Ölmeden Önce Hayrını Yap: 3

Bey' Kavramının Kur'an'daki Manaları: 3

Hulle Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı: 3

Mahşerde Alış-Veriş, Dostluk Ve Şefaatin Olmaması Ne Anlama Gelmektedir?. 4

Allah'ın Sıfatlarından Bazıları: 6

Hayye Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 6

İhata Kavramının Kur'an'daki Manaları: 8

Dinde Zorlama Yoktur: 10

Kerihe Kelimesinin Kur'âan'daki Manaları: 11

Rüşd Kavramı: 12

Ğayy Kavramının Kur'an'daki Anlamları: 13

Tâğût ve Urve Kelimelerinin Manası: 14

Vesika Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 14

Karanlıklardan Aydınlığa Çıkış: 15

Manevi Karanlıkları Oluşturan Şeyler: 15

Güç Ve Zenginlik İnsanı Küstahlaştırıp Azgınlaştırmamalıdır: 16

Ölümden Sonra Diriliş Gerçeği: 17

İmanın Tatmine Ulaşması İçin Deneysel Bilgi Şarttır: 19

Hz. İbrahim'e Dört Kuş Almasının Emredilme Nedeni: 20

Surhunne Kelimesi: 21

Infakın Getirılerı: 21

Hayrın Ekin Tanesine Benzetilme Sebebi: 22

Yapılan İyilik Başa Kakılmamalıdır: 22

Korku Ve Üzüntünün Boyutları: 23

Minnet Ve Eziyetin İnfakı Ne Hale Getirdiği: 24

Allah İçin Yapılan İnfak Cenneti Oluşturur: 25

Tesbît Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 26

Rabve Ve Akabe Kelimeleri: 27

İnfak Ve Tefekkür: 28

Değerli Olanı İnfak Etmek: 29

Tâbe-Tayyib Kelimelerinin Kur'an'daki Manaları: 30

Habîs Kavramı: 31

İnfakın Önemi: 32

Fakr Ve Fahşâ Kavramları: 32

Hikmet En Büyük Değerlerden Biridir: 33

Ha-Ke-Me Fiilinin Manaları: 34

Lübb Kavramı: 36

İnfak Ve Adak: 38

Nezr Kavramının Kur'an'daki Manaları: 38

Înfakın Metodları Ve Etkinliği: 39

Hidayet Alanı Allah'a Aittir: 40

İbadette Niyetin Yalnızca Allah'a Olduğuna Dair Ayetler: 40

Sadaka Kimlere Verilir?. 41

İhsâr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları: 42

İnfak Edene Korku Yoktur: 43

İnfakın Şartları: 44

Faiz: 44

Ribânın Yasaklanmasında  İzlenen Tedricî Metod: 46

Faiz Yemekle Davranış Arasındaki İlişki: 46

Faiz Yok Olur Sadaka Bereketlenir: 48

İman Ve İbadetlerin Getirişi: 49

Faizi Terketmek İman İşidir: 51

Faizden Vazgeçmemek Allah Ve Peygamber'e Savaş İlan Etmektir: 51

Alacaklının Borçluya Mühlet Vermesi: 52

İnsan, Allah'a Döneceği Günden Sakınmalı: 53

Faiz Nedir? Hangi Tür Para İlişkileri Faizdir?. 53

Borç Kaydedilmelidir: 55

Borçlanmada Güven: 59

Davranışlardan Hesap Sorulacağı Gibi Gönülde Gizlenenlerden De Hesap Sorulacaktır: 60

Beda (Açıklık)-Hafâ (Gizlilik) 62

Kalpte Gizlenen Şeyler: 62

Dileme Ve Muhasebe Kavramları: 63

İman Esasları: 63

Dinleme-İtaat Etme: 64

Güce Göre Yük: 66

Kellefe Ve Mütekelüf Kalıpları: 66

Takat Kavramı: 68

Takat Kavramının Kur'an'daki Manaları: 68

Allah'ın Merhametinin Tecellisi: 69

Bakara Suresinden Çıkarılacak İlkeler: 71


Ölmeden Önce Hayrını Yap:

 

254. Ey iman edenler! Kendisinde alış-veriş, dostluk ve şefaatin olmayacağı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yoluna harcayın. Ve bilin ki, hakikati inkar edenler zalimlerin ta kendileridir. [1]

 

Bey' Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

Ayette yer alan şefaat kavramını Bakara/48'de geniş bir şekilde açıkladık. Burada ele almamız gereken kavramlar (bey') ile (hülle) kavramları­dır. Ama ayetin ana konusu, ölüm gelmeden önce hayır yapılması meselesi­dir. Öncelikle kavramları ele alıp, ardından ana konuyu açıklayacağız.

Lügatte satmak, mukavele yapmak, hükümdara karşı sadakat yemini yap­mak, kral veya lider olarak kabul etmek, satışa sunmak, pazarlığın sonunda anlaşmaya varmak, satın almak, kazanmak, elde etmek manalarına gelir.

1. Alış-veriş

Kur'an'ın geldiği Arap toplumunda alış-verişi, yani ticarî bir işlemi ifade etmek için kullanılan bu kelimeyi Kur'an manevî alana taşımış ve ona zen­gin bir mana kazandırmıştır. Onun için alış-veriş manasını iki boyutlu olarak almakta yarar vardır.

a. Allah ile alış-veriş

Yüce Allah bu manevî ticaret şeklini şöyle anlatmaktadır:

Bilesiniz ki, Allah yolunda savaşan, öldüren ve öldürülen mü'minlerden Al­lah canlarını mallarını satın almıştır; hem de karşılığında onlara cenneti vaad ederek. Bu O'nun yerine getirilmesini Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da bizzat güvence altına aldığı gerçek bir vaattir. Kimdir verdiği sözü Allah'tan daha iyi tutan? Sevinin öyleyse, O'nunla böyle bir alış-veriş yaptığınız için, çünkü bu­dur en büyük basan. [Tevbe/111]

Allah yolunda canı ve malı ile mücadele eden insanlarla Yüce Allah mane­vî bir alış-verişe girmektedir. Can ve mala karşı cenneti vereceğini üç kutsal ki­tapta vaadetmekte ve buna en büyük, başarılı bir alış-veriş adını vermektedir.

b. Maddî bakımdan alış-veriş

Ticarî hayattaki alış-veriş manasını ifade etmektedir:

Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında her türlü alış-verişi bırakıp Allah'ı anmaya koşun; eğer bilseniz, bu sizin yarannızadır. [Cuma/9][2]

2. Bağlılığını bildirmek

Sana bağlılıklarını bildirenler, Allah'a bağlılıklarını göstermiş olurlar[3] Siyasî erki elinde bulunduracak/devlet başkanı olacak olan kimseye bağ­lılığını bildirmeye "biat" denmekte ve modern seçim sisteminin bir benzeri­ni ifade etmektedir. Biat peygambere olduğu gibi Allah'a da yapılır. 3. Kilise Hac/40'ta biye kalıbında kiliseyi ifade etmektedir:

Çünkü Allah insanları birbirine karşı savunmasız bıraksaydı, şüphesiz o za­man içlerinde Allah'ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılıp gitmiş olurdu.

Hristiyanlann ibadet ettikleri yer olması nedeniyle bu ismi almıştır. An­cak, ibadet de bir nevi Allah'ın hükümranlığına bağlılığı bildirmek olduğun­dan bu ad verilmiş olabilir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/254'te dönersek, ahirette alış-ve-rişin olmayacağı ifade edilmektedir. Başka ayetlerdeki eş anlamlı kelimeler­le birlikte düşünülerek mana verilecek olursa fidye anlamını ifade ettiği gö­rülecektir.

Hadid/15'te doğrudan fidye olarak zikredilmektedir:

O gün sizden bir fidye alınmaz. Bakara/123'te de adi olarak geçmektedir:

Ondan bir fidye kabul edilmez. En'am/70'te de adi olarak geçmektedir:

Her türlü fidyeyi verse bile, bu o kimseden kabul edilmez. Demek ki bey, fidye ve adi kelimeleri aynı manaya gelmekte, bir ceza­dan kurtulmak için verilen fidye anlamını ortaklaşa paylaşmaktadırlar. Ahi­rette ahş-veriş manasında bir fidyeleşme olmamakla birlikte dünyada ola­caktır. Hac ve oruç ibadetinde fidye olduğunu, Bakara/184 ve 196 ayetle­rinde görmüştük. Hukukî bakımdan fidye de Bakara/85'de geçmişti. Ahiret­te fidye vererek azaptan kurtulma anlamında bir alış-verişin olmayacağını belirten Bakara/254'te karşılıksız infak yapmak suretiyle, insanın fidyesini bu dünyada vermesi, manevî alış-verişini burada gerçekleştirmesi isten­mektedir. [4]

 

Hulle Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:

 

(hulle) kelimesi, 'helle' kalıbından alınınca delmek, içine işlemek, iç yüzüne vakıf olmak, kazığa oturtmak, ekşimek, sıkıntılı hale gelmek, bir ar­kadaş olarak muamelede bulunmak, hakkını ihlal etmek, bir şeyi becereme-mek, vazgeçmek, nizamını bozmak, rahatsız etmek, araya girmek manaları­na gelmektedir.

(hıll) kalıbından alınırsa, gönül dostu anlamını ifade etmektedir.

halel) kalıbından ise, açıklık, fasıla, çatlak, yarık, gedik, millet veya fertler arasındaki münasebetlerin kesilmesi, dengesizlik durumu, kusurlu, mükemmel olmayan, hatalı, düzensiz, yaralı, sakat, alt-üst etmek, (halle) ihtiyaç, istek, eksiklik; (hilal) özellik, sıfat, hususiyet, karaktersizlik, ta­bii istidat anlamlarına gelmektedir.

(hülle) ise, dostluk demektir. (halîl) de bu anlamı ifade etmekte­dir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır:

1. İçine girmek

(hilal) kalıbında alındığında, savaş anında galiplerin mağlupların mem­leketine, memleketlerinin köşe-bucağına girmesini ifade eder. İsra/5'te bu anlamda kullanılmaktadır:

Bunlardan ilkinin cezalandırma vadesi gelince, çok güçlü ve savaşçı kulları­mızı üzerinize göndereceğiz; bunlar ülkede kıyı-bucak girmedik yer bırakmı-yacaklar ve tehdit yerine gelmiş olacaktır.

2. Ara

Fizikî ve sosyolojik manada kullanılan bu kelime ara anlamını ifade et­mektedir:

Allah O'dur ki, rüzgarları gönderir, bunlar da bulutu kaldırır. Derken, Allah onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder; nihayet aralarından yağmu­run çıktığını görürsün. [Rum/48]

"Aralarından/bulutların arasından" ifadesi, bulutların içinden demektir. Buluttan yağmurun çıkışını ifade eden bu kavram, iki bahçenin arasından akan nehir için de kullanılmaktadır:

Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki içlerinden gürül gürül ırmaklar akıtmalısın. [İsra/91]

Bahçenin içinden akan ırmağı tasvir etmektedir. Bulutların içinden, bahçe­lerin içinden demek; bulutların arasından, bahçelerin arasından demektir.

b. Sosyolojik anlamıyla bu kavram, kötü niyetli insanların iyi insanların arasına, içlerine girip onları yanıltacakları anlamında Tevbe/47'de kullanıl­maktadır.

Münafıklar sizinle beraber sefere çıksalar da, aranıza nifak sokmaktan başka bir şey yapmayacaklar ve içinizde kendilerine kulak verenler olduğunu görüp aranıza fitne sokmak amacıyla saflarınıza sokulacaklardı. [Tevbe/47]

3. Dostluk

Dostluk manasını ifade ederken (hülle) ve (halîl) kalıbından alın­makta ve birkaç çeşit dostluğu ifade etmektedir:

a. Allah'ın dost edinmesi

Nisa/l 25'te Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i dost edinmesi manasında geç­mektedir:

Allah İbrahim'i dost edinmiştir.

b. Ahiretteki dostluk

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/254'te bu anlama gelmektedir.

Sapıkların dost edinmesi [İsra/73]; yanlış dost edinmek [Furkan/28]; dost­luğun düşmanlığa dönüşmesi [Zuhruf/67] gibi ayetlerde de 'dost' anlamına gelmektedir.

Bu dünyadaki dostlukların, ahirette geçerliliği olmayacağını bu ayetler açıklamaktadır. Bu dünyada, yanlış düşüncenin etrafında toplanmakla mey­dana gelen sahte dostlukların mahşerde düşmanlığa dönüşeceğine dikkat çe­ken Zuhruf/67 ayeti, yanlışın etrafında toplanmanın hiçbir yaran olmayaca­ğı konusunda ciddi bir uyanda bulunmaktadır.

(hülle) kelimesinin genel bir değerlendirmesini yaparsak; dünyevî ve uhrevî anlamlanyla karşılaşırız. Dünyevî manası ile psikolojik ve sosyolojik boyutlu olduğu anlaşılmaktadır. Dostluk manası ile sevgi ve meveddeti ifade etmektedir. Sevgi daha çok psikolojik bir duygu olmakla birlikte, fertler ara­sında bulunduğundan sosyolojik ağırlıklı olmakta ve sevgi bağlannı ifade et­mektedir.

Uhrevî anlamı ile ahiretteki soruşturmada, dünyadaki dostluk bağlamım oradaki geçersizliği beyan edilmektedir.  (şefaat) kavramı Bakara/48'de açıklanmıştır.

Alış-veriş, dostluk ve şefaatin olmadığı bir gün gelmeden önce infak ya­pılmasını emreden bu ayet, diğer taraftan gerçeği inkar edenleri zalim olarak ilan emektedir.

Ayetteki kafir kavramına, hem inkar, hem de nankör manası verilebilir. Ayetin ilk bölümünü dikkate aldığımızda, nankör anlamı daha uygun görün­mektedir. Çünkü insan, nankörlük psikolojisine sahip olduğu için infak etme­mektedir. Ayetin başındaki emir inananlara olduğuna göre, inanıp da infak et­meyen kimse kafir değil, nankör olur.

Nankörlük, yapılması gerekli olan bir ameli yapmamak olduğundan zu­lüm olarak nitelendirilmektedir.

Diğer taraftan, alış-verişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı bir günün ge­leceğini kabul etmemek ve o nedenle de infakta bulunmamak inkar alanına girer ve bu inkar da, -gerekli olan inancı gönlünde oluşturmadığı için- zu­lüm özelliği taşır. Nankörlük insanın nefsinden çıkan ve sosyal hayata yayı­lan karanlık iş anlamında zulümdür; inkar ise insanın kalbindeki karanlığı oluşturduğu için zulümdür. [5]

 

Mahşerde Alış-Veriş, Dostluk Ve Şefaatin Olmaması Ne Anlama Gelmektedir?

 

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/254'te ifadesini bulan mahşerde alış-verişin, dostluk ve şefaatin olmaması ne anlama gelmektedir? Bu soru­nun cevabını şu ayetler vermektedir:

a. Ve Alllah şöyle diyecektir: "İşte şimdi bize yapayalnız geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi; ve size bahşettiğimiz her şeyi arkanızda bıraktınız. Kendi­nizle ilgili olarak Allah'a ortak koştuğunuz o şefaatçilerinizi yanınızda görmü­yoruz. Gerçek şu ki, sizin aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiştir ve bütün eski dostlarınız sizi terketmiştir". [En'am/94]

İnsan Rabbine tek başına gidecektir. Bütün dünyevî değerler geride kala­cak, eski dostluklar ortadan kalkacak, sahte bağlar kopacak ve sahte tanrılar ortada görünmeyecektir. İşte bu ayet, Bakara/254'ü açıklamakta ve yukarıdaki soruyu cevaplandırmaktadır.

b. Ve Onun (bu) söylediğini geri bırakacağız; çünkü o (hesap gününde) tek ba­şına huzurumuza çıkacaktır. [Meryem/80]

Ahirette uzantısı olmayan yanlış konuşmalar bu dünyada kalacak, ama in­san tek basma Allah'ın huzuruna çıkacaktır.

c. Aralarındaki bütün bağlar kopmuştur.

Aynı oluşuma En'am/94'te de işaret edilmişti. Mahşerde "bütün dostluklar düşmanlığa dönüşeceği" [Zuhruf/67] için artık aralarındaki bağlar kopacaktır. İşte alış-verişin, dostluğun ve şefaatin olmaması bu anlama gelmektedir.

d. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır. [Abese/37]

Mahşerde, herkes kendi derdi ile meşgul olacağı için, başkası ile ilgilene-meyecektir. Kendi derdine çare bulamayan insanm başkasına çare olması mümkün müdür?

e. Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de sıcak bir dostumuz... [Şu-ara/100-101]

Mahşerde insanın kendisi, şefaatçinin ve dostun olmayacağını anlayacak­tır. Bu ifadenin ne anlama geldiğini anlamak için, bir önceki ayete bakmak gerekiyor:

Artık onlar, o azgınlar ve İblis orduları, toptan cehenneme tepetaklak atılırlar. Orada birbirleriyle çekişerek şöyle derler: "Vallahi, biz gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü biz sizi alemlerin rabbi ile eşit tutuyorduk. Bizi ancak o günahkarlar saptırdı". [Şuara/9]

f. İbrahim dedi ki: "Siz, sırf aranızdaki dünya hayatma ait sevgi uğruna Allah'ı bırakıp bir takım putlar edindiniz. Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımazlık­tan gelecek ve birbirinize lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da yoktur". [Ankebut/25]

Birbirini tanımayan ve birbirine lanet okuyan insanlar; birbirlerine nasıl şefaatçi olacak, nasıl alış-veriş yapacak ve nasıl dost kalacaklar?

g. Zalimlerin hiçbir yardımcısı yoktur. [Bakara/270]

Alış-veriş yok, dostluk yok, şefaat yok demek; tek kelimeyle yardım yok demektir.

h. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. [İbrahim/22]

Allah'ın çağrısına uymayıp, şeytanın çağrısına uyanlara, ahirette şeytan böyle diyecek, birbirlerine yardım edemeyeceklerini itiraf edecektir.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/254, ayetin mesajı şudur: İnsa­noğlu Rabbinin huzuruna tek başına çıkacak, kendisine sadece bu dünyada­ki amelleri eşlik edecektir. Bu dünyadaki arkadaşlıklar, dinî inancın ötesine geçecek kadar güçlü olan dostluklar kopacak; yardımlaşma istekleri ortadan kalkacaktır.

Böylece Kur'an eğitimin önemli bir amacını da açıklamaktadır: İnsanla­ra geçici, işe yaramayan dostluklarla, kalıcı ve işe yarayan dostlukların an­latılması, bu konuda bilgilendirilmeleri din eğitiminin görevidir. Fakirin elinden tutma; kimsesizin iniltisini duyup yardıma koşma; altından kalkıla-mayan projelere yardım etme; insanlığın gelişimi için bir adım atma ve be­yin yorma amellerinin mahşerde Rabbinin huzuruna çıktığında insana arka­daş ve dost olacağını anlatmak, onlara bu fedakarlık bilincini vermek ve on­ları bu konuda gönülden eğitmek din eğitiminin temel amaçlan arasında yer almalıdır.

Bakara/254'ten çıkartacağımız diğer bir hüküm de şudur: Alış-verişin, dostluk ve şefaatin olmadığı gün gelmeden önce infakta bulunmak şarttır. İnsan, ölmeden önce hayrını yapmalıdır. Benden sonraki çocuklarım, torun­larım benim için yaparlar inancını veya düşüncesini kafasından silip atmalı­dır.

Ayetin bu boyutundan çıkartacağımız hüküm, Münafîkun/10'da net bir şe­kilde açıklanmaktadır:

Birinize ölüm yaklaştığı ve "Ey Rabbim! Bana bir fırsat tanışan da karşılıksız yardımda bulunup iyiler arasına girsem!" diye yalvaracağı zaman gelip çat­madan önce size nzık olarak verdiğimizden harcayın.

Ölüm anında insan, bütün dünyevî değerlerin geride kaldığını anlayacak, Yüce Allah'tan ömrünü biraz daha uzatmasını isteyecek, çünkü infak yapma­dığını hatırlayacaktır. İşte Allah Teala, ölüm gelmeden ve telafisi olmayan bir pişmanlık içinde biraz daha yaşamak için boş yere dua etmeye mecbur olma­dan evvel hayır yapılmasını emretmektedir.

Ölümden sonraki hayatta insanın dostu, kân ve şefaatçisi inancı ve amelleri olacaktır. En'am/94'te Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, Allah'ın bize ver­diklerinin tümünü bu dünyada bırakarak tek başımıza yaratıldığımız gibi, tek başımıza Allah'ın huzuruna çıkacağız. [6]

 

Allah'ın Sıfatlarından Bazıları:

 

255. Allah, O'ndan başka ilah yoktur, her zaman diridir, bü­tün varlıkların kendi kendine yeterli kaynağıdır. Ne uyukla­ma tutar O'nu, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. O'nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edebilecek olan kimdir? O, insanların gözlerinin önünde olanı da on­lardan gizli tutulanı da bilir; oysa O dilemedikçe insanlar O'nun ilminden hiçbir şey edinemez, hiçbir şey kavraya-mazlar. O'nun sonsuz kudreti ve egemenliği gökleri ve yeri kaplar. Ve onların korunup desteklenmesi O'na ağır gelmez. Gerçekten yüce ve büyük olan yalnızca O'dur.

Bu ayetin açıklamasını yapmadan önce şu gerçeğe dikkat çekmek istiyo­ruz: Kürsî ayeti olarak anılan ve okunmasında pek çok manevî faydaların ol­duğu söylenilen bu ayet, "Nasıl bir Allah'a inanıyorsunuz?" sorusunu cevap­landırmakta; kendi özel vasıflarıyla kainat ve insanlarla olan ilişkilerini be­lirleyen vasıflarının bazılarını ele almaktadır.

Bu ayeti parça parça ele alarak açıklamasını yapmayı uygun buluyoruz:

1. (Allah, kendisinden başka tanrı olmayandır).

"Kürsî ayeti" tevhid inancı ile başlamaktadır. Tevhid inancını insanlığa yayma ve onu insanlara kabul ettirmek, ilahî eğitimin ilk dinle başlayan ve son bulmayan bir sürecini teşkil etmektedir. Bütün peygamberlerin ve onla­ra gelen kutsal kitaplann birincil görevi tevhid inancının ağacını dikmek ve geliştirmek olmuştur.

Ayetin bu kısmı "ilâ ilâhe=ilaiı yoktur) diye olumsuz bir ifadeyle baş­lamaktadır ki bu, tevhide inanan insanın, önce inkarla başlaması gerektiğini gösterir. Kalpten, Allah'tan başka bütün tanrıları çıkarmakta, onları inkarla başlamaktadır. Allah'tan başka varlıkların tanrılığını reddetmeyen insan, tev­hid inancını gönlüne yerleştiremez. Bakara/256'da geçen (O halde kim tağutu inkar edip Allah'a inanırsa) ifadesi, insanın önce Allah'tan başkalarının tanrılığını inkar edip sonra Allah'a inanması gerektiğini vurgu­lamaktadır. Tevhid inancının ikinci kısmı olan  {illâ huve=O hariç) ifa­desi, biraz önceki ifadenin olumsuzluğunu bozmaktadır. Allah'tan başkaları­nı reddettikten sonra, onların yerini Allah'ın tek ilah olduğu inancıyla doldur­maktadır. İstisna cümlesiyle ifade edilmekle kelime-i tevhid kuvvet kazan­maktadır.

(Allah, O'ndan başka tanrı yoktur) ifadesi, İhlas suresi'nin ilk a-yetinde şöyle açıklanmaktadır:

(De ki: "O Allah tektir"). [İhlas/1]

Kürsî ayetindeki vurgu, İhlas suresinde huve zamiri ve ehad kavramıyla te­min edilmektedir. Diğer taraftan Bakara/163'te (Ve sizin ila­hınız, tek tanrıdır: O'ndan başka tanrı yoktur) şeklinde ifade edilmektedir. "Si­zin ilahınız, tek tanrıdır" ibaresinden sonra Ayetu'l-Kürsî'deki ifade yer almak­tadır. Çünkü "sizin ilahınız, tek tanrıdır" demek; diğer varlıkların tanrılığını o-lumsuzlamadığı için, tekrar onu getirmekle o boşluğu doldurmaktadır. Böyle­ce, ilahî eğitimin tevhid inancı ile başladığına bu ayette de şahit oluyoruz.

2. (Her zaman diridir, bütün varlıkların kendi kendine yeterli ye­gane kaynağıdır).

Ayetin bu kısmı, "Tek olan ve kendisinden başka tanrı olmayan Allah na­sıl bir varlıktır?" sorusunu, "Hay ve kayyumdur" diyerek cevaplandırmaktadır. "Canlı ve "her zaman diri" manasına gelen (hayy) kavramını açıkla­mamız gerekiyor: [7]

 

Hayye Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

(hayye) yaşamak, ömür sürmek, (hayy) canlı, diri, hayata ait, ma­işet, sağ, neşeli, dinç, çevik, faal, enerjik, devamlı, yılmaz manalarına gel­mektedir. (hayye) "gel" manasına gelir. (hayye) yılan, yılan gibi ha­in kimse manalarını ifade eder. Şimdi Kur'an'daki manalarını ele alabiliriz:

a. Diriltmek

"Var etmek, hayat vermek, canlandırmak" manalarına gelen bu kavram, "yaratmak" manasına denk düşmektedir. "Hayat vermek" manasında Baka-ra/28'de geçmektedir:

Cansız iken size hayat veren ve sizi ölüme götüren, sonra tekrar hayata kavuş­turan ve kendisine döndürüleceğiniz Allah'ı nasıl inkar edersiniz?

b. Selamlamak

Nisa/86'da bu anlamda yer almaktadır:

Bir selam aldığınızda daha güzel bir selam ile karşılık verin! Bu ayette, fiil ve emir kalıbında geçmektedir.

c. Kurtarmak

Bir can kurtarmak manasına Maide/32'de geçmektedir:

Bu yüzden Biz, İsrailoğullanna bildirdik ki, cinayetin ve yeryüzünde fesadı yaymanın cezası olarak işlenmesi dışında eğer bir kimse bir insanı öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur; ve bir kimse bir hayat kurtarırsa, bütün in­sanlığı kurtarmış gibi olur.

d. Haya etmek

Allah ile ilgili olduğu zaman, "kaçınmak" insanla ilgili olarak kullanılın­ca haya etmek, utanmak manalarına gelmektedir. Kur'an'da bu manada kul­lanılınca, istif'al babından getirilmektedir.

1. Çekinmek/kaçınmak.

Bakara/26'da şöyle geçmektedir:

Bakın Allah bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek vermekten kaçınmaz.

Allah ile ilgili olduğu için çekinmek veya kaçınmak manalarım vermek daha uygun olur.

2. Utanmak

İnsanla ilgili olarak kullanılınca, haya etmek, utanmak, ar etmek, sıkıl­mak, manalarını ifade etmektedir:

Az sonra (o iki kızdan) biri, utana sıkıla çıkageldi... [Kasas/25]

Çekinme ile utanma arasında yakın alaka olmasına rağmen, "utanma" fiili­ni Allah'a isnad etmek doğru olmayacağı için bu ayrımın yapılması gerekir.

e. Akıllı

Yasin/70'te Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Diri olanları uyarsın ve kafirler cezayı hak etsinler diye...

(diri olan) ifadesine, Zemahşeri akıllı ve düşünen; Razi akıllı ve anlayışlı; Hazin inanan; İbn Abbas akıllı manalarını vermişlerdir.

Demek ki, aklım kullanan, düşünen ve inanan insan canlıdır. Akimi kul­lanmayan, düşünmeyen ve inanmayan insan canlı olarak kabul edilmemekte­dir. Müfessirlerin dediği gibi onların kalbi ölüdür.

f. Hayat isim olarak "dünya hayatı" ve "ahiret hayatı" olarak kullanılmak­tadır. Ankebut/64'te, ahiret için "gerçek hayat" denmektedir. Ayetteki heye-van kelimesi, ahiretteki hayatı ifade etmektedir.

Utanmak manası ile hayy kavramı ahlâka hayat vermekte ve ona can olmakta­dır. Onun için haya kavramı, canlılığı ifade eden kelimeden türemiştir. Diriltmek­le haya manalarının arasında da bir ilişki vardır. Haya etmek şahsiyeti ve ahlâkı diri tutmak demektir. Haya ile korumak manası arasında da ilişki bulunmaktadır; haya duygusu insanı ahlâksızlıktan korur. Hayat ile aklım kullanmak arasında da bağlantı vardır; varlık ile aklım kullanmak aynı şeyi ifade etmektedir. Descartes "Düşünüyorum öyleyse varım" hipotezinde, düşünme ile var olmayı birlikte; sebep-sonuç ilişkisi içerisinde kullanmakta ve buradan da Allah'ın varlığına ulaşmaktadır. Aynı durum Yasin/70'te başka boyutuyla ifade edilmiş, varolmakla düşünme aynı ibarede kullanılmıştır. Demek ki haya duygusu ile düşünmek, yani aklını kullanmak varolmaya denk bir mana taşımaktadırlar.

Bu izahtan sonra diyebiliriz ki, Allah mutlak manada diridir ve varlıklar canlılıklarını O'ndan alırlar. Varlıklar canlılıklarını kaybedebilir ama, Allah diriliğini asla kaybetmez. Allah'ın diri olma sıfatı, diğer sıfatlarına kaynaklık eden en kapsayıcı sıfatlarından biridir.

(kayyum) ebedi, ölmez, daimi, baki, ezeli ve kendi kendine yeterli olan anlamlarına gelmektedir.

Hayy ve kayyum, Allah'ın her zaman diri ve kendi kendine yeterli olduğu­nu ifade eden sıfatlandır. Nasıl bir Allah'a inandığımızı ifade ederken bu sı­fatlan vurgulamamız gerekiyor. Diğer taraftan, kainattaki bütün varlıklann var oluşlanna bu sıfatlar kaynaklık etmektedir. Allah'ın hayy sıfatı, tüm var­lıklann canlılıklannın kaynaklandığı bir sıfattır. Belli sürelerle varlıklann ha­yatta kalmalan da kayyum sıfatından kaynaklanmaktadır. Yüce Allah kayyum sıfatı gereği bütün varlıklan ayakta tutmaktadır; yani onlara hayatlannı sür­dürebilme kapasitesini vermiştir.

3.  (O'nu ne uyuklama tutar, ne de uyku).

Yüce Allah'ın kendisini bu niteliği ile tanımlamasının sebebi, varlıklarla olan ilişkisini anlatmaktır ki bu, Yüce Allah'ın kainatın idaresinden bir an bi­le gafil olmadığı ve onların işlerine her an müdahale edip düzenlediği mana­sına gelir. Zaten kendisini uyku tutan varlık, kainatın idaresi hususunda gaf­lete düşeceği için Allah olamaz. "Allah her an yaratma halindedir" [Rah­man/29] ayetinde belirtilen özelliğini Bakara/255'in bu kısmı ile birleştirmek gerekiyor. Kendisini uyku tutan bir varlık, her an yeni bir şey yaratamaz. Yü­ce Allah'ın daima diri/canlı olması, devamlı hareket halinde olduğu anlamı­na gelir. Devamlı hareket eden, devamlı üretir. Devamlı üreten varlık da hiç uyumaz.

Canlı varlıklann en hareketlisi ve en üretkeni insan olmasına rağmen, o da uyku ve dinlenmeye ihtiyaç duymaktadır. İnsan ile Allah'ı ayıran en önemli farklardan biri de budur.

4. Yeryüzünde ve göklerde ne varsa O'nundur.

(Gökler ile gökler ve oradakilerin tamamı Allah'ın mülkiyetindedir) ayetinde Yüce Allah, kainatın sahibi olduğunu dördüncü sı­rada zikretmiştir. Böylece tevhid inancındaki Allah fikrinin dördüncü delili, kainatın sahibinin kim olduğu meselesidir.

Yüce Allah'ı bu şekilde tanıtma metodu eski dinlerde yer alan bir usûldür.

Firavun Hz. Musa'ya "Alemlerin rabbi de kim oluyor?" dediğinde Hz. Mu­sa "Eğer gerçekten doğruyu öğrenmek ve yürekten benimsemek istiyorsanız, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında var olan her şeyin rabbidir O" [Şuara/23-24] diye cevap vermişti.

Kainatın karşısında insan beyni çok aciz kalmaktadır. Bu aczi, imana çe­virmenin yolu veya eğitimi, kainatın kime ait olduğunun, onu kimin yarattı­ğının iyi anlatılmasına bağlıdır. Bakara/255'te Yüce Allah bu dersi verdiği gi­bi, Hz. Musa da aynı dersi Firavun ve etrafındakilere vermektedir. Allah'ın tek olduğu inancı, kainatın tek sahibi olduğu inancının veya bilgisinin üzeri­ne oturmaktadır.

5. (O'nun izni olmaksızın nezdinde şefaat edecek olan kimdir?)

Şefaat kavramını Bakara/48'de geniş bir şekilde açıkladığımız için burada izahına girmeyeceğiz. Ayetin içeriğine göre burada söyleyeceğimiz bazı e-saslar vardır. Yer ve göktekilerin tamamı Allah'a ait olduğuna göre, şefaat et­me yetkisinin kime ait olduğu sorulabilir. Böyle bir sual sorulmasını önlemek için, ayette, Allah'ın izni olmaksızın nezdinde kimin şefaat edebileceği sorul­maktadır.

Soru şeklinde ifade edilmesi, kimsenin şefaat etme yetkisine sahip olma­dığını ifade etmek içindir. Bir defa, şefaat Allah'ın huzurunda olacaktır. Onun huzurunun dışında, bir şefaat etme yeri olamaz. Diğer taraftan O'nun izni olmadan kimse şefaat edemeyecektir. Demek ki, şefaat, hem O'nun ka-tındadır, hem de O'nun izniyledir. Yüce Allah bu yetkisini kullan için kulla­nacağından, onlarla olan ilişkisini gündeme getirmektedir.

6. (O, kullarının önlerindekini de arkalarındakini de bilir).

Kullarının, yani insanların ve cinlerin yaptıklarını bilir, yahut gözlerinin önünde olanı da onlardan gizli tutulanı da bilir manasına gelmektedir. Müca-hid, Ata ve Süddi "Ellerinin arasındaki" ifadesine, bu dünyada onların başı­na gelenler, "arkalarındaki" ifadesine ise, öteki dünyada uğrayacakları aki-betler manasını vermişlerdir. Dahhak ve Kelbi ise tam tersi bir mana vererek, "Ellerinin arasındaki" ifadesinin öteki dünyaya işaret ettiğini, çünkü, ona doğru gittiklerini; "arkalarındaki" ibaresinin ise, bu dünya anlamına geldiği­ni, çünkü arkalarında bıraktıklarını söylemişlerdir. îbn Abbas ise, "ellerinin arasındaki" ibaresini gök ile yer arasında bulunanlar; "arkalarındaki" ibare­sini de göklerdekiler anlamına almıştır. Razi de, yaptıkları ve yapacakları ha­yırlar ve kötülükler olarak tefsir etmiş ve bu ifadeyi şefaat meselesine bağla­mıştır. Kimlerin şefaat edeceğini, kimlere şefaat edileceğini ve şefaat oluna­cak olanların bu dünyada yaptıklarını Allah bildiği için şefaat yetkisini ona göre kullanacaktır.[8]

Muhammed Esed, ( mâ-beyne eydîhim) ibaresine aşikar olan, bi­linen yahut kavranabilen; (ve mâ-halfehum) ifadesine de kişinin bil­gisi veya idraki dışında olan anlamı vermiştir. Ayetin bir sonraki bölümü dik­kate alındığında Muhammed Esed'e hak verilebilir ama, ayetin evvelki, yani şefaati ele alan kısmına baktığımızda dünyevî ameller ile ahiretteki oluşum­lar manasını vermek daha uygun olur. Bu iki yorumdan birini tercih etmek için, ayetin bu kısmındaki kavramlar ile, bir sonraki ve bir önceki bölüm ara­sındaki kavramların benzerliğine bakılması gerekir. Ayetin bu kısmında (ya'lemu) ve (min-ilmihî) ifadesi ve sonraki bölümünde bulunan bil­giyle alakalıdır. Bu durumda Muhammed Esed'in yorumunun tercih edilme­si gerektiğini düşünüyoruz: Allah, hem insan aklının idrak edebildiği, anla­yabildiği alanın; hem de insan aklının idraki dışında kalan alanın bilgisine sa­hiptir.

Bilgi nazariyesi açısından bakacak olursak diyebiliriz ki: Madde, yani fizik aleminin bilgisi ile, fizik ötesi alemin bilgisi Allah'ın ilmindedir. İnsanın önün­de olan maddî alemin bilgisinin tamamına insanoğlu halen ulaşamamıştır. Kı­saca şöyle diyebiliriz: Allah, insanın bildiklerini de bilmediklerini bilmektedir.

7. (Oysa, O dilemedikçe insanlar O'nun ilminden hiç­bir şey kavrayamazlar).

Ayetin bu kısmı, bilgi nazariyesine dikkat çekmektedir. Burada geçen (ihata) kavramını açıkladıktan sonra bilgi nazariyesi açısından açıkla­masını yapacağız:

(ihata), muhafaza etmek, dikkat etmek, uyanık bulunmak, korumak, etrafını çevirmek, ihtiva etmek, bir şeyin etrafına duvar yapmak, anlayış, id­rak, kavramak, yakalamak, anlamak, bilgi, vukuf, aklın bilme ve idrak kabi­liyeti, bildik, malumat, iletişim, ünsiyet anlamlarına gelmektedir. [9]

 

İhata Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

a. Kuşatmak

Kuşatmak manası ile ihata kelimesi li (muhît) kalıbıyla Allah'ın sıfatı­dır.

İsra/60 ayetine göre Yüce Allah bütün insanları kuşatmıştır:

Hani, sana Rabbin insanları kuşatmıştır. Sana gösterdiğimiz görüntüyü ve Kur'an'da lanetlenen ağacı da insanlar için sadece bir sınama yaptık.

Yüce Allah insanları, sınırsız kudret ve ilmiyle kuşatmışta Talak/l 2'de şu ifade yer almaktadır:

Elbette Allah her şeye kadir ve her şeyi bilgisiyle kuşatmıştır.

Her iki ayetteki kuşatıcılık, insanlar ve bütün kainat ile olan ilişkisini an­latmaktadır. Bilgisi ile kuşatması, bütün varlıkların ihtiyaçlarını ve bu ihti­yaçların giderilme yollarını bilmesi ve uygulamaya koyması anlamına gelir.

Diğer taraftan, günahların da insanları kuşatması sözkonusudur:

Evet! Kim bir kötülük işlemiş de günahı kendini çepeçevre kuşatmışsa, işte öyleleri... [Bakara/81]

Kuşatmanın psikolojik boyutunu ele alan bu ayet, sürekli bir şekilde işle­nen günah zamanla insanın gönlünü kaplayıp karartacak ve o insan günah zincirleriyle bağlanacaktır:

Bu dünyada işlediği günahlarla çepeçevre kuşatılan insanlar, ahirette de ce­hennem alevleriyle kuşatılacaktır. [Kehf/29]

Yunus/22'de fizikî manada, kabaran denizin dalgalarının denizde seyre­denleri kuşatması manasında yer almakta; asker veya polislerin bir yeri veya bazı insanları kuşatıp ele geçirmesi anlamında da Yusuf/66'da geçmektedir.

İhata kelimesinin anlamı içinde, Allah'ın ilmi ile insan ve tüm kainatı ku­şatması, günahların insanı kuşatması ve cehennem alevlerinin kuşatması ma­naları yer aldığı gibi, maddî anlamda dalga ve askerlerin kuşatması da vardır.

b. Anlamak

İşte böyle kesin bilgimizle onun zihninden geçenleri anlamış (kuşatmış) bulu­nuyorduk. [Kehf/91]

Buradaki anlamak, haberdar olmak, bilmek manalarına gelmektedir.

c. Bilmek

Çok geçmeden, hüdhüd gelip: "Ben" dedi, "senin bilmediğin bir şeyi öğren­dim. Sebe'den sana çok doğru bir haber getirdim". [Neml/22] İhata kavramı olumlu fiil olarak kullanıldığında öğrenmek; olumsuz fiil olarak kullanıldığında bilmek anlamına gelir.

d. Kavramak

Çünkü tecrübe alanı içinde kavrayamayacağın şeye nasıl katlanabilirsin ki? [Kehf/68]

Hayır hayır, aslmda onlar özünü, hikmetini kavrayamadıkları her şeyi yalan­lamaya eğilimlidirler. [Yunus/39]

İnsan aklının bir konuyu her boyutuyla ihata etmesi, onu kavraması ma­nasında bu ayetlerde, ihata kelimesi kullanılmıştır.

e. Çepeçevre tarumar olmak Kehf/42'de şu ifade yer almaktadır:

(Ve ürünlerle dolu bahçeleri çepeçevre tarumar edildi).

Kavram, Allah'tan gelen belanın, maddî etkisinin büyüklüğünü anlatmak için kullanılmaktadır. Yukarıda verdiğimiz manalardan bazılarını Baka-ra/255'e uygulayabiliriz:

Allah'ın ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.

Demek ki, ihata kelimesi, insanın fiili olarak kullanıldığında kavramak, anlamak manalarına gelmektedir.

Şimdi bu manadan bilgi nazariyesine (epistomology) intikal edersek, Kur'an'a göre mutlak bilginin kaynağının Allah olduğu anlaşılır. Felsefede, bilginin kaynağı olarak aklı, sezgiyi, deney ve tecrübeyi görenler olmuştur. Bu ve benzeri ayetler bunları ikincil kaynak olarak görmekte; birinci kaynak olarak ise Allah'ı görmektedirler. "Allah dilemedikçe insanlar O'nun ilmin­den hiçbir şey kavrayamazlar" demek, insanların bilgiyi Allah'tan aldıkları veya bilgiyi Allah'ın verdiği anlamına gelir:

Bilgi, sadece Allah katındadır. [Hud/23] De ki: "Bilgi ancak Allah katındadır". [Mülk/26] Bakara/255'te de, Allah katında olan bilgiyi ancak Allah'ın dilemesiyle insanların alabileceği ifade edilmektedir.

Demek ki, doğru olan bilgi peygamberlere vahy yolu ile, normal insanla­ra da ilham yoluyla gelmektedir. Yapılan bütün keşifler ilahî ilhamla olmak­ta ve kaynağında ilahî öğretim yer almaktadır. Bakara/32'de yer alan: Bizim, senin öğrettiğinin dışında bir bilgimiz yoktur) ibaresi, me­leklerin, bilginin kaynağında ilahî öğretimin bulunduğunu itiraf ettiklerini beyan etmektedir. Yüce Allah Hz. Peygamber'e şu duayı yapmasını emret­mektedir:

(Rabbim ilmimi artır). [Tâhâ/114] Demek ki, bilgiyi veren ve artıran Yüce Allah'tır.

Allah bütün gaybı bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak dilediği pey­gamber bunun dışındadır. Çünkü Allah, onun önünden ve ardından gözcüler salar. [Cin/26-27]

Görüldüğü gibi, Yüce Allah gaybın sırlarını dilediğine açmakta ve o bil­gileri ona öğretmektedir.

İnsanlar yeryüzünde çalışırken, kafa yorarken, araştırma yaparken Al­lah'ın bilgi hazinesinden onlara ilham yoluyla bilgi akımı olur. Araştıran, ka­fa yoran, düşünen ve bilgiye gönül verenlerin emeği ilahî aleme yükselerek, oradan bilgiyi alıp gelir. Allah'ın dilemesini, takdir etmesini ve bilgi hazine­sinden vermesini temin eden, insanların bilgi için sarfettikleri emektir. Bilgi için sarfedilen emek, ilhamın kanallarını açmakta ve süratle ilahî aleme inti­kal ederek, an gibi bilgiyi yüklenip gelmektedir. Beyin ve göz nuru emeği­nin yükselme süratini hesaplamak mümkün değildir.

8. (Onun kürsüsü gökleri ve yeri kaplar).

Ayetin bu kısmının eksen kavramı olan kürsî kelimesi üst üste gelip ya­pışmak, birbirine bağlanmak, bir binanın temelini atmak, sandalye, taht, kür­sü, profesöre ait kürsü, temel esas, bir heykel ve sütun tabanlığı, kaide, taban, mil yatağı, tahsis etmek, işine başlatmak, takdis etmek, günahtan temizle­mek, feda etmek manalarına gelmektedir.

Ayrıca bu kelimenin, güç, bilgi, otorite sembolü manalarına geldiği de söylenmektedir. Kürsüyü, maddî anlamından uzak düşündüğümüzde, akla ilk gelen bilgidir. Üniversitelerde kürsü sahibi olma, ilmî otoriteyi ifade et­mektedir.

Kursî kavramının başka ayetlerde (arş) olarak geçtiğini görüyoruz: (Rahman arşa istiva etti). [Taha/5]

 (Arşı taşıyan ve onun etrafında bulunanlar...)- [Mü'min/7]

Kürsî ile arş'm aynı manaya geldiğini kabul edersek şu açıklamayı yapa­biliriz: "Rahman arşa istiva etti" ve "O'nun kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmış­tır" ifadeleri, Yüce Allah'ın kainatın maddî yapısı ve dışı ile olan ilişkisini belirlemektedir. Bu ilişkiyi bir örnekle izah edebiliriz: Bir eserin mimarı, ya­ni o eseri meydana getiren insan, kendisini yaptığı eserin içine koyamaz. E-serinin dışında kalır ve eseri kendisinden farklı, bağımsız bir yapı durumun­dadır. Ama Yüce Allah kainatı yarattı ve kendisini eserinin içine koydu. "Rahman arşa istiva etti" veya "O'nun kürsîsi gökleri ve yeri kapladı" de­mek, Yüce Allah, kendisini yarattığı eserinin içine koydu demektir. Demek ki Allah, kainatın hem içinde ve hem de dışında olduğu için, mekandan mü­nezzehtir, yani her yerde mevcuttur. "Rahman arşa istiva etti" ve "O'nun kürsisi gökleri ve yeri kaplamıştır" ayetlerini başka bir ayetle yorumlamamız da mümkündür:

Müşrikler, Allah hakkında doğru bir anlayışa sahip değiller; çünkü bütün yer­yüzü kıyamet günü O'nun için avuç içi kadar bir şey olacaktır, gökler de O'nun sağ elinde durulmuş hale gelecek; O kudret ve egemenliğinde sınırsız­dır ve onların ortak koştukları her şeyin kat kat üstündedir. [Zümer/67]

Bu ayet "(kabza); % (yemîn); (sübhân) kelimeleriyle kürsî ve arş kavramlarına açıklık getirmektedir. Kabza tabancanın tutulan kısmına denir. Fiil olarak da, avuçla kavramak, sıkıca tutmak demektir. Yüce Allah kainata ve ahirete avucunun içindeymiş gibi hakimdir. Göklerin O'nun elin­de durulmuş olması, onlara olan hakimiyetini, kudreti ve bilgisi gereği onlar­la olan ilişkisini ifade etmektedir. Bu ilişki, O'nun sübhan olmasının gereği­dir. Sübhan, noksan sıfatlardan uzak, yani kudret ve egemenliğinde sınırsız manasına gelir.

Bir mimar, yaptığı eseri en iyi bilendir. Kainatı yaratan da, onu en iyi bi­len, ona hakim olandır. Rahmanın arşa istiva etmesi veya O'nun kürsîsinin gökleri ve yeri kaplaması; kudreti, hükümranlığı ve ilmi ile onun her şeyi­ne hakim olması ve kendisini onun içine koyması anlamına gelmektedir. Başka bir açıdan bakarsak diyebiliriz ki: Kürsî ve arş kavramları, Allah'ın kainatla olan ilişkilerinin bütününü, bu ilişkilerin bütününe olan hakimiye­tinin tümünü ifade etmektedir. Yüce Allah, yaratma sıfatı ile başlayan ve di­ğer sıfatlarıyla devam eden bu ilişkiler ağının toplamına kürsî veya arş de­mektedir. "O gün Rabbinin arşını onların üzerinde sekiz melek taşır" [Hak­ka/17] ayeti de, Yüce Allah'ın mahşerle, yani kıyametle olan ilişkisini me­leklerin nasıl sürdürdüğünü anlatmaktadır. "Meleklerin, arşın etrafını kuşa­tarak Rablerini hamd ile teşbih ettiklerini görürsün" [Zümer/75] ayeti de aynı şeyi anlatmaktadır. Meleklerin arşın etrafında toplanması, kuşatması i-lahî kudretin kainata yansımasında görevlerini yerine getirmeleri anlamına gelmektedir.

Yüce Allah'ın; gücünü, bilgi ve otoritesini neden kürsî ve arş kelimeleriy­le ifade ettiğini de şöyle cevaplayabiliriz: İnsanlar, kürsî ve arş ile insanın i-lişkisini ve onların gücü, bilgi ve hakimiyeti ifade ettiğini bildikleri için, Al­lah da bu kavramlarla kendisi ile kainat arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır. Kürsî ve. arş kavramlarını Zümer/67 ayetiyle açıklarsak "kudret" ve "hakimi­yet"; Mü'min/7 ayetiyle tefsir edersek "rahmet" ve "ilim" manasına geldiği anlaşılır.

(Ey Rabbimiz! Sen her şeyi rahmetinle ve ilminle ku­şattın) [Mü'min/7] ayetine baktığımızda "kürsî= rahmet x ilim" olmaktadır. Allah'ın kürsîsinin gökleri ve yeri kaplaması, rahmet ve ilminin kaplaması anlamına gelir. Şimdi Zümer/67 ayeti ile Mü'min/7 ayetini, yorumunu yap­makta olduğumuz Bakara/255 ayetindeki kürsî kavramına götürürsek, şöyle bir formül kurmamız mümkündür: "Kürsî= kudret x rahmet x ilim". Allah'ın kudreti, rahmeti ve ilmi gökleri ve yeri, yani evreni kaplamıştır.

Kısaca diyebiliriz ki, kudret, rahmet ve ilmin meydana getirdiği kürsî kav­ramı, Allah'ın evren ile olan ilişkiler ağının toplamını göstermektedir. Kürsî kudret, rahmet ve ilmi; kudret, rahmet ve ilim de diğer bütün sıfatlan kapsa­makta; böylece kürsî bütün sıfatlan içine alan bir kavram olmaktadır.

9. (Onlan korumak O'na asla ağır gelmez).

Ayette geçen £iç (hıfz) kavramı, evrendeki bütün ilişkiler ağını kapsamı­na almaktadır. Diğer taraftan hıfz, yani koruma, gözetme kavramı, kürsînin işlevini de belirtmektedir. Allah'ın kudretinin, rahmet ve ilminin evreni kap­laması, gerekli olan bütün ihtiyaçlarını gidererek, yok olmaktan koruması demektir. Koruyup gözetmek, bir kudret, bir rahmet ve bir ilim işidir. Hakimi­yeti olamayan varlık, koruyup gözetemez.

10. (Gerçekten yüce ve büyük olan yalnızca O' dur).

Kürsî ayetinin bu kısma kadar anlattığı ilahî vasıflar, Allah'ın yücelik ve büyüklüğünü göstermektedir. Birlik, dirlik, kayyumluk, uyumamak, göklere ve yere sahip olmak, şefaat yetkisi sadece kendisinde olmak, insanın yaptık­larını ve yapacaklarını bilmek, ilmin yani bilginin kaynağı olmak, kürsîsinin tüm evreni kaplaması ve evrendeki şeylerin gözetiminin ağır gelmemesi, Al­lah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü ifade etmektedir. Bir başka deyişle, ancak yücelik ve büyüklüğün kendisine ait olduğu bir varlık, yukarıdaki özellikle­re sahip olabilir.

Kürsî ayetiyle Yüce Allah, kendisinin nasıl bir varlık olduğunu anlatmak­ta, evrenle ilişkisini açıklamakta ve bu konuda kullarını bilgilendirmektedir. Allah, sıfatlarını anlatmakla kelam ilmine çok önemli konular ve açıklama­lar kazandırmaktadır. Ayrıca din eğitiminin nereden başlayacağını ve Allah'ı anlatırken hangi sıfatlardan hareket edilmesi gerektiğini belirleyerek din eği­timine yön vermektedir. Çünkü nasıl bir Allah'a inandığını bilmeyen insan, i-manına sağlamlık ve bilinç kazandıramaz, ateizmin etkisi altında kalarak o-nu kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelebilir.

Genelde insanlar Allah'ı evrenle ve kendileriyle olan ilişkileriyle bilmek ve anlamak isterler. Kudret, rahmet, bilgi ve koruma gibi vasıflar, onları cez-beder. İşte kürsî ayeti bunu sağlamaktadır. [10]

 

Dinde Zorlama Yoktur:

 

256. Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır. O halde tağutu inkar edip Allah'a inananlar, hiçbir zaman kopmayacak en sağlam kulpa (mesnede) tu­tunmuşlardır. Zira, Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.

Bu ayette çok önemli kavramlar bulunmaktadır. Bunlardan din kelimesini Fatiha/4'te açıklamıştık. Din, insanın Allah; insanın insan ve insanın kendisi i-le ilişkilerini içine alan ve hükümler koyan sistemin adıdır. İslâm için düşünür­sek, Kur'an'ın oluşturduğu hükümler manzumesine din; dine de İslâm diyoruz.

Dinin ilk basamağı "iman" olduğu için bu ayet, iman etme hususunda hür­riyeti ve onun zıttı olan zorlamayı ele almaktadır. Dinin ne anlama geldiğini Fatiha/4 ayetinin tefsiri esnasmda öğrenmiş olduğumuzdan burada "S^\ (ik­rah) kavrammı ele almayı uygun buluyoruz. Zemahşeri ikrah kelimesini "ic­bar/zorlama" kelimesiyle tefsir etmektedir. "Zorlama yoktur" demek, "ihti­yar" yani "seçme hürriyeti" var demektir. [11]

 

Kerihe Kelimesinin Kur'âan'daki Manaları:

 

(kerihe) kelimesi lügatte nefret etmek, tiksinmek, iğrenmek, hiç sev­memek, hoş görmemek, hoşlanmamak, zorlanmak, mecbur etmek, tazyik et­mek, antipati duymak manalarına gelmektedir. Kur'an'daki manaları ise şun­lardır:

1. Hoşuna gitmemek

Bu kavram; fikrî manada Allah'ın batılı yok etmesinden hoşlanmamayı, bir kadmı sevmemeyi ifade etmektedir:

Böylece Allah, hakkın hak olduğunu; batılın da batıl olduğunu gösterecektir; bu, günaha gömülüp gitmiş olanların hoşuna gitmese de. [Enfal/8]

Ve hanımlarınızla güzel geçinin; çünkü onlardan hoşlanmıyor olsanız bile... [Nisa/19]

Kerihe kavramı yukardaki ayetlerde, Allah'ın yaptığı bir şeyden veya ha­nımından hoşlanmamayı ifade etmektedir.

2. İğrenmek

Bu, hoşa gitmemenin ötesinde bir tiksinme haletini anlatmaktadır. Gıybetin günahının büyüklüğünü anlatmak için Yüce Allah, ölmüş kardeşinin etini yemeyi örnek vermektedir:

Ey iman edenler! Birbiriniz hakkında zanda bulunmaktan kaçının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve arkanız­dan birbirinizi çekiştirmeye kalkmayın. Aranızdan, hiç ölmüş kardeşinin etini yemek isteyen kimse çıkar mı? Hayır, siz ondan iğrenirsiniz. [Hucurat/12]

Burada ikrah kavramı, ahlâkî olmayan bir davranışın kötülüğünü anlat­mak, insanı tiksindirmek için kullanılmaktadır.

