka günlere erteleme
ruhsatı vermekte, kulunu zora sokmamaktadır.
(Oruca -zorlukla da olsa- güç yetirebilecek olanlar, -kazaya
bıraktıklarında- bir yoksulu doyuracak fidye verirler).
Ayetin bu kısmından şu neticeler çıkarılabilir:
a. Fahruddin Razi, "Oruca
dayanamayanlar..." ifadesinin, orucun kulun tercihine bırakıldığını,
isteyenin oruç tutabileceğine, isteyenin de fidye verebileceğine işaret
ettiğini söylemektedir.[54]
b. Çok ihtiyarlamış, iyileşme ümidi olmayan müzmin bir hastalığa yakalanmış
olanların fidye, yani yedikleri her oruç karşılığında bir yoksul doyurmaları
farzdır.[55]
Buradaki muhayyerlik, insanın durumunun göz önünde bulundurulduğunu
göstermektedir. Oruç, güce dayanan bir ibadet olduğu için, farz olup olmaması
da gücün varlığına bağlıdır. Hasta ve yolcu olanlar oruç tutmakta zorlanacaklarından,
Yüce Allah orucu kazaya bırakma konusunda onlara ruhsat vermiştir.
İhtiyarlamış veya müzmin bir hastalığa tutulmuş kimsenin oruç tutması imkansız
olduğundan, onlara oruç yerine fidye vermeyi emretmiştir. Bütün bunlar, Yüce
Allah'ın hükümlerini şartlan dikkate alarak verdiğini göstermektedir.
İbadette zorlama olmadığını vurgulayan bu ayetler, ibadetin yerine
getirilmesinde kulun durumunun belirleyici olduğu ilkesine de dikkat
çekmektedir.
Ayetten, hasta ve seferi olmayan, oruç tutmaya gücü yeten kimselere, fidye vererek oruç tutma ruhsatının verildiği neticesi çıkarılmamalıdır. Çünkü Bakara/l 85'te (Sizden kim bu aya ulaşırsa, onda oruç tutsun) buyurulmaktadır. Demek ki gücü yeten, seferde ve hasta olmayan kimselere seçenek tanınmamaktadır. Zaten müslüman, kendi vicdanında, kendi şartlarını belirleyecek imana, görüş ve bilince sahip insandır. Kişi, -aşka bir insanın belirlemesi mümkün olmadığı için- kendi durumunu kendisi belirleyecektir. Zaten bu, Allah tarafından müslümanın tesbitine bırakılmıştır.
(Her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyilik yaparsa,
kendisine iyilik yapmış olur).
Buradaki 'iyilik'le şu hususlardan biri kasdedilmiş olabilir:
a.
Çeşitli nedenlerden ötürü
oruç tutamayan bir müslümanın, vermesi gerekenden fazla fidye vermesi.
Yüce Allah, bu konuda yapılan fazladan iyiliğin yararının insanın kendisine
olduğunu vurgulamaktadır.
b. Buradaki fazladan iyilik
kavramının kapsamına, fazladan/nafile oruç tutmak da girebilir. Nafile oruç
tutan kişi, kendisine iyilik yapmış olur.
c.
Müzmin bir hastalığa
yakalanmış olan kişinin, oruç tumayıp fidye vermesi.
Fakat tedavi sonucu iyileştiğinde, karşılığında fidye verdiği oruçları
tutması, ilave bir iyilik olacağından, kendine iyilik yapmış olur. Ayetin
devamı da bu manayı teyit etmektedir:
(Zira oruç tutmak, kendinize iyilik yapmaktır. Keşke, bunu
bilseydiniz).
Yani, fidye verdiğiniz halde, oruç tutma gücüne sahip olduğunuzda, oruçlarınızı
kaza etmeniz sizin için daha hayırlıdır.
Razi, Cübbai'nin bu ayeti şöyle yorumladığını aktarmaktadır:
"Ramazanda hasta veya seferde olup da oruç tutamayanlarınız, iyileştikten
veya seferden döndükten sonra, tutamadıkları günlerin sayısınca diğer
zamanlarda oruç tutsunlar! Hasta veya seferde olmakla birlikte oruca -zorlukla
da olsa- gücü yettiği halde oruç tutmayanlar ise, oruçlarını kaza etmelerinin
yanısıra fidye de vermekle yükümlüdürler. Kim de fidyeyi aranrsa, hakkında
hayırlı olur. Bununla birlikte, vaktinde oruç tutmanız, fidye verip orucu kaza
etmenizden daha hayırlıdır; eğer bilirseniz".
Yüce Allah, orucun insana sağladığı faydanın bilinmesini istediği için,
"keşke bilseydiniz" buyurmakta; orucun faydasını öğrenmek için
araştırma yapılmasının önemini vurgulamakta; ibadetin faydasını bilgi alanına
sokmaktadır. Faydasını bilen kimse oruç ibadetini eda eder. Yüce Allah, faydasını
bilerek oruç tutulmasını istemektedir ki bu, beynin, gönül ve nefsin beraberce
görev almaları anlamına gelir. İbadet bir iman işi olması sebebiyle kalple;
faydasının bilinmesi sebebiyle beyinle; nefsi disipline etmesi sebebiyle de
nefisle alakalıdır. Bu üç manevî merkezi ilgilendirmesi sebebiyle insana
faydaların en büyüğünü temin etmektedir.
Şimdi Bakara/l 84'te yer alan iki kavramın açıklamasına geçebiliriz:
Sefer kavramı se-fe-ra fiil kalıbından alınırsa ortaya çıkmak, açığa
çıkmak; sabahla beraber kullanıldığında tanyerinin ağarması; güneşle beraber
kullanıldığnıda güneşin doğması; savaşla beraber kullanılınca savaşın yavaşlamaya
başlaması; kadınla beraber kullanıldığında yüzünden peçeyi açması; evle kullanılınca
süpürmek; kitapla beraber kullanıldığında yazmak manalarına gelmektedir.
[56]
1. Tan yerinin ağarması
(Ve ağaran sabahı...) [Müddessir/34]
Arapça dört harfli olan fiil kalıbından getirildiğinde ve sabah ile beraber
kullanıldığında, tanyerinin ağarması anlamını ifade etmektedir. Bu anlamı,
zamanla ilgilidir.
2. Parlamak
(Bazı yüzler o gün mutluluktan panldayacaktır). [Abese/38]
Bu manası, daha çok psikolojik duygunun yüze yansımasıyla ortaya çıkan
durumu ifade etmektedir. Sefer kelimesini, musfire şeklinde alıp insan yüzü ile
bir araya getirince mutluluğun ifadesi olan parıldamak anlamını kazanmaktadır.
3. Yazmak
Melek ve kitapla ilgili bir eylemi ifade etmek için, Abese/15'te yazmak
manasına gelmektedir:
(Güvenilir katiplerin elleriyle yazılıp...)
Bu anlamı nasıl kazanmaktadır? Kitaba yazılan kelimeler, insan kafasından
yolculuğa çıkıp kitaba yayıldığı için bu manayı kazanmıştır. Kitaptaki kelime
ve bilgiler, yazanın kafasından çıkmış, bize kadar gelmişlerdir. Misafirperver
olan insanlar, okuyarak o bilgileri misafir ederler. Demek ki kitap okumayan
insanlar, bilgilere karşı misafirperver değillerdir.
4. Kitap
Sefer kelimesi sifîr kalıbında alındığında, büyük kitap manasını ifade
etmektedir. Kitap, manaları ortaya çıkardığı için bu adı almaktadır. Kitap,
bilgileri misafir olarak ağırlamaktadır.
Cuma/5'te sifîr kalıbının çoğulu olan esfar şeklinde geçmektedir: Koca
kitapları taşıyan eşeğin hali gibidir.
5. Yolculuk yapmak
Doğrusu bu yolculuk bizi bir hayli yordu. [Kehf/62] Yukarıda verilen
beş mananın özde birleştikleri görülmektedir. Tanyerinin ağarması ile gece
sefere çıkmış olmaktadır. Aynca, insanın yüzünün ışıldaması, parlaması,
içindeki muüuğun dışa vurması, ortaya çıkmasıdır, insanın içindeki mutluluğun yüzüne
vurması, güneşin doğması gibidir, insanın kafasındaki bilgilerin doğup kalemin
ucuyla kağıda dökülmesi de aynı doğuşu düşündürmektedir. Kitap da, manaların
doğduğu yerdir. Yolcu da, gittiği memlekette doğmakta ve yeni bir hayata
başlamaktadır.
Kim, ne zaman seferî olur? Eski alimler seferî olmanın saranı mekan ve
mesafeye bağlamışlardır. Deve yürüyüşüyle 90 kilometrelik bir mesafeye giden
kimse, seferî kabul edilmiştir.
Halbuki mesafe ve zaman, teknolojik açıdan izafilik arzeder.
Teknolojinin gelişmesiyle 90 kilometrelik bir mesafe, çok kısa bir zamanda
aşılabilir. Günümüzde 90 kilometreyi yanm saatte alan araçlar vardır. Seferî
olmanın evrensel bir ölçütü olmalı; nitekim Yüce Allah, Nisa/101'de evrensel
bir ölçü koymuştur. Buna göre seferiliğin ölçüsü, hayat tehlikesidir.
Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kafirlerin size kötülük etmesinden
kor-karsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kafirler
sizin düşmanınızdır.
Bir ibadeti kısaltmak veya kazaya bırakmak için, kafirlerin kötülük
etme tehlikesinin bulunması gerekir. Hayat tehlikesi bulunmayan bir yolculukta,
seferilik sözkonusu olmaz. Mesela: Savaş halinde olan bir ülkede, evinden
dışarı çıkmakla seferilik başlamış olur. Böyle bir yer ve durumda seferî olmak
için 90 kilometrelik bir mesafeye gitmeyi şart koşmak doğu değildir. Çünkü
orada her adımda hayat tehlikesi vardır. Demek ki, seferiliğin şartı hayat
tehlikesinin veya meşakkatin bulunmasıdır. Yaya veya deve sıranda gidilen
çölde, seferilik hükmünün ölçüsü mesafe değil, yolculuğun tehlikesi ve
meşakkatidir. Hayat tehlikesinin ve meşakkatin olmadığı yerlerde, mesafenin
önemi olmamalıdır. Yutıkûne kelimesi, takat \e tavk kökünden türemiştir. Fiil
kalıbında alındığında kuşatmak, tasma giydirmek, bir kimseye iş teklifinde
bulunmak; isim kalıbında alındığında ise güç, kudret, enerji, gerdanlık ve
halka manalarına gelmektedir.
[57]
1. Boynuna dolamak
Bu dünyada kazanılan ve taparcasına sevilen, fakirlere infak edilmeyen
mal mahşerde insanın boynuna dolanacaktır. Bu anlamda Âl-i Imran/180'de
geçmektedir:
(Allah'ın kereminden kendilerine verdiklerinde cimrilik gösterenler,
sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek
fenadır. Cimrilik ettikleri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır).
Yüce Allah "boyunlarına dolanacaktır" ifadesiyle, insanları
iyilik yapmaya, fakirlerin elinden tutup kaldırmaya ve yardımlaşmaya teşvik
etmektedir. Ayrıca bu ifade, cimriliğe karşı bir tiksinti uyandırmak amacı da
taşımaktadır.
2. Güç
Bakara/249'da 'güç' manasına gelmektedir:
(Bugün Calut'a ve askerlerine karşı koyacak gücümüz yoktur).
Ayetteki güç, ferdî güçten ziyade ordunun gücünü ifade etmektedir. Buna
sosyal güç de diyebiliriz.
Bakara/286'da, sorumluluğun yerine getirilmesi anlamındaki gücü ifade
etmektedir.
(Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği sorumluluklar yükleme).
3. Güç yetirememek
Bakara/l 84'de geçen "Oruca dayanamayanlar" ifadesinden bu
mana çıkmaktadır. Ayetin bu kısmına Yusuf Ali "Orucu zorlukla tutan"
anlamını vermektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu ifadenin manasını uzun bir
şekilde tartışmış ve nihayet, "güç yetirememek" manasını tercih
etmiştir. Biz ise "zorlukla güç yetirmek" manasını tercih ediyoruz.
Bu ayette, hangi durumda oruç yerine fidye verileceği hususu ele alınmakta;
bunun, oruca güç yetirememe olduğu bildirilmektedir. Demek ki, Yüce Allah
gücünü dikkate alarak insana sorumluluk yüklemekte ve ibadetleri gücüne göre
yerine getirmesini istemektedir.
Sorumlulukların güce göre dağıtılması gerektiği, Kur'an'ın getirdiği en
önemli kaidelerden biridir. Bu kaide, eğitimde ve özellikle hukukta işler hale
geldiği zaman, eğitim ve hukuk modern hale gelmiş demektir. Siyasî erki elinde
bulunduranlar, kanun yaparken halkm gücünü dikkate almalıdır. Eğitimciler,
altından kalkamayacakları konulan öğrencilere yüklememelidir.
Kısaca diyebiliriz ki güç ile ibadet, paralel yürümektedir. İbadet bir
sorumluluk olduğundan, insanın gücü esas alınmış ve gücünü aşan işlerden insan
sorumlu tutulmamıştır. Yüce Allah ibadetleri keyfi olarak değil, kulunun gücüne
göre emrediyor. Bakara/l 84'te Yüce Allah, orucun belli günlerde tutulacağım
bildiriyor; hastalık, sefer ve güç yetmeme gibi durumlarda ise, farklı alternatifler
sunuyor. Böylece insanın içinde bulunduğu şartlan dikkate aldığını gösteriyor.
Kulun içinde bulunduğu şartlan dikkate alarak hükümler koyması, Kur'an'ın ne
kadar gerçekçi ve evrensel olduğunu isbatlamaktadır.
183. ayette farz kılınan bir ibadetin, 184. ayette hangi şartlarda
terkedile-bileceği veya başka bir ibadetle nasıl telafi edilebileceği
bildirilmektedir. Mesela; aşın hararetli bir ocak başında çalışan işçinin, oruç
tutması çok zordur. İşte bu ayette, böyle şartlarda çalışan kimsenin, oruç
yerine fidye verebileceği ruhsatı verilmektedir.
[58]
185. Kur'an, insanlara bir rehber, bu rehberliğin apaçık delili ve
doğruyu yanlıştan ayırdedici bir ölçü olarak Ramazan ayında indirilmiştir.
Bundan dolayı, sizden kim bu aya ulaşırsa, onu baştan başa oruç tutsun. Ancak
hasta veya seyahatte olan, başka günlerde aynı günler miktannca oruç tutsun.
Allah sizin için kolaylık diler, zorluk çekmenizi istemez. Bütün bunlar, sayıyı
tamamlamanız ve size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz
ve O'na şükretmeniz içindir.
Şimdi ayetteki ramazan ve şehr kelimelerine bir göz atalım. Şehr kelimesinin
fiil kalıbı olan şehera, bir şeyi şöhretlendirmek, ilan etmek, çıkarmak;
kılıçla beraber kullanılınca, kılıcı kınından çıkarmak; mekanla beraber kullanılınca,
bir yere yerleşmek; hamile kadınla ilgili olunca, doğum vaktinin yaklaşması
manalarına gelmektedir. Aya, yani otuz günlük zaman dilimine de şehr
denmektedir. Bu kelime parlamak, şöhret bulmak, yani öne çıkmak manasını da
ifade etmektedir. Sahip olduğu mallan bir yerde "teşhir etmek" de bu
kelimeden türemiştir.
Kur'an'ı Kerim'de, senenin on iki bölümünden biri olan ve 29 veya 30
günden meydana gelen zaman dilimini ifade etmektedir:
Ramazan ayı [Bakara/185],
Haram aylar [Bakara/217],
Otuz ay [Ahkaf/15],
İki ay [Mücadele/4],
Hac ayları [Bakara/197],
Dört ay [Bakara/234],
Üç ay [Talak/4].
Ramazan kelimesi ise rameda fiilinden türemiştir. Fiil kalıbında alındığında
mızrak ve ok gibi aletleri mengenede sıkıştırıp keskinleştirmek, sivriltmek,
günün sıcaklığının artması, sıcağı çok olan yerde yalın ayak yürümek,
susuzluktan içi yanmak, bilemek, öfkelendirmek, oruçla beraber kullanılınca,
oruca niyet etmek anlamlarına gelir. İsim olarak Arap aylarının dokuzuncusunun
adıdır. Güz döneminde yağan yağmur manasına da gelmektedir.
Şehr kelimesi ile ramazan kelimesi bir araya gelince "ramazan
ayı" anlamını ifade etmektedir. Bu iki kelimenin bir araya gelmesinden,
bir çok çıkarımlar yapılabilir. Ramazan ayında tutulan orucun insanın
maneviyatında meydana getireceği gelişimi, zenginlik ve değişimleri şu şekilde
sıralayabiliriz:
1.
Kılıcı kınından çıkarmak
manası ile şehr; inceltmek ve bilemek manası ile ramez kavramlarının bir araya
gelmesinden, orucun insanın duygulanm incelttiği ve onu şeytana karşı bileyip
kılıç ve ok haline getirdiği anlaşılabilir. Mengenede sıkıştırılıp bilenen
kılıcı ve inceltilen oku ifade eden ramez kelimesi, Ramazan aymda tutulan
orucun da insanın duygularını disipline ederek bilediğini ve incelttiğini
gösterir. Bu inceltme ve bileme, nefse ve şeytana karşı verilecek mücadelede
insanı daha hazırlıklı ve kuvvetli kılar.
İncelen ok hedeften şaşmaz. Orucunu tutan insanın gönlü inceldiği için
Allah'a doğru olan yolculuğunda şaşırmayacak; incelen ok gibi hedefine varacaktır.
2. Maneviyatı, ihlası, huşuu
ve samimiyeti arttıran orucun Ramazan ayında tutulması nedeniyle şehr ile
ramazan kelimeleri birlikte kullanılmaktadır.
Sıcağı çok olan bir yerde, yalın ayak yürümek manası ile rameda kavramı orucun, cehennemin üzerine basarak insanı karşıya geçireceğim; mü'-minlere, dünyadaki kötülüklerin meydana getirdiği ateşin üzerine basarak yürüme gücü vereceğini ifade etmektedir. Ateşten etkilenmeden, onun hararetini hissetmeden üstüne basarak yürümek, büyük bir manevî olgunluk ister.
3. Güz döneminde yağan yağmur
manası ile ramd kelimesi, kalp ekranındaki kirleri temizleyecek olan orucun
rahmet yağmuru gibi olduğunu ifade etmektedir. Oruç, insanın günahlarını,
manevî kirlerini ve davranışlanndaki pislikleri temizleyen bir ibadettir. Kir
ve pisleri temizlenen şeyin parlayıp ortaya çıkması gibi, günahları ve kalbin
kirlerini temizleyen, şahsiyeti ortaya çıkaran oruç da insanın iç alemini
temizleyip parlatır ve böylece insan, kendini tanımaya başlar. İşte
"şehr-i ramazan" ifadesindeki şehr kelimesi, bunu ifade etmektedir.
4. Şehera kavramı şöhret
bulmak manasına da gelmektedir. Orucunu tutan kişi, Allah katında bir değer
kazanmakta; bu da ona manevî şöhret getirmektedir. İnsana Allah katında şöhret
kazandıran oruç, bu ayda tutulduğu için bu ismi almıştır.
5. Yerleşmek manası ile şehera
kelimesi, orucun insanın şahsiyet ve maneviyatında yerleşmişliği, dengini
bulmayı ve sağlamlaşmayı meydana getirdiği için bu ismi almaktadır.
Manevî değerlerin insanın şahsiyetine yerleşmesi, duyuların oynaklığını yitirip sabitleşmesi, aklın ve imanın nefis ülkesine yerleşmesini temin etmektedir. Aklın nefis ülkesine yerleşmesi, büyük bir mücadelenin zaferle bitmesi demektir. İşte oruç, bu zafere yardım etmekte, aklın orada yerleşmesini temin etmektedir.
6. Hamile kadınm doğum
zamanının yaklaşması manasıyla şehera kelimesi, orucun insanın gönlünde manevî
oluşumların doğmasını temin ettiğini ifade etmektedir.[59]
(Kur'an o ayda indirilmiştir).
"Ramazan ayı" ifadesine yukarıda verdiğimiz manalarla,
Kur'an'ın o ayda indirilmesi arasında derinden bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi
oruçla Kur'an arasında kurmamız da mümkündür.
Şehr kelimesiyle manalandırdığımızda orucun, insanın Allah katında şöhretini
artırdığım söylemiştik. Ramazan ayında inen Kur'an da insana şeref
getirmektedir {Enbiya/10, Zuhruf/44]. "Ramazan" kelimesinin bir
anlamı da güzün yağan yağmurdur. Kur'an'ın rahmet olduğunu [İsra/82]
düşünürsek, mana benzerliği ortaya çıkacaktır. Yağmurun tabiattaki işlevi ne
ise, Kur'an ve orucun da insan ruhundaki işlevi odur.
Hz. Peygamber, Ramazan'ın Allah'ın isimlerinden biri olduğunu ifade buyurmuştur.[60]
Bu durumda şehru ramazan (şehrullah=Allah'ın ayı) manasına gelir. Böylece
"Allah'ın kitabı" ifadesiyle, "Allah'ın ayı" bir
araya.gelmekte-dir. Demek ki Ramazan ayı, Allah'ın kitabının indiği aydır.
Diğer taraftan, Kur'an'ın Kadir gecesinde indiği ve Kadir gecesinin de
Ramazan ayı içinde olduğu dikkate alınırsa aralarındaki ilişki daha net bir şekilde
anlaşılır. Kur'an'ın Kadir gecesinde inmeye başladığını ve 23 yılda tamamlandığını
dikkate alırsak, Kur'an'ın Kadir gecesini diğer günlere taşıdığını
söyleyebiliriz. Böylece Kur'an'ı ihya eden, onu anlayan ve hayâta geçiren
insanlar diğer gün ve geceleri de Kadir gecesine çevirmiş olmaktadırlar.
Kadir gecesi, kainatın yaratılışından itibaren var olan bir gecedir.
Varlığın yaratılış kanununun o gecede belirlenmiş olması, aslında bütün zaman
ve varlıkları kapsadığı anlamına gelir. Onun bu mahiyeti, Kur'an'a intikal
etmiş ve Kur'an'ın evrenselliğini meydana getirmiştir. Kur'an'ın Allah'ın kanun
kitabı olduğunu dikkate alır, kadr kelimesinin de aynı manayı taşıdığını düşünürsek,
benzerlik ortaya çıkar. Muhakkak biz Kur'an'ı Kadir gecesi indirdik [Kadir/l];
Kesinlikle biz Kur'an'ı, mübarek bir gecede indirdik [Duhan/3] ayetlerini,
Bakara/185 ayeti ile bir araya getirirsek, "Kur'an Ramazan ayında
indirildi" ifadesiyle de aynı şeyin beyan edildiği anlaşılmış olur.
Böylece, Ramazan ayı, Kadir gecesi ve Kur'an bir araya gelmiş, birbirine şeref
vermişlerdir. Kur'an'ın ne olduğunu ve görevlerini tefsirin giriş kısmında
açıkladığımızdan burada tekrar etmiyoruz.
Bakara/l85'te, Kur'an'ın rehber olma niteliği zikredilmektedir. Bu
nitelik Bakara/2'de açıklanmıştır. Beyyinat kavramının açıklaması da
Bakara/99'da yapılmıştı.
(Öyle ise, sizden Ramazan ayma ulaşanlar, onda oruç tutsun).
Ayetin bu kısmında yer alan şehide ve şehr kelimeleri, bir araya gelmekle
farklı manalar kazanmaktadırlar. Elmalık Hamdi Yazır bu manaları şöyle
sıralamaktadır: "Her kim hilali görürse oruç tutsun; her hangi biriniz
hilali görürse hepiniz oruç tutun".[61]
Elmalılı, şehide kelimesine, 'görmek' manasını vermiştir. Bir şeye
şahit olmak onu görmek demektir. Bazıları da şehide kelimesine "ulaşmak,
ermek" manasını vermektedir. Bize göre şehide kelimesi "ulaşmak,
ermek" manasına gelir. Hilali görmek manasına alınırsa, o zaman çıplak
gözle görmeye dikkat çekilmiş olur. Arabistan gibi ülkelerde, hilali çıplak
gözle görmek mümkün olmakla birlikte, mümkün olmadığı zamanlar da olabilir.
Hz. Peygamber buluttan dolayı ayın görülememesi ihtimalini dikkate alarak, Şaban
aynım otuza tamamlanmasını[62]
emretmektedir.
çıplak, göite gomvemn mütokM o\maAıgı vöke\etûe ^amazan abının
başlangıcı nasıl tesbit edilecektir? Teknolojinin ilkel olduğu dönemlerde nasıl
hareket edileceği Hz. Peygamber tarafından bildirilmiştir; ki buna göre Şaban
ayı otuza tamamlanır, hilal görünmese bile oruca başlanabilir.
Teknolojinin gelişmiş olduğu günümüzde, hilalin ne zaman görüleceği
kesin olarak tesbit edilebilmektedir. Güneş ve ayın tutulma anlarını bile çok
önceden tesbit edebilen bu teknoloji, artık çıplak gözün yerini almalıdır.
Böylece, devamlı bulutla kaplı olan ülkeler, teknolojinin imkanlarından yararlanarak,
Ramazan ayının başlangıcını tesbit edebilirler. Bundan çıkan sonuç şudur:
Astronomi bilimindeki gelişmelere teslim olmak, teknolojinin ürünlerinden
istifade etmek ve onları ibadet vakitlerini belirlemekte kullanmak gerekir.
Hilalin tesbitinde, farklı sonuçlara varılması nedeniyle oruç ve bayram
hususunda toplumda ortaya çıkan tefrika, müslüman dünyanın, çözmesi gereken
acil bir problemdir. Ramazanın başlangıcı hususunda bile ittifak edememek ve
bu konuda tefrika yaratmak orucun sevabmı alıp götürecektir. Hz. Peygamber'in
ifadelerinden, Ramazan ayının tesbiti için farklı metodların denenebileceği
anlaşılmaktadır.
Bakara/l85'te geçen "Ancak hasta veya seyahatte olan, başka
günlerde tutsun" ifadesi 184. ayette açıklanmıştı. Şimdi ayetin bir
sonraki bölümüne geçebiliriz:
(Allah sizin için kolaylık diler; zorluk istemez). Ayetin bu kısmı,
İslâm'ın önemli bir ilkesine dikkat çekmektedir. Hastalık, yolculuk ve çeşitli
nedenlerle oruç tutmaya gücü yetmeyenlere, farklı uygulamalara müsade etmekle
Yüce Allah kullarına kolaylık sağlamıştır. İbadetin zorluklar içinde yapılması
doğru değildir. Kolay şartlar altında yapılması Allah'ın muradıdır. Allah'ın bu
muradı, din adamlarının rehberi olmalı; insanları ibadet konusunda zora
koşmamalıdırlar. Herkese, içinde bulundukları şartlara göre ibadet edecekleri
yollan göstermelidirler.
Yüce Allah'ın insanlar için kolaylık murad edip zorluk istememesinin sebebi,
ayetin bir sonraki bölümünde ifade edilmektedir: (Bütün bunlar sayıyı
tamamlamanız içindir). Ramazan ayında oruç tutmak ve bu sayıyı tamamlamak bazı
şartlar altında insana zor gelebilir. Hastalık, sefer ve ağır iş nedeniyle, orucu
erteleme ruhsatının verilmesi, insan için bir kolaylıktır. Önemli olan, Ramazan
ayı günlerinin tamamlanmasıdır. Oruç tutamayacak olanın fidye vermesi de bir
başka kolaylıktır.
Bakara/185 ayetinin bundan sonraki bölümü, orucun temin ettiği faydaları
vurgulamaktadır:
(Size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz için...)
Yüce Allah kullarını doğru yola hidayet etmek için din göndermektedir.
Bu doğru yolun kapısı da ibadetlerdir. İbadetler insanı ahlaken
olgunlaştıra-rak, Allah'a giden yolda mesafe almasını temin eder. Mü'minlere
sunulan bu imkana karşılık Yüce Allah, kendisinin tazim edilmesini,
yüceltilmesini istemektedir. İşte oruç ibadeti, Allah'ı tazim etmenin
yollarından biridir. Allah'ı yüceltmenin çeşitli yollan vardır. "Allahu ekber"
dediğimizde, Allah'ı yüceltmiş oluruz. Ama O'nu ibadet ederek de yüceltmemiz
gerekir.
(Şükretmeniz için...)
Oruç, bir şükürdür. Yüce Allah'ın verdiği nimetlere, gösterdiği doğru
yola ve sağladığı kolaylıklara karşılık, O'na şükretmektir. Allah'a şükretmenin
yollarından biri de oruç tutmaktır.
Orucun faydalarını iki kısma ayırabiliriz:
a)
Sağlık açısından faydalan
Midenin dinlenmesini temin etmek ve diğer organik faydalan herkesin
bildiği hakikatlerdendir.
b) Manevî faydalan
Orucun en önemli faydası, takvayı temin etmesidir. Allah'ı yüceltmek,
Allah'a şükretmek gibi ibadetlerin oluşturduğu takva denen ruh olgunluğu, orucun
katkısıyla meydana gelmektedir. Daha önce, savm, şehr ve ramazan kav-ramlannı
açıklarken bahsedilen oluşumlann oruçla meydana geldiği düşünülürse, orucun ne
kadar faydalı bir ibadet olduğu anlaşılır.
Melekler ve ruhun Kadir gecesi yeryüzüne indiği dikkate alınırsa, Ramazan
ayının af, bereket ve rahmet ayı olduğunun farkına varmak kolaylaşır.
Bize göre, Ramazan ayında tutulan oruç bir bayramdır. Kur'an'ın indirilmeye
başlağı ayı, her yıl oruçla karşılamaktayız. Onu bize gönderen Allah'a
şükretmek için oruç tutuyoruz. Bakara/185 ayetinin sonundaki şükür, ayetin
başındaki Kur'an'ın Ramazan ayında indirilişiyle irtibatlandınlınca, Ramazan
ayının, orucun, Kur'an ve şükrün birbirleriyle ne kadar sıkı bir ilişki içinde
olduklan daha iyi anlaşılır.
[63]
186. Kullarım sana, beni sorduklarında ben çok yakınım; bana dua ettiğinde,
dua edenin isteğine karşılık veririm. O halde, benim davetime uysunlar ve bana
inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.
Ayeti kısımlara ayırarak açıklamaya çalışacağız.
İnsanın tabiatında sual sorma isteği de vardır. Soru sorulmadan eğitim
faaliyeti yürütülemez. Öğrenci sorup öğrenecek, öğretmen soracak ve değerlendirecektir.
Sormadan öğrenilemez, değerlendirme yapılamaz. Se-e-le sormak, istemek, davet
etmek, yalvarmak, araştırmak, hakkını istemek, iddia etmek, istirham etmek,
Allah hakkı için diyerek rica etmek, manalarına gelmektedir.
[64]
1. Sormak
Anlatılan bir konuyu anlamayanlar, yapılan bir işin mahiyetini idrak
edemeyenler, ya da yapılan açıklamalardan tatmin olmayanlar soru sormak ihtiyacı
duyarlar.
Hz. Peygamber'e, hilaller [Bakara 219]; infak [Bakara,215]; haram aylar
[Bakara,217]; içki ve kumar [Bakara,219]; yetimler [Bakara/220]; hayız [Bakara/222];
helal kılman şeyler [Maide/4]; kıyamet [A'raf/187]; ganimetler [Enfal/1]; ruh
[İsra/85] hakkında sorular sorulmuş; Kur'an da bu sualleri cevaplandırıp
insanları bilgilendirmiştir. Şimdi se-e-le'nin 'sormak' anlamına geldiği
ayetlerden birini örnek olarak alabiliriz:
(Musa, "Bundan böyle sana soru soracak olursam benimle artık
arkadaşlık yapmazsın" dedi). [Kehf/76]
Görüldüğü gibi Allah, insanların Peygamber'e sordukları sualleri cevaplandırmak
için ayetler vahyetmiştir. İnsanların sorulan, Levh-i Mahfuz'u harekete
geçirmiş, oradan cevap gelmesine neden olmuştur.
2. İstemek
Eğer siz yüz çeviriyorsanız, zaten ben sizden bir ücret istemedim.
Benim ücretim, Allah'tan başkasına ait değildir ve bana müslümanlardan olmam
emro-lundu. [Yunus/72]
Kur'an'da bu ayetle aynı içeriğe sahip pek çok ayet vardır. Yapılan
göreve karşılık ücret isteme ya da istememe se-e-le kelimesiyle ifade
edilmektedir.
3. Sorgulamak
Faili Yüce Allah olduğunda se-e-le fiili, -şu ayetlerde olduğu gibi-
'sorgulamak' manasına gelir:
Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen
peygamberleri de mutlaka sorguya çekeceğiz. [A'raf/6]
Rabbin hakkı için mutlaka onların hepsini sorguya çekeceğiz. [Hicr/92]
4. Sorumluluk
Verilen söz, yapılan anlaşma ve sorumluluk ifade edilirken se-e-le
kelimesi mes'ûl kalıbından getirilmektedir. İsra/34'te bu kalıpta yer almakta
ve sorumluluk manasına gelmektedir:
Yetimin malına, kendisi ergenlik çağına varıncaya kadar, onu
değerlendirmek amacı dışında salon yaklaşmayın. Verdiğiniz her sözü yerine
getirin, çünkü verdiğiniz söz sorumluluğu gerektirir.
5. Araştırmak
Bu mananın kapsamına hakikati aramak, bulmaya çalışmak da girer:
Allah yeryüzünde sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve
orada tam dört evrede, arayanlar için fark gözetmeden gıdalar takdir etti.
[Fussi-let/10]
Ayette yer alan sail kelimesi, rızkını arayan manasına gelmektedir.
Aynı kelime, hakikati aramak manasına da gelir:
Gerçekten, Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında hakikati arayanlar için
çıkarılacak dersler vardır. [Yusuf/7]
Hakikati aramak, onun peşinden koşmak gibi eylemler sail kelimesiyle
ifade edilmiştir.
6. Dilenmek
İnsanlardan para veya başka bir şey isteyene dilenci denir. Dilencilik
bir alışkanlıktır, çünkü herkes dilenemez. Kur'an'da dilencilik, sailin
kelimesiyle ifade edilmektedir. Bu kelimenin fiili de kullanılmaktadır:
Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple
yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyenler,
iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın.
Çünkü onlar yüzsüzlük ederek dilenmezler. Yaptığınız her hayrı kesinlikle
Allah bilir. [Bakara/273]
Görüldüğü gibi se-e-le kelimesinin farklı görünen bu manalarının
aslında birbirleriyle yakından alakalan vardır. Bir şeyi sormak, bilgi
istemektir, sorgulamaktır; sorgulamak sorumluluğu beraberinde getirmektedir.
Diğer taraftan sormak, araştırmaktır, araştırmak da, bir tür dilenmektir. Onun
için eğitim ve öğretimde soru sormak, sorgulamak, hakikati araştırmak olmazsa
olmazı teşkil etmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/l86'da bu kelime
"sormak" anlamına gelmektedir.
İnsanlar Allah hakkında, özellikle de peygamberlere sualler
sormuşlardır. "Allah'ı göster inanayım" sözünü günümüzde de
söyleyenler vardır. Bu göstermektedir ki: İnsanoğlu, teknolojide ve tabiatı
araştırmada zirveye ulaşsa bile, inanç bakımından bir arpa boyu mesafe
alamamıştır.
Kitap ehli, Hz. Peygamber'den, gökten bir kitap indirmesini istemiştir:
Kitap ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor.
Onlar Musa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi; "Bize Allah'ı apaçık
göster" demişlerdi. [Nisa/153]
Demek ki Hz. Peygamber'den asırlarca önce, Hz. Musa'ya da Allah hakkında
sual sorulmuş, sonra bu soru isteğe dönüşmüş ve Allah'ı görmek istemişlerdi.
Hz. Peygamber'e de -bu türden olmasa bile- Allah hakkında sualler sorulmuştur.
Yüce Allah bu sorulan normal karşılamakta ve cevabını vermektedir. Fakat kitap
ehlinin Allah'ı görme isteğini cezalandırmıştır; zira Allah'ı görme isteği
başka, O'nun hakkında sual sormak başka bir şeydir:
Eğer benim kullarım sana benim hakkımda sorular sorarlarsa, ben çok yakınım.
[Bakara/186] Yüce Allah, kendisini soranlara yakın olduğunu bildirmektedir.
Yakın olmak, kulun ihtiyaçlarıyla ilgilenmek, onların isteklerini duymak ve
sorunlarını çözmek manasına gelmektedir. Yakın olmanın, ayrıca güven veren bir
manası da vardır. Kulun Allah'ı yakınında hissetmesi, ona büyük bir güven
verir. Diğer taraftan yakınlığın, bir de kontrol anlamı vardır. Ama Yüce Allah
ayette, bu manaya yer vermemektedir. Ayrıca, yakınlıkta sevgi vardır.
Peki bu nasıl bir yakınlıktır? Yüce Allah Kaf/16'da insana olan
yakınlığını bir benzetme ile açıklamaktadır:
Andolsun, insanı yaratan biziz ve onun içbenliğinin ona ne
fısıldadığını biz biliriz: Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.
"Biz ona şah damarından daha yakınız1'' ifadesi, fizikî/maddî
anlamda bir yakınlığı mı, yoksa manevî anlamda bir yakınlığı mı ifade
etmektedir? Yüce Allah'ın insana şah damarından daha yakın olmasını, ilim ve
yaratma sıfatlan ile olan bir yakınlık olarak yorumlayabilir miyiz? Fahruddin
Razi, bu yakınlığın ilimle olduğunu söylemektedir.[65]
Kaf/16 ayetinin analizini yaparsak, yakınlığın nasıl olduğunu anlamamız mümkün
olur. Ayetin birinci bölümünde yaratma olgusu, ikinci bölümünde ise, insana
nefsinin verdiği vesvesenin O'nun tarafından bilinmesi ve nihayet Allah'ın
insana şah damarından daha yakın olması, ayetin çatısını oluşturmaktadır.
Demek ki ayet, yaratmadan bilmeye, her ikisinden de yakınlığa intikal
etmektedir. Böylece Allah'ın kuluna şah damarından daha yakın olması, yaratma
ve bilme sıfatlarıyla olmaktadır.
Sebe/50'de de yakınlıkan önce işitme sıfatı zikredilmiştir: (Şüphesiz
Allah işitendir, yakındır).
Burada Allah'ın kuluna olan yakınlığının başka bir sıfatı daha ortaya
çıkmaktadır. Demek ki Allah kuluna, yaratma, bilme ve duyma sıfatlarıyla şah
damarından daha yakındır.
Tekrar Bakara/l 86'ya dönersek, Allah hakkında soru soranlara
kendisinin yakınlığını belirtmesinin manidarlığı anlaşılır. 185. ayette yer
alan "Doğru yolu göstermesinden dolayı Allah'ı yüceltmenizi ve O'na
şükretmenizi ister" ifadesi, O'nun, zikri işitecek yakınlıkta olduğunu
göstermektedir. Diğer taraftan 186. ayetin ikinci bölümü de, bu yakınlığın
burada niçin zikredildiğine açıklık getirmektedir:
(Dua edenin yakarışına her zaman karşılık veririm).
Yüce Allah kuluna şah damarından daha yakın olduğu için, onun duasını
işitmekte; dua eden kulunun isteğini yerine getireceğine dair garanti vermektedir.
Allah ile kul arasındaki iletişim kanallarından biri de, dua/yakanş'tır. Şimdi
dua'yı çeşitli yönleriyle ele alabiliriz:
A. Duanın manası
Sözlükte dua çağırmak, yalvarmak, davet etmek, ileri sürmek, celbetmek,
istemek, teklif etmek, teşvik etmek, sevk etmek, hatırlatmak, namaz kılmak, bir
şey için Allah'a yalvarmak, bir şeye karşı Allah'tan yardım dilemek, cinleri
çağırmak, propaganda yapmak, meydan okumak, referans göstermek manalarına
gelmektedir.
[66]
I. Dua etmek
Dua kelimesini, bazen Türkçe'ye çevirmek mümkün olmaz. "Hal böyleyken
insan, iyilik için dua ediyormuşçasına, kötülük için dua eder; çünkü insan
acelecidir" [İsra/11] ayetindeki dua kelimesi böyledir.
Yüce Allah kötülük için dua etmenin sebebini, insanın aceleci olmasına
bağlamaktadır. Acelecilik, insanı ne için dua ettiğinin şuurundan uzaklaştırır.
İyilik için dua ediyorum zannıyla kötülük için dua eder.
II. Çağırmak
Dua kavramının öne çıkan manalarından biri de çağırmaktır. Çağırmak
anlamına alındığında kimin çağırması ve nereye çağırmak gibi sorular akla
gelmekte ve Kur'an bunları cevaplandırmaktadır:
a. Allah'ın çağrısı
"Çağırma" anlamıyla dua kelimesi, farklı varlıkların
çağırmasını kapsar.
1. Yüce Allah barış yurduna
çağınr
Yunus/25'te bu çağrı dile getirilmektedir:
Allah selam yurduna çağınr. Ayetteki selam kavramı, barış, güven, kurtuluş manalarına gelmektedir. Bu kavramın birincil manası "banş"tır. Onun için, bu ayetteki yeda kelimesine dua etmek, yalvarmak manası yerine çağırmak anlamını veriyoruz.
