Bey' Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Hulle Kelimesinin Kur'an'daki Kullanımı:
Mahşerde Alış-Veriş, Dostluk Ve Şefaatin Olmaması Ne Anlama Gelmektedir?
Allah'ın Sıfatlarından Bazıları:
Hayye Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
İhata Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Kerihe Kelimesinin Kur'âan'daki Manaları:
Ğayy Kavramının Kur'an'daki Anlamları:
Tâğût ve Urve Kelimelerinin Manası:
Vesika Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Karanlıklardan Aydınlığa Çıkış:
Manevi Karanlıkları Oluşturan Şeyler:
Güç Ve Zenginlik İnsanı Küstahlaştırıp Azgınlaştırmamalıdır:
Ölümden Sonra Diriliş Gerçeği:
İmanın Tatmine Ulaşması İçin Deneysel Bilgi Şarttır:
Hz. İbrahim'e Dört Kuş Almasının Emredilme Nedeni:
Hayrın Ekin Tanesine Benzetilme Sebebi:
Yapılan İyilik Başa Kakılmamalıdır:
Minnet Ve Eziyetin İnfakı Ne Hale Getirdiği:
Allah İçin Yapılan İnfak Cenneti Oluşturur:
Tesbît Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Tâbe-Tayyib Kelimelerinin Kur'an'daki Manaları:
Hikmet En Büyük Değerlerden Biridir:
Nezr Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Înfakın Metodları Ve Etkinliği:
İbadette Niyetin Yalnızca Allah'a Olduğuna Dair Ayetler:
İhsâr Kelimesinin Kur'an'daki Manaları:
Ribânın Yasaklanmasında İzlenen
Tedricî Metod:
Faiz Yemekle Davranış Arasındaki İlişki:
Faiz Yok Olur Sadaka Bereketlenir:
Faizden Vazgeçmemek Allah Ve Peygamber'e Savaş İlan Etmektir:
Alacaklının Borçluya Mühlet Vermesi:
İnsan, Allah'a Döneceği Günden Sakınmalı:
Faiz Nedir? Hangi Tür Para İlişkileri Faizdir?
Davranışlardan Hesap Sorulacağı Gibi Gönülde Gizlenenlerden De Hesap
Sorulacaktır:
Beda (Açıklık)-Hafâ (Gizlilik)
Dileme Ve Muhasebe Kavramları:
Kellefe Ve Mütekelüf Kalıpları:
Takat Kavramının Kur'an'daki Manaları:
Allah'ın Merhametinin Tecellisi:
Bakara Suresinden Çıkarılacak İlkeler:
254. Ey iman edenler! Kendisinde alış-veriş, dostluk ve şefaatin
olmayacağı gün gelmeden önce, size verdiğimiz rızıktan hayır yoluna harcayın.
Ve bilin ki, hakikati inkar edenler zalimlerin ta kendileridir.
[1]
Ayette yer alan şefaat kavramını Bakara/48'de geniş bir şekilde
açıkladık. Burada ele almamız gereken kavramlar (bey') ile (hülle) kavramlarıdır.
Ama ayetin ana konusu, ölüm gelmeden önce hayır yapılması meselesidir. Öncelikle
kavramları ele alıp, ardından ana konuyu açıklayacağız.
Lügatte satmak, mukavele yapmak, hükümdara karşı sadakat yemini yapmak,
kral veya lider olarak kabul etmek, satışa sunmak, pazarlığın sonunda anlaşmaya
varmak, satın almak, kazanmak, elde etmek manalarına gelir.
1. Alış-veriş
Kur'an'ın geldiği Arap toplumunda alış-verişi, yani ticarî bir işlemi
ifade etmek için kullanılan bu kelimeyi Kur'an manevî alana taşımış ve ona zengin
bir mana kazandırmıştır. Onun için alış-veriş manasını iki boyutlu olarak
almakta yarar vardır.
a. Allah ile alış-veriş
Yüce Allah bu manevî ticaret şeklini şöyle anlatmaktadır:
Bilesiniz ki, Allah yolunda savaşan, öldüren ve öldürülen mü'minlerden
Allah canlarını mallarını satın almıştır; hem de karşılığında onlara cenneti
vaad ederek. Bu O'nun yerine getirilmesini Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da
bizzat güvence altına aldığı gerçek bir vaattir. Kimdir verdiği sözü Allah'tan
daha iyi tutan? Sevinin öyleyse, O'nunla böyle bir alış-veriş yaptığınız için,
çünkü budur en büyük basan. [Tevbe/111]
Allah yolunda canı ve malı ile mücadele eden insanlarla Yüce Allah manevî
bir alış-verişe girmektedir. Can ve mala karşı cenneti vereceğini üç kutsal kitapta
vaadetmekte ve buna en büyük, başarılı bir alış-veriş adını vermektedir.
b. Maddî bakımdan alış-veriş
Ticarî hayattaki alış-veriş manasını ifade etmektedir:
Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında her türlü
alış-verişi bırakıp Allah'ı anmaya koşun; eğer bilseniz, bu sizin yarannızadır.
[Cuma/9][2]
2. Bağlılığını bildirmek
Sana bağlılıklarını bildirenler, Allah'a bağlılıklarını göstermiş
olurlar[3]
Siyasî erki elinde bulunduracak/devlet başkanı olacak olan kimseye bağlılığını
bildirmeye "biat" denmekte ve modern seçim sisteminin bir benzerini
ifade etmektedir. Biat peygambere olduğu gibi Allah'a da yapılır. 3. Kilise
Hac/40'ta biye kalıbında kiliseyi ifade etmektedir:
Çünkü Allah insanları birbirine karşı savunmasız bıraksaydı, şüphesiz o
zaman içlerinde Allah'ın isminin çokça anıldığı manastırlar, kiliseler,
havralar ve mescitler yıkılıp gitmiş olurdu.
Hristiyanlann ibadet ettikleri yer olması nedeniyle bu ismi almıştır.
Ancak, ibadet de bir nevi Allah'ın hükümranlığına bağlılığı bildirmek olduğundan
bu ad verilmiş olabilir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/254'te dönersek, ahirette
alış-ve-rişin olmayacağı ifade edilmektedir. Başka ayetlerdeki eş anlamlı
kelimelerle birlikte düşünülerek mana verilecek olursa fidye anlamını ifade
ettiği görülecektir.