3. Nefret etmek

İkrah kavramı bazı ayetlerde, nefret etmek anlamına gelmektedir:

a.  Savaştan nefret etmek

Geride kalanlar, Allah'ın Elçisinin hilafına olarak savaştan uzak kalmalarına sevindiler, çünkü Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmaktan nefret e-diyorlar. [Tevbe/81]

b. Allah'ın indirdiğinden nefret etmek

Muhammed/8'de, kafirlerin helaki hak ettikleri ve onların amellerinin de­ğersiz kılınacağı beyan edilmekte; bu muameleye niçin tâbi tutulacaklarını beyan sadedinde de şöyle buyurulmaktadır:

Bu, onların Allah'ın indirdiğine nefret duymalarından dolayıdır. [Muhammed/9]

Allah'ın indirdiği vahye karşı gösterilen olumsuz tepkiyi ifade ederken Yüce Allah ikrah kelimesine yer vermektedir.

c. Allah'ın ndvâmndan nefret etmek

Böyle olacaktır, çünkü onlar Allah'ın kınadığı şeylere uydular ve O'nun hoş­nutlukla karşılayacağı her şeyden nefret ettiler. [Muhammed/28]

Rıdvan Allah'ın hoşlandığı davranışlardır. O'nun hoşlandığı davranışlar­dan nefret etmek, ikrah kelimesiyle ifade edilmektedir.

4. Kötü göstermek

İkrah kelimesi kerrehe kalıbından alındığında, Allah'ın insana yanlış dav­ranışı kötü göstermesi anlamına gelmektedir. Hucurat/7'de bu kalıpta geç­mektedir:

Ama, görüldüğü gibi, Allah imanı size sevdirdi, günah işlemeyi ve isyanı si­ze kötü gösterdi.

Yüce Allah, insanın psikolojisinde doğuştan var olan tiksinme duygusu­nu; küfrün, fısk ve isyanın kötü gösterilmesinde kullanmaktadır.

5. İstememek

Onlar Allah'a imandan başka bir itikat mı arıyorlar? Halbuki göklerde ve yer­yüzünde olan her şey isteyerek veya istemeyerek O'na boyun eğer, çünkü her şey O'na dönecektir. [Âl-i İmran/83]

Bu ayette (kerhen) kalıbında geçmektedir, ki tarafımızdan "istemeye­rek" şeklinde tercüme edilmiştir.

6. Beğenmemek

İnsanın yaptığı isteksiz bir davranışa karşı Yüce Allah'ın değerlendirme­sini ifade esnasında bu kelime kullanılmaktadır:

Çünkü, seninle gerçekten sefere çıkmak isteselerdi, elbette bunun için bir ha­zırlık yaparlardı. Zaten Allah onların kalkış tarzlarını beğenmedi... [Tevbe/46]

7. Acı

Yüce Allah, anne ve babaya iyilik yapma emrini, annenin çocuğunu kar­nında taşırken çektiği acı veya zahmet üzerine (emelleadirmektedir:

(Annesi onu acı (zahmet) ile taşıdı ve acı ile doğurdu). [Ah-kaf/15]

Gebeliğinde ve doğumunda annenin duyduğu zahmet ve acıyı ifade et­mekte (fcürh) kafıâı

"Zorlama" manasında birkaç alanda kullanılmaktadır:

a. Ey iman edenler! Hanımlarınıza baskı yaparak mirasçı olmaya çalışmayınız. [Nisa/191

"Baskı yapmak", zorlamaktır. Kocanın hanımına zorla varis olmasını ifa­de için vjl=» (kerh) kalıbı kullanılmaktadır. Bu kalıbıyla kavram, aile ilişki­lerinde medenî hukuku ilgilendirmektedir.

b. Ve eğer evlenerek iffetlerini korumak istiyorlarsa, salon dünya hayatının ge­çici menfaati için, cariyelerinizi fuhşa zorlamayın; kim onları buna zorlarsa, bilsin ki maruz kaldıkları bu zorlamadan ötürü, Allah onlara acıyacak ve on­ları affedecektir. [Nur/32]

Kölelik ve ekonomik imkansızlıktan kaynaklanan şartlar altında, aciz ka­dınları fuhşa zorlama durumunu ifade etme esnasında ikrah kavramı kulla­nılmış olup tamamen ahlâkî bir mana taşımaktadır.

c. İman etmiş bir insanı, imanından çevirmek için yapılan zorlamanın hükmünü beyan sadedinde ikrah kavramı kullanmaktadır:

İman ettikten sonra Allah'ı inkar eden kimseye gelince; -ki bundan kasıt kal­bi imanla dolu olduğu halde baskı altında inkar etmiş görünen kimse değil-... [Nahl/106]

d. İnsanlar, kendi iradeleri ile iman etmelidir. Zorla yapılan inkar inkar ol­madığı gibi, zorla yapılan iman da iman olmayıp hiçbir geçerliliğe sahip de­ğildir. Onun için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

Rabbin eğer öyle olmasını dileseydi, yeryüzünde yaşayan herkes topyekun i-man ederdi. Hal böyleyken, insanları inanıncaya kadar zorlayacağını mı sanı­yorsun?! [Yunus/99]

Bu durumda, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/256'daki "Dinde zorlama yoktur" ifadesini, "İmanda zorlama yoktur" şeklinde anlayabiliriz. İmansızlıktan imana ve imandan imansızlığa geçiş insanın kendi iradesiyle olmalıdır. Yunus/99 ayetine göre, iman veya inkar etmesine Yüce Allah bile müdahale etmemekte; Peygamberine de müdahale etmemesini emretmekte­dir. "Rabbin dileseydi yeryüzündeki bütün insanlar iman ederdi" buyuran Yüce Allah, kaderini, iman konusunda kulunu zorlamama üzerine kurduğu­na dikkat çekmektedir. "İnsanlar iman edinceye kadar onları zorlayacak mı­sın?!" ifadesiyle de, insanları, iman etmeleri için zorlamayı Peygamber'in e-ğitim alanından çıkartmaktadır.

İman, aklın ve onun faaliyet alanı olan gönlün bağımsız ve hür havasında ortaya çıkan bir değer olmalıdır. İman, aklın hürriyetle birleşmesi neticesin­de doğmalıdır. İman ile kişinin iradesi, hürriyeti, araştırması, düşünmesi ve sevgisi arasında sıkı bir münasebet vardır. İman bunların odak noktasında or­taya çıkan ve onların kesişimi nisbetinde değer taşıyan manevî bir değerdir.

(Dinde zorlama yoktur) denilerek, bu alana müdahalenin çok yanlış olacağı öğretilmektedir. İkrah kavramı zorlama manasıyla alındığında, bu şekilde açıklama imkanı vardır. Fakat biz, ikrah kavramına "tiksinme, iğ­renme" manasını vererek, ayetin bu kısmını açıklayabiliriz.

"Dinde tiksinme yoktur", hatta "Dinde tiksindirme yoktur" da diyebiliriz. Bu manayı, ayetin devamından çıkartıyoruz. "Artık doğru ile yanlış birbirin­den ayrılmıştır" ifadesi, bize bu manayı verme cesaretini kazandırmaktadır. Din alanı, vahy ile belirlendiği için, an-duru, katıksız ve süzülmüş bilgi ala­nını temsil etmektedir. Doğruyu, hakikati bulandıran ve insanı tiksindirecek yabancı maddelerden arınmış olduğundan, orada tiksinecek bir şey yoktur. Önünüze konan yemekte, böcek varsa tiksinirsiniz. İnsanın önüne konan bil­gide batıl, yanlış ve sahtelik varsa, o bilgi insanı tiksindirebilir. Ama Yüce Allah diyor ki, din alanındaki bilgiyi yanlıştan, batıl ve sahtelikten temizle­dim, arınmış bir alan haline getirdim, orada tiksinecek bir şey yoktur. Rahat­lıkla onu benimseyebilir, hazmedebilir ve ruhunuza sindirebilirsiniz.

Şimdi ayetin bir sonraki bölümünü açıklayabiliriz: [12]

 

Rüşd Kavramı:

 

2. (Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır). Ayetin bu kısmında rüşd ve ğayy kavramları yer almaktadır.

(reşede) kelimesi lügatte doğru yol üzerinde olmak, doğru istikame­ti takip etmek, iyi kılavuzluk edilmiş olmak, özellikle dinî meselelerde yol­dan çıkmamak, doğru inanca sahip olmak, samimi mü'min olmak, akılcı ol­mak, olgun olmak, buluğ çağına ermek, doğru yola götürmek, iyi rehberlik yapmak, yönlendirmek, doğru yolu göstermek, dikkat çekmek, bir fikri tek­lif etmek, işaret etmek, öğretmek, malumat vermek, bilgilendirmek, tavsiye etmek manalarına gelmektedir.

(rüşd) kalıbında alındığında, bir kimsenin davranışlanndaki bütün­lük, tutarlılık, mükemmel ve akılcı harekette bulunmak, akıl, makul düşün­me, bilinç, olgun zihin anlamlarına gelmektedir.

Bu kavramın Kur'an'daki manaları Bakara/186'da açıklanmıştır. Şimdi a-yetin ikinci kısmındaki diğer kavramı ele alabiliriz.

(ğayye) kavramı (ğavâ) kelimesinden türemiş olup doğru yoldan çıkmak, baştan çıkarmak, sapıtmak, yanlış yola sevketmek, yanlış fikir vermek, azdırmak, günaha sevketmek, kandırmak, iğfal etmek, yanlışa teşvik et­mek, meftun etmek, tuzağa düşürmek, aklını çelmek, ele geçirmek manaları­na gelmektedir. [13]

 

Ğayy Kavramının Kur'an'daki Anlamları:

 

(ğayy) kalıbında, başkasının hakkına tecavüz etmek, haddi aşmak, in­citmek, suç, hata, günah, iffetini ihlal etmek, günaha teşvik etmek, kandır­mak, cezbetmek manalarına gelmektedir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır:

1. Hataya düşmek

Ve böylece her ikisi de o ağacın meyvesinden yediler; bunun üzerine çıplak­lıklarının farkına vardılar. Ve bahçeden topladıkları yapraklarla üzerlerini ört­meye çalıştılar. Ve Adem Rabbine karşı geldi ve dolayısıyla ciddi bir hataya düşmüş oldu. [Taha/121]

Ayette geçen (ğavâ) kavramı -ki (ğayy) kelimesinden türemiştir-günaha veya ciddi bir hataya düşmek anlamına gelmektedir.

2. Aldatılmak

Sizin arkadaşınız ne sapmış, ne de aldatılmıştır. [Necm/2]

Bu ayette de J& (ğavâ) şeklinde geçmektedir. Hz. Peygamber'in sapıtma­dığının ve aldatılmadığının ifade edildiği bu ayette, Rasulullah'ın başkasının etkisinde kalmadığı ğava kavramı ile beyan edilmektedir.

3. Azdırmak

O gün, uyarının apaçık aleyhlerine tecelli ettiğini gören kimseler: "Ey Rabbi-miz!" diyecekler, "Bunlar bizim azdırdığımız kimselerdir; biz kendimizi az­dırdığımız gibi onları da azdırdık". [Kasas/63]

Bir önceki nesilden aldıkları yanlış terbiye ve kültürün azdırdığı nesille­rin, kendilerinden sonraki nesilleri azdırmalarını ifade etmektedir.

4. Yoldan çıkarmak

Yoldan çıkarmak, sapıklığa düşürmek manasına gelmektedir:

O halde, sizi derin bir sapıklığa ittiğimiz doğru ise, o zaman biz de vahim bir sapıklığa düşmüşüzdür. [Saffat/32]

5. Yanlışa sokmak

 (Bunun üzerine İblis): "Senin kudretine andolsun ki, onların tümünü yanlışa düşüreceğim" dedi. [Sa'd/82]

Aslında kelimeye, "azdıracağım, yoldan çıkaracağım" manaları da verile­bilir, ama azmanın bir önceki basamağı olan yanlışa düşme manasını verme­yi uygun bulduk.

6. Helak

(ğayyâ) kalıbından alınınca "helak, bela" manalarına gelmektedir. Meryem/59 ayeti şöyledir:

Onların ardından namazı zayi eden ve yalnızca şehvetlerinin peşine düşen bir nesil geldi; ve böyle yaptıkları için yakında tam bir helakle karşılaşacaklardır.

Bazıları buna, "yakında gayya kuyusuna atılacaklardır" manasını verip (ğayyâ)yı da cehennem çukuru olarak nitelendirmektedirler. Biz buna, helak, bela ve düş kırıklığı diyebiliriz.

Bakara/256, ayetin ikinci bölümündeki rüşd ve ğayy kavramlarının mana­sı anlaşıldığına göre, bu kavramlara "Doğru yanlıştan ayrıldı; doğru yol yan­lış yoldan ayrıldı; iman küfürden ayrıldı; bilgi cehaletten ayrıldı; bilinç bi­linçsizlikten ayrıldı; tutarlılık tutarsızlıktan ayrıldı, hak batıldan ayrıldı" şek­linde mana verebiliriz.

Ayetin birinci bölümü ile ikinci bölümü bir araya getirilip açıklanacak o-lursa denilebilir ki: Dinin temel amacı, hak ile batılı, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü ayırt etmektir. Doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ay­rıldığı alan hürriyet alanıdır. Orada zorlama olamaz; çünkü insanlar doğru i-le yanlışı biliyorlar. Bu bilgiye sahip olan insanları zorlamak, bilginin doğa­sına aykırı olup ona bir hakarettir.

Demek ki, ilahî vahy insanı bilgilendirirken, yani doğru ile yanlışın, iyi ile kötünün ne olduğunu öğretirken, aslında insana bir dinî hürriyet alanı o-luşturmaktadır. Bu anlamda, cehalet bir hürriyetsizliktir. Cahil insan hürriye­tin tadını anlamaz; hürriyeti azgınlık, taşkınlık ve saldırganlık manasına alıp hayata geçirmek ister. Eğer ğayy ile rüşd yani doğru ile yanlış ayrılmamış ol­saydı, "dinde zorlama yoktur" hükmü askıda kalırdı. Nerede dinî alanda bir zorlama varsa, orada doğru ile yanlış ayrılmamış, cehaletin kara bulutlan or­tadan kalkmamıştır. Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki: Din ve vicdan hür­riyetini modern hukuka kazandıran ve onun temellerini atan Kur'an ve ondan önceki vahiy geleneğidir. Din ve vicdan hürriyetinin beşerî ve ilahî ayak­larının temelini vahiy geleneği atmıştır. Din ve vicdan hürriyeti sadece beşe­rî hukukun bir boyutu değil, aynı zamanda ilahî bir hüküm de olduğu için tat­bikatı ibadettir.

(İsteyen iman etsin, isteyen inkar etsin) [Kehf/29] buyu­ran Yüce Allah, iman alanının dokunulmazlığını ilan etmiyor mu? İman ala­nının dokunulmazlığı, beraberinde inkar alanının dokunulmazlığını da getir­mektedir. Burada önemli olan, insanın her iki alanın bilgisiyle bilgilendiril-mesidir. Rüşd kavramına "akıl" manası verirsek, akıl alanı ile akıl dışı alanın belirlenmesi din eğitiminin birincil hedefi olmalıdır. İman alanı ile inkar ala­nı iyi tanıtıldığında, kulun istek ve iradesine baskı yapmanın hiçbir manası olmayacağı gibi, o bilgiye de hakaret olur:

Gerçek şu ki; biz insana yolu yöntemi gösterdik: inanması, ya da inkar etme­si artık kendisine kalmıştır. [İnsan/3]

İşte din eğitimi, bu ilahî eğitimin uygulamasını takip etmelidir. Doğru yo­lu gösterip, inanma ile inkarı insana bırakmalıdır. Önemli olan aklı işlemek, onun hareket alanını geliştirip genişletmek, bilinç alanının kapsamını büyüt­mek, bilinçsiz etkilerden insanı ve davranışlarını uzaklaştırmak, hukukî hür­riyetten önce aklın hürriyetini temin etmek, insanın gönlüne akıl ağacım di­kerek düşünmesini öğretmektir.

Bu beyne ve bu gönüle sahip olan insan, dinden tiksinmeyecek, dinin düş­manı olmayacaktır. Aklı ile gönlü birbirine düşman olan; doğru ile yanlışı ka­rıştıran insan, dini düşman olarak göreceği için, din ve vicdan hürriyetini kat­le tevessül edecektir. Diğer taraftan, din alanının bilgisine sahip olmayan sahte dindar da din alanını düşmanlık alanına döndürecektir. Cahil dindar, dar gönüle sahip olacağı için, küçük ayrıntıları büyütecek; küçük yanlışları küfür diye nitelendirecek, müslüman kardeşini düşman ilan edecektir. Onun içindir ki Yüce Allah, bilginin olduğu yerde, aklın işler olduğu alanda dinde zorlama olmayacağını ilan ederek, dünya hukukuna, din ve vicdan hürriyeti­nin tadını tatmayı öğretmektedir.

(Artık kim tağutu inkar eder de, Allah'a iman ederse, hiçbir zaman kopmayacak kulpa tutunmuştur).

Bakara/255'te belirttiğimiz gibi,  (Allah'tan başka ilah yoktur) kelime-i tevhidinin, başka bir ifadesi "tağutu inkar edip Allah'a iman etmek­tir. "İlah yoktur" ifadesi, tağutu inkar etmektir; "Allah hariç" ibaresi de, Al­lah'a iman etmektir. Demek ki, mü'min önce inkar, sonra iman ediyor, yani Allah'tan başkasını gönlünden çıkarıyor, onun yerine Allah'ı koyuyor. [14]

 

Tâğût ve Urve Kelimelerinin Manası:

 

Ayetten anlaşıldığına göre tağutu inkar edip sonra iman eden kişi, sağlam bir mesnede tutunmaktadır. Şimdi tağut kavramının ne anlama geldiğini a-çıklayabiliriz:

Tağut Zemahşeri'ye göre şeytan veya putlar; Hazin'e göre şeytan, sihirbaz, kahin, Allah'tan başka tapılan, insanı azdıran her şey; İbn Abbas'a göre şey­tanın emri, putlara tapınmadır. Bu manaların doğru olup olmadığını Baka­ra/257 ayetinden kontrol edebiliriz:

(Onların dostları, tağuttur).

Demek ki, tağut canlı bir varlıktır. Putlar insanın dostu olamaz ve insanı nurdan karanlığa götüremez. Tağut canlı bir varlık olduğuna göre ya cin, ya da insandır. Bu manadan hareket edersek, insanı Allah'tan ve kendi insanlı­ğından uzaklaştıran (ateist felsefe ve benzeri de dahil) herşey tağut kavramı­nın kapsamına girmektedir.

Razi tefsirinde, tağut kelimesinin köküyle ilgili izahları zikretmektedir. Bize göre bu kelime, haddi aşmak, azmak, manasına gelen (tağâ)dan tü­remiş olup azgın, sapık, şeytan manalarını ifade etmektedir. İnsanı azdıran, saptıran ve yoldan çıkaran herşey tağut kavramının kapsamındadır. Bakara/257'de tekrar bu kavrama döneceğimizden, burada bu kadarla yetiniyoruz.

Tağutu inkar ile Allah'a iman; insan için asla kopmayacak bir kulp, yani bir tutamak, bir mesneddir.

Ayette geçen (urve) kelimesi ('arâ) kelimesinden türemiş olup ma­nası, başına bir iş gelmektir. Hud suresinde Jjh (i'terâ) kalıbında kullanılmıştır:

Biz, "Tanrılarımızdan biri seni çarptı" demekten başka bir söz söylemeyiz. [Hud/54]

Bu kalıptan alınınca çarpmak, kötü anlamda etkilemek manasını ifade et­mektedir.

Bu kelimeden gelen (urve) kelimesi, kova ve bardak gibi şeylerin kul­pu, elbisenin iliği, sık ağaçlık, kışın yaprağı dökülmeyen ağaç, kıymetli mal manalarına gelmektedir.

Yüce Allah bu manalara, manevî bir anlam kazandırmıştır ki buna göre ta-ğut'u inkar emek, Allah'a iman etmek [Bakara/256] ve muhsin olarak kendi­ni bütünüyle Allah'a vermektir [Lokman/22]. Böylece %* (urve), tağutu in­kar; Allah'a iman ve iyi davranışlar içinde bütün benliğini Allah'a vermenin meydana getirdiği kulp, tutamak olmaktadır. Demek ki bir maddî, bir de ma­nevî kulp vardır. [15]

 

Vesika Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

(vuskâ) kelimesi (vesika) kelimesinden türemiş olup güvenmek, i-timat etmek, aşılmak, emniyet etmek, sadık, kendi kendine güveni olmak; (vesâke) kalıbından sabit, metin, dönmez, sağlam, emin olmak, kesin olmak, bağ, sağlamlaştırmak; iki kişi arasında olursa anlaşma yapmak; nefis­le alakalı olursa bir işi yapmaya sağlam bir şekilde niyet etmek, sebat etmek; bağlamak, dikmek, açılmayacak şekilde kapamak, tutmak, ayağına zincir vurmak anlamlarına gelmektedir. Bu kelime Kur'an'da farklı manalarda kul­lanılmıştır:

1. Bağlamak

Maide suresinde "bağlamak" anlamında fiil kalıbında kullanıldığı gibi, i-sim olarak, "anlaşma" anlamında da geçmektedir:

Daima hatırlayın Allah'ın size bahşettiği nimetleri ve "Duyduk, itaat ettik" de­diğinizde, Allah'ın bununla sizi bağladığı sözü hatırlayın. [Maide/7]

Ayette geçen (vâseke) fiilinin öznesi Allah'tır. Kul, "İşittik, itaat et­tik" deyince Yüce Allah onu manevî bir anlaşma ile bağlamaktadır.

2. Bağ vurmak

Fecr suresinde, yetime ikram etmemek, fakiri doyurmaya teşvik etme­mek, mirası yiyip tüketmek, malı taparcasına sevmek gibi yanlış hareketlerin ahiretteki cezalarından bir bağ vurmak manasındadır:

Allah'ın vuracağı bağı kimse vuramaz. [Fecr/26]

3. Tedbir

Muhammed/4'te, "Savaşı kazanınca, bağı sıkıca bağlayın" buyurulmak-tadır. Buradaki "bağ" kavramı, "tedbir" anlamını ifade etmektedir. Bağı sıkı­ca bağlayın demek, tedbirinizi iyi alın demektir.

4. Yeminle söz vermek

Yakup dedi ki: "Kuşatılmanız hariç onu bana mutlaka getireceğinize dair Al­lah adına bana yemin ederek söz verin". [Yusuf/66]

5. Sağlam

Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette jft (vuskâ) kalıbından "sağlam" anlamını ifade etmektedir. Tağut'u inkar ederek, yani Allah'tan başkasına tanrılık sıfatı verecek kadar kutsallaştırmaktan sıyrılarak Allah'a iman etmek, asla kopmayacak bir kulpa tutunmak gibi sağlam bir imanı oluşturmaktadır. Biz buna inkardan imana giden bir oluşum diyoruz. Böyle bir iman katıksız olduğu için, Allah tarafından böyle bir benzetmeyle değerlendirilmekte; "kopmayan" ifadesiyle, bu imanın bir daha küfre veya şirke dönmesinin im­kansızlığı ifade edilmektedir.

Şimdi ayetin bütününden hareket ederek bazı genellemelere varabiliriz: Doğrunun yanlıştan, bilinçli davranışın bilinçsiz olandan; iyinin kötüden, a-kıllıca hareketin akılsızca hareketten ayrıldığı hür bir ortamda insanın inkar ederek imana geçmesi kendi iradesi ve fiiliyle gerçekleşmektedir. Ayetteki inkar ile imanın faili insanın kendisidir. Sahte tanrılar ile kendisini yoldan çı­karan ve tağut ismini alan her şeyi inkar etmesi ve gerçekten Allah'a iman et­mesi, onun hür dünyasında cereyan etmektedir. Böyle hür bir çevrede oluşan iman, insan için asla kopmayacak bir manevî kulp halini almaktadır. Öğretim faaliyetinden, yani iyi ile kötünün doğru ile yanlışın ayrılmasını temin ede­cek bilginin teşekkülünden sonra, bir gönül eylemi olan imanın hürriyet için­de teşekkül etmesinin en doğru yol olduğunu öğreten bu ayet, hukuktaki din ve vicdan hürriyetinin temellerini atmıştır. İşte bu beyin ve gönüldeki olu­şumların dilden dökülmesi ile gönüldeki boyutunun Allah tarafından bilindi­ğini belirtmek için (Allah her şeyi işitendir, her şeyi bilendir) bu-yurulmaktadır.

Kulun tağutu inkar edip Allah'a iman etmesi, onun hür dünyasında mey­dana gelmesine rağmen, beyin ve gönlünde teşekkül eden bu değerlerin di­linden dökülmesinin Allah tarafından işitilip bilindiğinin bilincinde olmasının zaruretini göstermektedir. Dinde insanların zorlanıp zorlanmadığını, din adına insanlara baskı yapılıp yapılmadığını Allah bilmekte ve bu konuda söy­lenenlerin tümünü işitmektedir. [16]

 

Karanlıklardan Aydınlığa Çıkış:

 

257. Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkar edenlerin dostları ise tağuttur; on­ları aydınlıktan alıp karanlıklara götürür, işte onlar ce­hennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.

Bu ayetten bazı hükümler çıkarmamız mümkündür:

1. Yüce Allah kulunu karanlıklara değil aydınlığa götürür. Tağut ise ka­ranlıklara götürür. Aydınlık Allah'ın eğitiminin amacı olurken; karanlıklar O'nun amacının dışında kalır ve o tağutun eylemleri arasında yer alır.

2. Yüce Allah dostluğunu, karanlıklardan kurtarıp aydınlığa çıkarmakla eyleme dönüştürürken; tağut da dostluğunu nurdan uzaklaştırıp karanlıklara götürmekle pratiğe dönüştürmektedir. [17]

 

Manevi Karanlıkları Oluşturan Şeyler:

 

Şimdi ayette geçen "karanlıklar" ile "aydınlık" kavramının açıklamasını yapabiliriz: Kur'an nelerin manevî karanlıkları oluşturduğuna açıklık getir­mektedir:

1. Dünyada sözü ile özü; yaptıklarıyla söyledikleri birbirini tutmayıp çifte standartlı olan insan ahirette karanlıklara gömülecektir. Hatta sadece ahi-rette değil, bu dünyada da o insanın bütün işleri karanlığa gömülecektir:

Münafıkların hali, ateş yakan öyle kimselerin durumuna benzer ki, ateş çev­relerini aydınlatır aydınlatmaz Allah, görmesinler diye ışıklarını alıp onları zi­firi karanlığa gömer. [Bakara/17]

Müslümanları gördüklerinde "İman ettik" deyip, kendi reisleriyle buluş­tuklarında "İman etmedik sadece onlarla alay ediyoruz" diyenlerle Allah a-lay etmektedir. Onların bu çifte standart tavrı ve Allah'ın alayı, kendilerinin karanlığını oluşturmaktadır. İşte Yüce Allah, bu psikolojik ve sosyolojik ana­lizleri, onlan karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için yapmakta; iman eden insanı, böyle ikili oynama tavrının meydana getirdiği ruh karanlığından kur­tarmakta; söz ile gönül, söz ile davranış bütünlüğü olan ışığa götürmektedir. Bir bakıma bu faaliyet, ilahî eğitimin bir parçasıdır.

2. Yanlış yapmak zamanla insana karanlık getirmekte ve insanı karanlık­ların içine bırakmaktadır.

Kitap ehli, kendi kitaplarındaki bazı bilgileri gizlediler. Bu yaptıkları Al­lah katında büyük günahtı. Yüce Allah Kur'an'ı göndererek onlan karanlık­lardan aydınlığa çıkarmayı murad etti:

Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onlan kendi izniy­le karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. [Maide/16]

Bir önceki ayette, kitaplarından gizledikleri hükümlerin onların karanlığı­nı oluşturduğu ifade edilmişti. Din adamları, Allah'ın hükümlerini gizlerler­se karanlık iş yapmış olurlar. Allah'ın iman etmiş bir kişiyi, böylesine karan­lık iş yapmaktan koruması/kurtarması, onun için bir aydınlıktır.

3. Allah'ın ayetlerini yalanlamak, karanlıklara gömülmekten başka bir şey değildir:

Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve dilsizlerdir. [En'am/39]

Allah'ın ayetlerini yalanlamak, insanın gönlünü zifiri bir karanlığa göm­mektedir.

4. Yaptığı işleri güzel görüp inkara sapan insan, bu inkar psikolojisiyle kendini karanlıklara bırakmaktadır:

Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayacak, durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kafirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir. [En'am/122]

Tağut insanı inkar psikolojisinin karanlığına çekerken, Allah onu oradan çıkarmak için vahiy göndermektedir.

5. Kitapsızlık, yani cehalet insanları karanlıklara sürüklemektedir. Başka bir ifadeyle cehalet karanlıktır. Yüce Allah insanları cehaletin karanlığından bilginin aydınlığına çıkarmak için kitap göndermiştir:

Bu, Rablerinin izniyle bütün insanlığı zifiri karanlıklardan aydınlığa, o yüce­ler yücesinin, o her övgüye layık olanın yoluna çıkarasın diye sana indirdiği­miz bir kitaptır. [İbrahim/l]

6. Esaret, yani hürriyetsizlik bir fert veya toplum için zifiri karanlıktır. Yüce Allah bunu İsrailoğullan örneğiyle açıklamaktadır:

Ve nitekim, Musa'yı ayetlerimizle gönderip kendisine: "Halkım zifiri karan­lıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini hatırlat!" diye emrettik. Şüphesiz ki bunda çok sabırlı, çok şükreden herkes için ibretler vardır. [İbra­him/5]

7. İnsanın düştüğü psikolojik bunalım onun için bir karanlık oluşturmak­ta ve oradan onu Yüce Allah'ın kurtarması da o kişi için aydınlık olmaktadır:

Ve o balık olayının kahramanını da an; hani, o gücümüzün kendisine ulaşa­mayacağını sanarak öfkeyle çıkıp gitmişti. Ama sonra (düştüğü bunalımın) derin karanlığı içinde: "Senden başka tanrı yok! Seni tenzih ederim. Gerçek­ten ben zalimlerden oldum" diye yalvardı. [Enbiya/87]

8. Beynini kullanmamak, akimi çalıştırmamak da zifiri bir karanlıktır. Bu tip insanları anlatırken Yüce Allah karanlıkla ışığı; ölüyle diriyi, körle göre­ni örnek olarak vermektedir:

Kör ile gören; karanlıklarla aydınlık; gölge ile sıcak; dirilerle ölüler de bir ol­maz... [Fatır/19-22]

9. Âl-i İmran/103'te tefrika ve düşmanlığın da bir ateş çukuru oluşturdu­ğu ve Allah'ın gönderdiği vahy ile insanları oradan kurtardığı ifade edil­mektedir. Tefrika ve düşmanlık da toplumsal karanlıkları meydana getirmekte ve toplumu karanlığın içinde göremediği ateş çukurunun içine itmektedir.

Yüce Allah iman edenlerin dostu olduğunu, yani onlara yakın olduğunu, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmakla isbat etmektedir. Kur'an, ışık ol­duğuna [Şura/52] göre, Yüce Allah vahyi ile insanları yukarıda belirttiğimiz çeşitli karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktadır. Bu bir eğitim-öğretim mesele­sidir. Demek ki, insanları cehaletin, psikolojik bunalımların, inkar psikoloji­sinin ve münafıklığın karanlıklarından uzaklaştıran her faaliyet ilahî eğitimin görevini bu dünyada sürdürmektedir.

Tağut insanı, yukarıda belirttiğimiz karanlıklara çekmekte, oraya sokma uğraşısı vermektedir.

10. Tağut'a dost olup, ışıktan karanlığa girme hatasını işleyenler, cehennem yaranı olacaklardır. Ayette geçen karanlığın bir diğer anlamı da cehennemdir:

(İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada de­vamlı kalırlar).

Ayetin birinci ve ikinci bölümünde eğitim-öğretim yapılırken, üçüncü bö­lümünde -caydırıcı olabilmesi için- ceza ele alınmaktadır. Aslında ceza da, eğitimin bir parçasıdır.

Tağut'un, insanı aydınlıktan karanlığa götürmesi, onu cehenneme iletme-sidir. 257. ayeti 256. ayetle irtibatlandırdığımızda, doğrunun yanlıştan, iyinin kötüden ayrılması, tağutun inkar edilip Allah'a iman edilmesi, nuru; bunların olmayışı da karanlıkları temsil etmektedir. Yüce Allah, nuru/ışığı insanın beyninde ve gönlünde yakmakta ve oradan insanlığa yayılmasını istemekte­dir. Dinde zorlama yok; dinde karanlıklardan aydınlığa çıkarmanın olduğu insanlara anlatılırsa, dine tepki yerine alaka uyandırılmış olur. [18]

 

Güç Ve Zenginlik İnsanı Küstahlaştırıp Azgınlaştırmamalıdır:

 

258. Allah kendisine hükümdarlık verdiği için şımararak Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni görmedin mi? İşte o zaman İbrahim, "Rabbim hayat veren ve öldü­rendir" demişti. O da, "Hayat veren ve öldüren benim" demişti, ibrahim, "Allah güneşi doğudan getirmekte, hay­di sen de onu batıdan getir" dedi. Bunun üzerine kafir a-pışıp kaldı. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.

1. Ayetin birinci bölümünde, iktidarı ele geçiren insanların olumsuz manada nasıl değişime uğradıkları ele alınmaktadır. Geçmişte, şu anda ve gelecekte ma­kamın insanları nasıl değiştirdiği görülmüş, görülmekte ve istikbalde de görü­lecektir. Bu ayet, olgunlaşmamış kimselerin sosyal seviyesinde bir gelişme ol­duğunda, insanlara bakışında değişiklik olduğunu, onları hafife aldığını ve on­lara karşı böbürlendiğini; bunun da bir hastalık olduğunu beyan etmektedir.

Allah'ın iktidar verdiği Nemrut'un, kibirlenerek Allah hakkında tartışma­sı bunu kanıtlamaktadır.

2. Bulunduğu makamı hazmedemeyen insanlar, böbürlenmeleriyle siyaset alanını kirletirler. Ayetin sonunda zalim olarak ilan edilen bu insanların deği­şimi için Allah'ın müdahalesi olmayacağına da dikkat çekilmektedir. İşte bu insan, tağutun karanlığa gömdüklerindendir. Bakara/257 ile bağlantı kurdu­ğumuzda bu yorumu yapmamız mümkün olmaktadır.

3. Allah'ın kudreti hakkında kendisiyle tartışmaya giren Nemrut'a karşı Hz. İbrahim, Allah'ın tabiatla olan ilişkisini ele alarak yaratma ve öldürme ol­gusu ile, güneşin hareketini delil olarak getirmekte ve bu olgularla Allah'ın kudretini isbat etmektedir.

Allah'ın kudretini ve varlığını isbat etmek dinî bir alan olduğu halde, is-batta kullanılan deliller tabiata aittir.

a. (Rabbim hayat veren ve öldürendir).

Hz. İbrahim tartışmayı "var olma" ile "yok olma" alanına çekerek insanı en fazla acze düşüren kanunlarla tartışmayı sürdürmüştür. Yaratma ve öldür­me olguları insanın kudretinin aciz kaldığı iki alandır.

Nemrut'un "Ben de hayat verir ve öldürürüm" mugalatası, Hz. İbrahim'in tartışmayı başka bir alana taşımasına neden olmuştur.

b. ("Allah güneşi doğudan getirmekte, haydi sen de batıdan getir" dedi).

Güneşin hareket sistemi ile Nemrut'u mağlub etti. (Bunun ü-zerine kafir apışıp kaldı).

Demek ki din adamlarının, dinî meselelerde tartışırken tabiat bilimlerin­den delil getirmeleri gerekir. İlahiyatçıların, tabiat bilimlerini öğrenmedikçe bu tür tartışmalara girmeleri mümkün değildir. Yüce Allah'ın, geçmişteki bir olayı anlatmasının amacı bu olsa gerek.

Tabiat kitabını bilmeyenler, dini anlatamazlar. Hz. İbrahim biyolojiden başladı, astronomiden isbatına devam etti. Bir peygamberin nasıl tartıştığı anlatılmakla ayette, bugünkü ilahiyatçılara metod öğretilmekte, ilahiyat öğ­retiminin programı belirlenmekte ve tabiat bilimlerinin ilahiyat alanında na­sıl kullanılacağına dikkat çekilmektedir.

4. Bir insan inancını müdafaa ederken kızmadan ve bilimsel bilgiye daya­narak karşısındakini mat etmeyi bilmelidir. Tabiat bilimlerinin bilgisiyle teç­hiz olmamış insanın bunu yapması mümkün değildir.

5. Allah'ın varlığı ve kudreti hakkında tartışan insanlar, bir taraftan kafir, diğer taraftan zalim olarak vasıflandınlmaktadır. Zalim kelimesi zulumat, yani karanlık­tan türemiştir. Demek ki, küfür, karanlıktan türemiştir, karanlıktır, yani gönlün ka­ranlığım oluşturmaktadır. Böyle insanlar, Allah'ın rehberliğini kaybetmişlerdir. [19]

 

Ölümden Sonra Diriliş Gerçeği:

 

259. Yoksa (ey insanoğlu) halkının terkettiği, çatılan yıkı­lıp harap olmuş bir kasabadan geçen ve "Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilir?" diyen o kişi (ile aynı fikirde) misin? Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl süre ile ölü bırakmış ve sonra tekrar hayata döndürerek sor­muştu: "Bu halde ne kadar kaldın?" O da: "Bir gün veya bir günden biraz daha az bir süre kaldım" diye cevap ver­mişti. Allah: "Hayır" dedi, "bu halde bir yüz yıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak geçen yıllar onları bozmamış ve eşeğine bak (biz bütün bunları) insanlara bir ibret ol­man için (yaptık). Bir de şu (insanların ve hayvanların) kemiklerine bak. Onları nasıl birleştirip et ile örttüğümü­zü düşün! (Bütün bunlar) ona açıklanınca, "(Şimdi) öğ­rendim ki" dedi, "Allah her şeye kadirdir".

Bu ayet, iki önemli konuyu isbat için Yüce Allah'ın yaptığı bir uygulama­yı anlatmaktadır:

1. Öldükten sonra dirilmeye inanmayan kimse, öldürülüyor ve diriltiliyor.

Ayetin başında yer alan (ellezî) kelimesi, öldükten sonra inanmayan kişiyi göstermektedir. Bu kişinin isminin zikredilmeyip böyle genel bir keli­me kullanılması, her zaman böyle insanların olabileceğini ifade etmektedir.

Bu kişi virane haline gelen bir kasabadan geçerken, ölmüş halkın bir da­ha nasıl diriltileceğim sormakla, yeniden dirilme konusundaki şüphesini ve inkarını beyan etmişti. Bununla birlikte bu kişinin, -ayete göre- Allah fikrine sahip olduğu anlaşılmaktadır.

(Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilir?" de­di).

Sözkonusu kişinin bu sözünde Allah kavramı geçmektedir; öyleyse, Al­lah'a inanıyordu. Onun problemi, öldükten sonra dirilme konusundaydı. Bu soru tarzı ve öldükten sonra dirilme konusundaki iman meselesi, her çağın insanının karşısında önemli bir iman sorunu olarak durmaktadır.

Aynı soruyu farklı bir içerikle Hz. Peygamber'in amcası da sormuştu: Çürüyüp toz olmuş kemiklere kim hayat verebilir? [Yasin/78]

Hac/5 ayetine göre, insanlar öldükten sonra dirilme konusunda şüphe et­mektedirler. Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/259; Yasin/78; Hac/5 ve Mü'minun/37 ayeti insanlığın en önemli imanî probleminin öldükten son­ra dirilme olgusu olduğunu göstermektedirler.

Bu konudaki şüpheleri gidermek için Yüce Allah farklı deliller göster­mektedir. Bazen mucize, bazen biyoloji kanunları, bazen de ilk yaratılışla kı­yaslama yaparak, insanların şüphelerini gidermeye çalışmaktadır.

Öncelikle Hz. Peygamber'in amcasına verdiği cevabı ele alabiliriz:

De ki: "Onları yoktan var eden, yeniden hayat da verir. Çünkü O, her çeşit ya­ratma eyleminin bilgisine sahiptir". [Yasin/79]

Bu cevapta, ilk yaratma ile öldükten sonra diriltme arasında bir benzerlik kurulmakta ve her iki tür yaratma da bilgi üzerine oturtulmaktadır. Sonsuz bilgiye sa ip olan varlığın, her çeşit yaratmaya kadir olacağını ifade ederek gücün bilgiden kaynaklandığını vurgulamaktadır.

Yüce Allah öldükten sonra dirilme konusunda şüphe edenlere embiryoloji, histoloji ve bı oloji biliminin kanunlarıyla açıklamalar yaparak bu konu­daki şüphelerini gidermektedir:

Ey insanlar! Ölümden sonra yeniden diriliş konusunda şüphe ediyorsanız, biz sizi:

a. Önce topraktan,

b. Sonra meniden (döl suyu damlasından, sperm ve yumurtadan),

c. Sonra döllenmiş hücreden,

d. Sonra bütün unsurlar tamamlanmamış bir ceninden yaratır;

e. Anne karnında bir süre tutarız,

f. Sonra çocuk olarak dünyaya getiririz,

g. Sonra olgunluk çağına ulaştırırız;

h. Bazınızı gençken öldürür, bazınızı da yaşlılığın düşkün çağma bırakırız.

İşte bu anlatım, insanın yaratılış kaynağını açıklamakta ve yukarıda belirt­tiğimiz bilim dallarının kanunlarını kullanmaktadır. Aynı ayetin devamında Yüce Allah su ile canlılık arasındaki kanunu işlemekte, kurumuş topraklara inen suyun o topraklarda nasıl güzel bitkiler ve ekinler bitirdiğini anlatmak­tadır. Bu da biyolojinin botanik kısmının işlediği ve tesbit ettiği kanunlardır.

İnsanın yaratılışı ile tabiattaki yaratılışı açıklayan bu ayet, öldükten sonra dirilme konusundaki şüphenin yersizliğini göstermektedir.

Öldükten sonra dirilmeye inanan, ama kalbinin mutmain olması için Al­lah'tan ölüyü nasıl dirilttiğini görmek isteyen Hz. İbrahim'e nasıl bir deney yaptırıldığını bir sonraki ayette, yani Bakara/260'da göreceğiz.

Son olarak, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/259'da başka bir mu­cize ile isbat yoluna gidilmektedir. "Bütün bu ölüleri Allah nasıl diriltebilir?" diye soran kimseye bu olgu, o kişi bizzat öldürülüp diriltilerek- tatbiki olarak gösterilir.

(Bunun üzerine Allah onu, yüzyıl süre ile ölü bırak­mış ve sonra hayata döndürerek sormuştu).

Allah Teala, öldükten sonra dirilme konusunda tereddüdü olan insanı öl­dürüp yüzyıl sonra hayata döndürdü. Ancak bu bir kimsenin ruhunun başka birine intikal ederek tekrar yaratılması (reankarnosyon) değildir. Ölen birinin tekrar aynı ruh ile diriltilmesidir.

Yüce Allah'ın, canını aldıktan sonra tekrar dirilttiği insanlar vardır. Asha-b-ı kehf diriltildiği gibi, Hz. İsa tarafından -Allah izniyle- diriltilen kimseler de vardır. Bu mucizeler, öldükten sonra dirilme olgusunun isbatı olup insan­ları bu konuda deneysel bilgi ile tatmin etmektedir. Yüce Allah, ölümden sonra dirilişe inanmayan bu kişiyi öldürüp yüz sene sonra dirilttikten sonra şu soruyu yöneltti:

(Bu halde ne kadar kaldın?)

O da şöyle cevap verdi:

(Bir gün veya bir günden biraz daha az bir süre kaldım).

Böylece Yüce Allah ona sadece öldükten sonra dirilmeyi isbat etmemiş, aynı zamanda zaman mefhumundaki izafîliği de öğretmiştir. Yüz sene ölü kaldığı halde, sanki bir gün veya bir günden daha az kaldığını söylemiştir.

Allah katındaki zaman mefhumu ile dünyevî manada zaman mefhumu çok farklıdır:

(Allah, "Hayır" dedi, "bu halde bir yüzyıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak, geçen yıllar onları bozmamış ve eşeğine bak: biz bunları insanlara bir ibret olsun diye yaptık").

Kendisine bir gün veya daha az gelen yüz yıl içinde yemeğinin bozulma­ması, ahiret hayatındaki nimetlerin bozulmayacağını, hayat ile nimetlerin sonsuz olduğunu isbat etmektedir. Bu dünyanın maddî değerlerinin zamanın geçmesiyle bozulacağı, çürüyüp kokuşacağı, ama bu durumun ahirette geçer­li olmadığı bu mucize ile insanlığa öğretilmektedir. Zaten Yüce Allah, bunun niçin yapıldığını da bildirmektedir:

(İnsanlara seni bir ibret kılmak için yaptık).

Buradaki (âyet) kelimesi, delil, isbat, ibret manalarına gelmektedir. Öldükten sonra dirilme meselesi, kullarına ağır geldiği için, insanların bu ko­nudaki imanlarını temin etmekte gerekli olan delili bu şekilde sunmaktadır. Biz bundan şu eğitim ilkesini çıkartmaktayız: Metafizik, yani madde ötesi bir konuyu, fizik aleminden, insan aklını maddenin ötesine geçirebilecek delil­lerle isbatlamak gerekir. İnsanın bir anda intibak edemediği, kavrayamadığı ve gönlünde iman haline dönüştüremediği konulan kolaylaştırmak, yumuşat­mak ve anlaşılır hale getirmek için deneysel bilgiye baş vurmak en doğru yollardan biridir.

Bir de şu insanların ve hayvanların kemiklerine bak, onları nasıl birleştirip et ile örttüğümüzü düşün.

Ayetin bu kısmında, "gözlem metodu" yer almaktadır. (vanzur) keli­mesi, bak, gözlem yap anlamına geldiğine göre, meseleye bilimsel olarak yaklaşması istenmektedir. Bilindiği gibi bilimsel bilginin temel öğeleri ara­sında nazariye ve gözlem vardır. Yüce Allah ayetin bu kısmında hem gözlem yapmayı emretmekte, hem de gözlemin yapılacağı alanı belirlemektedir.

Buradaki gözlem ve gözlemin yapılacağı konuyu iki açıdan ele almayı uy­gun buluyoruz: Virane haline gelmiş, hayvan ve insanları ölmüş bir kasaba­dan geçen bu insanın, düşüncesinin yanlışlığını isbat etmek için, ölmüş olan insan ve hayvanların kemiklerinin mucizevî bir şekilde birleşmesi ve etle giydirilmesi mi kasdediliyor? Yoksa kemiklerin birleşmesinin ve onlara etin nasıl giydirildiğinin tıbbî manada incelenmesi mi isteniyor?

Bu mucizenin tarihsel boyutuna, yani böyle bir mucizenin tarihin bir döne­minde olabileceğine inanmakla beraber; mucizeyi o tarihte bırakmanın yanlış olacağına inanıyoruz. Bu mucizenin zamanla bilim haline dönebileceği ve böylece evrensel bir boyut kazanacağı gerçeğini de unutmamak gerekiyor.

Ayette, insan vücudunu araştıran tıp ilminin, kemik bağlantılarını ve onlara etin giydirilmesi meselesini araştırması da emredilmektedir. Tıptaki anatomi a-raştırmalannın temelini ve önemini bu ayetteki emirden anlayabilir ve böyle bir araştırmanın elde edeceği neticeler üzerine, öldükten sonra dirilmeye imanın te-mellendirilebileceği kanaatine varabiliriz. Tıbbın, biyolojinin araştırmalarından sonra, kemiklerin eklemleri ve onlara et giydirilme meselesinin artık mucize yo­luyla değil, bilimsel olarak bilinmesi zorunludur. O devirde mucize olan şey, bu­gün bilim haline dönüşmüş, ayetteki "gözle" emri de bunu ifade etmektedir.

Ayetin bu kısmında, dikkat edilmesi gereken ikinci kelime (keyfe=na-sıl)dır. Yüce Allah konunun nasılının araştırılmasını, tesbit edilmesini, bilinir hale getirilmesini istemektedir. Tabiat bilimlerinin neticeye ulaşabilmesi için "nasıl?" sorusunun cevaplandırılması gerektiğini ifade eden Yüce Allah, çok önemli bir metodun bilimsel araştırmada yer almasını emretmektedir. "Nası­lı" belirleyemeyen ve ortaya çıkaramayan bir araştırma, bilgiyi imana dönüş-türemez veya imanı bilgi alanı ile destekleyemez. Yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Bakara/259'da gözlem için üç kere emir verilmekte; yiyecek ve içece­ği, eşeğin ve kemiklerin birleşme ve et giydirilmesini gözlemesi istenmekte­dir. Önündeki yemekten başlaması ve sonra eşeğine, oradan kemiklerin bitiş­mesi ve et giydirilmesine doğru bir yol izlemeyi, günümüz metodolojisi ile de­ğerlendirirsek; yalandan uzağa metodunu kullanması emredimektedir diyebi­liriz. Tabiat kanunlarını yakın çevreden uzak çevreye doğru gözleyip araştır­mak Kur'an'ın kullandığı önemli metodlardan biridir. Bazen yakından uzağa, bazen de uzaktan yakına metodlanyla meseleleri açıklamaktadır.

Diğer taraftan Yüce Allah, gözlem metodu ile bir konunun "nasılının" belirleilebileceğini de gündeme getirmektedir. Buradaki "gözlem" emrini, "araştır", "ü-zerine düşün" emirleriyle özdeşleştirmek gerektiğini de söylemekte yarar vardır.

Bize öyle geliyor ki, sperm ile yumurtanın döllenmesinden sonra, kemik­lerin teşekkülünün ve o kemiklerin eklemler vasıtasıyla birbirine bağlanma­larının ve etle kaplanmasının tıp araştırmalarının en ince konulan arasında o-lacağı Yüce Allah tarafından haber verilmiştir.

Daha önce (Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl di­riltebilir?) diye sormuştu. "Nasıl?" sorusuna Yüce Allah çeşitli delillerle ce­vap vermiş ve isbat etmişti. "Kendisine belli oldu" yahut "Bütün bunlar ona açıklandı" ifadesiyle, yapılan deneylerin ve onun yaptığı gözlemlerin "mese­lenin nasılını" cevaplandırdığı vurgulanmaktadır.

Böylece "nasıl?" sorusuna, nasılın tesbit edilmesiyle cevap verilerek, ima­nın teşekkülünün sağlanmakta olduğu da açıklanmıştır. İnsanların öldükten sonra dirilme konusuna iman etmelerinin, nasılı ortaya çıkaran bilimsel açık­lamalarla sağlanacağım, günümüz din adamları akıllarından çıkarmamalıdır.

Yüce Allah'ın öldürüp diriltme mucizesi ve o kişiye yaptırdığı üç gözlem, sorduğu soruyu cevaplandırınca, o kişi şu genellemeye ulaştı:

("Şimdi öğrendim ki" dedi, "Allah her şeye kadirdir").

Yüce Allah'ın gösterdiği mucize ile o gözlemler, o kişiyi Allah'ın her şe­ye kadir olduğu ve öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceği konusunda tatmin etti. "Biliyorum ki Allah'ın gücü her şeye yeterlidir" demesinin altında, ö-lümden sonra dirilişin kabulü yatmaktadır. [20]

 

İmanın Tatmine Ulaşması İçin Deneysel Bilgi Şarttır:

 

260. Hani İbrahim, "Ey Rabbim! Ölüye nasıl, hayat ver­diğini bana göster!" demişti. O da, "Yoksa inanmıyor mu­sun?" diye sormuştu, ibrahim cevap vermişti: "Hayır, a-ma kalbim tamamen doyuma ulaşsın". "Öyleyse" demişti Allah, "dört kuş al ve onlara sana itaat etmeyi öğret, son­ra onları her tepeye ayrı ayrı sal; sonra da onları çağır: uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah her şeye kadirdir, her şeyi bilendir".

Bu ayetin bir önceki ayetle yakın bir benzerliği vardır. Bir önceki ayette yer alan kişi, öldükten sonra dirilme konusunda şüphede iken, Hz. İbrahim i-se iman etmekte ama imanını doyum noktasına ulaştırmak istemektedir. Bir önceki ayette Yüce Allah o kişinin şüphesini gidermek için bizzat onun üze­rine deneyini gerçekleştirirken, Hz. İbrahim'e kuşlarla deneme yaptırmakta­dır. Bakara/260 ayetinin açıklamasını kısımlara ayırarak şöyle yapabiliriz:

1- (Hani İbrahim, "Ey Rabbim! Ölüye nasıl hayat ver­diğini bana göster" demişti).

a. Bu ayetle Yüce Allah, hem Hz. Muhammed'e, hem de onun dinini öğ­retecek olan alimlere önemli bir mesaj vermekte ve öğretimde bulunmakta­dır. İnandığı halde Hz. İbrahim ölünün nasıl diriltildiğini sorduğuna göre, normal insanların bu konuda soru sormasını doğal karşılamak gerekiyor. Ö-lümden sonra dirilişi kabullenmek ve ona inanmak çok zordur. İnsanların i-manlannı kuvvetlendirmek; taklidî imanlarını tahkikî imana dönüştürmek i-çin sual sormalarını doğal görmek lazım.

b. Yapılan işi görmek, gözlemlemek suretiyle bütün inceliklerine vakıf o-lunabilir. Bir işin "nasıl" yapıldığını öğrenmek için, "nasıl?" sorusunu sor­mak gerekiyor. Öğreticilerin, konuların "nasılını" öğrencilerine öğretmesinin zorunlu olduğu pedagojik kuralını bu ayet ve bir önceki ayet koymaktadır. "Nasılı" öğretilmeyen konu anlaşılmıyor; öğrencinin kafa ve gönlüne yerleş­miyor demektir.

c.  Konuyu en ince detayına kadar öğrenme isteğinde olan Hz. İbrahim "nasıl?" sorusunu Allah'a sorduğuna göre, öğrenciler öğretmenlerine haydi haydi sorabilmelidirler. Öğrencilerin "nasıl" sorusuna hem müsaade edilme­li, hem de hazırlıklı olunmalıdır. "Nasıl?" sorusunu sormayan öğrenciler ve bu soruyu cevaplandırmayan öğretmenler, öğretimin kalite ve başarısını kat­lediyorlar demektir. "Nasıl?" sorusunu soran öğrenci derse alaka duyuyor ve dikkat ediyor; "nasılı" cevaplandıran öğretmen bilgisinin kalitesini isbat edi­yor ve öğrencisine güven veriyor; "nasıl?" sorusu açıkta kalmayan bir öğre­tim faaliyeti de kalite ve basan yönünde doruk noktasına ulaşıyor demektir.

d. "Nasıl?" sorusu, sosyal bilimlerde, tabiat ve din bilimlerinde çok önem­li bir yer tuttuğu gibi, olmazsa olmazı da teşkil etmektedir. "Nasıl?" sorusu, bir taraftan metodu, diğer taraftan isbatı yerine getirmektedir. Hz. İbrahim'in bu sorusu, deneysel bilginin dindeki yerini ve ona Kur'an'ın verdiği önemi göstermektedir.

2. (Allah da, "Yoksa inanmıyor musun?" dedi).

Yüce Allah burada, ölünün nasıl diriltildiği sorusunun hangi amaçla sorul­duğunu araştırmaktadır. Aslında Allah, sorunun hangi amaçla sorulduğunu bilmektedir. Ama kulunun, sorduğu sualin amacı hakkında bilinç sahibi olup olmadığını kendisinden öğrenmek istemektedir. "Yoksa inanmıyor musun?" sorusu ile konunun aynı zamanda bir iman meselesi olduğuna da dikkat çek­mektedir.