2.
Öldükten sonra diriltmek
için çağırır
Göklerin ve yerin Allah'ın buyruğu altında sapasağlam durmaları da
O'nun mucizevi işaretlerindendir. Sonunda Allah, sizi bir tek seslenişle yerden
kalkmaya çağırdığında, hepiniz ortaya çıkacaksınız. [Rum/25] Ayet-i kerimede
dua kavramı, hem fiil ve hem de isim olarak yer almaktadır. Fiil kalıbına
çağırmak, mastar kalıbına da seslenmek manası verilmektedir. İnsanların
öldükten sonra dirilmelerini temin etmek için Yüce Allah'ın çağırmasına işaret
etmektedir.
3. Allah cennete ve affa
çağırır
(Allah, kendi izni ile sizi cennete ve affa çağırır). [Bakara/221]
Yüce Allah kullarını iyi amel yapıp cennete gitmeye ve genel affından istifade etmeye çağırmaktadır. Bu çağrısını, yine kendi izni ile yapmaktadır. Demek ki Allah kendi affı ve cennete daveti için kendisine özel izin çıkarmaktadır. Bu, Allah'ın izni olmadan hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceği anlamını da içermektedir.
Allah Teala kullan için daima iyiyi takdir ettiği için, onları cennete,
affa çağırmakta; kullar ise bu çağrıya kulaklarını tıkamaktadırlar.
b. Peygamberin çağırması
Yüce Allah'ın verdiği görev ve izinle, peygamberler de çağrıda bulunurlar.
Peygamberlerin çağrıları:
1. Allah'ın yoluna çağırırlar
Yüce Allah, kendi yoluna çeşitli metodlarla insanları çağırmayı Hz.
Pey-gamber'e görev olarak vermiştir:
Resulüm! Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla
en güzel şekilde mücadele et. [Nahl/125]
2. İslâm'a çağırırlar
Saf/7'de (İslâm'a davet edildiği halde...) ifadesi yer almaktadır. Buradaki çağrı fiili meçhul kalıbından getirilmiştir. Kişiyi İslâm'a davet edenlerin ilki peygamberlerdir. Bu nedenle, meçhul fiilin öznesi olarak peygamberleri aldık.
Bu ayetteki islâm kavramı, barış, güven ve teslimiyet manasında
olabilir. İlk manasını îslâm dini olarak vermeyi daha uygun gördük.
3.
İnsanlığa çağrıda bulunurlar
Yüce Allah Şura/l 5'te Hz. Peygamber'e çağrıda bulunması için emir vermiş,
fakak neye çağıracağını belirtmemiştir. Zemahşeri bunun, hanif milletine bir
davet olduğunu ifade etmiş; Fahruddin Razi, Hazin, Kadı Beydavi ve diğer
müfessirler de bu görüşe katılmışlardır.
Bize göre buradaki çağrı, tevhid inananadır. Buna, "Senin görevin
durmadan çağrı yapmaktır" diye mana vermek de mümkündür. Peygamberimiz
insanlığı çağırmakla görevlendirilmiştir.
4. Doğru yola çağırırlar
Şu muhakkak ki, sen onları doğru bir yola çağırıyorsun. [Mü'minun/73]
Allah Teala, Hz. Peygamber'in sırat-ı müstakim'e (doğru yola)
çağırdığını açıkça ifade etmektedir.
Kehf/57'de geçen "doğru yol" kavramı da hüda kelimesiyle
karşılanmaktadır:
Onları doğru yola çağırsan da, asla doğru yola erişemeyeceklerdir.
Peygamberler, insanları, Allah'ın belirlediği sırat-ı müstakim'e (doğru
yola) çağırmakla mükelleftirler. Demek ki, doğru yolu peygamberler belirlemez;
onlar sadece Allah'ın belirlediği doğru yola çağırırlar.
5. Affa çağırırlar
Peygamberler, insanlık tarihinde en büyük değişimleri meydana getiren
şahsiyetler olmuşlardır. Onlar öncelikle beyin ve gönülleri değiştirmişlerdir.
İnsanlarda meydana gelecek olan değişimin, Allah'ın onlara karşı olan tutumunu
da değiştireceğini öğreten peygamberler, insanları, bu değişimin temeli olan
affa davet etmişlerdir.
Bu çağrıya Nuh/5 ve 10'da şöyle değinilmektedir:
Sonra Nuh, "Ey Rabbim!" dedi, "Doğrusu ben, gece-gündüz
kavmimi davet ettim". [Nuh/5]
"Gelin, Rabbinizden bağışlanma dileyin, O, çok
bağışlayandır!" dedim. [Nuh/10]
Peygamberler, günahlardan kurtulmaya çağırır; bunun yolunu gösterirler. Bu çağrıları ümit dolu olup insanlara ümit aşılar, onlara çıkış yolunu gösterir, değişimin Allah tarafından değerlendirileceği mesajını verir, Allah'ın affını harekete geçirme niyeti taşır. Onların çağrısı, korku ve karamsarlığı, ümitsizlik ve çaresizliği ortadan kaldıran bir çağndır.
c. İnsanın çağrıda bulunması
Yüce Allah, her toplumda bir grubun çağrıda bulunabileceğine de işaret
etmekte ve hatta bunu emretmektedir.
1.
Allah'a çağınr
İnsanları Allah'a çağıran, doğru ve adil olanı yapan ve "Şüphesiz
ben Allah'a teslim olanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
[Fussilet/33]
Allah'a çağırmak, iyi amel işlemek ve müslüman olduğunu ilan etmek,
sözlerin en güzelidir. Sıradan bir müslüman da Allah'a çağırabilir.
2. İyiye çağırmak
Yüce Allah toplumlarda iyiye çağıracak olan bir grubun yetişmesini istemekte,
hatta bunu emretmektedir. Âl-i İmran/104'te bu ilahî hüküm şöyle ifade
edilmektedir:
Ve aranızda iyiliğe çağıran, doğruyu emreden, kötülükten alıkoyan bir topluluk
bulunmalı.
Yüce Allah, iyiye çağırma görevini yüklenecek bir grubun, hem toplumlarda, hem de tüm insanlıkta yetiştirilmesini, kurtuluşa giden yolun ilk basamağı olarak göstermektedir.
3. İnkara ve şirke çağırır
İnsanların iyileri Allah'a ve iyi olana çağırırlarken, kötüleri de
inkara ve şirke çağırırlar:
Siz beni Allah'ı inkara ve hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyleri
Allah'a ortak koşmaya çağırıyorsunuz. [Gâfır/42]
Gâfir/41'de ise kafirlerin ateşe çağırdıkları belirtilmektedir. İnkar
ve şirk aslında insanın kalbinde yanan bir ateş olup bu ateş, ahirette
cehenneme dönüşecektir.
Yüce Allah mü'minlere, Peygamber'in çağırmasını, insanların
birbirlerini çağırmaları gibi tutmamalarını istemektedir:
Peygamberin size yönelik çağrısını birbirinize yönelttiğiniz çağrı gibi
saymayın. [Nur/63]
d.
Şeytanın çağrısı
İnsanoğlu adeta bir çağrı çemberi içinde bulunmaktadır: Allah,
peygamber, insan ve şeytan. Şeytan daima olumsuza, kötüye, çirkine, yanlışa ve
zararlı olana çağırmaktadır. Yüce Allah, şeytanın neye çağırdığını
bildirmektedir:
1. Ateşe çağırır
Şeytan alevli cehenneme çağırmaktadır:
Şeytan sizin açık düşmanınızdır; siz de onu düşman bilin; o sadece
taraftarlarını ateşe sevk edilmeleri için çağırıyor. [Fatır/6]
Şeytanın çağrısı alevli cehennemedir. Çünkü onun insanı sevkettiği
yolun sonu alevli cehennemdir.
2. Taklide çağırır
Lokman/21 'de taklit, kızgın alevli cehennem olarak tanımlanmaktadır:
Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde, onlar
"Hayır, biz babalarımızı neye inanır bulduysak ona uyarız" diye
cevap verirler; ya şeytan onları kızgın alevli ateşin azabına çağırıyorsa!
Demek ki şeytan Allah'ın indirdiğine uymaktan insanları alıkoymak, onlara, babalarını taklit edip onların yoluna uymaları için çağrıda bulunmaktadır. Bu, aslında alevli cehenneme çağırmaktan başka bir şey değildir.
Şeytan, Yüce Allah'ın vaadi ile kendi vaadini şöyle değerlendirmekte ve
şu itirafta bulunmaktadır:
Allah size gerçekleşmesi kesin olan bir vaadte bulunmuştu. Ben de bir
vaad-te bulundum size, fakat yalan çıktım. Bununla beraber benim size karşı bir
gücüm ve hakimiyetim yoktu, sadece sizi çağırdım, siz de bana uydunuz, şu halde
beni değil kendinizi kınayın. [İbrahim/22]
Görüldüğü gibi şeytan, Allah'ın vaadini, güçlü olanın kesin gerçekleşecek vaadi, kendi vaadini ise güçsüzün boş vaadi olarak değerlendirmektedir. Ama ne gariptir ki, insanların çoğu güçsüz şeytanın çağrısına koşmaktadır. Güçsüz şeytanın çağrısı daha cazip, daha süslü ve daha etkileyici gelmektedir. Bu durum, insan için, bir aldanış, bir kayıp ve bir zarardır.
III. Yalvarmak
Dua'mn bir anlamı da yalvarmaktır. Kur'an'da yalvarmanın alanı belirlenmiştir.
İnsan, içinde bulunduğu psikolojik ve manevî durumlardan dolayı yalvarır.
a.
Basma gelen kötülükten
dolayı yalvarmak
Yüce Allah'a yalvarmanın sebeplerinden biri, içinde bulunduğu kötü şartların
insanda meydana getirdiği sıkıntıdır. İçeriden kabaran sıkıntı, ağızdan
yalvarma şeklinde çıkmaktadır:
İnsanın başına bir kötülük geldiği zaman, içten yönelerek Rabbine
yalvarır. [Zümer/8]
Aynı durum Yunus/l 2'de de ele alınmakta ve insanın sıkıntıya duçar
olduğunda ayaktayken, otururken ve yatarken Allah'a yalvardığı ifade edilmektedir.
Daha sonra, Allah'ın, yalvaran kulunun, sıkıntısını giderdiği, ardından kulun
Rabbine nankörlük edip sırtım çevirdiği gerçeğine değinilmektedir. Sıkıntının,
çoğu insanı Allah'a yalvarışa ittiğine, sıkıntısı giderildiğinde ise nankörlük
ettiğine dikkat çekilmektedir.
b. İyi evlat için Allah'a
yalvarmak
A'raf/189'da, Hz. Adem ve hanımının iyi evlat için Allah'a yalvardıklan
dile getirilmektedir:
"İyi bir çocuk verirsen bize, yemin ederiz ki, şükredenlerden
olacağız!" diye rableri olan Allah'a yalvardılar.
Bedenen kusursuz ve ruhen iyi evlada sahip olmak ebeveynin iradesine
bağlı değildir. O yüzden ebeveynler, bu hususta Allah'a yalvarmalıdırlar.
c. Allah'tan başkasına
yalvarmak İnsanlar bazen sahte tanrılarına yalvarırlar:
Hani o, babasına ve kavmine, "Neye tapıyorsunuz?" demişti.
"Putlara tapıyoruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap
verdiler. İbrahim, "Peki" dedi, "yalvardığımzda onlar sizi
işitiyorlar mı?" [Şuara/70-72]
Dua edilen ve yalvanlan varlık, duayı duymalı ve dile getirilen
problemi çözecek güçte olmalıdır. Hz. İbrahim onlara, sahte tanrılara
yalvarmalarının yanlışlığını anlatmaktadır. Müşrikler yaptıkları işi tapınma,
Hz. İbrahim ise yalvarma olarak nitelendirmektedir. Çünkü yalvarmak tapınmanın
bir parçasıdır.
IV. Arzetmek
Bir de bir fikrin Allah'a arzedilmesi anlamında dua vardır. Duha/22'de
bu anlama gelmektedir:
Bunun üzerine Musa, "Bunlar suç işleyen bir toplumdur" diye
Rabbine arzetti.
Hz. Musa, Allah'tan bir şey istemiyor, başkaları hakkındaki değerlendirmesini
Allah'a arzediyor. Arzetmek manası ile dua, birileri hakkındaki değerlendirmeyi
Allah'a iletmek anlamını ifade etmektedir.
V. Yakıştırmak
Dua'run bir anlamı da bir kimsenin yapmadığı ve sahip olmadığı bir
şeyi, ona isnad etmek, yani yakıştırmaktır. Bu manada dua, iftira manasına
yakın düşmektedir. Bu manayı Meryem/91 'de buluyoruz:
(Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden...)
VI. İstemek
Furkan/13 ve 14'te dua kavramı 'istemek' anlamına gelmektedir:
Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin dar bir yerine atıldıkları
zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler. Bugün bir defa yok olmayı istemeyin,
aksine bir çok defalar yok olmayı isteyin.
Buradaki isteme, olmayacak bir şeyi, pişmanlık nedeniyle istemek anlamım
ifade etmektedir.
VII. İbadet etmek
Dea kelimesi emir kalıbında alınınca, tapınmak manasına gelmekte, özellikle
sahte tanrılara tapınmayı yasaklamak için kullamlanılmaktadır:
Allah'ı bırakıp da sana fayda veya zarar vermeyecek şeylere tapma. [Yunus/106]
Şüphesiz mescitler Allah'ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye
tapınmayın. [Cin/18]
Çağırmak, arzetmek, isnad etmek, istemek, dua etmek ve ibadet etmek
manaları ile dua, Allah ile kul arasındaki iletişimin kanallarından birini teşkil
etmekte, kulun gönlünden Allah'a açılan bir kapı görevini yapmaktadır.
B. Duanın önemi
Duanın ne kadar önemli olduğu Furkan/77'de ifade buyurulmaktadır. Dua, insanın değerine eşit bir ağırlığa sahiptir:
De ki: "Duanız olmasaydı Rabbiniz size niçin değer versin?!"
Gıbu kelimesi ağırlık anlamım ifade etmektedir. Bu ayette Fahruddin
Ra-zi'nin Ebu Amr, İbnu'1-Ala ve Zeccac'tan naklettiğine göre, "Rabbiniz
size al-dınş etmez, sizin Rabbiniz katında zerre kadar değeriniz yoktur"[67]
manalarına gelmektedir.
Yüce Allah burada insanların değerinin neden kaynaklandığını belirtmek
için bu ifadeyi kullanmaktadır. "Duanız olmasaydı" ifadesi, insanın
değerinin duası oranında olduğunu göstermekte; dua etmeyen kimsenin değerinin
olmadığı, dua edenin ise değerinin bulunduğu anlamına gelmektedir.
Furkan/77'deki dua'ya Zemahşeri, Kadı Beydavi, Hazin, Nesefi gibi
mü-fessirler "ibadet/kulluk" manası vermişlerdir. Taberi'nin
naklettiğine göre, İbn Abbas buradaki dua'nm "inanç" anlamına
geldiğini söylemiştir. Muham-med Esed ise ibareye, "Dua ve yönelişiniz
O'na olan inancınız için değilse" şeklinde mana vermiştir.
Fahruddin Razi, buradaki dua kavramı için beş karşılık sıralamaktadır:
a) İman,
b) İbadet,
c) Yakarmak,
d) Şükür,
e) İstiğfar/af dileme.
Hangi manası ile alınırsa alınsın, ayet insanın değerinin duasıyla orantılı olduğunu ifade etmektedir. Furkan/77'nin devamında, "yalanlamak" yani "reddetmek, inkar etmek" fiili yer almaktadır. İnkarın karşıtı iman olduğuna göre ayetteki dua'ya "iman" karşılığının verilmesi gerekir. Bu durumda, insana değer kazandırın şeyin "iman" olduğu ortaya çıkmaktadır.
Furkan/77 ayeti Ankebut/65 ile Lokman/32'ye denk düşmektedir. Bu ayetlerde,
bir sıkıntıdan sonra Allah'a yalvarma zikredilmekte, ardından da şirk ve
nankörlük dile getirilmektedir. Furkan/77'de de duadan sonra yalanlama gelmektedir.
O zaman bu ayetteki dua, sıkıntıdan sonra Allah'ı hatırlayıp çözümü O'ndan
beklemeyi, yardım dilemek için O'na yalvarmayı ifade etmektedir.
Bakara/l 86'da insanın, hastalık ve bela gibi aciz kaldığı durumlar
karşısında Allah'tan yardım dilemesinin Allah tarafından mutlaka dikkate
alınacağı bildirilmektedir. Yüce Allah, dua edenin duasına icabet edeceğini
çeşitli ayetlerde bildirmektedir. Ağır bir hastalığa yakalanan Hz. Eyyub Yüce
Allah'a şöyle dua etti:
Eyyub'u da an. Hani Rabbine, "Başıma bu dert geldi. Sen
merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti. [Enbiya/83]
Hz. Eyyub'un bu duasına Yüce Allah'ın nasıl icabet ettiği bir sonraki ayette
görülmektedir:
Bunun üzerine biz, ona karşılık verdik ve onu çektiği dertten
kurtardık. [Enbiya/84]
Yine, bunalımın derin karanlıklarına düşen Hz. Yunus'un duasına, Yüce
Allah tarafından icabet edildiği ve sıkıntısının giderildiği bildirilmektedir.
[Enbiya/87-88]
Kısaca insanın sıkıntı ve belalardan kurtulmak için ettiği dua'ya Allah
tarafından icabet edileceği Kur'an'da örneklerle anlatılmaktadır. Sıkıntı ve
belalar karşısında aciz kaldığında insanın Allah'a yakarması, O'nu devreye sokarak
çözüm araması, bir çıkış kapısıdır. Dua sadece sıkıntı ve bela karşısında
yapılmaz, istikbal için de yapılabilir. İşlenen bir günahtan dolayı af dilemek
de bir duadır. Dua edenin duasına icabet edeceğini söyleyen Yüce Allah, işlenen
günahı sileceğine de garanti vermektedir. Demek ki, dua günahları da giderir.
Hz. Peygamber duanın önemini şöyle ifade buyurmuştur: Dua ibadetin
iliğidir/özüdür.[68]
Yine Hz. Peygamber duayı, ibadet[69]
olarak tanımlamaktadır. Demek ki dua, hem ibadet, hem de ibadetin özüdür. Çünkü
öz, aslın kendisini de ifade eder.
C. Duanın yapılış tarzı
Bu kadar önemli bir ibadet olan dua nasıl yapılmalıdır? A'raf/55'te
Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:
(Rabbinize alçak gönüllülükle ve gizlice yalvannız). [A'-raf/55]
Bu ayette duada bulunması gereken iki hususiyete dikkat çekilmektedir:
Alçak gönüllülük ve gizlilik. Diğer bir ayette ise "En güzel isimler,
Allah'ındır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" [A'raf/180]
buyurulmaktadır. Demek ki, duanın Allah'ın isimleriyle yapılması gerekir.
Allah'ın isimlerinden hangisi istenirse o seçebilir ama, onlarsız dua
edilemez. Kısaca duanın Allah'ın isimleriyle yapılması zorunludur. Yüce Allah
De ki: "İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur.
Çünkü en güzel isimler O'na aittir. Namazda yüksek sesle okuma; sesini fazla da
kısma, ikisi arası bir yol tut" [İsra/110] buyurmaktadır.
Diğer taraftan duanın sadece Allah'a yapılması da bir zorunluluktur.
Yüce Allah En'am/41'de Hayır, sadece Allah'a dua edersiniz buyurmaktadır.
Duanın sadece Allah'a edilmesinin zikredilmesi, duada şirk koşma ihtimalinin
olduğuna işaret etmektedir.
Secde/16'da ise gece vakti yataktan kalkarak, korku ve ümit içinde
Allah'a dua etmekten bahsedilmektedir. Gece vakti yapılacak olan duanın insan
ruhunda meydana getireceği ferahlık, insanın korku ve ümit arasında, dengeli
bir ruh hali içinde olmasını sağlar.
D.
Duanın kabulü
(Bana dua ettiği vakit dua edenin dilediğine karşılık veririm).
Yukarıda zikredildiği şekilde dua edenin duasına icabet edeceğini vaadet-mekle
Yüce Allah, duanın kabul edilip edilmeyeceği istifhamını ortadan kaldırmaktadır.
Duanın kabulü, kişinin samimiyetine, alçak gönüllülüğüne, gizlilik içinde
yapılmasına ve şirkten uzak olmasına bağlıdır. Ayrıca kişinin konumunun da
duanın kabulünü etkileyeceği bir gerçektir. Nitekim Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in
bazı duaları kabul edilmemiştir:
Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da
ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin".
[Hud/45]
Bu duaya karşılık Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir
iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana
cahillerden olmamanı tavsiye ederim. [Hud/46]
Görüldüğü gibi bilinmeyen bir konuda Allah'a dua edip bir şey istemek,
duanın kabul edilmemesine sebep olmaktadır. Bilgi ile duanın kabulü arasında
bir bağ vardır. Çünkü İsra/11 ayetine göre insan hayır için dua ediyor gibi
şer için dua edebilir. Bu yanılgıyı ortadan kaldıracak olan şey bilgidir. Hz.
İbrahim, Hz. Lut'un kavminin helak edilmemesi için dua ile mücadele verdi
[Hud/74]. Onun bu yalvarışına karşılık Yüce Allah şöyle buyurdu:
Ey İbrahim bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Ve onlara geri
çevrilmesi mümkün olmayan bir azap mutlaka gelecektir. [Hud/76]
Demek ki, Allah'ın emrinin geldiği bir konuda yapılacak dua kabul
olmayacaktır. Adabına riayet edilmişse, Allah'ın takdirine aykırı değilse ve o
konuda kesin bir bilgi varsa, Yüce Allah, dualara icabet edeceğini
bildirmektedir:
Hayır sadece Allah'a dua edersiniz, O da dilerse, dua ettiğiniz şeyi,
yani belayı giderir. [En'am/41]
Darda kalan kendine dua ettiği zaman karşılık veren ve sıkıntıyı
gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var?
Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz. [Neml/62]
Bu ayetlerde, şirk karışmayan duanın kabul edileceği bildirilmekte ve
zaten Allah'tan başka duaya icabet edecek birinin olmadığı vurgulanmaktadır.
Ayetin devamında duanın müstecab olması için iki şart daha bulunduğu ifade edilmektedir:
(O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki
doğru yolu bulsunlar).
Yüce Allah çağrısına uyan kimselerin duasına icabet edeceğini belirtmektedir.
Böylece Allah, icabet edene icabet edileceği kuralını koymaktadır. Tabii
olarak, önce kulun icabeti, sonra Allah'ın icabeti gerçekleşmektedir. Kulun
icabeti Allah'ın çağrısına uymak, Allah'ın icabeti de yapılan duayı kabul etmek
şeklinde tecelli edecektir.
Şura/26'da, duaya icabetin diğer şartlarına da dikkat çekilmektedir. Bakara/l
86'daki "bana inansınlar" ifadesi, Şura/26'da da yer almaktadır. Aynı
ayette "iyi amel" de şartlara ilave edilmektedir:
(İman eden ve iyi amel işleyenlere icabet eder). Demek ki, duaya
icabetin şartlarından ikisi, iman ve iyi ameldir.
Kısaca diyebiliriz ki, samimi, alçakgönüllü, gizli, şirksiz, bilgiye
dayalı olarak, iman edip iyi amel işleyerek ve Allah'ın çağrısına icabet ederek
yapılan dua kabul edilecektir. Allah tarafından kabul edilen bir dua, insanın
hayatında elbette büyük bir değişim meydana getirecektir. Bu değişimin ne olduğu
ise ayetin sonunda bildirilmektedir:
(Umulur ki doğru yolu bulurlar).
Ayetin bu kısmında bulunan lealle (ummak) ve yerşüdûn (doğru yolu bulmak,
rüşde ermek) kelimelerini ele almakta yarar vardır.
Lealle ve aynı anlama gelen asa kelimeleri "ihtimal"
bildirir. Kur'an'da insanla ilgili bir iş/amel konusunda öğüt verilirken
çoğunlukla bu kelimeler kullanılır ve böylece, insanın davranışlarında kesinlik
olmadığına, onlara ih-timalli bakmak gerektiğine işaret edilir. İnsanın düşünce
ve eylemlerinde kesinlik değil, ümit/ihtimal söz konusudur.
Lealle ile asa kelimelerinin manalarının birbirine çok yakın olduğunu
söyleyen İsfehani bu kelimeleri tama ve terecci (ihtimal ki, ola ki, belki ve
ümit edilir ki) ile tefsir etmektetir. Lealle kelimesini, hırslı olmak ve
meyletmek manalarına gelen işfak kelimesiyle tefsir etmektedir.[70]
Bu manalardan hareket edince "ihtimalin" Allah için değil, kullar
için olduğu hükmüne varırız. Yüce Allah, inanmayı, ibadet etmeyi ve insanlara
karşı iyi davranmayı emretmekte; ama insanın bu emirleri yerine getirmesi de,
getirmemesi de ihtimal dahilindedir.
"İhtimal" kavramını "ilke" haline getirerek eğitime
uyarladığımız zaman, eğitimin gücü meselesi ortaya çıkar. Eğitim sihirli bir
değnek değildir ki bütün insanları mükemmel hale getirsin. Eğer eğitim her
şeyi yapabilecek güçte olsaydı, Kur'an'da "ihtimal" ve
"ümit" kavramları kullanılmazdı. Din eğitimcileri için, insanların
iman etmeleri, doğru yola gelmeleri ihtimal dahilinde olduğudan, eğitimde
"ihtimal ilkesi"nin varlığından bahsediyoruz. İşte eğitim faaliyeti
bu ihtimalin peşine düşüp, onu yakalama gayreti içinde olmalıdır. İhtimal
ilkesinin geçerli olduğu alanları şu şekilde sıralayabiliriz:
1. Hidayette ihtimal
Yol göstermek, işaret etmek, aydınlatmak ve idare etmek manalarına gelen
hidayet kavramı, bazen lealle, bazen de asa kelimeleriyle beraber kullanılmaktadır:
(Hani biz Musa'ya doğru yolu bulursunuz ümidiyle kitabı ve furkanı
vermiştik). [Bakara/53]
Ayette bulunan ilkeleri Bakara/53'ün tefsirinde ele aldığımız için
burada tekrar etmeyeceğiz. Burada önemli olan, Hz. Musa'ya Yüce Allah'ın göndermiş
olduğu kitap ve furkanın, insanların doğru yola gelme ümidini gerçekleştirme
amacını takip ettiğinin bilinmesidir. İlahî kitaba muhatap olan bütün
insanların doğru yola geleceği kesin değildir. Bu nedenle din eğitimi, ihtimal
peşinde koşmak ve yakalamak için gayret sarfetmek durumundadır.
Ayette kasdedilen kimselerin Hz. Musa'nın kavmi olduğu anlaşılıyor. Bir
toplumun tümünün ilahî mesaja olumlu tepki gösterecekleri düşünülmemelidir; ne
kadarının ve hangilerinin olumlu tepki gösterecekleri bilinemez. Bu nedenle
ihtimalli davranmak zorunluluğu vardır. Kehf/24'te de asa kelimesi
kullanılarak, ihtimale dikkat çekilmektedir:
("Rabbimin, beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştıracağını
umarım" de!)
Ayette, kulun, Allah'tan beklediği bir şey hakkında, nasıl konuşması gerektiği
öğretilmektedir. Allah'tan doğru bir bilgi beklerken, "ümit" ya da
"ihtimal" denen ağaca su vermek gerekiyor. Buradaki ümit, ya da
ihtimal, kulun ginlünden ilahî aleme uzanan bir iletişim kanalıdır.
2. Düşüncede ihtimal
Kur'an'ın gönderiliş nedenlerinden biri ve en önemlisi doğru düşünme
alışkanlığını insanlara kazandırmaktır. Düşünceyi harekete geçirmek, dünyayı
onun ürünleriyle zenginleştirip süslemek, İslâm dininin en önemli amacıdır.
Yüce Allah, buna pek çok ayette dikkat çekmiştir. Mesela Nahl/44 ayeti,
kitapla, yani ilahî öğretimle düşünce arasındaki ilişkinin ihtimal boyutuna
dikkat çekmektedir:
Biz, o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik, ve biz sana
da bu uyarıcı kitabı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara anlatasm;
olur ki düşünürler.
Ayette geçen "tefekkür" kavramı, derinden düşünmeyi ifade etmektedir. Emirler, tavsiyeler ve öğretilen her şey insanı düşündürücü nitelikte olmalıdır.
3.
Takvada ihtimal
Uygulanan eğitimin hedeflerinden biri de ruh olgunluğuna sahip insan yetiştirmektir.
Başkasımn müdahalesi olmadan kendi iradesi ile kötülüklerden, yanlıştan ve
Allah'a karşı gelmekten kendini koruyan insan yetiştirmek, din eğitiminin amacı
olmakla beraber, bu hedefe ulaşılacağı da kesin değil, ihtimal dahilindedir.
Mü'minleri takva'ya ulaştırmak Kur'an eğitimiyle mümkün olur. Kur'an'sız bir din eğitimi, bu ihtimali de ortadan kaldırmaktadır. Onun içindir ki Yüce Allah, En'am/51'de, Hz. Peygamber'e, mü'minleri Kur'an'la eğitmesini emretmektedir:
Rableri huzurunda toplanacaklarından korkanları, sen Kur'an ile uyar
ki, onların Rablerinden başka ne bir dostu ne de bir şefaatçisi vardır. Umulur
ki sakınırlar.
Ayetin sonunda yer alan "umulur ki sakınırlar" ifadesi,
muttaki olmanın ihtimal dahilinde olduğuna işaret etmektedir.
4. Dönüşte ihtimal
Gidilen yolun yanlışlığını gösterip insanları Allah'ın yoluna döndürmek
de din eğitiminin amaçlan arasında yer almaktadır.
İnsanın yanlıştan doğruya dönmesinde ilahî bir baskı yoktur. Kulun
iradesine kalan bir eylem ise ihtimal alanına girmektedir. A'raf/174 ayetine
dikkat edildiğinde, ilahî eğitim karşısında kulun seçme ihtimalinin nasıl bir
konum taşıdığı anlaşılır:
(İşte biz ayetleri böyle açıklıyoruz, artık umulur ki dönerler).
Ayette yer alan "umulur ki dönerler" ifadesi, eğitimin sadece
insana bir şeyler veren, onu zenginleştiren ve geliştiren bir faaliyet
olmasının yanısıra, bozuk olanların da ıslah edilmesine yarayan bir faaliyet
olduğuna işaret etmektedir. "Dönmek" kötüden iyiye geçiş olduğu
için, özünde ıslahatı, yani düzeltmeyi de taşımaktadır.
Ahlâkî ve ilmî değerleri nesilden nesile aktarıp eğitim yapmanın amacı
da bu dönüştür. Hz. İbrahim'in bu şekilde bir eğitim yaptığına işaret
edilmektedir: (Bu sözü, ardından gelecek nesillere devamlı kalacak bir miras
olarak bıraktı ki, insanlar dönsünler). [Zuhruf/28]
Kültürel değerleri nesilden nesile aktarma faaliyetiyle sosyolojik
görevini yerine getirecek olan eğitim, insanların bu kültürden istifade ederek
yanlışlarından dönmelerini amaç edinmelidir.
A'raf/168'de de, iyi ve kötünün imtihan konusu olması ve imtihandaki ihtimale
dikkat çekilmektedir:
Onları yeryüzünde topluluklara ayırdık. Onlardan kimi iyi kişilerdi,
kimi de alçak. Belki dönerler diye iyilik ve kötülüklerle onları imtihan ettik.
İyi veya kötü kimsenin değişmeyeceğine dair bir kural yoktur. İyinin kötü,
kötünün iyi olma ihtimali her zaman vardır. Kötülük insanın kaderi değildir.
Onun için Yüce Allah kötü insanları da imtihana tabi tutarak ıslah olmalarına
fırsat tanımaktadır.
5. Kurtuluşta ihtimal
Kur'an insanların kurtuluşa ermesini de ihtimal ilkesine bağlamaktadır:
Pek çok ayette "Umulur ki kurtuluşa erersiniz"
buyurulmaktadır. Âl-i İm-ran/200'de kurtuluşa götürecek davranışlar
sıralanmakta ve neticesinde kurtuluş ihtimale bağlanmaktadır:
Ey iman edenler! Sabredin ve sabırda birbirinizle yansın, gerekeni
yapmaya hazır olun ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyun ki kurtuluşa eresiniz.
Ayette sabır, sabırda yarış, Allah'a bağlanma ve takva, kurtuluşa giden
yolun basamaklarını oluşturmaktadır.
Nur/31 'de ahlâkî bir hatadan sonra tevbe etmenin, kurtuluşa sebep olma
ihtimali vurgulanmaktadır.
Maide/90 ve Âl-i İmran/130'da fert ve toplumların, kurtuluşa erme ümidiyle
kaçınmaları gereken yanlış hareketler bildirilmekte ve onlardan kaçınmanın
önemi hatırlatılmaktadır.
6. Duanın kabulünde ihtimal
Sizden de, Allah'tan başka taptıklarınızdan da uzaklaşıyor ve Rabbime
yalvarıyorum. İhtimal ki, Rabbime dua etmekle bedbaht olmam. [Meryem/48]
Bir peygamber olan Hz. İbrahim bile duasının kesin olarak kabul edileceği
düşüncesinde olmadığı halde, sıradan insanların böyle bir düşünceye sahip
olmaları asla uygun olmaz. Bu nedenle duanın kabulü konusunda ümit içinde
olmak gerekir.
7. Afta ihtimal
İnsan işlediği suç ve günahın Allah tarafından affedileceği ümidini
asla yitirmemelidir. Şirk dışında her günahın affedilme ihtimali vardır. Kur'an
bu konuda insanların kötümser olmalarını önlemeye çalışmaktadır. Çünkü af
ümidini yitirmek, daha çok günah işlemeye sebep olur. Kur'an, affedilme ihtimal
ve ümidini yaşatarak, insanların hayata daha iyimser bir şekilde bakmalarım
temin etmek ve kötümserliğin zararlarını gidermek için daima Allah'ın affına
ve merhametine vurgu yapmakta; ancak, affın kesin değil ihtimal dahilinde
bulunduğuna işaret etmektedir:
Ey iman edenler! Allah'a samimi olarak tevbe edin, umulur ki Rabbiniz kötülüklerinizi örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetine koyar. [Tahrim/8]
Ayette yer alan asa kelimesi, tevbeden sonra günahların örtülmesinin ihtimal
dahilinde olduğuna işaret etmektedir.
8. Değerlendirmede ihtimal
İnsanın, kendisi ve başkaları hakkında yapacağı değerlendirmelerde hata
yapma ihtimali vardır. Yüce Allah Bakara/216'da bu hususta şöyle buyurmaktadır:
Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha
hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü
olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
Sözün özü, her konuda ihtimal ve ümit söz konusudur. İlahî eğitim, amaçlarına
doğru yol alırken, hemen yanıbaşında ihtimal ve ümide yer verir. Eğitilen
varlık irade, seçme ve düşünme hürriyetine sahip olan insan olunca, bu ihtimal
ve ümit, zorunlu olarak kendine yer bulmaktadır. İhtimal ve ümit karamsarlığın
düşmanıdır. İkisi de, hayata daha iyimser bir gözle bakmanın vazgeçilmez
unsurlarıdır.
Ümit ve ihtimal için Mevlana şöyle diyor:
Çünkü bütün işler ümitle başanlır. Sen de din işini daha üstün tut, onu seç de kurtuluşa er. Burada ümitten başka bir şeyle kapının açılmasına izin yoktur. Allah doğruyu daha iyi bilir.
İnsanların boyunları, çalışıp çabalamaktan iğ gibi incelse bile gene
insanı her çeşit sanata çağıran ümittir.[71]
Mevlana, başarıyı, kurtuluşu ve harekete geçiren gücü, ümide bağlamaktadır.
Gücünü bir işi becerebilmek için son damlasına kadar harcayan insanlar bile
ümidi elden bırakmamalıdırlar.
Bakara/l86'nın sonundaki 'ihtimal' kelimesi, insanın davranışlanndaki
değişikenliğe dikkat çekmektedir. Bakara/186 ayetinin son kelimesi olan
yer-şudûn kelimesinin kökü -fiil kalıbında- raşede'dk. Bu kelime doğru yol üzerinde
olmak, doğru istikameti takip etmek, iyi irşad edilmiş olmak, yoldan çıkmamak,
doğru imana sahip olmak, gerçek inanıcı olmak, anlayışlı olmak, olgun olmak,
iyi yetişmiş olmak, doğru yola götürmek, iyi rehberlik yapmak manalarına
gelmektedir.
Rüşd kalıbından alınınca, eylemlerin doğruluğu, ilişkilerin mükemmelliği,
akıl, iyi muhakeme, şuur ve zihin olgunluğu anlamlarını ifade etmektedir.
İrşad kalıbından doğru yolu göstermek, öğretmek manasına gelir.
Dinî görevlerini yerine getirme ve malını kontrol edebilme çağı
dediğimiz "reşit olma" ifadesi bundan türemiştir.
Delil, öğreten, yol gösteren, rehberlik yapan anlamındaki mürşid kavramı
da bu kelimeden gelmektedir.
[72]
1. Doğru
Raşede kavramı, rüşd kalıbında alındığında, doğru manasına gelmektedir:
(Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır). [Bakara/256]
Bu ayetteki rüşd kavramına, Zemahşeri ve Kadı Beydavi iman; Hazin hak
ve iman; Nesefi iman; İbn Abbas iman ve hak manasını vermektedirler.
Yüce Allah dinde zorlamanın olmadığını, çünkü doğru ile yanlışın
birbirinden aynldığını söylemektedir. Böylece, rüşd'ün yani doğrunun olduğu
yerde zorlamanın kendiliğinden kalkacağı gerçeğine dikkat çekilmektedir.
Zorlama, rüşd/doğrunun olmadığı ortamlarda hayat bulmaktadır.
2. Doğru yol
Rüşd kalıbından alındığında "doğru yol" manasına gelmektedir:
Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. [A'raf/146]
Rüşd'ün birinci manası olan doğru/hakikat, insan hayatına girince ve
sosyal hayatla karışınca, insanı mutluluğa, kurtuluş ve kemale getüren bir yol
hüviyetini kazanmaktadır.
Cin/2'de de aynı manaya gelmektedir:
Gerçekten biz, doğru yola ileten ilginç bir Kur'an dinledik.
Demek ki rüşd, Kur'an'ın iletmiş olduğu yol manasına gelmektedir. Taşlarını
Kur'an ayetlerinin oluşturduğu Allah'a giden yolun adıdır.
3. Bilgi
Kehf/66'da geçen rüşd kavramı bilgi anlamına gelmektedir:
Musa ona, "Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek
bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım" dedi.
Bilgi ışık olduğu için, doğru yola götürmektedir. Kur'an da ilahî bilgi
olduğundan doğru yola götürür. Bilginin olmadığı yerde doğru, doğrunun olmadığı
yerde de doğru yol teşekkül edemez.
4. Fayda
Raşeden kalıbından alındığında, "fayda" manasını ifade
etmektedir:
De ki: "Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne
sahibim". [Cin/21]
Doğrunun, bilginin ve doğru yolun neticesi faydadır. Öyleyse, bu ayetteki
raşeda kalıbı daha öncekilerin ürününü ifade etmektedir.
5. Aklı başında olmak
Rüşd aslında akıl manasına gelmektedir. Reşid kalıbında alındığında
"aklı başında" olmayı ifade eder. Hud/78'de olduğu gibi kişiye sıfat
olduğunda, aklı başında olan kişi anlamına gelmektedir. Aslında Hucurat/7'de de
"aklı başında" manasını ifade etmektedir.
Aklı başında olan kimse Hucurat/7'de Allah'ın imanı sevdirip
gönüllerine süslediği, inkarı, fışkı ve isyanı çirkin gösterdiği kişi şeklinde
tanımlanmaktadır. Raşid (aklı başında kimse) ile, beyni ile kalbini
birleştiren ve toplumsal hayatı tahrip eden bozgunculuk ve isyandan uzak kalan
kişi kastedilmektedir.
Buluğ çağına eren gence "reşid oldu" denir; bu da, aklı
başına geldi demektir. Böylece reşid kavramı, biyolojik ve zihnî gelişmenin
çakıştığı noktayı belirlemektedir.
6. Doğru yola yöneltmek
Rüşd kavramı Kehf/17'de, "yol gösterici" manasına gelen
mürşid kalıbında gelmektedir:
(Allah kimi hidayetten mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir
dost bulamazsın).
Bu ayette mürşid kavramı, veli kavramı ile beraber gelmiştir. Bir
taraftan veli kelimesine açıklık getiren bu ayet; diğer taraftan da kimin irşad
edeceğini beyan etmektedir. Veli, rehberlik edip doğru yola ulaştıran kişidir.
