Hz. Peygamberin Gönderilmesi Bir Nimettir: 3

Tezkiye Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 4

Anarsan Anılırsın: 5

Şükür Kelimesinin Kur'an'da Manaları: 5

Allah Sabredenlerle Beraberdir: 7

Şehitler Ölü Değildir: 8

Sabredilecek Hususlar: 8

Musibet Karşısında Gösterilecek Tavır: 12

Musibet Karşısında Allah'a Sığınanlara Üç Ödül: 13

Safa Ve Merve Allah'ın Nişanlarındandır: 13

Tatavvu Kavramının Kur'an'daki Manaları: 14

Delilleri Ve Hidayeti Gizleyenlere Allah Lanet Eder: 15

Tevbe, Düzelme Ve Doğruyu Açıklama: 16

Kafir Olarak Ölmek Laneti Getirir: 17

Yanlış Davranıştan Çevirecek Olan İnançtır: 17

Aklı Çalıştıran Bilgiler: 18

Besse Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 20

Sevgi-Şirk İlişkisi: 21

Son Pişmanlık Fayda Vermez: 22

Sebep Kelimesinin, Kur'an'da Manaları: 24

Helal Ve Temiz Yiyecekler: 25

Helal Kavramın Kur'an Manaları: 25

Tayyib Kavramının Kur'an'daki Manaları: 26

Şeytanın Yaptıkları: 27

İnsanlığın Baş Belası Taklit: 30

Duyu Organlarını Kullanamayanlar Hayvana Benzerler: 32

Yalnız Allah'a Kulluk Etmenin Alameti: 32

Hükümler Şartlara Göredir: 33

Allah'ın İndirdiğini Gizlemek: 34

Bu İnsanların Amellerinin Değerlendirilmesi: 35

Bu Ateşin Sebebi Nedir?. 35

Birr (İyi) Nedir?. 38

Kısas: 39

Kısas Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 39

Kısasta Hayat Vardır: 42

Vasiyet: 42

Hayr  Kavramının Kur'an'daki Manaları: 43

Vasiyetteki Hatayı Düzeltme: 44

Oruç: 45

Oruç Kelimesinin kur’an’daki  Manaları: 46

Oruçla İlgili Hükümler: 46

Sefer Kavramının Kur'an'daki Manaları: 47

Yutıkûne Kelimesinin Kur’an’daki Manaları: 48

Ramazan Ayı Ve Kur'an: 49

Allah'ın, Kuluna Yakınlığı Dua Ve İhtimal İlkesi: 51

Se-e-le Kelimesinin Kur'an'daki manaları: 52

Dua Kelimesinin Kur'an'daki manaları: 53

Rüşd Kavramın Kur'an'daki Manaları: 59

Oruç Hakkında Hükümler 61

İtikaf Kavramının Kur'an'daki Manaları: 64

Hadid Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 65

Haram Yemek: 66

Uğursuzluk Telakkisi: 67

Allah Savaşta Aşırı Gidenleri Sevmez: 69

Fitne Katilden Beterdir: 71

Fitne kavramının Kur'an'daki manaları: 71

Savaş Nereye Kadar Sürmeli?. 73

Karşılıklı Antlaşmalar: 74

Ekonomik İntihar: 75

Hac Ve Umrenin Esasları: 76

Hac Esnasında Yapılmaması Gereken Davranışlar: 79

Hacta Ticaret Yapmak Caizdir: 80

Hacda İstiğfar: 82

Ahiretten Nasibi Olmayanlar: 82

Kadâ Kavramının Kur'an'daki Manaları: 82

Nüsuk Kelimesinin Kur'an'daki manaları: 84

Dünya Ve Ahiret İyiliğini İstemek: 86

Herkes Yaptığının Karşılığını Bulur: 86

Zikir, Takva Ve Haşr: 87

Hasımların En Yamanı: 88

Kültür Ve Neslin Helaki: 89

Tevella Kelimesinin Kur'an'da manaları: 89

Hars Kavramının Kur'an'daki Manaları: 92

Nesil Kavramının Kur'an'daki Manaları: 94

Gurur Günaha Goturur: 95

Allah'ın Rızasını Elde Etmek: 95

Barış Dini: İslâm: 97

Barıştan Ayrılmak: 98

Zelle kelimesinin Kur'an'daki manaları: 99


Hz. Peygamberin Gönderilmesi Bir Nimettir:

 

151. Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi arındıran, size kitabı ve hikmeti talim edip bilmediklerini­zi öğreten bir resul gönderdik.

Bakara/129'da, Hz. İbrahim Yüce Allah'a neslinden peygamberler çıkar­ması için dua etmişti. Bu duada, dolaylı olarak, peygamberlerin görevlerinin neler olduğu da sıralanmıştı. Peygamberin görevleri Cuma/2'de de açıklan­maktadır. Her iki ayet de, Bakara/151 ayetine benzemektedir. Bu üç ayetin birbirinden farklı olan yönleri, son kısımlarının muhtevasıdır. Bakara/129 ayeti (Çünkü üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sen­sin) ifadesiyle biterken, Bakara/151 ayeti (Bilmediklerinizi size öğretir) ifadesiyle sona ermektedir. Çuma/2 ayeti ise,  (Şüphesiz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler) ifadesiyle son bul­maktadır. Âl-i Imran/164 ayeti de bu ayetlerin bir benzeridir. Bu dört ayetin ilk üçü Allah'ın peygamber göndermesini bir nimet olarak takdim etmektedir. Âl-i Imran/164 ayeti, buna açık bir şekilde işaret etmektedir:

(Andolsun  ki,  içlerinden  kendilerine  bir peygamber göndermekle, Allah mü'minlere büyük bir lütufta bulunmuştur).

Bu ayet, peygamberin gönderilmesinin bir lütuf, bir ihsan ve bir nimet ol­duğunu söylemektedir. Ayetin diğer bölümleri ise, yukarıdaki ayetlere ben­zemekte ve peygamberin görevlerini saymaktadır. Ayetin sonu, "(Halbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler) şeklindedir. Peygamberlerin gönderilmesiyle, sapıklık içinde olanların nasıl Allah'a yakın kullar haline geldiklerine dikkat çekilmektedir. Bu köklü deği­şim, insanlara Allah'ın ayetlerini okumak, onları arındırmak, kitabı ve hik­meti öğretmekle gerçekleşmiştir. Kitap ve hikmet öğretilmedikçe, insanların kalp ve beyinlerindeki yanlışlar temizlenmedikçe, sapıklıktan alıkoymak mümkün olmaz. Ayetlerde eğitim ve öğretim bir arada zikredilmektedir. Ayetlerin ibareleri birbirine çok yakın olsalar da, bulundukları muhteva içe­risinde, farklı vurgular taşımaktadırlar. Bakara/129'da, Hz. İbrahim'in duası­na yer verilirken; Bakara/15rde bir lütuf olarak gönderilen peygamberin mü'minlere karşı görevleri anlatılmaktadır. Cuma/2'de ise gönderilen pey­gamberin, sapkınlık içinde olanların kurtuluşları için yerine getireceği görev­ler açıklanmaktadır. Bakara/151 'de peygamberin müslümanlara karşı görev­leri; Cuma/2 ve Âl-i Imran/164'te ise, peygamberin sapkınlık içinde olan in­sanlara karşı vazifeleri anlatılmaktadır. Farklı inanç gruplarına karşı aynı gö­revleri yerine getirmelerinin bize göre bir anlamı da, peygamberliğin evren­sel boyutunu göstermesidir.

Peygamberlerin, farklı kültür ve inanç mensupları için farklı görevleri ol­sa bile, Allah'ın ayetlerini okumak, insanları arındırmak, kitabı ve hikmeti öğretmek gibi önemli görevler, gruplar üstü bir nitelik taşımaktadırlar. Müs­lümanlar, inanmış olmaları nedeniyle, peygamberin bu görevlerinin sınırlan dışında kalmazlar. Peygamberin bu görevlerinden müstesna olan herhangi bir fert veya grup yoktur.

1- (Nitekim kendi içinizden size resul gönderdik).

Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz: Kitabı öğretip toplumu eği­tecek ve dinî eğitim verecek olan peygamber, o toplumun içinden seçilmekte­dir. O peygamberin öğretileri elbette ki başka toplumlara da yayılacak, fakat, çıktığı ve faaliyet gösterdiği toplum, öncelikle kendi toplumudur. Yüce Al­lah'ın bu kanununu günümüz eğitim ve siyaset alanına da uyarlayabiliriz.

En iyi eğitimci, toplumun içinden çıkan eğitimcidir. Eğitimcinin, içinde ye­tiştiği toplumun dışındaki bir toplumu eğitmesi çok zordur. Ana dil ile eğitimi, ancak aynı toplumdan yetişen eğitimciler yapabilirler. Ibrahim/4'te Yüce Al­lah, peygamberleri kendi toplumlarının dili ile gönderme sebebini açıkça bil­dirmektedir. Ki bundan, verilen mesajı toplumun iyice anlayabilmesi için, ana dil ile eğitimin farz olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bir toplumun dilini en iyi bilenler, o toplumun içinden çıkan eğitimcilerdir. Bakara/151 ayetinin birinci bölümü ile Ibrahim/4 ayetini bir araya getirirsek bir toplumun, kendi ana dili ile eğitilmesinin zorunlu olduğu ortaya çıkar. Bu, bizzat Allah'ın koyduğu ve uyduğu bir kanundur. Toplumların bu konuda seçenekleri yoktur. Bu kuralı uy­gulamak, eğitim sisteminin olmazsa olmazını teşkil etmektedir. Onun içindir ki Yüce Allah, "Kendi içinizden size resul gönderdik" ifadesini bu ayetin ba­şına yerleştirerek, bunu, önemli bir nimet olarak takdim etmiştir.

2. (Size ayetlerimizi okur).

Allah'ın ayetlerini insanlara okumak, peygamberlerin başta gelen görev­lerindendir. Ayetler, Allah'ın hükmünü, emrini ve kanununu ifade etmektedir. Peygamber, bir hüküm ve bir kanun koyamayacağı için Yüce Allah "Bizim ayetlerimizi size okur" ifadesini ayetin ikinci bölümüne yerleştirmiştir.

Ayetteki resul kelimesi, 'elçi' demektir. Elçi, kendisini gönderenin mesa­jını, -kendi fikrini karıştırmadan- olduğu gibi karşı tarafa aktarmakla yü­kümlüdür. Mesela: Bir devletin başka bir devlete gönderdiği elçi, kendi dev-letinin mesajlannı, -hiç müdahale etmeden- olduğu gibi karşı tarafa aktar­mak mecburiyetindedir. Peygamberler de Allah'ın beşerî aleme tayin ettiği elçilerdir. Bu elçiler, Allah'ın ayetlerini/mesajını, olduğu gibi insanlara oku­yup aktarmakla görevlidirler.

3. (sizi temizler) ifadesindeki tezkiye kelimesinin kökü zekka olup büyümek, gelişmek, artmak, kalbi tertemiz olmak, adil olmak, doğru ve iyi olmak, layık olmak, uygun olmak, beğendirmek, temizlemek, terbiye et­mek manalarına gelmektedir.

İsim olarak, temizlik, iffet, nezih, suçsuzluk, hatasızlık, günahsızlık, ma­sumiyet anlamlarını ifade etmektedir.

Bu kavramın Kur'an ayetlerinde çok küçük mana farklarıyla yer aldığına şahit oluyoruz. [1]

 

Tezkiye Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Temiz kalmak

Nur/21'de bu anlamda yer almaktadır:

Eğer üzerinizde Allah'ın lütfü ve merhameti olmasaydı, içinizden hiçbir kim­se asla temiz kalamazdı.

Buradaki temizlik, topluma yayılan bir pisliğe bulaşmamayı ifade etmek­tedir. Topluma yayılan pisliğe bulaşmamak, Allah'ın lütfü ve merhameti sa­yesinde gerçekleşebilir.

2.  Nefsi temizleme

Yüce Allah nefse hem takvasını, hem de fücurunu yerleştirmiş; nefsini te­mizleyen insanın da felaha ereceğini bildirmiştir. Ayette geçen felah kavra­mı, kurtuluş ve zafer anlamlarına gelir. Kişiliği/nefsi kötülükten, günah ve kirden arındırmak en büyük zaferdir. Nefisle mücadelede insanı zafere, yani kurtuluşa götüren temizliğe tezkiye denmektedir.

3. Haklı çıkarmak

Zekka kelimesi, insanın kendisini temize çıkarması anlamına da gelmek­tedir. Yüce Allah insanın durumunu çamurdan yaratılışından itibaren bildiği­ni, yanlışa bulaşmadan yaşamasının zor olacağını beyan ettikten sonra şöyle buyurmaktadır:

(Bunun için kendinizi temize çıkarmayın, çünkü O, sa­kınanı daha iyi bilir). [Necm/32]

insan Allah karşısında kendini temize çıkarmamalıdır. Çünkü Allah insa­nın her an hata yapabileceğini çok iyi bilmektedir.

4. Günahtan temizlemek

Yüce Allah bazı ibadetleri, insanın ruhunu temizlemek için emrettiğini Tevbe/103'te ifade buyurmaktadır:

Onların mallarından sadaka al; bununla onları temizlersin, onları arıtıp yücel­tirsin.

Ayetteki birinci temizlik, fakirin hakkını vererek malı temizlemeyi, ikinci temizlik de manevî arınma ve yücelmeyi ifade etmektedir.

5. Geliştirmek

Kur'an, manevî/ruhî anlayışı geliştirmeyi de tezkiye kelimesiyle ifade et­mektedir:

Sana kim bildirdi? Belki o, ruhî anlayışını geliştirecekti. [Abese/3]

Ruhunu temizleyebilmesi için insanın öncelikle anlayışını geliştirmesi ge­rekiyor. Ruhundaki, yani nefis ve gönlündeki kirlerin, farkına varmadan te­mizleme işlemini gerçekleştirmesi mümkün değildir.

6.  İyi

Kehf/19'da 'iyi' anlamında yer almaktadır: (Baksın hangi yiyecek daha iyidir).

Ayette ezka kalıbında yer almaktadır. "Daha iyi" veya "daha temiz" şek­linde tercüme edilebilir.

7.  Mübarek

İnsan yavrusu için kullanılınca "mübarek" anlamına gelmektedir:

(Melek, "Ben sadece, sana mübarek bir erkek çocuk bağışlamak için, Rabbinin elçisiyim" dedi). [Meryem/19]

Ayetteki "mübarek çocuk" ifadesiyle, Hz. İsa kasdedilmektedir.

8. Günahsız

Hz. Musa, ilm-i ledun sahibi kişi ile yolculuk ederken, bir erkek çocuğa rastlarlar. Dm-i ledun sahibi kişi, çocuğu öldürür. Bunun üzerine Hz. Musa ona,  (Günahsız bir cana kıydın ha!) der.

Buluğ çağına ermediği için yaptıklarından sorumlu olmayan çocuğun günahsızlığı da aynı kavram ile ifade edilmektedir. Buradaki "günahsız" keli­mesi yerine "suçsuz" kelimesinin konması da mümkündür.

Bakara/15l'de yer alan {ve yüzekkîkum=sizi temizler) ifadesi bir eğitim faaliyetidir. Ayette temizlemek, geliştirmek, günahtan arındırmak an­lamındaki tezkiye kavramının, öncesinde "okumak", sonrasında da "öğret­mek" faaliyeti yer almaktadır. Öğretimle eğitimin bir araya geldiği bu ayet, öğretimsiz bir eğitim ve arındırmanın olamayacağını göstermektedir, insanı arındırmak için önce onun beynine bazı bilgi tohumlarının ekilmesi gerekir.

Ayette sözü edilen temizleme faaliyeti, insanı cehaletin, şirkin, günahın, düşmanlık ve kinin kara bulutlarından temizlemeyi ifade etmektedir. Bu ka­ra bulutlar insanın dış alemini kirlettiği gibi, iç alemini de kirletmektedir. İn­sanın iç alemindeki manevî çevreyi, onların kirinden temizlemedikçe, temiz­likten bahsetmek mümkün olmayacaktır. Birer eğitimci olan peygamberler, öğretim faaliyetlerini sürdürürken, ruhları temizlemeyi amaç edinmişlerdir. Bu görev ve amacı onlar için Yüce Allah belirlemiştir. Eğitimin en temel amacı olan temizliğe giden yollar, dikenlerle kaplıdır; o yolların temizlenme­si, ancak insanın beynine, kalbine ve nefsine ulaşılması ve arındırılması ile mümkün olabilir.

4. (Size kitabı ve hikmeti öğretir).

Peygamberin bir diğer görevi de, Allah'ın kitabını ve hikmeti öğretmektir. Kitap ve hikmeti öğretme faaliyeti, beyinle alakalı bir öğretim faaliyetidir. Bakara/2'de kitabın ne manaya geldiğini açıklamıştık. Hikmetin manasını ise daha sonra derinlemesine açıklayacağız. Allah'ın ayetlerini insanlara oku­mak, kitap ve hikmeti öğretmek gibi yüksek düzeyde bir öğretim faaliyetinin amacı ruhların temizlenmesidir. Bilgi ve hikmetin olduğu yerde, manevî kir­lilik bulunmaz.

5. (Bilmediklerinizi size öğretir).

İnsana bilmediklerini öğretmek, hem hale, hem de istikbale yöneliktir. Alak/5'te Yüce Allah, öğretim sürecinin bu kısmını şöyle ifade etmektedir

(İnsana bilmediğini öğretti).

İnsana bilmediklerini öğretmek, ilahî öğretimin en önemli kısmını teşkil etmektedir. Aynı durum peygamberlerin öğretim faaliyeti için de geçerlidir. Onlar da, insanlara bilmediklerini öğretmektedirler. Demek ki peygamberler,

Allah'ın tatbikatını yeryüzüne yansıtmaktadırlar.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, öğrencilere veya halka bilmedikleri­ni öğreten ilim adamları, bir taraftan Allah'ın öğretim faaliyetini yaşatmış, di­ğer taraftan da peygamberlerin sünnetini takip etmiş oluyorlar.

Bilinmeyeni öğretmek, insan için karanlık olan bir noktayı aydınlatmak; bilginin ışığını oraya taşımaktır. Bilinmeyen meseleler bilinir hale getiril­mezse, insanlığın ilerlemesi mümkün değildir. Medeniyeti geliştiren, kültürü zenginleştiren ve insanı geleceğin varlığı yapan faktör, bilinmeyenlerin bili­nir hale getirilmesidir, insanların bildiklerini aşmaya çaba göstermeden, on­ları sürekli tekrar etmeleri, zamanla taklidi ve onun neticesinde de çürümeyi getirir. Bilinenlere yenilerini ilave etmek, bilinenleri sorgulamak, yeni ve da­ha kaliteli olanın peşinde koşmak, eğitimcilerin sevdası olmalıdır. Bu sevda, cehaletin karanlığını aydınlığa dönüştürecektir. [2]

 

Anarsan Anılırsın:

 

152. Öyleyse beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükre­din, sakın bana nankörlük etmeyin.

Ayette zikr, şükr ve küfr kavranılan işlenmektedir. 'Anın' ve 'şükredin' şeklinde iki olumlu, "nankörlük etmeyin" şeklinde bir de olumsuz emir ve­rilmektedir. Şimdi bu emirlerin açıklamasını yapabiliriz.

1. (Öyleyse beni anın ki, bende sizi anayım).

Ayetin bu kısmı, anmanın karşılıklı olduğunu ifade etmektedir: Bir taraf­ta beşerin Allah'ı anması, diğer tarafta Allah'ın beşeri anması. Yüce Allah in­sanları anmayı, "Öyleyse beni anın ki, ben de sizi anayım" buyurarak şarta bağlamıştır. Anma konusunda kulun iradesi tecelli etmeyince, ilahî irade de tecelli etmemektedir. Ayetin bu kısmı şu gerçeğe de işaret etmektedir Anma fiili o kadar önemlidir ki onda, ilahî irade ile beşerî irade birlikte bulunmak­tadır. Kendi içlerinden insanlara ayetlerini okuyacak, onları temizleyecek, kitap ve hikmeti talim edip bilmediklerini öğretecek peygamber göndermiş ol­ması, Allah'ın anılmaya layık olduğunu göstermektedir.

Bu anma ahlâkını insanlara, 151. ayette bildirilen görevleri yerine getire­cek olan peygamber kazandıracaktır. 151. ayette yer alan temizleme görevi­nin içinde bulunan bu anma olgusu, sahte tanrıların bir kenara atılıp Allah'ın anılmasıyla gönlün şirk kirinden temizlenmesini ifade etmektedir. İnsanlara bilmediklerini öğretmek görevi de anmayı kapsamaktadır. Yoksa, insan Al­lah'ı anmadıkça, Allah'ın da insanı anmayacağını insanlar nereden bilecekler­di? Peygamberimiz bunları insanlara Kur'an vasıtasıyla öğretmiştir.

Ayetin bu kısmından sosyal ilişkilere geçersek şu gerçeği yakalamamız mümkün olacaktır: Çocukların ebeveynlerini, bir milletin kendi büyüklerini, öğrencilerin de öğretmenlerini hatırlayıp anmaları çok büyük bir erdemdir. Bu kültürün temelini bu ayet atmaktadır. Böyle bir kültürün insanlar arasın­da oluşabilmesi için, Yüce Allah, insanlara Rablerini anma alışkanlığını ka­zandırmak için böyle bir emir vermektedir. Allah'ı anma alışkanlığını kaza­namayan bir insanın; ana-babasını, öğretmenini, devlet büyüklerini hatırla­yıp anması çok zor bir iştir. Bu zorluğu ortadan kaldırabilmek için, din eğiti­mi vasıtasıyla Allah'ı anmanın bir ibadet olduğu şuurunu insanlara kazandır­mak gerekir.

Ferdî/psikolojik anlamda hatırlamanın eğitim açısından çok büyük etkin­liği vardır. Ekonomik, siyasî veya sosyal statü bakımından ulaştığı seviyede, geçmişini hatırlayıp anmayan insanlar, kibir psikolojisi geliştirip ne oldum delisi olurlar. Kendi altında yer alan insanlara yukarıdan bakarak ezmeye ve zulmetmeye çalışırlar. Geçmişini hatırlayıp ananlarda ise sağlıklı ve dengeli bir davranış şekli gelişir. İnsan geçmişteki durumunu, ızdıraplannı, seviyesi­ni asla unutmamalı, bunları bir hayat tecrübesi olarak hatırlayıp armalıdır. Geçmişlerini hatırlayanlar, hazımlı insanlardır.

2. (Bana şükredin).

Şükür verilen nimete, yapılan iyilik ve ihsana karşılık teşekkür etmektir. Sözlükte; karşılığını vermek, devenin memesinin süüe dolması, ağacın küçük filizler sürmesi, bulutun dolu olması, cimriliği bırakıp cömert olmak, yağmu­run şiddetlenmesi, rüzgarın yağmuru getirmesi, minnettar olmak, müteşekkir olmak, hamd etmek, tebcil etmek ve büyütmek anlamına gelmektedir. [3]

 

Şükür Kelimesinin Kur'an'da Manaları:

 

1. Şükür nimeti arttırır

Şükür, dil, gönül ve davranışlarla yapılan bir ibadettir. "Devenin memesi­nin süüe dolması" manasından hareket ederek diyebiliriz ki, şükür, insanın gönlünün Allah'ın nimetlerine karşı minnettarlıkla dolmasıdır. Hamd ile meş­gul olan dil, minnettarlıkla dolan gönül ve nimetlere karşı devamlı ibadet eden organlar, ilahî nimetleri, rüzgarın yağmuru indirmesi gibi kula indire­cektir.

Şükrün nimeti artıran bir ibadet olduğunu İbrahim suresinden öğrenmek­teyiz:

Hatırlayın ki, Rabbiniz size, "Eğer şükrederseniz, elbette nimetimi artıraca­ğım ve eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir" diye bildirmişti. [İbrahim/7]

Demek ki, şükür ilahî nzık hazinesinin kapısını açmakta, insanın dünya­sını nimetle doldurmakta ve ilahî takdiri artırmadan yana etkilemektedir.

2. Şükür, ilahî imtihanda, kuldan beklenen bir tavırdır

Burası imtihan dünyasıdır. Ahiretteki dereceler, bu imtihanda gösterilecek başarıya bağlıdır. Allah kulunu her an bir çok konuda imtihan etmektedir. Bu konulardan biri de şükürdür. Neml/40 ayeti buna işaret etmektedir

Süleyman, "Bu, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye be­ni imtihan etmek üzere Rabbimin lütfundandır" dedi.

Hz. Süleyman, Belkıs'ın tahtinı önünde görünce, bunun bir imtihan oldu­ğunu anladı. Allah'ın lütuf ve ihsanına karşı şükretmesi gerektiğini idrak etti ve şükrün iyi, nankörlüğün kötü olduğunu vurguladı.

ilahî lütuf, ihsan ve nzıklandırma, bir imtihandır. Bu imtihanda başarılı olmanın en emin yolu şükretmektir. Şükretmeyen bir insan, bu imtihanı ge­çemez.

3. Şükür çalışmaktır.

Allah'ın verdiği nimetleri yerli yerinde kullanmak, onlardan yeni şeyler üretmek ve yeni ufuklara ulaşmak için çalışmak şükürdür. Yüce Allah'ın bi­ze verdiği zihnî ve maddî güçleri iyi alanlarda kullanmak, bir bakıma şükür­dür. Şükrün bu manası hem Zebur'da, hem de Kur'an'da yer almaktadır. Sebe/13 ayetinden, Zebur'da çalışmanın şükür olarak değerlendirildiğini anla­maktayız:

Cinler Süleyman'a kalelerden, heykellerden, havuzlar kadar leğenlerden, sabit kazanlardan ne dilerse yaparlardı. Ey Davud ailesi! Şükretmek için çalışın. Kullarımdan şükreden azdır.

Maddeye şekil vermek, demiri, bakın ve benzeri madenleri işleyerek in­sanlığın hizmetine sunmak ve hayatı kolaylaştırmak gibi teknolojik üretim, ilahî nimetin işlenmesi anlamında bir şükürdür.

4.  Şükür iman etmektir

Şükür kelimesinin özünde "inanmak" manasının da bulunduğunu İn-san/3'ten öğrenmekteyiz:

Şüphesiz biz ona yolu gösterdik; ister inansın, ister inkar etsin.

Zemahşeri, ayetteki şükür kelimesini "iman etmek" manasına almıştır. Fahruddin Razi ise bu konuyu tartışmış, şükür kelimesine "iman etmek" ma­nasını verenlerin görüşlerini naklettikten sonra, kendisinin farklı bir yol izle­diğini açıklamıştır.

İnsan/4'te geçen "kafirler" kavramına "inkar edenler" manasını yermek uygun ise, 3. ayette geçen "küfür" kelimesine de 'inkar' manası vermek uy­gun olur. O zaman, 3. ayetteki şükür kelimesinin açılımı, inkarın zıttı olan "iman" olur. Bu durumda, şükür kelimesine 'inanmak' manasını vermenin yerinde olduğu anlaşılır. Böylece iman ile şükrün arasında çok ince ve yakın bir ilişki olduğu anlaşılır.

5.  Şükür, Allah'ın iyi ameli kabul etmesidir

Şükür kelimesi Yüce Allah'ın fiili olarak kullanıldığında, kabul etmek ma­nasına gelir. Isra suresinde bu manayı bulabiliriz:

Kim ahiren" diler ve bir mü'min olarak ona yaraşır çaba ile çalışırsa, işte bun­ların çalışmaları makbuldür. [İsra/19]

Ayetteki ifadesi, "Onların gayreti kabul edilmiştir" ma­nasına gelir. Demek ki şükür kelimesi meşkur kalıbında alınınca, bir bakıma kulun yaptığı amelin, Allah tarafından kabul edilmesi anlamına gelmektedir.

Buradaki "kabul etme" ile "iman etmek" arasında bir mana benzerliği mevcuttur. İnsan/3'teki şükür, kulun Allah'a inanması demektir. Bununla birlikte, İsra/19'daki meşkur kelimesine iman etmek manasını vermek mümkün değildir. Çünkü, Allah iman etmez, kulunun amelini kabul eder, kul için kul­lanıldığında şükür kelimesine "iman etmek" manası verilebilirse de, Allah için kullanıldığında ancak kabul etmek manası söz konusu olabilir.

6. Değerlendirmek

Şükür kelimesi şekûr kalıbında Allah için kullanıldığında, kulun amelini değerlendirmek, takdir etmek manasına gelir. Teğabun/17'de bu anlamda kul­lanılmıştır:

Eğer Allah'a ödünç verirseniz, Allah onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağış­lar. Allah amelleri değerlendiren ve ceza vermekte acele etmeyendir.

Allah'ın şükretmesi, amelleri değerlendirmesi manasını ifade eder. Baka-ra/152'de "Beni anın ki ben de sizi anayım" yerine "Bana şükredin ki ben de size şükredeyim" buyurulmamıştır. Allah, şükrü kendisine izafe ettiği ayet­lerde, bu kelimeye "amelleri değerlendiren" anlamını yüklemektedir. Şükür kelimesinin özünde, yapılanı değerlendiren kimsenin şükretmiş olacağı anla­mı vardır.

Allah'ın lütuf, ihsan ve nimetlerini takdir edip değerlendiren kimse şük­retmiş; takdir etmeyen kimse ise şükretmemiş demektir. Şükür ibadeti, takdir duygusu ve bilincinin üzerinde yükselmekte ve ondan beslenmektedir. Yapı­lanı takdir etme ne derece büyük bir erdem ise, şükür de o nisbette büyük bir ibadettir.

Allah'ın verdiği nimetleri, kulun takdir etmesi, kabullenmesi, o nimeti ve­rene inanması, o nimetleri artırmak için çalışması, o nimetlerin bir imtihan vesilesi olduğunu bilmesi, Allah'a yapılan şükrü ifade etmektedir. Bu şükrü yaparken kul, -İsfehanînin dediği gibi- kalbini, dilini ve organlarını hareke­te geçirmelidir.

İlahî eğitim, kulun, iyilik ve ihsana karşı minnettarlık duymasını, bunu dili ile ifade etmesini, ibadeüeriyle de eyleme dönüştürmesini sağlamayı gaye edin­mektedir. Bunların eğitimi yapılmadan, din eğitimi hedefine ulaşamaz. Bu ne­denle Kur'an, sadece Allah'a şükretmeyi farz kılmaz; insanın insana olan teşekkürünü de ele alır ve onu da insanın insana karşı görevleri arasında sayar.

Yüce Allah Lokman suresinde kendisine ve ana-babaya şükretmenin öne­mine işaret etmektedir:

Biz insana, ana-babasina iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Çünkü anası onu nice sıkıntılara katlanarak taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. Önce. hana, sonra da ana-bahana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak banadır. [Lokman/14]

Ana-babanın yaptıklarının çocuklar tarafından takdir edilmesi, dil ve dav­ranışlarla ifade edilmesi şükürdür. Önce Allah'a, sonra ana-babaya şükretme­nin farz olduğunu bilmek ve bunu yerine getirmek gerekir. Ana-babalar, yap­tıklarına karşılık istemeseler de, Yüce Allah, yapılanlara mukabil ana-baba­ya şükretmeyi çocuklara farz kılmıştır.

İyilik, teşekkür için değil, Allah rızası için yapmalıdır. İnsan/8-9'da bu hu­susa dikkat çekilmektedir:

Onlar, kendi canlan çekmesine rağmen, yemeği yoksula, yetime ve esire ye-dirirler. "Biz sizi Allah nzası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz".

İyiliği yapan teşekkür beklememeli, fakat kendisine iyilik yapılan kişi te­şekkür etmelidir.

Şükretmek için, Allah'a dua edip yardım dilemek de bir usûldür. Şükret­meyi kendisine nasip etmesi için Allah'a dua edilmelidir. Ahkaf/15'te buna işaret edimektedir:

3. (Bana nankörlük etmeyin).

Nankörlük ve inkar küfr kavramı ile ifade edilmektedir, inkar ile nankör­lük birbirine yakın iki kötü davranıştır. Nankörlük inkarın bir alt basamağı olarak kabul edilebilir. Nankörlük ve inkar psikolojisi aynı kaynaklı olduğu, sebep ve sonuçlan arasında da benzerlik bulunduğu için, aynı kavramla ifa­de edilirler.

Bakara/152'de yer alan üç ana konuya baktığımızda, nankörlüğü neyin önleyeceğini anlarız. Allah'ı anan ve O'na şükreden insan, nankör olamaz. Onun için ayette ilk olarak Allah'ı anma, ikinci olarak da O'na şükretme zik­redilmiştir. Bu iki olumlu emirden sonra bir de olumsuz emir gelmektedir "Bana nankörlük etmeyin".

Şimdi şu genellemeyi yapabiliriz: Günah ve yasak olan bir davranış, an­cak olumlu iki davranışla ortadan kaldırılabilir. Kötülükle ancak onun iki ka­tı iyilik yapılarak mücadele edilebilir. Bunu insan psikolojisine uyarlarsak diyebiliriz ki, nefisle, ancak beyin ve gönlü devreye sokarak mücadele edilebi­lir, insanın nefsanî arzulan çok güçlüdür. Akıl ve gönül boyutlu davranışlar üretmedikçe, onlarla mücadele edilemez.

Bakara/152'deki "anmak" beyin işi, "şükretmek" ise gönül işidir. Nefsin işi olan nankörlükle, ancak beynin işi ile gönlün işini bir araya getirmek su­retiyle mücadele edilebileceğine işaret eden bu ayet, kötülükle mücadele et­menin metodunu öğretmektedir.

Yüce Allah, önce, insanda iki olumlu davranışın oluşmasını istemektedir. Bunlar, anma ve şükürdür. Ancak bu ikisinden sonra nankörlük yasaklan­maktadır. Olumlu davranış ve değerlerin olmadığı yerden, olumsuzların ko­vulması mümkün değildir. Vücudu hasta eden olumsuz mikroplan ortadan kaldırmak için, olumlu mikroplar üretmek şartör. Vücudun hastalanmaması için aşı yapılması gibi, insanın nankör olmaması için de "anma" ve "şükür" aşılan yapılmaktadır. Bunlar vasıtasıyla kulun bağışıklık sistemi -nankörlük hastalığına karşı- canlı tutulmaktadır. [4]

 

Allah Sabredenlerle Beraberdir:

 

153. Ey iman edenler! Sabır ve salat (dua-niyaz) ile yar­dım elde etmeye çalışın. Çünkü Allah sabredenlerle bera­berdir.

Bu ayetin bir önceki ayetle sıkı bir ilişkisi vardır. Nankörlüğe karşı müca­dele verilebilmesi için, Allah'ı anma ve şükrün yaraşıra, başka güçlere de ihti­yaç vardır. Sabır ve salat (dua-namaz) ile, hatırlama ve şükrün harekete geçi­rilmesi gerekir. Bakara/45'in ilk bölümü de sabır ve ibadet ile yardım istemeye tahsis edilmişti. İki ayet arasındaki lafız farklılığı, 45. ayetin, namazın, Allah'a saygı duyanlar dışındakilere ağır geleceği ifadesi ile bitmesine karşılık, 153. ayetin, Allah'ın, sabredenlerle beraber olduğu vurgulanarak son bulmasıdır.

Şimdi (Allah sabredenlerle beraberdir) [Bakara/153] ifade­sinin açıklamasını yapabiliriz: Yüce Allah çeşitli amelleri yerine getirenlerle, muttaki ve muhsinlerle [Nahl/128] beraber olduğunu müjdelemektedir. Sa­bırla, niyazla, yahut namazla Allah'ın yardımını istemek, veya Allah'ın bera­berliğini kazanabilmek için sabır ve namaza sığınmak, ruh olgunluğu ve problemlere çare aramak bakımından çok önemli eylemlerdir. Allah'ın bera­berliğine giden yol, sabır ve niyazdan geçmekte ve bu ruhsal eylemler, insa­nın sığınağı olmaktadır. Sosyal ve psikolojik problemlerin ağır baskısından ve nankörlük psikolojisinden kurtulmak için sabır ve niyaz gibi ruhî olgun­luk şarttır.

Bakara/153'te yer alan "Allah sabredenlerle beraberdir" ifadesi, aklımıza, bu beraberliğin niteliği hakkında bir soru getirmektedir. Bu beraberliğin ni­teliği, Âl-i Imran/146'da açığa kavuşturulmaktadır:

(Allah sabredenleri sever).

Demek ki beraberlik, sevgi iledir. Allah'ın sevgisini kazanmak, beraberli­ğini kazanmaktır. Sevgi olmadan beraberlik olmaz. Düşmanlara karşı gevşek­lik göstermemek, boyun eğmemek bir sabır işidir. Buradaki düşman kavramı, bayrağına, vatanına ve canına kastedenlerin yanısıra, kültürünü yozlaştırmaya çalışanları da kapsamaktadır. Vatanına, milletine, bağımsızlığına, namus ve kültürüne saldıran insanlara karşı mücadelede ayakta kalabilmek için, kulun çabası yeterli olmayabilir. İşle o zaman Allah'ın yardımını dilemek gerekir.

Bakara/153'teki salat kavramını "dua/niyaz" olarak tercüme etmemizin uygun olduğu Âl-i İmran/147'den anlaşılmaktadır:

Sabredenlerin sözleri, sadece şöyle demekten ibarettir: "Ey Rabbimiz! Gü­nahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı sabit kıl; kafir­ler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl".

Bu ayet, salât, yani dua ile nasıl sığınılacağının ve Allah'tan nasıl yardım isteneceğinin formülünü vermektedir. Dua ile Allah'tan yardım dilemenin ba­samakları bu ayette şöyle belirlenmektedir Günahların ve işlerdeki taşkınhk-lann bağışlanmasını dilemek, ayakların sabit kılınmasını dilemek. Yardım ve zaferin merhaleleri işte bunlardır. Sabredip Allah'ın sevgisini kazananlar, bu duayı yaparlar veya yapma hakkını elde ederler. Bunun üzerine Allah da on­lara, dünya nimetini ve ahiret sevabını verir. [Âl-i Imran/148] [5]

 

Şehitler Ölü Değildir:

 

154. Allah yolunda öldürülenlere, ölüler demeyin; tam tersine onlar diridirler, fakat siz anlayamazsınız.

Bu ayeti üç bölüme ayırarak açıklamaya çalışacağız.

1. (Allah yolunda öldürülenlere, ölüler demeyin).

Yüce Allah'ın koyduğu evrensel değerleri savunurken bazı insanlar hayat­larını kaybedebilirler. İyi uğruna verilen mücadeleler, Allah'ın yolunda veri­len mücadeleler anlamına gelmektedir. Allah'ın yolu, aklın, imanın, sevginin, bilginin, iyinin, güzelin, adalet ve hakkın yoludur. Bunlar uğrunda mücadele etmek, Allah yolunda mücadele etmenin ta kendisidir.

Açık büyük yol, delil, çare, sebep, umumi su içme yeri manasına gelen se­bil, suçluların yolu, müfsiüerin yolu, doğru yol, azgınlık yolu gibi tamlama­larda çeşitli kavramlarla bir araya gelmektedir.

Yorumunu yaptığımız ayette, uğruna ölünecek "Allah'ın yolu"nu ifade et­mektedir. Yüce Allah, ayetin bu kısmında, kendi uğrunda mücadele verip öl­dürülenlere 'ölü' denmemesini emretmektedir.

Halbuki Enbiya/35 ve Ankebut/57'de (Her nefis ölümü tada­caktır), Zümer/30'da da, '$%£&££!&, (Elbette sen öleceksin ve elbette onlar da öleceklerdir) buyurulmaktadır.

Hz. Peygamber de dahil bütün canlıların öleceği belirtildiği halde, şehide ölü denmemesi çok manidardır. Allah yolunda şehit olan insanlara ölü diye­meyeceğimize göre, ne dememiz gerekiyor veya onların durumu nedir? Bu sorunun cevabı ayetin devamında verilmektedir:

2. (Onlar diridirler).

Bu ayette, dirilik ve ölüme farklı bir mana yüklenmektedir. Bir kimsenin Allah uğrunda can vermesi, öldüğü anlamına gelmez. Bu anlamda ölü ya da diri olmayı belirleyen durum, canın çıkması değil, kişinin hangi amaç uğruna can verdiğidir. Allah uğruna verilen mücadele sonunda hayatını kaybeden insan, aslında diridir.

3. (Fakat siz onu anlayamazsınız).

Yüce Allah, canı bedeninden ayrılan bir insanın hayatta olduğunu anlama­nın, insan idrakini aşacağını ifade buyurmaktadır. Demek ki, bir ruh ile be­denin içice olduğu bir dirilik; bir de ruh ve bedenin ayrı olduğu bir dirilik vardır. İşte Allah Teala bu tür diriliğin, insan aklının sınırlarını aştığını ve bu nedenle de kavranamayacağını bildirmektedir.

Bu ayetle insanın, canını ne uğruna vermesi gerektiği öğretilmekte; uğru­na can verilen şeye göre insanın Allah katında derece kazanacağına işaret edilmektedir. Diğer taraftan, mücadelenin niyete göre değerlendirileceğine de dikkat çekilmektedir.

Ayrıca bu ayette, insanlık şerefini ayakta tutan evrensel değerleri savun­maya da teşvik vardır. Dünya hayatında, iyi ile kötü arasındaki mücadelede tavrım iyiden yana koyup ölenler, bizim farkında olmadığımız bir hayatı ya­şayan dirilerdir. Ölene ölümsüzlük ödülünü kazandıran bu şerefli mücadele, aslında insanlığa da can vermektedir. [6]

 

Sabredilecek Hususlar:

 

155. Elbette sizi, korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenlere müjdele.

Ayetin başında yer alan imtihan/deneme/sınanma kavramı şimdiki zaman kalıbında kullanılmış, aynca, başına da kuvvetlendirici lam harfi getirilmiş­tir. Bir fiilin şimdiki Tamsa kipinin başına kuvvetlendirici bir edat gelirse, o fiile üç boyutlu bir anlam kazandırır. Bunu göz önünde bulundurursak, "El­bette sizi ... imtihan ederiz" ibaresini, "Sizi imtihan ettik, ediyoruz ve edeceğiz" şeklinde anlamamız daha uygun olur. Böylece mana, geçmişi, hali ve geleceği içine alan bir süreci ifade etmiş olur.

Dün tahsil etmenin beşikten mezara kadar uzanan bir faaliyet süreci olma­sı gibi, imtihan da devam eden bir süreçtir. Bu süreç, insanlığın geçmişini, halini ve geleceğini kapsamakta ve kıyamete kadar uzanmaktadır. Yüce Al­lah imtihan ettiği konuya uygun sual sormaktadır.

Mesela: insanların kötü yoldan dönmeleri için onları iyilik ve kötülük so­rularıyla imtihan [A'raf/168]; kimin daha iyi davranışta bulunacağını tesbit etmek için, dünya süsü, varlık ve yoklukla imtihan [Kehf/7, Mülk/2]; verilen nimetler konusunda imtihan [Maide/48, En'am/165]; ahde vefa, güçlü olduk­larından dolayı zayıf toplumlara zulüm yapıp yapmadıkları konusunda imti­han [Nahl/92]; şükür ve nankörlük konusunda Belkıs'ın tahtını getirmekle imtihan [Neml/40]; mal, nefis ve duyulan haberler konusunda imtihan [Âl-i İmran/186]; bilgi konusunda imtihan [Bakara/124]; ikram ederek veya malı noksanlaştırarak imtihan [Fecr/15-16]; duyu organlarıyla imtihan [İnsan/2]; kalp ve gönül imtihanı [Âl-i Imran/145] gibi konular, insanın tabi tutulduğu bazı sınanma alanlarıdır.

Bu ayetlerden şu neticeyi çıkarabiliriz: İnsan, maddî-manevî hayatının bütün boyutlarıyla her an bir imtihan içindedir. Dünya Yüce Allah'ın bir üni­versitesi olarak kabul edilebilir. Bu üniversiteyi basan ile bitirenlere diplo­maları mahşerde verilecektir. Dünya imtihanında başardı olamayanlar da, mahşerde başarısızlık belgelerini alacaklardır. İyi bir öğrencinin, imtihanı ba­san ile verdiğini bilmesi gibi, hayat imtihanında başarılı olduğunu bilen in­sanlar da vardır:

(Şüphesiz ben, bu değerlendirmeye ulaşacağımızı dünyada biliyordum). [Hakka/20]

Şimdi bu imtihanın sorularını ve bu soruların geldiği konulan ele alabili­riz:

1. Korku ile imtihan

Korku psikolojik bir duygudur. Demek ki, Yüce Allah imtihan soruların­dan birincisini psikolojiden sormaktadır.

Korku denen duygu, insan için bir deneme alanı olmakta ve Allah tarafın­dan bir soru olarak imtihana konmaktadır. Korku denen duygunun çeşitli alanları ve boyudan vardır, insanın doğasında bulunan bu duygu, bir çok davranışımızı etkilemekte, yönlendirmekte ve düzenlemektedir.

Doğuştan gelen korku, eğitim vasıtasıyla faydalı bir duygu haline dönüş­türülmelidir, insanın çocukken korktuğu objeler, zamanla değişir, korkulan­lar korkulmaz hale gelir ve onların yerlerini başka objeler alır. Somut olan­dan, soyut olana doğru korkunun obje ve konulan değişime uğrar.

Korku, fazilete de, rezilete de sebep olabilir. Aşın ve yersiz korku, insa­nın hareket alanını ve teşebbüsünü daraltıp azalar. Bu nedenle, bilinçli bir ça­ba ile korkuyu dengelemek gerekir. Peki, korku ile yapılan imtihanı geçen kimseler neler kazanmaktadırlar?

a.  Cennet

Rahman/46'da, Rabbinin makamından korkana iki cennet verileceği be­yan edilmektedir:

Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki cennet vardır.

Bu ayette, mahşerde Allah'ın huzuruna çıkacağını bilerek korku duyan ve buna göre davranan kimseye ödül olarak iki cennet birden verileceği müjde-lenmektedir. Kişinin, her an ilahî huzurda olduğunu hissederek kendisini di­sipline etmesi ona cenneti kazandırmaktadır. Bu manada korku, en güzel eği­tici ve koruyucudur.

b.  Siyasi iktidar

Korkunun objesi Allah olunca, ödüller de farklılaşmaktadır.

Ve onlardan sonra sizi mutlaka o yerde yerleştireceğiz. İşte bu, makamımdan ve tehdidimden korkan kimselere mahsustur. [İbrahim/14]

Allah'ın makamından ve azabından sakınan ve kimseye zulmetmeyen kişileri Yüce Allah yok ettiği toplumlardan sonra, yeryüzünde idareci yapar ve onlara siyasî güç verir.

Ancak Allah'tan korkmayanlar, haksız yere insanlan öldürebilirler. Al­lah'tan korktuğu için haksız yere kimseyi öldürmeyen insanlar imtihanı ka­zanmış olurlar. Hz. Adem'in oğlu Kabil, kardeşi Habil'e "Ben seni öldürece­ğim" dediği zaman, Habil ona, "Ben seni öldürmem" diye karşılık vermişti. Onun "Ben seni öldürmem" demesinin arkasında bulunan manevî duygunun ne olduğunu şu ayetten öğrenebiliriz:

Andolsun ki, sen öldürmek için elini bana uzatsan, ben sana öldürmek için el uzatacak değilim. Ben alemlerin rabbi olan Allah'tan korkarım.

Allah korkusu, Habil'i, kardeşini öldürme teşebbüsünden alıkoymuştur. Korku, insanı erdeme götüren etkenlerden biridir. Böylece Habil korku saye­sinde imtihanı geçti. Demek ki, Allah'tan korkan insan, adam öldüremez. İn­san öldürmeyen toplumlar da siyasî iktidara layıktırlar.

c.  Tevhid inancı

İnsanın gönlünde tevhid inancının oluşması için eğitilmiş ve dengelenmiş bir korku duygusuna ihtiyaç vardır. Allah'a asi olmaktan korkmak, şirke sap­mayı önlemekte ve tevhid inancının ağacım gönle dikmektedir. En'am/14 ile 15 ayeti arasındaki ilişki, korku duygusu ile- şirk ve tevhid inancı arasındaki sıkı ilişkiyi göstermektedir:

De ki: "Bana müslüman olanların ilki olmam emredildi. Ve sakın müşrikler­den olma denildi".

De ki: "Ben Rabbime isyan edersem gerçekten büyük bir günün azabından korkarım".

Korku şirk de dahil Allah'a isyanı önler. Şirk önlenince, tevhid inancının tohumu atılmış olur. Böylece tevhid inancının dayanağı olan duygulardan bi­rinin de korku olduğu anlaşılır.

En'am/80-81'de de tevhid inancı ile korku arasındaki ilişkiye dikkat çekil­mektedir. Allah'tan başka tanrı edinmenin, korku duygusunun iyi yönlendiri-lememesinden kaynaklandığına işaret eden bu ayetlerde mealen şöyle buyu-rulmaktadır:

Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Siz, Allah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben si­zin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şimdi biliyorsanız söyleyin, iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır? [En'am/80-81]

Allah'tan korkma güvene; sahte tanrılardan korkmak ise güvensizliğe gö­türmektedir. Demek ki korku tevhide, tevhid de güvene giden süreci başlat­maktadır.

d.  Eğitimin daha iyi olması

Yüce Allah, ana-babalann, siyasilerin ve eğitimcilerin kendilerinden sonra bırakacakları neslin, kendi amaçlarını, kültürlerini ve güçlerini devam et­tirip ettiremeyecekleri endişesi içinde olmaları gerektiğine işaret etmektedir. Nesilleri daha iyi yetiştirmeye sebep olacak olan korkunun, onların üzerine titremek manasını ifade ettiği de bilinmelidir. Eğitim açısından korkunun, bir imtihan alanı veya sorusu olduğu bazı ayetlerde ifade edilmektedir.

Gelecek nesillerden endişe içinde olmayanlar veya bu endişenin gideril­mesi için eğitimi güçlendirmeyenler, kendi milletlerinin hayatim tehlikeye sokarlar. İşte bu endişeyi duyan Hz. Zekeriyya Allah'a güçlü bir nesil için şöyle dua etmiştir:

Doğrusu ben, arkamdan iş basma geçecek olan yakınlarımdan korkuyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli ver. [Meryem/5]

Hz. Zekeriyya, doğrudan doğruya "korkma" ifadesini kullanmış ve ken­disinden sonra köle ruhlu nesillerin gelmesinden endişe ettiğini Allah'a itiraf etmiştir. Onun duasının Kur'an'da zikredilmesinin tek bir cevabı vardır; o da toplumun ileri gelenlerinin, idareciler olarak bu endişeyi taşımalarıdır. Ana-babanın bu endişesinin evrensel bir olgu olması dolayısıyla her çağın insanı­na hitap etmektedir.

Geriye aciz, güçsüz ve köle ruhlu nesiller bırakmaktan korkanların ne yapmaları gerektiğine dair Nisa suresinde şöyle buyurulmaktadır:

Geriye eli ermez gücü yetmez çocuklar bıraktıkları takdirde halleri ne olur di­ye korkacak olanlar, korkup titresinler, Allah'tan sakınarak doğru söz söyle­sinler. [Nisa/9]

Ayette, hem korkmaktan, hem de nesillerin üzerine titremekten bahsedil­mektedir.

"Doğru söz söylesinler" ifadesi nesillerine doğru bilgi öğretsinler mana­sına gelebilir. Böylece çocuklarını yetiştirirken, doğruyu söylemeleri ve öğ­retmeleri emredilmektedir. Bu ifadenin, bir önceki ayetle irtibaüandırıldığın-da, yetimlerin mallan taksim edilirken adil davranma bakımından doğru söz söylemeyi ifade ettiği anlaşılır. Bir önceki ayette (Onlara güzel söz söyleyin) denilirken 9. ayette Çc^î/v&y? (Gerçek ve doğru söz söylesin­ler) buyurulmaktadır.

Yetimler hakkında doğru ve güzel söz söylemeyenler, nesillerin asaletini bozar ve onların yetişmesinde kusur işlemiş olurlar. Her iki ayette de, miras konusundaki korku ve endişenin yanısıra, nesillerin yetişmesinde doğru bil­ginin öğretilmesinin önemine de dikkat çekilmektedir. Sözün güzelini ve doğrusunu söylemeyenler, eğitimi yozlaşüracak ve giderek nesillerin asaleti­ni bozacaklardır. Nesillerin güzel eğitimi hakkında endişe edenler veya nesil­lerin asaleti konusunda korkanlar, doğru bilgi ve güzel söz söylemeyi ahlâk edinmelidirler. Aksi takdirde, korku konusunda Allah'ın yaptığı imtihanı ka­zanamayacaklardır. Korkunun objesi çok önemlidir. Öyle ki korkulan şey, in­sanın imanını belirleyecek kadar önemlidir:

İşte o şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Şu halde eğer iman etmiş kim­seler iseniz onlardan korkmayın, benden korkun. [Al-i Imran/175]

Şeytan da insanın içine korku salar ve insanı yanlış objelerden korkmaya sevk eder. Aslında şeytandan korkmak, bir iman zaafıdır. Yüce Allah bu ayet­te "İnanıyorsanız benden korkun" demekle, kimden korkulması gerektiğini öğretmektedir. Demek ki, korkunun objesine göre, iman belirlenmiş olmak­tadır. Şeytan ' (Elbette ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan kor­karım) [Haşr/16] dediği halde, insanı kendinden korkması için şartlandır­maktadır. Âl-i Lnran/175'te sözü edilen şeytanın, insten olan bir şeytan ola­bileceği de hatırdan çıkarılmamalıdır.

Eğitimci ve idareciler, halklarının Allah'ın azabına uğramaları konusunda korku içinde olmalıdırlar. Böyle bir korku, eğitimci ve idarecilerin, sadece kendilerini değil halkı da düşündüklerini göstermiş olacaktır. Korkmanın bu türü, peygamberlerin ahlâkıdır:

Andolsun ki, Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: "Ey kavmim! Al­lah'a kulluk edin, sizin ondan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, size gele­cek olan büyük bir günün azabından korkuyorum". [A'rar759]

Aynı uyan Hz. Hud tarafından da yapılmıştır. Ayette yer alan "korkuyo­rum" fiili, eğitimcilerin ve bir toplumu idare edenlerin, toplumları için daima endişe içerisinde olmaları gerektiğine yorumlanabilir. Başkalarının iyiliğini düşünen insanlar, onların kötü yola gitmelerinden endişe ederler. Bu erdeme sahip olanlar, kendilerinden daha çok, başkalarını düşünürler. İşte bu insan­lar, korku konusunda Allah'ın imtihanını kazanmış kimselerdir.

Bu tip korku, eğitim ve siyasette, alakanın delilidir. Kişiyi, insanları ku­caklamaya götüren bu korku, sıcak alakanın, gönülden gelen bir ilginin de isbatıdır. Bunlar olmadan, Bakara/155'te dile getirilen korku ile yapılan imti­han kazanılamaz.

Korkunun kaynağında güçsüzlük de olabilir. Halkın devletten, devletin halktan, komşunun komşudan, ana-babalann evlatlarından, devletlerin bir­birlerinden korkmaları, medeniyetten uzak bir sosyal çevrenin ve insanlığın göstergesidir. Bu korkunun aşın olması, cehaletin, saldırganlık iç güdüsünün ve bilgiden yoksunluğun delilidir. Korkuya dayalı bir idarede, halk, yönetici­lerinden korkar; böyle ortamlarda zulüm kol gezdiği için, korku hastalık ha­lini alır. Küçük toplumların büyüklerden korkması ve davranışlarını bu kor­kuya göre ayarlaması, geri kalmalarına neden olabilir.

Güçlü iken, akla, bilgi ve teknolojiye sırtını döndüğü için gerileyen top­lumlar, korku psikolojisine bürünürler. Bir zamanlar rahatlıkla söz geçirdiği alanlara, adımını atarken "Acaba ne derler" diye derin bir korku hissetmeye başlar. Eski gücünü kaybetmekten doğan bu korku, hastalık halini alabilir. Bu durum da korku ile imtihanın bir parçasıdır.

İhtiyarladığında, doğurup büyüttüğü evlatları tarafından terkedilme kor­kusu, aile hayatının ve toplumun çürüdüğünü gösteren en bariz delillerden biridir. Ana-babanın çocuklarından çekinmesi ve bu çekingenliği ifade ede­memenin getirdiği burukluk, toplumların üzerine taş olup yağmaktadır. İşte bu korku da bir imtihandır.

Tabiat ve sosyal afetlerin meydana getirdiği korku da göz ardı edilmeme­lidir. Yabancıların güçsüz bir topluma sızıp kitleleri isyana sevk ermesi veya tabiat olaylarının meydana getirdiği yıkıcı afetler, insanlığı dehşete salmakta ve toplumları korku psikolojisine itmektedir. Bu korkulara çare bulmak da bir imtihan konusudur.

Netice olarak diyebiliriz ki, bir ferdî korku, bir de toplumsal korku vardır. Ferdî korkulara, toplumsal korkulardan daha kolay çare bulunur. Korkunun faydalan olduğu gibi, zararlan da vardır. Yanlış uygulama ve davranışların meydana getirdiği korkuların çözümü çok zor oiabilir. Bu tip korkulan orta­dan kaldıracak gerekli değişimi gerçekleştirmek, büyük gayret ister. Böyle bir değişimi gerçekleştirmenin yolu, akla, bilgiye, doğruya, güzel ve iyiye sa­rılıp gerekli kalitenin yakalanmasıdır. Zaten, ilahî imtihan da, ancak bu tak­dirde kazanılabilir.

2. Açlıkla imtihan

Fiil kalıbında acıkmak, iştahı olmak, özlemek, mekan olarak tenha olmak,-ıssız çöl olmak manalarına gelmektedir.

Yüce Allah'ın insanları açlıkla nasıl imtihan ettiğini, Nahl/112'den öğren­mekteyiz:

Allah bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; ona nzkı her yer­den bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Allah da onlara yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısı tattırdı.

Bu ayete iki açıdan bakarak çıkarımlar yapmamız mümkündür. Yüce Al­lah bir ülke halkına bol nzık vererek onların, nimete şükredip etmeyecekle­rini dener. Bu denemeden başarıyla geçemeyen kimseler, nankörlük yapma­ya başlarlar. Yüce Allah da onlara, nankörlükleri nedeniyle açlık elbisesini giydirir. Görüleceği gibi, ayetle, önce toklukla sonra açlıkla sınanma gelmek­tedir.

Yüce Allah, ihsan ettiği bolluktan sonra, onları bir de nimeti kısarak im­tihan eder ve nimetin azlığından dolayı isyan edip etmeyeceklerine bakar. Fecr/15-16 ayetleri, bu imtihan şekline işaret etmektedir

Yüce Allah insanı bol nzık vererek imtihan ettiğinde, insan "Rabbim bana ik­ram etti" der. Onu denemek için rızkını daralttığında ise; bu sefer, "Rabbim bana ihanet etti" der.

Böylece insan, imtihanı kaybeder. İnsan aç kalınca, isyan eder ve sahip ol­duğu rızkın azlığından dolayı Allah'ın kendisine ihanet ettiğini iddiaya yel-tenir.

Nimetlere karşı nankörlük edenlere Yüce Allah açlık elbisesi giydirir. Hikmet ve imtihan gereği nimetin kısılmasından dolayı isyan eden kimse de imtihanı kaybettiği için cehenneme gider.

Diğer taraftan açlık, insanı düşmanının kapısına düşürür; kimi zaman da, doymak için pek çok manevî değerlerden fedakarlık yapmaya sevkeder. Mi­desini doyurmak için gönlünden fedakarlık yapma durumu, insan için çok ciddi bir imtihan anını ifade eder. Açlığın bulunduğu yerde, manevî değerle­rin erozyona uğraması doğaldır.

Bazı insanlar açlık ve fakirlik korkusu ile muhtaçlara yardım etmez; zekat vermez, infak etmez. Açlık korkusu kişiyi bu amellerden ahkoyar ve böyle­ce ilahî imtihanı kaybetmesine sebep olur. Açlık korkusu insana haram lok­ma yemeyi güzel gösterir. Aç kalma korkusunu mazeret göstererek, nimetin kaynağına bakmadan kazanma yoluna gider. Bu davranış biçimi de imtihanın kaybedilmesine vesile olur.

3. Malların noksanlaştırılmasıyla imtihan

Mallan noksanlaşurarak imtihan etmeye birkaç açıdan bakılabilir. Yüce Allah bir toplumu, vatan topraklarını noksanlaşürmak suretiyle imtihan eder. Afetlerle, arazilerini ziraat yapılamaz hale getirir. Taşınır veya taşınmaz mal­larını noksanlaşurarak deneme yoluna gider. Ekonomi alanındaki bu sıkıntı­lar, malların da bir imtihan konusu olabileceğini göstermekte; "Doğrusu mal­larınız ve çocuklarınız sizin için bir imtihandır" [Teğabün/15] ayeti de buna delil teşkil etmektedir. Malın noksanlaşması ile açlık arasında sıkı bir bağ vardır. Mal bolluğu gibi, mal noksanlığı da bir imtihandır. Ekonomi, aslında toplumdaki alt yapıyı teşkil etmektedir. Ekonomideki sarsıntılar üst yapıyı da sarsar. Malların noksanlaşmasının bir imtihan konusu yapılması, aslında eko­nominin düzlüğe çıkartılması için çaba sarf edilmesinin, ekonominin işleme­yen çarklarının işler hale getirilmesinin ve azalan ekonomik imkanların tek­rar arbnlması için kaynak oluşturulmasının gerekliliğine işaret etmektedir.

Muhammed/38'e göre, ekonomi bir devletin alt yapısını teşkil etmektedir. Ekonomisi güçsüz veya ayetin ifadesiyle noksan olan toplumların, eğitimi­nin, ahlâkının, sanatının, hukukunun, siyasetinin ve dinî yaşantısının güçlü olması mümkün olmadığından, devlet kolayca yıkılabilir. İşte Muham-med/38 ayeti bu duruma işaret etmektedir:

Sizler, Allah yolunda harcamaya çağırtıyorsunuz. Fakat içinizden kimisi cim­rilik ediyor. Halbuki kim cimrilik ederse kendi aleyhine cimrilik etmiş olur. Zira Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer O'ndan yüz çevirirseniz, yerinize sizden başka bir toplum getirir, artık onlar sizin gibi olmazlar.

Görüldüğü gibi ayet, ekonomik düzensizlikten kaynaklanan fakir ile zen­gin arasındaki uçurumun, toplumu yıkacağına dikkat çekmektedir.

4. Nefislerden noksanlaştırmakla yapılan imtihan

"Nefislerin noksanlaştinlması" hem psikolojik, hem de biyolojik açıdan değerlendirilebilir. Biyolojik yapının sağlam olması, psikolojik kabiliyet ve yeteneklerin iyi kullanılmasını temin eder. Ruhsal melekeler sağlam bir be­dende faaliyetlerini daha iyi yapar.

Gençliğinde bütün psikolojik güçlerini normal olarak kullanan bir insan, ihtiyarladıkça bu güçleri kullanamaz hale gelir. Aklında, hafızasında, görme ve işitme melekelerinde noksanlaşma olur. Bu da bir imtihan konusudur.

"Nefislerden noksanlaşurma", cinsel gücün zayıflamasını veya ortadan kalkmasını da ifade edebilir. Cinsel gücün noksanlaşmasını giderecek andro-lojik araştırmaların yapılması ile bu hastalığın giderilmesi mümkündür. Çün­kü imtihanın başarılı geçmesi ancak bu şekilde mümkün olabilir.

"Nefislerden eksiltme" savaşlarda ve afetlerde çocuklarını kaybetmek manasına da gelebilir.

5.  Ürünlerden noksanlaştırmakla yapılan imtihan

"Ürünlerin noksanlaştınlması" ifadesine de birkaç açıdan yaklaşmamız mümkündür. Ürün dendiği zaman, ilk önce akla, ekonomik ürünler gelmek­tedir. Her çağın ekonomiye kattığı ürünler vardır. Zirai ürünler, sanayi ürün­leri, sanat ürünleri gibi... Ayette geçen semere kavramına bu manayı verme­miz ve bu yorumu yapmamız mümkündür.

Semeraî kelimesinin kapsamına, kültürel ürünleri de dahil edebiliriz. Kül­tür ürünleri, bir millet için en önemli ürünlerin başında gelmektedir. Bilgi, felsefe, düşünce, hukuk, güzel sanatlar ve edebiyat gibi alanların ürünlerin­deki bir noksanlaşma, çok ciddi bir imtihan konusudur. Bu imtihanı kazana­bilmek için mütefekkir yetiştirmek, bilgiyi teknolojiye çevirmek, sanatın her dalını canlandırıp ürün vermek gerekir.

6. (Sabredenleri müjdele).

Bütün bu imtihan alanlarından, ancak sabır ile muzaffer çıkılabilir. Bura­daki sabır, pasiflik değil, tam tersine problemlerin çözümünü sağlayacak gayret manasına gelmektedir. Allah Teala, bu gayret içinde olanları müjdele­mektedir.

Ayetin genelini ele aldığımız zaman şöyle diyebiliriz: Yüce Allah, insa­noğlunu, psikoloji, fizyoloji, ekonomi, biyoloji, bilim... alanlarında, kısacası hayatın her alanında imtihan etmiştir. Bu problemlerin içinde pişen ve onla­ra çözüm arayan fert ve toplumlar, imtihanı kazanacaklardır. Bunlar, insanlı­ğın önüne konmuş, çözüm bekleyen ve gelişmenin ancak onların çözüme ulaştırılmasıyla temin edilebileceği hayat sorulandır.

İmtihan olmadan insanın gelişmesi çok zordur. İmtihan sorulan cevaplan­dırılırken gösterilen çabanın içinde, insanın gelişim tohumlan da vardır. [7]

 

Musibet Karşısında Gösterilecek Tavır:

 

156. Sabredenler, kendilerine bir musibet geldiğinde, "Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na döneceğiz" derler.

Ayeti iki kısma ayırarak izah edebiliriz:

1. (Onlara bir musibet geldiğinde...)

Kelam ilminin ana konularından biri olan "iyilik" ve "kötülüğün" arkasın­daki irade meselesine de burada kısaca temas etmekte yarar vardır. Nisa/79 ayetinde bu meseleye açıklık getirilmiştir:

Sana gelen iyilik Allah'tandır, başına gelen kötülük ise nefsindendir. Seni in­sanlara elçi gönderdik; şahit olarak da Allah yeter.

Bu ayete göre, musibetin kaynağı insanın nefsidir. Bela veya musibet de­nen şey, insanın niyetlerinden, yapıp-ettiklerinden kaynaklanan psikolojik ve sosyolojik bir oluşumdur. Bela, Allah'a mal edilemez.

2. ("Biz Allah'ın kuluyuz ve ona döneceğiz" derler).

Sabredenlerin, musibet karşısındaki tavırlarını anlatan bu ayet, aynı za­manda bir eğitim faaliyetinde bulunmaktadır. Başka bir ifadeyle, insanın ba­şına her zaman musibet gelme olasılığı vardır. Bu musibete karşı nasıl bir ta­vır takınılması gerektiğine açıklık getiren ayetin bu kısmı, ağırlığı altında ezilmeden musibetin altından kalkmanın yolunu öğretmektedir.

Allah'ın kulu olduğunu ve O'na döneceğini hatırlayıp tevekkül etmek, ila­hî iradeyi harekete geçirecektir. Yüce Allah musibete karşı gösterilmesi ge­reken tavn öğretirken, iman ile mantığı birleştirmekte ve bunu izlemeyi önermektedir. Aynca ayette, çözümsüz kalan problemlerin çözümü için ilahî iradeyi devreye sokma gereği de öğretilmektedir. [8]

 

Musibet Karşısında Allah'a Sığınanlara Üç Ödül:

 

157. İşte Rablerinden af ve rahmet onlaradır. Ve doğru yo­la girenler de onlardır.

Üç ödül, ayette üç kelimeyle ifade edilmektedir salâvat,[9] rahmet ve hi­dayet. Musibet karşısında "Biz Allah'ın kuluyuz ve O'na döneceğiz" diyerek tevekkül gösteren kimselere Yüce Allah üç ödül vermektedir

1. (Rablerinden af onlaradır).

Başlarına gelen bela karşısında Allah'a tevekkül eden kimseleri, Allah ba­ğışlamaktadır.

2. (Ve rahmet vardır onlara).

Bela karşısında Allah'a sığınıp tevekkül eden kimseler, affedilmekle kal­mayacak, rahmete de kavuşacaklardır. Afdan sonra rahmetin zikredilmesi manidardır. Allah'ın rahmeti, affından sonra gelmektedir.

Rahmet kavramı acıma, şefkat, merhamet, sempati, inayet, yumuşaklık, anlayış manalarına gelmektedir. Demek ki, Yüce Allah kendisine sığınıp te­vekkül edenlere acımakta ve şefkatle muamele etmektedir.

3. (Onlar hidayete erenlerin ta kendileridir).

Af ile rahmet, insanın önündeki doğru yolu açmaktadır. Allah'tan gelen af ile rahmet, hidayeti de beraberinde getirmektedir. Ayetteki hidayete erme, yani doğru yolu bulma ameliyesi belli oluşumlardan sonra insanın gönlünde başlayan bir işlemdir.

Allah'ın affi ve rahmeti, insanın gönlünde çok önemli değişimler meyda­na getirerek doğru yolu bulabilecek bir anlayışın oluşmasını temin etmekte ve neticede, insanın önündeki yollarından doğru olanını seçebilmesini kolay­laştırmaktadır. Şimdi, ayetin tümünü, önceki iki ayetle beraber birleştirerek yorumlarsak, şu neticeyi çıkartabiliriz:

Korku ve açlıkla, maldan, nefis ve ürünlerden noksanlaştırmakla imtiha­na tabi tutulan ve imtihanı başaran kimse, Allah'a sığınıp tevekkül etmiş de­mektir. Zaten sabretmenin ne anlama geldiği, 156. ayetten anlaşılmaktadır. İmtihandan basan ile çıkan ve musibetler karşısında tevekkül eden kimse, Yüce Allah tarafından ödüllendirilecektir.

157. ayetteki salavat kelimesini "korumak" manasına da alabiliriz. O za­man mana şöyle olur: Belalardan Allah'a sığınanları Allah korumaktadır. Korku ve açlıktan onları koruduğu gibi mallarının, nefis ve ürünlerinin nok-sanlaşmasına karşılık da onlara rahmet eder. Yüce Allah'ın bu şekildeki mü­dahalesi neticesinde insanın sorunları ortadan kalkar ve sonuçta doğru yolu bulur. 157. ayetteki hidayet, ferdî ve sosyal manada problemlerin çözülüp düze çıkmayı ifade etmektedir. [10]

 

Safa Ve Merve Allah'ın Nişanlarındandır:

 

158. Şüphesiz, Safa ile Merve, Allah'ın nişanlardandır. Her kim Beytullah'ı hac veya umre niyetiyle ziyaret eder­se, onları tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur. Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, şüphesiz ki, Allah onu kabul eder ve hakkıyla bilir.

Ayetin ilk bölümünde üç önemli kavram yer almaktadır. Bunlar safa, mer-ve \e şeâir'dir.

Safa büyük ve pürüzsüz kaya parçasına verilen addır. Çamur ve toprağın karışmadığı her kaya parçası için kullanılır. Fiil kalıbında kullanıldığında, saf ve an-duru olmak manasına gelir.

1. Safa kelimesi, Bakara/264'te 'taş' manasında yer almaktadır:

(Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de, onu, çıplak pürüzsüz bir kaya haline getirivermiştir).

Yüce Allah, gösteriş için infak eden, yaptığı infakı başa kakan bir insa­nın durumunu anlatırken onu, (savan'a=cascavlak kayaya) benzet­mektedir. Böylece, manevî bir oluşumu, maddî bir benzetmeyle açıklamak­tadır.

2. Muhammed/15'te saf ve an-duru olmak anlamında geçmektedir: (Ve süzme baldan ırmaklar vardır).

Burada kavram, süzme, yani saf bal manasına gelmektedir.

Ayette yer alan musaffa kelimesi saf olmak manasına gelen safa kelime­sinden türemiştir.

Buradaki "saf olmak" ile "topraksız taş" anlamı arasında bir bağlantı var­dır. Toprak ve çamurun bulaşmadığı cascavlak bir kaya, aynı zamanda, saf ve berraktır.

Merve kelimesi de safa ile hemen hemen aynı manaya gelmektedir. Pü­rüzsüz, beyaz ve sert taşlara merve denmektedir.

Safa ile Merve, Mekke'de bulunan iki özel tepenin adıdır.[11] Yukarıda lü­gat manalarını verdiğimiz bu iki kavramın asıl manaları, Bakara/158'de bu­lunmaktadır:

(Allah'ın nişanlanndandır).

Safa ile Merve, Allah'ın nişanlarından olan iki tepedir. İki tepe olarak gö­rünmelerine rağmen, Allah onlara farklı bir mana yüklemektedir.

1. Şeâir kelimesinin kökü, bilmek manasına gelen şaare'dir. Bu anlamda pek çok ayette yer almaktadır. Bunlardan birini ömek olarak verebiliriz:

(Onlar diri değil ölülerdir. Ne zaman diriltilecekle-rini de bilmezler). [Nahl/21]

2. Şaare fiili farkına varmak manasına da gelmektedir:

(Fakat onlar farkında değilken (azap) kendilerine ansızın geliverecektir). [Ankebut/53]

3. Bu kelime şa'r kalıbından alındığında, kıl, tüy manasına gelmektedir. Nahl/80'de bu manada yer almaktadır:

(Yünlerinden, yapağı ve kıllarından...) Ayette şa'r'm çoğulu olan eş 'ar kullanılmaktadır. Kıl ile tepe arasında, yükseklik bakımından bir benzerlik vardır.

4. Şi'r kalıbından alınınca, şiir manasını ifade etmektedir. Şair de şiir söy­leyen kişi manası ile aynı kökten türemiştir. Yasin/69'da şiir anlamında yer almaktadır:

jtytâfctâ (Biz ona şiir öğretmedik).

5. Şi'ra kalıbından, bir yıldızın adıdır:

(Doğrusu şi'ra yıldızının Rabbi de O'dur). [Necm/49]

6.  Şeair kalıbından, hüküm manasına gelmektedir:

(Durum böyledir. Kim Allah'ın  hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu kalplerin takvasındandır). [Hac/32]

Hac/30'daki (Allah'ın  emir  ve  yasaklan)  ifadesi,  Hac/32'deki (Allah'ın hükümleri) ifadesi ile aynı manadadır.

7.  Bu kelime Kur'an'da, meş'ar şeklinde de geçmektedir: fii (Meş'ar-i Haram yanında Allah'ı anın).

Rivayete göre, Meş'ar-i Haram, Müzdelife'dir. Bu kelimenin, bilmek, far­kına varmak, hissetmek anlamlan ile, kıl, tepe, şiir, yıldız, hüküm gibi an­lamlan arasında sıkı bir alaka vardır. Kıl, tepe, şiir, yıldız ve hüküm gibi şey­ler, farkına vardan, bilinen ve kendilerini gösteren şeylerdir.

Safa ile Merve, bakanlar tarafından hemen fark edilen iki tepedir. Fark edilen bu tepeler, Allah'ın işaretleridir.

Safa ile Merve, Kabe'nin doğusundaki iki tepenin adıdır. Hacer validemiz, oğlu ismail için su ararken, bu iki tepe arasında yedi defa gidip gelmiştir. Hac ve umre için Beytuflah'ı tavaf edenler, bu iki tepe arasında da sa'y ederler.

(Kim Beyt'i hac ve umre niyetiyle ziyaret eder­se, Safa ile Merve'yi tavaf etmesinde kendisine bir günah yoktur).

Hz. Peygambefden önce müşrikler her iki tepeye de putlar koymuşlardı. Bu nedenle, bu iki tepe arasında sa'y etmeyi uygun görmeyen müslümanla-ra, bu ayet iki tepe arasında sa'y etmenin sakıncalı olmadığını bildirmekte­dir. Bu ayetten, gayr-i müslim bir toplumun dinî pratikleri için kullandıkları bir yeri, müslümanlann da kullanabileceklerine dair bir müsaade veya hü­küm çıkarabiliriz.

(Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa, elbette Al­lah kabul eder ve hakkı ile bilir).

Boyun eğmek, yumuşamak, alışmak, ağacın meyvasını toplamak, itaat et­mek, izin vermek, nza göstermek, teşvik etmek, nafile ibadet yapmak, gücü yetmek manalarına gelen tatavvu kavramı, Kur'an'da çeşitli manalarda geç­mektedir: [12]

 

Tatavvu Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. İtmek, teşvik etmek

(Nihayet nefsi onu, kardeşini öldürmeye itti). [Ma-ide/30]

Burada kelime, insanın içinden gelen saldırganlık içgüdüsünün, insanı bir davranışa itmesi veya teşvik etmesi anlamına gelmektedir. Kur'anî termino­lojide nefis, modern psikolojideki temel insanî güdülerin kaynağını ifade et­mektedir. Bu güdülerin bir çoğu, insan için olumsuzlukların kaynağıdır. Bu ayette de, kardeşlerden birini diğerini öldürmeye iten saldırganlık içgüdüsü­nün kaynağı olarak gösterilmektedir.

2. Gücü yetmek

Bu kelime istita kalıbından alındığında, gücü yetmek anlamına gelmekte­dir.

(Onu delmeye güçleri yetmedi). [Kehf/97]

3. Bir işi isteyerek yapmak.

Tav'an kalıbından alındığında, yapılan işin isteyerek yapılmasını ifade et­mektedir:

De ki: "İster gönüllü verin, ister gönülsüz; sizden asla kabul olunmayacaktır.

[Tevbe/53] "Gönüllü" diye tercüme ettiğimiz kelime tav'an'dır

4. İtaat etmek

Biz Peygamberi, Allah'ın izniyle, ancak kendisine itaat edilmesi için gönderdik.

Bu ayette, boyun eğmek, itaat etmek manasına gelmektedir. İtaatte, iste­yerek, saygı duyarak boyun eğme manası vardır.

İtaat kelimesi başka bir ayette, "sözü dinlemek" manasında kullanılmak­tadır:

(Zalimlerin ne dostu, ne de sözü dinlenir şefaatçisi var­dır). [Gafır/18]

Demek ki itaat etmek, bir bakıma sözünü dinlemek anlamına gelmektedir. İtaat etmek, hürmet etmek manasını da ifade eden

(Başüstüne derler...) [Nisa/81]

Buradaki taat kelimesi, verilen emri yerine getirirken "başüstüne" diye­rek ifade edilen hürmettir.

5. Gönüllü

Muttavian kalıbından alındığında, gönüllüler manasına gelir: Sadakalar hususunda, mü'minlerden gönüllü verenleri...

Bakara/158'de geçen (Kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa...) ifadesinde, aynı kelime ile, gönüllü olarak fazladan bir değer üreten kimse kasdedilmektedir. Fazladan bir değer üretmek, bir gönül işidir. Gönlün, akla itaatidir. Akü daima ileriye, yeniye ve insanı zenginleştirecek ufuklara doğ­ru hareket etmeye sevdalıdır, insan, bu isteğini gönle kabul ettirir de, onu faz­ladan bir değer üretecek davranışa sevkederse, ayette geçen "tatavvu" fiili or­taya çıkar. Safa ile Merve arasında sa'y etmek, fazladan bir değer üretmek ol­duğu için, Yüce Allah "Her kim gönüllü olarak bir iyilik yaparsa..." buyur­maktadır. Fazladan değer üretenlerin amelini Yüce Allah bilmekte ve kabul etmektedir. Bu, görevinin dışında, fazla değer üretenlerin amellerinin Allah tarafından değerlendirileceği anlamına gelir. Sosyal hayatin her alanında gö­rev yapan insanlar, görevlerinin dışında fazladan değer üretirlerse, toplumla­rını medeniyet yarışında ileriye götürecek ve Allah tarafından da ödüllendi­rileceklerdir. Eğitimciler, insanlara fazladan değer üretmenin hem Allah, hem de insanlık yanında ne kadar değerli olduğunu aşılamalı ve onları fazladan değer üretecek şekilde cihazlandırmahdır.

Gelecek nesillere bırakılacak bu fazladan değerlerin oluşturacağı bilimsel, kültürel ve teknolojik birikim ve zenginlik, onların mutluluğunu temin ede­ceği gibi, bu birikime yeni ilaveler yapılmasıyla, insanlığı cehaletin karanlı­ğından kurtaracak ve ahiret hayatını da cennete çevirecektir.

İşte, Kur'an'da 'nafile'denen, fazladan değer üretme öğretisinin böyle an­laşılması gerektiği düşüncesindeyiz. Görevinin ötesinde fazladan değer üre­tenlerin amelini Yüce Allah zayi etmeyecektir. [13]

 

Delilleri Ve Hidayeti Gizleyenlere Allah Lanet Eder:

 

159. İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apa­çık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere hem Allah hem de bütün lanet ediciler lanet eder.

Ayetin tefsirinde tartışılacak ilk konu, delilleri ve hidayet yolunu kimlerin gizlediğidir. Fahruddin Razi bu konuyu geniş bir şekilde ele almakta; İbn Ab-bas'ın, Mücahid'in, Hasan el-Basri'nin, Katade'nin, Rebi'nin, Süddi ve Esam'ın bunların yahudi ve hristiyanlar olduğunu söylediklerini nakletmektedir.

Zemahşeri, Razi, Nesefi ve Hazin de, açık delilleri ve hidayet yolunu gizleyenlerin yahudi alimleri olduğunu söylemektedirler. Onlar, Hz. Muham-med'in Tevrat'taki sıfatlarını gizlemişlerdi.

Fahruddin Razi, (Elbette gizleyenler...) ifadesinin umumi ol­duğunu söylemekte ve bu görüşü benimsediğini belirtmektedir. Hz. Aişe ve Ebu Hureyre, gizleme işinin umumi olduğunu ifade etmişlerdir.

Bize göre, yahudilerin yaptıkları gizleme işi, bu ve buna benzer ayetlerin inişi için bir sebep olabilir ama evrensel olan bir kitabın, sadece bir grup in­sanın yaptığını nakletmek ve hükme bağlamakla sınırlı kalması düşünüle­mez. Herşeyden önce, ayetin başında bulunan ellezine kelimesi umum ifade etmektedir. Yani belli bir gruptan veya belli bir çağın insanlarından daha ge­niş bir alanı kapsamaktadır. Yahudilerin yaptıkları gizleme işinden hareketle, Yüce Allah, evrensel bir hüküm koymaktadır.

Ayette yahudi ve hristiyanlardan, Hz. Peygamberin özelliklerinden dep, apaçık delillerden ve doğru yoldan bahsedilmektedir. Bu delillerin içinde Hz. Peygamber'in özelliklerinin de olması tabiidir. Zaten ayette, "insanlığın önüne koymak" ifadesi geçmekte ve böylece umum ifade ettiği net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Gizleme işinin kıyamete kadar olabileceği gerçeğinden hareketle ayetin umum ifade ettiğini söyledikten sonra, analizine geçebiliriz. Başka ayet­lere intikal ettiğimizde şu kanunu çıkartabiliriz: insanların ihtiyaç duyduğu bir şeyi onlardan gizlemek büyük bir suç ve günahtır. Çünkü, hem Allah'ın emrini gizlemek ve hem de insanların ihtiyaçlarını gidermeyi engellemek gibi iki bü­yük günah ve suçu biraraya getirmektedir. Delilleri ve hidayeti gizlemek, Al­lah'ı ilgilendiren boyutuyla günah, insanları ilgilendiren tarafıyla da suçtur.

Mesela: Allah'ın gönderdiği kutsal kitap, insanların ihtiyacını gidermek içindir. Kitabı insanlardan gizlemek, onların, temel ihtiyaçlarını gidermeleri­ni engellemek demektir. Gizlemek çok ağır bir haksızlık olacağı için, Yüce Allah kitap verilenlerle bu konuda bir antlaşma yapmaktadır. Âl-i İm-ran/187'de bu konuya şöyle değinilmektedir:

Hani kitap verilenlerden, onu insanlara açıklayıp gizlemeyeceklerine dair söz almıştı.

Allah'ın gönderdiği kitapta yer alan açıklamalar, hükümler, yani emir ve yasaklar insanlardan gizlenemez ve gizlenmemelidir. Çünkü onlar, insanların psikolojik ve toplumsal manada gelişmeleri, olgunlaşmaları ve mutlu olmalan için gerekli olan değerlerdir. Bunun çok önemli olması sebebiyle Yüce Allah, kitap ehli ile antlaşma yapmaktadır. Bakara/174'te de, Allah'ın indirdi­ğini gizleyip, az bir bahaya satanların durumu anlatılmaktadır.

Yüce Allah bu ayette insanların ihtiyacı olan iki önemli şeye dikkat çek­mektedir Beyyinat (açık deliller), huda (doğru yol).

Delil, insanı doğru yola götüren aklî ve naklî bütün bilgilerdir. Doğru yol da, insanı bu deliller vasıtasıyla Allah'a götüren yoldur. Aralarındaki ilişkiyi şu şekilde izah edebiliriz: Delil olmadan doğru yolun ne olduğu bilinemez. Demek ki deliller insanın önünü açmakta, gittiği yolun doğru olup olmadığı­nı göstermektedir. Özellikle, Yüce Allah kitapta açıkladıktan sonra onları gizlemek, çok büyük bir günah olup ağır cezayı gerektirir.

(Hem Allah, hem de bütün lanet ediciler, onlara lanet eder).

Allah'ın lanet etmesi ne anlama gelmektedir? Aslında "uzaklaştırmak" an­lamına gelen lanetin, beddua etmek, kötülemek, nefret etmek, son derece kı­rılmak, kovmak gibi manaları da vardır. "Bütün lanet ediciler, lanet ederler" ibaresiyle kimlerin kasdedildiğini Bakara/löl'den öğrenmekteyiz. Zira bu ayette meleklerin ve tüm insanların lanet edeceği bildirilmektedir.

Yüce Allah'ın kitapta insanlara açıkladığı delilleri ve doğru yolu insanlar­dan gizleyenlere hem Allah, hem de lanet edebilen herkes, yani melekler ve tüm insanlar lanet etmektedir. [14]

 

Tevbe, Düzelme Ve Doğruyu Açıklama:

 

160. Ancak tevbe edip durumlarını ve bildiklerini açıkla­yanlar istisnadır. Ben onların tevbesini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çok merhamet edenim.

Bu ayette, bir önceki ayette yer alan Allah'ın, meleklerin ve insanların la­netinden kurtulmanın yolu gösterilmektedir. Ayeti dört bölüme ayırarak ince­leyeceğiz:

a. (Tevbe edenler istisnadır).

Delilleri ve doğru yolu gizlemeyi bırakıp günahını itiraf edenler lanetten de kurtulmaktadırlar. Tevbe etmek, suçunu itiraf ederek dönmek ve Allah'tan af dilemektir. Tevbe, işlenen suçu itiraf ederek ahlâkî bir değişim gerçekleş­tirmek demektir. Bu da, büyük bir erdemdir.

b. (Kendilerini düzeltenler müstesna).

Yüce Allah, dönüş ve değişim sürecinin bir sonraki basamağını, kendisini düzeltme olarak belirlemektedir. Dönüş ve değişim olmadan, düzelme eylemi gerçekleşmez. Onun için Yüce Allah, düzelmeyi tevbeden sonra zikretmiştir.

c. (Bildiklerini açıklayanlar müstesna).

"Bildiğini açıklama" büyük bir erdemdir. Çünkü bilgiye, her zaman ihti­yaç duyulur. Bu ihtiyacın giderilmesi, bilinenin açıklanmasıyla gerçekleşir. Bilinen şeyin açıklanması, insanlığa aydınlık getirecek ve cehaletin karanlı­ğını ortadan kaldıracaktır.

Dönüş ve düzelmeden sonra gizlenen şeyin açıklanması gelir. Delilleri ve hidayeti gizleme günahının terk edilmesinden sonra, önce kişilikler düzelti­lecek, ardından da gizlenen bilgiler açıklanacaktır. İşte bu üç eylemi gerçek­leştiren insana Yüce Allah şöyle seslenmektedir:

d. (Ben onların tevbesini kabul ederim).

Yüce Allah, günah işleyeni affetmek için, öncelikle kulunun üç eylemi ger­çekleştirmesini beklemektedir. Allah'ın tevvab sıfatını harekete geçirecek olan, insanın davranışlarıdır. Allah Teala önce bu davranışlan sıralamış, sonra da kendisinin ne yapacağını açıklamıştır, insan tevbe edip kendisini düzeltince ve gerekeni yapınca, Allah da onun tevbesini kabul edip bağışlamaktadır.

Demek ki Yüce Allah, günahtan tevbe için her daim açık kapı bırakmak­tadır. Lanet edilecek kadar ağır günah işleyenler bile Allah'ın affından nasip­lerini alabilirler. Yeter ki tevbe edip günahlarını itiraf edip ıslah olsun, gere­keni yapsınlar. Bağışlamanın ilahî bir ahlâk olduğunu insanlara öğretmeyi ve bu ahlâkı kazandırmayı amaçlayan bu ayet, dönme, değişme ve kendini dü­zeltme fırsatını insanlara tanımanın da bir erdem olduğuna işaret etmektedir.

Suçunu itiraf edip af dileme bir erdem olduğu gibi, suçu affetmek de bir er­demdir. Affedilme ümidi, işlenen suç ve günahları devam eden bir süreç ol­maktan çıkarmakta ve insanlara bir çıkış kapısı göstermektedir. Siyasiler, eğitimciler ve ana-babalar bu kapıyı daima açık tutmalıdırlar.

(Ben tevbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edenim).

Tevbeyi kabul etmek ve merhametli olmak ilahî bir ahlâktır, bu ahlâkı yeryüzüne indirecek olan da insandır. Bağışlayan ve insanlara merhamet edenler, Allah'ın bu sıfatlarına bürünen kimselerdir.

Bağışlama ile merhamet etmenin yan yana gelmiş olması, bağışlama ol­madan merhametin; merhamet olmadan da bağışlamanın olamayacağına işa­ret amacına yöneliktir. Her ikisi de insan gönlünden çıkıp, toplumsal hayata yayılan erdem ağacının dallandır. Bir sarmaşık gibi topluma dal-budak salan bu faziletler, günah işlemeye iten nefisleri disipline etmektedirler. Bağışla­masını ve merhamet etmesini bilmeyenler, eğitim faaliyetine hiçbir erdem kazandıramazlar. insanları sevmenin işaret ve delili, onlara merhamet duygu­suyla davranmak ve onları bağışlamaktır. [15]

 

Kafir Olarak Ölmek Laneti Getirir:

 

161-162. Küfredip de kafir olarak ölenler var ya; Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. Ebedî olarak o laneti taşırlar; azapları hafifletilmez ve mühlet de verilmez onlara.

Genel anlamda ayet, iki kısma ayrılmaktadır. Birinci kısım inancın duru­munu bildirirken, ikinci kısım, olumsuz inancın cezasını belirlemektedir.

1. (Küfredip de kafir olarak ölenler...)

Ayetin bu bölümünde inkar edip küfr üzere ölenler ele alınmaktadır. Kar­şıt manada düşünecek olursak, inkar edip küfr üzere ölmeyecek olanların bu­lunabileceği, hükmüne de ulaşabiliriz. İnkar eden bazı insanlar, zamanla de­ğişerek iman edebilirler. İnsanın psikolojik yapısına uygun olan da budur. Fa­kat inkar edip küfr üzere ölen bir insanın, -kalbinde iyiye doğru bir değişim olmadığı için- cezaya uğrayacağı da bir gerçektir. İnkar psikolojisini değiş­tirip iman psikolojisine geçiş, insanın manevî hayatı için bir inkılaptır. Din­lerin geliş nedenlerinden biri, belki de birincisi insanın kalbinde bu değişimi gerçekleştirmektir.

2. Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.

Yüce Allah, inkarcı olarak ölenleri rahmetinden uzaklaştırmakta, melek­ler ve insanlar onlara beddua etmektedir. Demek ki, insanın gönlündeki in­kar psikolojisi, Allah'ın, meleklerin ve tüm insanların lanetini çekmektedir. Gönüldeki oluşumlar, diğer insanların gönlünde de bazı oluşumlara neden ol­makta, onlan harekete geçirmekte ve lanet etmeye sevketmektedir. Bu, bir gencin gönlünde oluşan sevginin, kızın gönlünü de etkileyerek onda da sev­ginin doğmasına neden olmasına benzer. Aynı şekilde, insanın gönlünde meydana gelen inkar da Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların nefretine se­bep olmaktadır. Bu psikolojik oluşumdan hareket ederek diyebiliriz ki, din eğitiminin yöneleceği ilk merkezler beyin, gönül ve nefistir. Bakara/162 aye­ti, inkar edip küfr üzere ölenin diğer cezasını bildirmektedir:

3. (Ebedî olarak o laneti taşırlar).

inkarından vazgeçmeyip öyle ölenler, ebediyyen lanetin içinde kalırlar. Kendisi değişmediği için lanet edicilerin laneti de değişmeyecektir. Bu dün­yada lanete uğrayacağı gibi, lanet, onunla beraber ahirete de intikal edecek ve yakasını orada da bırakmayacaktır.

4. (Azapları hafifletilmeyecek).

Ayetin bu kısmından, azabı hafifletilecek kimselerin olacağını da anlıyo­ruz. Ama inkar psikolojisi ile ölenlerin bu haktan istifade edemeyecekleri de bir gerçektir. Modern hukuktaki ceza indirimi, indirimsiz ceza gibi kavram­ların Kur'an tarafından tesbit edildiğine şahit oluyoruz. Hukuka, hafifletici sebeplerin bulunması halinde cezanın hafifletilebileceği anlayışını Kur'an sokmuştur. Ama hukukta cezası indirilmeyecek suçlann var olduğu da bir gerçektir. İşte Kur'an, inkar psikolojisi ile ölmeyi, cezası hafifletilmeyecek günahlar arasında saymaktadır. Allah katında hafifletici sebepler bulundu­ğunda, cezaların hafifletileceği prensibini Kur'an'da bulmaktayız.

5. (Onlara mühlet de verilmez).

Ayetteki inzar kelimesi, geri bırakmak, tehir etmek manasına gelmektedir. Ayetin bu kısmı da hukuka önemli bir prensip getirmektedir. Bazı cezalar te­hir edilebilir. Suçlunun durumunu ve suçun şeklini dikkate alarak hakim, ce­zayı tehir edebilir. Kur'an bu tehir işlemine, 'inzar' demektedir, inkar psiko­lojisi içinde ölenlerin cezalarının tehir edilmeyeceğini bildiren bu ayet, ceza­sı tehir edilecek kimselerin olabileceğine de işaret etmektedir.

Kur'an, borçlar hukukunda da tehir kavramına yer vermektedir (Eli genişleyinceye kadar mühlet verin). [Bakara/280] Ayetteki nazire kelimesi, tehir etmek, mühlet vermek anlamına gelmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Bakara/161-162'de, cezalarında hafifleme ve erteleme olmadan kimlerin sonsuz cezaya çarptırılacakları bildirilmektedir. Bununla Kur'an, modem hukuka, bazı cezalan hafifletme ve tehir etme usû­lünü kazandırmıştır. [16]

 

Yanlış Davranıştan Çevirecek Olan İnançtır:

 

163. Hepinizin ilahı bir tek ilahtır O'ndan başka hiçbir ilah yoktur; O, iyiliği tüm varlıkları kapsayan, çok merha­metlidir.

Bu ayetin, yukarıda izahını yaptığımız ayetlerden sonra gelmesinin önem­li bir sebebi olsa gerektir. Bakara/l 59'dan 162'ye kadarki konulan dikkate alırsak, 163. ayetin işlevi anlaşılır.

Ayetler ışığında işlenen konular şunlardır:

• Allah'ın kitapta insanlara açıkladığı delil ve doğru yolu gizlemek;

• Tevbe etmek;

• Kendini düzeltmek;

• Bildiğini açıklamak;

• İnkar psikolojisi içinde ölüp gitmek;

• Allah'ın, meleklerin, tüm insanların lanetine uğramak;

• Hafifletilmeyecek ve tehir edilmeyecek kadar ağır günah işlemek.

163. ayet, bu davranışların olumlu olanlarını devam ettirmeye, olumsuz olanlarını ise düzeltip insanı ağır cezadan kurtarmaya yöneltecek gücün an­cak tevhid inancı olabileceğine işaret etmektedir.

İyilikleri bütün canlıları kapsayan ve merhamet sahibi olan tek Allah'a inanmak ve sığınmak, bu günahlardan temizlenmeyi temin edecektir. Çoğu zaman insanları yanlış davranışa, günaha ve suça iten şeylerin başında tevhid inancının olmaması veya zayıf olması gelmektedir. İnsanları birbirine düş­man edecek ve Allah'ın bildirdiği hakikatleri gizlemeye yöneltecek kadar kö­tü davranışlar sergilemenin arka planında şirk vardır. Her günah, sahte bir tanrıya ibadettir, insan, kendi nefsini tanrı edinirse, ona ibadet etmek için gü­nah işler. Tek tanrıya iman ise, iyilik yapmaya sevkeder. İşte bu ayetin bu muhteva içinde yer almasının sebeplerinden biri budur. [17]

 

Aklı Çalıştıran Bilgiler:

 

164. Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gün­düzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yararlı şeyler taşıyarak denizde seyreden gemilerde, Allah'ın gökten yağmur indirip onunla arzı ölmüşken diriltmesinde, ora­daki hayvanları üretip yaymasında, gökle yer arasında Al­lah'ın emrine boyun eğmiş rüzgarları ve bulutları şu yan­dan bu yana yöneltmesinde aklını kullanan bir topluluk için nice deliller vardır.

Bu ayette, kainatta cereyan eden kanunlara dikkat çekilerek, insanların araştırmaları gereken konulara işaret edilmektedir. Şimdi bu konuların neler olduğunu görelim:

1. Göklerin ve yerin yaratılışı

Yaratılış meselesi, bütün kutsal kitapların ilk bölümünü teşkil etmiş, bir­çok ayette yaratılış meselesi anlatılmıştır. Bakara/164'ün ilk bölümünde ge­nel anlamda göklerin ve yerin yaratılışı ele alınmaktadır. Böylece, göksel ve yersel bilimlerin oluşması için onların yaratılış kanunlarının tesbit edilmesi­nin zaruretine dikkat çekilmektedir.

Allah'ın yarattığı kainat kitabının araştınlması, hem bilimin gelişmesini te­min edecek ve hem de araştıranları tek tann inancına götürecektir. Böylece göksel ve yersel bilimler, kainatın sırlarını açığa çıkaracak, dolayısıyla hem in­sana aczini gösterecek, hem de ilahî kudretin sonsuzluğunu öğretecektir.

Yüce Allah'ın, gökler ve yerin yaratılışını bu ayette konu edinmesinin amacı, insan aklını çalıştırmak, onların üzerinde düşünmesini temin ederek neticeler çıkarmasını sağlamaktır. Açıklamasını yaptığımız ayetin sonunda Yüce Allah bu amacını açıklamaktadır. Gökler ve yerin yaratılışı üzerinde düşünmenin ve o yolla bazı çıkarımlar yapmanın gerekliliğini Âl-i İm-ran/190-191'de görmekteyiz:

Gökler ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişin­de aklı selim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta durur­ken, otururken, yanlan üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin ya­ratılışı hakkında derin derin düşünürler. "Rabbimiz! Sen bunu boşuna yarat­madın. Seni teşbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru".

Ayetin,  (Gökler ve yer hakkında derin derin düşünürler) kısmı, bizim konumuzu ilgilendirmektedir. Yüce Allah, tefekkür için in­sanın önüne konular koymaktadır. Bu tefekkür, göksel ve yersel bilimlerin ürettiği bilgiler üzerinde olabileceği gibi, doğrudan gökler ve yerin esraren­giz yapısı üzerinde de olabilir. Bakara/164 ayetinin sonundaki "aklını kulla­nanlar" ifadesini, 'düşünenler' şeklinde tercüme etmemizin uygunluğu bu ayet tarafından doğrulanmaktadır. Çünkü düşünmek aklın bir faaliyetidir. Gökler ve yer üzerinde düşünmenin dinî açıdan çıkarımının ne olduğunu da Âl-i İmran/19rden öğrenmekteyiz:

(Rabbimiz! Sen bunları boşuna yaratmadın). Kainatın boşuna yaratılmadığı neticesine ulaşmak, kainat üzerinde düşün­menin önemli bir çıkarımıdır. İlahî yaratışın boşuna olmadığı fikrini yakala­mak, düşüncenin doğru yönde kullanıldığını göstermektedir.

(Seni teşbih ediyoruz).

Kainat üzerinde düşünmenin ikinci çıkarımı, kainatı yaratanın noksan sı­fatlardan uzak olduğu fikri ve inancına ulaşmaktır. jölifella (Bizi cehennem azabından koru). Azaptan korunma duası, kainat üzerindeki tefekkür sürecinin sonudur.

Kainat üzerinde aklını yormak, düşünmek ve bunlardan neticeler çıkar­mak, Yüce Allah'ın kainat üzerinde verdiği derslerin amacıdır. Tabiat kanun­larını araştırmak ve tesbit edilen bu kanunların üzerinde düşünmek, daha ile­ri çıkarımların yapılmasını temin edecektir.

2. Gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde...

Gece ile gündüz, zamanın önemli parçalandır. Onların birbiri ardı sıra gelmeleri, aklın, üzerinde düşünmesi gereken konulardan biridir. Âl-i İm-ran/190'da da, bunlarda aklı selim sahipleri için ibretler olduğu ifade edil­mektedir. Gece ile gündüzün insan hayatındaki yeri ve bu hayata katkıları dü­şünmeye değer konulardır.

Muhtelif ayetlerde Yüce Allah gece ve gündüzün insan hayatına getirdik­lerini açıklamaktadır:

a. İçinde dinlenesiniz diye geceyi; görmeniz için de gündüzü yaratan Allah'tır. Şüphesiz Allah, insanlara karşı lütufkardır. Fakat insanların çoğu şükretmez­ler. [Mü'min/61]

Demde ki, gece ile gündüz Allah'ın bir lütfudur. Gecenin istirahat edilme­si için yaratıldığı bu ayette bildirilmektedir. Gündüz ise çalışma zamanıdır. Çalışma ve dinlenmeye uygun zaman dilimlerini Yüce Allah insan için yarat­mıştır.

b. Geceleyin uyumanız ve gündüzün geçiminizi temin etmek için Allah'ın lütfu-nu aramanız O'nun ayetlerindendir. [Rum/23]

Demek ki, gündüz geçim temin etmek için çalışma vakti, gece de uyku za­manıdır.

c. Şüphesiz gece kalkışı, tam bir uyumaya ve sağlam bir kıraate daha elverişli­dir. Zira gündüz vakti, senin için uzun bir meşguliyet var. [Müzzemmil/6-7]

Gecenin, uyku ve nafile ibadet zamanı olmasına mukabil; gündüz, çalış­ma zamanıdır. Çalışma anında nafile ibadet yapılamayacağı için Yüce Allah bu açıklamayı yapmaktadır. Böylece müslümanlara zamanlarını nasıl değer­lendireceklerinin eğitimini yapmakta, gece ile gündüzün farklı bir şekilde de­ğerlendirilmesini öngörmektedir.

d. Biz Kur'an'ı kadir gecesi indirdik.

Genel olarak Yüce Allah'ın kutsal kitaplarını indirdiği, yani indirmeye başladığı ilk an, gece vaktidir. Kadir gecesi, insanlık için çok önemli bir anı temsil etmektedir. O an, meleklerin yeryüzüne indiği ve tüm insanlık için ba­rış ve güven olduğu bir andır. Ruh da, o gece yeryüzüne inmektedir.

Demek ki, gece ile gündüzün ardanda gelmesi insanlığın hayatını derinden etkilemekte ve hayatın planı ona göre yapılmaktadır. Bakara/164 ayeti, bu önemli hadiseyi, üzerinde tefekkür edilmesi gereken olaylardan biri saymak­tadır.

3. insanlara faydalı şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemiler­de...

Ayette yer alan fulk kelimesinin aslı felek'tk. Dönen, dönerek hareket eden şeye 'felek' denir. Göğüsleri tomurcuklanan kız çocuğunun bu durumu ifade edilirken de 'felek' kavramı fiil halinde kullanılır. İplik bükmek için kullanı­lan aletin dönüşü de bu fiille ifade edilmektedir. Suyun içinde kolayca öteye beriye döndüğü için, gemiye de fulk adı verilmiştir.

Yüce Allah, geminin denizde yüzüp gitmesini ve batmamasını sağlayan fizikî yasayı bulmaları için insanlara aklını kullanmaları çağrısında bulun­makta ve düşünmelerini önermektedir. Böylece bu ayette, cismin suda bat­madan nasıl yüzdüğü meselesi üzerinde kafa yorulmasına ve deniz bilimleri­nin, deniz araştırmalarının ve deniz sanayiinin kurulması ve geliştirilmesine işaret edilmiştir.

Fulk kelimesi "dönmek" manasına geldiğine göre, suyun çevirdiği türbi­ni de çağrıştırdığı düşünülebilir. Su gücünün enerjiye dönüştürülmesi için ge­rekli teknolojiyi üretme programına dikkat çekilmiş olabilir. Gemilerin de­nizde hareket edip yol almasında insanlar için birçok faydalar vardır. Gemi vardır ticarî eşya taşır; gemi vardır savaş için kullanılır; gemi vardır araştır­ma için kullanılır. Bütün bunların, insanın faydalanması için yapıldığı ayet­ten anlaşılmaktadır. Cisimlerin suda batmama kanunundan hareket edilerek üretilecek teknolojinin yaran insanlara olacaktır.

4. Allah'ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda...

Su ile tabiat ve canlılar arasındaki ilişkiyi araştırmak, canlılar için suyun önemini tesbit etmek başlı başına bir araştırma konusudur. Kurumuş toprağın yağmurun inmesiyle canlanması, çeşitli ayetlerde öldükten sonra dirilmeye delil olarak sunulmuştur.

(Biz canlı olan her şeyi sudan yarattık. Onlar inan­mazlar mı?) [Enbiya/30]

a. Su ile canlılık ve yaratma arasındaki ilişkiye dikkat çeken bu ayet, can­lıların kökenine işaret etmektedir. Enbiya/30'da kainatın oluşumu anlatıldık­tan sonra, canlıların oluşumu açıklanmakta ve suyun olmadığı yerde hiç bir canlının yaşayamayacağı gerçeği dile getirilmektedir.

b. Hac/5'te, öldükten sonra dirilmeyi bilimsel olgularla isbaüayan Yüce Allah, ayetin son kısmında canlılarla suyun ilişkisine dikkat çekmektedir:

Sen yeryüzünü kupkuru ve ölü halde görürsün; fakat biz onun üzerine yağmu­ru indirdiğimizde, o, kıpırdanır, kabarır ve her çeşitten iç açıcı bitkiler bitirir. İki hidrojen atomu ile bir oksijen atomunun (H2O) birleşmesinden mey­dana  gelen   su,  toprakla  buluşunca  canlı   meydana  gelmektedir,   insanın DNA'sındaki gazlan dikkate alırsak, insanın yaratıldığı ilk maddenin toprak ile su olduğu gerçeğine ulaşırız.

c. Gökten inen suyun canlılarla ilişkisinin yanısıra; onun Kur'an'da Allah'ın kudretini anlamaya götüren bir ilişkiler sistemini temsil ettiğine de şa­hit oluyoruz:

De ki: "Söyleyin bakalım; sizin suyunuz batarsa, kim size fışkıran bir su ge­tirebilir?" [Mülk/30]

Söyleyin bakalım, içtiğiniz suyu bulutlardan siz mi indiriyorsunuz, yoksa in­direnler biz miyiz? [Vakıa/68-69]

Su, başlı başına araştırılması gereken bir konudur. Su hakkındaki araştır­maların varacağı iki önemli netice vardır: Suyu, insanın hayatını kolaylaştı­racak şekilde kullanma teknolojisi ve suyu var eden gücü anlama. Suyun ışı­ğa, enerjiye ve canlıya dönüşümü önemli bir konudur. İnsanın akıttığı meni de sudur. Meninin canlıya dönüşümü, histoloji ve embriyoloji biliminin de temelini oluşturmaktadır. Demek ki, kainat kitabının su makalesi, insanı ima­na götürecek, ilahî kudreti anlatacak kapasite ve önemdedir.

5. (Oradaki hayvanları üretip yaymasında...)

Ayetin bu kısmında yer alan besse fiili sözlükte, yaymak, dağıtmak, tozu­tup savurmak, haberi ifşa etmek, sırtı açığa vurmak, ihtiyacını anmak, tomar gibi bir şeyi açmak, kıvrıklarını açmak, açıklamak, dağınık fikirli olmak, si­rayet ettirmek, canlandırmak, bir ideoloji ve doktrini yaymak, üstüne su serp­mek, toz gibi bir şey ekmek, radyo ile neşriyat yapmak, gözetmek, ekmek, içine maden filizleri koyarak yerleştirmek manalarına gelmektedir. [18]

 

Besse Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1.  Üretip yaymak

(Ve ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar üretip yayan...) [Nisa/l]

İlk insanın yaratılmasından sonra, onlardan eşeysel üremeyle nesiller üre­tip dünyaya yayılmayı ifade etmektedir. Bakara/164'te yer alan besse fiili de aynı şekilde, hayvanların üreyip yayılması anlamına gelmektedir. Lok­man/10'da da aynı anlamda kullanılmaktadır.

2.  Gam

Bu kelime isim olarak kullanıldığında, psikolojik bir haleti ifade etmekte­dir. Yusuf/86'da gam, tasa manasına gelmektedir:

 (Ben sadece gam ve kederimi Allah'a arzediyorum).

Hz. Yakub oğhı Yusufu kaybedince duyduğu gamı ifade ederken bu keli­meyi kullanmış ve böylece besse kelimesine psikolojik bir anlam yüklemiştir.

3.  Dökülüp serilmek

Besse kelimesinden türeyen mebsus kalıbı, küçük kelebeklerin ateşin et­rafında yana yana dökülüp serilmelerini ifade etmektedir. "Kapıyı çalan" kavramıyla ifade edilen kıyamet anlatılırken Karia/4'te kelime bu kalıpta kul­lanılmıştır.

(O gün insanlar, ateş etrafında yana yana dökülüp serilmiş kelebekler gibi olacak).

4.  Serilmek

Besse fiili, aynı şekilde mebsuse kalıbından alınınca halının yere serilme­si manasını ifade etmektedir:

(Ve serilmiş halılar vardır). [Gaşiye/16] Burada bu kavram, cennetin tasvirinde kullanılmaktadır.

5. Dağılıp toz duman olmak

Kıyametin kopuşu esnasında dağların alacağı durum bu kavramla ifade edilmiştir.

(Dağılıp toz duman haline geldiği...) [Vakıa/6]

Görüldüğü gibi bu kelimenin bazı kalıplan, çoğunlukla kıyametin kopuşu esnasında insanların ve dağların durumunu ifade etmekte kullanılmaktadır. Bunun yamsıra, psikolojik anlamının da olduğunu gördük, insanların ve hay­vanların yaratılıp yeryüzüne dağılması anlamıyla da Bakara/164 ve Nisa/1'de yer almaktadır.

Şura/29'da, hayvanların yeryüzünde üretilip yayılmasının Allah'ın ayetle­rinden olduğu söylenirken, Bakara/l64'te aynı olay, üzerinde akıl yorulması, düşünülmesi ve araştrnlması gereken bir konu olarak takdim edilmektedir.

Zooloji biliminin önemini vurgulayan ayetin bu kısmı, hayvanlar alemi­nin araştırılmasını öngörmektedir. Hayvanlar alemi de Yüce Allah'ın yaratıcı kudretinin bir kitabını teşkil etmektedir. Dabbe fiili, yavaş yavaş, sessizce ve yumuşak bir şekilde yürümek, emeklemek manasına gelir. Hastalıkla ilgili olarak kullanılınca, hastalığın yavaş yavaş  vücuda  sirayet etmesini ifade eder. Nehirle ilgili olarak da, suyun yavaşça akması anlamına gelir.

Dabbe kavramı, yeryüzünde hareket eden hayvanlar manasına gelmekte­dir. Başka bir ifadeyle dabbe, canlı anlamını ifade etmektedir:

(Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır). [Nur/45] Bu ayette dabbe, genel olarak 'canlı' manasına gelmektedir.

Neml/82 ayetine göre kıyametin alameti olarak yerden bir dabbe çıkacak ve insanlara, imanlarında yakîn sahibi olmadıklarını söyleyecektir. "Dabbe-tu'l-arz" denen bu varlık, bir hayvan mıdır, yoksa bir canlı mıdır? Bizce bu­na 'canlı' manasının verilmesi daha uygun olur.

Bakara/164'te sudan sonra dabbe (hayvan veya canlı) kelimesinin gelme­si önemlidir. Su ile canlılar arasındaki ilişkinin burada da kurulduğuna şahit oluyoruz. Suyun, gemileri yürütecek itici güce ve enerjiye kaynaklık etmesi kadar, hayata kaynaklık etmesi de araştırılmalıdır.

6. Rüzgarların, yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutlan yönlen­dirmesinde...

Rüzgarların bulutlan harekete geçirmesi, üzerinde düşünülmesi gereken konulardan birini teşkil etmektedir. Rüzgar, hareket eden ve ettiren gücü ifa­de etmektedir. Yüksek hava basına ile alçak hava basıncı arasında meydana gelen hava akımına rüzgar denmektedir.

Rüzgarın bu ayette, hareket ettirici bir güç olarak nitelendirilmesi, bu gü­cü insanların yaran için kullanmayı da teşvik etmektedir. Rüzgar ile bulut arasındaki ilişki, bulutun hareket ettirilmesi eylemi ile açıklanmaktadır. Yel­kenli gemilerin ya da rüzgar değirmenlerinin yapılması, insanların rüzgardan çeşitli şekillerde istifade edebileceklerini göstermektedir.

7. (Aklını kullanan bir toplum için bir çok deliller vardır).

Bu kısım, ayette yer alan konulan açıklamanın eğitici amacını göstermek­tedir. Bütün bu açıklamalar, insan aklını harekete geçirip düşünmesini temin etmek, bilgi üretmek, tabiat kitabını okuyup o kitaptaki kanunları bulmak, akıl ile o kanunlan buluşturmak gibi faaliyetler insanın görevleri arasında yer almaktadır. Aklın bir anlamı da "bağ kurmak" olduğuna göre, insanoğlu, beyni ile tabiat kanunlan arasında bağ kurup, tabiat kanunlan arasındaki ilişkileri tesbit etmeli ve yeni keşifler yapmalıdır. Aklı işletmeyerek ona bu gö­revini yaptırmamak, ona karşı işlenen en büyük zulüm ve ihanettir.

Açıklamasını yaptığımız ayette, gökler ve yerin yaratılışı, gece ile gündü­zün birbiri ardından gelişi, gemilerin denizde yüzüp gitmesi, gökten inen su ile yeryüzündeki canlıların ilişkisi, hayvanların yaratılıp her tarafa yayılma­sı, rüzgarların bulutlan hareket ettirmesi gibi tabiat kanunlarının ele alınma­sı, insanların önüne, tabiat kitabını araştınrken hangi kanunlara ve ilişkileri­ne dikkat edeceğine dair bir program koymaktadır.

Yerle gökler arasındaki ilişki, suyun itme gücü, suyun hayat verme özel­liği ve rüzgarın gücü insanoğlunun dikkatine sunulurken, hem insanın fizikî çevresini yaşanır hale getiren kanunların araştırılması, hem de onların daha derinden incelenip daha fazla istifade edilmesi istenmektedir. Bu konular üzerinde düşünmek, akıl yormak ve neticeler çıkarmak, insan için çok önem­li uğraşılardır. Bunları araştırmak, Kur'an'ı araştırmaya denk bir değer taşı­maktadır. [19]

 

Sevgi-Şirk İlişkisi:

 

165. Bazı insanlar, Allah'tan başkalarını Allah'a denk tan­rılar edinir. Onları Allah'ı sever gibi severler. İman eden­lerin Allah'a olan sevgileri çok daha fazladır. Keşke zalim­ler, azabı gördüklerinde anlayacakları gibi, bütün kuvve­tin Allah'a ait olduğunu ve Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu önceden anlayabilselerdi.

Bu ayette, birkaç konu ele alınmakta ve şirkin nasıl meydana geldiğine ve insan hayatını nasıl tahrip ettiğine dikkat çekilmektedir. Şimdi ayetin çatısı­nı oluşturan temel konulan ele alabiliriz:

1. Sevgi-şirk İlişkisi

Allah'tan başka varlıkları, Allah'a denk tutmak şirktir, insan onları Allah ile nasıl denk tutabilir? Başka bir ifade ile insan, bu denkliği ne ile kurmak­tadır?

Ayet bu soruya cevap vermektedir, insan, Allah'tan başka varlıkları, Al­lah'ı sever gibi sevmekle bu denklik kurma şirkini gerçekleştirmiş olur. Yani insanın bir objeye ölçüsüzce sevgi beslemesi, onu tanrı seviyesine çıkarma­sına sebep olabilir. Sevgi kaypak bir alanı andırır. Her an insanın ayağını kaydırabilir, bu da insanı şirke düşürebilir. Sevgi alanında çok temkinli ge­zinmek gerekiyor. Çünkü sevgi insanı fazilete de götürür, rezilete de. Sevgi alam, aynı zamanda bir bataklığı andırır; yürümesini bilmeyeni içine çekip boğar.

Yüce Allah bu ayette, sevginin şirke nasıl dönüştüğüne dikkat çekmekte­dir. Böylece, insana neyi ne kadar seveceğinin bilgisini vermekte ve eğitimi­ni yapmaktadır. Sevgi alanını düzenlemeden, sağlam bir inanca sahip oluna­mayacağına da işaret etmektedir.

Hangi varlık ve nesnelere duyulan sevginin insanı şirke götüreceğine Tev-be/24'de işaret edilmektedir. Ebeveyn, çocuklar, kardeş, eş, kabile, mal, tica­ret ve meskenlere duyulan sevgi, Allah'a, Peygambere ve Allah yolunda sa­vaşmaya olan sevgiden daha çoksa insanı şirke götürür. Yüce Allah bu ayet­te, insanın sosyal ve ekonomik çevresini oluşturan sekiz değerden bahset­mektedir. Mü'minler bu değerleri, Allah, Peygamber ve O'nun uğrunda sa­vaştan daha sevgili tutamaz. Tuttuğu an şirke girmiş olur. Böylece Yüce Al­lah, sevilen objeye göre sevgiyi ayarlamaktadır. Sevilen ile sevgi arasında bir denklik olmalıdır.

Bu dengeyi kurmak bir bilinç işidir, insanları bir duygu eğitimine tabi tu­tan Yüce Allah, bu duygu eğitimi yapılmadığı takdirde insanların her an şir­ke düşebilecekleri ihtimaline işaret etmektedir. Bakara/165 ile Tevbe/24'te bu duygu eğitimini gerçekleştiren Yüce Allah, özellikle sevgi ile şirk arasındaki ilişkiyi işlemektedir.

Birtakım şeyleri Allah'ı sever gibi sevmek, Allah'a eş koşmanın işaretidir.

Bunun da, bütün insanlara değil, bazılarına mahsus olduğunu "bazı insanlar" ifadesiyle açıklamaktadır.

2.  iman edenler Allah'ı daha çok sever

Tek Allah'a iman etmenin işareti de yine sevgi ile ifade edilmektedir. İman eden insan, Allah'ı daha çok sever. Bu dengeyi iman mı kurmakta, yoksa sev­gi bilinci mi? Hangi varlığa ne kadar sevgi duyması gerektiğini bilen insan, ancak iman eden bir insan olabilir, iman eden bir insan, bu konuda hata yap­maz mı? Tevbe/23 ile 24 ayetini bir araya getirdiğimizde, iman edenlerin de bu hataya düşebileceği anlaşılır. Yüce Allah, sözkonusu ayetlerde, iman edenlere hitap etmektedir. Eğer iman edenlerin şirke düşme ihtimali olma­saydı "Ey iman edenler!" ifadesini kullanmazdı.

Ayetin yukarıda nakledilen bölümünde Yüce Allah, iman ile sevgi arasın­daki ilişkiye dikkat çekmekte ve aralarında bir denge kurulmasını öngör­mektedir. Allah'a iman etmek, O'nu daha fazla sevmeyi gerekli kılar. Şirk, iman ve sevgi, duygu alanının temel taşlandır. Sevgi ile inancın duygu ala­nındaki yeri doğuştan olduğu halde, şirkin sonradan kazanıldığının da bilin­mesi gerekir. Demek ki şirkin, insan fıtratı ile hiçbir alakası yoktur. Doğuş­tan gelmeyen bu duygunun, doğuştan gelen inanç duygusunun yerini alma­sı, hatanın büyüklüğünü gözler önüne sermektedir. Bu durum, bir bakıma dağdan gelenin bağdakini kovmasına benzemektedir. Duygu eğitiminden geçmeyenler, sonradan geleni, doğuştan gelenin yerine koyma hatasını işle­yebilirler.

3. Keşke zalimler azabı gördükleri zaman bütün kuvvetin Allah'a ait oldu­ğunu bilselerdi.

Sonradan meydana gelen şirkin tevhid inancının yerini alması gibi çok büyük bir günahın iki dinamiğini Yüce Allah bu ayette vermektedir. Ayetin yukarıdaki bölümü, bu dinamiklerden birinin, "Bütün kuvvetin Allah'a ait ol­duğunu bilememe, ya da görememe" olduğunu göstermektedir.

Ayetin bu kısmında Yüce Allah, şirk koşanları 'zalim' sıfatıyla vasıflan­dırmaktadır; ki bu, şirkin zulüm olduğu anlamına gelir. Lokman/l 3'te, Hz. Lokman'ın ağzından şöyle buyurulmaktadır:

Lokman, oğluna öğüt vererek, "Yavrucuğum! Allah'a şirk koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür" demişti.

Genelde zulüm, insanlar arası ilişkilerde hakların çiğnenmesi ile ilgili ola­rak kullanılan bir kavram olarak bilinir. İtikadı bir meselede zulüm kavramı­nın kullanılmasını izah ederken, yine haklar konusundan hareket etmek ge­rekiyor. Yüce Allah'ı birlemek ve ona şirk koşmamak, O'nun hakkıdır. Yani, Allah'ın en önde gelen hakkı O'na şirk koşulmamasıdır. Şirk koşan insan Yü-oe Allah'ın bu hakkını çiğnediği için bir zulüm işlemiş olmaktadır.

Oysa, insanın içindeki inanç duygusunun yönü ve hareket tarzı tevhid inancına doğrudur. Amacına, yani Allah'a doğru hareket etme ve ettirilme, in­san doğasının gereğidir. Şirk koşan insan, fıtratın gereğini yerine getirme­mekte, onu yanlış yöne ve objeye yönlendirmektedir.

İşte bu yanlış yönlendirme, hakka tecavüz olduğu için zulümdür. Demek ki, şirkin büyük zulüm olmasının sebebi, iki yönlü bir hak gasbına yol açma­sından kaynaklanmaktadır. Bu zulmün bir boyutu Allah ile, diğer boyutu da insan ile ilgilidir.

insanın en büyük zulüm olan şirk hatasını işlemesine neyin sebep olduğu­nu ayetin sonraki kısmından çıkarabiliriz: "Bütün gücün Allah'a ait olduğu­nu bilmemek ve görememek". Başka varlıklarda tanrılık gücü görmek ya da gücün kimde toplandığını veya gücün kaynağının kim olduğunu bilememek, şirke götüren sebeplerden biridir. O zaman şu gerçek ortaya çıkmaktadır

Din eğitimcileri, insanlara gücün kimde toplandığını ve kaynağının kim olduğunu öğretmelidirler. Tevhid inancının temelini, gücün kimde toplandı­ğı bilgisi oluşturmalıdır. Allah'ın her şeye gücü yettiği bilgi ve inancına sa­hip olmayan kimsenin şirke düşmeme ihtimali çok zayıftır. Şirk koşanlar, Al­lah'tan başka varlıklarda bir güç vehmettikleri için onlara kutsallık vermişler ve vermektedirler. Demek ki, müşrikler, bütün gücün Allah'a ait olduğunu bilselerdi şirk batağına saplanmazlardı. İşte bu bilgi eksikliği şirkin dinami­ğini teşkil etmektedir.

4. (Allah'ın azabının çok şiddetli olduğunu bilse­lerdi).

Allah'ın azabının şiddetli olduğunun bilinmesi, şirkten caydırıcı bir etkin­liğe sahiptir. Şirk koşanlar, Allah'a eş koştukları tanrıların azap etme güçleri­nin olmadığını, azap etme gücüne sadece Allah'ın sahip olduğunu bilselerdi, şirke düşmezlerdi. Burada da bilgi eksikliği sözkonusudur. Bu, insanların amellerini en ince detayına kadar değerlendirip ceza ve ödüle tabi tutacak gü­cün kimde olduğu sorusuna, doğru cevabı verecek bilgidir. Azap etme gücü­ne sahip olmayan tann olamaz. Allah kullarına azap etmez, ama kul kendi ce­hennemini kendi amelleriyle hazırlar. Böyle bir değerlendirme ortamını te­min etme kudreti ise, sadece Allah'a aittir. Bu dünyada haksızlığa uğrayanla­rın haklarını alacakları bir alemi yaratamayan varlık, kutsanmaya, tann ol­maya layık değildir.

Yorumunu yaptığımız Bakara/165'te, çok önemli bir sebep-sonuç ilişkisi vardır. Kuvvetin kime ait olduğunu ve azap etme gücünün kimde bulunduğu­nu bilmeme, sevginin yöneleceği objeyi seçme konusunda hata yapmaya yol açmakta, güçsüz yaratıklara tanrılık sıfatını vererek şirk batakhğna saplan­maya sebep olmaktadır. Demek ki, güç ve azap hakkındaki yanlış bilgi, sev­ginin yanlış objeye yönelmesine ve şirkin doğmasına neden olmaktadır. Bu sebep-sonuç ilişkisinden, bir başka prensip daha doğmaktadır. O da, sevgi denen duygunun eğitiminin bilgiye dayanmasının gerekli olduğudur. Beyin­den gönüle giden bilgi kanalı çalışınca, duygu aleminde sapmalar meydana gelmeyecektir. Onun için ayette Yüce Allah "zalimler bilselerdi" buyurmak­tadır. Böylece bilgilendirme yapılmadan, duygu eğitiminin yapılamayacağı ilkesi de ortaya çıkmaktadır.

Bu ayet, sevgi denen kaypak duygu aleminde, ayağın kaymasını önleye­cek olan gücün bilgi olduğuna işaret etmektedir. Bilgisiz sevgi alemi, ağaç­sız araziye benzer, ki böyle toprağın erozyona uğraması kaçınılmazdır. Sev­gi aleminde gerçekleşecek bir erozyon, şirk denen zulme yol açacaktır. Top­rağı akıp giden ve cascavlak taşların kaldığı bir gönülde şirkten başkasını bulmak mümkün değildir.

Netice olarak diyebiliriz ki, duygu eğitimi bilgiye dayanmalıdır. Bu ayet­te, şirkin gerisindeki dinamiklere işaret edilmek suretiyle bilgilendirme ya­pılmaktadır. Şirk, sevginin yanlış yönlendirilmesine; neyin ne kadar sevile­ceğinin bilinmemesine; bunlar da gücün kimde toplandığının ve azabın kime ait olduğunun bilinmemesine bağlanarak, çok önemli bir sebep-sonuç anali­zi yapılmaktadır. Herkes bu analizi kendi içinde yapabilir ve kendi içindeki eksik ve yanlışları görebilir. [20]

 

Son Pişmanlık Fayda Vermez:

 

166-167. İşte o zaman kendilerine uyulan ve arkalarından gidilenler, uyanlardan hızla uzaklaşır ve azabı görürler. Neticede aralarındaki bağlar parçalanmıştır. Uyanların, "Keşke dünyaya bir daha dönsek de, onların bizden uzak­laştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsak!" diyecekleri vakit, Allah onlara bütün yaptıklarını kendilerini sarmış pişmanlıklar halinde gösterecek ve onlar ateşten çıkama­yacaklar.

165. ayetteki "Allah'tan başkasını Allah gibi severler" ifadesi, sevilenle­rin insan olduğunu göstermektedir. Çünkü 166. ayette, uyulanlann uyanlar­dan aynhp gideceği ifade edilmektedir. Demek ki, Tevbe/24'te sayılan, sev­ginin yöneleceği sekiz objenin canlı olanlarına dikkat çekilmektedir, insan bazen bir insanı Allah'ı sever gibi sevebilir. Tevbe/24'te, ebeveyn, çocuklar, kardeşler ve eşler ele alındığına göre, bunlar sevgide Allah'a eşit tutulabilir veya daha çok sevilebilirler. Ahirette, bu dünyada kutsallaşünlıp Allah'a eş koşulan insanların, eş koşanlara karşı tavırlarını anlatan bu ayet, yanlışları bu dünyada göstererek, ahiretteki pişmanlığı önleme yolunu izlemektedir.

166. ayetteki "kendilerine uyutanlar" ifadesiyle kasdedilenlerin kimler oluduğunu tesbit etmek için, Allah'ı bırakıp kimlerin peşinden gittiklerine bakmak gerekiyor:

1. Müşriklerin lider ve reisleri

Bu tesbitin doğruluğu Ahzab/67'yle doğrulanabilir:

(Biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, onlar bizi yoldan çıkardılar).

Halkın itaat ettiği ileri gelenler kötü niyetli iseler, halkı yoldan çıkarırlar. Yoldan çıkanlar, yanlış yapaklarını ahirette anlarlar ama, pişmanlıkları fayda vermez. Çünkü kendilerine tabi olunan bu insanlar, yoldan çıkardıkları kim­selerden hızla uzaklaşacaklardır.

2. Önceki nesil

Yetişkin nesil yetişmekte olan nesli eğitir, ona şekil verir, rehberlik eder ve bakış açısı kazandırır. Sonraki nesiller, bu görevi yerine getirmeyenlerden mahşerde şikayetçi olacaklardır. Cehenneme giren her grup yoldaşına lanet edecektir. Cehennemde bir araya geldiklerinde, sonrakiler öncekileri, kendi­lerini saptırmakla suçlayacaklardır. Öncekiler de, onların üzerinde bir sulta­ları olmadığını söyleyerek, hak ettikleri azabı çekmelerini isteyeceklerdir. [A'raf/38-39]

Önceki nesle tabi olup yoklan çıkanların feryatlarına, onları yoldan çıka­ranlar asla aldırış etmeyeceklerdir.

3. Bazen insanlar şeytana taparak, Allah'a şirk koşarlar. Mahşerde şeytan onlardan uzaklaşacak ve onlara şöyle diyecektir:

(Sizin daha önce beni Allah'a ortak koşmanızı tanıma­mıştım, inkar etmiştim). [İbrahim/22]

Ayetin devamında şeytan, kendisini Allah'a eş koşanları zalimlikle nitele­mekle ve onların elim bir azaba tabi tutulacaklarını söylemektedir. Şeytan bu sözü ile kendisine tapanlardan uzaklaşacağını ifade etmektedir.

4. Yanlış inancı paylaşanlar

Ankebut/25'te, Hz. İbrahim'in şirk batağına düşenlere karşı yaptığı konuş­ma zikredilirken, dünyada aynı batıl inancı paylaşanların ahirette birbirlerini inkar edecekleri bildirilmektedir:

ibrahim onlara dedi ki: "Siz, sırf aranızdaki dünya hayatına has muhabbet uğ­runa Allah'ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü birbirini­zi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur".

Bazı insanlar, Allah'ı bırakıp bazı şeyleri tanrı edinirler. Aralarındaki mu­habbeti bu tanrıların etrafında oluştururlar. Allah uğruna birbirlerini sevecek­leri yerde, putları uğruna birbirlerini severler. Bu durum öteki dünyada değişecektir. Çünkü taptıkları sahte tanrılar kendilerinden uzaklaşınca, birbirleri­ni tanımazlıktan gelecek ve dünyadaki muhabbetleri lanetlemeye dönüşecek­tir. Lanetleme, birbirini tanımamak, birbirine lanet okumak, birbirinden hız­la uzaklaşmak anlamına gelmektedir.

Allah için olmayan dünyadaki dostluklar, ahirette düşmanlığa dönüşecektir:

O gün, Allah'a karşı gelmekten sakınanlar dışında, dost olanlar birbirlerine düşman kesilirler. [Zuhnu767]

Manevî bir temel ve değere dayanmayan ve insana Allah'ın dışında sahte bir tanrı oluşturan muhabbet ve dostluklar, kalıcı olmadıkları için, öteki dün­yada tanımamazhğa, lanete ve düşmanlığa dönüşecektir.

Yanlış ideoloji, felsefe ve düşüncelerin etrafında toplanıp onları tanrı ha­line getiren ve onlar uğruna muhabbetleşen insanlar, mahşerde birbirinden kaçacak ve birbirine düşman olacaklardır. İdeoloji, felsefe ve düşünceler, kendilerine ait beşerî düzlem ve değerde kalmalıdırlar. Onlara kutsallık atfet­mek ve onlar uğruna başka gruplara düşmanlık beslemek, ahiretteki değişimi meydana getirecek ve böylece dostlar düşman olacaktır.

5. Büyüklük taslayanlar

Yüce Allah Kur'an'da kültür ve inanç açısından insanları iki gruba ayır­maktadır Büyüklük taslayanlar ve zayıflar. Zayıflığın ölçüsü, başkasının et­kisi alanda kalıp inancını değiştirme olarak belirlenmiştir. Toplumu kültür bakımından ağır bir etki alünda bırakan, gece gündüz insanları yoldan çıkar­mak için çalışan ve çeşitli entrikalar kuran kimselerin insanları nasıl yoldan çıkardıkları Kur'an tarafından gözler önüne serilmektedir:

Kafir olanlar dediler ki: "Biz asla bu Kur'an'a ve bundan önce gelen kitapla­ra inanmayacağız". Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbir­leri ile münakaşa ederken bir görsen! Zayıf sayılanlar, büyüklük taslayanlara, "Siz olmasaydınız biz inananlardan olurduk" derler. [Sebe/31]

Dünyada büyüklük taslayanlann etkisi alanda kalan mustazaflann "Dünya­da, sizin kötü etkileriniz olmasaydı, biz imanımızı kaybetmeyecektik. Bizi siz küfre götürdünüz" şeklindeki itirafı, kültür açısından ezen ve ezilen sınıfların olduğunu ortaya koymaktadır. Sömürenler sınıfı buna şöyle cevap verecekler

Size hidayet geldikten sonra sizi ondan biz mi çevirdik? Bilakis siz suç işli­yordunuz. [Sebe/32]

Sömürenler, burada çok dikkat çekici bir bahane ileri sürerek kendi etki­lerinin sonuçlarını, onların yanlış yolda olmalarına bağlamakta; kötünün te­sirinde kalmalarının, onların kendi kişiliklerinde var olan zaaflara bağlı oldu­ğunu ileri sürmektedirler. Zayıflar ise onlara şöyle diyecekler:

Hayır, sizin işiniz gece gündüz tuzak kurmaktı. Çünkü siz daima Allah'ı inkar etmemizi, O'na ortaklar koşmamızı bize emrettiniz. [Sebe/33]

Güçlü olanların, zayıf grupları nasıl etkilediğine işaret eden bu ayet, ahi-rette birbirleri ile nasıl tartışacaklarına da ışık tutmaktadır. Büyüklük tasla-yanlann etkisiyle inkar eden zayflann, ahiretteki pişmanlıkları bir yarar sağ­lamayacak, kendilerini yoldan çıkaranlarla beraber cehenneme gideceklerdir.

Bakara/166 ayeti, yukarıda bahsettiğimiz grupların oradaki durumlarına ışık tutmaktadır:

(Azabı gördüklerinde...)

Aynı ifade Sebe/33'te de yer almaktadır. Tabi olanlarla tabi olunanlar, et­kileyenlerle etkilenenler, azabı beraberce göreceklerdir. Azabı gördüklerinde ne olacağına ise şöyle işaret edilmektedir:

(Aralarındaki bağlar kopup parçalanmıştır).

Bu ayette, kendisine tutunularak çıkılıp inilen ip anlamını ifade eden esbab kelimesi, sebep, illet, saik, hareket ettirici, vesile manalarına da gelmektedir. [21]

 

Sebep Kelimesinin, Kur'an'da Manaları:

 

l.İp

Hac/15'te bu manayı ifade etmektedir:

Kim Allah'ın, Peygambere dünya ve ahirette asla yardım etmeyeceğini sanı­yorsa, tavana bir ip takıp boynuna geçirsin, sonra da ipi kesip intihar etsin de bir baksın, başvurduğu çare kendisini öfkelendiren şeyi gerçekten engelleye­cek mi?

Bu ayet, öfke ve kinin insanı intihara kadar götürebileceğine işaret etmek­tedir.

2. Yol

Bir yere gitmek, oraya ulaşmak için tutulan yol manasına gelmektedir:

(O bir yol tuttu). [Kehf/89]

Bu manada, hem fizikî yolu, hem de hedefe ulaşmak için tutulan manevî yolu ifade etmektedir. Çıkış noktası ile vanş noktası arasındaki bağlantıyı kuran yol anlamına geldiği gibi; insanın niyeti ile hedefi arasındaki bağlantı anlamına da gelmektedir.

3. İmkan

Gerçekten biz onu yeryüzünde güçlü kıldık ve ona dilediğini yapma imkanı­nı veidik. [Keh#84]

Dilediğini yapabilme yol ve vasıtalarını ona temin ettik/verdik demektir. Dilediği neticeleri elde etme imkanına sahip olan insan güçlü insan demek­tir. Adil ve doğru olma ve bu değerleri yaşatma fırsatlarının ona verilmesi, onun da o fırsatları değerlendirmesi demektir.

4. Kapı

Bu kelime gökle ilgili olarak kullanıldığında kapı manasına gelmektedir.

(Belki ben kapılara, göğün kapılarına ulaşırım). [Mü;min/36-37]

Ayette geçen esbab kelimesine, İbn Abbas kapılar; Razi, Hazin, Keşşaf ve Nesefi kapılar ve yollar manasını vermektedirler.

Firavun, Musa'nın ilahına ulaşabilmek için Haman'a yüksek bir kule yap­masını istedi. Musa'nın ilahını görebilmek için, göğün kapılarına ulaşılması gerektiğine inanıyordu.

5.  Sevgi

Bakara/166'da, gönüller arasındaki bağlan ifade etmektedir: Aralarındaki bütün bağların kesildiği vakit.

İnsanlar birbirleri ile sevgi ile alaka kurarlar. Sevgiye 'alaka' denmesi de bundan kaynaklanmaktadır.

Ayetten anlaşılmaktadır ki, dünya hayatında geçici menfaate dayalı olarak kurulan sevgi bağlan, mahşerde kopacaktır. Mahşerdeki ayrılık, bu sahte bağların kopması ile doruk noktasına ulaşacaktır. Aslında karanlık işlerde be­raberce hareket edenlerin, yakalandıklarında bu beraberliklerinin sona erip birbirini ifşa edecek kadar aralarındaki bağların dünyada kopması, mahşer­deki sahnenin bir benzeridir. Mahşerdeki pişmanlığın telafisi mümkün olma­dığı için 167. ayette bu durum ele alınmaktadır.

Uyanların "Dünyaya bir daha dönsek de onların bizden uzaklaştıkları gibi, biz de onlardan uzaklaşsak" diye haykıracakları vakit...

Mahşerde, bu dünyada uydukları kimseler, kendilerinden uzaklaştıkları vakit tabi olanlar terkedilmişliklerinin öcünü almak için yeni bir fırsat için dünyaya bir kere daha gönderilmelerini isteyecekler. Ayetin bu kısmı, insa­noğluna, dönüşü olmayan bir zaman ve mekana girmeden önce aklını başına toplayarak kime tabi olduğuna dikkat etmesini öğütlemekte ve bu konuda bir uyanda bulunmaktadır. Böylece pişman olunacak bir noktaya ulaşmadan ön­ce insana, önünü görebilme eğitimi verilmektedir.

Başkasının etkisi ile hayatı yönlendirmenin çok kötü sonuçlan olacağını anlamaya öncelik vermek ve kendi kararına dayanmayan, kendi iradesinden kaynaklanmayan bir taklitin, çok acı bir sonuç vereceğini bilmek gerekir. Uyduğu insanların gittiği yolu görüp de, o yolu sorgulamaktan aciz olan in­sanlar, bu yolun cehenneme gittiğini ancak mahşerde anlayacaklar, ancak iş işten geçmiş olduğundan, bu anlamanın hiçbir faydası dokunmayacaktır:

Allah onlara bütün yaptıklarını, kendilerini sarmış pişmanlıklar halinde gös­terecek.

Bu dünyada yanlış ve karanlık iş yapanlara tabi olmak ve tabi oldukları kimselerle yapüklan her şey, mahşerde pişmanlığa dönüşecektir. Öyle ki piş­manlık onlan tamamen kuşatacaktır. Onlan kuşatan bu pişmanlığın sebebi olan ameller, Allah tarafından onlara gösterilecektir ki bu, objektif değerlen­dirmenin bir gereğidir. Yüce Allah, onlan gelişi güzel bir değerlendirmeye tabi tutmadığını böylece ortaya koyacaktır.

(Onlar ateşten çıkamayacaklardır).

Karanlık iş yapanlarla, onlara tabi olanların varacakları nihaî yer ateştir. Hem de öyle bir ateştir ki, çıkış kapısı veya yolu yoktur. Bu ayette, çıkışı ol­mayan bu ateşin, dünyadaki amellerle oluştuğunun öğretimi verilmektedir. Şirk gibi karanlık bir inanç, öteki alemde ateşe dönüşmektedir. Bu ateşin özelliği, ondan çıkışın, kurtuluşun olmamasıdır. Demek ki şirk, çıkışı olma­yan bir cehennemdir. 165. ayetten itibaren ele alınan şirk, içinden çıkılama­yacak bir ateşte son bulmaktadır. İşte bu ateş, onların arasındaki bağlan ya­kıp kül edecek ve bütün benliklerini saran derin bir hasrete dönüşecektir. [22]

 

Helal Ve Temiz Yiyecekler:

 

168. Ey insanlar! Yeryüzündeki yiyeceklerin helal ve temiz olanlarından yiyin, şeytanın arkasından gitmeyin, gerçek­ten o, sizin açık düsmanınızdır.

Ayeti bölümlere ayırarak açıklarsak, parçalar arasında bağlantı kurmak suretiyle sentezini de yapmış oluruz.

1. (Ey insanlar! Yeryüzündeki yiyeceklerin helal ve temiz olanlarından yiyin).

Ayetin bu kısmında yer alan iki kavramdan biri olan helal sözlükte, bağı­nı gevşetmek, çözmek, açmak, sökmek, bir problemi, bulmacayı ve şifreyi çözmek, suda eritmek, tahlil/analiz etmek, serbest bırakmak, beraat ettirmek, temize çıkarmak, suç ve günahı affetmek, yerleşmek kalmak, ziyaret için gel­mek, bir yere inmek, galip gelmek, tamamı ile istila etmek, başa gelmek, bir bedene hulul etmek, çözüme ulaşmak, müsaade etmek anlamlarını ifade et­mektedir. Bu ayetlerindeki ise şunlardır: [23]

 

Helal Kavramın Kur'an Manaları:

 

1. Helal etmek

Halle kelimesi, mubah ve helal olmak manasına gelir. Bu manada alının­ca, zıddı 'haram' olmaktadır. A'raf/157'de bu manada yer almıştır:

(Peygamber onlara temiz şeyleri helal, pis şey­leri haram kılar).

Helal, yenmesinde, yapılmasında sakınca olmayan ve serbestçe yenen ve yapılan şeylere denmektedir.

2. Çözmek

Halle fiili, bu anlamda, ineğin bağını çözüp salıvermek, bir problemi, bul­macayı veya şifreyi çözmek manalarına geldiği gibi, suda eritmek, analiz et­mek anlamlarını da ifade etmektedir. Taha/27'de dildeki kekemelik düğümü­nü çözmek manasında kullanılmıştır:

Dilimden şu düğümü çöz. Burada fiil, konuşma engelini ortadan kaldırmak anlamına gelmektedir.

3. Yerleşmek

(Sen bu beldede oturuyorsun). [Beled/2]

Fiil olarak kullanıldığında yerleşmek, oturmak, orada bulunmak anlamına gelmektedir.

4. Ansızın gelmek, inmek

Size nzık olarak verdiklerimizin temiz olanlarından yiyin, bu hususta taşkın­lık etmeyin; sonra size gazabım ansızın gelir. Azabımın ansızın geldiği kim­seler, boşluğa düşmüşlerdir. [Taha/81]

Ansızın gelip çarpmak manasına gelen bu kelime, yapılan yanlış bir dav­ranışa karşı ilahî bir tepkiyi ifade etmek için kullanılmaktadır.

5.  Sürüklemek

Allah'ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? [İbrahim/28]

Ayet, ekonomik hayattaki dengesizliğin toplumu sürüklediği helaki anlat­maktadır. Ekonomik hayatı bozan yetkililer, toplumlarını helak yurduna sü­rüklemiş olurlar. Yüce Allah bunu halle kavramı ile ifade etmektedir.

6. İhramdan çıkmak

İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. [Maide/3]

Hac ve umre ibadeti için ihrama girildiğinde avlanılamaz. Avlanmanın he­lal olması için, ihramdan çıkılması gerekir, ihramdan çıkma bu kavramla ifa­de edilmektedir ki bir durumun değişip başka bir duruma geçilmesi demektir.

7.  Yer

Mahalle kalıbından alındığında, bir yeri/mekanı ifade eder:

(Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı araş et­meyin). [Bakara/196]

Bu anlamların dışında, ödemek, cezanın vacip olması manaları da vardır. Hülle kalıbından vücudun üst ve altını örten ridaya ad olarak verilmektedir.

Demek ki, kendisinde bulunan sakıncalı olma düğümünün çözülüp mubah kılınmasına 'helal' denmektedir. Sakıncalı olmak, problemli, yani düğümlü olmak demektir. Bu durum, Hz. Musa'nın kekemeliğini andırmaktadır. Keke­meliğin çözülmesiyle, bir şeyin sakıncalı olmaktan çıkarılması, aynı anlam­da birleşen eylemlerdir.

Ayetteki ikinci kavram olan tayyib iyi, temiz, hoş, güzel, latif, nefis ma­nalarının yanısıra, memnun edici olmak, kemale ermek, hastalıktan iyileş­mek anlamlan da bulunmaktadır.

Fahruddin Razi, kelimenin, kendisinden lezzet alınan ve hoşa giden şey anlamını ifade ettiğini, ama teşbih yolu ile temiz ve helal olan şeyleri vasıf­landırmak için de kullanıldığını söylemektedir.

Fahruddin Razi, helal ile tayyib arasındaki farkı şöyle açıklamaktadır: "Cins olarak mubah olan şeye helal; içinde başkasının hakkı olmayan şeye ise tayyib denir".[24]

Demek ki helallik maddede, tayyiplik ise hak konusunda sözkonusudur. Kul hakkının bulunduğu bir şey pistir; domuz eti, kan ve alkol gibi maddeler ise bizatihi haramdır. Zıt anlamlarından hareket edildiğinde, tayyib ile helal arasındaki nüansları anlamak kolaylaşır. [25]

 

Tayyib Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Beğenip seçmek

Gönül, hoşlandığı şeyi beğenip seçer. Kavram, Nisa/3'te bu üç manayı içerecek bir şekilde tabe kalıbında yer almaktadır:

(Kadınlardan hoşunuza gidenleri nikahlayın).

Buradaki tabe kelimesini 'helal' manasına alanlar olmuştur. Her helal olan kadınla evlenilmez. Helal olan kadınlardan hoşa giden beğenilen ka­dınlar seçilir. 'Nikahlayın' ifadesi, zaten beraberinde helalliği de getirmek­tedir. İstisnalar hariç, kimse kendisine haram olan bir kadınla evlenmez. Onun için ayetteki bu kelimeye, hoşa gitmek, beğenmek manasını vermek daha uygundur. Nisa/3'ün tefsirinde Fahruddin Razi de aynı manayı tercih etmiştir.

2. İyi yapmak

Zümer/73'te geçen tıbtum kelimesi "iyi yaptınız" manasına gelmektedir.

Bu kavramı temizlenmek manasına alırsak, günah kirlerinden ve hatadan te­mizlendiniz anlamını ifade eder. Oysa sibaka dikkat edildiğinde, günah ve hatanın temizlenmesi için yapılan "iyi amel"i de ifade ettiği anlaşılır. Böyle­ce kavram, günah ve hatanın yanaşamadığı iyi amellerle örülen bir şahsiye­tin sıfaü olur.

3. Mutluluk

insanı, günah ve hatadan temizleyecek olan iyi amelleri üretmenin sonu­cu mutluluktur:

İman edip iyi işler yapanlara mutluluk vardır. Varılacak güzel yurt da onlar içindir. [Ra'd/29]

Bu ayette kavram, ("Onlara ne mutlu" veya "Onlara mutluluk var­dır) ifadesinde, tuba kalıbında kullanılmıştır.

4. Verimli, bereketli

Tayyib kelimesi bir arazi veya bir memleketle ilgili olarak kullanıldığında bereketli, münbit ve afetlerden korunmuş manalarını ifade eder:

(Bereketli memleketin bitkisi Rabbinin izni ile çıkar). [A'raf/58]

(Bereketli bir ülke...) [Sebe/15]

Bu ayeüerdeki tayyibe kelimesi münbit, verimli, bereketli manasını ifade etmektedir.

5. İffet

Ahlâkî manada kadın ve erkek için namus ve iffeti ifade etmektedir: (İffetli kadınlar namuslu erkeklere; namuslu erkekler iffetli kadınlara yaraşır). [Nur/26]

Müfessirler, buradaki temizliği, iffet olarak yorumlamışlardır. Temiz in­san dendiğinde, iffetli insan kastedilir. "Eteği temiz" adam ifadesi de bundan doğmuştur.

6. Saf

Tayyib kelimesi sözle ilgili olunca, saf, kusursuz, lekesiz, doğru manala­rına gelmektedir:

Görmedin mi Allah nasıl bâr misal verdi: Temiz sözü, kökü sabit, dallan gökte olan güzel bir ağaca benzetti. [İbrahim/24]

Ve onlar, sözün en doğrusuna yöneltilmişler. [Hac/24]

Allah'a güzel sözler yükselir. [Fatır/10]

Temiz, doğru ve güzel anlamı verdiğimiz tayyib kelimesi, aslında saf, le­kesiz, kusursuz ve doğru anlamına gelmektedir. İşe yaramayan, faydasız, le­keli, kusurlu ve sahte olanla karışık olanın tam zıddını ifade etmektedir.

'Saf' arınmış demektir. Nahl/32'de, hata, inkar ve isyandan arınmış kimse için kullanılmıştır. Canlarını aldıkları iyi insanlara hitap ederken melekler bu kelimeyi kullanmaktadırlar. Günah, inkar ve isyandan arınmış olup cennete girecek kimselerin sıfatı olarak da tayyibin kelimesi kullanılmıştır.

7. iyi

Kavram, bu anlamı ile çocuk, hayat ve değer için kullanılmaktadır. İyi, yani temiz çocuk manasında Âl-i Imran/38'de geçmektedir:

Orada Zekeriyya Rabbine dua etti: "Rabbim! Bana tarafından hayırlı bir nesil bağışla. Şüphesiz sen duayı işitensin" dedi.