Hz. İbrahim, madde ötesi ve imana ait bir alanda, somut ve bilimsel ko­nularda geçerli olan bir şeyle alakalı olarak "Bana göster" dediği için bu so­ru ile karşılaşmıştır.

3.  (İbrahim, "Hayır! İnandım, fakat kalbimin doyuma u-laşması için görmek istedim" dedi).

Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, imanın ötesinde bir de doyum noktası vardır. Ölümden sonra diriliş konusunda yapılacak bir deney ve elde edilecek bir bilgi, imanı doyum noktasına ulaştıracaktır.

İman kalbde bulunan inanç duygusunun şekillenmesinden ortaya çıkan manevî bir değerdir. Bu değerin zirveye çıkması, doyuma ulaşmasıyla müm­kündür. Hz. İbrahim, doyum noktasına gözlemle ulaşacağını itiraf etmekte­dir.

Böylece Hz. İbrahim, inanmadığı için değil, kalbinin doyuma ulaşması i-çin bu istekte bulunduğunu beyan etmiştir. Demek ki, sual, soranın amacının tesbitinden sonra cevaplandınlmalıdır. Soruyu cevaplandıracak olan öğret­men, soranın amacını bilirse cevabı ona göre vereceğinden, amacın cevabı yönlendireceği hükmüne varabiliriz.

4. (Bunun ü-zerine Allah, "Dört tane kuş yakala, onlara sana itaat etmeyi öğret, sonra on­ları her tepeye ayrı ayrı sal, sonra da çağır; uçarak sana gidecekler. Bil ki, Al­lah her şeye kadirdir, hikmet sahibidir").

Ayetin bu kısmında Yüce Allah, Hz. İbrahim'in istemiş olduğu gözlem fa­aliyetini yerine getirmek için "deneyini" gerçekleştirmektedir. Bundan önce­ki ayette, öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olan kişiye farklı bir uy­gulama yapmıştı. Bizzat kendisini ve eşeğini öldürmüş, sonra diriltip yeme­ğini ve içeceğini, kemiklerin bir araya gelişini gözlemletmişti. Hz. İbrahim i-nandığı için sadece kalbinin "doyum noktasına" ulaşmasında kuş ile onu bes­leyen arasındaki ilişkiyi deneylemiştir. [21]

 

Hz. İbrahim'e Dört Kuş Almasının Emredilme Nedeni:

 

Allah Teala'nm, neden başka hayvanlarla değil de kuşlarla deney yaptır­dığını; Hz. İbrahim'e neden dört kuş almasını emrettiğini iki şekilde açıkla­mak mümkündür:

a. Yüce Allah, Hz. İbrahim'e göklerin ve yerin melekutunu göstermiştir [En'am/75]. Kuşun uçması gökle, konması da yerle alakalı bir ilişkiyi ifade etmektedir. En'am/75. ayetten sonra, gece ile gündüzün, yıldızların, ay ve güneşin durumu ele alınmış; Hz. İbrahim'in onlar vasıtasıyla akıl yürüterek tevhide ulaştığı beyan edilmiştir.

Bu sefer de, kalbinin doyum noktasına ulaşması için, gök ve yer ile ilişki­leri olduğu, terbiye edilip de çağırıldıklarında süratle gelecek olan bir hayvan oldukları için kuşlar seçilmiştir.

b. Hz. İbrahim'in isteği, öldükten sonra dirilme konusunda olduğu, kıya­meti anlatan başka bir ayetle de yakinen alakası bulunduğu için, kuşların se­çilmiş olması mümkündür. "Onlar kederli gözlerle, (rüzgarın) dağıtıp savur-duğu çekirgeler gibi mezarlarından çıkacaklar" [Kamer/7] ayetindeki ben­zetme ile ölümden sonra dirilme arasında ilişki kurulması gibi, Baka-ra/260'da da kuşlar ile yapılan deney arasında bir benzerlik kurulabilir.

Göklerin ve yerin melekutu, yani idare şekli Hz. İbrahim'e gösterildiğine göre, ancak göksel bir varlıkla yapılacak bir deneyle doyuma ulaşabilirdi. Bu konuda kuşların seçilmesi manidardır. Kuşların süratle uçup yükselmesi gi­bi, insanın fikrî ve imanî boyutu da yükselip doyum noktasına ulaşacaktır. Peki neden dört kuş alınması istenmektedir? Bu sorunun cevabmı Razi'nin tefsirinden vermemiz mümkündür. Razi'nin yaptığı izahlardan birini alıyoruz ve diyoruz ki, canlıların yaratıldığı ve filozofların "ustukusat" dediği dört a-na madde vardır: su, toprak, hava ve ateş. Bütün canlıların kökeninde su var­dır; yani bütün canlılar sudan yaratıldı [Enbiya/30]; sizi topraktan [Mü'min/67]; kurumuş çamurdan [Hicr/28]; çömlek gibi ateşte pişmiş ça­murdan yarattı [Rahman/14]. İşte bu dört ayet insanın yaratıldığı dört ana maddeyi açıklamaktadır.

İşte dört kuş da, insanın yaratıldığı bu dört unsuru temsil etmektedir. As­lında dört kuş, bir insanın canlanmasında harekete geçen dört maddeyi, yani dört kuş tek bir insanın yaratılışını ifade etmektedir. Burada çokluktan teke giden, yani dört kuştan bir insanın yaratılışına giden bir çizgi izlenmektedir. Bunun delili de Lokman/28 ayetidir:

Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, sadece tek bir kişinin yaratılması ve diril­tilmesi gibidir.

Bir insanın yaratılması, öldürülmesi ve tekrar diriltilmesi bütün insanların bu oluşumlarını temsil ettiği gibi, dört kuşun ölüp tekrar dirilmesi de bir in­sanın ölüp dirilmesini temsil etmektedir.

Razi'nin işaret ettiği gibi Hz. İbrahim'in seçtiği dört kuş; insanın kalbin­deki süs, makam ve yükselme sevgisini temsil eden tavus kuşu; yemeğe düş­künlüğü temsil eden kerkenez; şehveti temsil eden horoz; ihtiras ve tutkuyu temsil eden kargadır. [22]

 

Surhunne Kelimesi:

 

Razi'nin bu açıklamasını ince bir psikolojik analiz olarak almakta yarar vardır. Ayetin bu kısmında geçen (fe-surhunne ileyke) ibaresi, onları terbiye ederek kendine itaate alıştır demektir, jiji (surhunne) kelimesi, bir şeyi bir şeye meylettirmek, boynu eğri olan kimse, bir şeyi birine söylemek için ona doğru eğilmek anlamlarına gelen  (sâre) kelimesinden türemiştir. Ayetteki anlamıyla, eğitimle ilgili bir kavram olup kuşları kendisine yaklaş­tırması, meylettirmesi ve kendisine alıştırması manasına gelmektedir. Bunu yapmak da bir eğitim faaliyeti olup hayvanların eğitilebileceğine işarettir.

Diğer taraftan Razi, bu kelimenin sare kelimesinden değil de sera kelime­sinden geldiğini, bunun ise "kesmek, parça parça etmek" manasına geldiğini söyleyenlerin olduğunu da nakletmektedir.

Yine Razi, Ebu Müslim'in bu manayı reddettiğini, "onları kendine alıştır, seslendiğinde sana gelmelerini öğret" manasına geldiğini söylediğini naklet­mektedir. Bize göre ibareye alıştırmak, meylettirmek, yaklaştırmak, sahibi­nin çağrısına icabet edecek hale gelmelerini sağlamak manasının verilmesi daha uygundur. Çünkü (Sonra onları çağır) emri kuşların öldürülme­diğini, sahipleri olan Hz. İbrahim'in sesini duyduklarını ifade etmektedir. (Koşarak sana geleceklerdir) ifadesi de bunu göstermektedir.

Ancak, (Sonra her dağın başına onlardan bir parça koy) ifadesi, kuşların parça parça edildiği anlamına gelir mi? O zaman (fe-surhunne...) ibaresi, onları kesip parçala; kesip parçaladıktan, yani onları öldürdükten sonra parçalarını tepelerin üzerine bırak anlamına gelir. Çağırıl­dığında ölü kuşların Hz. İbrahim'e gelmesi, ölünün diriltilmesine bir isbat ol­maktadır.

İbare "kendine alıştır" anlamına alınırsa, o zaman kuşları parçalayıp öl­dürmek değil, dört kuşun her birini ayrı ayrı tepelere bırakıp çağırma mana­sına gelir. O zaman kuşlar, sahiplerinin sesini tanıdıklarından çağrısına ica­bet edeceklerdir. Muhammed Esed, (surhunne) emrine "öğret" manası­nı vererek isabet etmiştir. Zemahşeri de "kendine yaklaştır, kendine meylet­tir" anlamını vermekte; Razi, Nesefi ve Hazin de Zemahşeri'nin verdiği ma­nayı uygun bulmaktadır. İbn Abbas ise "kesmek" anlamını benimsemektedir.

"Dört kuş al, onları seni sahipleri olarak tanıyacak şekilde öğitime tabi tut, sonra her bir kuşu bir tepeye koy ve çağır; koşarak sana geleceklerdir" ifade­siyle Allah Teala, "Ben de sizin yaratanimzim, sahibinizim, ölü olsanız bile sahibiniz yeniden dirilmeyi emredince, hemen dirilip O'na koşacaksınız" manasını zımnen de olsa ifade etmektedir. Nitekim Yasin/51 'de bu durum açık­ça ifade edilmektedir:

Nihayet sura üfürülecek, bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler.

Hz. İbrahim'den istenen şey ile kıyamette dirilişin benzerliği bu ayetle ifade edilmektedir.

(Allah her şeye kadirdir, hikmet sahibidir).

Allah'ın kudreti, ölümünün ardından bir canlıyı diriltmeye yeter; çünkü yok­ken onu yaratan O'dur. Hikmetin kaynağında O vardır, hikmetli işleri de O üretir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Bakara/260 ayeti eksen konu olarak, öldükten sonra dirilme olgusu karşısında insan kalbinde oluşacak olguların deneysel bilgisi ile olan alakasını vurgulamaktadır. Öldükten sonra dirilme olgusu bir iman meselesidir. Bu hususta kalpte oluşacak olan imam doyuma ulaştırma­nın yolu deneysel bilgiden geçmektedir.

Bu ayeti günümüze uyarladığımızda, "ölümden sonra dirilme" konusun­da, insanların imanlarını doyum noktasına ulaştırmak için "deneysel bilgiye" baş vurmak gerektiğine, gözlem ve deneysel bilginin etkinliğine, imana ver­diği doyum aşamasına işaret edildiğini söyleyebiliriz. "Deneysel bilgi" yani tabiat bilimleri ve tabiat olaylarından imana giden yolu belirleyen bu ayet, ö-zellikle Hac/5 ayetiyle beraber ilahiyat eğitiminin tabiat bilimlerinden uzak olarak yapılamayacağını vurgulamaktadır. İlahiyatçılar, yaşadıkları çağın bi­limsel bilgilerine aşina olmalı, onları kullanabilmeli ve ilahiyat konularına u-yarlayabilmelidirler. [23]

 

Infakın Getirılerı:

 

261. Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, ken­disinden yedi başak çıkan ve her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer. Allah dilediğine kat kat ve­rir, ve Allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir.

Yüce Allah'ın burada yapmış olduğu benzetme, Allah yolunda karşılıksız harcamanın bereketini ve sağladığı artı değeri ifadeye yöneliktir. Açıklama­sını yaparken ayetin kısımlarından çıkaracağımız genellemeler olacaktır.

1. (Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu...) Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz:

a. Yüce Allah, kendi yolunda infak edenlerin durumunu ele aldığını, on­ları unutmadığını, değerlendirmeye tabi tuttuğunu ifade ederek mallarını Al­lah uğruna harcayanların durumunun ihmal edilmediğini göstermekte ve böylece onları teşvik etmektedir.

b. Malından fedakarlık yapan insanın, niyeti Allah rızası olmalıdır. Allah uğrunda, yapılmayan fedakarlık, Allah katında değerlendirilmeye tabi tutul­mayacaktır. Onun için ayetin bu kısmında (sebîlillah=Allah yolunda) kelimesi yer almaktadır.

2. (Kendinden yedi başak çıkan ve her ba­şakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer). [24]

 

Hayrın Ekin Tanesine Benzetilme Sebebi:

 

Yüce Allah'ın, infakta bulunan, yani Allah rızasını niyet ederek hayır ya­pan insanın bu hayrım niçin ekin tanesine benzettiğine, -çeşitli açılardan ba­karak- farklı cevaplar verebiliriz:

a. Bu benzetmede "bereket" yönü ele alınmaktadır. Bunun anlamı şudur: Allah uğruna yapılan bir infaka, yani iyiliğe Allah tarafından yedi yüz kat fazla karşılık verilecektir. Birinci manasıyla bir hayır yapana yedi yüz kat se­vap getireceğidir. Hayrın bereketi önce onu yapana dönecektir. Bu manayı verirsek, yolunda hayırda bulunan kişiye Allah yedi yüz kat sevap verecektir diyebiliriz. Aslında ayetin bu kısmında kişinin kendisi ekin tanesine benze­tilmekte; yedi yüz kat ürün veren bereketli bir kaynak halini almaktadır.

b. Malını Allah uğrunda harcayan insanın ameli sosyal hayata bereket ge­tirmektedir. Yedi yüz dalda insanlığa veya tüm yaratıklara fayda temin etmiş olabilir. Mesela: Susuz bir kasabaya Allah'ın rızasını umarak su getiren kişi, insanlara su içireceği gibi, hayvanlara, kuşlara ve diğer bilinmeyen canlılara da su temin etmiş olabilir.

Yaptığı bu amelin etki alanı çok geniş olabilir. O amelden istifade edenle­rin çok olması, o amelin bereketini ve etki alanını artırmakta ve genişletmek­tedir.

Yüce Allah'ın burada yapmış olduğu benzetmeye bakarsak, bir taneden, her birinde yüz tane olan yedi başak çıkmaktadır. Bir taneden meydana ge­len yedi yüz taneden hem onu yetiştiren kişi istifade eder hem de başkaları.

c. Yüce Allah'ın infakı, habbe benzetmesinin başka bir ma-nidarlığı daha vardır: Bu kelime 'sevgi' manasına gelen (habbe)den türe­miştir. 'Sevgi' ile 'tane' arasında yakın bir ilişki vardır, çünkü aynı kelimey­le ifade edilmektedirler. Sevgi 'öz' manasına gelir; tane de özü içinde taşı­maktadır. Sevgi doğurgan ve yayılan bir şeydir, manevî bir gıdadır. Tane de aynı şekilde doğurgan ve besleyicidir. Demek ki, infakı yaparken kişinin ni-yetindeki samimiyet ve ilahî müdahale ile o amelin bereketi artmakta, yayıl­makta ve manevî getirişi çoğalmaktadır.

3. (Allah dilediğine kat kat verir).

"Kat kat verir" ifadesi, samimi infakın karşılığının sonsuz olacağına işaret etmektedir. Ayetin ikinci bölümünde yedi yüz kat denildiği halde, burada "kat kat" denmesi, amelin manevî getirişinin sonsuz olacağını ifade etmektedir.

Düşüncesi sadece Allah rızası olan insanın sonsuz bir sevapla ödüllendi­rilmesi, kudreti ve nzık hazinesi sonsuz olan Allah'ın bir uygulamasıdır. De­mek ki, kulun maddî anlamda bir harcamada bulunmasının getirişi manevî olmaktadır. Böylece maddenin manaya dönüşümü gibi önemli bir değişimin gerçekleştiğine şahit oluyoruz.

İnfakın ne olduğunu Bakara/3'te geniş bir şekilde açıkladığımızdan -ihti­yaç duyulan malumat oradan alınabilir- burada, ayetin içeriğinin dışına çık­mak istemiyoruz.

Demek ki, maddî fedakarlığın manevî getirişine işaret eden bu ayet, din eğitiminin önemli bir kanununu da gündeme taşımaktadır: Maddî fedakarlıklann her zaman maddî karşılık getirmesini beklemek yanlış olur. Maddeyi manaya çevirecek amellerde bulunmak en kârlı iştir. Fatır/29 ayeti bu mane­vî ticarete işaret etmektedir:

Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz nzık-tan gizli ve açık infak edenler, asla zarara uğramayacak bir ticareti umabilir­ler.

Yüce Allah, maddî fedakarlıkta bulunup maneviyatı olan bir uygulamanın insanlara kazandırılması ve onların teşvik edilmesini istemektedir.

Allah'ın lütfü geniştir, O, her şeyi bilir; kulunun yaptığına fazla verir ve kulunun yaptığını bilir. [25]

 

Yapılan İyilik Başa Kakılmamalıdır:

 

262. Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından ba­şa kakmayan, fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has mükafatları vardır. Onlara hiç korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir de.

263. Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sa­dakadan daha iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.

264. Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadı­ğı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve gönül incitmek suretiyle yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz top­rak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur i-sabet etmiş de onu çıplak pürüssüz kaya haline getiriver-miştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamaz­lar. Allah, kafirleri doğru yola iletmez:

Yüce Allah 261. ayette infakın Allah rızası için yapılması gerektiğini ifa­de etmişti. 262. ayette ise hem Allah rızası için yapılmasını, hem de başa ka-kılmamasını, eziyet edilmemesini istemektedir. Şimdi 262. ayetin analizini yapabiliriz:

1. (Mallarını Allah yolunda harcayanlar...)

Yüce Allah, mallarını Allah yolunda harcayanlarla ilgili başka bir konuyu ele almaktadır:

2. (İnfakın ardından başa kakmayan ve eziyet etme­yenler...)

Ayet, malını Allah yolunda infak edip, ardından başa kakan ve insanlara eziyet eden kimselerin var olduğunu, olabileceğini ifade etmektedir. Bu tür kimseler 263 ve 264. ayette değerlendirilecektir. Burada minnet altında bı­rakmayan ve eziyet etmeyen insanlar ele alınmaktadır.

Ayetin bu kısmındaki menna kelimesi, minnet altına bırakmak, başa kak­mak manasına gelmektedir. Bir fakire veya bir yetime yardım eden kimse, "Benim yemeğim senin midendedir" dediği zaman ona hem eziyet etmekte hem de minnet altına tutmaktadır. Ayetin üçüncü bölümünde, yaptığı hayrı unutan ve karşılığım Allah'tan bekleyen kişinin büyük bir erdem sahibi oldu­ğu ifade edilmektedir.

3. (Rableri katında onların mükafatlan vardır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de).

"Mükafatlan Rableri katındadır" ifadesi, sonsuzluğu ifade etmektedir. Ö-dülün ne olduğu söylenmediğini ve belirsiz bırakıldığını, diğer taraftan ödü­lü verecek olanın Allah olduğunu dikkate alırsak, sonsuzluğu düşünmemiz doğaldır.

Minnet altında bırakmak ve insanlara eziyet etmek, amelin Allah katına çıkmasını engellemekte, karşılığının insanlardan beklenmesine sebep olmak­tadır. Ama minnet ve eziyetin karışmadığı bir infak ibadeti, Allah katma yü-celmekte, ödülü de Allah tarafından verilmektedir.

(menne) kelimesi iyilik yapmak, nimet vermek, müşfik olmak, iyi kalpli, merhametli, iyilik sever, yardıma hazır, bağışlamak, teberru etmek, hediye etmek, usandırmak, yormak, kuvvetini kaybettirmek manalarına gel­mektedir.

Memnun kalıbında alındığında, bir hakkı eksiltmek, noksanlaştırmak ma­nasına da gelmektedir. Kalem suresinde bu anlamda kullanılmıştır:

(Senin için elbette tükenmez bir ödül vardır). [Kalem/3]

Bu ayetteki memnun kelimesi, tükenen, eskiyen ve engellenen anlamını i-fade etmektedir.

İşte ayette geçen manasıyla minnet kelimesi, başa kakmak anlamıyla ya­pılan iyiliği eksiltmekte ve onun saflığını bozmaktadır. Yapılan iyiliğin açığa vurulması, karşıdakini minnet altında bırakmaktır. Minnet kelimesini daha sonraki ayetlerde açıklamak üzere buradaki manasının "başa kakmak" oldu­ğunu söylemekle yetiniyoruz. [26]

 

Korku Ve Üzüntünün Boyutları:

 

Minnet ve eziyet yapmayan kimse, katıksız, saf bir amelde bulunması se­bebiyle Allah katında sonsuz ödüle sahip olacak ve bu tür kimselerin ödülü sadece bu da olmayacak; "Onlar için korku yoktur ve üzüntü de çekmeyecek­lerdir". Psikolojik bir duygu olan korku ve üzüntüyü iki boyutlu olarak ele almakta yarar vardır:

a. Dünyevî üzüntü ve korku.

Yaptığı iyiliği başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayan kişinin, bu amelinin Allah tarafından değerlendirilip değerlendirilmeyeceği konusunda korku ve üzüntüsünün olmayacağını ifade etmektedir. Minnet ve eziyet etmeden infakta bulunan kimsenin, amelinin kabul edilip edilmeyece­ği konusunda niçin korku ve endişesi olsun? Ayetin bu kısmı, bunu garanti altına almaktadır.

b. Bu dünyada böyle güzel amel yapan ve ona minnet ve eziyet katmayan kimsenin, mahşerde amel defterleri dağıtılırken, infak ameli konusundaki no­tu konusunda ne korkusu, ne de üzüntüsü olacaktır. Korku, amel defterini al­madan önceki psikolojik durumu; üzüntü ise amel defterindeki değerlendir­meyi gördükten sonraki durumu ifade etmektedir. Demek ki, mahşerdeki de­ğerlendirmenin öncesinde korku, sonrasında da üzüntü olmayacaktır.

Görüldüğü gibi, bu dünyada malından Allah uğruna fedakarlık yapıp, min­net ve eziyet katmayarak hayrını boşa çıkarmayan kişi, ahirette psikolojik bir güven içinde olacaktır. İşte bu güven, ödüllerin en başında gelmektedir. Gü­ven hem bu dünyanın, hem de anketin en önemli değerlerinden biridir.

Yüce Allah, Taha suresinde kulun amellerinin kaybolmayacağı ve onlarla mutlaka karşılaşacağı garantisini vermektedir:

Buna karşılık, inanıp da dürüst ve erdemli davranışta bulunanlara gelince, böyle birinin, haksızlığa uğramaktan ya da hakettiği karşılıktan yoksun bıra­kılmaktan korkmasına hiçbir sebep yoktur. [Taha/112]

İşte bu ayet, yorumunu yapmakta olduğumuz 262. ayetteki j£ (havf= korku) 'Jfe (yahzenûn=üzüntü) kavramlarını tefsir etmektedir. Mü'minin, i-yi amel işlemesi durumunda, amelinin kaybolması konusunda hiçbir korku taşımamasının eğitimini yapan bu ayet, iman ve amelin kaydedildiğini ve as­la zayi olmayacağını garanti altına almaktadır.

Nahl suresinde amellerin kaybolmayacağı, tam tersine onların mutlaka değerlendirilip ödüllendirileceği, ama ödüllendirmenin amelin en iyisi dikka­te alınarak yapılacağı belirtilmektedir:

Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katındaki ise bakidir. Elbette sabırlı davra­nanları yapmakta olduklarının en güzeliyle ödüllendireceğiz. Erkek ya da ka­dın, inanmış olması yanında bir de iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir ha­yat ile yaşatırız. Ve böylelerini yapageldikleri en güzel şey neyse ona göre ödüllendireceğiz. [Nahl/96-97] Bu ayetler, iyi amellerin kaybolmayacağını, mutlaka ödüllendirileceklerini, ödüllendirmenin de en iyi olan amel ölçü alınarak yapılacağını garanti al­tına aldığı için, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/262'deki korkunun hangi konuda olmayacağına açıklık getirmektedir.

Bu ayeti insanlar-arasındaki ilişkilere indirdiğimizde şöyle bir genelleme yapabiliriz: Bir toplumu idare eden siyasîler, emri altında çalışanların bulun­duğu çeşitli ve her kademedeki idareciler, insanların ürettikleri her başarıyı mutlaka değerlendirip ödüllendirmelidirler. Bir basan, bir güzellik ve yeni bir şey üreten insanlar, yaptıklarının değerlendirilmeyip kaybolacağı korku ve üzüntüsünü hissetmemeli ve yaşamamalıdırlar. Bu duygulan onlara his­settirip yaşatanlar iyi ve erdemli idareci olmadıklan gibi, Allah'ın sünnetine de aykın hareket ederek zulüm yapmış olacaklardır. Başanlann zayi olduğu toplumlar, medeniyette ileri gidemez; başanlı insanlan ödüllendirmeyen ida­reciler, toplumun geleceğini karanlığa terketmiş olurlar.

Bakara/263 ayeti önemli bir kıyaslamada bulunarak, yaptığı infak nede­niyle insanlan minnet altmda bırakmanın ve onlara eziyet etmenin ne kadar olumsuz bir davranış olduğunu açıklamaktadır:

Gönül alıcı bir söz ve başkasının hatasını bağışlamak (örtmek), peşinden in­citmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır, Allah kendine yeterlidir, ta­hammül (hilm) sahibidir.

Bir insanın, malını infak edip ardından infak ettiği kişiye eziyet etmesi, ya­ni ona yaptığı yardımdan dolayı ondan şikayet etmesi, yapılan amelin değeri­ni Allah katında azalttığı için, bu amelin yerine başka bir amel teklif edilmek­tedir: İnsanlara gönül alıcı bir söz söylemek veya onlann bir hatasını örtmek. Hz. Peygamber, güzel bir sözün de bir nimet olduğunu ifade etmektedir:

İnsanlar içerisinde, gerek sohbeti ve gerekse elindeki malı ile bize Ebu Be­kir'den daha fazla in'am ve ikramda bulunan kimse olmamıştır.[27]

Bu hadisin analizini yapacak olursak, güzel bir sohbetin de bir ikram sa­yıldığı anlaşılır.

Eğer kişi, kendisinden yardım isteyene minnet ve eziyet etmekten kendi­ni alamayacaksa, güzel bir söz söyleyip yardımda bulunmaması daha iyidir. Ayetteki (mağfiret) kavramı, 'örtmek' demektir. Dolayısıyla ibare, yardunda bulunmadığı kimsenin durumunu örtmesi, her yerde onun fakirliğini alay edercesine ifşa etmemesi anlamına da gelebilir.

Ayetin sonunda gelen (Allah müstağnidir/zengindir/kendi kendine ye­terlidir) ibaresi, yapılacak olan yardımın Allah'a değil, kullara olacağını, ame­lin karşılığının da yapana verileceğini ifade etmektedir. Af (Allah ha­limdir) ifadesi de, hata yapan kullarını acele olarak cezalandırma yoluna gitmez demektir. Bu ayette geçen  (hayr) kelimesi "daha üstün, daha değerli, daha iyi" anlamına gelmektedir. Demek ki bir iyi vardır, bir de daha iyi vardır. Müs­lüman, amelde daha iyiye ulaşmak için çaba harcamalıdır. Bu ayetlerde müslü-mana, gönül alıcı bir söz ile gönül yıkan bir yardım arasındaki fark öğretilmek­te ve tüm amellerinde aynı ölçütü kullanmasının eğitimi verilmektedir.

Daha derinlemesine gidilecek olursa, Yüce Allah amellerin iki boyutuna dikkat çekmektedir: Sosyal içerikli ameller, sadece Allah'a karşı bir vazifeyi yerine getiren ameller. Sosyal içerikli amellerin de, Allah'ı ve insanı ilgilen­diren iki önemli yönü vardır: Allah'ı ilgilendiren yönü, Allah için yapılması; insanı ilgilendiren yönü ise onun gönlünün kınlmamasıdır. Onun içindir ki Yüce Allah, gönül kıran bir infakın, gönül alan bir sözden daha değersiz ol­duğunu ifade buyurur.

Allah Teala, Bakara/261-263 ayetlerinde infakın bereketini, sevabını, minnetsiz ve eziyetsiz yapılanı ile yapılmayanım anlatırken, meseleyi genel olarak açıklamışta 264. ayette ise, genel olarak anlatılanı müslümanlar için hüküm haline getirmektedir; şöyle ki:

Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş i-çin harcayan kimse gibi, başa kakmak ve gönül incitmek suretiyle, yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak bırakı-vermiştir. Bu gibilerin, yaptıkları işlerden hiçbir kazançları olmaz, zira Allah inkar eden topluluğu hidayete erdirmez. [Bakara/264] [28]

 

Minnet Ve Eziyetin İnfakı Ne Hale Getirdiği:

 

Yüce Allah bu ayette, minnet ve eziyetin infakı ne hale getirdiğini bir ben­zetmeyle anlatmaktadır.

1. Arkasından minnet ve eziyet gelen sadakalar boşa gitmektedir. Yüce Allah, inanan insanların sadakalarını başa kakarak ve eziyet ederek boşa çı­karmamalarım emretmektedir. Daha önce genel olarak ele aldığı bu konu; inananlara verdiği bu hükmün hazırlık safhasını oluşturmuş ve müslümanları bu hükme hazırlamıştır.

Demek ki, minnet ve eziyet amelin kalitesini düşüren yabancı maddeleri andırmaktadırlar. Başa kakma ve gönül incitme, sadakayı Allah katında de­ğersiz hale getirmektedir. Sadakanın sevap yönünden getirişinin ne olduğu­nu ilginç bir benzetmeyle anlatan Yüce Allah, kafirin amelinin örneğini de devreye sokmaktadır.

2. Allah müslümanlardan, malını, insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahirete inanmayan kimse gibi hayırlarını boşa çıkarmamalarını istemekte­dir. Demek ki, verdiği sadakayı başa kakan ve gönül inciten müslümanın a-meli, Allah'a ve ahirete inanmayan kafirin gösteriş için yaptığı amele benze­mektedir. İyiliği başa kakmak ve gönül incitmek, müslüman ile gösteriş için infak eden kafiri aynı amelde buluşturmaktadır. Bu benzetmeyle Yüce Allah, müslümanlara, amelin değerini yok eden şeyleri öğretmekte ve onları böyle­si davranışlardan tiksindirmektedir.

Allah'a ve ahirete inanmayan, malını insanlara gösteriş için harcayan in­sanın durumunu da bir benzetmeyle açıklamaktadır:

Üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağnak bir yağmur isa­bet etmiş de onu çıplak pürüzsüz bir kaya haline getirivermiştir.

Altında kaya olan toprak, kuvvetli bir yağmurla gider, kaya cascavlak or­taya çıkar. Kayada ise ekin bitmez, ürün yetişmez. Başa kakan ve gönül in­citen kimsenin infakı da, tıpkı kaya üzerinde bulunan ve yağmurla kaybolan toprağa benzemektedir. İnfakın sevabını, bereketini ve Allah katındaki değe­rini yok edecek olan bu davranışlardan sakınılmasını isterken Yüce Allah, i-nananlan düşünmektedir. Kur'an'ın geneline baktığımızda yapılan ameli bo­şa çıkaran üç şey bulunduğunu görebiliriz: Allah'a ve Resulüne itaatsizlik [Muhammed/33]; imansızlık [Âl-i İmran/22] ve başa kakma ile eziyet [Ba­kara/264]

3.  (Bu gibilerin yaptıkları işlerden hiçbir kazançları ol­maz).

Verdiği sadakayı başa kakan ve ondan dolayı karşısındakine eziyet eden insanlar, amelleri dolayısıyla hiçbir getiriye sahip olamayacaklardır.

Ayetin bu kısmı ile Yüce Allah her amelin bir getirişi olduğunu, amel sa­hibine bazı şeyler temin ettiğini açıklamaktadır. Zaten yapılan amele, niyete ve samimiyet derecesine göre karşılık verileceği 260 ve 261. ayetlerde ifade edilmişti. Önce amellere nasıl ve ne kadar karşılık verileceği, sonra bu karşı­lığı neyin ortadan kaldıracağı açıklanmıştır. Eğitimde bunun ilkesi, öncelik­le amelin olumlu yönünü, faydasım anlatıp sonra da o faydayı ortadan kaldı­ran şeyi öğretip yanlışa sapmayı önlemektir. Olumludan olumsuza, farzdan harama doğru giden bir yolu da öğretmektedir.

4. (Allah kafirleri doğru yola iletmez).

Ayetin bu kısmındaki kafir kavramıyla, yukarıda örnek olarak gösterilen, Allah'a ve ahirete inanmayan ve malını insanlara gösteriş için harcayan insa­na işaret edildiğini söyleyebiliriz.

Ama bu kavramı "gerçeği tanımayan" manasına aldığımızda, genelleşti-rip sadakasını başa kakan ve eziyet eden kimseleri de bu kavramın kapsamı­na dahil edebiliriz. Bu durumda, Yüce Allah'ın infak hususundaki emir ve tavsiyelerini dikkate almayan müslümanlar da bu kavramın içine girerler.

Allah'ın böyle bir topluluğu hidayete erdirmemesinih anlamı, onların eği-tilemez olmalarıdır. Bütün bu olumsuz inanç ve ameller, onların Allah tara­fından eğitilmelerine açık kapı bırakmamaktadır. Meseleyi ahiretle bağlantı­lı olarak düşünürsek diyebiliriz ki: Allah onları cennete sokmayacaktır, çün­kü amellerini bu dünyada iptal etmişlerdir. Zira Yüce Allah, insanları cenne­te koyarken, iman ve amellerini dikkate alacaktır. Ahiretteki rehberlik iman ve amellerin katıksız olmasına bağlıdır. [29]

 

Allah İçin Yapılan İnfak Cenneti Oluşturur:

 

265. Servetlerini Allah'ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak harcayanların durumu, verimli top­raklar üzerindeki bahçe gibidir: bir sağanak yağar, bu sa­yede ürün iki misli artar, sağanak olmadığı zaman da hafif yağmur düşer oraya. Ve Allah yaptığınız her şeyi görür.

Bakara/261-262 ayetlerinde mallanın (fî-sebîlillah=Allah yolunda) harcayanlar ele alınmıştı. 265. ayette ise (ibtiğâe merdâtillah=Al-lah'ın rızasını kazanmak için) uğraşanlar açıklanmaktadır. (ibtiğâ') keli­mesi, istemek manasına gelir. Elde etmek, kazanmak, istemek anlamıyla bu kelime burada, Allah rızasını hedef almayı ifade etmekte; malını infak eden kişinin niyetinin ne olması gerektiğine açıklık getirmektedir. Kaliteli müslü-manın infak etmekteki amacı, Allah'ın rızasını kazanmak olmalıdır.

(Ve nefislerini tesbit etmek için...)

Ayetin bu kısmı, infak edenin amacının diğer boyutunu gündeme getir­mektedir. t£ (tesbît) kelimesine müfessirler farklı manalar vermişlerdir: Tesbit kelimesi, insanın nefsine alışkanlık kazandırmak demektir. Kadi, sada­ka ibadetini muhafaza etmek ve sadaka vermeyi engelleyecek şeyleri terket-mek; yapılacak olan infakın ardından minnet ve eziyet etmemeye alıştırmak manasını; Mücahid, inananların kendilerini sağlamlaştırma, yani imanda sa­bit kılmak anlamını vermiş; Zemahşeri de şöyle demiştir: "Nefsin kulluk yapmakta bir sebatı yoktur. Nefsin, mücahede ile disipline edilmesi gerekir. Nefsin aşık olduğu dünya hayatı ve malıdır. Mal infak edilince, nefis disip­line olma yoluna girer. Malı infak etmekle nefis takviye edilmiş, yani ona a-lışkanlık kazandırılmış olur". Zeccac, tesbit'ten kastın, sadakasının kaybol­mayacağına mü'minin kesin olarak inanması olduğunu söylemiştir. Razi ise "nefsin tesbiti" ifadesini açıklarken "Haberiniz olsun ki kalpler ancak Allah'ı anmakla doyuma ulaşır" [Ra"d/28] ayetini örnek getirmektedir. Kalpler, an­cak Allah'ı anmakla sebata erer. Kalp doyum noktasına, kulluk maksadıyla infakta bulunmakla ulaşabilir.

Hz. Ali İnsan/9 ayeti gereği yapılan infakın bu kalitede olduğuna dikkat çekmektedir:

Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık en de bir teşek­kür bekliyoruz.

İnfakında bu manevî erdeme sahip olan Hz. Ali, onunla insanların manen doyuma ulaşacağı ilkesini getirmektedir. Hz. Ebu Bekir'in infaktaki niyetini de şu ayet belirlemektedir:

Yüce Rabbinin rızasını istemekten başka onun katında hiçbir kimseye ait şük­ranla karşılanacak bir nimet yoktur. Elbette kendisi de ileride hoşnut olacak­tır. [Leyl/19-21]

Bu ayetlerden hareket edersek, nefsin sükunete ermesinin, kalp ile çekiş-memesinin ve doyuma ulaşmasının "nefsin tesbiti" olduğunu söyleyebiliriz. Ayrıca, insan bazı davranışları tekrar ederse, o davranışlar meleke haline ge­lir. İşte nefsin tesbiti bu manayı da ifade edebilir.[30]

Tesbit kelimesinin Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını ve bu ayette­ki manasını belirlemekte yarar vardır. Tesbit kelimesi, sabit olmak, sağlam­laştırmak, istikrar vermek, yerleştirmek, kımıldamaz, hareket etmez, metin, kararlı, sarsılmaz, dayanmak, tahammül etmek, karşı koymak, tayin etmek, doğruluğunu tesbit etmek, bağlanmak, tutmak, ısrar etmek, bağlamak, birleş­tirmek, takviye etmek, teçhiz etmek, belirlemek, göstermek, tedarik etmek, teslim etmek, şahitlik etmek, hüviyetini tayin etmek, teşhis etmek, tahkik et­mek, doğrusunu araştırmak manasına gelen sebete'den türemiştir. Sübut kalı­bında alındığında istikrar, daimi, azim, değişmez, sabit, metanet, sarsılmaz-lık, dayanıklılık, katiyet, emin olma anlamına gelmektedir. [31]

 

Tesbît Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

Tesbit ise, sağlamlaştırma, kuvvetlendirme, tesbit etmek, teyit etmek, tak­viye, hakikatini isbat manasını ifade etmektedir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır:

1. Sıkı durmak

İman eden bir grubun, başka bir toplulukla karşılaştıklarında nasıl davran­maları gerektiğini ifade eden ilahî hüküm bu anlamda "tesbit" kalıbında emir olarak Enfal suresinde yer almaktadır:

O halde ey iman edenler! Savaş durumunda bir toplulukla karşı karşıya geldi­ğinizde, sıkı durun ve aralıksız Allah'ı anın ki kurtuluşa eresiniz. [Enfal/45]

2. Kuvvetlendirmek

Bu manası ile iki önemli konuyu ilgilendirmektedir:

a. İmanı kuvvetlendirmek

Eğer senin imanını kuvvetlendirmemiş olsaydık, belki de onlara biraz olsun eğilim gösterecektin. [İsra/74]

Kelime bu ayette, Yüce Allah'ın insanın gönlünde meydana getirdiği kuv­vetlendirme için kullanüanılmakta ve tamamen psikolojik bir olguyu ifade etmektedir.

b. Adımlan kuvvetlendirmek

(Şeytanın kirini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve adımlarınızı kuvvetlendirmek için...) [En-fal/11]

Birinci mananın psikolojik, ikincisinin ise fizikî anlam taşıdığı görülmek­tedir. Birinci mana davranıştan önceki gönül boyutunun, ikincisi ise gönül­deki oluşumun neticesidir. Çünkü gönlü sağlam olmayanın adımlarının kuv­vetli olması mümkün değildir. Zaten Enfal/ll'de önce kalplerin kaynaşması, sonra adımların kuvvetlenmesi zikredilmektedir.

3. Pekiştirmek

Ve böylece, peygamberlerin haberlerinden senin yüreğini pekiştirecek her şe­yi sana anlatıyoruz. [Hud/120]

Oysa, biz Kur'an'ı böyle tutarlı bir bütün içinde ağır ağır vahyediyoruz ki o-nunla senin kalbini pekiştirelim. [Furkan/32]

Her iki ayette, fuaduı (kalbin) derinlik boyutu ele alınmakta ve bilgi ile orada "pekiştirme" diye manalandırdığımız bir "tesbit" yapılmaktadır. Pekiş­tirme denen tesbit, psikolojik bir oluşumun ve gelişimin eylemini ifade et­mektedir.

4. Doğru

İbrahim/27'deki sabit kelimesi, söz'ün sıfatı olduğundan, sabit kelimesi 'doğru' manasına gelmektedir. Aslında kelimeye 'sağlam' anlamı da verilebilir. 'Sağlam' sıfatı daha çok fizikî manada, 'doğru' sıfatı ise söz için kullanıldığın­dan, burada 'sabit' kelimesine 'doğru' anlamım vermeyi uygun buluyoruz.

Mesela İftU (kökü sapasağlam) [İbrahim/24] ayetinde "sağlam" mana­sım ifade etmektedir. Yüce Allah, güzel/iyi bir sözü, kökü sağlam bir ağaca benzetmektedir.

İbrahim/27'de fiil kalıbında "sağlamlaştırmak" manasına gelmektedir. Doğru sözle, Yüce Allah iman edenleri sağlamlaştırmaktadır. Böylece aynı ayette, hem "doğru" hem de "sağlamlaştırmak" anlamı bir araya gelmektedir.

5. Allah'ın emirlerini yerine getirenlerin bu yaptıkları, imanlarım güçlen­direcektir. Çünkü Allah'ın emrettiklerini yerine getiren insanların oluşturdu­ğu toplum güçlü hale gelir. Yapılanlar toplumun gıdası olur ve onun sosyal bünyesini güçlendirir:

Onun, apaçık bir gerçeklik ve sarsılmaz bir doğruluk keyfiyeti içinde, iman e-denleri güçlendirmek ve Allah'a yürekten teslim olanlara bir doğru yol bilgi­si, bir müjde olmak üzere Rabbinden Ruhu'l-Kudüs vasıtasıyla indirildiğini söyle! [Nahl/102]

6. Yüreklendirmek

Yüce Allah, meleklere mesajı ile savaş esnasında müminleri yüreklendir­melerini istemektedir: fet^s** (İman edenleri yüreklendirin) [Enfâl/12]. Allah Teala meleklere, savaşan müminlere Allah'ın kendilerini destekleyece­ği, kafirlerin kalbine korku salacağı mesajını bildirerek, onları yüreklendir­melerini emretmektedir.

7. Teyit etmek

Yüce Allah önceki dindeki hükümlerin bazılarını nesh, bazılarını da teyid eder. Bu olguyu ifade etmek için Ra'd suresinde şöyle buyurur:

Allah (önceki mesajlarından) dilediğini yürürlükten kaldırır, dilediğini bıra­kır, teyid eder. Çünkü vahyin kaynağı onun katındadır. [Ra'd/39]

Görüldüğü gibi, İbrahim/27'deki "söz" ile birlikte kullanılan ve "doğru" manası ifade eden kalıbı hariç; diğer manalar birbirinden çok ince nüanslar­la ayrılmaktadır.

Ama bu manalardan anlıyoruz ki, sebete fiilinden türeyen tesbit kelimesi çoğunlukla insan gönlü, insan nefsi ile alakalı psikolojik oluşumlar için kul­lanılmaktadır.

Tesbît kelimesinin yukarıda zikrettiğimiz manalarını, Bakara/265'te ne-fis'le birlikte kullanılan ayete uygulayabiliriz:

"Sıkı durmak" manasını ele aldığımızda diyebiliriz ki: İnfakı başa kak­mak, infak edilene eziyet etmek ve insanlara karşı gösterişte bulunmak gibi amelin sevabım alıp götüren duygu ve davranışlara karşı mücadele vermek için insan şahsiyetinin sıkı durmasını, dayanıklı kalmasını ifade etmektedir. Bu davranış ve duygulara karşı koymak bir savaş olduğu için, insan kendi ru­hunu bu mücadeleye karşı hazır bulundurmalıdır.

"Kuvvetlendirmek" manasını ele aldığımızda diyebiliriz ki: İnfakı sadece Allah'ın rızasını elde etmek için yapmak bir iman meselesi olduğundan, ima­nını kuvvetlendirmek, tesbit kelimesinin kapsamına girmektedir. "Nefsini kuvvetlendirmek", kalben doyum noktasına ulaşmak, imanını kuvvetlendir­mek anlamına da gelmektedir.

"Güçlendirmek" manasım ele aldığımızda ise şöyle diyebiliriz: Allah rı­zası için yapılan infak ibadetinin tekrar tekrar yapılması, insan ruhunda bir alışkanlık meydana getirecek ve bir sonraki amelin yapılmasını kolaylaştı­racaktır. İnsanın ruhunda bu konuda bir meleke halini alacak olan bu amel, ruhu besleyici, güçlendirici bir görev icra edecektir.

(Nefislerini kuvvetlendirmek) ifadesindeki tesbit kavramım "belirlemek" anlamına alabiliriz. Tıpkı kaybolan bir şeyin bulunduğu yerin tesbit edilmesi/belirlenmesi gibi; infak eden kimsenin şahsiyet seviyenin be­lirlenmesini sağlamaktadır.

"Nefsin tesbit edilmesi" aynı zamanda "tanı koymak/teşhis" anlamına da gelir. Hastalığı teşhis edebilmek için bir dizi tahlil yapılır ve hastalığa tanı konur. İnfak da yapılış şekli ve niyetiyle insanın şahsiyetinin kalitesine tanı koymaktadır. Başa kakmak, eziyet etmek veya riyakâr davranmak infakın in­san şahsiyetindeki mikroplandır. Bunları bir tarafa atıp sadece Allah'ın rıza­sını umarak infakta bulunmak şahsiyetin sıhhatli olduğunu göstermektedir.

Bütün bu manaları içine alan başka bir kavramı Tegabün suresinde bula­biliriz:

(Ve kendi iyiliğiniz için karşılıksız harcamada bulunun). [Te-ğabün/16]

Bakara/265'teki (Nefislerini tesbit etmek) ifadesi Teğabün/16'-da (Kendi haynnız için hazırlık yapın) şeklini almakta, hemen hemen aynı manayı ifade etmektedir. "Kendi iyiliğiniz için infak edin" ifade­siyle "Nefsini kuvvetlendirmek için infak etmek" aynı anlamdadır. "Kendi­niz için" demek, kendi faydanız, kendi şahsiyetinizin kuvvetlenmesi için de­mektir. (hayr) ile (tesbit) bu manalarda buluşmaktadır. "Kendi iyi­liğiniz için infak edin" [Teğabün/16] ayeti, başa kakmadan, eziyet etmeden ve gösterişte bulunmadan yapılan infakın faydasının, hem insanın bu dünya­daki hayatını, hem de ahiretteki hayatını kapsar. "Kalbinizin doyuma ulaş­ması için" ifadesinin yer aldığı Bakara/265'te ise, tamamen psikolojik bir fayda ve şahsiyetin gelişimi için bir eğitimsel boyut söz konusudur. Bu kav­ram daha çok, infakın dünyevî faydasına işaret etmektedir. Böylece bu iki kavramın, yani tesbit ile hayr kavramının dünyevî menfaatle uhrevî faydayı bir araya getirdiği ve bir bütünün iki parçası oldukları anlaşılmaktadır. [32]

 

Rabve Ve Akabe Kelimeleri:

 

Allah'ın rızasını elde etmek ve şahsiyetini kuvvetlendirmek için infak eden insanın nasıl manevî bir güç elde ettiği ayetin devamında bir benzet­meyle açıklanmaktadır:

(Bir tepede kurulmuş gü­zel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur yağmış da iki kat ürün vermiş­tir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer (de yine ürün verir). Allah yap­tıklarınızı görmektedir).

Ayetin bu kısmında yer alan (rabve) kelimesi hakkında müfessirler şu açıklamayı yapmaktadır: "Araplar, bir şeyin artmasını, yükselip kabarmasını ifade etmek için reba kelimesini kullanırlar. 'Tepe' anlamına gelen er-rabiye kelimesi de bundan türemiştir. Riba (faiz) kavramı da artışı ifade etmekte­dir".

Razi ise, rabve'ma 'tepe' manasına geldiğini kabul etmeyip ovadaki ara­ziyi ifade ettiğini söylemiş, "Bostan, dağm tepesinde değil, ovada olur" açık­lamasını yapmıştır. İbn Abbas, Zemahşeri, Razi, Hazin ve Nesefi de rabve'ye

yüksek bir mekan manasını veriyorlar. Muhammed Esed de, Razi'nin verdi­ği manayı tercih ediyor.

Biz ayetin yorumunu, her iki manayı da dikkate alarak yapmayı uygun buluyoruz: %j (rabve) kavramını 'dağ' manasına alırsak, o zaman Allah'ın rızasını elde etmek ve şahsiyetini geliştirmek için infak eden kişinin ruhun­daki oluşumu dikkate almamız gerekir. 'Dağ' kavramı, yukarıda belirtilen tarzda infak eden insanın yüce ruhlu olduğuna, dağ gibi sağlam ve dağ gibi yüce bir şahsiyete sahip bulunduğuna işaret etmektedir. Şu ayetler dikkate alındığında bu çıkarımın doğruluğu anlaşılır:

Fakat insan, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi veya toprakta sürünen bir yoksulu doyurmaktır. [Beled/11-16]

Yüce Allah bu ayetlerde akabe (yokuş) kavramını açıklamaktadır. Yoku­şa tırmanıp onu aşmanın yolu olarak da ihtiyaç sahiplerine infak etmeyi gös­termektedir. İnfak eden, yokuşu tırmanıp düze çıkacaktır. İşte bu ayetlerde geçen akabe (yokuş) kavramı, Bakara/265'te rabve olarak geçmektedir. De­mek ki, Allah rızasını elde etmek ve şahsiyetini kuvvetlendirmek için infak eden kişi dağın yokuşuna tırmanarak düze çıkmakta ve orada bir cennet oluş­turmaktadır. Bu cennet; hem infakın, hem toplumdaki fakirlerin gönlünü ka­zanmanın, hem Allah'ın rızasını elde etmenin ve hem de kalbi doyuma ulaş­tırmanın cennetidir.

Dağm tepesinde olması o cennetin, gönlün veya toplumun dış etkilerinden uzak olmasını da ifade edebilir. Kolay kolay kimse oraya çıkamaz ve o bos­tana zarar veremez. O bütün saldırılardan emin olduğu gibi, belirlenen şekil­de infak eden kişinin şahsiyeti de şeytan ve nefsin etkisinden uzak kaldığı için kimse ona dokunamaz.

Fakat verimlilik açısından ele alındığında Razi'nin yorumu daha uygun olabilir. O zaman Muhammed Esed gibi rabve kelimesine "verimli toprak­lar" manasını verebiliriz. Bostanın, ovada verimli topraklar üzerinde olacağı fikrini tabii karşılıyoruz. Bir sağnak düştüğünde ürününü iki kat verir. Sağ-nak olmadığında çisinti ile de ürününü verebilmektedir. Her iki manayı bir araya getirirsek, Allah rızasını elde etmek ve şahsiyetini geliştirmek için in­fak eden kişinin yüce ruhlu, dağ gibi sağlam ve oturmuş şahsiyetli, bostan gibi kat kat ürün veren bereketli ve verimli bir gönle sahip olduğu anlaşılır. Bu insan hem kendini bu hale getirmekte, hem de toplumu cennete çevirmekte­dir. Öldükten sonra gideceği cennetin bir benzerini bu dünyada kurmaktadır.

Yüce Allah bu benzetmeyi, minnetsiz, eziyetsiz, riyasız, Allah rızasını ka­zanmak ve şahsiyetini kuvvetlendirmek için yapılan ekonomik yardımın eği­tim açısından ne kadar etkili olduğunu, ferde ve topluma neler getirdiğini, maddenin manaya nasıl dönüştüğünü açıklamak; toplumdaki ihtiyaç sahiple­rinin elinden tutmanın Allah katında ne anlama geldiğinin bilincini vermek ve bu ameli teşvik etmek; aç olan insanların bütün kötülüklere açık olduğu­nu, bunun çaresinin de cömert davranmaktan geçtiğini vurgulamak için yap­maktadır. İnfak eden insanın, amelinin zayi olacağını, değerlendirmeye tabi tutulmayacağını asla düşünmemesi için Allah ayetin sonunda "Allah yaptığı­nız her şeyi görür" buyurmaktadır. İnsan, yaptığı hayrın karşılığını hemen görmek istediği için, daha ziyade görebileceği maddî yapılara yardımda bu­lunur.

Amelinin neticesini hemen göremeyen insana Yüce Allah ayetin bu kıs­mında "Ben görüyorum" demek suretiyle manevî getirişi olan yatırımlara teşvik etmektedir. "Balık bilmezse Hâlık bilir" sözü de bunu ifade etmekte­dir. Yüce Allah, görülüp değerlendirilmeyen amellerin insanlığın hayatından çekilip gideceğini bilmektedir. Akabe'yi (sarp yokuşu) tırmanıp dağın tepesi­ne çıkma fedakarlığında bulunan insanın amellerinin ortada kalması, gelecek amellerin olmaması demektir. İşte gelecek amellerin ölü doğmaması, dağa tırmanan cömert insanların çoğalması için Yüce Allah, "Ben yaptıklarınızı görüyorum" yani değerlendirmeye tabi tutuyorum demektedir. Böylece ameller leş gibi ortada kalmayıp, insan ruhunda ve toplumun hayatında gıda­ya dönüşür ve insanların hayatını cennete çevirir. [33]

 

İnfak Ve Tefekkür:

 

266. Sizden kim arzu eder ki, hurma ve üzüm bağları bu­lunan ve içinden ırmaklar akan, ayrıca içinde meyvenin her çeşidi bulunan bir bahçesi olsun da tam kendisine ih­tiyarlık çöküp, küçük ve güçsüz çocuklarının bulunduğu bir anda ateşli bir kasırga kopsun ve bahçesini kasıp ka­vursun? İşte Allah size böylece delilerini açıklıyor ki, dü-şünesiniz.

Yüce Allah, Bakara/261 'den itibaren infakın önemini, Allah rızası için ya-pıldığındaki getirişi ile; başa kakma, eziyet ve riyanın eşlik ettiği infakın gö­türüşünü ele almış ve benzetmelerle açıklamıştır. Minnet, eziyet içinde yapı­lan infakı "çıplak kayaya", Allah için ve kendi şahsiyetini kuvvetlendirmek için yapılan infakı ise "verimli bostana" benzetmiştir. Bu benzetmeleri Yüce Allah ayetin sonunda üzerinde düşünülmesi gerekli olan ayetler olarak nite­lendirmektedir.

Ayetin sonunda yer alan ve "Umulur ki düşünürsünüz!belki düşünürsü-nüzldüşünesiniz diye" şeklinde mana verilebilecek ibaresi, bu açıklamaların insanın düşüncesini harekete geçirmek amacıyla yapıldığını ifade etmekte ve böylece infakın ferdî ve toplumsal faydalan ve bunları or­tadan kaldıracak olan zararlı davranışlar üzerinde düşünüp en iyi olanı tercih yetkisi kula bırakılmaktadır.

İnfakın işe yarayanı ile yaramayanını bildiren Yüce Allah, tercihi kuluna bırakmakta ve bu tercihte düşüncesinin rol oynamasını istemektedir. Zira dü­şünce, kulun yanılgısını ortadan kaldıracaktır. İnfak gibi bir amel düşünceden uzak yapılırsa, içindeki yabancı maddelerin farkına varılması mümkün ol­maz. Böylece infak konusunda Yüce Allah'ın öğretim ve eğitiminin amacının düşünce olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan düşünme denen beyin eyle­minin başına Ja (lealle) edatını koymakla Yüce Allah, 'ihtimal' kavramını devreye sokarak, insan iradesinin etkin olduğu bir konuda kesin konuşulama-yacağı mesajını da vermektedir. Eğer Allah düşünmek zorundasınız deseydi, bu kelimeyi düşünmenin başına getirmezdi. Böylece Allah Teala kulunun dü-şünce hürriyetini, bu 'ihtimal' kavramıyla ilan etmekte, düşünmeme tercihi­ne de dikkat çekmektedir.