Hadid/15'te doğrudan fidye olarak zikredilmektedir:
O gün sizden bir fidye alınmaz. Bakara/123'te de adi olarak
geçmektedir:
Ondan bir fidye kabul edilmez. En'am/70'te de adi olarak geçmektedir:
Her türlü fidyeyi verse bile, bu o kimseden kabul edilmez. Demek ki
bey, fidye ve adi kelimeleri aynı manaya gelmekte, bir cezadan kurtulmak için
verilen fidye anlamını ortaklaşa paylaşmaktadırlar. Ahirette ahş-veriş
manasında bir fidyeleşme olmamakla birlikte dünyada olacaktır. Hac ve oruç
ibadetinde fidye olduğunu, Bakara/184 ve 196 ayetlerinde görmüştük. Hukukî
bakımdan fidye de Bakara/85'de geçmişti. Ahirette fidye vererek azaptan
kurtulma anlamında bir alış-verişin olmayacağını belirten Bakara/254'te
karşılıksız infak yapmak suretiyle, insanın fidyesini bu dünyada vermesi,
manevî alış-verişini burada gerçekleştirmesi istenmektedir.
[4]
(hulle) kelimesi, 'helle' kalıbından alınınca delmek, içine işlemek, iç
yüzüne vakıf olmak, kazığa oturtmak, ekşimek, sıkıntılı hale gelmek, bir arkadaş
olarak muamelede bulunmak, hakkını ihlal etmek, bir şeyi becereme-mek,
vazgeçmek, nizamını bozmak, rahatsız etmek, araya girmek manalarına
gelmektedir.
(hıll) kalıbından alınırsa, gönül dostu anlamını ifade etmektedir.
halel) kalıbından ise, açıklık, fasıla, çatlak, yarık, gedik, millet
veya fertler arasındaki münasebetlerin kesilmesi, dengesizlik durumu, kusurlu,
mükemmel olmayan, hatalı, düzensiz, yaralı, sakat, alt-üst etmek, (halle)
ihtiyaç, istek, eksiklik; (hilal) özellik, sıfat, hususiyet, karaktersizlik, tabii
istidat anlamlarına gelmektedir.
(hülle) ise, dostluk demektir. (halîl) de bu anlamı ifade etmektedir.
Kur'an'daki manaları ise şunlardır:
1. İçine girmek
(hilal) kalıbında alındığında, savaş anında galiplerin mağlupların memleketine,
memleketlerinin köşe-bucağına girmesini ifade eder. İsra/5'te bu anlamda
kullanılmaktadır:
Bunlardan ilkinin cezalandırma vadesi gelince, çok güçlü ve savaşçı
kullarımızı üzerinize göndereceğiz; bunlar ülkede kıyı-bucak girmedik yer
bırakmı-yacaklar ve tehdit yerine gelmiş olacaktır.
2. Ara
Fizikî ve sosyolojik manada kullanılan bu kelime ara anlamını ifade etmektedir:
Allah O'dur ki, rüzgarları gönderir, bunlar da bulutu kaldırır. Derken,
Allah onu gökte dilediği gibi yayar ve parça parça eder; nihayet aralarından
yağmurun çıktığını görürsün. [Rum/48]
"Aralarından/bulutların arasından" ifadesi, bulutların
içinden demektir. Buluttan yağmurun çıkışını ifade eden bu kavram, iki bahçenin
arasından akan nehir için de kullanılmaktadır:
Veya senin bir hurma bahçen ve üzüm bağın olmalı; öyle ki içlerinden gürül
gürül ırmaklar akıtmalısın. [İsra/91]
Bahçenin içinden akan ırmağı tasvir etmektedir. Bulutların içinden,
bahçelerin içinden demek; bulutların arasından, bahçelerin arasından demektir.
b. Sosyolojik anlamıyla bu
kavram, kötü niyetli insanların iyi insanların arasına, içlerine girip onları
yanıltacakları anlamında Tevbe/47'de kullanılmaktadır.
Münafıklar sizinle beraber sefere çıksalar da, aranıza nifak sokmaktan
başka bir şey yapmayacaklar ve içinizde kendilerine kulak verenler olduğunu
görüp aranıza fitne sokmak amacıyla saflarınıza sokulacaklardı. [Tevbe/47]
3. Dostluk
Dostluk manasını ifade ederken (hülle) ve (halîl) kalıbından alınmakta
ve birkaç çeşit dostluğu ifade etmektedir:
a. Allah'ın dost edinmesi
Nisa/l 25'te Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i dost edinmesi manasında geçmektedir:
Allah İbrahim'i dost edinmiştir.
b. Ahiretteki dostluk
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/254'te bu anlama gelmektedir.
Sapıkların dost edinmesi [İsra/73]; yanlış dost edinmek [Furkan/28];
dostluğun düşmanlığa dönüşmesi [Zuhruf/67] gibi ayetlerde de 'dost' anlamına
gelmektedir.
Bu dünyadaki dostlukların, ahirette geçerliliği olmayacağını bu ayetler
açıklamaktadır. Bu dünyada, yanlış düşüncenin etrafında toplanmakla meydana
gelen sahte dostlukların mahşerde düşmanlığa dönüşeceğine dikkat çeken
Zuhruf/67 ayeti, yanlışın etrafında toplanmanın hiçbir yaran olmayacağı
konusunda ciddi bir uyanda bulunmaktadır.
(hülle) kelimesinin genel bir değerlendirmesini yaparsak; dünyevî ve uhrevî anlamlanyla karşılaşırız. Dünyevî manası ile psikolojik ve sosyolojik boyutlu olduğu anlaşılmaktadır. Dostluk manası ile sevgi ve meveddeti ifade etmektedir. Sevgi daha çok psikolojik bir duygu olmakla birlikte, fertler arasında bulunduğundan sosyolojik ağırlıklı olmakta ve sevgi bağlannı ifade etmektedir.
Uhrevî anlamı ile ahiretteki soruşturmada, dünyadaki dostluk bağlamım
oradaki geçersizliği beyan edilmektedir.
(şefaat) kavramı Bakara/48'de açıklanmıştır.
Alış-veriş, dostluk ve şefaatin olmadığı bir gün gelmeden önce infak yapılmasını
emreden bu ayet, diğer taraftan gerçeği inkar edenleri zalim olarak ilan
emektedir.
Ayetteki kafir kavramına, hem inkar, hem de nankör manası verilebilir.
Ayetin ilk bölümünü dikkate aldığımızda, nankör anlamı daha uygun görünmektedir.
Çünkü insan, nankörlük psikolojisine sahip olduğu için infak etmemektedir.
Ayetin başındaki emir inananlara olduğuna göre, inanıp da infak etmeyen kimse
kafir değil, nankör olur.