Bütün bu manalardan sonra Bakara/186 ayetine dönersek, şu neticeye ulaşmamız
mümkündür: Allah'ın çağırışına uyan ve O'na inanan insanın, doğruyu yakalaması,
doğru yola girmesi ve yaptığı duanın faydasını görmesi muhtemeldir. O, bu ümidi
takip etmelidir. "Akıl" manası ile rüşdün, doğuştan gelen bir boyuta
sahip olmasının yanısıra; fayda, doğru yol ve doğru yola yöneltmek, olgunluğu
elde etmek manası ile de, eğitime bağlı olarak sonradan kazanıldığını bu
ayetlerden öğreniyoruz. İnsanları doğru yola iletecek bir olgunluğa erişmek,
uzun bir eğitim ve öğretimden geçmeyi zorunlu kılmaktadır.
Bakara/186 ayeti, soru ile başlamakta, doğruya nasıl ulaşılabileceğini
beyan ile bitmektedir. Soru sormayan, sorgulamayan insanların doğruyu bulamayacağına
da işaret etmektedir. Hz. Peygamber'e Allah hakkında soru soranlara Yüce Allah
cevap vererek açıklamalar yapmakta, kullarına yakın olduğunu, dualarına icabet
edeceğini bildirmekte ve onların da kendisine icabet etmelerini ve inanmalarım
istemektedir. Yüce Allah bu cevabı ile, insanlara sorulan cevapsız bırakmamaları
gerektiğini de öğretmektedir.
Allah Teala bu ayetteki açıklamalarıyla, kullarının aklına rehberlik
yaparak, problemlerin üstesinden nasıl geleceklerini de öğretmektedir. Demek
ki, insanlar Hz. Peygamber'e Allah hakkında soru sormasalardı bu ayet nazil olmayacaktı.
Soru sorulmayan yerde, gelişme, yenilenme yok demektir.
Eğitimciler, sorulan sualleri, Kur'an'dan ve aklın semasından alacağı
ışıklarla cevaplandırmak mecburiyetindedir. Soru sormayan beyinler, bu ışıktan
mahrum kalacaklardır.
[73]
187. Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kı-lıridı. Onlar
sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin
kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip bağışladı. Artık
Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir
ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edilinceye
kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın. Mescitlerde itikafa
çekilmiş olduğunuz zamanlarda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah'ın koyduğu
sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Allah ayetlerini
insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.
Bu ayette oruçlu ve itikafta iken cinsel ilişki konusu ele alınmakta ve
şu hükümler vazedilmektedir:
1.
Oruç gecesinde cinsel ilişki
helaldir.
Cinsel ilişkiyi ifade eden refes kavramının aslı, cinsel temas ile
ilgili söz veya genel manada kötü söz söylemektir. Ahfeş refes kelimesini
açıklarken "Birbirinize katılmış, karışmışken" [Nisa/21] ifadesine
dikkat çekmektedir.
2. Kadın ile erkeğin
birbirinin elbisesi olduğuna dikkat çeken ayetin ikinci kısmı, psikolojik
elbiseye işaret etmektedir.
Ayette elbise, libas kelimesiyle ifade edilmektedir. Kur'an'da birkaç
çeşit elbise vardır:
a. Avret yerlerini örten
elbise
Ey Ademoğullan! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysiyi ve süslenecek
elbiseyi indirdik. [A'raf/26]
Buradaki nezzele (indirmek) ifadesi, ihsan etmek, bahşetmek anlamına
gelir ki bu, elbise yapmayı öğretmektir. Bazı müfessirler, buradaki nezzele
(indirmek) ibaresini, icat etmek manasına gelen yaratma şeklinde yorumlamışlardır.
Elbise, soğuktan korumasının ve avret yerlerini örtmesinin yanısıra,
bir süstür.
b. Takva elbisesi
Bir de insanı kötülükten, şeytandan ve yanlış davranışlardan koruyan takva elbisesi vardır. Takva elbisesi, insanın iç alemini örten bilinç, iman, sorumluluk ve korunma duygularının müştereken meydana getirdikleri manevî bir elbisedir. Takva elbisesinin, giyilen elbiseden daha üstün olduğunu söyleyen Yüce Allah, insanın kıyafetine göre değerlendirilemeyeceğini, önemli olanın takva elbisesi olduğunu vurgulamaktadır. Dış örtülü, iç çıplak olabilir. İçteki niyet, şuur ve irade kumaşından oluşan takva elbisesi, gerçek elbisedir. Haya, utanma, Allah'tan çekinme gibi insanın insan olmasını temin eden manevî değerler, bu takva elbisesini meydana getirmektedir. Biz buna haya, iffet elbisesi de diyebiliriz.
c. Açlık ve korku elbisesi
İnsanların yapıp-ettikleri yanlış şeyleri bazen Yüce Allah manevî bir elbise
olarak topluma giydirir. Demek ki, insanlar yaptıkları amelleri elbise olarak
giymektedirler. Nahl/112'de bu elbiselere Yüce Allah "açlık ve korku elbisesi"
adım vermektedir:
İşte Allah bir örnek veriyor: Güvenlik ve refah içinde bir şehir
toplumuna rızkı her taraftan bolca geliyordu. Halk Allah'ın rızkına karşı
nankörlük etti. Bunun üzerine Allah da onlara yapageldiklerinden ötürü açlık
ve korku elbisesini tattırdı.
Ayetteki "elbise" kavramı, toplumu her tarafından kuşatan
felaket anlamına gelmektedir. Nankörlük, açlık ve korku elbisesine dönüşerek
toplumu kuşatmaktadır.
Bu elbiseyi, meydana getiren, ekonomik, sosyal ve psikolojik oluşumlardır.
Nankörlük bu elbisenin psikolojik; nimetler ekonomik, toplumun başına gelen
felaket de sosyolojik boyutlarını teşkil etmektedir.
d. Gece elbisesi
Yüce Allah "Ve geceyi elbise yaptık" [Nebe/10] buyurmaktadır.
Mecazî anlamda gece, insanları sarıp kuşatmakta; bir elbise gibi herşeyi
örtmektedir.
e. Cennet elbisesi
İnsanların bu dünyada yaptıkları iyi ameller, ahirette mü'minlerin
giyeceği ipek elbiseye dönüşecektir:
Onların ödülü, içine girecekleri Adn cennetidir. Orada altın bilezikler
ve incilerle süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir. [Fatır/33]
Nankörlüğün açlık ve korku elbisesine dönüşmesi gibi, iyi ameller de
ahirette ipek elbiselere dönüşecektir.
f. Cinsel elbise
Bakara/l 87'de kasdedilen elbise, cinsel içgüdüyü koruma altma alan nikah
elbisesidir. Onun içindir ki Yüce Allah kadını erkeğin, erkeği de kadının
elbisesi olarak nitelendirmektedir. Onlar birbirlerinin cinsel iç güdülerini kontrol
altına almakta ve yanlış bir cinsel davranışta bulunmalarını önlemektedirler.
Bu açıdan birbirlerinin elbisesi olmaktadırlar.
Ayetin bu kısmı, erkeğin kadın için, kadının da erkek için aynı görevi yüklendiklerine ve bu görevi eşit olarak yerine getirdiklerine işaret etmektedir. Bu görevlerini, oruçlu oldukları anların dışında yerine getirebilirler. Çünkü cinsel içgüdünün çıplak kalması tehlikelidir. Cinsel içgüdü, çıplak elektrik kablosuna benzer, dokunanı yakabilir. Elektrik kablosu için plastik koruyucu ne ise, kadın ve erkek için nikah da odur.
g. Zırh
Libas kavramından türeyen lebus kelimesi, 'zırh' anlamına gelmektedir:
(Biz ona, sizin için muharebenin şiddetinden sizi koruyacak, zırh yapma
sanatını öğrettik). [Enbiya/80]
Zırh, savaşta insanın vücudunu oklara ve kılıç darbelerine karşı
koruduğu gibi, takva elbisesi de insanı kötü etkilerin darbesinden korur. Kadın
erkeği, erkek de kadını cinsel içgüdünün darbelerinden korudukları için ayette
bu isimle vasıflandırılmışlardır. Demek ki, zırh, elbise ve takva elbisesi,
koruyuculuk manasında buluşmaktadır.
Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki, eğitim insanı sosyal, şeytanî
ve nefsî etkilerden korumalıdır. Bu faaliyeti ile eğitim, zırh görevi
yapmaktadır. Ahlakî erdemleri insanların gönlüne elbise gibi giydirirken, bilgi
ve düşünce ile de insanın beynini silahlandırmaktadır. Beyne ve gönle
giydirilen bu zırhlar, onu nefse karşı korur.
3. İnsan kendine ihanet
edebilir
Allah, sizin kendinize ihanet ettiğinizi bildi. [Bakara/187]
Ayetten, insanın kendine ihanet edebildiği anlaşılmaktadır. İhanet
kelimesi vefasız, sadakatsiz, vatan haini, güvenilmez, sahtekar, yalancı,
emanete ihanet etmek, ele vermek, sırrı ifşa etmek, hilekarlık, aldatmak, eşini
aldatmak, oynatmak, terketmek manalarına gelmektedir.
Kur'an'ın muhtelif ayetlerinde yer alan bu kelime, çeşitli ihanetler
için kullanılmaktadır:
a. İnsanın kendine ihaneti
İki ayette, kendine ihanet eden insanlardan bahsedildiğine şahit olmaktayız. Birisi tefsirini yapmakta olduğumuz ayettir. Buradaki ihanet ile, oruç gecelerinde hanımlarına yaklaşma izni verilmeseydi, müslümanlann cimada bulunacakları ve böylece kendilerine ihanet etmiş olacakları kasdedilmekte-dir. Allah bunu bildiği için, önceden bu izni vererek, geceleri cinsel ilişkiyi serbest bırakmıştır. Bazı müslümanlar bu kuralı çiğnemiş olabilir. Onun için ayetin devamında tevbe ve af yer almaktadır.
İnsanın kendine ihanet etmesine başka bir açıdan da bakabiliriz. İnsanın manevî aleminde bir devlet nizamı vardır. Bu devletin başı akıl, yardımcıları irade ve sadakattir. Nefis, yani cinsel içgüdünün bunlara isyan ederek, insanın davranışlarım yönlendirmesi bir ihanettir. Zina bu ihanetin eseridir. Oruçlu iken, hanımı ile cinsel ilişkiye girmek de bir ihanettir ve bu ihanet cinsel içgüdünün teşvikiyle gerçekleştirilmektedir. Yüce Allah, ramazan ayının gecelerinde cinsellikten uzak durmanın doğru olmadığım söyleyerek, kendilerine ihanet etmemeleri için kullarına bir çıkış kapısı göstermektedir. Çünkü geceli-gündüzlü bir ay cinsellikten uzaklaşma zorunluluğunun, ihanete sebep olacağı ortadadır. Bunu bilen Allah, geceleri cinsel ilişkiye müsaade etmiştir. "Kendilerine ihanet edenler" ifadesi Nisa/l 07'de de geçmektedir. Nisa/l 08'de ihanetin ne olduğunu tanımlanmaktadır. İnsanlardan çekindiği halde Allah'tan çekinmeyenler, geceleri entrikalar çevirmek için toplananlar ve devamlı günah işleyenler, aslında kendi kendilerine ihanet etmektedirler. Çünkü bu insanlar, Allah nazanndaki değerlerini düşürmüş, kendilerini Allah'ın mükafatından uzaklaştırmış ve kendilerini cezaya duçar etmişlerdir.
b. Allah'a ihanet edebilir
İnsanoğlu Allah'a ihanet etmiştir:
(Onlar zaten daha önce Allah'a hainlik etmişlerdi). [En-fal/71]
Allah'a ihanet ne manaya gelmektedir? Elest bezminde Allah'ın varlığını
kabullendikleri halde, inkar etmeleri, verdikleri söze vefasızlık göstermeleri
bir ihanettir
Andolsun ki, bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenler olacağız"
diye Allah'a yalvarırlar. [Yunus/22]
Bu yalvarışlarından sonra, şükretmemeleri bir ihanettir. Yine Yunus/l
2'de başına gelen beladan dolayı Allah'a yalyardığı halde, beladan
kurtarılınca, hiç Allah'a yalvarmamış gibi çekip gitmek de bir ihanettir. Diğer
taraftan En-fal/27'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamberine ihanet etmeyin! Bu ayet,
müslümanın bile Allah'a ihanet etme ihtimaline işaret etmektedir.
c.
Peygamber'e ihanet
Yüce Allah, Peygamber'e de ihanet edilebileceği ihtimaline işaret etmektedir.
Enfal/27'de, müslümanlardan, Peygamber'e ihanet etmemeleri istenmektedir.
Diğer taraftan Enfal/71'de, inanmayanların Peygamber'e ihanet etme
isteklerinden bahsedilmektedir.
d. Toplumların birbirine
ihaneti
Toplumlar arası antlaşmalara sadakatsizlik de bir ihanettir. Yüce Allah
bu toplumsal ihaneti Enfal/58'de ele almaktadır:
Bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de buna karşılık
antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir.
Demek ki, devletler arası antlaşmaları tek taraflı bozmak ihanet
kavramının kapsamına girmektedir.
e. Eşlerin birbirine ihaneti
Nikahlanan çiftler, bir antlaşma yapmışlardır. Namuslu davrandıkları ölçüde eşler antlaşmalarına sadakat gösteriyorlar demektir. Birinin sadakatsizlik yapması, ihanet olarak vasıflandınlmaktadır. Tahrim/10 ayeti bu ihanete dikkat çekmektedir:
Allah, inkar edenlere, Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal verdi.
Bu iki kadın, kullarımızdan iki iyi kişinin nikahlan altındayken onlara ihanet
ettiler. Ayetteki ihanet ile, sözkonusu kadınların zina ettikleri
kasdedilmemiş; kocalarının davalarına aykırı davranmaları, kafirlerle
işbirliği yapmaları, kasde-dilmiş de olabilir.
f. Gözlerin ihaneti
Allah gözlerin ihanetini ve kalplerin gizlediğini bilir. [Gafîr/19] Bakışlar insanın içindeki fırtınaları dışarıya yansıtan kapılardır. Onlar hem dışa, hem de içe açılan kapılardır. Dış alemi beyne, kalptekileri de dışarıya yansıtırlar.
Yüce Allah, ihanet edenlere taraf olunmamasını istemekte [Nisa/105]; onları
sevmediğini [Hac/38], doğru yola iletmeyeceğini [Yusuf/52] bildirmektedir.
Kendilerine, Peygamber'e, Allah'a, insanlara, eşlerine ihanet edenler, Allah'ın
sevgisini kaybetmektedirler. Allah'ın onları sevmemesi, onları ter-ketmesi
anlamına gelir.
Kendine ihanet edenlerin, ne yapması gerektiği ayetin devamında beyan
edilmektedir [Bakara/187].
4. Tevbeyi Allah kabul eder
Yanlış yaparak, Allah'a verdiği sözü yerine getirmeyerek, kendine
ihanet edenlerin tevbe etmesi gerekir. İhanetten dönmek manasına gelen tevbe,
el-betteki Allah tarafından kabul edilecektir:
(Tevbenizi kabul edip...)
(Ve sizi affetti).
Kötüden iyiye dönmek, yani tevbe etmek, Allah'ın affını harekete geçirmektedir.
Razi, Ebu Müslim'in, ayetteki tevbe ve affa. farklı mana verdiğini
nakletmektedir. Buna göre Yüce Allah, Ramazan geceleri hanımı ile bir araya
gelme konusunda izin vermekle, kullarının hareket sahasını genişletmiş ve
böylece onlara dönmüştür. A/kavramını da, bütün gece boyunca yeme-iç-meye ve
cinsel ilişkide bulunmaya müsaade etmekle, Allah size genişlik tanımıştır
şeklinde yorumlamıştır."[74]
Böylece Ebu Müslim, (fetabe aleyküm) ifadesine "Allah size
yöneldi", (ve afa ankum) ifadesine de "size genişlik tanıdı"
manalarını vermiştir. Tevbeyi kabul etmek ve affetmek ile yönelmek ve genişlik
tanımak hemen hemen aynı mananın iki ayrı boyutunu temsil etmektedirler.
Tevbeyi kabul etmek yönelmek; affetmek de bir çıkış kapısı göstermek manasına
gelmektedir. Yani, Yüce Allah'ın kendilerine ihanet edenlere yönelmesi, bir
çıkış kapısı göstererek onları affetmesi manasına gelmektedir.
5. Birleşme
Ayetin, (Şimdi onlarla bir araya gelin) kısmına gelince; daha önce müslümanlar, cinsî münasebet yasağından dolayı sabredemiyor, cinsel arzularına uymakla sevaplarını azaltıyor ve böylece kendilerine ihanet ediyorlardı. Bu ayetle, Ramazan gecelerinde cinsel ilişkiye müsaade verilmiş ve müslümanlar zor durumdan kurtarılmıştır.
Mübaşeret ve refes kelimeleri, cinsel ilişki manasında buluşmaktadır.
Böylece Ramazan orucu, cinsel ilişki bakımından insanın hayatına bir disiplin
getirmekte ve insanın davranışlarının programını yapmaktadır.
6. Allah'ın yazması
(Allah'ın sizin için yazdığını isteyin).
Ayetteki "aramak" ve "Allah'ın yazdığı" ifadeleri
konunun temelini oluşturmaktadır. Alimlerin bir kısmı, "Allah'ın
yazdığı" ifadesiyle kasdedilen şeyin, çocuk; bir kısmı kadına arkadan
(dübürden) değil, önden (fercten) yaklaşılması; bazıları cinsel ilişki;
bazıları da eşlerle cinsel ilişki kurulması olduğunu söylemişlerdir.[75]
Allah'ın, cinsel ilişki konusunda ne yazdığı Bakara/222'de beyan
edilmiştir:
a. (Hanımlarınıza Allah'ın
emrettiği şekilde yaklaşın).
İşte bu, Allah'ın yazdığıdır. Cinsel ilişkide Allah'ın emrettiği şekil,
cinsel ilişkinin normal yoldan yapılmasıdır, yani kadına arkadan (dübürden)
değil önden (fercten) yaklaşılmasıdır.
b.
Ay hali sırasında
kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendilerine yaklaşmayın).
[Bakara/222]
"Allah'ın sizin için yazdığını arayın" ifadesiyle, hayız
döneminde kadınlardan uzak durmak, temizlendiklerinde onlarla temasta bulunmak
kasdedil-miş olabilir. Cinsel ilişkide, ay hali ciddi bir engeldir ve Allah'ın
yasaklan arasında yer almaktadır. Bu durumda, ayetteki 'arama' ya da
'isteme'ye, "dikkat edin" anlamını vermek mümkündür.
c. (Öyle ise toprağınızı
dilediğiniz gibi işleyin). [Bakara/223]
Bu, dilediğiniz zaman hanımlarınıza yaklaşabilirsiniz anlamına gelir.
Oruçlu iken cinsî münasebet yasağı ile bu ayet tahsis edilmiştir.
(Hanımları ve sahip oldukları cariyeler müstesna...) [Mü'-minun/6]
Yüce Allah insana kimleri yazmış ise onları araması zorunludur. Az önce
zikrettiğimiz ayette kişinin, nikahı altmda olmayanı aramasının doğru olmadığı
vurgulanmaktadır.
e.
Evliliğin bir amacı da,
neslin devamıdır. Çocuk sahibi olmak da ilahî takdire dayanmaktadır.
"Allah'ın yazdığı" ifadesiyle, çocuk kasdediliyorsa,
"arayın" ifadesiyle de çocuk yapmak kasdedilmiş olur.
f.
Oruç gecelerinde cinsel
ilişkinin serbest bırakılması, Allah'ın yazdığı bir ruhsattır. Öyleyse ibareye
"Bu ruhsatı arayın, ona dikkat edin" manasını vermek de mümkündür.
Netice olarak diyebiliriz ki, ramazan ayında cinsel davranış belli
kurallara bağlandığı halde, ramazan ayı dışında bir sınır getirilmemiştir.
Kadının ay hali de, cinsel ilişkiye engeldir. Bu sınırların dikkate alınması
zorunludur. Bir bakıma Yüce Allah, bu ayetleriyle cinsel eğitim yapmakta ve bu
konuda doğa kanununa dikkat edilmesini istemektedir.
7. Günlük orucun başlangıcı ve
sonu
Yüce Allah, orucun başlama ve bitiş zamanını da bildirmiştir:
Ve gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı fark edilinceye kadar yiyip içebilirsiniz.
Fecrin beyaz ipliği, siyah ipliğinden sizce ayırdedilinceye kadar
ifadesinden, bu anlamı çıkartmaktayız. Ayetteki "beyaz iplik" ve
"siyah iplik" deyimleri, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığını[76]
ifade etmektedir.
Bundan şu sonuç çıkar: Ramazan ayının tesbiti ay takvimine göre yapılmakta,
günlük oruç ise güneşe göre belirlenmektedir. Orucun vakti, güneş doğarken
başlar, güneş batarken biter. Ayetteki "beyaz iplik" ve "siyah
iplik" deyimleri, güneşin doğmasından önceki fecir anını ifade etmektedir.
Görüldüğü gibi güneşin hareketi günlük orucun; ayın durumu da aylık orucun tesbiti
için ölçü teşkil etmektedir.
Güneşin çok geç battığı veya hiç batmadığı ülkelerde, oruç zamanı, ekvator
bölgesindeki gece ve gündüzün uzunluğuna göre tesbit edilir. Kutup bölgeleri
için de aynı durum geçerlidir. Gün 24 saat olarak kabul edilerek ikiye bölünür
ve ona göre oruç tutulur. Doğu ülkelerinden birinde oruca başlayan kimse,
akşama yakın uçağa binip batıya giderse, iftar vakti çok gecikir. Bu durum,
yolcu için bir meşakkat meydana getireceğinden, orucu kazaya bırakmak uygun
olur. (Sonra orucu geceye kadar tamamlayın) ifadesiyle, güneşin batması, oruç
vaktinin sonu olarak gösterilmiştir.
Güneşin batımından sonra da devam eden aydınlık geceden sayılmaktadır.
Bu ilkeden hareketle, sabahleyin güneşin doğumundan önceki aydınlık da geceden
sayılmalıdır. A'meş'in bu görüşü savunduğu Razi tarafından nakledilmektedir.
Yine Razi, güneşin doğuşu ile oruca başlanacağım, güneşin batışı ile de oruçtan
çıkılacağını savunan başka alimler de bulunduğunu ifade etmektedir.
Havanın devamlı sisli olduğu ülkelerde güneşin doğuş ve batış zamanıy-la
ilgili olarak çıplak gözle karar vermek zordur. Zamanı belirleyen aletlerin
icat edilmesiyle bu zorluklar ortadan kalkmıştır. Aletler, orucun başlangıç ve
sonunu tesbit etmede daha hassastır. Ayrıca, aynı boylamda bulunan insanların
ortaklaşa hareketini sağlama bakımından da etkilidir.
8. İtikaf esnasında cinsel
ilişki yoktur
Yüce Allah ayetin devamında şöyle demektedir:
Mescitlerde itikafa çekildiğiniz zaman kadınlarla birleşmeyin!
Ayetin başlangıç bölümünde oruç gecelerinde cinsel ilişkinin helal olduğu
bildirilmişti. Burada ise itikafa giren kimsenin, geceleri hammıyla cinsî
münasebette bulunup bulunamayacağına açıklık getirilmektedir. Demek ki, itikafa
giren kişiye, gece de cinsel ilişki haramdır.
Akefe kelimesinden türemiş itikaf bir işe devam etmek üzere yönelmek,
bağlanmak, bir şeyin etrafında toplanıp birikmek, bir yerde ibadet niyetiyle
kalmak, alıkoymak, menetmek; akkefe kalıbından eğmek, bükmek, saçı kıvırmak,
dizmek, işten menetmek; itikaf kalıbından insanlardan uzak bir yerde ibadet için
kalmak manalarına gelmektedir. İtikaf kavramı Kur'an'da Allah'a ibadette veya
günahta devamlılık manasına da gelmektedir ki, Allah'a ibadet anlamıyla olumlu;
O'nun dışındaki varlıklara tapınmak anlamıyla olumsuz manaya sahiptr.
[77]
1. Tapınmak
A'raf/138'de "putlara tapınmak" manasına gelmektedir:
Ve İsrailoğullan'm denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus bir takım putlara tapan bir kavme rastladılar...
Ayette fiil kalıbında, bir toplumun putlara tapınmasını ifade etmek
için kullanılmaktadır. Buradaki tapınma, putlara aşırı derecede sevgi ile
bağlanıp, bağlılıklarım izhar etmek anlamına gelmektedir. Putlara tapınmaya
aralıksız devam ediyorlar demektir.
Taha/97'de de aynı manaya gelmektedir:
Ayrıca senin için kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun
tanrına da bak!
Şuara/71'de abede ile akefe kelimesi bir arada kullanılmakta ve her
ikisi de tapınmak manasını ifade etmektedir.
2. İkamet etmek, oturmak
Hacc/25'te, bir yerde devamlı olarak ikamet eden anlamında kullanılmaktadır:
İnkar edenler, Allah'ın yolundan, yerli ve taşralı bütün insanlara eşit
kıldığımız Mescid-i Haram'dan alıkoymaya kalkanlar, kim orada zulüm ile haktan
sapmak isterse ona acı azaptan tattıracağımızı bilsinler.
Ayette itikaf kelimesi, akif kalıbında kullanılmaktadır. Bir yerde
devamlı olarak oturan yerli halk anlamım ifade etmektedir. Afo/kavranıı,
ibadette bulunmak için Mescid-i Haram'a gelen ve oradan ayrılmak istemeyen
manasına da gelmektedir.
3. Alıkoymak
Fetih/25'te bu anlamda yer almaktadır:
Onlar, inkar eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen
kurbanların yerlerine ulaşmasmı menedenlerdir.
Ayette geçen ma'küfen kalıbındaki itikaf kavramı, alıkonulmuş, engellenmiş
anlamına gelmektedir.
4. Çekilmek
Açıklamasını yapmakta olduğumuz Bakara/l 87'de, bir kenara çekilip
zikir yapmak manasım ifade etmektedir. İnsanlardan kendini ayırıp tecrid
ederek, yani soyutlayarak mescitte zikir ve benzeri ibadetleri yapmaya itikaf
denir.
Ramazan ayı içinde, bazen diğer zamanlarda, mescidde itikafa girerek
kendisini tamamen ibadet ve tefekküre vermek Hz. Peygamber'in bir uygulaması
idi. Hz. Peygamber'in tavsiyesiyle itikaf müslümanlar arasında da
yaygınlaşmıştır.
Bize göre itikaf bu biçimiyle devam etmeli, müslümamn insanlardan kendini
ayırarak ilmî araştırmalar yapması da bu kavramın kapsamına alınmalıdır.
Mescitlere çekilip ibadet, tefekkür ve zikir yapan insanlar ruhî eğitimi hayata
geçirmiş olmaktadırlar.
Aslında bu ibadetin tarihi Hz. İbrahim'e kadar uzanmaktadır. Yüce Allah'ın
Hz. İbrahim'e tavaf edenler, itikafa girenler, rüku ve secde edenler için
Mescid-i Haram'ı temizlemesini emrettiği Bakara/l 25'te geçen akif kavramı
ibadet edip tefekküre dalmak anlamına gelmektedir. Dünyevî işlerden, hatta
hanımı ile cinsel ilişkiden kendini alıkoyarak ibadet etmek ve tefekküre dalmak,
ruhî olgunluğa eren kimsenin harcıdır. Ruhî olgunluğa eren kimse, riyakarlıktan
uzak kalabilen, derinlemesine düşünebilen insandır. Bu noktadan hareketle
diyebiliriz ki, itikaf ruhî olgunluğa eren kimsenin uygulayabileceği bir
eğitim metodudur. Hz. İbrahim döneminde halk da itikafa giriyordu. Bu uygulama
Hz. Peygamber tarfmdan devam ettirilmiş ve müslümanlara da tavsiye edilmiştir.
Eski çağlarda itikaf, sahte tanrılara tapınma şeklinde de icra edilmiştir.
Bu olumsuz manasıyla da uzun bir geçmişe sahiptir. Puta tapınma ile Allah'a ibadet
etmeyi birbirinden ayıran niyettir. Demek ki, her ibadette olduğu gibi,
iti-kafta da niyetin önemi büyüktür. Putlar için oruç tutulmaz, zekat verilmez,
namaz kılınmaz, ama putlar için kurban kesilir ve itikafa girilir. O nedenle
putlar için de yapılan ibadetlerde niyetin önemi iki kat daha artmaktadır.
Burada itikafa özel bir zaman tahsis edildiğini de görüyoruz:
Oruçsuz itikaf yoktur[78]
hadisine göre, itikafa ancak Ramazan ayında girilebilir. Ancak Bakara/l 25'te
hac zamanında itikafa girilebilineceğinden bahsedilmektedir. Yukarıda
zikredilen hadisle bu ayeti şu şekilde bağdaştırmak mümkündür: Ramazan'ın
dışında itikafa girecek olanlar, nafile olarak oruç da tutmalıdır. Böylece
itikatla oruç bir araya gelir. Oruç itikaftaki derinlemesine düşünceyi
kolaylaştırır. Ayrıca, cinsel ilişkiden insanı alıkoyan tek ibadet oruçtur. Bu
durumda itikafta cinsî münasebeti ortadan kaldıran da oruç olmaktadır. Yine,
itikafta gece de cinsel ilişki yasaktır. Bu durum, itikaf ile orucu birbirinden
ayıran bir özelliktir.
İtikaf için özel bir mekan söz konusu mudur? Bunun cevabını bir hadisle
vermemiz mümkündür:
Cami ve mescitten başkasında itikaf yapılamaz.[79]
Bakara/l 25'te Mescid-i Haram'da itikaf yapıldığı beyan edilmektedir.
Hz. Peygamber'in hadisini bu ayetle birleştirdiğimiz zaman, itikafın
mescitlerde yapılması gerektiği görüşü öne çıkmaktadır. Böylece mescitler,
namaz kılınmanın yaraşıra, itikafa girilen yerler de olmaktadır.
9. Allah'ın sınırlarına
yaklaşılmaz
Bakara/l87'de ele alınan konular için "Allah'ın sınırlan"
denmiştir:
(Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın).
Oruç gecelerinde hanımı ile cinsel ilişkide bulunmanın helal kılınması,
oruçlu iken cinsel ilişkide bulunulmaması, kendine ihanet edenin tevbe etmesi,
Allah'ın yazdığının aranması, güneş doğmadan önce oruca başlanıp güneş batmca
iftar edilmesi, itikaf müddetince gece de cinsel ilişkide bulunulmaması
Allah'ın sınırlarıdır. Bu sınırların farz olanlarını harama; haram olanlarını
helale çevirmek üzere sınırlara tecavüz etmek için yaklaşmak yasaklanmaktadır.
Hudud kelimesinin kökü olan hadde bilemek, sivriltmek, inceltmek, sertleştirmek,
sınır koymak, tehdit etmek, şeklini çizmek, ayırmak, hudutlarını çizmek,
bağlamak, mani olmak, engel olmak, menetmek, alıkoymak, öfkeli ve kızgın olmak,
muhalefet etmek, karşı koymak manalarına gelmektedir. Mana ile bir araya
gelince açıklamak, ekinle bir araya gelince ekinin geç çıkması, "be"
harfi cerri ile kullanılınca tahrik etmek anlamlarını ifade etmektedir.
Heded kalıbında batıl, memnu, yasak; haddad kalıbında ise, demirci, kapıcı,
hapishane bekçisi, hadid kalıbında demir manalarına gelmektedir.
[80]
1. Karşı koymak
Muhalefet etmek manasına gelen bu kavram genelde fiil kalıbında kullanılmaktadır:
Bümediler mi ki, kim Allah ve Resulüne karşı koyarsa elbette onun için,
içinde ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük riisvaylıktır.
[Tev-be/63]
Hadid kelimesinin fiil kalıbından alman bu kavram, insanı ebedî cehenneme
götürecek ve büyük bir rüsvaylığa neden olacak karşı koymayı ifade etmektedir.
Özünde demir manası olan bu kelime, mücadelenin, karşı koymanın sertliğini
ifade etmek için kullanılmaktadır. Mücadele/5'te Allah ve Peygamber'e karşı
gelmeyi ifade etmektedir.
2. Sınır
Bu anlamda, genellikle çoğul halde gelmekte; Allah'ın belirlediği
sınırlar anlamını ifade etmektedir. Bakara/229 ve 230'da koca ve hanımı
arasındaki ilişkilerde Allah'ın koyduğu sınırlar, yani hüküm ve emirler
anlamına gelmektedir.
Bu anlamda sosyal ilişkilerin sağlıklı yürümesi için herkesin hürriyet
ve haklarının bir sının vardır ve kimse bu sının aşmamalıdır.
3. Emir
Tevbe/97'de Allah'ın kanunlan, Allah'ın emirleri anlamına gelmektedir:
(Allah'ın Resulüne indirdiği kanunlan tanımamaya daha yatkındır).
Cahil insanlar inkar, nifak ve Allah'ın emirlerini çiğnemeye daha
yatkındırlar.
4. Keskin
Söz ve bakışın keskinliğini ifade ederken Yüce Allah bu kavramı kullanmaktadır:
Korku gidince, mala düşkünlük göstererek sizi sivri dilleri ile
incitirler. [Ah-
zab/19]
Kaf/22'de gözün keskinliği anlamında kullanılmaktadır: aj££m£ii (Artık
bugün gözün keskindir).
5. Demir
Kur'an'da hadid isminde bir sure vardır. Sebe/10'da demirin Hz. Davud'a
yumuşatıldığından bahsedilmektedir. Zülkarneyn, neredeyse hiçbir sözü anlamayan
topluluğa Bana, demir kütleleri getirin [Kehf/96] demiştir. Bu ifadede de
hadid kelimesi geçmektedir.
Demirle emir ve sınır arasında ne gibi bir bağlantı vardır? Allah'ın koyduğu
sınır ve hükümler, verdiği emirler, demir gibi sert ve keskindirler. O emirlerle
mücadele etmek, onlara muhalefette bulunmak kafasını demire vurmak kadar
mantıksız bir şeydir. Allah'ın koyduğu sınırlar demir gibi sağlamdır. O
sınırlann ötesinde cehennem vardır. Demir gibi olan bu emir ve sınırlar, insanı
ateşten korumaktadırlar. Bu emir ve hükümler insanı tehlikelerden ve kötü
etkilerden koruyan zırhlan andırırlar. Zırhı delen mermi vücuda saplamr ve
ölüme sebep olabilir. Demirden bir zırh olan ilahî hüküm ve emirleri delen
nefis ve şeytanın vesveseleri de, insanı manevî ölüme ve cehenneme götürür.
Allah'ın emirlerini delen her etki, insanın ruhuna ve yaşamına saplanan bir
mermidir.
Emir ile demir, sağlamlık ve koruyuculuk manasında buluşmaktadırlar.
Demiri bulmak ve ona şekil vermek medeniyeti getirdiği gibi, Allah'ın emir ve
sınırlarını korumak da insanlığın manevî gelişimini temin edecektir. Demire
şekil vermek insanın hayatını kolaylaştırdığı gibi, demir gibi keskin ve sert
olan ilahî emirler de insanlığı rahata ve mutluluğa götürecektir. Demirin maddî
hayata yaptığını, emirler de sosyal ve manevî hayata yapacaktır. İşte onun
içindir ki Kur'an, Allah'ın sınırlarına yaklaşılmamasını istemektedir.
Bakara/l87'de "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onlara yaklaşmayın"
buyurularak bu tehlike haber verilmektedir. Bu ayet, bırakın Allah'ın sınırlarını
aşmayı, delmeyi ve çiğnemeyi, onlara yaklaşmayı bile yasaklamaktadır. Yüce
Allah'ın ibadetlerle ilgili koyduğu kurallar, sınırlar, hükümler de-linemez,
görmemezlikten gelinemez ve hatta böyle bir kötü niyetle onlara yaklaşılamaz.
Allah'ın koyduğu sınırlara yaklaşılması, tecavüz edilmesi durumunda ne
olacağı ayetin devamında beyan edilmektedir. Buna göre takva denen insanın
manevî bağışıklık sistemi ortadan kalkar ve şifası olmayan manevî hastalığa
yakalanılmış olur.
10. Amaç takvadır
Yüce Allah'ın yaklaşılmasını yasakladığı bu sınırlar insanları takvaya
ulaştırma amacına yöneliktir:
İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar, umulur ki korunurlar.
Ayetin bu kısmında yer alan yubeyyinu (açıklar) ifadesi, eğitimin ana
faaliyetine vurgu yapmaktadır. İnsanlara bir işi yaptırmak veya bir kötülükten
uzaklaştırabilmek için, konunun anlaşılır bir şekilde açıklanması gerekir. Konu
net bir şekilde bilinmezse, istenilen davranışları üretmek zorlaşır. Onun için,
Yüce Allah ayetleri derinlemesine açıkladığım, bununla da insanı takvaya
ulaştırmayı amaçladığını belirtmektedir.
Allah'ın sınırlan çiğnenirse, değiştirilirse, tecavüz edilirse takva
oluşmaz. Komşunun tarlası ile kendi tarlası arasındaki sınıra tecavüz eden
kimse kavgayı başlatmış olur. Allah ile kendi arasındaki sınırlara tecavüz eden
kimse de, Allah ile kavga başlatmış olacaktır. Bu durum da takvayı ortadan
kaldıracak ve insanın olgunlaşmasını engelleyecektir.
Kısaca diyebiliriz ki, Allah'ın sınırlarını korumak insanın kendi
manevî yapışım korumak anlamına gelmektedir.
[81]
188. Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollarla yemeniz için o malları hakimlere vermeyin.
Batıl, rüşvet ve ism kavramları, ayetin eksenini teşkil etmektedir.
Batıl yok olan, kaybolup giden manasına gelmektedir. Bu ayette "haksız yere" anlamına gelmektedir. Kısımlara ayırarak ayetin açıklamasını şöyle yapabiliriz:
1.
(Mallarınızı aranızda haksız
yollarla yemeyin).
Ayetteki 'yemek' tabiri, genel manada alınmalıdır. Sadece yenecek şeyleri
değil, haksız elde edilen bütün ekonomik değerleri ifade etmektedir. Bey-nekum
ifadesi ise, kişiler arasında cereyan eden ekonomik menfaatlerin elde edilişine
işaret etmektedir.
Batıl kelimesini, başka ayetlerde geçen farklı kelimelerle açıklamamız
mümkündür: "Yetimlerin mallarını zulmederek yemeyin" [Nisa/10]
ayetinde-ki zulm kelimesi, Bakara/l 88'de batıl olarak yer almaktadır. Bir malı
zulm ile yemekle, batıl yere yemek aym manayı ifade etmektedir. Her ikisine de
"haksız yere" şeklinde karşılık vermek mümkündür.
Batıl kelimesini, Âl-i İmran/130'da geçen "kat kat faiz"
kavramı ile tefsir etmek de mümkündür. Ticaretin, faiz vasıtasıyla batıl hale
getirilmesi olasıdır. Çünkü faiz, haksız bir kazanç olduğu için batıl kavramına
denk düşmektedir.
Batıl kelimesine, "nzasız" manasını da vermek mümkündür.
Nisa/29'a göre, nzasız alış-veriş batıldır. Yine batıl kelimesine, işçinin
emeği sömü-rülerek elde edilen kazanç manasını da vermemiz mümkündür.
Nahl/7rde, emeğin hakkını ödememenin ne anlama geldiğine açıklık getirilmektedir:
Bol nzık verilenler, nzıklannı ellerinin altındakilere verip de
kendilerini onlara eşit kılmazlar.
İstihdam edilen işçinin emeğinin karşılığını vermemek, toplumda eşitsizlik
meydana getirmektedir. Demek ki emeğin karşılığı ödenmeden kazanılan batıl
servet, toplumun dengelerini bozmaktadır.
2.
(Ve mallan, hakimlere
aktarmayın).
Aslında, ayetin bu kısmı birinci kısımda yer alan batıl kavramını
açıklamaktadır. Batıl, hakimlere rüşvet yedirerek elde edilen haksız
kazançtır. Demek ki rüşvet ile elde edilecek kazanç haramdır. Delv kelimesi,
aslında kovayı kuyuya sarkıtmak manasına gelmektedir:
Kovayı kuyuya sarkıttı. [Yusuf/19]
Yüce Allah, hakimlere rüşvet vermeyi, kuyuya kova sarkıtmakla eş tutmaktadır.
Kova, uzakta olan suyu yakına getirmektedir. Rüşvet de insana kendisinin
olmayan bir değeri getirmekte ve haksız kazanç temin etmektedir. Kova kuyuya
salınarak su çıkanlıyor, rüşvet de hukuka daldınlarak haksız kazanç sağlanıyor.
Bu işlevleri bakımından, anlamlannda bir benzerlik vardır.
Kova, açık olan kuyuya, hiç engele uğramadan inip çıkar; rüşvet yiyen
hakim de, hiçbir engele uğramadan haksız kişi lehine hüküm verir.
3.
(İnsanlann mallanndan bir
kısmını haram yollardan yemek için...)
Aslında ism kelimesi, 'günah' manasına gelir. Buradaki manası ise 'haram'dır. Günah olan yollarla insanlann mallanm yemekten kasıt, haram yollarla yemektir. Buradaki ism kelimesi, bir önceki bölümde yer alan rüşvetle alakalıdır. Mal elde etmenin yollarından biri de rüşvettir. Demek ki, rüşvetle elde edilen mal, haram olmakta ve bu da ism (günah) kelimesiyle ifade edilmektedir.
4.