Demek ki, (Belki düşünürsünüz) ifadesi, bir taraftan öğreti­min amacına, diğer taraftan da davranıştaki ihtimal ve hürriyete dikkat çek­mektedir. Bundan hareket ederek diyebiliriz ki, öğretim faaliyeti özellikle davranışlar ve ibadet konusunda doğru düşünmeyi hedef edinmeli ve insan­lara ibadet ve davranışları üzerinde düşünüp analiz yapma alışkanlığını ka­zandırmalıdır. Bakara/266 ayetinin ilk cümlesi olan "Sizden kim ister..." ifa-desindeki 'istemek' kelimesi olgunlaşmış sevgi manasına gelen (vedde) ile ifade edilmekte ve böyle bir isteğin olamayacağı, böyle bir şeyi kimsenin istemeyeceği vurgulanmaktadır. Bu, sadece bir isteği değil, sevginin mayala­dığı şiddetli ve derinliği olan bir isteği ifade eder.

Ayette yer alan cennet kavramını maddî anlamda bir sembol olarak alır­sak, "bostan" manası verebiliriz. Yüce Allah bunu; hurma, üzüm ve her tür­lü meyvenin bulunduğu, içinden ırmakların aktığı bir bostan olarak nitelen­dirmektedir. Böyle bir bostana sahip olan kimsenin, onun yok olmasını is­temesi mümkün müdür? İhtiyarlayıp da geride aciz çocuklar bırakacak olan kimsenin, tek gelir kaynağı olan bostanını bir kasırganın yakıp kavurması o insana elem verdiği gibi, Allah rızası için yapılmayan ameller de hüsrana sebep olur. Allah rızası için yapılan ameller, gelecek nesil için güçlü bir ma­nevî ve kültürel alan oluşturacak ve o toplumun bıraktığı kültür bahçesi ya­nıp kül olmayacaktır. Riyadan, minnet ve eziyetten uzak olarak yapılacak iyi ameller, toplumu cennete çevirecektir. Toplumu ihtiyarlatacak ve geriye zayıf nesiller bırakmasına sebep olacak davranışlardan sakınılmasım iste­yen Yüce Allah, bu konuda aklın kullanılmasını, düşünülmesini istemekte­dir.

Yine ayetteki 'cennet' kavramını, iyi ameller üreten insanın gönlüne ben­zetebiliriz. Bir önceki ayette yer alan  (Nefsini kuvvetlendirmek i-çin) ifadesini, bu ayetteki 'cennet' kavramına bağlayarak; ruhu kuvvetlendir­menin, gönlü cennete çevirmek demek olduğunu söyleyebiliriz. Sadece Al­lah rızasını umarak yapılan ibadet ve davranışlar insan gönlünü cennete çe­virir. İbadete Allah rızasının dışında bir niyet karıştırmak, gönül cennetini çö­le çevirir. Minnet, eziyet ve riya bir kasırga gibi gönül bahçesindeki bütün bereketi yakıp kül eder. O gönüle sahip olanın bütün enerjisini yok ederek ihuyarlatır, neslinin de güdük kalmasına sebep olur. Çöle dönmüş bir gönüle, manevî gücü yok olmuş bir nesle sahip olmayı kim ister? İşte Yüce Allah'ın, soruyu, reddetme anlamında sormasının manası budur. [34]

 

Değerli Olanı İnfak Etmek:

 

267. Ey İman edenler! Kazandıklarınızın temizinden ve rı-zık olarak yerden çıkarttıklarımızdan infak edin. Size ve­rildiğinde, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü ma­lı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allah zen­gindir, övgüye layıktır.

Müfessirler, ayetin nüzul/iniş sebebi olarak, bazı müslümanlann malları­nın adi olanını infak etmelerini göstermektedirler.

Kısımlara ayırarak ayetin açıklamasını yapmaya çalışacağız.

1. (Ey inananlar! İnfak edin!)

Müfessirler "infak edin" emrinin, zekatla birlikte sadakayı da kapsayıp kapsamadığını tartışmışlardır. Bu tartışmaya girmenin bir faydası olacağına inanmıyoruz. "İnfak edin" emriyle, zekatın kasdedilmediği fikrindeyiz. Zira infak başka, zekat başka bir şeydir. Farkları ortadayken infak ile zekatı ayni-leştirmek doğru olmaz.

Bilindiği gibi zekattan sadece fakir istifade eder ve miktarı bellidir; infak ise her alanda sınırsız olarak yapılabilir. Öyleyse ayetteki "infak edin" emri­ni, "zekat verin" şeklinde anlamak doğru olmaz. Zaten kelimenin kendisi ne olduğunu ifade etmektedir. O zaman şu soru karşımıza çıkacaktır: Zekat farzda, infak nafile midir? Bizim Kur'an'dan anladığımıza göre, infak da farzdır. İnfakın farz olup olmadığım tartışmak yersizdir; Allah'ın emri olduğundan farziyeti kesindir.

2. (Kazandıklarınızın iyilerinden ve size yer­den çıkardıklarımızdan...) [35]

 

Tâbe-Tayyib Kelimelerinin Kur'an'daki Manaları:

 

'Kazanılan' kavramı ticaret mallarından elde edilen gelirlerle birlikte zi­raî ürünleri de ifade edebilir. "Size yerden çıkarttığımız" ifadesi de ziraî ürünleri kapsamaktadır. Burada açıklanması gerekli olan (tayyibât) ke­limesidir: Bu kelime tabe fiilinden türemiş olup sözlükte iyi olmak, hoş ol­mak, uygun olmak, sevinç vermek, tat vermek, memnun edici olmak, olgun­laşmak, olgunlaştırmak, hastanın iyileşmesi manalarına gelmektedir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır:

1. Beğenmek

Nisa suresinde bir erkeğin bir kadına karşı olan beğenisini ifade etmek için kullanılmaktadır:

Eğer yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz ka­dınlardan ikişer, üçer, dörder alın... [Nisa/3]

Muhammed Esed, ayette geçen (tâbe) kelimesine, "size helal olan" manasını vermiş; böylece beğenmenin hukukî sınırlarını da koymuştur. Peki ayete böyle bir mana verilmesi uygun mu? Zira 'beğenme' psikolojik bir olu­şum iken, 'helallik' hukukî bir kavramdır. Doğal olarak, insan kendine helal olmayan kadınla evlenemez. Öyleyse ayetteki tabe kelimesine, "beğen­me/hoşa gitme" manasının verilmesi daha uygun olur.

2. Hoş olmak

Zümer/73'te, muttakiler cennete sevkedilirken, cennetin kapısında bekle­yen melekler onları selamlayacak ve "Hoş geldiniz" diyeceklerdir. İşte bu iiİ (hoş geldiniz) ifadesi  (tâbe) kelimesinden türetilmiştir.

3. Gönül hoşluğu ile bağışlamak

Nisa suresinde şu ifade yer almaktadır:

 (Kendi azalarıyla bir kısmını size bırakırlarsa...) [Nisa/4]

Kelimenin buradaki manası bağışlamak, bırakmaktır.

4. Mutluluk

İman eden ve iyi davranışta bulunanlar için bu dünyada huzurlu, mutlu bir ha­yat; ahirette de varılacak yerlerin en güzeli ayrılmıştır. [Ra'd/29]

Ayetteki ifadesine, "ne mutlu" manası verenler vardır. "Onlar için mutluluk vardır" manası da verilebilir. Her iki manada da 'mutluluk' kelime­si yer almaktadır.

5. İyi ve güzel

De ki: "Kötü ve çirkin olan şeyler ile iyi ve güzel şeyler mukayese edilmez". [Maide/100]

Bu ayette tayyib kelimesi, (habîs=kötü) kelimesinin karşıtı olup ye­rine göre iyi, yerine göre güzel anlamına gelmektedir.

6. Bereketli, verimli

Tayyib kelimesi toprakla ilgili olarak kullanılınca, verimli münbit ve be­reketli manalarına gelmektedir:

Bereketli toprak ki, onun ekini Rabbinin izniyle fışkırır. [A'raf/58]

7. Saf

Hatadan arınmış, doğru ve tutarlı bilgiyi ifade için Hac suresinde geçmek­tedir:

Çünkü böyleleri sözün en iyisine, en tutarlısına yönelmekteler... [Hac/24]

İbareye, "Sözün en doğru olanına yönelmekteler" manasını vermemiz de mümkündür. Söz, bilgi manasına alınınca, bilginin en doğru, en güzel, en tu­tarlı ve en arınmış olanı akla gelir.

8. Temiz

Tayyib kelimesi 'temiz' anlamına kullanılınca iki boyutlu bir mana ifade etmektedir:

a. Nisa suresinde şu ifade yer almaktadır:

(O zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin). [Nisa/43]

Toprağın sıfatı olarak kullanılınca, toprağın temizliğini (burada teyem­müm yapılacak topraktır) ifade etmektedir.

b. Âl-i İmran suresinde "neslin temizliği" anlamına gelmektedir:

Aynı yerde Zekeriyya Rabbine yalvardı: "Ey Rabbim! Rahmetinle bana temiz bir nesil bağışla, zira sen her yakarışı duyarsın". [Âl-i İmran/38]

Hz. Zekeriyya sağlam, güzel ve temiz şahsiyetli bir nesil istemektedir. Buradaki "temiz nesil" kavramı, Meryem suresinde. (Katından ba­na bir veli bağışla) [Meryem/5] şeklinde yer almakta; temiz nesil, veli olarak ifade edilmektedir. Çocuğun veli veya temiz olması, temiz şahsiyetli olması anlamına gelir. Bu kavramlar birbirlerini tefsir etmektedir.

9. İffet

Tayyib kavramı Nur/26'da cinsel ahlâk bakımından iffeti ifade etmektedir: İffetli kadınlar namuslu erkeklere; namuslu erkekler iffetli kadınlara yakışır.

Ayette erkekler için 'namuslu', kadınlar için 'iffetli' manasını verdiğimiz kavram 4$ (tayyib) olup cinsel ahlâk bakımından leke almamış temiz ruh­lu erkek ve kadmı ifade etmektedir.

10. Arınmışlık

Onlar ki, bir annmışlık hali içindeyken melekler, "Size selam olsun, hayattay­ken yaptıklarınızdan dolayı girin cennete" diyerek canlarını alırlar. [Nahl/32]

Ruhunu, yani kalbini günah kiri ile kirletmemiş ve manevî ihtiyaçları için en güzel olanı yapan insanların ölüm anındaki durumunu anlatan bu ayette, cennete gidecek kadar annmışlığı ifade için bu kelime kullanılmaktadır.

11. Güzel ve ferahlık

Yüce Allah, Tevbe/72'de mü'min kadın ve erkeklere nasıl bir cennet va-adettiğini anlatırken, oturacakları meskenin özelliklerini açıklar ve bu kavra­mı kullanır:

(Adn cennetinde güzel ve ferah evler):

Manevî aleme ait olup, maddî bir şey gibi anlatılan objenin özelliğini ifa­de için bu kelime kullanılmıştır.

12. Elverişli

Yunus/22'de rüzgarın sıfatı olarak kullanılan bu kelimeye 'elverişli' ma­nası verilmektedir:

(Elverişli bir rüzgarla).

Yelkenli gemileri denizde hareket ettirecek oranda bir rüzgarı ifade için kullanılmaktadır. Ne gemiyi hareket ettiremeyecek kadar az, ne de sarsıntıya sebep olacak kadar fazla olmayan, tam kıvamında olan bir rüzgarı ifade et­mektedir. Aslında "hoş bir rüzgar" denebilirdi; ama ayette gemiyi hareket et­tirdiğinden bahsedildiği için 'elverişli' demeyi uygun bulduk.

13. Sağlam

Yüce Allah, İbrahim suresinde tayyib bir kelimenin/sözün özelliğini anla­tırken, kökleri yerde sağlam; dallan gökte olan bir ağacı örnek verir:

Allah'ın sağlam bir söz için nasıl bir misal verdiğini görmüyor musunuz? Kö­kü sapasağlam, dallan göğe doğru uzanan bir ağaç gibidir o. [İbrahim/24]

Ayetteki (tayyib) kelimesi, hem bilginin yani sözün, hem de ağacın sıfatı olmaktadır. "Kökleri yerde" ifadesiyle ağacın, dolayısıyla bilginin sağ­lamlığı, "dallan gökte" ifadesiyle de insanı yüceltici olduğu vurgulanmakta­dır. Köklerinin yerde olmasıyla, gıdayı geçmişten alan, dallanmn gökte ol­masıyla da meyvesini gelecekte, yücelerde veren bilgiye işaret edilmektedir. Bütün bu manalardan 'sağlam' anlamını uygun bulduk. [36]

 

Habîs Kavramı:

 

Verilen bu manalardan hareket ederek Bakara/267'ye dönersek, oradaki 4$ (tayyib) kelimesine değerli, güzel, insanlann ihtiyaçlannı gidermeye el­verişli manalannı verebiliriz. Ayet, kişinin gönül ferahlığı ile alabileceği de­ğerde olan bir maddenin infak edilmesini öngörmektedir. Ayette geçen habis kavramı da, tayyib kelimesine verdiğimiz manalann karşıtı olup adi, kötü, pis, sağlam olmayan, bayağı, kirli, tehlikeli, yaramaz, üzüntü verici, dert, kö­tü niyetli, bozuk, kusurlu, uğursuz manalanna gelir.

1. Çorak

Habîs kelimesi, A'raf/58'de verimli anlamına gelen tayyib kelimesinin karşıtı olup; çorak, ya da verimsiz manasını ifade etmektedir. Toprak ve ara­zi için kullanılınca bu manaya gelmektedir.

2. Kötü

Âl-i İmran/179'da "Sonunda Allah iyiyi kötüden ayıracaktır" ifadesi yer almaktadır. Burada da habîs kelimesi, tayyib kelimesinin karşıtıdır.

3. Pis

Nisa suresinde şöyle buyurulur:

Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu, büyük bir günahtır. [Nisa/2]

Ayette, sahibinin izni olmadan bir malı, kendi malına katarak kul hakkı yemek ve böyle büyük bir günah işlemek, habîs olarak nitelendirilmektedir.

4. İffetsiz

Nur/26'daki tayyib kelimesine -kadınlar için- iffetli, -erkekler için- na­muslu manasını vermiştik. Habîs kelimesi de aynı ayette bunun karşıtı olarak kullanılmış olup "iffetsiz, namussuz, lekeli" anlamlarına gelmektedir. Cinsel ahlâk bakımından bu kavram, iffetine sahip çıkamayanların sıfatı olarak kul­lanılmaktadır.

5. Çürük

İbrahim/24'te de birbirlerinin karşıtı olarak kullanılan tayyib kelimesine, 'sağlam', habîs kelimesine de "sağlam olmayan, çürük, kökü olmayan, göğe uzanmayan" manaları verilebilir:

Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma im­kanı olmayan bir ağaca benzer. [İbrahim/26]

Köksüz bilgiyi ifade etmek için kullanılan bu kelime, sağlam olmamayı, çürüklüğü, geçicilik ve faydasızlığı ifade etmektedir.

6. Çirkin

Yüce Allah, Enbiya suresinde cinsel bir sapıklık olan homoseksüelliği ifa­de etmek için bu kelimeyi kullanmıştır. Biz burada "çirkin/iğrenç" manasını vermeyi uygun bulduk:

Ve Lut'a da hüküm ve ilim verdik; onu, çirkin/iğrenç işler yapmakta olan memleketten kurtardık. Zira onlar, gerçekten fena işler yapan kötü bir toplu­luktu. [Enbiya/74]

Buradaki (habîs) kavramı, kötü ve fena anlamına gelen su' vefısk kavramlarına denk bir kötü davranışı; zinadan çok daha kötü olan cinsel sa­pıklığı: erkeğin erkekle ilişkisini ifade etmektedir. Çünkü erkeğin kadınla ilişkisi nikahla meşrulaştırılabilir, ama erkeğin erkekle ilişkisi asla meşrulaş-tınlamaz. İşte Yüce Allah, bu çirkin davranışı ifade için habis kelimesini kul­lanmaktadır.

Bakara/267'de yer alan (Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin) iba­resi; değersiz, adi, insanların ihtiyaçlarını gidermeye elverişli olmayan defo­lu mallan ifade etmektedir. Zaten ayetin devamı da bu kavramı açıklamakta­dır:

(Size verildiğinde küçümser bir şekilde bakışlarınızı çevirmeden kabul etmeyeceğiniz bayağı şeyleri seçmeyin).

Demek ki buradaki habis kavramı, yüzü ekşitmeden alınamayacak kadar adi, işe yaramaz, vasıfsız, defolu mal anlamına gelmektedir ki sahibinin kul­lanmaya değer bulmadığı bir malı fakire vermek demektir.

Ayetin bu kısmında geçen (tuğmidû) kelimesi ğameda fiilinden tü­remiş olup sözlükte gözü kapalı olmak, yerin çukur olması, evin ana yoldan uzak ve gizli olması manalarına gelmektedir. Ayette ise "göz yummak" anla­mını ifade etmektedir. Aslında bu kavram, insanın içinden geçen duygunun yüze vurmasını ve beğenmemezliği göstermektedir.

(Allah kendi kendine yeterlidir, her zaman övgüye layık olan­dır). Yüce Allah ayetin bu kısmında, kendisi ile ilgili bazı sıfatların bilinme­sini istemektedir. Bu bilgi, ayetin muhtevasında yer alan konunun temelini oluşturacaktır. Ayetin bu kısmında, fakirlere yardımda bulunurken, işe yara­yan iyi şeylerin verilmesi, kendine verildiğinde gözünü yummadan alamaya­cağı faydasız, adi şeylerin verilmemesi emredilmektedir. Bu ahlâkî kurala, dinin emri olarak kutsal kitabında yer veren Yüce Allah, bizzat kendi yaptı­ğına dikkat çekerek emrin yerine getirilmesini istemektedir. Ayetin sonunda (müstağni/zengin) olduğunu, bu nedenle infaka ihtiyacı bulunmadı­ğını beyan ederek infakın kendisine değil, kendi nzası için fakire verilmesi­ni ve karşılığının infak edene ödeneceğini açıklamaktadır. înfak eden kimse, karşılığını görecektir. Çünkü Allah ihtiyaçtan müstağnidir. Bu sıfatını zikret­mekle Yüce Allah, infakın karşılığının ne olacağı sorusunu cevaplandırmak­tadır. İnfak edene, sahip olduğu bütün nimetleri O verdiği ve bu konuda bü­tün hüküm ve açıklamaları O yaptığı için hamid'tir/övgüye layıktır. Yüce Al­lah kendisine mal verilmesini değil, hamdedilmesini istiyor. Sahip olunan ni­metin kaynağının Allah olduğunu bilmek ve bu nedenle O'na hamdetmek her müslümanın görevidir. İşte infak, bu bilgi temeli üzerine oturmalı ve bu bi­lincin ışığında tatbikata konulmalıdır.

Eğitim açısından ayetin bütününe bakacak olursak üç psikolojik, bir de sosyolojik olgunun bir araya geldiğini görürüz. Psikolojik olgular; infak edi­len insanın gönlünde oluşanlarla alakalıdır. Ayette geçen j& (ğamz) kavra­mı yeryüzünün alçakta kalan ve kolay görülmeyen kısmını ifade etmektedir. Onun için gülme esnasında yüzde oluşan çukurlara 'gamze' denir. Yüce Al­lah ğamz kelimesine psikolojik bir anlam yüklemektedir. İnfak edilen şey, in­fak edilen insanın gönlünde bir çukur oluşturmamalıdır. Adi şeyler infak edi­lirse, karşıdaki insanın gönlünde ister istemez bu çukur oluşturur. İnfak edi­lenin gönlünde bir sevinç ve bir ferahlık oluşturmak için de (tayyib) ola­nın infak edilmesi gerekir. İşe yarayan iyi şeyin infak edilmesinden asıl mak­sat, fakirin gönlünde bu oluşumun meydana gelmesidir. Diğer taraftan "bili­niz" emriyle de bu konuda Yüce Allah müslümanlara bir bilinç kazandırma­yı hedeflemektedir. Yine, infak, fakirlikle mücadele eden bir ibadet olması sebebiyle, toplumun ekonomik yaralarını sarmakta ve onları tedavi etmekte­dir. Böylece fakirliğin toplum hayatında açtığı sosyal yara çukurlarını da dol­durup tedavi etmektedir. Bir yara, işe yaramayan ilaçlarla tedavi edilemeye­ceği gibi, gönüldeki ve sosyal hayattaki yaralar da işe yaramayan malı infak etmekle tedavi edilemez.

Böylece Yüce Allah malî bir ibadetin, nasıl psikolojik ve toplumsal fay­dalara dönüştüğünü açıklamakta ve müslümanlara ibadetin faydalan konu­sunda ince dersler vermektedir. [37]

 

İnfakın Önemi:

 

268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve cimriliği emreder. Oysa Allah size bağışlamasını ve lütfunu vaadeder. Al­lah'ın lütfü boldur ve O, her şeyi bilir.

înfakın önemini anlamanın bir yolu da, şeytanın onunla aşırı bir şekilde ilgilendiğini bilmektir. Şeytanın bu aşın ilgisine karşılık, Allah da insanı onun etki alanından kurtarmak için infakta bulunana büyük ödüller vaadet-mektedir. İnsanı infak yapmaktan alıkoymak için şeytanın baş vurduğu iki kademeli bir metod vardır. Bu metodun analizini yaparak ayetin açıklaması­na devam edebiliriz: [38]

 

Fakr Ve Fahşâ Kavramları:

 

1. (Şeytan sizi fakirlikle korkutur).

Ayetin bu kısmında (fakr) kavramını açıklayacağız. Sözlükte fakr bir yeri kazmak, delmek, bir şeyi kırmak, malın yok olması, muhtaç olmak, afet, felaket, bela, hırs, yarık manalarına gelmektedir. Fakirlik kavramının bu manalarından hem psikolojik, hem sosyolojik, hem de ekonomik anlamlar çı­kartmamız mümkündür. "Bir yeri kazmak" manasıyla fakr kavramı, hem fer­din, hem de toplumun hayatındaki bütün dengelerin kazılmasını, erozyana uğramasını ve delikler açılmasını ifade etmektedir. Fakirlik, ferdin ruhunda ve sosyal dengelerde büyük yaralar açmaktadır. Ekonomik yapıda meydana gelen bu kırılmalar, ekonominin fay hattında meydana gelen derin depremle­rin sarsıntıları, psikolojik ve sosyolojik alanları etkisi altına alarak felaket ha­line dönüşmektedir.

'Yarık' manası ile fakirlik, toplum hayatındaki parçalanmalara, kavgalara ve sosyal hastalıklara işaret etmektedir.

Şeytan infakta bulunan kişiyi, fakirlik afetiyle korkutmaktadır. Şeytanın, insandaki korku motifini kullanmasını Yüce Allah'ın insanlara anlatması, şeytanın hangi eşikten girerek etki altına aldığını öğretmek amacına yönelik­tir. İnsanın iman zayıflığı, rızkını Yüce Allah'ın planladığına dair inancının zayıflığı, korku kapısından şeytanın girmesine neden olmaktadır. Aslında şeytanın insanı infaktan alıkoymak için fakirlikle korkutması nihai amacı de­ğil, cimriliğe sevketmesinin ilk basamağıdır. Korku ile sindirdiği insana em­retmeye başlamaktadır. Dikkat edilirse ayet, önce korkutma, sonra da emret­me eylemini gündeme getirmektedir. Şeytan fakirlik korkusunu insanın kal­bine salarak, tüm manevî dengelerini alt-üst etmekte; dengeleri bozulan ma­nevî yapının, şeytanın emri altına girmesi kolaylaşmaktadır. İnsanın manevî yapısının alt-üst olduğunu gören şeytan cimriliği emretmeye başlamakta; ar­tık insanı emri altına alabilecek ortamın hazır olduğunu görerek fakirlikle korkutmayı, cimriliği emretme eylemine dönüştürmektedir.

2. Ayetin bu kısmında geçen (fahşâ) karvamına bütün alimler 'cimrilik' manasını vermektedirler.

Yüce Allah şeytanın bu iki eylemini haber vermekle, cimrilik ederek in­fakta bulunmayanların, fakirin elinden tutmayanların bu eylemlerinin hangi nedene dayandığını gözler önüne sermektedir. Şeytanın fakirlikle korkutma­sı, cimriliği emretmesi sebep, infakta bulunulmaması ise sonuç olmaktadır. Böylece Allah Teala, sebep-sonuç ilişkisini kurarak, insan eylemlerinin ana­liz edilmesini öğretmektedir. Diğer taraftan şeytanın hangi duygulan kulla­narak inşam etki altma aldığını göstererek bilinçlendirme yolunu tutmakta­dır. Nerede fakirlik korkusuyla cimrilik yapılıyorsa, orada şeytanın faaliyet gösterdiğini bildirmektedir.

3. (Oysa Allah, size bağışlamasını ve lütfunu vaad eder).

Şeytan fakirlikle korkutup cimriliği emrederken, Allah bağışlama ve lütuf vaadetmektedir. Burada, "Allah infaka, fedakarlığa, cömertliğe çağırır" den­mesi gerekmez miydi? "Bağışlama/mağfiret" kavramı, infakın/cömertliğin meydana getirdiği temizliği ifade etmektedir. Çünkü sadaka vermek, infakta bulunmak, zekat vermek insanın hem malının, hem de ruhunun temizlenme­sini ve günahlarının silinmesini temin eder. 'Mağfiret', günahların temizlen­mesi anlamına gelmektedir. Bunu Tevbe/103 ayetinden çıkarıyoruz:

Onların mallarından bir sadaka al, ki bununla kendilerini temizlemiş ve iyilik­lerini bereketlendirmiş olursun.             

Bu ayette zikredilen "sadakanın temizlemesi", yorumunu yapmakta oldu­ğumuz Bakara/268'deki "günahları bağışlama" ifadesine denk düşmektedir. Birinde sadakanın temizlenmeye, diğerinde infakın bağışlanmaya vesile ol­duğunu görüyoruz. İnfakla sadakayı, temizlenme ile bağışlanmayı eşitlersek iki ayetin birbirini tefsir ettiğini anlarız.

Öyleyse Allah'ın bağışlama vaadi, infak etmeye ve dolayısıyla günahlar­dan temizlenmeye davet etmektir. Şeytanın cimriliği emretmesine mukabil, Allah cömertliğe davet etmektedir.

Tevbe/103'te (bereketlenme), Bakara/268'de ise (fadl= lütuf) kavramı yer almaka ve iki kavram birbirini tefsir etmekte; bereketlen­dirme ile lütfetme aynı manaya gelmektedir. Yapılan yardımın, verilen sada­kanın yerine bu dünyada başka nimetin fazlasıyla konmasına fadl/ilahî lütuf dendiği gibi, tezkiye/bereketlendirme de denebilir.

2. (Allah'ın lütfü boldur ve O, her şeyi bilir).

Yüce Allah mahlukatı hem yaratmış, hem de ona sürekli lütfetmektedir. Yaptıklarına karşılık kullara daha fazlasmı verme kudretine sahiptir; çünkü O egemenliğinde sınırsızdır.

Diğer taraftan Allah her şeyi bildiğinden, lütfunda bir eksiklik sözkonusu olmaz. Lütfuna, bilgisi eşlik ettiği için ayetin sonunda lütuf ve ilim sıfatlan birlikte zikredilmiştir. Kudreti, egemenliği, lütfü ve bilgisi sonsuz olan Allah dururken, insanların şeytanın çağırışına uyup cimrilik yapmalarının yanlışlı­ğı, ayette geçen kelime örgüsüyle ifade edilmektedir.

Şeytan insanı fakirlikle korkutması ve cimriliği emretmesi ile Allah'ın ba­ğışlama ve lütuf vaadetmesinin ne manaya geldiği bilincini insana kazandır­mayı amaçlayan bu ayet, insan aklının ve düşünme yetisinin faaliyet alanını da belirlemektedir. [39]

 

Hikmet En Büyük Değerlerden Biridir:

 

269. Allah dilediğine hikmeti verir; kime hikmet vermişse, ona büyük servet verilmiştir. Ama akıl sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.

Bu ayetin temel konusu hikmet, değer, düşünmek ve akıldır. Şimdi bu kavramların ekseni olan hikmeti ele alalım:

Hikmet kavramının kökü 'hakeme' fiili olup sözlükte hükmetmek, bir gö­rüş beyan etmek, karar vermek, kabul ettirmek, ceza vermek, yönetmek, ida­re etmek, otorite sahibi olmak, emretmek, hakim olmak, kontrol etmek, zap­tetmek, mani olmak, durdurmak, atamak, seçmek, ileri götürmek, dava aç­mak, kusur bulmak, kuvvetlendirmek, işi sağlamlaştırmak, iyi yapmak, ma-hirane iş görmek, mütahassıs olmak, bir şeyi adamakıllı, dikkatli ve mükem­mel yapmak, bir dile hakim olmak, bir kimsenin kendi yoluna sahip olması, fikirlerin, inanç ve adetlerin bir toplumda yerleşip kök salması manalarına gelmektedir. Çoğulu ahkam olan hükm kalıbı da, hikmet, anlayış, verim; ha­kem kalıbında Allah'ın isimlerinden biri; hükmi kalıbında meşru, kanuna uy­gun manalarına gelmektedir.

Hikmet felsefe, adalet, ilim, peygamberlik, basiret, akıllılık, genel kaide, düstur, vecize manalarına gelmektedir. Hikmetin kökü ha-ke-me fiili ise Kur'an'da şu manalara gelmektedir: [40]

 

Ha-Ke-Me Fiilinin Manaları:

 

1. Sağlamlaştırmak

Hac/52'de şu ifade yer almaktadır:

(Sonra Allah ayetlerini sağlamlaştırır).

Buradaki "ayetleri sağlamlaştırma" eylemini anlayabilmek için, ayetin önceki kısımlarına bakmak gerekir: Peygamberler bir şey yapmayı arzu edin­ce, şeytan onları oyalamaya girişir. Ama Allah şeytanın verdiği vesveseyi or­tadan kaldırıp ayetlerini sağlamlaştırır. Buradaki sağlamlaştırmak, kalbine yerleştirmek, açık ve anlaşılır, birbirini açıklayacak hale getirmek demektir.

2. Hüküm vermek

Allah, emaneti ehline vermenizi, ne zaman insanlar arasında hüküm verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. [Nisa/58]

Ama anlaşamadıkları şeyler konusunda kıyamet günü aralarında hüküm vere­cek olan Allah'tır. [Bakara/113]

Birinci ayette insanın, ikinci ayette ise Allah'ın hüküm vermesi zikredil­mektedir. Demek ki, hikmet kavramının türediği ha-ke-me fiili çözülemeyen, ihtilaf edilen meseleyi çözümlemek için verilen hüküm eylemini ifade etmektedir. Öyleyse hikmet, çözüm üreten bilgi anlamına gelmektedir. İhtilaf­ları çözerken, hakkı-haklıyı tesbit etme, hikmetin özüdür.

3. Kanun

Ha-ke-me fiili isim kalıbında, yani hükm olarak alındığında kanun, açık seçik hüküm manalarına gelir. Bu anlamı ile hikmetin hukukî anlamı ortaya çıkmaktadır. Aslında "hükmetmek" manası ile de, hukukî bir eylemi ifade et­tiği anlaşılmaktadır. Maide suresinde 'kanun' manasında kullanılmıştır:

Yoksa onlar, cahiliye kanunu mu istiyorlar? [Maide/50]

Demek ki, bir cahiliye çağının kanunu, bir de aydınlık çağın kanunu var­dır. Öyleyse hikmetin özünü, aydınlık çağın kanunu teşkil etmektedir.

Âl-i Imran/7'de yer alan (Açık ve kesin hükümlü ayetler) ifadesin-deki muhkemat kavramı 'hüküm' demektir. Açık ve kesin hükümlü demek ise, doğru kanun demektir. Hukuk sistemini insanların yararına olacak şekil­de düzenleyen hukukî düşüncenin ürettiği kanun, hikmetin özünü teşkil et­mektedir. Kanun, aklın 'lübb' ve 'hilm' boyutları tarafından üretildiğine gö­re, hikmet de bir ölçüde onların ürünü olmaktadır.

4. Karar vermek

Allah'a çocuk iftirasında bulunan inkarcılar şöyle dedi: "Allah kızları oğlan­lara tercih etmiştir". [Saffat/153]

Onların bu iftirasına karşılık Yüce Allah "Ne oluyor size, nasıl karar ve­riyorsunuz?" [Saffat/154] buyurmaktadır. (Nasıl karar veriyorsu­nuz?) ifadesinde, "Nasıl değerlendirme yapıyorsunuz?" manası da vardır. Bu manadan hareket edersek, hikmetli sözün, karar verilmiş bir söz olduğu orta­ya çıkar. Hikmette, karar verme, değerlendirme vardır.

5. Sağlam muhakeme

Âl-i İmran/79'daki (hükm) kelimesi "sağlam muhakeme" yeteneğini ifade etmektedir. Yüce Allah ayette bir insana verdiği üç özelliği ele almak­tadır: Kitap, hükm ve peygamberlik. Kitap vahyi, hükm sağlam muhakeme gücünü, nebi de peygamberliği ifade etmektedir. Buradaki hükm hikmet, hik­met de sağlam muhakeme manasını taşımakta; Yusuf/22 ile Kasas/14 ayeti de bu manayı teyit etmektedir. Her iki ayette de £İ (hükm) kelimesinden son­ra  (ilm) kelimesi gelmektedir. Demek ki hükm, ilimden önceki bir oluşumu; bilgiyi meydana getirecek olan akim sağlam muhakeme gücünü ifade et­mektedir. Zaten akim muhakeme gücünün bulunmadığı yerde hikmet meyda­na gelemez.

6. Düşünme yeteneği

Meryem/l 2'deki £İ (hükm) kelimesi, düşünme ve kavrama yeteneği an­lamına gelmektedir:

Çünkü o daha küçük bir çocukken, Biz ona doğru ve kuşatıcı düşünme yete­neği vermiştik.

Ayetteki hükm kavramı, bir çocuğa doğuştan verilen doğru düşünme po­tansiyelini ifade etmektedir. Demek ki, sağlam muhakeme ile doğru düşün­me yeteneği, hikmetin köklerinin insanın içinde potansiyel olarak bulundu­ğunu göstermektedir. Sağlam muhakeme ile doğru düşünme yeteneği hikme­tin gıdalandığı iki kaynağı teşkil etmektedir.

7. Doğru ile yanlışı ayırabilme yeteneği

Şuara/83'e Hz. İbrahim'in duasmda ye alan £1 (hükm) kavramı, doğru ile yanlışı ayırabilme yeteneği ve bilgisini ifade etmektedir:

(Ey Rabbim! Bana hükmedebilme yeteneği ve bilgisi bağışla).

Buradaki (hükm) hem yetenek hem de bilgi olarak görülmeli ve iki­sinin hamurundan oluştuğuna dikkat edilmelidir. Doğru ile yanlışı ayırma manasına gelen hükm, doğru ile yanlışı ayırmanın bir yetenek ve bir bilgi işi olduğunu ifade etmektedir. Bu anlamıyla hükm hikmet, hikmet de basiret an­lamına gelmektedir. Çünkü doğru ile yanlışı ayırabilme yeteneğine aynı za­manda 'basiret' denmektedir. Basiret de, gönül gözü anlamına gelmektedir. Bir insana hükm, ya da hikmet verilmesi, gönül gözü verilmesi demektir. Göz, sadece görür, gönül gözü ise hikmet üretir. A'raf/201'de şeytanî etki ile rahmani etkiyi ayırabilme, basiret olarak nitelendirilmektedir.

8. Peygamberlik

Bakara/251 'de geçen 'hikmet' kavramı 'peygamberlik' manasına gelmektedir:

Davud da Calut'u öldürdü; Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi ve istedi­ği şeyin bilgisini öğretti.

Zemahşerî, Beydavî, Hâzin, Nesefî, İbn Abbas ayetteki 'hikmet' kelime­sine 'peygamberlik' manası vermişlerdir.

Demek ki, her peygamber hikmet sahibidir. Bu durumda hikmet, peygam­berlik ile yetenekleri kullanma boyutunun toplamı; peygamberi düşünme yeteneğidir.

9. Kemale erdirici bilgi

Hikmet, bütün yabancı maddelerden arındırılmış, damıtılmış bilgi anlamı­nı da ifade etmektedir. Bu bilginin en önemli özelliği, insanı kemale/olgun­luğa ulaştırmasıdır. Yüce Allah Kamer suresinde hikmetin bu özelliğine dik­kat çekmektedir:

Son noktasına ulaşmış bir hikmet (gelmiştir onlara), ama uyarılar yarar sağla­madı. [Kamer/5]

Son noktasına ulaşmış hikmet, insanı olgunluğa ulaştıran bilgi demektir.

10. İlahî bilgi

Hikmet, Allah katında olan ve peygamberlere vahyedilen bilgidir. İsra su­resinde hikmetin bu manasına işaret  edilmektedir:

Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir, [lsra/39]

Bu anlamda, hikmetin bir parçası olan vahyin içerdiği mesaj, Allah'a şirk koşmamak ve şirkin getirdiği cezadır [İsra/39]. Bu manada hikmet, şirkin ne kadar kötü olduğunun ve neticesinin cehennem olacağının bilgisidir.

Diğer taraftan Lokman/12 ayetinde, hikmeti meydana getiren diğer amel­ler açıklanmaktadır, ki bunlar Allah'a şükretmek, O'na karşı nankörlük etme­mektir. Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin değerini bilip karşılığında şükretmek ve nankörlük etmemek, hikmetin diğer bölümlerini oluşturmaktadır. Bu ayet­te Lokman'a öğretilen hikmetin içeriği beyan edilmektedir.

Demek ki, istikbalde ateşten kurtulmak için şirk koşmamak, şükretmek ve nankörlük etmemek, hikmeti teşkil etmektedir. Hikmetin özünü teşkil eden ha-ke-me fiili çeşitli kalıplarıyla, "kanun koyucu" [Maide/50] "hakim" [Ba­kara/188]; "hakem yapmak, hakemliğe baş vurmak, hakimiyetine teslim ol­mak" [Nisa/35, 60, 65] anlamlarına gelmektedir.

Sağlamlaştırmak, hüküm vermek, kanun, karar vermek, sağlam muhake­me, düşünme yeteneği, basiret, peygamberlik, ilahî bilgi manalanyla hikmet, -söylendiği gibi- nazarî ve amelî olmak üzere iki boyutlu değil, psikolojik, nazarî ve amelî olmak üzere üç boyutludur. Psikolojik boyutuyla hikmet, sağlam muhakeme, düşünme yeteneği, doğru ile yanlışı ayıracak basiret denen gücü ifade etmektedir. İsra/39 ayetini yorumlarken nazarî boyutuyla hik­metin derin bilgi, ince ve derin bir gerçeği dile getiren söz anlamını ifade et­tiğini söyleyen Muhammed Esed, onun nazarî boyutuna dikkat çekmektedir. Mesela: İsra/39 ayetinde hikmetin bir parçası olan Allah'a şirk koşmamak, bir inanç şekli olduğundan hikmetin nazarî; istikbalin cennet olması için ge­rekeni yapmak da amelî boyutunu teşkil eder.

Peygamberlik anlamı ile ele aldığımızda hikmetin üç boyutunun bir araya geldiğini görürüz: yetenek, vahy/bilgi ve tatbikat/amel. Yetenek, bilgi ve amelî boyutlarıyla hikmet, peygamberlik müessesesini meydana getirmekte­dir.

Razi, Bakara/269 ayetinin yorumunda, hikmetin, nazarî ve amelî boyutu­na ilginç örnekler verir. Taha/14'te ise hikmetin hem nazarî, hem de amelî bo­yutunun olduğunu söyler:

(Gerçek şu ki, Allah Benim; Benden başka ilah yok) ibaresi, nazarî hikmettir.

(O halde sadece Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl) iba­resi de hikmetin amelî kısmım teşkil etmektedir.

Diğer bir örnek olarak da Muhammed/19 ayetini verir:

(Bil ki, Allah'tan başka bir tanrı yoktur) ibaresi, nazarî hikmet; (Ve günahına istiğfar et) ifadesi de amelî hikmettir. Hikmetin eği­timle ilişkisini kurarken Nahl/125 ayetini dikkate almalıyız:

Sen, Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et!

"Davet etmek" bir din eğitimi meselesidir. Eğitimde hikmetin yer alması­nı isteyen bu ayet, hikmetle eğitimin yalan bir ilişki içinde olmasını şart koş­maktadır.

"Hikmetle Allah'ın yoluna davet etmek" kesin delillerle yapılacak olan eğitimi ifade etmektedir. Olayların, sebep-sonuç ilişkisini kurarak açıklan­ması, varlıkların yaratılış amacmın ortaya konması, tabiat bilimlerinden de­liller getirilerek insan aklının ilahî kudreti anlamaya sevkedilmesi bu mana­da hikmettir. Diğer taraftan bu ayetteki hikmet, tatbik ederek, yaşayarak Al­lah'ın yoluna davet etme anlamına da gelebilir. Güzel Öğüt de hikmetin naza­rî boyutunu teşkil edebilir. Bu durumda şu kaide ortaya çıkar: Önce tatbikat, sonra davet. Bir fikrin, -tatbikat olmadan- sadece söylenmesiyle etkili olma­sı mümkün değildir.

Allah yoluna davetin hikmetle yapılması, hakikatin ve varlıkların mahiye­tinin delile dayalı bilgi ile ortaya konulmasını ifade etmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/269 ayetini, önceki iki ayetle bağlantı kurarak açıklarsak hikmetin eğitimle ilgili boyutunu ortaya koymuş oluruz. İnfakın sosyal hayattaki etkisini, sebep-sonuç ilişkisi içinde bilerek tatbik etmek, in-fakı karşıdaki insanın gönlünde bir mutluluk uyandıracak şekilde ve malın iyisinden yapmak, başa kakmamak, minnet altında bırakmamak, infaktan ka­çınmanın gerisindeki nedenin şeytanın etkisi olduğunu bilmek, Allah'ın ba­ğışlama ve lütuf vaadettiğinin bilincinde olmak, hikmeti teşkil etmektedir.

İnsanın içinde kopan fırtınalar vardır, bu fırtınaların nereden kaynaklandı­ğını anlamak basiret olduğuna göre, buradaki basiret de hikmeti teşkil etmek­tedir. Bakara/268'de insanın içinde cereyan eden oluşumlar ele alınmaktadır. Fakirlik korkusuyla infaktan kaçınmanın gerisinde şeytanın bulunduğunu an­lamak; bağışlama ve lütfün arkasında Allah'ın olduğunu bilmek ve inanmak hikmettir. Onun içindir ki Yüce Allah, bu ayetten sonra hikmet ayetini gön­dermiştir. İnsanın içinde beliren isteklerin, arzuların, niyetlerin, dürtülerin ar­ka planındaki gücü görmesi ve kendine ona göre yön vermesi hikmettir. Eği­timde hikmet, bu basireti ve düşünüp görme yeteneğini harekete geçirmek anlamına gelmektedir.

Yüce Allah A'raf/201'de takva, düşünce ve basiret arasındaki ilişkiyi, şey­tanın etkisiyle ilgili örnekte şöyle kurmaktadır:

Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, düşünür ve hemen gerçe­ği görürler.

Ayet, düşünceden basirete giden yolu göstermektedir. Şeytanın etkisini, ya da insanın içinde kopan fırtınaların şeytanî olup olmadığını düşünüp an­lamak, hikmettir.

Bu esastan hareketle diyebiliriz ki, Bakara/267 ve 268. ayetlerde yer alan bilgilendirmeler, hikmetin kendisidir. Böylece sebep-sonuç ilişkisini kurabil­me yeteneğinin, bu yeteneği bilgiye dönüştürme ve hayata geçirmenin, hik­meti teşkil ettiği anlaşılır.

Başka bir ifadeyle yetenek, bilgi ve amel arasındaki dengenin, yani adaletin tesis edilmesi, hikmetin doğması demektir. Bu dengeyi sağlayan insan orta yol üzerinde, yani doğru yolda olacaktır. Bu durumda "orta yoP'un hik­met olduğunu ifade edebiliriz. Kendi iç aleminde akıl, gönül ve nefis arasın­da denge kuran, doğru bilgi üreten ve ürettiği bilgileri hayata geçiren insan hikmetli insandır. İşte Kur'an'ın hedefi bu tip insan yetiştirmektir. Yetenek, bilgi ve eylem boyutuyla hikmet, şahsiyetin tümünü kapsamakta ve üç bo­yutlu oluşumun adı olmaktadır. Hikmetle Allah'ın yoluna davet etmek, insan­ların içinde bulunan ve Allah'a yönelme özelliğine sahip olan yeteneklerini işlemek, onları bilgilendirmek, doğru düşünme sanatını öğretmek ve eyleme dönüştürmek anlamına da gelmektedir. Zemahşeri hikmet'i, bilgi ile amelin uyumluluğu; hakîm'i de bildiği ile amel eden kimse olarak tanımlamaktadır.[41]

(Ve her kime hikmet verilirse, doğrusu ona en bü­yük hayır verilmiş olur).

Yüce Allah, ayetin bu kısmında hikmeti tanımlamakta ve ona hayr, yani değer veya lütuf adını vermektedir. "Hikmetin verilmesi" ifadesinden anlıyo­ruz ki, hikmetin birinci boyutu yetenektir. Anlayışın, kavrayışın ve düşünme kabiliyetinin hikmetin bu yönünü teşkil ettiğini daha önce söylemiştik. Ayet­teki "verme" eylemi, bu yetenekleri insana yaratılıştan verilmesini ifade et­mektedir.

"Verme" eylemi, öğretmek manasına da alınabilir. O zaman hikmetin na­zarî boyutu ile amelî boyutu anlaşılmış olur. Demek ki hikmet, öğretilen ve elde edilen bir değeri ifade etmektedir. Ayetteki "en büyük değer" ifadesi, hikmetin evrensel bir değer olduğuna işaret etmektedir. "Hikmet mü'minin yitiğidir, onu bulduğu yerde alır"[42] hadisi de hikmetin evrenselliğine işaret etmesinin yanısıra, onu herkesin üretebileceğine de dikkat çekmektedir. Mil­let ve kültürler üstü bir özelliğe sahip olan hikmet, değerlerin en önde gelen­leri arasında yer almaktadır. Bu yönüyle hadis, hikmetin nazarî boyutunu gündeme taşımakta ve onun bilgi özelliğine işaret etmektedir. Böylece müs-lümana, kimin ürettiğine, kimin söylediğine bakmaksızın hikmeti almak öne­rilmektedir. Yabancı maddelerden arınmış olduğu için hikmet, hiçbir zaman ve mekanda değerini kaybetmeyen bilgiyi ifade etmektedir.

Bu noktadan hareket edildiğinde denebilir ki: Hikmetin, büyük bir hayır olması, büyük bir manevî servet, yani kazanım olması anlamına gelir. Hik­met, insanın akıl ve gönül ikilisinin kaynaşmasından doğan veya Allah tara­fından vahyedilen bilginin davranışlara, oradan topluma ve insanlığa yayılan bir ışıktır. Yüce Allah hikmeti insana verirken, akıl ve düşünce alanını onun limanı olarak belirlemekte ve onlarla yakın ilişkisine işaret etmektedir. (Akıl sahibi olanların dışında kimse bunu düşünüp anlaya­maz). [43]

 

Lübb Kavramı:

 

Allah Teala, hikmetin ne kadar büyük bir değer olduğunu kavrama gücü­nü lübb'e (akla) vermiştir.

Bözlükte ilik, öz, çekirdek içi, cevher, ruh, buğday tanesi, ağaç ve dallar­daki yumuşak öz, meselesinin ruhu-hulasası, asıl, en iyi parça, kalp, zeka, zi­hin, akıl ve anlamak manalarına gelen lübb, fiil olarak yani lebbe kalıbında kullanılınca bir yerde kalıp ikamet etmek, kırıp çekirdeğini çıkarmak, akıllı davranmak, davarın göğsüne kayış vurmak, ekinin meyvalannın belirmesi anlamım ifade etmektedir. Le-be-be kalıbından alındığında yakasından tutup çekmek, ekinin tanesinin irileşip iç bağlaması ve bir konuda tereddüt etmek anlamına gelmektedir. Lubab kalıbında ise, her şeyin özü, lekesizi, halisi, ce­vizin içi ve gerdanlık yeri manasını ifade etmektedir. Telebbebe kalıbından alınınca silah kuşanmak; lebib kalıbından alınınca bir şeye bağlanıp vaz geç­memek, akıllı demektir. Bu kavram, kalpteki şefkat ve merhamet damarları manasına da kullanılmaktadır. Lübb'ün (aklın) Kur'an'a göre hem manası, hem de işlevleri şunlardır:

Ra'd/19'a göre lübb'ün (aklın) birinci görevi düşünmektir. "Selim akıl" ma­nasını veribileceğimiz lübb kavramının başına ulü kelimesi getirildiğinde se­lim akıl sahipleri anlamına gelmektedir. "Selim akıl" ifadesinde, lekesiz ve ha­lis anlamı öne çıkmaktadır. Gerek Ra'd/19 ve gerekse yorumunu yapmakta ol­duğumuz Bakara/269'da bu ibarenin geçtiği cümleye "Ancak selim akıl sahip­leri düşünür" manasını vermek mümkündür. Bu tür düşünme yeteneğine sahip olanlarla olmayanlar arasında, kör ile gören arasındaki fark kadar büyük fark bulunmaktadır. Bu anlamdan hareket ettiğimizde hikmetin, körlüğü ortadan kaldıran ve görmeye sebep olan bir değer, bir akıl faaliyeti olduğu ortaya çı­kar. Öyleyse hikmet, karanlığı aydınlığa çeviren bir düşünce biçimidir.

Lübb (selim akıl) -çekirdeğin kabuğunu kırıp özünü filizlendirmesi ma­nasından hareket edersek- insanın doğasında bulunan iyiliklerin üstündeki kabuğu kınp, insanın cevherini ortaya çıkarma faaliyetinde bulunmaktır. Öyleyse hikmet, insanın cevherinde var olan özelliklerin yeşerip ürün olarak ortaya çıkmasıdır. Bu anlamıyla eğitimin ta kendisidir.

Tefekkür, akıl ve hikmet üçlüsü, cehaletin kabuğunu kınp özün ortaya çıkmasını ve hakikatin keşfini temin etmektedir. Gözün, görme fonksiyonuy-la insanın önündeki çukurları, yarları, engelleri görmesini ve tehlikelerden uzak durmasını temin etmesi gibi, akıl da düşünme faaliyetiyle insanın önün­deki manevî engellerin, tehlike ve çukurların farkına varmasını sağlar. İşte insanı sakındırmak manasıyla hikmet, akim düşünme faaliyetiyle aynileş-mektedir.

Lübb (selim akıl), düşünme faaliyetiyle meselelerin özüne iner, karşılaş­tığı her şeyi araştırır ve asıl manayı yakalar. Asıl manası 'öz' olan lübb/akıl, özü arar ve ona ulaşmak için bütün kabukları kırar. Demek ki akıl, öz'e sev­dalıdır, onunla beslenir. Akılla hareket eden insan, meselelerin özüne iner ve onların arkasındaki nedenleri yakalar. İşte lübb (akıl) ile hikmetin bir başka ilişkisi de budur. Hikmetle akim ilişkisi tefekkür alanında iki boyut­lu faaliyet gösterir. Bir taraftan içten dışa doğru hareket ederek, özün dışa vurması için; diğer taraftan dışardan öze inmek için kabuklan kırar. İçten dışa, dıştan içe doğru iki yönlü hareket ederek akıl, hikmet faaliyetini ger­çekleştirir.

İlik manasıyla lübb, iliğin kan yapması ve vücudu beslemesi gibi, insanın manevî gıdasmı oluşturan bütün davranışlan üreten ilik konumundadır. Buna göre aklın ürünü olan düşünce, manevî besleyicilik yönüyle hikmetle ayni-leşmektedir.

İsfehani'nin "ilim ve akılla gerçeği bulma"[44] şeklinde tanımladığı hikmet bir taraftan akıl, diğer taraftan bilgi ile gerçeği yakalamak manasına gelmek­tedir. İsfehani'nin bu tanımı Ra'd/19 ayetine denk düşmektedir.

"İşi sağlam tutma" manasıyla hikmet ile düşünen akıl arasında bir ilişki vardır. "Bir şeye bağlanıp vaz geçmemek" manasıyla lübb (akıl) hikmetin iş­levini görmektedir.

"Ahde vefa, antlaşmaya riayet" gibi erdemler ve onların eyleme dönüştü­rülmesi, hikmetin yapısını meydana getiren temel değerlerdir. Ahde vefa ve antlaşmaya riayet -Ra'd/20 ayetine göre- düşünen aklın ürünleridir.

Lübb'ün (akim) diğer bir görevi de, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği şey­leri bitiştirmektir. İnsanın Allah ile, insanın insanla ve insanın iç aleminde aklın, kalp ve nefsin bitiştirilmesi, hikmetin önemli bir boyutunu teşkil et­mektedir.

Allah'a saygı duymak, gelecekteki hayatı konusunda endişe etmek, sab­retmek, ibadet yapmak, fakirin elinden tutmak, kötülüğe iyilikle mukabelede bulunmak, öğüt ve ibret almak, tercihinde isabet etmek gibi eylemler de lüb­b'ün (aklın) ürünleri arasında yer almaktadır. Lübb'ün hikmetle olan ilişkisi düşünülürse, bu eylemlerin hikmetin oluşumunda rol aldıkları anlaşılır. İşte Yüce Allah'ın "Derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anla­yamaz" [Bakara/269] buyurduğu hikmet budur. Bakara/269'daki hikmet kav­ramı hakkında -bağlamı dikkate alarak- şu genellemeyi yapmamız mümkün­dür: Hikmet, inancın, düşünce ve duyguların eyleme dönüştürülmesinden sonra o eylemlerin manevî getirişini yok etmemek için gerekli olanı yapmak­tır. Başa kakmak, zarar vermek, riyakarlıkta bulunmak, sevmediği malı infak etmek gibi davranışlar, hikmeti yok etmektedir. Bunların tersini yapmak; ya­ni şeytanın çağırışı yerine, Yüce Allah'ın bağışlama ve lütuf vaadine kulak vermek hikmeti oluşturmaktadır.

Nefsin ve şeytanın bu konudaki çağınlanna mani olmak, kendini frenle­yip zaptetmek hikmeti oluşturmaktadır. İlahî öğretilerin ve aklın otoritesine saygı duymak anlamına gelen hikmet kavramının içi, insana faydalı olan bil­gi ve eylemle doldurulmaktadır. Onun için hikmet büyük bir hayır, yani bü­yük bir değer olmaktadır. Dışardan gelip insanın özüne yerleşen veya insanın özünden çıkıp bütün insanlığa yayılan hikmet, evrensellik kazanan bir değer­dir. İlim-amel, söz-fiil bütünlüğü onun sevdalandığı bir oluşumdur. Yorumu­nu yapmakta olduğumuz Bakara/269'un (Allah dilediğine hikmet verir) cümlesi, hikmetin ilahî kaynaklı olan boyutuna; (De­rin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz) ifadesi de, hikmetin kesbî, yani beşerî çabalarla kazanılabileceğine işaret etmektedir. Hikmetin, hem aklın kullanılması ve tabiat kitabının araştırılması suretiyle kazanılan bir boyutunun, hem de ilahî boyutunun bulunduğu bu ayetle sabit olmaktadır.