Nankörlük, yapılması gerekli olan bir ameli yapmamak olduğundan zulüm
olarak nitelendirilmektedir.
Diğer taraftan, alış-verişin, dostluğun ve şefaatin olmadığı bir günün
geleceğini kabul etmemek ve o nedenle de infakta bulunmamak inkar alanına
girer ve bu inkar da, -gerekli olan inancı gönlünde oluşturmadığı için- zulüm
özelliği taşır. Nankörlük insanın nefsinden çıkan ve sosyal hayata yayılan
karanlık iş anlamında zulümdür; inkar ise insanın kalbindeki karanlığı
oluşturduğu için zulümdür.
[5]
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/254'te ifadesini bulan mahşerde
alış-verişin, dostluk ve şefaatin olmaması ne anlama gelmektedir? Bu sorunun
cevabını şu ayetler vermektedir:
a. Ve Alllah şöyle diyecektir:
"İşte şimdi bize yapayalnız geldiniz, tıpkı sizi ilk yarattığımız gibi; ve
size bahşettiğimiz her şeyi arkanızda bıraktınız. Kendinizle ilgili olarak
Allah'a ortak koştuğunuz o şefaatçilerinizi yanınızda görmüyoruz. Gerçek şu
ki, sizin aranızdaki bütün bağlar artık kesilmiştir ve bütün eski dostlarınız
sizi terketmiştir". [En'am/94]
İnsan Rabbine tek başına gidecektir. Bütün dünyevî değerler geride kalacak, eski dostluklar ortadan kalkacak, sahte bağlar kopacak ve sahte tanrılar ortada görünmeyecektir. İşte bu ayet, Bakara/254'ü açıklamakta ve yukarıdaki soruyu cevaplandırmaktadır.
b.
Ve Onun (bu) söylediğini
geri bırakacağız; çünkü o (hesap gününde) tek başına huzurumuza çıkacaktır.
[Meryem/80]
Ahirette uzantısı olmayan yanlış konuşmalar bu dünyada kalacak, ama insan
tek basma Allah'ın huzuruna çıkacaktır.
c.
Aralarındaki bütün bağlar
kopmuştur.
Aynı oluşuma En'am/94'te de işaret edilmişti. Mahşerde "bütün dostluklar düşmanlığa dönüşeceği" [Zuhruf/67] için artık aralarındaki bağlar kopacaktır. İşte alış-verişin, dostluğun ve şefaatin olmaması bu anlama gelmektedir.
d.
O gün, herkesin kendine
yetip artacak bir derdi vardır. [Abese/37]
Mahşerde, herkes kendi derdi ile meşgul olacağı için, başkası ile
ilgilene-meyecektir. Kendi derdine çare bulamayan insanm başkasına çare olması
mümkün müdür?
e.
Şimdi artık bizim ne
şefaatçilerimiz var, ne de sıcak bir dostumuz... [Şu-ara/100-101]
Mahşerde insanın kendisi, şefaatçinin ve dostun olmayacağını anlayacaktır.
Bu ifadenin ne anlama geldiğini anlamak için, bir önceki ayete bakmak
gerekiyor:
Artık onlar, o azgınlar ve İblis orduları, toptan cehenneme tepetaklak
atılırlar. Orada birbirleriyle çekişerek şöyle derler: "Vallahi, biz
gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü biz sizi alemlerin rabbi ile
eşit tutuyorduk. Bizi ancak o günahkarlar saptırdı". [Şuara/9]
f. İbrahim dedi ki: "Siz,
sırf aranızdaki dünya hayatma ait sevgi uğruna Allah'ı bırakıp bir takım putlar
edindiniz. Sonra kıyamet günü birbirinizi tanımazlıktan gelecek ve birbirinize
lanet okuyacaksınız. Varacağınız yer cehennemdir ve hiç yardımcınız da
yoktur". [Ankebut/25]
Birbirini tanımayan ve birbirine lanet okuyan insanlar; birbirlerine
nasıl şefaatçi olacak, nasıl alış-veriş yapacak ve nasıl dost kalacaklar?
g.
Zalimlerin hiçbir yardımcısı
yoktur. [Bakara/270]
Alış-veriş yok, dostluk yok, şefaat yok demek; tek kelimeyle yardım yok
demektir.
h.
O halde beni yermeyin,
kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz.
[İbrahim/22]
Allah'ın çağrısına uymayıp, şeytanın çağrısına uyanlara, ahirette
şeytan böyle diyecek, birbirlerine yardım edemeyeceklerini itiraf edecektir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/254, ayetin mesajı şudur: İnsanoğlu
Rabbinin huzuruna tek başına çıkacak, kendisine sadece bu dünyadaki amelleri
eşlik edecektir. Bu dünyadaki arkadaşlıklar, dinî inancın ötesine geçecek kadar
güçlü olan dostluklar kopacak; yardımlaşma istekleri ortadan kalkacaktır.
Böylece Kur'an eğitimin önemli bir amacını da açıklamaktadır: İnsanlara
geçici, işe yaramayan dostluklarla, kalıcı ve işe yarayan dostlukların anlatılması,
bu konuda bilgilendirilmeleri din eğitiminin görevidir. Fakirin elinden tutma;
kimsesizin iniltisini duyup yardıma koşma; altından kalkıla-mayan projelere
yardım etme; insanlığın gelişimi için bir adım atma ve beyin yorma amellerinin
mahşerde Rabbinin huzuruna çıktığında insana arkadaş ve dost olacağını
anlatmak, onlara bu fedakarlık bilincini vermek ve onları bu konuda gönülden
eğitmek din eğitiminin temel amaçlan arasında yer almalıdır.
Bakara/254'ten çıkartacağımız diğer bir hüküm de şudur: Alış-verişin,
dostluk ve şefaatin olmadığı gün gelmeden önce infakta bulunmak şarttır. İnsan,
ölmeden önce hayrını yapmalıdır. Benden sonraki çocuklarım, torunlarım benim
için yaparlar inancını veya düşüncesini kafasından silip atmalıdır.
Ayetin bu boyutundan çıkartacağımız hüküm, Münafîkun/10'da net bir şekilde
açıklanmaktadır:
Birinize ölüm yaklaştığı ve "Ey Rabbim! Bana bir fırsat tanışan da
karşılıksız yardımda bulunup iyiler arasına girsem!" diye yalvaracağı
zaman gelip çatmadan önce size nzık olarak verdiğimizden harcayın.