Ayetle geçen (hayırlı nesil) ifadesi iyi, temiz ruhlu, şahsiyetli ma­nasına gelmektedir. Tayyib kelimesi bu ayette şahsiyet ile ilgili bir mana ta­şımaktadır. Manayı daha iyi anlayabilmek için, Meryem suresine gitmemiz gerekiyor. Hz. Zekeriyya'nın Meryem/5'te zikredilen duasında tayyibe keli­mesi yerine veliyya kelimesi kullanılmaktadır:

Doğrusu ben arkamdan iş başına geçecek olanlardan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karan da kısırdır. Tarafından bana bir veli ver. [Meryem/5]

Ayetteki mevali kelimesi "köle ruhlu" manasına da gelir. Veli ise köle ruh­lu olmayan, sağlam şahsiyetli, temiz, iyi anlamına gelir. Nesil veya çocukla ilgili kullanılınca, sağlam şahsiyetli anlamını ifade ettiği anlaşılmaktadır.

Nahl/97'de de olduğu gibi tayyib kelimesi bazen 'hayat' kavramı ile bir arada kullanılmaktadır:

Erkek veya kadın, mü'min olarak kim iyi amel işlerse, ona mutlaka iyi bir ha­yat yaşatırız.

Ayette geçen (iyi hayat) ifadesindeki tayyib (iyi) kelimesi, güzel anlamına da gelir. İbareye, "mutlu bir hayat" manası da verilebilir.

Beğenmek, iyi iş yapmak, mutluluk, bereket, iffet, saf, iyi, güzel, helal manalanyla tayyib kavramı, Kur'an'ın öne çıkan kavramlarından biridir.

Bakara/168'de tamamen ekonomik bir içerikle kullanılan kavram, kul hakkından arınmış temiz yiyecekleri ifade etmektedir. Yüce Allah, maddesi helal ve içine hak karışmamış yiyecekleri yemeyi emretmektedir. Ayetin de­vamında, helal ve temiz yiyecekler yemenin faydası da bildirilmiştir.

2. (Şeytanın adımlarına tabi olmayın).

Şeytanın adımlarına tabi olmamak, şeytanın peşinden gitmemek demek­tir. Ayette, helal ve temiz olmayan şeyleri yiyenlerin, şeytana tabi oldukları bildirilmektedir.

Maddesi veya içinde bulunan kul hakkı nedeniyle haram olan yiyecekleri yemek, insanı şeytanın peşine takar. Başka bir deyişle, ancak şeytanın peşi­ne takılan kimseler, maddesi veya içinde bulunan kul hakkı nedeniyle haram olan yiyecekleri yerler. Bu iki izah, birbirinin sebep ve sonucunu teşkil et­mektedir. Haram ve kul hakkı bulunan yiyeceğin yenmesi, insanın şahsiyeti­ni, neslin asaletini, haya duygusunu zedeler:

Ağacın meyvesini tattıklarında ayıp yerleri kendilerine göründü. [A'rai/22]

Hz. Adem ile zevcesi yasak ağacın meyvesinden yiyince avret yerleri açıl­dı. Demek ki, haram lokma insanın haya perdesini yırtmaktadır.

Nesillerin şahsiyetini, asaletini ve haya duygusunu zedeleyen haram lokma yemekle insan, şeytanın peşine takılmış olmaktadır.

Yüce Allah bu duruma düşmemesi için insana, haram lokmadan uzak durup helal lokma yemesini emretmektedir. Haram lokma yemek sebep, şeytanın peşine takılmak ise sonuçtur. Temiz, yani helal lokmanın, asalete, sağlam şahsiyete ve mutluluğa sebep olmasına mukabil, haram lokma bu­nun tam tersini yapmaktadır.

3. (Zira şeytan sizin için apaçık bir düşmandır).

Yüce Allah bu ifadesiyle, şeytanı tanımlamaktadır. Çünkü insan düşmanı­na tabi olmaz, aksine ondan kaçar. Düşmanlığı kesin olduğu için mübin keli­mesi kullanılmıştır. Şeytanın bu düşmanlığını hangi yollarla tatbikat alanına koyduğu da bir sonraki ayette bildirilmiştir. [26]

 

Şeytanın Yaptıkları:

 

169. Şeytan size ancak kötüyü, çirkini ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

Bu ayet, bir önceki ayette yer alan şeytanın düşmanlığını açıklamakta ve düşmanlığının nasıl ve hangi konularda cereyan ettiğine ışık tutmaktadır. Şeytanın, insanlara olan düşmanlığını şu şekilde tatbikata koyduğunu bildir­mektedir:

1. (Size kötüyü ve çirkini emreder).

Şeytanın işi, insanı iyiden, güzelden, doğru ve faydalıdan uzaklaştırmak ve bunun için de, onlara kötü ve çirkin olanı emretmektir. Kötü ve iyi ırmak­ları, insanla beraber başlayan ve kıyamete kadar akacak olan değerler süreci­ni ifade etmektedir. Kötülük ırmağının başında şeytan; iyilik ırmağının ba­şında da Allah vardır. Şeytan, insan nefsini kullanarak, kötülük ırmağını bes­lemekte ve devam ettirmektedir.

2. (Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri söyle­menizi emreder).

insanlar kimi zaman Allah hakkında bilmeden konuşurlar. Bu durum şey­tanın emretmesi neticesinde gerçekleşir. Bu durumdaki kişi, şeytanın emrini yerine getirmekten başka birşey yapmamaktadır.

a. Allah hakkında bilmediğimiz şeyleri söylemenin ne anlama geldiğini Hac/3'ten öğrenmekteyiz:

insanlardan bazısı, bilgisi olmadan Allah hakkında tartışmaya girer. Onlar, her inatçı şeytana uyarlar.

Bilgisizce Allah hakkında tartışmak, şeytana tabi olmak ve onun emrini yerine getirmektir. Hac/8 ayeti bu durumun, -aynı anlamda olmakla beraber-biraz daha farklı bir boyutuna dikkat çekmektedir

insanlardan bazısı, bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı olmadığı halde Al­lah hakkında tartışır.

Demek ki, Allah hakkında bir şey söylerken, tartışırken bilimsel bilgiye, rehbere ve aydınlatıcı kutsal kitaba ihtiyaç vardır. Bu bilgi zırhı, insanı şey­tanın etkisinden ve ona tabi olmaktan koruyacaktır. Burada kınanan durum; Allah hakkında, yeterli bilgiye sahip olmadan konuşmaktır.

b. Allah hakkında, bilmeden konuşmak; Allah'ın önüne geçmek suretiyle, kendi bilgisini Allah'ın vahyinden üstün tutmak yoluyla da olabilir.

Allah'ın söylemediğini söylemiş gibi ortya koymak da; Allah üzerine ya­lan uydurmak da; Allah'ın haram kıldığına helal, helal kıldığına haram de­mek de bu anlamın kapsamı dahilindedir

Dillerinizin uydurduğu ile "Bu helaldir, şu haramdır" demeyin, çünkü Allah'a iftira etmiş olursunuz. Şüphesiz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa ere­mezler. [Nahl/116]

Helal ve haram alanında bilmeden konuşup fetva verenler, Allah'a iftira edenlerdir. Bunlar toplumun felahına/kurtuluşuna mani olanlardır. Bilmediği halde fetva verip Allah'a iftira edenler, insanların mutluluğunu bozmakta ve onları Allah'tan uzaklaştırmaktadırlar.

Şeytan insana, bu hususlarda bilmeden konuşmayı emretmekle, hem insa­na olan düşmanlık duygusunu tatmin etmekte, hem de Allah ile insan arasın­daki yollan kesmektedir. Bu bağların nasıl kopacağına şu ayetle dikkat çekil­mektedir:

Eğer Peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıv­rak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık. [Hakka/44-46]

"Onun can damarını koparırdık" ifadesi, "Onun şah damarını keserdik" manasını değil, "Onun Allah ile olan ilişki kanallarını keserdik" manasını ta­şımaktadır.

3. Düşmanlık ve kin sokar

Şeytan, insanlara olan düşmanlığını, onların arasına düşmanlık ve kin sok­mak suretiyle gösterir. Kalbinde kin ve düşmanlık besleyen insanlar, şeytanın etkisi altında olduklarından, onun emrini yerine getirmekte ve ona tabi olmak­tadırlar. Genelde şeytan düşmanlığını, içki ve kumar yoluyla yapmaktadır

Şeytan içki ve kumar yoluyla aranızda düşmanlık ve kin sokmak ister. [Ma-ide/91]

Bu, insanın içindeki kötü duyguları öne çıkarıp davranışlarına hakim ol­mak istediğini gösterir. Demek ki şeytan, insanı duygu boyutuyla yakalar ve istismar etmeye çalışır.

4. Allah'ı anmaktan ve namazdan akkor

Üçüncü madde ile beraber düşündüğümüzde, şeytanın insana kötülükleri emredip, iyilliklerden alıkoyduğu ortaya çıkmaktadır. Aklını ve gönlünü iş­gal edip Allah'ı anmasını engellemesi insanın iç alemindeki olumlu duygula­rı iptal ettiğini ifade etmektedir.

5. Saptırır

Nisa/l 19'da, şeytan insana olan düşmanlığını açıkça ifade etmektedir. '*L&£ü (Onları elbette saptıracağım).

Şeytanın, insanı nasıl ve nereden saptıracağı ise şu ayetlerde açıklanmak­tadır:

Andolsun ki, onları saptırmak için senin doğru yoluna oturacağım. [A'raf/16]

Şeytan bütün vesvese ve entrikalanyla Allah'ın doğru yoluna oturup, in­sanları o yoldan saptırmaya uğraşacağını bu ayette itiraf etmektedir. Demek ki, saplan şey Allah'ın yoludur.

Nisa/l 19'da yer alan (udillennehum) ifadesi, Sad/82'de (Elbette onları azdıracağım) şeklinde geçmektedir. Saptırmakla azdırmanın benzer tarafları vardır. Azmanın neticesi sapmaktır. Şeytan önce azdırıyor, sonra da yoldan çıkarıyor. "Azma" daha çok psikolojik olduğu halde, sapma davranışsal bir anlam ifade etmektedir.

insanın şeytana nasıl tabi olduğu, şeytanın insana emrini nasıl geçirdiği ve onu nasıl azdırıp yoldan çıkardığı da İsra/62'de dile getirilmektedir:

Dedi ki: "Şu benden üstün kıldığına bir bak! Andolsun ki, eğer beni kıyame­te kadar yaşatırsan, pek azı müstesna, onun neslini kendime bağlayacağım.

Şeytan, bu bağlama işini, insanı kendisine meylettirerek ve etkileyerek gerçekleştirir. İdaresi altına aldığı insana her şeyi yaptırabileceği de bir ger­çektir.

6.  Kuruntulara düşürür

Kuruntu deyince akla hırs ve emel gelmektedir. Olması, ulaşılması ve el­de edilmesi mümkün olmayan hayallerin peşinde koşmak kuruntunun eseridir. Gerçeklikten ayaklarını kesen ve hayaller peşinde koşan insanlar kurun­tuya düşmüşlerdir. Bu psikolojik durumu onlarda hırs ve emel oluşturur. Hz. Peygamber bu konuda şöyle buyurmaktadır:

Ademoğlu yaşlandıkça, onda şu iki şey gençleşir: Hırs ve emel.[27]

Hırs, ne zaman tehlikeli bir hale gelir? Cevap olarak denilebilir ki, bir şe­yi elde etmek için Allah'a isyana, insanlara eziyete sevk ettiğinde hırs, tehli­keli hale gelmiş demektir.

Uzun emel sahibi olanlar, ahireti unutup işlerini ona göre yaparlar. Uyan­lara aldırış etmeyecek kadar dünya sevgisini kutsallaştıran ve kalbi kaülaşan insanlar, bu psikoloji içindedirler. Ayette, ölmeyecekmiş gibi dünya için ça­lışan, ahireti ise hiç hatırlamayan insanın haline işaret edilmektedir.

İşte, hırs ve emelin meydana getirdiği bu kuruntular, şeytanın etkinliğini göstermektedir. Şeytanın, insanın iç alemine girip, onu kuruntulara düşürme­si düşmanlığını ne şekilde icra ettiğini göstermektedir.

7. Emredip hayvanların kulaklarını kestirir

Hayvanların kulaklarını delme işinin şeytanın emri ile oluşan bir adet ol­duğunu, şeytan da itiraf etmektedir. Nisa/119'da geçen ve bette kökünden tü­reyen feleyubettikunne (elbette kesecekler) ifadesi, delmek ve parçalamak manalarına gelmektedir.

Araplar, beşinci kez erkek doğuran deveye "bahire" derler ve onun kula­ğını yanp putlarına adarlardı. Arak o deve hizmet için kullanılmaz; su ve ot­laktan menedilmezdi.

İşte şeytan, bu adette kendisinin dahli olduğunu itiraf etmekte ve kötü adetleri nasıl kullandığını dile getirmektedir.

8. Emredip Allah'ın yaratışını değiştirir

Fahruddin Razi, Allah'ın yarattığını değiştirme hususunda müfessirlerin görüşlerini şöyle özetlemektedir

a. Allah'ın dinini değiştirmek, O'nun yarattığını değiştirmektir. Bu da iki kısımdır:

1. Elest bezminde Yüce Allah'ın fıtratına yerleştirdiği inanç duygusunu tevhid inancına dep de, batıl inanca doğru yönlendirmek; inanç duygusunu normal mecrasından çıkarmaktır.

2. Allah'ın helal kıldığını haram, haram kıldığını helal yapmaktır. Başka bir ifadeyle dinin hükümlerini beşerî hükümlerle değiştirmektir.

b. Maddenin mahiyetini bozmak.

Allah'ın koyduğu erkekle kadının izdivacı kanununu, homoseksüellikle değiştirmek.

Doğaya müdahale etmek, çevrenin, dengesini bozmak da yaratışı değiştir­mek sayılabilir. Havayı meydana getiren gazların oranını bozacak işler yap­mak, suyu kirletmek, ekolojik dengeyi alt-üst etmek gibi davranışlar ilahî ya­ratışı bozmak demektir. Ayet, bütün bu olayların arkasında şeytanın olduğunu bildirerek, bu kötü işleri, şeytana esir olanların yapacağını vurgulamaktadır. Şeytan insana bütün bunları yaptırarak düşmanlığını gerçekleştirmektedir.

9.  Aldatır

Şeytanın, insana karşı olan düşmanlığını, onu aldatararak göstermesi de mümkündür. Yüce Allah insanlara bu konuda şöyle seslenmektedir:

B/ Ademoğullan! Şeytan ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sizi de aldatmasın. [A'raf/27]

Şeytan, insana haram lokma yedirterek, onun haya duygusunu zayıflatır. Haya duygusu zayıflayan insan ise çıplak dolaşmaktan utanmaz. Bu da insa­nın cennetten uzaklaşmasına neden olur. İşte şeytan insanı bu şekilde aldatır.

10.  Fit sokar

Şeytan, insana karşı olan düşmanlığını gösterebilmek için, üssünü insanın nefsinde kurar. Orada üslendirdiği silahlan ile, insanın, hatta peygamberlerin bile gönlüne fit sokmaya/vesvese vermeye çalışır. Şeytanın fitinden kurtul­mak çok zor olduğu için, ondan Allah'a sığınmak gerekiyor. Bu hususa dik­kat çeken ayet şöyledir:

Eğer şeytanın fitlemesi seni dürterse hemen Allah'a sığın. Çünkü O, işitendir, bilendir. Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokun­duğunda, düşünürler ve hemen görürler. [A'raf/200-201]

insanın iç aleminde cereyan eden şeytanî vesveseyi anlamak çok zordur.

Bunu anlamak ve ondan kurtulmak, ancak basiret ve takva ile mümkün olur.

11. Amelleri süsler

Şeytan, insana olan düşmanlığını direkt değil; yanlış davranışlarını insa­na süslü göstermek suretiyle gerçekleştirir, insan da süslü gördüğü bu davra­nışları tereddüt etmeden yapar. Yüce Allah, şeytanın bu sahte süslemesine dikkat çekmektedir:

Hani şeytan onlara yaptıklarını güzel gösterdi de, "Bugün insanlardan size ga­lip gelecek kimse yoktur; şüphesiz ben de sizin yardımcınızım" dedi. Fakat iki ordu birbirini görünce ardına döndü ve "Ben sizden uzağım, ben sizin görme­diklerinizi-görüyorum, ben Allah'tan korkuyorum, Allah'ın azabı şiddetlidir" dedi. [Enfal/48]

Muhtevasından anlaşılıyor ki, bu ayette sözü edilen şeytan, insanlardan olan bir şeytandır, insanlarla konuşan, onların görmediğini gördüğünü söyle­yen, Allah'tan korktuğunu ve Allah'ın azabının şiddetli olduğunu belirten bu şeytanın, cinlerden olan şeytan olması mümkün müdür? Ayrıca bu konuşma­nın, fit sokma şeklinde olmadığı da anlaşılmaktadır. İki orduyu birbirine kış­kırttıktan sonra arkasını dönüp kaçan iki yüzlü bir sahtekarı andırmaktadır. Peygamberleri inkar etmeyi süslü gösterip, insanları küfre götüren de yine şeytandır.

Allah'a andolsun, senden önceki ümmetlere de peygamber gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini süslü gösterdi de iman etmediler. İşte şeytan bugün on­ların dostudur. Ve onlar için elem verici bir azap vardır. [Nahl/63]

Şeytan, amellerini süslü göstermek suretiyle insanların, peygamberlerin getirdiği mesajlara inanmamalarını temin etmiş ve etmektedir. Sahte bile ol­sa süs insanı kandırmaktadır. Böylece amellerin de süslenmiş olanlarının bu­lunduğunu öğrenmekteyiz.

Akıllarını kullanmadıkları için şeytanın sahte süsünü görmeyen, görmek istemeyen insanlar, kendi sonlarını hazırlamış olurlar. Yüce Allah bu husus­la ilgili örnekler vererek, hem şimdiki, hem de gelecek nesillere eğitim ver­mektedir:

Ad ve Semud'u da helak ettik. Sizin için, onların başına neler geldiği, oturduk­ları yerlerden açıkça anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yapakları işleri güzel gös­terip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa ki bakıp görecek durumdaydılar.

Şeytan önce insanlara amellerini süslüyor sonra da yoldan çıkarıyor. Yü-oe Allah, aslında onların, yanlışlarını görecek seviyede olduklarını ifade et­mektedir. Hatalarını görebilecek durumda olanların, kendilerini yıkıma götü­recek işler yapmaları affedilecek bir durum değildir. Kısaca diyebiliriz ki, şeytanın amellerini süsleyip insanları yoldan çıkarması sosyal çöküntüyü de beraberinde getirmektedir.

12.  insanların arasını açar

Şeytanın etkisini azaltan en önemli şeylerden biri, sözün güzelini söyle­mektir. Şeytanın, güzel sözün olmadığı yere sızıp manevra yapması ve etki­sini göstermesi kolaylaşmaktadır. Yüce Allah bunu şöyle ifade etmektedir

Kullanma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır. [İsra/53]

Güzel söz, insanı şeytana karşı koruyan en büyük zırhür. Şeytan bu büyük engeli aşınca, insanların arasını açar ve sosyal ilişkileri çıkmaza sokar. Onun için Yüce Allah, şeytanın bu zehirine karşı, panzehir olarak güzel söz söyle­meyi emretmektedir.

13. Kendine taptırır

Şeytan, düşmanlığını, kendini insanlara tanrı olarak kabul ettirmekle ger­çekleştirmektedir:

Babacığım şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a asi oldu. [Meryem/44]

Hz. İbrahim babasına, şeytana değil, Allah'a ibadet etmesini önerdi. Bun­dan, ilahî mesaja uymayan ve onu kabul etmeyenlerin, şeytana kul oldukları anlaşılmaktadır. Şeytana kul olmak, şeytana mağlup olmanın göstergesidir.

14. Cehenneme çağırır

Şeytanın insana karşı olan düşmanlığı, onu cehenneme davet etmesiyle doruk noktasına ulaşmaktadır. Şeytan bunu, ataları taklite yönlendirmekle gerçekleştirir. Lokman/2l'de taklidin insanı cehenneme götürdüğü vurgulan­maktadır:

Onlara, Allah'ın indirdiğine uyun dendiğinde, "Hayır, biz babalarımızı üzerin­de bulduğumuz yola uyarız" derler. Ya şeytan, onlan alevli ateşin azabına ça­ğırıyor idiyse mi!

Kötüyü, çirkini ve Allah hakkında bilmeden konuşmayı emretmesi, düş­manlık ve kin aşılaması, namazdan ve Allah'ı anmaktan uzaklaştırması, sap­tırması, kuruntulara düşürmesi, Allah'ın yaratışını değiştirmelerini emretme­si, aldatması, fit sokması, amelleri süslemesi, insanların aralarını açması, kendine taptırması ve cehenneme çağırması ile şeytan, insanlığın etrafında çok kötü bir etki alanı meydana getirmektedir.

Bu etkinin boyutunu, rengini ve derinliğini bilmeyen insanlara, Kur'an bunları öğretmektedir. Çünkü düşmanını tanımayan ve etrafını saran kötülük duvarının farkında olmayan insanların, etki altında kalması kolaydır. Yüce Allah, şeytanın hangi alanlarda insanın ayağını kaydırma uğraşısını verdiği­ni ve bunun için neler yaptığını anlatarak, insanın dikkatini çekmekte, onu bilinçlendirmekte ve şeytana karşı bilgi silahı ile teçhiz etmektedir. [28]

 

İnsanlığın Baş Belası Taklit:

 

170. Onlara "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde, "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları akıllarını kullanamamış, doğruyu da bu­lamamış idiyseler?

Ayette yer alan 'onlar' zamirinin kimlere işaret ettiği hususunda müfessir-ler farklı görüşler serdetmektedir. Zemahşeri'ye göre, bu zamir Baka­ra/l 68'deki 'nas'a (insanlara) gitmektedir. İbn Abbas, Arap müşriklerine; Ha­zin, Hz. Peygamberin davetine muhatap olan yahudilere; Nesefi ise, sayılan grupların üçüne birden gittiğine kanidir.

Üç görüşü de nakleden Fahruddin Razi, tercihte bulunmamaşıtır.[29]

Hz. Peygamber döneminde yaşayan, davete muhatap olan ve atalarının yolundan gideceklerini söyleyenlerle ilgili olmakla birlikte, ayet, sadece ta­rihsel boyutuyla sınırlı olmayıp kıyamete kadar aynı şekilde davranacak olan insanları da kapsamaktadır. Kur'an'ın mesajına muhatap olan ve atalarını taklitte ısrar eden tüm insanlar ayetin kapsamı dahilindedir.

Örgüsü ve kelimelerinde farklılık bulunmakla birlikte Maide/104 ve Lok­man/21 ayetleri de Bakara/170'e benzemektedir. Bakara/170'i merkeze ala­rak, diğer ayetlerin ona göre farklılık ve benzerliklerini inceleyebiliriz.

Lokman/21 ayeti kısmına kadar, aynen Bakara/170 ayetine benzemektedir. Maide/104'te, bu ayeüerdeki £^ (itte-6/w=tabi olun) emri yerine, fyd, (tea/ev=gelin) emri yer almaktadır ki bu emirler birbirini tefsir etmekte; "tabi olun" emriyle "gelin" emri, aynı mana­yı ifade etmektedir. Tabi olmakta gelmek, gelmekte de tabi olmak manası vardır. Ayetlerin ikinci kısımlarında bazı farklılıklar vardır. Bakara/170 ve Lokman/21'de sadece Allah'ın indirdiğine uyma emredilirken, Maide/104'te Peygamber'e gelme de emredilmektedir. Bakara/170 ile Lokman/2rde ğjc (bel-nettebiu=hayır biz uyarız) ifadesi yer alırken, Maide/104'te ££. (hasbu-na=biz£ yeter) ifadesi yer almaktadır.

Maide/104 ve Lokman/2l'd (ma veced/ıa=bulduğumuza) ifadesi, Bakara/170'te (ma e//evna=bulduğumuza) şeklinde -aynı anlama gel­mekle birlikte- değişime uğramış; böylece £i'f (elfeyna) kelimesi, (ve-cedna=) kelimesiyle tefsir edilmiştir.

Ayetlerin son kısımlarında ibareler açısından büyük farklılıklar bulun­makla beraber, hedef açısından aynı özelliği taşımaktadırlar. Bakara/170'in sonunda akıl ve doğruyu bulma, Maide/104'te bilgi ve doğruyu bulma yer al­maktadır. Ama bunlar, farklı ifadelerle de olsa, insanı aynı neticeye götür­mektedir. Aklını kullanamayan cahil insanlar doğruyu bulamazlar, doğruyu bulamayanları da şeytan, alevli cehenneme çağırır. Böylece her üç ayet ara­sında, aynı sürecin basamaklarını belirleyen bir ifade dağılımının söz konu­su olduğu anlaşılmaktadır. Şimdi bölümlere ayırarak ayeti açıklayabiliriz:

1. (Onlara, "Allah'ın indirdiğine tabi olun" dendiğin­de...)

Maide/104'te buna "Peygamber" de ilave edilmektedir.

Ayetlerin bu kısmı, kime tabi olunması gerektiğini öğretmektedir. Allah'ın indirdiğine, yani Kur'an'a ve o mesajı insanlara tebliğ eden Peygamber'e ta­bi olunmalıdır. Bunların dışında, din adına kimseye tabi olunamaz, insanla­rın, özellikle müslümanların, kendi işlerinde büyük insanlara tabi olmaları doğru değildir. Özellikle, atalarının kendilerine bıraktıkları düşünceleri taklit edip onlara uymaları hiç doğru değildir. Demek ki, din alimleri insanları Kur'an'a ve Peygamber'e tabi olmaya davet etmelidirler.

2. ("Hayır! Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uya­rız" dediler).

İşte bu zihniyet, değişimi engellemiş, yenilenme ve gelişmeyi durdurmuş, insanlığı mahvetmiş, geri bırakmış ve hayatı cehenneme çevirmiştir.

Babalarını üzerinde bulduktan şeyi yeterli gören, onun sorgulayıp yanlış ve eksik yönlerini tesbit etme cesaretini gösteremeyen nesiller, kurumuş ağaç gibidirler; odun olup ateşte yanmaktan başka bir şeye yaramazlar. Onun için­dir ki Yüce Allah, Lokman/21 'de şeytanın bu tip insanları alevli azaba çağır­dığını söylemektedir.

Hiç kimse bahçesindeki çiçek vermeyen, filiz sürmeyen ve canlılık ala­meti bulunmayan meyve ağacını sulamaz. Kuruyan meyve ağacı kesilip ate­şe atilır. Yenilenmeyen, değişmeyen, gelişmeyen ve yeni ürünler vermeyen nesiller de kurumuş ağaç gibidirler. Şeytan onları ateşe atacak ve karşısına geçip ısınacaktır. Taklit batağına saplanmanın sebebi de ayetin üçüncü kıs­mında beyan edilmektedir:

3. (Ya ataları akıllarını kullanamamış, doğru yolu da bulamamış idiyseler?)

Aklını kullanıp doğru yolu bulmak, insanı taklitten kurtarır. Demek ki ak­lını kullanan kimsenin peşinden gidilebilir.

Akü, yaratılıştan insana verilen bir "iç vahiy" gibidir. Bununla, gönderi­len vahiy birleştiğinde, doğru yol bulunmuş olur. İç vahiy denen akü, gönde­rilen vahye ev sahipliği yapmakta, onu anlamakta ve insanın doğruyu bulma­sını temin etmektedir.

Aklını kullanamayan, doğru düşünemeyen, doğru yolu bulamayan, atala­rını taklit eden ve Allah'ın indirdiğine uymayı reddeden, böylece de toplum hayatını cehenneme çeviren insanlar, taklidin pençesinde can vermektedirler.

Bakara/170 ayeti aklı, Maide/104 ayeti ise bügiyi öne çıkarmaktadır. Demek ki aklı kullanıp düşünmek ve bilgi, insanı taklit batağından kurtarıp doğ­ru yola götürmektedir. Doğru yol ise Allah'ın vahiyle gösterdiği yoldur. Doğ­ru yola ve Allah'a ulaşmak akılla olacağına göre, aklın önündeki engelleri kaldırmak, eğitim ve öğretime düşer. Nesillerin şeytanın ve taklidin kurbanı olmasını istemiyorsak, onlara akıllarını kullanmayı, doğru düşünmeyi ve bil­ginin nurundan istifade etmeyi öğretmeliyiz. Taklit ve inkar psikolojisi top­lumu çökertmekte ve Allah'ın azabını getirmektedir. Bu konu Zuhruf suresin­de ele alınmıştır:

Senden önce de hangi memlekete uyarıcı göndermişsek, mutlaka oranın refah içinde olan şımarık tabakası, "Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve biz on­ların izinden gidiyoruz" dediler. Uyarıcı, "Size, babalarınızı üzerinde buldu­ğunuzdan daha iyisini getirmiş olsam bile mi?' diye sorunca, onlar, "Biz si­zin peygamberliğinizi kesin olarak inkar ediyoruz" diye cevap verdiler. Biz de onlardan intikamımızı aldık. Bak, peygamberlerini yalanlayanların sonu ne oldu. [Zuhraf/23-25]

Peygamberlerle muhatap olan zengin ve şımarık tabaka, atalarının bırak­tığı -ve ayette 'iz' olarak nitelendirilen- dinden daha iyisini gördükleri hal­de inkar ettiler. Halbuki ataların bıraktığı, sadece bir kültür değeri taşır; ona kutsallık verilip din haline getirilemez. Bunun farkında olmalarına rağmen, peygamberi yalanlamaları, ilahî azaba uğamalanna sebep olmuştur. [30]

 

Duyu Organlarını Kullanamayanlar Hayvana Benzerler:

 

171. (Allah'ın indirdiğine tabi olma çağrısına aldırış etme­yen) kafirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp-çağırması-nı işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağır­lar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebepten dolayı düşünemezler.

Yüce Allah kafiri hayvana benzetmektedir. Çünkü hayvanlar, çobanın se­sini duyarlar ama ne dediğini anlamazlar. Peygamberin çağrısını duyan, ama dediğini anlayıp gerekeni yapmayan insan da hayvana benzer.

Bu tür insanların aldıkları duyumlar, beyne gidip gereken düşünceyi üre-temedikleri için, ham olarak kalmaktadırlar. «Gözlerin değil, önemli olan gö­nül gözünün görüp anlamasıdır. "Gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalp­ler kör olur" [Hac/46] buyurulduğu gibi, onların gönül gözleri kör olmuştur. Sadece çağrıyı duyan, ama onun içeriğini anlayıp gereğini yapmayan insan, sağu-, dilsiz ve kördür. Bu duyu organlarından mahrum olan insanın aklını kullanıp düşünmesi de mümkün değildir. Yüce Allah'ın bu benzetmesinden şu ilkeleri çıkarabiliriz:

1. Yüce Allah bu temsille hayvan ile insanı birbirinden ayıran temel özel­liği zikretmektedir. Kendisine verilen bilgiyi, aklın kalıplarına vurarak anla­yan, gönül güzünü kullanarak gören kimse, hayvandan ayrılmakta ve insan seviyesine çıkmaktadır.

2. Babalarından aldığı kültür mirasını sorgulayan ve gerektiğinde redde­den insan, hayvandan ayrılmaktadır. Çünkü bu insan, geçmişin işe yarama­yan bilgilerinin, ayağına zincir, kollarına kelepçe olmasını engellemiş, şart-lanmışlıktan kurtulmuş demektir.

3. Hayvanlarla konuşmak anlamsız olduğu gibi, bu insanları eğitime tabi tutmak da anlamsızdır. Bu ayet, herkesin eğitilebileceğinden hareket eden eğitimcilere, eğitilemeyecek insanların olabileceği gerçeğini de öğretmekte­dir. Bu insanlar eğitilemez; beynini ve basiretini kullanacak hale getirilemez; sadece hayvanlar gibi ehüleştirilebiürler.

4. Yüce Allah bu benzetmeyle, insanları bu durumdan sakındırmayı amaç­lamış olabilir. Çünkü kimse hayvan seviyesine düşmek istemez.

5. "Allah'ın indirdiğine tabi olun" emrine gösterilen olumsuz tepkinin ar­kasındaki sebep, psikolojik oluşumlara bağlanmaktadır. "Allah'ın indirdiğine uymama" netice; "aklını kullanamama" da sebeptir. Bunların arasında olan diğer halka da, taklittir. Taklit, akü kullanmamanın neticesi, Allah'ın indirdi­ğine uymamanın da sebebidir.

Bakara/170-171  ayetleri birlikte ele alındığında, psikolojik kabiliyetleri kullanmamanın insanı ne kadar kötü hallere düşürdüğü anlaşılır. Bütün mesele, duyu organlarının taşıdığı ham duyumları işleyip düşünce denen ürünü meydana getirecek olan aklın çalıştınlmasıdır. İşte o zaman kişi, hayvanlık­tan kurtulup insan olmanın onurunu tadar. [31]

 

Yalnız Allah'a Kulluk Etmenin Alameti:

 

172. Ey iman edenler! Size verdiğimiz nzıkların temiz olanlarından yiyin. Eğer sadece Allah'a kulluk ediyorsa­nız, O'na şükredin.

1. Bakara/168'deki, helal ve temiz nzıklardan yenilmesi emri, tüm insan­lığa ait olduğu halde, buradaki emir sadece inananlaradır. 168. ayette hem 'helal' ve hem de 'temiz' kavramları kullanıldığı halde, bu ayette sadece 'te­miz' kelimesi kullanılmaktadır. Bunun sebebi, iman edenlerin zaten haram yemeye yeltenmeyecekleri olabilir. Müslümanların, domuz eti, kan, leş ve al­kol gibi maddeleri yiyip-içme ihtimali zayıftır, ama kul hakkı yiyebilirler. Onun için Yüce Allah, kul hakkının bulunmadığı temiz nzıklardan yemeleri­ni emretmektedir.

Bakara/168'de helal ve temiz lokma yemenin emredilmesinin ardından, insanın düşmanı olan şeytanın izinden gidilmemesi emredilmişti. 172. ayet­te ise şükredilmesi emredilmektedir. Önceki ayette tehlikeye karşı korunma, bu ayette ise nimete karşılık ne yapılması gerektiği konusu ele alınmaktadır.

2. (Yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız, O'na şükredin). Ayetin bu kısmından şu ilkeleri çıkarabiliriz:

a. Şükür, sadece Allah'a kulluk etmenin göstergesi olarak sunulmuştur ki bu, tevhid inancına sahip olmayan, yani sadece Allah'a ibadet etmeyen insa­na, şükretme emrinin verilmediği anlamına gelir. Demek ki şükür, ibadetin

olmazsa olmazını teşkil etmekte; yani sadece Allah'a kulluk etmek, şükret­mekle mümkündür.

b. Ayetin başında "iman edenler" denildiği halde, ayetin sonunda "Eğer yalnız Allah'a kulluk ediyorsanız" ifadesi niçin yer almaktadır? iman eden in­san, sadece Allah'a kulluk etmiyor mu? Biz bundan şu neticeyi çıkartıyoruz: Kişi, iman ettiği halde şirk batağında olabilir, iman eden müşrikler de bulu­nabilir. Böyleleri, ağır bir hastalığa yakalandıkları halde sancısını duymayan kimselere benzerler. Böyle bir insanın tevhid inancına sahip olduğunu anla­yabilmesi için, yediği temiz nzıktan dolayı Allah'a şükretmesi gerekir. Al­lah'a şükretmesi, rızkın kimden geldiğini bildiğine delalet eder. "Rızkı ben kazandım, bu bana bilgim ve gayretimden ötürü verildi" diyen bir kimse, şir­ke düşmüş demektir.

Kehf/32'de, sahip olduğu servetten ötürü şirke düşen bir kişinin kıssası anlatılmaktadır. Yine Kasas/78'de de Karun'un, "O servet, bendeki bilgi sa­yesinde bana verildi" diyerek nasıl şirke düştüğüne işaret edilmektedir. Sahip olduğu rızkın Allah'tan geldiğini bilmek ve itiraf etmek, kişinin, sadece Al­lah'a kulluk ettiğinin delilidir. İşte şükürle tevhid inancı arasındaki ilişki bu temel üzerine oturmaktadır.

insanları eğitirken onlara, önlerine gelen ekonomik nimetin nereden gel­diğine dair bilgi verilmelidir. Mideden gönüle giden yollar açık tutulmalıdır, insan, hayatini, maddî değerler kazanma uğruna koşuşturmakla harcar. Ka­zandığı maddî nimetin kaynağım bilen insan, daha sağlam iman eder.

c. Allah'ın verdiği temiz nzık yerine, haram yiyen insanın Allah'a şükret­mesi kolay değildir. Mide ve damarlarında haram lokma bulunan insanın gönlü şükür ibadetini yerine getiremez. Onun için, Yüce Allah önce rızkın te­miz olanından yemeyi, sonra da şükretmeyi emretmektedir. Kısaca diyebili­riz ki Yüce Allah, temiz bir mide ve şükreden bir gönül istemektedir. Ayetin bütününü dikkate alırsak şöyle bir formül kurabiliriz: İman+temiz nzık+yal-mz Allah'a kulluk=şükür. İlk üçü, şükrün şartlandır.

iman, yalnız Allah'a kulluk ve şükür gönlün faaliyetlerini; rızkın temiz olanından yemek de midenin faaliyetini göstermektedir. Kul hakkının karış­tığı gönül faaliyette bulunamaz. Pisliğin içinde secdeye gidilemeyeceği gibi, haram lokmayla kirlenmiş bir bedenle de, şükür ibadeti yapılamaz. Namaz için nasıl abdest şart ise, şükür için de helal lokma şarttir. [32]

 

Hükümler Şartlara Göredir:

 

773. Allah size yalnız leşi, kanı, domuz etini ve Allah'tan başkası için kesilmiş olanı yasaklamıştır. Fakat kim bun­lardan yemek zorunda kalırsa, başkasının hakkına tecavüz etmemek ve ihtiyaç miktarını aşmamak şartıyla, ona gü­nah yoktur. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

Burada, yenilmesi her halükârda haram olan hayvanlar ile, yenilmesi he­lal olduğu halde boğazlanamadığı için haram olan hayvanlar bildirilmektedir.

1.  Leş

Meşru bir şekilde boğazlanmayan hayvan leş olup yenilmesi haramdır. Meşru şekilde boğazlanmayan hayvanların eti insan sağlığı için zararlıdır.

2.  Kan

Kesilen hayvanın akan kanı, insana haram kılınmıştır. Hayvanın vücudu­nu terk eden kan, gıda olarak kullanılamaz.

3. Domuz eti

İnsan sağlığına zararlı olan hayvanlardan biri de domuzdur. Domuz etinin zararları üp tarafından da tesbit edilmiştir.

4. Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın eti

Burada kasdedilen hayvanlar, kendisi haram olmamakla beraber, meşru bir şekilde kesilmemesi sebebiyle haram kılınan hayvanlardır. Zira, bu hay­vanların da etinin helal olması, Allah'ın ismi anılarak, yani Allah adına kesil­melerine bağlıdır. Kesimdeki niyet, o hayvanın etini helal veya haram yap­maktadır.

En'am/119 ve 121'de buna açıklık getirilmiştir:

Üzerine Allah'ın adı anılıp kesilenden yememenize sebep ne? Oysa Allah, ça­resizlikten yemek zorunda kaldığınızın dışında, haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu bir çokları bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak sap­tırıyorlar. Elbette Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir. [En'am/119]

Üzerinde Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Şüphesiz bu büyük günahtır. [En'am/121]

Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanların etlerini yemenin büyük günah olduğunu bildiren bu ayet, aslen haram olmayan bir hayvanın etinin nasıl ha­ram olacağına dikkat çekmektedir.

Bakara/173 ve Maide/3'te Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın; En'am/121'de ise, kesilirken üzerine Allah'ın isminin anılmadığı bir hayva­nın etinin haram olduğu bildirilmektedir. Bu ayetlerden şu neticeyi çıkarabi­liriz: Ölmüş bir kimse adına veya herhangi bir insanın teşrifi sebebiyle kur­ban kesmek şirktir; kesilen kurbanların etleri de yenmez. Üzerine Allah'ın is­mi anılsa bile, Allah adına değil de başkası adına kesildiği için hem şirk, hem de o hayvanın eti haram olur. Hac/28 ve 34'te kurbanın, ancak Allah'ın ismi anılarak ve Allah adına kesilmesi gerektiği ifade buyurulmuştur.

Boğulmuş, vurulmuş öldürülmüş, yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş ve vahşi hayvanlar tarafından parçalanmış hayvanların yenmesi de ha­ramdır. Yetişip, ölmeden normal yollardan kesilenler müstesnadır. [Maide/3]

5. Putlar adına boğazlanmış hayvanlar

Kur'an'da hangi hayvanların etlerinin yenebileceği, hangilerinin yeneme­yeceği açıkça bildirilmiştir. Aslen helal olmakla birlikte, meşru şekilde bo­ğazlanmadığı, yani putlar adına boğazlandığı için haram olan hayvanlar da bunlardan biridir.

Bütün bu yasaklar, insanın menfaati için konmuştur. Zamanla, kanı akıtıl­mamış hayvan etlerinin insan sağlığına ne kadar zararlı olduğu ortaya çıka­caktır. Diğer taraftan, hayvan da olsa bir canlının hayatına, ancak Allah adı­na son verilebileceği gerçeğine de işaret eden bu ayetler, geçerli bir neden ol­madan hiçbir cana kıyüamayacağını öğretmektedir.

Allah Teala, açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalan insanın, hayatını devam ettirecek kadar, haram kılınan etten yemesine izin vermektedir. "Zaruretler haramları mubah kılar" kaidesinden hareketle, hayatî bir tehlike olduğu vakiüerde, -ölmeyecek kadar- haram olan yiyecekten yemeye ruhsat verilmek­tedir. Demek ki şartlar, hükümlerde değişikliğin yapılmasını gerektirebilir. Hayat tehlikesinin bulunup bulunmadığına karar verecek olan da insanın kendisidir. Bu kararında hatalı olması durumunda, -kasıt olmamak şartıyla-Hak Teala (Elbette Allah bağışlayıcı ve merhamet sahibidir) vaadiyle devreye girmektedir. Çünkü açlık sınırını belirlemek, izafî olup; in­sana ve şartlara göre değişebilen bir olgudur. Allah'ın merhametine ve affına layık olmak, niyetin temizliğine bağladır.

Yüce Allah, hayat tehlikesi bulunduğunda haram olan etten yemeye ruh­sat vermektedir. Ama insan bu ruhsatı istismar etmemelidir. İstismar olmadı­ğında, bu husustaki hatayı affedeceğini vurgulayan Yüce Allah, affının han­gi şartlarda devreye gireceğine de ışık tutmaktadır.

Yüce Allah bu açıklamalarıyla eğitimci ve hukukçuların dikkatini şu ilke­ye çekmektedir Suçun işlendiği şartlar ve kişinin niyeti, cezalandırmada gözönünde bulundurulmalıdır. [33]

 

Allah'ın İndirdiğini Gizlemek:

 

174. Allah'ın indirdiği kitabın bir kısmını gizleyenler ve onu az bir değere değişenler, karınlarına ateşten başka bir şey tıkmış olmazlar, kıyamet günü Allah onlarla konuşma­yacak, onları temize çıkarmayacaktır; onlara acıklı bir azap vardır.

Yüce Allah bu ayette, iki olumsuz davranışa karşılık dört cezadan bahset­mektedir. Allah'ın indirdiği kitabın bir kısmını gizlemek ve onu az bir bahaya satmak gibi din ile oynamanın karşılığı, karnı ateşle doldurmak, Allah'ın onlarla konuşmaması, onları temizlememesi ve elim bir azaba duçar edilme­leri olacaktır. Şimdi bunları teker teker ele alabiliriz:

1. (Allah'ın indirdiği kitabın bir kısmını gizleyen­ler...)

Bakara/l 59'daki "İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık gösterdiğimiz hidayet yolunu gizleyenlere..." ifadesi, 174. ayetin bu kısmıyla büyük bir benzerlik arzetmektedir.

Her iki ayette de kitabın bir kısmını, delilleri ve o kitabın gösterdiği yolu gizleme meselesi ele alınmaktadır. Yüce Allah'ın kitaptan indirdiği ve gizle­nen şeyin ne olduğu Bakara/159'da açıklanmıştı.

Bu gizlemenin, sadece İslâm'dan önceki dinlerin ulemasıyla sınırlı olma­dığını, İslâm'dan sonraki din mensuplarını da kapsadığını söylemekte yarar vardır.

2. (Onu az bir pahaya değişenler...) Bakara/4l'de bu konuda şöyle buyurulmaktadır: (Ayetlerimi az bir pahaya satmayınız). Yine Bakara/79'da Allah'ın ayetlerini satanlara dikkat çekilmiştir:

Elleri ile kitap yazıp sonra onu az bir bedel karşılığında satmak için, "Bu Al­lah katındandır" diyenlere yazıklar olsun!

Görüldüğü gibi, BakaraMl'de Yüce Allah, ayetlerinin az bir pahaya satıl­masını yasaklıyor; 79. ayette de, elleriyle yazdıkları kitabı Allah katındanmış gibi gösterip, onu az bir pahaya satardan ele alıyor. Bu ayetlerin devamında ise, verilen emri tutmayıp bu kötü fiili işleyenleri ne gibi cezaların beklediği açıklanıyor:

a. (İşte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateş­ten başka bir şey değildir).

Ayetin bu kısmındaki "yemek" olgusu, bu insanların Allah'ın ayetlerini para karşılığında sattıklarına işaret etmektedir. Demek ki İslâm'dan önce, bazı din mensupları Allah'ın ayetlerini para karşılığında satmıştır. Allah'ın ayetlerini satmanın, onlar karşılığında para almak mı, yoksa ayetin metnini veya hükmünü değiştirmek mi olduğunu Nisa/46 ile Maide/13'ten öğren­mekteyiz:

Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirirler. [Nisa/46]

Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. On­lar kelimelerin yerlerini değiştiiirler. [Maide/13]

Bu ayetlerde, Allah'ın ayetlerini az bir pahaya satıp değiştirenlerin kimler olduğu bildirilmektedir. Bu ayetin yukardaki kısmında ise, ayeüerdeki hü­kümleri değiştirmek suretiyle kazandıkları paranın, onların karnında ateş ola­cağı vurgulamaktadır.

Tevbe/34'te, satma ve değişme işini yapanlar ve uğrayacakları ceza bildi­rilmektedir:

Ey iman edenler! Hahamlarla rahiplerin bir çoğu insanların mallarını haksız yere yerler ve bir de Allah yolundan alıkoy arlar...

İşte bu ayette, Allah'ın ayetlerini satanların, eliyle yazıp Allah karındandır diyenlerin ve Allah'ın indirdiğini gizleyenlerin kim olduğu açıklanmaktadır. Allah'ın ayetlerinin hükmünü değiştirerek para ile satanların kazançları, mi­delerine ateş olarak girecektir.

Yüce Allah bu ifadeyi, yetim malını yiyenler için de kullanmaktadır. Ni-sa/10'da, yetimin malını haksız yere yiyenlerin, karınlarına ateş doldurdukla­rı büdirilmektedir.

.Para maddî, Allah'ın ayetleri ise manevî bir değerdir. Maddî değerle ma­nevî değer satın alınamaz. Bu değişimi yapanlar, hem büyük günah işlemiş­ler, hem de kazandıkları ekonomik değeri haram hale getirmişlerdir.

b. (Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmayacak).

Gönderdiği mesajı gizleyen ve değiştiren insanlarla Yüce Allah kıyamet günü konuşmayacaktır. Allah'ın konuşmaması en büyük cezalardan biridir. Allah, bu insanlarla konuşmayacağı gibi, onların da kendisiyle konuşmaları­nı yasaklayacaktır:

"Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha dönersek, artık belli ki biz za­lim insanlarız". Buyurulur ki: "Alçaldıkça alçalın orada! Bana karşı konuşma­yın artık!" [Mü'minun/108-109]

Kul Allah'a yalvarırken, O'nunla konuşuyor demektir. Mahşerde, dünyaya geri dönüp iyi insan olma isteklerini dile getirdiklerinde, Allah onlara, "Benimle konuşmayın" diyecektir. Bakara/174'te, Allah'ın onlarla konuşma­yacağı; Mü'minun/109'da da, onların Allah ile konuşamayacakları vurgu­lanmaktadır.

c. (Onları tezkiye etmez).

Bu ifadeden, Yüce Allah'ın bazı insanları mahşerde tezkiye edeceği sonu­cunu da çıkarabiliriz. Ama Allah'ın kitabından bazı şeyler gizleyip az bir pa­haya satanlar veya değiştirenler, bu tezkiyeden istifade edemeyeceklerdir. Allah'ın kitabına ve onun ayetlerine karşı takınılan bu olumsuz tavır ve mu­ameleler, orada böyle bir mahrumiyetle karşılık bulacaktır.

d. (Onlar için can yakıcı bir azap vardır).

Bu dünyada midelerine ateş tıkmaları, Allah'ın onlarla konuşmaması ve onlan tezkiye etmemesinin yanısıra, onlara bir de can yakıcı azap vardır.

e. Bakara/159'da bu insanların diğer bir azabının da 'lanet' olduğu bildi­rilmektedir. "Allah ve lanet ediciler onlara lanet edecektir" [Nisa/46] ayetin­de, bu lanet haberi tekrar edilmektedir.

Yüce Allah'ın bu insanlar için sıraladığı cezalar, aslında caydırmaya yö­neliktir. Yoksa Allah kullarına azap etmekten zevk duymaz. Bilindiği gibi, cezalandırmaya yönelik kanunlar, öncelikle caydırıcı olmaları için yapılır. Ama yine de suç işlenirse, cezanın uygulanması gerekebilir. [34]

 

Bu İnsanların Amellerinin Değerlendirilmesi:

 

175. Onlar doğru yol karşılığında sapıklığı, bağışlanmaya bedel olarak da azabı satın almış kimselerdir. Onlar ateşe ne kadar dayanıklıdırlar.

1.  Allah'ın kitaptan indirdiğini gizleyip ondaki ayetleri az bir pahaya sa­tanlar; Allah'ın hükümlerini değiştirmeye çalışanlar ve elleriyle yazıp "Bu Allah karındandır" diyenler, bu ayette Allah tarafından ele alınmakta ve Al­lah'ın ayetlerini az bir pahaya satmanın; beşerî sözlerin ilahî sözlermiş gibi gösterilmesinin bir dalalet ve nihayet, ilahî olanla beşeri olanın değiş-tokuş edilmesinin büyük bir günah olduğuna işaret edilmektedir.

2.  Bu davranış, sadece doğru yolu verip sapıklığı almak değil, aynı za­manda ilahî affı verip azabı da almaktır ki bu, akü dışı bir davranıştır. Bile­rek af yerine ateşi tercih etmekten farkı olmayan bu durumun anlatılmasıyla, eğitimdeki cezaların caydırıcı özelliğinden istifade etmenin önemi vurgulan­maktadır.

Ayetin her iki bölümünü bir araya getirirsek görülür ki, sapıklığın karşılı­ğı azap; doğru yolun karşılığı da afur. Böylece sapıklığı satın alan azabı da; doğru yolu alan affı da almış olacaktır.

Yüce Allah, bu ayetiyle insanlara, hangi değerlere göre davranmaları ge­rektiğini öğretmekte; hangi değerin hangi davranışa, hangi davranışın hangi karşılığa sebep olacağına dikkat çekmektedir.

3.  (Onlar ateşe karşı ne kadar dayanıklıdırlar).

Ayetin bu kısmı, Allah'ın ayetlerini az bir pahaya değişmenin bir sapıklık olduğuna; bu sapıklığın varacağı nihai noktanın azap, bu azabın da ateş ol­duğuna işaret etmektedir.

Demek ki insanın davranışları yok olup gitmiyor; onlar, iyi veya kötü bir ürüne dönüşmektedirler. İyi davranışlar mutluluğa, yani cennete; kötü davra­nışlar ise bedbahtlığa, yani cehenneme dönüşmektedirler.

Dünyadaki davranışlar, insanlığa neler getirdiğine göre değerlendirile­cek; ona göre karşılık bulacaktır. Bu dünyadaki sapık davranışlar, neticede ateşe dönüşecek ve sahibinin karşısına çıkacaktır. Bu, hem dünya, hem de ahiret için geçerlidir.

"Onlar ateşe ne kadar dayanıklıdırlar" ifadesi, onların sapıklıkta ne ka­dar ısrarcı olduklarına delalet etmektedir. Onların ateşe olan dayanıklılığı­na hayret edilmesi, aslında sapıklıktaki ısrarlarının kınanmasıdır. [35]

 

Bu Ateşin Sebebi Nedir?

 

176. Bu azabın sebebi, Allah'ın kitabı hak olarak indirmiş olmasıdır. Kitapta ayrılığa düşenler elbette derin bir an­laşmazlığın içine düşmüşlerdir.

Bu ayette, onların neden ateşle karşılaşacakları beyan edilmektedir. Ayeti kısımlara ayırarak açıklayabiliriz:

a. (Allah'ın, kitabı gerçek olarak indirmiş olmasıdır).

Demek ki, hak olan kitabı Allah indirmiştir. Başka bir ifadeyle, Allah, hak/gerçek olan kitabı indirir. Hak olanı verip, hak olmayanı almak, iflas et­mektir ki bunu yapan kimse, iflasın ızdırabını çekmek zorunda kahr. İşte 175. ayetin sonundaki ateş, bu manevî iflasın ızdırabıdır.

b. (Elbette kitap hakkında ihtilafa düşmüş olanlar...) Ayetin bu kısmında ele alınması gereken kavram ihtilaftır. Allah'ın kitabı veya o kitaptaki konular hakkında ihtilaf etmek çok eski bir adettir. İhtilaf ke-limesinin kökü olan halefe, Meryem/59'da, bir neslin ardından başka bir nes­lin gelmesi manasında yer almaktadır. Yunus/6'da ise geceden sonra gündü­zün, gündüzden sonra gecenin gelmesi anlamını ifade etmektedir. Meryem sü­resindeki manası sosyolojik, Yunus süresindeki manası ise fizikîdir. Yorumu­nu yapmakta olduğumuz ayette ise, ilahiyat alanındaki ihtilafı ifade etmekte­dir. Bakara/30'da açıkladığımız gibi bu kelime, siyasî iktidarı da ifade eder.

Farklı kalıplan ile farklı manalar kazanan bu kelime, ihtilaf kalıbında alı­nınca, muhalefet etmek, ileri derecede tartışmak anlamına gelmektedir. Fah-ruddin Razi ihtilaf hakkında şu açıklamayı yapmaktadır: "Birşey hak olma­dığı, kabul edilmesi gerekmediği, aksine zoraki birşey olarak ortaya atıldığı zaman, herkes diğerinin görüşünün aksi olan bir görüş zikretmiş olur ki, işte ihtilaftan maksat budur".[36]

Demek ki ihtilaf, yapısı gereği gerçek olmayan bir düşünce üzerindeki ay­rılıktır. Gerçek olmayan düşünceler, farklı fikirlerin doğmasına, ihtilafa kapı açmaktadır.

İhtilaf ne zaman tehlikeli bir hal alır? İhtilafın sebepleri nelerdir? Hangi konularda ihtilaf edilmiştir ve edilmektedir? İhtilafları asgariye indirmenin yollan nelerdir? Bu soruların cevaplarını diğer ayetlerde arayacağız:

1. İhtilafın sebepleri

Geçmişteki nesillerin, Allah'ın gönderdiği kutsal kitaplar hakkında ihtila­fa düşmelerinin sebebini Kur'an şu şekilde tesbit etmektedir

a. Kıskançlık

Bakara suresinde şöyle buyurulmaktadır:

Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller geldikten sonra, aralarında­ki kıskançlıktan ötürü dinde ihtilafa düştüler. [Bakara/213]

Âl-i İmran/19 ayeti de, aynı sebebe işaret etmektedir

Allah nezdinde hak din İslâm'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden ihtilafa düştüler.

Her iki ayette de yer alan (bağyen) kelimesi, kıskançlık ve azgınlık manasına gelmektedir. Demek ki, ihtilafın temelinde kıskançlık vardır. Bu ayetler, kıskançlığın, delil ve bilgi gibi büyük değerleri bile gölgelediğine işaret etmektedir. Kıskançlık, delil- ve bilginin etkisini azaltmakta, ışığını en­gellemekte ve böylece insanları ihtilafa sürüklemektedir.

b. Bilgisizlik

İhtilaf, bilgisizlikten doğmaktadır. Bilgisizlik, zanna, zan şüpheye, şüphe de ihtilafa götürmektedir. Bilgisiz/cahil insanların ihtilaf etmesi tabiidir. Yü­ce Allah Nisa/157'de, ihtilafın temel sebeplerini zikretmektedir.

Onun hakkında ihtilafa düşenler, bundan dolayı tam bir şüphe içindedirler, bu hususta zanna uymanın dışında hiçbir bilgileri yoktur.

Görüldüğü gibi, insanları tefrikaya götürecek derecedeki ihtilafın kayna­ğında, kıskançlık ve cehalet bulunmaktadır. Cehaletle kıskançlığın bir araya gelmesi, ateşle barutun yanyana gelmesi gibi tehlikeli bir durum arzetmekte-dir. Cehalet ve kıskançlığın sebep olduğu ihtilaf, hem ferdi, hem de toplumu yiyip tüketir, ilim adamları arasındaki kıskançlığın meydana getirdiği tahribata ise, Bakara/213'te dikkat çekilmektedir. Delil ve bilgiye rağmen, sırf kıskançlık sebebiyle ihtilafa düşmenin neticesi inkardır.

Bakara/253'te, delil ve bilginin durduramadığı hasedin meydana getirdiği ihtilalin inkarla noktalandığına dikkat çekilmektedir:

Fakat onlar ihtilafa düştüler de içlerinden kimi iman etti, kimi de inkar etti.

Delile rağmen ihtilaf ediliyorsa, ihtilaf eden taraflardan biri, inkara sapa­caktır. Çünkü taraflardan biri, delile rağmen fikrinde ısrar ederek diğer taraf­la ihtilafa düşecek, neticede bir taraf imanda, diğer taraf küfürde olacaktır.

Bir tarafta bilen insanların kıskançlıktan dolayı ihtilafları, diğer tarafta ise cehaletin meydana getirdiği ihtilaflar durmaktadır. Cehaletten kaynaklanan ihtilafların doğuracağı nifak, daha büyük tahribat yapacaktır. Onun içindir ki Tevbe/97'de, cahillerin küfür ve nifakta daha şiddetli oldukları ifade edil­mektedir. Cehalet, küfre, nifaka ve Allah'ın koyduğu kanunları reddetmeye kadar uzanmaktadır.

2. İhtilafın kaldırılması

İhtilafın sebepleri ortadan kaldırılırsa, ihtilaf da ortadan kalkacaktır. İhti­lafın sebeplerinden biri olan hasedi ortadan kaldırmanın yolu, duygu eğiti­minden geçmektedir. Çünkü haset denen tahrip edici güç, bir duygudur. Duy­gu eğitimine ağırlık verilerek, haset duygusu disipline edilebilir.

Cehaletten kaynaklanan ihtilafın giderilmesi ise, bilgilendirme ile olur. Yani cahilleri öğretim faaliyetinden geçirip doğru bilgi ile beyinlerini aydın­latmak gerekir ki ihtilaflar ortadan kalksın.

Yüce Allah "Aralarındaki hasetten dolayı ihtilafa düştüler''' buyurmakla, aslında bize bir duygu eğitimi yapmaktadır. Yüce Allah hangi duygunun ka­barıp delil ve bilginin etkinliğini azalttığına dikkat çekerek, insanları bilgi­lendirmekte ve neticede eğitmektedir. Geçmişte, toplumlarda büyük yaralar açan ihtilafların sebeplerinden birinin de haset duygusu olduğunu bildirmek suretiyle insanlara, hem tarihî, hem sosyal ve hem de duygusal eğitim ver­mektedir.

Diğer taraftan Yüce Allah, ihtilafın ortadan kaldırılabilmesi için, üzerinde ihtilaf edilen meselenin açıklanması gerektiğine de işaret etmektedir. Kur'an'ın gönderiliş gayelerinden biri de üzerinde ihtilaf edilen konulan açıklamaktır:

Bu kitabı, sana, sırf hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanlara açıklayasın ve iman eden bir topluma da hidayet ve rahmet olsun diye indirdik. [Nahl/64]

Üzerinde ihtilaf edilen şeyin açıklanması, ihtilafın ortadan kaldırılmasına kapı aralayabilir. Kur'an'ın geliş sebeplerinden biri de, ihtilafların açıklanıp ortadan kaldırılmasıdır. Neml/76 ayeti de buna işaret etmektedir

Doğrusu bu Kur'an, İsrailoğullan'na, hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu anlatmaktadır.

Demek ki insanlar, yeryüzünde kıskançlık veya cehalet yüzünden inkara gidecek tarzda ihtilaf ettiklerinde, levh-i mahfuz'u rahatsız etmektedirler. Al­lah da bu ihtilafları açıklayıp ortadan kaldırmak için Kur'an'ı ve önceki kut­sal kitapları göndermiştir. Kur'an bir taraftan cehaleti ortadan kaldıracak; di­ğer taraftan da haset duygusunu terbiye ederek sevgi ve saygıyı öne çıkara­caktır. Bildikleri halde sadece haset yüzünden ihtilafa düşenlerin eksiklikleri sevgi ve saygıdır. Bu değerler onlara kazandırılarak haset duygusu disipline edilecektir. Bakara/176'da insanların kitap hakkında da ihtilafa düştükleri ifa­de edilmiştir. Müfessirler bu ihtilafın, Tevrat ve İncil'in Hz. Muhammed'i müj­deleyen ayetleri hakkında olduğunu söylemektedirler. Bunun yanında, kitap hakkındaki ihtilafı, Allah'ın indirdiği kitapların bir kısmını kabul edip diğerle­ri hakkında farklı görüşler beyan etme şeklinde yorumlayanlar da vardır.

Keşşaf, "Kitap ehli, Allah'ın kitaplarının bir kısmının hak, bir kısmının batıl olduğunu söylediler" demekte, Kadı Beydavi de bu izahı kabullenmek­le beraber, buna kitap ehlinin kendi kitaplarını tahrif etmelerini; Kur'an'a si­hir, beşer sözü ve evvelkilerin masalları dediklerini de ilave etmektedir. Ha­zin de, onların, kitabın mana ve tevilinde ihtilaf ettiklerini, onu tahrif edip de­ğiştirdiklerini, bir kısmına inanıp bir kısmını inkar ettiklerini söylemektedir. Fahruddin Razi de bu görüşlerin tümünü sıralamaktadır.[37]

b. (Elbette onlar derin bir ayrılığın içine düşmüşlerdir).

Ayetin bu kısmında yer alan şıkak kavramı, şekka kökünden türemiş olup ayırmak, nifak, kavga, ahenksizlik ve ihtilaf manalarına gelmektedir. Bu kav­ramın türediği şakka kalıbı da yormak, çatlatmak, yırtmak, partilere ayırmak, bozuşmak manalarını ifade etmektedir. Bu kavramın farklı kalıplan çeşitli ayetlercle geçmekte ve faridı manalar ifade etmektedir. Bu manaları Baka-ra/137'de açıklamıştık. Şikak kelimesinin fizikî, manevî ve sosyal manalan vardır. Bakara/137'de, dindeki ayrılığın meydana getirdiği sosyal parçalan­mayı, anlaşmazlığı ve yırtılmışlığı ifade etmektedir.

Allah'ın indirdiği kitap hakkında ihtilafa düşmek ve bu ihtilafı derinleştir­mek, sosyal hayatta yırtılmalara, parçalanmalara ve bozuşmalara yol açmak­tadır. Bu gerçeğe dikkat çeken Yüce Allah, kutsal kitabın kavga alanı olama­yacağını vurgulamak istemiştir. Geçmişte, yani Kur'an'dan önce insanlar böyle yoz bir kültür oluşturmuşlar, insanları mezheplere ve gruplara ayırarak sosyal hayatın parçalanmasına neden olmuşlardır. İşte Yüce Allah, bu yanlış­lığın müslümanlar tarafından devam ettirilmesini önlemek için bu ayetleri göndermiştir. Dinî meseleleri, toplumda çatlamalar ve parçalanmalar meyda-, na getirecek şekilde tartışmak, onlar üzerinde derin ihtilaflara düşmek, insan­lığa zarar getirir. Bakara/174-175'te yer alan azabın sebebi, bu ayette açıklan­maktadır. Allah'ın kitabında yer alan bir hükmü veya bir ayeti tartışmaya aç­mak ve bu tartışmayı ileri götürerek insanları mezheplere ayırmak dünya ve ahirette azaba neden olacaktır. Kendi bilgisini Kur'an'ı açıklamada vasıta olarak kullanması gerekirken, Kur'an'ı kendi bilgisini açıklamak için vasıta olarak kullananlar, Allah'ın ayetlerini kapanması imkansız bir tartışmanın içi­ne itmiş olmaktadırlar.

Kendi' hayatına, isteklerine ve dünya görüşüne uymadığı için Allah'ın ayetleri üzerinde tartışma açmak ve bu tartışmayı nefsinin gıdası olarak gör­mek, kişiyi Allah'tan ayn düşmeye götürecektir.

Şikak kavramı Kur'an'da, Allah'a ve Resulüne karşı gelmeyi [Enfal/13]; düşman kesilmeyi [Nahl/27]; kıyamette göğün, yerin ve ayın yarılmasını ifa­de etmek için de kullanılmaktadır. Bu manalardan hareket ederek diyebiliriz ki, ihtilafları derinleştiren insanlar, yaşadıkları toplumu, göğün, yerin ve ayın kıyamet günü parçalanması gibi parçalamaktadırlar. Allah'ın kitaptan indirdi­ğini gizleyenler, onu az bir pahaya satanlar, doğru yolu bırakıp sapıklığı, af­fı verip azabı satın alanlar ve nihayet kitap hakkında derin ihtilaf yaratanlar telafisi mümkün olmayan parçalanmalara düşmüş olacaklardır. Toplumsal bütünlüğü, birUk-beraberliği, dinde tevhidi sağlamak ve devam ettirebilmek için, yukarıda zikredilenlerin tersini yapmak gerekir. Başka bir ifadeyle, Al­lah'ın indirdiğini gizleyip kendi görüşünü öne sürerek dini beşerileştirmekten, Allah'ın ayetlerini beşerî düşüncelerle değiştirmekten sakınmak gerekir. Doğru yolu takip edip, sapıklığa düşmemek; insana Allah'ın azabını getire­cek davranışlardan sakınmak; Kur'an hakkında ihtilaf etmek suretiyle mez­hebi dinleştirmemek şarttır. Beşerî düşüncelerin oluşturduğu okulları mez-hepleştirip, onları Kur'an ve Peygamber'in önüne geçirememeyi din eğitimi­nin olmazsa olmazı haline getirmeyi ilke edinmek gerekir. Din eğitimi, din­de bölünme yerine Kur'an ve bilginin ışığı altında meseleleri tartışıp çözüm­lemenin önemini vurgulamalı ve insanların derin ayrılıklara düşmesini önle­melidir. [38]

 

Birr (İyi) Nedir?

 

177. iyi, yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz değildir. Fakat iyi, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba iman eden; malını, ona olan sevgisine rağmen akrabaya, yetim­lere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve esirlere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren, söz-leştikleri zaman sözlerini yerine getiren, sıkıntıda, darlık­ta, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanda sabır göstere­nin iyiliğidir, işte bunlardır o doğru olanlar, Allah'tan kor­kup kötü davranışlardan uzakta bulunanlar.

Bu ayetin eksen kavramı el-birr (iyi)dir. Yüce Allah hem iyinin ne oldu­ğunu, hem de nerede bulunacağını beyan etmektedir. Şimdi el-birr kavramı­nın manalarına geçebiliriz:

Berre şeklinde, yani fiil kalıbında alınınca, hürmet göstermek, itaat et­mek, vazifesini bilmek, sadık olmak, yumuşak başlı olmak, cömert olmak, hayır sahibi olmak, Allah'a boyun eğmek, şeref vermek, güvenilir, samimi ve doğru olmak, sözünü yerine getirmek, hakkını teslim etmek manalarına gel­mektedir.

Birr kalıbında alındığında, dindarlık, takva, doğruluk, istikamet anlamla­rını ifade etmektedir. Yüce Allah Bakara/177'de öncelikle, birr'in (iyinin) ne olmadığını açıklamaktadır:

1. (Birr, yüzlerinizi doğuya ve batıya çevir­meniz değildir).

Demek ki bir insan, yüzünü doğuya çevirerek "ben doğuluyum"; ya da batıya çevirerek "ben batılıyım" demekle iyi olamaz, iyiyi bulamaz ve iyiyi yakalayamaz. Ayetin bu kısmında yer alan vech (yüz) kelimesi, "parçayı zik­redip bütünü kasdetme" kuralına göre "başı" ifade etmektedir.

İnsan, beynini batıya veya doğuya çevirmekle iyiyi bulup yakalayamaz. İyinin yönü yoktur. Yüce Allah birr'in (iyinin) ne olduğunu, onun nereden ve nasıl elde edileceğini ayetin devamında açıklamaktadır:

2. (Birr, Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve bütün peygamberlere iman etmektir).

Ayetin bu bölümünde Yüce Allah, iman esaslarının, iyinin yapısını mey­dana getirdiğine işaret etmektedir. Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanan insan, iyinin temellerini atmış olmaktadır. Allah ka­tında birr (iyi) denen değerin temellerini iman esasları oluşturmaktadır. İn­san, beynini doğuya veya batıya çevirmekle iyiyi oluşturamaz, bulamaz ve yakalayamaz. Onu ancak gönlündeki imanın esaslarında oluşturup bulabilir.

3. (Birr, akrabalara, yetimlere, biçarelere, yolda kalmışlara, dilenenlere, köle ve cariyeler uğrun­da seve seve mal vermektir).

Ayetin bu kısmında ise iyinin, iyiyi oluşturan ikinci temel unsurun; sevdi­ği maldan başkaları adına fedakarlıkta bulunmak olduğu beyan edilmektedir.

Yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere ve kölelere yardım etmek için çok sevdiği malından fedakarlık yapan insan bu ameliyle, iyinin ağacını büyütmektedir.

İyiyi doğu veya batıda değil, fakirlerin elinden tutup kaldırmada aramak gerekir. İyinin yetiştiği toprak, fedakarlık toprağıdır. İyi, yetimlerin, fakirle­rin ve kölelerin inlemediği özveri toprağında yetişmekte, kök salıp büyümek­tedir. Çeşitli nedenlerle, çeşitli insanların imkansızlıklar içinde inlediği ve ız-dırap çektiği bir toprakta iyinin ağacı kurur. Sevdiği malı veren insanın erde­mi, iyinin çıktığı kaynaktır.

4. (Birr, namaz kılmak ve zekat vermektir).

İyinin üçüncü unsuru, namaz ve zekattır. Allah'a olan namaz borcunu öde­yen; fakirin hakkı olan zekan veren kimse, ibadet yönünden kendini zengin­leştirmektedir. Kıraati, rüku ve sücuduyla namaz, hem zikri, hem şükrii ve hem de hamd'i kapsadığı için insanı Allah'a yaklaştırmaktadır. Temizleme, ar­tırma ve gelişme manasıyla zekat, fakirlerin gönüllerini almakta, insanları bir­birine yaklaştırmakta ve toplumda muhabbeti artırmaktadır. İşte iyi, bu ibadet­lerden kaynaklanmaktadır. Bu ibadetler iyinin gıdasını teşkil etmektedir.

5. (Sözleştikleri zaman sözlerini yerine getirenlerin dav­ranışı, iyinin bir diğer kaynağını meydana getirmektedir.

Sözünü yerine getiren, başka bir ifadeyle ahde vefa gösteren insanların, iyiyi doğu veya batıda aramasına lüzum yoktur; onun bu davranışı bizzat iyi­nin kendisidir. Verilen sözler tutuldukça, ahde vefa gösterildikçe, birr (iyi) denen ağaç daima canlı kalacak ve ürününü verecektir.

6. (Sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı za­manda sabır gösterenin iyiliğidir).

Sıkıntı, hastalık ve savaş, daima sabır gerektiren olgulardır. Sıkıntı ekono­mik ve psikolojik olabilir. Hastalık bedenîdir. Savaş ise sosyal bir vakadır. Bunlar zaman zaman insanın başına gelebilecek tabii olgulardır. Bunlara kar­şı dayanıklı olmak, alanda ezilip isyan etmeden onlan tabii karşılamak, bü­yük bir manevî gücün varlığına delil teşkil eder. Kur'anî tabirle "sabır" de­nen bu ruh olgunluğu, iyinin diğer bir pınarıdır.

Savaş da insanın nefsi ile aklı arasında olabilir. Böyle bir durumda, için­de cereyan eden fırtınalara karşı sabırlı olmak, kendini onların eline bırakmamak, onlann doğurduğu sıkıntılara karşı dayanmak, iyiyi yakalamaktır. İyiyi dışarıda değil, insanın kendi içinde aramasının önemini vurgulamak ve öğ­retmek için Yüce Allah bu ayeti göndermiştir.

7. (İşte bunlar doğru olanlar ve işte onlar takva sa­hipleridir).

İman, sevdiği maldan fedakarlık, namazı kılmak, zekatı vermek, sözünde durmak ve sabretmek iyinin binasını oluşturan temel taşlardır. Ayette, bu amelleri üreten, iyiyi yakalayan ve ona hizmet eden kimselerin doğru ve tak­va sahibi oldukları ifade edilmektedir.

Demek ki Bakara/177 ayeti, bir taraftan takvayı, diğer taraftan da doğru insanı tanımlamakta; böylece takvaya giden yolun hangi amellerden geçtiği­ni öğretmektedir, ki bunlar iman, fedakarlık, ibadet, sabır ve sözünde durma olarak sıralanmaktadır. Bu değerlerin bir araya gelmesi, birr (iyi) denen de­ğeri ve takva denen ruh olgunluğunu meydana getirmektedir.

Ayeti bir bütün olarak ele aldığımız zaman şu ilkeyi yakalamamız müm­kündür: İyi, insanın dışında olmadığı için, onu kendi içinde ve davranışların­da araması gerekir. Biri diğerini dışardan iyiliğe ulaşüramaz; kişi iyiliği ken­di içinde oluşturmalı ve sancısını çekmelidir. Sancısı çekilip bizzat doğurul-mayan çocuk nasıl üvey ise, içinde doğmayan iyi de kişiye yabancı ve üvey olacaktır. Onun içindir ki Yüce Allah, iyiyi dışarıda aramanın yanlış olacağı­na, insanın kendi beyninde, gönlünde ve davranışlarında araması gerektiğine işaret etmektedir. Bakara/177'nin muhtevası içinde yer alan ve iyinin yapısı­nı meydana getiren amel ve değerlerden bazıları başka ayetlerde de dile ge­tirilmektedir. Mesela; "Sevdiği malı verir" ifadesi, Âl-i Imran/92'de de yer al­maktadır:

Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe, iyiye asla ulaşamazsınız. Her ne har­carsanız Allah onu bilir.

Sevdiği malı vermek, Bakara/177'de birr (iyi) denen değerin yapısını oluşturan temel taşlardan biri olarak zikredilirken, Âl-i Imran/92'deki "Sev­diğinizi infak etmedikçe iyiye ulaşamazsınız" ifadesi, iyiye ulaşmanın ana şartı olarak zikredilmektedir. Sevdiği maldan fedakarlık yapıp ihtiyacı olan­lara veren bir kimsenin bu ameli bizzat iyi olduğu gibi, aynı zamanda bu amel onu iyiye de ulaştırmaktadır.

Diğer taraftan, köle ve cariyeleri kölelikten kurtarmak için harcama ya­panların davranışı da iyidir. Köle azadı, Kur'an'ın öne çıkardığı en önemli ibadetlerden biridir. Rikab kavramı 'boyun' manasına gelmekle birlikte, bu­rada insanın kendisini ifade etmektedir. Vefi'r-rikab ifadesi, "insanları zincir­lerinden kurtarmak uğruna" anlamına gelir ve hem esirleri fidye karşılığı bı­rakmayı, hem de köleleri özgürlüklerine kavuşturmayı ifade eder.[39]

Dünya tarihinin en karanlık dönemleri, insanın insanı köle olarak kullan­dığı dönemlerdir, insanın hürriyetini elinden almak, onu bir eşya gibi kullan­mak insanlığın gelişmesini engellemiştir. Kur'an'ın geldiği devirde dünyanın her tarafında kölelik müessesesi yaygın bir durumdaydı. Kur'an, insanlığın bu yüz karası uygulamasını ortadan kaldırmayı önemli bir ibadet olarak gör­müş ve muhtelif ayetlerde köleliğin kaldırılmasını teşvik etmiştir.