Demek ki hikmet, ilahî öğretim ile beşerî öğretimin kesiştiği noktada or­taya çıkmaktadır. İlahî öğretimin en önemli metodu olan ilham ve vahy ile, beşerî aklın düşünme eylemi bir araya gelince, hikmet denen değer ortaya çıkmaktadır. Böylece, insana zararlı ile faydalı olanın bilgisini veren hikmet; insanı, zararlı olandan korumak, faydalı olana sevketmek eylemini gerçek­leştirmektedir. Hikmet, akıl ile ilahî öğretimin birleşmesinden doğan ve ha­yata yön verip onu zenginleştiren, yumuşatan ve çekilir kılan bir değerdir. [45]

 

İnfak Ve Adak:

 

270. Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı el­bette Allah bilir. Zalimler için yardımcı yoktur.

Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:

1. İnfak edilen ve nezredilen şeyi Allah bilmektedir.

B akara/3'te ve 261. ayetten buraya kadarki ayetlerde infak kavramı hakkın­da yeterli açıklama yapıldığı için, burada nezir kavramını açıklayacağız: Söz­lükte ithaf etmek, vakfetmek, Allah'a adamak, adak, yemin etmek, uyarmak, ihtar etmek, haber vermek, nota vermek manalarına gelen bu kavram; nezir ka­lıbından alınınca peygamberlerin bir vasfı ve görevini ifade etmektedir. [46]

 

Nezr Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

Nezere kalıbından bir görevi üzerine almak; nezire kalıbından ise ihtiyat­lı davranmak, bir şeyi bilip sakınmak, enzere kalıbından dikkatini çekmek, uyanık tutmak, korkutmak, sakındırmak; nezr kalıbından adak, diyet mana­larına gelmektedir. Bu kavramın Kur'an'daki manaları ise şunlardır:

a. Adamak

Fiil kalıbında alındığında "adamak, ahdetmek" manalarına gelmektedir. Meryem/26'da Hz. Meryem'in Allah'a "susma orucu" adaması veya ahdetme­si zikredilmektedir:

Sonra da ye-iç, gözün aydın olsun! Ve eğer insanlardan birini görürsen ona "Ben Allah'a susma orucu adadım" de!

Bizim adak diye çevirdiğimiz kelime nezr'dir.

İmran'ın karısı -ki Hz. Meryem'in annesidir- "Rabbim! Rahmimdekini Senin hizmetine adayacağıma söz veriyorum" [Âl-i İmran/35] diyerek çocu­ğunu nezretti/adadı.

Kelime, "Varsa adaklarını yerine getirsinler" [Hac/29] ayetinde olduğu gibi isim kalıbında kullanıldığında "kurban adağı" anlamına gelmektedir.

b. Uyarmak

Ahkaf/21'de hem fiil kalıbında "uyarmak" hem de isim kalıbında "uyarı­cı" anlamında geçmektedir:

Ad kavminin kardeşini an. Zira o, -ondan önce ve sonra nice uyarıcılar da ge­lip geçmiştir- Ahkaf bölgesindeki kavmine: "Allah'tan başkasına kulluk et­meyin. Ben sizin büyük bir günün azabma uğramanızdan korkuyorum" de­mişti.

Uyarmak, uyarıcı ve uyan manaları aynı kavramın değişik kalıplarından çıkmaktadır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/270'te, infak ve adağın Allah ta­rafından bilindiği vurgulanmaktadır. Burada eksen konu, Allah'ın bu ibadet­leri bilmesi ve o bilincin insanlara kazandırılmasıdır.

Müslüman infakını ve adağmı yerine getirirken başkasının bilmesini he­def almamalı; çünkü böyle bir niyet amelin sevabını ortadan kaldırır [Baka­ra/264]. Maddî yardımlar sosyal boyutlu olduğu için, ibadete her an riya/gös­teriş karışma ihtimali vardır. İşte bu ihtimali ortadan kaldıracak şey, Allah'ın her şeyi bildiği ve karşılığını da ona göre vereceği inancıdır. Ayetin birinci bölümü, bu eğitimi vermektedir.

2. (Zalimler için hiç yardımcı yoktur).

Ayetin bu kısmı, birinci bölümüyle bağlantılı olarak ele alınmalıdır. İn-fakına riya karıştıran, yani insanların bilmesi için gayret gösterip ibadetini Allah'ın bildiğini dikkate almayan kimse, amelinin sevabını ortadan kaldırdı­ğı için kendisine zulmetmiştir.

Zulüm, bir şeyi yerli yerine koymamak olduğuna göre, bir ibadeti Allah için değil de, insanlar bilsin diye yapmak bir zulümdür. Çünkü ibadete tek la­yık varlık Allah'tır.

Zalim, ahirette kimseden yardım alamayacaktır; çünkü infakta bulunur­ken, Allah'ın rızasını değil, insanların bilmesini, görmesini, övmesini arzu et­miştir. Bunun zıddını alırsak, sadece Allah rızasını umarak infakta bulunan kimsenin, ahirette yardıma mazhar olacağını söyleyebiliriz.

İnfak ve adağın hangi niyetle yapıldığının Allah tarafından bilindiği inanç ve bilincine, hangi niyetin zulüm olduğuna dikkat çekmek suretiyle Allah Te-ala insanı eğitmekte, ona eylemlerinin hangi esaslara göre yapılması gerektiği­ni öğretmekte ve böylece iyi müslüman olmanın yollarını göstermektedir. [47]

 

Înfakın Metodları Ve Etkinliği:

 

271. Yardımları açıktan yapmanız güzeldir; ama fakire gizlice vermeniz sizin için daha hayırlı olur ve günahları­nızın bir kısmını örter. Allah yaptığınız her şeyden haber­dardır.

Yüce Allah bu ayette 'sadaka'nın nasıl verileceğini açıklamıştır. Sadaka, Tevbe/60 ve 103. ayette zekat, yorumunu yapmakta olduğumuz Baka­ra/271 'de infak manasına gelmektedir. 270. ayetteki infak kelimesi, bu ayet­te sadaka ile tefsir edilmiştir. Hz. Peygamber'in şu hadisinde de 'harcama' anlamında infak manası taşımaktadır:

Kişinin ailesine verdiği nafaka (yaptığı harcama) sadakadır.[48]

Demek ki sadaka, zekat olabileceği gibi, infak da olabilir. Genelde Ze-mahşeri'yi takip eden müfessirler, nafile sadakaya infak; farz olan sadakaya zekat demektedirler.

Bize göre, infak ile zekat arasındaki fark, infakın nafile, zekatın farz olması değildir; çünkü infak da farzdır. İkisi arasındaki temel fark, zekatın sadece faki­rin hakkı olması [Tevbe/60]; infakın ise herkese açık olması ve miktarının belli olmamasıdır. Mesela: Okul, yol, çeşme, cami ve hastahane gibi hayır yerlerine yapılan infaktan herkes istifade eder. Ama zekat sadece fakire verilir. Bu farktan dolayı birinin nafile, diğerinin farz olduğunu söylemek doğru değildir.

1. Sadaka vermenin metodlan

Yüce Allah ayetin birinci bölümünde şöyle demektedir:

(Sadakayı açıktan vermeniz ne güzeldir).

Örnek olma gibi önemli bir etkinliği olduğundan Yüce Allah, infak anla­mındaki sadakanın açıktan verilmesinin güzel olduğunu söylemektedir. An­cak, minnet altında bırakma, eziyet etme ve gösterişte bulunma gibi yanlış davranışlarla infakın boşa çıkarılmaması gerekir.

Diğer taraftan sadakanın açıktan verilmesi başkalarını teşvik etme bakı­mından çok faydalıdır. Ama açıktan verilen sadaka, doğrudan ferde değil, ha­yır müesseselerine verilmelidir. Kamunun yararlanacağı bir müesseseye açıktan infak etmek minnet ve eziyetten uzak olacağı için daha iyidir.

Ayetin ikinci bölümü, kişiye verilecek sadakanın, gizli olmasının daha iyi olduğunu vurgulamaktadır:

(Fakat fakire gizlice vermeniz sizin için daha hayır­lı olur ve günahlarınızın bir kısmını örter).

Demek ki sadaka, ferde gizli, kamunun istifade edeceği yerlere aşikar ve­rilmelidir.

 Yüce Allah, "Sizin için daha iyidir" demek suretiyle insana olan faydası­na dikkat çekmektedir. Sadakanın, kişiye gizlice verilmesi, toplumda sınıf­laşmayı önlemekte, sadaka alanın aşağılık duygusuna kapılmasına ve utan­masına meydan vermemektedir. Fakirlik, hem toplumun hem de ferdin ayı­bıdır. Bu ayıbı örtmek için yapılan infak, infakta bulunan kimsenin günahla­rını da örtmektedir.

2. İnfakın etkinliği

(Gizlice yapılan infak günahlarınızın bir kısmını örter).

Ayetin bu kısmında infakın, infak edene getirişi açıklanmaktadır. Ayetin bu kısmında geçen (keffere) kelimesi 'örter' anlamına gelmektedir. Fa­kirlik denen ayıbın infak yoluyla örtülmesine Yüce Allah, günahların örtül­mesi yani bağışlanması ile karşılık vermektedir.

İşte infakın en büyük etkinliği budur. Bir insandaki fakirlik ayıbını örte­nin, Allah da günah ayıbını örter. Ayetin bu kısmı, maddî yardımın nasıl ma­nevî bir faydaya dönüşüp insana geri döndüğüne dikkat çekmektedir.

Ayetin bu kısmında yer alan (seyyiat) kavramına "günah, kötülük" manası verilebilir. Günah psikolojik ve dinî; kötülük ise hem sosyolojik, hem de dinî bir mana taşımaktadır. 'Günah' olarak alırsak ^ (keffere)ye bağış­lama ve örtme, 'kötülük' olarak alırsak düzelme manası verebiliriz. Kötülük­lerin giderilmesi, düzelme manasına gelmektedir. Ayette çoğul olarak geldi­ğine göre "kötülükler" şeklinde mana vermek daha uygun olur. Çünkü infak, sosyal bir faaliyet olduğundan, getirişi de sosyal olacaktır. İnfak etme gücü­ne sahip olanlar infakta bulunursa tüm toplum bundan yararlanır ve toplum­daki fakirlik ayıbı örtülür.

3.  (Allah yaptığınız her şeyden haberdardır).

Yine ayetin sonunda, yapılanların mutlaka değerlendirmeye tabi tutulaca­ğı garantisi verilmektedir. İnfak eden başkasının haberdar olup olmamasına önem vermemeli, zira önemli olan Allah'ın haberdar olmasıdır. Gizli veya aşikâr yapılan infaktan Allah'ın haberdar olup onu değerlendirmeye tabi tut­masından daha büyük bir garanti olamaz. Ayetin sonunda verilen bu ilahî ga­ranti, infak ibadetine çok güçlü bir teşvik oluşturmaktadır. İnfakının getirişi­nin ne olacağı, kim tarafından nasıl değerlendirileceği sorulan insanı daima tedirgin eder. Ayet bu sorulan cevaplandırmak suretiyle tedirginlikleri ortadan kaldırmaktadır.

Yapılan infaktan Yüce Allah'ın haberdar olduğu inanç ve bilincinin getir­diği rahatlık, eylemi ibadete dönüştürmekte ve iman ile birleştirmektedir. Bu bilinç, ibadetin sadece Allah rızası için yapılmasını temin ettiği için getirişi­ni fazlalaştırmakta, kişinin müslümanlığım güzelleştirmektedir. Sadece Allah rızası umularak -gizli ya da aşikâr- yapılan infak güzel olduğu için, infakta bulunan kimsenin de güzelliğini artırmaktadır. [49]

 

Hidayet Alanı Allah'a Aittir:

 

272. Ey Peygamber! İnsanları hidayete erdirmek senin işin değil, zira ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. Ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla, başkalarına her ne iyilik yaparsanız bu kendi yararınızadır. Çünkü ya­pacağınız her iyilik size olduğu gibi geri dönecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.

Bu ayet, hidayet ve infak meselesine çözüm getirmektedir. Ayetin analizi­ni yaparken bölümlere ayırmayı uygun gördük:

1. Hidayet alanı Allah'a aittir

'Hidayet' kavramını Bakara suresi'nin ilk ayetlerinde açıklamıştık. Tekra­ra düşmeden burada kast edilen hidayetin ne olduğunu izah etmeye çalışaca­ğız. Kur'an'da hidayet "rehberlik" anlamına geldiği gibi, "iman etmek" ma­nasına da gelir. Bakara/2'ye göre Kur'an, Enbiya/73'e göre de.peygamber ve ilim adamları "rehberlik etmek/yol göstermek" anlamında hidayet edebilir­ler. Bu ayetlerden Enbiya/73'ü ele alabiliriz:

Ve onları emirlemiz doğrultusunda (başkalarına) yol gösteren önderler yaptık.

Ayette yer alan (yehdûne) kelimesi, hidayetin fiil kalıbmdandır. "Rehberlik ederler, yol gösterirler" manasına gelen bu fiilin faili insan olan peygamberlerdir. Ama onların yol göstermesi, Allah'ın emirleri doğrultusun­da olmaktadır. Kendi istek ve fikirleri doğrultusunda yol göstermeleri müm­kün değildir. Hidayetin rehberlik ya da yol gösterme boyutu, beşerî alana ila­hî hükümler doğrultusunda girmektedir.

"Şok dönüş" diyebileceğimiz hidayet alanı tamamen Allah'a aittir. Yoru­munu yapmakta olduğumuz ayette, inkardan imana iletme faaliyetinin Al­lah'a ait olduğu vurgulanmakta ve bu görevin kimseye verilmediğine dikkat çekilmektedir.

(İnsanları hidayete erdirmek senin işin değil) ifadesi, senin görevlerin arasında insanları inkardan imana çevirmek yoktur anlamına ge­lir. Ayetteki hidayet, inkardan imana dönüşü ifade ettiğine göre, bu alan Al­lah'a aittir. Bu noktadan hareket edersek, Peygamber'in görevinin Allah tara­fından şu ayette belirlendiğini söyleyebiliriz:

Biz seni onların bekçisi olarak göndermedik, sana düşen görev, mesajı ilet­mektir. [Şuara/48]

İnkardan imana erdirme anlamındaki hidayet, peygamberin eğitim alanı dışında kaldığına göre, "Falan kişi, falan kişiyi hidayete erdirdi" demek, in­sanı şirke düşürür. Bir kimsenin, inkarda olan birini bilgilendirmesi ve Al­lah'ın hidayeti için hazırlaması, onu hidayete erdirdiği anlamına gelmez. Zi­ra; kalbin inkar psikolojisinden imana geçişini yalnızca Allah temin eder. Bu durumu şöyle bir benzetmeyle izah edebiliriz: Ameliyat olacak kişiyi başka­ları hazırlar ama, ameliyatı doktor yapar. Birisi diğerini iman operasyonu için -eğitimle- hazırlar ama, operasyonu ancak Allah yaparak inkarı onun gön­lünden çıkarır.

Diğer taraftan Yüce Allah ayetin bu kısmında dilemesine dikkat çekmek­tedir ki bu, ilahî hidayette Allah'ın dilemesinin temel öğeyi oluşturduğu an­lamına gelir. Yüce Allah hidayet ederken dilemesini esas almakta; insanlara  avetteki dilediğini ifadesi, Enbiya/73'de emriyle şekline dönüşmektedir.

2. İnfak edenin infakı kendisinedir

Yüce Allah, ayetin ikinci kısmında, infakın faydasımn kime ait olduğunu bildirmektedir:

(Başkalanna her ne iyilik yaparsanız kendi yarannı-zadır).

Peki ayette nasıl bir hüküm vardır? "Ana-babamın cam için" diyerek yar­dımda bulunmak, "Geçmişlerinin ruhu için" diyerek iyilik ve yardım talep etmek ve yapılan hayrın ya da ibadetin sevabını ölülere bağışlamak halk ara­sında hayli yaygındır. Mesela: Okunan Kur'an'ın sevabı, -başta Hz. Peygam­ber olmak üzere- bütün müslüman ölülere bağışlanır. Ölmüş olan ana-baba adına hacca gidilir, kurban kesilir veya bir eser yaptırılır.

İşte bu ayet bu tür uygulamaların doğru olup olmadığına açıklık getirerek; infaktan ötürü meydana gelen sevabın infakta bulunan kişiye ait olduğuna dikkat çekmektedir. "Ölmüş annem veya babam için çeşme yaptırıyorum" ifadesinde gizli şirk vardır. Ayetin devamı infakın nasıl bir niyet ve amaçla yapılacağını göstermektedir.

3. İnfak Allah rızası için yapılmalıdır

(Ve yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için harcamanız şartıy­la...) [50]

 

İbadette Niyetin Yalnızca Allah'a Olduğuna Dair Ayetler:

 

Allah rızasını elde etme niyetinin dışında bir niyetle infak ve ibadet yapı­lamaz ve yapılmamalıdır. "Babamın canı için bu ibadeti veya hayrı yapıyo­rum" demek yerine, "Allah rızası için yapıyorum" denmesi gerekir. Ayet, ha­yırda nasıl niyet edilmesi gerektiğine ışık tutmaktadır. "Benim kastım Allah nzasıdır, bununla birlikte ölmüşlerimin canı için" demek bu şirki ortadan kaldırmaz veya ona mazeret teşkil etmez. Diğer taraftan bir hayır yapan kim­se, ondan sevap alıp alamadığım bilemez. Bilse dahi dağıtma yetkisine sahip değildir. İbadette niyetin sadece Allah'a ait olduğuna dair şu ayetleri zikrede­biliriz:

a. Ve onlar ki, Allah'ın rızasını umarak güçlüklere karşı sabrederler. [Ra'd/22] Güçlüklere, belalara Allah'ın rızası umularak sabredilmelidir.

b. Öyleyse yakınlarınıza, muhtaçlara ve yolculara haklarını verin; bu Allah'ın rı­zasını kazanmak isteyenler için en doğrusudur, en iyisidir. [Rum/38]

Fakirlerin, zenginlerin malında haklan vardır. Bu hakların ödenmesinde niyet Allah'ın rızasını elde etmek olmalıdır:

c. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o kim­seler, evet onlar kat kat artırılanlardır.

Ayet, zekatın verilişindeki niyet ve amacın yalnız ve yalnız Allah rızası olmasını şart koşmakta ve bunun eğitimini yapmaktadır.

d.  Sabah akşam Rablerinin rızasını kazanmak için O'na yalvaranları kovma! [En'am/52]

Duada niyet Allah'ın nzası olmalı, araya başkası sokulmamalıdır.

e. Biz sizi yalnız Allah nzası için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz. [İnsan/9]

Müslüman, dünyevî ve insanî bir karşılık beklemeden, sadece Allah nza­sı için açlan doyurmalıdır.

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/272, ayette yer alan &'*£ (vec-hullah=Allatiu\ yüzü) ifadesiyle, "Allah'ın nzası" kasdedilmektedir. Ölüleri için, ölülerinin ruhlannı anarak sadaka verenler, ibadet yapanlar, niyetlerini bir kere daha gözden geçirmeli ve şirkten kurtulmanın yolunu aramalıdırlar.

4.  (İnfak ettiğiniz hayr, size tamamen geri ödenecek­tir).

İnfakın karşılığı, onu yapana sevap olarak ödenecektir. Yapılan infak, öl­müşlerin ruhuna gitseydi Yüce Allah bu hükmü ayete koyar mıydı? Allah Teala, infak meselesini en ince aynntılanna kadar açıklamış; karşılığının sevap olarak kime ödeneceğini de bildirmiştir: İnfakın sevabı, yapana aittir. Buna rağmen, infakın sevabını ölülere bağışlayan kimsenin durumu ne olur? "Ölen bir kimsenin amel defteri üç şeyden dolayı kapanmaz..." mealindeki hadisi Bakara/3 ayetinin tefsiri esnasında açıklamıştık. Bu hadisi öne süren­ler, hadise yanlış mana veriyorlar. Zira hadiste, -dirinin ölü için yaptığı hay­rın sevabının ölüye gideceği değil- sağlığında hayır yapmış olan ölünün, insanlar onlardan istifade ettikçe sevap kazanacağı ifade edilmektedir.

5. (Ve size asla haksızlık yapılmayacaktır).

Yüce Allah, kendi rızası uğruna malından fedakarlık yaparak fakirin elin­den tutan veya toplum yararına yardımda bulunan kimsenin amelinin değer­lendirilip karşılığının verileceğini, bu konuda haksızlığa uğramayacağını söylemekle, zulme başka bir anlam da getirmektedir.

İnsanların ürettikleri faydalı amelleri değerlendirmek ve onlara karşılığı­nı vermek Allah'ın tatbikatı olduğundan, insanlar da aynı sünneti takip etme­lidirler, aksi takdirde zulmetmiş olurlar. Başarılan değerlendirmeyen toplum­lar zulüm işlemiş olacaklarından, gelişip ilerleyemezler.

Bu ayetten çıkardığımız ilkeleri kısaca belirtecek olursak, diyebilirz ki in­kardan imana geçiş gibi şok bir değişim diye tarif edilebilecek hidayet alanı Allah'a aittir. Bu alana peygamber bile müdahale edememektedir. İnfak Al­lah rızası için yapılmalıdır. İnfak yapan, kendi lehine yapmış olup karşılığı da kendisine ödenecektir ve bu konuda asla zulme uğramayacaktır. [51]

 

Sadaka Kimlere Verilir?

 

273. Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vakfedip çarşı-pazar dolaşmayanlara verin. Durumlarını bilmeyen, iffet ve dilenmemelerinden dolayı onları zengin sanır; sen onları alametlerinden tanırsın: insanlardan arsız bir şe­kilde istemekten kaçınırlar. Ve onlara ne iyilik yaparsanız, doğrusu Allah hepsini bilir.

Bu ayetin iniş sebebi, Medine'de kalacak yerleri ve akrabaları olmayan muhacirlerden -sayılan kırk civarında olan- suffe ashabıdır. Mescid-i Ne-bi'den ayrılmayan bu kimseler Kur'an okuyor, ibadet ediyor ve her gazveye iştirak ediyorlardı.[52] Ayetin iniş sebebi olan bu tarihsel boyutu günümüze ta­şımamız ve onu evrensel ufuklara kadar götürmemiz gerekir.

Ayetin analizini yaptıktan sonra, bu evrensel boyutu ele alacak ve ona güncellik kazandırma gayreti içinde olacağız. Fakat öncelikle, utancından di-lenemeyen ayetin eksen şahsiyetlerinin vasıflarını belirlememiz gerekiyor. Razi, bu sıfatların neler olduğunu geniş bir şekilde açıklamaktadır.

I. Ayetteki fakirlerin vasıflan:

a. (Kendilerini Allah yoluna vakfetmişlerdir).

Ayetin bu kısmında bulunan ve kendilerini Allah yoluna vakfeden kimse­lere işaret eden (ellezîne) kelimesi sıla cümlesinin başlangıcıdır. Fakir­lerin adının verilmeyip bu kelime ile ifade edimesi, meselenin muayyen ki­şilerle sınırlı olmadığını, ayetin evrensel olduğunu gösterir; her asır ve dö­nemde bu tip insanlar bulunabilir.

Ayette yer alan (ihsâr) kelimesi, haşere kelimesinden türemiş olup sözlükte kuşatmak, etrafını çevirmek, içine almak, abluka altına almak, mu­hasara etmek, mani olmak, alıkoymak, niyetinden çevirmek, sınırlamak, ge­ri tutmak, sınırlandırmak, hulasa etmek, daraltmak, bir araya getirmek, bir yere kapanıp kalmak, kendini soyutlamak manalanna gelmektedir. Razi, "ih-sar" kalıbına, kişiyi yolculuğundan alıkoyacak hastalık, yaşlılık, düşman, er­zakın bitmesi manalarını vermektedir. [53]

 

İhsâr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:

 

Bu kelimenin Kur'an'daki manalan ise şunlardır.

1. Kalbi korku sarması

Nisa/90'da (Kalplerini korku sardı) ifadesi yer almaktadır. Keli­menin psikolojik anlamım ifade eden bu ayet, insanı savaşmaktan alıkoyacak derecede büyük bir korkunun kalbi kaplamasını ifade için kullanılmaktadır.

2. Kuşatmak

Tevbe/5'te, düşman ordularını kuşatmak; İsra/8'de, hakikati inkar edenle­ri cehennemin kuşatması manasına gelmektedir. Her iki ayette ortak olan ma­na "kuşatmaktır".

3. Alıkoymak

Bakara/196'da, "bir ibadeti yapmaktan alıkonmak" anlamını ifade etmek­tedir.

4. İffet

Âl-i İmran/39'da Hz. Yahya'nın sıfatı olarak geçmekte ve iffetli, temiz, gü­nahsız anlamlarına gelmektedir.

Bu manalardan hareket edersek, kendilerini Allah yoluna hasretmiş, vak­fetmiş ve diğer işlerden kendilerini engellemiş, alıkoymuş, manalarını ver­memiz mümkündür. Tabii ki, öncelikle gönüllerini Allah'a vakfetmişlerdi. Bu manaları günümüze aktardığımızda, diyebiliriz ki: Ayet, kendisini dünya iliş­kilerinden kesip ilimle meşgul olan ve sadece Allah için iş gören insanların her zaman olabileceğine ve bu insanları desteklemenin zorunluluğuna işaret­te bulunmaktadır.

b. (Yeryüzünde dolaşmaya güçleri yetmez).

Ayetin bu kısmında, sözkonusu kimselerin para kazanmak için ekonomik faaliyetlerde bulunamadıklarına, ekonomik faaliyetlerden uzak kaldıklarına dikkat çekilmektedir. Toplumda, cihatla veya ilmî meselelerle uğraşan insan­ların ekonomik faaliyette bulunma imkanı olmayabilir. Müfessirlerin "Bu ayette işaret edilen kimseler, cihatla meşgul olanlardır" demeleri, doğru ola­bilir ama, bugün biz bunlara askerler diyebiliriz. Öyleyse ayet, askere gittiği için evini geçindirme imkanına sahip olamayanlara yardım edilmesini ön görmektedir.

Er olarak askere gidenlerin ailelerinin ekonomik bakımdan desteklenme­si bu ayetin kapsamına girmektedir.

Kendilerini Allah yoluna vakfedenlerden kasıt, sadece ilmî araştırma ya­panlar da olabilir. Hem ticaret, hem de ilmî faaliyet bir arada yürümeyeceği için, geçim darlığı çeken ilim erbabını desteklemek de bu ayetin kapsamına girer. Ancak, tembelliği nedeniyle imkânsızlık yaşayanlar, bu gruba dahil edilemez.

c. (Bilmeyenler iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder).

Bu tür insanların diğer bir özelliği de, başkaları tarafından zengin zanne­dilmeleridir. Bunlar iffetlidir, içinde bulundukları maddî imkansızlığın ızdı-rabmı dışarıya yansıtmazlar. Bir şeyi bırakmak ve ondan vazgeçmek mana­sına gelen iffet kavramı, içinde bulunduğu ihtiyacı başkasına hissettirmemek anlamını ifade etmektedir.

Yüce Allah onların bu durumunu iffet kelimesiyle açıklarken, iffetin sa­dece cinsel ahlâkla ilgili bir kavram olmayıp ekonomik bir kavram da oldu­ğuna işaret etmektedir. Cinsel içgüdüsünü disipline etmek, dışarı vurup cin­sel ahlâksızlık yapmamak ile; ekonomik ihtiyaçlarını dışa vurup dilenmemek aynı erdemi ifade ettiği için, Yüce Allah iki eylem arasında bir benzerlik kur­muş ve her iki durum için de iffet kelimesini kullanmıştır.

d. (Sen onları alametlerinden tanırsın).

Yüce Allah, insanın içindeki psikolojik durumunun yüze yansıdığına, iç­teki oluşumları yüzden okumanın mümkün olacağına dikkat çekerek, ince bir analiz yapmaktadır. Bu açıklamadan hareket edersek diyebiliriz ki, insanın siması, -kalbindekileri dışa vurması sebebiyle- okunan bir kitap gibidir.

İnsanın içindeki mutluluk veya hüzün yüzüne yansır ve bu, bir kitap gibi yüzünden okunur. Demek ki yüz/sima içteki mutluluğu da, acıyı da yansıtan, görünmeyen satırlardan oluşan bir kitap mesabesindedir. Bunun anlamı şu­dur: İnsanın içinde bulunduğu psikolojik durum, kan dolaşımını etkilediği için kan yüzden geçerken, simada değişikliğe sebep olmaktadır. Mutluluk duyan kimse ile, ızdırap içinde olan kimsenin kan dolaşımı farklı olacak ve neticede yüzde farklı yansıyacaktır. Onun için mutluluğun, heyecan ve acı­nın yüzdeki satırları ve ifadeleri farklı olmaktadır. Bunu birkaç örnekle açık­layabiliriz:

Fetih/29'da mü'minlerin secdelerinin yüzlerine yansıdığı ifade edilmekte­dir:

(Secde izinden onların nişanlan yüzlerindedir).

Bundan, secde eden insanın secdesindeki samimiyetinin ve Allah'a olan sevgisinin kan dolaşımım etkileyip yüzüne yansıdığı sonucunu çıkarabiliriz.

Yüzlerindeki nur, onların sedce ettiğini göstermektedir, başka bir deyişle on­ların secde ettikleri, yüzlerindeki nurdan bellidir.

Enfal/2'de ise, yanlarında Allah anıldığında inananların kalplerinin titredi­ği söylenmektedir. Demek ki, Allah'a karşı duyulan sevgi, kan dolaşımını et­kilemekte, kalbin atışını hızlandırmakta ve bu da yüze yansımaktadır. Tıpkı, ilk defa bir kızla buluşan gencin heyecandan yüzünün kızarması gibi. Allah sevgisi ile dolu olan gönül, Allah anıldığında hemen harekete geçmektedir. Bu bize gösteriyor ki, yaşanan manevî duygular, beden kitabını harekete ge­çirmekte ve özellikle yüz ifadesini değiştirmektedir.

İşte inananın, maddeyi etkileme gücü nedeniyle Yüce Allah "Sen onları, si­malarından tanırsın" diyor. Sima sadece mutluluğu, ızdırabı, acıyı, heyecanı ve sevgiyi yansıtmıyor, aynı zamanda ekonomik ihtiyacı da yansıtıyor. Fakat fakirliğin yansıması, yüz kitabının çok ama çok derinliklerinde bulunduğu için bu kitabın ilgili satırlarını bulup okumak, erdemli zenginlerin işidir. Onlar fa­kirlerin yüzlerindeki ihtiyaçları göz ile değil, gönül gözüyle okurlar.

e. (Onlar yüzsüzlük edip de insanlardan istemezler).

Yüzsüzlük edip dilenciliği meslek edinmek Hz. Peygamber tarafından ye-rilmiştir:

Dilencilik kapısını açan kimseye Allah da fakirlik kapısını açar.[54]

Kim dilencilik yapmaz da kendini müstağni hissederse, Allah onu ihtiyaçsız kılar. Kim dilencilik yapmaktan haya ederse, Allah o kimseyi iffetli kılar.[55]

Başka hadislerinde Hz. Peygamber, odun toplayıp hurma karşılığında sat­mayı dilenmekten daha üstün görmüştür. Dilencilikle geçim temin etmek, onurlu bir davranış değildir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, toplumun gelir dağılımını dengeli bir şekilde gerçekleştirmemek de dilenciliği körükler. Yü­ce Allah bu ayette bir yandan, utandığı için dilenmeyen, yüzsüzlük etmeyen insanların erdemine dikkat çekerken, diğer yandan da zenginlere bu tip in­sanları arayıp bularak yardım etmeyi emretmektedir. Böylece Kur'an'ın, ne kadar gerçekçi davrandığı ve ne kadar sosyal bir din olduğu da ortaya çık­maktadır.

II. (Ve onlara iyilik yaparsanız elbette Allah hepsini bilir).

Gerçek ihtiyaç sahibini bulmak ve onun ihtiyacını gidermek Allah katın­da çok değerli olduğundan ayetin bu kısmında Yüce Allah yapılan infakm kendisi tarafından bilindiğini söylemektedir. Allah Teala'mn "biliyorum" de­mesi, o ibadeti önemsediği, dikkate aldığı, değerlendirdiği ve onun boşa git­mediği/gitmeyeceği manasına gelir. Gerçek ihtiyaç sahiplerini arayıp bulmak ve onların elinden tutmak gibi erdemli bir ibadeti Yüce Allah kutsamaktadır. İnsanın insana yaklaşması, Allah'ın yaklaşmasını temin edeceğinden, dertli­nin derdi ile ilgilenenin derdi ile de Allah ilgilenecektir. [56]

 

İnfak Edene Korku Yoktur:

 

274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikar infak eden­lerin mükafatları Rableri kalındadır. Onlara ne korku var­dır, ne de üzülürler.

1. Yüce Allah bu ayette, infakm muayyen zamana bağlı olmadığına işaret etmekte ve bazı kimselerin gece ve gündüz demeden mallarını hayır işlerin­de sarfetmelerini bir değer olarak öne çıkarmaktadır.

273. ayette infakm kimlere yapılacağını ele almıştık; burada ise ne zaman ve nasıl yapılacağım izah edeceğiz. Gece yapılan infakm fakirlere, gündüz yapılan infakm da kamu menfaatine yönelik olan yerlere yapılması daha uy­gun olur. Okul, çeşme, yol, camii ve hastahane gibi yerlere gündüz; fakirle­re ise gece yapılması en doğru metod olduğu için, Yüce Allah gece ve gün­düz ifadesine yer vermekte ve hayır yapanın da cömertliğini takdir ettiğini ifade etmektedir. Malını Allah uğrunda hayırda kullanan bilinçli bir müslü-man için zaman mefhumu önemli değildir.

2. İnsan, gizli ve aşikar infak yapabilir. 271. ayette bu konuyu açıklamış­tık. Ancak burada iki ayet arasındaki sıkı münasebete dikkat çekmek istiyo­ruz. 271. ayette yer alan (yardımları açıktan yaparsanız) ifade­si, 274. ayette " (aşikar); 271. ayette yer alan (gizlice verme­niz) ifadesi de 274. ayette geçen (gizlice) kavramına denk düşmektedir. 271. ayette açıktan verilmesi ilk sırada, 274. ayette ise ikinci sırada zikredil­mektedir.

Diğer taraftan 'gizli' ve 'aşikar' kavramlarını, 274. ayetteki 'gece' ve 'gündüz' ifadeleriyle de denkleştirmemiz mümkündür. Gizli yapılan infak gece; aşikar yapılan infak da gündüz olursa, gece gizliliğe, gündüz de aşikar olmaya denk düşer. İnfakın "gizli" ve "aşikar" olarak yapılması Ra'd/22'de de ele alınmaktadır. Burada Adn cennetine girecek olanların dokuz amelin­den biri olarak zikredildiği halde, Bakara/274'te tek başına ele alınmaktadır. Ra'd suresinde akıl sahibi insanın ameli olarak ele alınırken, Bakara/274'te toplumdaki fakirlik ayıbını örtmenin erdemi olarak işlenmektedir. Ra'd sure­sinde akıl faaliyeti olan düşüncenin ürünü; Bakara/274'te toplumsal ekono­mik ihtiyacın giderilmesindeki ahlâkî erdem olarak takdim edilmektedir. Her iki ayeti bir araya getirdiğimizde şu değerlendirmeyi yapabiliriz: İnfak akıl­dan doğan düşünce ile beslenen ürünlerini toplumda veren bir meyva ağacı gibidir.

2. (Onların mükafatı Rableri katındadır Onlara korku yoktur üzüntü de çekmezler).

Malın, gece-gündüz, gizli-aşikar hayır yolunda harcanmasının, topluma sağladığı faydanın yamsıra, harcayan kişiye de getirişi vardır. İşte ayetin bu kısmı, hayır yapana, karşılığının ne şekilde döndüğünü açıklamakta; infakın iki türlü getirişi olduğuna dikkat çekmektedir. Bu getiriyi çeşitli şekillerde açıklayarak, meseleye farklı boyutlarda yaklaşmayı deneyeceğiz. "Onların mükafatı Allah katındadır" ifadesi, ahirete yönelik olabilir. Gece ve gündüz; gizli ve aşikar infakta bulunan kimsenin alacağı sevabın miktarı belirtilme­mekte; sadece Allah katında olduğu söylenmektedir ki bu belirsizlik, onun sonsuzluğunu ifade eder. Konuya bu açıdan bakılınca, infakın karşılığının ahirette verileceği ortaya çıkar.

"Onların mükafatı Rableri katındadır" hükmü ahirete tahsis edildiğinde, korkmama ve mahzun olmama ödülünün de ahiret için olduğu -Enbiya/103 ayetine dayanılarak- söylenebilir:

En büyük dehşet dahi onlara üzüntü vermez.

Demek ki infak ameli, ahirette herkesin akıbeti konusunda korktuğu ve üzüldüğü sırada, korku ve üzüntüyü ortadan kaldıracaktır. Bununla birlikte, infakın karşılığı sadece ahiretle sınırlı değildir, aynı zamanda dünyada da gö­rülür: Yüce Allah infakta bulunan kimsenin malım artırır.

Fakirlerinin elinden tutan zenginler kıskançlık ve hasedin meydana geti­receği düşmanlık duygusuna maruz kalınacaklarından, hayatları konusunda korku ve endişe duymazlar. Toplumda fakir-zengin çekişmesinin doğuracağı sosyal yaralardan korku ve endişeleri olmaz. Fakirin hakkı olan zekat ve in­fak verilmemesi, zamanla haset ve düşmanlık doğurur, bu da zenginleri ha­yatları konusunda korku ve üzüntüye sevkeder. Fakirin iniltisinin işitildiği ve elinden tutulduğu toplumlarda korku olmaz. [57]

 

İnfakın Şartları:

 

İnfak, hasedin, kin ve düşmanlığın oluşturduğu kirli ırmağı kurutmakta, onun yerine sevgi, dayanışma ve kaynaşma ırmağı akıtmaktadır. Çünkü/ in­fak, sevgiyi de yanına alarak fakirin gönlüne taşımaktadır. Bakara süresinde­ki infakla ilgili ayetlerin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Buraya kadarki açıkla­maları özetlersek şöyle diyebiliriz:

1. İnfak, takva sahibi olmanın en önemli yollarından birini teşkil etmek­tedir. [Bakara/3]

2. İyi denen değere sahip olmak, ferdî ve sosyal bakımdan onu hayata ge­çirmenin önemli şartlarından biridir. [Bakara/177]

3. Harcamak manasına gelen infak, ana-babaya, akrabalara, yetimlere, fa­kirlere ve yolda kalanlara yapılmalıdır. [Bakara/215]

Yine, köle azat etmek, yani bir kimseyi hürriyete kavuşturmak için infak­ta bulunulmalıdır. [Bakara/177]

Yine, kendilerini Allah yoluna vakfetmiş ve bu uğurda çalışan, hayasından dolayı dilenmeyen kimselere infak yapılmalıdır. [Bakara/273]

4. Kendisinin ve ailesinin ihtiyaç fazlası infak edilmelidir. [Bakara/219]

5. Karz-ı hasen, yani güzel bir borç olarak da tanımlanan infakı, Allah kendisine verilmiş borç olarak kabul etmekte ve karşılığını kat kat vereceği­ni hükme bağlamaktadır. [Bakara/245]

6. İnfak eden insan, yedi başak veren ve her başağında yüz tane olan bir tohum misali berekete kavuşacaktır. Hatta onun karşılığı sonsuz da olabilir [Bakara/261]. Allah rızası ve kendi şahsiyetini kuvvetlendirmek için infak yapan insan, yağmur yağdığında iki kat, yağmadığında da normal ürün veren verimli arazideki bir bostana benzer. [Bakara/265]

7. Yapılan infak, gösteriş için yapılmamalı, başa kakılmamalıdır, aksi tak­dirde boşa gider. [Bakara/263-264]

8. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikar Allah yolunda harcayanlar ahirette mükafaatlanm alacakları gibi, bu dünyada da korku ve üzüntüden emin olacaklardır. İnfakına, minnet ve eziyet katmayanlar da bu gruba dahil­dir. [Bakara/262, 274]

9. Kazanılan ve ziraatla elde edilen malların temiz ve değerli olanları, ken­disine verildiğinde rahatlıkla alabileceği eşyalar verilmelidir. Sevdiği malı in­fak etmedikçe iyiye (birr'e) ulaşılamayacağı bilinmelidir. [Bakara/177, 267]

10. Sadaka şeklindeki infak, hem gizli, hem de aşikar olarak verilebilir. Ferde verilenin gizli, kamu için verilenin açık olması -teşvik açısından- da­ha iyidir. [Bakara/271, 274]

11. İnfak, Yüce Allah'ın yapılanı bildiği ve değerlendirmeye aldığı inan­cıyla yapılmalıdır. [Bakara/265, 271, 273]

Bakara suresi'nin temel konularının başmda infak gelmektedir. [58]

 

Faiz:

 

275. Faiz yiyenler, şeytanın çarptığı kimselerin kalkması gibi kalkarlar. Bu hal onların 'Alım-satım da tıpkı faiz gi­bidir' demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. Bu nedenle, kim Rabbinin öğü­dünü dinler ve hemen (faizden) vazgeçerse, evvelki ka­zançlarını koruyabilir ve onun hakkında karar vermek ar­tık Allah'a kalır; faize geri dönenlere gelince, içinde de­vamlı kalacakları cehennem yaranı onlardır.

Ayetin ana kavramı faiz manası verdiğimiz reba fiilinden türeyen (ri-bâ) kelimesidir. Bu kavramın sözlükteki manaları ile Kur'an'daki anlamları­nı açıklayarak ayetin tefsirini yapacağız: Edilgen olarak alınınca bu fiil, ço­ğalmak, büyümek, artmak, kabarmak, olgunlaşmak, serpilip gelişmek, ileri gitmek, daha fazla olmak; geçişli olarak alındığında büyütmek, artırmak, ha­rekete geçirmek, yukarı kaldırmak, hayvan veya ağaç yetiştirmek, beslemek, talim ve terbiye etmek, insan yetiştirmek, büyütmek, eğitmek, öğretmek, okutmak, geliştirmek, aşın faiz uygulamak manalarına gelmektedir. Ribu ka­lıbından nefes darlığı; rebve kalıbında tepe; ribve'den ise on bin; riba'dan murabaha, fahiş faiz manalarına gelmektedir.

Eğitim anlamına gelen terbiye de bu kelimeden türemiştir. Bazıları terbi­yenin rabbe fiilinden türediğini söylemiştir, ama bu yanlıştır. [59]

 

Ribâ Kavramı:

 

Bu kavramın Kur'an'daki manalarım gruplara ayırarak açıklayabiliriz:

1. Fizikî manası

a. Kabarmak

Bu kavram Hac/5'te rebet kalıbında yer almakta ve cansız olan toprağın yağmur vasıtasıyla canlanıp kabarmasını ifade etmektedir. Toprağın altında­ki tohumunun canlanma olayındaki "kabarma" oluşumunu ifade etmekte kul­lanılmaktadır. Bu mana biyolojinin botanik kısmında bitkilerle alakalı bir an­lamdır. Aynı anlamda Fussilet/39'da da geçmektedir. İnsanın karnının şişme­si de bu kelimeyle ifade edilmektedir.

b. Tepe

Bakara/265'te rebve kalıbında "tepe" anlamına gelmektedir. Yüce Allah, kendi rızası ve şahsiyetini kuvvetlendirmek için infak eden insanı, -tepede bulunan bir bostana benzetmek suretiye- anlatırken bu kelimeyi kullanır. Mü'minun/50'de de aynı manayı ifade etmektedir.

c. Üstüne çıkmak

Vadilerin şiddetli yağmurla dolup taşması, sel haline gelmesi, selin üze­rinde köpük oluşması, köpüğün gidip faydalı olanın kalması Ra'd/17'de şöy­le ifade edilmektedir:

(Bu sel, üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü). Görüldüğü gibi kelime burada, suyun üzerine çıkan ve suyun yüzünü kap­layan manasını taşımaktadır.

Riba kavramının kökü olan reba fiilinin çeşitli kalıplarından kaynaklanan bu fizikî/maddî manalarının "artış" anlamına gelen faizle alakası nedir?

Riba (faiz) görünüşte malı kabartmaktadır, ama bu kabartma karnın şiş­mesi gibi ekonomiye rahatsızlık veren bir kabarma, yani artıştır. Maddî an­lamdaki "kabarma" ile ekonomideki kabarma aynı şeyi ifade etmektedir.

Faizin getirdiği haksız kazanç da faiz alanlara, malının yığılıp tepe gibi olacağı zannını verir. Fizikî anlamdaki 'tepe' olumlu; ekonomik anlamdaki yığılma/tepe ise olumsuz bir mana ifade etmektedir. Selin üstüne çıkan kö­pük ile faizin mahiyeti arasında yakın bir ilişki vardır. Faizin, selin üstüne çı­kıp sonra da kaybolan köpükten farkı yoktur. Selin üstüne çıkan çer-çöp gibi ekonomiyi kirleten oluşumun adına faiz denmektedir. Faiz alan para kazan­dığını zanneder ama aslında çer-çöpten başka bir şey kazanmamaktadır.

2. Eğitim

Besleyip büyütmek, yetiştirmek, terbiye etmek manası ile bu kavram bazı ayetlerde yer almaktadır. Zaten terbiye kelimesi de reba fiilinin maştandır.

İsra/24'te ana-babanın çocuğunu yetiştirmesi, besleyip büyütmesi ve ter­biye etmesi anlamını ifade etmektedir. Aile eğitimiyle ilgili bir kavram olup çocuk ile ana-baba ilişkisine işaret etmektedir:

Ana-babanı esirgeyerek alçak gönüllükle üzerlerine kanat ger ve "Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen onlara rahmet et!" diyerek dua et.

Ayette geçen (kemâ rabbeyâni) ibaresi, "beni besleyip büyüttükleri ve terbiye ettikleri gibi" anlamına gelmektedir. Buradaki fcg (rebbeyâ) fiili reba'dan türemiştir.

Şuara suresinde himayesine alıp büyütmek ve yetiştirmek manalarına gel­mektedir. Hz. Musa'nın, Firavun tarafından himaye edilmesi, büyütülüp ye­tiştirilmesi bu kavramla ifade edilmektedir:

(Fakat Musa mesajını Firavun'a tebliğ edince, Firavun), "Biz seni çocukken yanımızda himaye edip yetiştirmemiş miydik?" dedi. [Şuara/18]

Besleyip büyütmek, terbiye etmek, geliştirmek manası ile bu kavramın fa­izle ne ilgisi vardır? Faiz veren ve alan insanlar, servetlerini geliştirdiklerini, çoğalttıklarını zannederler. Kavram eğitim anlamıyla olumlu; ekonomik an­lamıyla olumsuz bir mana taşımaktadır.

3. Ceza şekli

Rabe kelimesinin başka bir kalıbı da rabiye'dir. Bu kalıpta Hakka suresin­de geçmekte ve "şiddetli, çok çok" manalarına gelmektedir:

Ve Rablerinin gönderdiği elçilere isyan etmişlerdi. Allah şiddetli bir ceza dar­besiyle onların hesabını gördü. [Hâkka/10]

Kelime burada, peygamberlere isyan neticesinde gelen cezanın şiddetini ifade etmektedir.

Peygambere isyan edenin şiddetli bir azapla çarpılması gibi, faiz yiyen kimsenin de şeytan çarpmış gibi kalkacağı Bakara/275'de ifade edilmektedir. Faiz ekonomiye sömürüyü, şiddeti getirmekte ve hayatı cehenneme çevir­mektedir. Bu anlamlar arasında bu yönden alaka vardır.

4. Ekonomik manası

Artmak, çoğalmak manasıyla da ekonomiyi, para politikasını ilgilendir-inektedir. Kelime, -faizle ilgili olan Rum/39'da- bir şeydeki haksız, yani emeksiz olarak meydana gelen "artışı/ilaveyi" ifade etmek için kullanılmıştır.

Muhammed Esed faizi şöyle tanımlamaktadır:

Bir kimsenin veya kurumun başka birine ödünç olarak verdiği belli bir mal veya para miktarının, faiz yoluyla meşru olmayan bir artış sağlamasını ifade eder.

Genel olarak, riba'nın negatif muhtevası (terimin Kur'an'da ve Hz. Peygam-ber'in birçok Hadîsi'nde kullanıldığı anlamda), faiz karşılığı borç vermek su­retiyle sağlanan ve ekonomik olarak zayıf durumda bulunan kesimlerin güçlü ve servet sahibi kesimlerce sömürülmesinden doğan kazançlarla ilgilidir: Borç veren, kullandırdığı sermaye mülkiyetinin tam sahibi olurken ve bu fo­nun kullanım amacı yahut tarzı ile ilgili hiçbir yasal endişe taşımazken, sağ­ladığı kazanç da, borç kullananın bu işlemden dolayı uğradığı kayıplara bakıl­maksızın, sözleşme gereği garanti altına alınır.[60]

Faiz yasağı önceki dinlerde ve onların kutsal kitaplarında da yer almıştır. Tevrat'ın Hezekiel kitabının 18. babının 8. ayetinde şu ifade yer alır:

Faizle para vermez ve murabaha kân almaz. Yine Tevrat'ın Tesniye kitabının 23. babmın 19 ve 20. ayetleri de şöyledir:

Para faizi olsun, zahire faizi olsun, yahut ödünç verilen her şeyin faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancıya faizle ödünç verebilirsin; fakat kardeşine faizle ödünç vermeyeceksin.

Hezekiel kitabından naklettiğimiz ayetle, Tesniye'nin 19. ayeti birbirini te-yid etmektedir. Ancak "Kardeşine (yahudiye) faizle ödünç vermeyeceksin, ama yabancıya faizle ödünç verebilirsin" şeklindeki 20. ayetin Tevrat'a sonra­dan konmuş olma ihtimali büyüktür. Çünkü bir kutsal kitabın koyduğu ekono­mik kural ve inançlar, evrensel olmalıdır; milletler ve kültürler üstü olmalıdır. [61]

 

Ribânın Yasaklanmasında  İzlenen Tedricî Metod:

 

Biz işin bu yönü ile değil, Kur'an'dan önceki kutsal kitaplarda da faiz yasağının olduğu yönüyle ilgileniyoruz. Ekonomik hayatın temel unsuru insan olduğuna göre, her çağda insan emeksiz ve meşru olmayan yollardan para kazanma fırsatları kollamış ve bu fırsatları tatbikata koymuştur. Haksız ka­zancın, özellikle faizli kazancın insanlığa getirdiği zulümden daha büyüğü olmamıştır. Kur'an bu zulmü ortadan kaldırmak için -alkolün yasaklanması esnasında da uyguladığı- tedrici bir metod uygulamıştır.

1. Birinci merhale

Rum suresinde faizin Allah katında ne ifade ettiği beyan edilerek hükmün temelleri atılmaktadır:

İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz, Allah ka­tında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğimiz zekata gelince, işte zekatı veren o kimseler, evet onlar kat kat artıranlardır. [Rum/39]

Bu ayet, faiz meselesini zekat ile birlikte ele almakta ve aralarındaki far­kı ortaya koymaktadır. Yüce Allah bunları değerlendirirken bir insan, bir de kendi açısından bakmaktadır. Değerlendirmesine, insanın niçin faiz aldığını ifade ederek başlamakta ve onun malı artıracağı fikrinden hareket ettiğini söylemektedir. Bu düşüncenin yanlış olduğunu, kendi katında böyle bir artı­şın olmayacağını hükme bağlamaktadır.

Demek ki Yüce Allah faizin getireceği artışın emeksiz ve haksız meşru olmayan bir kazanç olduğunu söyleyerek kendi katında böyle bir bereketlen­me olmayacağını ifade etmektedir. Faizle borç alan kişi, imkansızlığı nede­niyle aldığından, ona zekat verilmesini önermektedir. Artışın zekatta olup, faizde olmadığım söyleyerek Yüce Allah, faiz muamelesinden insanların beklentilerinin boşa çıkacağına dikkat çekmektedir.

2. ikinci merhale

Bu merhalede Yüce Allah faize bulaşan insanın psikolojik yapısını ve davranış biçimini ele alarak hükmünün temellerini atmaktadır:

Faiz yiyenler, şeytanın çarptığı kimseler gibi davranırlar. [Bakara/276]

Rum/39'da faiz ile zekatı bir arada ele alan Yüce Allah'ın, burada infak ayetlerinden hemen sonra ele alması ve 276. ayette sadaka ile bir arada de­ğerlendirmeye tabi tutması, faiz yerine zekatı, infak ve sadakayı önerdiğine işaret olup bu da zekatın, infak ve sadakanın verilmediği ortamların, faiz mikrobunun ürediği ortamlar olduğu bilincini vermeye yöneliktir.

Nisa/lO'da (Elbette yetimlerin mallarını yiyenler...) ifadesi yer almaktadır. Bu, yetimin malını haksız yere kendi malına katmak demek­tir. [62]

 

Faiz Yemekle Davranış Arasındaki İlişki:

 

Faiz ve yetim malı yemek ifadesiyle, sadece boğazdan mideye inen gıda değil; onun ticareti de kasdedilmektedir. Bakara/275'e dönersek, faiz yemek­le davranış arasındaki ilişkiyi iki boyutlu olarak ele almamız gerekir:

a. Faiz yemekten kasıt, bizzat faizle kazanılan lokmayı yemektir. Haram lokma insanın maneviyatını, yani psikolojik yapısının dengelerini bozmakta ve bu da davranışlarına yansımaktadır. Faizle kazanılan haram lokmanın, in­san psikolojisine ve neticede davranışlarına kötü anlamda nasıl tesir ettiğini anlatmak için şeytan kavramına yer verilmektedir: "Faiz yiyen kimseler, şey­tanın çarptığı insan gibi kalkar". 'Kalkma' fiilini, 'davranma' anlamına alı­yoruz.

Yüce Allah hebete kavramını sadece bu ayette kullanmakta ve bununla şeytanın insanlara olan etkisini ifade etmektedir. Hebete kelimesi sözlükte şiddetle vurmak, kapıyı vurmak, ağacın yapraklarını değnekle silkmek, gece­leyin körün gitmesi gibi gitmek, cirmin dokunması, deveyi bir çeşit damga ile damgalamak, toplumlarda fitne ve fesadın çıkması, cahilce davranmak ma­nalarına gelmektedir.

(Şeytanın çarptığı kimseler...) ifadesiyle bu manalar bir­likte ele alındığında denebilir ki: Şeytan, faiz yiyen insanı şiddetle etkiler; ağacın yapraklarının silkilip dökülmesi gibi şeytan da faiz yiyen kimsenin bütün erdemlerini silkip döker, yok eder. Şeytan insana faiz yedirmekle gö­nül gözünü kör ettiğinden, ekonomik faaliyetlerini kararttığından o kimse körün yürüdüğü gibi yürür; şeytanın, faiz yiyen insana olan etkisi onu bir ne­vi devenin damgalanması gibi damgalar. Tıpkı malın üstüne üretildiği mem­leketin veya firmanın damgasının vurulması gibi, faiz yiyen insana da şeytan damgasını vurmakta ve onun kendisine ait olduğunu göstermektedir. Memle­ketlerde fitne ve fesatın çıkması anlamıyla bu kavram, şeytanın insanın iç aleminde, akıl, gönül ve nefis arasındaki dengeleri bozarak orada fitne ve fe­sat çıkarmasını ifade eder. Diğer taraftan faiz ekonomik dengeleri bozduğu için, şeytan bunu insanı çarparak yaptırmaktadır; cahilce davranmasını sağ­lamak için insanı bütün manevî erdemlerinden soyutlamak durumunda olan şeytan, bu amacına, faiz yoluyla ulaşmaktadır.