Ölüm anında insan, bütün dünyevî değerlerin geride kaldığını anlayacak,
Yüce Allah'tan ömrünü biraz daha uzatmasını isteyecek, çünkü infak yapmadığını
hatırlayacaktır. İşte Allah Teala, ölüm gelmeden ve telafisi olmayan bir
pişmanlık içinde biraz daha yaşamak için boş yere dua etmeye mecbur olmadan
evvel hayır yapılmasını emretmektedir.
Ölümden sonraki hayatta insanın dostu, kân ve şefaatçisi inancı ve
amelleri olacaktır. En'am/94'te Yüce Allah'ın buyurduğu gibi, Allah'ın bize verdiklerinin
tümünü bu dünyada bırakarak tek başımıza yaratıldığımız gibi, tek başımıza
Allah'ın huzuruna çıkacağız.
[6]
255. Allah, O'ndan başka ilah yoktur, her zaman diridir, bütün
varlıkların kendi kendine yeterli kaynağıdır. Ne uyuklama tutar O'nu, ne de
uyku. Göklerde ve yerde ne varsa O'nundur. O'nun izni olmaksızın nezdinde
şefaat edebilecek olan kimdir? O, insanların gözlerinin önünde olanı da onlardan
gizli tutulanı da bilir; oysa O dilemedikçe insanlar O'nun ilminden hiçbir şey
edinemez, hiçbir şey kavraya-mazlar. O'nun sonsuz kudreti ve egemenliği gökleri
ve yeri kaplar. Ve onların korunup desteklenmesi O'na ağır gelmez. Gerçekten
yüce ve büyük olan yalnızca O'dur.
Bu ayetin açıklamasını yapmadan önce şu gerçeğe dikkat çekmek istiyoruz:
Kürsî ayeti olarak anılan ve okunmasında pek çok manevî faydaların olduğu
söylenilen bu ayet, "Nasıl bir Allah'a inanıyorsunuz?" sorusunu cevaplandırmakta;
kendi özel vasıflarıyla kainat ve insanlarla olan ilişkilerini belirleyen
vasıflarının bazılarını ele almaktadır.
Bu ayeti parça parça ele alarak açıklamasını yapmayı uygun buluyoruz:
1.
(Allah, kendisinden başka
tanrı olmayandır).
"Kürsî ayeti" tevhid inancı ile başlamaktadır. Tevhid
inancını insanlığa yayma ve onu insanlara kabul ettirmek, ilahî eğitimin ilk
dinle başlayan ve son bulmayan bir sürecini teşkil etmektedir. Bütün
peygamberlerin ve onlara gelen kutsal kitaplann birincil görevi tevhid
inancının ağacını dikmek ve geliştirmek olmuştur.
Ayetin bu kısmı "ilâ ilâhe=ilaiı yoktur) diye olumsuz bir ifadeyle
başlamaktadır ki bu, tevhide inanan insanın, önce inkarla başlaması
gerektiğini gösterir. Kalpten, Allah'tan başka bütün tanrıları çıkarmakta,
onları inkarla başlamaktadır. Allah'tan başka varlıkların tanrılığını
reddetmeyen insan, tevhid inancını gönlüne yerleştiremez. Bakara/256'da geçen
(O halde kim tağutu inkar edip Allah'a inanırsa) ifadesi, insanın önce
Allah'tan başkalarının tanrılığını inkar edip sonra Allah'a inanması
gerektiğini vurgulamaktadır. Tevhid inancının ikinci kısmı olan {illâ huve=O hariç) ifadesi, biraz önceki
ifadenin olumsuzluğunu bozmaktadır. Allah'tan başkalarını reddettikten sonra,
onların yerini Allah'ın tek ilah olduğu inancıyla doldurmaktadır. İstisna
cümlesiyle ifade edilmekle kelime-i tevhid kuvvet kazanmaktadır.
(Allah, O'ndan başka tanrı yoktur) ifadesi, İhlas suresi'nin ilk
a-yetinde şöyle açıklanmaktadır:
(De ki: "O Allah tektir"). [İhlas/1]
Kürsî ayetindeki vurgu, İhlas suresinde huve zamiri ve ehad kavramıyla
temin edilmektedir. Diğer taraftan Bakara/163'te (Ve sizin ilahınız, tek
tanrıdır: O'ndan başka tanrı yoktur) şeklinde ifade edilmektedir. "Sizin
ilahınız, tek tanrıdır" ibaresinden sonra Ayetu'l-Kürsî'deki ifade yer
almaktadır. Çünkü "sizin ilahınız, tek tanrıdır" demek; diğer
varlıkların tanrılığını o-lumsuzlamadığı için, tekrar onu getirmekle o boşluğu
doldurmaktadır. Böylece, ilahî eğitimin tevhid inancı ile başladığına bu
ayette de şahit oluyoruz.
2.
(Her zaman diridir, bütün
varlıkların kendi kendine yeterli yegane kaynağıdır).
Ayetin bu kısmı, "Tek olan ve kendisinden başka tanrı olmayan Allah nasıl bir varlıktır?" sorusunu, "Hay ve kayyumdur" diyerek cevaplandırmaktadır. "Canlı ve "her zaman diri" manasına gelen (hayy) kavramını açıklamamız gerekiyor: [7]
(hayye) yaşamak, ömür sürmek, (hayy) canlı, diri, hayata ait, maişet,
sağ, neşeli, dinç, çevik, faal, enerjik, devamlı, yılmaz manalarına gelmektedir.
(hayye) "gel" manasına gelir. (hayye) yılan, yılan gibi hain kimse
manalarını ifade eder. Şimdi Kur'an'daki manalarını ele alabiliriz:
a.
Diriltmek
"Var etmek, hayat vermek, canlandırmak" manalarına gelen bu
kavram, "yaratmak" manasına denk düşmektedir. "Hayat
vermek" manasında Baka-ra/28'de geçmektedir:
Cansız iken size hayat veren ve sizi ölüme götüren, sonra tekrar hayata
kavuşturan ve kendisine döndürüleceğiniz Allah'ı nasıl inkar edersiniz?
b.
Selamlamak
Nisa/86'da bu anlamda yer almaktadır:
Bir selam aldığınızda daha güzel bir selam ile karşılık verin! Bu
ayette, fiil ve emir kalıbında geçmektedir.
c.
Kurtarmak
Bir can kurtarmak manasına Maide/32'de geçmektedir:
Bu yüzden Biz, İsrailoğullanna bildirdik ki, cinayetin ve yeryüzünde
fesadı yaymanın cezası olarak işlenmesi dışında eğer bir kimse bir insanı
öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur; ve bir kimse bir hayat
kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.
d.