Zamanımızda kölelik şekil değiştirmiştir. Hâlâ insanlar, -şekli farklı da olsa- hürriyetleri ellerinden alınarak köleleştirilmektedirler. Yine de insanlık, köleliğin kaldırılması hususunda büyük mesafeler almıştır. Bu yolda ilk adı­mı atan ise Kur'an-ı Kerim olmuştur. Sevdiği malını insanları kölelikten kur­tarmak için vermek, birr (iyi) denen değeri meydana getiren amellerin başın­da zikredilmiştir. Köleliğin kaldırılması, insanlık üzerine bir borçtur. Bu bor­cu eda için fedakarlıkta bulunmak, erdemlerin en büyüğüdür. Yüce Allah, bu fedakarlığı ibadet olarak kabul etmekle, insanların özgürlüğü için çalışanla­rın kendisine yakın olacaklarını, takva gibi önemli bir ruh olgunluğuna ula­şacaklarını ifade etmektedir.

Tevbe/60'ta da, zekatın sarf yerlerinden biri olarak, kölelerin hürriyetleri­ne kavuşturulmaları zikredilmektedir.

Dikkat edilirse Yüce Allah, çeşitli ihtiyaçları gidermek için sevdiği mahnı vermeyi, namazdan öne almış ve iman esaslarından hemen sonra zikret­miştir. Alın teri ile kazandığı maldan fedakarlık yapmak, insanı Allah katın­da çok büyük bir mevkie çıkarmakta ve ona muttaki sıfatının verilmesine ne­den olmaktadır. Bakara/177'de sıralanan ameller, kolaydan zora, daha önem­liden önemli olana doğru sıralanmıştır. [40]

 

Kısas:

 

178. Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre hür, köleye köle, kadına kadın. Bununla beraber kim öldürülenin velisi tarafından bağışlanırsa, artık o zaman örfe uymak ve öldürülenin velisine güzellik­le diyet ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra zulüm yapmaya kalkışırsa, ona acı bir azap vardır.

Bu ayetin merkezi kavramı olan kısas lügatte, bir haberi anlatmak, izini takip etmek, hayvanın gebeliğinin belli olması, katili öldürmek, saç veya tır­naklan kesmek, ödeşmek, takas etmek, kısaltmak manalarına gelmektedir. [41]

 

Kısas Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Anlatmak

Kısas kavramı kassa fiil kalıbından alınırsa, nakletmek, anlatmak, zikret­mek, hatırlatmak manalarına gelir:

(Musa ona gelip başından geçeni anlatınca...)  [Ka-sas/25]

Olan bir olayın, bir başkasına anlatılması bazı ayetlerde kassa fiili ile ifa­de edilmektedir:

Sana anlattıklarımızı, daha önce yahudilere de haram kılmıştık. [Nahl/118] Onlardan sana kıssalarını anlattığımız kimseler de var; durumlarını sana bil­dirmediklerimiz de var. [Ğâfir/78] Babası, "Yavrucuğum" dedi, "rüyanı sakın kardeşlerine anlatma!" [Yusuf/5]

Kassa fiili, bütün bu ayetlerde, haberi nakletmek, anlatmak, hatırlatmak manalarına gelmektedir.

2. Açıklamak

Kısas kavramı, fiil kalıbında alındığında açıklamak manasına gelir. Anlat­makla, açıklamak arasında ince bir fark vardır. Anlatmak, bir haberi, olayı ve durumu aynen nakletmektir. Açıklamak ise, yanlışı ortaya çıkarmak ve yapı­lan ihtilafları ortadan kaldırmak için doğrusunu ortaya koymak, içindeki sır­lan bilinir hale getirmek demektir.

Neml/76'da bu anlama gelmektedir:

Doğrusu bu Kur'an, Israiloğullan'na hakkında ihtilaf edegeldikleri şeylerin pek çoğunu açıklamaktadır.

Kur'an ihtilafları sadece nakletmemekte; aynı zamanda açıklamaktadır. Kur'an, ihtilaf edilen meselelerin doğrusunu, yanlışını ortaya çıkarıp açıkla­mak için indirilmiştir. Neml/76'da fiil kalıbında geçen kısas kavramının açık­lamak anlamında olduğunu, Nahl/64 ayeti de teyit etmektedir:

(Hakkında ihtilafa düştükleri şeyi insanla­ra açıklayasın diye bu kitabı sana indirdik).

Demek ki, ihtilaf edilen meseleler açıklanırsa ihtilaflar ortadan kalkar.

3. İzlemek

Kısas kavramı emir kalıbından alındığında, izlemek, takip etmek manası­na gelir. Kasas/ll'de bu manada geçmektedir

(Annesi Musa'nın ablasına, "Onun izini takip et" dedi).

Burada ne olacağını, nereye gideceğini bilmek için takip etmeyi ifade et­mektedir. Olayların sebepler zincirini .takip etmek, bir bilginin kaynağına ka­dar onu izlemek manalarına gelmektedir.

Musa, "İşte aradığımız o idi" dedi. Hemen izlerinin üzerinde geri döndüler. [Kehf/64]

Burada da "izlerini takip etmek" anlamını ifade etmektedir.

4. Hikaye

Kıssa kavramı isim olarak alındığında, gerçek hayat hikayesi manasına gelmektedir:

Andolsua onların hayat hikayelerinde akıl sahipleri için pek çok ibretler var­dır. [Yusuf/111]

Aslında "hikaye" kelimesi "kısası" tam anlamı ile karşılamamaktadır. Kı-sas'ın tam karşılığı gerçek hayat hikayesi olabilir.

5. Eşitlik kanunu

Bakara/178'de geçen kısas kavramı "adil karşılık" anlamına geldiği gibi, bir şeyi başka bir şeye -cezayı suça- eşitlemek manasına da gelir. İşlenen su­ça denk bir ceza vermek de kısas kavramıyla ifade edilmektedir.

Buraya kadar zikredilen manalardan şu çıkarımı yapabiliriz: Anlatmak, açıklamak ve izlemek manalanyla kısasın, hukukî manası ile alakası nedir? Bakara/179'da "Kısasta hayat vardır" buyurulmaktadır.

Katile uygulanan kısas, kan davasını ortadan kaldıracağı için diğerlerine hayat verecektir. Anlatmak, açıklamak, bilgiyi izlemek gibi öğretim faaliyet­leri de bilgiye hayat vermekte, nesilden nesile aktararak onun yaşamasını te­min etmektedir. Bu manaların merkezini "hayat vermek" teşkil etmektedir.

Bilindiği gibi eğitimin, sosyolojik manada tanımı veya görevi, nesiller arası bilgi ve kültür aktarımını sağlamaktır. Eğitim, nesiller arası kültürü ak­taran bir faaliyettir. Kültürü aktarırken, aslında ona hayat vermekte ve onun yaşamasını temin etmektedir. Ceza hukukundaki kısas da, kan davasına son verdiği için, fertlere hayat vermektedir.

Geçmişin kültürü, taklit etmeksizin takip edildiği zaman, o kültüre hayat verilmiş olacaktır. Böylece "kısas" kavramının bir eğitim, bir de hukukî ma­nası okluğu ortaya çıkmaktadır.

Hukukî manadaki kısas, modern hukukun "suça denk ceza" ilkesinin te­mellerini atmıştır. "Bir kötülüğün cezası ona denk bir cezadır" [Şura/40] aye­ti de aynı ilkeyi vurgulamaktadır. Bir iyiliğe daha fazla ödül vermek normal­dir ama; bir suça kendi ağırlığından fazla ceza vermek adalete aylandır. Hu­kukun en önemli uğraşısı, hangi suça ne kadar ceza verileceği meselesi ol­muştur. Mü'min/40'ta da aynı konu ele alınarak şöyle buyurulmuşnır.

Kim bir kötülük işlerse, onun kadar ceza görür.

Ayette geçen kötülük, dünyevî manada suçu, uhrevî manada günahı ifade etmektedir. Demek ki dünya ve ahirette suç, yani günah ile ceza, birebir eşleşmelidir. İşlenen suçtan fazla ceza vermek zulüm olur. Bu uygulama ilkel toplumlarda görülen bir durumdur. Toplumların modern hukuk aşamasına geçtiklerinin delili, suçlara takdir ettikleri cezanın, o suça denk olması ile tes-bit edilmektedir. Böylece Kur'an hukukta yaptığı bu yenileme hareketiyle hem hukuku, hem de toplumların modernleşmesini başlatmıştır.

Ticarette, bir malı değerinden fazlasına satmak haramdır. Ceza hukukun­da da, suça denk bir cezanın verilmesi gerekir; cezayı fazlalaşurmak haksız­lık olur. İşlenen suça verilecek cezanın önceden belirlenmesi ve denkleştiril­mesi, hukuktan sübjektifliği kaldıracaktır. Kısas kavramının "eşitlemek" an­lamına geldiğini, Bakara/194 ayeti de teyit etmektedir:

Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler (dokunulmazlıklar) karşılıklıdır. Yusuf Ali buna "eşitleme kanunu" demektedir.

Bakara/178'de geçen kutibe fiili, yazıldı, yani farz kılındı manasını ifade etmektedir. Böylece Yüce Allah, katile kısas uygulamayı farz kılmıştır. Kur'an'da "yazıldı, yazdım" gibi ifadelerle, o işin farz kılındığı kasdedilmek-tedir ki bu, hukukun yazılı hale getirilmesidir. Kur'an yazılı hukukun olma­dığı aşiret toplumunu sona erdirmiş, yazılı hukuka geçerek modern toplumun temellerini atmıştır.

Bilindiği gibi, toplumların evriminde basamakları belirleyen ölçüler var­dır. Bunların başında da, yazılı hukuka geçiş yer almaktadır. Öf ve adetlerle idare edilen, yazılı hukuku olmayan toplumlar ilkel, yani gelişmemiş aşiret toplumlarıdır. İşte Kur'an insanlığa yazılı hukuku getirerek ilkel toplumları gelişmekte olan toplum sürecine sokmuştur. Böylece "ana kitap" yani "ana­yasa" kavramını hukuk tarihine ve sürecine sokmuştur. Toplumun, "anayasa" ile idare edileceği geleneğini ilk defa Kur'an başlatmıştır.

"Eşitleme kanunu" ile ne kasdedildiği Bakara/178'de beyan edilmekledir.

1. Kısasta eşitlik

Bunun anlamı hüre karşılık hür, köleye karşılık köle, kadına karşılık ka­dındır. Öldürülenin cinsiyeti ve sosyal seviyesi kısasta önemli bir rol oyna­maktadır. Köle kavramı aslında hürriyetsizliği ifade etmektedir. Buradaki kö­le kavramını, sosyal gerçeklik olarak ele almak gerekir. Çünkü Kur'an, bir anda köleliği kaldırmadı ve kaldıramazdı, ama köleliğin kaldırılma sürecini başlatmıştır.

Kur'an o zamanki sosyal realiteden hareket ettiği için, kısasta köle kavra­mına yer vermiştir. Geleceğin toplumlarında da farklı köleliklerin olabilece­ğini göz ardı etmemek gerekir. Onun için Kur'an'ıh gerçekçi davrandığını söylemekte yarar vardır.

Ayetteki hür kavramı erkeği ifade edebilir. Âl-i Imran/35'te, Imran'ın ha­nımı karnındaki çocuğun erkek olması için dua etmiş ve erkek çocuk için "hür" kavramını kullanmıştır. Eğer o ayetteki "hür" kavramını, erkek mana­sına alırsak, Kur'an'dan o devrin sosyal yapısını da öğrenmiş oluruz. Kur'an'ın kullandığı bu kavramlardan hareketle insanların sosyal seviyesi­nin, öyle kalacağı sonucu çıkarılmamalıdır. Toplumu ve insan haklarını ge­liştirerek köleliği, hukuk yoluyla devre dışı bırakabiliriz. Kur'an kölesiz hür bir dünya oluşturmayı amaçlamıştır ama, vakıayı da gözardı etmemiştir.

Psikolojik açıdan bakarsak, köleliği hukukla da kaldırmamız mümkün de­ğildir. Çünkü insan, aklını ve kalbini nefsin kölesi yapmaktadır. Demek ki, kölelik sadece insanın hürriyetini kaybetmesini değil, irade ve düşüncesini nefsinin hevasına teslim etmesini de ifade etmektedir. Bu tür kölelik, insan varoldukça devam edecektir. Bu kölelik hukukla kaldırılamaz; bu ancak ak­lını kullanmak, düşünmek bilgi sahibi olmak, iman etmek ve iradesine sahip olmakla kaldırılabilir.

Demek ki, öldürülen insanın cinsiyeti ve sosyal seviyesi kısasta önemli bir yer işgal etmektedir.

2.  Haram ay haram aya karşılıktır. [Bakara/194]

Savaş için belirlenen yasağa uyulması gerekir. Toplumlardan biri bu yasa­ğı ihlal ederse, diğerine de ihlal etme fırsatını tanımış olur. Çünkü dokunul­mazlıklar karşılıklıdır. [Bakara/194]

Müslüman bir toplum, haram aylarda saldırıya uğradığında, aynen karşı­lık vermek hakkına sahiptir. Çünkü yasaklar, dokunulmazlıklar karşılıklıdır.

3. Yaralanmalarda da kısas vardır

Tevrat'ta onlara şöyle yazdık: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa ku­lak, dişe diş, yaralarda birbirine kısasta". [Maide/45]

Yüce Allah, insanın bedenine verilen zararın aynısının zararı verene ya­pılmasına kısas adını vermektedir. İşte bu "eşitleme kanunu"dur. Bize göre bu cezanın en önemli amacı caydırıcı olmasıdır. Caydırıcı olması, cezanın eğitici yönünü ifade etmektedir. Hukukta cezalar, salt ceza için değil, caydı-np eğitmek için verilir. İşte bu ilkeye ilk defa Tevrat ve Kur'an tarafından dikkat çekilmiştir. Kısas ayetinin getirdiği en önemli ilkelerden biri, öldürü­lenin velisine seçenek tanınmasıdır. Veli, cana can isteyebileceği gibi, diyet isteyerek cezanın hafifletilmesi yoluna da gidebilir. Ayetin ilgili kısmı me-alen şöyledir:

(Ancak her kimin cezası, kardeşi (öldürü­lenin velisi) tarafından bir miktar bağışlanırsa, artık taraflar, hakkaniyete uy­malı ve öldüren ona gereken diyeti güzellikle ödemelidir).

Öldürülen kimsenin velisine, kısas ile diyet arasında tercih hakkı tanımak suretiyle Kur'an, ceza hukukunda önemli bir devrim yapmıştır. Bize göre bu­nun amacı, velinin, katili veya onun yatanlarından birini, kan davası güderek öldürmemesini temin etmektir. Kendi iradesinin, yani seçeneğinin rol aldığı bir hükmün tersini yapma imkanını ortadan kaldırmaktadır.

Katil, kısastan vazgeçip diyete razı olan veliye diyeti ödemelidir. Ayetten, . diyeti aksatmanın hem suç ve hem de Allah katında günah olduğu anlaşıl­maktadır.

Kısasın yanısıra diyete razı olup kısastan vazgeçme hakkının niçin veril­diği ise ayetin sonraki bölümünde beyan edilmektedir:

(Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir).

Cana can şeklindeki tasasın, veli tarafından diyete dönüştürülmesine izin verilmesi, Allah tarafından bir hafifletme ve bir rahmettir. Böylece, modern hukuktaki ceza indirimini asırlarca önce Yüce Allah Kur'anla insanlığa sun­muştur. Maktulün velisinin rızasıyla katilin hayatta kalması ve kan davasının ortadan kaldırılması toplum için bir rahmettir.

(Her kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için elem ve­rici bir azap vardır).

Haddi aşmak, diyet aldığı halde katili öldürmek veya daha fazla diyet is­temektir. Verdiği sözde durmamak ve karşı tarafa saldırmak, Allah tarafından elim bir azapla cezalandırılacaktır. Yüce Allah, dünyevî ve hukukî bir dava­daki yanlışlığın günaha dönüştüğüne dikkat çekmek suretiyle, davaların ne­ticesine saygı göstermeyi ve haddi aşmamayı temin etmek istemektedir. [42]

 

Kısasta Hayat Vardır:

 

179. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki sakınırsınız.

Kısasta nasıl bir hayat bulunduğunu geniş bir şekilde ele alan Fahruddin Razi'ye göre, kısasın kendisi hayat olamaz, ama kısasın caydırıcılığı, hem in­sanı öldürmekten alıkoymakta ve dolayısıyla öldürülmekten korumakta, hem de öldüreceği insanın hayatta kalmasına sebep olmaktadır.

Diğer taraftan, öldürme, kan davasını da beraberinde getireceği için, baş­kalarının ölümüne de sebep olacaktır. Kısasın caydırıcılığı, kan davalarını önleyecek, böylece insanların hayatta kalmasını temin edecektir.

Yaralamalardaki kısasta da, bu caydırıcı özelliği nedeniyle hayat vardır. Cahiliye çağında, katilden başkaları da öldürülürdü. Allah Teala, sadece ka­tilin kısasen öldürülebileceği hükmünü koymakla, denkliği sağlamıştır.[43]

Ayrıca bu ayetler, suça denk bir ceza verilmesi ilkesiyle insanlığa bir hu­kuk kültürü bırakmıştır.

Kısasta hayat olduğunun ne ile anlaşılacağı ayetin devamında zikredil­miştir:

(Ey akıl sahipleri...)

Yüce Allah akü hukuk alanına sokarak, kanunların hikmetini anlamaları­nı istemektedir. Burada kullanılan lübb kelimesi, en içteki ilik, öz, çekirdek içi, cevher, ruh, buğday tanesi, bazı ağaçlarda gövde veya dalın içindeki yu­muşak öz, meselenin ruhu, hulasası, asıl, en iyi parça, kalp, zeka, zihin, akıl ve anlamak manalarına gelmektedir. Fiil kalıbında alındığında bir yerde ka­lıp ikamet etmek, kırıp çekirdeğini çıkarmak, akıllı olmak, davarın göğsüne kayış vurmak, ekinin meyvelerinin belirmesi anlamlarını ifade etmektedir.

Le-be-be kalıbından alındığında, düşmanı yakasından tutup çekmek, eki­nin tanesinin irileşip iç bağlaması ve bir konuda tereddüt etmek manasına gelir. Telebbebe kalıbından alındığında ise, silah kuşanmak anlamına gelir. Lu-bab kalıbında, her şeyin özü, lekesiz, halis, cevizin içi ve gerdanlık yeri ma­nasını ifade eder. Lebib şeklinde alındığında, bağlanıp vazgeçmemek, akıllı olmak anlamına gelir. Ayrıca bu kelime, kalpteki şefkat ve merhamet damar­larını da ifade etmek üzere kullanılmaktadır.[44]

Yüce Allah, Kur'an'da, lübb denen aklı, gördüğü vazifeye göre tanımla­maktadır: Düşünmek [Ra'd/19]; bir şeye bağlanıp vazgeçmemek [Ra'd/20]; ahde vefa [Ra'd/20]; anlaşmaya sadakat [Ra'd/20]; Allah'ın bitişmesini em­rettiği şeyleri bitiştirmek [Ra'd/21]; Allah'a saygı duymak [Ra'd/21]; istik­balden endişe etmek [Ra'd/21]; sabretmek [Ra'd/22]; ibadetin önemini an­lamaya vesile olur [Ra'd/22]; fakirin elinde tutmaya sevk eder [Ra'd/22]; kötülüğe iyilikle muamele etmeyi temin eder. [Ra'd/22], öğüt ve ibret alır [Sad/29]; seçim yapmayı temin eder [Zümer/17-18]; Allah'ın emirlerine muhatap olur [Talak/10-11]; akün iman ile ilişki kuran boyutlarından biri [Talak/10-11]; takvaya erdirir [Talak/10]; insana şeref temin eder [Ta­lak/10].

İşte Yüce Allah, lübb denen "selim akla" bu görevleri yüklemiş ve bu gö­revleri yapan aklın" boyutuna da bu ismi vermiştir.

Bakara/179'da ise hukukî bir hükmün hikmetini anlamayı ve o hükmün zımni yapmaktan sakınmayı, yani takvayı meydana getirmektedir.

Ayetin sonu (umulur ki sakınırsınız) ifadesiyle bitmektedir. Tak­va kavramının fiil kalıbında yer aldığı bu ayette, kısasın caydırıcılığı, takva (sakınma) kavramıyla ifade edilmektedir. 178 ve 179. ayetleri bir arada dü­şündüğümüzde kısas, akıl ve takva kavramlarının ana dokuyu teşkil ettikleri görülür. Aklın hukuktaki görevi ve hükmün caydırıcı yönü vurgulanmaktadır. Cezaların caydırıcı olmaları, akla uygun olmalarına bağlıdır. Suça uygun, ya­ni denk cezanın, caydırıcı olabilmesi için, o hükümden akıl bazı çıkarımlar yapabilmeli ve onun özündeki hikmeti yakalayaİMİmelidir.

Suça denk cezada hayat olduğunu vurgulayan Yüce Allah, ilk önce iman, sonra akıl, daha sonra da takva ile bu hükmün hikmet dolu içeriğini tamam­lamaktadır. [45]

 

Vasiyet:

 

180-181. Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bıra-kacaksa anaya-babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasi­yet etmek Allah'tan korkanlar üzerine bir borçtur. Her kim bunu işittikten ve kabullendikten sonra vasiyeti değiştirirse, günahı onu değiştirenleredir. Şüphesiz Allah işitir ve bilir.

Ölmek üzere olan bir kimsenin geriye bıraktığı mal konusunda ne yapması gerektiğine açıklık getirmek üzere gönderilen bu ayet, vasiyet müessesesini tesis etmektedir. Kısımlara ayırarak ayetin yorumunu şu şekilde yapabiliriz:

1. Ölüm olgusu

(Birinize ölüm geldiğinde, eğer mal bırakacaksa...)

Ayetin bu kısmı, öleceğini anlayan ve geriye mal bırakacak olan bir insa­nın davranışını düzenlemektedir. Böylece ölmekte olan bir insanın, geride bı­raktığı dünya ile hukukî ilişkisinin henüz bitmediğine işaret edilmektedir.

Ayetin bu kısmında geçen hayr kavramı, bir şeyi diğerine tercih etmek, hayırlı olmak, seçmek, iyilik istemek, iyi, servet, halkın rağbet ettiği şey, kendisinden faydalanılan, şeref, asıl, tabiat, cömertlik, yarışmak manalarına gelmektedir.[46]

 

Hayr  Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1) Seçmek

Hayr kelimesi 'ihtiyar' kalıbından alınınca seçmek manasına gelmektedir:

(Musa kavminden yetmiş adam seçti). [A'raf/155]

Kelime, burada, bir görev için layık olanı belirlemek üzere yapılan seçi­mi ifade etmektedir.

Taha/13'te de aynı manayı ifade etmektedir:

Ben seni seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.

Yüce Allah, peygamberlik görevi için seçtiği Hz. Musa'ya bu şekilde hi­tap etmiştir.

2) Beğenmek

Hayr kelimesi hayyere kalıbından alındığında beğenmek manasını ifade etmektedir. Kalem/31 'de bu anlamda yer almaktadır:

Onda, beğendiğiniz her şey sizin için mutlaka vardır.

Demek ki, hayr kavramı insanın beğenisini ifade etmek için de kullanıl­maktadır. "Beğenmek" ile "seçmek" birbirine çok yakın manadadırlar. Beğe­ni önce, seçmek ise sonradır, insan beğendiği şeyi seçer. Beğenmeyi insanlar için kullandığımızda, beğenmenin psikolojik, seçmenin ise sosyolojik bir ol­gu olduğunu söyleyebiliriz.

Vakıa/20'de de beğenmek anlamına gelmektedir:

Onlara beğendikleri meyveler vardır. Bu kavramın daha geniş izahı için Bakara/ 105'in tefsirine bakılabilir.

Tefsirini yapmakta olduğumuz ayetle hayr kelimesi 'mal' manasına gel­mektedir. Hayr kavramının muhtevasında 'iyi' ve 'değer' manaları vardır. Bakara/180'de ekonomik değeri ifade etmektedir. Onun için Yüce Allah 'mal' yerine hayr kelimesini kullanmıştır. Öyleyse bu ayetteki hayr kelime­si, ölmekte olan kişinin geriye bıraktığı ekonomik değeri ifade etmektedir. Bu ekonomik değer ise pek çok şeyi kapsar.

2. Vasiyet

Ölüm olgusunun beraberinde getirdiği en önemli şey vasiyet müessesesi­dir. Ölecek olan bir kimsenin, sahip olduğu ekonomik değeri kimlere bıraka­cağını vasiyetle belirlemesini emretmesi, Kur'an'ın ferdî mülkiyete ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Ölmekte olan kimseye, kendi malını vasiyet etmek suretiyle istediğine bırakma yetkisinin verilmesi, Arap toplumu için büyük bir inkılaptır. Ayetin ilgili kısmı şöyledir.

(Vasiyet uygun bir şekilde ebeveyne ve yakın akra­balaradır).

3. Hak

 (Allah'tan sakınanlar üzerine vasiyet bir borçtur).

Ayetten, vasiyetin iyi bir şekilde yapılması gerektiği, bunun insanlara yük­lenen bir sorumluluk, bir farz ve bir takva meselesi olduğu anlaşılmaktadır.

Ayetin başındaki kutibe kelimesi, "farz kılındı" anlamına gelmektedir. Farz kılınması ise, insanlara bir hakk/bir borç olarak yüklenmesi demektir. Öyleyse kutibe'yi hakk ile, hakk\ kutibe ile tefsir etmek gerekir. Demek ki ya­zılan, yani farz kılınan bir şey, hak haline gelmektedir.

Ölmek üzere olan insanın ebeveynine ve yakın akrabalarına vasiyet etme­si bir farz, yani bir borç ve haktır.

4.  Değiştirmek

(Arak kim bu vasiyeti duyduktan sonra değiştirirse...) ifade­siyle Yüce Allah, vasiyetin değiştirilme ihtimali olduğuna dikkat çekmektedir. "Vasiyeti duyduktan sonra" ifadesinde yer alan duyma, vasiyetin sözlü niteli­ğine işaret etmektedir. O devirde, hukukun yazılı olmadığını, akit ve antlaş­maların kağıda dökülmesinin zorluğunu düşünürsek, vasiyetlerin niçin şifahi olduğunu anlamış oluruz. Ölmek üzere olan bir insanın, o devirde, yanına bi­rini çağırıp vasiyetini yazdırması pek kolay değildi. Ne zaman öleceğini kestiremeyeceğinden, önceden hazırlaması da ihtimal dahilinde olamazdı. O ne­denle ölmekte olan kişi, ancak şifahi vasiyette bulunmak durumundaydı.

Her şeyin yazıya döküldüğü günümüzde bile, vasiyetin önceden yazılma­sı mümkün olmayabilir. Yapılan vasiyeti değiştirmenin sorun.luluğu, ayetin bir sonraki kısmında açıklanmaktadır. O bölüme geçmeden, ayetin bu kıs­mında yer alan "duyma" kavramının kapsamına yazılı vasiyeti de sokmanın mümkün olduğunu söyleyebiliriz. Duyma, bir evrakı okumayı da ifade et­mektedir. Çünkü "duymak" bir bakıma bir bilgiyi yazılı olarak elde etmektir,

5. (Değiştirmenin günahı değiştirenedir).

Ayetin bu kısmı, vasiyeti değiştirmenin günah olduğunu tescil etmektedir. Ebeveyn ve yakın akrabalar için yapılan vasiyeti, bilerek değiştirmek bir suç ve bir günahtır. Dünyevî hakların çiğnenmesine sebep olduğu için suç, ahire-te uzandığı için de bir günahtır.

Vasiyetin değiştirilmesiyle meydana gelen haksızlığın günahının, değişti­ren kimseye ait olduğunu ifade buyuran Allah, vasiyet edenin bir günahı ol­madığına da işaret etmektedir. Vasiyeti değiştirmek suretiyle, ebeveynin ve yakın akrabaların mirastan mahrum olmasını sağlayan kimse, kul hakkını çiğneme günahı ile karşı karşıyadır.

Ayetteki "duyma" ve "değiştirme" kelimeleri vasiyet eden ile vasiyet edi­lenlerin ayn mekanlarda olduklarına delalet etmektedir. Aynı mekanda olsa­lardı, zaten vasiyetin içeriğini bilecekler ve başkalarının onu değiştirmesine imkan olmayacaktı.

6. (Şüphesiz ki Allah, işitendir ve bilendir).

Ölmekte olan insanın yaptığı vasiyeti değiştiren ve böylece kul hakkını çiğneyen bir kimse, Allah'ın her şeyi bildiği ve işittiği bilincine sahip olsay­dı bu değiştirmeyi yapamazdı. İşlenen bu günah, o insandaki imanın henüz şuur haline gelmediğini göstermektedir.

İşte Yüce Allah ayetin sonuna, semî (işiten) ve alîm (bilen) sıfatlarını bu nedenle koymuş ve bir iman eğitimi yapmayı amaçlamıştır. Ölmek üzere olan bir insanın ağzından çikan kelimeleri değiştirecek kadar katı kalpli, kö­tü düşünceli ve kötü niyetli bir insanın, asıl noksanlığının ne olduğuna işaret eden ayetin bu kısmı, ilahî murakabeye dikkat çekerek, insanların kandınla-bileceğini ama Allah'ın asla kandınlamayacağını vurgulamaktadır. Yapılan işin ve söylenen sözün Allah tarafından bilindiğini ve işitildiğini bilen bir kimse, yapacağı iş ve söyleyeceği söz konusunda çok dikkatli olmalıdır.

Bakara/180 ayetinin mensuh olduğunu, yani hükmünün kaldırıldığını id­dia edenler olmuştur. Keşşaf, bu ayetin miras ayeüeriyle neshedildiğini söy­leyenlerin dayanaklarından birinin de şu hadis olduğunu belirtmektedir:

Şüphesiz Allah, her hak sahibine hakkını vermiştir, dikkat edin, varise vasiyet yoktur.[47]

Bakara/180 ayetinin hükmünün kaldırıldığına delil olarak getirilen bu ha­dis, ayetin hükmünü kaldırmıyor, sadece miras ayetlerinin paylaştırmayı ger­çekleştirdiğini ifade ediyor.

Nisa/11-12 ayetlerinin, Bakara/180 ayetinin hükmünü kaldırdığı yolunda­ki görüşler Keşşaf, Fahruddin Razi ve Hazin tarafından nakledilmektedir. Nesefi de bu ayetin mensuh olduğunu savunmaktadır.

Bu ayetin hükmünün kaldırılmadığını iddia edenler de vardır. Özellikle Ebu Müslim el-İsfehanî bu fikri savunanlardandır. Bakara/180 ayetiyle, miras ayetleri arasında herhangi bir çelişki olmadığı yolundaki görüşleri Fah-ruddin Razi şöyle özetlemiştir: "Yakın akrabalara miras bırakma ile yine on­lara Allah'tan bir bağış olmak üzere vasiyet etme arasında bir çelişki yoktur. Çünkü vasiyet, ölmek üzere olan kişinin bir nevi bağışıdır. Buna göre vari­se, her iki ayetin hükmü ile amel edilerek, hem miras, hem de vasiyet edil­miş olur".

İki ayet arasında bir çelişki ve nesh olmadığı görüşüne katılarak, kendi izahımızı yapabiliriz:

1. Ayetin hükmünü hadis kaldıramaz. Kaldı ki müfessirler, yukarıda nak­ledilen hadisin haber-i vahid olduğunu ifade etmektedirler. Ayetleri hadisle neshetmek çok tehlikeli ve günahtır.

2. Şartlara göre her iki ayetin hükmü de uygulanabilir. Ölen insanın varis­leri belli ise ve kapalı bir toplum içinde yaşıyorlarsa miras ayetleri tatbik edi­lir. Fakat, ebeveyn ve akrabalar, ölen kimseden farklı mahallerde yaşıyorlar­sa, varislerin kim olduğunun bilinmeme ve ölenin servetinin farkında olma­maları ihtimali vardır. Bu gibi durumlarda, ölecek olan kimsenin, Bakara/180 ayetinin hükmüne göre önceden servetini taksim ederek vasiyet etme zorun­luluğu ortaya çıkar.

Arak dünyada kapalı toplum neredeyse kalmamıştır. Baba ile oğulun, çok uzak şehir veya ülkelerde yaşama fırsatları doğmuş, mirasın dağıtılmasında zorluklar çıkmıştır. Bu hallerde, vasiyet edilmesi kaçınılmaz olmaktadır. De­mek ki, ayetler arasında herhangi bir çelişki yoktur, aksine Allah'ın, kulları­na, şartlara göre hareket etmeleri için alternatif yollar sunması sözkonusudur. Yüce Allah kullarını tek yönlü bir yola sokmamakta, onlara şartlara göre farklı davranma imkanı tanımaktadır. [48]

 

Vasiyetteki Hatayı Düzeltme:

 

182. Ama her kim, vasiyet edenin bir hata yaptığından ve­ya bir kusur işlediğinden endişe eder ve bunun üzerine mi­rasçılar arasında bir uzlaşma sağlarsa kendisine bir gü­nah yoktur. Doğrusu Allah çok affedicidir ve merhamet sa­hibidir.

Bakara/180'de, ölmekte olan bir kişinin, ebeveynine, yakın akrabalarına vasiyet etmesinin farz ve bu farzın muttakiler için bir hak olduğu, Baka­ra/l 8 l'de ise bu vasiyeti duyan kimsenin onu değiştirmesinin günah olduğu beyan edilmektedir; 182. ayette ise, vasiyet edenin hata ve kusur işleme ih­timalinden ve böyle bir durumda ne yapılması gerektiğinden bahsedilmek­tedir.

Demek ki, vasiyet eden bir insanın, vasiyet ederken belli kurallara uyma­sı ve o kuralları çiğnememesi gerekiyor, aksi takdirde hata ve günah işlemiş olacaktır. Mal sahipleri, miraslarını gelişi güzel vasiyet etme lüksüne sahip değillerdir. Açıklamasını yaptığımız ayetin bölümlerini ele alarak, bir genel­lemeye varma gayreti içinde olacağız:

1. (Ama her kim, vasiyet edenin bir hata yaptığından ve­ya bir kusur işlediğinden endişe ederse...)

Ayetin bu kısmında üç önemli kavram yer almaktadır Havf (korku), (hata), ism (kusur veya günah).

Havf, korku ve endişe anlamına gelmektedir. Bu ayetteki havf (korku) kavramını Zemahşeri, "izlenim edinmek, bilmek"[49] manasına almaktadır. Ona göre ayet, bilgi derecesine ulaşan zan ile, vasiyet edenin hata veya ku­sur işlediğini bilmeyi ifade etmektedir. Öyleyse Allah niçin havf (korku) ye­rine Um (bilme) kelimesini kullanmadı? Belki de korku ile bilgi arasındaki ilişki ve bu ilişkideki fark gösterilmek istenmiştir.

Bilinmeyen veya karşılaşılmayan bir şeyden dolayı insanda bir korku ve bir endişe meydana gelmez. Ama bilinen birşey insanda korku uyandırabilir. Korku denen duygunun, bilgi ile yakından alakası vardır. Gözlenen yanlış bir uygulama insanda korku uyandınyorsa, o yanlış uygulamaya müdahale edebilir. Yanlış uygulamayı bilen insanın gönlünde, bir korku veya bir endişe uyanırsa, duruma müdahale etmesi daha kolay ve tepkisi daha şiddetli olur. Onun için Yüce Allah bu ayette, özünde "bilmek" manası olan "korku" fiili­ni kullanmıştır.

Cenefen kelimesine Zemahşeri "hata ile haktan ayrılmak"[50] manasını ver­miştir. Bu durumda kelime, "itidalden ayrılmak" manasına gelen meyi keli­mesinin eş anlamlısı. olmaktadır. Maide/3'te günaha meyletmek anlamında kullanılmaktadır.

Demek ki vasiyette, bir hata ile haktan ayrılma ihtimali vardır. Fahruddin Razi ve Zemahşeri kelimeye, bilmeden haktan ayrılmak manasını vermekte­dirler.

İsm kelimesi bilerek yapılan hatayı ifade etmektedir. Bu kelimenin esime fiil-kahbı, günah işlemek, helal olmayan bir iş yapmak manasına gelmekte­dir. Hz. Adem'in oğlu Habil'in ağzından şöyle buyurulmaktadır:

Beni öldürürsen, dilerim, hem kendi günahını, hem de benim günahlarımın yükünü yüklenir ve böylece cehennemin yolunu tutarsın. Çünkü zalimlerin cezası budur. [Maide/29]

Yukardaki ayette, Habil'in, kendisini öldürmek isteyen kardeşi Kabil'e söylediği sözde, ism kelimesi kuUanılmıştır. Kabil'in, kardeşini bilerek, plan­lı ve programlı bir şekilde öldürmesine ism denilmiştir. Demek ki ism, kasıt­lı yapılan kötülük için kullanılmaktadır. Şimdilik ism kelimesinin, vasiyet edenin vasiyetinde kasıtlı olarak haktan ayrılmasını ifade ettiğini söylemek­le yetiniyoruz.

Kısacası, vasiyet edenin bilerek veya bilmeyerek vasiyetinde haktan ay­rıldığını bilen kimse duruma müdahale etmelidir. Bu müdahalenin nasıl ola­cağı, ayetin ikinci kısmında belirtilmektedir

2. (Bunun üzerine, varisler arasında bir uzlaşma sağlar­sa, kendisine bir günah yoktur).

Ayetin bu kısmında yer alan "ıslahat" kavramı, uzlaştırmak, barış yapmak, düzeltmek manalarına germektedir. Yüce Allah banşı, yani uzlaştırma teşebbüsünü, bilgiden kaynaklanan endişe ve korkunun ürünü olarak görmektedir.

Vasiyet edenin, hata ile veya bilerek günah işlediğinin bilinmesinden do­layı, meydana gelecek haksızlığın oluşturduğu korku, barış için harekete ge­çilmesine neden olmaktadır ve olmalıdır. Bilginin hakim olduğu korku, gide­rilmesi gereken bir duygudur. Ayetteki "ıslahat" kavramından da şu ilkeleri çıkarmamız mümkündür:

a. Vasiyet değiştirilebilir

Ayet, vasiyetinde hata yapan kişinin, -halen hayatta ise- varisleri arasın­da uzlaşma sağlayacak şekilde vasiyetinde değişiklik yapmasına müsaade et­mektedir.

b. Vasiyet eden kimse ölmüş ise, vasiyet edilenlerle diğer varisler arasın­da uzlaşma sağlanabilir.

c. Vasiyette .yapılan hatayı bilen kimse, bunu görmezlikten gelmemeli ve müdahale ederek taraflar arasında uzlaşma sağlamalıdır. Vasiyetteki hatanın düzeltilmesi ve hatadan dönülmesi Allah tarafından önemli bir erdem olarak kabul edilmektedir.

3. (Şüphesiz Allah, affedici ve merhamet sahibidir).

Ayetin bir önceki kısmında, hukukî bir mesele çözümlenmekte; bilerek veya bilmeyerek vasiyetinde hata yapan bir "insanın, hatasını düzeltmek için ne yapılması gerektiği ele alınmaktadır. Bu aşamadaki teşebbüsleri Allah murakabe etmekte ve değerlendirmeye tabi tutmaktadır.

Ayetin sonunda da, yapılan uzlaştırmayı değerlendirerek günahları affede­ceğini ve kullarına merhamet sıfatıyla muamele edeceğini ilan etmektedir. Onun için ayetin sonunda af ve merhamet sıfatlan zikredilmiştir. Bu ifade­siyle Yüce Allah, hukukî meselelerde insanların hata yapabileceğini, önemli olanın hatadan dönmek olduğunu, hataya müdahale edilmesi halinde, af ve merhametinin devreye gireceğini bildirmektedir.

Bakara/l81 'de, adil bir vasiyetin değiştirilmesinin günah olduğu, 182. ayette ise adaletsiz vasiyetin düzeltilmesinin günah olmadığı bildirilmekte­dir. Adaletsiz bir vasiyeti düzeltmek, ölüyü günahtan, varisleri de kavgadan korur. İşte, hukukun ana amaçlarından biri de bu olsa gerektir. [51]

 

Oruç:

 

183. Ey iman edenler! Oruç, sizden öncekilere farz kılın­dığı gibi, size de farz kılındı ki, takvaya ulaşasınız.

Ayette yer alan kutibe fiili farz kılındı anlamındadır. Ayetin temel kavramı dan siyam kelimesini açıklayarak orucun ne manaya geldiğini ortaya koyacağız.

Fiil kalıbında alındığında, bir işi yapmaktan kendini uzak tutmak, durgun­laşmak, susmak, güneşin tam tepede olması, oruç tutmak, belli vakitlerde ye­mekten, içmekten ve cinsî münasebetten uzak kalmak, suyu olmayan kuru yer, atın duracağı yer, çıkrığın durması manalarına gelir. [52]

 

Oruç Kelimesinin kur’an’daki  Manaları:

 

1.  Alıkoymak

Müslümanların Ramazan günlerinde yeme-içme ve cinsel ilişkiden kendileri­ni alıkoymalarını ifade etmektedir. Bu anlamıyla oruç, insana disiplin duygusu aşılamakta, iradesini kuvvetlendirmekte ve ahlâkî boyutunu zenginleştirmektedir.

2. Susmak

Savm veya siyam kavramı, insanın dilini tutması, yalan konuşmaması, in­sanları incitecek kelimelerden sakınması anlamına gelmektedir. Bu anlamı şu ayette bulmaktayız:

("Ben Rahman için konuşmaktan kaçınmaya ka­rar verdim; bugün bu yüzden insanlardan kimseyle konuşmayacağım" de). [Meryem/26]

Bu, yanlış bir iş yapmadığı halde halk tarafından yanlış değerlendirilen bir hareketten dolayı uygulanan bir susma orucudur. Savunulması veya isbat edil­mesi mümkün olmayan bir olay karşısında takip edilecek en iyi metoddur.

Hz. Meryem'in bu uygulaması, günümüze, oruçlu iken yalan söyleme­mek, söz taşımamak, gıybet etmemek şeklinde intikal etmelidir. Bunlardan başka doğruluğuna inandığımız fakat başkaları tarafından yanlış değerlendi­rilen bir eylem için bize susma alışkanlığı kazandırmalıdır.

Midenin ve cinsel organların oruçlu olmasının yanısıra, dilin de oruçlu ol­masını ifade etmektedir.

3. Güneşin tam tepede olması

Siyam kelimesinin bu manası, oruçla irtibaüandınldığırıda, oruç tutan kimsenin manen zirvede olmasını ifade eder. Bu, oruç tutan kişinin Allah ka­tında kazandığı makam ve değerin büyüklüğünü gösterir.

insanın Allah için aç kalması, cinsel ilişkiden kendini alıkoyması ve dili­ni disipline etmesi manen yücelip zirveye ulaşmanın göstergesidir. Ramazan ayında böyle yapılmasının emredilmesi, senenin diğer aylarında da aynı di­siplinin sürdürülmesine yöneliktir.

Güneşin zirvede olması, hararetinin fazla olmasını ifade eder. Oruç tutan insanın şahsiyetindeki gelişmişliğe de bu isim verilmektedir. Oruç ibadetinin harareti, insanın günahlarını yakmakta ve insanın gönlünü temizlemektedir. Açlıkla mücadele eden insan manevî yapısındaki harareti yükseltmekte, şey­tana karşı mukavemetini artırmaktadır. Yabancı mikropla mücadele veren vü­cudun ateşindeki yükselme gibi, oruç da, şeytana ve kötü arzulara karşı mü­cadele veren bir ibadetin meydana getirdiği harareti ifade etmektedir.

(Sizden öncekilere farz kılındığı gibi...)

Oruç, bütün dinlerde bulunmaktadır. Eğitici, olgunlaşurıcı ve koruyucu yönü, orucun her dinde farz kılınmasını gerektirmiştir. Dinleri ve nesilleri birbirine bağlayan oruç ibadeti, dinî kültürün oluşumunda da önemli temel taşlardan biri olmuş ve olmaya devam etmektedir.

(Konmasınız diye...)

Takva kavramı burada fiil kalıbında yer almakta; takva kavramından ön­ceki lealle kelimesi de ümit anlamına gelmektedir. O halde ibareye "Umulur ki sakınırsınız" şeklinde mana vermek mümkündür.

Ayetin bu kısmı orucun hangi amaçla farz kılındığını ifade etmektedir. Genelde bütün ibadet nehirleri, takva denizine akar. İnsanın manevî bağışık­lık sistemini çalıştırmayı, güçlendirmeyi ve faydalı hale getirmeyi amaçla­ması bakımından oruç, insanın manevî hayaü için önemli bir yer işgal etmek­tedir. Takva, insanın manevî gelişiminin doruk noktasını temin eden önemli bir oluşumun adıdır. Demek ki oruç, takvayı amaçlayan bir faaliyettir. [53]

 

Oruçla İlgili Hükümler:

 

184. Sayılı günlerde oruç. Ancak sizden kim hasta ve yol­culukta olursa, diğer zamanlarda (aynı gün sayısı kadar oruç tutmalıdır) ve bu gibi hallerde gücü yetenlere, bir fa­kiri doyuracak fidye vermek, bir sorumluluktur. Her kim, yapmakla sorumlu olduğundan daha fazla iyilik yaparsa, kendisine iyilik yapmış olur; zira oruç tutmak kendisine iyilik yapmaktır. Keşke bunu bilseydiniz. .

fo (Sayılı günlerde oruç,)

Yüce Allah orucu, zorluğu sebebiyle belli günlerle; Ramazan ayının gün-leriyle sınırlandırmaktadır. Allah'ın belirlediği günlerde eksiltme ve artırma yapılamaz. Teşvik için de olsa, başka günlerde tutulan orucun sevabının, Ra­mazan orucunun sevabından fazla olduğunu söylemek doğru değildir.

(Arak sizden kim hasta veya yolculukta bulunursa, tutmadığı günler sayısınca diğer günlerde tutar).

Yüce Allah hastalık ve yolculuğu, oruç tutmama konusunda bir mazeret olarak kabul etmektedir. Demek ki, ibadet insana büyük bir külfet getirme­melidir. Allah, hastalık ve sefer halinde, insana, orucunu başka günlere erte­leme ruhsatı vermekte, kulunu zora sokmamaktadır.

(Oruca -zorlukla da olsa- güç yetirebilecek olan­lar, -kazaya bıraktıklarında- bir yoksulu doyuracak fidye verirler).

Ayetin bu kısmından şu neticeler çıkarılabilir:

a. Fahruddin Razi, "Oruca dayanamayanlar..." ifadesinin, orucun kulun tercihine bırakıldığını, isteyenin oruç tutabileceğine, isteyenin de fidye verebileceğine işaret ettiğini söylemektedir.[54]

b. Çok ihtiyarlamış, iyileşme ümidi olmayan müzmin bir hastalığa yaka­lanmış olanların fidye, yani yedikleri her oruç karşılığında bir yoksul doyur­maları farzdır.[55]

Buradaki muhayyerlik, insanın durumunun göz önünde bulundurulduğu­nu göstermektedir. Oruç, güce dayanan bir ibadet olduğu için, farz olup ol­maması da gücün varlığına bağlıdır. Hasta ve yolcu olanlar oruç tutmakta zorlanacaklarından, Yüce Allah orucu kazaya bırakma konusunda onlara ruh­sat vermiştir. İhtiyarlamış veya müzmin bir hastalığa tutulmuş kimsenin oruç tutması imkansız olduğundan, onlara oruç yerine fidye vermeyi emretmiştir. Bütün bunlar, Yüce Allah'ın hükümlerini şartlan dikkate alarak verdiğini göstermektedir.

İbadette zorlama olmadığını vurgulayan bu ayetler, ibadetin yerine getiril­mesinde kulun durumunun belirleyici olduğu ilkesine de dikkat çekmektedir.

Ayetten, hasta ve seferi olmayan, oruç tutmaya gücü yeten kimselere, fid­ye vererek oruç tutma ruhsatının verildiği neticesi çıkarılmamalıdır. Çünkü Bakara/l 85'te (Sizden kim bu aya ulaşırsa, onda oruç tutsun) buyurulmaktadır. Demek ki gücü yeten, seferde ve hasta olmayan kimselere seçenek tanınmamaktadır. Zaten müslüman, kendi vicdanında, kendi şartlarını belirleyecek imana, görüş ve bilince sahip insandır. Kişi, -aşka bir insanın belirlemesi mümkün olmadığı için- kendi durumunu ken­disi belirleyecektir. Zaten bu, Allah tarafından müslümanın tesbitine bırakıl­mıştır.

(Her kim, yapmaya yükümlü olduğundan daha fazla iyi­lik yaparsa, kendisine iyilik yapmış olur).

Buradaki 'iyilik'le şu hususlardan biri kasdedilmiş olabilir:

a. Çeşitli nedenlerden ötürü oruç tutamayan bir müslümanın, vermesi ge­rekenden fazla fidye vermesi.

Yüce Allah, bu konuda yapılan fazladan iyiliğin yararının insanın kendi­sine olduğunu vurgulamaktadır.

b. Buradaki fazladan iyilik kavramının kapsamına, fazladan/nafile oruç tutmak da girebilir. Nafile oruç tutan kişi, kendisine iyilik yapmış olur.

c. Müzmin bir hastalığa yakalanmış olan kişinin, oruç tumayıp fidye ver­mesi.

Fakat tedavi sonucu iyileştiğinde, karşılığında fidye verdiği oruçları tut­ması, ilave bir iyilik olacağından, kendine iyilik yapmış olur. Ayetin devamı da bu manayı teyit etmektedir:

(Zira oruç tutmak, kendinize iyilik yapmaktır. Keşke, bunu bilseydiniz).

Yani, fidye verdiğiniz halde, oruç tutma gücüne sahip olduğunuzda, oruç­larınızı kaza etmeniz sizin için daha hayırlıdır.

Razi, Cübbai'nin bu ayeti şöyle yorumladığını aktarmaktadır: "Ramazan­da hasta veya seferde olup da oruç tutamayanlarınız, iyileştikten veya sefer­den döndükten sonra, tutamadıkları günlerin sayısınca diğer zamanlarda oruç tutsunlar! Hasta veya seferde olmakla birlikte oruca -zorlukla da olsa- gücü yettiği halde oruç tutmayanlar ise, oruçlarını kaza etmelerinin yanısıra fidye de vermekle yükümlüdürler. Kim de fidyeyi aranrsa, hakkında hayırlı olur. Bununla birlikte, vaktinde oruç tutmanız, fidye verip orucu kaza etmenizden daha hayırlıdır; eğer bilirseniz".

Yüce Allah, orucun insana sağladığı faydanın bilinmesini istediği için, "keşke bilseydiniz" buyurmakta; orucun faydasını öğrenmek için araştırma yapılmasının önemini vurgulamakta; ibadetin faydasını bilgi alanına sok­maktadır. Faydasını bilen kimse oruç ibadetini eda eder. Yüce Allah, fayda­sını bilerek oruç tutulmasını istemektedir ki bu, beynin, gönül ve nefsin be­raberce görev almaları anlamına gelir. İbadet bir iman işi olması sebebiyle kalple; faydasının bilinmesi sebebiyle beyinle; nefsi disipline etmesi sebe­biyle de nefisle alakalıdır. Bu üç manevî merkezi ilgilendirmesi sebebiyle in­sana faydaların en büyüğünü temin etmektedir.

Şimdi Bakara/l 84'te yer alan iki kavramın açıklamasına geçebiliriz:

Sefer kavramı se-fe-ra fiil kalıbından alınırsa ortaya çıkmak, açığa çık­mak; sabahla beraber kullanıldığında tanyerinin ağarması; güneşle beraber kullanıldığnıda güneşin doğması; savaşla beraber kullanılınca savaşın yavaş­lamaya başlaması; kadınla beraber kullanıldığında yüzünden peçeyi açması; evle kullanılınca süpürmek; kitapla beraber kullanıldığında yazmak manala­rına gelmektedir. [56]

 

Sefer Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Tan yerinin ağarması

(Ve ağaran sabahı...) [Müddessir/34]

Arapça dört harfli olan fiil kalıbından getirildiğinde ve sabah ile beraber kullanıldığında, tanyerinin ağarması anlamını ifade etmektedir. Bu anlamı, zamanla ilgilidir.

2. Parlamak

(Bazı yüzler o gün mutluluktan panldayacaktır). [Abese/38]

Bu manası, daha çok psikolojik duygunun yüze yansımasıyla ortaya çıkan durumu ifade etmektedir. Sefer kelimesini, musfire şeklinde alıp insan yüzü ile bir araya getirince mutluluğun ifadesi olan parıldamak anlamını kazanmaktadır.

3. Yazmak

Melek ve kitapla ilgili bir eylemi ifade etmek için, Abese/15'te yazmak manasına gelmektedir:

(Güvenilir katiplerin elleriyle yazılıp...)

Bu anlamı nasıl kazanmaktadır? Kitaba yazılan kelimeler, insan kafasın­dan yolculuğa çıkıp kitaba yayıldığı için bu manayı kazanmıştır. Kitaptaki kelime ve bilgiler, yazanın kafasından çıkmış, bize kadar gelmişlerdir. Misa­firperver olan insanlar, okuyarak o bilgileri misafir ederler. Demek ki kitap okumayan insanlar, bilgilere karşı misafirperver değillerdir.

4. Kitap

Sefer kelimesi sifîr kalıbında alındığında, büyük kitap manasını ifade et­mektedir. Kitap, manaları ortaya çıkardığı için bu adı almaktadır. Kitap, bil­gileri misafir olarak ağırlamaktadır.

Cuma/5'te sifîr kalıbının çoğulu olan esfar şeklinde geçmektedir: Koca kitapları taşıyan eşeğin hali gibidir.

5. Yolculuk yapmak

Doğrusu bu yolculuk bizi bir hayli yordu. [Kehf/62] Yukarıda verilen beş mananın özde birleştikleri görülmektedir. Tanyerinin ağarması ile gece sefere çıkmış olmaktadır. Aynca, insanın yüzünün ışıldaması, parlaması, içindeki muüuğun dışa vurması, ortaya çıkma­sıdır, insanın içindeki mutluluğun yüzüne vurması, güneşin doğması gibidir, insanın kafasındaki bilgilerin doğup kalemin ucuyla kağıda dökülmesi de ay­nı doğuşu düşündürmektedir. Kitap da, manaların doğduğu yerdir. Yolcu da, gittiği memlekette doğmakta ve yeni bir hayata başlamaktadır.

Kim, ne zaman seferî olur? Eski alimler seferî olmanın saranı mekan ve mesafeye bağlamışlardır. Deve yürüyüşüyle 90 kilometrelik bir mesafeye gi­den kimse, seferî kabul edilmiştir.

Halbuki mesafe ve zaman, teknolojik açıdan izafilik arzeder. Teknolojinin gelişmesiyle 90 kilometrelik bir mesafe, çok kısa bir zamanda aşılabilir. Gü­nümüzde 90 kilometreyi yanm saatte alan araçlar vardır. Seferî olmanın ev­rensel bir ölçütü olmalı; nitekim Yüce Allah, Nisa/101'de evrensel bir ölçü koymuştur. Buna göre seferiliğin ölçüsü, hayat tehlikesidir.

Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman, kafirlerin size kötülük etmesinden kor-karsanız, namazı kısaltmanızda size bir günah yoktur. Şüphesiz kafirler sizin düşmanınızdır.

Bir ibadeti kısaltmak veya kazaya bırakmak için, kafirlerin kötülük etme tehlikesinin bulunması gerekir. Hayat tehlikesi bulunmayan bir yolculukta, seferilik sözkonusu olmaz. Mesela: Savaş halinde olan bir ülkede, evinden dışarı çıkmakla seferilik başlamış olur. Böyle bir yer ve durumda seferî ol­mak için 90 kilometrelik bir mesafeye gitmeyi şart koşmak doğu değildir. Çünkü orada her adımda hayat tehlikesi vardır. Demek ki, seferiliğin şartı ha­yat tehlikesinin veya meşakkatin bulunmasıdır. Yaya veya deve sıranda gidi­len çölde, seferilik hükmünün ölçüsü mesafe değil, yolculuğun tehlikesi ve meşakkatidir. Hayat tehlikesinin ve meşakkatin olmadığı yerlerde, mesafenin önemi olmamalıdır. Yutıkûne kelimesi, takat \e tavk kökünden türemiştir. Fi­il kalıbında alındığında kuşatmak, tasma giydirmek, bir kimseye iş teklifin­de bulunmak; isim kalıbında alındığında ise güç, kudret, enerji, gerdanlık ve halka manalarına gelmektedir. [57]

 

Yutıkûne Kelimesinin Kur’an’daki Manaları:

 

1. Boynuna dolamak

Bu dünyada kazanılan ve taparcasına sevilen, fakirlere infak edilmeyen mal mahşerde insanın boynuna dolanacaktır. Bu anlamda Âl-i Imran/180'de geçmektedir:

(Allah'ın keremin­den kendilerine verdiklerinde cimrilik gösterenler, sanmasınlar ki o, kendile­ri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettikleri şey de kı­yamet gününde boyunlarına dolanacaktır).

Yüce Allah "boyunlarına dolanacaktır" ifadesiyle, insanları iyilik yapma­ya, fakirlerin elinden tutup kaldırmaya ve yardımlaşmaya teşvik etmektedir. Ayrıca bu ifade, cimriliğe karşı bir tiksinti uyandırmak amacı da taşımaktadır.

2. Güç

Bakara/249'da 'güç' manasına gelmektedir:

(Bugün Calut'a ve askerlerine karşı koyacak gücü­müz yoktur).

Ayetteki güç, ferdî güçten ziyade ordunun gücünü ifade etmektedir. Buna sosyal güç de diyebiliriz.

Bakara/286'da, sorumluluğun yerine getirilmesi anlamındaki gücü ifade etmektedir.

(Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün yetmediği sorumluluk­lar yükleme).

3. Güç yetirememek

Bakara/l 84'de geçen "Oruca dayanamayanlar" ifadesinden bu mana çık­maktadır. Ayetin bu kısmına Yusuf Ali "Orucu zorlukla tutan" anlamını ver­mektedir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu ifadenin manasını uzun bir şekilde tartış­mış ve nihayet, "güç yetirememek" manasını tercih etmiştir. Biz ise "zorluk­la güç yetirmek" manasını tercih ediyoruz.

Bu ayette, hangi durumda oruç yerine fidye verileceği hususu ele alın­makta; bunun, oruca güç yetirememe olduğu bildirilmektedir. Demek ki, Yü­ce Allah gücünü dikkate alarak insana sorumluluk yüklemekte ve ibadetleri gücüne göre yerine getirmesini istemektedir.

Sorumlulukların güce göre dağıtılması gerektiği, Kur'an'ın getirdiği en önemli kaidelerden biridir. Bu kaide, eğitimde ve özellikle hukukta işler ha­le geldiği zaman, eğitim ve hukuk modern hale gelmiş demektir. Siyasî erki elinde bulunduranlar, kanun yaparken halkm gücünü dikkate almalıdır. Eği­timciler, altından kalkamayacakları konulan öğrencilere yüklememelidir.

Kısaca diyebiliriz ki güç ile ibadet, paralel yürümektedir. İbadet bir sorum­luluk olduğundan, insanın gücü esas alınmış ve gücünü aşan işlerden insan so­rumlu tutulmamıştır. Yüce Allah ibadetleri keyfi olarak değil, kulunun gücü­ne göre emrediyor. Bakara/l 84'te Yüce Allah, orucun belli günlerde tutulaca­ğım bildiriyor; hastalık, sefer ve güç yetmeme gibi durumlarda ise, farklı al­ternatifler sunuyor. Böylece insanın içinde bulunduğu şartlan dikkate aldığını gösteriyor. Kulun içinde bulunduğu şartlan dikkate alarak hükümler koyma­sı, Kur'an'ın ne kadar gerçekçi ve evrensel olduğunu isbatlamaktadır.

183. ayette farz kılınan bir ibadetin, 184. ayette hangi şartlarda terkedile-bileceği veya başka bir ibadetle nasıl telafi edilebileceği bildirilmektedir. Mesela; aşın hararetli bir ocak başında çalışan işçinin, oruç tutması çok zor­dur. İşte bu ayette, böyle şartlarda çalışan kimsenin, oruç yerine fidye vere­bileceği ruhsatı verilmektedir. [58]

 

Ramazan Ayı Ve Kur'an:

 

185. Kur'an, insanlara bir rehber, bu rehberliğin apaçık delili ve doğruyu yanlıştan ayırdedici bir ölçü olarak Ra­mazan ayında indirilmiştir. Bundan dolayı, sizden kim bu aya ulaşırsa, onu baştan başa oruç tutsun. Ancak hasta veya seyahatte olan, başka günlerde aynı günler miktannca oruç tutsun. Allah sizin için kolaylık diler, zorluk çekmenizi istemez. Bütün bunlar, sayıyı tamamlamanız ve si­ze doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim etmeniz ve O'na şükretmeniz içindir.

Şimdi ayetteki ramazan ve şehr kelimelerine bir göz atalım. Şehr kelime­sinin fiil kalıbı olan şehera, bir şeyi şöhretlendirmek, ilan etmek, çıkarmak; kılıçla beraber kullanılınca, kılıcı kınından çıkarmak; mekanla beraber kulla­nılınca, bir yere yerleşmek; hamile kadınla ilgili olunca, doğum vaktinin yak­laşması manalarına gelmektedir. Aya, yani otuz günlük zaman dilimine de şehr denmektedir. Bu kelime parlamak, şöhret bulmak, yani öne çıkmak ma­nasını da ifade etmektedir. Sahip olduğu mallan bir yerde "teşhir etmek" de bu kelimeden türemiştir.

Kur'an'ı Kerim'de, senenin on iki bölümünden biri olan ve 29 veya 30 günden meydana gelen zaman dilimini ifade etmektedir:

Ramazan ayı [Bakara/185],

Haram aylar [Bakara/217],

Otuz ay [Ahkaf/15],

İki ay [Mücadele/4],

Hac ayları [Bakara/197],

Dört ay [Bakara/234],

Üç ay [Talak/4].

Ramazan kelimesi ise rameda fiilinden türemiştir. Fiil kalıbında alındı­ğında mızrak ve ok gibi aletleri mengenede sıkıştırıp keskinleştirmek, sivrilt­mek, günün sıcaklığının artması, sıcağı çok olan yerde yalın ayak yürümek, susuzluktan içi yanmak, bilemek, öfkelendirmek, oruçla beraber kullanılın­ca, oruca niyet etmek anlamlarına gelir. İsim olarak Arap aylarının dokuzun­cusunun adıdır. Güz döneminde yağan yağmur manasına da gelmektedir.

Şehr kelimesi ile ramazan kelimesi bir araya gelince "ramazan ayı" anlamı­nı ifade etmektedir. Bu iki kelimenin bir araya gelmesinden, bir çok çıkarımlar yapılabilir. Ramazan ayında tutulan orucun insanın maneviyatında meydana getireceği gelişimi, zenginlik ve değişimleri şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Kılıcı kınından çıkarmak manası ile şehr; inceltmek ve bilemek ma­nası ile ramez kavramlarının bir araya gelmesinden, orucun insanın duygulanm incelttiği ve onu şeytana karşı bileyip kılıç ve ok haline getirdiği an­laşılabilir. Mengenede sıkıştırılıp bilenen kılıcı ve inceltilen oku ifade eden ramez kelimesi, Ramazan aymda tutulan orucun da insanın duygularını di­sipline ederek bilediğini ve incelttiğini gösterir. Bu inceltme ve bileme, nef­se ve şeytana karşı verilecek mücadelede insanı daha hazırlıklı ve kuvvetli kılar.

İncelen ok hedeften şaşmaz. Orucunu tutan insanın gönlü inceldiği için Allah'a doğru olan yolculuğunda şaşırmayacak; incelen ok gibi hedefine va­racaktır.

2. Maneviyatı, ihlası, huşuu ve samimiyeti arttıran orucun Ramazan ayın­da tutulması nedeniyle şehr ile ramazan kelimeleri birlikte kullanılmaktadır.

Sıcağı çok olan bir yerde, yalın ayak yürümek manası ile rameda kavra­mı orucun, cehennemin üzerine basarak insanı karşıya geçireceğim; mü'-minlere, dünyadaki kötülüklerin meydana getirdiği ateşin üzerine basarak yürüme gücü vereceğini ifade etmektedir. Ateşten etkilenmeden, onun hara­retini hissetmeden üstüne basarak yürümek, büyük bir manevî olgunluk ister.

3. Güz döneminde yağan yağmur manası ile ramd kelimesi, kalp ekranın­daki kirleri temizleyecek olan orucun rahmet yağmuru gibi olduğunu ifade etmektedir. Oruç, insanın günahlarını, manevî kirlerini ve davranışlanndaki pislikleri temizleyen bir ibadettir. Kir ve pisleri temizlenen şeyin parlayıp or­taya çıkması gibi, günahları ve kalbin kirlerini temizleyen, şahsiyeti ortaya çıkaran oruç da insanın iç alemini temizleyip parlatır ve böylece insan, ken­dini tanımaya başlar. İşte "şehr-i ramazan" ifadesindeki şehr kelimesi, bunu ifade etmektedir.

4. Şehera kavramı şöhret bulmak manasına da gelmektedir. Orucunu tu­tan kişi, Allah katında bir değer kazanmakta; bu da ona manevî şöhret getir­mektedir. İnsana Allah katında şöhret kazandıran oruç, bu ayda tutulduğu için bu ismi almıştır.

5. Yerleşmek manası ile şehera kelimesi, orucun insanın şahsiyet ve ma­neviyatında yerleşmişliği, dengini bulmayı ve sağlamlaşmayı meydana getir­diği için bu ismi almaktadır.

Manevî değerlerin insanın şahsiyetine yerleşmesi, duyuların oynaklığını yitirip sabitleşmesi, aklın ve imanın nefis ülkesine yerleşmesini temin etmektedir. Aklın nefis ülkesine yerleşmesi, büyük bir mücadelenin zaferle bitme­si demektir. İşte oruç, bu zafere yardım etmekte, aklın orada yerleşmesini te­min etmektedir.

6. Hamile kadınm doğum zamanının yaklaşması manasıyla şehera keli­mesi, orucun insanın gönlünde manevî oluşumların doğmasını temin ettiğini ifade etmektedir.[59]

(Kur'an o ayda indirilmiştir).

"Ramazan ayı" ifadesine yukarıda verdiğimiz manalarla, Kur'an'ın o ay­da indirilmesi arasında derinden bir ilişki vardır. Bu ilişkiyi oruçla Kur'an arasında kurmamız da mümkündür.

Şehr kelimesiyle manalandırdığımızda orucun, insanın Allah katında şöh­retini artırdığım söylemiştik. Ramazan ayında inen Kur'an da insana şeref getirmektedir {Enbiya/10, Zuhruf/44]. "Ramazan" kelimesinin bir anlamı da güzün yağan yağmurdur. Kur'an'ın rahmet olduğunu [İsra/82] düşünürsek, mana benzerliği ortaya çıkacaktır. Yağmurun tabiattaki işlevi ne ise, Kur'an ve orucun da insan ruhundaki işlevi odur.

Hz. Peygamber, Ramazan'ın Allah'ın isimlerinden biri olduğunu ifade bu­yurmuştur.[60] Bu durumda şehru ramazan (şehrullah=Allah'ın ayı) manasına gelir. Böylece "Allah'ın kitabı" ifadesiyle, "Allah'ın ayı" bir araya.gelmekte-dir. Demek ki Ramazan ayı, Allah'ın kitabının indiği aydır.

Diğer taraftan, Kur'an'ın Kadir gecesinde indiği ve Kadir gecesinin de Ramazan ayı içinde olduğu dikkate alınırsa aralarındaki ilişki daha net bir şe­kilde anlaşılır. Kur'an'ın Kadir gecesinde inmeye başladığını ve 23 yılda ta­mamlandığını dikkate alırsak, Kur'an'ın Kadir gecesini diğer günlere taşıdı­ğını söyleyebiliriz. Böylece Kur'an'ı ihya eden, onu anlayan ve hayâta geçi­ren insanlar diğer gün ve geceleri de Kadir gecesine çevirmiş olmaktadırlar.

Kadir gecesi, kainatın yaratılışından itibaren var olan bir gecedir. Varlığın yaratılış kanununun o gecede belirlenmiş olması, aslında bütün zaman ve varlıkları kapsadığı anlamına gelir. Onun bu mahiyeti, Kur'an'a intikal etmiş ve Kur'an'ın evrenselliğini meydana getirmiştir. Kur'an'ın Allah'ın kanun ki­tabı olduğunu dikkate alır, kadr kelimesinin de aynı manayı taşıdığını düşü­nürsek, benzerlik ortaya çıkar. Muhakkak biz Kur'an'ı Kadir gecesi indirdik [Kadir/l]; Kesinlikle biz Kur'an'ı, mübarek bir gecede indirdik [Duhan/3] ayetlerini, Bakara/185 ayeti ile bir araya getirirsek, "Kur'an Ramazan ayın­da indirildi" ifadesiyle de aynı şeyin beyan edildiği anlaşılmış olur. Böylece, Ramazan ayı, Kadir gecesi ve Kur'an bir araya gelmiş, birbirine şeref ver­mişlerdir. Kur'an'ın ne olduğunu ve görevlerini tefsirin giriş kısmında açık­ladığımızdan burada tekrar etmiyoruz.

Bakara/l85'te, Kur'an'ın rehber olma niteliği zikredilmektedir. Bu nitelik Bakara/2'de açıklanmıştır. Beyyinat kavramının açıklaması da Bakara/99'da yapılmıştı.

(Öyle ise, sizden Ramazan ayma ulaşanlar, onda oruç tutsun).

Ayetin bu kısmında yer alan şehide ve şehr kelimeleri, bir araya gelmek­le farklı manalar kazanmaktadırlar. Elmalık Hamdi Yazır bu manaları şöyle sıralamaktadır: "Her kim hilali görürse oruç tutsun; her hangi biriniz hilali görürse hepiniz oruç tutun".[61]

Elmalılı, şehide kelimesine, 'görmek' manasını vermiştir. Bir şeye şahit olmak onu görmek demektir. Bazıları da şehide kelimesine "ulaşmak, er­mek" manasını vermektedir. Bize göre şehide kelimesi "ulaşmak, ermek" manasına gelir. Hilali görmek manasına alınırsa, o zaman çıplak gözle gör­meye dikkat çekilmiş olur. Arabistan gibi ülkelerde, hilali çıplak gözle gör­mek mümkün olmakla birlikte, mümkün olmadığı zamanlar da olabilir. Hz. Peygamber buluttan dolayı ayın görülememesi ihtimalini dikkate alarak, Şa­ban aynım otuza tamamlanmasını[62] emretmektedir.

çıplak, göite gomvemn mütokM o\maAıgı vöke\etûe ^amazan abı­nın başlangıcı nasıl tesbit edilecektir? Teknolojinin ilkel olduğu dönemlerde nasıl hareket edileceği Hz. Peygamber tarafından bildirilmiştir; ki buna göre Şaban ayı otuza tamamlanır, hilal görünmese bile oruca başlanabilir.

Teknolojinin gelişmiş olduğu günümüzde, hilalin ne zaman görüleceği kesin olarak tesbit edilebilmektedir. Güneş ve ayın tutulma anlarını bile çok önceden tesbit edebilen bu teknoloji, artık çıplak gözün yerini almalıdır. Böylece, devamlı bulutla kaplı olan ülkeler, teknolojinin imkanlarından ya­rarlanarak, Ramazan ayının başlangıcını tesbit edebilirler. Bundan çıkan so­nuç şudur: Astronomi bilimindeki gelişmelere teslim olmak, teknolojinin ürünlerinden istifade etmek ve onları ibadet vakitlerini belirlemekte kullan­mak gerekir. Hilalin tesbitinde, farklı sonuçlara varılması nedeniyle oruç ve bayram hususunda toplumda ortaya çıkan tefrika, müslüman dünyanın, çöz­mesi gereken acil bir problemdir. Ramazanın başlangıcı hususunda bile itti­fak edememek ve bu konuda tefrika yaratmak orucun sevabmı alıp götüre­cektir. Hz. Peygamber'in ifadelerinden, Ramazan ayının tesbiti için farklı metodların denenebileceği anlaşılmaktadır.

Bakara/l85'te geçen "Ancak hasta veya seyahatte olan, başka günlerde tutsun" ifadesi 184. ayette açıklanmıştı. Şimdi ayetin bir sonraki bölümüne geçebiliriz:

(Allah sizin için kolaylık diler; zorluk istemez). Ayetin bu kısmı, İslâm'ın önemli bir ilkesine dikkat çekmektedir. Hasta­lık, yolculuk ve çeşitli nedenlerle oruç tutmaya gücü yetmeyenlere, farklı uy­gulamalara müsade etmekle Yüce Allah kullarına kolaylık sağlamıştır. İbade­tin zorluklar içinde yapılması doğru değildir. Kolay şartlar altında yapılması Allah'ın muradıdır. Allah'ın bu muradı, din adamlarının rehberi olmalı; insan­ları ibadet konusunda zora koşmamalıdırlar. Herkese, içinde bulundukları şartlara göre ibadet edecekleri yollan göstermelidirler.

Yüce Allah'ın insanlar için kolaylık murad edip zorluk istememesinin se­bebi, ayetin bir sonraki bölümünde ifade edilmektedir: (Bütün bunlar sayıyı tamamlamanız içindir). Ramazan ayında oruç tutmak ve bu sayıyı tamamlamak bazı şartlar altın­da insana zor gelebilir. Hastalık, sefer ve ağır iş nedeniyle, orucu erteleme ruhsatının verilmesi, insan için bir kolaylıktır. Önemli olan, Ramazan ayı günlerinin tamamlanmasıdır. Oruç tutamayacak olanın fidye vermesi de bir başka kolaylıktır.

Bakara/185 ayetinin bundan sonraki bölümü, orucun temin ettiği faydala­rı vurgulamaktadır:

(Size doğru yolu göstermesine karşılık, Allah'ı tazim et­meniz için...)

Yüce Allah kullarını doğru yola hidayet etmek için din göndermektedir. Bu doğru yolun kapısı da ibadetlerdir. İbadetler insanı ahlaken olgunlaştıra-rak, Allah'a giden yolda mesafe almasını temin eder. Mü'minlere sunulan bu imkana karşılık Yüce Allah, kendisinin tazim edilmesini, yüceltilmesini iste­mektedir. İşte oruç ibadeti, Allah'ı tazim etmenin yollarından biridir. Allah'ı yüceltmenin çeşitli yollan vardır. "Allahu ekber" dediğimizde, Allah'ı yü­celtmiş oluruz. Ama O'nu ibadet ederek de yüceltmemiz gerekir.

(Şükretmeniz için...)

Oruç, bir şükürdür. Yüce Allah'ın verdiği nimetlere, gösterdiği doğru yo­la ve sağladığı kolaylıklara karşılık, O'na şükretmektir. Allah'a şükretmenin yollarından biri de oruç tutmaktır.

Orucun faydalarını iki kısma ayırabiliriz:

a) Sağlık açısından faydalan

Midenin dinlenmesini temin etmek ve diğer organik faydalan herkesin bildiği hakikatlerdendir.

b) Manevî faydalan

Orucun en önemli faydası, takvayı temin etmesidir. Allah'ı yüceltmek, Al­lah'a şükretmek gibi ibadetlerin oluşturduğu takva denen ruh olgunluğu, oru­cun katkısıyla meydana gelmektedir. Daha önce, savm, şehr ve ramazan kav-ramlannı açıklarken bahsedilen oluşumlann oruçla meydana geldiği düşünü­lürse, orucun ne kadar faydalı bir ibadet olduğu anlaşılır.