(Bildiğiniz halde).
Ayetin bu kısmında, bir malın, kendisine haram olduğunun bilerek yenmesinin
farklı bir günah olduğu; başkasının hakkım, haksız yollarla tarafına geçirmenin
bilerek yapılmasının bir vebal olduğu vurgulanmaktadır.
İnsanların, haksız yere birbirlerinin mallarım yemeleri halinde ne
olacağını, haram lokmanın etkilerini anlatarak cevaplayabiliriz:
a.
Haram lokma şahsiyeti yıkar
Nisa/29'da, nzasız olarak bir kimsenin malını yemenin, şahsiyeti öldüreceğine
dikkat çekilmektedir:
Ey iman edenler! Karşılıklı rıza hariç, mallarınızı haksız yere
aranızda yemeyiniz. Kendinizi öldürmeyin; şüphesiz Allah esirgeyicidir.
Haram lokma vücuda girince, insanın asaletini, erdemini, manevî şahsiyetini
öldürmektedir. Haksız kazanç, meyvenin içindeki kurt gibi insanın erdemini
yiyip çürütmektedir.
b. İnsan hayatına mal olur
Nisa/29'daki "kendinizi öldürmeyin" ifadesi, malına tecavüz
edilen kimsenin tecavüz edeni öldürmesi anlamına da alınabilir. Pek çok kan
davalarının altında, başkasının malına tecavüz yatmaktadır.
c. Haram lokma neslin
asaletini bozar
Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz kannlarına ancak
ateş yemiş olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir. [Nisa/10]
Yetim hakkı yiyenler, kannlarına ateş yemektedirler. Ateş gıdadan, ateş
çocuk doğar ki bu, neslin asaletinin bozulması demektir. Ayrıca haram lokma
yemekle insan, kendi cehennemini hazırlamaktadır.
Hem ekonomik hayata, hem sosyal düzenin dengelerine, hem de eğitimdeki etkinliğine dikkat çekmekle Allah Teala, haram lokmanın bunlara olan olumsuz tesirini açıklamış olmaktadır. Rüşvetin ekonomik hayatı ne denli etkileyeceğine işaret ederek, insanları bu yönde eğitime tabi tutmaktadır. [82]
789. Saa cryın evrelerini soruyorlar. De ki: "Onlar, hac-cın ve
insanların (öteki faaliyetlerinin) vaktini gösterir. Diğer taraftan iyi, evlere
arkalarından girmeniz değildir, ama gerçek iyinin sahibi Allah'a karşı
sorumluluk bilinci duyandır. O halde evlere kapılarından girin ve Allah'a karşı
sorumluluğunuzun bilincinde olun ki, kurtuluşa ere-siniz".
Bu ayetin iki tane iniş sebebi vardır. Birincisi, sahabenin ayın
safhaları hakkında soru sormalarıdır. İkincisi, cahiliye döneminde, bir kimse,
bir iş yapmaya karar verip de o işi başaramadığında, bir yıl süresince evine
kapısından girmez, arka tarafından girerdi.
Ayette iki ayrı konu ele alınmaktadır. Cahiliye dönemindeki uğursuzluk
telakkisini iptal eden bu ayet, hurafelerle mücadelenin mumunu yakmış,
Kur'an'ın tamamlanışına kadar bu mumu güneş haline getirmiştir.
1.
(Sana ayın evrelerini/hilalleri
soruyorlar).
Peygamberimiz döneminde, insanların tabiat olaylarıyla ilgilenmeleri ve
onlar hakkında soru sormaları, tabiat olgularının araştırılmasının ilk adımını
teşkil etmektedir.
Daha önce, göksel cisimlerin Hz. İbrahim'in de dikkatini çektiğine
değinmiştik. Yıldızlardan aya, oradan da güneşe doğru yol alan Hz. İbrahim'in
düşüncesi, sonunda tevhid inancına ulaşmıştır. Yıldız, ay ve güneş, Hz. İbrahim'in
elinden tutarak onu tevhid inancına götürmüştür. [En'am/76-79]
Hz. İbrahim, kendi kendine sorguladı, araştırdı ve düşünce jimnastiği yaptı. Sahabe ise, Hz. Peygamber'e soru sorarak cevap almaya çalışmıştı. Hz. Peygamber'e sorulan bu soruyu Yüce Allah cevaplandırmıştır.
Ayın evreleri (hilaller) hakkındaki merak, neticede aya ayak basma aşamasına
kadar ulaştı. Sorular çığ gibi artmış neticede bilimsel araştırmalara kapı
açmıştır. Soru araştırmaya, araştırma bilime, bilim teknolojiye dönüşünce,
sorular cevaplanmıştır. Bugün ay hakkında insanların ulaştığı bilgi düzeyini
küçümsemek mümkün değildir.
Ayın ilk haline hilal denir. Ama ayın birden çok hilal safhası olduğu
ehille (hilaller) şeklinde çoğul kalıbının kullanılmasından anlaşılmaktadır.
Ayetin bu kısmında zikredilen soru sorma olayına, farklı açılardan bakmamız
mümkündür. Yüce Allah, kullarının peygamberlerine yönelttiği sorulan cevaplandırmaktan
kaçınmamıştır. Sorulara değer vermiş ve onları cevaplandırmıştır. Diğer
taraftan, insanların öğrenme arzularının uyandığını, çevreleriyle
ilgilendiklerini ve çekinmeden soru sorabildiklerini görüyoruz. Konuyu günümüz
öğretim faaliyetine taşıdığımızda şu neticeyi çıkarabiliriz: Öğrenciler soru
sorma cesaretini gösterebilmelidirler. Onların sual sorması, konuyla
ilgilendiklerini gösterir. Öğretmenler, ebeveynler ve siyasîler sorulan sorulara
cevap verme alışkanlığını kazanmalıdırlar. Sorulan sualler cevapsız kalmadığı
müddetçe, öğretim devam ediyor demektir.
2. (De ki: "Onlar, hac ve
insanların diğer faaliyetleri için vakit ölçüleridir").
Demek ki, ayın safhaları hac ibadetinin vaktini belirlemektedir. O
halde, hac ibadeti her zaman yapılmaz. Haccın belli bir vakti vardır ki bu da,
ay takvimine göre belirlenir. Ayrıca, ramazan ayının başlangıç ve sonu da ay
takvimine göre belirlenir. Bu konuda yapılan araştırmalar, almanak halinde tüm
dünyaya dağıtılmaktadır. Güneşin ve aym ne zaman tutulacağı ve nereden daha iyi
gözleneceği tesbit edilebilmektedir. Bu kadar ince hesapların yapıldığı bir
çağda, çıplak gözle ayı gözlemenin ilkelliği ortadadır.
Aym safhalarına göre yapılan hesap ve takvim ile denizlerdeki med-cezir
olaylarının önceden tesbiti de yapılmış olacaktır. Ayrıca bu hesaplamaların,
insan fizyolojisi ile, yani kadınların ay başı durumlarının belirlenmesiyle de
ilişkisi vardır. İşte, "insanların haccm dışındaki diğer faaliyetleri"
ifadesiyle bunlar kastedilmiş olabilir.
Yunus/5'te, ayın safhalarının ne anlama geldiğine ışık tutulmaktadır:
Allah, o aya, yılların sayısını ve zamanı ölçebilesiniz diye menziller
(evreler) koydu/takdir etti. Bunların hiçbirini Allah bir anlam ve amaçtan yoksun
yaratmış değildir.
Bu ayette ve İsra/12'de, zamanın hesaplanması ve senelerin sayısının belirlenmesi
gibi ölçümlerin, ayın safhalarına göre yapılacağına asırlarca önce işaret
edilmiştir.
Çocuğun ana karnında kaldığı müddet ile sütten kesilme vakti de
"ay" denen zaman ölçüsüne göre hesaplanmaktadır:
(O çocuğun ana karnındaki müddeti ve sütten kesilmesi otuz aydır).
[Ahkaf/15]
İşte ayetteki "İnsanlar için vakit ölçüleridir" ifadesi,
bunlara işaret etmektedir. Peygamber'e sorulan sorunun cevabını Yüce Allah bu
şekilde vermiştir.
3.
(Öte yandan iyi, evlere
arkalarından girmeniz değildir).
Ayetin bu kısmının eksen kavramı birr kavramıdır. İyiyi, iyinin ne olmadığını
açıklayan Yüce Allah, olumsuzdan olumluya giden bir metod izlemektedir. Bu
izah tarzı ile Yüce Allah, önce batıl uğursuzluk anlayışım yıkmaktadır. Bu
aynı zamanda, yanlışı devirip ortadan kaldırmadan, iyinin ağacının
dikilemeyeceğine işarettir. Demir paslı iken boya tutmaz. Önce pasın silinip
temizlenmesi gerekir. Hurafeler de öyledir. Önce hurafenin ortadan giderilmesi,
sonra hakikat boyasının sürülmesi gerekir. O zaman doğru bilgi kalıcı olur ve
sosyal hayatta tutunabilir.
Başarısızlığa uğrayan kimselerin evlerine moralsiz girmelerini ifade
eden bu ayet, amacına ulaşamamanın psikolojik ve ailevî problemler yarattığına
da dikkat çekmektedir. "Evlere arkalarından girme" ifadesi, fizikî
anlamda eve arkadan girmeyi değil, başarısızlığın meydana getirdiği
moralsizliği, çöküntüyü ve ızdırabı ifade etmektedir.
Birr'i (iyiyi), moral bozukluğu ile yakalamak mümkün değildir.
Başarısızlığı büyütüp, psikolojik hastalık haline getirmenin bir anlamı
olmayacağını söyleyen Yüce Allah, birr'in (iyinin) nasıl elde edileceğini de
açıklamaktadır.
4.
(Fakat birr, sakınan
kimsenin yaptığıdır). Başarısızlığı eve taşıyıp evde problem çıkarmakla birr
(iyi) elde edilemez.
Birr'e (iyi'ye), Allah'a karşı sorumluluk hissetmekle, Allah'a
güvenmekle, sebeplere tevessül ettikten sonra işini Allah'a havale etmekle
ulaşılabilir. İşteki başarısızlıkların aile hayatına taşınmaması gerektiğini
vurgulayan Yüce Allah, evin dışındaki oluşumların aile hayatını zehir
etmemesini istemektedir.
Bakara/177'de, iyinin ne olduğu açıklanmış, birr (iyi) ile takva
arasında ilişki kurulmuştu. Şimdi birr'in (iyinin) ne olduğuna ve takva ile
diğer ilişkilerine başka açıdan bakabiliriz:
a)
Birr (iyi), kurtuluştur
Takva ile birr'i (iyiyi) birleştirince, felaha (kurtuluşa, zafer ve
çözüme) kavuşulmaktadır. Bakara/189 ayetinin sonu bunu ifade etmektedir.
Evlerinize kapılarından girerseniz, hurafelerden uzak olur ve batıl bir
uğursuzluk anlayışını takip etmezseniz, yani takva sahibi olup bu tip
yanlışlardan korunursanız, zafere ulaşırsınız. Demek ki, takvanın getirdiği
birr (iyi), zaferin kendisidir.
b) Birr (iyi), çıkış yoludur
Yüce Allah Talak/2'de takva denen ruh olgunluğuna ulaşan insana, sorunlarından
kurtuluş kapısı göstereceğini vaadetmektedir. Hayatındaki sorunları aile
hayatına taşımadan, ailedeki mutluluğunu korumaya çalışan insan, takva
sahibidir. Bu insan iyiyi yakalamış olduğundan, Allah ona bir çıkış yolu gösterecektir
ve böylece sorunlarım çözecektir.
Takva'nın, Allah'ın öğüdünü tutmak olduğunu ifade eden Talak/2 ayetine
göre, takva, aynı zamanda, insanın ailevî sorunlarına bir çıkış yolu temin etmektedir.
c. İyi, işlerin kolaylaşmasıdır
Yüce Allah Talak/4'te, takva seviyesine ulaşacak davranışları sergileyen insanların, işlerini kolaylaştıracağını vaadetmektedir. Madem ki "iyi" muttaki kimsenin sergilediği davranışlardandır, öyleyse "iyi", takvanın getirdiği kolaylıktır.
Eve bozuk bir psikoloji ile girmekle sorunlara çözüm bulunamaz, çözüm aile hayatını o sorunların dışında tutmak ve korumaktır. İşi başarma gücünü kendinde gören insan, başarısızlığında da intihar psikolojisine bürünür. Sorunlar karşısında Allah'ı hatırlayan ve O'nun yardımım dileyen insan takva sahibi demektir. Bu takva ona bir çıkış yolu gösterecektir.
5.
(Evlere kapılarından girin).
Evlere kapılarından girmek, bozuk bir psikolojiyle eve girmemek, sorunları
kapının dışında bırakmak demektir.
6.
(Allah'tan sakının ki felaha
eresiniz).
Demek ki, sorunların çözümü takvadadır. Takva, kulun Allah'a karşı olan
samimi sorumluluğu ve çekinmesidir. Başka bir ifadeyle, Allah'a karşı olan
sevgisinin, onu Allah'ı üzmekten alıkoymasıdır.
Bakara/189 ayetini bir bütün olarak ele alırsak, şu çıkarımları
yapabiliriz: Tabiat olayları hakkında soru sormak ve onların işleme tarzını
anlamak, işlevlerini belirlemek, eğitim-öğretim faaliyetinin gerekli
aşamalarıdır. Soru şeklinde başlayan bu araştırmanın cevaplandırılması zorunludur.
Bu ayette, tabiat olayları hakkında sorulan soruların ardından, insan
ilişkileri konusunda da bir açıklama yapılmaktadır. İyinin ne olduğuna kısaca
cevap veren bu ayet, iyiyi takvada, yani korunmada aramakta ve o şekilde
tanımlamaktadır. Takva kavramının içini de, işinde başarısızlığa uğrayan
insanın, aşağılık duygusuna bürünerek sorunlarını evine taşımamasıyla
doldurmaktadır. Eve bir takım psikolojik sorunlarla girmenin yanlış olduğunu,
bunun birr (iyi) ile bir alakası olmadığını, yani doğru bir davranış olmadığını
ifade etmektedir. Felaha, yani sorunların çözümüne, sebeplere tevessülden
sonra Allah'a tavekkül etmekle, başarının Allah'tan olduğuna inanmakla
kavuşabileceği ilkesini de vurgulamaktadır.
[83]
190. Size savaş açanlara karşı Allah yolunda savaşın, ama aşırı
gitmeyin, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.
Bu ayetin izahını yapabilmek için, insanın tabiatından, yani psikolojik
yapısından hareket etmek gerekir. Çünkü insanın bütün davranışlarını bu psikolojik
yapı idare etmektedir.
Daha önce Bakara/30'da meleklerin insanı, "bozgunculuk
yapacak" ve "kan akıtacak" bir varlık olarak tanımladıklarım
söylemiştik. İnsanın bu özelliklerine, yani bozgunculuğuna ve kan dökücülüğüne
Şems/8'de, fücur denilmiştir. Yüce Allah insanı yaratırken, tabiatına, bütün
davranışlarının kaynaklandığı iki büyük özellik koymuştur: İyiliklerin
kaynaklandığı takva ile kötülüklerin kaynaklandığı fücur. İşte bozgunculuk ve
kan dökme özellikleri, onun fücur boyutundan kaynaklanmaktadır. Modern
psikolojide yer alan "saldırganlık iç güdüsü", yukarıdaki
özelliklerin bir başka adıdır. İmam Gazâlî bu saldırganlık içgüdüsüne sebiyye
(yırtıcılık) özelliği[84]
demektedir. "Hiddet ve tehevvür kendisine hükmedince, yırtıcı hayvanlar
gibi hiddetlenir, kızar, dövmek ve sövmekle etrafına saldırır".[85]
Diğer taraftan Yüce Allah insana, saldırılara karşı kendini koruma güdüsü
de vermiştir. Hayvanların müdafaa silahlarını, Yüce Allah onların biyolojik
yapısına koymuştur. Müdafaa silahlan ile hem saldırırlar, hem de kendilerini
müdafaa ederler. İnsanın elleri, hem saldın, hem de müdafaa silahlandır. Bazı
hayvanlann pençeleri ve dişleri saldın ve müdafaa bakımından insanın biyolojik
silahı olan ellerinden daha güçlüdür. İnsan alet yapan bir varlık olduğu için,
saldın veya müdafaa için silah teknikleri geliştirmiştir. Bazen saldırganlık
-Gazâlî'nin ifadesiyle- yırtıcılık içgüdüleri, çeşitli sebeplerle kabanr ve
neticede insanlar birbirine saldırır. Bu, ferdî veya küçük bir grup çapmda
olursa, buna kavga adı verilir. Ama bu saldın, toplumlar arasında cereyan
ederse, adına savaş denir. Bu savaşta, bir saldırgan, bir de kendini koruyan
taraf vardır.
Tarihte, saldırganlık içgüdüsünü kabartan ve onu toplumsal boyuta taşıyan
nedenler arazi, inançlar, etnik nedenler, yayılmacılık, sömürgecilik olmuştur.
Nedenler ne olursa olsun, savaşın, insanla beraber yaşadığı ve onun bir gerçeği
haline geldiği bir vakıadır.
Bakara/190 ayeti, inancından ötürü saldırıya uğrayan gruba, kendileni
müdafaa etme izni vermektedir. Bu ve bundan sonraki ayetler, kendini savunma
amacına yönelik olarak müslümanlara savaş müsaadesi vermektedir. Müslüman
toplum, kendisine saldınldığı zaman kendisini müdafaa etmek için savaşabilir.
Bakara/l 90'daki lâ te'tedû (aşın gitmeyin) ifadesini, "saldırganlık
yapmayın" şeklinde tercüme eden Muhammed Esed gibi anlayabiliriz. Demek
ki bu ayetten, size savaş açana, yani saldırana karşı siz de savaş açın, ama
asla ilk saldıran siz olmayın anlamını çıkarmak mümkündür. "Saldırganlık
yapmayın" manasım verirsek, savaştan önceki durum; "aşın
gitmeyin" anlamını verirsek, savaş anında veya savaş sonrasında düşmana
karşı aşın gitmemek kasdedilmiş olur.
Yüce Allah müslümanlara, hangi sebeple savaşma izni vermiştir? Razi,
ayetin indiriliş sebebini şu şekilde anlatmaktadır: "Hz. Peygamber hac yapmak
üzere arkadaşlanyla yola çıktı. Hudeybiye'de konakladı. Müşrikler,
müslümanların Kabe'yi ziyaret etmelerine engel olmak istediler. Hz. Peygamber,
bir ay o mevkide bekledi. Müşrikler, ertesi yıl hac yapmalarını teklif ettiler
ve bu şekilde bir antlaşma yaptılar. Müşriklerin antlaşmalarına sadık kalmama
ihtimali üzerine Yüce Allah bu ayeti indirdi".[86]
Dikkat edilirse müşriklerin, müslümanların haccetmelerini birinci engellemeleri
savaş ilanı olarak görülmemiş; ancak antlaşmadan sonra haçtan engellenmeleri
durumunda savaşmalarına izin verilmiştir.
Müslümanlara savaş izni, daha doğrusu kendilerini müdafaa etmek için
savaşma müsaadesi ilk defa bu ayetle verilmiştir. Hac/39 ayetinde ise doğrudan
izin kelimesi kullanılmaktadır:
Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir.
Şüphesiz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir.
Haksızlığa uğramanın ne anlama geldiği, Bakara/191 ile Hac/40'ta beyan
edilmektedir. Fitne, inancından dolayı yurdundan çıkarmak savaşa neden teşkil
etmektedir. Kan akıtmanın ve vatanından çıkartmanın ne kadar kötü bir fiil ve
haksızlık olduğu Tevrat'ta da ifade edilmiştir [Bakara/84-85]. Devamlı fitne
çıkaran ve ellerini iyi insanlann üzerinden çekmeksizin onlara kötülük edenlere
karşı savaş izni verildiği beyan edilmektedir [Nisa/91]. Mümte-hine/9'da da,
inancından dolayı bir topluma savaş açmak ve onu yurdundan çıkarmak, savaşa
neden olarak gösterilmektedir.
Yüce Allah, iyi insanlar vasıtasıyla kötü insanların tahribatını önlemek
için savaşa izin vermektedir. Savaşa izin verirken belli amaçlar gütmektedir ki
bunları şöyle sıralayabiliriz:
1.
Yeryüzünün fesada uğramaması
Yüce Allah, Bakara/25l'de şöyle buyurmaktadır:
Ve eğer Allah insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gücü
vermeseydi, yeryüzündeki sosyal hayat çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı. Fert
ve toplumların barış ve mutluluk içinde yaşamasını engelleyen faaliyetleri
ortadan kaldırmak için Yüce Allah savaşa izin vermektedir. Buradaki fesat
kelimesi yerine, Bakara/193'te/îtoe kelimesi kullanılmaktadır.
2. Değerler sisteminin
yıkılmaması
Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısım insanlar ile defedip
önlemesey-di, mutlak surette içlerinde Allah'ın isminin çokça anıldığı
manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp gitmiş olurdu. [Hac/40]
Yüce Allah, ibadethanelerin yıkılıp gitmesini istememektedir. Buradaki ibadethaneler, dinî değerleri ifade etmektedir. Allah'ın isminin anıldığı yerler, en kutsal yerlerdir. Yüce Allah iyilerin, kötülerin kötülüklerini engellemesine bu nedenle izin vermektedir. İşte bu ayetin gereği olarak, Osmanlı Devleti fethettiği ülkelerde ibadet yerlerine dokunmamıştır.
3. Dini Allah'a has kılmak
Dini siyasete alet etmek, ilahî olmaktan çıkarıp beşerîleştirerek
yozlaştırmak mutlaka engellenmelidir. Beşer, din alanına giremez, din Allah'a
aittir ve öyle kalmalıdır. Dini istismar edip, onu çıkar için kullanmak savaşa
neden olmaktadır. Zaten Yüce Allah bu tip insanlarla savaşmaktadır. Bakara/l
93'te Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Fitne yok edilinceye ve din de yalnız Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.
Aynı emir Enfal/39'da da yer almaktadır. Demek ki fisebilillah kavramı,
dinin Allah'a has kılınması, ibadethanelerin yıkılmaması, yeryüzünün fitne ve
fesada uğrayıp insanların mutluluğunun zedelenmemesi manasına gelmektedir.
"Allah uğrunda" manasına gelen fisebilillah kavramının içini başka
değerlerle doldurarak izah etmemiz mümkündür. Ayrıca bu kavram, Allah'ın
müsaade etmediği nedenler uğruna savaş yapmanın haksızlık olacağını da
vurgulamaktadır. Beşerî menfaatler ve basit nedenler uğruna savaşmanın
zulümden başka birşey olmayacağını vurgulamak için fisebilillah (Allah uğruna)
ifadesi kullanılmıştır.
(Saldırganlık yapmayın).
Lâ te'tedû ibaresine, "aşın gitmeyin" manası da verilebilir.
Daha önce belirttiğimiz gibi, savaştan önceki duruma işaret ettiğini kabul
edersek, "ilk saldıran siz olmayın" anlamına gelir. Ama savaşın
sonundaki duruma işaret ettiğini kabul edersek, "Galip geldiğinizde aşın
gidip kadınlan, çocuklan öldürmeyin, memleketin kültürel değerlerini tahrip
etmeyin" manasına gelir.
(Doğrusu Allah saldırganlan sevmez).
Yüce Allah müslümanlann savaşta aşın gitmelerini engellemek amacıyla,
aşın gidenlerden sevgisini esirgeyeceğini ifade etmektedir. Saldırganlan, aşı-n
gidenleri sevmediğini söylemekle Yüce Allah, ilahî sevgiyi zedeleyen şeye
dikkat çekmektedir. Allah Teala'nın, saldırganlığı ve aşın gitmeyi hoş görmediğini
ifade etmesi inşam bu günahı işlemekten alıkoyan önemli bir engel olmalıdır.
Allah'ın bir şeyi sevmediğini ifade buyurması, onun yapılmaması gerektiğini
ifade eder. Öyleyse, savaşın kara günlerinde bile müslüman, Allah'ın sevgisini
yitirme endişesi içinde olmalıdır. Bu endişe onu aşm gitmekten alıkoyacaktır.
Böylece Yüce Allah, savaş konusunda bile duygu eğitimi yapmaya devam
etmektedir.
[87]
191-192. Onları, karşılaştığınız her yerde öldürün ve sizi çıkardıkları
yerden siz de onları çıkarın, zaten zulüm ve baskı, öldürmekten daha kötüdür.
Onlar size savaş açmadıkça Mescid-i Haram civarında onlarla savaşmayın, ama
eğer sizinle savaşırlarsa, onları öldürün; kafirlerin cezası budur. Eğer
vazgeçerlerse, Allah çok affedici ve merhamet sahibidir.
Önce 191. ayeti, kısımlara ayırarak açıklayalım:
Onlan yakaladığınız her yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz
de onları çıkarın.
Ayetin bu bölümünde yer alan sekıfe kelimesi lügatte yakalamak, yetişmek;
insanla alakalı olunca zeki ve mahir olmak; eğitimle ilgili olunca ilim ve
sanatta maharet kazanmak anlamlarını ifade eder. Sekufe kalıbından alınınca
sirkenin ekşimesi; sekkafe kalıbında ise kişiyi bilgili, görgülü ve terbiyeli
kılmak, eğri olanı düzeltmek manasını ifade etmektedir. Sekafe kültür, eğitim
ve maharet demektir.
Ayetin bu kısmındaki "yakalama" ve "çıkarma"
fiilleri, düşmanların saldırısından sonra olduğu için 190. ayetle yakından
alakalıdır. Müslümanları yurtlarından çıkardıkları için Yüce Allah da savaş
anında onlan yurtlarından çıkarmaya izin vermektedir. Savaş ateşini yakıp
insanların kanını akıtan ve onlan yurtlanndan çıkaran insanlar, aynı muamele
ile karşı karşıya kalmalıdırlar. Ayetin bu kısmında bile insanlan savaştan
caydırma amacı vardır. Güçlü olduğu dönemlerde insanlan yurtlanndan çıkaran ve
onlan öldürenler, zamanla kendilerine de aym muamelenin yapılacağını
bilirlerse, savaşa teşebbüs etmezler.
(Fitne katilden beterdir).
Nedir fitne? Fe-te-ne kalıbından fiil olarak alınınca dönmek, sapmak,
günaha maruz kalmak, büyülemek, çıldırtmak, esir etmek, gönül çelmek, aklını
çelmek, işkence etmek, hakikati tahrif etmek, elem vermek, birinin kusur-lannı
ilan etmek, delilenmek, tecrübe etmek, imtihan etmek, bir şeyi yakmak, birini
görüşünden vazgeçirmek, gümüş veya altını eritmek, eziyet etmek, şaşırtmak,
fikir aynlığı, günah, mal, evlat, vesvese manalanna gelmektedir.
[88]
1. Yanmak ve kavrulmak
Fitne kelimesinin bu anlamı "altının ateşte eritilmesi"
manasından gelmekte olup insanın ateşe, yani cehenneme konup yakılması
anlamını ifade etmektedir. Zariyat/13-14'te bu anlama gelmektedir:
O gün, onlar ateş içinde kavrulacaklardır; tadın cezanızı!
13. ayetteki yuftenun ateşe atılıp kavrulmak, 14. ayette fitnetekum
cezanız manalarına gelmektedir. Böylece fitnenin ceza ve onun getirdiği acı ya
da cehennemde yanmak anlamına geldiği anlaşılmıştır.
2. İmtihan
Fitne sınamak, denemek, yoklamak manalarına gelmektedir. Yüce Allah
Ankebut/3'te, doğru söyleyenle, yalan söyleyeni belirlemek için insanları imtihan
ettiğini söylemekte ve şöyle buyurmaktadır:
ÇiîsSj' (Ve seni bir çok denemelerden geçirdi). [Taha/40] Bu anlamda
pek çok ayette geçmektedir.
3. Mukayese etmek
Yusuf Ali'ye göre, En'am/53'te geçenfetenna kelimesi "mukayese
etmek" anlamına gelmektedir:
Böylece biz onları, birbirleriyle mukayese ettik.
4. Günaha sürüklemek
Hadid/14'teki/ete/itam enfusekum ifadesi, "kendi kendinizi günaha
(fitneye) sürüklediniz" manasına gelmektedir. Münafıklar, mahşerde
inananlara, dünyada beraber yaşadıklarını, bu nedenle kendilerine ışıklarından
vermeleri gerektiğini söyleyecekler. Onların bu isteğine karşılık inananlar,
"Fakat siz kendinizi günaha sürüklediniz" diye cevap vereceklerdir.
5. İşkence etmek
Farklı inanca mensup gruplardan birinin diğerine baskı ve işkence yapmasını
ifade etmek üzere fitne kelimesinin fiil kalıbı kullanılmaktadır:
Şüphesiz inanmış erkeklerle inanmış kadınlara işkence edip sonra da
tevbe etmeyenlere cehennem azabı ve yanma azabı vardır.
6. Saldırmak
Seferde namazı kısaltma müsaadesinin gerekçesini ifade için fitne
kelimesi kullanılmaktadır:
Yeryüzüne sefere çıktığınız zaman kafirlerin size saldırmasından endişe
ediyorsanız, namazı kısaltmanızda bir beis yoktur. [Nisa/101]
7. Ayartmak
"Aldatmak" manası da verilebilir. Şeytanın insanı aldatması,
ayartması manasına gelmektedir:
Ey Ademoğullan! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine
göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de
aldatmasın. [A'raf/27]
8. Uzaklaştırmak
Fitne kelimesi fiil kalıbında, an cer harfi ile kullanıldığında
"uzaklaştırmak" anlamını ifade etmektedir:
(Ve onlardan sakın ki, Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni
uzaklaştırmasınlar). [Maide/49]
İnsanların arzulan, insanı Allah'ın ayetlerinden uzaklaştıracak şekilde
etkileyip yanlış fetva vermesine neden olabilir. İşte, arzuların insanı
hakikatten uzaklaştırmasını ifade için fitne kelimesi kullanılmaktadır.
Fitne'nin bir anlamı da aklı çelmektir.
9. Delilik
Fitne kelimesi meftun kalıbında alındığında "delirmek, akıldan
yoksun olmak" manasına gelir:
opüJsV (Hanginizin deli olduğunu...) [Kalem/6]
10. Zulüm, baskı
Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/191 ve Enfal/39'daki fitne kelimeleri
zulüm ve baskı manalarına gelmektedir:
Ve artık zulüm ve baskı kalmayıncaya, kulluk tamamen ve yalnızca
Allah'a yapılıncaya kadar onlarla savaşın. [Enfal/39]
jja&iirijiii; (Zulüm katilden daha kötüdür) ifadesindeki/îtoe
kavramma da "zulüm ve baskı" manasını vermek mümkündür.
11. İhtilaf
Âl-i İmran/7'dekiyîtoe kelimesi, kafaları karıştırmak, ihtilafa düşmek
manasına gelmektedir:
Kalpleri hakikatten sapmaya meyilli olanlar, sırf kafaları karıştıracak
şeyler bulmak için...
12. Fesat
Enfal/25'te geçen fitne kelimesi, sıkıntı, fesat, karışıklık ve ihtilal
manalarına gelmektedir:
Bir de, öyle fesattan sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere
erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.
Bu anlamıyla fitne toplumun tümünü helake götüren karışıklıktır.
Tev-be/47'de de düzensizlik, bozgunculuk anlamına gelmektedir.
13. Rüsvayhk
Fitne kelimesi, Yunus/85 ile Mümtehine/5'te oyun, eğlence ve rüsvaylık
anlamını ifade etmektedir. İnananların, inanmayanların elinde oyuncak haline
gelip rüsvay olma durumunu ifade etmek için kullanılmaktadır:
Rabbimiz! Bizi, hakikati inkar edenler için, bir oyun ve eğlence aracı
yapma! [Mümtehine/5]
14. Kötülük
Ve insanların bir kısmı, Allah'a tam inanmadan ibadet eder; kendine bir
iyilik dokunursa, onunla gönlü rahat eder, ama başına bir kötülük gelirse
dininden döner. [Hac/11]
Buradaki 'kötülük', musibet ve zorluk manalarını da kapsamaktadır. Fitne
kelimesini burada "zorluk" olarak tercüme etmek daha uygun olur.
15. Eziyet
Allah yolunda sıkıntıya düşünce, insanlardan çektikleri eziyeti,
Allah'tan gelen ceza gibi görürler.
İnsanın insana yaptığı eziyeti, Yüce Allah "fitne" kavramı
ile ifade etmektedir.
16. Mazeret
A'raf/23'te, bahane, mazeret ve çare anlamına gelmektedir:
Sonra, "Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki, bizler Allah'a ortak
koşmuş değildik" demekten başka mazeretleri kalmayacak. Bu ayette geçen
fitne kelimesine "çare" anlamını vermek de mümkündür.
Günaha sürüklemek, işkence etmek, saldırmak, ayartmak, uzaklaştırmak,
zulüm, baskı, ihtilaf, fesat, rüsvaylık, kötülük, eziyet manalanyla fitne, insanı
cehenneme götüren, ateşte kavrulmasına sebep olan davranış ve bu davranışa
iten düşünce yapısı ile ölümden beter bir durumdur. Aslında fitne denen bu
eylemler, toplumları içten öldürmekte, insan ilişkilerine birer mermi gibi
saplanmakta ve insanları canlı canlı mezara gömmektedir.
Bakara/l 9 l'de yer alan fitne kavramını, 190. ayette geçen mu'tedin
kelimesine bağlarsak diyebiliriz ki: Aşın gitmek fitnedir, fitne ise ölümden
beterdir. Bu anlamda aşın gitmek zulümdür; zaten fitnenin bir anlamı da
zulümdür.
Mescid-i Haram'da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla
savaşmayın.
Kutsal Mescid'in bulunduğu mahallin savaşa kapalı olduğunu ilan eden
Yüce Allah, saldıranlara, karşılık verilebileceğine de işaret etmektedir. Mescid-i
Haram hem bir ibadet yeri, hem de bir öğretim merkezi, yani üniversitedir.
Böyle bir yerde savaşmak doğru değildir. Allah'ın ismi anılarak ibadet edilen,
insanlığın ilk kültür abidesi olan ve insanın eğitimi için gerekli olan
bilgilerin öğretilmesini temin eden bu müessesenin yanında savaşmak kadar
yanlış bir hareket olabilir mi?
Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa, siz de onları öldürün.
Mescid-i Haram'da insan öldürmek yasaktır. Çünkü bu mescidin öğretilerine
göre, insanın önemi çok büyük, onu öldürmenin cezası çok ağırdır. Ama, haksızca
saldıranlan da nefis müdafaası gereği öldürmek caizdir.
"Zaruretler, haramlan mubah kılar" kaidesinden hareket ederek
diyebiliriz ki, bu ayet insanlığa hukuk yapmanın önemli bir kuralını
öğretmektedir. Yüce Allah, şartlara göre, yasakladığı bir şeye cevaz
vermektedir; öyleyse kanun yapmada da, şartlara göre hareket etme bir ilke
olarak benimsenmelidir.
(İşte kafirlerin cezası böyledir).
Yüce Allah, inanmayanlann cezasını bu dünyada insanlann eliyle vermektedir.
Eğer savaştan vazgeçerlerse, siz de bırakın. Elbette Allah daima
bağışlayan ve daima merhamet edendir. Bu ayette, hem çok önemli bir eğitim
ilkesi ve hem de savaş anında uyulması gerekli olan kurallar vardır; şöyle ki:
1. Yanlıştan dönmek bir
erdemdir.
Haksız yere insanlara saldırdıklarım ve hiç uğruna insanları
öldürdüklerini anlayıp vazgeçmek insan olmanın gerektirdiği bir davranıştır.
Bu davranış, Yüce Allah'ın af ve merhametini harekete geçirmektedir. Allah
Teala böyle bir davranışı önemsemekte, yapılan hataları affedeceğini
söylemektedir. Bunu günlük hayatımıza, özellikle eğitim faaliyetine taşırsak
diyebiliriz ki: Hatasını anlayıp özür dileyen ve hatasından dönen insanları
affetmek en güzel davranıştır. Yanlıştan dönmek, bağışlama ve merhamet
pınarının yeniden fış-kınp akmasını temin edecektir.
2.
Savaşı başlatanlar,
hatalarını anlayıp vazgeçerlerse, karşı taraf da savaşı durdurmalıdır. Savaşı
biz başlatmadık, onun için devam edebiliriz fikrinin doğru olmadığı bu ayetle
belirtilmektedir.
[89]
193. O halde zulüm ve baskı kalmayıncaya kadar, din de sadece Allah'ın
oluncaya kadar onlarla savasın. Vazgeçerlerse siz de vazgeçin; zalimlerden başkasına
düşmanlık yoktur.
Ayetin birinci bölümü savaşın ne zamana kadar devam edeceğine, ikinci
bölümü de savaşın nasıl durdurulacağına ve düşmanlığın kime karşı sürdürüleceğine
ışık tutmaktadır.
1. Zulüm ve baskının
(fitnenin) son bulmasına kadar savaş devam edecektir; ki bu, müslümanın
öldürmek veya maddî bir menfaat için savaşamayacağı anlamına gelir. Müslümanın
amacı, fitneye son vermek, yani zulüm ve baskıya maruz kalan insanları
kurtarmak; fitne denen sosyal ateşi söndürmek, onun etrafa saldığı duman ve
pis kokulan ortadan kaldırmak olmalıdır. Çünkü fitne, hayatı cehenneme
çevirmekte, bütün erdemleri yakıp kül etmektedir. Öyleyse müslümanın vazifesi
ve amacı, insanlığı bu cehennem çukurundan çıkarmak ve ona barış ve mutluluk
yolunu açmaktır.
2. Din, Allah'ın oluncaya
kadar yani din ve vicdan hürriyeti sağlanıncaya kadar savaş devam edecektir. Ta
ki insanlar, hiçbir korku duymadan ve baskıya uğramadan Allah'a ibadet
edebilsinler. Başka bir ifadeyle, insan sadece Allah'a kulluk edinceye, kula
kulluk ortadan kalkıncaya kadar savaş devam edecektir.
Kulluk sadece Allah'a yapılır. İnsan insana kul olamaz ve birileri
diğerlerini köle edinemez ve edinmemelidir. İnsanın insanı kul edinmesi
ortadan kalkıncaya, kulluk sadece Allah'a yapılıncaya kadar hürriyet mücadelesi
devam edecektir.
Tarihte, dinler beşerileştirilerek inanç duygulan istismar edilmiş ve
insanlar beşerî fikirlere taptırılmışlardır. Kutsal bir müessese olan dini,
istismarcıların elinden kurtanp sahibi olan Allah'a has kılmak için verilecek mücadele
kutsaldır.
Bu durumda, Bakara/190'daki "Allah yolunda" ibaresini, 193'teki "fitne yok edilinceye ve din sadece Allah'a has kılınıncaya kadar" ifadesiyle tefsir etmek mümkündür. Çünkü genel olan "Allah yolu" ifadesinin içini doldurmak gerekir. Allah'ın yolu, fitnenin yok olması, yani insanlann birbirine yaptığı zulüm ve baskıların kalkması ve dinin Allah'a ait olması, o dinden beşerî iradenin çekilmesidir. Din ve vicdan hürriyetini kısıtlayan kimselere mani olunması gerekir. Çünkü fitne denen zulüm ve baskı, insanın sadece Allah'a kulluk etmesini engellemekte, Allah'ın yolunu tıkayarak o yolda gidenlerin önünde engel oluşturmaktadır. Bu engellerin ortadan kaldırılması uğruna savaşmaya Yüce Allah izin vermekte ve bunun erdemli bir davranış olduğunu bildirmektedir.
3. Şayet vazgeçerlerse,
zalimlerden başkasma düşmanlık yoktur.
Zulüm ve baskıdan, insanlan köleleştirmekten, dini istismar etmekten vazgeçen kimselere saldın yoktur. Bu da, savaşm nereye kadar süreceğini ve nerede duracağını belirlemektedir. Fitne ateşi sönünce, din ve vicdanlara baskı kalkınca, savaş ateşi de sönecektir. Demek ki, Allah'a giden yol, insanların hürriyetleriyle örülmektedir. Diğer taraftan Yüce Allah, zalimlerden başkasına düşmanlık olmayacağı hükmünü koymaktadır. Buradaki zulüm, insanların hürriyetlerini ellerinden almayı ifade etmektedir. İnanç ve kültür farklılıklarım bahane ederek insanları baskı altına alan ve onlara haksız muamele yapanlar, ayetteki zalim kavramının kapsamına girmektedirler. Ferdî ve sosyal haklan çiğneyen ve hürriyetlere engel koyan insanlar zalim olarak ilan edilmektedir. Çünkü onlar, haklan ve hürriyetleri ortadan kaldırmakta ve ayaklarının altma alıp çiğnemektedirler. İşte bu anlamda savaş, haklann ve hürriyetlerin damarlarını tıkayan kolesterole karşı bir ameliyattır. Çünkü hak ve hürriyetlerin kanallan açılmadıkça, Allah'a giden yol da tıkalı kalacaktır. Enfal/38-40'ta da bu mücadele için izin verilmekte ve bunun önemi vurgulanmaktadır.
Bu savaş, aynı zamanda eğitim amaçlıdır. Bilgi eğitiminin yeterli
olmadığı anlarda, son çare olarak, zalimleri disipline etmek için baş vurulan
bir me-toddur. Hak ve hürriyetlerin önemini insanlara öğretmeyi amaçlamaktadır.