Haya etmek
Allah ile ilgili olduğu zaman, "kaçınmak" insanla ilgili
olarak kullanılınca haya etmek, utanmak manalarına gelmektedir. Kur'an'da bu
manada kullanılınca, istif'al babından getirilmektedir.
1.
Çekinmek/kaçınmak.
Bakara/26'da şöyle geçmektedir:
Bakın Allah bir sivrisineği (hatta) ondan daha küçük bir şeyi örnek
vermekten kaçınmaz.
Allah ile ilgili olduğu için çekinmek veya kaçınmak manalarım vermek
daha uygun olur.
2.
Utanmak
İnsanla ilgili olarak kullanılınca, haya etmek, utanmak, ar etmek,
sıkılmak, manalarını ifade etmektedir:
Az sonra (o iki kızdan) biri, utana sıkıla çıkageldi... [Kasas/25]
Çekinme ile utanma arasında yakın alaka olmasına rağmen,
"utanma" fiilini Allah'a isnad etmek doğru olmayacağı için bu
ayrımın yapılması gerekir.
e. Akıllı
Yasin/70'te Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Diri olanları uyarsın ve kafirler cezayı hak etsinler diye...
(diri olan) ifadesine, Zemahşeri akıllı ve düşünen; Razi akıllı ve anlayışlı;
Hazin inanan; İbn Abbas akıllı manalarını vermişlerdir.
Demek ki, aklım kullanan, düşünen ve inanan insan canlıdır. Akimi kullanmayan, düşünmeyen ve inanmayan insan canlı olarak kabul edilmemektedir. Müfessirlerin dediği gibi onların kalbi ölüdür.
f. Hayat isim olarak
"dünya hayatı" ve "ahiret hayatı" olarak kullanılmaktadır.
Ankebut/64'te, ahiret için "gerçek hayat" denmektedir. Ayetteki
heye-van kelimesi, ahiretteki hayatı ifade etmektedir.
Utanmak manası ile hayy kavramı ahlâka hayat vermekte ve ona can
olmaktadır. Onun için haya kavramı, canlılığı ifade eden kelimeden türemiştir.
Diriltmekle haya manalarının arasında da bir ilişki vardır. Haya etmek
şahsiyeti ve ahlâkı diri tutmak demektir. Haya ile korumak manası arasında da
ilişki bulunmaktadır; haya duygusu insanı ahlâksızlıktan korur. Hayat ile aklım
kullanmak arasında da bağlantı vardır; varlık ile aklım kullanmak aynı şeyi
ifade etmektedir. Descartes "Düşünüyorum öyleyse varım" hipotezinde,
düşünme ile var olmayı birlikte; sebep-sonuç ilişkisi içerisinde kullanmakta ve
buradan da Allah'ın varlığına ulaşmaktadır. Aynı durum Yasin/70'te başka
boyutuyla ifade edilmiş, varolmakla düşünme aynı ibarede kullanılmıştır. Demek
ki haya duygusu ile düşünmek, yani aklını kullanmak varolmaya denk bir mana
taşımaktadırlar.
Bu izahtan sonra diyebiliriz ki, Allah mutlak manada diridir ve
varlıklar canlılıklarını O'ndan alırlar. Varlıklar canlılıklarını kaybedebilir
ama, Allah diriliğini asla kaybetmez. Allah'ın diri olma sıfatı, diğer
sıfatlarına kaynaklık eden en kapsayıcı sıfatlarından biridir.
(kayyum) ebedi, ölmez, daimi, baki, ezeli ve kendi kendine yeterli olan
anlamlarına gelmektedir.
Hayy ve kayyum, Allah'ın her zaman diri ve kendi kendine yeterli olduğunu
ifade eden sıfatlandır. Nasıl bir Allah'a inandığımızı ifade ederken bu sıfatlan
vurgulamamız gerekiyor. Diğer taraftan, kainattaki bütün varlıklann var
oluşlanna bu sıfatlar kaynaklık etmektedir. Allah'ın hayy sıfatı, tüm varlıklann
canlılıklannın kaynaklandığı bir sıfattır. Belli sürelerle varlıklann hayatta
kalmalan da kayyum sıfatından kaynaklanmaktadır. Yüce Allah kayyum sıfatı
gereği bütün varlıklan ayakta tutmaktadır; yani onlara hayatlannı sürdürebilme
kapasitesini vermiştir.
3.
(O'nu ne uyuklama tutar, ne de uyku).
Yüce Allah'ın kendisini bu niteliği ile tanımlamasının sebebi,
varlıklarla olan ilişkisini anlatmaktır ki bu, Yüce Allah'ın kainatın
idaresinden bir an bile gafil olmadığı ve onların işlerine her an müdahale
edip düzenlediği manasına gelir. Zaten kendisini uyku tutan varlık, kainatın
idaresi hususunda gaflete düşeceği için Allah olamaz. "Allah her an
yaratma halindedir" [Rahman/29] ayetinde belirtilen özelliğini
Bakara/255'in bu kısmı ile birleştirmek gerekiyor. Kendisini uyku tutan bir
varlık, her an yeni bir şey yaratamaz. Yüce Allah'ın daima diri/canlı olması,
devamlı hareket halinde olduğu anlamına gelir. Devamlı hareket eden, devamlı
üretir. Devamlı üreten varlık da hiç uyumaz.
Canlı varlıklann en hareketlisi ve en üretkeni insan olmasına rağmen, o
da uyku ve dinlenmeye ihtiyaç duymaktadır. İnsan ile Allah'ı ayıran en önemli
farklardan biri de budur.
4. Yeryüzünde ve göklerde ne
varsa O'nundur.
(Gökler ile gökler ve oradakilerin tamamı Allah'ın mülkiyetindedir) ayetinde Yüce Allah, kainatın sahibi olduğunu dördüncü sırada zikretmiştir. Böylece tevhid inancındaki Allah fikrinin dördüncü delili, kainatın sahibinin kim olduğu meselesidir.
Yüce Allah'ı bu şekilde tanıtma metodu eski dinlerde yer alan bir
usûldür.
Firavun Hz. Musa'ya "Alemlerin rabbi de kim oluyor?" dediğinde
Hz. Musa "Eğer gerçekten doğruyu öğrenmek ve yürekten benimsemek
istiyorsanız, göklerin, yerin ve bu ikisi arasında var olan her şeyin rabbidir
O" [Şuara/23-24] diye cevap vermişti.