Melekler ve ruhun Kadir gecesi yeryüzüne indiği dikkate alınırsa, Rama­zan ayının af, bereket ve rahmet ayı olduğunun farkına varmak kolaylaşır.

Bize göre, Ramazan ayında tutulan oruç bir bayramdır. Kur'an'ın indiril­meye başlağı ayı, her yıl oruçla karşılamaktayız. Onu bize gönderen Allah'a şükretmek için oruç tutuyoruz. Bakara/185 ayetinin sonundaki şükür, ayetin başındaki Kur'an'ın Ramazan ayında indirilişiyle irtibatlandınlınca, Rama­zan ayının, orucun, Kur'an ve şükrün birbirleriyle ne kadar sıkı bir ilişki için­de olduklan daha iyi anlaşılır. [63]

 

Allah'ın, Kuluna Yakınlığı Dua Ve İhtimal İlkesi:

 

186. Kullarım sana, beni sorduklarında ben çok yakınım; bana dua ettiğinde, dua edenin isteğine karşılık veririm. O halde, benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulabilsinler.

Ayeti kısımlara ayırarak açıklamaya çalışacağız.

İnsanın tabiatında sual sorma isteği de vardır. Soru sorulmadan eğitim fa­aliyeti yürütülemez. Öğrenci sorup öğrenecek, öğretmen soracak ve değer­lendirecektir. Sormadan öğrenilemez, değerlendirme yapılamaz. Se-e-le sor­mak, istemek, davet etmek, yalvarmak, araştırmak, hakkını istemek, iddia et­mek, istirham etmek, Allah hakkı için diyerek rica etmek, manalarına gel­mektedir. [64]

 

Se-e-le Kelimesinin Kur'an'daki manaları:

 

1. Sormak

Anlatılan bir konuyu anlamayanlar, yapılan bir işin mahiyetini idrak ede­meyenler, ya da yapılan açıklamalardan tatmin olmayanlar soru sormak ihti­yacı duyarlar.

Hz. Peygamber'e, hilaller [Bakara 219]; infak [Bakara,215]; haram aylar [Bakara,217]; içki ve kumar [Bakara,219]; yetimler [Bakara/220]; hayız [Ba­kara/222]; helal kılman şeyler [Maide/4]; kıyamet [A'raf/187]; ganimetler [Enfal/1]; ruh [İsra/85] hakkında sorular sorulmuş; Kur'an da bu sualleri ce­vaplandırıp insanları bilgilendirmiştir. Şimdi se-e-le'nin 'sormak' anlamına geldiği ayetlerden birini örnek olarak alabiliriz:

(Musa, "Bundan böyle sana soru soracak olursam be­nimle artık arkadaşlık yapmazsın" dedi). [Kehf/76]

Görüldüğü gibi Allah, insanların Peygamber'e sordukları sualleri cevap­landırmak için ayetler vahyetmiştir. İnsanların sorulan, Levh-i Mahfuz'u ha­rekete geçirmiş, oradan cevap gelmesine neden olmuştur.

2. İstemek

Eğer siz yüz çeviriyorsanız, zaten ben sizden bir ücret istemedim. Benim üc­retim, Allah'tan başkasına ait değildir ve bana müslümanlardan olmam emro-lundu. [Yunus/72]

Kur'an'da bu ayetle aynı içeriğe sahip pek çok ayet vardır. Yapılan göreve karşılık ücret isteme ya da istememe se-e-le kelimesiyle ifade edilmektedir.

3. Sorgulamak

Faili Yüce Allah olduğunda se-e-le fiili, -şu ayetlerde olduğu gibi- 'sor­gulamak' manasına gelir:

Elbette kendilerine peygamber gönderilen kimseleri de, gönderilen peygam­berleri de mutlaka sorguya çekeceğiz. [A'raf/6]

Rabbin hakkı için mutlaka onların hepsini sorguya çekeceğiz. [Hicr/92]

4. Sorumluluk

Verilen söz, yapılan anlaşma ve sorumluluk ifade edilirken se-e-le kelime­si mes'ûl kalıbından getirilmektedir. İsra/34'te bu kalıpta yer almakta ve so­rumluluk manasına gelmektedir:

Yetimin malına, kendisi ergenlik çağına varıncaya kadar, onu değerlendirmek amacı dışında salon yaklaşmayın. Verdiğiniz her sözü yerine getirin, çünkü verdiğiniz söz sorumluluğu gerektirir.

5. Araştırmak

Bu mananın kapsamına hakikati aramak, bulmaya çalışmak da girer:

Allah yeryüzünde sabit dağlar yerleştirdi. Orada bereketler yarattı ve orada tam dört evrede, arayanlar için fark gözetmeden gıdalar takdir etti. [Fussi-let/10]

Ayette yer alan sail kelimesi, rızkını arayan manasına gelmektedir.

Aynı kelime, hakikati aramak manasına da gelir:

Gerçekten, Yusuf ve kardeşlerinin kıssasında hakikati arayanlar için çıkarıla­cak dersler vardır. [Yusuf/7]

Hakikati aramak, onun peşinden koşmak gibi eylemler sail kelimesiyle ifade edilmiştir.

6. Dilenmek

İnsanlardan para veya başka bir şey isteyene dilenci denir. Dilencilik bir alışkanlıktır, çünkü herkes dilenemez. Kur'an'da dilencilik, sailin kelimesiy­le ifade edilmektedir. Bu kelimenin fiili de kullanılmaktadır:

Yapacağınız hayırlar, kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyenler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüz­lük ederek dilenmezler. Yaptığınız her hayrı kesinlikle Allah bilir. [Bakara/273]

Görüldüğü gibi se-e-le kelimesinin farklı görünen bu manalarının aslında birbirleriyle yakından alakalan vardır. Bir şeyi sormak, bilgi istemektir, sor­gulamaktır; sorgulamak sorumluluğu beraberinde getirmektedir. Diğer taraf­tan sormak, araştırmaktır, araştırmak da, bir tür dilenmektir. Onun için eği­tim ve öğretimde soru sormak, sorgulamak, hakikati araştırmak olmazsa ol­mazı teşkil etmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/l86'da bu kelime "sormak" anlamına gelmektedir.

İnsanlar Allah hakkında, özellikle de peygamberlere sualler sormuşlardır. "Allah'ı göster inanayım" sözünü günümüzde de söyleyenler vardır. Bu gös­termektedir ki: İnsanoğlu, teknolojide ve tabiatı araştırmada zirveye ulaşsa bile, inanç bakımından bir arpa boyu mesafe alamamıştır.

Kitap ehli, Hz. Peygamber'den, gökten bir kitap indirmesini istemiştir:

Kitap ehli senden, kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyor. Onlar Mu­sa'dan, bundan daha büyüğünü istemişlerdi; "Bize Allah'ı apaçık göster" de­mişlerdi. [Nisa/153]

Demek ki Hz. Peygamber'den asırlarca önce, Hz. Musa'ya da Allah hak­kında sual sorulmuş, sonra bu soru isteğe dönüşmüş ve Allah'ı görmek iste­mişlerdi. Hz. Peygamber'e de -bu türden olmasa bile- Allah hakkında sual­ler sorulmuştur. Yüce Allah bu sorulan normal karşılamakta ve cevabını ver­mektedir. Fakat kitap ehlinin Allah'ı görme isteğini cezalandırmıştır; zira Al­lah'ı görme isteği başka, O'nun hakkında sual sormak başka bir şeydir:

Eğer benim kullarım sana benim hakkımda sorular sorarlarsa, ben çok ya­kınım. [Bakara/186] Yüce Allah, kendisini soranlara yakın olduğunu bildirmektedir. Yakın ol­mak, kulun ihtiyaçlarıyla ilgilenmek, onların isteklerini duymak ve sorunları­nı çözmek manasına gelmektedir. Yakın olmanın, ayrıca güven veren bir ma­nası da vardır. Kulun Allah'ı yakınında hissetmesi, ona büyük bir güven verir. Diğer taraftan yakınlığın, bir de kontrol anlamı vardır. Ama Yüce Allah ayet­te, bu manaya yer vermemektedir. Ayrıca, yakınlıkta sevgi vardır.

Peki bu nasıl bir yakınlıktır? Yüce Allah Kaf/16'da insana olan yakınlığı­nı bir benzetme ile açıklamaktadır:

Andolsun, insanı yaratan biziz ve onun içbenliğinin ona ne fısıldadığını biz biliriz: Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.

"Biz ona şah damarından daha yakınız1'' ifadesi, fizikî/maddî anlamda bir yakınlığı mı, yoksa manevî anlamda bir yakınlığı mı ifade etmektedir? Yü­ce Allah'ın insana şah damarından daha yakın olmasını, ilim ve yaratma sı­fatlan ile olan bir yakınlık olarak yorumlayabilir miyiz? Fahruddin Razi, bu yakınlığın ilimle olduğunu söylemektedir.[65] Kaf/16 ayetinin analizini yapar­sak, yakınlığın nasıl olduğunu anlamamız mümkün olur. Ayetin birinci bö­lümünde yaratma olgusu, ikinci bölümünde ise, insana nefsinin verdiği ves­vesenin O'nun tarafından bilinmesi ve nihayet Allah'ın insana şah damarın­dan daha yakın olması, ayetin çatısını oluşturmaktadır. Demek ki ayet, ya­ratmadan bilmeye, her ikisinden de yakınlığa intikal etmektedir. Böylece Allah'ın kuluna şah damarından daha yakın olması, yaratma ve bilme sıfat­larıyla olmaktadır.

Sebe/50'de de yakınlıkan önce işitme sıfatı zikredilmiştir: (Şüphesiz Allah işitendir, yakındır).

Burada Allah'ın kuluna olan yakınlığının başka bir sıfatı daha ortaya çık­maktadır. Demek ki Allah kuluna, yaratma, bilme ve duyma sıfatlarıyla şah damarından daha yakındır.

Tekrar Bakara/l 86'ya dönersek, Allah hakkında soru soranlara kendisinin yakınlığını belirtmesinin manidarlığı anlaşılır. 185. ayette yer alan "Doğru yolu göstermesinden dolayı Allah'ı yüceltmenizi ve O'na şükretmenizi ister" ifadesi, O'nun, zikri işitecek yakınlıkta olduğunu göstermektedir. Diğer taraftan 186. ayetin ikinci bölümü de, bu yakınlığın burada niçin zikredildiğine açıklık getirmektedir:

(Dua edenin yakarışına her zaman karşılık veririm).

Yüce Allah kuluna şah damarından daha yakın olduğu için, onun duasını işitmekte; dua eden kulunun isteğini yerine getireceğine dair garanti vermek­tedir. Allah ile kul arasındaki iletişim kanallarından biri de, dua/yakanş'tır. Şimdi dua'yı çeşitli yönleriyle ele alabiliriz:

A. Duanın manası

Sözlükte dua çağırmak, yalvarmak, davet etmek, ileri sürmek, celbetmek, istemek, teklif etmek, teşvik etmek, sevk etmek, hatırlatmak, namaz kılmak, bir şey için Allah'a yalvarmak, bir şeye karşı Allah'tan yardım dilemek, cin­leri çağırmak, propaganda yapmak, meydan okumak, referans göstermek manalarına gelmektedir. [66]

 

Dua Kelimesinin Kur'an'daki manaları:

 

I. Dua etmek

Dua kelimesini, bazen Türkçe'ye çevirmek mümkün olmaz. "Hal böyley­ken insan, iyilik için dua ediyormuşçasına, kötülük için dua eder; çünkü in­san acelecidir" [İsra/11] ayetindeki dua kelimesi böyledir.

Yüce Allah kötülük için dua etmenin sebebini, insanın aceleci olmasına bağlamaktadır. Acelecilik, insanı ne için dua ettiğinin şuurundan uzaklaştırır. İyilik için dua ediyorum zannıyla kötülük için dua eder.

II. Çağırmak

Dua kavramının öne çıkan manalarından biri de çağırmaktır. Çağırmak anlamına alındığında kimin çağırması ve nereye çağırmak gibi sorular akla gelmekte ve Kur'an bunları cevaplandırmaktadır:

a. Allah'ın çağrısı

"Çağırma" anlamıyla dua kelimesi, farklı varlıkların çağırmasını kapsar.

1. Yüce Allah barış yurduna çağınr

Yunus/25'te bu çağrı dile getirilmektedir:

Allah selam yurduna çağınr. Ayetteki selam kavramı, barış, güven, kurtuluş manalarına gelmektedir. Bu kavramın birincil manası "banş"tır. Onun için, bu ayetteki yeda kelime­sine dua etmek, yalvarmak manası yerine çağırmak anlamını veriyoruz.

2. Öldükten sonra diriltmek için çağırır

Göklerin ve yerin Allah'ın buyruğu altında sapasağlam durmaları da O'nun mucizevi işaretlerindendir. Sonunda Allah, sizi bir tek seslenişle yerden kalk­maya çağırdığında, hepiniz ortaya çıkacaksınız. [Rum/25] Ayet-i kerimede dua kavramı, hem fiil ve hem de isim olarak yer almak­tadır. Fiil kalıbına çağırmak, mastar kalıbına da seslenmek manası verilmek­tedir. İnsanların öldükten sonra dirilmelerini temin etmek için Yüce Allah'ın çağırmasına işaret etmektedir.

3. Allah cennete ve affa çağırır

(Allah, kendi izni ile sizi cennete ve affa çağırır). [Bakara/221]

Yüce Allah kullarını iyi amel yapıp cennete gitmeye ve genel affından is­tifade etmeye çağırmaktadır. Bu çağrısını, yine kendi izni ile yapmaktadır. Demek ki Allah kendi affı ve cennete daveti için kendisine özel izin çıkar­maktadır. Bu, Allah'ın izni olmadan hiçbir şeyin gerçekleşemeyeceği anlamı­nı da içermektedir.

Allah Teala kullan için daima iyiyi takdir ettiği için, onları cennete, affa çağırmakta; kullar ise bu çağrıya kulaklarını tıkamaktadırlar.

b. Peygamberin çağırması

Yüce Allah'ın verdiği görev ve izinle, peygamberler de çağrıda bulunur­lar. Peygamberlerin çağrıları:

1. Allah'ın yoluna çağırırlar

Yüce Allah, kendi yoluna çeşitli metodlarla insanları çağırmayı Hz. Pey-gamber'e görev olarak vermiştir:

Resulüm! Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en gü­zel şekilde mücadele et. [Nahl/125]

2. İslâm'a çağırırlar

Saf/7'de (İslâm'a davet edildiği halde...) ifadesi yer almaktadır. Buradaki çağrı fiili meçhul kalıbından getirilmiştir. Kişiyi İslâm'a davet edenlerin ilki peygamberlerdir. Bu nedenle, meçhul fiilin öznesi olarak pey­gamberleri aldık.

Bu ayetteki islâm kavramı, barış, güven ve teslimiyet manasında olabilir. İlk manasını îslâm dini olarak vermeyi daha uygun gördük.

3. İnsanlığa çağrıda bulunurlar

Yüce Allah Şura/l 5'te Hz. Peygamber'e çağrıda bulunması için emir ver­miş, fakak neye çağıracağını belirtmemiştir. Zemahşeri bunun, hanif milleti­ne bir davet olduğunu ifade etmiş; Fahruddin Razi, Hazin, Kadı Beydavi ve diğer müfessirler de bu görüşe katılmışlardır.

Bize göre buradaki çağrı, tevhid inananadır. Buna, "Senin görevin dur­madan çağrı yapmaktır" diye mana vermek de mümkündür. Peygamberimiz insanlığı çağırmakla görevlendirilmiştir.

4. Doğru yola çağırırlar

Şu muhakkak ki, sen onları doğru bir yola çağırıyorsun. [Mü'minun/73]

Allah Teala, Hz. Peygamber'in sırat-ı müstakim'e (doğru yola) çağırdığını açıkça ifade etmektedir.

Kehf/57'de geçen "doğru yol" kavramı da hüda kelimesiyle karşılanmak­tadır:

Onları doğru yola çağırsan da, asla doğru yola erişemeyeceklerdir.

Peygamberler, insanları, Allah'ın belirlediği sırat-ı müstakim'e (doğru yo­la) çağırmakla mükelleftirler. Demek ki, doğru yolu peygamberler belirle­mez; onlar sadece Allah'ın belirlediği doğru yola çağırırlar.

5. Affa çağırırlar

Peygamberler, insanlık tarihinde en büyük değişimleri meydana getiren şahsiyetler olmuşlardır. Onlar öncelikle beyin ve gönülleri değiştirmişlerdir. İnsanlarda meydana gelecek olan değişimin, Allah'ın onlara karşı olan tutu­munu da değiştireceğini öğreten peygamberler, insanları, bu değişimin teme­li olan affa davet etmişlerdir.

Bu çağrıya Nuh/5 ve 10'da şöyle değinilmektedir:

Sonra Nuh, "Ey Rabbim!" dedi, "Doğrusu ben, gece-gündüz kavmimi davet ettim". [Nuh/5]

"Gelin, Rabbinizden bağışlanma dileyin, O, çok bağışlayandır!" dedim. [Nuh/10]

Peygamberler, günahlardan kurtulmaya çağırır; bunun yolunu gösterirler. Bu çağrıları ümit dolu olup insanlara ümit aşılar, onlara çıkış yolunu göste­rir, değişimin Allah tarafından değerlendirileceği mesajını verir, Allah'ın af­fını harekete geçirme niyeti taşır. Onların çağrısı, korku ve karamsarlığı, ümitsizlik ve çaresizliği ortadan kaldıran bir çağndır.

c. İnsanın çağrıda bulunması

Yüce Allah, her toplumda bir grubun çağrıda bulunabileceğine de işaret etmekte ve hatta bunu emretmektedir.

1. Allah'a çağınr

İnsanları Allah'a çağıran, doğru ve adil olanı yapan ve "Şüphesiz ben Allah'a teslim olanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim vardır? [Fussilet/33]

Allah'a çağırmak, iyi amel işlemek ve müslüman olduğunu ilan etmek, sözlerin en güzelidir. Sıradan bir müslüman da Allah'a çağırabilir.

2. İyiye çağırmak

Yüce Allah toplumlarda iyiye çağıracak olan bir grubun yetişmesini iste­mekte, hatta bunu emretmektedir. Âl-i İmran/104'te bu ilahî hüküm şöyle ifa­de edilmektedir:

Ve aranızda iyiliğe çağıran, doğruyu emreden, kötülükten alıkoyan bir toplu­luk bulunmalı.

Yüce Allah, iyiye çağırma görevini yüklenecek bir grubun, hem toplum­larda, hem de tüm insanlıkta yetiştirilmesini, kurtuluşa giden yolun ilk basa­mağı olarak göstermektedir.

3. İnkara ve şirke çağırır

İnsanların iyileri Allah'a ve iyi olana çağırırlarken, kötüleri de inkara ve şirke çağırırlar:

Siz beni Allah'ı inkara ve hakkında hiçbir bilgim olmayan şeyleri Allah'a or­tak koşmaya çağırıyorsunuz. [Gâfır/42]

Gâfir/41'de ise kafirlerin ateşe çağırdıkları belirtilmektedir. İnkar ve şirk aslında insanın kalbinde yanan bir ateş olup bu ateş, ahirette cehenneme dö­nüşecektir.

Yüce Allah mü'minlere, Peygamber'in çağırmasını, insanların birbirlerini çağırmaları gibi tutmamalarını istemektedir:

Peygamberin size yönelik çağrısını birbirinize yönelttiğiniz çağrı gibi sayma­yın. [Nur/63]

d. Şeytanın çağrısı

İnsanoğlu adeta bir çağrı çemberi içinde bulunmaktadır: Allah, peygamber, insan ve şeytan. Şeytan daima olumsuza, kötüye, çirkine, yanlışa ve zararlı ola­na çağırmaktadır. Yüce Allah, şeytanın neye çağırdığını bildirmektedir:

1. Ateşe çağırır

Şeytan alevli cehenneme çağırmaktadır:

Şeytan sizin açık düşmanınızdır; siz de onu düşman bilin; o sadece taraftarla­rını ateşe sevk edilmeleri için çağırıyor. [Fatır/6]

Şeytanın çağrısı alevli cehennemedir. Çünkü onun insanı sevkettiği yolun sonu alevli cehennemdir.

2. Taklide çağırır

Lokman/21 'de taklit, kızgın alevli cehennem olarak tanımlanmaktadır:

Onlara, "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiğinde, onlar "Hayır, biz babaları­mızı neye inanır bulduysak ona uyarız" diye cevap verirler; ya şeytan onları kızgın alevli ateşin azabına çağırıyorsa!

Demek ki şeytan Allah'ın indirdiğine uymaktan insanları alıkoymak, on­lara, babalarını taklit edip onların yoluna uymaları için çağrıda bulunmakta­dır. Bu, aslında alevli cehenneme çağırmaktan başka bir şey değildir.

Şeytan, Yüce Allah'ın vaadi ile kendi vaadini şöyle değerlendirmekte ve şu itirafta bulunmaktadır:

Allah size gerçekleşmesi kesin olan bir vaadte bulunmuştu. Ben de bir vaad-te bulundum size, fakat yalan çıktım. Bununla beraber benim size karşı bir gü­cüm ve hakimiyetim yoktu, sadece sizi çağırdım, siz de bana uydunuz, şu hal­de beni değil kendinizi kınayın. [İbrahim/22]

Görüldüğü gibi şeytan, Allah'ın vaadini, güçlü olanın kesin gerçekleşecek vaadi, kendi vaadini ise güçsüzün boş vaadi olarak değerlendirmektedir. Ama ne gariptir ki, insanların çoğu güçsüz şeytanın çağrısına koşmaktadır. Güçsüz şeytanın çağrısı daha cazip, daha süslü ve daha etkileyici gelmektedir. Bu du­rum, insan için, bir aldanış, bir kayıp ve bir zarardır.

III. Yalvarmak

Dua'mn bir anlamı da yalvarmaktır. Kur'an'da yalvarmanın alanı belirlen­miştir. İnsan, içinde bulunduğu psikolojik ve manevî durumlardan dolayı yal­varır.

a. Basma gelen kötülükten dolayı yalvarmak

Yüce Allah'a yalvarmanın sebeplerinden biri, içinde bulunduğu kötü şart­ların insanda meydana getirdiği sıkıntıdır. İçeriden kabaran sıkıntı, ağızdan yalvarma şeklinde çıkmaktadır:

İnsanın başına bir kötülük geldiği zaman, içten yönelerek Rabbine yalvarır. [Zümer/8]

Aynı durum Yunus/l 2'de de ele alınmakta ve insanın sıkıntıya duçar oldu­ğunda ayaktayken, otururken ve yatarken Allah'a yalvardığı ifade edilmekte­dir. Daha sonra, Allah'ın, yalvaran kulunun, sıkıntısını giderdiği, ardından kulun Rabbine nankörlük edip sırtım çevirdiği gerçeğine değinilmektedir. Sı­kıntının, çoğu insanı Allah'a yalvarışa ittiğine, sıkıntısı giderildiğinde ise nankörlük ettiğine dikkat çekilmektedir.

b. İyi evlat için Allah'a yalvarmak

A'raf/189'da, Hz. Adem ve hanımının iyi evlat için Allah'a yalvardıklan dile getirilmektedir:

"İyi bir çocuk verirsen bize, yemin ederiz ki, şükredenlerden olacağız!" diye rableri olan Allah'a yalvardılar.

Bedenen kusursuz ve ruhen iyi evlada sahip olmak ebeveynin iradesine bağlı değildir. O yüzden ebeveynler, bu hususta Allah'a yalvarmalıdırlar.

c. Allah'tan başkasına yalvarmak İnsanlar bazen sahte tanrılarına yalvarırlar:

Hani o, babasına ve kavmine, "Neye tapıyorsunuz?" demişti. "Putlara tapıyo­ruz ve onlara tapmaya devam edeceğiz" diye cevap verdiler. İbrahim, "Peki" dedi, "yalvardığımzda onlar sizi işitiyorlar mı?" [Şuara/70-72]

Dua edilen ve yalvanlan varlık, duayı duymalı ve dile getirilen problemi çözecek güçte olmalıdır. Hz. İbrahim onlara, sahte tanrılara yalvarmalarının yanlışlığını anlatmaktadır. Müşrikler yaptıkları işi tapınma, Hz. İbrahim ise yalvarma olarak nitelendirmektedir. Çünkü yalvarmak tapınmanın bir parça­sıdır.

IV. Arzetmek

Bir de bir fikrin Allah'a arzedilmesi anlamında dua vardır. Duha/22'de bu anlama gelmektedir:

Bunun üzerine Musa, "Bunlar suç işleyen bir toplumdur" diye Rabbine arzetti.

Hz. Musa, Allah'tan bir şey istemiyor, başkaları hakkındaki değerlendir­mesini Allah'a arzediyor. Arzetmek manası ile dua, birileri hakkındaki değer­lendirmeyi Allah'a iletmek anlamını ifade etmektedir.

V. Yakıştırmak

Dua'run bir anlamı da bir kimsenin yapmadığı ve sahip olmadığı bir şeyi, ona isnad etmek, yani yakıştırmaktır. Bu manada dua, iftira manasına yakın düşmektedir. Bu manayı Meryem/91 'de buluyoruz:

(Rahman'a çocuk isnadında bulunmaları yüzünden...)

VI. İstemek

Furkan/13 ve 14'te dua kavramı 'istemek' anlamına gelmektedir:

Elleri boyunlarına bağlı olarak cehennemin dar bir yerine atıldıkları zaman, oracıkta yok oluvermeyi isterler. Bugün bir defa yok olmayı istemeyin, aksi­ne bir çok defalar yok olmayı isteyin.

Buradaki isteme, olmayacak bir şeyi, pişmanlık nedeniyle istemek anla­mım ifade etmektedir.

VII. İbadet etmek

Dea kelimesi emir kalıbında alınınca, tapınmak manasına gelmekte, özel­likle sahte tanrılara tapınmayı yasaklamak için kullamlanılmaktadır:

Allah'ı bırakıp da sana fayda veya zarar vermeyecek şeylere tapma. [Yu­nus/106]

Şüphesiz mescitler Allah'ındır. O halde, Allah ile birlikte kimseye tapınmayın. [Cin/18]

Çağırmak, arzetmek, isnad etmek, istemek, dua etmek ve ibadet etmek manaları ile dua, Allah ile kul arasındaki iletişimin kanallarından birini teş­kil etmekte, kulun gönlünden Allah'a açılan bir kapı görevini yapmaktadır.

B. Duanın önemi

Duanın ne kadar önemli olduğu Furkan/77'de ifade buyurulmaktadır. Dua, insanın değerine eşit bir ağırlığa sahiptir:

De ki: "Duanız olmasaydı Rabbiniz size niçin değer versin?!"

Gıbu kelimesi ağırlık anlamım ifade etmektedir. Bu ayette Fahruddin Ra-zi'nin Ebu Amr, İbnu'1-Ala ve Zeccac'tan naklettiğine göre, "Rabbiniz size al-dınş etmez, sizin Rabbiniz katında zerre kadar değeriniz yoktur"[67] manaları­na gelmektedir.

Yüce Allah burada insanların değerinin neden kaynaklandığını belirtmek için bu ifadeyi kullanmaktadır. "Duanız olmasaydı" ifadesi, insanın değeri­nin duası oranında olduğunu göstermekte; dua etmeyen kimsenin değerinin olmadığı, dua edenin ise değerinin bulunduğu anlamına gelmektedir.

Furkan/77'deki dua'ya Zemahşeri, Kadı Beydavi, Hazin, Nesefi gibi mü-fessirler "ibadet/kulluk" manası vermişlerdir. Taberi'nin naklettiğine göre, İbn Abbas buradaki dua'nm "inanç" anlamına geldiğini söylemiştir. Muham-med Esed ise ibareye, "Dua ve yönelişiniz O'na olan inancınız için değilse" şeklinde mana vermiştir.

Fahruddin Razi, buradaki dua kavramı için beş karşılık sıralamaktadır:

a) İman,

b) İbadet,

c) Yakarmak,

d) Şükür,

e) İstiğfar/af dileme.

Hangi manası ile alınırsa alınsın, ayet insanın değerinin duasıyla orantılı olduğunu ifade etmektedir. Furkan/77'nin devamında, "yalanlamak" yani "reddetmek, inkar etmek" fiili yer almaktadır. İnkarın karşıtı iman olduğuna göre ayetteki dua'ya "iman" karşılığının verilmesi gerekir. Bu durumda, in­sana değer kazandırın şeyin "iman" olduğu ortaya çıkmaktadır.

Furkan/77 ayeti Ankebut/65 ile Lokman/32'ye denk düşmektedir. Bu ayet­lerde, bir sıkıntıdan sonra Allah'a yalvarma zikredilmekte, ardından da şirk ve nankörlük dile getirilmektedir. Furkan/77'de de duadan sonra yalanlama gel­mektedir. O zaman bu ayetteki dua, sıkıntıdan sonra Allah'ı hatırlayıp çözümü O'ndan beklemeyi, yardım dilemek için O'na yalvarmayı ifade etmektedir.

Bakara/l 86'da insanın, hastalık ve bela gibi aciz kaldığı durumlar karşı­sında Allah'tan yardım dilemesinin Allah tarafından mutlaka dikkate alınaca­ğı bildirilmektedir. Yüce Allah, dua edenin duasına icabet edeceğini çeşitli ayetlerde bildirmektedir. Ağır bir hastalığa yakalanan Hz. Eyyub Yüce Al­lah'a şöyle dua etti:

Eyyub'u da an. Hani Rabbine, "Başıma bu dert geldi. Sen merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti. [Enbiya/83]

Hz. Eyyub'un bu duasına Yüce Allah'ın nasıl icabet ettiği bir sonraki ayet­te görülmektedir:

Bunun üzerine biz, ona karşılık verdik ve onu çektiği dertten kurtardık. [En­biya/84]

Yine, bunalımın derin karanlıklarına düşen Hz. Yunus'un duasına, Yüce Allah tarafından icabet edildiği ve sıkıntısının giderildiği bildirilmektedir. [Enbiya/87-88]

Kısaca insanın sıkıntı ve belalardan kurtulmak için ettiği dua'ya Allah ta­rafından icabet edileceği Kur'an'da örneklerle anlatılmaktadır. Sıkıntı ve be­lalar karşısında aciz kaldığında insanın Allah'a yakarması, O'nu devreye so­karak çözüm araması, bir çıkış kapısıdır. Dua sadece sıkıntı ve bela karşısın­da yapılmaz, istikbal için de yapılabilir. İşlenen bir günahtan dolayı af dile­mek de bir duadır. Dua edenin duasına icabet edeceğini söyleyen Yüce Allah, işlenen günahı sileceğine de garanti vermektedir. Demek ki, dua günahları da giderir.

Hz. Peygamber duanın önemini şöyle ifade buyurmuştur: Dua ibadetin iliğidir/özüdür.[68]

Yine Hz. Peygamber duayı, ibadet[69] olarak tanımlamaktadır. Demek ki dua, hem ibadet, hem de ibadetin özüdür. Çünkü öz, aslın kendisini de ifade eder.

C. Duanın yapılış tarzı

Bu kadar önemli bir ibadet olan dua nasıl yapılmalıdır? A'raf/55'te Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır:

(Rabbinize alçak gönüllülükle ve gizlice yalvannız). [A'-raf/55]

Bu ayette duada bulunması gereken iki hususiyete dikkat çekilmektedir: Alçak gönüllülük ve gizlilik. Diğer bir ayette ise "En güzel isimler, Allah'ın­dır. O halde Allah'a o güzel isimlerle dua edin" [A'raf/180] buyurulmaktadır. Demek ki, duanın Allah'ın isimleriyle yapılması gerekir. Allah'ın isimlerin­den hangisi istenirse o seçebilir ama, onlarsız dua edilemez. Kısaca duanın Allah'ın isimleriyle yapılması zorunludur. Yüce Allah De ki: "İster Allah de­yin, ister Rahman deyin. Hangisini deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O'na aittir. Namazda yüksek sesle okuma; sesini fazla da kısma, ikisi arası bir yol tut" [İsra/110] buyurmaktadır.

Diğer taraftan duanın sadece Allah'a yapılması da bir zorunluluktur. Yüce Allah En'am/41'de Hayır, sadece Allah'a dua edersiniz buyurmaktadır. Duanın sadece Allah'a edilmesinin zikredilmesi, duada şirk koşma ihtimali­nin olduğuna işaret etmektedir.

Secde/16'da ise gece vakti yataktan kalkarak, korku ve ümit içinde Allah'a dua etmekten bahsedilmektedir. Gece vakti yapılacak olan duanın insan ru­hunda meydana getireceği ferahlık, insanın korku ve ümit arasında, dengeli bir ruh hali içinde olmasını sağlar.

D. Duanın kabulü

(Bana dua ettiği vakit dua edenin dilediğine karşılık veririm).

Yukarıda zikredildiği şekilde dua edenin duasına icabet edeceğini vaadet-mekle Yüce Allah, duanın kabul edilip edilmeyeceği istifhamını ortadan kal­dırmaktadır. Duanın kabulü, kişinin samimiyetine, alçak gönüllülüğüne, giz­lilik içinde yapılmasına ve şirkten uzak olmasına bağlıdır. Ayrıca kişinin ko­numunun da duanın kabulünü etkileyeceği bir gerçektir. Nitekim Hz. Nuh ile Hz. İbrahim'in bazı duaları kabul edilmemiştir:

Nuh Rabbine dua edip dedi ki: "Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da ailemdendir. Senin vaadin ise elbette haktır. Sen hakimler hakimisin". [Hud/45]

Bu duaya karşılık Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim. [Hud/46]

Görüldüğü gibi bilinmeyen bir konuda Allah'a dua edip bir şey istemek, duanın kabul edilmemesine sebep olmaktadır. Bilgi ile duanın kabulü arasın­da bir bağ vardır. Çünkü İsra/11 ayetine göre insan hayır için dua ediyor gi­bi şer için dua edebilir. Bu yanılgıyı ortadan kaldıracak olan şey bilgidir. Hz. İbrahim, Hz. Lut'un kavminin helak edilmemesi için dua ile mücadele verdi [Hud/74]. Onun bu yalvarışına karşılık Yüce Allah şöyle buyurdu:

Ey İbrahim bundan vazgeç. Çünkü Rabbinin emri gelmiştir. Ve onlara geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap mutlaka gelecektir. [Hud/76]

Demek ki, Allah'ın emrinin geldiği bir konuda yapılacak dua kabul olmaya­caktır. Adabına riayet edilmişse, Allah'ın takdirine aykırı değilse ve o konuda kesin bir bilgi varsa, Yüce Allah, dualara icabet edeceğini bildirmektedir:

Hayır sadece Allah'a dua edersiniz, O da dilerse, dua ettiğiniz şeyi, yani bela­yı giderir. [En'am/41]

Darda kalan kendine dua ettiği zaman karşılık veren ve sıkıntıyı gideren, sizi yeryüzünün hakimleri kılan mı? Allah'tan başka bir tanrı mı var? Ne kadar da kıt düşünüyorsunuz. [Neml/62]

Bu ayetlerde, şirk karışmayan duanın kabul edileceği bildirilmekte ve za­ten Allah'tan başka duaya icabet edecek birinin olmadığı vurgulanmaktadır. Ayetin devamında duanın müstecab olması için iki şart daha bulunduğu ifa­de edilmektedir:

(O halde kullarım da benim davetime uysunlar ve bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar).

Yüce Allah çağrısına uyan kimselerin duasına icabet edeceğini belirtmek­tedir. Böylece Allah, icabet edene icabet edileceği kuralını koymaktadır. Ta­bii olarak, önce kulun icabeti, sonra Allah'ın icabeti gerçekleşmektedir. Ku­lun icabeti Allah'ın çağrısına uymak, Allah'ın icabeti de yapılan duayı kabul etmek şeklinde tecelli edecektir.

Şura/26'da, duaya icabetin diğer şartlarına da dikkat çekilmektedir. Baka­ra/l 86'daki "bana inansınlar" ifadesi, Şura/26'da da yer almaktadır. Aynı ayette "iyi amel" de şartlara ilave edilmektedir:

(İman eden ve iyi amel işleyenlere icabet eder). Demek ki, duaya icabetin şartlarından ikisi, iman ve iyi ameldir.

Kısaca diyebiliriz ki, samimi, alçakgönüllü, gizli, şirksiz, bilgiye dayalı olarak, iman edip iyi amel işleyerek ve Allah'ın çağrısına icabet ederek yapı­lan dua kabul edilecektir. Allah tarafından kabul edilen bir dua, insanın ha­yatında elbette büyük bir değişim meydana getirecektir. Bu değişimin ne ol­duğu ise ayetin sonunda bildirilmektedir:

(Umulur ki doğru yolu bulurlar).

Ayetin bu kısmında bulunan lealle (ummak) ve yerşüdûn (doğru yolu bul­mak, rüşde ermek) kelimelerini ele almakta yarar vardır.

Lealle ve aynı anlama gelen asa kelimeleri "ihtimal" bildirir. Kur'an'da insanla ilgili bir iş/amel konusunda öğüt verilirken çoğunlukla bu kelimeler kullanılır ve böylece, insanın davranışlarında kesinlik olmadığına, onlara ih-timalli bakmak gerektiğine işaret edilir. İnsanın düşünce ve eylemlerinde ke­sinlik değil, ümit/ihtimal söz konusudur.

Lealle ile asa kelimelerinin manalarının birbirine çok yakın olduğunu söyleyen İsfehani bu kelimeleri tama ve terecci (ihtimal ki, ola ki, belki ve ümit edilir ki) ile tefsir etmektetir. Lealle kelimesini, hırslı olmak ve meylet­mek manalarına gelen işfak kelimesiyle tefsir etmektedir.[70] Bu manalardan hareket edince "ihtimalin" Allah için değil, kullar için olduğu hükmüne varı­rız. Yüce Allah, inanmayı, ibadet etmeyi ve insanlara karşı iyi davranmayı emretmekte; ama insanın bu emirleri yerine getirmesi de, getirmemesi de ih­timal dahilindedir.

"İhtimal" kavramını "ilke" haline getirerek eğitime uyarladığımız zaman, eğitimin gücü meselesi ortaya çıkar. Eğitim sihirli bir değnek değildir ki bü­tün insanları mükemmel hale getirsin. Eğer eğitim her şeyi yapabilecek güç­te olsaydı, Kur'an'da "ihtimal" ve "ümit" kavramları kullanılmazdı. Din eği­timcileri için, insanların iman etmeleri, doğru yola gelmeleri ihtimal dahilin­de olduğudan, eğitimde "ihtimal ilkesi"nin varlığından bahsediyoruz. İşte eğitim faaliyeti bu ihtimalin peşine düşüp, onu yakalama gayreti içinde ol­malıdır. İhtimal ilkesinin geçerli olduğu alanları şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Hidayette ihtimal

Yol göstermek, işaret etmek, aydınlatmak ve idare etmek manalarına ge­len hidayet kavramı, bazen lealle, bazen de asa kelimeleriyle beraber kulla­nılmaktadır:

(Hani biz Musa'ya doğru yolu bulursunuz ümi­diyle kitabı ve furkanı vermiştik). [Bakara/53]

Ayette bulunan ilkeleri Bakara/53'ün tefsirinde ele aldığımız için burada tekrar etmeyeceğiz. Burada önemli olan, Hz. Musa'ya Yüce Allah'ın gönder­miş olduğu kitap ve furkanın, insanların doğru yola gelme ümidini gerçek­leştirme amacını takip ettiğinin bilinmesidir. İlahî kitaba muhatap olan bütün insanların doğru yola geleceği kesin değildir. Bu nedenle din eğitimi, ihtimal peşinde koşmak ve yakalamak için gayret sarfetmek durumundadır.

Ayette kasdedilen kimselerin Hz. Musa'nın kavmi olduğu anlaşılıyor. Bir toplumun tümünün ilahî mesaja olumlu tepki gösterecekleri düşünülmemeli­dir; ne kadarının ve hangilerinin olumlu tepki gösterecekleri bilinemez. Bu nedenle ihtimalli davranmak zorunluluğu vardır. Kehf/24'te de asa kelimesi kullanılarak, ihtimale dikkat çekilmektedir:

("Rabbimin, beni bundan daha doğru bir bilgiye ulaştıracağını umarım" de!)

Ayette, kulun, Allah'tan beklediği bir şey hakkında, nasıl konuşması ge­rektiği öğretilmektedir. Allah'tan doğru bir bilgi beklerken, "ümit" ya da "ih­timal" denen ağaca su vermek gerekiyor. Buradaki ümit, ya da ihtimal, kulun ginlünden ilahî aleme uzanan bir iletişim kanalıdır.

2. Düşüncede ihtimal

Kur'an'ın gönderiliş nedenlerinden biri ve en önemlisi doğru düşünme alışkanlığını insanlara kazandırmaktır. Düşünceyi harekete geçirmek, dünya­yı onun ürünleriyle zenginleştirip süslemek, İslâm dininin en önemli amacı­dır. Yüce Allah, buna pek çok ayette dikkat çekmiştir. Mesela Nahl/44 ayeti, kitapla, yani ilahî öğretimle düşünce arasındaki ilişkinin ihtimal boyutuna dikkat çekmektedir:

Biz, o peygamberleri mucizelerle ve kitaplarla gönderdik, ve biz sana da bu uyarıcı kitabı indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara anlatasm; olur ki dü­şünürler.

Ayette geçen "tefekkür" kavramı, derinden düşünmeyi ifade etmektedir. Emirler, tavsiyeler ve öğretilen her şey insanı düşündürücü nitelikte olmalıdır.

3. Takvada ihtimal

Uygulanan eğitimin hedeflerinden biri de ruh olgunluğuna sahip insan ye­tiştirmektir. Başkasımn müdahalesi olmadan kendi iradesi ile kötülüklerden, yanlıştan ve Allah'a karşı gelmekten kendini koruyan insan yetiştirmek, din eğitiminin amacı olmakla beraber, bu hedefe ulaşılacağı da kesin değil, ihti­mal dahilindedir.

Mü'minleri takva'ya ulaştırmak Kur'an eğitimiyle mümkün olur. Kur'an'sız bir din eğitimi, bu ihtimali de ortadan kaldırmaktadır. Onun için­dir ki Yüce Allah, En'am/51'de, Hz. Peygamber'e, mü'minleri Kur'an'la eğit­mesini emretmektedir:

Rableri huzurunda toplanacaklarından korkanları, sen Kur'an ile uyar ki, on­ların Rablerinden başka ne bir dostu ne de bir şefaatçisi vardır. Umulur ki sa­kınırlar.

Ayetin sonunda yer alan "umulur ki sakınırlar" ifadesi, muttaki olmanın ihtimal dahilinde olduğuna işaret etmektedir.

4. Dönüşte ihtimal

Gidilen yolun yanlışlığını gösterip insanları Allah'ın yoluna döndürmek de din eğitiminin amaçlan arasında yer almaktadır.

İnsanın yanlıştan doğruya dönmesinde ilahî bir baskı yoktur. Kulun irade­sine kalan bir eylem ise ihtimal alanına girmektedir. A'raf/174 ayetine dikkat edildiğinde, ilahî eğitim karşısında kulun seçme ihtimalinin nasıl bir konum taşıdığı anlaşılır:

(İşte biz ayetleri böyle açıklıyoruz, artık umulur ki dönerler).

Ayette yer alan "umulur ki dönerler" ifadesi, eğitimin sadece insana bir şeyler veren, onu zenginleştiren ve geliştiren bir faaliyet olmasının yanısıra, bozuk olanların da ıslah edilmesine yarayan bir faaliyet olduğuna işaret et­mektedir. "Dönmek" kötüden iyiye geçiş olduğu için, özünde ıslahatı, yani düzeltmeyi de taşımaktadır.

Ahlâkî ve ilmî değerleri nesilden nesile aktarıp eğitim yapmanın amacı da bu dönüştür. Hz. İbrahim'in bu şekilde bir eğitim yaptığına işaret edilmektedir: (Bu sözü, ardından gelecek nesillere devamlı ka­lacak bir miras olarak bıraktı ki, insanlar dönsünler). [Zuhruf/28]

Kültürel değerleri nesilden nesile aktarma faaliyetiyle sosyolojik görevi­ni yerine getirecek olan eğitim, insanların bu kültürden istifade ederek yan­lışlarından dönmelerini amaç edinmelidir.

A'raf/168'de de, iyi ve kötünün imtihan konusu olması ve imtihandaki ih­timale dikkat çekilmektedir:

Onları yeryüzünde topluluklara ayırdık. Onlardan kimi iyi kişilerdi, kimi de alçak. Belki dönerler diye iyilik ve kötülüklerle onları imtihan ettik.

İyi veya kötü kimsenin değişmeyeceğine dair bir kural yoktur. İyinin kö­tü, kötünün iyi olma ihtimali her zaman vardır. Kötülük insanın kaderi değil­dir. Onun için Yüce Allah kötü insanları da imtihana tabi tutarak ıslah olma­larına fırsat tanımaktadır.

5. Kurtuluşta ihtimal

Kur'an insanların kurtuluşa ermesini de ihtimal ilkesine bağlamaktadır:

Pek çok ayette "Umulur ki kurtuluşa erersiniz" buyurulmaktadır. Âl-i İm-ran/200'de kurtuluşa götürecek davranışlar sıralanmakta ve neticesinde kur­tuluş ihtimale bağlanmaktadır:

Ey iman edenler! Sabredin ve sabırda birbirinizle yansın, gerekeni yapmaya hazır olun ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyun ki kurtuluşa eresiniz.

Ayette sabır, sabırda yarış, Allah'a bağlanma ve takva, kurtuluşa giden yo­lun basamaklarını oluşturmaktadır.

Nur/31 'de ahlâkî bir hatadan sonra tevbe etmenin, kurtuluşa sebep olma ihtimali vurgulanmaktadır.

Maide/90 ve Âl-i İmran/130'da fert ve toplumların, kurtuluşa erme ümi­diyle kaçınmaları gereken yanlış hareketler bildirilmekte ve onlardan kaçın­manın önemi hatırlatılmaktadır.

6. Duanın kabulünde ihtimal

Sizden de, Allah'tan başka taptıklarınızdan da uzaklaşıyor ve Rabbime yalva­rıyorum. İhtimal ki, Rabbime dua etmekle bedbaht olmam. [Meryem/48]

Bir peygamber olan Hz. İbrahim bile duasının kesin olarak kabul edilece­ği düşüncesinde olmadığı halde, sıradan insanların böyle bir düşünceye sahip olmaları asla uygun olmaz. Bu nedenle duanın kabulü konusunda ümit için­de olmak gerekir.

7. Afta ihtimal

İnsan işlediği suç ve günahın Allah tarafından affedileceği ümidini asla yitirmemelidir. Şirk dışında her günahın affedilme ihtimali vardır. Kur'an bu konuda insanların kötümser olmalarını önlemeye çalışmaktadır. Çünkü af ümidini yitirmek, daha çok günah işlemeye sebep olur. Kur'an, affedilme ih­timal ve ümidini yaşatarak, insanların hayata daha iyimser bir şekilde bak­malarım temin etmek ve kötümserliğin zararlarını gidermek için daima Al­lah'ın affına ve merhametine vurgu yapmakta; ancak, affın kesin değil ihti­mal dahilinde bulunduğuna işaret etmektedir:

Ey iman edenler! Allah'a samimi olarak tevbe edin, umulur ki Rabbiniz kötü­lüklerinizi örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetine koyar. [Tahrim/8]

Ayette yer alan asa kelimesi, tevbeden sonra günahların örtülmesinin ih­timal dahilinde olduğuna işaret etmektedir.

8. Değerlendirmede ihtimal

İnsanın, kendisi ve başkaları hakkında yapacağı değerlendirmelerde hata yapma ihtimali vardır. Yüce Allah Bakara/216'da bu hususta şöyle buyur­maktadır:

Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı oldu­ğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.

Sözün özü, her konuda ihtimal ve ümit söz konusudur. İlahî eğitim, amaç­larına doğru yol alırken, hemen yanıbaşında ihtimal ve ümide yer verir. Eği­tilen varlık irade, seçme ve düşünme hürriyetine sahip olan insan olunca, bu ihtimal ve ümit, zorunlu olarak kendine yer bulmaktadır. İhtimal ve ümit ka­ramsarlığın düşmanıdır. İkisi de, hayata daha iyimser bir gözle bakmanın vazgeçilmez unsurlarıdır.

Ümit ve ihtimal için Mevlana şöyle diyor:

Çünkü bütün işler ümitle başanlır. Sen de din işini daha üstün tut, onu seç de kurtuluşa er. Burada ümitten başka bir şeyle kapının açılmasına izin yoktur. Allah doğruyu daha iyi bilir.

İnsanların boyunları, çalışıp çabalamaktan iğ gibi incelse bile gene insanı her çeşit sanata çağıran ümittir.[71]

Mevlana, başarıyı, kurtuluşu ve harekete geçiren gücü, ümide bağlamak­tadır. Gücünü bir işi becerebilmek için son damlasına kadar harcayan insan­lar bile ümidi elden bırakmamalıdırlar.

Bakara/l86'nın sonundaki 'ihtimal' kelimesi, insanın davranışlanndaki değişikenliğe dikkat çekmektedir. Bakara/186 ayetinin son kelimesi olan yer-şudûn kelimesinin kökü -fiil kalıbında- raşede'dk. Bu kelime doğru yol üze­rinde olmak, doğru istikameti takip etmek, iyi irşad edilmiş olmak, yoldan çıkmamak, doğru imana sahip olmak, gerçek inanıcı olmak, anlayışlı olmak, olgun olmak, iyi yetişmiş olmak, doğru yola götürmek, iyi rehberlik yapmak manalarına gelmektedir.

Rüşd kalıbından alınınca, eylemlerin doğruluğu, ilişkilerin mükemmelli­ği, akıl, iyi muhakeme, şuur ve zihin olgunluğu anlamlarını ifade etmektedir.

İrşad kalıbından doğru yolu göstermek, öğretmek manasına gelir.

Dinî görevlerini yerine getirme ve malını kontrol edebilme çağı dediğimiz "reşit olma" ifadesi bundan türemiştir.

Delil, öğreten, yol gösteren, rehberlik yapan anlamındaki mürşid kavramı da bu kelimeden gelmektedir. [72]

 

Rüşd Kavramın Kur'an'daki Manaları:

 

1. Doğru

Raşede kavramı, rüşd kalıbında alındığında, doğru manasına gelmektedir:

(Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır). [Baka­ra/256]

Bu ayetteki rüşd kavramına, Zemahşeri ve Kadı Beydavi iman; Hazin hak ve iman; Nesefi iman; İbn Abbas iman ve hak manasını vermektedirler.

Yüce Allah dinde zorlamanın olmadığını, çünkü doğru ile yanlışın birbirinden aynldığını söylemektedir. Böylece, rüşd'ün yani doğrunun olduğu yerde zorlamanın kendiliğinden kalkacağı gerçeğine dikkat çekilmektedir. Zorlama, rüşd/doğrunun olmadığı ortamlarda hayat bulmaktadır.

2. Doğru yol

Rüşd kalıbından alındığında "doğru yol" manasına gelmektedir: Doğru yolu görseler, onu yol edinmezler. [A'raf/146]

Rüşd'ün birinci manası olan doğru/hakikat, insan hayatına girince ve sos­yal hayatla karışınca, insanı mutluluğa, kurtuluş ve kemale getüren bir yol hüviyetini kazanmaktadır.

Cin/2'de de aynı manaya gelmektedir:

Gerçekten biz, doğru yola ileten ilginç bir Kur'an dinledik.

Demek ki rüşd, Kur'an'ın iletmiş olduğu yol manasına gelmektedir. Taş­larını Kur'an ayetlerinin oluşturduğu Allah'a giden yolun adıdır.

3. Bilgi

Kehf/66'da geçen rüşd kavramı bilgi anlamına gelmektedir:

Musa ona, "Sana öğretilenden, bana doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tabi olayım" dedi.

Bilgi ışık olduğu için, doğru yola götürmektedir. Kur'an da ilahî bilgi ol­duğundan doğru yola götürür. Bilginin olmadığı yerde doğru, doğrunun ol­madığı yerde de doğru yol teşekkül edemez.

4. Fayda

Raşeden kalıbından alındığında, "fayda" manasını ifade etmektedir:

De ki: "Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim". [Cin/21]

Doğrunun, bilginin ve doğru yolun neticesi faydadır. Öyleyse, bu ayette­ki raşeda kalıbı daha öncekilerin ürününü ifade etmektedir.

5. Aklı başında olmak

Rüşd aslında akıl manasına gelmektedir. Reşid kalıbında alındığında "ak­lı başında" olmayı ifade eder. Hud/78'de olduğu gibi kişiye sıfat olduğunda, aklı başında olan kişi anlamına gelmektedir. Aslında Hucurat/7'de de "aklı başında" manasını ifade etmektedir.

Aklı başında olan kimse Hucurat/7'de Allah'ın imanı sevdirip gönüllerine süslediği, inkarı, fışkı ve isyanı çirkin gösterdiği kişi şeklinde tanımlanmak­tadır. Raşid (aklı başında kimse) ile, beyni ile kalbini birleştiren ve toplum­sal hayatı tahrip eden bozgunculuk ve isyandan uzak kalan kişi kastedilmek­tedir.

Buluğ çağına eren gence "reşid oldu" denir; bu da, aklı başına geldi de­mektir. Böylece reşid kavramı, biyolojik ve zihnî gelişmenin çakıştığı nokta­yı belirlemektedir.

6. Doğru yola yöneltmek

Rüşd kavramı Kehf/17'de, "yol gösterici" manasına gelen mürşid kalıbın­da gelmektedir:

(Allah kimi hidayetten mahrum ederse, artık onu doğruya yöneltecek bir dost bulamazsın).

Bu ayette mürşid kavramı, veli kavramı ile beraber gelmiştir. Bir taraftan veli kelimesine açıklık getiren bu ayet; diğer taraftan da kimin irşad edeceği­ni beyan etmektedir. Veli, rehberlik edip doğru yola ulaştıran kişidir. Bütün bu manalardan sonra Bakara/186 ayetine dönersek, şu neticeye ulaşmamız mümkündür: Allah'ın çağırışına uyan ve O'na inanan insanın, doğruyu yaka­laması, doğru yola girmesi ve yaptığı duanın faydasını görmesi muhtemeldir. O, bu ümidi takip etmelidir. "Akıl" manası ile rüşdün, doğuştan gelen bir bo­yuta sahip olmasının yanısıra; fayda, doğru yol ve doğru yola yöneltmek, ol­gunluğu elde etmek manası ile de, eğitime bağlı olarak sonradan kazanıldı­ğını bu ayetlerden öğreniyoruz. İnsanları doğru yola iletecek bir olgunluğa erişmek, uzun bir eğitim ve öğretimden geçmeyi zorunlu kılmaktadır.

Bakara/186 ayeti, soru ile başlamakta, doğruya nasıl ulaşılabileceğini be­yan ile bitmektedir. Soru sormayan, sorgulamayan insanların doğruyu bula­mayacağına da işaret etmektedir. Hz. Peygamber'e Allah hakkında soru so­ranlara Yüce Allah cevap vererek açıklamalar yapmakta, kullarına yakın ol­duğunu, dualarına icabet edeceğini bildirmekte ve onların da kendisine ica­bet etmelerini ve inanmalarım istemektedir. Yüce Allah bu cevabı ile, insan­lara sorulan cevapsız bırakmamaları gerektiğini de öğretmektedir.

Allah Teala bu ayetteki açıklamalarıyla, kullarının aklına rehberlik yapa­rak, problemlerin üstesinden nasıl geleceklerini de öğretmektedir. Demek ki, insanlar Hz. Peygamber'e Allah hakkında soru sormasalardı bu ayet nazil ol­mayacaktı. Soru sorulmayan yerde, gelişme, yenilenme yok demektir.

Eğitimciler, sorulan sualleri, Kur'an'dan ve aklın semasından alacağı ışık­larla cevaplandırmak mecburiyetindedir. Soru sormayan beyinler, bu ışıktan mahrum kalacaklardır. [73]

 

Oruç Hakkında Hükümler

 

187. Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kı-lıridı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer el­bisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tevbenizi kabul edip bağışladı. Artık Ramazan gecelerinde hanımlarınıza yaklaşın ve Allah'ın sizin için takdir ettikle­rini isteyin. Sabahın beyaz ipliği siyah ipliğinden ayırt edi­linceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu ta­mamlayın. Mescitlerde itikafa çekilmiş olduğunuz zaman­larda kadınlarla birleşmeyin. Bunlar Allah'ın koyduğu sı­nırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın. İşte böylece Al­lah ayetlerini insanlara açıklar. Umulur ki korunurlar.

Bu ayette oruçlu ve itikafta iken cinsel ilişki konusu ele alınmakta ve şu hükümler vazedilmektedir:

1. Oruç gecesinde cinsel ilişki helaldir.

Cinsel ilişkiyi ifade eden refes kavramının aslı, cinsel temas ile ilgili söz veya genel manada kötü söz söylemektir. Ahfeş refes kelimesini açıklarken "Birbirinize katılmış, karışmışken" [Nisa/21] ifadesine dikkat çekmektedir.

2. Kadın ile erkeğin birbirinin elbisesi olduğuna dikkat çeken ayetin ikin­ci kısmı, psikolojik elbiseye işaret etmektedir.

Ayette elbise, libas kelimesiyle ifade edilmektedir. Kur'an'da birkaç çeşit elbise vardır:

a. Avret yerlerini örten elbise

Ey Ademoğullan! Size ayıp yerlerinizi örtecek giysiyi ve süslenecek elbiseyi indirdik. [A'raf/26]

Buradaki nezzele (indirmek) ifadesi, ihsan etmek, bahşetmek anlamına gelir ki bu, elbise yapmayı öğretmektir. Bazı müfessirler, buradaki nezzele (indirmek) ibaresini, icat etmek manasına gelen yaratma şeklinde yorumla­mışlardır.

Elbise, soğuktan korumasının ve avret yerlerini örtmesinin yanısıra, bir süstür.

b. Takva elbisesi

Bir de insanı kötülükten, şeytandan ve yanlış davranışlardan koruyan tak­va elbisesi vardır. Takva elbisesi, insanın iç alemini örten bilinç, iman, so­rumluluk ve korunma duygularının müştereken meydana getirdikleri manevî bir elbisedir. Takva elbisesinin, giyilen elbiseden daha üstün olduğunu söyle­yen Yüce Allah, insanın kıyafetine göre değerlendirilemeyeceğini, önemli olanın takva elbisesi olduğunu vurgulamaktadır. Dış örtülü, iç çıplak olabilir. İçteki niyet, şuur ve irade kumaşından oluşan takva elbisesi, gerçek elbisedir. Haya, utanma, Allah'tan çekinme gibi insanın insan olmasını temin eden ma­nevî değerler, bu takva elbisesini meydana getirmektedir. Biz buna haya, if­fet elbisesi de diyebiliriz.

c. Açlık ve korku elbisesi İnsanların yapıp-ettikleri yanlış şeyleri bazen Yüce Allah manevî bir elbise olarak topluma giydirir. Demek ki, insanlar yaptıkları amelleri elbise ola­rak giymektedirler. Nahl/112'de bu elbiselere Yüce Allah "açlık ve korku el­bisesi" adım vermektedir:

İşte Allah bir örnek veriyor: Güvenlik ve refah içinde bir şehir toplumuna rız­kı her taraftan bolca geliyordu. Halk Allah'ın rızkına karşı nankörlük etti. Bu­nun üzerine Allah da onlara yapageldiklerinden ötürü açlık ve korku elbisesi­ni tattırdı.

Ayetteki "elbise" kavramı, toplumu her tarafından kuşatan felaket anlamı­na gelmektedir. Nankörlük, açlık ve korku elbisesine dönüşerek toplumu ku­şatmaktadır.

Bu elbiseyi, meydana getiren, ekonomik, sosyal ve psikolojik oluşumlar­dır. Nankörlük bu elbisenin psikolojik; nimetler ekonomik, toplumun başına gelen felaket de sosyolojik boyutlarını teşkil etmektedir.

d. Gece elbisesi

Yüce Allah "Ve geceyi elbise yaptık" [Nebe/10] buyurmaktadır. Mecazî anlamda gece, insanları sarıp kuşatmakta; bir elbise gibi herşeyi örtmektedir.

e. Cennet elbisesi

İnsanların bu dünyada yaptıkları iyi ameller, ahirette mü'minlerin giyece­ği ipek elbiseye dönüşecektir:

Onların ödülü, içine girecekleri Adn cennetidir. Orada altın bilezikler ve inci­lerle süslenirler. Orada elbiseleri de ipektir. [Fatır/33]

Nankörlüğün açlık ve korku elbisesine dönüşmesi gibi, iyi ameller de ahi­rette ipek elbiselere dönüşecektir.

f. Cinsel elbise

Bakara/l 87'de kasdedilen elbise, cinsel içgüdüyü koruma altma alan ni­kah elbisesidir. Onun içindir ki Yüce Allah kadını erkeğin, erkeği de kadının elbisesi olarak nitelendirmektedir. Onlar birbirlerinin cinsel iç güdülerini kontrol altına almakta ve yanlış bir cinsel davranışta bulunmalarını önlemek­tedirler. Bu açıdan birbirlerinin elbisesi olmaktadırlar.

Ayetin bu kısmı, erkeğin kadın için, kadının da erkek için aynı görevi yük­lendiklerine ve bu görevi eşit olarak yerine getirdiklerine işaret etmektedir. Bu görevlerini, oruçlu oldukları anların dışında yerine getirebilirler. Çünkü cinsel içgüdünün çıplak kalması tehlikelidir. Cinsel içgüdü, çıplak elektrik kablosuna benzer, dokunanı yakabilir. Elektrik kablosu için plastik koruyucu ne ise, kadın ve erkek için nikah da odur.

g. Zırh

Libas kavramından türeyen lebus kelimesi, 'zırh' anlamına gelmektedir:

(Biz ona, sizin için muharebenin şiddetinden sizi koruyacak, zırh yapma sanatını öğrettik). [Enbiya/80]

Zırh, savaşta insanın vücudunu oklara ve kılıç darbelerine karşı koruduğu gibi, takva elbisesi de insanı kötü etkilerin darbesinden korur. Kadın erkeği, erkek de kadını cinsel içgüdünün darbelerinden korudukları için ayette bu isimle vasıflandırılmışlardır. Demek ki, zırh, elbise ve takva elbisesi, koruyu­culuk manasında buluşmaktadır.

Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki, eğitim insanı sosyal, şeytanî ve nefsî etkilerden korumalıdır. Bu faaliyeti ile eğitim, zırh görevi yapmaktadır. Ahlakî erdemleri insanların gönlüne elbise gibi giydirirken, bilgi ve düşünce ile de insanın beynini silahlandırmaktadır. Beyne ve gönle giydirilen bu zırh­lar, onu nefse karşı korur.

3. İnsan kendine ihanet edebilir

Allah, sizin kendinize ihanet ettiğinizi bildi. [Bakara/187]

Ayetten, insanın kendine ihanet edebildiği anlaşılmaktadır. İhanet kelime­si vefasız, sadakatsiz, vatan haini, güvenilmez, sahtekar, yalancı, emanete ihanet etmek, ele vermek, sırrı ifşa etmek, hilekarlık, aldatmak, eşini aldat­mak, oynatmak, terketmek manalarına gelmektedir.

Kur'an'ın muhtelif ayetlerinde yer alan bu kelime, çeşitli ihanetler için kullanılmaktadır:

a. İnsanın kendine ihaneti

İki ayette, kendine ihanet eden insanlardan bahsedildiğine şahit olmakta­yız. Birisi tefsirini yapmakta olduğumuz ayettir. Buradaki ihanet ile, oruç ge­celerinde hanımlarına yaklaşma izni verilmeseydi, müslümanlann cimada bulunacakları ve böylece kendilerine ihanet etmiş olacakları kasdedilmekte-dir. Allah bunu bildiği için, önceden bu izni vererek, geceleri cinsel ilişkiyi serbest bırakmıştır. Bazı müslümanlar bu kuralı çiğnemiş olabilir. Onun için ayetin devamında tevbe ve af yer almaktadır.

İnsanın kendine ihanet etmesine başka bir açıdan da bakabiliriz. İnsanın manevî aleminde bir devlet nizamı vardır. Bu devletin başı akıl, yardımcıla­rı irade ve sadakattir. Nefis, yani cinsel içgüdünün bunlara isyan ederek, in­sanın davranışlarım yönlendirmesi bir ihanettir. Zina bu ihanetin eseridir. Oruçlu iken, hanımı ile cinsel ilişkiye girmek de bir ihanettir ve bu ihanet cinsel içgüdünün teşvikiyle gerçekleştirilmektedir. Yüce Allah, ramazan ayı­nın gecelerinde cinsellikten uzak durmanın doğru olmadığım söyleyerek, kendilerine ihanet etmemeleri için kullarına bir çıkış kapısı göstermektedir. Çünkü geceli-gündüzlü bir ay cinsellikten uzaklaşma zorunluluğunun, ihane­te sebep olacağı ortadadır. Bunu bilen Allah, geceleri cinsel ilişkiye müsaade etmiştir. "Kendilerine ihanet edenler" ifadesi Nisa/l 07'de de geçmektedir. Nisa/l 08'de ihanetin ne olduğunu tanımlanmaktadır. İnsanlardan çekindiği halde Allah'tan çekinmeyenler, geceleri entrikalar çevirmek için toplananlar ve devamlı günah işleyenler, aslında kendi kendilerine ihanet etmektedirler. Çünkü bu insanlar, Allah nazanndaki değerlerini düşürmüş, kendilerini Al­lah'ın mükafatından uzaklaştırmış ve kendilerini cezaya duçar etmişlerdir.

b. Allah'a ihanet edebilir İnsanoğlu Allah'a ihanet etmiştir:

(Onlar zaten daha önce Allah'a hainlik etmişlerdi). [En-fal/71]

Allah'a ihanet ne manaya gelmektedir? Elest bezminde Allah'ın varlığını kabullendikleri halde, inkar etmeleri, verdikleri söze vefasızlık göstermeleri bir ihanettir

Andolsun ki, bizi bundan kurtarırsan mutlaka şükredenler olacağız" diye Al­lah'a yalvarırlar. [Yunus/22]

Bu yalvarışlarından sonra, şükretmemeleri bir ihanettir. Yine Yunus/l 2'de başına gelen beladan dolayı Allah'a yalyardığı halde, beladan kurtarılınca, hiç Allah'a yalvarmamış gibi çekip gitmek de bir ihanettir. Diğer taraftan En-fal/27'de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Ey iman edenler! Allah'a ve Peygamberine ihanet etmeyin! Bu ayet, müslümanın bile Allah'a ihanet etme ihtimaline işaret etmektedir.

c. Peygamber'e ihanet

Yüce Allah, Peygamber'e de ihanet edilebileceği ihtimaline işaret etmek­tedir. Enfal/27'de, müslümanlardan, Peygamber'e ihanet etmemeleri isten­mektedir. Diğer taraftan Enfal/71'de, inanmayanların Peygamber'e ihanet et­me isteklerinden bahsedilmektedir.

d. Toplumların birbirine ihaneti

Toplumlar arası antlaşmalara sadakatsizlik de bir ihanettir. Yüce Allah bu toplumsal ihaneti Enfal/58'de ele almaktadır:

Bir kavmin hainlik yapmasından korkarsan, sen de buna karşılık antlaşmayı bozduğunu kendilerine bildir.

Demek ki, devletler arası antlaşmaları tek taraflı bozmak ihanet kavramı­nın kapsamına girmektedir.

e. Eşlerin birbirine ihaneti

Nikahlanan çiftler, bir antlaşma yapmışlardır. Namuslu davrandıkları öl­çüde eşler antlaşmalarına sadakat gösteriyorlar demektir. Birinin sadakatsiz­lik yapması, ihanet olarak vasıflandınlmaktadır. Tahrim/10 ayeti bu ihanete dikkat çekmektedir:

Allah, inkar edenlere, Nuh'un karısı ile Lut'un karısını misal verdi. Bu iki ka­dın, kullarımızdan iki iyi kişinin nikahlan altındayken onlara ihanet ettiler. Ayetteki ihanet ile, sözkonusu kadınların zina ettikleri kasdedilmemiş; ko­calarının davalarına aykırı davranmaları, kafirlerle işbirliği yapmaları, kasde-dilmiş de olabilir.

f. Gözlerin ihaneti

Allah gözlerin ihanetini ve kalplerin gizlediğini bilir. [Gafîr/19] Bakışlar insanın içindeki fırtınaları dışarıya yansıtan kapılardır. Onlar hem dışa, hem de içe açılan kapılardır. Dış alemi beyne, kalptekileri de dışa­rıya yansıtırlar.

Yüce Allah, ihanet edenlere taraf olunmamasını istemekte [Nisa/105]; on­ları sevmediğini [Hac/38], doğru yola iletmeyeceğini [Yusuf/52] bildirmek­tedir. Kendilerine, Peygamber'e, Allah'a, insanlara, eşlerine ihanet edenler, Allah'ın sevgisini kaybetmektedirler. Allah'ın onları sevmemesi, onları ter-ketmesi anlamına gelir.

Kendine ihanet edenlerin, ne yapması gerektiği ayetin devamında beyan edilmektedir [Bakara/187].

4. Tevbeyi Allah kabul eder

Yanlış yaparak, Allah'a verdiği sözü yerine getirmeyerek, kendine ihanet edenlerin tevbe etmesi gerekir. İhanetten dönmek manasına gelen tevbe, el-betteki Allah tarafından kabul edilecektir:

(Tevbenizi kabul edip...)

(Ve sizi affetti).

Kötüden iyiye dönmek, yani tevbe etmek, Allah'ın affını harekete geçir­mektedir. Razi, Ebu Müslim'in, ayetteki tevbe ve affa. farklı mana verdiğini nakletmektedir. Buna göre Yüce Allah, Ramazan geceleri hanımı ile bir ara­ya gelme konusunda izin vermekle, kullarının hareket sahasını genişletmiş ve böylece onlara dönmüştür. A/kavramını da, bütün gece boyunca yeme-iç-meye ve cinsel ilişkide bulunmaya müsaade etmekle, Allah size genişlik ta­nımıştır şeklinde yorumlamıştır."[74]

Böylece Ebu Müslim, (fetabe aleyküm) ifadesine "Allah size yöneldi", (ve afa ankum) ifadesine de "size genişlik tanıdı" manala­rını vermiştir. Tevbeyi kabul etmek ve affetmek ile yönelmek ve genişlik ta­nımak hemen hemen aynı mananın iki ayrı boyutunu temsil etmektedirler. Tevbeyi kabul etmek yönelmek; affetmek de bir çıkış kapısı göstermek ma­nasına gelmektedir. Yani, Yüce Allah'ın kendilerine ihanet edenlere yönelme­si, bir çıkış kapısı göstererek onları affetmesi manasına gelmektedir.

5. Birleşme

Ayetin, (Şimdi onlarla bir araya gelin) kısmına gelince; daha ön­ce müslümanlar, cinsî münasebet yasağından dolayı sabredemiyor, cinsel ar­zularına uymakla sevaplarını azaltıyor ve böylece kendilerine ihanet ediyor­lardı. Bu ayetle, Ramazan gecelerinde cinsel ilişkiye müsaade verilmiş ve müslümanlar zor durumdan kurtarılmıştır.

Mübaşeret ve refes kelimeleri, cinsel ilişki manasında buluşmaktadır. Böylece Ramazan orucu, cinsel ilişki bakımından insanın hayatına bir disip­lin getirmekte ve insanın davranışlarının programını yapmaktadır.

6. Allah'ın yazması

(Allah'ın sizin için yazdığını isteyin).

Ayetteki "aramak" ve "Allah'ın yazdığı" ifadeleri konunun temelini oluş­turmaktadır. Alimlerin bir kısmı, "Allah'ın yazdığı" ifadesiyle kasdedilen şe­yin, çocuk; bir kısmı kadına arkadan (dübürden) değil, önden (fercten) yakla­şılması; bazıları cinsel ilişki; bazıları da eşlerle cinsel ilişki kurulması oldu­ğunu söylemişlerdir.[75]

Allah'ın, cinsel ilişki konusunda ne yazdığı Bakara/222'de beyan edilmiştir:

a. (Hanımlarınıza Allah'ın emrettiği şekilde yaklaşın).

İşte bu, Allah'ın yazdığıdır. Cinsel ilişkide Allah'ın emrettiği şekil, cinsel ilişkinin normal yoldan yapılmasıdır, yani kadına arkadan (dübürden) değil önden (fercten) yaklaşılmasıdır.

b. Ay hali sırasında kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendilerine yaklaşmayın). [Bakara/222]

"Allah'ın sizin için yazdığını arayın" ifadesiyle, hayız döneminde kadın­lardan uzak durmak, temizlendiklerinde onlarla temasta bulunmak kasdedil-miş olabilir. Cinsel ilişkide, ay hali ciddi bir engeldir ve Allah'ın yasaklan arasında yer almaktadır. Bu durumda, ayetteki 'arama' ya da 'isteme'ye, "dikkat edin" anlamını vermek mümkündür.

c. (Öyle ise toprağınızı dilediğiniz gibi işleyin). [Bakara/223]

Bu, dilediğiniz zaman hanımlarınıza yaklaşabilirsiniz anlamına gelir. Oruçlu iken cinsî münasebet yasağı ile bu ayet tahsis edilmiştir.

(Hanımları ve sahip oldukları cariyeler müstesna...) [Mü'-minun/6]

Yüce Allah insana kimleri yazmış ise onları araması zorunludur. Az önce zikrettiğimiz ayette kişinin, nikahı altmda olmayanı aramasının doğru olma­dığı vurgulanmaktadır.

e. Evliliğin bir amacı da, neslin devamıdır. Çocuk sahibi olmak da ilahî takdire dayanmaktadır. "Allah'ın yazdığı" ifadesiyle, çocuk kasdediliyorsa, "arayın" ifadesiyle de çocuk yapmak kasdedilmiş olur.

f. Oruç gecelerinde cinsel ilişkinin serbest bırakılması, Allah'ın yazdığı bir ruhsattır. Öyleyse ibareye "Bu ruhsatı arayın, ona dikkat edin" manasını vermek de mümkündür.

Netice olarak diyebiliriz ki, ramazan ayında cinsel davranış belli kuralla­ra bağlandığı halde, ramazan ayı dışında bir sınır getirilmemiştir. Kadının ay hali de, cinsel ilişkiye engeldir. Bu sınırların dikkate alınması zorunludur. Bir bakıma Yüce Allah, bu ayetleriyle cinsel eğitim yapmakta ve bu konuda do­ğa kanununa dikkat edilmesini istemektedir.

7. Günlük orucun başlangıcı ve sonu

Yüce Allah, orucun başlama ve bitiş zamanını da bildirmiştir:

Ve gecenin karanlığından tan yerinin aydınlığı fark edilinceye kadar yiyip içe­bilirsiniz.

Fecrin beyaz ipliği, siyah ipliğinden sizce ayırdedilinceye kadar ifadesin­den, bu anlamı çıkartmaktayız. Ayetteki "beyaz iplik" ve "siyah iplik" de­yimleri, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığını[76] ifade etmektedir.

Bundan şu sonuç çıkar: Ramazan ayının tesbiti ay takvimine göre yapıl­makta, günlük oruç ise güneşe göre belirlenmektedir. Orucun vakti, güneş doğarken başlar, güneş batarken biter. Ayetteki "beyaz iplik" ve "siyah iplik" deyimleri, güneşin doğmasından önceki fecir anını ifade etmektedir. Görül­düğü gibi güneşin hareketi günlük orucun; ayın durumu da aylık orucun tes­biti için ölçü teşkil etmektedir.

Güneşin çok geç battığı veya hiç batmadığı ülkelerde, oruç zamanı, ekva­tor bölgesindeki gece ve gündüzün uzunluğuna göre tesbit edilir. Kutup böl­geleri için de aynı durum geçerlidir. Gün 24 saat olarak kabul edilerek ikiye bölünür ve ona göre oruç tutulur. Doğu ülkelerinden birinde oruca başlayan kimse, akşama yakın uçağa binip batıya giderse, iftar vakti çok gecikir. Bu durum, yolcu için bir meşakkat meydana getireceğinden, orucu kazaya bırak­mak uygun olur. (Sonra orucu geceye kadar tamamlayın) ifa­desiyle, güneşin batması, oruç vaktinin sonu olarak gösterilmiştir.