[90]
194. Saldırmazlık antlaşması, saldırmazlık antlaşmasına karşılıktır.
Barışa hürmet de karşılıklıdır. Kim size saldırırsa, siz de ona denk olacak
şekilde saldırın. Allah'tan sakının ve bilin ki, Allah sakınanlarla
beraberdir.
Razi, İbn Abbas, Mücahid ve Dahhak'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber
Hudeybiye senesinde umre yapmak için Medine'den yola çıktı. Bu umre yolculuğu
Zilkade ayında ve hicretin altıncı senesinde gerçekleşti. Mekkeli müşrikler
müslümanlann umre yapmasına izin vermediler. Hz. Peygamber ile, ertesi yıl umre
yapmaları şartının da bulunduğu bir antlaşma imzaladılar. Ertesi yıl, Hz.
Peygamber Mekke'ye geldi ve umresini tamamladı. Bunun üzerine yukarıdaki ayet
indi. Buna göre ayet şöyle demiş oluyor: "Sen haram ayda Harem-i şerife
girdin. Mekkeliler geçen sene sana engel olmuşlardı. Bu ay geçen seneki aya
denktir".[91]
Ayeti kısımlara ayırarak açıklayalım:
1.
(Haram ay haram aya karşılıktır).
Kur'an'ın nüzulünden önce de Arap örfünde belli aylarda savaş yapılması
yasaktı. Bu aylara haram aylar denirdi. Bunlar Kamerî takvimin 1., 7., 11. ve
12. aylandır. Ayette yer alan "saldırmazlık antlaşması saldırmazlık antlaşmasına
karşılıktır" ifadesi, tarafların onayladığı barışa/antlaşmaya işaret etmektedir.
Diğer taraftan ayetin bu kısmından, Arap toplumunda antlaşma yapma ve
antlaşmaya bağlı kalma kültürünün var olduğu anlaşılmaktadır. Arap örfünün bu
uygulaması, Kur'an tarafından onaylanmakla kalmamış, tüm zamanlara da
yayılmıştır. Barış manasına gelen 'islâm' kelimesinin, dinin adı olarak seçilmesinin
bir sebebi de budur. İslâm dini, barış dini olduğuna göre, varlığını da, ancak
barışı tesis etmek ve devam ettirmek suretiyle sürdürebilir.
Araplar "haram ay" kavramı ile savaşılmaması gerektiğinin
şuurundaydı-lar. Kur'an bu şuurun gelişip yayılmasını istiyordu.
2.
(Dokunulmazlıklar da
karşılıklıdır).
Savaşın yasak olduğu aylarda, dokunulmazlıkların da karşılıklı olduğunu
ifade eden ayetin bu kısmı, antlaşmaya saygı göstermenin de karşılıklı olduğunu
bildirmektedir. Kısas kelimesine "karşılık" manasının verilmesi uygun
olur. Bu, eşitlik ve denklik demektir.
Tarafların, barış antlaşmasına eşit oranda saygı duymasını Kur'an evrensel
bir boyuta taşımaktadır.
Yüce Allah Bakara/217'de, haram aylarda savaşmanın büyük bir günah
olduğuna; insanları Allah yolundan çevirmenin, Allah'ı inkar etmenin, Mes-cid-i
Haram'ı ziyaretten engellemenin ve halkını oradan çıkarmanın ise, daha büyük
bir günah olduğuna dikkat çekmektedir.
Demek ki, belli aylarda savaşmamak için yapılan antlaşmayı bozmanın
günahı, ibadeti engellemenin, ibadet hürriyetini ortadan kaldırmanın ve insanları
yurtlarından çıkarmanın günahından daha küçüktür.
Barış antlaşmasını bozanlar, büyük günah işlemektedirler. Hem antlaşmayı
bozma, hem de kan dökme günahı bir araya gelmektedir.
3. (Böylece eğer bir kimse
size saldırıda bulunursa siz de onun saldırdığı gibi saldırın).
Yüce Allah, yapılan antlaşmayı bozup saldırıya geçecek kimselerin bulunabileceğini
gerçekçi bir yaklaşımla ifade etmektedir. İnsanın bulunduğu yerde inanç
çatışmaları olacak ve birileri diğerlerine saldıracaktır. Bu durum sosyal hayatın
gerçeği olmakla beraber, Kur'an bir barış kültürü oluşturma gayretini
sürdürmektedir.
Onun için Yüce Allah saldırıda bulunanlara karşılık verilmesine izin
vermektedir. Saldırıya geçenin verdiği zararın oranı ne ise, ona verilecek
zarar da o oranda olmalıdır. Müslüman aşırı gitmez; kendisine verilen zarara
denk bir zarar vermekle yetinmesi gerektiğinin Allah'ın emri olduğunu bilir ve
ona göre davranır.
4. (Allah'tan sakının, bilin
ki Allah sakınanlarla beraberdir).
Ayetin bu kısmı "Saldıranlara karşı denk bir saldırıda bulunmayı
temin edecek güç nedir?" sorusuna cevap teşkil etmektedir. Yüce Allah bu
soruyu, takvaya bağlamak suretiyle cevaplandırmaktadır. Takva denen ruh olgunluğu,
inşam saldırı konusunda disipline eden bir güçtür. Takva duygusunu Yüce Allah
bu ayette kendisine yöneltmektedir. Allah'tan sakınmayan insanların, savaşta
aşın gitmeleri ihtimali fazladır.
Diğer taraftan Yüce Allah, aşırı gitmemeleri için müslümanlarla beraber
olduğunu bildirmekte ve bu beraberliğin bilinmesini istemektedir. Allah'ın
aşırı gitmekten sakınanlarla beraber olduğunun daima hatırda tutulması,
müslümanda bir iç disiplini oluşturacakta Antlaşmalara sadık kalmak, düşmanına
karşı bile haddi aşmamak, kötülüklere dengi ile karşılık vermek, takva denen
ruh olgunluğunu tanımlamaktadır. Böylece ayetin içeriği, takva kavramının içini
doldurmakta ve ona farklı bir mana kazandırmaktadır. Bu davranışları
sergileyenler, hem muttaki unvanını almakta, hem de Allah'ın beraberliğini
kazanmaktadırlar. Yüce Allah'ın beraberliği fizikî ve maddî bir beraberlik
değil, kendine özgü manevî bir beraberliktir.
Kısaca diyebiliriz ki, Yüce Allah bu ayetiyle bir hukuk ve savaş
eğitimi yapmaktadır. Öncelikle toplumlar arası antlaşmaların önemine ve bu
antlaşmalara uymanın zorunluluğuna dikkat çekerek, antlaşmaların insan
hayatının temel ihtiyaçlarından olduğunu öğretmektedir. Savaşların bazen
kaçınılmaz olabileceğine dikkat çeken Yüce Allah, müslümanlara ancak müdafaa
savaşı yapabilecekleri bilincini aşılamaktadır. Müslüman, saldıran taraf olamaz.
O, problem yaratan değil problemleri çözen taraf olmalıdır.
Müslüman, savaş anında bile merhametli davranmasını bilen, aşırılıktan
kendisini firenleyen ve bu yüzden de Allah'ın desteğini kazanan olgun bir
şahsiyettir. İslâm dininin eğitim faaliyetinin önemli konulan arasında yer alan
savaş ve barış meselesi, insanlık için hayatî bir önem arz etmektedir. Allah'ın
yolunda, ancak, düşmanlık duygusunun yaktığı fitne ateşini söndürmekle
yürünebileceğinin bilincini aşılayan Kur'an, savaşı kan akıtma aracı değil, bir
eğitim aracı olarak görmektedir.
[92]
195. Ve Allah yolunda harcama yapın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın
ve iyilik yapmaya devam edin; Allah iyilik yapanları sever.
Ayeti şu şekilde açıklayabiliriz:
1.
(Allah yolunda infak edin).
İnfak konusunu Bakara/3'te açıklamıştık. Bakara/l 90'da "Allah
yolunda savaşın" buyurulmuştu; burada ise, "Allah yolunda infak
edin" buyurulmak-tadır. İki emrin ortak noktası, her iki eylemin de Allah
yolunda olmasıdır.
190. ayette yer alan/? sebilillah (Allah yolunda) ifadesinden kasdın, fitneyi ortadan kaldırmak, dini Allah'a özgü kılmak olduğunu ifade etmiştik.
Bakara/195'deki fi sebilillah (Allah yolunda) ifadesini ise, fitnenin
ortadan kaldırılmasının, dinin Allah'a özgü kılınmasının önemli parçalarından
biri olan fakirlikle mücadele için gerekli harcamaların yapılması ile tefsir
etmek uygun olur.
Fitne denen cehennemi tutuşturan yakıtın bir kısmı saldırganlık içgüdüsünden,
bir kısmı cehaletten, diğer bir kısmı da fakirlikten meydana gelmektedir. Bu
fikirden hareketle diyebiliriz ki, toplumdaki üst yapı müesseselerinin üzerine
oturduğu alt yapı ekonomidir. Ekonominin üzerine oturduğu yapı da, insanın
psikolojisi, yani manevî yapısıdır. İnsanın manevî yapısında meydana gelen
çatlamalar ve rahatsızlıklar, öncelikle ekonomik yapıyı sallamakta ve ardından
üst yapı müesseselerini çatırdatmaktadır. Din, ahlâk, hukuk, siyaset, sanat
gibi üst yapı müesseseleri ekonomik yapının durumuna göre hareketlilik kazanır,
ama ekonomik yapı da insanın manevî yapısına göre dinamizm kazanmaktadır.
"Allah yolunda infak edin" [Bakara/195] ifadesiyle ekonomik
yapı manevî yapının üzerine oturtulmaktadır. Kur'an, yardımların hangi amaca
yönelik olarak yapılması gerektiğini ve Allah'ın onları değerlendireceğini beyan
etmekle, infakı teşvik etmektedir. Ekonomik hayattaki dengesizliği ortadan
kaldıracak olan ibadet, infak ve zekattır.
2. (Kendi elinizle kendinizi
tehlikeye atmayın).
Bu, fakirin elinden tutmayanların, kendilerini, fakirliğin meydana
getireceği fitne cehennemine atmış olacakları anlamına gelir. Dünya barışının
yolu, fakirlik ve açlıkla mücadele vermekten geçmektedir. Bu anlamda en büyük
savaş, açlıkla verilen savaştır. Zenginler, fakirlik ve açlık fitne haline dönüşüp
kendilerini boğmadan, fakirlikle mücadele için infak etmelidir. Allah Teala,
ekonomik intihar adım verdiğimiz açlığın, giderek toplumu yıkabileceğine
işaret etmektedir:
İşte sizler Allah yolunda infak etmeye çağmlıyorsunuz. İçinizden
kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik
etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer infaktan yüz
çevirirseniz, yerinize başka bir toplum getirir, onlar sizin gibi olmazlar.
[Muhammed/38]
Bu ayet, Bakara/195'teki "intihar" kavramını açıklamaktadır.
Yüce Allah, fakirlikle mücadele etmeyen, insanların aç kalmasına seyirci kalan
bir toplumu yok edip yerine başka bir toplum getireceğini ifade buyurmaktadır.
Demek ki, bir toplumu yıkıma götüren dinamiklerden biri ve en önemlisi ekonomidir.
İnfak emrinin sebebi ise şudur:
Allah'ın Peygamberine verdiği ganimetler, yakınlar, yetimler, yoksullar
ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizde yalnız zenginler
arasında dolaşan bir devlet olmaz. [Haşr/7]
Demek ki servet, sadece zenginler arasında dolaşırsa, toplumdaki dengeler
bozulacak, fakirlerin hased ve kinini azdıracak, böylece toplumun hayatı
tehlikeye girecektir. Onun içindir ki Allah, infakta bulunmayı bir zorunluluk
olarak görmüş; infak ile kendini kendi eliyle tehlikeye atma arasında bir bağlantı
kurmuştur. Enfal/28 ayetine göre, malın fitne olması, böyle bir tehlikeyi
meydana getirmesinden kaynaklanmaktadır.
Malın belli ellerde toplanması, servetin adaletsiz dağılımı, ahlâkî,
hukukî, içtimaî, siyasî ve dinî hayatı fitneye düşürür. Bu üst yapıda çatlamalara
sebep olur ve toplum hayatını cehenneme çevirir. İşte infak, maddî imkanların
halka inmesini temin eden kanallardan birini teşkil etmektedir.
3.
(Ve iyilik yapmaya devam
edin. Unutmayın ki Allah iyilik yapanları sever).
Yüce Allah, açlıkla savaşan, fakirlikle mücadele eden ve böylece toplumda
doğacak olan ekonomik fitnenin önlenmesi için çaba sarf eden kimseyi, muhsin
olarak nitelenmektedir. Muhsin, işlerini yerli yerinde ve mükemmel yapan kimse
olduğuna göre, malım nereye, ne zaman ve nasıl harcayacağını da bilen bir
kimsedir.
Yüce Allah bu ayette iki emir vermektedir: (ve enfıkû=infak edin),
(ve ehsinû=iy'ûSk yapın). "İnfak edin" ifadesiyle
"iyilik edin" ifadesi hemen hemen aynı manaya gelmektedir. Ve ehsinu
ibaresine "iyilik yapmaya devam edin" manası verilebilir. Buna göre
ihsan'da, iyilik etmenin yanında, devamlılık manası da vardır. İşte iyiliği bir
alışkanlık haline getiren insana Yüce Allah muhsin adını vermekte ve muhsinleri
sevdiğini bildirmektedir.
Ayetin son kısmından hareketle muhsin kelimesine, yardım etmeyi alışkanlık
haline getirerek Allah'ın sevgisini kazanan kimse manasını verebiliriz.
Muhsin iyilik yapmayı alışkanlık haline getirip hem kendisini, hem de
toplumu intihar tehlikesinden kurtardığı için Allah'ın sevgisini
kazanmaktadır. Böyle insanlar, ilahî sevgiyi topluma taşımakta ve fitne
tehlikesini toplumdan uzaklaştırmaktadırlar.
[93]
196. Hacc ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer yapmaktan
alıkonursanız, gücünüzün yeteceği bir kurban kesin ve kurban kesilinceye kadar
başlarınızı traş etmeyin. Ama içinizden hasta olan yahut başında rahatsızlık
olan kimse oruç tutarak veya sadaka vererek veya başka bir ibadet ile özrünü
karşılayacak bir şey yapmalıdır. Sağlıklı ve emniyette olduğunuzda, hacdan
önce umre yapan, gücünün elverdiği türden bir kurban kessin, ama kurbana gücü
yetmeyen, hac sırasında üç gün ve döndükten sonra yedi gün, yani tam on gün
oruç tutsun. Bütün bunlar, Mescid-i Haram civarında yaşamayanlar içindir.
Allah'tan sakının. Bilin ki, Allah'ın vereceği ceza ağırdır.
Ayette, hac ve umre yaparken karşılaşılacak olan olaylar karşısında ne
yapılacağı anlatılmakta ve haccm farziyeti ifade edilmektedir.
1.
(Hac ve umreyi Allah için
tam yapın).
Ayetin bu bölümünde hac ve umre niyetine açıklık getirilmektedir. Allah
için veya Allah adına diye çevirebileceğimiz lillahi ifadesi, hac ve umrenin
sadece Allah için yapılması ve bu şekilde niyet edilmesi gerektiğini hükme
bağlamaktadır. Hac kelimesi sözlükte galip gelmek, mağlup etmek, delil ve
isbatla münakaşada yenmek, ikna etmek, kutsal bir yeri ziyaret etmek, tartışmak,
müzakere etmek, delillerle isbat etmek, ilerlemek, iddia etmek, kabahatsiz
olduğunu savunmak manalarına gelmektedir.
Hüccet kalıbından alındığında delil, bahane, vesile, mazeret, burhan, şe-hadet,
vesika, senet, belge, sicil, itibar olunan kaynak, ehliyetli şahit anlamını
ifade etmektedir.
Razi hac kavramının kasdetmek, bir şeye sürekli olarak gidip gelmek anlamına
geldiğini söylemektedir.
Hicce kalıbından alındığında ise "sene" manasına geldiğini
ifade etmektedir.
Em-me-re fiilinden türeyen umre kelimesi, evi mamur etmek, evde oturmak,
ömrü uzun olmak, Allah'a kulluk etmek; i'temere kalıbından alınınca ziyaret
etmek, yani umre yapmak; işle beraber kullanılınca bir işi kasdetmek manalarına
gelmektedir.
Ayrıca umre, ziyaret etmek, kastetmek manalarında hac kavramıyla ortaktır.
Hac ile umre arasındaki fark şudur: Hac belli aylarda yapılırken, umrenin belli bir zamanı yoktur. Demek ki, Allah için Kabe'yi ziyaret etmek, önemli ibadetlerden biridir.
Hac, daha önceki dinlerde de farz kılınmıştır. Mescid-i Haram'ın
ziyareti ile ilgili ayetlerde Hz. İbrahim'in önemli bir yeri olduğu
görülmektedir:
Çünkü, İbrahim'e bu ibadet evininin kurulacağı yeri gösterdiğimiz
zaman, (ona şöyle demiştik): "Bana hiçbir şeyi eş tutma, tavaf edenler,
ayakta ibadet edenler, rüku ve secdeye varanlar için evimizi temiz tut".
Demek ki Hz. İbrahim'e Kabe'nin yerini gösteren ve inşa emrini veren Yüce
Allah'tır.
Daha sonra, Kabe'nin inşası bitince, Yüce Allah Hz. İbrahim'e şöyle buyurdu:
Bütün insanları hacca çağır; yaya olarak ve hızlı yürüyen her türlü
binek üstünde (dünyanın) en uzak köşelerinden sana gelsinler.[94]
"İnsanlara haccı ilan et" ifadesi, "Hac ve umreyi Allah
için tamamlayın" ve "Beytullah'ı Allah için ziyaret etmek insanlara
farzdır" [Âl-i İmran/97] ifadeleriyle aynı manaya gelmektedir. İlk
ibadethane olan Kabe'yi Allah için ziyaret etmek, çok eski bir geçmişe
sahiptir. Yukarıda zikredilen ayetlere göre de bu ibadet farzdır.
2. (Eğer bunları yapmaktan
alıkonursamz, gücünüzün yeteceği bir kurban kesin).
Ayetteki hasr kelimesi açıklandığında,
"alıkoymanın/engellemenin" ne anlam ifade ettiği anlaşılacaktır.
İhsar kalıbının kökü hasr'An. Haşere, kuşatmak, çember içine almak, ihata
etmek, çevirmek, etrafına halka çevirmek, hapsetmek, abluka etmek, mani olmak,
durdurmak, geciktirmek, niyetinden çevirmek, yıldırmak, ürkütmek, geri tutmak,
cebretmek, çekinmek, sınır koymak, elini bağlamak manalarına gelmektedir.
Bu ayette hac esnasmda bir engelle karşılaşması durumu ele alınmakta ve
çözüm gösterilmektedir. Buradaki engelin ne anlama geldiği konusunda alimler üç
görüş ileri sürmüşlerdir:
a. Hastalık,[95]
b. Düşman veya hastalık
sebebiyle men olunma ve hapsedilme,[96]
c. Düşman tarafından alıkonma
ve engellenme.[97]
Düşmanın engellemesinden başka, hacda herhangi bir engelden bahsedil-mesinin mümkün olmadığım söyleyenler de vardır. Eğer buradaki ihsar (engelleme) hastalık olsaydı, ayetin devamında "Ama içinizden hasta olan yahut başından rahatsızlığı olan kimse..." buyurulmazdı. Bu durumda, buradaki ih-sar (engelleme), düşmanın engellemesi anlamına gelmektedir.
Öyleyse İbn Abbas ve İbn Ömer'in görüşünün isabetli olduğu açıktır. Düşmanın
engeli ile karşılaşan hacı adayının ne yapması gerektiği de bildirilmektedir:
(Gücünüzün yeteceği bir kurban kesin).
3.
(Kurban yerine varıncaya
kadar başlarınızı traş etmeyin).
"Kurban yerine varıncaya kadar" ifadesi, kurban kesilinceye
kadar demektir.
Hacc/28'de kurban kesimi ele alınmakta, Hacc/29'da ise "Sonra
kirlerini gidersinler" buyurulmaktadır. Kirlerin giderilmesinden kasıt,
traş olmaktır. Saçın traş edilmesi, Hacc/29'da kirlerin giderilmesi ile tefsir
edilmiştir; veya kirlerin giderilmesi, Bakara/195'te saçın traş edilmesiyle
tefsir edilmiştir.
Kurbanın kesilmesinden sonra kirlerin giderilmesi veya başın traş
edilmesi ne mana ifade etmektedir? Bu sorunun cevabını başka bir ibadeti örnek
göstererek vermek mümkündür. Maide/6 ayetine göre, namaz kılacak olan kişinin
abdest alması gerekiyor. Namazdan önce abdest almak neyi ifade ediyorsa, hacda
kurban kestikten sonra başı traş etmek, ya da kirleri temizlemek de onu ifade
ediyor.
4.
(İçinizden hasta olan, yahut
başından rahatsızlığı olan kimse, oruç tutarak veya sadaka vererek veya başka
bir ibadet ile özrünü karşılayacak bir şey yapmalıdır).
Ayetin bu kısmı, hasta olan veya başından bir rahatsızlığı olan kişinin
ne yapması gerektiğine ışık tutmaktadır. Kurban kesmeden önce, hastalığı veya
başındaki bir rahatsızlıktan dolayı traş olmak zorunda kalan kimse için farklı
alternatifler sunulmaktadır. Baştaki rahatsızlık, başın yara olması ve
bitlen-mesidir. Bu gibi durumlarda, kurbandan önce traş olunabilir ama, fidye
olarak oruç tutmak veya sadaka vermek veya bir ibadet yapmak gerekir. Bunlardan
dilediğini seçmeyi Yüce Allah kuluna bırakmıştır. Fidye olarak yapılacak bu
ibadetler, kolaydan zora doğru sıralanmaktadır. İlk tercihin oruçtan yana,
ikinci tercihin ise sadakadan yana kullanılması gerektiğine de işaret vardır.
Ayetin bu kısmının nüzul sebebi -Elmalılı Hamdi Yazır'ın hadislerden naklettiği-
şu olaydır: Hz. Peygamber Hudeybiye senesi Ka'b b. Ucre'ye uğramıştı. Ka'b'ın
başının bitlendiğini görünce, "Galiba bitlerin sana eziyet veriyor"
demiş. Ka'b da, "Evet ey Allah'ın Resulü" deyince, "Traş ol da
üç gün oruç tut veya altı yoksula bir fark hurma tasadduk et, yahut da bir
koyun kurban et" buyurmuştu.[98]
Bu hâdise, ayetin inişinden önceye ait olmakla birlikte, Hz.
Peygamber'in Ka'b'la ilgili hükmü ayetin inişinden sonraya aittir. Öyleyse, Hz.
Peygamber, bu hükmü kendiliğinden vermemiş; ayetin hükmünü tatbik etmiştir.
Hadisin sahih olduğu ayete uygunluğundan anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan hadis, ayetteki nüsuk kavramının koyun kurban etmek anlamına
geldiğini göstermekte, oradaki ibadetin ne olduğunu bildirmektedir. Nüsuk
kavramını En'am/162'de açıklayacağımız için, burada kurban anlamına geldiğini
söylemekle yetiniyoruz. Demek ki, hacdaki yasakları çiğneme karşılığında fidye
verilmesini emretmekle alternatifler sunulmaktadır. Yasaklar, ihlal edilmek
zorunda kalınırsa, fidye olarak oruç, sadaka veya kur-ban'dan biri yerine
getirilir.
Bunun eğitimsel anlamı nedir? Ayetin bu kısmını günlük hayatımızdaki
bazı hukukî uygulamalara tatbik etmemiz mümkündür. Bazı durumlarda hakim,
suçluya, toplumda, kamu yararına bir müessesede çalışma cezası verebilir.
Mesela: Kazara bir trafik suçu işleyen kişiye, kamu yararına bir müessesede
belli bir müddet ücretsiz çalışma cezası verilebilir. Böylece istemeyerek
işlenen bir suçtan dolayı kişi topluma faydalı bir iş üreterek cezasmı ödeme
imkanına sahip olur.
Ayete göre hasta veya başından rahatsızlığı olan kimse hac
yasaklarından birini ihlal etmek zorunda kalabilir. Buna mukabil, oruç, sadaka
veya kur-ban'dan biriyle fidye ödemesi, yukarıda teklif ettiğimiz ceza şeklinde
günlük hayatta yerini alabilir.
Zaten, modern hukukta işlenen bazı suçlara para cezası verilmesine,
ayette yer alan uygulama kaynaklık etmiştir. Zıhar yapan ("Sen bana
anamın sırtı gibisin" diyerek hanımını kendisine haram kılan) bir adama
uygulanan ceza şekli de buna başka bir delil teşkil etmektedir. Bu durumda,
eşler birbirine dönmeden önce bir köle azad edilir veya aralıksız iki ay oruç
tutulur veya altmış yoksul doyurulur [Mücadele/3-4].
Görüldüğü gibi, bu yasağı ihlal eden kişiye, bir ibadetin zorunlu kılınması
suretiyle cezası faydalı hale getirilmektedir. Köle azad etmekle altmış fakiri
doyurmak kamu için faydalı bir iş ve ibadettir. Oruç ise, kişinin, kendisine
faydalı olan bir ibadetle cezasını ödemesidir. Bu, sakıncalı, olumsuz ve yasak
olan bir davranışı, olumlu bir iş veya ibadetle telafi etme metodudur.
"İyilikler kötülükleri giderir" [Hud/114] kaidesinden
hareketle, yapılan yanlış bir davranışı topluma veya kişiye faydalı bir
davranışla telafi etmenin önemi vurgulanmaktadır.
5.
(Emniyette olduğunuz vakit
kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak isterse, kolayına gelen bir
kurban kessin. Kurban kesmeyen kimse hac günlerinde üç, memleketine döndüğü
zaman da yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutsun).
Emniyette olmak, ayetin başında geçen ihsardan, yani düşman saldırısından
ve hastalıktan kurtulmak manasına gelmektedir.
Dış tehlikelerden veya hastalıktan emniyette olan bir kimse, hacdan
önce umre yapan ve hac vaktine kadar ihramdan çıkan kimse, haccın bitiminde bir
kurban kesmek veya 3 gün hac esnasında, 7 gün de memleketine döndüğünde toplam
10 gün oruç tutmak zorundadır.
Ayetin bu kısmı, ihramdan çıkma karşılığında, iki seçenekli bir ibadet
teklif etmektedir, ilki kurban, ikincisi oruçtur. Yukarıdaki fidyede birinci
sırayı oruç, ikinci sırayı sadaka, üçüncü sırayı kurban almıştı. Burada ise,
kurban ile oruç yer değiştirmekte ve sadaka seçeneği ortadan kalkmaktadır.
Hastalık ve başından bir problemi olana üç seçenek sunulurken, umre ve hac
arasında ihramdan çıkana iki seçenek sunulmaktadır.
6. (Bütün bunlar Mescid-i
Haram civarında yaşamayanlar içindir).
"Bütün bunlarl'dan maksat, ihsar, hastalık veya umre ile hac
arasında ihramdan çıkmak ile alakalı hükümlerdir. Ama hükümler, Mescid-i Haram
civarında oturmayan, yani uzak memleketlerden gelmiş olan kimseler içindir.
Bundan anlaşılıyor ki, Mekke ve civarında oturanlarla uzaktan gelenler için,
ayrı hükümler sözkonusudur. Haccın yasaklarını ihlal etmenin cezasında da,
hacceden kimsenin içinde bulunduğu şartlara göre farklı uygulamalar olacaktır.
Mescid-i Haram civarında oturmayan kimseler, mikat mahallinin dışındaki
yerlerden gelenlerdir. Mikat mahalli ise ihrama girmenin şart olduğu yerdir.
7.
(Allah'tan sakının ve bilin ki Allah'ın azabı
gerçekten çok şiddetlidir).
Yüce Allah, haccın yasaklarının ihlal edilmemesi, edilmesi durumunda
ise karşılığının ödenmesi için takvayı devreye sokmaktadır. Allah'tan sakınmayan
insan, daha kolay kötülük işler ve yasaklan ihlal eder. Bunun için ayette, bir
iç disiplin olan takva gündeme getirilmekte, caydırıcı olarak da Allah'ın
azabına dikkati çekilmektedir.
İçinde bulunduğu şartlara göre kula seçenekler sunarak ibadetini tamamlama
fırsatı veren Yüce Allah yasaklan ihlal etmenin cezasız kalmayacağını
söylemekle, cezanın caydıncılığından istifade etmektedir.
Ayetin son kısmında yer alan 'bilmek' kavramı, Allah'ın cezalandıracağının
bilincinde olan insanın, kendine ceza getirecek bir davranışta bulunmayacağım
ifade etmektedir. Böylece yanlış davranıştan insanı uzak tutacak iki güce
işaret edilmektedir: takva ve bilgi. Sakınan ve bilen insanın hata işleme
ihtimali asgariye iner.
8. (Kim hacca kadar umre ile
faydalanmak isterse) ifadesi hacc-ı temettu'ya işarettir. Hacc-ı temettü, hac
ve umreyi ayn ayn iki ihramla yapmaktır. Bu da şöyle olur: Mikatta ihrama giren
kişi önce umre yapar ve ihramdan çıkar. Daha sonra hac için tekrar ihrama
girer ve hac mena-siklerini yerine getirir.
Temettü haccını yapan kişinin kestiği kurbana da "temettü
kurbanı" denir. İmam Şafii, temettü kurbanının etinden sahibinin
yiyemeyeceği görüşünde iken, bu kurbana 'nüsuk' diyen İmam Azam, etinden
sahibinin yiyebileceği görüşündedir.[99]
Temettü kurbanını çeşitli nedenlerle kesemeyen kimseler için Yüce
Allah, 3 gün hacda, 7 gün de memleketinde olmak üzere 10 gün oruç tutmayı emretmektedir.
Bu durum, orucun, kurban yerine geçebileceğini göstermektedir.
Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: İnsanları tek davranış içine
sıkış-tırmamah, onlara çeşitli seçenekler sunmalı, dinimizin tek yönlü bir yol
olmadığını anlamalı ve buna göre davranmayı bir eğitim ve hukuk ilkesi olarak
benimsemeliyiz. Maksat, insanın, ibadetini kolay ve huzurlu bir şekilde yerine
getirmesidir. İbadette zorluğu ortadan kaldırmanın yollarını gösteren bu ayet,
hatanın, kurban, oruç ve sadaka ile telafi edileceğine dikkat çekmektedir.
[100]
197. Hac belli aylarda yerine getirilecektir. Kim o aylarda hacca niyet
ederse, hac esnasında cinsel ilişki, günah sayılan davranışları yapmak ve
kavga etmek yasaktır. Ne hayır işlersiniz Allah onu bilir. Azık edinin, bilin
ki azığın en iyisi takvadır. Ey akıl sahipleri benden sakının.
Ayeti kısımlara ayırarak şu şekilde açıklamamız mümkündür.
1. (Hac belli aylarda
yapılır).
İslâm alimleri ayette geçen çoğul halindeki aylar kavramına farklı yorumlar getirmişlerdir. Günümüzde hac, tek bir ayda, yani Zilhicce ayında yapılmaktadır. Oysa ki, ayette "bilinen aylar" ifadesi kullanılmaktadır. Aylar şek-ündeki çoğul kullanım, haccın Zilhicce ayının dışında yapılma imkanının olup olmadığı sorusunu akla getirmektedir. Hacılar, kalabalık nedeniyle çok zahmet çekmektedirler. Haccm, Şevval ve Zilkade aylarına da yayılması mümkün değil mi?
Müslümanların nüfusunun artması nedeniyle haccın yapılamaz hale gelmesi
muhtemeldir. Bize göre, istikbalde müslüman nüfusunun artması nedeniyle, haccm
üç aya yayılması bahis mevzu olacaktır.
Böyle bir konuda fikir beyan etmenin, müslümanlar tarafından büyük bir tepki ile karşılanacağını biliyoruz. Ayette ay kelimesi çoğul olarak kullanıldığı halde bu konuda görüş beyan etmek cesaretini bulamıyor ve beynimize zincir vuruyoruz.
Bana öyle geliyor ki, istikbalde şartlar bu zincirleri kıracak,
Allah'ın ruhsatı hayata geçecektir. Biz şimdilik bunu soru olarak gündeme
getirmekle yetiniyoruz.
Bu ayetin tefsirinde Razi, hac aylarının üç olduğunu söyleyen alimlerin
bulunduğunu söylemesine rağmen konuyu bu boyuta taşıyamamıştır. Konuyu bu
boyuta taşımamasını mazur görüyoruz, çünkü o dönemde şartlar bunu gerekli
kılmıyordu. Ama bugün konunun bu şekilde ele alınması zarunlu hale gelmiştir.
2. (Hacda cinsel ilişki, füsuk
ve cidal yapılmaz).
Ayetin bu kısmında, hacda yapılmaması gereken üç davranıştan bahsedilmektedir:
a)
Bakara/l 87'de de geçen refes kavramı aslında
cinsel ilişkiyle alakalı söz söylemek manasına gelmektedir. Müfessirlerin hemen
tamamı, bu kelimeye cinsel ilişki anlamını vermişlerdir.
Oruçta, sadece oruçlu iken (gündüz) cinsel ilişki yasak olduğu halde,
hacda hac müddetince gece-gündüz yasaktır. Demek ki hac vaktinin tümü ibadet
anı olarak kabul edilmektedir.
Oruç ve hac esnasında cinsel ilişkinin yasaklanması ile insanın sabrı
denenmekte ve bu yasak takva denen ruh olgunluğunun gelişmesine katkıda
bulunmaktadır.
b) Füsuk
Füsuk kavramı günah olan bütün davranışları kapsamaktadır.
Allah'ın secde emrini yerine getirmeyen şeytanın hareketi [Kehf/50];
inanmamak [Yunus/33]; Allah'ın ayetlerini yalanlamak [En'am/49]; zulüm
[A'raf/165]; dikili taşlar üzerinde hayvan kesmek ve fal oklanyla kısmet aramak
[Maide/3]; Allah'ın ismini anarak kesilmeyen hayvanın etini yemek [En'am/121];
yalan haber taşımak [Hucurat/6]; ahde vefasızlık [Âl-i İm-ran/81-82]; Allah'ın
indirdiği ile hükmetmemek [Maide/47]; sözün öze aykırı olması [Tevbe/8];
münafıklık [Tevbe/67]; namuslu kadına iftira atmak [Nur/4]; imandan sonra inkar
etmek [Nur/55]; Allah'ı unutmak [Haşr/19]; Allah'a şirk koşmak [Tevbe/24] gibi
davranışlar, tutum ve inançlar, füsuk kavramının kapsamına girmektedir.
Sayılan bu davranışlardan hiçbiri hacda yapılmamalıdır. Takvaya giden
yolu açan ibadetlerden biri olduğuna göre hac, ibadetin kalitesini bozan, değerini
düşüren ve takvadan uzaklaştıran davranışlardan sakındıran bir ibadet
olmalıdır. Demek ki hac, içinde olumlu davranışları barındıran, olumsuz davranışları
da dışlayan bir ibadettir. Bu noktadan bakınca, hac, başlı başına bir eğitim müessesesi
olmaktadır.
c)
(Cidal yoktur).
Kutsal topraklarda, hac esnasında münakaşa, kavga olmamalıdır.
İnsanlar arasındaki ilişkileri bozan bu üç şey, hac esnasında
yasaklanmıştır. Cinsel ilişki, füsuk ve cidal, bütün yıkıcı davranışların anası
durumundadır.
3.
(Ne iyilik yaparsanız Allah
onu bilir).
Haccın yasaklarına riayet edenler, iyi iş yapmaktadırlar. Allah
yasakladığı için cinsel ilişkide bulunmayan, kötü fiil üretmeyen ve kavga
etmeyen insanlar Allah tarafından mükafaatlandınlacaktır.
4. tâyfs (Azıklanın; elbette
azığın en iyisi takvadır). Dünya hayatının temel ihtiyaçlarından olan maddî
gıdanın dışında bir de
manevî gıdalarıma vardır. Maddî azık, hayatın idamesi için gerekli,
manevî azık (takva) ise ahiret için gereklidir.
Yüce Allah, emir ve nehiylerine riayet edilmesine takva demektedir. Bu
manevî duyarlılık ve sorumluluk bilinci, ruhumuzun gıdasıdır. Azık maddî
hayatımızın temel ihtiyaçlarından, takva ise ruhumuzun ve manevî hayatımı-zın
temel ihtîyaçlanndandır.
İşte Yüce Allah gıdalann en değerlisi olan takva gıdası ile
gıdalanmamızı istemekte ve böylece gıdaları maddî ve manevî olmak üzere ikiye
ayırmaktadır.
5. (Ey akıl sahipleri benden
sakının).
Takva gıdasının ne ile üretileceği sorusuna pek çok açıdan cevap
verilebilir; ama burada öne çıkan cevap: aklı çalıştırmaktır. Onun içindir ki
Yüce Allah, ayetin sonunda aklı devreye sokmakta ve akıl sahiplerini muhatap
almaktadır.
Demek ki takva denen azığın elde edilmesi, aklı kullanmak suretiyle
mümkündür. Takva'nın bir kaynağı da A'raf/26 ayetine göre hayadır. Akıl ve
haya, takvayı besleyen iki önemli ırmaktır. İnsanın manevî yapısında akıl ve
haya ırmağı aktığında ve bu, eğitim faaliyetiyle de desteklendiğinde, takva
gıdası ile beslenmek süreklilik arzedecektir.
Fakirlikle mücadele etmek, öfkeyi yutmak ve insanları affetmek de takva
gıdasının diğer kaynaklandır. Sabretmek, ahde vefa gibi asil davranışlar da
takvayı beslemektedir. Takva ile gıdalanan ruhlar, doğal olarak Allah'ı üzmekten
sakınacaklardır. Onun içindir ki Yüce Allah, önce takva gıdası ile
beslenilmesini, sonra kendisinden çekinilmesini istemektedir.
Bütün bu açıklamalardan sonra şu neticeye ulaşırız: Hac da takvanın beslenme
kaynaklarından biridir. Cinsel ilişkiden, füsuk ve cidalden sakınma, haccın
özünü oluşturmaktadır. Bu çirkin amellerden sakınma, bir sabır işidir.
Bakara/177'ye göre sabır, takvanın önemli bir parçasını teşkil etmektedir. Hac
da bir sabır ameli olduğunu göre, doğrudan takva ile alakalıdır.
Çocuğun, annesinin memesinden beslenmesi gibi, Kur'an'ın emrettiği ibadetler
ve koyduğu yasaklar da takvayı beslemektedirler. İşte bu besleme, manevî
eğitimin ta kendisidir. İbadetler vasıtasıyla Yüce Allah bizi eğitiyor,
şahsiyetimizi geliştiriyor, olgunlaştınyor ve mutluluğun yollarını açıyor.
Diğer taraftan sakınma duygusunu yasaklanyla kuvvetlendirip, Allah'a giden
yollan tıkayan ve o yoldaki insanlara engel olan şeyleri ortadan kaldırarak
insanın önünü açıyor. İşte ilahî eğitimin can alıcı iki metodu bunlardır.
[101]
198. Rabbinizden gelecek bir lütfü aramanızda size herhangi bir günah
yoktur. Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş'ar-i Haram'da Allah'ı anın ve
O'nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden
idiniz.
Hac mevsiminde ticaret, Allah'ı zikir konularını teker teker ele
alalım:
1-
(Hac mevsiminde Rabbinizin
lütfundan istemenizde sizin için bir günah yoktur).
Ayetin bu kısmında yer alan "Rabbinizin lütfundan
istemenizde" ifadesi, çoğunlukla "ticaret yapmanızda" şeklinde
anlaşılmıştır. Ayette, Allah'ın nimetlerinden istifade etmek için ticaret
yapmanın, hac esnasında günah olmadığı ifade edilmektedir.
Bu ibarenin ticaret anlamına geldiğini başka ayetlerle delillendirmek
de mümkündür:
Müzzemmil/20'de Yüce Allah insanları üç gruba ayırmaktadır: hastalar,
para kazanmak için gurbete çıkanlar ve Allah yolunda savaşa gidenler.
(Allah'ın lütfunu aramak için yola koyulanlar) ibaresiyle, para
kazanmak için gurbete çıkanlar kasdedilmektedir. Müzzemmil/20'de geçen
yebteğûne min fadlillâhi ibaresi, tefsirini yaptığımız Bakara/198'deki ifadenin
aynısıdır. Allah'ın nimetini elde edebilmek için ticaret yapmak, çalışmak
manalarına gelmektedir.
Kasas/73'te de, gündüzün işlevi anlatılırken "Allah'ın rızkından
arayasınız diye gündüzü yarattı" ifadesi kullanılmaktadır. Bu ayet de,
aynı kavramlarla örülüdür.
Bu ayetler, Allah'ın lütfunu aramanın, ticaret yapmak, para kazanmak
için yapılan bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Öyleyse bu ayette,
hacıların, hac esnasında ticaret yapmasına izin verilmekte; hac mevsiminde ticaretin
caiz olup olmadığı konusuna açıklık getirilerek tartışmalara son verilmektedir.