Kainatın karşısında insan beyni çok aciz kalmaktadır. Bu aczi, imana çevirmenin
yolu veya eğitimi, kainatın kime ait olduğunun, onu kimin yarattığının iyi
anlatılmasına bağlıdır. Bakara/255'te Yüce Allah bu dersi verdiği gibi, Hz.
Musa da aynı dersi Firavun ve etrafındakilere vermektedir. Allah'ın tek olduğu
inancı, kainatın tek sahibi olduğu inancının veya bilgisinin üzerine
oturmaktadır.
5.
(O'nun izni olmaksızın
nezdinde şefaat edecek olan kimdir?)
Şefaat kavramını Bakara/48'de geniş bir şekilde açıkladığımız için
burada izahına girmeyeceğiz. Ayetin içeriğine göre burada söyleyeceğimiz bazı
e-saslar vardır. Yer ve göktekilerin tamamı Allah'a ait olduğuna göre, şefaat
etme yetkisinin kime ait olduğu sorulabilir. Böyle bir sual sorulmasını
önlemek için, ayette, Allah'ın izni olmaksızın nezdinde kimin şefaat edebileceği
sorulmaktadır.
Soru şeklinde ifade edilmesi, kimsenin şefaat etme yetkisine sahip olmadığını
ifade etmek içindir. Bir defa, şefaat Allah'ın huzurunda olacaktır. Onun
huzurunun dışında, bir şefaat etme yeri olamaz. Diğer taraftan O'nun izni
olmadan kimse şefaat edemeyecektir. Demek ki, şefaat, hem O'nun ka-tındadır,
hem de O'nun izniyledir. Yüce Allah bu yetkisini kullan için kullanacağından,
onlarla olan ilişkisini gündeme getirmektedir.
6. (O, kullarının
önlerindekini de arkalarındakini de bilir).
Kullarının, yani insanların ve cinlerin yaptıklarını bilir, yahut
gözlerinin önünde olanı da onlardan gizli tutulanı da bilir manasına
gelmektedir. Müca-hid, Ata ve Süddi "Ellerinin arasındaki" ifadesine,
bu dünyada onların başına gelenler, "arkalarındaki" ifadesine ise,
öteki dünyada uğrayacakları aki-betler manasını vermişlerdir. Dahhak ve Kelbi
ise tam tersi bir mana vererek, "Ellerinin arasındaki" ifadesinin
öteki dünyaya işaret ettiğini, çünkü, ona doğru gittiklerini; "arkalarındaki"
ibaresinin ise, bu dünya anlamına geldiğini, çünkü arkalarında bıraktıklarını
söylemişlerdir. îbn Abbas ise, "ellerinin arasındaki" ibaresini gök
ile yer arasında bulunanlar; "arkalarındaki" ibaresini de
göklerdekiler anlamına almıştır. Razi de, yaptıkları ve yapacakları hayırlar
ve kötülükler olarak tefsir etmiş ve bu ifadeyi şefaat meselesine bağlamıştır.
Kimlerin şefaat edeceğini, kimlere şefaat edileceğini ve şefaat olunacak
olanların bu dünyada yaptıklarını Allah bildiği için şefaat yetkisini ona göre
kullanacaktır.[8]
Muhammed Esed, ( mâ-beyne eydîhim) ibaresine aşikar olan, bilinen
yahut kavranabilen; (ve mâ-halfehum) ifadesine de kişinin bilgisi veya idraki
dışında olan anlamı vermiştir. Ayetin bir sonraki bölümü dikkate alındığında
Muhammed Esed'e hak verilebilir ama, ayetin evvelki, yani şefaati ele alan
kısmına baktığımızda dünyevî ameller ile ahiretteki oluşumlar manasını vermek
daha uygun olur. Bu iki yorumdan birini tercih etmek için, ayetin bu kısmındaki
kavramlar ile, bir sonraki ve bir önceki bölüm arasındaki kavramların
benzerliğine bakılması gerekir. Ayetin bu kısmında (ya'lemu) ve (min-ilmihî)
ifadesi ve sonraki bölümünde bulunan bilgiyle alakalıdır. Bu durumda Muhammed
Esed'in yorumunun tercih edilmesi gerektiğini düşünüyoruz: Allah, hem insan aklının
idrak edebildiği, anlayabildiği alanın; hem de insan aklının idraki dışında
kalan alanın bilgisine sahiptir.
Bilgi nazariyesi açısından bakacak olursak diyebiliriz ki: Madde, yani
fizik aleminin bilgisi ile, fizik ötesi alemin bilgisi Allah'ın ilmindedir.
İnsanın önünde olan maddî alemin bilgisinin tamamına insanoğlu halen
ulaşamamıştır. Kısaca şöyle diyebiliriz: Allah, insanın bildiklerini de
bilmediklerini bilmektedir.
7. (Oysa, O dilemedikçe
insanlar O'nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar).
Ayetin bu kısmı, bilgi nazariyesine dikkat çekmektedir. Burada geçen
(ihata) kavramını açıkladıktan sonra bilgi nazariyesi açısından açıklamasını
yapacağız:
(ihata), muhafaza etmek, dikkat etmek, uyanık bulunmak, korumak,
etrafını çevirmek, ihtiva etmek, bir şeyin etrafına duvar yapmak, anlayış, idrak,
kavramak, yakalamak, anlamak, bilgi, vukuf, aklın bilme ve idrak kabiliyeti,
bildik, malumat, iletişim, ünsiyet anlamlarına gelmektedir.
[9]
a. Kuşatmak
Kuşatmak manası ile ihata kelimesi li (muhît) kalıbıyla Allah'ın sıfatıdır.
İsra/60 ayetine göre Yüce Allah bütün insanları kuşatmıştır:
Hani, sana Rabbin insanları kuşatmıştır. Sana gösterdiğimiz görüntüyü
ve Kur'an'da lanetlenen ağacı da insanlar için sadece bir sınama yaptık.
Yüce Allah insanları, sınırsız kudret ve ilmiyle kuşatmışta Talak/l
2'de şu ifade yer almaktadır:
Elbette Allah her şeye kadir ve her şeyi bilgisiyle kuşatmıştır.
Her iki ayetteki kuşatıcılık, insanlar ve bütün kainat ile olan
ilişkisini anlatmaktadır. Bilgisi ile kuşatması, bütün varlıkların
ihtiyaçlarını ve bu ihtiyaçların giderilme yollarını bilmesi ve uygulamaya
koyması anlamına gelir.