Güneşin batımından sonra da devam eden aydınlık geceden sayılmaktadır. Bu ilkeden hareketle, sabahleyin güneşin doğumundan önceki aydınlık da gece­den sayılmalıdır. A'meş'in bu görüşü savunduğu Razi tarafından nakledilmekte­dir. Yine Razi, güneşin doğuşu ile oruca başlanacağım, güneşin batışı ile de oruçtan çıkılacağını savunan başka alimler de bulunduğunu ifade etmektedir.

Havanın devamlı sisli olduğu ülkelerde güneşin doğuş ve batış zamanıy-la ilgili olarak çıplak gözle karar vermek zordur. Zamanı belirleyen aletlerin icat edilmesiyle bu zorluklar ortadan kalkmıştır. Aletler, orucun başlangıç ve sonunu tesbit etmede daha hassastır. Ayrıca, aynı boylamda bulunan insanla­rın ortaklaşa hareketini sağlama bakımından da etkilidir.

8. İtikaf esnasında cinsel ilişki yoktur

Yüce Allah ayetin devamında şöyle demektedir:

Mescitlerde itikafa çekildiğiniz zaman kadınlarla birleşmeyin!

Ayetin başlangıç bölümünde oruç gecelerinde cinsel ilişkinin helal oldu­ğu bildirilmişti. Burada ise itikafa giren kimsenin, geceleri hammıyla cinsî münasebette bulunup bulunamayacağına açıklık getirilmektedir. Demek ki, itikafa giren kişiye, gece de cinsel ilişki haramdır.

Akefe kelimesinden türemiş itikaf bir işe devam etmek üzere yönelmek, bağlanmak, bir şeyin etrafında toplanıp birikmek, bir yerde ibadet niyetiyle kalmak, alıkoymak, menetmek; akkefe kalıbından eğmek, bükmek, saçı kıvır­mak, dizmek, işten menetmek; itikaf kalıbından insanlardan uzak bir yerde ibadet için kalmak manalarına gelmektedir. İtikaf kavramı Kur'an'da Allah'a ibadette veya günahta devamlılık manasına da gelmektedir ki, Allah'a ibadet anlamıyla olumlu; O'nun dışındaki varlıklara tapınmak anlamıyla olumsuz manaya sahiptr. [77]

 

İtikaf Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Tapınmak

A'raf/138'de "putlara tapınmak" manasına gelmektedir:

Ve İsrailoğullan'm denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus bir takım put­lara tapan bir kavme rastladılar...

Ayette fiil kalıbında, bir toplumun putlara tapınmasını ifade etmek için kullanılmaktadır. Buradaki tapınma, putlara aşırı derecede sevgi ile bağlanıp, bağlılıklarım izhar etmek anlamına gelmektedir. Putlara tapınmaya aralıksız devam ediyorlar demektir.

Taha/97'de de aynı manaya gelmektedir:

Ayrıca senin için kurtulamayacağın bir ceza günü var. Tapmakta olduğun tan­rına da bak!

Şuara/71'de abede ile akefe kelimesi bir arada kullanılmakta ve her ikisi de tapınmak manasını ifade etmektedir.

2. İkamet etmek, oturmak

Hacc/25'te, bir yerde devamlı olarak ikamet eden anlamında kullanılmak­tadır:

İnkar edenler, Allah'ın yolundan, yerli ve taşralı bütün insanlara eşit kıldığı­mız Mescid-i Haram'dan alıkoymaya kalkanlar, kim orada zulüm ile haktan sapmak isterse ona acı azaptan tattıracağımızı bilsinler.

Ayette itikaf kelimesi, akif kalıbında kullanılmaktadır. Bir yerde devamlı olarak oturan yerli halk anlamım ifade etmektedir. Afo/kavranıı, ibadette bu­lunmak için Mescid-i Haram'a gelen ve oradan ayrılmak istemeyen manası­na da gelmektedir.

3. Alıkoymak

Fetih/25'te bu anlamda yer almaktadır:

Onlar, inkar eden ve sizin Mescid-i Haram'ı ziyaretinizi ve bekletilen kurban­ların yerlerine ulaşmasmı menedenlerdir.

Ayette geçen ma'küfen kalıbındaki itikaf kavramı, alıkonulmuş, engellen­miş anlamına gelmektedir.

4. Çekilmek

Açıklamasını yapmakta olduğumuz Bakara/l 87'de, bir kenara çekilip zikir yapmak manasım ifade etmektedir. İnsanlardan kendini ayırıp tecrid ederek, yani soyutlayarak mescitte zikir ve benzeri ibadetleri yapmaya itikaf denir.

Ramazan ayı içinde, bazen diğer zamanlarda, mescidde itikafa girerek kendisini tamamen ibadet ve tefekküre vermek Hz. Peygamber'in bir uygu­laması idi. Hz. Peygamber'in tavsiyesiyle itikaf müslümanlar arasında da yaygınlaşmıştır.

Bize göre itikaf bu biçimiyle devam etmeli, müslümamn insanlardan ken­dini ayırarak ilmî araştırmalar yapması da bu kavramın kapsamına alınmalı­dır. Mescitlere çekilip ibadet, tefekkür ve zikir yapan insanlar ruhî eğitimi hayata geçirmiş olmaktadırlar.

Aslında bu ibadetin tarihi Hz. İbrahim'e kadar uzanmaktadır. Yüce Al­lah'ın Hz. İbrahim'e tavaf edenler, itikafa girenler, rüku ve secde edenler için Mescid-i Haram'ı temizlemesini emrettiği Bakara/l 25'te geçen akif kavramı ibadet edip tefekküre dalmak anlamına gelmektedir. Dünyevî işlerden, hatta hanımı ile cinsel ilişkiden kendini alıkoyarak ibadet etmek ve tefekküre dal­mak, ruhî olgunluğa eren kimsenin harcıdır. Ruhî olgunluğa eren kimse, ri­yakarlıktan uzak kalabilen, derinlemesine düşünebilen insandır. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, itikaf ruhî olgunluğa eren kimsenin uygulayabilece­ği bir eğitim metodudur. Hz. İbrahim döneminde halk da itikafa giriyordu. Bu uygulama Hz. Peygamber tarfmdan devam ettirilmiş ve müslümanlara da tavsiye edilmiştir.

Eski çağlarda itikaf, sahte tanrılara tapınma şeklinde de icra edilmiştir. Bu olumsuz manasıyla da uzun bir geçmişe sahiptir. Puta tapınma ile Allah'a iba­det etmeyi birbirinden ayıran niyettir. Demek ki, her ibadette olduğu gibi, iti-kafta da niyetin önemi büyüktür. Putlar için oruç tutulmaz, zekat verilmez, namaz kılınmaz, ama putlar için kurban kesilir ve itikafa girilir. O nedenle putlar için de yapılan ibadetlerde niyetin önemi iki kat daha artmaktadır.

Burada itikafa özel bir zaman tahsis edildiğini de görüyoruz:

Oruçsuz itikaf yoktur[78] hadisine göre, itikafa ancak Ramazan ayında gi­rilebilir. Ancak Bakara/l 25'te hac zamanında itikafa girilebilineceğinden bahsedilmektedir. Yukarıda zikredilen hadisle bu ayeti şu şekilde bağdaştır­mak mümkündür: Ramazan'ın dışında itikafa girecek olanlar, nafile olarak oruç da tutmalıdır. Böylece itikatla oruç bir araya gelir. Oruç itikaftaki derin­lemesine düşünceyi kolaylaştırır. Ayrıca, cinsel ilişkiden insanı alıkoyan tek ibadet oruçtur. Bu durumda itikafta cinsî münasebeti ortadan kaldıran da oruç olmaktadır. Yine, itikafta gece de cinsel ilişki yasaktır. Bu durum, itikaf ile orucu birbirinden ayıran bir özelliktir.

İtikaf için özel bir mekan söz konusu mudur? Bunun cevabını bir hadisle vermemiz mümkündür:

Cami ve mescitten başkasında itikaf yapılamaz.[79]

Bakara/l 25'te Mescid-i Haram'da itikaf yapıldığı beyan edilmektedir. Hz. Peygamber'in hadisini bu ayetle birleştirdiğimiz zaman, itikafın mescitlerde yapılması gerektiği görüşü öne çıkmaktadır. Böylece mescitler, namaz kılın­manın yaraşıra, itikafa girilen yerler de olmaktadır.

9. Allah'ın sınırlarına yaklaşılmaz

Bakara/l87'de ele alınan konular için "Allah'ın sınırlan" denmiştir:

(Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır. Sakın bu sınırlara yaklaşmayın).

Oruç gecelerinde hanımı ile cinsel ilişkide bulunmanın helal kılınması, oruçlu iken cinsel ilişkide bulunulmaması, kendine ihanet edenin tevbe etme­si, Allah'ın yazdığının aranması, güneş doğmadan önce oruca başlanıp güneş batmca iftar edilmesi, itikaf müddetince gece de cinsel ilişkide bulunulmaması Allah'ın sınırlarıdır. Bu sınırların farz olanlarını harama; haram olanlarını he­lale çevirmek üzere sınırlara tecavüz etmek için yaklaşmak yasaklanmaktadır. Hudud kelimesinin kökü olan hadde bilemek, sivriltmek, inceltmek, sertleştir­mek, sınır koymak, tehdit etmek, şeklini çizmek, ayırmak, hudutlarını çizmek, bağlamak, mani olmak, engel olmak, menetmek, alıkoymak, öfkeli ve kızgın olmak, muhalefet etmek, karşı koymak manalarına gelmektedir. Mana ile bir araya gelince açıklamak, ekinle bir araya gelince ekinin geç çıkması, "be" har­fi cerri ile kullanılınca tahrik etmek anlamlarını ifade etmektedir.

Heded kalıbında batıl, memnu, yasak; haddad kalıbında ise, demirci, ka­pıcı, hapishane bekçisi, hadid kalıbında demir manalarına gelmektedir. [80]

 

Hadid Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

1. Karşı koymak

Muhalefet etmek manasına gelen bu kavram genelde fiil kalıbında kulla­nılmaktadır:

Bümediler mi ki, kim Allah ve Resulüne karşı koyarsa elbette onun için, için­de ebedi kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu büyük riisvaylıktır. [Tev-be/63]

Hadid kelimesinin fiil kalıbından alman bu kavram, insanı ebedî cehen­neme götürecek ve büyük bir rüsvaylığa neden olacak karşı koymayı ifade etmektedir. Özünde demir manası olan bu kelime, mücadelenin, karşı koy­manın sertliğini ifade etmek için kullanılmaktadır. Mücadele/5'te Allah ve Peygamber'e karşı gelmeyi ifade etmektedir.

2.  Sınır

Bu anlamda, genellikle çoğul halde gelmekte; Allah'ın belirlediği sınırlar anlamını ifade etmektedir. Bakara/229 ve 230'da koca ve hanımı arasındaki ilişkilerde Allah'ın koyduğu sınırlar, yani hüküm ve emirler anlamına gel­mektedir.

Bu anlamda sosyal ilişkilerin sağlıklı yürümesi için herkesin hürriyet ve haklarının bir sının vardır ve kimse bu sının aşmamalıdır.

3. Emir

Tevbe/97'de Allah'ın kanunlan, Allah'ın emirleri anlamına gelmektedir:

(Allah'ın Resulüne indirdiği kanunlan tanı­mamaya daha yatkındır).

Cahil insanlar inkar, nifak ve Allah'ın emirlerini çiğnemeye daha yatkın­dırlar.

4. Keskin

Söz ve bakışın keskinliğini ifade ederken Yüce Allah bu kavramı kullan­maktadır:

Korku gidince, mala düşkünlük göstererek sizi sivri dilleri ile incitirler. [Ah-

zab/19]

Kaf/22'de gözün keskinliği anlamında kullanılmaktadır: aj££m£ii (Artık bugün gözün keskindir).

5. Demir

Kur'an'da hadid isminde bir sure vardır. Sebe/10'da demirin Hz. Davud'a yumuşatıldığından bahsedilmektedir. Zülkarneyn, neredeyse hiçbir sözü an­lamayan topluluğa Bana, demir kütleleri getirin [Kehf/96] demiştir. Bu ifa­dede de hadid kelimesi geçmektedir.

Demirle emir ve sınır arasında ne gibi bir bağlantı vardır? Allah'ın koydu­ğu sınır ve hükümler, verdiği emirler, demir gibi sert ve keskindirler. O emir­lerle mücadele etmek, onlara muhalefette bulunmak kafasını demire vurmak kadar mantıksız bir şeydir. Allah'ın koyduğu sınırlar demir gibi sağlamdır. O sınırlann ötesinde cehennem vardır. Demir gibi olan bu emir ve sınırlar, in­sanı ateşten korumaktadırlar. Bu emir ve hükümler insanı tehlikelerden ve kötü etkilerden koruyan zırhlan andırırlar. Zırhı delen mermi vücuda saplamr ve ölüme sebep olabilir. Demirden bir zırh olan ilahî hüküm ve emirleri delen nefis ve şeytanın vesveseleri de, insanı manevî ölüme ve cehenneme götürür. Allah'ın emirlerini delen her etki, insanın ruhuna ve yaşamına sapla­nan bir mermidir.

Emir ile demir, sağlamlık ve koruyuculuk manasında buluşmaktadırlar. Demiri bulmak ve ona şekil vermek medeniyeti getirdiği gibi, Allah'ın emir ve sınırlarını korumak da insanlığın manevî gelişimini temin edecektir. De­mire şekil vermek insanın hayatını kolaylaştırdığı gibi, demir gibi keskin ve sert olan ilahî emirler de insanlığı rahata ve mutluluğa götürecektir. Demirin maddî hayata yaptığını, emirler de sosyal ve manevî hayata yapacaktır. İşte onun içindir ki Kur'an, Allah'ın sınırlarına yaklaşılmamasını istemektedir. Bakara/l87'de "Bunlar Allah'ın koyduğu sınırlardır, sakın onlara yaklaşma­yın" buyurularak bu tehlike haber verilmektedir. Bu ayet, bırakın Allah'ın sı­nırlarını aşmayı, delmeyi ve çiğnemeyi, onlara yaklaşmayı bile yasaklamak­tadır. Yüce Allah'ın ibadetlerle ilgili koyduğu kurallar, sınırlar, hükümler de-linemez, görmemezlikten gelinemez ve hatta böyle bir kötü niyetle onlara yaklaşılamaz.

Allah'ın koyduğu sınırlara yaklaşılması, tecavüz edilmesi durumunda ne olacağı ayetin devamında beyan edilmektedir. Buna göre takva denen insa­nın manevî bağışıklık sistemi ortadan kalkar ve şifası olmayan manevî has­talığa yakalanılmış olur.

10. Amaç takvadır

Yüce Allah'ın yaklaşılmasını yasakladığı bu sınırlar insanları takvaya ulaştırma amacına yöneliktir:

İşte böylece Allah ayetlerini insanlara açıklar, umulur ki korunurlar.

Ayetin bu kısmında yer alan yubeyyinu (açıklar) ifadesi, eğitimin ana fa­aliyetine vurgu yapmaktadır. İnsanlara bir işi yaptırmak veya bir kötülükten uzaklaştırabilmek için, konunun anlaşılır bir şekilde açıklanması gerekir. Ko­nu net bir şekilde bilinmezse, istenilen davranışları üretmek zorlaşır. Onun için, Yüce Allah ayetleri derinlemesine açıkladığım, bununla da insanı takva­ya ulaştırmayı amaçladığını belirtmektedir.

Allah'ın sınırlan çiğnenirse, değiştirilirse, tecavüz edilirse takva oluşmaz. Komşunun tarlası ile kendi tarlası arasındaki sınıra tecavüz eden kimse kavgayı başlatmış olur. Allah ile kendi arasındaki sınırlara tecavüz eden kimse de, Allah ile kavga başlatmış olacaktır. Bu durum da takvayı ortadan kaldıra­cak ve insanın olgunlaşmasını engelleyecektir.

Kısaca diyebiliriz ki, Allah'ın sınırlarını korumak insanın kendi manevî yapışım korumak anlamına gelmektedir. [81]

 

Haram Yemek:

 

188. Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Ken­diniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını ha­ram yollarla yemeniz için o malları hakimlere vermeyin.

Batıl, rüşvet ve ism kavramları, ayetin eksenini teşkil etmektedir.

Batıl yok olan, kaybolup giden manasına gelmektedir. Bu ayette "haksız yere" anlamına gelmektedir. Kısımlara ayırarak ayetin açıklamasını şöyle ya­pabiliriz:

1. (Mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin).

Ayetteki 'yemek' tabiri, genel manada alınmalıdır. Sadece yenecek şeyle­ri değil, haksız elde edilen bütün ekonomik değerleri ifade etmektedir. Bey-nekum ifadesi ise, kişiler arasında cereyan eden ekonomik menfaatlerin elde edilişine işaret etmektedir.

Batıl kelimesini, başka ayetlerde geçen farklı kelimelerle açıklamamız mümkündür: "Yetimlerin mallarını zulmederek yemeyin" [Nisa/10] ayetinde-ki zulm kelimesi, Bakara/l 88'de batıl olarak yer almaktadır. Bir malı zulm ile yemekle, batıl yere yemek aym manayı ifade etmektedir. Her ikisine de "hak­sız yere" şeklinde karşılık vermek mümkündür.

Batıl kelimesini, Âl-i İmran/130'da geçen "kat kat faiz" kavramı ile tef­sir etmek de mümkündür. Ticaretin, faiz vasıtasıyla batıl hale getirilmesi olasıdır. Çünkü faiz, haksız bir kazanç olduğu için batıl kavramına denk düşmektedir.

Batıl kelimesine, "nzasız" manasını da vermek mümkündür. Nisa/29'a göre, nzasız alış-veriş batıldır. Yine batıl kelimesine, işçinin emeği sömü-rülerek elde edilen kazanç manasını da vermemiz mümkündür. Nahl/7rde, emeğin hakkını ödememenin ne anlama geldiğine açıklık ge­tirilmektedir:

Bol nzık verilenler, nzıklannı ellerinin altındakilere verip de kendilerini on­lara eşit kılmazlar.

İstihdam edilen işçinin emeğinin karşılığını vermemek, toplumda eşitsiz­lik meydana getirmektedir. Demek ki emeğin karşılığı ödenmeden kazanılan batıl servet, toplumun dengelerini bozmaktadır.

2. (Ve mallan, hakimlere aktarmayın).

Aslında, ayetin bu kısmı birinci kısımda yer alan batıl kavramını açıkla­maktadır. Batıl, hakimlere rüşvet yedirerek elde edilen haksız kazançtır. De­mek ki rüşvet ile elde edilecek kazanç haramdır. Delv kelimesi, aslında ko­vayı kuyuya sarkıtmak manasına gelmektedir:

Kovayı kuyuya sarkıttı. [Yusuf/19]

Yüce Allah, hakimlere rüşvet vermeyi, kuyuya kova sarkıtmakla eş tut­maktadır.

Kova, uzakta olan suyu yakına getirmektedir. Rüşvet de insana kendisi­nin olmayan bir değeri getirmekte ve haksız kazanç temin etmektedir. Kova kuyuya salınarak su çıkanlıyor, rüşvet de hukuka daldınlarak haksız kazanç sağlanıyor. Bu işlevleri bakımından, anlamlannda bir benzerlik vardır.

Kova, açık olan kuyuya, hiç engele uğramadan inip çıkar; rüşvet yiyen ha­kim de, hiçbir engele uğramadan haksız kişi lehine hüküm verir.

3. (İnsanlann mallanndan bir kısmını haram yollar­dan yemek için...)

Aslında ism kelimesi, 'günah' manasına gelir. Buradaki manası ise 'ha­ram'dır. Günah olan yollarla insanlann mallanm yemekten kasıt, haram yol­larla yemektir. Buradaki ism kelimesi, bir önceki bölümde yer alan rüşvetle alakalıdır. Mal elde etmenin yollarından biri de rüşvettir. Demek ki, rüşvetle elde edilen mal, haram olmakta ve bu da ism (günah) kelimesiyle ifade edil­mektedir.

4. (Bildiğiniz halde).

Ayetin bu kısmında, bir malın, kendisine haram olduğunun bilerek yen­mesinin farklı bir günah olduğu; başkasının hakkım, haksız yollarla tarafına geçirmenin bilerek yapılmasının bir vebal olduğu vurgulanmaktadır.

İnsanların, haksız yere birbirlerinin mallarım yemeleri halinde ne olacağı­nı, haram lokmanın etkilerini anlatarak cevaplayabiliriz:

a. Haram lokma şahsiyeti yıkar

Nisa/29'da, nzasız olarak bir kimsenin malını yemenin, şahsiyeti öldüre­ceğine dikkat çekilmektedir:

Ey iman edenler! Karşılıklı rıza hariç, mallarınızı haksız yere aranızda yeme­yiniz. Kendinizi öldürmeyin; şüphesiz Allah esirgeyicidir.

Haram lokma vücuda girince, insanın asaletini, erdemini, manevî şahsiye­tini öldürmektedir. Haksız kazanç, meyvenin içindeki kurt gibi insanın erde­mini yiyip çürütmektedir.

b. İnsan hayatına mal olur

Nisa/29'daki "kendinizi öldürmeyin" ifadesi, malına tecavüz edilen kim­senin tecavüz edeni öldürmesi anlamına da alınabilir. Pek çok kan davaları­nın altında, başkasının malına tecavüz yatmaktadır.

c. Haram lokma neslin asaletini bozar

Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler, şüphesiz kannlarına ancak ateş ye­miş olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir. [Nisa/10]

Yetim hakkı yiyenler, kannlarına ateş yemektedirler. Ateş gıdadan, ateş çocuk doğar ki bu, neslin asaletinin bozulması demektir. Ayrıca haram lok­ma yemekle insan, kendi cehennemini hazırlamaktadır.

Hem ekonomik hayata, hem sosyal düzenin dengelerine, hem de eği­timdeki etkinliğine dikkat çekmekle Allah Teala, haram lokmanın bunlara olan olumsuz tesirini açıklamış olmaktadır. Rüşvetin ekonomik hayatı ne denli etkileyeceğine işaret ederek, insanları bu yönde eğitime tabi tutmak­tadır. [82]

 

Uğursuzluk Telakkisi:

 

789. Saa cryın evrelerini soruyorlar. De ki: "Onlar, hac-cın ve insanların (öteki faaliyetlerinin) vaktini gösterir. Diğer taraftan iyi, evlere arkalarından girmeniz değildir, ama gerçek iyinin sahibi Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyandır. O halde evlere kapılarından girin ve Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun ki, kurtuluşa ere-siniz".

Bu ayetin iki tane iniş sebebi vardır. Birincisi, sahabenin ayın safhaları hakkında soru sormalarıdır. İkincisi, cahiliye döneminde, bir kimse, bir iş yapmaya karar verip de o işi başaramadığında, bir yıl süresince evine kapı­sından girmez, arka tarafından girerdi.

Ayette iki ayrı konu ele alınmaktadır. Cahiliye dönemindeki uğursuzluk telakkisini iptal eden bu ayet, hurafelerle mücadelenin mumunu yakmış, Kur'an'ın tamamlanışına kadar bu mumu güneş haline getirmiştir.

1. (Sana ayın evrelerini/hilalleri soruyorlar).

Peygamberimiz döneminde, insanların tabiat olaylarıyla ilgilenmeleri ve onlar hakkında soru sormaları, tabiat olgularının araştırılmasının ilk adımını teşkil etmektedir.

Daha önce, göksel cisimlerin Hz. İbrahim'in de dikkatini çektiğine değin­miştik. Yıldızlardan aya, oradan da güneşe doğru yol alan Hz. İbrahim'in dü­şüncesi, sonunda tevhid inancına ulaşmıştır. Yıldız, ay ve güneş, Hz. İbra­him'in elinden tutarak onu tevhid inancına götürmüştür. [En'am/76-79]

Hz. İbrahim, kendi kendine sorguladı, araştırdı ve düşünce jimnastiği yap­tı. Sahabe ise, Hz. Peygamber'e soru sorarak cevap almaya çalışmıştı. Hz. Peygamber'e sorulan bu soruyu Yüce Allah cevaplandırmıştır.

Ayın evreleri (hilaller) hakkındaki merak, neticede aya ayak basma aşa­masına kadar ulaştı. Sorular çığ gibi artmış neticede bilimsel araştırmalara kapı açmıştır. Soru araştırmaya, araştırma bilime, bilim teknolojiye dönüşün­ce, sorular cevaplanmıştır. Bugün ay hakkında insanların ulaştığı bilgi düze­yini küçümsemek mümkün değildir.

Ayın ilk haline hilal denir. Ama ayın birden çok hilal safhası olduğu ehil­le (hilaller) şeklinde çoğul kalıbının kullanılmasından anlaşılmaktadır. Aye­tin bu kısmında zikredilen soru sorma olayına, farklı açılardan bakmamız mümkündür. Yüce Allah, kullarının peygamberlerine yönelttiği sorulan ce­vaplandırmaktan kaçınmamıştır. Sorulara değer vermiş ve onları cevaplan­dırmıştır. Diğer taraftan, insanların öğrenme arzularının uyandığını, çevrele­riyle ilgilendiklerini ve çekinmeden soru sorabildiklerini görüyoruz. Konuyu günümüz öğretim faaliyetine taşıdığımızda şu neticeyi çıkarabiliriz: Öğren­ciler soru sorma cesaretini gösterebilmelidirler. Onların sual sorması, konuy­la ilgilendiklerini gösterir. Öğretmenler, ebeveynler ve siyasîler sorulan soru­lara cevap verme alışkanlığını kazanmalıdırlar. Sorulan sualler cevapsız kal­madığı müddetçe, öğretim devam ediyor demektir.

2. (De ki: "Onlar, hac ve insanların diğer faaliyetleri için vakit ölçüleridir").

Demek ki, ayın safhaları hac ibadetinin vaktini belirlemektedir. O halde, hac ibadeti her zaman yapılmaz. Haccın belli bir vakti vardır ki bu da, ay tak­vimine göre belirlenir. Ayrıca, ramazan ayının başlangıç ve sonu da ay takvi­mine göre belirlenir. Bu konuda yapılan araştırmalar, almanak halinde tüm dünyaya dağıtılmaktadır. Güneşin ve aym ne zaman tutulacağı ve nereden daha iyi gözleneceği tesbit edilebilmektedir. Bu kadar ince hesapların yapıl­dığı bir çağda, çıplak gözle ayı gözlemenin ilkelliği ortadadır.

Aym safhalarına göre yapılan hesap ve takvim ile denizlerdeki med-cezir olaylarının önceden tesbiti de yapılmış olacaktır. Ayrıca bu hesaplamaların, insan fizyolojisi ile, yani kadınların ay başı durumlarının belirlenmesiyle de ilişkisi vardır. İşte, "insanların haccm dışındaki diğer faaliyetleri" ifadesiyle bunlar kastedilmiş olabilir.

Yunus/5'te, ayın safhalarının ne anlama geldiğine ışık tutulmaktadır:

Allah, o aya, yılların sayısını ve zamanı ölçebilesiniz diye menziller (evreler) koydu/takdir etti. Bunların hiçbirini Allah bir anlam ve amaçtan yoksun yarat­mış değildir.

Bu ayette ve İsra/12'de, zamanın hesaplanması ve senelerin sayısının be­lirlenmesi gibi ölçümlerin, ayın safhalarına göre yapılacağına asırlarca önce işaret edilmiştir.

Çocuğun ana karnında kaldığı müddet ile sütten kesilme vakti de "ay" de­nen zaman ölçüsüne göre hesaplanmaktadır:

(O çocuğun ana karnındaki müddeti ve sütten kesilmesi otuz aydır). [Ahkaf/15]

İşte ayetteki "İnsanlar için vakit ölçüleridir" ifadesi, bunlara işaret etmek­tedir. Peygamber'e sorulan sorunun cevabını Yüce Allah bu şekilde vermiştir.

3. (Öte yandan iyi, evlere arkalarından gir­meniz değildir).

Ayetin bu kısmının eksen kavramı birr kavramıdır. İyiyi, iyinin ne olma­dığını açıklayan Yüce Allah, olumsuzdan olumluya giden bir metod izlemek­tedir. Bu izah tarzı ile Yüce Allah, önce batıl uğursuzluk anlayışım yıkmak­tadır. Bu aynı zamanda, yanlışı devirip ortadan kaldırmadan, iyinin ağacının dikilemeyeceğine işarettir. Demir paslı iken boya tutmaz. Önce pasın silinip temizlenmesi gerekir. Hurafeler de öyledir. Önce hurafenin ortadan gideril­mesi, sonra hakikat boyasının sürülmesi gerekir. O zaman doğru bilgi kalıcı olur ve sosyal hayatta tutunabilir.

Başarısızlığa uğrayan kimselerin evlerine moralsiz girmelerini ifade eden bu ayet, amacına ulaşamamanın psikolojik ve ailevî problemler yarattığına da dikkat çekmektedir. "Evlere arkalarından girme" ifadesi, fizikî anlamda eve arkadan girmeyi değil, başarısızlığın meydana getirdiği moralsizliği, çö­küntüyü ve ızdırabı ifade etmektedir.

Birr'i (iyiyi), moral bozukluğu ile yakalamak mümkün değildir. Başarısız­lığı büyütüp, psikolojik hastalık haline getirmenin bir anlamı olmayacağını söyleyen Yüce Allah, birr'in (iyinin) nasıl elde edileceğini de açıklamaktadır.

4. (Fakat birr, sakınan kimsenin yaptığıdır). Başarısızlığı eve taşıyıp evde problem çıkarmakla birr (iyi) elde edilemez.

Birr'e (iyi'ye), Allah'a karşı sorumluluk hissetmekle, Allah'a güvenmekle, se­beplere tevessül ettikten sonra işini Allah'a havale etmekle ulaşılabilir. İşteki başarısızlıkların aile hayatına taşınmaması gerektiğini vurgulayan Yüce Allah, evin dışındaki oluşumların aile hayatını zehir etmemesini istemektedir.

Bakara/177'de, iyinin ne olduğu açıklanmış, birr (iyi) ile takva arasında ilişki kurulmuştu. Şimdi birr'in (iyinin) ne olduğuna ve takva ile diğer ilişki­lerine başka açıdan bakabiliriz:

a) Birr (iyi), kurtuluştur

Takva ile birr'i (iyiyi) birleştirince, felaha (kurtuluşa, zafer ve çözüme) ka­vuşulmaktadır. Bakara/189 ayetinin sonu bunu ifade etmektedir. Evlerinize ka­pılarından girerseniz, hurafelerden uzak olur ve batıl bir uğursuzluk anlayışını takip etmezseniz, yani takva sahibi olup bu tip yanlışlardan korunursanız, za­fere ulaşırsınız. Demek ki, takvanın getirdiği birr (iyi), zaferin kendisidir.

b) Birr (iyi), çıkış yoludur

Yüce Allah Talak/2'de takva denen ruh olgunluğuna ulaşan insana, sorun­larından kurtuluş kapısı göstereceğini vaadetmektedir. Hayatındaki sorunları aile hayatına taşımadan, ailedeki mutluluğunu korumaya çalışan insan, takva sahibidir. Bu insan iyiyi yakalamış olduğundan, Allah ona bir çıkış yolu gös­terecektir ve böylece sorunlarım çözecektir.

Takva'nın, Allah'ın öğüdünü tutmak olduğunu ifade eden Talak/2 ayetine göre, takva, aynı zamanda, insanın ailevî sorunlarına bir çıkış yolu temin et­mektedir.

c. İyi, işlerin kolaylaşmasıdır

Yüce Allah Talak/4'te, takva seviyesine ulaşacak davranışları sergileyen insanların, işlerini kolaylaştıracağını vaadetmektedir. Madem ki "iyi" mutta­ki kimsenin sergilediği davranışlardandır, öyleyse "iyi", takvanın getirdiği kolaylıktır.

Eve bozuk bir psikoloji ile girmekle sorunlara çözüm bulunamaz, çözüm aile hayatını o sorunların dışında tutmak ve korumaktır. İşi başarma gücünü kendinde gören insan, başarısızlığında da intihar psikolojisine bürünür. So­runlar karşısında Allah'ı hatırlayan ve O'nun yardımım dileyen insan takva sahibi demektir. Bu takva ona bir çıkış yolu gösterecektir.

5.  (Evlere kapılarından girin).

Evlere kapılarından girmek, bozuk bir psikolojiyle eve girmemek, sorun­ları kapının dışında bırakmak demektir.

6. (Allah'tan sakının ki felaha eresiniz).

Demek ki, sorunların çözümü takvadadır. Takva, kulun Allah'a karşı olan samimi sorumluluğu ve çekinmesidir. Başka bir ifadeyle, Allah'a karşı olan sevgisinin, onu Allah'ı üzmekten alıkoymasıdır.

Bakara/189 ayetini bir bütün olarak ele alırsak, şu çıkarımları yapabiliriz: Tabiat olayları hakkında soru sormak ve onların işleme tarzını anlamak, iş­levlerini belirlemek, eğitim-öğretim faaliyetinin gerekli aşamalarıdır. Soru şeklinde başlayan bu araştırmanın cevaplandırılması zorunludur. Bu ayette, tabiat olayları hakkında sorulan soruların ardından, insan ilişkileri konusun­da da bir açıklama yapılmaktadır. İyinin ne olduğuna kısaca cevap veren bu ayet, iyiyi takvada, yani korunmada aramakta ve o şekilde tanımlamaktadır. Takva kavramının içini de, işinde başarısızlığa uğrayan insanın, aşağılık duy­gusuna bürünerek sorunlarını evine taşımamasıyla doldurmaktadır. Eve bir takım psikolojik sorunlarla girmenin yanlış olduğunu, bunun birr (iyi) ile bir alakası olmadığını, yani doğru bir davranış olmadığını ifade etmektedir. Fe­laha, yani sorunların çözümüne, sebeplere tevessülden sonra Allah'a tavekkül etmekle, başarının Allah'tan olduğuna inanmakla kavuşabileceği ilkesini de vurgulamaktadır. [83]

 

Allah Savaşta Aşırı Gidenleri Sevmez:

 

190. Size savaş açanlara karşı Allah yolunda savaşın, ama aşırı gitmeyin, doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.

Bu ayetin izahını yapabilmek için, insanın tabiatından, yani psikolojik ya­pısından hareket etmek gerekir. Çünkü insanın bütün davranışlarını bu psiko­lojik yapı idare etmektedir.

Daha önce Bakara/30'da meleklerin insanı, "bozgunculuk yapacak" ve "kan akıtacak" bir varlık olarak tanımladıklarım söylemiştik. İnsanın bu özelliklerine, yani bozgunculuğuna ve kan dökücülüğüne Şems/8'de, fücur denilmiştir. Yüce Allah insanı yaratırken, tabiatına, bütün davranışlarının kaynaklandığı iki büyük özellik koymuştur: İyiliklerin kaynaklandığı takva ile kötülüklerin kaynaklandığı fücur. İşte bozgunculuk ve kan dökme özellik­leri, onun fücur boyutundan kaynaklanmaktadır. Modern psikolojide yer alan "saldırganlık iç güdüsü", yukarıdaki özelliklerin bir başka adıdır. İmam Gazâlî bu saldırganlık içgüdüsüne sebiyye (yırtıcılık) özelliği[84] demektedir. "Hiddet ve tehevvür kendisine hükmedince, yırtıcı hayvanlar gibi hiddetle­nir, kızar, dövmek ve sövmekle etrafına saldırır".[85]

Diğer taraftan Yüce Allah insana, saldırılara karşı kendini koruma güdü­sü de vermiştir. Hayvanların müdafaa silahlarını, Yüce Allah onların biyolo­jik yapısına koymuştur. Müdafaa silahlan ile hem saldırırlar, hem de kendi­lerini müdafaa ederler. İnsanın elleri, hem saldın, hem de müdafaa silahlan­dır. Bazı hayvanlann pençeleri ve dişleri saldın ve müdafaa bakımından in­sanın biyolojik silahı olan ellerinden daha güçlüdür. İnsan alet yapan bir var­lık olduğu için, saldın veya müdafaa için silah teknikleri geliştirmiştir. Ba­zen saldırganlık -Gazâlî'nin ifadesiyle- yırtıcılık içgüdüleri, çeşitli sebepler­le kabanr ve neticede insanlar birbirine saldırır. Bu, ferdî veya küçük bir grup çapmda olursa, buna kavga adı verilir. Ama bu saldın, toplumlar arasında ce­reyan ederse, adına savaş denir. Bu savaşta, bir saldırgan, bir de kendini ko­ruyan taraf vardır.

Tarihte, saldırganlık içgüdüsünü kabartan ve onu toplumsal boyuta taşı­yan nedenler arazi, inançlar, etnik nedenler, yayılmacılık, sömürgecilik ol­muştur. Nedenler ne olursa olsun, savaşın, insanla beraber yaşadığı ve onun bir gerçeği haline geldiği bir vakıadır.

Bakara/190 ayeti, inancından ötürü saldırıya uğrayan gruba, kendileni müdafaa etme izni vermektedir. Bu ve bundan sonraki ayetler, kendini savun­ma amacına yönelik olarak müslümanlara savaş müsaadesi vermektedir. Müslüman toplum, kendisine saldınldığı zaman kendisini müdafaa etmek için savaşabilir.

Bakara/l 90'daki lâ te'tedû (aşın gitmeyin) ifadesini, "saldırganlık yapma­yın" şeklinde tercüme eden Muhammed Esed gibi anlayabiliriz. Demek ki bu ayetten, size savaş açana, yani saldırana karşı siz de savaş açın, ama asla ilk saldıran siz olmayın anlamını çıkarmak mümkündür. "Saldırganlık yapma­yın" manasım verirsek, savaştan önceki durum; "aşın gitmeyin" anlamını ve­rirsek, savaş anında veya savaş sonrasında düşmana karşı aşın gitmemek kasdedilmiş olur.

Yüce Allah müslümanlara, hangi sebeple savaşma izni vermiştir? Razi, ayetin indiriliş sebebini şu şekilde anlatmaktadır: "Hz. Peygamber hac yap­mak üzere arkadaşlanyla yola çıktı. Hudeybiye'de konakladı. Müşrikler, müslümanların Kabe'yi ziyaret etmelerine engel olmak istediler. Hz. Pey­gamber, bir ay o mevkide bekledi. Müşrikler, ertesi yıl hac yapmalarını tek­lif ettiler ve bu şekilde bir antlaşma yaptılar. Müşriklerin antlaşmalarına sa­dık kalmama ihtimali üzerine Yüce Allah bu ayeti indirdi".[86]

Dikkat edilirse müşriklerin, müslümanların haccetmelerini birinci engel­lemeleri savaş ilanı olarak görülmemiş; ancak antlaşmadan sonra haçtan en­gellenmeleri durumunda savaşmalarına izin verilmiştir.

Müslümanlara savaş izni, daha doğrusu kendilerini müdafaa etmek için savaşma müsaadesi ilk defa bu ayetle verilmiştir. Hac/39 ayetinde ise doğru­dan izin kelimesi kullanılmaktadır:

Kendilerine haksız yere saldırılan kimselere savaşma izni verilmiştir. Şüphe­siz Allah onlara yardım ulaştıracak güçtedir.

Haksızlığa uğramanın ne anlama geldiği, Bakara/191 ile Hac/40'ta beyan edilmektedir. Fitne, inancından dolayı yurdundan çıkarmak savaşa neden teş­kil etmektedir. Kan akıtmanın ve vatanından çıkartmanın ne kadar kötü bir fiil ve haksızlık olduğu Tevrat'ta da ifade edilmiştir [Bakara/84-85]. Devam­lı fitne çıkaran ve ellerini iyi insanlann üzerinden çekmeksizin onlara kötülük edenlere karşı savaş izni verildiği beyan edilmektedir [Nisa/91]. Mümte-hine/9'da da, inancından dolayı bir topluma savaş açmak ve onu yurdundan çıkarmak, savaşa neden olarak gösterilmektedir.

Yüce Allah, iyi insanlar vasıtasıyla kötü insanların tahribatını önlemek için savaşa izin vermektedir. Savaşa izin verirken belli amaçlar gütmektedir ki bunları şöyle sıralayabiliriz:

1. Yeryüzünün fesada uğramaması

Yüce Allah, Bakara/25l'de şöyle buyurmaktadır:

Ve eğer Allah insanlara kendilerini başkalarına karşı savunma gücü vermesey­di, yeryüzündeki sosyal hayat çürüme ve yozlaşmaya maruz kalırdı. Fert ve toplumların barış ve mutluluk içinde yaşamasını engelleyen faali­yetleri ortadan kaldırmak için Yüce Allah savaşa izin vermektedir. Buradaki fesat kelimesi yerine, Bakara/193'te/îtoe kelimesi kullanılmaktadır.

2. Değerler sisteminin yıkılmaması

Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısım insanlar ile defedip önlemesey-di, mutlak surette içlerinde Allah'ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kilise­ler, havralar ve mescitler yıkılıp gitmiş olurdu. [Hac/40]

Yüce Allah, ibadethanelerin yıkılıp gitmesini istememektedir. Buradaki ibadethaneler, dinî değerleri ifade etmektedir. Allah'ın isminin anıldığı yerler, en kutsal yerlerdir. Yüce Allah iyilerin, kötülerin kötülüklerini engellemesi­ne bu nedenle izin vermektedir. İşte bu ayetin gereği olarak, Osmanlı Devle­ti fethettiği ülkelerde ibadet yerlerine dokunmamıştır.

3. Dini Allah'a has kılmak

Dini siyasete alet etmek, ilahî olmaktan çıkarıp beşerîleştirerek yozlaştır­mak mutlaka engellenmelidir. Beşer, din alanına giremez, din Allah'a aittir ve öyle kalmalıdır. Dini istismar edip, onu çıkar için kullanmak savaşa neden ol­maktadır. Zaten Yüce Allah bu tip insanlarla savaşmaktadır. Bakara/l 93'te Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Fitne yok edilinceye ve din de yalnız Allah'a ait oluncaya kadar onlarla savaşın.

Aynı emir Enfal/39'da da yer almaktadır. Demek ki fisebilillah kavramı, dinin Allah'a has kılınması, ibadethanelerin yıkılmaması, yeryüzünün fitne ve fesada uğrayıp insanların mutluluğunun zedelenmemesi manasına gel­mektedir. "Allah uğrunda" manasına gelen fisebilillah kavramının içini başka değerlerle doldurarak izah etmemiz mümkündür. Ayrıca bu kavram, Al­lah'ın müsaade etmediği nedenler uğruna savaş yapmanın haksızlık olacağı­nı da vurgulamaktadır. Beşerî menfaatler ve basit nedenler uğruna savaşma­nın zulümden başka birşey olmayacağını vurgulamak için fisebilillah (Allah uğruna) ifadesi kullanılmıştır.

(Saldırganlık yapmayın).

Lâ te'tedû ibaresine, "aşın gitmeyin" manası da verilebilir. Daha önce be­lirttiğimiz gibi, savaştan önceki duruma işaret ettiğini kabul edersek, "ilk sal­dıran siz olmayın" anlamına gelir. Ama savaşın sonundaki duruma işaret et­tiğini kabul edersek, "Galip geldiğinizde aşın gidip kadınlan, çocuklan öl­dürmeyin, memleketin kültürel değerlerini tahrip etmeyin" manasına gelir.

(Doğrusu Allah saldırganlan sevmez).

Yüce Allah müslümanlann savaşta aşın gitmelerini engellemek amacıyla, aşın gidenlerden sevgisini esirgeyeceğini ifade etmektedir. Saldırganlan, aşı-n gidenleri sevmediğini söylemekle Yüce Allah, ilahî sevgiyi zedeleyen şe­ye dikkat çekmektedir. Allah Teala'nın, saldırganlığı ve aşın gitmeyi hoş gör­mediğini ifade etmesi inşam bu günahı işlemekten alıkoyan önemli bir engel olmalıdır. Allah'ın bir şeyi sevmediğini ifade buyurması, onun yapılmaması gerektiğini ifade eder. Öyleyse, savaşın kara günlerinde bile müslüman, Al­lah'ın sevgisini yitirme endişesi içinde olmalıdır. Bu endişe onu aşm gitmek­ten alıkoyacaktır. Böylece Yüce Allah, savaş konusunda bile duygu eğitimi yapmaya devam etmektedir. [87]

 

Fitne Katilden Beterdir:

 

191-192. Onları, karşılaştığınız her yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın, zaten zulüm ve baskı, öldürmekten daha kötüdür. Onlar size savaş açma­dıkça Mescid-i Haram civarında onlarla savaşmayın, ama eğer sizinle savaşırlarsa, onları öldürün; kafirlerin cezası budur. Eğer vazgeçerlerse, Allah çok affedici ve merhamet sahibidir.

Önce 191. ayeti, kısımlara ayırarak açıklayalım:

Onlan yakaladığınız her yerde öldürün ve sizi çıkardıkları yerden siz de on­ları çıkarın.

Ayetin bu bölümünde yer alan sekıfe kelimesi lügatte yakalamak, yetiş­mek; insanla alakalı olunca zeki ve mahir olmak; eğitimle ilgili olunca ilim ve sanatta maharet kazanmak anlamlarını ifade eder. Sekufe kalıbından alı­nınca sirkenin ekşimesi; sekkafe kalıbında ise kişiyi bilgili, görgülü ve terbi­yeli kılmak, eğri olanı düzeltmek manasını ifade etmektedir. Sekafe kültür, eğitim ve maharet demektir.

Ayetin bu kısmındaki "yakalama" ve "çıkarma" fiilleri, düşmanların sal­dırısından sonra olduğu için 190. ayetle yakından alakalıdır. Müslümanları yurtlarından çıkardıkları için Yüce Allah da savaş anında onlan yurtlarından çıkarmaya izin vermektedir. Savaş ateşini yakıp insanların kanını akıtan ve onlan yurtlanndan çıkaran insanlar, aynı muamele ile karşı karşıya kalmalı­dırlar. Ayetin bu kısmında bile insanlan savaştan caydırma amacı vardır. Güçlü olduğu dönemlerde insanlan yurtlanndan çıkaran ve onlan öldürenler, zamanla kendilerine de aym muamelenin yapılacağını bilirlerse, savaşa te­şebbüs etmezler.

(Fitne katilden beterdir).

Nedir fitne? Fe-te-ne kalıbından fiil olarak alınınca dönmek, sapmak, gü­naha maruz kalmak, büyülemek, çıldırtmak, esir etmek, gönül çelmek, aklı­nı çelmek, işkence etmek, hakikati tahrif etmek, elem vermek, birinin kusur-lannı ilan etmek, delilenmek, tecrübe etmek, imtihan etmek, bir şeyi yak­mak, birini görüşünden vazgeçirmek, gümüş veya altını eritmek, eziyet et­mek, şaşırtmak, fikir aynlığı, günah, mal, evlat, vesvese manalanna gelmek­tedir. [88]

 

Fitne kavramının Kur'an'daki manaları:

 

1. Yanmak ve kavrulmak

Fitne kelimesinin bu anlamı "altının ateşte eritilmesi" manasından gel­mekte olup insanın ateşe, yani cehenneme konup yakılması anlamını ifade etmektedir. Zariyat/13-14'te bu anlama gelmektedir:

O gün, onlar ateş içinde kavrulacaklardır; tadın cezanızı!

13. ayetteki yuftenun ateşe atılıp kavrulmak, 14. ayette fitnetekum cezanız manalarına gelmektedir. Böylece fitnenin ceza ve onun getirdiği acı ya da ce­hennemde yanmak anlamına geldiği anlaşılmıştır.

2. İmtihan

Fitne sınamak, denemek, yoklamak manalarına gelmektedir. Yüce Allah Ankebut/3'te, doğru söyleyenle, yalan söyleyeni belirlemek için insanları im­tihan ettiğini söylemekte ve şöyle buyurmaktadır:

ÇiîsSj' (Ve seni bir çok denemelerden geçirdi). [Taha/40] Bu anlamda pek çok ayette geçmektedir.

3. Mukayese etmek

Yusuf Ali'ye göre, En'am/53'te geçenfetenna kelimesi "mukayese etmek" anlamına gelmektedir:

Böylece biz onları, birbirleriyle mukayese ettik.

4. Günaha sürüklemek

Hadid/14'teki/ete/itam enfusekum ifadesi, "kendi kendinizi günaha (fitne­ye) sürüklediniz" manasına gelmektedir. Münafıklar, mahşerde inananlara, dünyada beraber yaşadıklarını, bu nedenle kendilerine ışıklarından vermele­ri gerektiğini söyleyecekler. Onların bu isteğine karşılık inananlar, "Fakat siz kendinizi günaha sürüklediniz" diye cevap vereceklerdir.

5. İşkence etmek

Farklı inanca mensup gruplardan birinin diğerine baskı ve işkence yapma­sını ifade etmek üzere fitne kelimesinin fiil kalıbı kullanılmaktadır:

Şüphesiz inanmış erkeklerle inanmış kadınlara işkence edip sonra da tevbe et­meyenlere cehennem azabı ve yanma azabı vardır.

6. Saldırmak

Seferde namazı kısaltma müsaadesinin gerekçesini ifade için fitne kelime­si kullanılmaktadır:

Yeryüzüne sefere çıktığınız zaman kafirlerin size saldırmasından endişe edi­yorsanız, namazı kısaltmanızda bir beis yoktur. [Nisa/101]

7. Ayartmak

"Aldatmak" manası da verilebilir. Şeytanın insanı aldatması, ayartması manasına gelmektedir:

Ey Ademoğullan! Şeytan, ana-babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sizi de aldatmasın. [A'raf/27]

8. Uzaklaştırmak

Fitne kelimesi fiil kalıbında, an cer harfi ile kullanıldığında "uzaklaştır­mak" anlamını ifade etmektedir:

(Ve onlardan sakın ki, Allah'ın sana indirdiği­nin bir kısmından seni uzaklaştırmasınlar). [Maide/49]

İnsanların arzulan, insanı Allah'ın ayetlerinden uzaklaştıracak şekilde et­kileyip yanlış fetva vermesine neden olabilir. İşte, arzuların insanı hakikatten uzaklaştırmasını ifade için fitne kelimesi kullanılmaktadır. Fitne'nin bir anla­mı da aklı çelmektir.

9. Delilik

Fitne kelimesi meftun kalıbında alındığında "delirmek, akıldan yoksun ol­mak" manasına gelir:

opüJsV (Hanginizin deli olduğunu...) [Kalem/6]

10. Zulüm, baskı

Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/191 ve Enfal/39'daki fitne kelime­leri zulüm ve baskı manalarına gelmektedir:

Ve artık zulüm ve baskı kalmayıncaya, kulluk tamamen ve yalnızca Allah'a yapılıncaya kadar onlarla savaşın. [Enfal/39]

jja&iirijiii; (Zulüm katilden daha kötüdür) ifadesindeki/îtoe kavramma da "zulüm ve baskı" manasını vermek mümkündür.

11. İhtilaf

Âl-i İmran/7'dekiyîtoe kelimesi, kafaları karıştırmak, ihtilafa düşmek ma­nasına gelmektedir:

Kalpleri hakikatten sapmaya meyilli olanlar, sırf kafaları karıştıracak şeyler bulmak için...

12. Fesat

Enfal/25'te geçen fitne kelimesi, sıkıntı, fesat, karışıklık ve ihtilal manala­rına gelmektedir:

Bir de, öyle fesattan sakının ki, o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz. Biliniz ki, Allah'ın azabı şiddetlidir.

Bu anlamıyla fitne toplumun tümünü helake götüren karışıklıktır. Tev-be/47'de de düzensizlik, bozgunculuk anlamına gelmektedir.

13. Rüsvayhk

Fitne kelimesi, Yunus/85 ile Mümtehine/5'te oyun, eğlence ve rüsvaylık anlamını ifade etmektedir. İnananların, inanmayanların elinde oyuncak hali­ne gelip rüsvay olma durumunu ifade etmek için kullanılmaktadır:

Rabbimiz! Bizi, hakikati inkar edenler için, bir oyun ve eğlence aracı yapma! [Mümtehine/5]

14. Kötülük

Ve insanların bir kısmı, Allah'a tam inanmadan ibadet eder; kendine bir iyilik dokunursa, onunla gönlü rahat eder, ama başına bir kötülük gelirse dininden döner. [Hac/11]

Buradaki 'kötülük', musibet ve zorluk manalarını da kapsamaktadır. Fit­ne kelimesini burada "zorluk" olarak tercüme etmek daha uygun olur.

15. Eziyet

Allah yolunda sıkıntıya düşünce, insanlardan çektikleri eziyeti, Allah'tan ge­len ceza gibi görürler.

İnsanın insana yaptığı eziyeti, Yüce Allah "fitne" kavramı ile ifade etmek­tedir.

16. Mazeret

A'raf/23'te, bahane, mazeret ve çare anlamına gelmektedir:

Sonra, "Rabbimiz Allah'a yemin ederiz ki, bizler Allah'a ortak koşmuş değildik" demekten başka mazeretleri kalmayacak. Bu ayette geçen fitne kelimesine "çare" anlamını vermek de mümkündür.

Günaha sürüklemek, işkence etmek, saldırmak, ayartmak, uzaklaştırmak, zulüm, baskı, ihtilaf, fesat, rüsvaylık, kötülük, eziyet manalanyla fitne, insa­nı cehenneme götüren, ateşte kavrulmasına sebep olan davranış ve bu davra­nışa iten düşünce yapısı ile ölümden beter bir durumdur. Aslında fitne denen bu eylemler, toplumları içten öldürmekte, insan ilişkilerine birer mermi gibi saplanmakta ve insanları canlı canlı mezara gömmektedir.

Bakara/l 9 l'de yer alan fitne kavramını, 190. ayette geçen mu'tedin kelime­sine bağlarsak diyebiliriz ki: Aşın gitmek fitnedir, fitne ise ölümden beterdir. Bu anlamda aşın gitmek zulümdür; zaten fitnenin bir anlamı da zulümdür.

Mescid-i Haram'da onlar sizinle savaşmadıkça, siz de onlarla savaşmayın.

Kutsal Mescid'in bulunduğu mahallin savaşa kapalı olduğunu ilan eden Yüce Allah, saldıranlara, karşılık verilebileceğine de işaret etmektedir. Mes­cid-i Haram hem bir ibadet yeri, hem de bir öğretim merkezi, yani üniversi­tedir. Böyle bir yerde savaşmak doğru değildir. Allah'ın ismi anılarak ibadet edilen, insanlığın ilk kültür abidesi olan ve insanın eğitimi için gerekli olan bilgilerin öğretilmesini temin eden bu müessesenin yanında savaşmak kadar yanlış bir hareket olabilir mi?

Eğer onlar size karşı savaş açarlarsa, siz de onları öldürün.

Mescid-i Haram'da insan öldürmek yasaktır. Çünkü bu mescidin öğretile­rine göre, insanın önemi çok büyük, onu öldürmenin cezası çok ağırdır. Ama, haksızca saldıranlan da nefis müdafaası gereği öldürmek caizdir.

"Zaruretler, haramlan mubah kılar" kaidesinden hareket ederek diyebiliriz ki, bu ayet insanlığa hukuk yapmanın önemli bir kuralını öğretmektedir. Yüce Allah, şartlara göre, yasakladığı bir şeye cevaz vermektedir; öyleyse kanun yapmada da, şartlara göre hareket etme bir ilke olarak benimsenmelidir.

(İşte kafirlerin cezası böyledir).

Yüce Allah, inanmayanlann cezasını bu dünyada insanlann eliyle ver­mektedir.

Eğer savaştan vazgeçerlerse, siz de bırakın. Elbette Allah daima bağışlayan ve daima merhamet edendir. Bu ayette, hem çok önemli bir eğitim ilkesi ve hem de savaş anında uyul­ması gerekli olan kurallar vardır; şöyle ki:

1. Yanlıştan dönmek bir erdemdir.

Haksız yere insanlara saldırdıklarım ve hiç uğruna insanları öldürdükleri­ni anlayıp vazgeçmek insan olmanın gerektirdiği bir davranıştır. Bu davranış, Yüce Allah'ın af ve merhametini harekete geçirmektedir. Allah Teala böyle bir davranışı önemsemekte, yapılan hataları affedeceğini söylemektedir. Bu­nu günlük hayatımıza, özellikle eğitim faaliyetine taşırsak diyebiliriz ki: Ha­tasını anlayıp özür dileyen ve hatasından dönen insanları affetmek en güzel davranıştır. Yanlıştan dönmek, bağışlama ve merhamet pınarının yeniden fış-kınp akmasını temin edecektir.

2. Savaşı başlatanlar, hatalarını anlayıp vazgeçerlerse, karşı taraf da sava­şı durdurmalıdır. Savaşı biz başlatmadık, onun için devam edebiliriz fikrinin doğru olmadığı bu ayetle belirtilmektedir. [89]

 

Savaş Nereye Kadar Sürmeli?

 

193. O halde zulüm ve baskı kalmayıncaya kadar, din de sadece Allah'ın oluncaya kadar onlarla savasın. Vazge­çerlerse siz de vazgeçin; zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.

Ayetin birinci bölümü savaşın ne zamana kadar devam edeceğine, ikinci bölümü de savaşın nasıl durdurulacağına ve düşmanlığın kime karşı sürdürü­leceğine ışık tutmaktadır.

1. Zulüm ve baskının (fitnenin) son bulmasına kadar savaş devam edecek­tir; ki bu, müslümanın öldürmek veya maddî bir menfaat için savaşamayacağı anlamına gelir. Müslümanın amacı, fitneye son vermek, yani zulüm ve baskıya maruz kalan insanları kurtarmak; fitne denen sosyal ateşi söndür­mek, onun etrafa saldığı duman ve pis kokulan ortadan kaldırmak olmalıdır. Çünkü fitne, hayatı cehenneme çevirmekte, bütün erdemleri yakıp kül et­mektedir. Öyleyse müslümanın vazifesi ve amacı, insanlığı bu cehennem çu­kurundan çıkarmak ve ona barış ve mutluluk yolunu açmaktır.

2. Din, Allah'ın oluncaya kadar yani din ve vicdan hürriyeti sağlanıncaya kadar savaş devam edecektir. Ta ki insanlar, hiçbir korku duymadan ve bas­kıya uğramadan Allah'a ibadet edebilsinler. Başka bir ifadeyle, insan sadece Allah'a kulluk edinceye, kula kulluk ortadan kalkıncaya kadar savaş devam edecektir.

Kulluk sadece Allah'a yapılır. İnsan insana kul olamaz ve birileri diğerle­rini köle edinemez ve edinmemelidir. İnsanın insanı kul edinmesi ortadan kalkıncaya, kulluk sadece Allah'a yapılıncaya kadar hürriyet mücadelesi de­vam edecektir.

Tarihte, dinler beşerileştirilerek inanç duygulan istismar edilmiş ve insan­lar beşerî fikirlere taptırılmışlardır. Kutsal bir müessese olan dini, istismarcı­ların elinden kurtanp sahibi olan Allah'a has kılmak için verilecek mücadele kutsaldır.

Bu durumda, Bakara/190'daki "Allah yolunda" ibaresini, 193'teki "fitne yok edilinceye ve din sadece Allah'a has kılınıncaya kadar" ifadesiyle tefsir etmek mümkündür. Çünkü genel olan "Allah yolu" ifadesinin içini doldur­mak gerekir. Allah'ın yolu, fitnenin yok olması, yani insanlann birbirine yap­tığı zulüm ve baskıların kalkması ve dinin Allah'a ait olması, o dinden beşe­rî iradenin çekilmesidir. Din ve vicdan hürriyetini kısıtlayan kimselere mani olunması gerekir. Çünkü fitne denen zulüm ve baskı, insanın sadece Allah'a kulluk etmesini engellemekte, Allah'ın yolunu tıkayarak o yolda gidenlerin önünde engel oluşturmaktadır. Bu engellerin ortadan kaldırılması uğruna sa­vaşmaya Yüce Allah izin vermekte ve bunun erdemli bir davranış olduğunu bildirmektedir.

3. Şayet vazgeçerlerse, zalimlerden başkasma düşmanlık yoktur.

Zulüm ve baskıdan, insanlan köleleştirmekten, dini istismar etmekten vazgeçen kimselere saldın yoktur. Bu da, savaşm nereye kadar süreceğini ve nerede duracağını belirlemektedir. Fitne ateşi sönünce, din ve vicdanlara bas­kı kalkınca, savaş ateşi de sönecektir. Demek ki, Allah'a giden yol, insanla­rın hürriyetleriyle örülmektedir. Diğer taraftan Yüce Allah, zalimlerden baş­kasına düşmanlık olmayacağı hükmünü koymaktadır. Buradaki zulüm, in­sanların hürriyetlerini ellerinden almayı ifade etmektedir. İnanç ve kültür farklılıklarım bahane ederek insanları baskı altına alan ve onlara haksız mu­amele yapanlar, ayetteki zalim kavramının kapsamına girmektedirler. Ferdî ve sosyal haklan çiğneyen ve hürriyetlere engel koyan insanlar zalim olarak ilan edilmektedir. Çünkü onlar, haklan ve hürriyetleri ortadan kaldırmakta ve ayaklarının altma alıp çiğnemektedirler. İşte bu anlamda savaş, haklann ve hürriyetlerin damarlarını tıkayan kolesterole karşı bir ameliyattır. Çünkü hak ve hürriyetlerin kanallan açılmadıkça, Allah'a giden yol da tıkalı kalacaktır. Enfal/38-40'ta da bu mücadele için izin verilmekte ve bunun önemi vurgu­lanmaktadır.

Bu savaş, aynı zamanda eğitim amaçlıdır. Bilgi eğitiminin yeterli olmadı­ğı anlarda, son çare olarak, zalimleri disipline etmek için baş vurulan bir me-toddur. Hak ve hürriyetlerin önemini insanlara öğretmeyi amaçlamaktadır. [90]

 

Karşılıklı Antlaşmalar:

 

194. Saldırmazlık antlaşması, saldırmazlık antlaşmasına karşılıktır. Barışa hürmet de karşılıklıdır. Kim size saldı­rırsa, siz de ona denk olacak şekilde saldırın. Allah'tan sa­kının ve bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.

Razi, İbn Abbas, Mücahid ve Dahhak'dan rivayet ettiğine göre, Hz. Pey­gamber Hudeybiye senesinde umre yapmak için Medine'den yola çıktı. Bu umre yolculuğu Zilkade ayında ve hicretin altıncı senesinde gerçekleşti. Mekkeli müşrikler müslümanlann umre yapmasına izin vermediler. Hz. Peygamber ile, ertesi yıl umre yapmaları şartının da bulunduğu bir antlaşma im­zaladılar. Ertesi yıl, Hz. Peygamber Mekke'ye geldi ve umresini tamamladı. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Buna göre ayet şöyle demiş oluyor: "Sen haram ayda Harem-i şerife girdin. Mekkeliler geçen sene sana engel olmuş­lardı. Bu ay geçen seneki aya denktir".[91]

Ayeti kısımlara ayırarak açıklayalım:

1.  (Haram ay haram aya karşılıktır).

Kur'an'ın nüzulünden önce de Arap örfünde belli aylarda savaş yapılma­sı yasaktı. Bu aylara haram aylar denirdi. Bunlar Kamerî takvimin 1., 7., 11. ve 12. aylandır. Ayette yer alan "saldırmazlık antlaşması saldırmazlık antlaş­masına karşılıktır" ifadesi, tarafların onayladığı barışa/antlaşmaya işaret et­mektedir.

Diğer taraftan ayetin bu kısmından, Arap toplumunda antlaşma yapma ve antlaşmaya bağlı kalma kültürünün var olduğu anlaşılmaktadır. Arap örfünün bu uygulaması, Kur'an tarafından onaylanmakla kalmamış, tüm zamanlara da yayılmıştır. Barış manasına gelen 'islâm' kelimesinin, dinin adı olarak se­çilmesinin bir sebebi de budur. İslâm dini, barış dini olduğuna göre, varlığı­nı da, ancak barışı tesis etmek ve devam ettirmek suretiyle sürdürebilir.

Araplar "haram ay" kavramı ile savaşılmaması gerektiğinin şuurundaydı-lar. Kur'an bu şuurun gelişip yayılmasını istiyordu.

2. (Dokunulmazlıklar da karşılıklıdır).

Savaşın yasak olduğu aylarda, dokunulmazlıkların da karşılıklı olduğunu ifade eden ayetin bu kısmı, antlaşmaya saygı göstermenin de karşılıklı oldu­ğunu bildirmektedir. Kısas kelimesine "karşılık" manasının verilmesi uygun olur. Bu, eşitlik ve denklik demektir.

Tarafların, barış antlaşmasına eşit oranda saygı duymasını Kur'an evren­sel bir boyuta taşımaktadır.

Yüce Allah Bakara/217'de, haram aylarda savaşmanın büyük bir günah olduğuna; insanları Allah yolundan çevirmenin, Allah'ı inkar etmenin, Mes-cid-i Haram'ı ziyaretten engellemenin ve halkını oradan çıkarmanın ise, da­ha büyük bir günah olduğuna dikkat çekmektedir.

Demek ki, belli aylarda savaşmamak için yapılan antlaşmayı bozmanın günahı, ibadeti engellemenin, ibadet hürriyetini ortadan kaldırmanın ve in­sanları yurtlarından çıkarmanın günahından daha küçüktür.

Barış antlaşmasını bozanlar, büyük günah işlemektedirler. Hem antlaşma­yı bozma, hem de kan dökme günahı bir araya gelmektedir.

3. (Böylece eğer bir kimse size saldırıda bulu­nursa siz de onun saldırdığı gibi saldırın).

Yüce Allah, yapılan antlaşmayı bozup saldırıya geçecek kimselerin bulu­nabileceğini gerçekçi bir yaklaşımla ifade etmektedir. İnsanın bulunduğu yerde inanç çatışmaları olacak ve birileri diğerlerine saldıracaktır. Bu durum sosyal hayatın gerçeği olmakla beraber, Kur'an bir barış kültürü oluşturma gayretini sürdürmektedir.

Onun için Yüce Allah saldırıda bulunanlara karşılık verilmesine izin ver­mektedir. Saldırıya geçenin verdiği zararın oranı ne ise, ona verilecek zarar da o oranda olmalıdır. Müslüman aşırı gitmez; kendisine verilen zarara denk bir zarar vermekle yetinmesi gerektiğinin Allah'ın emri olduğunu bilir ve ona göre davranır.

4. (Allah'tan sakının, bilin ki Allah sakınanlarla bera­berdir).

Ayetin bu kısmı "Saldıranlara karşı denk bir saldırıda bulunmayı temin edecek güç nedir?" sorusuna cevap teşkil etmektedir. Yüce Allah bu soruyu, takvaya bağlamak suretiyle cevaplandırmaktadır. Takva denen ruh olgunlu­ğu, inşam saldırı konusunda disipline eden bir güçtür. Takva duygusunu Yü­ce Allah bu ayette kendisine yöneltmektedir. Allah'tan sakınmayan insanla­rın, savaşta aşın gitmeleri ihtimali fazladır.

Diğer taraftan Yüce Allah, aşırı gitmemeleri için müslümanlarla beraber olduğunu bildirmekte ve bu beraberliğin bilinmesini istemektedir. Allah'ın aşırı gitmekten sakınanlarla beraber olduğunun daima hatırda tutulması, müslümanda bir iç disiplini oluşturacakta Antlaşmalara sadık kalmak, düş­manına karşı bile haddi aşmamak, kötülüklere dengi ile karşılık vermek, tak­va denen ruh olgunluğunu tanımlamaktadır. Böylece ayetin içeriği, takva kavramının içini doldurmakta ve ona farklı bir mana kazandırmaktadır. Bu davranışları sergileyenler, hem muttaki unvanını almakta, hem de Allah'ın beraberliğini kazanmaktadırlar. Yüce Allah'ın beraberliği fizikî ve maddî bir beraberlik değil, kendine özgü manevî bir beraberliktir.

Kısaca diyebiliriz ki, Yüce Allah bu ayetiyle bir hukuk ve savaş eğitimi yapmaktadır. Öncelikle toplumlar arası antlaşmaların önemine ve bu antlaş­malara uymanın zorunluluğuna dikkat çekerek, antlaşmaların insan hayatının temel ihtiyaçlarından olduğunu öğretmektedir. Savaşların bazen kaçınılmaz olabileceğine dikkat çeken Yüce Allah, müslümanlara ancak müdafaa savaşı yapabilecekleri bilincini aşılamaktadır. Müslüman, saldıran taraf olamaz. O, problem yaratan değil problemleri çözen taraf olmalıdır.

Müslüman, savaş anında bile merhametli davranmasını bilen, aşırılıktan kendisini firenleyen ve bu yüzden de Allah'ın desteğini kazanan olgun bir şahsiyettir. İslâm dininin eğitim faaliyetinin önemli konulan arasında yer alan savaş ve barış meselesi, insanlık için hayatî bir önem arz etmektedir. Al­lah'ın yolunda, ancak, düşmanlık duygusunun yaktığı fitne ateşini söndür­mekle yürünebileceğinin bilincini aşılayan Kur'an, savaşı kan akıtma aracı değil, bir eğitim aracı olarak görmektedir. [92]

 

Ekonomik İntihar:

 

195. Ve Allah yolunda harcama yapın. Kendi kendinizi tehlikeye atmayın ve iyilik yapmaya devam edin; Allah iyi­lik yapanları sever.

Ayeti şu şekilde açıklayabiliriz:

1. (Allah yolunda infak edin).

İnfak konusunu Bakara/3'te açıklamıştık. Bakara/l 90'da "Allah yolunda savaşın" buyurulmuştu; burada ise, "Allah yolunda infak edin" buyurulmak-tadır. İki emrin ortak noktası, her iki eylemin de Allah yolunda olmasıdır.

190. ayette yer alan/? sebilillah (Allah yolunda) ifadesinden kasdın, fitneyi ortadan kaldırmak, dini Allah'a özgü kılmak olduğunu ifade etmiştik.

Bakara/195'deki fi sebilillah (Allah yolunda) ifadesini ise, fitnenin orta­dan kaldırılmasının, dinin Allah'a özgü kılınmasının önemli parçalarından bi­ri olan fakirlikle mücadele için gerekli harcamaların yapılması ile tefsir et­mek uygun olur.

Fitne denen cehennemi tutuşturan yakıtın bir kısmı saldırganlık içgüdü­sünden, bir kısmı cehaletten, diğer bir kısmı da fakirlikten meydana gelmek­tedir. Bu fikirden hareketle diyebiliriz ki, toplumdaki üst yapı müesseseleri­nin üzerine oturduğu alt yapı ekonomidir. Ekonominin üzerine oturduğu ya­pı da, insanın psikolojisi, yani manevî yapısıdır. İnsanın manevî yapısında meydana gelen çatlamalar ve rahatsızlıklar, öncelikle ekonomik yapıyı salla­makta ve ardından üst yapı müesseselerini çatırdatmaktadır. Din, ahlâk, hu­kuk, siyaset, sanat gibi üst yapı müesseseleri ekonomik yapının durumuna göre hareketlilik kazanır, ama ekonomik yapı da insanın manevî yapısına gö­re dinamizm kazanmaktadır.

"Allah yolunda infak edin" [Bakara/195] ifadesiyle ekonomik yapı mane­vî yapının üzerine oturtulmaktadır. Kur'an, yardımların hangi amaca yönelik olarak yapılması gerektiğini ve Allah'ın onları değerlendireceğini beyan et­mekle, infakı teşvik etmektedir. Ekonomik hayattaki dengesizliği ortadan kaldıracak olan ibadet, infak ve zekattır.

2. (Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın).

Bu, fakirin elinden tutmayanların, kendilerini, fakirliğin meydana getire­ceği fitne cehennemine atmış olacakları anlamına gelir. Dünya barışının yo­lu, fakirlik ve açlıkla mücadele vermekten geçmektedir. Bu anlamda en bü­yük savaş, açlıkla verilen savaştır. Zenginler, fakirlik ve açlık fitne haline dö­nüşüp kendilerini boğmadan, fakirlikle mücadele için infak etmelidir. Allah Teala, ekonomik intihar adım verdiğimiz açlığın, giderek toplumu yıkabile­ceğine işaret etmektedir:

İşte sizler Allah yolunda infak etmeye çağmlıyorsunuz. İçinizden kiminiz cimrilik ediyor. Ama kim cimrilik ederse, ancak kendisine cimrilik etmiş olur. Allah zengindir, siz ise fakirsiniz. Eğer infaktan yüz çevirirseniz, yerinize başka bir toplum getirir, onlar sizin gibi olmazlar. [Muhammed/38]

Bu ayet, Bakara/195'teki "intihar" kavramını açıklamaktadır. Yüce Allah, fakirlikle mücadele etmeyen, insanların aç kalmasına seyirci kalan bir toplu­mu yok edip yerine başka bir toplum getireceğini ifade buyurmaktadır. De­mek ki, bir toplumu yıkıma götüren dinamiklerden biri ve en önemlisi eko­nomidir. İnfak emrinin sebebi ise şudur:

Allah'ın Peygamberine verdiği ganimetler, yakınlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Böylece o mallar, içinizde yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. [Haşr/7]

Demek ki servet, sadece zenginler arasında dolaşırsa, toplumdaki denge­ler bozulacak, fakirlerin hased ve kinini azdıracak, böylece toplumun hayatı tehlikeye girecektir. Onun içindir ki Allah, infakta bulunmayı bir zorunluluk olarak görmüş; infak ile kendini kendi eliyle tehlikeye atma arasında bir bağ­lantı kurmuştur. Enfal/28 ayetine göre, malın fitne olması, böyle bir tehlike­yi meydana getirmesinden kaynaklanmaktadır.

Malın belli ellerde toplanması, servetin adaletsiz dağılımı, ahlâkî, hukukî, içtimaî, siyasî ve dinî hayatı fitneye düşürür. Bu üst yapıda çatlamalara sebep olur ve toplum hayatını cehenneme çevirir. İşte infak, maddî imkanların hal­ka inmesini temin eden kanallardan birini teşkil etmektedir.

3. (Ve iyilik yapmaya devam edin. Unutmayın ki Allah iyi­lik yapanları sever).

Yüce Allah, açlıkla savaşan, fakirlikle mücadele eden ve böylece toplum­da doğacak olan ekonomik fitnenin önlenmesi için çaba sarf eden kimseyi, muhsin olarak nitelenmektedir. Muhsin, işlerini yerli yerinde ve mükemmel yapan kimse olduğuna göre, malım nereye, ne zaman ve nasıl harcayacağını da bilen bir kimsedir.

Yüce Allah bu ayette iki emir vermektedir: (ve enfıkû=infak edin),

(ve ehsinû=iy'ûSk yapın). "İnfak edin" ifadesiyle "iyilik edin" ifadesi hemen hemen aynı manaya gelmektedir. Ve ehsinu ibaresine "iyilik yapmaya devam edin" manası verilebilir. Buna göre ihsan'da, iyilik etmenin yanında, devamlılık manası da vardır. İşte iyiliği bir alışkanlık haline getiren insana Yüce Allah muhsin adını vermekte ve muhsinleri sevdiğini bildirmektedir.

Ayetin son kısmından hareketle muhsin kelimesine, yardım etmeyi alış­kanlık haline getirerek Allah'ın sevgisini kazanan kimse manasını verebiliriz.

Muhsin iyilik yapmayı alışkanlık haline getirip hem kendisini, hem de toplu­mu intihar tehlikesinden kurtardığı için Allah'ın sevgisini kazanmaktadır. Böyle insanlar, ilahî sevgiyi topluma taşımakta ve fitne tehlikesini toplum­dan uzaklaştırmaktadırlar. [93]

 

Hac Ve Umrenin Esasları:

 

196. Hacc ve umreyi Allah için tamamlayın. Eğer yapmak­tan alıkonursanız, gücünüzün yeteceği bir kurban kesin ve kurban kesilinceye kadar başlarınızı traş etmeyin. Ama içinizden hasta olan yahut başında rahatsızlık olan kimse oruç tutarak veya sadaka vererek veya başka bir ibadet ile özrünü karşılayacak bir şey yapmalıdır. Sağlıklı ve emni­yette olduğunuzda, hacdan önce umre yapan, gücünün el­verdiği türden bir kurban kessin, ama kurbana gücü yet­meyen, hac sırasında üç gün ve döndükten sonra yedi gün, yani tam on gün oruç tutsun. Bütün bunlar, Mescid-i Ha­ram civarında yaşamayanlar içindir. Allah'tan sakının. Bi­lin ki, Allah'ın vereceği ceza ağırdır.