Faiz yiyen insan, şeytanın kendisini etkilemesini kolaylaştırmakta ve o et­kiye zemin hazırlamaktadır. Şeytan denen cin, bazı insanları ağır bir şekilde çarpar ve bu insanlar için cin çarpmış denir. Muhlis insanlar hariç herkes az-çok şeytanın etkisi altında kalır, ama bazı insanların çarpılışı çok daha ağır olur ve biyolojik yapısında da değişmeler meydana gelir.

b. Şeytanın çarptığı biri gibi davranmaktan kasıt, ekonomik ilişkilerdeki ihtiras, haksız kazanç hırsı, insanları sömürme azgınlığı gibi davranışlar ola­bilir. Ekonomik ilişkilerde olduğu gibi, sosyal ilişkilerde de şeytan çarpmış gibi davranılabilir. Yaptığımız açıklamalar, konunun merkezine "haram lok­mayı" koymamızdan kaynaklanmaktadır. Yüce Allah meseleye fikrî açıdan bakmakta ve şöyle demektedir:

("Bu, onların alım-satım da tıpkı faiz gibidir" demele­ri yüzündendir).

Alım-satımı faize benzetip faizin meşru olduğunu söyleyerek kendini haklı çıkarma düşüncesi, şeytanın insanı çarpmasının ilk basamağını teşkil etmektedir. Meşru ticareti, faize benzetmek gibi büyük bir fikrî yanlıştan kaynaklanan bu düşünce ve iddia, bütün davranışları etkisi altına aldığı gibi, ekonomik dengeleri de bozmaktadır. Hele bu düşünce, ekonomik hayatı dü­zenleyen dinamiklerden biri haline gelirse, toplumda sömürüye, uluslar ara­sında da ekonomik emperyalizme kapı açar. "Canım faizde ne var, aynen alım-satım gibidir" sözü, felsefeye dönüşüp ekonomik hayata yön verirse; şi­şede durduğu gibi durmayan alkol gibi toplumun şaşırmasına, nereye gittiği­ni bilmeyen kör gibi hareket etmesine sebep olur. "Faizin alım-satımdan far­kı yoktur" ifadesi, günümüzde de yaygın bir kanaat halindedir. Yüce Allah bu şekilde düşünenlere kendi değerlendirmesini sunmaktadır:

(Halbuki Allah alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır).

İşte faizle ilgili olan ayetlerden, ikinci merhalede haram hükmünün veril­diği bu ayetle anlaşılmaktadır. Emeğe, meşru kâra dayalı alım-satım helal kı­lınırken; haksız kazanca dayalı faiz haram kılınmıştır. 'Haram' kavramı dinî olduğu halde; yasak kavramı daha çok dünyevîdir. Bir şeye haram deniyorsa, onun arkasında Allah'ın iradesi vardır; buna karşılık yasak kavramının ar­dında insanlar da olabilir. Bunun anlamı şudur: İnsanın mağduriyetinden is­tifa ederek sömürülmesi, gayretullah'a dokunur. İnsanın insana böyle bir mu­ameleyi reva görmesine Allah razı olmaz. Doğal olarak faiz yiyen kişinin Al­lah'a değil ama, O'nun kuluna zararı vardr. Kuluna zarar verilmesine Yüce Allah ilgisiz kalmaz. Allah Teala, benzetmelerinin, değerlendirmelerinin, ha­ram ve helal hükümlerinin tümüne birden "öğüt" ismini vermektedir:

(Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt ge­lir de faizden vazgeçerse, geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Al­lah'a kalmıştır).

"Öğüt" kavramı hafife alınmamalıdır. Çünkü, öğüdün içinde her türlü açıklama olabileceği gibi, neyin helal neyin haram olduğunun hükmü de bu­lunabilir. Yüce Allah'ın öğüdü karşısında insanın yapacağı en olumlu davra­nış, öğüdün gereğini yerine getirmektir, öğüt bir haramla ilgili ise haramdan vazgeçmektir.

Allah'a inandığını söyleyen kimse, O'nun öğüdünü dinlemeli ve derhal ye­rine getirmelidir. Öğüdü dinleyip haramdan/faizden vazgeçen kişi, bir nevi tevbe etmiş olacaktır.

(Onun işi Allah'a kalmıştır) ifadesiyle de Yüce Allah, affın kesin olmadığına işaret etmektedir. Yüce Allah, geçmiştekini ona bırakıyor; işini ise Allah'a. Bununla beraber, ayetin devamında "Kim tekrar faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar" buyurularak ilahî öğüdü dinleyip faizden vazgeçenlerin affedileceğine işaret edilmiş olmaktadır. Affa mazhar olacaklarının niçin açıkça zikredilmediğine gelince; affedilen kimse­nin faizle tevbe arasında tekrar tekrar gidip gelmemesi için "Onun işi Allah'a kalmıştır" buyurulmaktadır. "Tekrar faize dönenler cehennem yaranıdırlar ve ebediyyen orada kalacaklardır" hükmünden iki önemli netice çıkarabili­riz: a) Faizi alım-satım olarak gören kimseler, bu dünyadaki amelleriyle ce­hennemlerini hazırlamaktadırlar. Onlar hem bu dünya hayatlarını hem de ahiretlerini cehenneme çevirmektedirler, b) Yüce Allah burada cehennem kavramını, -caydırıcı olma özelliğinden ötürü- eğitim amaçlı kullanmakta­dır. Zaten ayetin başında da "Şeytanın çarptığı kimse gibi davranır" ifade­siyle, tiksindirme motifi kullanılarak eğitim amacı güdülmektedir.

Ayetin genelinden şu sonucu çıkarabiliriz: Dinin haram ve helal boyutlan, Yüce Allah'ın öğüdüdür. Öğüt verirken, haram ve helalin bilgisini de ver-' mek gerekir. [63]                                                                                                                

 

Faiz Yok Olur Sadaka Bereketlenir:

 

276. Allah faizi mahveder, sadakaları ise bereketlendirir. Allah inatçı nankörleri ve günahta ısrarlı olanları sevmez.

Ayette geçen sevgi, mehk, riba, keffar ve esim kavramları ile Yüce Allah insanlığa çok önemli mesajlar vermektedir.

Sözlükte bir şeyi iptal etmek, bereketini gidermek, helak etmek, ısının bir şeyi yakması, malın telef olması, haynn eksik olması, belirsiz hale gelmek, bozmak, silmek, kazımak, kökünden söküp atmak, yok etmek, iptal etmek, azalmak, ayın görünmez olması, zail olmak manalarına gelen mehk kavramı*.-. Yüce Allah'ın faizle olan ilişkisini belirlemektedir.

Bakara/276 ve Âl-i İmran/14rde geçen bu kelime, faiz ve kafirlerle ala­kalıdır. Faizle ilgili olarak mahvetmek, tüketmek; kafirlerle ilgili olarak da helak etmek manası verilebilir. Faizle ilgili anlamı ekonomiyi; kafirlerle ilgi­li manası da sosyolojiyi, yani toplum bilimi ilgilendirmektedir.                   :

Ekonominin kurdu olan faiz ve dinin kurdu olan inkar ile ilgili değerlen­dirmelerinde Yüce Allah bu kavrama yer vermektedir.

Ayette yer alan kavramlardan biri de B akara/275'te açıklamasını yaptığı­mız riba kavramıdır. Ek olarak burada şunu söyleyeceğiz: İsim olarak alındı­ğında riba kelimesinin tamamen olumsuz bir mana ifade etmesine karşılık, fiil kalıbında kullanıldığında olumlu mana da ifade edebilmesidir. Bu ayette Yüce Allah sadakayı bereketlendirdiğini reba fiilinin şimdiki zaman kalıbıyla ifade etmektedir. Demek ki, riba'nın fiil kalıbının faili Allah olunca ve sa­dakayı tümleç olarak alınca, olumlu mana kazanmakta ve bereketlendirip ar­tırma manasına gelmektedir. Ayete dikkat edilirse, riba'nın isim kalıbı ile fiil kalıbının yanyana gelmiş olduğu görülecektir.

Ayette geçen üçüncü kavram sevgfdir. Yüce Allah'ın, sevgisini kimlerden esirgediğini anlamak için, ayetin dördüncü ve beşinci kavramlarına bakmak gerekir. Bunlar, inatçı nankör manasına gelen j££. (keffâr) ile günahta ısrar eden anlamına gelen (esîm) kavramlarıdır. Keffâr, örtmek, inkar etmek anlamına gelen kefere fiilinden türemiştir. Burada davranıştaki, inançtaki ve­ya tavır koymadaki şiddeti ifade eden kalıpta kullanılmıştır. Biz keffâr keli­mesine, 'inkar' değil 'nankör' manası verdik. Nankörlüğünde şiddetli olduğu için de, 'inatçı nankör' demeyi uygun bulduk.

(esîm) kelimesi ise günahda ısrar eden, öğüt dinlemeyen, tevbe etme­yen, gerçeğe dönmeyen anlamına gelmektedir. Yüce Allah, haram kılmasına, fayda ve zararlarını açıklamasına rağmen faiz yemeye devam eden kimseye bu sıfatı vermektedir. Şimdi bu beş kavramın yer aldığı bölümleri tek tek ele alarak ayetin açıklamasına geçebiliriz:

1. (Allah ribâyı mahveder).

Yüce Allah emeksiz ve meşru olmayan yollardan kazanılan faize çok cid­di bir tavır koyarak, onu yok edeceğini beyan etmektedir. Faizin karıştığı bir ekonomide düze çıkmanın mümkün olamayacağını, dibi delik bir elek gibi ekonomide dengelerin kurulamayacağım, faiz alanların şeytan çarpmış gibi davranacaklarından sömürü düzenlerini devam ettirecek ve toplumun bir ke­simini gittikçe fakirleştireceklerini, faiz borcu altında kıvrananların faizcile­re karşı kin ve düşmanlık duygularını kabartıp canların tehlikeye düşeceği gerçeğini dikkate alan Yüce Allah, faizi mahvedeceğini ilan etmektedir.

Bu, fakir kullarının daha da fakirleştirilmesine, ihtiyaç sahiplerinin ihti­yaçlarının istismar edilip emeksiz para kazanılmasına Allah'ın razı olmaya­cağını göstermektedir. Faize dayalı bir ekonomiye Allah'ın müdahalesi olum­suzdur.

2. (Sadakayı bereketlendirir).

Faizin yasaklanmasının hemen ardından sadakanın teşvik edilmesi, sada­kanın faize alternatif gösterilmesi demektir. Bu bize şu sosyal kanunu öğretmektedir: Bir alışkanlığı yasaklarken, bir müesseseyi ortadan kaldırırken ye­rini dolduracak davranış ve müesseseyi de koymak gerekir. Bir fikri, bir dü­şünceyi, bir töreyi, bir adeti ve bir müesseseyi tenkit edip yıkmak önemli de­ğil; önemli olan atılan düşüncenin, törenin, adet ve müessesenin yerine on­dan daha faydalı olanı koyabilmektir. Bunu yapamayan toplumlar, manevî değerlerini yok edip sosyal hayattaki zenginliği ortadan kaldırırlar.

Bu kanun Allah tarafından konmuştur. Faizi yasaklarken onun yerine ze­katı [Rum/39], sadakayı [Bakara/276] ve infakı [Bakara/264-274] koymakta­dır. Bu kanunu Yüce Allah kendi eylemlerine de uygulamaktadır. Faizi azal­tırken, bunun karşıtı olan sadakayı çoğaltmaktadır. Çünkü faizi yok ederken, yerine başka bir şeyin konması gerekir. Allah da faizin karşısına sadakayı, azaltma eyleminin karşısına da çoğaltıp bereketlendirmeyi koymaktadır.

Diğer taraftan çoğalma ve azalmanın hangi ekonomik faaliyetlerde oldu­ğuna dikkat çekerek, din eğitiminin ekonomideki etkinliğini vurgulamakta­dır. Sadece yıkmanın yanlışlığına, yıktığının yerine yenisini koymanın gerek­liliğine işaret ederek eğitimin sosyal amacını ve topluma olan hizmetini vur­gulamaktadır.

Diğer taraftan Yüce Allah ayetin birinci ve ikinci kısmıyla insan doğasına uygun hüküm vermek suretiyle eğitimin fıtrata uygun yapılmasını önermek­te ve kendisi de bunu uygulamaktadır. İnsan fıtratı gereği azalandan kaçar, çoğalana koşar. İnsandaki bu psikolojik yapıyı harekete geçirmek için Allah Teala, faizi azalttığını, sadakayı ise çoğalttığını söylemektedir. Yarattığı insa­nın tabiatını bildiği için azalma ve bereketin nerede olduğunu ifade ederek insanı motive etmektedir.

3. (Allah inatçı nankörleri ve günahta ısrarcıları sev­mez).

Ayetin bu kısmında geçen keffar kelimesi, kefere kavramından türeyen ve bir işi itiyat edinen, ondan ayrılmayan, sonradan huyu haline gelmiş anlamı­nı ifade eden bir kalıptan türetilmiştir. Bu kalıpta olan bir eylem, adet haline gelmiş, devamlı bir şekilde gerçekleşmeyi ifade etmektedir. Faiz konusunda Allah'ın öğüdünü dinlemeyip faiz almaya devam eden kimseler, nankörlük­lerinde devam ettiklerinden bu sıfatla vasıflandırılmışlardır.

Yüce Allah'ın, faiz yiyen kimseyi niçin nankör olarak vasıflandırdığına gelince; diyebiliriz ki: Yüce Allah meşru yollardan kazanılmak şartıyla çalı­şan insanlara nimet takdir etmektedir; verilen nimetle yetinmeyip meşru olmayan yollardan para kazanma yoluna gitmesinden, kendisinin verdiği ni­meti az bulma anlayışından ötürü insanı nankör olarak vasıflandırmaktadır.

Diğer taraftan "Alım-satımın faizden farkı yoktur' diyen insan küfre git­miş olur. Bu anlamdan hareket edersek, ayetin bu kısmı 275. ayetteki ifade­ye bağlanabilir ve keffâr kelimesine, nankör yerine 'inatçı kafir' manası ve­rilebilir.

Esîm kelimesi, günahta devamlılığı ve ısrarı ifade etmekte; ribanın günah olduğunu bile bile yiyen kişinin sıfatı olmaktadır.

İnatçı nankör ve günahta ısrarcı kimse, Allah'ın sevgisinden de mahrum kalmaktadır. Böylece faiz yeme işi sadece madde aleminde kalmıyor; mana alemini de rahatsız ederek, ilahî sevginin o insanlara gelmesini engelliyor. Allah sevgisini engelleyen bu davranış, doğal olarak insanların sevgisinin yi­tirilmesine de sebep oluyor. Selim akıl ile düşünen bir kimse, Allah'ın sevgi­sini en büyük hazine olarak görür ve onu kaybetmemek için faiz yemekten vaz geçer.

Allah'ın sevgisinden mahrum kalan kişiler istikballerini cehenneme çevir­mektedirler. Bakara/275, ayette belirtildiği üzere faiz yemekte ısrar edenler cehennem yaranı olacaklardır. Allah'ın sevgisinden mahrum kalan kimseden, Allah uzaklaşmış demektir, Allah'ın uzaklaşması da cehenneme girmeye se­bep olur. Ayetin bu kısmından -eğitim açısından- şu ilkeyi çıkarabiliriz: Ana-babalar, öğretmenler yanlış iş yapan çocuk ve öğrencilerine ceza ver­mek zorunda kalırlarsa dayak yerine, sevgilerinden mahrum bırakmalıdırlar. Bu çok daha etkili ve eğitici olur. Çünkü bu metodu Allah koymuştur. Ana-babanın, yanlış iş yapan çocuğuna dayak atma yerine, "Seni yanlış yaptığın için sevmiyorum" demesi, daha etkili olacakta "Böyle yapan çocuğu ben sevmem; kimse de sevmez" ifadesi, gönülden vuran bir eğitim metodudur.

Sevgi en temel duygulardan biridir. Sevgi motifini kullanarak insanı eğit­menin önemi Taha suresinde ifade edilmiştir:

Kendi katımdan kutlu bir sevgiyle seni kuşattım ki, gözümün önünde yetişti-rilesin. [Taha/39]

Bu ayet, eğitimin sevgisiz olmayacağını vurgulamakta; Bakara/276 ayeti ise sevgiyi esirgemenin ne kadar caydırıcı olacağına işaret etmektedir. Onun içindir ki, Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinde Yüce Allah hangi eylemi yapanları sevdiğini beyan etmektedir. [64]

 

İman Ve İbadetlerin Getirişi:

 

277. İman edenlerin, iyi işler yapanların, namazlarını bi­hakkın kılanların, zekatı verenlerin mükafatları Rableri kalındadır. Onlar için ne korku vardır, ne de üzülürler.

Bu ayetin, faizle alakalı ayetlerin arasına yerleştirilmesinin bir sebebi vardır. Bu ayetten evvelki iki ayette faiz yemekten, şeytan çarpmış gibi dav­ranmaktan, harama helal demekten, tevbe ettiği halde faize tekrar dönmek­ten, cehennemden, faizi mahvetmekten, nankörlükte inattan ve günahta ısrar etmekten bahsedilerek olumsuz bir fikrî ve amelî çerçeve çizilmişti. İşte bu olumsuz havayı dağıtmak, insanı karamsarlığa sevketmemek için bu davra­nışların tersini üretenlerin durumu ele alınarak iyimser bir hava estirilmek is­tenmiştir.

Kur'an ayetlerinin kronolojik sıraya göre dizilmemesinin sebeplerinden biri de, devamlı kötü davranışlardan ve cehennemden bahsederek karamsar bir tablo yaratma yerine iyi şeylerden ve cennetten sözederek cennet ümidi­ni güçlendirmektir. Devamlı kötü davranışların üstünde durup bir cehennem havası estirmek yerine, iyiliklerden bahsedip cennet havası estirmek, din eği­timi açısından çok gerekli bir metoddur. İşte Yüce Allah burada bu metodu uygulamaktadır. Faizden ve onun insana getireceği olumsuzluklardan bahse­dilen konunun arasında, imandan, iyi amel ve ibadetlerden bahsedilerek mü-kafaat üzerinde durulması, bunu net bir şekilde göstermektedir.

Daha önce bu ayettekine benzer konulan içeren ayetler geçmesine rağ­men, bu ayetle ilgili kısa da olsa bir açıklama yapılmasının faydalı olacağını düşünüyoruz. Çünkü ayetlerin benzerliği, bir tekrar değil; Kur'an'm kimyası gereğidir. Gazın, farklı atom oranında başka gazlarla birleşmesinden farklı farklı maddeler meydana gelmesi gibi, Kur'an ayetleri de aynı kelimelerle örülü olduğu halde farklı muhtevalar içinde, farklı mana ve görevler yükle­nirler. Biz buna Kur'an'ın kimyası diyoruz. 277. ayet de kendinden önceki ve sonraki ayetlerin araşma yerleştirilmek suretiyle, farklı bir mesaj ve farklı bir görev yüklenmiştir. Bağlamına dikkat edilerek ele alındığında bu ayetin, farklı bir mesaj ve görev yüklendiğini anlamak mümkün olacaktır.

1.  (Elbette iman edenleri...)

"İman edenler" bir önceki ayette yer alan keffar (inatçı kafir) kavramının karşıtıdır. Eğer bu kavrama 'nankör' anlamı verilirse, karşısına 'iman eden' konabilir. Diğer taraftan buradaki 'iman' kavramı, 275. ayette "Alım-satım da faiz gibidir" diyerek ilahî hükmü inkar edenin karşıtı da olabilir. Bize gö­re, her ikisinin de karşıtıdır.

Ayrıca, Allah'ın verdiği nimeti az bularak, meşru ve ahlakî olmayan yol­larla servet edinme eylemi de nankörlüktür. İman, Allah'ın nzık kaynağı ol­duğunu tasdik etmektir. Yüce Allah oradaki olumsuz düşünce ve inancın kar­şısına, olumlu olan imanı koyarak insana mukayese imkanı sağlamaktadır.

2. (Doğru ve yararlı işler yapanlar...)

Ayetin bu kısmındaki 'iyi amel', faiz yeyip günah işlemenin, tevbe edip tekrar faize dönmenin karşıtıdır. Şeytan çarpmış gibi davranmanın karşıtı da, "iyi, doğru ve faydalı amel"dir. Faiz yememek, faiz yemekte ısrar etmemek, Allah'ın sevgisini engelleyecek bu gibi davranışlarda bulunmamak iyi amel­dir. Allah'ın öğüdüne kulak vermek ve onu hayata geçirmek iyi ameldir. Sa­daka verip servetini bereketlendirmek de iyi amelin kapsamına girer. Faiz al­mak yerine, sadaka vermek doğru inancın meydana getirdiği veya getireceği iyi ameldir.

3. (Namazlarında dikkatli ve devamlı olanlar...)

Faizle ilgili ayetlerin arasında zikredilmesi namazın yanlış işlere mani olma boyutuna dikkat çekmek amacına yöneliktir. Bakara/3'te namazın etkinliğini anlatırken işaret ettiğimiz Ankebut/45 ayetine göre, namaz çirkin fiillerden, ak­la ve sağ duyuya aykırı olan her türlü şeyden alıkoyan İşte faiz yeme gibi çir­kin bir fiilden, insanı alıkoyacak üçüncü derecedeki manevî ilaç namazdır.

Akla ve toplumun menfaatine ters düşen faiz yeme eylemini önlemenin üçüncü basamağında namaz bulunmaktadır. Namaz sadece bir ibadet değil, aynı zamanda insanın davranış bozukluklarını tedavi eden manevî bir ilaçtır. İyi amelin devamlılığını ve muhafızlığını namaz temin etmektedir. Çünkü 'salat' kavramının bir anlamı da korumaktır.

4. (Ve zekatı verenler...)

Faiz yeme eylemi de, karşılıksız yardım yaparak yardıma muhtaç olanla­rın elinden tutmak anlamına gelen -ve faizin yerini dolduracak olan- "zekat verme" eylemi de ekonomik bir faaliyettir. Zekat kavramı temizlemek, artır­mak manalarına gelir. Zekat verilmesi, fakirlerin kıskançlığını, hasedini ve düşmanlık duygusunu temizlediği gibi, zenginin malından fakirin hakkını da temizler.

Artma, çoğalma manalarına gelen faiz yerine, yine artma ve çoğalma an­lamını ifade eden zekatın konması, faizi önleme gayesine yöneliktir. Faizden uzak durmak, bir iman, bir amel ve bir ahlâk işidir.

5. (Onların mükafatlan Rableri katındadır. On­lara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler).

İman, iyi amel, namaz ve zekat gibi gönülde başlayıp davranışa, oradan ibadete, oradan da ekonomik faaliyet olan zekata varan bir dizi olumlu ame­lin karşılığım Yüce Allah verecektir.

(Onlar korkmayacaklardır), çünkü hep olumlu davranış üret­mekte, sosyal yardımlaşmayı da yerine getirmektedirler. Ayetin bu kısmı ile faiz ayetleri arasında bir ilişki kurarsak şu genellemeyi yapabiliriz: Faiz ye­me gibi çirkin hareketler, ferdin hayatında zamanla korkuya dönüşür. Faiz yemek bir taraftan haram yemek, bir taraftan da hak yemektir. Yenen haram ve haklar, ilahî aleme çıkarak korkuyu alıp geleceklerdir. Bu korku, insanlar­dan korkma olabileceği gibi, ahiretteki akıbet konusundaki korku da olabilir.

(Onlar üzülmeyeceklerdir). Onların "Niçin bu hareketi yaptım" diyerek geriye dönük üzüntü ve pişmanlıkları olmayacaktır. Ömrünün sonu­na yaklaşan ve bütün kötü davranışları yapma gücünü kaybeden insan için, geriye dönüp baktığında geçmişte kendini üzecek bir amelinin olmaması ka­dar önemli bir nimet olabilir mi? Mahşerdeki sorgulama anında, "Dünyaday­ken keşke bu yanlış davranışı yapmasaydım" dememekten, pişmanlık ve üzüntü duymamaktan daha büyük bir ödül olabilir mi? İleriki ayetlerde gö-jrüleceği üzere, faiz yiyerek Allah ve Rasulü'ne savaş açmak gibi olumsuz bir eylemin üzüntüsünü yaşamamaktan daha büyük bir saadet olabilir mi?

Faiz yemeye mani olan iman, iyi davranış, namaz ve zekat gibi ameller, korku ve endişeleri silip götürmekte ve insana büyük bir ödülle mutlu bir ha­yat sağlamaktadır. İman denen gönül eylemi, iyi davranış denen olumlu iliş­kiler ağı, namaz denen manevî ilaç ve zekat denen sosyal yardımlaşma mü­essesesi başlı başına bir eğitim biçimidir. [65]

 

Faizi Terketmek İman İşidir:

 

278. Ey iman edenler! Allah'tan sakının. Eğer gerçekten inanıyorsanız mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.

İman edenlere muhatap alan bu ayette iki emir veriliyor: Allah'a karşı so­rumluluğun idrakinde olmak manasını verebileceğimiz takva/sakınma. Al­lah'tan sakınmayan insanlar, imanlarının gücünü isbat edemezler. Takva de­nen sakınma duygusu, Nisa/l08'deki "İnsanlardan gizlerler ama Allah'tan gizlemezler" ifadesinde belirtilen eylemi ortadan kaldırıp tersine çevirmek­tedir. Allah'ı yanında hissedip, O'ndan sakınarak yanlış davranışta bulunma­mak takvadır.

'Allah'tan sakınmayan, Allah'a karşı sorumluluğunu bilmeyen insan, her kötülüğü işler. Yüce Allah eğitimini yaparken, faiz yemek gibi çirkin bir ey­lemden kurtulmanın yollarından birinin Allah'tan sakınma olduğunu vurgu­lamaktadır. Kendisinden sakınılmasını emretmekle Allah Teala, iman ile tak­va arasında ne kadar sıkı bir bağ bulunduğunu açıklamış olmaktadır. Demek ki takvaya (sakınma eylemine) giden yol imandan geçmektedir.

Bu ayetteki iman ile bir önceki ayette yer alan, iman arasında bir paralellik vardır. Bir önceki ayette genel manada ele alınırken, burada özel olarak iman edenlere hitap edilmektedir.

(Faizden doğan kazançların tümünden vazgeçin). İman ve tak­va emrinin ardından bu emir gelmektedir. İman eden ve Allah'tan sakınan müslüman, faiz kazancından derhal vazgeçmelidir. Bu, -ayetin sonundaki "Eğer gerçekten inanıyorsanız" ifadesinden de anlaşılacağı üzere- gerçek­ten inandığını isbat eden bir kriterdir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayet­te yer alan iman ve takva, faizi bırakmanın ya da faiz gibi çirkin bir fiilden vaz geçmenin alt yapısmı oluşturan öteki değerleri ifade etmektedir. Dikkat edilirse, faiz gibi kötü bir ekonomik alışkanlığın terkedilmesinin alt yapısını iman ve ibadetlerin oluşturduğu anlaşılır. Bir önceki ayeti dikkate alarak bunları sıralarsak karşımıza şu yapı çıkar: İman, iyi davranış, namaz, zekat ve takva. Yüce Allah faiz gibi büyük bir hastalığın tedavisinde bu kadar ma­nevî ilaç kullanmaktadır.

Faiz yemenin ne kadar büyük ve kötü bir davranış olduğunu anlamak için, onun terkedilmesinde kullanılan alt yapı değerlerine bakmak yeterli olacak­tır. Faiz yemek suretiyle nefis tanrısına yapılan ibadetten insanı kurtarmak için Yüce Allah iyilikleri geliştirme metoduna baş vurmaktadır.

Bundan çıkan netice şudur: Yüce Allah kötülüklerle mücadele edebilmek için iyilikleri geliştirmenin zorunlu olduğunu öğretmektedir. Kötülükle doğ­rudan doğruya mücadele ederek onu ortadan kaldırmak mümkün değildir. Kötülükler, ancak iyilikler hayata geçirilerek, yayılarak ve geliştirilerek orta­dan kaldırılabilir. Çünkü kötülüğün panzehiri, iyiliktir. İyilikler geliştirilip yayıldıkça, kötülüklerin -tamamen ortadan kalkmasalar bile- alanı ve gücü daralıp azalacaktır.

Bu, evrensel bir sosyolojik kanundur. Belki de eğitim faaliyetinin toplum­sal görevlerinin başında yer almaktadır. Yüce Allah Hud/114'te bu evrensel kanunu şöyle ifade etmektedir:

İyilikler kötülükleri ortadan kaldırır.

Bu, iyi eylem ve fikirlerin, kötü eylem ve fikirleri gidereceği anlamına ge­lir. Bu hem biyolojik alemin, hem de sosyal alemin değişmez kanunudur. Vü­cuda giren mikrobu, doktor kendi eli ile söküp atamaz, ancak vereceği ilaç o mikropla mücadele verip etkisini azaltır. Kötülükler de toplumu hasta eder.

Kötülük mikrobuyla da insan değil, iyilik mücadele edebilir. Bu, tüm dünya­da genel kabul gören bir kanundur. Yüce Allah asırlar önce bu kanunu koy­muştur.

İşte faizle ilgili ayetlerin arasında iman ve ibadetle ilgili ayetlerin bulun­masının nedeni budur. [66]

 

Faizden Vazgeçmemek Allah Ve Peygamber'e Savaş İlan Etmektir:

 

279. Eğer böyle yapmazsanız, bilin ki Allah'a ve Pey­gamberine savaş açmış olursunuz. Ama eğer tevbe eder­seniz, ana-paranızı geri almaya hak kazanırsınız: böyle­ce ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğramış olursu­nuz.

1. (Eğer böyle yapmazsanız...)

"Böyle yapmazsanız" ifadesiyle, bir önceki ayette zikredilen, Allah'tan sakınarak faizden doğan kazançların tümünden vazgeçme eylemi kasdedil-mektedir. Bir başka deyişle, insanın psikolojisini, davranışlarını ve ekonomik hayatını mahveden [Bakara/275-276] faiz yasağından vazgeçmezseniz de­mektir.

2. (Allah'a ve Peygamberine savaş açmış olursunuz). Yüce Allah, -faiz yasağı hariç- koyduğu hükümleri çiğneyenlerin hiçbiri

için bu şekilde şiddetli bir ifade kullanmamıştır. Sömürü, kul hakkını ihlal ve zulüm olan faizden vaz geçmemenin bir isyan olduğunu ilan eden Yüce Al­lah, faiz yiyenlerle savaş halinde olduğunu söylemekte; bu savaşın ateşini fa­iz yiyenlerin yaktığına da dikkat çekmektedir.

Allah'a ve Peygamber'e savaş açmak, neticesi hüsran olacak bir eylemi başlatmaktan başka bir şey değildir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır: Allah'a savaş açmak ifadesi anlaşılmaktadır, ama şu anda faiz yiyen insan hayatta olmayan Hz. Peygamber'e nasıl savaş açmış olabilir? Hayatta olmayan bir insana, savaş açmak ne anlama gelir?

Hz. Peygamber hayatta olmamakla beraber, ondan akıp gelen manevî bir kültür ırmağı vardır. Dolayısıyla, -bugün itibariyle- Hz. Peygamber'e savaş açmak, onun sünnetine savaş açmak manasını ifade eder. Hz. Peygamber'in hayatta olup olmaması bir şeyi değiştirmez. Zaten Allah ile savaşmak da, O'nun zatı ile savaşmak anlamına değil; O'nun hükmü ile savaşmak manası­na gelir. Bu, manevî alanda başlayan, ama neticelerini maddî alanda veren bir savaştır. İnsanın kaybedeceği kesin olduğu halde bu savaşı sürdürmesi, Allah katındaki mevkiini kaybetmesine sebep olmaktadır. İnsanı bu savaştan kur­tarmanın yolu nedir?

2. (Eğer tevbe ederseniz, ana-paranız sizindir). İnsanı bu savaştan kurtaracak iki yol vardır:

a. Faizden doğan tüm kazançtan vazgeçmek [Bakara/278];

b. Tevbe etmek [Bakara/279].

İman, iyi amel, namaz, zekat ve takva bu iki eylemin alt yapısını oluştu­racaktır. Bu manevî olgunluğa sahip olan kimse, faizden doğan tüm kazanç­ları bırakacak ve tevbe edip Allah'a yönelecektir. Faiz alacaklarından vazge­çen kimsenin, niçin tevbe etmesi de gerektiğine gelince; faizden doğan ka­zançlardan vazgeçmek yeterli değildir; çünkü bunun ardından tekrar faize dönebilir. Tevbe edince, artık dönüşü olmayan düzgün bir yola girmiş de­mektir. Buradaki tevbe, Allah'a savaş ilan eden insanın, yanlışını anlayıp tes­lim bayrağını çekmesi manasına gelebileceği gibi; ayetin başında yer alan "Böyle yapmazsanız, yani faizi bırakmazsanız" ifadesinin karşıtı anlamında, tevbe edip Allah'ın faiz hükmünü yerine getirmek anlamına da gelebilir.

Demek ki tevbe, savaş ilan etmeden önce de, savaştan hemen sonra da olabilir. Birincisini dikkate alırsak tevbe savaşın açılmasını önleyen; ikinci­sini dikkate alırsak savaştan vazgeçiren eylem olmaktadır.

Yanlışını görerek özür dilemek ve bir daha o hataya dönmemek gibi er­demli bir davranışın, insan hayatındaki yerini öğreten Yüce Allah, böylece devlet adamlarına, ana-babalara, eğitimcilere de özür dilemenin ne kadar önemli olduğunu öğretmiş olmaktadır. Faiz yemekte ısrar ederek Allah'a sa­vaş açan insana tevbe kapısını göstermekle Yüce Allah, savaşan toplumların savaşa son vermelerinin yolunu da öğretmektedir.

4. (Böylece ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğramış olursunuz).

Ayetin bu kısmında, faiz yasağının amaçlarından biri açıklanmaktadır: in­sanlara haksızlık yapmamak. Faiz yemek, hak yemek, hakkından fazlasını üzerine geçirmektir. Faiz yemek, gasbtır. Onun içindir ki Allah Teala, ana-pa-ra dışında faizden elde edilen kazancın bırakılmasını emrediyor; böylece za­lim veya mazlum olunmayacağını belirtiyor.

Yüce Allah'ın maksadı, haksızlık ve zulmün olmadığı bir insanlık oluş­turmak oluduğu içindir ki faiz ile zulme uğrayan, faiz altında inletilen kim­selerden yana tavır koyarak, faiz yiyenlerin kendisine savaş ilan etmiş oldu­ğunu söylemektedir. Faizle haşır-neşir olanlar daima Allah ile savaş halinde olduklarından, sosyal hayatı kirletmekte, insanlığı harabe haline getirmekte­dirler. [67]

 

Alacaklının Borçluya Mühlet Vermesi:

 

280. Eğer (borçlu) güç durumda ise, rahatlayıncaya ka­dar ona bir vade verin; eğer bilirseniz, bir karşılık bekle­meden (borcu tamamıyla) silmek, sizin kendi iyiliğinize olacaktır.

Bu ayette, faizle borç veren kimsenin, borçluya karşı nasıl davranması gerektiği beyan edilmektedir. 278. ayette, faizden doğan bütün kazançlardan vazgeçilmesini; 279. ayette ise ana-paramn alınabileceğini ifade eden Yüce Allah 280. ayette borçluya mühlet verilmesini emretmekte, hatta alacağın tamamen silinmesini önermektedir. O nedenle bu ayetler birbirine zıt değil­dir.

İlk önce faiz getirişinin bırakılması emredilmekte, ikinci olarak ana-para-nın alınabileceği belirtilmekte, üçüncü olarak eli dar olan borçluya mühlet verilmesi emredilmekte, son olarak ana-paranın da tamamen bırakılması tav­siye edilmekte; bunun çok daha hayırlı olduğu beyan edilmektedir.

280. ayette yer alan tavsiyenin, alacaklının malî açıdan iyi durumda olma­sı halinde yerine getirilebileceği unutulmamalıdır. Dileyen -faiz getirişinden vazgeçmek ve borçlu zor durumdaysa mühlet vermek şartıyla- ana-parayı alır; dileyen de tasadduk edip ana-parayı da siler.

Demek ki ilahî hüküm veya önerilerin şeklini ve tonunu belirleyen sosyal şartlardır; Allah kullarının şartlarını esas alarak farklı uygulama şekilleri sun­maktadır. Bu hükmü günümüze uyarladığımız zaman şöyle bir genelleme ya­pabiliriz: Toplumları idare eden siyasiler, kanun yapma yetkisinde olanlar, dayatma yerine, şartlara göre kanun koymalıdırlar. Çünkü şartlara göre dav­ranma imkanı tanınması oranında halk isyandan uzak olur.

İşte Kur'an faiz konusundaki bu alternatifli uygulama şekilleriyle hem hukukun, hem de siyasetin temel direğini dikmiştir. Yönetici ve kanun koyu­cuların, vatandaşlarına şartlara göre davranma hakkını vermeleri gerekir, ki bu toplumun hakkıdır. Bu hakka riayet edilirse hem siyaset, hem de hukuk erdemli olur. Allah'ın kutsal kitabı Kur'an'da kullarına, şartlara göre davran­ma müsaadesi tanıması, din adamları için çok önemli bir örnektir. Din alim­leri, fetvaları ile halkı tek yönlü bir yola sokmamalı, bazı meselelerde ilahî toleransı örnek almalı; şartlan gözönünde bulundurarak hüküm vermelidir­ler.

280. ayette yer alan (hayr) kavramı, alternatiflerden birini seçerken daima daha iyi olanın tercih edilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Bu merhalede Yüce Allah, bilgiye/bilmeye vurgu yapmaktadır. Çünkü bilgi, su­nulan seçeneklerin hangisinin daha iyi olduğunu insana öğretecek ve rehber­lik edecektir. [68]

 

İnsan, Allah'a Döneceği Günden Sakınmalı:

 

281. Allah'a döndürüleceğiniz, sonrada herkesin kazancı­nın eksiksiz geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğ-ratılmayacağı günden sakının.

Buhari'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre bu en son inen ayettir. Faizle il­gili olarak inen ayetlerin bazılarının da vahyin son ayetleri arasında bulundu­ğu dikkate alındığında, bu ayetin, faizle ilgili ayetlerle alakalı olduğu söyle­nebilir. Ayeti, bu anlayıştan hareketle tefsir edeceğiz:

1. Allah'a döndürüleceğiniz günden sakının.

Ayetin eksen kavramı t£xî (sakının) emridir. Buradaki sakınma emrini 278. ayette yer alan "sakının" emrine bağlayabiliriz. 278. ayette -anj/i. (Al­lah'tan sakının) denilirken; 281. ayette (Öyle bir günden sakının ki) buyurulmaktadır. "Sakınma" emri her iki ayetin müşterek yönünü oluştur­makla birlikte, 278. ayette Allah'tan; 281. ayette ise ahiret gününden sakınıl­ması emredilmekte; böylece, faiz yemekten insanları alıkoyma metodlann-dan biri olan "sakınma" eylemine veya metoduna başka bir boyut ilave edil­mektedir.

Bu ayetlerdeki ittika kavramına, farklı manalar verilebilir. Nitekim Mu-hammed Esed, birine "Allah'a karşı sorumluluk bilicinde olun", diğerine de "Bir günü aklınızdan çıkarmayın" manasını vermiştir. Sakınılan birşey daima hatırda tutuluyor; sakınılmayan birşey ise hatırda tutulmuyor demektir. He­sap gününün daima akılda tutulup ondan sakınılması, insanı faiz yeme gibi çirkin bir davranıştan caydırıcı bir güce sahiptir. İnsanların Allah'a döndürü­leceği bir günden sakınılmasına dair olan emir, bir tehdit midir, yoksa vuku-bulacak bir hakikati hatırlatmak mıdır? Biz bunun, caydırma maksadına yö­nelik eğitim amaçlı bir tehdit olduğunu düşünüyoruz.

(Allah'a döndürülme) ibaresi, Allah'ın iradesine ve hükümran­lığına dönmeyi ifade etmektedir. İnsan bu dünyada seçme hürriyetine sahip olduğundan, Allah'ın dışındaki varlıklara boyun eğebilir, ama ahirette kulun irade ve tercihi yoktur. Orada -Allah'ın hükümranlığına boyun eğmekten başka- hiçbir seçenek bulunmayacağından, artık insan dünyada boyun eğme­diği ilahî iradeye boyun eğecektir. Faiz yeme ile ilgili olarak düşünürsek, fa­iz yiyen insan Allah'tan uzaklaşmış olduğundan, ahirette tekrar O'na döne­cektir. İşte o dönüş günü sakınılması gereken bir gündür. Bu dünyada sömü­rülen güçsüzlerin hakkının alınacağı o mahşer günü gerçekten sakınılması ve hatırdan çıkarılmaması gereken bir gündür.

Allah'a dönüşün yanısıra, o günün başka bir özelliği de, herkese kazandı­ğının tastamam verilecek olmasıdır. Bu, dünyada faiz yoluyla hakkından faz­lasını alan ve hakkını alamayan insanlar için, durumun ahirette tersine döne-ceği^ınlamına gelir. Herkese, kazandığının karşılığı harfiyyen ödenecektir.

Ayetin sonunda yer alan, "Kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı gün" ifa­desi de buna işaret etmektedir. Bu, dünyadaki zulümün aksine, ahirette zulü-mün bulunmayacağı manasına gelir. Böylece faiz yemenin bir zulüm olduğu da anlaşılmaktadır. [69]

 

Faiz Nedir? Hangi Tür Para İlişkileri Faizdir?

 

Yorumumuzun bu safhasında faizin ne olduğu, yahut hangi para ilişkile­rinin faiz olacağı konusunu ele alacağız:

1. Faiz konusu incelenirken, günümüzdeki ekonomik şartların getirdiği farklı müesseselerin Peygamberimiz döneminde olmadığı gözönünde tutul­malıdır. Mesela o dönemde banka, vade farkı ile satış ve enflasyon yoktu. Sa-nai mamullerinin artması, teknolojinin üretime girmesi, üretim araçlarını çe­şitlendirmesi ve geliştirmesi, ticarî hayatın geniş boyutlar kazanması ekono­mik hayatm yapısında büyük değişim meydana getirmiştir.

Banka vasıtasıyla devlet kontrolünde kredi verilmesi, kâr ve zararına or­tak olunmayan para faaliyetleri, borsa, devlet tahvili gibi yatırımların ortaya çıkması, faiz olgusunun yeniden ele alınmasını, bu hususta içtihat yapılmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu meseleler çözümsüz bırakıldığında İslâm hu­kuku etkinliğini kaybedecektir.

2. Orta çağda Merkantilist ticaretin Arabistan'da oluşturduğu ekonomik hayatın feodal döneme, oradan kapitalist ekonomiye geçmesiyle para hare­ketleri de hızla değişmiş ve neticede günümüzdeki müesseseler meydana gel­miştir.

O dönemlerde nesie denilen faiz türü yaygındı. Bir malı kendi cinsinden bir mal ile, bedelini bir süre sonra almak üzere değiştirmekten doğan fazlalı­ğa, nesie ribası denir. Mesela: Kışın birine bir ölçek buğday verip yazın onun yerine iki ölçek buğday almak gibi. Buradaki fazlalık, bedelin veresiye olma­sından doğmuştur. Bu fazlalığı veren kimse tamamen karşılıksız vermiştir.[70]

Aç kalan birine, ekin zamanı iki ölçek ödemek üzere bir ölçek ödünç ver­mek, ihtiyacı istismar ve emeksiz bir kazanç olduğu için faiz olarak nitelen­dirilmiştir.

Peki para hızla değer kaybediyorsa, başka bir ifadeyle enflasyon yüksek ise, borç ilişkisi nasıl gerçekleştirilecek. Bir ölçek borç veren kişi, iki mev­sim sonra verdiğini geri alamayacak ve böylece zarara uğrayacaktır. Bu du­rum borç verme suretiyle yapılacak yardımlaşmayı engelleyecektir.

Enflasyonun yüksek olduğu, paranın hızla değer kaybettiği ekonomilerde borçlanmayı üçüncü bir eşya ile yapma imkanı var mıdır? Mesela: Verilen bir milyar lira borcun, bir yıl sonra verildiği andaki döviz değerine göre tahsil edilmesi faize girer mi?

Bankadan alınan kredi bu şekilde üçüncü bir maddeye endekslenmediği için ödenen fazlalık faize girer mi? Ödenecek paranın tamamının veya bir kısmının takside bağlanmasından doğan vade farkı faiz olur mu? Bu uygula­ma esnasında enflasyon çift rakamlı ise, evet cevabını vermek mümkün mü­dür?

Hayvancılık yapmak için borç para isteyen kimseye, para yerine hayvan satın alınıp alınan miktarın çok üzerinde satılması faize girer mi?

Buna "fadl ribası" denir mi? "Fadl ribası" aynı cins ve miktardaki malla­rın peşin olarak birbiriyle değiştirilmesinden doğan fazlalıktır. Mesela, bir ölçek buğdayı peşin olarak bir buçuk ölçek buğday ile değiştirmektir.[71]

Ebu Hureyre'nin rivayet ettiğine göre, Hayber'e vali tayin edilen sahabi-nin getirdiği cenib hurmasını gören Hz. Peygamber, bütün Hayber hurmala­rının öyle güzel olup olmadığını sorduğunda "Hayır, iki ölçek düşük kalite hurma verip bu hurmadan bir ölçek aldım" cevabı üzerine, "Böyle yapma, kendi hurmanı para ile sat, sonra o para ile cenib hurması al" buyurur.[72]

Böyle bir alış-verişte taraflardan birinin farkında olmadan zarara uğrama­sı mümkündür. Daha iyi hurmaya sahip olan kişi, iyi hurma arayanın duru­munu istismar edebileceği ve elindeki değersiz hurmaları yok pahasına ala­bileceği için Hz. Peygamber bunu uygun bulmamış olabilir.

Bu şekilde alış-veriş yapan sahabiye Hz. Peygamber: "Katladın, faiz al­dın"6[73] buyurmuştur. Âl-i İmran/130'da kat kat katlanmış faizden bahsedil­mektedir:

Ey iman edenler! Kat kat artırılımş olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.

Biz buna "katlama faiz" adını verebiliriz. Demek ki bir riba var, bir de katlamalı riba vardır. Âl-i İmran/130'da geçen "katlama" ifadesi, faizin kat­lamalı/kat kat olmayanının helal olduğu anlamına gelmez. Faizli olan, içine faiz kansan her türlü alış-veriş şekli haramdır; ister az olsun ister çok, ister basit olsun ister katlamalı veya bileşik; durum değişmez.

Mesela: Bankaların uyguladığı faiz politikası ile, tefecilerin faiz uygula­maları arasında büyük derece farkları olabilir. Nitekim, tefeciler, faiz oranını daha yüksek tutarlar. Ama netice ve mahiyet itibariyle her ikisi de faizdir. Şimdi faizle ilgili ayet ve hadislerden çıkardığımız genellemeleri sıralayabi­liriz:

1. İslâm'dan önceki dinlerde de faiz haramdı. Yukanda Tevrat'tan örnek­ler vermiştik; Kur'an'dan da bu konuda örnekler verebiliriz:

Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faiz almaları... [Nisa/161]

Hz. Peygamber, İsra/101 ayetini yorumlarken, Hz. Musa'ya verilen dokuz ayetten birinin faiz yasağı ile ilgili olduğunu söylemiştir.[74]

2. Faizin alım-satımdan farkı olmadığı fikri şeytanî olduğu için, bu fikre sa­hip olanlar şeytan çarpmış gibi hareket ederler. Faiz işleminin öncelikle insa­nın iç aleminde başladığım, düşünceden hayata intikal ettiğini gösteren Baka­ra/275 ayeti, düşünceden davranışa, oradan ekonomik hayata sıçrayıp denge­leri bozduğuna dikkat çekmektedir. Allah'ın vermiş olduğu öğütlerin içinde fa­izden vazgeçme de vardır. Bu öğüdü duyan kişi, derhal faizden vazgeçmelidir. Doğal olarak ana-parası kendisinin olacaktır. Bu yasağı dinlemeyen insanın, cehennemini kendi eliyle hazırladığını Yüce Allah ifade buyurmaktadır.

3. Allah Teala sadakayı bereketlendireceğini, faizi mahvedeceğim, nankör ve günahta ısrar edenleri sevmeyeceğini söylemekle faizden caydırma meto­dunu kullanmaktadır.

4. Faizden vazgeçmenin yolu iman etmek, bilgi, iyi davranış üretmek, na­maz kılmak, zekat vermek, Allah'tan sakınmak (takva), Allah'a dönülecek gün'den korkmak, infak etmek ve sadaka vermektir. Bütün bu amel ve uygu­lamalar, faizden vazgeçirmenin alt yapısını oluşturmaktadır. Bu alt yapı oluş­madan insanı faizden vazgeçirmek hem zor olur, hem de zorlama yoluyla olur. Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki: Faizi yasaklamadan önce, in­sanları eğitmek gerekir.

5. Faiz yemekte ısrar etmek, Allah'a ve Peygamberine savaş açmaktır. Ki­min kaybedeceği başından belli olan bu savaşın insan tarafından sürdürülme­si, insanlık için büyük bir talihsizliktir. Allah ve Peygamberi ile savaş halin­de olan bir ekonominin sıkıntısız olması, düzlüğe çıkması mümkün değildir.

Hiçbir haram davranış için Allah ve Rasulü'ne savaş açmak tabirini kullanmayan Yüce Allah, kulun kulu sömürmesini, faiz alarak zulmetmesini kendine savaş ilanı olarak görmekte ve değerlendirmektedir. Faiz yiyen kim­senin, cehennem yaram olacağı, Allah'ın sevgisinden mahrum kalacağı, Al­lah'a ve Peygamberine savaş açmış olacağı düşünülürse, bunun ne kadar kor­kunç bir durum olduğu anlaşılır. Bununla güdülen amaçlardan biri de caydır­maktır. Sevgisizlik diyarından savaşa, oradan cehenneme uzanan bu faiz se­rüveni, insanın hayatını karartmaktadır.

6. Banka kredisi, borsa, tahvil, vade farkı gibi kapitalist ekonominin ge­tirdiği muameleler din adamları ve ekonomistler tarafından ele alınıp değer­lendirilmeli, hangisinin faiz olduğu hükme bağlanmalıdır. Mesela: İşinin kö­tü gitmesi nedeniyle fabrikasını kapatmakla karşı karşıya kalan kimse ne yapmalıdır? Elindeki belli bir miktar parayı repoya yatırıp işçilerin maaşını mı vermeli, yoksa işçileri işten mi çıkarmalı?

İctihad kapısının kapanıp kapanmadığıyla ilgili tartışmalar, bu ve buna benzer pek çok konuyu çözümsüz bırakmış, İslâm hukukunun geri kalması­na sebep olmuştur. Meseleler üzerinde düşünüp çözüm üretme kapılarının kapalı olduğunu söyleyerek insan düşüncesini donduran zihniyet, İslâm kül­türüne zarar vermiş ve onu derinden yaralamıştır.

7. Faiz infak, sadaka ve zekat müesseselerinin ortadan kalkmasına sebep olur. Zaten Yüce Allah faizi yasaklarken, yerine bunları koymaktadır.

8. Peygamberimiz veda hutbesinde faiz konusunda şöyle buyurmuştur:

Cahiliye faizi yasaktır. Ayağımın altına aldığım ilk riba Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın faizidir. Onun bütün faizi kaldırılmıştır.[75]

9. Faiz, emeksiz, alın teri akıtmaksızın, göz nuru dökmeksizin kazanç te­min ettiği için haram; başkasınm can yongası olan malına karşılıksız el koy­mak olduğu için haksız bir kazançta

10. Faiz, mal veya paranın zenginlerin elinde toplanıp haksız bir güç oluş­turmasına neden olur:

Böylece o mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. [Haşr/7]

Yüce Allah zekatın, sadaka ve infakın farz kılınma nedenini, bu şekilde beyan ettiğine göre, faizin yasaklanma sebebi de bu olmalıdır; çünkü zekat, sadaka ve infak, kaldırılan faizin yerine konulmuştur. Servetin yalnızca zen­ginler arasında dolaşmaması, halk kitleleriyle zenginler arasında mesafe oluşmasına, sınıflaşmaya, haset ve kıskançlığın körükleyeceği düşmanlığa mani olur.

Fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapma yollarından biri olan faiz, toplumda küçük bir azınlığın refah, diğerlerinin yoksulluk içinde yaşamalarina sebep olur. Bu da toplumu cehenneme çevirir; böyle bir ortamda zengin­ler de hayatlarından emin olamazlar. Onun içindir ki, Yüce Allah mutluluğu, kurtuluş ve zaferi faizden uzak durmaya bağlamıştır:

Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz. [Âl-i İmran/130]

Yüce Allah, felaha (zafere, kurtuluşa, mutluluğa) ulaşmanın formülünü vermektedir: Faiz yememek+Allah'tan sakınmak=felah. Faizi terkeden ve Allah'tan sakınanlar insanlığın mutluluk abidesine bir taş koymaktadırlar.

Faiz yiyenler de, insanlığın mutluluk cennetinden bir taş alıp götürmekte, bir ağacını kesmekte, bununla da mutluluk ülkesini cehenneme çevirmekte ve savaş alanına döndürmektedirler. Faizden kazanılan haram lokma, nesil­lerin asaletini bozmakta, neticede onların eğitimini zorlaştırmaktadır. İnsan­ların alın terini hiçe sayan faizcilik, mallarının haksız yere ellerinden çıkma­sına neden olmaktadır. Ah u vahlann, iniltilerin, bedduaların karıştığı faiz ka­zancı, insanlığın erdemini bir kurt gibi kemirip çürütmektedir. [76]

 

Borç Kaydedilmelidir:

 

282. Ey imana ermiş olanlar! Ne zaman belli bir vade ile borç verir veya alırsanız yazıyla tesbit edin. Bir yazıcı, ta­rafsız olarak onu kaydetsin. Ve hiçbir yazıcı, Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmayı reddetmesin: öylece, olduğu gibi yazsın. Borçlanan kaydettirsin, Rabbine karşı sorumlulu­ğunun bilincinde olsun ve taahhüdünden bir şey eksiltme­sin. Ve eğer borç altına girenin aklî veya bedenî bir zaafı varsa veya kendisi kaydettirebilecek durumda değilse, onun menfaatini kollamakla görevli olan kimse, onu adil bir şekilde kaydettirsin.

Ve içinizden iki erkeği şahit tutun; iki erkek bulunmazsa, kabul edebileceğiniz kimselerden bir erkek ile iki kadını şahit tutun ki onlardan biri hata yaparsa diğeri ona hatır­latabilsin. Ve şahitler çağırıldıklarında şahitlik yapmayı reddetmesinler.

Küçük olsun büyük olsun, her anlaşma maddesini vade ta­rihi ile birlikte yazmaya üşenmeyin: bu, Allah nazarında daha adil, kanıtlanma açısından daha güvenilir ve sizi şüpheye düşmekten alıkoymakta daha uygun olandır. Ama eğer birbirinize doğrudan doğruya devredeceğiniz hazır mallar ile ilgili ise onu yazmamanızda bir mahzur yoktur.

Ve birbirinizle alışveriş yapacağınız zaman bir şahit bu­lundurun, ancak ne yazıcı ne de şahit bir zarara uğramasın; eğer onlara zarar verici bir iş yaparsanız unutmayın ki, bu, sizin için günahkarca bir davranış olacaktır. Al­lah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, çünkü sizi eğiten Allah'tır ve Allah, her şeyin tüm bilgisine sahiptir.