Diğer taraftan, günahların da insanları kuşatması sözkonusudur:
Evet! Kim bir kötülük işlemiş de günahı kendini çepeçevre kuşatmışsa,
işte öyleleri... [Bakara/81]
Kuşatmanın psikolojik boyutunu ele alan bu ayet, sürekli bir şekilde
işlenen günah zamanla insanın gönlünü kaplayıp karartacak ve o insan günah
zincirleriyle bağlanacaktır:
Bu dünyada işlediği günahlarla çepeçevre kuşatılan insanlar, ahirette
de cehennem alevleriyle kuşatılacaktır. [Kehf/29]
Yunus/22'de fizikî manada, kabaran denizin dalgalarının denizde seyredenleri
kuşatması manasında yer almakta; asker veya polislerin bir yeri veya bazı
insanları kuşatıp ele geçirmesi anlamında da Yusuf/66'da geçmektedir.
İhata kelimesinin anlamı içinde, Allah'ın ilmi ile insan ve tüm kainatı
kuşatması, günahların insanı kuşatması ve cehennem alevlerinin kuşatması manaları
yer aldığı gibi, maddî anlamda dalga ve askerlerin kuşatması da vardır.
b. Anlamak
İşte böyle kesin bilgimizle onun zihninden geçenleri anlamış (kuşatmış)
bulunuyorduk. [Kehf/91]
Buradaki anlamak, haberdar olmak, bilmek manalarına gelmektedir.
c.
Bilmek
Çok geçmeden, hüdhüd gelip: "Ben" dedi, "senin
bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sebe'den sana çok doğru bir haber
getirdim". [Neml/22] İhata kavramı olumlu fiil olarak kullanıldığında
öğrenmek; olumsuz fiil olarak kullanıldığında bilmek anlamına gelir.
d. Kavramak
Çünkü tecrübe alanı içinde kavrayamayacağın şeye nasıl katlanabilirsin
ki? [Kehf/68]
Hayır hayır, aslmda onlar özünü, hikmetini kavrayamadıkları her şeyi
yalanlamaya eğilimlidirler. [Yunus/39]
İnsan aklının bir konuyu her boyutuyla ihata etmesi, onu kavraması manasında
bu ayetlerde, ihata kelimesi kullanılmıştır.
e. Çepeçevre tarumar olmak
Kehf/42'de şu ifade yer almaktadır:
(Ve ürünlerle dolu bahçeleri çepeçevre tarumar edildi).
Kavram, Allah'tan gelen belanın, maddî etkisinin büyüklüğünü anlatmak
için kullanılmaktadır. Yukarıda verdiğimiz manalardan bazılarını Baka-ra/255'e
uygulayabiliriz:
Allah'ın ilminden hiçbir şey kavrayamazlar.
Demek ki, ihata kelimesi, insanın fiili olarak kullanıldığında
kavramak, anlamak manalarına gelmektedir.
Şimdi bu manadan bilgi nazariyesine (epistomology) intikal edersek,
Kur'an'a göre mutlak bilginin kaynağının Allah olduğu anlaşılır. Felsefede,
bilginin kaynağı olarak aklı, sezgiyi, deney ve tecrübeyi görenler olmuştur. Bu
ve benzeri ayetler bunları ikincil kaynak olarak görmekte; birinci kaynak olarak
ise Allah'ı görmektedirler. "Allah dilemedikçe insanlar O'nun ilminden
hiçbir şey kavrayamazlar" demek, insanların bilgiyi Allah'tan aldıkları
veya bilgiyi Allah'ın verdiği anlamına gelir:
Bilgi, sadece Allah katındadır. [Hud/23] De ki: "Bilgi ancak Allah
katındadır". [Mülk/26] Bakara/255'te de, Allah katında olan bilgiyi ancak
Allah'ın dilemesiyle insanların alabileceği ifade edilmektedir.
Demek ki, doğru olan bilgi peygamberlere vahy yolu ile, normal insanlara
da ilham yoluyla gelmektedir. Yapılan bütün keşifler ilahî ilhamla olmakta ve
kaynağında ilahî öğretim yer almaktadır. Bakara/32'de yer alan: Bizim, senin
öğrettiğinin dışında bir bilgimiz yoktur) ibaresi, meleklerin, bilginin
kaynağında ilahî öğretimin bulunduğunu itiraf ettiklerini beyan etmektedir.
Yüce Allah Hz. Peygamber'e şu duayı yapmasını emretmektedir:
(Rabbim ilmimi artır). [Tâhâ/114] Demek ki, bilgiyi veren ve artıran
Yüce Allah'tır.
Allah bütün gaybı bilir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak
dilediği peygamber bunun dışındadır. Çünkü Allah, onun önünden ve ardından
gözcüler salar. [Cin/26-27]
Görüldüğü gibi, Yüce Allah gaybın sırlarını dilediğine açmakta ve o bilgileri
ona öğretmektedir.
İnsanlar yeryüzünde çalışırken, kafa yorarken, araştırma yaparken Allah'ın
bilgi hazinesinden onlara ilham yoluyla bilgi akımı olur. Araştıran, kafa
yoran, düşünen ve bilgiye gönül verenlerin emeği ilahî aleme yükselerek, oradan
bilgiyi alıp gelir. Allah'ın dilemesini, takdir etmesini ve bilgi hazinesinden
vermesini temin eden, insanların bilgi için sarfettikleri emektir. Bilgi için
sarfedilen emek, ilhamın kanallarını açmakta ve süratle ilahî aleme intikal
ederek, an gibi bilgiyi yüklenip gelmektedir. Beyin ve göz nuru emeğinin
yükselme süratini hesaplamak mümkün değildir.
8.
(Onun kürsüsü gökleri ve
yeri kaplar).
Ayetin bu kısmının eksen kavramı olan kürsî kelimesi üst üste gelip yapışmak,
birbirine bağlanmak, bir binanın temelini atmak, sandalye, taht, kürsü,
profesöre ait kürsü, temel esas, bir heykel ve sütun tabanlığı, kaide, taban, mil
yatağı, tahsis etmek, işine başlatmak, takdis etmek, günahtan temizlemek, feda
etmek manalarına gelmektedir.
Ayrıca bu kelimenin, güç, bilgi, otorite sembolü manalarına geldiği de
söylenmektedir. Kürsüyü, maddî anlamından uzak düşündüğümüzde, akla ilk gelen
bilgidir. Üniversitelerde kürsü sahibi olma, ilmî otoriteyi ifade etmektedir.