Ayette, hac ve umre yaparken karşılaşılacak olan olaylar karşısında ne yapılacağı anlatılmakta ve haccm farziyeti ifade edilmektedir.

1. (Hac ve umreyi Allah için tam yapın).

Ayetin bu bölümünde hac ve umre niyetine açıklık getirilmektedir. Allah için veya Allah adına diye çevirebileceğimiz lillahi ifadesi, hac ve umrenin sadece Allah için yapılması ve bu şekilde niyet edilmesi gerektiğini hükme bağlamaktadır. Hac kelimesi sözlükte galip gelmek, mağlup etmek, delil ve isbatla münakaşada yenmek, ikna etmek, kutsal bir yeri ziyaret etmek, tartış­mak, müzakere etmek, delillerle isbat etmek, ilerlemek, iddia etmek, kaba­hatsiz olduğunu savunmak manalarına gelmektedir.

Hüccet kalıbından alındığında delil, bahane, vesile, mazeret, burhan, şe-hadet, vesika, senet, belge, sicil, itibar olunan kaynak, ehliyetli şahit anlamı­nı ifade etmektedir.

Razi hac kavramının kasdetmek, bir şeye sürekli olarak gidip gelmek an­lamına geldiğini söylemektedir.

Hicce kalıbından alındığında ise "sene" manasına geldiğini ifade etmek­tedir.

Em-me-re fiilinden türeyen umre kelimesi, evi mamur etmek, evde otur­mak, ömrü uzun olmak, Allah'a kulluk etmek; i'temere kalıbından alınınca ziyaret etmek, yani umre yapmak; işle beraber kullanılınca bir işi kasdetmek manalarına gelmektedir.

Ayrıca umre, ziyaret etmek, kastetmek manalarında hac kavramıyla or­taktır.

Hac ile umre arasındaki fark şudur: Hac belli aylarda yapılırken, umrenin belli bir zamanı yoktur. Demek ki, Allah için Kabe'yi ziyaret etmek, önemli ibadetlerden biridir.

Hac, daha önceki dinlerde de farz kılınmıştır. Mescid-i Haram'ın ziyareti ile ilgili ayetlerde Hz. İbrahim'in önemli bir yeri olduğu görülmektedir:

Çünkü, İbrahim'e bu ibadet evininin kurulacağı yeri gösterdiğimiz zaman, (ona şöyle demiştik): "Bana hiçbir şeyi eş tutma, tavaf edenler, ayakta ibadet edenler, rüku ve secdeye varanlar için evimizi temiz tut".

Demek ki Hz. İbrahim'e Kabe'nin yerini gösteren ve inşa emrini veren Yü­ce Allah'tır.

Daha sonra, Kabe'nin inşası bitince, Yüce Allah Hz. İbrahim'e şöyle bu­yurdu:

Bütün insanları hacca çağır; yaya olarak ve hızlı yürüyen her türlü binek üs­tünde (dünyanın) en uzak köşelerinden sana gelsinler.[94]

"İnsanlara haccı ilan et" ifadesi, "Hac ve umreyi Allah için tamamlayın" ve "Beytullah'ı Allah için ziyaret etmek insanlara farzdır" [Âl-i İmran/97] ifadeleriyle aynı manaya gelmektedir. İlk ibadethane olan Kabe'yi Allah için ziyaret etmek, çok eski bir geçmişe sahiptir. Yukarıda zikredilen ayetlere gö­re de bu ibadet farzdır.

2. (Eğer bunları yapmaktan alıkonursamz, gücünüzün yeteceği bir kurban kesin).

Ayetteki hasr kelimesi açıklandığında, "alıkoymanın/engellemenin" ne anlam ifade ettiği anlaşılacaktır. İhsar kalıbının kökü hasr'An. Haşere, kuşat­mak, çember içine almak, ihata etmek, çevirmek, etrafına halka çevirmek, hapsetmek, abluka etmek, mani olmak, durdurmak, geciktirmek, niyetinden çevirmek, yıldırmak, ürkütmek, geri tutmak, cebretmek, çekinmek, sınır koy­mak, elini bağlamak manalarına gelmektedir.

Bu ayette hac esnasmda bir engelle karşılaşması durumu ele alınmakta ve çözüm gösterilmektedir. Buradaki engelin ne anlama geldiği konusunda alimler üç görüş ileri sürmüşlerdir:

a. Hastalık,[95]

b. Düşman veya hastalık sebebiyle men olunma ve hapsedilme,[96]

c. Düşman tarafından alıkonma ve engellenme.[97]

Düşmanın engellemesinden başka, hacda herhangi bir engelden bahsedil-mesinin mümkün olmadığım söyleyenler de vardır. Eğer buradaki ihsar (en­gelleme) hastalık olsaydı, ayetin devamında "Ama içinizden hasta olan yahut başından rahatsızlığı olan kimse..." buyurulmazdı. Bu durumda, buradaki ih-sar (engelleme), düşmanın engellemesi anlamına gelmektedir.

Öyleyse İbn Abbas ve İbn Ömer'in görüşünün isabetli olduğu açıktır. Düş­manın engeli ile karşılaşan hacı adayının ne yapması gerektiği de bildiril­mektedir:

(Gücünüzün yeteceği bir kurban kesin).

3. (Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı traş et­meyin).

"Kurban yerine varıncaya kadar" ifadesi, kurban kesilinceye kadar de­mektir.

Hacc/28'de kurban kesimi ele alınmakta, Hacc/29'da ise "Sonra kirlerini gidersinler" buyurulmaktadır. Kirlerin giderilmesinden kasıt, traş olmaktır. Saçın traş edilmesi, Hacc/29'da kirlerin giderilmesi ile tefsir edilmiştir; veya kirlerin giderilmesi, Bakara/195'te saçın traş edilmesiyle tefsir edilmiştir.

Kurbanın kesilmesinden sonra kirlerin giderilmesi veya başın traş edilme­si ne mana ifade etmektedir? Bu sorunun cevabını başka bir ibadeti örnek göstererek vermek mümkündür. Maide/6 ayetine göre, namaz kılacak olan kişinin abdest alması gerekiyor. Namazdan önce abdest almak neyi ifade edi­yorsa, hacda kurban kestikten sonra başı traş etmek, ya da kirleri temizlemek de onu ifade ediyor.

4. (İçinizden hasta olan, yahut başın­dan rahatsızlığı olan kimse, oruç tutarak veya sadaka vererek veya başka bir ibadet ile özrünü karşılayacak bir şey yapmalıdır).

Ayetin bu kısmı, hasta olan veya başından bir rahatsızlığı olan kişinin ne yapması gerektiğine ışık tutmaktadır. Kurban kesmeden önce, hastalığı veya başındaki bir rahatsızlıktan dolayı traş olmak zorunda kalan kimse için fark­lı alternatifler sunulmaktadır. Baştaki rahatsızlık, başın yara olması ve bitlen-mesidir. Bu gibi durumlarda, kurbandan önce traş olunabilir ama, fidye ola­rak oruç tutmak veya sadaka vermek veya bir ibadet yapmak gerekir. Bunlar­dan dilediğini seçmeyi Yüce Allah kuluna bırakmıştır. Fidye olarak yapıla­cak bu ibadetler, kolaydan zora doğru sıralanmaktadır. İlk tercihin oruçtan yana, ikinci tercihin ise sadakadan yana kullanılması gerektiğine de işaret vardır. Ayetin bu kısmının nüzul sebebi -Elmalılı Hamdi Yazır'ın hadislerden naklettiği- şu olaydır: Hz. Peygamber Hudeybiye senesi Ka'b b. Ucre'ye uğ­ramıştı. Ka'b'ın başının bitlendiğini görünce, "Galiba bitlerin sana eziyet ve­riyor" demiş. Ka'b da, "Evet ey Allah'ın Resulü" deyince, "Traş ol da üç gün oruç tut veya altı yoksula bir fark hurma tasadduk et, yahut da bir koyun kur­ban et" buyurmuştu.[98]

Bu hâdise, ayetin inişinden önceye ait olmakla birlikte, Hz. Peygamber'in Ka'b'la ilgili hükmü ayetin inişinden sonraya aittir. Öyleyse, Hz. Peygamber, bu hükmü kendiliğinden vermemiş; ayetin hükmünü tatbik etmiştir. Hadisin sahih olduğu ayete uygunluğundan anlaşılmaktadır.

Diğer taraftan hadis, ayetteki nüsuk kavramının koyun kurban etmek an­lamına geldiğini göstermekte, oradaki ibadetin ne olduğunu bildirmektedir. Nüsuk kavramını En'am/162'de açıklayacağımız için, burada kurban anlamı­na geldiğini söylemekle yetiniyoruz. Demek ki, hacdaki yasakları çiğneme karşılığında fidye verilmesini emretmekle alternatifler sunulmaktadır. Yasak­lar, ihlal edilmek zorunda kalınırsa, fidye olarak oruç, sadaka veya kur-ban'dan biri yerine getirilir.

Bunun eğitimsel anlamı nedir? Ayetin bu kısmını günlük hayatımızdaki bazı hukukî uygulamalara tatbik etmemiz mümkündür. Bazı durumlarda ha­kim, suçluya, toplumda, kamu yararına bir müessesede çalışma cezası vere­bilir. Mesela: Kazara bir trafik suçu işleyen kişiye, kamu yararına bir mües­sesede belli bir müddet ücretsiz çalışma cezası verilebilir. Böylece istemeye­rek işlenen bir suçtan dolayı kişi topluma faydalı bir iş üreterek cezasmı öde­me imkanına sahip olur.

Ayete göre hasta veya başından rahatsızlığı olan kimse hac yasaklarından birini ihlal etmek zorunda kalabilir. Buna mukabil, oruç, sadaka veya kur-ban'dan biriyle fidye ödemesi, yukarıda teklif ettiğimiz ceza şeklinde günlük hayatta yerini alabilir.

Zaten, modern hukukta işlenen bazı suçlara para cezası verilmesine, ayet­te yer alan uygulama kaynaklık etmiştir. Zıhar yapan ("Sen bana anamın sır­tı gibisin" diyerek hanımını kendisine haram kılan) bir adama uygulanan ceza şekli de buna başka bir delil teşkil etmektedir. Bu durumda, eşler birbiri­ne dönmeden önce bir köle azad edilir veya aralıksız iki ay oruç tutulur ve­ya altmış yoksul doyurulur [Mücadele/3-4].

Görüldüğü gibi, bu yasağı ihlal eden kişiye, bir ibadetin zorunlu kılın­ması suretiyle cezası faydalı hale getirilmektedir. Köle azad etmekle alt­mış fakiri doyurmak kamu için faydalı bir iş ve ibadettir. Oruç ise, kişinin, kendisine faydalı olan bir ibadetle cezasını ödemesidir. Bu, sakıncalı, olumsuz ve yasak olan bir davranışı, olumlu bir iş veya ibadetle telafi etme metodudur.

"İyilikler kötülükleri giderir" [Hud/114] kaidesinden hareketle, yapılan yanlış bir davranışı topluma veya kişiye faydalı bir davranışla telafi etmenin önemi vurgulanmaktadır.

5. (Em­niyette olduğunuz vakit kim hac günlerine kadar umre ile faydalanmak ister­se, kolayına gelen bir kurban kessin. Kurban kesmeyen kimse hac günlerin­de üç, memleketine döndüğü zaman da yedi gün olmak üzere toplam on gün oruç tutsun).

Emniyette olmak, ayetin başında geçen ihsardan, yani düşman saldırısın­dan ve hastalıktan kurtulmak manasına gelmektedir.

Dış tehlikelerden veya hastalıktan emniyette olan bir kimse, hacdan önce umre yapan ve hac vaktine kadar ihramdan çıkan kimse, haccın bitiminde bir kurban kesmek veya 3 gün hac esnasında, 7 gün de memleketine döndüğün­de toplam 10 gün oruç tutmak zorundadır.

Ayetin bu kısmı, ihramdan çıkma karşılığında, iki seçenekli bir ibadet tek­lif etmektedir, ilki kurban, ikincisi oruçtur. Yukarıdaki fidyede birinci sırayı oruç, ikinci sırayı sadaka, üçüncü sırayı kurban almıştı. Burada ise, kurban ile oruç yer değiştirmekte ve sadaka seçeneği ortadan kalkmaktadır. Hastalık ve başından bir problemi olana üç seçenek sunulurken, umre ve hac arasında ihramdan çıkana iki seçenek sunulmaktadır.

6. (Bütün bunlar Mescid-i Haram civarında yaşama­yanlar içindir).

"Bütün bunlarl'dan maksat, ihsar, hastalık veya umre ile hac arasında ih­ramdan çıkmak ile alakalı hükümlerdir. Ama hükümler, Mescid-i Haram civarında oturmayan, yani uzak memleketlerden gelmiş olan kimseler içindir. Bundan anlaşılıyor ki, Mekke ve civarında oturanlarla uzaktan gelenler için, ayrı hükümler sözkonusudur. Haccın yasaklarını ihlal etmenin cezasın­da da, hacceden kimsenin içinde bulunduğu şartlara göre farklı uygulamalar olacaktır.

Mescid-i Haram civarında oturmayan kimseler, mikat mahallinin dışındaki yerlerden gelenlerdir. Mikat mahalli ise ihrama girmenin şart olduğu yerdir.

7.  (Allah'tan sakının ve bilin ki Allah'ın azabı gerçek­ten çok şiddetlidir).

Yüce Allah, haccın yasaklarının ihlal edilmemesi, edilmesi durumunda ise karşılığının ödenmesi için takvayı devreye sokmaktadır. Allah'tan sakın­mayan insan, daha kolay kötülük işler ve yasaklan ihlal eder. Bunun için ayette, bir iç disiplin olan takva gündeme getirilmekte, caydırıcı olarak da Allah'ın azabına dikkati çekilmektedir.

İçinde bulunduğu şartlara göre kula seçenekler sunarak ibadetini tamam­lama fırsatı veren Yüce Allah yasaklan ihlal etmenin cezasız kalmayacağını söylemekle, cezanın caydıncılığından istifade etmektedir.

Ayetin son kısmında yer alan 'bilmek' kavramı, Allah'ın cezalandıracağı­nın bilincinde olan insanın, kendine ceza getirecek bir davranışta bulunma­yacağım ifade etmektedir. Böylece yanlış davranıştan insanı uzak tutacak iki güce işaret edilmektedir: takva ve bilgi. Sakınan ve bilen insanın hata işleme ihtimali asgariye iner.

8. (Kim hacca kadar umre ile faydalanmak isterse) ifadesi hacc-ı temettu'ya işarettir. Hacc-ı temettü, hac ve umreyi ayn ayn iki ihramla yapmaktır. Bu da şöyle olur: Mikatta ihrama giren kişi önce umre ya­par ve ihramdan çıkar. Daha sonra hac için tekrar ihrama girer ve hac mena-siklerini yerine getirir.

Temettü haccını yapan kişinin kestiği kurbana da "temettü kurbanı" denir. İmam Şafii, temettü kurbanının etinden sahibinin yiyemeyeceği görüşünde iken, bu kurbana 'nüsuk' diyen İmam Azam, etinden sahibinin yiyebileceği görüşündedir.[99]

Temettü kurbanını çeşitli nedenlerle kesemeyen kimseler için Yüce Allah, 3 gün hacda, 7 gün de memleketinde olmak üzere 10 gün oruç tutmayı em­retmektedir. Bu durum, orucun, kurban yerine geçebileceğini göstermektedir.

Bütün bunlardan şu sonucu çıkarabiliriz: İnsanları tek davranış içine sıkış-tırmamah, onlara çeşitli seçenekler sunmalı, dinimizin tek yönlü bir yol ol­madığını anlamalı ve buna göre davranmayı bir eğitim ve hukuk ilkesi ola­rak benimsemeliyiz. Maksat, insanın, ibadetini kolay ve huzurlu bir şekilde yerine getirmesidir. İbadette zorluğu ortadan kaldırmanın yollarını gösteren bu ayet, hatanın, kurban, oruç ve sadaka ile telafi edileceğine dikkat çekmek­tedir. [100]

 

Hac Esnasında Yapılmaması Gereken Davranışlar:

 

197. Hac belli aylarda yerine getirilecektir. Kim o aylarda hacca niyet ederse, hac esnasında cinsel ilişki, günah sa­yılan davranışları yapmak ve kavga etmek yasaktır. Ne ha­yır işlersiniz Allah onu bilir. Azık edinin, bilin ki azığın en iyisi takvadır. Ey akıl sahipleri benden sakının.

Ayeti kısımlara ayırarak şu şekilde açıklamamız mümkündür.

1. (Hac belli aylarda yapılır).

İslâm alimleri ayette geçen çoğul halindeki aylar kavramına farklı yorum­lar getirmişlerdir. Günümüzde hac, tek bir ayda, yani Zilhicce ayında yapıl­maktadır. Oysa ki, ayette "bilinen aylar" ifadesi kullanılmaktadır. Aylar şek-ündeki çoğul kullanım, haccın Zilhicce ayının dışında yapılma imkanının olup olmadığı sorusunu akla getirmektedir. Hacılar, kalabalık nedeniyle çok zahmet çekmektedirler. Haccm, Şevval ve Zilkade aylarına da yayılması mümkün değil mi?

Müslümanların nüfusunun artması nedeniyle haccın yapılamaz hale gel­mesi muhtemeldir. Bize göre, istikbalde müslüman nüfusunun artması nede­niyle, haccm üç aya yayılması bahis mevzu olacaktır.

Böyle bir konuda fikir beyan etmenin, müslümanlar tarafından büyük bir tepki ile karşılanacağını biliyoruz. Ayette ay kelimesi çoğul olarak kullanıl­dığı halde bu konuda görüş beyan etmek cesaretini bulamıyor ve beynimize zincir vuruyoruz.

Bana öyle geliyor ki, istikbalde şartlar bu zincirleri kıracak, Allah'ın ruh­satı hayata geçecektir. Biz şimdilik bunu soru olarak gündeme getirmekle ye­tiniyoruz.

Bu ayetin tefsirinde Razi, hac aylarının üç olduğunu söyleyen alimlerin bulunduğunu söylemesine rağmen konuyu bu boyuta taşıyamamıştır. Konu­yu bu boyuta taşımamasını mazur görüyoruz, çünkü o dönemde şartlar bunu gerekli kılmıyordu. Ama bugün konunun bu şekilde ele alınması zarunlu ha­le gelmiştir.

2. (Hacda cinsel ilişki, füsuk ve cidal yapılmaz).

Ayetin bu kısmında, hacda yapılmaması gereken üç davranıştan bahsedil­mektedir:

a)  Bakara/l 87'de de geçen refes kavramı aslında cinsel ilişkiyle alakalı söz söylemek manasına gelmektedir. Müfessirlerin hemen tamamı, bu keli­meye cinsel ilişki anlamını vermişlerdir.

Oruçta, sadece oruçlu iken (gündüz) cinsel ilişki yasak olduğu halde, hac­da hac müddetince gece-gündüz yasaktır. Demek ki hac vaktinin tümü ibadet anı olarak kabul edilmektedir.

Oruç ve hac esnasında cinsel ilişkinin yasaklanması ile insanın sabrı de­nenmekte ve bu yasak takva denen ruh olgunluğunun gelişmesine katkıda bulunmaktadır.

b) Füsuk

Füsuk kavramı günah olan bütün davranışları kapsamaktadır.

Allah'ın secde emrini yerine getirmeyen şeytanın hareketi [Kehf/50]; inanmamak [Yunus/33]; Allah'ın ayetlerini yalanlamak [En'am/49]; zulüm [A'raf/165]; dikili taşlar üzerinde hayvan kesmek ve fal oklanyla kısmet ara­mak [Maide/3]; Allah'ın ismini anarak kesilmeyen hayvanın etini yemek [En'am/121]; yalan haber taşımak [Hucurat/6]; ahde vefasızlık [Âl-i İm-ran/81-82]; Allah'ın indirdiği ile hükmetmemek [Maide/47]; sözün öze aykı­rı olması [Tevbe/8]; münafıklık [Tevbe/67]; namuslu kadına iftira atmak [Nur/4]; imandan sonra inkar etmek [Nur/55]; Allah'ı unutmak [Haşr/19]; Al­lah'a şirk koşmak [Tevbe/24] gibi davranışlar, tutum ve inançlar, füsuk kav­ramının kapsamına girmektedir.

Sayılan bu davranışlardan hiçbiri hacda yapılmamalıdır. Takvaya giden yolu açan ibadetlerden biri olduğuna göre hac, ibadetin kalitesini bozan, de­ğerini düşüren ve takvadan uzaklaştıran davranışlardan sakındıran bir ibadet olmalıdır. Demek ki hac, içinde olumlu davranışları barındıran, olumsuz dav­ranışları da dışlayan bir ibadettir. Bu noktadan bakınca, hac, başlı başına bir eğitim müessesesi olmaktadır.

c) (Cidal yoktur).

Kutsal topraklarda, hac esnasında münakaşa, kavga olmamalıdır.

İnsanlar arasındaki ilişkileri bozan bu üç şey, hac esnasında yasaklanmıştır. Cinsel ilişki, füsuk ve cidal, bütün yıkıcı davranışların anası durumundadır.

3. (Ne iyilik yaparsanız Allah onu bilir).

Haccın yasaklarına riayet edenler, iyi iş yapmaktadırlar. Allah yasakladı­ğı için cinsel ilişkide bulunmayan, kötü fiil üretmeyen ve kavga etmeyen in­sanlar Allah tarafından mükafaatlandınlacaktır.

4. tâyfs (Azıklanın; elbette azığın en iyisi takvadır). Dünya hayatının temel ihtiyaçlarından olan maddî gıdanın dışında bir de

manevî gıdalarıma vardır. Maddî azık, hayatın idamesi için gerekli, manevî azık (takva) ise ahiret için gereklidir.

Yüce Allah, emir ve nehiylerine riayet edilmesine takva demektedir. Bu manevî duyarlılık ve sorumluluk bilinci, ruhumuzun gıdasıdır. Azık maddî hayatımızın temel ihtiyaçlarından, takva ise ruhumuzun ve manevî hayatımı-zın temel ihtîyaçlanndandır.

İşte Yüce Allah gıdalann en değerlisi olan takva gıdası ile gıdalanmamızı istemekte ve böylece gıdaları maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayırmak­tadır.

5. (Ey akıl sahipleri benden sakının).

Takva gıdasının ne ile üretileceği sorusuna pek çok açıdan cevap verilebi­lir; ama burada öne çıkan cevap: aklı çalıştırmaktır. Onun içindir ki Yüce Al­lah, ayetin sonunda aklı devreye sokmakta ve akıl sahiplerini muhatap al­maktadır.

Demek ki takva denen azığın elde edilmesi, aklı kullanmak suretiyle mümkündür. Takva'nın bir kaynağı da A'raf/26 ayetine göre hayadır. Akıl ve haya, takvayı besleyen iki önemli ırmaktır. İnsanın manevî yapısında akıl ve haya ırmağı aktığında ve bu, eğitim faaliyetiyle de desteklendiğinde, takva gıdası ile beslenmek süreklilik arzedecektir.

Fakirlikle mücadele etmek, öfkeyi yutmak ve insanları affetmek de takva gıdasının diğer kaynaklandır. Sabretmek, ahde vefa gibi asil davranışlar da takvayı beslemektedir. Takva ile gıdalanan ruhlar, doğal olarak Allah'ı üz­mekten sakınacaklardır. Onun içindir ki Yüce Allah, önce takva gıdası ile beslenilmesini, sonra kendisinden çekinilmesini istemektedir.

Bütün bu açıklamalardan sonra şu neticeye ulaşırız: Hac da takvanın bes­lenme kaynaklarından biridir. Cinsel ilişkiden, füsuk ve cidalden sakınma, haccın özünü oluşturmaktadır. Bu çirkin amellerden sakınma, bir sabır işidir. Bakara/177'ye göre sabır, takvanın önemli bir parçasını teşkil etmektedir. Hac da bir sabır ameli olduğunu göre, doğrudan takva ile alakalıdır.

Çocuğun, annesinin memesinden beslenmesi gibi, Kur'an'ın emrettiği ibadetler ve koyduğu yasaklar da takvayı beslemektedirler. İşte bu besle­me, manevî eğitimin ta kendisidir. İbadetler vasıtasıyla Yüce Allah bizi eği­tiyor, şahsiyetimizi geliştiriyor, olgunlaştınyor ve mutluluğun yollarını açı­yor. Diğer taraftan sakınma duygusunu yasaklanyla kuvvetlendirip, Allah'a giden yollan tıkayan ve o yoldaki insanlara engel olan şeyleri ortadan kal­dırarak insanın önünü açıyor. İşte ilahî eğitimin can alıcı iki metodu bun­lardır. [101]

 

Hacta Ticaret Yapmak Caizdir:

 

198. Rabbinizden gelecek bir lütfü aramanızda size her­hangi bir günah yoktur. Arafat'tan ayrılıp akın ettiğinizde, Meş'ar-i Haram'da Allah'ı anın ve O'nu size gösterdiği şe­kilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idi­niz.

Hac mevsiminde ticaret, Allah'ı zikir konularını teker teker ele alalım:

1- (Hac mevsiminde Rabbinizin lütfundan istemenizde sizin için bir günah yoktur).

Ayetin bu kısmında yer alan "Rabbinizin lütfundan istemenizde" ifadesi, çoğunlukla "ticaret yapmanızda" şeklinde anlaşılmıştır. Ayette, Allah'ın ni­metlerinden istifade etmek için ticaret yapmanın, hac esnasında günah olma­dığı ifade edilmektedir.

Bu ibarenin ticaret anlamına geldiğini başka ayetlerle delillendirmek de mümkündür:

Müzzemmil/20'de Yüce Allah insanları üç gruba ayırmaktadır: hastalar, para kazanmak için gurbete çıkanlar ve Allah yolunda savaşa gidenler.

(Allah'ın lütfunu aramak için yola koyulanlar) ibaresiy­le, para kazanmak için gurbete çıkanlar kasdedilmektedir. Müzzemmil/20'de geçen yebteğûne min fadlillâhi ibaresi, tefsirini yaptığımız Bakara/198'deki ifadenin aynısıdır. Allah'ın nimetini elde edebilmek için ticaret yapmak, ça­lışmak manalarına gelmektedir.

Kasas/73'te de, gündüzün işlevi anlatılırken "Allah'ın rızkından arayasınız diye gündüzü yarattı" ifadesi kullanılmaktadır. Bu ayet de, aynı kavram­larla örülüdür.

Bu ayetler, Allah'ın lütfunu aramanın, ticaret yapmak, para kazanmak için yapılan bir faaliyet olduğunu göstermektedir. Öyleyse bu ayette, hacıların, hac esnasında ticaret yapmasına izin verilmekte; hac mevsiminde ticaretin caiz olup olmadığı konusuna açıklık getirilerek tartışmalara son verilmektedir.

Nüzul sebebi incelendiğinde ayetin manası daha kolay anlaşılır. Bazı müslümanlar hac zamanında ticaret yapanları kınıyorlardı. Hatta onlara, her şeyi toplayan tavuk anlamında "Bunlar hac değil dac" diyorlardı. Bunlar hac zamanında bütün dünyevî işlerden, hatta hayır işlerinden bile uzak duruyor­lardı.[102]Ayetin inişine sebep olan bu düşünce ve uygulamanın günümüzde de de­vam ettiğine şahit oluyoruz. Haccını yapan insanlar günaha bulaşmamak için dünya işlerinden el çekmektedirler. Dünyevî işleri terk etmek, yukarda zikre­dilen uygulamanın bir uzantısıdır.

İnsanı günahtan uzaklaştıracak olan en etkili ibadet namazdır. [Ankebut/45]

Eğer namaz kılan insanın dünya işlerinden uzaklaşması doğru olsaydı, Yüce Allah "Namaz sona erince, yeryüzüne dağdın ve Allah'ın fazlından rı-zık talep edin" [Cuma/10] buyurmazdı.

Bu ayete göre, "Cuma günü müslümanlann tatilidir" görüşü yanlıştır. Cu­ma namazından sonra rızık için yeryüzüne dağılmayı emreden Yüce Allah'a iftira niteliğinde olan bu görüş, İslâm'a mal edilemez. Ayrıca Müzzemmil/6-7'de, gündüzün meşguliyetlerinin çokluğu nedeniyle nafile ibadetlerin gece yapılması gerektiği ifade edilmektedir. Bunun anlamı şudur: Müslüman ha­yatını öyle programlamalıdır ki, gündüz ve gece yapacakları belli olmalı; ibadet vaktinde ibadet etmeli, çalışma vaktinde de çalışmalıdır. Ne ibadet ça­lışmaya, ne de çalışma ibadete engel olmalıdır.

Haccmı yaptıktan sonra dünyaya sırtını dönenler yanlış bir tavır içindedir­ler. Çünkü, çalışıp helalinden kazanmak da bir ibadettir. Bir ibadet, diğer bir ibadete engel olmamalıdır. Sebe/13 ayetine göre, çalışma şükürdür. Haccmı yapanlar, çalışmayı bırakırlarsa şükrü terk etmiş olurlar.

2. (Arafat'tan kalabalıklar halinde dalga dalga indiği­nizde, Meş'ar-i Haram denen kutsal mahalde Allah'ı anın).

Önce ayetteki kavramları ele alalım:

a) Arafat kelimesinin kökü arefe'dk. Bu kalıbı, marifet mastarından türe­miştir. Hz. Adem ile Hz. Havva'nın, cennetten kovulduktan sonra buluştuk­ları yer olduğu için bu ismi almıştır.[103]"Arefe günü" de bundan gelmekte ve Hz. Adem ile Hz. Havva'nın buluştukları güne denmektedir. Mekan ve za­man manasında kullanılmaktadır. Arafat, bir mekanın adıdır.

Bu kelime, "tanışmak" manasında Hucurat/13'te yer almaktadır:

Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık.

Farklı ülke ve kültürden müslümanlann oraya gelip tanışmaları, ataları Adem ile Havva'nın buluşmasını andırmakta; o hatırayı yaşatmaktadır. Böy­lece Arafat dağı ve arefe günü, insana geçmişim hatırlatmakta ve o ruhu bir daha yaşatmaktadır.

Arafat'taki tanışmanın ardından, gönülden bir bağlılık gerçekleşmeli, düş­manlık ve kin ortadan kalkmalıdır. O zaman Arafat dağı ve arefe günü işle­vini yerine getirmiş olur. Arefe günü ile Arafat dağı, insanların kendileriyle ve birbirleriyle kaynaştıkları anı ve yeri ifade etmektedir.

b) Razi'nin naklettiğine göre arefe i'tiraf mastarından türemiştir. Arafat'ta vakfe yaptıkları zaman müslümanlar, Allah'ı rububiyet, celal, samed ve gani sıfatlarıyla anar; kendilerinin de fakir, zelil ve muhtaç olduklarını itiraf eder­ler. Allah'ın yüceliğinin, kulların acizliğinin itiraf edilmesi sebebiyle bu dağa Arafat denmiştir. Demek ki Arafat, itirafın yapıldığı yer demektir.

Acizliğini ve günahkarlığını itiraf etme geleneği Hz. Adem ve Hz. Hav­va'ya kadar uzanmaktadır:

Adem ile eşi dediler ki: "Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi ba­ğışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz". [A'raf/23]

Bu duanın yapıldığı yere Arafat, yani itirafın yapıldığı yer denmektedir. Kur'an'da yer alan Hz. Adem ve eşinin bu duası, müslümanlar tarafından da Arafat dağında yapılmalıdır.

Mekke'nin doğusunda yer alan Arafat düzlüğü, hacıların Zilhicce'nin 9. günü güneş batana kadar beklemek zorunda oldukları yerdir. Arafat dağında­ki bu toplanma, ahiretteki mahşeri andırmaktadır. Dünya ile ilişkilerinden sıyrılan hacılar gönüllerini ilahî düşünce ile doldurur ve tüm benliklerini Al­lah'a yöneltirler.

Diğer taraftan Arafat toplantısı, insanoğlunun atası Adem ile Havva'nın buluşmalarının hatırasını yaşatır ve gelecek nesillere aktarır. Dünyanın her tarafından gelen hacılar, geçmişleriyle geleceklerini birleştirir, ruhlarını arın­dırıp Rablerine yönelir ve memleketlerine taze bir ruh ile dönerler.

Arafat'tan ayrılıp Müzdelife'ye doğru akın eden hacıların orada ne yapa­cakları da ayette belirtilmektedir. Ayette geçen Meşari'l-Haram (kutsal yer) ifadesiyle, Müzedelife kasdedilmektedir. Yüce Allah burada ne yapılacağını  (Allah'ı anın) ifadesiyle belirtmektedir.

Hz. Peygamber, "Hac, Arafat'tır; Arafat'a yetişen hacca yetişmiş olur"[104] buyurmak suretiyle Arafat'ın hac ibadetindeki önemini vurgulamıştır.

Meşar-i Haram'da (Müzdelife'de) Allah'ı zikretme emri, namaz kılarak ye­rine getirilebilir; çünkü namaz da zikirdir.

Hacıların, Müzdelife'deki bütün zamanlarını namaz kılarak geçirmeleri zordur. O nedenle namazın dışında teşbih çekerek Allah'ı zikredebilecekleri gibi, Allah'ı ve insana verdiği nimetleri düşünmek suretiyle de zikredebilirler.

Ayetin devamında bu zikrin sebebine işaret edilmektedir:

3. (Ve Allah'ı, yolunuzu gerçekten kaybet­mişken size doğru yolu gösterdiği için zikredin).

Kur'an vasıtasıyla doğru yolu gösterdiği için Allah'ın anılması ve lütfu-nun hatırlanması emredilmektedir. Şaşkın kişiye, doğru yolun gösterilmesi büyük bir nimettir. Bu nimetin sahibinin hatırlanması, O'na kulluk edilmesi, nankörlük yapılmaması gerekir.

Hacılara, geçmişteki şaşkınlıktan ile içinde bulundukları doğru yol arasındaki farkı düşünerek Allah'ı anmaları, O'na ibadet etmeleri emredilmektedir.

Ayetin son kelimesi olan dallın sapıtmak, yoldan çıkmak, şaşırmak anla­mına gelmektedir. Çünkü bu ayetin ilk muhatabı olan Hz. Peygamber asla sa­pıklardan olmamıştır. Ama, toplumdaki genel şaşkınlık onda da vardı. Bu da toplumdaki bunalıma çözüm getirememenin şaşkınlığıdır. [105]

 

Hacda İstiğfar:

 

799. Ve sonra dalga dalga ilerleyen öteki kalabalıklarla birlikte, siz de ilerleyin ve Allah'tan af dileyin. Doğrusu Allah affedici ve merhamet sahibidir.

Bu ayetten iki önemli ilke çıkarabiliriz:

1. Birlikte hareket etmek

Bu ayette, bazı kimselerin, kendilerinde bir ayrıcalık görerek farklı dav­ranmaları, uzak ülkelerden gelen insanları küçük görerek, onlara katılmama­ları kınanmakta, tüm hacıların birlikte hareket etmeleri emredilmektedir. Ce­maatle kılınan namazda olduğu gibi, haçta da beraber hareket etmenin öne­mi üzerinde durulmaktadır. Ruhi doyum ve sosyal kaynaşma, ibadete aynı anda iştirak etmekle gerçekleşir. Böylece, insandaki yersiz gurur ve kibir kı­rılır, sosyal farklılıklar ortadan kalkar ve insana insan olarak bakılır.

Allah Teala, bazı insanların diğerlerini hor görerek, haçta ayrı hareket et­melerini yasaklamakla, gurur ve kibiri söküp atmaktadır. Sonradan kazanılan unvanların yerini, sevgi, eşitlik, insanı insan olarak görme almalıdır. İşte Ka­be'yi ziyaret etmenin bir amacı da budur.

2. Af dilemek

Ayetteki diğer bir emir de Allah'tan af dilemektir. Önce birlikte hareket et­me emrinin yer alması manidardır. Birlikte hareket eden insanlar Allah'tan af dileme imkanını elde edebilir ve Allah'ın affına erişebilir. Haçta Allah'tan af dilemek, geçmişteki günahlarının bilincinde olmak, kendini hatalı görmek, Allah'ın huzurunda küçüklüğünü, aczini itiraf etmektir.

Allah Teala, "Allah'tan af dileyin" buyruğuyla, hacıları affetmeye hazır olduğuna da işaret etmektedir. Hac, Allah'ın af ve merhametini celbeden bir ibadet özelliğine bürünmelidir.

Çünkü ayet (Doğrusu Allah çok affedici ve merhamet sahi­bidir) ifadesiyle sona ermektedir. Yüce Allah, haccedenlere, günahlarından sıyrılmaları için bir fırsat daha vermektedir. Böylece haccın, insanların gü­nahlarını affetmek için emredildiği anlaşılmaktadır.

Takva, zikir, birlikte hareket ve af dileme gibi önemli değerleri insanlığa kazandırma hedefini güden hac ibadeti, başlı başına bir eğitim müessesesidir. Cinsel ilişkide disiplin, fasıklığı önleme ve kavgaya sebep olan saldırganlık içgüdüsünü kontrol etme gibi ahlâkî davranışları insana kazandıran hac iba­deti, bu işlevleri akla bağlamaktadır. Akıldan gönüle, oradan nefse doğru yol alan bir eğitim, inşam içten yakalamakta ve ona Allah'ın kulu olma onurunu kazandırmaktadır.

İnsanın aklı Arafat'ı, gönlü Kabe'yi, nefsi de şeytan mahallini temsil etme­lidir. Haccı içine sindiren insan, her zaman aklı ile vakfe yapacak, gönlünün etrafında tavaf edecek ve şeytan mahalli olan nefsini taşlayacaktır. [106]

 

Ahiretten Nasibi Olmayanlar:

 

200. Hac ibadetlerinizi bitirdiğinizde, atalarınızı hatırla­dığınız gibi, hatta daha güçlü bir hatırlayışla Allah'ı hatır-

lamaya devam edin. Çünkü öyle insanlar vardır ki, "Bize bu dünyada ver" diye dua ederler. Böyleleri, ahiretten na­sip almayacaklardır.

Ayetteki kadâ, menasik ve halak kelimelerini ele alalım:

1. Kadâ bir karara bağlamak, bitirmek, son vermek, durdurmak, tamam olmak, hata etmek, ikmal etmek, başarmak, kazanmak, icra etmek, meydana getirmek, infaz etmek, rol oynamak, yapmak, memnun etmek, temin etmek, şartlarını yerine getirmek, ödemek, cevaplamak, kefil olmak, ihraç etmek, yerleşmek, harcamak, zamanın geçmesi, ölmek, sabit kılmak, atamak, karar­laştırmak, belirlemek, emretmek, hüküm vermek, buyurmak, hüküm sürmek, önceden takdir etmek, önceden tayin etmek, kadere bağlamak, hakim gibi hareket etmek, davacılar arasında karar vermek, mahkum etmek, reddetmek, zorla yüklemek, ceza vermek, zorunlu kılmak, istemek, kökleşmek, kökün­den sökmek, imha etmek, iptal etmek, öldürmek, son vermek, mahkemeden önce çağırmak, ayırmak manalarına gelmektedir. [107]

 

Kadâ Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. İstemek

Bakara/l 17'de bu anlama gelmektedir:

Allah, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyi dilediğinde ona sadece ol, der, o da hemen oluverir.

Ayette geçen kada fiili, irade etmek, istemek, dilemek, manasını ifade et­mektedir. Bu anlamıyla kavram, hükmetmenin arkasındaki isteğe; yaratma fiilinin dayandığı iradeye işaret etmektedir.

2. Takdir etmek

En'am/2'de bu manayı ifade etmektedir:

Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanım takdir edecek olan O'dur. Bir de O'nun katında muayyen bir ecel vardır. Siz hala şüphe ediyorsunuz.

Bu anlamıyla kavram, insana ömür takdir etmeyi ifade etmektedir.

3. Emretmek

İsra/23'te bu anlama gelmektedir:

Çünkü Rabbin başkasına değil, yalnızca kendisine kulluk etmenizi ve ana-ba-baya iyi davranmanızı buyurmuştur.

'Buyurma' manası verdiğimiz kadâ fiili, emretmek, hükme bağlamak ma­nasını ifade etmektedir.

4. Hayata son vermek

Kasas/15'te bir kişinin diğerini öldürmesi manasına gelmektedir: Bunun üzerine Musa onu yumrukla devirip hayatına son verdi.

Ayetteki (işini bitirdi) ifadesi, onu öldürdü, hayatına son verdi ma­nasına gelmektedir.

5. Doldurmak

Kasas/28-29'da yapılan antlaşmada belirlenen zamanı doldurarak antlaş­mayı yerine getirmek anlamında kullanılmaktadır. Süreyi bitirmek, zamanı doldurmak, tamamlamak manalarına gelmektedir:

Musa, "Bu seninle benim aramda kalsın" dedi, artık hangi süreyi doldurursam doldurayım bana karşı bir husumet olmasın". Ve Musa, sonunda bu süreyi doldurup da ailesi ile birlikte yola çıktığında...

Görüldüğü gibi, her iki ayette zamanı, süreyi önceden belirlendiği şekilde doldurmak anlamına gelmektedir.

6. Ahdi yerine getirmek

Ahzab/23'te verilen sözü yerine getirmeyi ifade etmektedir:

Mü'minler arasında öyleleri var ki, Allah'ın huzurunda verdikleri sözü her za­man yerine getirirler.

7. Karar vermek/hükmetmek

Allah ve Resulü bir işe hükmettiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.

Demek ki Yüce Allah ve Peygamberi bir işe karar verince, inanan insan­ların o konuda seçenekleri kalmamaktadır.

8. Evliliğe son vermek/boşamak

Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikahladık. [Ahzab/37]

Ayette geçen (o kadından ilişiğini kesince) ifadesi, evliliğine son verince, boşayınca manasına gelmektedir.

9. Ölümüne hükmetmek

(Allah ölümüne hükmettiklerini hayattan koparır). [Zü-mer/42]

10. Açığa vurmak

Bu kavram Yusuf/68'de, isteğini açığa vurmak, dışarı çıkarmak, gönlün­deki ihtiyacı gidermek manalarına gelmektedir:

Ama onlar (Yusuf un bulunduğu şehre) her ne kadar babalarının talimatına uy­gun olarak girdiyseler de, bunun Allah'ın takdirine karşı onlara bir yaran ol­madı; yalnızca Yakub'un duyduğu arzunun açığa vurulmasıydı bu.

11. Tamamlamak

1) İşi tamamlamak

Fussilet/12'de "tamamlamak" manasına gelmektedir:

Ve onları iki evrede yedi gök olarak tamamladı. Yüce Allah'ın yaratma fiilinin tamamlanmasını ifade etmektedir.

2) İbadeti tamamlamak

Kadâ kavramı, bir ibadeti tamamlamak anlamına da gelmektedir:

Namazı tamamladığınızda, ayakta, otururken ve yanınız üzerine yatarken, Al­lah'ı anın. [Nisa/103]

Tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/200'de de "tamamlamak" manası­nı ifade etmektedir.

3) Vahyi tamamlamak

Taha/114'te vahyi tamamlamayı ifade etmektedir:

Gerçek hükümdar olan Allah, yücedir. Sana O'nun vahyi tamamlanmazdan önce okumada acele etme.

12. Bildirmek

Bir emri, bir hükmü elçiler vasıtasıyla peygambere tebliğ etmek, bildir­mek anlamına gelmektedir:

Ve (elçilerimiz aracılığıyla) ona şu hükmü tebliğ ettik.

Buradaki tebliğ kavramı, bildirmek anlamına gelmektedir. İsra/4'te de ay­nı manada kullanılmaktadır.

13. Yerine getirmek, yapmak

Abese/23'te, verilen emrin yerine getirilmesini ifade etmektedir:

Hayır, insan Allah'ın kendisine buyurduklarını yerine getirmiş değildir,

14. İcra etmek/uygulamak

Verilen cezayı  icra etmek/uygulamak anlamına gelmektedir:

Siz de ortaklarınızla beraber toplanıp yapacağınızı kararlaştınn. Sonra işiniz başınıza dert olmasın. Bundan sonra vereceğiniz karan bana uygulayın ve ba­na mühlet de vermeyin. [Yunus/71]

15. Önceden hükme bağlamak

Kadâ fiili mekdiyya kalıbından alındığında ve emr kelimesiyle bir araya getirildiğinde "önceden hükme bağlamak" anlamını ifade eder:  (Ve bu önceden hükme bağlanmıştır). [Meryem/21]

Önceden hükme bağlamak, kader haline getirmektir. Kader haline gelen bir şey mutlaka olur. Ertelenmesi veya gerçekleşmemesi mümkün değildir.

16. Son

Hakka/27'de kaza kavramı son anlamında geçmektedir:

(Keşke bu (ölüm) benim sonum olsaydı).

Fiil olarak son vermek, isim olarak son veren/son manasına gelmektedir. Açıklamasını yaptığımız Bakara/200'de menasik (ibadetler) kavramı ile bir araya geldiğinden, ibadetleri tamamlamayı ifade etmektedir.

Kader ile kaza arasında sıkı bir ilişki vardır. Kader kavramı, kaza kavra­mına nisbetle daha geniştir. Kader, takdir etmek/planlamak anlamına gelir­ken, kaza ayırmak, kesmek, yani takdir edilen şeyi hayata geçirmek manası­na gelmektedir.

İsfehani bazı alimlerin kaderle kaza arasındaki ilişkiyi şöyle dile getirdik­lerini nakletmektedir: Kader, tartı için hazırlanan şeyi, kaza da tartıyı ifade etmektedir. Ebu Ubeyde, veba nedeniyle ordugaha girmeyen Hz. Ömer'e "Kazadan kaçıyor musun?" dediğinde, O "Allah'ın kazasından Allah'ın kade­rine kaçıyorum"[108] diye cevap vermiştir.

Bu, kaderin plan halinde olduğunu, dilerse Allah'ın onu değiştirebileceği­ni göstermektedir. Ama kazanın değişmesi mümkün değildir. (Bu hüküm olup bitmiştir) [Meryem/21] ayeti bunu ifade etmektedir.

Beşerî bir hüküm/kaziye kesin olabilir, ama bu onun doğru olduğu anla­mına gelmez. Beşerî kaziyye doğru da olabilir, yanlış da. Ama ilahî kaza için bu sözkonusu değildir.

2. Nüsuk

Lügatte nüsuk kulluk etmek, Allah'a ibadet etmek, kurban kesmek, elbise­yi su ile yıkayıp temizlemek, yeri ıslah etmek için gübrelemek, zahit olmak, sofu olmak; menasik kalıbında alınca ibadet yapılan yer, kurbanın boğazlan­dığı mekan, hac ile bir araya gelince hac anında yapılan özel ibadet şekilleri, yer ile ilgili olunca, çok yağmur yağıp yeşillenmiş yer; nesik kalıbında altın veya gümüş; ne-se-ke fiil kalıbından alındığında boğazlamak, bir yol tutmak manalarına gelmektedir. [109]

 

Nüsuk Kelimesinin Kur'an'daki manaları:

 

1. Kurban

En'am/162'de genel anlamda ibadet, özel anlamda kurban manasını ifade etmektedir:

(De ki: "Namazım ve kurbanım, hayatım ve ölü­müm alemlerin Rabbine aittir").

Namazın ayn olarak zikredilmesi, nüsuk'un bu ayette "kurban" anlamına geldiğine delildir. Eğer nüsuk ibadet anlamında olsaydı, namazı da kapsardı. Yine nüsuk kelimesi, Bakara/l 96'da oruç ve sadakadan ayn olarak kurban manasında geçmişti. Hac/34'te de nüsuk kelimesi kurban anlamına gelmek­tedir.

2. Takip etmek

Hac/67'de nasıkuhu kalıbında gelmekte; tutulacak/takip edilecek yolu ifa­de etmektedir. Bundan önceki kavram nüsuk kelimesinin mensek kalıbı olup hukuk yolu, kulluk/ibadet yolu demektir. Nasikuhu kelimesindeki zamir bu mensek'e gitmekte; böylece, o hukuk veya ibadet yolunu takip etmek mana­sına gelmektedir.

3. Yol, şekil

Nüsuk kelimesi menasik kalıbında alındığında, yer, yol, şekil, hukuk, iba­det manalarını ifade etmektedir. Hukuk manasına geldiği, Hacc/67 ile Ma-ide/48'den anlaşılmaktadır:

(Her ümmete bir şeriat yolu tayin ettik). [Hac/67] ^ bi^j^! (Her birinize bir şeriat ve bir yol verdik). [Maide/48]

İlk ayetteki mensek kavramı ikinci ayette şeriat ve yol şeklinde geçmek­tedir. Yüce Allah, her ümmete bir hukuk yolu tahsis etmiştir. Bu hukuk yolu, ibadet kurallarını ve şekillerini de kapsamaktadır. Çünkü mensek ile şeriat kavramları, ibadetin şekil ve kurallarını da kapsar. Yüce Allah her ümmete aynı ibadeti, farklı şekillerde farz kılmıştır.

Bakara/128'de (Bize ibadet yerlerimizi göster) buyurulmaktadır ki bu, ibadet yerleriyle beraber, ibadet şekillerini, yollarını ve kurallarını gös­termeyi, öğretmeyi de ifade etmektedir.

Takip edilen hukuk kuralları insanın yolunu oluşturmaktadır. Hz. İbrahim, ibadeti, yanlışlardan kurtulma ve bir çıkış yolu olarak görmektedir. Buna gö­re İbrahim'in zikri geçen duasına "Bize çıkış yolunu göster" manasını ver­mek mümkündür. Ayetin devamında "Tevbemizi kabul buyur" ifadesi yer al­dığından, menasik kavramma "çıkış yolu" manasını verme imkanı doğmak­tadır.

Kurban, takip etmek, yol, şekil, ibadet, hukuk manalanyla nüsuk kavra­mının, insanın ruhunu arındıran ve şekillendiren bir ibadet olduğu anlaşıl­maktadır.

Razi, Sa'leb ve İbnu'l-Arabi'nin, nüsuk kelimesini şöyle açıkladıklarını nakletmektedir: "Nüsuk, halis dökme gümüş manasına gelir. Her eritilip dö­külen madenin bir kalıbı vardır. İbadet edene de nasik denir. Çünkü o, ken­dini günah kirlerinden arındırmış, posasından ayırmış, katıksız hale getir­miştir".[110]

Bu manadan hareketle şöyle diyebiliriz: Nüsuk, gümüş ve altın; ne-se-ke fiili, bu altın ve gümüş madenlerini eritip yabancı maddelerden arındırmak; mensek de, yabancı maddelerden arındırılan bu madenleri kalıba döküp şe­killendirmek anlamını ifade etmektedir. Bu manayı kurbana, ibadetlere veya hukuka uyarladığımız zaman şöyle bir çıkarım yapabiliriz: Kurban ve diğer ibadetler insanın ruhunu şirk gibi yabancı ve sahte inançlardan temizlemek­te, temizlenen insanın gönlü belli bir şekle girmekte ve sanki bir kalıba dö­külüp şekillenmektedir. Hukuk da, toplum hayatını belli bir disipline sok­makta ve ona bir şekil vermektedir. Hukuk toplumların hayatını şekillendirip geliştirirken, ibadetler de insanın şahsiyetini arındırmakta, şekillendirip ge­liştirmektedir.

İşte haçta yapılan diğer ibadetler de, bu görevi yerine getirdikleri için me-nasik adım almaktadırlar. O ibadetler hem haccı mükemmelleştiriyor, hem de hacının ruhunu arındırırak şahsiyetini geliştiriyor.

Bakara/200'deki menasik, hem haccın ibadetlerini, hem de yasaklarını ifa­de etmektedir.

3. (Atalarınızı hatırlayıp andığınız gibi, hatta daha güçlü bir hatırlayışla Allah'ı hatırlamaya devam edin).

Allah'ı zikretme emri Bakara/198'de de geçmişti. 198. ayette "Müzdeli-fe'ye indiğinizde Allah'ı zikredin" buyurulmuştu, 200. ayette ise "Hac ibadet­lerini bitirdikten sonra Allah'ı zikredin" buyurulmaktadır. Buradan şu sonu­cu çıkarabiliriz: Allah'ın, hem hac esnasmda, hem de haçtan sonra sürekli zikredilmesi gerektiğini belirtmek için "Allah'ı zikredin" emri tekrarlanmış­tır. Haccın menasiki/ibadetleri bitecektir ama, zikir devam edecektir. Her iba­detin bir zamanı vardır ama, zikrin zamanı yoktur, çünkü o her an yapılması gerekli olan bir ibadettir. Zikir, devamlı akan bir ırmak gibidir. Çeşitli dere­ler ona katılır, onun suyunu/gücünü artırır. Mesela: Namaz hem bir zikirdir, hem de zikir ırmağına dökülen bir deredir; dua hem bir zikirdir, hem de zikir ırmağında dökülen bir deredir. Demek ki ibadetler zikri beslemektedir. Bu geniş manası sebebiyle Yüce Allah Kur'an'a 'zikir' ismini vermiştir. Bu, Kur'an okuyan ve onun üzerinde düşünen kimsenin Allah'ı zikrettiği mana­sına gelir.

Şimdi, ayetteki "zikredin" emrinin neyi ifade ettiğine bakalım. Dikkat edilirse Allah'ı anma, ataları anmaya benzetilmiştir. "Atalarınız gibi" ifade-siyse, günlük hayatımızdan örnek vermek suretiyle zikrin nasıl yapılacağına açıklık getirmektedir. İnsana, yakınından ve kendi hayatından misaller veri­lerek, Allah'a karşı yapması gereken görevlerin anlatılması bir eğitim metodudur. Bunun anlamı şudur: Zaten siz, sizin için yaptıklarıyla, size bıraktık-lanyla devamlı atalarınızı anıyorsunuz, tıpkı küçük bir çocuğun devamlı ana-baba demesi gibi. Çocuk her sıkıştığında ana-baba diyerek onlara koşar veya onları çağırır, anasından dayak yediğinde bile "ana" diyerek ağlar. İşte insa­nın da, iyi ve kötü her durumda Allah'ı anması, derdini ve ihtiyacım Allah'a arzetmesi, çocuğun ana-babasını anmasına benzemektedir. Tabii olarak, Al­lah'ı zikretme, ana-babayı zikretmekten daha fazla ve daha güçlü olmalıdır. Şimdi zikretme şeklini açıklayabiliriz:

a. Dua ile zikretme

Bakara/200 ayetinin devamında olumsuz bir içerik taşıyan bir duaya dik­kat çekilmektedir:

İnsanların bir kısmı, "Ey Rabbimiz! Bize bu dünyada ver" diye dua ederler. Böylelerinin ahiretten nasipleri yoktur.

Duada, sadece dünya nimet ve menfaatleri istenmemeli, 201. ayetteki gi­bi, her iki alemin de iyiliği istenmelidir.

Demek ki zikretmek, gücünü hatırlayarak Allah'tan dünya ve ahiret için iyilik istemek manasına gelmektedir. İyiliğin kaynağının Allah olduğunu bil­mek, O'nu hatırlamak ve o kaynaktan iyilik isteğinde bulunmak, Allah'ı güç­lü bir şekilde zikretmektir.

b. Kurban kesmek suretiyle zikretmek

Hac/34'e göre hayvan keserken Allah'ın adını anmak farzdır, bir adım da­ha atarak diyebiliriz ki kurban, Allah'ı zikretmek için farz kılınmıştır:

Biz, her ümmete, hayvan cinsinden kendilerine nzık olarak verdiklerimiz üze­rinde Allah'ın adını ansınlar diye kurban kesmeyi gerekli kıldık. Ve her zaman tanrınızın tek bir tanrı olduğunu aklınızda tutun, O'na teslim olun. İhlaslı kim­seleri müjdele.

Görüldüğü gibi, kurban kesmenin amacı Allah'ı zikretmektir, yani Allah'ı anarak kurban kesmek bir zikirdir.

c. Günahtan temizlenmek suretiyle zikir

Haccm tamamlanması, insanın gönlündeki günah kirlerinin temizlenmesi demektir. Bu temizlik, hacdan sonra da sürmelidir. Hac yapan müslümanın, ruh temizliğini kesintisiz bir süreç haline getirmesi, Allah'ı zikretmesiyle mümkün olur. Şu ayet buna delildir:

Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Kabe'yi tavaf etsin­ler. [Hac/29]

Kirin giderilmesi ifadesi, maddî kirlerle birlikte manevî kirleri de ifade et­mektedir. Gönlünden Allah'ın dışındaki varlıkları atarak sadece Allah'a yöne-lip dayanan, teslim olan ve O'ndan yardım dileyen kimse, kendini arındırmış demektir. Bu arındırma da zikirdir.

Ayetin bu kısmındaki (Daha güçlü bir anışla...) ifadesi, Allah'ın ana-babadan daha üstün tutulmasına işaret etmektedir. Bu ayetteki eşedde (daha şiddetli) kavramı, başka bir ayette ehabbe (daha fazla sevme) şeklinde yer almaktadır. Tevbe/24'te sekiz değer sayılmış ve Allah, Resulü ve O'nun uğrunda savaşmak, öteki değerlerden öne çıkarılırken ehabbe kelimesi kulla­nılmış ve Allah'ın daha güçlü bir sevgi ile sevilmesi istenmiştir. Yine (İman edenlerin Allah'a olan sevgileri daha fazladır) [Baka­ra/165] buyurulmuştur. Demek ki Allah her şeyden daha fazla sevilmeli; ana-babadan daha fazla anılmalıdır. Zira insanı yaratan, ona nimetler sunan var­lık, anılmaya en layık olandır.

4. İnsanlardan öyleleri var ki: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver" derler, böyle kimselerin ahiretten hiç nasibi yoktur.

Rabbena (rabbimiz) dediklerine göre, bu şekilde dua edenler Allah'a inan­maktadırlar. Yüce Allah, kendisine inanan insanların duada nasıl hata yaptık­larına dikkat çekmektedir. Sadece dünya nimet ve menfaatini isteyenlere do­ğal olarak o verilecektir, ama onların ahiretten bir nasipleri olmayacaktır.

Bu ayetteki halak kelimesi, başka ayetlerde nasib olarak geçmektedir. Her iki kelime de, pay, kazanç, menfaat, nimet manalarına gelir. Şura/20'de şöy­le buyurmaktadır:

Kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Kim de dünya kârını isti­yorsa, ona da dünyadan bir şeyler veririz. Fakat onun ahirette bir nasibi olmaz.

Yüce Allah, sadece dünya menfaat ve nimetini isteyen insanın, ahiretten bir nasibi olmayacağına işaret etmektedir. Allah'ı zikretmenin bir şekli de, hem dünyanın, hem de ahiretin iyiliği için Allah'a yalvarmaktır.

a. Allah'ın ahdini satmak

Allah'ın ahdi en üstün bir değer ve uyulması gereken en büyük farzlardan biridir. Bu değeri yerlere düşüren ve ona riayet etmeyen kimse pek çok şey kaybeder. Bunlardan biri de ahiretteki nasibidir:

Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedele değiştirenlere gelin­ce, işte bunların ahirette bir payı yoktur, kıyamet günü Allah onlarla konuş­mayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı bir azap vardır. [Âl-i İmran/77]

b. Sadece dünya için dua etmek

Tefsirini yaptığımız Bakara/200 ile Şura/20'de sadece dünya için dua etmenin neticesinin, ahiretteki nasibi kaybetmek olacağına dikkat çekilmektedir.

c. Münafıklık

Dünyevî çıkar için dinlerinde iki yüzlü davrananlar, sözü ile özü, sözü ile fiili birbirini tutmayanlar münafıktır. Münafıklar, dünya hayatma daldıkları için, ahiretten nasiplerini kaybetmektedirler. Tevbe/69'da münafıkların, ala­caklarım dünyada aldıkları için, ahirette hiçbir şey alamayacaklarına işaret edilmektedir.

İzahını yapmakta olduğumuz Bakara/200'ün bu kısmının hacla ilgisini ku­rabilmek için, Bakara/198'le birlikte ele almak gerekir. 198. ayette, hac esna­sında ticaret yapmanın sakıncalı olmadığı bildirilmişti. Müslümanların tama­men dünyaya yönelmemeleri için, 200. ayette, sadece dünya nimetini iste­yenlerin ahirette nasibi olmayacağı ifade buyuruldu. Böylece, zımnen den­miş oluyor ki: Ticarete müsaade ettim ama, ibadetlerinizi unutup sadece ka­zanç peşine düşmeyin; dünya ile ahireti atbaşı yürütün. [111]

 

Dünya Ve Ahiret İyiliğini İstemek:

 

201. Onlardan bir kısmı da: "Ey Rabbimiz! Bize dünyada iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azabından koru" derler.

İnsanların bazısı sadece dünya hayatının menfaatini isterken, diğer bazıla­rı da dünya ve ahiretin iyiliğini isterler. Dünya ve ahiret iyiliğinin yanısıra, ce­hennem azabından korunmayı da istemek gerekir. Bu ayette Yüce Allah insan­lara dua adabını öğretmektedir. [112]

 

Herkes Yaptığının Karşılığını Bulur:

 

202. İşte onlar için kazandıklarından bir nasip vardır. Al­lah'ın hesabı çok süratlidir.

Bu ayetten şu ilkeleri çıkarabiliriz: Ödül amel'e verilir

"İşte bunlara, elde ettiklerinden bir pay vardır" ifadesinden, nasibin ame­le göre olduğu anlaşılmaktadır. Bu hüküm, hem sadece dünyayı isteyen, hem de dünya ve ahiretin iyiliğini isteyen gruplar için geçerlidir. Sadece dünya ni­metini isteyenler için ahirette bir nasip olmayacağının söylenmesi, onların nasibini bu dünyada alacakları anlamına gelir.

Demek ki haccı, salt ticarî seyahate çevirenler, nasiplerini bu dünyada al­mış ve tüketmiş olacaklar; onların ahirette bir nasibi olmayacaktır. Haccı salt bir ticarî seyahat olarak değil de, ibadet ve yanısıra ticaret için bir fırsat gö­renler ise oradaki amellerine göre hem dünyada, hem de ahirette nasiplene-ceklerdir. Şura/20'ye göre, dünya ürününü isteyene dünya ürünü, ahiret ürü­nünü isteyene de ahiret ürünü verilecektir. Bu ayette geçen ürün, Baka-ra/202'de nasip olarak geçmektedir. Şura/20'de irade (istek) kullanılırken, Bakara/202'de kesb (kazanç, amel) kullanılmaktadır. Şura/20'de istenilen şeyin verileceği söylenirken, Bakara/202'de, kazanılan şeyin, onu kazananın olduğu söylenmektedir.

Her ikisinin ortak alanı, insanın nasibinin veya kendisine verilecek dünya ve ahiret ürününün, kendi istek ve ameline göre olacağıdır.

Diğer taraftan Âl-i Imran/145'te, irade ile birlikte kullanılan sevab keli­mesi, dünya ve ahiret nimetini ifade etmektedir:

Ve kim bu dünyanın sevabını, nimetlerini isterse kendine ondan vereceğiz; kim de ahiretin nimetlerini arzularca ona da bunu vereceğiz.

Böylece nasib, hars kavramlarına, sevab kavramı da eklenmiştir. Nasib pay, hisse; hars ürün; sevab da mükafat, karşılık manalarına gelir:

(Allah hesabı çabuk görendir).

Ayetin bu kısmında geçen hasebe kelimesi, saymak, hesap etmek, takdir et­mek, ölçmek; hasube kalıbından alınınca soylu, şerefli olmak; hasibe kalıbın­dan ise zannetmek; ahsebe kalıbından alınınca yeter deyinceye kadar yedirmek, yetmek; hasebe kalıbından alınınca hesaplaşmak, hesaba çekmek, ödüllendir­mek; hısab kalıbında da değer, kıymet, hesap anlamına gelmektedir.

Allah Teala, işlenen ameli değerlendirmeye tabi tutacağmı bildirmektedir. Üretilen olumlu veya olumsuz her ameli değerlendirdiğini bildirmesinin amacı, iyi amel üretenleri teşvik etmek, kötü amel üretenleri de caydırmak­tır. Bir insan, ürettiği her amelin Yüce Allah tarafından değerlendirildiğini bi­lir ve inanırsa, daima iyi amel üretme yolunu tutar.

Ayeti, insanların birbirlerine davranışlarına uyarlamak da mümkündür. Allah'ın sıfatlarını yeryüzüne yansıtan kişiye kamil insan diyoruz. Yetişmiş, kamil ve medenî toplumlar, Bakara/202'deki hükmü yeryüzünde tatbik eder­ler. Yani medenî toplum, halkının ürettiğini hemen değerlendiren toplumdur. Böyle bir toplumda, kültüre, ekonomiye ve sanata katkıda bulunanlar hemen nasiplerini alırlar.

Eğer üretilen, kötü bir şeyse, toplumun ahlâkım, düzen ve saadetini bozan bir amelse, hemen cezasını görmelidir. Ceza ve mükafaatm gecikmesi, me­deniyeti kemirip çürütür. İyi işleri hemen ödüllendiren toplumlar, hem ilerle­melerini sürdürür, hem toplumun istikbaline can verir, hem de Allah'ın ade­tine uyduğu için sevaba kavuşur. [113]

 

Zikir, Takva Ve Haşr:

 

203. Ve Allah'ı tayin edilmiş belli günlerde anın, her kim iki gün içinde acele ederse günaha girmez, kim daha uzun kalırsa, o da Allah'a karşı sorumluluğunun bilincinde ol­dukça, günaha girmemiş olur. O halde Allah'a karşı so­rumluluğunuzun bilincinde olun ve sonunda Allah'ın hu­zurunda toplanacağınızı bilin.

Bakara/l98'de Meş'ar-i Haram'da (Müzdelife'de) Allah'ın zikredilmesi emredilmişti. Bu, özel bir mekana ait özel bir zikirdir. 203. ayetteki zikir ise, özel bir zamana ait özel bir zikirdir.

1. (Tayin edilmiş belli günlerde Allah'ı anın).

Muhammed Esed, bu günlerin, Zilhicce'nin 10. gününe tesadüf eden kur­ban bayramını takip eden günler olduğunu söylemektedir. Hacılar bu günle­rin en azından ikisini Arafat ile Mekke arasında yer alan Mina vadisinde ge­çirmekle yükümlüdürler.[114] Tayin edilmiş belirli günlerde Allah'ı zikretme emri, Hac/28'de de geçmektedir:

Bunun kendilerine sağlayacağı yararlan görsünler ve belirlenen günlerde, Al­lah'ın kendilerine nzık olarak sağladığı hayvanlar üzerine, Allah'ın ismini an­sınlar.

Böylece Bakara/203'teki eyyamın ma'dûdât (sayılı günler) ifadesiyle Hac/28'deki eyyâmin ma'lûmâtin (belirlenmiş günler) ifadesi aynı manaya gelmektedir.

Her iki ayet de, Allah'ı zikretmek için özel anları göstermektedir. Demek ki, her zaman yapılabilecek zikrin yanısıra, özel zaman ve mekanlarda yapılacak zikir de vardır.

2. (Kim iki günde acele edip dönmek is­terse, ona günah yoktur. Kim daha uzun kalırsa, o da Allah'a karşı sorumlu­luğunun bilincinde oldukça, günaha girmemiş olur).

Ayetin bu kısmı, hacıların Mina'da kalma sürelerini belirlemektedir. İki gün içinde dönmek isteyenlere de, daha fazla kalmak isteyenlere de müsaade vermektedir. O sıcak altında kalma gücünü kendinde bulamayanlara, acele etme imkanı vermekte ve acele etmelerinin günah olmadığını söylemektedir. Orada kalma gücüne sahip olanlara da kalmak için izin vermektedir. Bu, Yü­ce Allah'ın kullarını ibadet konusunda zorlamadığını, herkese gücünün yete­ceği kadar sorumluluk yüklediğini gösterir.

Diğer taraftan böylece, geride kalanların acele edenleri tenkit etmemesi, acele edenlerin de geride kalanları tenkit etmemesi sağlanmış olmaktadır; çünkü her iki durumda da günah olmadığını bizzat Allah söylemektedir. İki hareket tarzından birini benimseyenlerin, diğerinlerini kınama, suçlama ve yerme hakları yoktur.

Bu tavır, her zaman ve her yerde gösterilmeli; insanlara zarar vermeyecek ve Allah'ın dinine ters düşmeyecek farklı davranışlara müsaade edilmelidir. Yetişkin insanların gençlerden, kendileri gibi davranmalarını beklemeleri doğru değildir.

Her iki davranışın da günah olmaması, takvaya bağlıdır. İbadete ve insa­na zarar vermeyen davranışların farklı olup olmaması önemli değildir, önem­li olan niyet ve takvadır. Onun içindir ki Yüce Allah "İttika etmeleri şartıy­la" buyurmuş ve böylece farklı davranışı günah olmaktan çıkaran şeyin tak­va olduğunu vurgulamıştır.

Takva, aynı zamanda Bakara/l 97'de yasaklanan davranışlardan uzak kal­mayı, onları işlememeyi ifade etmektedir. Haçta cinsî münasebetten kaçınan, fısk işlemeyen, kavga etmeyen kimsenin Mina'dan acele edip çıkması veya orada fazla kalması günah olmaz.

3. (Allah'ı üzmekten sakının ve bilin ki hepiniz Al­lah'ın huzurunda toplanacaksınız).

Ayetin bu bölümü "takva" ile "bilgiyi" bir araya getirmektedir. Takva, emir ve nehiylere riayet edilmesi bahsinde geçerken, bilgi mahşer bahsinde geçmektedir. Ahirette Allah'ın huzurunda toplanılacağım bilmek, inşam gü­nahtan alıkoyacak en önemli etkendir.

Böylece ayette, bir davranışı günah olmaktan çıkaracak değerlerin zikir, takva ve bilgi olduğu ifade buyurulmaktadır. Zikretmek, sakınmak ve bilmek gibi ruhun en yüce eylemlerini sergileyen insan, olgunluğun doruk noktasına tırmanır. Hac ile ilgili ayetlere bakınca, işlenen ve eğitilmeye çalışılan ruhî kabiliyetlerin ve onların doğuracağı amellerin bunlar olduğu anlaşılır.

196. ayette takva ve bilgi, 197. ayette akıl ve takva, 198. ayette zikir, 199. ayette af dileme, af ve merhamet, insanlarla beraber hareket etmek; 200-201. ayetlerde dünya ve ahiretin iyiliğini isteme; 203'te herkesin payının amelle­rine göre verileceği, Yüce Allah'ın, hesabının çabuk olduğu; 203'de zikir, tak­va, bilmek ele alınıp işlenmiştir.

İşte hac ibadetini oluşturan, ayakta tutan ve kabulünü temin eden önemli değerler, ameller bunladır. İbadet eğitimi, hedefine, bunları insanlara kazan­dırmakla ulaşır. Bunları kazanamayanlar, defalarca hacca gitseler dahi ruhî bir olgunluğa kavuşamazlar. Böylece haccın niçin farz kılındığı anlaşılmak­tadır.

Takva, Bakara suresinin hacla ilgili bu ayetlerinde yer alan kavramların ve bu kavramların temsil ettiği değerlerin merkezinde bulunmaktadır. Takvayı oluşturan değerler şunlardır:

İnsanlarla beraber hareket etmek,

Tefrika çıkarmamak,

Kavga etmemek,

Aklı kullanmak,

İstiğfar (af dilemek),

Bilgi,

Zikir,

Cinsel disiplin,

Haşre inanmak,

Hem dünyanın, hem de ahiretin iyiliğini istemek.

Bunların en önemlileri aklı kullanmak ve bilgidir. Bu anlamda hac, bir eğitim ve öğretim müessesesini temsil etmektedir. Hz. İbrahim'le başlayan öğretim faaliyeti, Kabe'yi bir üniversite haline getirmiş ve insanlığa evrensel değerleri öğretmekle meşgul olmuş ve bundan sonra da olmaya devam ede­cektir. [115]

 

Hasımların En Yamanı:

 

204. Bazı insanların dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Ve o, kalbindekine Allah'ı da şahit ge­tirir. Halbuki o, hasımların en yamanıdır.

Yüce Allah bu ayetle, Bakara/200'de geçen, dünya hayatını isteyip ahiret-te bir nasibi olmayan kişinin durumunu açıklamaktadır.

1. Bazı insanların dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider.

Razi, hitabın özel olmasına rağmen hükmün umumi olduğunu ifade et­mektedir ki bizce öyledir.

Dünya hakkında etkileyici, cezbedici ve hayrete düşürücü sözler söyle­yenler, günümüzde maddeci görüşü temsil eden filozof ve ideologlardır. Ayette, "Hayat, sadece bu dünyada yaşanan hayattır" deyip, bunun ötesinde başka bir hayatın olmadığına inanan ve bütün felsefesini bunun üzerine ku­ran insanların söylemi kasdedilmektedir.

Bu insanlar, aslmda Allah'ın vaadini bilmeyen, dünya hayatının zahirini bilip ahiretten gafil olanlardır. Yüce Allah böylelerinin durumuna şöyle dik­kat çekmektedir:

Bu, Allah'ın vaadettiğidir. Allah vaadinden caymaz, fakat insanların çoğu bil­mezler. Onlar dünya hayatının görünen yüzünü bilirler. Onlar ahiretten tama­men gafildirler. [Rum/6-7]

Dünya hayatını tercih edenler, o hayatın zahirini anlar ve insanlara süsleyerek anlatırlar. Anlatışları, dinleyenlerin dikkatini çeker ve onların gönülle­rinde derin bir hayranlık uyandırırlar. Bundan peygamberler bile müstağni olmadığından, hitap doğrudan Hz. Peygamber'e yöneltilmektedir.

Aslında bu ayette, farklı inanca, düşünce ve kültüre sahip olan grupların birbirini etkilemesi ele alınmakta ve bu etkiden korunmaları için müslüman-lar uyarılmaktadır. Felsefeleri birbirinden ayıran en önemli faktör, fizik öte­si aleme inanıp inanmamalarıdır. Bu, birbirlerinden çok farklı kültürlerin doğmasına sebep olmaktadır. Demek ki farklı inanç ve düşünceler farklı kültürlere, farklı kültürler de kendilerini diğerlerine kabul ettirmek, onların yerini almak, taraftarlarım kendine çekmek için mücadelelere yol açmakta­dır. Neticede, dünya bir kültür mücadelesi alanına dönüşmekte ve her kül­tür, insanların beyin ve gönüllerine inebilmek için manevî değerleri kullan­maktadır.

2. Ayetteki"kalplerindekilere Allah'ı şahit tutar" ifadesi, istismarın en de­rin boyutunu göstermektedir. Dünya hayatına tapan, sadece onun zahirini bi­len ve onu ahirete tercih eden insan bile, kalbindekinin doğruluğuna Allah'ı şahit göstererek, karşıt inançtakileri etkilemeye çalışmaktadır. Bu, yanlış bir amaç uğruna en kutsal inanç ve değerlerin bile istismar edildiğini, böylece haktan batıla gidişin yollan oluşturulmaya çalışıldığını göstermektedir. Bu istismara Fatır/5'te de dikkat çekilmektedir:

Ey insanlar! Allah'ın vaadi gerçektir; dünya hayatı sizi aldatmasın. Şeytan da sizi Allah ile aldatmasın.

Şeytan, Allah ile insanları aldatmaya çalışmaktadır. Bu açıdan bakınca, dünya hayatının zahirini bilen, onu kutsallaştıran insan ile şeytanın aynı işi yaptığı ortaya çıkar. Çünkü ikisi de Allah'ı şahit tutmak suretiyle istismar yo­luna saparak karşı tarafı etkilemeye çalışmaktadırlar. Dünya hayatının aldat­tığı insanlar, bu aldanmalarını güzel ifadelerle kitaplara, görsel basına, ma­kalelere dökerek insanları etki altına alırlar. Bu kültür mücadelesi, günümüz­de böyle bir boyut kazanmıştır.