Kur'an'ın, bu en uzun ayetinin, parçalara ayrılarak açıklanması zorunlu­dur. Kur'an, hukuku bulunmayan, sosyal hayatını örf ve adetlere göre düzen­leyen aşiret toplumunu, getirdiği hukukla millet haline dönüştürmüştür. Tev-hid inancından sonra belki de en büyük devrimini hukuk alanında yapmıştır. Aşiret toplumunu hukuku olan, insan ilişkilerinin objektif hukuka göre dü­zenleyen bir toplum haline getiren Kur'an'ın bu konudaki en önemli ayetle­rinden biri Bakara/282'dir.

1. (Ey iman edenler! Belirli bir zamana kadar birbirinize borç verdiğinizde onu yazın).

Objektif ve evrensel hukukun en önemli özelliği yazılı olmasıdır. Ayetin bu kısmında Yüce Allah '.*£i (Borcu yazın) emrini vermekle, aşiret toplu­munda ticarî borçlanmalarla ilgili bir devrim gerçekleştirmiştir. Borçlanma veya borçlar hukukunun temellerini atarak, insan hafızasına değil, yazılı ev­raka güvenme esasım getirmiştir. Ödenmemesi veya inkar edilmesi halinde alacaklının hakkını koruyacak olan şey, yazıdır/senettir. Borcun yazılması, hukuku devreye sokmakta, haksızlıklara mani olmaktadır.

Ayetin bu kısmını, borç, zaman ve yazma kavranılan oluşturmakta ve in­sanlar arasındaki ticarî ilişkilerin düzenli yürütülmesi emredilmektedir.

"Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun" [Kalem/l] ayetinde Yüce Al­lah'ın üzerine yemin ettiği yazı yazma aleti olan kalem ve onun yazdıkları, sadece bilginin satırlara dökülmesini değil, yapılan akdin hukuka dönüşme­sini de temin ettiği için bu önemi kazanmaktadır. Böylece yazı yazma ara­cının hem eğitim, hem de hukukî açıdan önemi ortaya çıkmaktadır. Kalem ve onun ucundan dökülen kelimeler, hukukun delili olmakta ve böylece ka­lem hukukî bir alet halini almaktadır. (deyn) ve (karz) Kur'an'da 'borç' manalarına gelmektedir. Ayette geçen 'borç' kavramı, hem borç ve­reni, hem de borç alam kapsamına almakta; karşılıklı borçlanmayı ifade et­mektedir.

(deyn) ile (karz) arasında belirgin farklar vardır. Bakara/245'te karz-ı hasen (güzel bir borç) kavramı yer almakta; "Allah'a güzel bir borç verecek yok mu?" ifadesinde (karz) kavramı fiil kalıbında kullanılmak­tadır. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette geçen  (deyn) kelimesi, Al­lah için kullanılmamaktadır. Fakire yapılan yardımı Allah kendisine verilmiş bir borç olarak değerlendirmektedir.

Din kelimesinin kökü, (deyn=borç)dir. Onun için borcun ve borç hu­kukunun dindeki yeri ve önemi çok büyüktür. Din, insanın Allah'a olan kul­luk borcunu, ana-babasına olan evlatlık borcunu, ticaret de borçlanmayı önemsediği, hukuka bağladığı ve kurallarını koyduğu için bu ismi almıştır. Demek ki din, borçlar hukukunu maddî ve manevî boyutuyla anlatan ve çö­zümleyen kurallar bütünüdür.

Kur'an ve ondan önceki kutsal kitapların getirdiği din, kulun Allah'a, ana-babaya ve diğer kullara olan borcunu yazmasını ifade etmektedir.

Din'e ismini veren (deyn=borç) kelimesi, dinin hem özünü, hem de amacını ortaya çıkarmaktadır. Din ne kadar kutsal ise, borç da o kadar kut­saldır. Din ne kadar hassas bir alam temsil ediyorsa, borç da o kadar hassas bir alam temsil etmektedir.

2. (Aranızda bir yazıcı, adaletle yazsın; yazıcı Allah'ın kendine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yaz­sın).

Ayetin bu kısmında, borcu yazan kişinin üçüncü bir şahıs olması öngörül­mektedir. Borcu veren ile alan; hem aktör, hem de seyirci olamayacağı için, üçüncü bir şahıs devreye sokulmaktadır.

Yüce Allah, yazıcıda adalet sıfatını şart koşmaktadır. Bu aynı zamanda adil olmayan bir kişinin borç senedi yazamayacağı anlamına gelir. Böylece Kur'an "adil hakim" kavramına bir de "adil katip" kavramını ilave etmekte­dir. Bugün, "adil katip" kavramının kapsamına "hukuku bilen" teriminin de sokulması gerekir. Çünkü hukuku bilmeyen kişi farkında olmadan hukuku çiğneyebilir.

Diğer taraftan borç veren veya alan kişi cahil olabilir; senette yazılı olan­ları anlamayabilir. O nedenle, katibin tarafgir olma ihtimalini bertaraf etmek için 'adalet' şart koşulmaktadır.

Katibin diğer bir görevi de, Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktır. Peki bu ne demektir? Okuma yazmayı insanlar birbirinden öğrenseler bile, Allah'ın öğ­retim olayına olan müdahalesine işaret edilmiş olabilir. Okuma yazma oranı çok düşük olan bir toplumda, bazı insanlar okuma yazmayı öğrenmişlerse bu onlar için büyük bir nimettir.

(Allah'ın ona öğrettiği gibi yazsın) ifadesini, bu kadar basit bir meseleyle sınırlandırmak mümkün değilse, o zaman bununla, Allah'ın Kur'an'da öğrettiği helal ve harama göre yazmak kasdedilmiştir diyebiliriz; ki bu da, tarafların haklarına zarar verecek bir maddenin veya cümlenin yer almaması; tarafların amacına uygun düşmeyecek bir kaydın olmaması de­mektir.

Belki de "Allah'ın öğrettiği şekilde yazsın" ifadesi, Kur'an'da zikredilen "adaletin" ne anlama geldiğini açıklamaktadır. O zaman, Maide suresinde yer alan şu ifade kastedilmiş olabilir:

İyilik ve takva hususunda yardımlasın, günah ve düşmanlık hususunda yar-dımlaşmayın. Allah'tan sakının, çünkü Allah'ın cezası çetindir. [Maide/2]

Adalet için Yüce Allah'ın öğrettiği temel kanun bu olabilir. Birine borç pa­ra veya mal vermek bir yardımlaşmadır. Bu yardımlaşmanın üzerine oturaca­ğı iki önemli temel vardır: birr (iyilik) ve takva. Demek ki katip, birr (iyiyik) ve takva'nın gereklerine göre yazarsa adil davranmış ve tarafların haklarını korumuş olur.

Diğer taraftan ayetin bu kısmında katibin, taraflar arasındaki borç senedi­ni yazmaktan kaçınamayacağına da işaret edilmektedir. Bu görev, birden faz­la katibin olduğu yerde farz-ı kifaye; birden fazla katibin bulunmadığı yerde farz-ı ayndır. Bu emirlerle Yüce Allah, günümüzdeki avukatlık ve hukukçu­luğun da temellerini atmıştır. Günümüzde, borçlanma hukukunu bilen hu­kukçuların bu işi yapması zorunludur. Böylece, çağdaş hukukun önemli bir müessesesinin temelleri de atılmış olmaktadır. Doktor hastaya bakmamazlık; öğretmen öğrenciye öğretmemezlik edemeyeceği gibi; katip de yazmamazlık edemez. Böylece borçlar hukukunda kaydın zorunluluğunun yanısıra avukat­lık ve noterlik müessesesinin zorunluluğuna da işaret edilmektedir. Ayetteki emri günümüzdeki, noterlik müessesesine kadar uzatmamız mümkündür.

(Üzerinde hak olan kimse (borçlu) de yazdırsın. Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi söyleyip yazdıramayacak ise, velisi adaletle yazdırsın).

Ayetin ikinci bölümünde katiplik konusu ele alınmış ve özellikleri sayıl­mıştır. Üçüncü kısmında ise, borçlunun görevleri ele alınmaktadır. Bazen borç alanlar, güvenilir olduklarını söyleyerek, borcun yazılmasını hafife alır­lar. Borç alırken tatlı olur ama, öderken ağır gelir. Bundan dolayı Yüce Allah borçluya, borcunu yazdırmasını emretmektedir.

Borcunu ödemek insana ağır geldiği için Yüce Allah bu bölümde "Rab-binden sakınsın" buyurmaktadır. Rabbinden sakınmadan, yani takvayı eylem haline getirmeden, insanın borcu konusunda adaletli davranması zordur. Borç ödemek nefse çok ağır gelir, aklı devre dışı bıraktırır, o nedenle kalpte­ki takva duygusunu harekete geçirip Allah'a karşı sorumluluğun bilincinde olmak gerekir.

Borç ödemenin zorluğu başka bir olumsuz harekete de sebep olabilir ve borcun eksik yazılması için insanı etki altına alır. Borcunu eksik yazdırmak, insanın erdemlerini kökünden dinamitleyen ve kul hakkı yemeye götüren olumsuz bir hareket olduğu için, Yüce Allah hükmünü oradan başlatmaktadır.

Yüce Allah ayetin bu kısmmda borçlunun başka olumsuz yönlerini ele alarak hükmüne farklı boyutlar getirmektedir. Aklî melekeleri zayıf veya söyleyip yazdıramayacak durumda olan borçlunun yerine veli devreye sokul­maktadır. Bu durumda borcu, borçlunun velisi adaletle yazdıracaktır. Hem katip, hem de borçlunun velisi adil olmak zorundadır. Adalet, ya da adil dav­ranmak, borçlar hukukunun temelini oluşturmaktadır.

Ancak Allah'ın öğrettiği gibi yazan katip; Allah'tan sakınıp borcunu öde­yen borçlu adil olabilir. Katip konusunda bilgiden adalete; borçlunun velisi konusunda ise takvadan adalete gidiş çizgisi izlenmektedir. Adalete gidiş çiz­gisi farklı görünse bile aslmda biri diğerinin basamağıdır. Bilgisiz takva ol­mayacağına göre, bilgi takvanın ilk basamağıdır. Öyleyse önce bilgi, sonra takva, sonra da adil davranış gelir.

Ama ikisini de ayrı ayrı düşünürsek, katibin adaleti bilgiden; borçlunun adaleti takvadan beslenmelidir. Bilgi ırmağı ile takva ırmağı belki ayrı yer­lerden akıyorlar ama, aynı denize: adalet denizine dökülmektedirler. Netice olarak, bilgisiz ve takvasız adaletin olamayacağı ortaya çıkmaktadır. Diğer taraftan şu genellemeye de varabiliriz: Borçlar hukukunda sadece maddeler değil, psikolojik, yani manevî değerler de yer almalı ve bu değerlerin ilki bil­gi, ikincisi takva, üçüncüsü de bunların ürettiği adalettir. Borçlar hukukunu besleyecek ve onları emzirecek memeler işte bu değerler olmalıdır. Bilgi, takva ve adalet memelerinden çıkacak olan süt, borçlar hukukunun karakte­rini ve evrenselliğini belirleyecek ve hilesiz yürümesini temin edecektir.

Yüce Allah akılsız, zayıf ve yazmaya gücü olmayanın yerini veli ile dol­durmakta ve bu nedenle borcun yazılmasında asla hata istememektedir. Borç verenin hakkını korumak; borçlunun haram yemesini önlemek konusunda çok titiz davranmaktadır. Ayette geçen sefih kavramıyla, aklın hafifliği, zayıf kavramıyla da çocukluk hali, yazmaya güç yetirememe ifadesiyle de antlaş­manın yapılacağı dili bilmeme, hukuku bilmeme, muamelenin nasıl yapıla­cağını bilmeme kasdedilmiş olabilir. Günümüzdeki avukatlık müessesesi de bu güçsüzlüğün yerini doldurmuyor mu?

(Ve içinizden iki erkek şahit tutun, eğer iki erkek bulunmazsa, ka­bul edeceğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadını şahit tutun ki onlardan bi­ri hata yaparsa diğeri ona hatırlatabilsin. Çağırıldıkları vakit şahitler gelme-mezlik etmesin).

Yüce Allah yazılı vesikanın, yanında şahit de istemektedir. Borç veren ve borçlanan kişi, borç senedi imzaladıkları halde iki şahide ne lüzum vardır? Bize göre bunun en önemli hikmeti, baskıyla ve zorla senet imzalatılmasımn önüne geçmektir. Böylece senet, şahitlerle geçerli kabul edilecektir. İki şahi­din olduğu yerde, bir kimseye zorla borç senedi imzalatmak mümkün değil­dir. Ayrıca, şahit bulunmazsa borçlu, kendisine baskı yapılarak senedin imza­lattırıldığını iddia edebilir.

İşte böylesi durumlarda, şahitler çok önem kazanmaktadır. Bir şahitle ye-tinilmeyip iki şahidin şart koşulmasının sebebi, bir şahidin kandırılma veya hata yapma ihtimalinin bulunmasıdır.

İki erkek şahit bulunmadığında, bir erkek ile iki kadının şahitlik etmesi is­tenmektedir. Bir erkek yerine, ancak iki kadının şahitlik edebileceği hükmü, Batılılar tarafından, "İslâm kadına değer vermediği için, iki kadını bir erke­ğe denk görmüştür" şeklinde değerlendirilmiş ve İslâm'a saldın bahanesi olarak kullanılmıştır.

Muhammed Esed, Muhammed Abduh'un bu saldırıya verdiği cevabı nak­letmektedir:

Bir erkek şahidin yerine iki kadının ikame edilmesi hükmü, kadının ahlakî ve­ya aklî melekeleri ile ilgili bir husus değildir. Bu farklılık, genel olarak kadın­ların ticarî usûllere erkeklerden daha az aşina olmaları ve bu nedenle bu ko­nularda hata yapmaya daha yatkın olabilmeleri gerçeğinden dolayıdır.[77]

Abduh'un bu açıklaması, ayetin bu kısmında yer alan "Kadınlardan biri hata yaparsa diğeri ona hatırlatabilsin" ifadesine uygun düştüğü için doğru kabul edilmelidir. Zaten Yüce Allah, neden bir erkek yerine iki kadın şahit is­tediğini açıklamıştır. Yüce Allah "hata yapma" ihtimaline dikkat çekmekle borçlar hukukundaki şahitlikte bilgiyi/bilmeyi merkeze koymaktadır. Erkek­ten daha bilgili, konunun uzmanı olan bir kadın elbette bir erkek şahide denk olacaktır. Mesela: Cahil bir erkek, borçlar hukukunu bilen hukukçu bir kadı­na bu konuda denk değildir. Bu durumda, cahil erkeğin hata yapması sözko-nusu olduğu zaman, şahitlerin iki erkek ile bir kadın hukukçu olabileceği or­taya çıkmaktadır. Konuyu analiz edemeyen, imza atacak kadar kültürü olma­yan bir erkek, bir hukuk profesörü kadına akit bakımından denk olabilir mi? Ayette esas olan, meseleye vakıf olmak, hatırlamak, şahitlik anında hata yap­mamaktır. Hata konusu dikkate alındığında, bu hükmün cinsiyet sebebiyle konmadığı anlaşılır. Hata yapma ihtimali olmayan kültürlü bir kadın bir er­keğe denktir. Diğer taraftan, erkeğin bulunmadığı, sadece iki kadının bulun­duğu şartlarda, iki kadının şahitliği geçersiz mi olacaktır?

Çağırıldıklarında, çağınya uyma zorunluluğunu getiren ayetin bu kısmı, borçlanmada tarafların haksızlığa uğramamasını amaç edinmektedir. Şahitle­rin, şahitlikten çekinmeleri, hukukun yanılmasına sebep olabilir. Yüce Allah bu konudaki emriyle, meselenin günah boyutuna işaret etmektedir. Şahidin şahitlik etmesi veya etmemesi din alanına çekilmekte ve Allah tarafından de­ğerlendirilmeye tabi tutulmaktadır. Çünkü hukukun temel öğelerinden biri, şahitlik müessesesidir.

5. (Büyük veya kü­çük, vadesine kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah katında daha adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmeme­niz için daha uygundur).

Yüce Allah, antlaşmanın hiçbir şeyi dışarıda bırakmamasını, en ince tefer­ruatına kadar yazılmasını, hiçbir detayın ihmal edilmemesini istemektedir. Çünkü küçük-büyük her şeyin kayda geçirilmesi, istikbalde problem çıkma­sını önler, yahut çıkacak problemlerin kolayca halledilmesini sağlar.

Antlaşmanın, en küçük detayına kadar yazılmasını, hiçbir boşluk bırakıl­mamasını emretmekle Yüce Allah, insanların birbirlerine karşı haksızlık yap­malarını önlemek istemektedir. Yüce Allah, hukukî meselelerde, antlaşmalar­da büyük-küçük her şeyin yazılmasını istemekle, hukuka bir yenilik getir­miştir. Kur'an'ın koyduğu bu hukukî gelenek halen devam etmektedir. İnsan ilişkileri, hukuka taşındığında, en küçük şeyin de bir değeri olur. Küçük ih­maller, büyük neticeler doğurabilir. Bu konu, ihmale ve üşenmeye gelmez. Onun için Allah Teala, ayette 'üşenme' kavramına yer vererek, antlaşmalar­da üşenmeden dolayı eksiklerin olabileceğini vurgulamıştır.

Yüce Allah, bu konudaki titizliğinin nedenlerini de şöyle açıklamaktadır:

a. (Allah katında daha adildir).

Antlaşmada büyük-küçük her şeyi zikretmek, teferruatlı bir metin hazır­lamak, ilerde çıkacak olan sorunları şimdiden görüp hukukî hale getirmek mükemmelliğin göstergesidir. Bu mükemmellik, Allah katında değerlendir­meye tabi tutulacaktır. Böylece kist denen oran adaleti, antlaşmada yerine gelmiş olacaktır. Ayetin başında katibin ve borçlunun adil olması öne çıkarı­lırken; burada kist denen oran adaleti öne çıkarılmıştır. Ayetteki kıst'a "doğ­ru" manasını da verebiliriz. Allah katında doğru olan antlaşma, kullar katın­da da doğru olacaktır. Demek ki, Yüce Allah antlaşmayı kendisi değerlendir­mekte, doğru olup olmadığına karar vermektedir. Antlaşmanın doğru, yani adil olmasını belirleyen ölçütlerden biri, küçük-büyük her şeyin yazılmasıdır.

b. (Kanıtlama açısından daha güvenilirdir).

Ayetteki şehadet kelimesine, isbat ya da kanıtlama manasını, akvam keli­mesine de daha sağlam veya daha güvenilir anlamını vermeyi uygun buluyo­ruz.

Küçük-büyük her şeyin antlaşmada üşenmeden yazılmasının nedeni ola­rak, isbatta güvenilirlik gösterilmektedir.

c. (Şüpheye düşmemeniz için daha uygundur).

Yine küçük-büyük her şeyin yazılmasının nedeni olarak, borç verenle ala­nın antlaşma konusunda ileride şüpheye düşmemeleri gösterilmektedir.

Nedenlerin ilki Allah katında adaletin sağlanması, ikincisi isbatta güveni­lirlik, üçüncüsü de tarafların şüpheye düşmesine engel olmaktır. Her üç ne­dende de "daha" sıfatlandırması yer almaktadır. Yüce Allah bir emri verirken "daha fazla" olanı hedeflemektedir. Adil değil daha adil, sağlam değil daha sağlam, uygun değil daha uygun olmasına özen göstermekte ve insanlara da­ha üstün, daha iyi, daha güvenilir olan için gayret göstermelerini tavsiye et­mektedir.

Borçlar hukukunun temeline adaleti, güveni ve şüpheden annmışlığı koy­makla Yüce Allah, modern hukukun temellerini atmıştır. Adalet ve güvenin olmadığı bir borçlanmada şüphe olacağı için, şüpheden arınmış olma en so­na konulmuştur. Adalet güvene, güvenle adalette eminliğe götürecektir.

6. (Ancak aranızda yapıp bitirdi­ğiniz peşin bir ticaret olursa, onu yazmamanızda bir mahzur yoktur).

Yüce Allah peşin talış-verişte yazma zorunluluğu olmadığını söylemekte­dir. Ayette "Onu yazmamanızda bir mahzur yoktur" ifadesi yer almaktadır. Ancak devlete ödenecek verginin yazılması gerektiğine işaret için 'yazma­yın' yerine "yazmamanızda mahzur yoktur" deniliyor ki bu, yazmamanın mahzurlu olacağı durum ve ortamların olabileceğini gösterir. Ahş-veriş ya­pan taraflar için yazımlamasında mahzur olmayabilir ama, toplumun sosyal hizmetlerini gören devlete karşı ödenecek vergilerin yazılmaması mahzurlu olabilir. "Yazmamanızda mahzur yoktur" ifadesi, "yazsanız da olur" anlamı­na da gelmektedir. Yüce Allah'ın ayette kullandığı ifade, farklı uygulamalar için açık kapı bırakmaktadır.

7. (Ahş-veriş yaptığınız­da şahit tutun. Ne katip, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer onlara zarar verir­seniz, şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir).

Tüm alış-verişlerde değil ama, peşin olmayan alış-verişlerin bazılarında şahit tutulabilir. Razi, ayetin bu kısmında yer alan "Ne katip, ne de şahit za­rara uğratılsın" ifadesine iki çeşit mana vererek yorumunu yapmaktadır. Razi'nin iki farklı manasını manidar bulduğumuzu belirtmek istiyoruz.

Ayette yer alan (yudârre) fiili bu kalıptan alınırsa, zarar verecek olan kimse, borç veren ve borçlu olur. Ama bu kelime (yudârir) kalıbından alınırsa fail katip ile şahid olacağından, zarar verenlerin de onlar olması ge­rekir.

Katip ve şahidin, alacaklı ve borçluya zarar vermesi manasından hareket edersek, dikkatli davranmaması ile katip, şahitliği yapmaması veya yalancı şahitlik yapmasıyla da şahit zarar verebilir. Birisi yazdıklarıyla, diğeri de sözleriyle hukuku yanıltabilir ve borçlu ile alacaklının haklarını çiğneyebilir­ler, ikinci manadan hareket edersek, alacaklı ile borçlunun katip ve şahide zarar vermesi söz konusu olacaktır ki onları, mühim işlerinden alıkoymak su­retiyle katip ve şahit zarara uğratılabilir.

Birinci görüşü Hasan el-Basri, Tavus ve Katade, ikincisini de İbn Mesud, Ata, Mücahid ve Zeccac savunmaktadırlar.[78]

Bir sonraki ayet dikkate alındığında, şahidin zarar vermesinin sözkonusu olduğu görülecektir. Bu ayette ise, katip ile şahidin zarara uğratılmaması em-redilmekte; başka bir deyişle alacaklı ile borçlunun onlara zarar vermesi ya­saklanmaktadır. Katip ile şahidin zarara uğratılmamasının anlamı, baskı ya­parak yazımda katibin hata yapmasına, yine baskı yaparak şahidin yalan ye­re şahitlik etmesine sebep olmaktır. Başka bir açıdan bakarak, adil olan katip ile şahidin görevden alınmaları için uğraşı vermek manası da verilebilir. Gü­nümüzde bazı hukukî davalarda şahitlik edecek olanlara ağır baskılar yapıl­dığı, zarar verildiği, hatta canlarına kıyıldığı bir gerçektir. Bir antlaşmanın, hukukî olabilmesi, katibe ve şahide bağlıdır. Yüce Allah, hukukî bir davanın, ya da antlaşmanın bu olmazsa olmaz öğelerini koruma altma almaktadır.

Şahitlerin tarafsız olabilmeleri; katiplerin her şeyi olduğu gibi kağıda dök­meleri, hür olmalarına, zarara uğrama endişesinden uzak bulunmalarına bağ­lıdır. Onların işi, tarafların hakkını korumak ve hakkın ortaya çıkmasını te­min etmektir. Katibe ve şahide zarar verilirse, insanların katiplik ve şahitlik yapması engellenmiş olur; çünkü bu durumda insanlar katiplik veya şahitlik yaptığında zarar göreceği endişesine kapılır.

Hukukta tedirginlik, korku, zarar ve tehlike olamaz ve olmamalıdır. Yüce Allah bu hükmü ile zarar vermeyi hukuktan çıkarmakta ve hukukun evren­selliği yolunda önemli bir adım atmaktadır. Katiple şahidin zarar gördüğü ve korktuğu bir toplum medenî olamaz; bu toplum müslüman ise, müslümanlı-ğı büyük zarar görür.

8. (Eğer onlara zarar verirse­niz bu kendinize kötülük olur. Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilir).

Alacaklı veya borçlunun, katip veya şahide zarar vermesi bir fısktır. Bu­rada fısk, o davranışta bulunan kimseye o eylemin zarar vermesidir. Allah, -yapılan davranışın onu yapana zarar vermesi anlamında kullanmakla- fısk kavramını farklı bir manada kullanmaktadır.

Borçlanma muamelesinde rol alan ve ona hukukî vasıf kazandıracak olan katip ve şahide zarar verecek kimsenin, aslında kendine zarar vermiş olaca­ğını söyleyen Yüce Allah, zarar verenlere fasık sıfatını vermekle onları bu iş­ten caydırmaya çalışmaktadır.

Peki zarar verecek olan insanların davranışlarını fısk/günah olarak değer­lendirmek caydırıcı olmak için yeterli midir? Ayetin devamında, her zaman olduğu gibi takva (sakınma duygusu) ve eylemi devreye sokulmaktadır ki bu, katip ve şahide, ancak Allah'tan sakınmayan kimsenin zarar verebileceği an­lamına gelir. Onu durduracak olan, önemli içsel güçlerden biri takva duygu­su (Allah'tan sakmmak)tır.

Ayetin başından itibaren verilen emir ve yasakların fert ve toplumda yer-leşebilmesi için öğretim şarttır. Bilgilendirme olmadan, teşvik edilen eylemin ve kazandırılmak istenen davranışın kalıcı olması mümkün değildir.

Onun içindir ki Yüce Allah ayetin bu kısmında, "Allah size öğretiyor" bu­yurmaktadır. Borçlanma hukukunda, uyulması gereken hususlar, tatbik edil­mesi gerekli olan değerler; saygı duyulması istenen kurallar en ince ayrıntı­larına kadar açıklanmakta ve öğretilmektedir. "Allah her şeyi bilen" oldu­ğundan bu öğretim faaliyetini gerçekleştirmektedir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Borçlanma hukukuna yazıyı, katibi, şahidi ge­tiren bu ayet, veli vasıtasıyla yazımı da hukuka dahil etmiş, küçük-büyük her şeyin teferruatıyla antlaşmada yer almasını, şahit ve katibe zarar verilmeme­sini emretmiş, bunların Allah katında daha adil, şehadet için daha sağlam, şüpheden kurtulmak için daha emin olduğunu beyan etmiştir. Bütün bunların tatbik edilebilmesi için de, takva ve bilginin gerekli olduğunu vurgulamıştır. [79]

 

Borçlanmada Güven:

 

283. Eğer seyahette iseniz ve bir yazıcı bulamazsanız, alınmış taahhütler ile yetinilebilir. Ancak birbirinize güve­niyorsanız, kendisine güven duyulan, bu güvene uygun davransın ve Rabbine karşı sorumluluğunun bilincinde ol­sun. Ve şahit olduğunuz şeyi gizlemeyin; zira onu gizleyen kalben vebal altındadır ve Allah yaptığınız her şeyin tüm bilgisine sahiptir.

Bu ayette, alış-verişte, borçlanmada kitabetin yolculuktaki durumu ele alınmaktadır. 282. ayette, ikamet halinde kitabet ve şahitlik konusu hükme bağlanırken, 283. ayette yolculukta nasıl davranılacağı ele alınmaktadır. Ba­kara/l 84-185'te oruç; Maide/6'da abdest örneklerinde olduğu gibi, farklı şart­lar altında farklı uygulama imkanı vermektedir. Aynı esas ya da ilkenin, borç­lar hukukunda da söz konusu olduğunu bu ayetlerden öğrenmekteyiz.

Şimdi 283. ayetin açıklamasını yapabiliriz.

1. (Eğer seyahatte iseniz ve bir yazıcı bulamaz­sanız alınmış taahhütler ile yetinilebilir).

Bizim "alınmış taahhüt" manası verdiğimiz ibaresine, "alınmış bir rehin" karşılığı da verilebilir. Ayetin bu kısmı, bir önceki ayette yer alan kitabet ve şehadete, rehin alma hükmünü de ilave etmektedir. Ama rehin alma, katip ve şahidin bulunmadığı yolculuk ortamlarında devreye sokulmak­tadır. Fakat bunun ticaret veya borçlanmanın bir çeşidi olduğu da gözardı edilmemelidir. Rehin kavramının manalarını zikrettikten sonra yorumunu yapmakta yarar vardır. Fiil kalıbında rehene kelimesi sözlükte rehin vermek, malını veya canını tehlikeye sokmak, emanet etmek, ipotek koymak, bahse girmek, tutmak, bir şeyin devamlı hale gelmesi, devamlı olan nimet manala­rına gelmektedir.

Ayetteki manası ise, bir şeyi birinin yanına koymaktır. Mekanla beraber kullanılınca ikamet etmek manasına da gelmektedir. Kur'an'ın diğer iki aye­tinde ise rehin kalıbından, sorumlu, bağlı anlamına gelmektedir.

Tur suresinde rehin kalıbından, hesabını vermek, sorumlu ve ipotek ma­nalarına kullanılmaktadır:

Kendileri iman eden ve soyları bu imanı sürdürecek olanlara gelince, biz on­ları şovlarıyla bütünleştirecek ve işlerini heder etmeyeceğiz. Sonuçta herkes kendi kazancına rehindir. [Tur/21]

Kendi kazancına rehin olmak, yaptıklarından sorumlu olmak, ipotek altın­da olmaktır.

Müddesir/38'de de bu kavram aynı manaya gelmektedir. Ayetin bu kıs­mında yer alan rehin kavramına, -Muhammed Esed'in verdiği manayı uygun bularak- 'taahhüt' anlamı veriyoruz.

2. (Birbirinize itimadınız varsa, itimad edilen borçlu, borcunu ödesin ve Rabbi olan Allah'tan korksun).

Ayetin bu kısmında ise ticaretin ya da ticarette borçlanmanın üçüncü şek­li ele alınmaktadır. Birincisi, katip ve şahidin yer aldığı borçlanma; ikincisi rehinle borçlanma; üçüncüsü de güvene dayanan borçlanmadır.

Yüce Allah "itimadı" önemli bir değer olarak borçlanmanın temeline koy­makta, ama bu itimadın sarsılmaması için borcun ödenmesini emretmektedir. Borçlunun bu itimadı istismar etme ihtimaline karşı da, takva'ya vurgu yap­maktadır. Kendisine itimat edilen kimsenin, borcunu ödenmesini emretmek suretiyle Yüce Allah, itimada dayalı borçlanmanın yazımını kendi üstüne al­mış, antlaşmanın kefilinin kendisi olduğunu ifade etmiş olmaktadır. İtimada dayalı olarak yapılan sözlü antlaşmanın, Allah katında yazılı olması, gerçek­ten sakınılacak bir durumdur.

3. (Bir de şahitliği gizlemeyin, zira onu gizleyen kalben vebal altındadır. Allah ise yaptıklarınızı iyi bilir).

Yüce Allah şahitliği bir kalp faaliyeti olarak görmektedir. Dolayısıyla şa­hitliği gizleyen kimse, kalben vebal altındadır. Kalbin vebal altında olması ise, günahkar olması anlamına gelir.

Şahitliği gizlemek bir eylem olduğu gibi, kalbin günah kazanması da bir eylemdir. Şahitliği gizlemek iki türlü günah olduğundan büyük günahlar ara­sında sayılmaktadır. Şahitliği gizleyen kişi, tarafların hakkını çiğnemiş, kal­bini de vebal altına sokmuştur. Bir taraftan adaleti engelleyerek suç işlemek­te, diğer taraftan da kalbini günaha itmektedir. Bir taraftan hukuku, diğer ta­raftan kalbini yaralamaktadır.

Yüce Allah, insanların yaptıklarının tümünü bildiğini söylemekle, şahitli­ği gizleyen kimsenin hem kendine, hem de başkalarına zulmettiğinden ha­berdar olduğuna işaret etmektedir.

Rehine veya itimada dayalı borçlanmalarda da, asıl garantinin takva ve Allah'ın bütün yapılanları bildiği inancı olduğu bu ayette de vurgulanmakta­dır. Borçlanma hukukunun temeline takva ve imanın konulduğu net bir şekil­de anlaşılmaktadır. İman ile takva, kendiliğinden oluşmaz, bir eğitimin, bir olgunlaşmanın neticesinde elde edilir. Borç antlaşmasında kitabet, şehadet, rehin ve itimat, muhtemel sahtekarlıkları önlemeyebilir. Bunların işe yarama­sı, insanın gelişmişliğine bağlıdır. Bu şart ve hükümler, cahil, ham ve geliş­memiş olan toplumlarda hukuk kitaplarında kalır. Onları hayata geçirmek ge­lişmiş, kültürlü ve olgun bir toplum ister.

Onun içindir ki Yüce Allah, borç hukukuna dair koyduğu hükümlerin Kur'an'ın satırları arasında kalmaması için, insanı geliştirecek bilgi, iman, takva, güven, adalet değerlerini insana kazandırıp olgunlaştıracak eğitim fa­aliyetini devreye sokmaktadır. [80]

 

Davranışlardan Hesap Sorulacağı Gibi Gönülde Gizlenenlerden De Hesap Sorulacaktır:

 

284. Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'a aittir. İçinizde-kileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir ve sonra O, istediğini affedecek is­tediğini cezalandıracaktır. Zira Allah her şeye kadirdir.

Bu ayeti de -daha öncekiler gibi- parçalara ayırarak tefsir edeceğiz.

1. Bu ayetin -içeriği bakımından- 282 ve 283. ayetlerin bir devamı oldu­ğu anlaşılmaktadır.[81] Borçlanma hukukunda, daha önce belirttiğimiz gibi, mülkiyet hakkının korunması, borç verenin haksızlığa uğramaması için bir dizi değerler temele yerleştirilmiştir.

Objektif uygulamalarından gönüle kadar uzanan bir çizgide hukukî şart ve hükümler konulmuştu. Önce en objektif metodun "yazma" olduğu ifade edil­mişti. Yazma emriyle, -günümüzde notere denk düşen- katiplik müessesi te­sis edilmişti. Demek ki, borçlar hukukunda en önemli delil yazıdır.

İkinci delil şahittir. Şahitlik müessesesi de objektif deliller arasında en başta gelenlerden birini teşkil etmektedir.

Daha sonra, bu delillerin tamamen objektif ve tarafların hakkını koruya­bilecek nitelikte olmaları için 'adalet/adil olma' şart koşulmuştur. Borçlar hu­kukunda katip ve şahidin adil olması şarttır. Adaletin bir ucu gönülde, diğer ucu ise hukukî muamelelerdedir. Buradan Yüce Allah, "bilgi"ye intikal et­mektedir. Cahil insanların objektif davranması, neyin adalet olduğunu bilme­si ve adaletin yerine gelmesini dert edinmesi mümkün değildir. Eğitilmişlik, adil olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.

Yüce Allah katibin, şahitlerin ve borçlanan kimsenin, bilgiden sonra, takva (Allah'a karşı sorumluğun bilincinde olma, O'ndan sakınma duygusu) sahibi olmasını istemiş ve her defasında bunu vurgulamıştır. Bunlar, yani bilgi, ada­let ve takva; katip, şahit ve borçlunun mülkiyet hakkına karşı saygılarını artı­racak değerlerdir. Bu değerleri Yüce Allah öğretim vasıtasıyla insanlara kazan­dırmakta ve kazandırılması gerektiğine de 282. ayette işaret etmektedir.

Daha sonra 'taahhüt' ve 'itimat' devreye sokulmaktadır. Katibin, şahit ve rehinin olmadığı durumlarda itimadın, borçlar hukukunda yeterli olduğu hükmü getirilmiştir.

282 ve 283. ayetler bir arada dikkate alınırsa, objektif delillerden psikolo­jik delillere doğru inildiği anlaşılır. Bunların her biri, farklı şart ve ortamlar­da geçerlidir. Bütün bu oluşumlarla borçlar hukuku sağlam bir temele bina edilmiştir.

283.  ayetin sonunda şahitliği gizlemenin, kalbi vebal altına sokacağı, gö­nülde deprem meydana getiriceği, bütün erdemleri yıkıp yerle bir edeceği uya­rısı ile; şahitlik müessesesinin borçlar hukukundaki önemi vurgulanmıştır.

Bu uyan, "Allah yaptığınız her şeyi bilir" ifadesiyle biraz daha ağırlaştı­rılmıştır. Borçlar hukukunun sadece insanlar arası ilişkilerle sınırlı olmayıp, ilahî murakebe alanına girdiğine de dikkat çekilmek suretiyle uyan kat kat şiddetlendirilmiştir.

284.  ayette ise bu uyanmn şiddeti zirveye ulaşmaktadır. "Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır. Içinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir" buyurulmak suretiyle, kul hakkı ve bu hakkın çeşitli alanlardaki tezahürlerinde sadece davranışın değil niye­tin de hesaba çekileceği vurgulanmaktadır. İçindeki oluşumlan açığı vursa da vurmasa da, insanın hesaba çekileceği uyansı, çok ciddi bir tehdittir.

Bu tehdidin iki manada, ya da iki boyutlu olarak ele alınmasını uygun gö­rüyoruz. Borçlar hukukunda, mülkiyet hakkının zarar görmemesi amacıyla konan bütün objektif ve psikolojik delillerin ve bunlann insana kazandınl-ması için yapılan öğretim faaliyetinin yeterli olmadığı kimseler için tehdit metodu devreye sokulmaktadır.

• Şahitliği gizlemek, kalbi vebal altına sokar.

• Allah yapmakta olduklannızı bilir.

• Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır.

• İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi he­saba çekecektir.

Bütün bu uyan ve tehditler, aynı zamanda bir öğretim faaliyeti olup şahit­liği gizlemenin nelere mal olacağını, insana nasıl bir etkide bulunacağını, Al­lah tarafından nasıl değerlendirileceğini öğretmek, bu bilinci vermek amacı­na yöneliktir.

Her iki bakış açısının da eğitim faaliyetinin içinde olduğunu söylemekte yarar vardır. Uyan da öğretim de eğitim faaliyetinin vazgeçilmez unsurlan-dır. Yüce Allah hakkın ortaya çıkmasını temin edecek olan şahitliği gizleme­nin muhasebe edilip değerlendirileceğini söyleyerek şahitleri uyardığı gibi, mülkiyet hakkım ne kadar önemsediğini de vurgulamaktadır. Öte yandan bu­nun, insanlık için, bir eğitim faaliyeti olduğu da ortaya çıkmaktadır.

Göklerdeki ve yerdeki her şeyin kendisine ait olduğunu, gizlenen ve dışa vurulan her şeyi bildiğini söylemekle ilim ve kudretinin sınırsızlığını vurgu­lamakta, her şeyin kendi mülkiyetinde olduğuna işaret etmekte; böylece ka­inatın mülkiyetinin mutlak manada Allah'a ait olduğunu, insanlann mülkiye­tinin ise geçici olduğunu anlatmaktadır.

2. (Sonra dilediğini affeder, dilediğine de ceza verir).

Ayetin bu kısmında karşımıza üç önemli kavram çıkmaktadır: Affetmek, cezalandırmak ve dilemek. Bir yerde suç veya günah varsa, orada af veya ce­za da vardır. Bunun anlamı şudur: Şahitliği gizlemek, dünyevî hukukta suç; ilahî hukukta günahtır. Günah insanın gönlünü ve mülkiyet hakkını kirlettiği gibi, hukukun işleyişini de kirletir. Onun içindir ki Allah Teala bunun niyeti­ne bile tahammül göstermemekte; şahitliği gizlemenin düşüncesine bile mü­saade etmemekte; yani böyle bir niyeti aklından geçireni bile cezalandıraca­ğım söylemektedir.

Şahitliği gizlemenin doğurduğu günah veya suçun affedilmesi, ancak şa­hitliği yapmakla mümkündür. Tabii ki şahidin icbar edilme hali bundan müs­tesnadır. İşte 282. ayette "Ne katip ne de şahit zarara uğratılsın" ifadesi bu­na işaret etmektedir.

3. (Allah her şeye kadirdir).

İçte gizlenenleri ve açığa vurulanlan Allah'ın nasıl bildiği sorusuna cevap olarak da, Allah'ın her şeye gücü yettiği beyan edilmektedir. Her şeyi yapmaya gücü yetmeyen varlık ilah olamaz.

İnsanın gönlünden geçen bir niyetin Allah tarafından cezalandırılıp ceza­landırılmayacağı meselesine kısaca değinmek istiyoruz.

Kur'an'da insan hayatı için önemli iki zıt kavram ele alınmakta ve onlar­la Allah'ın ilişkisi açıklanmakta ve o kavramların ceza hukuku ile alakalan kurulmaktadır. Çeşitli ayetlerde, bu zıt kavramlar farklı kelimelerle ifade edilmektedir. [82]

 

Beda (Açıklık)-Hafâ (Gizlilik)

 

Beda kelimesi sözlükte gözükmek, belirmek, meydana çıkmak, göster­mek, meydana koymak, apaçık olmak, meydanda, açık, vazıh olmak, teşhir etmek, ifşa etmek, izhar etmek manalarına gelmektedir. Bu kelimenin zıddı hafiye olup saklamak, gizlemek, örtbas etmek, örtmek, kapamak, bilinmez olmak, meçhul olmak, kaybolmak, sır olarak saklamak, sesi alçaltmak mana­larını ifade etmektedir.

Ayette geçen (bedâ) ve (hafiye) kelimeleri birbirinin karşıtıdır. Buradaki beda, akıldan geçeni açıklamak, ortaya koymak, niyeti izhar etmek demektir. İçi-dışı bir olan insanlar, içlerindeki niyet ve düşünceleri dışa vu­rurlar. Bu durum şahsiyetin tutarlılığını gösterir. İçi-dışı bir olmak, müslüma-nm erdemine işarettir.

Bunun karşıtı olan hafiye kelimesi akıldan geçenleri, niyetleri gizlemek anlamına gelir. Bildiğini şahitlikte söylememek, onu içindeki mezara göm­mek demektir. Âl-i İmran suresinde Yüce Allah, -Bakara/284'de olduğu gi­bi- her iki kelimeyi aym ayette kullanmaktadır:

De ki: "Kalplerinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Zi­ra O, göklerdeki ve yeryüzündeki her şeyi bilir, ve Allah her şeye kadirdir". [Âl-i İmran/29]

Her iki ayetin kurgusu birbirine çok benzemektedir. Gizlilik ve açıklık Âl-i İmran'da öne alınmış, Allah'ın gökler ve yerle olan ilişkisi ikinci sırada zik­redilmiştir. Her iki ayetin sonu da aynı kelimelerle örülüdür.

Bakara/284'te nefis kavramı, Âl-i İmran'da ise sudur yani gönül kavramı yer almaktadır. Bakara/284'te açığa vurmak ilk sırada, Âl-i İmran'da ise ikinci sırada zikredilmiştir. Bu iki ayet arasındaki tek fark, kavramların yer de­ğiştirmiş olmasıdır. Bu değişikliğin, öne alınmak istenen kavrama göre yapıl­dığı düşüncesindeyiz.

Bu kelimelerin Kur'an'da eş anlamlıları da vardır. Bakara/284'te geçen beda kelimesinin eş anlamlılarından biri cehere kelimesi olup sözlükte bir şe­yin aleni olması, ifşa etmek, ilan etmek, sözle beraber kullanılınca açıkça söylemek, meydana çıkmak, göstermek, gözükmek, sesini yükseltmek mana­larına gelmektedir:

Sözü (ister gizle, ister) açığa vur; O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. [Ta-ha/7]

Bakara/284'te (bedâ) kelimesinin karşıtı (hafiye) idi. Taha/7'de ise (cehr) kelimesinin karşıtı (hafâ)dır.

Bedâ kelimesinin diğer bir eş anlamlısı da alene olup sözlükte aşikar, açık, meydanda, aleni, göstermek, bilinir hale getirmek, manalarına gelmek­tedir:

Allah göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarını­zı da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir. [Teğabun/4]

Bu ayetle Bakara/284 arasında büyük bir benzerlik vardır. Her iki ayette de Allah'ın gökler ve yerle olan ilişkisi öncelikle ele alınmış, insanların giz­ledikleri ile açığa vurduklarını bildiği ifade edilmiştir.

Bir farkla ki, Bakara/284'te içtekini açığa vurma ilk sırada zikredilirken, Teğabün/4'te gizlemek fiili birinci sırada zikredilmektedir. Bakara/284'te yer alan (hafâ) kelimesinin eş anlamlısı (sırra) kelimesi olup gizli, sır, öz, can, en içerde olan, dahili bilinmeyen, meçhul manalarına gelmekte; bazı ayetlerde isim, bazılarında ise fiil olarak kullanılmaktadır. Genelde özne in­san olduğunda fiil; Allah olduğunda isim kalıbında kullanılmaktadır.

İnsan bazen içindekini açığa vurur, bazen de saklar. Açığa vurup davranı­şa dönüştürdüğü şeylerden hem dünyevî, hem de uhrevî olarak sorumlu ola­bilmektedir. Özellikle bu davranış olumsuz ise. Peki gönülden geçen, fakat eyleme dönüşmeyen bir düşünceden ötürü insan hesaba çekilecek midir? Mesela: Güzel bir kadın gören ve onunla zina etme duygusuna kapılan kişi bu niyetinden dolayı sorumlu mudur? [83]

 

Kalpte Gizlenen Şeyler:

 

Kalpte gizlenen şeyleri üç kısma ayırmak gerekiyor:

a. Dışa vurulup alenileşmesi zorunlu olduğu halde gizlenen şeyler sorum­luluğu icap ettirir. Buna örnek olarak şu ayetleri zikredebiliriz:

Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. [Bakara/282] Şahitliği gizlemeyin. [Bakara/283]

Haklı ile haksızı belirleyecek hakikatin, bilinmesine rağmen söylenme­mesi sorumluluğu icap ettirir. Çünkü hakkın ortaya çıkmasını engellemekte, hukuku yanıltmaktadır.

b. Dışa vurulması doğru olmayan bir niyetin içte saklanması, sorumlulu­ğu icap ettirmez. Yukarıda verdiğimiz zina olayı buna örnek olarak gösteri­lebilir.

c. Bazen ağızdan —kasıtsız olarak- gelişi-güzel bir söz veya yemin çıka­bilir. Yüce Allah bundan insanı sorumlu tutmamaktadır. Böyle bir durumda kalbin devreye girmesi, o yemini, o sözü kasıtlı hale getirebilir. O zaman in­san ondan sorumlu olur. Ağızdan dökülüp aleni hale gelen ama kasdî olma­yan bir şey sorumluluk getirmez, ancak arkasında bilinçli bir niyet olması onu kasıtlı hale getireceği için sorumluluğu gerektirir. Bunu Bakara/225'te açıklamıştık. Bir kere daha ayete dönersek gerçeği yakalarız:

Allah düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutma­yacak, ama kalplerinizin kazandığından sorumlu tutacaktır.

Demek ki insan, açığa vurulan her şeyden sorumlu tutulmayacak. Ayet ka­sıtsız yemini buna örnek olarak vermektedir. Ama yeminin arkasında niyet varsa, kasıt var demektir ki bu da beraberinde sorumluluk getirir. Ayette, kal­bin eyleminden bahsedilmektedir. Bu manada Yüce Allah, kalpteki oluşum­ları, bir davranış, bir eylem olarak nitelendirmekte ve buna "kesb" demekte­dir.

Görüldüğü gibi Yüce Allah, insanın içinde sakladığı oluşumları üç kısma ayırmış ve hangisinden sorumlu tutacağını açıklamıştır. Anlatılanların ışığın­da Bakara/284 ayetine dönersek diyebiliriz ki: Gerçeği bildiği halde şahitlik yapmayıp içinde gizleyen kişi, gizlediği şey nedeniyle sorumlu tutulacaktır. Demek ki, dışa vurulması yanlış olan kalpteki niyetten ötürü -davranışa yansıtmamak şartıyla— sorumluluk yoktur. Ama dışa vurulması gerekli olduğu halde içte saklanan şeyden dolayı sorumluluk vardır.

Bakara/284'ten çıkartacağımız başka bir ilke de şudur: Yüce Allah hesaba çekmeden ne affediyor, ne de cezalandırıyor. Günümüzün tabiri ile yargısız infaz yapmıyor. Onun içindir ki, önce hesaba çekme, sonra af veya ceza gel­mektedir.

Yargısız infazda bulunmamak, başka bir ifadeyle sorgulamadan cezalan­dırmamak, belki de Yüce Allah'ın dünyevî hukuka kazandırdığı ilk usûl ka­nunudur. A'raf/12'de işaret edildiği üzere Yüce Allah secde etmeyen şeytanı sorguladıktan sonra cezalandırmıştır:

Allah buyurdu: "Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir?" Şeytan, bu soruya şu cevabı vermiştir:

Ben ondan daha üstünüm çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın.

Allah "Öyleyse, in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın" buyurdu. [A'raf/13]

Aynı durum yasaklanan ağacm meyvesinden yiyen Adem ve eşi için de geçerlidir:

(Allah) "Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık bir düşman­dır demedim mi?" diye nida etti. [A'raf/22]

Sorgulama neticesinde cezalandırmak, hukukun evrenselliğinin, modern­liğinin ve objektifliğinin göstergesidir.

Bakara/284'teki 'muhasebe' kavramı ile 'af ve 'ceza' kavramları arasın­da kurulacak ilişki bu hukukî kanunun çıkarılmasını temin edecektir. Yukarı­da verdiğimiz örneklere dayanarak diyebiliriz ki: Allah Teala, modern huku­kun temellerini ilk insanı yarattığında bu kanunla atmıştır. [84]

 

Dileme Ve Muhasebe Kavramları:

 

Bakara/284'ten çıkaracağımız diğer önemli bir ilke de şudur:

"Sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder" ifadesinde yer alan "dileme" kavramı ile "muhasebe" kavramı arasındaki ilişkidir. Bu ilişkiden çıkan netice şudur: Allah'ın dilemesi keyfî değildir; önce yargılıyor, sonra di­liyor. Bu şu demektir: Affetmek veya cezalandırmak bir hükümdür. Hüküm verilmeden önce sorgulama safhası bulunmaktadır. Sorgulama safhasından sonra "dileme" safhası gelmektedir. İnsanın açığa vurdukları ile gizledikleri­nin değerlendirilip sorgulanması, affı, ya da cezayı getirecektir. İşte dileme­nin devreye girdiği safha burasıdır. Buradaki dileme, sorgulama ile hüküm arasındaki safhayı teşkil etmektedir. Ama şu gerçek hiç akıldan çıkarılmama­lıdır: İlahî dilemeyi, sorgulamadan çıkan durum yönlendirmektedir. Başka bir ifadeyle, aff veya cezaya yönelik ilahî dileme, keyfî değildir.

Bu ve buna benzer ayetlerle hiç eskimeyecek kurallara dayalı bir hukuk eğitimi yapılmakta ve modern hukukun tohumunun insanlığın derinliklerin­de atıldığına ve o tohumun günümüzde ürün verdiğine işaret edilmektedir. [85]

 

İman Esasları:

 

285. Peygamber ve onunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından ona indirilene inanırlar. Hepsi Allah'a, melek­lerine, kitaplarına ve elçilerine inanırlar. O'nun peygam­berlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmazlar, ve "İşittik ve itaat ettik. Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yol­culukların varış yeri sensin" derler.

Bu ayetten şu esasları çıkarabiliriz:

1. (Peygamber ve onunla birlikte olan mü'minler Rabbi tarafından ona indirilene inanırlar).

Ayetin bu kısmından şunu anlıyoruz: Peygamberler iman esası koyamaz­lar. Onlar da Allah'ın indirdiğine ve O'nun koyduğu iman esaslarına inanmak zorundadırlar. Ayet, Hz. Muhammed'in iman esası koymadığını, iman alanına beşerin müdahale edemeyeceğini vurgulamaktadır. Mü'minler de Peygamber'le beraber Allah'ın indirdiğine inanırlar. Başka bir deyişle, iman esas­larında peygamber ile mü'minler buluşur ve iman esasları onların asgarî müşterekini oluşturur. Demek ki, iman esaslarında ittifak vardır; peygamber­le mü'minler aynı inancı paylaşırlar.

Böylece, iman esaslarının bütünleştirici özelliği ortaya çıkmaktadır. Psi­kolojik bir olgu olan imanın sosyal yapıya yansıması, onun bütünleştirici özelliği ile insanlar arasında yayılmasıdır.

Peygamber, insanların din adına nelere inanması ve nelere inanmaması gerektiğini tayin edemediği için din koyamaz.

2. (Onların hepsi Allah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler).

Ayetin bu kısmında, iman esaslarından dördü zikredilmekte; ahirete iman ile kadere iman zikredilmemektedir. Burada sayılan iman esasları, önem sı­rasına göre dizilmiştir.

Bu, Allah'a inanmadan, diğer üçüne imanın işe yaramayacağı anlamına gelir. Bir önceki, bir sonrakilerin olmazsa olmazını teşkil etmekte; bu iman esaslarına Hz. Muhammed de inanmaktadır. Bir peygamberin, kendinden ön­ceki kitaplara ve peygamberlere inanma zorunluluğuna işaret eden bu ayet, peygamberlerin -filozoflarda olduğu gibi- ihtilaf değil, ittifak içinde olduk­larına dikkat çekmektedir.

Kendinden önceki peygamberlere inanmayan, onları tasdik etmeyen kişi peygamber olamaz. Peygamberlik makamı ihtilaf, reddetme ve münakaşa makamı değildir. Peygamberlik yolu bir süreçtir ve bu nedenle devamlılık ar-zeder ve bu yolda hiç değişmeyen iman esasları, ahlâkî değerler ve ibadet şe­killeri vardır.

3. (Allah'ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız).

Bu ifade, peygamberlerin tümüne iman etmenin şart olduğuna delildir. Peygamberlere olan imanın doğruluğu, onlar arasında aynım yapmamaya bağlıdır. Peygamberler arasında ayrım yapan kimseler, aslında kendi pey­gamberlerine de inanmamaktadırlar.

Peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğunu ifade eden Bakara/253 ayetiyle bu ayet arasında bir çelişki sözkonusu değildir. Zira burada­ki ayrım, iman açısındandır.

Nisa suresinde peygamberlerden bir kısmına inanıp bir kısmını inkar et­menin küfür olduğu belirtilmektedir:

Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini birbi­rinden ayırıp, "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına inanmayız" diyenler ve arada bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte gerçek kafirler bunlardır. [Ni-sa/150-151]

Peygamberler arasında fark gözetmemenin imanın işareti olduğu da şu ayette belirtilmektedir:

Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara (gelince); işte Allah onlara bir gün mükafatlarını verecektir. Al­lah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. [Nisa/152]

Bu üç ayette, inkar edenlerle iman edenlerin özellikleri zikredilmiştir. Bunlardan biri de peygamberler arasında ayırım yapmamaktır. İman, tüm peygamberlere imanla bütünlenir. Peygamberlerin bazılarına iman edip bazı­larını inkar eden kimse, bu bütünlüğü parçalamış olmaktadır ve Allah böyle olana kafir damgasını vurmaktadır. Bakara/l 36'da açıkladığımız gibi, müslü-man olmanın yolu, ayrım yapmadan bütün peygamberlere imandan geçmek­tedir.

Hz. Peygamber, bir filozof tavrı ile din koymuş olsaydı, Kur'an'da pey­gamberler arasında ayrım yapmanın küfür olduğu söylenmezdi. Ona indiri­len Kur'an'ın, aralarında ayrım yapmadan bütün peygamberlere imanı şart koşması, o kitabın hak olduğuna ve kitabın gönderildiği kimsenin de filozof değil peygamber olduğuna delildir. Aralarında ayrım yapmadan bütün pey­gamberlere imanın şart koşulmasının şahsiyet psikolojisi açısından etkinliği ne olabilir?