Nüzul sebebi incelendiğinde ayetin manası daha kolay anlaşılır. Bazı
müslümanlar hac zamanında ticaret yapanları kınıyorlardı. Hatta onlara, her
şeyi toplayan tavuk anlamında "Bunlar hac değil dac" diyorlardı.
Bunlar hac zamanında bütün dünyevî işlerden, hatta hayır işlerinden bile uzak
duruyorlardı.[102]Ayetin
inişine sebep olan bu düşünce ve uygulamanın günümüzde de devam ettiğine şahit
oluyoruz. Haccını yapan insanlar günaha bulaşmamak için dünya işlerinden el
çekmektedirler. Dünyevî işleri terk etmek, yukarda zikredilen uygulamanın bir
uzantısıdır.
İnsanı günahtan uzaklaştıracak olan en etkili ibadet namazdır.
[Ankebut/45]
Eğer namaz kılan insanın dünya işlerinden uzaklaşması doğru olsaydı,
Yüce Allah "Namaz sona erince, yeryüzüne dağdın ve Allah'ın fazlından
rı-zık talep edin" [Cuma/10] buyurmazdı.
Bu ayete göre, "Cuma günü müslümanlann tatilidir" görüşü yanlıştır. Cuma namazından sonra rızık için yeryüzüne dağılmayı emreden Yüce Allah'a iftira niteliğinde olan bu görüş, İslâm'a mal edilemez. Ayrıca Müzzemmil/6-7'de, gündüzün meşguliyetlerinin çokluğu nedeniyle nafile ibadetlerin gece yapılması gerektiği ifade edilmektedir. Bunun anlamı şudur: Müslüman hayatını öyle programlamalıdır ki, gündüz ve gece yapacakları belli olmalı; ibadet vaktinde ibadet etmeli, çalışma vaktinde de çalışmalıdır. Ne ibadet çalışmaya, ne de çalışma ibadete engel olmalıdır.
Haccmı yaptıktan sonra dünyaya sırtını dönenler yanlış bir tavır içindedirler.
Çünkü, çalışıp helalinden kazanmak da bir ibadettir. Bir ibadet, diğer bir
ibadete engel olmamalıdır. Sebe/13 ayetine göre, çalışma şükürdür. Haccmı
yapanlar, çalışmayı bırakırlarsa şükrü terk etmiş olurlar.
2.
(Arafat'tan kalabalıklar
halinde dalga dalga indiğinizde, Meş'ar-i Haram denen kutsal mahalde Allah'ı
anın).
Önce ayetteki kavramları ele alalım:
a)
Arafat kelimesinin kökü
arefe'dk. Bu kalıbı, marifet mastarından türemiştir. Hz. Adem ile Hz.
Havva'nın, cennetten kovulduktan sonra buluştukları yer olduğu için bu ismi
almıştır.[103]"Arefe
günü" de bundan gelmekte ve Hz. Adem ile Hz. Havva'nın buluştukları güne
denmektedir. Mekan ve zaman manasında kullanılmaktadır. Arafat, bir mekanın
adıdır.
Bu kelime, "tanışmak" manasında Hucurat/13'te yer almaktadır:
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve
birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.
Farklı ülke ve kültürden müslümanlann oraya gelip tanışmaları, ataları
Adem ile Havva'nın buluşmasını andırmakta; o hatırayı yaşatmaktadır. Böylece
Arafat dağı ve arefe günü, insana geçmişim hatırlatmakta ve o ruhu bir daha
yaşatmaktadır.
Arafat'taki tanışmanın ardından, gönülden bir bağlılık gerçekleşmeli,
düşmanlık ve kin ortadan kalkmalıdır. O zaman Arafat dağı ve arefe günü işlevini
yerine getirmiş olur. Arefe günü ile Arafat dağı, insanların kendileriyle ve
birbirleriyle kaynaştıkları anı ve yeri ifade etmektedir.
b) Razi'nin naklettiğine göre
arefe i'tiraf mastarından türemiştir. Arafat'ta vakfe yaptıkları zaman
müslümanlar, Allah'ı rububiyet, celal, samed ve gani sıfatlarıyla anar;
kendilerinin de fakir, zelil ve muhtaç olduklarını itiraf ederler. Allah'ın
yüceliğinin, kulların acizliğinin itiraf edilmesi sebebiyle bu dağa Arafat
denmiştir. Demek ki Arafat, itirafın yapıldığı yer demektir.
Acizliğini ve günahkarlığını itiraf etme geleneği Hz. Adem ve Hz. Havva'ya
kadar uzanmaktadır:
Adem ile eşi dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik.
Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz".
[A'raf/23]
Bu duanın yapıldığı yere Arafat, yani itirafın yapıldığı yer
denmektedir. Kur'an'da yer alan Hz. Adem ve eşinin bu duası, müslümanlar
tarafından da Arafat dağında yapılmalıdır.
Mekke'nin doğusunda yer alan Arafat düzlüğü, hacıların Zilhicce'nin 9.
günü güneş batana kadar beklemek zorunda oldukları yerdir. Arafat dağındaki bu
toplanma, ahiretteki mahşeri andırmaktadır. Dünya ile ilişkilerinden sıyrılan
hacılar gönüllerini ilahî düşünce ile doldurur ve tüm benliklerini Allah'a yöneltirler.
Diğer taraftan Arafat toplantısı, insanoğlunun atası Adem ile Havva'nın
buluşmalarının hatırasını yaşatır ve gelecek nesillere aktarır. Dünyanın her
tarafından gelen hacılar, geçmişleriyle geleceklerini birleştirir, ruhlarını
arındırıp Rablerine yönelir ve memleketlerine taze bir ruh ile dönerler.
Arafat'tan ayrılıp Müzdelife'ye doğru akın eden hacıların orada ne yapacakları
da ayette belirtilmektedir. Ayette geçen Meşari'l-Haram (kutsal yer)
ifadesiyle, Müzedelife kasdedilmektedir. Yüce Allah burada ne yapılacağını (Allah'ı anın) ifadesiyle belirtmektedir.
Hz. Peygamber, "Hac, Arafat'tır; Arafat'a yetişen hacca yetişmiş
olur"[104]
buyurmak suretiyle Arafat'ın hac ibadetindeki önemini vurgulamıştır.
Meşar-i Haram'da (Müzdelife'de) Allah'ı zikretme emri, namaz kılarak yerine
getirilebilir; çünkü namaz da zikirdir.
Hacıların, Müzdelife'deki bütün zamanlarını namaz kılarak geçirmeleri
zordur. O nedenle namazın dışında teşbih çekerek Allah'ı zikredebilecekleri
gibi, Allah'ı ve insana verdiği nimetleri düşünmek suretiyle de
zikredebilirler.
Ayetin devamında bu zikrin sebebine işaret edilmektedir:
3. (Ve Allah'ı, yolunuzu
gerçekten kaybetmişken size doğru yolu gösterdiği için zikredin).
Kur'an vasıtasıyla doğru yolu gösterdiği için Allah'ın anılması ve lütfu-nun
hatırlanması emredilmektedir. Şaşkın kişiye, doğru yolun gösterilmesi büyük bir
nimettir. Bu nimetin sahibinin hatırlanması, O'na kulluk edilmesi, nankörlük
yapılmaması gerekir.
Hacılara, geçmişteki şaşkınlıktan ile içinde bulundukları doğru yol arasındaki
farkı düşünerek Allah'ı anmaları, O'na ibadet etmeleri emredilmektedir.
Ayetin son kelimesi olan dallın sapıtmak, yoldan çıkmak, şaşırmak anlamına
gelmektedir. Çünkü bu ayetin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber asla sapıklardan
olmamıştır. Ama, toplumdaki genel şaşkınlık onda da vardı. Bu da toplumdaki
bunalıma çözüm getirememenin şaşkınlığıdır.
[105]
799. Ve sonra dalga dalga ilerleyen öteki kalabalıklarla birlikte, siz
de ilerleyin ve Allah'tan af dileyin. Doğrusu Allah affedici ve merhamet
sahibidir.
Bu ayetten iki önemli ilke çıkarabiliriz:
1. Birlikte hareket etmek
Bu ayette, bazı kimselerin, kendilerinde bir ayrıcalık görerek farklı
davranmaları, uzak ülkelerden gelen insanları küçük görerek, onlara katılmamaları
kınanmakta, tüm hacıların birlikte hareket etmeleri emredilmektedir. Cemaatle
kılınan namazda olduğu gibi, haçta da beraber hareket etmenin önemi üzerinde
durulmaktadır. Ruhi doyum ve sosyal kaynaşma, ibadete aynı anda iştirak etmekle
gerçekleşir. Böylece, insandaki yersiz gurur ve kibir kırılır, sosyal
farklılıklar ortadan kalkar ve insana insan olarak bakılır.
Allah Teala, bazı insanların diğerlerini hor görerek, haçta ayrı
hareket etmelerini yasaklamakla, gurur ve kibiri söküp atmaktadır. Sonradan
kazanılan unvanların yerini, sevgi, eşitlik, insanı insan olarak görme
almalıdır. İşte Kabe'yi ziyaret etmenin bir amacı da budur.
2. Af dilemek
Ayetteki diğer bir emir de Allah'tan af dilemektir. Önce birlikte hareket etme emrinin yer alması manidardır. Birlikte hareket eden insanlar Allah'tan af dileme imkanını elde edebilir ve Allah'ın affına erişebilir. Haçta Allah'tan af dilemek, geçmişteki günahlarının bilincinde olmak, kendini hatalı görmek, Allah'ın huzurunda küçüklüğünü, aczini itiraf etmektir.
Allah Teala, "Allah'tan af dileyin" buyruğuyla, hacıları
affetmeye hazır olduğuna da işaret etmektedir. Hac, Allah'ın af ve merhametini
celbeden bir ibadet özelliğine bürünmelidir.
Çünkü ayet (Doğrusu Allah çok affedici ve merhamet sahibidir)
ifadesiyle sona ermektedir. Yüce Allah, haccedenlere, günahlarından
sıyrılmaları için bir fırsat daha vermektedir. Böylece haccın, insanların günahlarını
affetmek için emredildiği anlaşılmaktadır.
Takva, zikir, birlikte hareket ve af dileme gibi önemli değerleri
insanlığa kazandırma hedefini güden hac ibadeti, başlı başına bir eğitim
müessesesidir. Cinsel ilişkide disiplin, fasıklığı önleme ve kavgaya sebep olan
saldırganlık içgüdüsünü kontrol etme gibi ahlâkî davranışları insana kazandıran
hac ibadeti, bu işlevleri akla bağlamaktadır. Akıldan gönüle, oradan nefse
doğru yol alan bir eğitim, inşam içten yakalamakta ve ona Allah'ın kulu olma
onurunu kazandırmaktadır.
İnsanın aklı Arafat'ı, gönlü Kabe'yi, nefsi de şeytan mahallini temsil
etmelidir. Haccı içine sindiren insan, her zaman aklı ile vakfe yapacak,
gönlünün etrafında tavaf edecek ve şeytan mahalli olan nefsini taşlayacaktır.
[106]
200. Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde, atalarınızı hatırladığınız
gibi, hatta daha güçlü bir hatırlayışla Allah'ı hatır-
lamaya devam edin. Çünkü öyle insanlar vardır ki, "Bize bu dünyada
ver" diye dua ederler. Böyleleri, ahiretten nasip almayacaklardır.
Ayetteki kadâ, menasik ve halak kelimelerini ele alalım:
1.
Kadâ bir karara bağlamak,
bitirmek, son vermek, durdurmak, tamam olmak, hata etmek, ikmal etmek,
başarmak, kazanmak, icra etmek, meydana getirmek, infaz etmek, rol oynamak,
yapmak, memnun etmek, temin etmek, şartlarını yerine getirmek, ödemek,
cevaplamak, kefil olmak, ihraç etmek, yerleşmek, harcamak, zamanın geçmesi,
ölmek, sabit kılmak, atamak, kararlaştırmak, belirlemek, emretmek, hüküm
vermek, buyurmak, hüküm sürmek, önceden takdir etmek, önceden tayin etmek,
kadere bağlamak, hakim gibi hareket etmek, davacılar arasında karar vermek,
mahkum etmek, reddetmek, zorla yüklemek, ceza vermek, zorunlu kılmak, istemek,
kökleşmek, kökünden sökmek, imha etmek, iptal etmek, öldürmek, son vermek,
mahkemeden önce çağırmak, ayırmak manalarına gelmektedir.
[107]
1. İstemek
Bakara/l 17'de bu anlama gelmektedir:
Allah, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona
sadece ol, der, o da hemen oluverir.
Ayette geçen kada fiili, irade etmek, istemek, dilemek, manasını ifade
etmektedir. Bu anlamıyla kavram, hükmetmenin arkasındaki isteğe; yaratma
fiilinin dayandığı iradeye işaret etmektedir.
2. Takdir etmek
En'am/2'de bu manayı ifade etmektedir:
Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanım takdir edecek olan O'dur.
Bir de O'nun katında muayyen bir ecel vardır. Siz hala şüphe ediyorsunuz.
Bu anlamıyla kavram, insana ömür takdir etmeyi ifade etmektedir.
3. Emretmek
İsra/23'te bu anlama gelmektedir:
Çünkü Rabbin başkasına değil, yalnızca kendisine kulluk etmenizi ve
ana-ba-baya iyi davranmanızı buyurmuştur.
'Buyurma' manası verdiğimiz kadâ fiili, emretmek, hükme bağlamak manasını
ifade etmektedir.
4. Hayata son vermek
Kasas/15'te bir kişinin diğerini öldürmesi manasına gelmektedir: Bunun
üzerine Musa onu yumrukla devirip hayatına son verdi.
Ayetteki (işini bitirdi) ifadesi, onu öldürdü, hayatına son verdi manasına
gelmektedir.
5. Doldurmak
Kasas/28-29'da yapılan antlaşmada belirlenen zamanı doldurarak antlaşmayı
yerine getirmek anlamında kullanılmaktadır. Süreyi bitirmek, zamanı doldurmak,
tamamlamak manalarına gelmektedir:
Musa, "Bu seninle benim aramda kalsın" dedi, artık hangi
süreyi doldurursam doldurayım bana karşı bir husumet olmasın". Ve Musa,
sonunda bu süreyi doldurup da ailesi ile birlikte yola çıktığında...
Görüldüğü gibi, her iki ayette zamanı, süreyi önceden belirlendiği
şekilde doldurmak anlamına gelmektedir.
6. Ahdi yerine getirmek
Ahzab/23'te verilen sözü yerine getirmeyi ifade etmektedir:
Mü'minler arasında öyleleri var ki, Allah'ın huzurunda verdikleri sözü
her zaman yerine getirirler.
7. Karar vermek/hükmetmek
Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına,
o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.
Demek ki Yüce Allah ve Peygamberi bir işe karar verince, inanan insanların
o konuda seçenekleri kalmamaktadır.
8. Evliliğe son vermek/boşamak
Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık. [Ahzab/37]
Ayette geçen (o kadından ilişiğini kesince) ifadesi, evliliğine son
verince, boşayınca manasına gelmektedir.
9. Ölümüne hükmetmek
(Allah ölümüne hükmettiklerini hayattan koparır). [Zü-mer/42]
10. Açığa vurmak
Bu kavram Yusuf/68'de, isteğini açığa vurmak, dışarı çıkarmak, gönlündeki
ihtiyacı gidermek manalarına gelmektedir:
Ama onlar (Yusuf un bulunduğu şehre) her ne kadar babalarının
talimatına uygun olarak girdiyseler de, bunun Allah'ın takdirine karşı onlara
bir yaran olmadı; yalnızca Yakub'un duyduğu arzunun açığa vurulmasıydı bu.
11. Tamamlamak
1) İşi tamamlamak
Fussilet/12'de "tamamlamak" manasına gelmektedir:
Ve onları iki evrede yedi gök olarak tamamladı. Yüce Allah'ın yaratma
fiilinin tamamlanmasını ifade etmektedir.
2) İbadeti tamamlamak
Kadâ kavramı, bir ibadeti tamamlamak anlamına da gelmektedir:
Namazı tamamladığınızda, ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken,
Allah'ı anın. [Nisa/103]
Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/200'de de "tamamlamak"
manasını ifade etmektedir.
3) Vahyi tamamlamak
Taha/114'te vahyi tamamlamayı ifade etmektedir:
Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan
önce okumada acele etme.
12. Bildirmek
Bir emri, bir hükmü elçiler vasıtasıyla peygambere tebliğ etmek, bildirmek
anlamına gelmektedir:
Ve (elçilerimiz aracılığıyla) ona şu hükmü tebliğ ettik.
Buradaki tebliğ kavramı, bildirmek anlamına gelmektedir. İsra/4'te de
aynı manada kullanılmaktadır.
13. Yerine getirmek, yapmak
Abese/23'te, verilen emrin yerine getirilmesini ifade etmektedir:
Hayır, insan Allah'ın kendisine buyurduklarını yerine getirmiş
değildir,
14. İcra etmek/uygulamak
Verilen cezayı icra
etmek/uygulamak anlamına gelmektedir:
Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştınn. Sonra
işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra vereceğiniz karan bana uygulayın ve
bana mühlet de vermeyin. [Yunus/71]
15. Önceden hükme bağlamak
Kadâ fiili mekdiyya kalıbından alındığında ve emr kelimesiyle bir araya
getirildiğinde "önceden hükme bağlamak" anlamını ifade eder: (Ve bu önceden hükme bağlanmıştır).
[Meryem/21]
Önceden hükme bağlamak, kader haline getirmektir. Kader haline gelen
bir şey mutlaka olur. Ertelenmesi veya gerçekleşmemesi mümkün değildir.
16. Son
Hakka/27'de kaza kavramı son anlamında geçmektedir:
(Keşke bu (ölüm) benim sonum olsaydı).
Fiil olarak son vermek, isim olarak son veren/son manasına gelmektedir.
Açıklamasını yaptığımız Bakara/200'de menasik (ibadetler) kavramı ile bir araya
geldiğinden, ibadetleri tamamlamayı ifade etmektedir.
Kader ile kaza arasında sıkı bir ilişki vardır. Kader kavramı, kaza
kavramına nisbetle daha geniştir. Kader, takdir etmek/planlamak anlamına gelirken,
kaza ayırmak, kesmek, yani takdir edilen şeyi hayata geçirmek manasına
gelmektedir.
İsfehani bazı alimlerin kaderle kaza arasındaki ilişkiyi şöyle dile
getirdiklerini nakletmektedir: Kader, tartı için hazırlanan şeyi, kaza da
tartıyı ifade etmektedir. Ebu Ubeyde, veba nedeniyle ordugaha girmeyen Hz.
Ömer'e "Kazadan kaçıyor musun?" dediğinde, O "Allah'ın
kazasından Allah'ın kaderine kaçıyorum"[108]
diye cevap vermiştir.
Bu, kaderin plan halinde olduğunu, dilerse Allah'ın onu
değiştirebileceğini göstermektedir. Ama kazanın değişmesi mümkün değildir. (Bu
hüküm olup bitmiştir) [Meryem/21] ayeti bunu ifade etmektedir.
Beşerî bir hüküm/kaziye kesin olabilir, ama bu onun doğru olduğu anlamına
gelmez. Beşerî kaziyye doğru da olabilir, yanlış da. Ama ilahî kaza için bu
sözkonusu değildir.
2.
Nüsuk
Lügatte nüsuk kulluk etmek, Allah'a ibadet etmek, kurban kesmek, elbiseyi
su ile yıkayıp temizlemek, yeri ıslah etmek için gübrelemek, zahit olmak, sofu
olmak; menasik kalıbında alınca ibadet yapılan yer, kurbanın boğazlandığı
mekan, hac ile bir araya gelince hac anında yapılan özel ibadet şekilleri, yer
ile ilgili olunca, çok yağmur yağıp yeşillenmiş yer; nesik kalıbında altın veya
gümüş; ne-se-ke fiil kalıbından alındığında boğazlamak, bir yol tutmak
manalarına gelmektedir.
[109]
1. Kurban
En'am/162'de genel anlamda ibadet, özel anlamda kurban manasını ifade
etmektedir:
(De ki: "Namazım ve kurbanım, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbine
aittir").
Namazın ayn olarak zikredilmesi, nüsuk'un bu ayette "kurban"
anlamına geldiğine delildir. Eğer nüsuk ibadet anlamında olsaydı, namazı da
kapsardı. Yine nüsuk kelimesi, Bakara/l 96'da oruç ve sadakadan ayn olarak
kurban manasında geçmişti. Hac/34'te de nüsuk kelimesi kurban anlamına gelmektedir.
2. Takip etmek
Hac/67'de nasıkuhu kalıbında gelmekte; tutulacak/takip edilecek yolu ifade etmektedir. Bundan önceki kavram nüsuk kelimesinin mensek kalıbı olup hukuk yolu, kulluk/ibadet yolu demektir. Nasikuhu kelimesindeki zamir bu mensek'e gitmekte; böylece, o hukuk veya ibadet yolunu takip etmek manasına gelmektedir.
3. Yol, şekil
Nüsuk kelimesi menasik kalıbında alındığında, yer, yol, şekil, hukuk,
ibadet manalarını ifade etmektedir. Hukuk manasına geldiği, Hacc/67 ile
Ma-ide/48'den anlaşılmaktadır:
(Her ümmete bir şeriat yolu tayin ettik). [Hac/67] ^ bi^j^! (Her
birinize bir şeriat ve bir yol verdik). [Maide/48]
İlk ayetteki mensek kavramı ikinci ayette şeriat ve yol şeklinde geçmektedir.
Yüce Allah, her ümmete bir hukuk yolu tahsis etmiştir. Bu hukuk yolu, ibadet
kurallarını ve şekillerini de kapsamaktadır. Çünkü mensek ile şeriat
kavramları, ibadetin şekil ve kurallarını da kapsar. Yüce Allah her ümmete aynı
ibadeti, farklı şekillerde farz kılmıştır.
Bakara/128'de (Bize ibadet yerlerimizi göster) buyurulmaktadır ki bu,
ibadet yerleriyle beraber, ibadet şekillerini, yollarını ve kurallarını göstermeyi,
öğretmeyi de ifade etmektedir.
Takip edilen hukuk kuralları insanın yolunu oluşturmaktadır. Hz.
İbrahim, ibadeti, yanlışlardan kurtulma ve bir çıkış yolu olarak görmektedir.
Buna göre İbrahim'in zikri geçen duasına "Bize çıkış yolunu göster"
manasını vermek mümkündür. Ayetin devamında "Tevbemizi kabul buyur"
ifadesi yer aldığından, menasik kavramma "çıkış yolu" manasını verme
imkanı doğmaktadır.
Kurban, takip etmek, yol, şekil, ibadet, hukuk manalanyla nüsuk kavramının,
insanın ruhunu arındıran ve şekillendiren bir ibadet olduğu anlaşılmaktadır.
Razi, Sa'leb ve İbnu'l-Arabi'nin, nüsuk kelimesini şöyle
açıkladıklarını nakletmektedir: "Nüsuk, halis dökme gümüş manasına gelir.
Her eritilip dökülen madenin bir kalıbı vardır. İbadet edene de nasik denir.
Çünkü o, kendini günah kirlerinden arındırmış, posasından ayırmış, katıksız
hale getirmiştir".[110]
Bu manadan hareketle şöyle diyebiliriz: Nüsuk, gümüş ve altın; ne-se-ke
fiili, bu altın ve gümüş madenlerini eritip yabancı maddelerden arındırmak;
mensek de, yabancı maddelerden arındırılan bu madenleri kalıba döküp şekillendirmek
anlamını ifade etmektedir. Bu manayı kurbana, ibadetlere veya hukuka
uyarladığımız zaman şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Kurban ve diğer ibadetler
insanın ruhunu şirk gibi yabancı ve sahte inançlardan temizlemekte, temizlenen
insanın gönlü belli bir şekle girmekte ve sanki bir kalıba dökülüp
şekillenmektedir. Hukuk da, toplum hayatını belli bir disipline sokmakta ve
ona bir şekil vermektedir. Hukuk toplumların hayatını şekillendirip
geliştirirken, ibadetler de insanın şahsiyetini arındırmakta, şekillendirip geliştirmektedir.
İşte haçta yapılan diğer ibadetler de, bu görevi yerine getirdikleri
için me-nasik adım almaktadırlar. O ibadetler hem haccı mükemmelleştiriyor, hem
de hacının ruhunu arındırırak şahsiyetini geliştiriyor.
Bakara/200'deki menasik, hem haccın ibadetlerini, hem de yasaklarını
ifade etmektedir.
3. (Atalarınızı hatırlayıp
andığınız gibi, hatta daha güçlü bir hatırlayışla Allah'ı hatırlamaya devam
edin).
Allah'ı zikretme emri Bakara/198'de de geçmişti. 198. ayette
"Müzdeli-fe'ye indiğinizde Allah'ı zikredin" buyurulmuştu, 200.
ayette ise "Hac ibadetlerini bitirdikten sonra Allah'ı zikredin"
buyurulmaktadır. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz: Allah'ın, hem hac esnasmda,
hem de haçtan sonra sürekli zikredilmesi gerektiğini belirtmek için
"Allah'ı zikredin" emri tekrarlanmıştır. Haccın menasiki/ibadetleri
bitecektir ama, zikir devam edecektir. Her ibadetin bir zamanı vardır ama,
zikrin zamanı yoktur, çünkü o her an yapılması gerekli olan bir ibadettir.
Zikir, devamlı akan bir ırmak gibidir. Çeşitli dereler ona katılır, onun
suyunu/gücünü artırır. Mesela: Namaz hem bir zikirdir, hem de zikir ırmağına
dökülen bir deredir; dua hem bir zikirdir, hem de zikir ırmağında dökülen bir
deredir. Demek ki ibadetler zikri beslemektedir. Bu geniş manası sebebiyle Yüce
Allah Kur'an'a 'zikir' ismini vermiştir. Bu, Kur'an okuyan ve onun üzerinde
düşünen kimsenin Allah'ı zikrettiği manasına gelir.
Şimdi, ayetteki "zikredin" emrinin neyi ifade ettiğine
bakalım. Dikkat edilirse Allah'ı anma, ataları anmaya benzetilmiştir.
"Atalarınız gibi" ifade-siyse, günlük hayatımızdan örnek vermek
suretiyle zikrin nasıl yapılacağına açıklık getirmektedir. İnsana, yakınından
ve kendi hayatından misaller verilerek, Allah'a karşı yapması gereken
görevlerin anlatılması bir eğitim metodudur. Bunun anlamı şudur: Zaten siz,
sizin için yaptıklarıyla, size bıraktık-lanyla devamlı atalarınızı anıyorsunuz,
tıpkı küçük bir çocuğun devamlı ana-baba demesi gibi. Çocuk her sıkıştığında
ana-baba diyerek onlara koşar veya onları çağırır, anasından dayak yediğinde
bile "ana" diyerek ağlar. İşte insanın da, iyi ve kötü her durumda
Allah'ı anması, derdini ve ihtiyacım Allah'a arzetmesi, çocuğun ana-babasını
anmasına benzemektedir. Tabii olarak, Allah'ı zikretme, ana-babayı
zikretmekten daha fazla ve daha güçlü olmalıdır. Şimdi zikretme şeklini
açıklayabiliriz:
a. Dua ile zikretme
Bakara/200 ayetinin devamında olumsuz bir içerik taşıyan bir duaya dikkat
çekilmektedir:
İnsanların bir kısmı, "Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada ver" diye
dua ederler. Böylelerinin ahiretten nasipleri yoktur.
Duada, sadece dünya nimet ve menfaatleri istenmemeli, 201. ayetteki gibi,
her iki alemin de iyiliği istenmelidir.
Demek ki zikretmek, gücünü hatırlayarak Allah'tan dünya ve ahiret için
iyilik istemek manasına gelmektedir. İyiliğin kaynağının Allah olduğunu bilmek,
O'nu hatırlamak ve o kaynaktan iyilik isteğinde bulunmak, Allah'ı güçlü bir şekilde
zikretmektir.
b.
Kurban kesmek suretiyle
zikretmek
Hac/34'e göre hayvan keserken Allah'ın adını anmak farzdır, bir adım daha
atarak diyebiliriz ki kurban, Allah'ı zikretmek için farz kılınmıştır:
Biz, her ümmete, hayvan cinsinden kendilerine nzık olarak verdiklerimiz
üzerinde Allah'ın adını ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık. Ve her
zaman tanrınızın tek bir tanrı olduğunu aklınızda tutun, O'na teslim olun.
İhlaslı kimseleri müjdele.
Görüldüğü gibi, kurban kesmenin amacı Allah'ı zikretmektir, yani
Allah'ı anarak kurban kesmek bir zikirdir.
c. Günahtan temizlenmek
suretiyle zikir
Haccm tamamlanması, insanın gönlündeki günah kirlerinin temizlenmesi demektir. Bu temizlik, hacdan sonra da sürmelidir. Hac yapan müslümanın, ruh temizliğini kesintisiz bir süreç haline getirmesi, Allah'ı zikretmesiyle mümkün olur. Şu ayet buna delildir:
Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Kabe'yi
tavaf etsinler. [Hac/29]
Kirin giderilmesi ifadesi, maddî kirlerle birlikte manevî kirleri de ifade etmektedir. Gönlünden Allah'ın dışındaki varlıkları atarak sadece Allah'a yöne-lip dayanan, teslim olan ve O'ndan yardım dileyen kimse, kendini arındırmış demektir. Bu arındırma da zikirdir.
Ayetin bu kısmındaki (Daha güçlü bir anışla...) ifadesi, Allah'ın
ana-babadan daha üstün tutulmasına işaret etmektedir. Bu ayetteki eşedde (daha
şiddetli) kavramı, başka bir ayette ehabbe (daha fazla sevme) şeklinde yer
almaktadır. Tevbe/24'te sekiz değer sayılmış ve Allah, Resulü ve O'nun uğrunda
savaşmak, öteki değerlerden öne çıkarılırken ehabbe kelimesi kullanılmış ve
Allah'ın daha güçlü bir sevgi ile sevilmesi istenmiştir. Yine (İman edenlerin
Allah'a olan sevgileri daha fazladır) [Bakara/165] buyurulmuştur. Demek ki
Allah her şeyden daha fazla sevilmeli; ana-babadan daha fazla anılmalıdır. Zira
insanı yaratan, ona nimetler sunan varlık, anılmaya en layık olandır.
4. İnsanlardan öyleleri var
ki: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver" derler, böyle kimselerin
ahiretten hiç nasibi yoktur.
Rabbena (rabbimiz) dediklerine göre, bu şekilde dua edenler Allah'a
inanmaktadırlar. Yüce Allah, kendisine inanan insanların duada nasıl hata
yaptıklarına dikkat çekmektedir. Sadece dünya nimet ve menfaatini isteyenlere
doğal olarak o verilecektir, ama onların ahiretten bir nasipleri olmayacaktır.
Bu ayetteki halak kelimesi, başka ayetlerde nasib olarak geçmektedir.
Her iki kelime de, pay, kazanç, menfaat, nimet manalarına gelir. Şura/20'de şöyle
buyurmaktadır:
Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya
kârını istiyorsa, ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir
nasibi olmaz.
Yüce Allah, sadece dünya menfaat ve nimetini isteyen insanın, ahiretten
bir nasibi olmayacağına işaret etmektedir. Allah'ı zikretmenin bir şekli de,
hem dünyanın, hem de ahiretin iyiliği için Allah'a yalvarmaktır.
a. Allah'ın ahdini satmak
Allah'ın ahdi en üstün bir değer ve uyulması gereken en büyük farzlardan biridir. Bu değeri yerlere düşüren ve ona riayet etmeyen kimse pek çok şey kaybeder. Bunlardan biri de ahiretteki nasibidir:
Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedele
değiştirenlere gelince, işte bunların ahirette bir payı yoktur, kıyamet günü
Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize
çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır. [Âl-i İmran/77]
b. Sadece dünya için dua etmek
Tefsirini yaptığımız Bakara/200 ile Şura/20'de sadece dünya için dua
etmenin neticesinin, ahiretteki nasibi kaybetmek olacağına dikkat
çekilmektedir.
c. Münafıklık
Dünyevî çıkar için dinlerinde iki yüzlü davrananlar, sözü ile özü, sözü
ile fiili birbirini tutmayanlar münafıktır. Münafıklar, dünya hayatma
daldıkları için, ahiretten nasiplerini kaybetmektedirler. Tevbe/69'da
münafıkların, alacaklarım dünyada aldıkları için, ahirette hiçbir şey alamayacaklarına
işaret edilmektedir.
İzahını yapmakta olduğumuz Bakara/200'ün bu kısmının hacla ilgisini kurabilmek
için, Bakara/198'le birlikte ele almak gerekir. 198. ayette, hac esnasında
ticaret yapmanın sakıncalı olmadığı bildirilmişti. Müslümanların tamamen
dünyaya yönelmemeleri için, 200. ayette, sadece dünya nimetini isteyenlerin
ahirette nasibi olmayacağı ifade buyuruldu. Böylece, zımnen denmiş oluyor ki:
Ticarete müsaade ettim ama, ibadetlerinizi unutup sadece kazanç peşine
düşmeyin; dünya ile ahireti atbaşı yürütün.
[111]
201. Onlardan bir kısmı da: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver,
ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru" derler.
İnsanların bazısı sadece dünya hayatının menfaatini isterken, diğer bazıları da dünya ve ahiretin iyiliğini isterler. Dünya ve ahiret iyiliğinin yanısıra, cehennem azabından korunmayı da istemek gerekir. Bu ayette Yüce Allah insanlara dua adabını öğretmektedir. [112]
202. İşte onlar için kazandıklarından bir nasip vardır. Allah'ın
hesabı çok süratlidir.
Bu ayetten şu ilkeleri çıkarabiliriz: Ödül amel'e verilir
"İşte bunlara, elde ettiklerinden bir pay vardır"
ifadesinden, nasibin amele göre olduğu anlaşılmaktadır. Bu hüküm, hem sadece
dünyayı isteyen, hem de dünya ve ahiretin iyiliğini isteyen gruplar için
geçerlidir. Sadece dünya nimetini isteyenler için ahirette bir nasip
olmayacağının söylenmesi, onların nasibini bu dünyada alacakları anlamına
gelir.
Demek ki haccı, salt ticarî seyahate çevirenler, nasiplerini bu dünyada
almış ve tüketmiş olacaklar; onların ahirette bir nasibi olmayacaktır. Haccı
salt bir ticarî seyahat olarak değil de, ibadet ve yanısıra ticaret için bir
fırsat görenler ise oradaki amellerine göre hem dünyada, hem de ahirette
nasiplene-ceklerdir. Şura/20'ye göre, dünya ürününü isteyene dünya ürünü,
ahiret ürününü isteyene de ahiret ürünü verilecektir. Bu ayette geçen ürün,
Baka-ra/202'de nasip olarak geçmektedir. Şura/20'de irade (istek)
kullanılırken, Bakara/202'de kesb (kazanç, amel) kullanılmaktadır. Şura/20'de
istenilen şeyin verileceği söylenirken, Bakara/202'de, kazanılan şeyin, onu
kazananın olduğu söylenmektedir.
Her ikisinin ortak alanı, insanın nasibinin veya kendisine verilecek
dünya ve ahiret ürününün, kendi istek ve ameline göre olacağıdır.
Diğer taraftan Âl-i Imran/145'te, irade ile birlikte kullanılan sevab
kelimesi, dünya ve ahiret nimetini ifade etmektedir:
Ve kim bu dünyanın sevabını, nimetlerini isterse kendine ondan
vereceğiz; kim de ahiretin nimetlerini arzularca ona da bunu vereceğiz.
Böylece nasib, hars kavramlarına, sevab kavramı da eklenmiştir. Nasib
pay, hisse; hars ürün; sevab da mükafat, karşılık manalarına gelir:
(Allah hesabı çabuk görendir).
Ayetin bu kısmında geçen hasebe kelimesi, saymak, hesap etmek, takdir
etmek, ölçmek; hasube kalıbından alınınca soylu, şerefli olmak; hasibe kalıbından
ise zannetmek; ahsebe kalıbından alınınca yeter deyinceye kadar yedirmek,
yetmek; hasebe kalıbından alınınca hesaplaşmak, hesaba çekmek, ödüllendirmek;
hısab kalıbında da değer, kıymet, hesap anlamına gelmektedir.
Allah Teala, işlenen ameli değerlendirmeye tabi tutacağmı
bildirmektedir. Üretilen olumlu veya olumsuz her ameli değerlendirdiğini
bildirmesinin amacı, iyi amel üretenleri teşvik etmek, kötü amel üretenleri de
caydırmaktır. Bir insan, ürettiği her amelin Yüce Allah tarafından
değerlendirildiğini bilir ve inanırsa, daima iyi amel üretme yolunu tutar.
Ayeti, insanların birbirlerine davranışlarına uyarlamak da mümkündür.
Allah'ın sıfatlarını yeryüzüne yansıtan kişiye kamil insan diyoruz. Yetişmiş,
kamil ve medenî toplumlar, Bakara/202'deki hükmü yeryüzünde tatbik ederler.
Yani medenî toplum, halkının ürettiğini hemen değerlendiren toplumdur. Böyle
bir toplumda, kültüre, ekonomiye ve sanata katkıda bulunanlar hemen nasiplerini
alırlar.
Eğer üretilen, kötü bir şeyse, toplumun ahlâkım, düzen ve saadetini
bozan bir amelse, hemen cezasını görmelidir. Ceza ve mükafaatm gecikmesi, medeniyeti
kemirip çürütür. İyi işleri hemen ödüllendiren toplumlar, hem ilerlemelerini
sürdürür, hem toplumun istikbaline can verir, hem de Allah'ın adetine uyduğu
için sevaba kavuşur.
[113]
203. Ve Allah'ı tayin edilmiş belli günlerde anın, her kim iki gün
içinde acele ederse günaha girmez, kim daha uzun kalırsa, o da Allah'a karşı
sorumluluğunun bilincinde oldukça, günaha girmemiş olur. O halde Allah'a karşı
sorumluluğunuzun bilincinde olun ve sonunda Allah'ın huzurunda
toplanacağınızı bilin.
Bakara/l98'de Meş'ar-i Haram'da (Müzdelife'de) Allah'ın zikredilmesi
emredilmişti. Bu, özel bir mekana ait özel bir zikirdir. 203. ayetteki zikir
ise, özel bir zamana ait özel bir zikirdir.
1.
(Tayin edilmiş belli
günlerde Allah'ı anın).
Muhammed Esed, bu günlerin, Zilhicce'nin 10. gününe tesadüf eden kurban
bayramını takip eden günler olduğunu söylemektedir. Hacılar bu günlerin en
azından ikisini Arafat ile Mekke arasında yer alan Mina vadisinde geçirmekle
yükümlüdürler.[114]
Tayin edilmiş belirli günlerde Allah'ı zikretme emri, Hac/28'de de geçmektedir:
Bunun kendilerine sağlayacağı yararlan görsünler ve belirlenen
günlerde, Allah'ın kendilerine nzık olarak sağladığı hayvanlar üzerine,
Allah'ın ismini ansınlar.
Böylece Bakara/203'teki eyyamın ma'dûdât (sayılı günler) ifadesiyle
Hac/28'deki eyyâmin ma'lûmâtin (belirlenmiş günler) ifadesi aynı manaya
gelmektedir.
Her iki ayet de, Allah'ı zikretmek için özel anları göstermektedir.
Demek ki, her zaman yapılabilecek zikrin yanısıra, özel zaman ve mekanlarda
yapılacak zikir de vardır.
2. (Kim iki günde acele edip
dönmek isterse, ona günah yoktur. Kim daha uzun kalırsa, o da Allah'a karşı
sorumluluğunun bilincinde oldukça, günaha girmemiş olur).
Ayetin bu kısmı, hacıların Mina'da kalma sürelerini belirlemektedir.
İki gün içinde dönmek isteyenlere de, daha fazla kalmak isteyenlere de müsaade
vermektedir. O sıcak altında kalma gücünü kendinde bulamayanlara, acele etme
imkanı vermekte ve acele etmelerinin günah olmadığını söylemektedir. Orada
kalma gücüne sahip olanlara da kalmak için izin vermektedir. Bu, Yüce Allah'ın
kullarını ibadet konusunda zorlamadığını, herkese gücünün yeteceği kadar
sorumluluk yüklediğini gösterir.
Diğer taraftan böylece, geride kalanların acele edenleri tenkit
etmemesi, acele edenlerin de geride kalanları tenkit etmemesi sağlanmış olmaktadır;
çünkü her iki durumda da günah olmadığını bizzat Allah söylemektedir. İki
hareket tarzından birini benimseyenlerin, diğerinlerini kınama, suçlama ve
yerme hakları yoktur.
Bu tavır, her zaman ve her yerde gösterilmeli; insanlara zarar
vermeyecek ve Allah'ın dinine ters düşmeyecek farklı davranışlara müsaade
edilmelidir. Yetişkin insanların gençlerden, kendileri gibi davranmalarını
beklemeleri doğru değildir.
Her iki davranışın da günah olmaması, takvaya bağlıdır. İbadete ve insana
zarar vermeyen davranışların farklı olup olmaması önemli değildir, önemli olan
niyet ve takvadır. Onun içindir ki Yüce Allah "İttika etmeleri şartıyla"
buyurmuş ve böylece farklı davranışı günah olmaktan çıkaran şeyin takva
olduğunu vurgulamıştır.