Şeytanla ortaklaşa çalışan bu insanlar, işin kalpten geçtiğini ve bu konu­da kalbin etkinliğini bildiklerinden, kalplerindeki iyi niyete Allah'ı şahit gös­tererek yemin ederler ve kendi kalplerini istismar etmekten bile çekinmezler. Sevgi, iman, sakınma, irade gibi değerlerin bulunduğu kalp ülkesini bile istismar etmekten çekinmeyen insanı Yüce Allah "hasım" olarak nitelendir­mektedir:

3. Halbuki o hasımların en yamanıdır.

Kalbinde derin ve güçlü bir hasımlık duygusu saklayan bu tip insan, su-ret-i haktan görünerek, yaldızlı sözler söyleyerek, Allah'ı şahit tutarak ve kal­bini istismar ederek insanları etki altına almak ister.

Demek ki, en büyük husumet kültür grupları arasında cereyan etmektedir. Mayasında ahiret inancı olmayan ve manevî değerleri istismar eden kültür, hasım kesilir, kin kusar ve düşmanlık yapmaktan geri kalmaz.

Bir sonraki ayette, hasımların en yamanı olan bu insanın, karşısındakini etki altına alamayınca nelere başvurduğu açıklanmaktadır. [116]

 

Kültür Ve Neslin Helaki:

 

205. O, bir iş başına geçtiğinde, yeryüzünde fesat çıkar­maya, kültürü ve nesli helak etmeye çalışır. Allah fesadı sevmez.

Bizim "iş başına geçtiğinde" şeklinde karşılık verdiğimiz tevella kelime­sine, müfessirlerin çoğu, "senin yanından ayrıldığında, yani dönüp gittiğin­de" manasını vermişlerdir. Muhammed Esed, "hakimiyeti eline aldığında" manasını vermiştir. Elmahlı Hamdi Yazır da "iş başına geçtiğinde" anlamını vermektedir. Tevella kelimesinin kökü veliye bir şeye yaklaşmak, idare et­mek, düzenlemek, işini üzerine almak, yardım etmek, sevmek, takip etmek, ardı sıra gitmek, hudut olmak, arkadaş olmak, dönmek, terbiye etmek, otori­te sahibi olmak, geçip gitmek anlamlanne gelmektedir.

Evliya kalıbından alınınca, yardımcı, destekleyici, hayır sahibi, kefil, ar­kadaş, ortak, yakın akraba, koruyucu, muhafız, Allah'a yakın olan kişi, aziz, temiz adam anlamlarına gelir. [117]

 

Tevella Kelimesinin Kur'an'da manaları:

 

1. Dost edinmek

Maide/56'da yetevella kalıbında yer almakta ve "dost edinmek" manasına gelmektedir:

Kim Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinirse, üstün gelecek olan, şüp­hesiz Allah'ın tarafını tutanlardır.

Ayetin kendisi "dost edinmenin" ne anlama geldiğini açıklamaktadır: Allah'ın tarafını tutmak ve bu sayede galip gelmek. Allah'ı, Resulünü ve iman edenleri dost edinmek Allah'ın tarafında olmak, O'nun tarafım tutmak demektir.

2. Yüz çevirmek

Fetih/17'de şu ifade yer almaktadır:  (Kim yüz çevirirse, onu büyük bir azaba çarptıracaktır).

Ayette vatanını, milletini, namusunu, bayrağım, bağımsızlığını ve hürri­yetini korumak ve müdafaa etmek için savaşa davet edildiği halde yüz çevi­ren kimseden bahsedilmektedir. Davete uymama, davetten yüzçevirme tevel-la kelimesiyle ifade edilmektedir.

Bir fakire yardım etmek yerine, insanlara da cimrilik tavsiye eden kimse, Allah'ın yardım konusundaki çağrısına sırtını dönmüş olmaktadır. Cimrinin bu davranışı da Kur'an'da bu kelimeyle ifade edilmektedir:

Ki onlar, cimrilik edip başkalarına da cimrice davranmayı tavsiye ederler. Ve sırtını çevirenler, bilsinler ki Allah kendi kendine yeterlidir, bütün övgülere la­yıktır. [Hadid/24]

Buradaki yetevella kelimesi, fakirin elinden tutma çağrısına sırt dönmeyi, yani yardım etmemeyi ifade etmektedir. Bu kelime ayrıca Allah'ın kitabına çağınlıp da çağrıya uymayan insanın olumsuz tepkisini ifade için de kulla­nılmaktadır. Âl-i İmran/23'te bu anlama gelmektedir. Allah'a itaat etmeyi ka­bullendikten sonra itaatten yüz çevirenlerin fiilini ifade etmek için de bu ke­lime kullanılmaktadır. Nur/47'de, '"''Allah'a ve Peygamber'e inanıp itaat ettik" diyenlerin bir kısmının, bundan vazgeçtiği beyan edilmekte ve vazgeçenlerin eylemi, yetevella kelimesiyle ifade edilmektedir.

Maide/43'te, tayin edilen hakemin hükmüne karşı çıkıp, çekip gitmeyi ifade etmektedir.

3. Korumak

Bu kelime Ra'd/U'de val kalıbında gelmekte ve korumak, yardımcı ol­mak, anlamını ifade etmektedir:

(Onların Allah'tan başka koruyucuları yoktur). Kehf/44'te velaye kalıbında, koruyucu manasını ifade etmektedir.  4. Yönelmek

Bakara/148'de müvelli kalıbında yer almakta ve bir amaca, hedefe ve ga­yeye yönelmeyi ifade etmektedir:

Herkesin yöneldiği bir gayesi vardır.

5. Dost

Kur'an'da pek çok ayette veli ve çoğulu olan evliya şeklinde geçmektedir. Dost anlamının yanısıra, varis yani çocuk manasına da gelmektedir.

"Onların hiçbirini asla dost edinmeyin" ayetindeki dost kavramı, yakın ve sırtını dönebileceğin arkadaş anlamına gelmektedir. Ayette insanın insana olan dostluğu kastedilmektedir.

Aynca bu kavram, Allah'ın insana olan dostluğunu ifade için de kullanıl­maktadır:

Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir. (Maide/55) Allah'ın insanlara olan dostluğu, onları korumasıdır. Diğer taraftan, kulun da Allah'a dost olması sözkonusudur:

(Bilesiniz ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur; onlar üzülmeyecekler de). [Yunus/62]

İnsan Allah'a, inanmak, emir ve nehiylerine riayet etmek suretiyle dost olabi­lir. [Yunus/63]

Bir de insanın şeytana, şeytanın insana dost olması vardır. A'raf/30'da şeytanı dost edinenlerden bahsedilmektedir:

Çünkü onlar Allah'ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edindiler. [A'raf/30] İşte şeytan, bugün onların dostudur. [Nahl/63]

6. Yakın olmak

Veli kelimesi evla kalıbından alınınca, daha yakın olmak manasını ifade eder:

İnsanların İbrahim'e en yakın olanı... [Âl-i İmran/68]

Bir insanı koruyan, ona yönelen, dost olan kişi ona yakınlıkta en ileri olan demektir.

Evla kelimesi, en iyi koruyucu manasına da gelir. İnsanlar için kullanıldı­ğında "en yakın", Allah için kullanıldığında "en iyi koruyucu" anlamına ge­lir. Nisa/l35'te, "koruyucu" manasını ifade etmektedir.

7. Layık olmak

(Sonra orayı boylamaya daha layık olanları elbette biz daha iyi biliriz). [Meryem/70]

Buradaki "daha layık olma" "daha çok müstahak olma" anlamına gelir. Evla kelimesi, sıfatlarda derecelenmenin (ism-i tafdilin) en üst kademesini temsil eder.

Bu ayette cehenneme kimin daha layık olduğu ifade edilirken, liyakatin olumsuz yönü işlenmekte ve kötü amellerinin insanı cehenneme götürdüğü belirtilmektedir.

8. Hak sahibi olmak

Evla kalıbının, yakınlık, layık olmak manasının dışında bir de "hak sahi­bi olmak" manası vardır. Derecelenme sıfatı olunca, "daha çok hak sahibi ol­mayı" ifade etmektedir. Ahzab/6'da bu manaya gelmektedir

(Peygamber, mü'minler üzerinde, onların kendileri üzerin­de sahip olduğundan daha çok hak sahibidir).[118]

"Daha fazla hak sahibi" manasım benimsememizin sebebi şudur: Kendi varlığımızın bize dünyayı kazandırmasına mukabil, Peygamber ahireti ka­zandırmaktadır. Tabii olarak, ahireti kazandıranın hakkı, dünyayı kazandıra­nın hakkından üstün olmalıdır. Hz. Peygamber'in bizim üzerimizdeki hakkı­nın, bizim kendi üzerimizdeki hakkımızdan daha fazla olduğunu ifade esna­sında evla kelimesi kullanılmıştır.

Aynı ayetin devamında, Allah'ın kitabında, akrabaların birbiri üzerinde daha çok hakka sahip olduklarına da işaret edilmektedir.

9. Efendi

Veliye kelimesi mevla kalıbından alındığında "efendi" manasım ifade et­mektedir:

(O, efendisinin üstüne bir yüktür. Onu nere­ye gönderse bir hayır getiremez). [Nahl/76]

Mevla kalıbında, Allah için de kullanılmaktadır. İnsan için olunca, efendi, patron; Allah için kullanılınca, dost, koruyucu manasını ifade etmektedir. Ba-kara/286'daki (ente mevlânâ) ibaresi, "Sen bizim dostumuzsun/ko-ruyucumuzsun" anlamına gelmektedir.

10. Varis

Veliye kelimesi mevali kalıbından alınınca, "varis" anlamına gelmektedir: Herkes için bırakabileceği mirasçılar tayin etmişizdir. [Nisa/33]

Burada kavram, ölen kimselerin yerini alan kimselere işaret etmekte; bir grubun, gidenin yerine iktidarı eline geçirip varis olması anlamına gelmek­tedir.

11. Korumasına sığınmak

Mevali kelimesinin İslâm öncesinden gelen sosyolojik bir manası vardır. Süleyman Ateş bunu şu şekilde açıklamaktadır: "Dostluk kurmak anlamında­ki velayet kökünden gelen mevali, mevla'nm çoğuludur. Mevla'nın Arap kül­türünde özel bir yeri vardır. İslâm'dan önce Araplar arasında bir şahıs veya kabile, bir başka şahıs veya topluma sığınır, ondan kendisini korumasını is­ter ve öteki de bu isteği kabul ederse, bu durumu halka açıklardı. Böylece iki kişi veya kabile arasında özel bir dostluk; koruyan ve korunan ilişkisi kuru­lurdu. İşte, korunan kişi tek ise ona mevla; topluluk ise mevali denirdi. "Şu kişi şunun mevlasıdır" demek, onun koruması altına girmiş demektir. Buna mevla veya mevali denir. Mevla veya mevali, himayesine girdiği kimselerin kan akrabasından sayılırdı. Bunlar birbirlerine mirasçı dahi olurlardı".[119]

İslâm öncesi Arap kültüründeki himaye müessesesi; mevlalık ilişkisi, günümüze savunma paktı olarak intikal etmiştir. Nato bu amaçla kurulan ve mil­letlerin birbirini koruması ile ilgili bir müessesedir. Modern dünya bunu hu­kukî temellere oturtarak, müessese haline getirmiştir. Milletler kendilerini ko­ruyabilmek için birbirine dayanmakta ve bu amaçla birlikler kurmaktadırlar.

Bir bakıma bu müesseseleşme hareketi, eski ilkel uygulamaların moder-nize edilmiş şeklidir.

Görüldüğü gibi veliye kelimesi çeşitli kalıplarda çeşitli manalar kazan­maktadır. Dost edinmek, korumak, yönelmek, dost olmak, yakın olmak, la­yık olmak, hak sahibi olmak, efendi, varis ve korumasına sığınmak manala-nyla, genelde yakınlığı ifade eden dost kavramının etrafına bir örgü örmek­tedir.

12. İktidarı ele almak

Bu kelimenin diğer bir anlamı da, iktidarı ele geçirmek, siyasî erke sahip olmaktır:

İktidarı ele geçirirseniz, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya ve akrabalık bağ­larını kesmeye mi çalışacaksınız? [Muhammed/22]

Bu ayet ile tefsirini yapmakta olduğumuz Bakara/205 ayeti arasında bü­yük bir benzerlik vardır. Her iki ayetteki tevella kelimesi de, iktidarı, hakimi­yeti, siyasî erki ele geçirmek manasına gelmektedir. Ayrıca her iki ayette de fesat/bozgunculuk kavramı yer almaktadır. Bakara/205 ayetinin sonunda, harsı ve nesli helak etmek sözkonusu edilirken, Muhammed suresinin sonun­da, akrabalık bağlarım kesmekten bahsedilmektedir. Aslında bu iki ayetin son kısımları birbirini açıklamaktadırlar; şöyle ki:

Harsı ve nesli helak etmek [Bakara/205], akrabalık bağlarını/sevgi bağla­rını kesmektir [Muhammed/22]; akrabalık bağlarım kesmek de [Muham­med/22], kültürü ve nesli helak etmektir [Bakara/205].

Bazı müfessirler bu ayetlerdeki tevella kelimesine dönmek manasım ve­rirken; bazıları da iktidarı ele geçirmek manasım vermişlerdir. Sibaka dikkat edildiğinde, Bakara/255'teki tevella kelimesinin "dönmek" manasına geldiği anlaşılır. Çünkü 204. ayette karşılıklı konuşmadan, şahit tutmadan ve hasım­lıktan bahsedilmektedir. Belli ki, burada iki kişinin konuşmasından sonraki dönme ve ayrılma kasdedilmektedir.

Fakat 205. ayetin sonunda zikredilen eylemlerden hareketle tevella kelimeşine, "iktidarı ele geçirmek" anlamını vermemiz daha uygun olur. Çünkü, bir toplumda iktidarı ele geçiremeyen insanın fesat çıkarması, kültürü ve nes­li helak etmesi çok zordur. Yapsa bile, kayda değer bir netice elde edemez, ama iktidarı ele aldığında bu eylemleri daha etkili, daha derinden ve daha yaygın bir şekilde gerçekleştirebileceği için, iktidarı ele geçirmek anlamı ağırlık kazanır. Böylece ayet, kötü niyetle iktidarı ele geçirenlerin ne gibi sosyal tahribatlar yapacaklarına ışık tutmaktadır. (Yeryüzünde koşar).

Dünya hayatım tercih eden, onun hakkında insanı hayrete düşürecek şekil­de felsefe üreten, bu konudaki görüşlerine Allah'ı şahit tutan, insanları etkile­meye çalışan ve kendi inancında olmayanlara büyük bir husumet duyan kim­senin, iktidarı ele geçirdiğinde yapacağı ilk iş, husumetini eyleme dökmek için gayret göstermek olacakta Hz. Peygamber döneminde, bu tip insanların düşmanlık için koşuşmaları, dar bir alanda kalmaya mahkumdu; ama günü­müzde, farklı inanç ve kültür mensuplarının birbirine olan düşmanlıklarının tatbikat alanına dökülme metotları çok farklı alanlara taşınmış, alanı genişle­miş, tahrip gücü de artmıştır. Onun içindir ki ayette fı'l-ardı (yeryüzünde) ifa­desi kullanılmakta; böylece onların faaliyetlerinin, bütün dünyayı saracacağı-na ve etkileyeceğine işaret edilmektedir. Bu tip insanların iktidara gelmesi ha­linde, nasıl bir program uygulayacaklarına da dikkat çekilmektedir. aLi (Fesat çıkarmak için).

Dünya hayatmı kutsallaştıran insanın, husumetini nasıl eyleme dökeceği­ni, iktidarı ele geçirince hangi amaç veya programla faaliyet göstereceğini Yüce Allah ayetin bundan sonraki kısmında açıklamaktadır. Böyle insanların programında yer alan ilk hedef, yeryüzünde fesat çıkarmaktır.

Peki bu insanlar yeryüzünde bozgunculuğu nasıl yapacaklar? Hakkı ken­di arzularına tabi kılarak [Mü'minun/71]; şirk koşarak [Enbiya/22); savaş çı­kararak [Neml/34]; insanları aldatarak [Bakara/9-11]; haddi aşarak [A'raf/55-56]; ekonomik hayatın dengesini bozarak [A'raf/85]; toplumdaki sevgi bağlarını keserek [Muhammed/22]; israfa saparak [Şuara/151-152]; Allah'ın emirlerini yerine getirmeyerek [Enfal/73]; fakirlerin elinden tutma­yarak [Kasas/83]; tevhid inancından dönerek [Âl-i İmran/62-63]; Allah'ın ni­metlerini hatırlamayarak [A'raf/74]; halkı gruplara ayırıp bir grubu tutup digerini ezerek [Kasas/4]; homoseksüellik yapmak suretiyle Allah'ın azabına meydan okuyarak [Ankebut/29-30].

İşte bu fiiller fesadı/bozgunculuğu ifade etmektedir. Yüce Allah bir keli­me ile bütün bu amelleri kasdetmiştir, İyinin/güzelin düşmanı olan insanla­rın, siyasî iktidarı ele geçirdiklerinde nasıl bir faaliyet içinde olacakları, bu ayetlerden anlaşılmaktadır.

Aslında ayetin devamı iki faaliyete dikkat çekerek yeryüzünde nasıl fesat çıkaracaklarını açıklamaktadır: Kültürü ve nesli helak etmek.

İyinin/güzelin düşmanı olan insanlar, kültürü ve gençliği tahrip ederek fe­sat çıkarır ve iktidarlarına gıda temin ederler. Demek ki, bu insanlar, kültürü helak etmek suretiyle gençliği de helak etmektedirler. Ayette yer alan hars kavramı, isim olarak saban, yüklem olarak saban ile toprağı sürmek, toprağı işlemek, gemi gibi yarıp geçmek, yol açıp arasından geçmek; tarlayı sürüp çekmek, terbiye etmek, yetiştirmek, çift sürmek, tımar etmek manalarına gel­mektedir. İlmî araştırma yapmak için mikrop yetiştirilmesine ve bu şekilde yetiştirilen şeye kültür denir. Bu manada kültür hars'ın karşılığıdır. Kültür'ün karşılığı olan hars irfan, münevverlik, medeniyet, medeniyetin bir safhası manalarına gelmektedir. Ekilebilir toprak, dikilmiş orman, fidanlık ve büyük çiftliklere de hars denmekte; çiftçiye de harras denmektedir. [120]

 

Hars Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Tohum ekmek

Yüce Allah kudretine, cinsel ilişkide akıtılan tohum (meni) ile toprağa ekilen tohumu delil getirmektedir.

(Toprağa ektiğiniz tohumu hiç düşündünüz mü?) [Vakıa/63] Bu ayette hars kavramı fiil halinde gelmekte ve toprağa tohumu ekmek manasını ifade etmektedir. Bu anlamdan hareketle diyebiliriz ki: Kültür/hars, insanın kafasına bilgi, gönlüne iman ve sevgi ekmektir. Bu değerler, birer to­humu andırmaktadır. Beynine ve gönlüne bu değerlerin ekildiği insana da kültürlü insan denmektedir.

2. Ekin

Bakara/71 'de isim olarak geçmekte ve "ekin" anlamım ifade etmektedir. Buradaki ekin, kültür anlamına gelen ekin değil, toprağa atılan tohumdan yetişen ekin manasına gelmektedir.

3. Toprak

Bakara/223'te, işlenebilen toprak, yani arazi manasına gelmekte, ama ka­dın için yapılan bir benzetmeyi ifade etmektedir:

(Hanımlarınız sizin için ürün veren toprak gibidir; öy­leyse toprağınızı dilediğiniz gibi işleyin).

Her canlının kökeninde su ve toprak vardır. Toprak, anaya benzer. Doğur­gan olduğu için, Yüce Allah kadım doğurgan olan toprağa benzetmiştir. Ha-y& \^\W tûpia.|tt\ Ött&mi ne ise, kadının da insan için önemi odur.

Kadının döl yatağı, tohum (meni) ekilip ürün (çocuk) yetiştiren bir yer ol­duğu için, Yüce Allah kadını, toprağa benzetmektedir.

4. Kazanç

Şura/20'de dünya ve ahiret kazancını ele alınırken, hars kavramı kullanıl­mıştır:

Kim ahiret kazancını elde etmeyi isterse, onun kazancında bir artış sağlarız; bu dünya kazancım isteyene ise, ondan bir şeyler veririz.

Bu ayette, dünya ve ahiret kazancından/ürününden bahsedilmektedir. Bu­nun anlamı şudur: İnsan bu dünya ile ilgili meseleleri işlerse, dünya kazancı­nı; ahiret ile ilgili meseleleri işlerse, ahiret kazancını elde edecektir. Böylece dünyevî ve uhrevî kültür, yani maddî ve manevî kültür kavramı ortaya çık­maktadır. Öyleyse, hars denen kültür, insanın maddî ve manevî kazanımlan ve elde ettiği ürünlerdir.

Kültür kelimesi, culture kelimesinin Türkçe okunuşundan ibarettir. Lügat­te insan güçlerinin ileri seviyede gelişmesi, yani terbiye ve tecrübe ile vücu­dun, beynin ve ruhun geliştirilmesi anlamına gelmektedir.

Toplumlardaki sanat ve bilim gibi zihnî gelişimin görünen haline kültür denir. Kültür, toplumun karakterini belirleyen bütün sanat, inanç ve sosyal müesseselerini kapsar.

Tıbbî veya bilimsel araştırmada bakterileri büyütmeye; an ve ipek böce­ği gibi hayvanları yetiştirmeye kültür denmektedir.

Latince kökenli olan culture (kültür) kelimesi, tarlaya ekin ekmek, süt mayalamak manalarını ifade etmektedir. Bunun Kur'an'da hars anlamına geldiğini söylemiştik. Kültür kelimesini, Türkçe'ye "maya" veya "ekin" ola­rak aktarmak mümkün olmakla beraber, bu, kültürün bütün anlamlarını kar­şılamaz.

Hars manasında kültür, Kur'an'ın, antropolojinin ve sosyolojinin ana ko­nulan arasında yer almaktadır. Tıpta ve bilimde bakteri üretme faaliyetine kültür denmektedir. Kur'an'da, ise sperm ile yumurtanın döllenip çocuk ha­line geldiği kadının vücuduna da kültür denmektedir. Demek ki Kur'an, kül­tür kelimesini daha uzaklara taşıyarak insanın döllenmesine ve onun döllen­diği rahime de kültür adını vermektedir. Onun içindir ki, Yüce Allah kadına hars, yani kültür sıfatmı layık görmektedir.

Bu manadan hareket ederek diyebiliriz ki, nerede bir mayalanma, döllen­me ve yeni bir oluşum varsa orada bir kültür var demektir. Mayalanma, döl­lenme ve yenilenmede farklı maddelerin bir araya gelmesi, kendi özellikleri­nin pek çoğunu kaybederek farklı bir yapı meydana getirme olgusu vardır. Mayalanma ve döllenmede farklı iki yapı bir araya gelir ama, kendi özlerini taşımakla beraber farklı bir varlık veya oluşum meydana getirirler. Mesela: Sperm ile yumurta farklı yapıda olan iki canlı olmalarına rağmen, bir araya gelip döllendiklerinde insan denen canlıyı oluştururlar. Kendi benliklerinden farklı bir yapıyı oluşturdukları için bir kültür meydana gelmiş olur.

Terbiye edilen insanın zihnine bazı bilgiler ekilir, bunlar beyinde döllenir, düşünce kalıbından geçerek yeni bir bilgi meydana gelir ki buna kültür dene­bilir. Çünkü ekilen bilgi tohumlan, beyin denen tarlada yeni bir gelişimle ye­ni oluşumlar meydana getirmiştir.

Toplumsal manada da sanat, inanç, değer yargılan ve davranışlar arasın­da bir mayalanma vardır. Geçmişten gelen bu oluşumlarla insanın aklı maya­lanır ve neticede farklı bir yapı ortaya çıkar. İşte bu yapıya kültür denir. Top­lumsal boyutuyla kültür, insanın aklı ve zekasının maddî çevresine şekil ver­mesi ve onu kendi hizmetine sunması eylemini de içermektedir. Diğer taraf­tan, geçmişten miras olarak aldığı değerlerle, kendi akimi bir araya getirerek, güzel bir oluşum meydana getirmesi, toplumsal kültürün başka bir boyutunu ifade etmektedir.

Maddî ve manevî varlıklan işlemekle meydana gelen ürüne kültür dendi­ği gibi, maddede manevî yapıyı ahenkli bir şekilde işlemek ve bir güzellik ortaya çıkarmak da bir kültürdür. İnsan, taşa sanatsal dehasını işleyerek bir gü­zellik meydana getirir ve biz buna sanat eseri deriz. İnsanın beynine ve gön­lüne manevî güzellikleri işleyerek dengeli davranış üretmek de bir kültür olayıdır.

Çeşitli musiki aletlerinin bir araya gelmesi ve ahenkli bir şekilde, nota de­nen bir disiplin içinde hareket etmeleri ile meydana gelen sanat eseri de bir kültürdür. Demek ki, kültürde ahenk, güzellik ve denge vardır. Kültürlü in­san, güzellikler üreten, ahenkli ve dengeli bir şekilde davranan insan demek­tir. Bu açıklamalardan sonra diyebiliriz ki, kültür, insanın geliştirdiği tüm araçlar, üretim teknikleri, düşünce ve inanç sistemleri, hukuk, devlet, ahlâk, sanat, ilim, felsefe ve sosyal müesseselerin bütününü ifade etmektedir. Kur'an bunu biraz daha geliştirerek, sosyal ve dinî mirasın tümüne kültür de­mektedir.

Şimdi açıklamasını yaptığımız Bakara/205 ayetine dönüp "kültürü helak eder" ifadesinin ne manaya geldiğine bakalım. He-le-ke bir şeye ihtirasla yö­nelmek, öldürmek, satmak, tehlikeye atmak, yolunu kaybetmek, kelebeğin ateşe düşmesi, şaşırmak, tüketmek, harcamak, kuraklık, kıtlık, su olsa bile bir şey bitirmeyen yer manalarına gelmektedir.

İktidarı ele geçiren kötü niyetli ve düşmanlık duygusu ile dolu olan kişi­ler, kültürü helak etmek için gayret gösterirler, proje üretirler ve planlamalar yaparlar. Bu tip insanların kültürü nasıl helak edeceklerini, aşama aşama şöy­le açıklayabiliriz:

Muhammed/22 ayetine göre akrabalık bağlarını, yani toplumdaki sevgi bağlarım keserler. Bir toplumda, toplum ruhunu mayalayan ve onu millet ha­line getiren en önemli kültür değeri sevgidir. Kültürü helak etmenin en etki­li yolu, sevgi bağlarım koparmaktır. Kültürlü insanlar, birbirlerine, gönülden koparak gelen sevgi bağlan ile bağlanan insanlardır. Kötü niyetli insanlar, bu alanı tahrip etmeye çalışırlar.

Bakara/27'de, Allah'ın bitişmesini emrettiği şeyleri kesenlerden bahsedil­mektedir. Allah'ın bitişmesini emrettiği ilişkiler, ferdî manada beyin, gönül ve nefsin bitişmesi, toplumsal manada ise insanların bilgi, ideal, inanç ve ah­lâkî değerler bakımından birleşmeleridir. Gönlün diğer insanlarla bitişmesi denen manevî kültürü helak etmeye çalışanlar, aynı ayette fasık olarak nitelendirilmektedir. İşte "mayalanma" manasına gelen kültür, Muham-med/22'de, sevgi bağlan ile insanların gönüllerinin mayalanması, birbirine bağlanması ve kaynaşması anlamıyla tezahür etmektedir

Sevgi bağlan gönülleri dölledikçe, bir sevgi kültürü meydana getirmekte­dir. Dünya hayatına tapan ve büyük bir husumet taşıyan insan, iktidan ele al­dığında, sevgi mayalanması denen bu manevî kültürü helak etmeye kalkar. Allah'ın bitişmesini emrettiği aklın, gönül ve nefsin mayalanıp oluşturduğu tevhid kültürünü yıkmaya çalışır. Aklın Allah'a gidişini, gönüle ve nefse ulaş­masını engeller. Döllenen çocuğu aldıran kadın ve onu alan doktor gibi; bu insanlar da sevgi ile döllenen gönülleri birbirinden kopararak ayn düşmele­rine ve tefrikaya neden olurlar.

Toplumun manevî kültürünün mayasını teşkil eden sevgi bağlannı kopa­ranlar, kız çocuklanm bırakıp erkek çocuklanm kesen Firavun'dan daha za­limdirler. Onun içindir ki Yüce Allah, onlan en büyük hasım olarak ilan et­mektedir.

Bu insanlar sadece sevgi bağlannı koparmakla yetinmezler, aynı zaman­da inanç bağlannı da koparırlar. Manevî kültürün önemli bir unsuru da inanç­tır. Gönülde teşekkül eden ve akıl ile sevginin mayalanmasından meydana gelen inanç bağlan da bu insanlann saldınsma uğrar. Enbiya/93 ile Mü'mi-nun/53'te, dinî bağlamı kopanlıp toplumu parçalara ayırmanın nelere mal ol­duğu anlatılmakta; dinî açıdan halkı mezheplere ayırarak sosyal bütünlüğü bozanların ne kadar kötü insan olduklan beyan edilmektedir.

Bu insanlar, belirli inançlan ve bu inançlann oluşturduğu ve mayaladığı davramşlan bütünüyle yok etmek ister ve bu uğurda gayret gösterirler. Ma­nevî kültürün en önemli boyutu olan inançlar gönülde mayalanınca, yani kül­tür haline gelince, değişmeye ve kopanlmaya karşı kuvvetli bir direnç göste­rirler. O zaman kültürü helak etmeye çalışan bu insanlar, inancın ve tutumun yönünü değiştirme çabası içine girerler. Allah'a ve toplumun değerlerini ya­şatmaya yönelik olan doğru inancın yönünü değiştirmek suretiyle onu helak etme amacını güderler.

İnancı ve tutumlan yok edemediklerinde veya yönünü değiştiremedikle­rinde, inanç ve tutumların doğmasına engel olmaya çalışırlar. Döllenmiş olan bir inanç ve davranışla mücadele veremeyince, en azından gelecek nesillerde o döllenmeyi, yani o kültürün meydana gelmesini engelleme çarelerini ararlar. Yüce Allah bu engellemeyi şöyle beyan etmektedir:

İnkar eden ve Allah yolundan engelleyenler... [Nisa/167] Allah'a ibadeti engelleyenler... [Maide/2] Allah'ı anmayı engelleyenler... [Maide/91]

Bu ve buna benzer faaliyetlerle, inanç ve davranışların doğmasını engel­lemeye çalışmakla kültürün nesilden nesile intikal etmesine mani olurlar. Bu da kültürün yokolmasına neden olur.

İnanç ve davranışın dayanağını kesmek suretiyle kültürün helak olmasını, yani o değerin mayalanıp büyümesini engellerler. Susuz kalan ekinin helak olması gibi; destekten yoksun kalan manevî kültür de helak olmaya yüz tu­tar; çünkü canlı için su ne ise, kültür için de destek odur.

Bu üç metoddan netice alamadıklarında, inancın içeriğini değiştirmek su­retiyle onu bozmaya çalışırlar. İnancı ve davranışı oluşturan kavramların içi­ni olumsuz ve kötü manalarla doldurmak gibi hileli yollara başvururlar.

Kültürün mayasını teşkil eden sevgiyi ve ilahî aşkı, meşru olmayan ilişki­ler için kullanarak, kültürün yok olmasına çalışırlar. Buna, manevî kültür çevresini kirletmek de diyebiliriz. Beyin ve gönül kirliliği, helakten başka bir şey değildir.

Bir de maddî kültür vardır ki bunun en önemli boyutu ekonomidir. Eko­nominin gereklerini yerine getirmemek, gelir dağılımını adil ölçülerde toplu­mun alt katmanlarına kadar indirmemek, ekonomik hayatı mafyalaştırmak, toplumun gelirini belli kişilere sunmak gibi cürümler de, maddî kültürü he­lak etmektir. Ekonomik hayatın bu durumuna Yüce Allah Bakara/l 95'te inti­har; Tevbe/34'te elim azap; Muhammed/38'de ise yıkım adını vermektedir. Tefsirini yapmakta olduğumuz ayetteki hars ekonomik ürünü de ifade et­mektedir. Bu kötü niyetli insanlar, düşünen insanların arkasından destekleri­ni çekerek bilgi üretimini de engellerler. Bu yolla bilginin teknolojiye dönüş­mesine mani olurlar. Toplumu taklide sevk ederek, bilgi üretimini durdurur­lar ve düşüncenin önüne engel koyarlar. "Bu durum, Lokman/21 ayetine göre cehennem ateşidir. Bu insanlar toplumu taklide sevk etmekle, hem hukuku, hem sanatı, hem tefekkürü öldürmekte ve toplum hayatım cehenneme çevir­mektedirler. İşte, Bakara/205'te yer alan "helak" kavramı, toplumu cehenneme çevirmeyi ifade etmektedir.

Kültürü meydana getiren maddî ve manevî unsurlar helak olunca, gençlik de helak olmaktadır.

"Kültürü ve nesli helak eder" ifadesinde geçen nesil kavramı, ne-se-le fi­ilinden türemiştir. Ne-se-le doğurmak, dünyaya getirmek, baba olmak, be­nimsemek, çıkarmak, yolmak, sökmek, çözmek, açmak, tüylerini dökmek, derinin soyulup yenilenmesi, iplikleri ayırmak, yavrulamak, çoğalmak, üret­mek, aşağı inmek manalarına gelir. Nesi kalıbından isim olarak alınırsa zürriyet, evlat, füru, nesil, torunlar anlamını ifade etmektedir. Tenasül kalıbın­dan getirilince, cinsel organ manasına gelmektedir.

Arap dilinde kuş, deve ve eşek gibi hayvanların tüylerinin çıkıp dökülme­sini ifade etmek için de kullanılır. Bu anlamda çocuk da babanın sulbünden çıktığı, döküldüğü, döllendikten sonra doğduğu için nesil adını almaktadır. [121]

 

Nesil Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Koşmak

Yensilu, şimdiki zaman fiil kalıbından kıyamette yeniden dirildiği zaman insanların Allah'a doğru koşacaklarını ifade etmek için kullanılmıştır:

Ve sura üflenecek, işte o zaman tümü kabirlerinden çıkacak, Rablerine doğru koşacaklar. [Yasin/51]

2. Boşalma

Enbiya/96'da, Yecuc ve Mecuc'un hareketi anlatılırken bu kelime fiil ka­lıbında kullanılmaktadır. Akın etmek ve saldırmak manalarına gelen bu keli­me, kötünün iyiye saldırışını ifade etmektedir:

Nihayet Yecuc ve Mecuc, açıldığı ve her tepeden akın ettiği zaman.

Barajın önündeki duvar yıkılınca, suyun boşalması gibi, iyinin kötüye karşı olan direncinin kaybolması üzerine, kötünün boşalırcasına akın etmesi­ni ifade etmektedir.

Erkeğin boşalıp anne kanunda çocuğun teşekkül etmesini, veya çocuğun doğmasını da ifade ettmektedir.

3. Zürriyet

Secde/8 ve Bakara/205'te bu anlama gelmektedir:

Sonra onun zürriyetini dayanıksız bir suyun özünden üretmiştir. [Secde/8]

Bütün bu manaların ortak bir noktası vardır: Çıkmak, doğmak ve meyda­na gelip dökülmek, yok olup gitmek. Çocuk babasının sulbünden dökülür, annesinin karnından çıkar, sonra büyür ve ölüp gider. Bakara/205'te geçen nesli helak etme, kültürün helakine dayanmaktadır. Kültür kavramını, ekono­mik ürün olarak alırsak diyebiliriz ki, toplumun ekonomik düzenini bozmak ve ondaki dengeleri alt-üst etmek, yetişmekte olan gençliğin bozulmasına se­bep olur. Böylece, ekonominin nesil üzerindeki manevî etkisi ortaya çıkar. Toplumun idarecileri ekonomik dengeleri bozarlarsa, neslin ahlâkını da boz­muş olur ve böylece de yetişmekte olan nesle ihanet etmiş olurlar. Yüce Al­lah buna, nesli helak etmek demektedir.

Ayette geçen hars'ı, manevî kültür olarak alırsak diyebiliriz ki, toplumun idarecileri, milletin örf-adetleriyle, ana diliyle ve değerleriyle oynarlarsa, hem kültürü, hem de o kültür içinde yetişmekte olan nesli helak etmiş olur­lar. Toplumun hukuk, sanat ve hür düşüncesine müdahalede bulunan ve top­lumu taklide sürükleyenler, aslında nesli helake götürmektedirler. Bir toplu­mu, millet olmak için mayalayan değerlerin oluşturduğu kültürü bozmanın tahribatı, yetişmekte olan nesle kadar uzanır. Bu duruma dikkat çeken Yüce Allah, siyasetin etki alanına da işaret etmektedir. Kötü politikalar uygulayan­ların, toplumu nasıl fesada vereceklerini bu ayetle açıklayan Allah, siyasetin esas görevinin kültürü ve nesli ihya etmek, çöküşünü önlemek olduğunu vur­gulamaktadır.

İslâm filozoflarından Farabi, siyaseti "erdemli siyaset" ve "cahil siyaset" diye ikiye ayırmaktadır. Ona göre, erdemli siyaset, halka erdem kazandıran, dünya ve ahirette faziletlere ulaştıran siyasettir. Halk, erdemleri ruhuna sin-dirirse, hayatın lezzetlerinden istifade edebilir. Saadetin elde edilmesini te­min eden faaliyete siyaset diyen Farabi, saadete ulaşmayı siyasetin amacı olarak belirlemektedir.[122] Bu siyasetin tersini uygulayan siyasete de cahil si­yaset demektedir.

Demek ki Yüce Allah, toplumu saadete götürecek yollan tıkayan politika­ları uygulayan siyasilerin, fesat çıkarıp kültürü ve nesli helak ettiğini söyle­mektedir:

(Allah bozgunculuğu sevmez).

Allah, cahil siyaset uygulayıp kültürü ve nesli helak eden insanların duru­munu beyan ettikten sonra, bozgunculuğu sevmediğini ifade etmekle, kişile­re değil de kişinin davranışlarına karşı olduğuna dikkat çekmektedir. Aslında bu metodu ana-babalar ve bütün eğitimciler kullanmalıdır. Değerlendirmele­ri insanın üzerinde değil, onların davranışları üzerinde yoğunlaştırmak gere­kir. İnsanları terbiye ederken, yanlışlarına karşı sevgisizlik göstererek düzelt­mek, en etkili metodlardan biridir. [123]

 

Gurur Günaha Goturur:

 

206. Bu insana, "Allah'tan çekin" denilince, gururu ken­disini günaha sevkeder. Ona cehennem yeter. O ne kötü yerdir!

Dünya hayatmı tercih eden ve iyiye karşı azılı bir düşman kesilen insan, iktidarı ele geçirince, fesat çıkarıp kültürü ve nesli helak eder. Böylesine "Al­lah'tan kork" denildiğinde, gururu onu günaha götürür. Ayetin bu kısmında­ki izzet kelimesi, gurur, benlik, taassub manalarına gelmektedir. Razi ahazet-hu'l-izzet ibaresine, "gurur ona yapıştı" manasını vermektedir. Gurur ve taas­sub onun yakasını bırakmadı ki, insanların "Allah'tan kork" çağrılarına uya­bilsin. Gurur ve taassubu ile siyasete atılan kişi, toplumu ateşe veren bir si­yaset uygulayınca, kendi istikbalini de cehenneme çevirmekte ve kendine, Allah'ın "O ne kötü bir yataktır" dediği cezayı hazırlamaktadır.

Mihad (yatak) kelimesin türediği mehd kelimesi, beşik ve düz arazi ma­nasına gelmektedir. Beşikte konuştuğu için Hz. İsa'ya mehdi denmiştir. Fiil olarak kullanılınca, döşemek manasını ifade etmektedir: uja*îîliif (Bizler ne güzel döşeyicileriz) [Zariyat/48] ayetinde de Yüce Allah'ın sıfatı olarak geç­mektedir. Demek ki, cehennem onun yatağı olmaktadır. Allah Teala, kültüre ve nesle siyasetiyle zarar verenlerin, cehennem döşeğini kendilerine mekan olarak hazırladıklarını bilmeleri ve ona göre yanlış davranışlarından uzaklaş­maları için bu ayeti inzal buyurmuştur. Milleti oluşturan kültür denen mayayı bozmak ve o milletin istikbali olan nesli tahrip edip şahsiyetini zedelemenin karşılığı, ancak cehennem olabilir. Olumlu bir çağrıya olumsuz tepki gösteren insanın problemi, gururunun elinde oyuncak olması ve gururunun iradesini yo-ketmesidir. Gurur ve taassubun olduğu yerde, Allah sevgisi ve Allah korkusu­nun yeri yoktur. Gurur ve taassub, insanın iç alemindeki psikolojik bir oluşum olduğu için, sevgi ve korkunun oradan hicret etmesi mukadderdir.

Gurur ve taassub günaha, günah da cehenneme götürür. Dünya hayatını tanrı edinecek ve gönlündeki yanlışa Allah'ı şahit tutacak kadar O'na hasım olan insanın, erdemleri tükenmiş, ruhu çöle dönmüş demektir. Kötülüğü ken­disine ideoloji edinen ve bu ideolojisinin fanatiği haline gelen kimse, hem toplumda fesat çıkarıp kültür ve nesli helak ederek insanlığı, hem de kendi istikbalini cehenneme çevirmektedir.

Yüce Allah, bu insanın istikbalini şöyle beyan etmektedir:(Ona cehennem yeter).

Bu, onun hakkından cehennem gelir demektir. "Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir" atasözü, gururun ken­disini günaha sevkettiği kişinin hakkı cehennemdir ifadesine denk düşmek­tedir. [124]

 

Allah'ın Rızasını Elde Etmek:

 

207. Ama insanlar arasında bazıları da var ki, Allah'ın rızasını kazanmak için, benliğini feda eder. Allah da kullarına çok şefkatlidir.

Bu ayetten çıkartabileceğimiz önemli ilkeler vardır; şöyle ki:

1. Dinî hayatın en önemli amacı, Allah'ın rızasını kazanmaktır.

Allah'ın rızasını kazanmak bir gaye midir, yoksa bir hedef mi? Bu suali sormamızın sebebi, hedeflere ulaşmanın mümkün, gayelere ulaşmanın ise mümkün olmamasıdır. Allah'ın rızasını elde etmek; dinî hayatın, yani dinî uygulamaların hedefi olmalıdır. Çünkü bu hedefe ulaşılması imkân dahilin­dedir.

Bu hedefe ulaşacak olan insanların az olduğu da bir gerçektir. Yorumunu yaptığımız bu ayet, Allah'ın rızasına ulaşma yollarından birini göstermekte­dir. Şimdi Kur'an'a göre Allah'ın rızasını elde etmenin diğer yollarını incele­yebiliriz:

a) Benliğini feda ederek (Benliğini feda ederek).

Ayette geçen nefis kavramını benlik olarak tercüme etmemiz mümkündür. İyi bir müslüman, Allah'ın emrettiği davranışları yerine getirmek, yasakladı­ğı davranışlardan da kaçınmak için gerekli gayreti gösteren kimsedir, ki bu da, nefsâni arzularını terkederek, Allah'ın rızasını elde etme hedefini güden insanı ifade etmektedir. Kendi arzularını Allah'ın rızası için bir tarafa atan in­san erdemli insandır. Bu eylem bir 'fedakârlık'tır; fedakârlık da erdemlerin başmda yer almaktadır.

Aslmda Yüce Allah bu ifadesiyle insanlara, fedakârlığı Allah adına yap­manın ne kadar önemli olduğunu öğretmektedir.

b) İnfak ederek

Bakara/265 ayetine göre, Allah'ın rızasını kazanmanın diğer bir yolu da in­fak, yani fakirin elinden tutmaktır. Toplumsal hastalıklardan biri olan fakirliği ortadan kaldırmak için malından fedakârlık yapmak, Allah'ın rızasını celbeden bir eylemdir.

İnfak hem Allah'ın rızasını celbeder, hem de Allah'ın rızasını celbetmek infakın hedefini belirler. Demek ki Yüce Allah, kendi rızasını sosyal hayatta­ki fakirlik yumağının içine koymuştur; ancak o yumağı çözmek için fedakâr­lıkta bulunan kimse Allah'ın rızasına nail olacaktır.

c) İnsanların arasını düzelterek

Nisa/14'te Allah'ın rızasını celbeden iki amel sayılmaktadır; sadaka ve ba­rış. Az önce infaka/maddî fedakârlığa değinmiştik, burada da 'insanların ara­sını düzeltmeyi' yani 'banş'ı ele alacağız.

Onların fısıldaşmalannın çoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka, veya bir iyilik, veya insanların arasım düzeltmek için fısıldaşmak istisnadır. Kim Al­lah'ın rızasını elde etmek için bunu yaparsa, biz ona yakında büyük bir müka­fat vereceğiz.

İnsanın bulunduğu yerde, tartışmanın, kavga ve savaşın olması tabiidir. Bu problemlerin çıkmadan önce bir ateş gibi söndürülmesinin adına barış denmektedir. Müslüman, kavga veya savaştan önce ara bulmak için gayret sarfetmelidir. Müslüman, problem çıkaran değil, barışa gönül veren, prob­lemleri çözen insandır.

d) Sabrederek

Ra'd/22'de geçen vech kelimesi, rıza anlamını ifade etmektedir. Sabreden insanlar, Allah'ın rızasına ulaşma imkânını yakalamış demektir:

Onlar ki, Rablerinin rızasını elde etmek için sabrederler. [Ra'd/22]

Allah'ın emirlerini yerine getirmekte, nehiyierinden kaçınmakta, insan­lar arası ilişkilerdeki düzensizliklerde, belalarda ve vatanı savunmada sa­bır gösteren insanların Allah'ın rızasına ermeleri mukadderdir. Bu eylem­leri, Allah'ın rızasını kazanmak için yapanlar, bir gün hedeflerine ulaşacak­lardır.

e) Allah adına savaşmak

İnsanlar hürriyetlerini, bağımsızlıklarım, topraklarını, bayraklarını, na­muslarını müdafaa etmek zorunda kalabilirler. İşte böyle anlarda Allah için savaşmak, O'nun rızasını kazanmaya vesile olur.

(Benim yolumda savaşmak ve rızamı kazanmak için çıkmışsanız...) [Mümtehine/1]

Bu ayeti, Bakara/207 ayetiyle birlikte ele alacak olursak, oradaki "Al­lah'ın rızasını elde etmek için benliğini feda eden" ifadesini, "Allah adma sa­vaşıp kendini feda etme" şeklinde anlayabiliriz. Demek ki, 'kendini feda et­mek" ifadesinin bir ferdî/psikolojik, bir de sosyolojik manası vardır. Kendi nefsinin isteklerini bir tarafa atmayı ifade ettiği kadar; manevî değerler uğrunda kedini feda etme manasına da gelmektedir. Her iki manada da müca­dele anlamına gelen savaşı ifade etmektedir: Biri nefsiyle, diğeri de haricî düşmanla.

Allah'ın ve insanlığın yücelttiği değerleri korumak uğrana, onlara saldı­ranlarla mücadele edenler, Allah'ın rızasına nail olurlar. Allah'ın rızasını ka­zanmak, içindeki şeytanî dürtülerle ve haricî düşmanlarla mücadele etmeye bağlıdır, o mücadeleyi yapanlara bir ödül olarak verilecektir.

f) İyilikte yarışmak

İnsanlara iyilik yapma hususunda yarışıp öne geçenler de Allah'ın rızası­na nail olacaklardır. Tevbe/100 ayeti, bu yarışmadan ve bu yarışmayı kaza­nanlardan bahsetmekte; Allah'ın onlardan, onların da Allah'tan razı oldukla­rını bildirmektedir. Kısacası Allah'ın rızası, iyilikte yarışıp öne geçmeye bağ­lıdır. Yüce Allah iyi davranışta bulunmaları, sosyal ve fizikî çevrelerine za­rar vermeden yaşamaları ve Allah'a karşı vazifelerini yerine getirmeleri için mükâfaat vaad etmek suretiyle insanları motive etmekte, harekete geçirmek­tedir.

Yüce Allah ancak; benliğini feda etme cesaretini gösterenlerden, malın­dan fedakârlık yaparak fakirin elinden tutanlardan, insanların arasını düzelt­me yolunu takip edip barıştan yana gayret sarfedenlerden, tüm sıkıntılara gö­ğüs gererek onları çözüme ulaştıranlardan, kendisi uğranda savaşan ve iyilik­te yarışanlardan razı olmakta ve böylece hem insanlara hedef göstermekte, hem de o hedefe götürecek değerleri öğretmektedir. Din eğitimi ve eğitimci­leri, bu erdemleri insanlara kazandırmalı, onların şahsiyetlerini bunlarla si-lahlandırmalı ve onlara bu yolda yürümenin esaslarını öğretmeli, dinî hayat­taki başarının, Allah'ın rızasını kazanmakla doruğa ulaşacağı fikir ve inancı­nı onlara aşılamalıdır.

2. (Allah kullarına daima şefkatlidir).

(rauf) sıfatı, 're-e-fe' veya 're-i-fe' kökünden gelmekte ve 'şefkat, merhamet, esirgemek' manalarını ifade etmektedir. Allah'a nisbet edilince, çok esirgeyen, çok şefkat gösteren ve çok merhamet eden anlamına gelir. 'Rauf kalıbında alınınca, şefkatin devamlılığım ifade eder.

Rızasını kazanmayı hedefleyerek benliğinden fedakârlıkta bulunan insana karşı Yüce Allah çok şefkatlidir. Aslında ayet, Allah'ın şefkatinin bütün kullanna şamil olduğunu ilan etmektedir. Rızasını kazanmayı hedefleyene, şef­kat göstermekle Yüce Allah neyi beyan etmektedir, yani razı olmakla şefkat arasında nasıl bir bağlantı vardır?

Şefkat ve merhamet, ödüllendirmek manasına geldiği gibi, tevbe edip ha­tasından döneni affetmek, fazla yük yüklememek, ufak hatalarını görmemek, suçunu hemen cezalandırmamak, işlediği amelleri hemen değerlendirmeye tâbi tutmamak manalarına da gelmektedir. Allah'ın şefkat ve merhameti bü­tün varlıklara, özellikle insanlara şamildir. Şefkatsiz eğitimin olmayacağına dikkat çeken bu ayet, insanlara ceza vermeden önce, eğitimin önemli bir il­kesini: şefkatli davranmayı gündeme getirmektedir. Yüce Allah, kendi küllî şefkatinin bir parçasını da insana vermiştir. İnsanın saldırganlık iç güdüsünü, kin ve düşmanlık hissini en iyi şekilde disipline eden hasletlerden biri de şef­kattir.

İnsanın ham şahsiyetine, şefkat ve merhamet duygularını yerleştirmek, onu şefkat ve merhamet denen duygu ırmağında yıkayıp temizlemek, insan­lara şefkat ve merhamet ile davranmanın Allah'ın ahlâkını yeryüzüne indir­mek olduğunun bilincini vermek en verimli eğitim olsa gerek. Allah'ın ahlâ­kı ile ahlâklanmanın yolu, şefkat ve merhametten geçer. Devleti idare eden­lerin halka, öğretmenlerin öğrencilere, iş verenin işçilerine, ana-babamn ço­cuklarına, zenginlerin fakirlere olan şefkati Allah'ın ahlâkını hayata indire­cektir. [125]

 

Barış Dini: İslâm:

 

208. Ey iman edenler! Hepiniz birden barışa girin! Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o size apaçık düşmandır.

Ayeti iki ana kısma ayırarak analiz etmeye gayret edeceğiz:

1. "Ey iman edenler! Hepiniz birden barışa girin!"

Ayette yer alan (silm) kelimesi, 'barış' anlamım ifade etmekte ve 'is­lâm' kelimesinin de kaynağını teşkil etmektedir. Şimdi, 'silm' kavramının çe­şitli türevlerini, yani kalıplarının hangi anlama geldiğini Kur'an'ın dili ile açıklayabiliriz. Ancak bu kavramın geniş bir şekilde izahını, Bakara/l 12'de yapmıştık.

(silm) kalıbından alınan ve anlamı 'barış' olan bu kavramı, günlük hayata indirgeyerek açıklamak gerekir:

a. Psikolojik barış:

Bansın psikolojik bir boyutu vardır ki bu, insanın iç aleminde akıl ile gö-nülün, ve her ikisinin nefis ile barışık halde yaşamasını ifade eder. İç alemin­de barışı tesis edemeyen insanın, dış ilişkilerinde barışı istemesi, onu tesis et­mesi mümkün değildir. İnsanın iç alemindeki 'nefis' ham haldeyken daima kötülüğü emreder. Yusuf/53'e göre, Allah'ın esirgediği nefis hariç, tüm ham nefisler kötülüğü emreder. İnsanın içindeki saldırganlık iç güdüsü daima ak­la ve gönüle karşı isyankâr bir tavır takınmakta ve insanın iç aleminde ban­sın gerçekleştirilmesini engellemektedir. Akıl ve gönül ile daima savaş halin­de olan nefsin bu ham halini disipline etmek, olgunlaştırmak için nefis ülke­sine aklı, bilgi ve imanı sokmak gerekir. Nefis ülkesine banş ancak o şekil­de gelebilir.

Onun içindir ki Yüce Allah iman edenlere, hep beraber banşa girmelerini emretmektedir. Bu banş ağacı insanın iç aleminde kök salarak gıdasını al­maktadır. Akıl, kalp ve nefis eğitim vasıtasıyla geliştirildikçe, doyum nokta­sında bir araya gelmekte ve aralanndaki banşı tesis etmektedirler.

b. Sosyal barış

Yüce Allah'ın "Hep birlikte barışa şirini" emriyle kasdettiği bansın, bir boyutu da sosyal banştır. Aynı toplumun içinde yaşayan farklı inançtaki, farklı kültürdeki ve farklı dünya görüşündeki fert ve gruplann banş içinde yaşamalannı hedeflemektedir.

208. ayetten önceki beş ayette, farklı inanç ve kültürdeki insanlann veya gruplann çatışması ele alınmaktadır. Dünya hayatını tercih eden, yalan yere kalbindekine Allah'ı şahit tutan, azılı düşman olan, iktidan ele aldığında yer­yüzünde bozgunculuk yaparak kültürü, ekonomiyi helak edip nesli bozan insanlara mukabil Allah'ın rızasını kazanmak için benliğini feda eden insanla­rın var olduğu görülmektedir.

Bu iki grubun ve anlayışın zamanla çatışması muhtemeldir. Bu durum­da, iman edenlerin, daima barıştan yana tavır koyması zorunludur. Düş­manlık duygusuyla hareket edip toplumu veya insanlığı fesada uğratma gayretinde olanlara barışı önermek, onları barışa çekmek Allah'ın emridir ve bunu yerine getirmek için gayret sarfetmek bir ibadettir. Bir yerde çatış­ma ve farklılaşma yoksa orada çatışmadan bahsedilemez. Bakara/205 aye­ti, çatışmanın siyaset, kültür ve gençliği elde etme alanlarında ortaya çıktı­ğına dikkat çekmektedir. Ayetteki 'harsı' ekonomi manasına aldığımızda, çatışmanın ekonomik alanda da gerçekleştiğini söylememiz mümkündür. O zaman şöyle diyebiliriz: Siyaset, kültür, ekonomi ve eğitim alanı zamanla çatışma alanları haline gelebilir. Müslüman bu çatışma alanlarına barışı ge­tirmek mecburiyetindedir. Müslümanın görevi, çatışmanın üzerine ateşle değil barışla gitmektir.

İş veren ile işçi sınıfı arasında barışı tesis etmek, bir kültür, bir siyaset ve bir eğitilmişlik işidir. Düşmanlık duygusu ile bu iki grup arasında barışın te­sis edilmesi mümkün değildir. Ekonominin sağlıklı bir şekilde yürümesinin bu iki grup arasındaki barışa bağlı olduğu bir gerçektir.

Farklı cemaat, tarikat ve mezhebe mensup olan müslümanlar arasında, bulundukları kültür alt grupları sebebiyle düşmanlık duygularının gelişme­si ve bu duyguların eyleme dönüşmesi Yüce Allah'ın bu ayetine ters düş­mektedir. "Bir toplumun içindeki fert ve gruplar arasındaki çatışmayı barı­şa döndürmenin yolu nedir?" sorusunun cevabını Hucurat/9-10 ayetlerinde bulabiliriz:

Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer vazgeçerlerse, aralarını adaletle düzeltin ve adil davranın. Şüp­hesiz ki Allah, adil davrananları sever.

Bu ayet, istenen bansın, adaletle gerçekleşebileceğine işaret etmektedir. Adaletin olmadığı yerde barışı gerçekleştirmek mümkün değildir. Adaletin girdiği yerde, hukuk var demektir. Bansın köklerinden biri insanın iç alemin­de, diğeri de hukuktadır.

Yine, bansın bir ayağı da 'kardeşlik' kültürünün geliştirilmesindedir. Hu-curat/10 ayetinde Yüce Allah inanan insanların kardeş olduğunu ilan ederek, barışın hangi temeller üstüne bina edileceğini beyan etmektedir.

Yine Hucurat/10 ayeti 'Allah'tan sakınmayı' da barışa giden bir yol olarak görmektedir. 'Takva' dediğimiz bu 'sakınma' eylemi, bansın gıdalanmasını temin etmektedir.

Barışın bir ayağı da akılda olup kötülüğe iyilikle karşılık verme erdemi­ni insana 'düşünen akıl' kazandınr. Ra'd/19'da yer alan 'düşünen akıl' kav­ramının bir ürünü de, 22. ayette "kötülüğe iyilikle mukabele etme" şeklin­de ortaya çıkmaktadır. Akıl, düşmanlığı değil, banşı, güveni ve ıslahatı arar. Akıl insanlar arasındaki düşmanlık duygusunun zincirini kıran en, önemli güçtür. Akim en önemli ilkelerinden biri, kötülükle kötülüklerin ortadan kaldırılamayacağıdır. Çatışmayı, düşmanlığı barışa dönüştürecek olan şe­yin akıl olduğunu haber veren Kur'an, insanlara, barışa götürecek olan di­ğer bir yolu da öğretmektedir. 'Taş' manasına gelen ve 'hicr' de denen akıl, çatışma ve düşmanlıklan ortadan kaldınp yok eden eylemi gerçekleştir­mektedir.

Barış, diğer taraftan da bir bilgi işidir. Cehaletin kol gezdiği, dumanını bir kara bulut gibi insanlığın üzerine saldığı yerde, bilginin nuru olmadan banşı gerçekleştirmek mümkün değildir. Demek ki akıl, bilgi, adalet, kardeşlik ve takvanın oluşturduğu engin bir kültür insanlığa banşı getirecektir. Bu evren­sel değerler olmadan banş ülkesinin kapısından topluca girmenin hayal ola­cağı bir gerçektir. Banş kültürünün ham maddelerini oluşturan bu değerler aynı zamanda onu yoğurmakta, kıvamına erdirmekte ve hayatını devam et­tirmektedir.

Siyaseti, kültürü, ekonomi ve eğitimi ifsat edecek çatışmalara giren insan­lara; akıl, bilgi, adalet, kardeşlik ve sakınma duygusu ile yaklaşıp onlan bu kültüre davet etmekle barışın temin edilmesi mümkün olacaktır. Yüce Allah, "Hepiniz beraberce banşa girin!" derken, bütün bu değerlerle birlikte banşa girileceğine de işaret etmiş olmaktadır:

Allah kullarını banş yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir. [Yu­nus/25]

Yüce Allah bu ayetinde 'banş yurdu'ndan bahsetmekte ve o yurda davet ettiğini ilan etmektedir; ki bu, Kur'an'ın insanlığa barışı getirmek, dünyayı da barış yurdu haline getirmek için gönderildiği anlamına gelir. Yüce Allah'ın "Barışa girin!" buyurmasıyla, "barış yurduna çağırması" aynı şeyi ifade et­mektedir. (silm) kökünden türeyen islâm kelimesi de 'barış dini' anla­mını ifade etmektedir. 'İslâm dinî' kavramını Türkçe ifade edecek olursak, 'barış dini' diyebiliriz. İslâm dini, kavga, düşmanlık, kin ve çatışma dini de­ğil, barış, mutluluk ve esenlik dinidir.

Bu noktada, "Barışın olmadığı yerde ne vardır?" sualine, ayetin ikinci bö­lümüne geçerek cevap verebiliriz:

2. (Şeytanın adımlarına uymayın!)

Demek ki bansın olmadığı yerde şeytanın adımlan ve ona tâbi olma var­dır. Ferdî manada iç aleminde banşı tesis edemeyen insan, şeytana tâbi ola­caktır; toplumsal manada banşı temin edemeyenlerin de takip edeceği yol, şeytanın yoludur. Milletler arası barışın en büyük düşmanı şeytandır.

Şeytanın yoluna uyanlar, bansın azılı düşmanı haline gelmekte ve durma­dan banşı yaralamakla meşgul olmaktadırlar. Yüce Allah banş yurduna çağı­rırken, şeytan düşmanlık yurduna çağırmaktadır. Banşı terkedenlerin yurdu, şeytanın tesis ettiği düşmanlık yurdu olacaktır.

Şeytanın izini takip etmek, ona kul-köle olmaktır. Şeytan ise kendi kulla-nndan kendisine ibadet etmelerini ister. Şeytana yapılan ibadetin başında ise, banşı yok etmek ve düşmanlık tohumlarını ekmek gelmektedir. Çünkü aye­tin üçüncü kısmı bunun nedenini vermektedir:

3. (Çünkü şeytan sizin apaçık düşmanınızdır).

Düşman, düşmanının banş içinde yaşamasını istemez. Aslında bu ayette­ki şeytan, insan şeytanlannı da kapsamına almaktadır. Çünkü banşı yarala­yan, topluma düşmanlık duygulan eken ve insanlan çatıştıran insanlar da şeytan şahsiyetine bürünmüşlerdir.

Bu insan ve cin şeytanlan, düşmanlıklan körüklemek için birbirlerine yal­dızlı sözler söylerler:

Bunlar aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. [En'am/112]

Fısıldanan yaldızlı sözler; hem yazdıklan kitaplan, hem de konuştuklan sözleri kapsamaktadır. Yüce Allah bu ayet ile müslümanlara düşmanlannı tanitarak onları bilinçlendirmeyi amaçlamaktadır. Müslüman kimin peşinden gittiğini bilmeli ve düşmanını iyi tanımalıdır. Barışı bozanları düşman ilan eden Yüce Allah, insanlara düşmanı tanımanın evrensel ölçütünü vermekte­dir. Onun içindir ki din eğitiminde görev alanlar, insan ve cinden olan düş­manlarını tanıtarak insanları şuurlandırmalıdırlar. [126]

 

Barıştan Ayrılmak:

 

209. Size apaçık deliller geldikten sonra, eğer barıştan ay-rılırsanız, bilin ki, Allah kudret ve hikmet sahibidir.

Ayette geçen (zelle) fiili, haktan sapmak ve gerçeklik sınırını aşmak, bulunduğu seviyeyi kaybetmek, süratle geçmek, paraların elden kayıp dökül­mesi, 'züllü' kalıbından alındığında kaygan yer manasına gelmektedir. [127]

 

Zelle kelimesinin Kur'an'daki manaları:

 

1. Ayağın kayması

Nahl/94'de Yüce Allah, yeminlerini aldatma aracı olarak kullananların du­rumunu anlatırken onların ayaklarının kayacağına işaret etmektedir:

Yeminlerinizi aranızda aldatma aracı olarak kullanmayın; aksi halde ayağını­zı sağlamca basmış olduğunuz halde kayar ve böylece Allah yolundan dönüp uzaklaşmanızın kötülüğünü (dünyada) tatmak zorunda kalırsınız. (Ahirette de) sizin için büyük bir azap vardır.

Zelle kelimesi, yeminlerine önem vermeyen, yeminlerini aldatma aracı ya­panların manen gerilemesini, sürçmesini ve zarara uğramasını ifade etmekte­dir. Yeminleri oyuncak haline getirmek, insanların manevî sahasını kaypak hale getirir. Bu da Allah yolundan ayrılmak, dönmektir. Her iki eylemin neti­cesi de, dünya ve ahirette azaba uğramaktır.

Ayağını -manen- sağlam basan insanın, yaptığı yanlışlarla, ayağını kaydırmasını ifade etmektedir. Toplumsal hayatın dokusunu oluşturan insan ilişkile­rinin bozulması, çıkmaza girmesi ve kopması anlamına gelmektedir. Sözleş­melerin, antlaşma ve ittifakların ihlal edilip bozulması, toplumların ayakları­nın kaymasına, yani aralarında güven bunalımı oluşmasına sebep olur. Ayağın kayması demek, toplumlar arası güven bunalımının doğması demektir. Fert ve toplumlar arasında güven bunalımının meydana gelmesi, onların eza ve cefa­lara duçar olması demektir.

2. Yoldan çıkarmak

Zelle kelimesini dört harfli kalıptan yani (ezelle) şeklinde alınca, aya­ğını kaydırmak, yoldan çıkarmak manalarına gelir.

Bakara/36'da, şeytanın Hz. Adem ile eşini etkilemesinin neticesini ifade etmek için Yüce Allah bu kelimeyi kullanmıştır:

(Ama şeytan orada ikisini de yoldan çıkardı).

Onlara günah işletti, hata yaptırdı, Allah'ın emrinden çıkarttı, yani yoldan saptırdı manalarına gelmektedir. Bütün bu manalar, şeytanın insanı etkileme­sinin ağırlığını, şeklini ve derinliğini göstermektedir.

3. Tökezletmek

Şeytan insanı bazen doğrudan, bazen de dolaylı olarak etkileyebilir. Baş­ka bir ifadeyle, insanın bazı kötü amellerinden sonra şeytan etkisini göstere­bilir; kötü ameller olmasaydı, şeytan insanı etkileyemeyecekti.

Âl-i İmran/155'te, insanların işledikleri kötülüklerden sonra şeytanın on­ları tökezletmesini Yüce Allah bu kelime ile ifade etmektedir. Demek ki in­san kötü amelleri yaparken, şeytana bir etki alanı oluşturmakta, bu etki de tö­kezletmek şeklinde kendisini göstermektedir.

4. Haktan ayrılmak, sapmak

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/209'da zelle, 'barıştan sapmak' anlamını ifade etmektedir. Şimdi ayetin ana parçalarını açıklayarak genelle­melere gidebiliriz:

(Size bunca açık deliller geldikten sonra yi­ne barıştan saparsanız...)

'Açık deliller' ifadesiyle ne kasdedilmektedir? Yüce Allah'ın bu ayetten önceki beş ayette açıkladığı konularda; fertler, sosyal gruplar ve milletler arası ilişkileri ele almakta, çatışmaları ve bu çatışmaların meydana getirdi­ği sosyal zararları anlatmaktadır.

Dünya hayatını tercih eden insanların, nasıl çifte standartlı oldukları, sözleri ile kalplerinin birbirini tutmadığı, iktidarı ele aldıklarında yeryüzün­de fesat çıkardıkları, kültür ile nesli helak etme gayretine girdikleri, Al­lah'tan ittika etmesi teklif edildiğinde, gururlarının kendilerini günaha sü-rükleklediği beyan edilmiş; bunlara mukabil benliğini Allah rızası için feda edenlerin bulunduğu da bildirilmiştir.

Bu anlatılan şeyler, insanlıkta olan kötülüklerle iyiliklerin boyutlarını, alanlarını ve derinliklerini sosyolojik perspektifle ortaya koymaktadır. İşte bütün bu iyi ve kötü oluşumlara karşı Yüce Allah, inananlardan barış içinde olmalarını istemiştir. Çünkü barıştan ayrılmak, şeytanın adımlarına tâbi ol­ma ile sonuçlanacaktır. Fesat ve kültür çatışmalarının doğurduğu toz-duman içinde barışın bayrağını ayakta tutacak insanların olması, insanlığın gelece­ğini aydınlatacaktır.

Bakara/209'daki "Size gelen apaçık deliller" ifadesiyle, yukarıda açıkla­nan ferdî ve içtimaî olgular kasdedilmiştir. Yüce Allah orada, psikolojik ve sosyolojik analizler yapmakta ve müslümana bu konularda önemli bilgi ve şuur kazandırmaktadır. Bu eğitim ve öğretime rağmen müslüman barıştan saparsa, "Bilin ki Allah azizdir, hakimdir" ifadesiyle onların hakimiyetini sürdüreceğine dikkat çekmektedir.

Yüce Allah, Bakara/204'deki ifadesiyle hasımların en yamanı olan insa­nın; siyasî, sosyal ve kültürel tahribatını önleyecek güçte olduğunu beyan etmektedir. Müslümanın barıştan yana tavır koyması, siyasî, sosyal ve kül­türel düzeni bozan hasmın etki alanını daraltacağı, gücünü kıracağı ve ısla­hatı getireceği için Yüce Allah barışa girilmesini emretmiştir.

Ama müslüman barıştan saparsa, Allah aziz ve hakim sıfatıyla bu düzen­lemeleri yapacaktır; çünkü O mülkünde galip ve işlerini yerli yerinde ya­pandır.

Yüce Allah, müslümanların; bu kara bulutu insanlığın üzerinden kaldır­masını; barışın bu faaliyeti gerçekleştirmek için ne kadar güçlü bir olgu ol­duğunu öğretmeyi; kulun yaptığı kötülükleri, yine kulun gayretiyle ortadan kaldırmayı murad etmektedir. O zaman bu çalışma bir ibadet olacağı için, insanlığa zenginlik, bereket ve zindelik getirecek, Yüce Allah'ın gazabını önleyecektir.

Şayet müslüman bu problemleri çözmekten vazgeçerse, Allah'ın onlara müdahalesi, azabını gönderme şeklinde tecelli edebilir. Onun içindir ki, Yü­ce Allah azabım göndermeden, müslümandan bu olumsuzlukları gidermele­rini ve ilk adımı barıştan yana atmalarını öğütlemektedir. [128]

 

 



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/301-304.

[2] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/304-307.

[3] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/307-308.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/309-313.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/313-315.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/315-316.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/316-326.

[8] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/326-327.

[9] Salavat kelimesine Hazin, İbn Abbas, Razi ve Nesefi tarafından af; Kadı Beydavi tarfindan ise dua, tezkiye \e af manası verilmiştir.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/327-328.

[11] Fahnıddin Razi, age, c. 4, s. 98-99; İsfeharû, age, safa maddesi.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/328-331.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/331-333.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/333-335.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/335-337.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/337-339.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/339-340.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/340-345.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/345-348.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/348-352.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/353-356.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/356-358.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/359.

[24] Fahruddin Razi, age, c. 4, s. 192.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/359-361.

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/361-364.

[27] Müslim, Zekat, 115.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/365-372.

[29] Bu müfessirlerin, Bakara/170 ayetiyle ilgili tefsirlerine bakılabilir.

[30] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/372-375.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/375-377.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/377-378.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/379-381.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/381-384.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/3884-385.

[36] Fahnıddin Razi, age, c. 4, s. 257.

[37] Bu müfessirlerin Bakara/176 ayetiyle ilgili yorumlarına bakılabilir.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/386-391.

[39] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı (trc. Cahit Koytak, Ahmed Ertüric); c. 1, s. 49, dibnot 146.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/391-395.

[41] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/396.

[42] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/396-401.

[43] Fahruddin Raâ, age, c. 4, s. 296-297.

[44] İbn Manzur, age, 'lübb' maddesi; Hans Wehr, age, 'lübb' maddesi.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/402-403.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/404.

[47] Timizi, Vesaya, 5; İbn Mace, Vesaya, 6.

[48] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/404-408.

[49] Zemahşeri, age, c. 1, s. 334; Fahruddin Razi, Hazin, Kadı Beydavi, Nesefi ve İbn Abbas da bu anlamı benimsemektedir.

[50] Zemahşeri, age, c. 1, s. 334. Bütün müfessirier bu manayı vermektedir.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/408-411.

[52] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/412.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/412-413.

[54] Fahruddin Razi, age, c. 4, s. 325.

[55] Elmalık Hamdi Yazır, age, c. 1, s. 520.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/414-417.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/417-418.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/418-420.

[59] Ramazan ayı" ile ilgili izahlar için Fahruddin Razi ve Elmalılı Hamdi Yazır'ın tefsirlerine ba­kılabilir.

[60] Buhari, İman, 28.

[61] Elmalık Hamdi Yazır, age, I, s. 534.

[62] Ebu Davud, Savm, 7; Nesai, Siyam, 14.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/420-426.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/427.

[65] Fahruddin Razi, age, c. XX, s. 279.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/427-431.

[67] Age, XVII, s. 292.

[68] Tirmizi, Dua, 1.

[69] Tirmizi, 3. surenin tefsiri, 16.

[70] İsfehani, age, s. 335, 451.

[71] Mevlana, Mesnevi ve Şerhi (tercüme ve şerh: Abdiilbaki Gölpınarh), İstanbul, 1985, III, 375; b. 3092-3094.

448.

[72] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/431-447.

[73] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/447-450.

[74] Razi, age, IV, s. 391.

[75] Fahruddin Razi, age, c. IV, s. 393-394.

[76] Buhari, Tefsir, 2.

[77] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/450-459.

[78] Darimi, Mukaddime, 20; Muvatta, İtikaf, 4.

[79] Ebu Davud, Savm, 80.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/459-462.

[81] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/462-465.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/465-467.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/468-472.

[84] İmam Gazâlî, İhya, IH, s. 10.

[85] Gazâlî, age, s. 10.

[86] Razi, age, c. IV, s. 426-427.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/472-476.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/476-477.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/478-482.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/482-484.

[91] Razi, age, c. IV, s. 438.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/484-487.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/487-490.

[94] Müfessirler, hitabın Hz. Muhammed'e olduğu görüşündeler, biz ise Hz. İbrahim'e olduğu gö­rüşündeyiz.

[95] Razi'ye göre, bu manayı Ebu Ubeyde, İbnu's-Sıkkit, Zeccac ve İbn Kuteybe vermektedir.

[96] bu manayı Ferra vermiştir.

[97] Bu anlam İmam Şafii, İbn Abbas ile İbn Ömer'den rivayet edilmiştir.

[98] Müslim, Hac, 80-84; Ebu Davud, Menasik 86. Hadiste geçen "bir fark", 3.333 kg.'hk bir ölçü birimidir.

[99] Razi, age, c. IV, s. 475.

[100] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/490-497.

[101] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/497-500.

[102] Razi, age, IV, s. 505-506.

[103] Razi (tbn Abbas'tan). Cebrail haccın yapılış şeklini Hz. Adem'e öğretirken "Öğrendin mi?" de­diği için burası "Arafat" diye anıldı. Razi, başka rivayetler de nakletmektedir. Ancak kesin bulmadığımız için buraya almıyoruz.

[104] Ebu Davud, Menasik, 68; İbn Mace, Menasik, 57.

[105] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/501-505.

[106] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/505-506.

[107] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/506-507.

[108] İsfehani, age, 406-407.

[109] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/507-511.

[110] Razi, age, X/266-267.

[111] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/511-516.

[112] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/516-517.

[113] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/517-518.

[114] Age,s. 59; 186. dipnot.

[115] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/519-522.

[116] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/522-524.

[117] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/524-525.

[118] İbn Abbas, Nesefi ve Muhammed Esed bu manayı benimsemiş, Bekir Sadak daha üstün, Sü leyman Ateş daha ileri, Elnıalılı Hamdi Yazır daha önce manalarını vermişlerdir.

[119] Süleyman Ateş, age, c. 7, s. 134.

[120] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/525-531.

[121] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/531-537.

[122] Bkz. Bayraktar Bayraklı; Farabi'de Devlet Felsefesi, İstanbul, 1983, s. 13-16.

[123] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/537-539.

[124] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/539-540.

[125] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/540-544.

[126] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/544-549.

[127] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/549.

[128] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 2/549-552.