Bütüncül iman, bütüncül şahsiyete götürür. Bu noktadan hareket edersek, inkar psikolojisine sahip olanlarda şahsiyet bütünlüğünün olmadığını söyle­yebiliriz. Böylece imanın, şahsiyet psikolojisindeki işlevi ortaya çıkmakta­dır. İmanda bütünlük olmadan şahsiyette bütünlük tesis edilemez. Başka bir deyişle şahsiyette bütünlüğün tesisi, ancak imandaki bütünlük ile mümkün­dür. [86]

 

Dinleme-İtaat Etme:

 

4. (Dinledik ve itaat ettik).

Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz:

a. Eğitimin en önemli faaliyetlerinden biri dinlemek; duyu organlarının en önemlisi ise kulaktır. Verilen mesajı dinlemek o mesaja karşı olan ilgiyi ifa­de eder. Dinlemek, anlamanın yansıdır.

Ayetteki "dinledik" ifadesi, talebenin yapması gerekeni vurgulamaktadır. İnsanlığın ilk çağlarında öğretim faaliyeti talebe için, daha çok dinleme, öğ­retmen için ise aktif olma şeklindeydi. Bu uygulama, dinin kutsal kitabı ta­mamlanmadan önce de uygulanmaktadır. Çünkü okuma safhası henüz başla­mıştır. Dinlemenin öğretimde ağırlıklı olduğu dönemlerde, yazı ve kitap ba­sımı yaygın değildi. Yazının icad edilmesi ve kitap yazımının yaygınlaşması ile, okuma organı göz öne geçti. Okumanın, dinlemenin önüne geçmesi öğ­retim faaliyetinin araştırmacılığa yönelmesine sebep olmuştur. Dinlemeden ziyade okuyan, araştıran ve sorgulayan nesiller yetişmiş ve yetişmektedir. Diyebiliriz ki, ilkel eğitimle modern eğitimi ayıran çizgilerden biri ve hatta en önemlisi okumanın çok az olması, dinlemenin ağırlıkta bulunmasıdır. Okuma ve araştırmanın ağırlıkta bulunduğu dönem modern eğitim-öğretim; dinlemenin ağırlıkta bulunduğu dönem ise ilkel eğitim dönemidir.

Bu ilkeyi günümüz eğitim sistemlerine uygulayıp değerlendirmemizi ya­pabiliriz. Okuma oranının arttığı, yazılan kitapların kapışıldığı toplumda, öğ­retim kulaktan/dinlemekten ziyade göze/okumaya dayanmakta demektir. Kur'an'ın ilk emrinin "oku" olmasına dayanarak, modern eğitimin Kur'an ile başladığını söyleyebiliriz. Kur'an'ın öğretim faaliyeti okumakla başlamış, dinlemekle devam etmiştir.

Öyleyse, bu ayette niçin "Okuduk itaat ettik" denmiyor da, "Dinledik ita­at ettik" deniyor?

Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Mesajın, ilahî eğitimle öğretildiği es­nada elde teşekkül etmiş bir kitap olmadığından, dinleme daha ağırlıklıdır. Diğer taraftan okumakla itaat arasındaki ilişki ile dinlemekle itaat arasında ilişki aynı değildir. Dinleme eyleminde zaten itaatin tohumu bulunmaktadır. Dinlemekten itaate daha kolay bir şekilde geçilebilir. Okumakta ilgi kitaba olduğu halde, dinlemekte ilgi hem mesaja hem de peygamberedir. Dinin başlangıcında dinleme, az da olsa okumadan önde olduğundan, "Dinledik ve ita­at ettik" denilmektedir.

b. "Dinledik ve itaat ettik" ibaresindeki "dinlemek" eyleminde bir bilinç ve hür irade söz konusudur. İtaat etmelerini dinlemelerine bağlamakla, zorla itaat etmediklerini, dinleyip anladıktan sonra bilinçli olarak hür iradeleriyle itaat ettiklerini söylemiş olmaktadırlar. Dinleme eyleminin öznesi müslüman-lardır, daha doğrusu insanlardır. Bu dinlemenin arkasında insanın hür iradesi vardır. Zor ile dinleme değildir. Dinleme kavramının içinde, dinlenilen şeyin anlaşılması da bulunmaktadır. Dinlenen şey anlaşılıyorsa, o konuda insanda bir bilinç meydana gelmiş demektir. İşte bu bilinç neticesinde "itaat ettik" di­yorlar. Bu ifadenin özünde, itaatin zora değil, hür iradeyi besleyen bilince da­yandığı yer almaktadır. Müslümanın itaati, dinleyip anlamanın neticesinde hür iradeyle gerçekleşir. Allah'a, zorla değil, bilinçle ve hür iradeyle itaat edil­melidir. Teğabün/16'da dinlemekten itaate geçiş sözkonusudur.

Dinleyip anlamanın, hür irade ve bilincin rol oynamadığı itaatte kölelik vardır. Kime, neye, nasıl ve niçin itaat edeceğini bilmeden itaat etmek köle­liktir. İtaatin körü körüne yapılması, kalıcı olmasmı önler ve onu gönülde kökleri olmayan bir eyleme dönüştürür. Dinleyip anlayarak bilinçli bir şekil­de itaat etmek, hem devamlı, hem de köklü olur.

5. (Ey Rabbimiz! Affına sığındık, dönüş sanadır).

Yüce Allah, affa giden yolu da öğretmektedir: Dinlemek, itaat etmek ve af dilemek. Önce af dilenecek varlıktan gelen mesaj dinlenilmeli, ardından itaat gelmeli ki af dileme hakkı elde edilebilsin. Bu durumda, "Dinledik ve itaat ettik" ifadesine farklı bir yorum getirme zorunluluğu doğmaktadır. "Dinledik ve itaat ettik" sözü, bir nevi dönüş anlamına gelen tevbeye işaret etmektedir. Tahrim/8'de tevbe eylemi Allah'a dönüşü ifade etmektedir. Al­lah'a dönen insan, O'nu dinliyor ve itaat ediyor demektir. Allah'a yönelen in­san, artık O'ndan af dileme fırsatını yakalamış olmaktadır.

Dinleme ve itaat eylemlerini gerçekleştiren insan, özür dileme erdemine ulaşmış demektir. Yaptığı hatadan dolayı özür dilemesini bilen insanın, olgun­laşma yoluna adım attığını söyleyebiliriz. Allah'tan af, insanlardan özür dile­mek olgunluğun başlangıcıdır. "Dönüş sanadır" ifadesinden, anlıyoruz ki dinleme, itaat ve af dilemenin altında büyük bir iman bilinci yatmakta ve o bilinç, gidilecek yerin sadece Allah olduğunu söylemekle tezahür etmektedir.

Allah'ın indirdiğine, Allah'a, meleklere, kitaplara, -aralarında ayrım yap­madan- peygamberlere inanmak, Allah'ı dinlemek, itaat etmek, af dilemek ve dönüşün sadece O'na olacağının bilincinde olmak gibi, gönülden beyine, beyinden davranışlara giden bir dizi değer ve eylemi içine sindiren mü'min, gerekli ilahî eğitimi almış, şahsiyet bütünlüğüne ulaşmış, manevî yapısının bütün unsurlarını harekete geçirip olgunlaştırmış, o unsurların beraberce ha­reket etmesini ve şahsiyet parçalanmasını önlemiş, içindeki eğitim sorununu halletmiş demektir. Böylece Bakara/285 ayeti, mü'minin gönül, beyin ve davranışlarında meydana gelen oluşumların nerelerden nasıl geçtiğine ve hangi temellere dayandığına ışık tutmaktadır. Bu ayetin tümünü ele alıp ge­nelleme yapacak olursak diyebiliriz ki: İman yani nazarî bilgi önce, amel sonra gelmektedir. Allah'ın indirdiğine, Allah'a, meleklere, kitaplara, -arala­rında ayrım yapmadan- peygamberlere inanmak, iman safhasını teşkil eder. Dinleme ve itaat etme eylemleri de amel safhasını teşkil etmektedir.

Yüce Allah Kur'an'ın pek çok ayetinde, bir işin yapılmasını emreder ve­ya yasaklarken söze, "Ey iman edenler" ifadesiyle başlamaktadır. Çünkü iman etmeyen kimsenin amelinin hiçbir değeri yoktur. Önce bilgi, sonra amel formülüyle, eylemin bilince dayanarak yapılmasının önemi vurgulanmakta­dır. Bilerek, inanarak yapılan bir eylemde taklit bulunmaz. Bilgi ve iman, amelin istek ve iradeyle bilinçli bir şekilde tahkiken yapılamasını sağlar. Bil­gi olmadan hiçbir eylem, insanı mükemmel yapamaz. Dayatma ve taklit ne­ticesi körü körüne yapılan bir eylem insanı kemal seviyesine ulaştıramaz.

Şuara suresinde Hz. İbrahim'in duasında bu durumu görmek mümkündür:

Ey Rabbim! Bana (doğru ile eğrinin ne olduğuna) hükmedebilme bilgi ve ye­teneğini bağışla ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat! [Şuara/83]

Görüldüğü gibi Hz. İbrahim önce doğru ile yanlışı ayırabilicek bilgi ve anlayış, sonra da erdem istiyor. Böylece, ancak bilgiye dayalı eylemle er­demli olunabileceğine işaret ediliyor. Büyük öneminden ötürü Allah Teala bu yalvarışı bize nakletmektedir. Yine Fatır/10'da da önce bilgi, sonra amel zik­redilmektedir.

Diğer taraftan bu ayette, zamanın üç boyutunu kapsayan bilgiye şahit olu­yoruz. Geçmiş bütün peygamberlere ve onlara gönderilen kitaplara inanmak, geçmişten gelen bilgiye sahip olmayı ifade eder. Biz buna başlangıç bilgisi diyebiliriz. Dinî bilginin ve peygamberlik müessesesinin başlangıcına kadar inen geçmişe ait bilgiye, dinleyip itaat etmek; günümüzün bilgi ve eylemine Allah'tan af dilemek; dönüşün Allah'a olacağı bilgi ve inancına ise "dönüş sa­nadır" ifadesiyle işaret edilmektedir. Böylece, geçmiş, hal ve gelecek dediği­miz üç boyutlu zamanı kapsayan bir bilgi ve eylem ilişkisini yakalamaktayız. Razi'nin ifadesiyle bu, mebde, vasat ve mead bilgilerini ifade etmektedir. Mebde başlangıç bilgisi, vasat hal bilgisi, mead da geleceğin bilgisidir. [87]

 

Güce Göre Yük:

 

286. Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez: kişinin yaptığı her iyilik kendi lehinedir, her kö­tülük de kendi aleyhine. Ey Rabbimiz! Unutur veya bilme­den hata yaparsak bizi sorgulama. Ey Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme. Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma. Günahlarımızı affet, bizi bağışla ve rahmetini yağdır üstü­müze. Sen yüce mevlamızsın, hakikati inkar eden topluma karşı bize yardım et.

Ayeti kısımlara ayırarak açıklayabiliriz.

1. (Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez).

Ayetin bu bölümünde bulunan (lâ-yukellifullah) ibaresindeki kel-lifu kavramının kökü kelife olup kahverengimsi olmak, yüzü kızarmak, çil-lenmek, istemek, niyet etmek, temayül etmek, heves etmek, yönelmek, düş­kün olmak, çok bağlanmak, aşık olmak, vazife vermek, tayin etmek, uhdesi­ne vermek, yüklemek, tevdi etmek, emanet etmek, bir görevi tahsis etmek manalarına gelmektedir. [88]

 

Kellefe Ve Mütekelüf Kalıpları:

 

Kur'an'da kellefe ve mütekellif kalıplarıyla yer almaktadır. Kellefe kalıbı Kur'an'da, çeşitli görevlerden sonra zikredilmiştir:

a. Haklarla ilgili konularda

En'am/191 ile 152 ayetlerinde çeşitli konularda bazı yasaklar konmuştur. Bunlara "haklar" da diyebiliriz: Allah hakkı (şirk koşmamak ve Allah'a kar­şı taahhütlerini yerine getirmek); ana-baba hakkı (iyilik yapmak); çocuk hak­kı (fakirlik korkusu ile öldürmemek); toplum hakkı (açık veya gizli hiçbir utanç verici fiil işlememek); hayat hakkı (hiçbir cana kıymamak); yetim hak­kı (yetimin malına yaklaşmamak); tüketici hakkı (ölçü ve tartıda adil olmak); hukuk hakkı (şahitlikte doğruyu söylemek). Bütün bu yasak veya hakların in­sana yüklenmesi ifade edilirken kellefe fiili kullanılmakta ve bunların insana ağır gelmeyeceği ifade edilmektedir.

b. İman ve iyi amelle ilgili meselelerde

A'raf/42'de aynı anlamda, fakat başka bir muhteva içinde kullanmaktadır:

Ama iman eden, doğru ve yararlı işler yapan kimseler -(ki) şüphesiz, biz kim­seye taşıyabileceği yükten fazlasını yüklemeyiz— işte ebediyyen kalmak üze­re cennete girecek olan bunlardır.

İman ve iyi davranışın insanın doğasına ağır gelmeyeceğine işaret edil­mektedir.

c. Hayırda yarışmakta

Bu kavramın kullanıldığı Mü'minun/62'de erdemli davranışlar sergileme ele alınmaktadır:

• Ama, Rablerinden korkarak, kendilerini saygı ve duyarlılık içinde tutan­lar...

• Rablerinin mesajlarına inananlar...

• Rablerinden başka hiçbir varlığa tanrısal nitelikler yakıştırmayanlar...

• Kalpleri titreyerek vermesi gereken şeyleri verenler...

• Hayırda yarışanlar... [Mü'minun/57-61]

Yüce Allah, bu eylemleri yapma hususunda insanın zorluk çekmeyeceği­ni veya bu eylemlerin mahşerde sayılıp döküleceğini, çünkü kendi katmda gerçeği konuşan bir kitabın bulunduğunu, insanların zulme uğramayacakla­rını vurgularken kellefe fiiline yer vermektedir.

d. Aile ilişkilerinde (infakta)

(Bütün bu durumlarda), geniş imkanlara sahip olan kişi, genişliği ile uyumlu olarak harcasın; nzık imkanları dar olan kimse ise Allah'ın kendisine verdiği­ne uygun şekilde harcasın: Allah hiç kimseye kendi verdiğinden daha fazlası­nı yüklemez. Allah sıkıntıdan sonra rahatlık verecektir. [Talak/7]

Yüce Allah bu ayette, insanın infak konusunda, kendisine verilen maddî imkan ölçüsünde sorumlu tutulacağını söylemektedir.

e. Çocuğun büyütülmesinde

Allah Teala Bakara/233'te annenin çocuğunu iki tam yıl emzireceğini; ananın ve çocuğun geçim ihtiyaçlarını babanın temin edeceğini; bu konuda çocuğundan dolayı ne anneye, ne de babaya eziyet çektirilmeyeceğim söyler­ken, yine "Hiç kimse taşıyabileceğinden daha fazlasıyla yükümlü tutulmaz" ifadesine yer vermektedir.

f. Ferdi sorumlulukta

Savaş gibi önemli bir meselede, ferdî sorumluluğun yeri anlatırken Nisa suresinde kellefe kelimesi kullanılmıştır:

O halde sen Allah yolunda savaş. Çünkü sen, yalnızca kendi nefsinden sorum­lusun ve mü'minleri ölüm korkusunu yenmeleri için teşvik et. [Nisa/84]

Diğer ayetlerde "yük yüklemek" anlamı daha ağır basarken, bu ayette "sorumluluk" anlamı öne çıkmaktadır.

Kellefe kavramının mütekellif kalıbı, daha çok Peygamber'in bir özelliği­ni, dolayısıyla bir eğitimcinin davranış bilincini anlatmak için kullanılmakta­dır:

(Ey Peygamber) de ki: "Buna karşılık ben sizden bir ücret istemiyorum ve ben olduğumdan başka türlü görünenlerden de değilim". [Sad/86]

Muhammed Esed'in dediği gibi, sahip olmadığı şeyleri iddia eden anlamı­na da gelen ibare, eylemde veya düşüncede üzerinde büyük sorumluluklar bulunan ve bundan dolayı olduğundan fazla görünmeye çalışan insanı ifade etmekte; kapasitesinin üstünde olduğu imajını yaratmaya çalışan insan için kullanılmaktadır. Allah Hz. Peygamber'den, kendisinde tabiat üstü bir özel­lik bulunmadığını insanlara ilan etmesini isterken bu kavrama yer vermekte­dir. Öyleyse layık olmadığı bir şeyi isteyen; olduğundan fazla görünmeye ça­lışan insan hem Allah'ın enirine, hem de Hz. Peygamber'in sünnetine ters düşmektedir.

Bu manalardan hareket ederek, yorumunu yapmakta olduğumuz Baka-ra/286'ya dönersek, sorumluluk ve yükün güce göre yüklendiği ilkesini gö­rürüz. Ayetin bu kısmında yer alan (vus') kavramı geniş olmak, birini müreffeh kılıp zeginleştirmek, gücü yetmek, takat ve kuvvete sahip olmak, ihata etmek, kuşatmak manasına gelir. Vâsi kalıbında Allah'ın isimlerinden biri olup her şeyi kaplayan ve yaratıklarına bol bol rızık veren anlamını ifa­de eder. Bu ayette güç, takat, kuvvet ve kapasite anlamına gelmektedir.

Sorumluluk ile güç arasında ilişki kuran Allah, sorumluluğun gelişi güzel verilemeyeceğini, insanın gücünün dikkate alınması gerektiğini bir kanun olarak insanlığa sunmaktadır. Yüce Allah insana bir sorumluluk yüklerken onun doğasındaki kapasiteyi dikkate aldığına göre bu kural, bütün idarî işler­de, öğretim ve aile ilişkilerinde uygulanmalıdır. İnsanın doğasına göre öğre­tim yapılması günümüzde evrensel bir eğitim kanunudur. İnsanın yaratılışın­da bu kanunu koyan Allah'tır. Resim yapma kabiliyeti olmayana zorla resim; güzel ses ve kulağa sahip olmayana zorla müzik yaptırılamaz. Kabiliyet ve yetenekleri hangi doğrultuyu ve alanı gösteriyorsa insan, o yönde yetiştiril­meli ve o yönde sorumluluk yüklenmelidir.

Her insana kabiliyetini, yetenek ve gücünü Allah vermekte ve verdiği ka­biliyet nisbetinde sorumluluk yüklemektedir. Demek ki Allah, koyduğu ka­nuna kendisi de uymaktadır. Öyleyse idareciler, öğretmenler, iş verenler, ana-babalar koydukları kurallara kendileri de uymalı ve eğitip yönettikleri insan­ların kapasitelerini iyi tetkik ederek sorumluluklar yüklenmelidirler.

2. (Kişinin yaptığı her iyilik kendi lehinedir; her kötü­lük de kendi aleyhinedir).

Ayette geçen (kesebe) kavramı, Bakara/81 'de açıklanmıştı. Kesb kelimesi ekonomik, kültürel ve amelî kazançlar için kullanılır. Ancak Baka-ra/286'da tamamen "amelî kazançlar" için kullanılmaktadır. Bu manada alı­nınca, Fussilet/46 ayetiyle örtüşmektedir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayetteki kesebe fiili, Fussilet/46'da amile kelimesiyle ifade edilmektedir. Ba-kara/286'daki (lehâ mâ-kesebet) ibaresi yerine, Fussilet/46'da (sâlihan fe-li-nefsihî) buyurulmaktadır. Bakara/286'daki kesb fiili, leha ile iyilik yapmak gibi olumlu bir eylemi ifade etmektedir.

"Kötülük kazanmak" da Bakara/286'da kesb kelimesiyle ifade edilmiştir, ancak bu defa leha yerine aleyha kullanılmıştır. Fussilet/46'da amile yerine esae fiili kullanılmaktadır. Demek ki, Bakara/286'daki birinci kesebe'nin kar­şılığı Fussilet/46'da amile; Bakara/286'daki ikinci kesebe'mn karşılığı da Fussilet/46'da esae olmuştur.

Her iki ayeti beraberce değerlendirdiğimizde diyebiliriz ki, kişinin iyi ve kötü eylemlerinin arkasında kendi kesbi, yani ameli vardır. Bir önceki bö­lümde Yüce Allah'ın, gücüne göre insana sorumluluk yüklediği ifade buyu-rulmuştu. Bu ifadenin, bu bölümle alakasını şöyle kurabiliriz: İnsan kazandı­ğı kötülükleri, Allah'ın kendisine ağır yük yüklediğini iddia ederek mazur gösteremez. Böyle bir rasyonalizyona, yani aklileştirmeye gidemez. Sorum­luluk; kapasite, yetenek ve güç oranında olduğuna göre, iyi veya kötülükle­rinin temelinde insanın kendi kesbi/ameli vardır; ki bundan daha tabii birşey olamaz.

286. ayetin bu kısmını 285. ayetin son bölümüne bağlarsak dinleme ve itaat etme eylemlerinin öznesinin, insan olduğunu anlarız. Dinleme ve onun gereği olan iyi eylemlerin getirişi, insanın ve insanlığın lehinedir.

3. (Ey Rabbimiz! Unutur veya bilmeden hata yaparsak bizi sorgulama!)

Ayetin bu kısmında insanın unutma ve hata yapma özellikleri ile davranış­ları arasındaki bağlantı gündeme getirilmektedir. "İnsan" kavramının bir an­lamı da "unutmak"tır. Bu manadan hareket edersek, insanın en önemli özel­liğinin unutmak olduğu anlaşılır.

Bu dua, unutma ve bilmeden yapılan hata için Allah'tan af dilemeyi hedef almaktadır. Unutmaktan kaynaklanan yanlış hareketten ötürü sorgulama olup olmayacağının cevabını Taha suresinde buluyoruz:

Ve gerçek şu ki, Biz Adem'e önceden buyruğumuzu ulaştırmıştık, ne var ki o bunu unuttu, onu gayretli bulmadık. [Taha/115]

Verilen emri unutup yanlış yapmakta, unutma mazeret olmamalıdır. Allah tarafından kendisine ilim öğretilen kişi, unutarak sual sorma hatasını işleyen Hz. Musa'yı iki kere affetti ama üçüncü de ondan ayrıldı. Eğer unutulan şey Allah'ın ayetleri ise af sözkonusu olamaz; Allah'ın ayetlerini unutmanın kar­şılığı ahirette Allah tarafından unutulmak olacaktır. Taha/126 ayeti, böyle bir unutmanın affedilmeyeceğini ve cezalandırılacağını ifade etmektedir. Zaten unutmaktan doğan yanlış hareketin affedileceği kesin olsaydı, Bakara/286'da bu dua yer almazdı. Başkasına iyiliği emredip, kendini unutan [Bakara/44] affedilir mi? Allah'ı unutanı Allah da unutacaktır [Tevbe/67]; ahireti, yani Al­lah'a kavuşmayı unutanı Allah da unutur [Casiye/34].

Demek ki, ceza verilip verilmeyeceğini belirleyen, unutulan konunun kendisidir. Bakara/286'daki dua, küçük hatalardaki unutmanın affolacağına delildir. Yüce Allah müslümanın, affedilmeyecek bir konuyla ilgili dua etme­sine müsade eder mi? Hatanın yapıldığı mesele, duruma göre suçu azaltmak­ta, duruma göre sorumluluğu ortadan kaldırmaktadır. Hata, insanla beraber var olan ve asla ondan ayrılmayan bir özelliktir. Bazen hatalar affedilmeye-bilir. Ahzab/5'te evlatlıklarla ilgili meselede hata yapanlara vebal olmadığı belirtilmektedir. Nisa/92-93'te hata ile adam öldürmenin cezasının, kasden öldürmeden hafif olduğu ifade edilmektedir. İnsanın insana karşı yaptığı ha­tadan dolayı özür dilemesi Yusuf/29'da gündeme getirilmektedir. Hz. İbra­him, ahirette hataların affedileceğini ümit etmektedir [Şuara/82]. Kendileri­ne Allah tarafından verilen emri yerine getiren ve af dileyen bir toplumun ha­talarının affedileceğine işaret edilmektedir [A'raf/161].

Sözün özü, unutma ve bilmeyerek işlenen hatanın affedilmesi için inanan­lar Allah'a yalvarmalıdır. Yalvarma, sorgulamanın kalkacağı ümidini özünde taşımaktadır.

4. (Ey Rabbimiz! Bizden öncekilerle yükledi­ğin gibi bize de ağır yükler yükleme!)

Bu dua, geçmişteki topluluklara yüklenen sorumluluk ve görevlerin ağır olması sebebiyle yapılmış olabileceği gibi, genel anlamda bir dua da olabilir. Geçmiş toplumlara ağır yükler yüklenmiş ise, bunlar nelerdir? Bu soruyu şu ayetlerle cevaplandırmamız mümkündür:

Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan çevirmeleri, menedildikleri halde faiz almaları ve haksız yollarla insanların mallarını ye­meleri yüzünden kendilerine daha önce helal kılınmış bulunan temiz ve iyi şeyleri onlara haram kıldık; ve içlerinden inkara sapanlara acı bir azap hazır­ladık. [Nisa/160-161]

Helal olan şey haram kılınmak suretiyle yahudilere ağır bir yük yüklen­miştir.

Namaza çağırıldığı zaman onu alaya alan, aklını kullanmayan; Allah'a, O'nun indirdiği Kur'an'a ve önceki kutsal kitaplara inananlardan hoşlanma­yan insanlara Allah'ın lanet etmesi, onları maymun, domuz ve tağutun kulla­rı yapması da [Maide/58-60] ağır bir yüktür.

Şehre girin emrini yerine getirmeyen, orada zorba bir toplum bulunduğu gerekçesiyle mücadeleden geri duran yahudilere Yüce Allah'ın kutsal toprak­lan kırk yıl haram kılması ve yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmalarına hük­metmesi [Maide/21-26] de onlar için ağır bir yüktür.

Talut'un askerlerine nehir suyundan içmelerini yasaklaması ve onları su ile imtihana çekmesi [Bakara/249] de ağır bir yüktür.

Demek ki yükün ağırlaşması, toplumların yaptıkları yanlış davranışın ne­ticesidir. Ayetin bu kısmında yer alan tA. (ısr) kavramı sözlükte ahit, söz, mukavele, muahede, sıkıştırmak, yük, arkadaşlık bağı, zorunluluk, taahhüt manalarına gelmektedir.

Kur'an'da bu kavram üç ayette geçmekte; Bakara/286 ve A'raf/157'de yük; Âl-i İmran/8rde ahd manalarında kullanılmaktadır.

Râzî'ye göre bu kavram, "ağırlık, şiddet, temayül ve şefkat" manalarına da gelmektedir.

Duanın içeriğinden Kur'an'ın daha tamamlanmamış olduğunu anlıyoruz. Ayetteki 'yük' kelimesi, yapılan yanlış bir hareketten dolayı verilecek olan cezanın ağırlığını, şiddetini de ifade ediyor olabilir. Başka bir ifadeyle ayet­teki "yük" dinî bir görev olacağı gibi; yanlış hareketin cezası da olabilir. O zaman, bizden öncekilere verdiğin gibi ağır cezalan bize verme anlamına ge­lebilir. Bu durumda Râzî'nin verdiği ağırlık ve şiddet manalarını göz önünde tutarak mana vermemiz gerekir.

5. (Ey Rabbimiz! Güç yetiremeyeceğimiz yükleri bize ta­şıtma!) [89]

 

Takat Kavramı:

 

Ayetin bu kısmında yer alan (takat) kavramı tâke fiilinden türemiş olup iktidar, kabiliyet, ehliyet, kudret, hüner, dirayet, zeka, meleke, istidat, meyil, kapasite, dayanıklılık, kuvvet, tesir, enerji manalarım ifade etmekte­dir. [90]

 

Takat Kavramının Kur'an'daki Manaları:

 

1. Dolamak

Tâke fiili tevveke kalıbından alınınca "asmak, dolamak, bağlamak" anlamı­na gelmektedir. Bu manada Âl-i İmran suresinde -infak edilmeyen malın mah­şerde insanın boynuna dolanacağı veya bağlanacağı manasında- geçmektedir:

Allah'ın kereminden kendilerine verdiklerinde cimrilik edenler, sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır. Cimrilik ettik­leri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. [Âl-i İmran/180]

Malından fedakarlık yaparak fakirin elinden tutmayanların malı, mahşer­de yılan gibi onların boynuna dolanacaktır.

2. İbadet etme gücü

Bakara/l 84'te yutigu kalıbından gelmekte ve orucu çok zor tutabilmeyi ifade etmektedir. Ayet ihtiyarların, hamile ve emzikli kadınların, hasta ve se­ferde olanların oruç tutmakta çektikleri zorlukla ilgilidir.

3. Savaşma gücü

Kelime, Bakara/249'da, düşman askerleriyle savaşma güçleri bulunmadı­ğını ifade için kullanılmaktadır:

Bugün bizim Calut'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur.

Kelime burada, enerjinin tükenmesi anlamında gelebileceği gibi, korku­nun meydana getirdiği güçsüzlük manasına da gelebilir. Ama yasak olan neh­rin suyundan içmeleri nedeniyle oluşan güç kaybı anlamına gelmesi daha kuvvetli ihtimaldir.

4. Verilen emri yerine getirme gücü

Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/286'da bir işin üstesinden gelme gücünü ifade eden mastar anlamında isimdir.

Bu ayette sadece dinî emirlerin yerine getirilmesini değil, insanların kar­şılaşacakları olayların, olgu ve problemlerin çözülmesi ve üstesinden gelin-mesindeki enerji ve gücü de ifade etmektedir. Kas gücünden ziyade, beyin gücünü, takati, manevî dayanıklılığı, yani iman gücünü ifade etmektedir.

Bir toplumun karşılaştığı siyasî, ekonomik ve kültürel zorluklara, prob­lem ve olaylara çözüm üretecek beyin gücünü ifade etmektedir. Buradaki takat kelimesi, öncesindeki ısr ve af dileme ile beraber ele alınırsa bela ve cezaların altından kalkma gücünü de ifade edebilir. "Ey Rabbimiz! Güç ye-tiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma" duası ile, Allah'tan gelecek olan be­lalar kasdedilmiş olabilir. Eğer böyle belaların insanların basma gelme ih­timali olmasaydı, bu şekilde dua etmenin anlamı olmazdı. Duada yer alan lena kelimesi çoğul olduğuna göre toplumsal belalara karşı dua edildiği an­laşılır.

6. (Günahlarımızı affet!)

Bu bölüme kadar ayette, Allah'ın, gücünün yetmeyeceği bir yükü insana yüklemediği/yüklemeyeceği ve insanın yaptığı iyiliğin lehine, kötülüğün ise aleyhine olduğu meselesi ele alınmış, ardından da mü'minlerin Allah'tan, güç yetiremeyecekleri yüklerin kendilerine yüklenmemesi için yaptıkları dua zikredilmişti.

Bu bölümde ise af dileme ele alınmaktadır. Çoğul bir ifadeyle yapıldığı için bunun, toplumsal boyutlu bir yakarış olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, kendini günahkar hissedip af dileme erdemini göstermenin önemine işaret edilmektedir.

7. (Bizi bağışla!)

"Bizi bağışla" ifadesi, ayıplarımızı ört, yabancıların huzurunda bizi rezil etme anlamına gelmektedir. "Bağışla" manasını verdiğimiz mağfiret kavra­mı, hem dünyevî, hem de uhrevî anlam taşımaktadır.

Toplumlar öyle yanlış hareketler yaparlar ki, Allah dünyada onları diğer toplumların huzurunda rezil eder. İşte mağfiret dilemek, bu rezilliğe düşme­meyi Allah'tan istemektir. Rezillik mahşerde de olabilir. Dünyada sosyal kontrolün dışında kalan suç ve günahlar mahşerde ortaya dökülecek, gizli hiçbir şey kalmayacak, mücrimler rezil-rüsva olacaktır. Dünyada gizlenebi-len zina, hırsızlık ve benzeri günahlar, ahiret günü ortaya dökülecektir; çün­kü onlar amel defterinde kayıtlıdır. Mücrimlerin, ana-babası, hanımı ve ço­cukları huzurunda rezil olması kaçınılmazdır. İşte mağfiret dilemek bu reza­letin örtülmesini istemektir.

8. (Bize rahmet et!) [91]

 

Allah'ın Merhametinin Tecellisi:

 

Allah'tan rahmet istemenin ne ifade ettiğine, Allah'ın merhametinin nasıl tecelli edeceğine dair soruların cevabını Kur'an ayetleriyle verirsek şu neti­ce ile karşılaşırız:

a. Karanlıklardan aydınlığa çıkarmakla merhamet etmektedir. Ahzab suresinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

O size melekleriyle nimetlerini bahşeder ki, sizi karanlıklardan aydınlığa çı­karsın. Ve o, mü'minlere merhamet eder. [Ahzab/43]

Demek ki Yüce Allah mü'minlere, onları karanlıklardan aydınlığa çıkar­makla merhamet etmektedir. Cehaletin, şeytanın, nefsin ve günahların karan­lığında kalan insanı kurtarıp, bilginin, aklın ve gönlün aydınlığına çıkarmak merhametlerin en büyüğüdür.

b.  Şifa vermekle merhamet etmektedir.

Enbiya suresinde Hz. Eyyub'un şifa için halini Allah'a arzettiği belirtil­mektedir:

Eyyub'u da an, hani Rabbine, "Başıma bir dert geldi. Sen merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti. [Enbiya/83]

Hz. Eyyub hastalığını arzediyor ve Allah'tan merhamet, yani şifa diliyor. Ayetteki merhamet, şifaya denk düşmektedir.

c. Azaptan korumakla merhamet etmektedir.

Azaptan korumak, Allah'ın merhamet sıfatının gereği olduğu gibi, onun manası içinde de yer almaktadır:

Nuh, "Bugün Allah'ın emrinden (azabından) merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. [Hud/43]

Allah Teala, kullanın azaptan korurken rahim/merhamet sıfatını kullanmak­tadır. Azaptan korunma veya kurtulmanın arkasında O'nun merhameti vardır.

O gün kim azaptan kurtanlırsa, gerçekten Allah ona rahmetini bağışlamış olur. Bu da apaçık bir kurtuluştur. [En'am/16]

Allah'ın merhameti, kulunu azaptan kurtarma şeklinde tezahür edebilir. De­mek ki, merhamet sıfatı, affetme, bağışlama gibi sıfatlan da içine almaktadır.

d. Tefrikadan korumakla merhamet eder

Hud/118'de, insanların ihtilafa, yani tefrikaya düşecekleri beyan edildik­ten sonra, 119. ayette tefrikadan sadece Allah'ın merhamet ettiği kimselerin korunacaklan ifade buyurulmaktadır. İnsanlann tefrikadan kurtulmalan için bilginin, imanın, akıl ve sevginin yanısıra ilahî merhamete de ihtiyaçlan var­dır. İşte Hud/119 ayeti buna işaret etmektedir. Bir toplumda birlik ve beraber­lik varsa orada Allah'ın merhameti devrede demektir.

e. Nefsin kötü etkisinden korumakla merhamet eder

Hz. Yusuf, nefsin kötü etkisine şöyle dikkat çekmektedir:

Yine de ben kendimi temize çıkarmaya çalışmıyorum. Çünkü Rabbimin mer­hamet ettiği (acıyıp esirgediği) kimseler hariç, insanın kendi nefsi (de onu) kötülüğe sürükleyebilir. [Yusuf/53]

Allah'ın merhametini dilemek, nefsin kötü etkisinden korunmayı isteme­yi de kapsamaktadır. Ancak, Allah'ın rahim sıfatmm devreye girerek insanı nefsinin kötülüğünden koruması, buna layık olanlar için geçerlidir.

f. Mahşerde yardım etmekle merhamet eder

Ki o gün hiç kimsenin arkadaşına bir iyiliği dokunmayacak ve hiç kimse yar­dım görmeyecektir. Allah'ın rahmetini ve şefkatini bağışladığı kimseler hariç; yalnız O, kudret sahibidir, rahmet kaynağıdır. [Duhan/41-42]

Rahim sıfatı gereği Yüce Allah, kimsenin kimseye yardım edemediği mahşerde yardım edecektir. Yardıma muhtaç olana yardım etmek merhame­tin kapsamına girmektedir. Yardım etmek, Allah'ın merhametini yeryüzüne indirip, O'nun ahlâkı ile ardaklanmaktır.

g. Mahşerde kötülüklerden korumakla merhamet eder

Ve onları kötü fiiller (işlemekten koru: o hesap günü) kötü fiillerin lekesinden kimi korursan onu rahmetinle onurlandırmış olursun: bu büyük bir kurtuluş­tur. [Mü'min/9]

Meleklerin insanlar için yaptıkları dua da, Allah'ın merhametinin kapsa­mındadır. Bu dünyada kötü davranışlardan, ahirette de kötü davranışların le­kesinden korumak, merhamet etmektir. Allah'tan merhamet dileyenler, bu is­teği de ifade etmektedirler.

h. Ödüllendirmekle merhamet eder

Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı verirler, Allah ve Rasulüne itaat ederler, işte Allah onlara rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir. [Tevbe/71]

Allah'ın yukarıda belirtilen amelleri yapanlara merhamet etmesi, onları ödüllendirmesidir.

i. Sevgi bağı, yakınlık

Muhammed/22'de akrabalığın meydana getirdiği sevgi bağı anlamında yer almaktadır:

Bozgunculuk yapar ve akrabalık bağlarını koparır mıydınız?!

Bu ayette rahim kelimesi, yakınlığı ifade eden sevgi bağlan anlamına gel­mektedir. Demek ki, merhamette yakınlık ve sevgi vardır. Merhamet etmek, sevmek ve yakın davranmak demektir. Muhammed/29'da da alçak gönüllü­lük ve sevecenlik manasına gelmektedir.

j. Kadir bilirlik

Merhamet etmek, nimetin kadrini bilmek, azgınlık yapmamak, sınırı aş­mamak manasına da gelir. Merhametin bu manasını, karşıt manalarından çı­karttığımızı söylemekte yarar vardır. Kehf/80 ile 81 ayeti arasında kurulacak ilişki bu manayı gösterecektir:

O genç adamda, -ki ana ve babası mü'min kimselerdi- taşkınlıkları ve nan­kör eğilimleri ile onlara çok derin acılar vereceği yolunda kaygı verici belir­tiler görmüştük. Rablerinin o ana-babaya onun yerine ondan daha temiz seci­yeli ve merhamette ondan daha ileri bir çocuk vermesini istedik.

80. ayette yer alan ve nankör manasına gelen (küfr) kavramının kar­şıtı 81. ayetteki (akrabe ruhmâ) ibaresidir. "Merhamette daha ileri" anlamını ifade eden bu ibare, nankörlüğün zıddıdır. Merhametli olmak, ni­metin kadrini bilmek ve nankörce davranmamaktır. Nankör insan, merhamet­ten yoksun olduğu için, ana-babasının kendisini büyütüp yetiştirmek için verdikleri emeğe karşı onlara acı çektirip onların emeğini görmezlikten gelir. Merhamet duygusu olan kimse, nimetin kadrini bilir.

Şimdi bu manalardan hareket ederek yorumunu yapmakta olduğumuz Ba­kara/286 ayetindeki "Bize merhamet et" duasına dönersek; bizi günah karan­lığından mağfiretin aydınlığına çıkar; yanlış davranışlarımızı düzelt; azaptan, tefrikaya düşmekten, nefsin kötü etkisinden, dünya ve ahiretteki kötülükler­den koru; mahşerde yardım et; cennetinle ödüllendir; aramızdaki sevgi bağ­larını güçlendir ve nankör olmaktan bizi koru manasına geldiğini söyleyebi­liriz. Aslında ayette merhamete delalet eden şeyler bulunmaktadır. Zira in­sanlara güçlerinden fazla yük yüklenıemek, unuttukları veya hataen yaptık­ları ile sorgulamamak, takatlannm yetmeyeceği bir yükü taşımak için zorla­mamak, affetmek ve bağışlamak merhametin göstergeleridir.

286. ayette yer alan (Bize merhamet et) duasının ayetin sonu ile de alakası vardır. Çünkü ayetin sonu yardım talebiyle bitmektedir. Merhamet eden, karşısındakinin ihtiyacını da giderir. Zaten merhametin içinde yardım etmek de vardır.

9. (Sen bizim mevlamızsın; kafirler güruhuna kar­şı bize yardım et).

Kafirlere karşı yardım dilemeyi iki boyutlu olarak ele almakta yarar var­dır. Kafir, hakikati inkar eden, ateist olduğu için buradaki mücadele de ateiz­me karşı fikrî mücadeledir, istenen yardım da ateiste ve ateizme karşı yar­dımdır. Ateizm denen inkar psikoljisi öylesine insanlığı kirletmektedir ki, ila­hî yardım olmadan o imansızlık pisliğini temizlemek, ya da onlan doğru inanca sevketmek mümkün değildir.

Diğer taraftan ateizmi savunanlar bir topluluk oluşturup, iman edenlerle savaşabilirler. Bu durumda, merhamet sahibi Allah'tan yadım dilemek ve O'nun dostluğunu elde etmek bir çıkış yolu, zafere ulaşma vasıtası olabilir.

Kur'an'ın öncelikli amacı küfür ve şirk ile mücadele vermek olduğuna gö­re, bu hususda Allah'ın yardım edeceği de bir gerçektir. îşte kul, bu yardımın harekete geçmesi için dua etmekte; Allah da bu duanın nasıl yapılacağını öğretmektedir.

Ayetin bu kısmında yer alan (mevlana=bizim mevlamız) ifadesi ye­rine, A'raf/155'te (bizim velimiz) ifadesi bulunmakta ve iki­si de aynı anlama gelmektedir. A'raf/155'te Hz. Musa'nın yakarışında önce veli, ardından af ve merhamet zikredilmiştir. Bakara/286'da ise önce bağışla­ma ve merhamet, ardından da veli zikredilmiştir. Affetmek, merhamet etmek, gücünden fazla yük yükleyip imtihan etmemek, yardım etmek, veli ya da mevla olmanın gereklerindendir. Böylece Yüce Allah 'mevla' kavramının manasına da açıklık getirmektedir.

Bakara/286'dan siyaset ve eğitimle ilgili şu neticeleri çıkarabiliriz: Bir toplumu yönetenler, halkın ekonomik, kültürel ve sosyal gücünü iyi tetkik et­meli ve ona göre yük yüklemelidirler. Halkın gücünün oranı, hukukun ve ya­pılacak kanunların temelini teşkil etmeli ve bu gücün oranı dikkate alınma­dan kanun yapılmamalıdır. Çünkü ayette da belirtildiği gibi, sorumluluklar güç oranında olmalıdır.

Halkın ekonomik gücünü dikkate almaksızın vergi koymak veya ekonomik gücünü aşan vergiler koymak, zulüm olup, halkı idarecilere karşı kin besleme­ye sevketmekten başka bir işe yaramaz. Halkın sosyal gücünü iyi bilmeyenler, devleti savaş macerasına sürükleyebilirler. Toplumun sosyal gücünün iyi tesbit edilmesi halinde iç ve dış siyasette başarıya erişilebilir.

İdareciler sadece güç-sorumluluk dengesini kurmakla kalmamalı; bağışla­yıcı, merhametli ve yardım sever de olmalıdırlar. Siyaset kelimesi bütün bu erdem ve uygulamaları kapsamaktadır. Kin ve düşmanlığın en iyi ilacı, af ve merhamettir. Bu erdemler siyasetçinin, halkın dostu, yani velisi olup olmadı­ğının göstergeleridir. Siyasetçinin merhameti, halk ile arasındaki sevgi bağ­larını canlı tutacak, siyaseti baskı aracı olarak kullanmaktan çıkaracak, sığı­nılacak bir barınak, bir mesken, bir sıcak kucak haline getiercektir. Af ve merhamet, idarecilerle halkın kucaklaşmasını temin edecek en önemli er­demlerdendir. Ana-babalar, eğitimciler çocuklarının ve öğrencilerinin kapa­sitelerini iyi tesbit edip ona göre yük yüklemelidirler. Kapasiteyi zorlayan öğretim ve uygulamalar, çocuk veya öğrencilerin şahsiyetini yaralayacaktır. Öğretimde ölçü, öğrencilerin kapasitesi olmalıdır. Öğretimin bu evrensel ku­ralı, asırlar evvel Kur'an tarafından konulmuştur.

Ana-babalar ve öğretmenler, unutarak veya hataen yapılan davranışları af­fetmesini bilmelidirler. Aile terbiyesinde ve okul eğitiminde cezaya en son çare olarak baş vurulmalıdır. Cezanın affetme kadar etkili bir silah olmadığı hiç unutulmamalıdır.

Çocuklarına karşı merhamet, ana-babalarda fıtrî olduğu için merhameti bu­rada daha ziyade öğretmenlere önermekteyiz. Acımayı, sevgi ve korumayı da kapsayan merhamet gibi yüce bir erdem, öğretmenliğin olmazsa olmazını teşkil eder. Öğretmenlerin öğrencilerine karşı "veliliği" affetme, bağışlama, merhamet ve yardımla eyleme dönüşmeli, eğitimi mutluluk atmosferine sokmalıdır. [92]

 

Bakara Suresinden Çıkarılacak İlkeler:

 

Bakara suresinden şu ilkeleri çıkarabiliriz:

I. Yüce Allah eğitim ve öğretimin merkezine kitabı koymak suretiyle, il­kel eğitim sistemlerinin öne çıkardığı dinleme yerine, okumayı geçirmiştir. Böylece ilkel eğitimi, modern eğitime dönüştüren devrimi gerçekleştirmiştir. Hazır bilgileri dinleme yerine, okuyarak bilgi edinme esasını getirmiş, oku­maya vurgu yaparak modern eğitimin temellerini atmıştır. Onun içindir ki, Hira mağarasında Hz. Peygamber'e dinle değil, oku demiştir. Okuma ve din­leme yoluyla bilgi elde etmek için sarfedilen emek biribirinden farklıdır. Bi­rinde araştırma öne çıkarken, diğerinde hazır bilgiyi almak sözkonusudur. Kur'an yetişkinlere öğretim yaptığı için, dinlemeden çok, okumaya önem vermektedir. Çocukluk çağında önde olan dinlemektir. Bir benzetme-yapacak olursak, insanlığın tarihinin Hz. Muhammed'e kadarki dönemine çocukluk çağı, Hz. Muhammed'den sonraki dönemine ise yetişkinlik çağı diyebiliriz. O nedenledir ki Hz. Muhammed'le birlikte yetişkinlik çağma erişen insanlık için okuma öne çıkarılmıştır.

Diğer taraftan, kitabın başa alınması, Yüce Allah'ın "kitap okulunu" kur­duğuna da delil teşkil etmektedir. Hristiyanlıkta Allah, kominizimde emek; naturalizm de çocuk; essentializmde öğretmen; İslâm'da ise kitap eğitimin merkezinde yer almaktadır.

II. Muttakilerin, münafık ve kafirlerin özellikleri genel hatları ile açıklan­mış; bu hususta inanç ile davranışlar arasındaki ilişki ölçü olarak kullanılmış­tır.

III. Yaratılışın amacı ve bu amacın takva ile olan ilişkisi, şirkin bâtıllığı ele alınmış, Allah'ın mesajında şüpheye mahal olmadığı bildirilmiştir.

IV.  Fasık diye vasfedilenlerin davranış biçimlerini açıklayan bu surede, inkar psikolojine sahip olanların ilahî öğretiye gösterdikleri olumsuz tepki­lerden örnekler verilmekte, insanlarla olan ilişkilerinde ne kadar bozguncu oldukları ifade edilmektedir. Böylece bir kere daha, tavırların, davranış ve tu­tumların arkasındaki psikolojik yapının analizi yapılmış ve bu etkileşim net bir şekilde sunulmuştur.

V. Kainatın yaratılışından, insanın yaratılışına kadar uzanan bir dizi eyle­mine dikkat çeken Yüce Allah, siyasî erki elde etmenin yolunu açıklamış; fe­sat çıkarmamakla, kan akıtmakla, bilgiyle gerçekleşeceğini söyleyerek dev­let felsefesinin temellerini atmıştır.

Bilgiyi öne çıkartarak, bilen fert ve toplumların boyun eğeceğine, melek­lerin Hz. Adem'e secde etmeleriyle işaret etmektedir.

Bütün isimleri Hz. Adem'e öğreterek öğretim faaliyetine, "Şu ağaçtan ye­meyin!" diyerek de eğitim faaliyetine ilk önce Yüce Allah'ın başladığına şa­hit oluyoruz.

VI. İsmini 67 ve 73. ayetlerden alan Bakara suresinde, Hz. Musa'nın pey­gamberliği, eğiticiliği, kurtarıcılığı ve Firavun ile mücadelesi ele alınmakta, köle ruhlu bir toplumu eğitmenin zorluklarına ışık tutulmakta, bu tür kimse­lerin psikolojisinin ve davranış şekillerinin analizi yapılmakta, insan gönlü­nü öldüren şirkin nasıl ortadan kaldırılıp gönlün diriltileceğine açıklık geti­rilmektedir.

VII. Yine bu surede Allah'ın İsrailoğullan ile yaptığı antlaşmalar ele alın­mış ve antlaşmalarda Allah hakkı, ana-baba hakkı, fakir hakkı, insanlık hak­kı, hayat hakkı, mesken hakkı gibi hakların yer aldığı bildirilmiştir.

VIII. Allah'ın ayetlerini değiştirmenin ve onları az bir bedele satmanın Al­lah katmda lanetle karşılanacağına dikkat çekilmiştir.

Büyü vasıtasıyla karı ile kocanın arasını açmaya çalışanların durumundan bahsedilmiş, müslümanlann güdülen sürü olmadıkları vurgulanmış, benliği­ni Allah'a teslim etmenin önemine işaret edilmiştir.

IX.  Beytullah'ın hangi amaçla tesis edildiği; onun bir üniversite olduğu; Hz. İbrahim'in gelecek nesiller için duası ve çocuklarına vasiyeti; her ümmetin kazandığının kendisine ait olduğu ve bu nedenle taklitin yanlışlığı; en iyi eğitimin ilahî eğitim olduğu; müslümanlann insanların problemlerini çözen vasat bir millet oldukları; kıble olayının ne anlama geldiği; hakikati gizleme­nin büyük günah olduğu; Allah'a nasıl sığınılacağı; şehit olanların aslında ölü değil diri oldukları beyan edilmiştir.

X. Sevginin hangi obje veya varlığa ne kadar yöneleceği ve bu hususta ha­ta yapmanın şirke götüreceği, haram yemenin şeytana tabi olmak olduğu açıklanmıştır.

XI. Yüzün doğuya veya batıya çevirilmesiyle birr'e (iyiliğe/hayra) ulaşı­lamayacağı bildirilmiş, birr'e (iyiliğe/hayra) ulaştıran iman ve ameller ele alınmış, birr'e erişenin takvayı elde ettiğine dikkat çekilmiştir.

XII. Ramazan orucu, Kur'an'ın Ramazan ayında indirilişi, Allah'ın duaya icabet edeceği, rüşvet yoluyla mal kazanmanın haramlığı, infakm önemi ve infaktan kaçınmanın sosyal bir intihar olduğu beyan edilmiştir.

XIII. Haccın işlevi, yapılış şekli; kurbanla bir arada yapılması; kültürü bozmanın nesli de bozacağı; İslâm'm barış anlamına geldiği ve barış içine girmenin farziyeti; kadınların aybaşı halleri, evlenilmesi helal ve haram olan­lar, alkolün zararları, boşanma hukukunun esasları, Talut ile Calut'un savaş-masındaki hikmet derinlemesine ele alınıp açıklanmıştır.

XIV.  Peygamberlerin bazısının bazısından üstün olduğu, ahirette şefaat, alış-veriş ve dostluğun olmadığı, dinde zorlamanın bulunmadığı, Allah'ın dostluğu ve bu dostluğun karanlıklardan aydınlığa çıkarmak şeklinde tezahür ettiği, öldükten sonra dirilmenin mutlaka gerçekleşeceği, fakirin elinden tut­manın önemi, metodu ve o konudaki riyakarlığın nelere mal olacağı detaylı bir şekilde izah edilmiştir.

XV. Faizin haramlığı, insanm erdemine olan kötü etkisi; borç hukukunun temelinde yer alan katip ve kitabetin, şahit ve şehadetin gerekliliği, önemi ve şahitlikten kaçınmanın haramlığı; insanm açıkladıklarından ve gizlediklerin­den sorumlu tutulacağı beyan edilmiştir.

XVI. Bazı iman esasları, peygamberler arasında ayrım yapmanın küfür ol­duğu, sorumluluğun güç oranında olacağı ele alınıp açıklanmıştır. [93]



[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/268.

[2] Bakara/282 ve Nur/37'de de aynı anlamda geçmektedir.

[3] Fetih/14 ve Mümtehine/12'de de bu anlamı ifade etmektedir.

[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/269-270.

[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/271-273.

[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/273-276.

[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/276-278.

[8] Râzî, age, c.V, s. 417-418.

[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/278-282.

[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/283-288.

[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/288-289.

[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/289-293.

[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/293-294.

[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/294-297.

[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/297-298.

[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/298-300.

[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/300.

[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/300-303.

[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/303-305.

[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/305-311.

[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/311-314.

[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/314-315.

[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/315-317.

[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/317-318.

[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/318-320

[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/320-322.

[27] Buhârî, Salât, 80.

[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/322-325.

[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/325-327.

[30] Râzî, age, c. V, s. 495-496.

[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/327-329.

[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/329-333.

[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/333-335.

[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/335-338.

[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/338-339.

[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/339-342.

[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/342-345.

[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/345-346.

[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/346-348.

[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/348-349.

[41] Keşşaf, 1/396.

[42] İbn Mâce, Zühd, 15; Tirmizî, İlim, 19.

[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/349-356.

[44] İsfehânî, age, s. 249.

[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/356-359.

[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/359.

[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/359-361.

[48] Buhârî, Megazi, 12.

[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/361-364.

[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/364-366.

[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/366-368

[52] Râzî, age, c. V, s. 539.

[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/368-369.

[54] Tirmizî, Zühd, 17.

[55] Nesaî, Zekat, 89.

[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/369-373.

[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/373-375.

[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/375-376.

[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/376-377.

[60] Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, s. 827-828; 35. dipnot.

[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/377-380.

[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/380-382.

[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/382-385.

[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/385-389.

[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/389-392.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/392-394.

[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/394-396.

[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/396-397.

[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/398-399.

[70] Süleyman Ateş, age, c. I, s. 478.

[71] Süleyman Ateş, age, c. I, s. 478.

[72] Müslim, Musakat, 75; Buhârî, Buyu, 76.

[73] Müslim, Musakat, 99.

[74] Tirmizî, Tefsir, 18.

[75] Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvud, Buyu, 5; İbn Mâce, Menâsik, 76.

[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/399-404.

[77] Muhammed Esed, age, s. 85; dipnot, 273, [Abduh, Menar, III/124].

[78] Râzî, age, c. VI, s. 63-64.

[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/404-416.

[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/416-418.

[81] Süleyman Ateş'in Tabeifnin Câmiu 1-Beyân'mdm (10/142-143) yaptığı alıntı. Ayrıca İbn Ab-bas, Esamm, Ebû Müslim, Kadı, Şa'bî, Derime, Mücâhid de -Razi'nin naklettiğine göre- bu yorumu getirmektedirler.

[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/418-422.

[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/422-423.

[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/424-425.

[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/425-426.

[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/426-428.

[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/429-432.

[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/432-433.

[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/433-439.

[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/439.

[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/439-441.

[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/441-446.

[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/446-448.