Takva, aynı zamanda Bakara/l 97'de yasaklanan davranışlardan uzak kalmayı,
onları işlememeyi ifade etmektedir. Haçta cinsî münasebetten kaçınan, fısk
işlemeyen, kavga etmeyen kimsenin Mina'dan acele edip çıkması veya orada fazla
kalması günah olmaz.
3.
(Allah'ı üzmekten sakının ve
bilin ki hepiniz Allah'ın huzurunda toplanacaksınız).
Ayetin bu bölümü "takva" ile "bilgiyi" bir araya
getirmektedir. Takva, emir ve nehiylere riayet edilmesi bahsinde geçerken,
bilgi mahşer bahsinde geçmektedir. Ahirette Allah'ın huzurunda toplanılacağım
bilmek, inşam günahtan alıkoyacak en önemli etkendir.
Böylece ayette, bir davranışı günah olmaktan çıkaracak değerlerin
zikir, takva ve bilgi olduğu ifade buyurulmaktadır. Zikretmek, sakınmak ve
bilmek gibi ruhun en yüce eylemlerini sergileyen insan, olgunluğun doruk
noktasına tırmanır. Hac ile ilgili ayetlere bakınca, işlenen ve eğitilmeye
çalışılan ruhî kabiliyetlerin ve onların doğuracağı amellerin bunlar olduğu
anlaşılır.
196. ayette takva ve bilgi, 197. ayette akıl ve takva, 198. ayette
zikir, 199. ayette af dileme, af ve merhamet, insanlarla beraber hareket etmek;
200-201. ayetlerde dünya ve ahiretin iyiliğini isteme; 203'te herkesin payının
amellerine göre verileceği, Yüce Allah'ın, hesabının çabuk olduğu; 203'de
zikir, takva, bilmek ele alınıp işlenmiştir.
İşte hac ibadetini oluşturan, ayakta tutan ve kabulünü temin eden
önemli değerler, ameller bunladır. İbadet eğitimi, hedefine, bunları insanlara
kazandırmakla ulaşır. Bunları kazanamayanlar, defalarca hacca gitseler dahi
ruhî bir olgunluğa kavuşamazlar. Böylece haccın niçin farz kılındığı anlaşılmaktadır.
Takva, Bakara suresinin hacla ilgili bu ayetlerinde yer alan
kavramların ve bu kavramların temsil ettiği değerlerin merkezinde
bulunmaktadır. Takvayı oluşturan değerler şunlardır:
İnsanlarla beraber hareket etmek,
Tefrika çıkarmamak,
Kavga etmemek,
Aklı kullanmak,
İstiğfar (af dilemek),
Bilgi,
Zikir,
Cinsel disiplin,
Haşre inanmak,
Hem dünyanın, hem de ahiretin iyiliğini istemek.
Bunların en önemlileri aklı kullanmak ve bilgidir. Bu anlamda hac, bir
eğitim ve öğretim müessesesini temsil etmektedir. Hz. İbrahim'le başlayan
öğretim faaliyeti, Kabe'yi bir üniversite haline getirmiş ve insanlığa evrensel
değerleri öğretmekle meşgul olmuş ve bundan sonra da olmaya devam edecektir.
[115]
204. Bazı insanların dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna
gider. Ve o, kalbindekine Allah'ı da şahit getirir. Halbuki o, hasımların en
yamanıdır.
Yüce Allah bu ayetle, Bakara/200'de geçen, dünya hayatını isteyip
ahiret-te bir nasibi olmayan kişinin durumunu açıklamaktadır.
1.
Bazı insanların dünya hayatı
hakkında söyledikleri senin hoşuna gider.
Razi, hitabın özel olmasına rağmen hükmün umumi olduğunu ifade etmektedir
ki bizce öyledir.
Dünya hakkında etkileyici, cezbedici ve hayrete düşürücü sözler söyleyenler,
günümüzde maddeci görüşü temsil eden filozof ve ideologlardır. Ayette,
"Hayat, sadece bu dünyada yaşanan hayattır" deyip, bunun ötesinde
başka bir hayatın olmadığına inanan ve bütün felsefesini bunun üzerine kuran
insanların söylemi kasdedilmektedir.
Bu insanlar, aslmda Allah'ın vaadini bilmeyen, dünya hayatının zahirini
bilip ahiretten gafil olanlardır. Yüce Allah böylelerinin durumuna şöyle dikkat
çekmektedir:
Bu, Allah'ın vaadettiğidir. Allah vaadinden caymaz, fakat insanların
çoğu bilmezler. Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Onlar ahiretten
tamamen gafildirler. [Rum/6-7]
Dünya hayatını tercih edenler, o hayatın zahirini anlar ve insanlara süsleyerek anlatırlar. Anlatışları, dinleyenlerin dikkatini çeker ve onların gönüllerinde derin bir hayranlık uyandırırlar. Bundan peygamberler bile müstağni olmadığından, hitap doğrudan Hz. Peygamber'e yöneltilmektedir.
Aslında bu ayette, farklı inanca, düşünce ve kültüre sahip olan
grupların birbirini etkilemesi ele alınmakta ve bu etkiden korunmaları için
müslüman-lar uyarılmaktadır. Felsefeleri birbirinden ayıran en önemli faktör,
fizik ötesi aleme inanıp inanmamalarıdır. Bu, birbirlerinden çok farklı
kültürlerin doğmasına sebep olmaktadır. Demek ki farklı inanç ve düşünceler
farklı kültürlere, farklı kültürler de kendilerini diğerlerine kabul ettirmek,
onların yerini almak, taraftarlarım kendine çekmek için mücadelelere yol
açmaktadır. Neticede, dünya bir kültür mücadelesi alanına dönüşmekte ve her
kültür, insanların beyin ve gönüllerine inebilmek için manevî değerleri kullanmaktadır.
2.
Ayetteki"kalplerindekilere Allah'ı şahit tutar" ifadesi, istismarın
en derin boyutunu göstermektedir. Dünya hayatına tapan, sadece onun zahirini
bilen ve onu ahirete tercih eden insan bile, kalbindekinin doğruluğuna Allah'ı
şahit göstererek, karşıt inançtakileri etkilemeye çalışmaktadır. Bu, yanlış bir
amaç uğruna en kutsal inanç ve değerlerin bile istismar edildiğini, böylece
haktan batıla gidişin yollan oluşturulmaya çalışıldığını göstermektedir. Bu
istismara Fatır/5'te de dikkat çekilmektedir:
Ey insanlar! Allah'ın vaadi gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın.
Şeytan da sizi Allah ile aldatmasın.
Şeytan, Allah ile insanları aldatmaya çalışmaktadır. Bu açıdan bakınca,
dünya hayatının zahirini bilen, onu kutsallaştıran insan ile şeytanın aynı işi
yaptığı ortaya çıkar. Çünkü ikisi de Allah'ı şahit tutmak suretiyle istismar yoluna
saparak karşı tarafı etkilemeye çalışmaktadırlar. Dünya hayatının aldattığı
insanlar, bu aldanmalarını güzel ifadelerle kitaplara, görsel basına, makalelere
dökerek insanları etki altına alırlar. Bu kültür mücadelesi, günümüzde böyle
bir boyut kazanmıştır.
Şeytanla ortaklaşa çalışan bu insanlar, işin kalpten geçtiğini ve bu konuda kalbin etkinliğini bildiklerinden, kalplerindeki iyi niyete Allah'ı şahit göstererek yemin ederler ve kendi kalplerini istismar etmekten bile çekinmezler. Sevgi, iman, sakınma, irade gibi değerlerin bulunduğu kalp ülkesini bile istismar etmekten çekinmeyen insanı Yüce Allah "hasım" olarak nitelendirmektedir:
3. Halbuki o hasımların en
yamanıdır.
Kalbinde derin ve güçlü bir hasımlık duygusu saklayan bu tip insan,
su-ret-i haktan görünerek, yaldızlı sözler söyleyerek, Allah'ı şahit tutarak ve
kalbini istismar ederek insanları etki altına almak ister.
Demek ki, en büyük husumet kültür grupları arasında cereyan etmektedir.
Mayasında ahiret inancı olmayan ve manevî değerleri istismar eden kültür, hasım
kesilir, kin kusar ve düşmanlık yapmaktan geri kalmaz.
Bir sonraki ayette, hasımların en yamanı olan bu insanın,
karşısındakini etki altına alamayınca nelere başvurduğu açıklanmaktadır.
[116]
205. O, bir iş başına geçtiğinde, yeryüzünde fesat çıkarmaya, kültürü
ve nesli helak etmeye çalışır. Allah fesadı sevmez.
Bizim "iş başına geçtiğinde" şeklinde karşılık verdiğimiz
tevella kelimesine, müfessirlerin çoğu, "senin yanından ayrıldığında,
yani dönüp gittiğinde" manasını vermişlerdir. Muhammed Esed,
"hakimiyeti eline aldığında" manasını vermiştir. Elmahlı Hamdi Yazır
da "iş başına geçtiğinde" anlamını vermektedir. Tevella kelimesinin
kökü veliye bir şeye yaklaşmak, idare etmek, düzenlemek, işini üzerine almak,
yardım etmek, sevmek, takip etmek, ardı sıra gitmek, hudut olmak, arkadaş
olmak, dönmek, terbiye etmek, otorite sahibi olmak, geçip gitmek anlamlanne
gelmektedir.
Evliya kalıbından alınınca, yardımcı, destekleyici, hayır sahibi,
kefil, arkadaş, ortak, yakın akraba, koruyucu, muhafız, Allah'a yakın olan
kişi, aziz, temiz adam anlamlarına gelir.
[117]
1. Dost edinmek
Maide/56'da yetevella kalıbında yer almakta ve "dost edinmek"
manasına gelmektedir:
Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, üstün gelecek
olan, şüphesiz Allah'ın tarafını tutanlardır.
Ayetin kendisi "dost edinmenin" ne anlama geldiğini
açıklamaktadır: Allah'ın tarafını tutmak ve bu sayede galip gelmek. Allah'ı,
Resulünü ve iman edenleri dost edinmek Allah'ın tarafında olmak, O'nun tarafım
tutmak demektir.
2. Yüz çevirmek
Fetih/17'de şu ifade yer almaktadır:
(Kim yüz çevirirse, onu büyük bir azaba çarptıracaktır).
Ayette vatanını, milletini, namusunu, bayrağım, bağımsızlığını ve hürriyetini
korumak ve müdafaa etmek için savaşa davet edildiği halde yüz çeviren kimseden
bahsedilmektedir. Davete uymama, davetten yüzçevirme tevel-la kelimesiyle ifade
edilmektedir.
Bir fakire yardım etmek yerine, insanlara da cimrilik tavsiye eden
kimse, Allah'ın yardım konusundaki çağrısına sırtını dönmüş olmaktadır.
Cimrinin bu davranışı da Kur'an'da bu kelimeyle ifade edilmektedir:
Ki onlar, cimrilik edip başkalarına da cimrice davranmayı tavsiye
ederler. Ve sırtını çevirenler, bilsinler ki Allah kendi kendine yeterlidir,
bütün övgülere layıktır. [Hadid/24]
Buradaki yetevella kelimesi, fakirin elinden tutma çağrısına sırt
dönmeyi, yani yardım etmemeyi ifade etmektedir. Bu kelime ayrıca Allah'ın
kitabına çağınlıp da çağrıya uymayan insanın olumsuz tepkisini ifade için de
kullanılmaktadır. Âl-i İmran/23'te bu anlama gelmektedir. Allah'a itaat etmeyi
kabullendikten sonra itaatten yüz çevirenlerin fiilini ifade etmek için de bu
kelime kullanılmaktadır. Nur/47'de, '"''Allah'a ve Peygamber'e inanıp
itaat ettik" diyenlerin bir kısmının, bundan vazgeçtiği beyan edilmekte ve
vazgeçenlerin eylemi, yetevella kelimesiyle ifade edilmektedir.
Maide/43'te, tayin edilen hakemin hükmüne karşı çıkıp, çekip gitmeyi
ifade etmektedir.
3. Korumak
Bu kelime Ra'd/U'de val kalıbında gelmekte ve korumak, yardımcı olmak,
anlamını ifade etmektedir:
(Onların Allah'tan başka koruyucuları yoktur). Kehf/44'te velaye
kalıbında, koruyucu manasını ifade etmektedir.
4. Yönelmek
Bakara/148'de müvelli kalıbında yer almakta ve bir amaca, hedefe ve gayeye
yönelmeyi ifade etmektedir:
Herkesin yöneldiği bir gayesi vardır.
5. Dost
Kur'an'da pek çok ayette veli ve çoğulu olan evliya şeklinde
geçmektedir. Dost anlamının yanısıra, varis yani çocuk manasına da gelmektedir.
"Onların hiçbirini asla dost edinmeyin" ayetindeki dost
kavramı, yakın ve sırtını dönebileceğin arkadaş anlamına gelmektedir. Ayette
insanın insana olan dostluğu kastedilmektedir.
Aynca bu kavram, Allah'ın insana olan dostluğunu ifade için de kullanılmaktadır:
Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir. (Maide/55)
Allah'ın insanlara olan dostluğu, onları korumasıdır. Diğer taraftan, kulun da
Allah'a dost olması sözkonusudur:
(Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler
de). [Yunus/62]
İnsan Allah'a, inanmak, emir ve nehiylerine riayet etmek suretiyle dost
olabilir. [Yunus/63]
Bir de insanın şeytana, şeytanın insana dost olması vardır. A'raf/30'da
şeytanı dost edinenlerden bahsedilmektedir:
Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler.
[A'raf/30] İşte şeytan, bugün onların dostudur. [Nahl/63]
6. Yakın olmak
Veli kelimesi evla kalıbından alınınca, daha yakın olmak manasını ifade
eder:
İnsanların İbrahim'e en yakın olanı... [Âl-i İmran/68]
Bir insanı koruyan, ona yönelen, dost olan kişi ona yakınlıkta en ileri
olan demektir.
Evla kelimesi, en iyi koruyucu manasına da gelir. İnsanlar için
kullanıldığında "en yakın", Allah için kullanıldığında "en iyi
koruyucu" anlamına gelir. Nisa/l35'te, "koruyucu" manasını
ifade etmektedir.
7. Layık olmak
(Sonra orayı boylamaya daha layık olanları elbette biz daha iyi
biliriz). [Meryem/70]
Buradaki "daha layık olma" "daha çok müstahak olma"
anlamına gelir. Evla kelimesi, sıfatlarda derecelenmenin (ism-i tafdilin) en
üst kademesini temsil eder.
Bu ayette cehenneme kimin daha layık olduğu ifade edilirken, liyakatin
olumsuz yönü işlenmekte ve kötü amellerinin insanı cehenneme götürdüğü
belirtilmektedir.
8. Hak sahibi olmak
Evla kalıbının, yakınlık, layık olmak manasının dışında bir de
"hak sahibi olmak" manası vardır. Derecelenme sıfatı olunca,
"daha çok hak sahibi olmayı" ifade etmektedir. Ahzab/6'da bu manaya
gelmektedir
(Peygamber, mü'minler üzerinde, onların kendileri üzerinde sahip
olduğundan daha çok hak sahibidir).[118]
"Daha fazla hak sahibi" manasım benimsememizin sebebi şudur:
Kendi varlığımızın bize dünyayı kazandırmasına mukabil, Peygamber ahireti kazandırmaktadır.
Tabii olarak, ahireti kazandıranın hakkı, dünyayı kazandıranın hakkından üstün
olmalıdır. Hz. Peygamber'in bizim üzerimizdeki hakkının, bizim kendi
üzerimizdeki hakkımızdan daha fazla olduğunu ifade esnasında evla kelimesi
kullanılmıştır.
Aynı ayetin devamında, Allah'ın kitabında, akrabaların birbiri üzerinde
daha çok hakka sahip olduklarına da işaret edilmektedir.
9. Efendi
Veliye kelimesi mevla kalıbından alındığında "efendi" manasım
ifade etmektedir:
(O, efendisinin üstüne bir yüktür. Onu nereye gönderse bir hayır
getiremez). [Nahl/76]
Mevla kalıbında, Allah için de kullanılmaktadır. İnsan için olunca,
efendi, patron; Allah için kullanılınca, dost, koruyucu manasını ifade
etmektedir. Ba-kara/286'daki (ente mevlânâ) ibaresi, "Sen bizim
dostumuzsun/ko-ruyucumuzsun" anlamına gelmektedir.
10. Varis
Veliye kelimesi mevali kalıbından alınınca, "varis" anlamına
gelmektedir: Herkes için bırakabileceği mirasçılar tayin etmişizdir. [Nisa/33]
Burada kavram, ölen kimselerin yerini alan kimselere işaret etmekte;
bir grubun, gidenin yerine iktidarı eline geçirip varis olması anlamına gelmektedir.
11. Korumasına sığınmak
Mevali kelimesinin İslâm öncesinden gelen sosyolojik bir manası vardır.
Süleyman Ateş bunu şu şekilde açıklamaktadır: "Dostluk kurmak anlamındaki
velayet kökünden gelen mevali, mevla'nm çoğuludur. Mevla'nın Arap kültüründe
özel bir yeri vardır. İslâm'dan önce Araplar arasında bir şahıs veya kabile,
bir başka şahıs veya topluma sığınır, ondan kendisini korumasını ister ve öteki
de bu isteği kabul ederse, bu durumu halka açıklardı. Böylece iki kişi veya
kabile arasında özel bir dostluk; koruyan ve korunan ilişkisi kurulurdu. İşte,
korunan kişi tek ise ona mevla; topluluk ise mevali denirdi. "Şu kişi
şunun mevlasıdır" demek, onun koruması altına girmiş demektir. Buna mevla
veya mevali denir. Mevla veya mevali, himayesine girdiği kimselerin kan
akrabasından sayılırdı. Bunlar birbirlerine mirasçı dahi olurlardı".[119]
İslâm öncesi Arap kültüründeki himaye müessesesi; mevlalık ilişkisi,
günümüze savunma paktı olarak intikal etmiştir. Nato bu amaçla kurulan ve milletlerin
birbirini koruması ile ilgili bir müessesedir. Modern dünya bunu hukukî
temellere oturtarak, müessese haline getirmiştir. Milletler kendilerini koruyabilmek
için birbirine dayanmakta ve bu amaçla birlikler kurmaktadırlar.
Bir bakıma bu müesseseleşme hareketi, eski ilkel uygulamaların
moder-nize edilmiş şeklidir.
Görüldüğü gibi veliye kelimesi çeşitli kalıplarda çeşitli manalar kazanmaktadır.
Dost edinmek, korumak, yönelmek, dost olmak, yakın olmak, layık olmak, hak
sahibi olmak, efendi, varis ve korumasına sığınmak manala-nyla, genelde
yakınlığı ifade eden dost kavramının etrafına bir örgü örmektedir.
12. İktidarı ele almak
Bu kelimenin diğer bir anlamı da, iktidarı ele geçirmek, siyasî erke
sahip olmaktır:
İktidarı ele geçirirseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık
bağlarını kesmeye mi çalışacaksınız? [Muhammed/22]
Bu ayet ile tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/205 ayeti arasında büyük
bir benzerlik vardır. Her iki ayetteki tevella kelimesi de, iktidarı, hakimiyeti,
siyasî erki ele geçirmek manasına gelmektedir. Ayrıca her iki ayette de
fesat/bozgunculuk kavramı yer almaktadır. Bakara/205 ayetinin sonunda, harsı ve
nesli helak etmek sözkonusu edilirken, Muhammed suresinin sonunda, akrabalık
bağlarım kesmekten bahsedilmektedir. Aslında bu iki ayetin son kısımları
birbirini açıklamaktadırlar; şöyle ki:
Harsı ve nesli helak etmek [Bakara/205], akrabalık bağlarını/sevgi
bağlarını kesmektir [Muhammed/22]; akrabalık bağlarım kesmek de [Muhammed/22],
kültürü ve nesli helak etmektir [Bakara/205].
Bazı müfessirler bu ayetlerdeki tevella kelimesine dönmek manasım verirken;
bazıları da iktidarı ele geçirmek manasım vermişlerdir. Sibaka dikkat
edildiğinde, Bakara/255'teki tevella kelimesinin "dönmek" manasına
geldiği anlaşılır. Çünkü 204. ayette karşılıklı konuşmadan, şahit tutmadan ve
hasımlıktan bahsedilmektedir. Belli ki, burada iki kişinin konuşmasından
sonraki dönme ve ayrılma kasdedilmektedir.
Fakat 205. ayetin sonunda zikredilen eylemlerden hareketle tevella
kelimeşine, "iktidarı ele geçirmek" anlamını vermemiz daha uygun
olur. Çünkü, bir toplumda iktidarı ele geçiremeyen insanın fesat çıkarması,
kültürü ve nesli helak etmesi çok zordur. Yapsa bile, kayda değer bir netice
elde edemez, ama iktidarı ele aldığında bu eylemleri daha etkili, daha derinden
ve daha yaygın bir şekilde gerçekleştirebileceği için, iktidarı ele geçirmek
anlamı ağırlık kazanır. Böylece ayet, kötü niyetle iktidarı ele geçirenlerin ne
gibi sosyal tahribatlar yapacaklarına ışık tutmaktadır. (Yeryüzünde koşar).
Dünya hayatım tercih eden, onun hakkında insanı hayrete düşürecek şekilde
felsefe üreten, bu konudaki görüşlerine Allah'ı şahit tutan, insanları etkilemeye
çalışan ve kendi inancında olmayanlara büyük bir husumet duyan kimsenin,
iktidarı ele geçirdiğinde yapacağı ilk iş, husumetini eyleme dökmek için gayret
göstermek olacakta Hz. Peygamber döneminde, bu tip insanların düşmanlık için
koşuşmaları, dar bir alanda kalmaya mahkumdu; ama günümüzde, farklı inanç ve
kültür mensuplarının birbirine olan düşmanlıklarının tatbikat alanına dökülme
metotları çok farklı alanlara taşınmış, alanı genişlemiş, tahrip gücü de
artmıştır. Onun içindir ki ayette fı'l-ardı (yeryüzünde) ifadesi kullanılmakta;
böylece onların faaliyetlerinin, bütün dünyayı saracacağı-na ve etkileyeceğine
işaret edilmektedir. Bu tip insanların iktidara gelmesi halinde, nasıl bir
program uygulayacaklarına da dikkat çekilmektedir. aLi (Fesat çıkarmak için).
Dünya hayatmı kutsallaştıran insanın, husumetini nasıl eyleme dökeceğini,
iktidarı ele geçirince hangi amaç veya programla faaliyet göstereceğini Yüce
Allah ayetin bundan sonraki kısmında açıklamaktadır. Böyle insanların
programında yer alan ilk hedef, yeryüzünde fesat çıkarmaktır.
Peki bu insanlar yeryüzünde bozgunculuğu nasıl yapacaklar? Hakkı kendi
arzularına tabi kılarak [Mü'minun/71]; şirk koşarak [Enbiya/22); savaş çıkararak
[Neml/34]; insanları aldatarak [Bakara/9-11]; haddi aşarak [A'raf/55-56];
ekonomik hayatın dengesini bozarak [A'raf/85]; toplumdaki sevgi bağlarını
keserek [Muhammed/22]; israfa saparak [Şuara/151-152]; Allah'ın emirlerini
yerine getirmeyerek [Enfal/73]; fakirlerin elinden tutmayarak [Kasas/83];
tevhid inancından dönerek [Âl-i İmran/62-63]; Allah'ın nimetlerini
hatırlamayarak [A'raf/74]; halkı gruplara ayırıp bir grubu tutup digerini
ezerek [Kasas/4]; homoseksüellik yapmak suretiyle Allah'ın azabına meydan
okuyarak [Ankebut/29-30].
İşte bu fiiller fesadı/bozgunculuğu ifade etmektedir. Yüce Allah bir
kelime ile bütün bu amelleri kasdetmiştir, İyinin/güzelin düşmanı olan insanların,
siyasî iktidarı ele geçirdiklerinde nasıl bir faaliyet içinde olacakları, bu
ayetlerden anlaşılmaktadır.
Aslında ayetin devamı iki faaliyete dikkat çekerek yeryüzünde nasıl
fesat çıkaracaklarını açıklamaktadır: Kültürü ve nesli helak etmek.
İyinin/güzelin düşmanı olan insanlar, kültürü ve gençliği tahrip ederek
fesat çıkarır ve iktidarlarına gıda temin ederler. Demek ki, bu insanlar,
kültürü helak etmek suretiyle gençliği de helak etmektedirler. Ayette yer alan
hars kavramı, isim olarak saban, yüklem olarak saban ile toprağı sürmek,
toprağı işlemek, gemi gibi yarıp geçmek, yol açıp arasından geçmek; tarlayı
sürüp çekmek, terbiye etmek, yetiştirmek, çift sürmek, tımar etmek manalarına
gelmektedir. İlmî araştırma yapmak için mikrop yetiştirilmesine ve bu şekilde
yetiştirilen şeye kültür denir. Bu manada kültür hars'ın karşılığıdır.
Kültür'ün karşılığı olan hars irfan, münevverlik, medeniyet, medeniyetin bir
safhası manalarına gelmektedir. Ekilebilir toprak, dikilmiş orman, fidanlık ve
büyük çiftliklere de hars denmekte; çiftçiye de harras denmektedir.
[120]
1. Tohum ekmek
Yüce Allah kudretine, cinsel ilişkide akıtılan tohum (meni) ile toprağa
ekilen tohumu delil getirmektedir.
(Toprağa ektiğiniz tohumu hiç düşündünüz mü?) [Vakıa/63] Bu ayette hars
kavramı fiil halinde gelmekte ve toprağa tohumu ekmek manasını ifade
etmektedir. Bu anlamdan hareketle diyebiliriz ki: Kültür/hars, insanın kafasına
bilgi, gönlüne iman ve sevgi ekmektir. Bu değerler, birer tohumu
andırmaktadır. Beynine ve gönlüne bu değerlerin ekildiği insana da kültürlü
insan denmektedir.
2. Ekin
Bakara/71 'de isim olarak geçmekte ve "ekin" anlamım ifade
etmektedir. Buradaki ekin, kültür anlamına gelen ekin değil, toprağa atılan
tohumdan yetişen ekin manasına gelmektedir.
3. Toprak
Bakara/223'te, işlenebilen toprak, yani arazi manasına gelmekte, ama kadın
için yapılan bir benzetmeyi ifade etmektedir:
(Hanımlarınız sizin için ürün veren toprak gibidir; öyleyse
toprağınızı dilediğiniz gibi işleyin).
Her canlının kökeninde su ve toprak vardır. Toprak, anaya benzer. Doğurgan
olduğu için, Yüce Allah kadım doğurgan olan toprağa benzetmiştir. Ha-y&
\^\W tûpia.|tt\ Ött&mi ne ise, kadının da insan için önemi odur.
Kadının döl yatağı, tohum (meni) ekilip ürün (çocuk) yetiştiren bir yer
olduğu için, Yüce Allah kadını, toprağa benzetmektedir.
4. Kazanç
Şura/20'de dünya ve ahiret kazancını ele alınırken, hars kavramı
kullanılmıştır:
Kim ahiret kazancını elde etmeyi isterse, onun kazancında bir artış
sağlarız; bu dünya kazancım isteyene ise, ondan bir şeyler veririz.
Bu ayette, dünya ve ahiret kazancından/ürününden bahsedilmektedir. Bunun
anlamı şudur: İnsan bu dünya ile ilgili meseleleri işlerse, dünya kazancını;
ahiret ile ilgili meseleleri işlerse, ahiret kazancını elde edecektir. Böylece
dünyevî ve uhrevî kültür, yani maddî ve manevî kültür kavramı ortaya çıkmaktadır.
Öyleyse, hars denen kültür, insanın maddî ve manevî kazanımlan ve elde ettiği
ürünlerdir.
Kültür kelimesi, culture kelimesinin Türkçe okunuşundan ibarettir.
Lügatte insan güçlerinin ileri seviyede gelişmesi, yani terbiye ve tecrübe ile
vücudun, beynin ve ruhun geliştirilmesi anlamına gelmektedir.
Toplumlardaki sanat ve bilim gibi zihnî gelişimin görünen haline kültür
denir. Kültür, toplumun karakterini belirleyen bütün sanat, inanç ve sosyal
müesseselerini kapsar.
Tıbbî veya bilimsel araştırmada bakterileri büyütmeye; an ve ipek böceği
gibi hayvanları yetiştirmeye kültür denmektedir.
Latince kökenli olan culture (kültür) kelimesi, tarlaya ekin ekmek, süt
mayalamak manalarını ifade etmektedir. Bunun Kur'an'da hars anlamına geldiğini
söylemiştik. Kültür kelimesini, Türkçe'ye "maya" veya
"ekin" olarak aktarmak mümkün olmakla beraber, bu, kültürün bütün
anlamlarını karşılamaz.
Hars manasında kültür, Kur'an'ın, antropolojinin ve sosyolojinin ana konulan
arasında yer almaktadır. Tıpta ve bilimde bakteri üretme faaliyetine kültür
denmektedir. Kur'an'da, ise sperm ile yumurtanın döllenip çocuk haline geldiği
kadının vücuduna da kültür denmektedir. Demek ki Kur'an, kültür kelimesini
daha uzaklara taşıyarak insanın döllenmesine ve onun döllendiği rahime de
kültür adını vermektedir. Onun içindir ki, Yüce Allah kadına hars, yani kültür
sıfatmı layık görmektedir.
Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki, nerede bir mayalanma, döllenme
ve yeni bir oluşum varsa orada bir kültür var demektir. Mayalanma, döllenme ve
yenilenmede farklı maddelerin bir araya gelmesi, kendi özelliklerinin pek
çoğunu kaybederek farklı bir yapı meydana getirme olgusu vardır. Mayalanma ve
döllenmede farklı iki yapı bir araya gelir ama, kendi özlerini taşımakla
beraber farklı bir varlık veya oluşum meydana getirirler. Mesela: Sperm ile
yumurta farklı yapıda olan iki canlı olmalarına rağmen, bir araya gelip
döllendiklerinde insan denen canlıyı oluştururlar. Kendi benliklerinden farklı
bir yapıyı oluşturdukları için bir kültür meydana gelmiş olur.
Terbiye edilen insanın zihnine bazı bilgiler ekilir, bunlar beyinde
döllenir, düşünce kalıbından geçerek yeni bir bilgi meydana gelir ki buna
kültür denebilir. Çünkü ekilen bilgi tohumlan, beyin denen tarlada yeni bir
gelişimle yeni oluşumlar meydana getirmiştir.
Toplumsal manada da sanat, inanç, değer yargılan ve davranışlar arasında
bir mayalanma vardır. Geçmişten gelen bu oluşumlarla insanın aklı mayalanır ve
neticede farklı bir yapı ortaya çıkar. İşte bu yapıya kültür denir. Toplumsal
boyutuyla kültür, insanın aklı ve zekasının maddî çevresine şekil vermesi ve
onu kendi hizmetine sunması eylemini de içermektedir. Diğer taraftan,
geçmişten miras olarak aldığı değerlerle, kendi akimi bir araya getirerek,
güzel bir oluşum meydana getirmesi, toplumsal kültürün başka bir boyutunu ifade
etmektedir.
Maddî ve manevî varlıklan işlemekle meydana gelen ürüne kültür dendiği
gibi, maddede manevî yapıyı ahenkli bir şekilde işlemek ve bir güzellik ortaya
çıkarmak da bir kültürdür. İnsan, taşa sanatsal dehasını işleyerek bir güzellik
meydana getirir ve biz buna sanat eseri deriz. İnsanın beynine ve gönlüne
manevî güzellikleri işleyerek dengeli davranış üretmek de bir kültür olayıdır.
Çeşitli musiki aletlerinin bir araya gelmesi ve ahenkli bir şekilde,
nota denen bir disiplin içinde hareket etmeleri ile meydana gelen sanat eseri
de bir kültürdür. Demek ki, kültürde ahenk, güzellik ve denge vardır. Kültürlü
insan, güzellikler üreten, ahenkli ve dengeli bir şekilde davranan insan demektir.
Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, kültür, insanın geliştirdiği tüm
araçlar, üretim teknikleri, düşünce ve inanç sistemleri, hukuk, devlet, ahlâk,
sanat, ilim, felsefe ve sosyal müesseselerin bütününü ifade etmektedir. Kur'an
bunu biraz daha geliştirerek, sosyal ve dinî mirasın tümüne kültür demektedir.
Şimdi açıklamasını yaptığımız Bakara/205 ayetine dönüp "kültürü
helak eder" ifadesinin ne manaya geldiğine bakalım. He-le-ke bir şeye
ihtirasla yönelmek, öldürmek, satmak, tehlikeye atmak, yolunu kaybetmek,
kelebeğin ateşe düşmesi, şaşırmak, tüketmek, harcamak, kuraklık, kıtlık, su
olsa bile bir şey bitirmeyen yer manalarına gelmektedir.
İktidarı ele geçiren kötü niyetli ve düşmanlık duygusu ile dolu olan
kişiler, kültürü helak etmek için gayret gösterirler, proje üretirler ve
planlamalar yaparlar. Bu tip insanların kültürü nasıl helak edeceklerini, aşama
aşama şöyle açıklayabiliriz:
Muhammed/22 ayetine göre akrabalık bağlarını, yani toplumdaki sevgi
bağlarım keserler. Bir toplumda, toplum ruhunu mayalayan ve onu millet haline
getiren en önemli kültür değeri sevgidir. Kültürü helak etmenin en etkili
yolu, sevgi bağlarım koparmaktır. Kültürlü insanlar, birbirlerine, gönülden
koparak gelen sevgi bağlan ile bağlanan insanlardır. Kötü niyetli insanlar, bu
alanı tahrip etmeye çalışırlar.
Bakara/27'de, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri kesenlerden
bahsedilmektedir. Allah'ın bitişmesini emrettiği ilişkiler, ferdî manada
beyin, gönül ve nefsin bitişmesi, toplumsal manada ise insanların bilgi, ideal,
inanç ve ahlâkî değerler bakımından birleşmeleridir. Gönlün diğer insanlarla
bitişmesi denen manevî kültürü helak etmeye çalışanlar, aynı ayette fasık
olarak nitelendirilmektedir. İşte "mayalanma" manasına gelen kültür,
Muham-med/22'de, sevgi bağlan ile insanların gönüllerinin mayalanması,
birbirine bağlanması ve kaynaşması anlamıyla tezahür etmektedir
Sevgi bağlan gönülleri dölledikçe, bir sevgi kültürü meydana getirmektedir.
Dünya hayatına tapan ve büyük bir husumet taşıyan insan, iktidan ele aldığında,
sevgi mayalanması denen bu manevî kültürü helak etmeye kalkar. Allah'ın
bitişmesini emrettiği aklın, gönül ve nefsin mayalanıp oluşturduğu tevhid
kültürünü yıkmaya çalışır. Aklın Allah'a gidişini, gönüle ve nefse ulaşmasını
engeller. Döllenen çocuğu aldıran kadın ve onu alan doktor gibi; bu insanlar da
sevgi ile döllenen gönülleri birbirinden kopararak ayn düşmelerine ve
tefrikaya neden olurlar.
Toplumun manevî kültürünün mayasını teşkil eden sevgi bağlannı koparanlar,
kız çocuklanm bırakıp erkek çocuklanm kesen Firavun'dan daha zalimdirler. Onun
içindir ki Yüce Allah, onlan en büyük hasım olarak ilan etmektedir.
Bu insanlar sadece sevgi bağlannı koparmakla yetinmezler, aynı zamanda
inanç bağlannı da koparırlar. Manevî kültürün önemli bir unsuru da inançtır.
Gönülde teşekkül eden ve akıl ile sevginin mayalanmasından meydana gelen inanç
bağlan da bu insanlann saldınsma uğrar. Enbiya/93 ile Mü'mi-nun/53'te, dinî
bağlamı kopanlıp toplumu parçalara ayırmanın nelere mal olduğu anlatılmakta;
dinî açıdan halkı mezheplere ayırarak sosyal bütünlüğü bozanların ne kadar kötü
insan olduklan beyan edilmektedir.
Bu insanlar, belirli inançlan ve bu inançlann oluşturduğu ve mayaladığı
davramşlan bütünüyle yok etmek ister ve bu uğurda gayret gösterirler. Manevî
kültürün en önemli boyutu olan inançlar gönülde mayalanınca, yani kültür
haline gelince, değişmeye ve kopanlmaya karşı kuvvetli bir direnç gösterirler.
O zaman kültürü helak etmeye çalışan bu insanlar, inancın ve tutumun yönünü
değiştirme çabası içine girerler. Allah'a ve toplumun değerlerini yaşatmaya
yönelik olan doğru inancın yönünü değiştirmek suretiyle onu helak etme amacını
güderler.
İnancı ve tutumlan yok edemediklerinde veya yönünü değiştiremediklerinde,
inanç ve tutumların doğmasına engel olmaya çalışırlar. Döllenmiş olan bir inanç
ve davranışla mücadele veremeyince, en azından gelecek nesillerde o döllenmeyi,
yani o kültürün meydana gelmesini engelleme çarelerini ararlar. Yüce Allah bu
engellemeyi şöyle beyan etmektedir:
İnkar eden ve Allah yolundan engelleyenler... [Nisa/167] Allah'a
ibadeti engelleyenler... [Maide/2] Allah'ı anmayı engelleyenler... [Maide/91]
Bu ve buna benzer faaliyetlerle, inanç ve davranışların doğmasını engellemeye
çalışmakla kültürün nesilden nesile intikal etmesine mani olurlar. Bu da
kültürün yokolmasına neden olur.
İnanç ve davranışın dayanağını kesmek suretiyle kültürün helak
olmasını, yani o değerin mayalanıp büyümesini engellerler. Susuz kalan ekinin
helak olması gibi; destekten yoksun kalan manevî kültür de helak olmaya yüz tutar;
çünkü canlı için su ne ise, kültür için de destek odur.
Bu üç metoddan netice alamadıklarında, inancın içeriğini değiştirmek suretiyle
onu bozmaya çalışırlar. İnancı ve davranışı oluşturan kavramların içini
olumsuz ve kötü manalarla doldurmak gibi hileli yollara başvururlar.
Kültürün mayasını teşkil eden sevgiyi ve ilahî aşkı, meşru olmayan
ilişkiler için kullanarak, kültürün yok olmasına çalışırlar. Buna, manevî
kültür çevresini kirletmek de diyebiliriz. Beyin ve gönül kirliliği, helakten
başka bir şey değildir.
Bir de maddî kültür vardır ki bunun en önemli boyutu ekonomidir. Ekonominin
gereklerini yerine getirmemek, gelir dağılımını adil ölçülerde toplumun alt
katmanlarına kadar indirmemek, ekonomik hayatı mafyalaştırmak, toplumun
gelirini belli kişilere sunmak gibi cürümler de, maddî kültürü helak etmektir.
Ekonomik hayatın bu durumuna Yüce Allah Bakara/l 95'te intihar; Tevbe/34'te
elim azap; Muhammed/38'de ise yıkım adını vermektedir. Tefsirini yapmakta
olduğumuz ayetteki hars ekonomik ürünü de ifade etmektedir. Bu kötü niyetli
insanlar, düşünen insanların arkasından desteklerini çekerek bilgi üretimini
de engellerler. Bu yolla bilginin teknolojiye dönüşmesine mani olurlar.
Toplumu taklide sevk ederek, bilgi üretimini durdururlar ve düşüncenin önüne
engel koyarlar. "Bu durum, Lokman/21 ayetine göre cehennem ateşidir. Bu
insanlar toplumu taklide sevk etmekle, hem hukuku, hem sanatı, hem tefekkürü
öldürmekte ve toplum hayatım cehenneme çevirmektedirler. İşte, Bakara/205'te
yer alan "helak" kavramı, toplumu cehenneme çevirmeyi ifade
etmektedir.
Kültürü meydana getiren maddî ve manevî unsurlar helak olunca, gençlik
de helak olmaktadır.
"Kültürü ve nesli helak eder" ifadesinde geçen nesil kavramı,
ne-se-le fiilinden türemiştir. Ne-se-le doğurmak, dünyaya getirmek, baba
olmak, benimsemek, çıkarmak, yolmak, sökmek, çözmek, açmak, tüylerini dökmek,
derinin soyulup yenilenmesi, iplikleri ayırmak, yavrulamak, çoğalmak, üretmek,
aşağı inmek manalarına gelir. Nesi kalıbından isim olarak alınırsa zürriyet,
evlat, füru, nesil, torunlar anlamını ifade etmektedir. Tenasül kalıbından
getirilince, cinsel organ manasına gelmektedir.
Arap dilinde kuş, deve ve eşek gibi hayvanların tüylerinin çıkıp
dökülmesini ifade etmek için de kullanılır. Bu anlamda çocuk da babanın
sulbünden çıktığı, döküldüğü, döllendikten sonra doğduğu için nesil adını
almaktadır.
[121]
1. Koşmak
Yensilu, şimdiki zaman fiil kalıbından kıyamette yeniden dirildiği
zaman insanların Allah'a doğru koşacaklarını ifade etmek için kullanılmıştır:
Ve sura üflenecek, işte o zaman tümü kabirlerinden çıkacak, Rablerine
doğru koşacaklar. [Yasin/51]
2. Boşalma
Enbiya/96'da, Yecuc ve Mecuc'un hareketi anlatılırken bu kelime fiil kalıbında
kullanılmaktadır. Akın etmek ve saldırmak manalarına gelen bu kelime, kötünün
iyiye saldırışını ifade etmektedir:
Nihayet Yecuc ve Mecuc, açıldığı ve her tepeden akın ettiği zaman.
Barajın önündeki duvar yıkılınca, suyun boşalması gibi, iyinin kötüye
karşı olan direncinin kaybolması üzerine, kötünün boşalırcasına akın etmesini
ifade etmektedir.
Erkeğin boşalıp anne kanunda çocuğun teşekkül etmesini, veya çocuğun
doğmasını da ifade ettmektedir.
3. Zürriyet
Secde/8 ve Bakara/205'te bu anlama gelmektedir:
Sonra onun zürriyetini dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir.
[Secde/8]
Bütün bu manaların ortak bir noktası vardır: Çıkmak, doğmak ve meydana
gelip dökülmek, yok olup gitmek. Çocuk babasının sulbünden dökülür, annesinin
karnından çıkar, sonra büyür ve ölüp gider. Bakara/205'te geçen nesli helak
etme, kültürün helakine dayanmaktadır. Kültür kavramını, ekonomik ürün olarak
alırsak diyebiliriz ki, toplumun ekonomik düzenini bozmak ve ondaki dengeleri
alt-üst etmek, yetişmekte olan gençliğin bozulmasına sebep olur. Böylece,
ekonominin nesil üzerindeki manevî etkisi ortaya çıkar. Toplumun idarecileri
ekonomik dengeleri bozarlarsa, neslin ahlâkını da bozmuş olur ve böylece de
yetişmekte olan nesle ihanet etmiş olurlar. Yüce Allah buna, nesli helak etmek
demektedir.
Ayette geçen hars'ı, manevî kültür olarak alırsak diyebiliriz ki,
toplumun idarecileri, milletin örf-adetleriyle, ana diliyle ve değerleriyle
oynarlarsa, hem kültürü, hem de o kültür içinde yetişmekte olan nesli helak
etmiş olurlar. Toplumun hukuk, sanat ve hür düşüncesine müdahalede bulunan ve
toplumu taklide sürükleyenler, aslında nesli helake götürmektedirler. Bir
toplumu, millet olmak için mayalayan değerlerin oluşturduğu kültürü bozmanın
tahribatı, yetişmekte olan nesle kadar uzanır. Bu duruma dikkat çeken Yüce
Allah, siyasetin etki alanına da işaret etmektedir. Kötü politikalar uygulayanların,
toplumu nasıl fesada vereceklerini bu ayetle açıklayan Allah, siyasetin esas
görevinin kültürü ve nesli ihya etmek, çöküşünü önlemek olduğunu vurgulamaktadır.
İslâm filozoflarından Farabi, siyaseti "erdemli siyaset" ve
"cahil siyaset" diye ikiye ayırmaktadır. Ona göre, erdemli siyaset,
halka erdem kazandıran, dünya ve ahirette faziletlere ulaştıran siyasettir.
Halk, erdemleri ruhuna sin-dirirse, hayatın lezzetlerinden istifade edebilir.
Saadetin elde edilmesini temin eden faaliyete siyaset diyen Farabi, saadete
ulaşmayı siyasetin amacı olarak belirlemektedir.[122]
Bu siyasetin tersini uygulayan siyasete de cahil siyaset demektedir.
Demek ki Yüce Allah, toplumu saadete götürecek yollan tıkayan politikaları
uygulayan siyasilerin, fesat çıkarıp kültürü ve nesli helak ettiğini söylemektedir:
(Allah bozgunculuğu sevmez).
Allah, cahil siyaset uygulayıp kültürü ve nesli helak eden insanların
durumunu beyan ettikten sonra, bozgunculuğu sevmediğini ifade etmekle, kişilere
değil de kişinin davranışlarına karşı olduğuna dikkat çekmektedir. Aslında bu
metodu ana-babalar ve bütün eğitimciler kullanmalıdır. Değerlendirmeleri
insanın üzerinde değil, onların davranışları üzerinde yoğunlaştırmak gerekir.
İnsanları terbiye ederken, yanlışlarına karşı sevgisizlik göstererek düzeltmek,
en etkili metodlardan biridir.
[123]
206. Bu insana, "Allah'tan çekin" denilince, gururu kendisini
günaha sevkeder. Ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir!
Dünya hayatmı tercih eden ve iyiye karşı azılı bir düşman kesilen
insan, iktidarı ele geçirince, fesat çıkarıp kültürü ve nesli helak eder.
Böylesine "Allah'tan kork" denildiğinde, gururu onu günaha götürür.
Ayetin bu kısmındaki izzet kelimesi, gurur, benlik, taassub manalarına
gelmektedir. Razi ahazet-hu'l-izzet ibaresine, "gurur ona yapıştı"
manasını vermektedir. Gurur ve taassub onun yakasını bırakmadı ki, insanların
"Allah'tan kork" çağrılarına uyabilsin. Gurur ve taassubu ile
siyasete atılan kişi, toplumu ateşe veren bir siyaset uygulayınca, kendi
istikbalini de cehenneme çevirmekte ve kendine, Allah'ın "O ne kötü bir
yataktır" dediği cezayı hazırlamaktadır.
Mihad (yatak) kelimesin türediği mehd kelimesi, beşik ve düz arazi manasına
gelmektedir. Beşikte konuştuğu için Hz. İsa'ya mehdi denmiştir. Fiil olarak kullanılınca,
döşemek manasını ifade etmektedir: uja*îîliif (Bizler ne güzel döşeyicileriz)
[Zariyat/48] ayetinde de Yüce Allah'ın sıfatı olarak geçmektedir. Demek ki,
cehennem onun yatağı olmaktadır. Allah Teala, kültüre ve nesle siyasetiyle
zarar verenlerin, cehennem döşeğini kendilerine mekan olarak hazırladıklarını
bilmeleri ve ona göre yanlış davranışlarından uzaklaşmaları için bu ayeti
inzal buyurmuştur. Milleti oluşturan kültür denen mayayı bozmak ve o milletin
istikbali olan nesli tahrip edip şahsiyetini zedelemenin karşılığı, ancak
cehennem olabilir. Olumlu bir çağrıya olumsuz tepki gösteren insanın problemi,
gururunun elinde oyuncak olması ve gururunun iradesini yo-ketmesidir. Gurur ve
taassubun olduğu yerde, Allah sevgisi ve Allah korkusunun yeri yoktur. Gurur
ve taassub, insanın iç alemindeki psikolojik bir oluşum olduğu için, sevgi ve
korkunun oradan hicret etmesi mukadderdir.
Gurur ve taassub günaha, günah da cehenneme götürür. Dünya hayatını
tanrı edinecek ve gönlündeki yanlışa Allah'ı şahit tutacak kadar O'na hasım
olan insanın, erdemleri tükenmiş, ruhu çöle dönmüş demektir. Kötülüğü kendisine
ideoloji edinen ve bu ideolojisinin fanatiği haline gelen kimse, hem toplumda
fesat çıkarıp kültür ve nesli helak ederek insanlığı, hem de kendi istikbalini
cehenneme çevirmektedir.
Yüce Allah, bu insanın istikbalini şöyle beyan etmektedir:(Ona cehennem
yeter).
Bu, onun hakkından cehennem gelir demektir. "Nush ile uslanmayanı
etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" atasözü, gururun
kendisini günaha sevkettiği kişinin hakkı cehennemdir ifadesine denk düşmektedir.
[124]
207. Ama insanlar arasında bazıları da var ki, Allah'ın rızasını
kazanmak için, benliğini feda eder. Allah da kullarına çok şefkatlidir.
Bu ayetten çıkartabileceğimiz önemli ilkeler vardır; şöyle ki:
1. Dinî hayatın en önemli
amacı, Allah'ın rızasını kazanmaktır.
Allah'ın rızasını kazanmak bir gaye midir, yoksa bir hedef mi? Bu suali sormamızın sebebi, hedeflere ulaşmanın mümkün, gayelere ulaşmanın ise mümkün olmamasıdır. Allah'ın rızasını elde etmek; dinî hayatın, yani dinî uygulamaların hedefi olmalıdır. Çünkü bu hedefe ulaşılması imkân dahilindedir.
Bu hedefe ulaşacak olan insanların az olduğu da bir gerçektir. Yorumunu
yaptığımız bu ayet, Allah'ın rızasına ulaşma yollarından birini göstermektedir.
Şimdi Kur'an'a göre Allah'ın rızasını elde etmenin diğer yollarını inceleyebiliriz:
a)
Benliğini feda ederek
(Benliğini feda ederek).
Ayette geçen nefis kavramını benlik olarak tercüme etmemiz mümkündür.
İyi bir müslüman, Allah'ın emrettiği davranışları yerine getirmek, yasakladığı
davranışlardan da kaçınmak için gerekli gayreti gösteren kimsedir, ki bu da,
nefsâni arzularını terkederek, Allah'ın rızasını elde etme hedefini güden
insanı ifade etmektedir. Kendi arzularını Allah'ın rızası için bir tarafa atan
insan erdemli insandır. Bu eylem bir 'fedakârlık'tır; fedakârlık da erdemlerin
başmda yer almaktadır.
Aslmda Yüce Allah bu ifadesiyle insanlara, fedakârlığı Allah adına yapmanın
ne kadar önemli olduğunu öğretmektedir.
b) İnfak ederek
Bakara/265 ayetine göre, Allah'ın rızasını kazanmanın diğer bir yolu da
infak, yani fakirin elinden tutmaktır. Toplumsal hastalıklardan biri olan
fakirliği ortadan kaldırmak için malından fedakârlık yapmak, Allah'ın rızasını
celbeden bir eylemdir.
İnfak hem Allah'ın rızasını celbeder, hem de Allah'ın rızasını
celbetmek infakın hedefini belirler. Demek ki Yüce Allah, kendi rızasını sosyal
hayattaki fakirlik yumağının içine koymuştur; ancak o yumağı çözmek için fedakârlıkta
bulunan kimse Allah'ın rızasına nail olacaktır.
c) İnsanların arasını
düzelterek
Nisa/14'te Allah'ın rızasını celbeden iki amel sayılmaktadır; sadaka ve
barış. Az önce infaka/maddî fedakârlığa değinmiştik, burada da 'insanların arasını
düzeltmeyi' yani 'banş'ı ele alacağız.
Onların fısıldaşmalannın çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka, veya
bir iyilik, veya insanların arasım düzeltmek için fısıldaşmak istisnadır. Kim
Allah'ın rızasını elde etmek için bunu yaparsa, biz ona yakında büyük bir mükafat
vereceğiz.
İnsanın bulunduğu yerde, tartışmanın, kavga ve savaşın olması tabiidir.
Bu problemlerin çıkmadan önce bir ateş gibi söndürülmesinin adına barış
denmektedir. Müslüman, kavga veya savaştan önce ara bulmak için gayret
sarfetmelidir. Müslüman, problem çıkaran değil, barışa gönül veren, problemleri
çözen insandır.
d) Sabrederek
Ra'd/22'de geçen vech kelimesi, rıza anlamını ifade etmektedir.
Sabreden insanlar, Allah'ın rızasına ulaşma imkânını yakalamış demektir:
Onlar ki, Rablerinin rızasını elde etmek için sabrederler. [Ra'd/22]
Allah'ın emirlerini yerine getirmekte, nehiyierinden kaçınmakta, insanlar
arası ilişkilerdeki düzensizliklerde, belalarda ve vatanı savunmada sabır
gösteren insanların Allah'ın rızasına ermeleri mukadderdir. Bu eylemleri,
Allah'ın rızasını kazanmak için yapanlar, bir gün hedeflerine ulaşacaklardır.
e) Allah adına savaşmak
İnsanlar hürriyetlerini, bağımsızlıklarım, topraklarını, bayraklarını,
namuslarını müdafaa etmek zorunda kalabilirler. İşte böyle anlarda Allah için
savaşmak, O'nun rızasını kazanmaya vesile olur.
(Benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız...)
[Mümtehine/1]
Bu ayeti, Bakara/207 ayetiyle birlikte ele alacak olursak, oradaki "Allah'ın rızasını elde etmek için benliğini feda eden" ifadesini, "Allah adma savaşıp kendini feda etme" şeklinde anlayabiliriz. Demek ki, 'kendini feda etmek" ifadesinin bir ferdî/psikolojik, bir de sosyolojik manası vardır. Kendi nefsinin isteklerini bir tarafa atmayı ifade ettiği kadar; manevî değerler uğrunda kedini feda etme manasına da gelmektedir. Her iki manada da mücadele anlamına gelen savaşı ifade etmektedir: Biri nefsiyle, diğeri de haricî düşmanla.
Allah'ın ve insanlığın yücelttiği değerleri korumak uğrana, onlara
saldıranlarla mücadele edenler, Allah'ın rızasına nail olurlar. Allah'ın
rızasını kazanmak, içindeki şeytanî dürtülerle ve haricî düşmanlarla mücadele
etmeye bağlıdır, o mücadeleyi yapanlara bir ödül olarak verilecektir.
f) İyilikte yarışmak
İnsanlara iyilik yapma hususunda yarışıp öne geçenler de Allah'ın
rızasına nail olacaklardır. Tevbe/100 ayeti, bu yarışmadan ve bu yarışmayı
kazananlardan bahsetmekte; Allah'ın onlardan, onların da Allah'tan razı
olduklarını bildirmektedir. Kısacası Allah'ın rızası, iyilikte yarışıp öne
geçmeye bağlıdır. Yüce Allah iyi davranışta bulunmaları, sosyal ve fizikî
çevrelerine zarar vermeden yaşamaları ve Allah'a karşı vazifelerini yerine
getirmeleri için mükâfaat vaad etmek suretiyle insanları motive etmekte,
harekete geçirmektedir.
Yüce Allah ancak; benliğini feda etme cesaretini gösterenlerden, malından
fedakârlık yaparak fakirin elinden tutanlardan, insanların arasını düzeltme
yolunu takip edip barıştan yana gayret sarfedenlerden, tüm sıkıntılara göğüs
gererek onları çözüme ulaştıranlardan, kendisi uğranda savaşan ve iyilikte
yarışanlardan razı olmakta ve böylece hem insanlara hedef göstermekte, hem de o
hedefe götürecek değerleri öğretmektedir. Din eğitimi ve eğitimcileri, bu
erdemleri insanlara kazandırmalı, onların şahsiyetlerini bunlarla si-lahlandırmalı
ve onlara bu yolda yürümenin esaslarını öğretmeli, dinî hayattaki başarının,
Allah'ın rızasını kazanmakla doruğa ulaşacağı fikir ve inancını onlara
aşılamalıdır.
2. (Allah kullarına daima
şefkatlidir).
(rauf) sıfatı, 're-e-fe' veya 're-i-fe' kökünden gelmekte ve 'şefkat,
merhamet, esirgemek' manalarını ifade etmektedir. Allah'a nisbet edilince, çok
esirgeyen, çok şefkat gösteren ve çok merhamet eden anlamına gelir. 'Rauf
kalıbında alınınca, şefkatin devamlılığım ifade eder.
Rızasını kazanmayı hedefleyerek benliğinden fedakârlıkta bulunan insana
karşı Yüce Allah çok şefkatlidir. Aslında ayet, Allah'ın şefkatinin bütün
kullanna şamil olduğunu ilan etmektedir. Rızasını kazanmayı hedefleyene, şefkat
göstermekle Yüce Allah neyi beyan etmektedir, yani razı olmakla şefkat arasında
nasıl bir bağlantı vardır?
Şefkat ve merhamet, ödüllendirmek manasına geldiği gibi, tevbe edip hatasından
döneni affetmek, fazla yük yüklememek, ufak hatalarını görmemek, suçunu hemen
cezalandırmamak, işlediği amelleri hemen değerlendirmeye tâbi tutmamak
manalarına da gelmektedir. Allah'ın şefkat ve merhameti bütün varlıklara,
özellikle insanlara şamildir. Şefkatsiz eğitimin olmayacağına dikkat çeken bu
ayet, insanlara ceza vermeden önce, eğitimin önemli bir ilkesini: şefkatli
davranmayı gündeme getirmektedir. Yüce Allah, kendi küllî şefkatinin bir
parçasını da insana vermiştir. İnsanın saldırganlık iç güdüsünü, kin ve
düşmanlık hissini en iyi şekilde disipline eden hasletlerden biri de şefkattir.
İnsanın ham şahsiyetine, şefkat ve merhamet duygularını yerleştirmek,
onu şefkat ve merhamet denen duygu ırmağında yıkayıp temizlemek, insanlara
şefkat ve merhamet ile davranmanın Allah'ın ahlâkını yeryüzüne indirmek
olduğunun bilincini vermek en verimli eğitim olsa gerek. Allah'ın ahlâkı ile
ahlâklanmanın yolu, şefkat ve merhametten geçer. Devleti idare edenlerin
halka, öğretmenlerin öğrencilere, iş verenin işçilerine, ana-babamn çocuklarına,
zenginlerin fakirlere olan şefkati Allah'ın ahlâkını hayata indirecektir.
[125]
208. Ey iman edenler! Hepiniz birden barışa girin! Sakın şeytanın
peşinden gitmeyin. Çünkü o size apaçık düşmandır.
Ayeti iki ana kısma ayırarak analiz etmeye gayret edeceğiz:
1.
"Ey iman edenler!
Hepiniz birden barışa girin!"
Ayette yer alan (silm) kelimesi, 'barış' anlamım ifade etmekte ve 'islâm' kelimesinin de kaynağını teşkil etmektedir. Şimdi, 'silm' kavramının çeşitli türevlerini, yani kalıplarının hangi anlama geldiğini Kur'an'ın dili ile açıklayabiliriz. Ancak bu kavramın geniş bir şekilde izahını, Bakara/l 12'de yapmıştık.
(silm) kalıbından alınan ve anlamı 'barış' olan bu kavramı, günlük
hayata indirgeyerek açıklamak gerekir:
a. Psikolojik barış:
Bansın psikolojik bir boyutu vardır ki bu, insanın iç aleminde akıl ile gö-nülün, ve her ikisinin nefis ile barışık halde yaşamasını ifade eder. İç aleminde barışı tesis edemeyen insanın, dış ilişkilerinde barışı istemesi, onu tesis etmesi mümkün değildir. İnsanın iç alemindeki 'nefis' ham haldeyken daima kötülüğü emreder. Yusuf/53'e göre, Allah'ın esirgediği nefis hariç, tüm ham nefisler kötülüğü emreder. İnsanın içindeki saldırganlık iç güdüsü daima akla ve gönüle karşı isyankâr bir tavır takınmakta ve insanın iç aleminde bansın gerçekleştirilmesini engellemektedir. Akıl ve gönül ile daima savaş halinde olan nefsin bu ham halini disipline etmek, olgunlaştırmak için nefis ülkesine aklı, bilgi ve imanı sokmak gerekir. Nefis ülkesine banş ancak o şekilde gelebilir.
Onun içindir ki Yüce Allah iman edenlere, hep beraber banşa girmelerini
emretmektedir. Bu banş ağacı insanın iç aleminde kök salarak gıdasını almaktadır.
Akıl, kalp ve nefis eğitim vasıtasıyla geliştirildikçe, doyum noktasında bir
araya gelmekte ve aralanndaki banşı tesis etmektedirler.
b. Sosyal barış
Yüce Allah'ın "Hep birlikte barışa şirini" emriyle kasdettiği
bansın, bir boyutu da sosyal banştır. Aynı toplumun içinde yaşayan farklı
inançtaki, farklı kültürdeki ve farklı dünya görüşündeki fert ve gruplann banş
içinde yaşamalannı hedeflemektedir.
208. ayetten önceki beş ayette, farklı inanç ve kültürdeki insanlann
veya gruplann çatışması ele alınmaktadır. Dünya hayatını tercih eden, yalan
yere kalbindekine Allah'ı şahit tutan, azılı düşman olan, iktidan ele aldığında
yeryüzünde bozgunculuk yaparak kültürü, ekonomiyi helak edip nesli bozan
insanlara mukabil Allah'ın rızasını kazanmak için benliğini feda eden insanların
var olduğu görülmektedir.
Bu iki grubun ve anlayışın zamanla çatışması muhtemeldir. Bu durumda, iman edenlerin, daima barıştan yana tavır koyması zorunludur. Düşmanlık duygusuyla hareket edip toplumu veya insanlığı fesada uğratma gayretinde olanlara barışı önermek, onları barışa çekmek Allah'ın emridir ve bunu yerine getirmek için gayret sarfetmek bir ibadettir. Bir yerde çatışma ve farklılaşma yoksa orada çatışmadan bahsedilemez. Bakara/205 ayeti, çatışmanın siyaset, kültür ve gençliği elde etme alanlarında ortaya çıktığına dikkat çekmektedir. Ayetteki 'harsı' ekonomi manasına aldığımızda, çatışmanın ekonomik alanda da gerçekleştiğini söylememiz mümkündür. O zaman şöyle diyebiliriz: Siyaset, kültür, ekonomi ve eğitim alanı zamanla çatışma alanları haline gelebilir. Müslüman bu çatışma alanlarına barışı getirmek mecburiyetindedir. Müslümanın görevi, çatışmanın üzerine ateşle değil barışla gitmektir.
İş veren ile işçi sınıfı arasında barışı tesis etmek, bir kültür, bir
siyaset ve bir eğitilmişlik işidir. Düşmanlık duygusu ile bu iki grup arasında
barışın tesis edilmesi mümkün değildir. Ekonominin sağlıklı bir şekilde
yürümesinin bu iki grup arasındaki barışa bağlı olduğu bir gerçektir.
Farklı cemaat, tarikat ve mezhebe mensup olan müslümanlar arasında,
bulundukları kültür alt grupları sebebiyle düşmanlık duygularının gelişmesi ve
bu duyguların eyleme dönüşmesi Yüce Allah'ın bu ayetine ters düşmektedir.
"Bir toplumun içindeki fert ve gruplar arasındaki çatışmayı barışa
döndürmenin yolu nedir?" sorusunun cevabını Hucurat/9-10 ayetlerinde
bulabiliriz:
Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını
düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar
saldıran tarafla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, aralarını adaletle düzeltin ve
adil davranın. Şüphesiz ki Allah, adil davrananları sever.
Bu ayet, istenen bansın, adaletle gerçekleşebileceğine işaret
etmektedir. Adaletin olmadığı yerde barışı gerçekleştirmek mümkün değildir.
Adaletin girdiği yerde, hukuk var demektir. Bansın köklerinden biri insanın iç
aleminde, diğeri de hukuktadır.
Yine, bansın bir ayağı da 'kardeşlik' kültürünün geliştirilmesindedir.
Hu-curat/10 ayetinde Yüce Allah inanan insanların kardeş olduğunu ilan ederek,
barışın hangi temeller üstüne bina edileceğini beyan etmektedir.
Yine Hucurat/10 ayeti 'Allah'tan sakınmayı' da barışa giden bir yol
olarak görmektedir. 'Takva' dediğimiz bu 'sakınma' eylemi, bansın gıdalanmasını
temin etmektedir.
Barışın bir ayağı da akılda olup kötülüğe iyilikle karşılık verme
erdemini insana 'düşünen akıl' kazandınr. Ra'd/19'da yer alan 'düşünen akıl'
kavramının bir ürünü de, 22. ayette "kötülüğe iyilikle mukabele
etme" şeklinde ortaya çıkmaktadır. Akıl, düşmanlığı değil, banşı, güveni
ve ıslahatı arar. Akıl insanlar arasındaki düşmanlık duygusunun zincirini kıran
en, önemli güçtür. Akim en önemli ilkelerinden biri, kötülükle kötülüklerin
ortadan kaldırılamayacağıdır. Çatışmayı, düşmanlığı barışa dönüştürecek olan şeyin
akıl olduğunu haber veren Kur'an, insanlara, barışa götürecek olan diğer bir
yolu da öğretmektedir. 'Taş' manasına gelen ve 'hicr' de denen akıl, çatışma ve
düşmanlıklan ortadan kaldınp yok eden eylemi gerçekleştirmektedir.
Barış, diğer taraftan da bir bilgi işidir. Cehaletin kol gezdiği,
dumanını bir kara bulut gibi insanlığın üzerine saldığı yerde, bilginin nuru
olmadan banşı gerçekleştirmek mümkün değildir. Demek ki akıl, bilgi, adalet,
kardeşlik ve takvanın oluşturduğu engin bir kültür insanlığa banşı
getirecektir. Bu evrensel değerler olmadan banş ülkesinin kapısından topluca
girmenin hayal olacağı bir gerçektir. Banş kültürünün ham maddelerini
oluşturan bu değerler aynı zamanda onu yoğurmakta, kıvamına erdirmekte ve
hayatını devam ettirmektedir.
Siyaseti, kültürü, ekonomi ve eğitimi ifsat edecek çatışmalara giren
insanlara; akıl, bilgi, adalet, kardeşlik ve sakınma duygusu ile yaklaşıp
onlan bu kültüre davet etmekle barışın temin edilmesi mümkün olacaktır. Yüce
Allah, "Hepiniz beraberce banşa girin!" derken, bütün bu değerlerle
birlikte banşa girileceğine de işaret etmiş olmaktadır:
Allah kullarını banş yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola
iletir. [Yunus/25]
Yüce Allah bu ayetinde 'banş yurdu'ndan bahsetmekte ve o yurda davet
ettiğini ilan etmektedir; ki bu, Kur'an'ın insanlığa barışı getirmek, dünyayı
da barış yurdu haline getirmek için gönderildiği anlamına gelir. Yüce Allah'ın
"Barışa girin!" buyurmasıyla, "barış yurduna çağırması"
aynı şeyi ifade etmektedir. (silm) kökünden türeyen islâm kelimesi de 'barış
dini' anlamını ifade etmektedir. 'İslâm dinî' kavramını Türkçe ifade edecek
olursak, 'barış dini' diyebiliriz. İslâm dini, kavga, düşmanlık, kin ve çatışma
dini değil, barış, mutluluk ve esenlik dinidir.
Bu noktada, "Barışın olmadığı yerde ne vardır?" sualine,
ayetin ikinci bölümüne geçerek cevap verebiliriz:
2. (Şeytanın adımlarına
uymayın!)
Demek ki bansın olmadığı yerde şeytanın adımlan ve ona tâbi olma vardır.
Ferdî manada iç aleminde banşı tesis edemeyen insan, şeytana tâbi olacaktır;
toplumsal manada banşı temin edemeyenlerin de takip edeceği yol, şeytanın
yoludur. Milletler arası barışın en büyük düşmanı şeytandır.
Şeytanın yoluna uyanlar, bansın azılı düşmanı haline gelmekte ve durmadan
banşı yaralamakla meşgul olmaktadırlar. Yüce Allah banş yurduna çağırırken,
şeytan düşmanlık yurduna çağırmaktadır. Banşı terkedenlerin yurdu, şeytanın
tesis ettiği düşmanlık yurdu olacaktır.
Şeytanın izini takip etmek, ona kul-köle olmaktır. Şeytan ise kendi
kulla-nndan kendisine ibadet etmelerini ister. Şeytana yapılan ibadetin başında
ise, banşı yok etmek ve düşmanlık tohumlarını ekmek gelmektedir. Çünkü ayetin
üçüncü kısmı bunun nedenini vermektedir:
3. (Çünkü şeytan sizin apaçık
düşmanınızdır).
Düşman, düşmanının banş içinde yaşamasını istemez. Aslında bu ayetteki
şeytan, insan şeytanlannı da kapsamına almaktadır. Çünkü banşı yaralayan,
topluma düşmanlık duygulan eken ve insanlan çatıştıran insanlar da şeytan
şahsiyetine bürünmüşlerdir.
Bu insan ve cin şeytanlan, düşmanlıklan körüklemek için birbirlerine
yaldızlı sözler söylerler:
Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar.
[En'am/112]
Fısıldanan yaldızlı sözler; hem yazdıklan kitaplan, hem de konuştuklan
sözleri kapsamaktadır. Yüce Allah bu ayet ile müslümanlara düşmanlannı
tanitarak onları bilinçlendirmeyi amaçlamaktadır. Müslüman kimin peşinden
gittiğini bilmeli ve düşmanını iyi tanımalıdır. Barışı bozanları düşman ilan
eden Yüce Allah, insanlara düşmanı tanımanın evrensel ölçütünü vermektedir.
Onun içindir ki din eğitiminde görev alanlar, insan ve cinden olan düşmanlarını
tanıtarak insanları şuurlandırmalıdırlar.
[126]
209. Size apaçık deliller geldikten sonra, eğer barıştan ay-rılırsanız,
bilin ki, Allah kudret ve hikmet sahibidir.
Ayette geçen (zelle) fiili, haktan sapmak ve gerçeklik sınırını aşmak,
bulunduğu seviyeyi kaybetmek, süratle geçmek, paraların elden kayıp dökülmesi,
'züllü' kalıbından alındığında kaygan yer manasına gelmektedir.
[127]
1. Ayağın kayması
Nahl/94'de Yüce Allah, yeminlerini aldatma aracı olarak kullananların
durumunu anlatırken onların ayaklarının kayacağına işaret etmektedir:
Yeminlerinizi aranızda aldatma aracı olarak kullanmayın; aksi halde
ayağınızı sağlamca basmış olduğunuz halde kayar ve böylece Allah yolundan
dönüp uzaklaşmanızın kötülüğünü (dünyada) tatmak zorunda kalırsınız. (Ahirette
de) sizin için büyük bir azap vardır.
Zelle kelimesi, yeminlerine önem vermeyen, yeminlerini aldatma aracı yapanların
manen gerilemesini, sürçmesini ve zarara uğramasını ifade etmektedir.
Yeminleri oyuncak haline getirmek, insanların manevî sahasını kaypak hale
getirir. Bu da Allah yolundan ayrılmak, dönmektir. Her iki eylemin neticesi
de, dünya ve ahirette azaba uğramaktır.
Ayağını -manen- sağlam basan insanın, yaptığı yanlışlarla, ayağını
kaydırmasını ifade etmektedir. Toplumsal hayatın dokusunu oluşturan insan
ilişkilerinin bozulması, çıkmaza girmesi ve kopması anlamına gelmektedir.
Sözleşmelerin, antlaşma ve ittifakların ihlal edilip bozulması, toplumların
ayaklarının kaymasına, yani aralarında güven bunalımı oluşmasına sebep olur.
Ayağın kayması demek, toplumlar arası güven bunalımının doğması demektir. Fert
ve toplumlar arasında güven bunalımının meydana gelmesi, onların eza ve cefalara
duçar olması demektir.
2. Yoldan çıkarmak
Zelle kelimesini dört harfli kalıptan yani (ezelle) şeklinde alınca,
ayağını kaydırmak, yoldan çıkarmak manalarına gelir.
Bakara/36'da, şeytanın Hz. Adem ile eşini etkilemesinin neticesini
ifade etmek için Yüce Allah bu kelimeyi kullanmıştır:
(Ama şeytan orada ikisini de yoldan çıkardı).
Onlara günah işletti, hata yaptırdı, Allah'ın emrinden çıkarttı, yani
yoldan saptırdı manalarına gelmektedir. Bütün bu manalar, şeytanın insanı
etkilemesinin ağırlığını, şeklini ve derinliğini göstermektedir.
3. Tökezletmek
Şeytan insanı bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak etkileyebilir.
Başka bir ifadeyle, insanın bazı kötü amellerinden sonra şeytan etkisini
gösterebilir; kötü ameller olmasaydı, şeytan insanı etkileyemeyecekti.
Âl-i İmran/155'te, insanların işledikleri kötülüklerden sonra şeytanın
onları tökezletmesini Yüce Allah bu kelime ile ifade etmektedir. Demek ki insan
kötü amelleri yaparken, şeytana bir etki alanı oluşturmakta, bu etki de tökezletmek
şeklinde kendisini göstermektedir.
4. Haktan ayrılmak, sapmak
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/209'da zelle, 'barıştan sapmak'
anlamını ifade etmektedir. Şimdi ayetin ana parçalarını açıklayarak genellemelere
gidebiliriz:
(Size bunca açık deliller geldikten sonra yine barıştan saparsanız...)
'Açık deliller' ifadesiyle ne kasdedilmektedir? Yüce Allah'ın bu
ayetten önceki beş ayette açıkladığı konularda; fertler, sosyal gruplar ve
milletler arası ilişkileri ele almakta, çatışmaları ve bu çatışmaların meydana
getirdiği sosyal zararları anlatmaktadır.
Dünya hayatını tercih eden insanların, nasıl çifte standartlı
oldukları, sözleri ile kalplerinin birbirini tutmadığı, iktidarı ele
aldıklarında yeryüzünde fesat çıkardıkları, kültür ile nesli helak etme
gayretine girdikleri, Allah'tan ittika etmesi teklif edildiğinde, gururlarının
kendilerini günaha sü-rükleklediği beyan edilmiş; bunlara mukabil benliğini
Allah rızası için feda edenlerin bulunduğu da bildirilmiştir.
Bu anlatılan şeyler, insanlıkta olan kötülüklerle iyiliklerin
boyutlarını, alanlarını ve derinliklerini sosyolojik perspektifle ortaya
koymaktadır. İşte bütün bu iyi ve kötü oluşumlara karşı Yüce Allah,
inananlardan barış içinde olmalarını istemiştir. Çünkü barıştan ayrılmak,
şeytanın adımlarına tâbi olma ile sonuçlanacaktır. Fesat ve kültür
çatışmalarının doğurduğu toz-duman içinde barışın bayrağını ayakta tutacak
insanların olması, insanlığın geleceğini aydınlatacaktır.
Bakara/209'daki "Size gelen apaçık deliller" ifadesiyle,
yukarıda açıklanan ferdî ve içtimaî olgular kasdedilmiştir. Yüce Allah orada,
psikolojik ve sosyolojik analizler yapmakta ve müslümana bu konularda önemli
bilgi ve şuur kazandırmaktadır. Bu eğitim ve öğretime rağmen müslüman barıştan
saparsa, "Bilin ki Allah azizdir, hakimdir" ifadesiyle onların
hakimiyetini sürdüreceğine dikkat çekmektedir.
Yüce Allah, Bakara/204'deki ifadesiyle hasımların en yamanı olan insanın;
siyasî, sosyal ve kültürel tahribatını önleyecek güçte olduğunu beyan etmektedir.
Müslümanın barıştan yana tavır koyması, siyasî, sosyal ve kültürel düzeni
bozan hasmın etki alanını daraltacağı, gücünü kıracağı ve ıslahatı getireceği
için Yüce Allah barışa girilmesini emretmiştir.
Ama müslüman barıştan saparsa, Allah aziz ve hakim sıfatıyla bu düzenlemeleri
yapacaktır; çünkü O mülkünde galip ve işlerini yerli yerinde yapandır.
Yüce Allah, müslümanların; bu kara bulutu insanlığın üzerinden kaldırmasını;
barışın bu faaliyeti gerçekleştirmek için ne kadar güçlü bir olgu olduğunu
öğretmeyi; kulun yaptığı kötülükleri, yine kulun gayretiyle ortadan kaldırmayı
murad etmektedir. O zaman bu çalışma bir ibadet olacağı için, insanlığa
zenginlik, bereket ve zindelik getirecek, Yüce Allah'ın gazabını önleyecektir.
Şayet müslüman bu problemleri çözmekten vazgeçerse, Allah'ın onlara
müdahalesi, azabını gönderme şeklinde tecelli edebilir. Onun içindir ki, Yüce
Allah azabım göndermeden, müslümandan bu olumsuzlukları gidermelerini ve ilk
adımı barıştan yana atmalarını öğütlemektedir.
[128]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/301-304.
[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/304-307.
[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/307-308.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/309-313.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/313-315.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/315-316.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/316-326.
[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/326-327.
[9] Salavat kelimesine Hazin,
İbn Abbas, Razi ve Nesefi tarafından af; Kadı Beydavi tarfindan ise dua,
tezkiye \e af manası verilmiştir.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/327-328.
[11] Fahnıddin Razi, age, c. 4,
s. 98-99; İsfeharû, age, safa maddesi.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/328-331.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/331-333.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/333-335.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/335-337.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/337-339.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/339-340.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/340-345.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/345-348.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/348-352.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/353-356.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/356-358.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/359.
[24] Fahruddin Razi, age, c. 4,
s. 192.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/359-361.
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/361-364.
[27] Müslim, Zekat, 115.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/365-372.
[29] Bu müfessirlerin, Bakara/170
ayetiyle ilgili tefsirlerine bakılabilir.
[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/372-375.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/375-377.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/377-378.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/379-381.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/381-384.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/3884-385.
[36] Fahnıddin Razi, age, c. 4,
s. 257.
[37] Bu müfessirlerin Bakara/176
ayetiyle ilgili yorumlarına bakılabilir.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/386-391.
[39] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı
(trc. Cahit Koytak, Ahmed Ertüric); c. 1, s. 49, dibnot 146.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/391-395.
[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/396.
[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/396-401.
[43] Fahruddin Raâ, age, c. 4, s.
296-297.
[44] İbn Manzur, age, 'lübb'
maddesi; Hans Wehr, age, 'lübb' maddesi.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/402-403.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/404.
[47] Timizi, Vesaya, 5; İbn Mace,
Vesaya, 6.
[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/404-408.
[49] Zemahşeri, age, c. 1, s.
334; Fahruddin Razi, Hazin, Kadı Beydavi, Nesefi ve İbn Abbas da bu anlamı
benimsemektedir.
[50] Zemahşeri, age, c. 1, s.
334. Bütün müfessirier bu manayı vermektedir.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/408-411.
[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/412.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/412-413.
[54] Fahruddin Razi, age, c. 4,
s. 325.
[55] Elmalık Hamdi Yazır, age, c.
1, s. 520.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/414-417.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/417-418.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/418-420.
[59] Ramazan ayı" ile ilgili
izahlar için Fahruddin Razi ve Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirlerine bakılabilir.
[60] Buhari, İman, 28.
[61] Elmalık Hamdi Yazır, age, I,
s. 534.
[62] Ebu Davud, Savm, 7; Nesai,
Siyam, 14.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/420-426.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/427.
[65] Fahruddin Razi, age, c.
XX,
s.
279.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/427-431.
[67] Age,
XVII,
s.
292.
[68] Tirmizi, Dua, 1.
[69] Tirmizi, 3. surenin tefsiri,
16.
[70] İsfehani, age, s. 335, 451.
[71] Mevlana, Mesnevi ve Şerhi
(tercüme ve şerh: Abdiilbaki Gölpınarh), İstanbul, 1985, III, 375; b.
3092-3094.
448.
[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/431-447.
[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/447-450.
[74] Razi, age,
IV,
s.
391.
[75] Fahruddin Razi, age, c.
IV,
s.
393-394.
[76] Buhari, Tefsir, 2.
[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/450-459.
[78] Darimi, Mukaddime, 20;
Muvatta, İtikaf, 4.
[79] Ebu Davud, Savm, 80.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/459-462.
[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/462-465.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/465-467.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/468-472.
[84] İmam Gazâlî, İhya, IH, s.
10.
[85] Gazâlî, age, s. 10.
[86] Razi, age, c.
IV,
s.
426-427.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/472-476.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/476-477.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/478-482.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/482-484.
[91] Razi, age, c.
IV,
s.
438.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/484-487.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/487-490.
[94] Müfessirler, hitabın Hz.
Muhammed'e olduğu görüşündeler, biz ise Hz. İbrahim'e olduğu görüşündeyiz.
[95] Razi'ye göre, bu manayı Ebu
Ubeyde, İbnu's-Sıkkit, Zeccac ve İbn Kuteybe vermektedir.
[96] bu manayı Ferra vermiştir.
[97] Bu anlam İmam Şafii, İbn
Abbas ile İbn Ömer'den rivayet edilmiştir.
[98] Müslim, Hac, 80-84; Ebu
Davud, Menasik 86. Hadiste geçen "bir fark", 3.333 kg.'hk bir ölçü
birimidir.
[99] Razi, age, c.
IV,
s.
475.
[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/490-497.
[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/497-500.
[102] Razi, age, IV, s. 505-506.
[103] Razi (tbn Abbas'tan).
Cebrail haccın yapılış şeklini Hz. Adem'e öğretirken "Öğrendin mi?"
dediği için burası "Arafat" diye anıldı. Razi, başka rivayetler de
nakletmektedir. Ancak kesin bulmadığımız için buraya almıyoruz.
[104] Ebu Davud, Menasik, 68; İbn
Mace, Menasik, 57.
[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/501-505.
[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/505-506.
[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/506-507.
[108] İsfehani, age, 406-407.
[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/507-511.
[110] Razi, age, X/266-267.
[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/511-516.
[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/516-517.
[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/517-518.
[114] Age,s. 59; 186. dipnot.
[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/519-522.
[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/522-524.
[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/524-525.
[118] İbn Abbas, Nesefi ve
Muhammed Esed bu manayı benimsemiş, Bekir Sadak daha üstün, Sü leyman Ateş daha
ileri, Elnıalılı Hamdi Yazır daha önce manalarını vermişlerdir.
[119] Süleyman Ateş, age, c. 7, s.
134.
[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/525-531.
[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/531-537.
[122] Bkz. Bayraktar Bayraklı;
Farabi'de Devlet Felsefesi, İstanbul, 1983, s. 13-16.
[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/537-539.
[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/539-540.
[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/540-544.
[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/544-549.
[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/549.
[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/549-552.