Kursî kavramının başka ayetlerde (arş) olarak geçtiğini görüyoruz:
(Rahman arşa istiva etti). [Taha/5]
(Arşı taşıyan ve onun etrafında
bulunanlar...)- [Mü'min/7]
Kürsî ile arş'm aynı manaya geldiğini kabul edersek şu açıklamayı yapabiliriz:
"Rahman arşa istiva etti" ve "O'nun kürsîsi gökleri ve yeri
kuşatmıştır" ifadeleri, Yüce Allah'ın kainatın maddî yapısı ve dışı ile
olan ilişkisini belirlemektedir. Bu ilişkiyi bir örnekle izah edebiliriz: Bir
eserin mimarı, yani o eseri meydana getiren insan, kendisini yaptığı eserin
içine koyamaz. E-serinin dışında kalır ve eseri kendisinden farklı, bağımsız
bir yapı durumundadır. Ama Yüce Allah kainatı yarattı ve kendisini eserinin
içine koydu. "Rahman arşa istiva etti" veya "O'nun kürsîsi
gökleri ve yeri kapladı" demek, Yüce Allah, kendisini yarattığı eserinin
içine koydu demektir. Demek ki Allah, kainatın hem içinde ve hem de dışında
olduğu için, mekandan münezzehtir, yani her yerde mevcuttur. "Rahman arşa
istiva etti" ve "O'nun kürsisi gökleri ve yeri kaplamıştır"
ayetlerini başka bir ayetle yorumlamamız da mümkündür:
Müşrikler, Allah hakkında doğru bir anlayışa sahip değiller; çünkü
bütün yeryüzü kıyamet günü O'nun için avuç içi kadar bir şey olacaktır, gökler
de O'nun sağ elinde durulmuş hale gelecek; O kudret ve egemenliğinde sınırsızdır
ve onların ortak koştukları her şeyin kat kat üstündedir. [Zümer/67]
Bu ayet "(kabza); % (yemîn); (sübhân) kelimeleriyle kürsî ve arş
kavramlarına açıklık getirmektedir. Kabza tabancanın tutulan kısmına denir.
Fiil olarak da, avuçla kavramak, sıkıca tutmak demektir. Yüce Allah kainata ve
ahirete avucunun içindeymiş gibi hakimdir. Göklerin O'nun elinde durulmuş
olması, onlara olan hakimiyetini, kudreti ve bilgisi gereği onlarla olan
ilişkisini ifade etmektedir. Bu ilişki, O'nun sübhan olmasının gereğidir.
Sübhan, noksan sıfatlardan uzak, yani kudret ve egemenliğinde sınırsız manasına
gelir.
Bir mimar, yaptığı eseri en iyi bilendir. Kainatı yaratan da, onu en
iyi bilen, ona hakim olandır. Rahmanın arşa istiva etmesi veya O'nun
kürsîsinin gökleri ve yeri kaplaması; kudreti, hükümranlığı ve ilmi ile onun
her şeyine hakim olması ve kendisini onun içine koyması anlamına gelmektedir.
Başka bir açıdan bakarsak diyebiliriz ki: Kürsî ve arş kavramları, Allah'ın
kainatla olan ilişkilerinin bütününü, bu ilişkilerin bütününe olan hakimiyetinin
tümünü ifade etmektedir. Yüce Allah, yaratma sıfatı ile başlayan ve diğer
sıfatlarıyla devam eden bu ilişkiler ağının toplamına kürsî veya arş demektedir.
"O gün Rabbinin arşını onların üzerinde sekiz melek taşır" [Hakka/17]
ayeti de, Yüce Allah'ın mahşerle, yani kıyametle olan ilişkisini meleklerin
nasıl sürdürdüğünü anlatmaktadır. "Meleklerin, arşın etrafını kuşatarak
Rablerini hamd ile teşbih ettiklerini görürsün" [Zümer/75] ayeti de aynı
şeyi anlatmaktadır. Meleklerin arşın etrafında toplanması, kuşatması i-lahî
kudretin kainata yansımasında görevlerini yerine getirmeleri anlamına
gelmektedir.
Yüce Allah'ın; gücünü, bilgi ve otoritesini neden kürsî ve arş
kelimeleriyle ifade ettiğini de şöyle cevaplayabiliriz: İnsanlar, kürsî ve arş
ile insanın i-lişkisini ve onların gücü, bilgi ve hakimiyeti ifade ettiğini
bildikleri için, Allah da bu kavramlarla kendisi ile kainat arasındaki
ilişkiyi anlatmaktadır. Kürsî ve. arş kavramlarını Zümer/67 ayetiyle açıklarsak
"kudret" ve "hakimiyet"; Mü'min/7 ayetiyle tefsir edersek
"rahmet" ve "ilim" manasına geldiği anlaşılır.
(Ey Rabbimiz! Sen her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşattın) [Mü'min/7]
ayetine baktığımızda "kürsî= rahmet x ilim" olmaktadır. Allah'ın
kürsîsinin gökleri ve yeri kaplaması, rahmet ve ilminin kaplaması anlamına
gelir. Şimdi Zümer/67 ayeti ile Mü'min/7 ayetini, yorumunu yapmakta olduğumuz
Bakara/255 ayetindeki kürsî kavramına götürürsek, şöyle bir formül kurmamız
mümkündür: "Kürsî= kudret x rahmet x ilim". Allah'ın kudreti, rahmeti
ve ilmi gökleri ve yeri, yani evreni kaplamıştır.
Kısaca diyebiliriz ki, kudret, rahmet ve ilmin meydana getirdiği kürsî
kavramı, Allah'ın evren ile olan ilişkiler ağının toplamını göstermektedir.
Kürsî kudret, rahmet ve ilmi; kudret, rahmet ve ilim de diğer bütün sıfatlan
kapsamakta; böylece kürsî bütün sıfatlan içine alan bir kavram olmaktadır.
9. (Onlan korumak O'na asla
ağır gelmez).
Ayette geçen £iç (hıfz) kavramı, evrendeki bütün ilişkiler ağını
kapsamına almaktadır. Diğer taraftan hıfz, yani koruma, gözetme kavramı,
kürsînin işlevini de belirtmektedir. Allah'ın kudretinin, rahmet ve ilminin
evreni kaplaması, gerekli olan bütün ihtiyaçlarını gidererek, yok olmaktan
koruması demektir. Koruyup gözetmek, bir kudret, bir rahmet ve bir ilim işidir.
Hakimiyeti olamayan varlık, koruyup gözetemez.
10. (Gerçekten yüce ve büyük
olan yalnızca O' dur).
Kürsî ayetinin bu kısma kadar anlattığı ilahî vasıflar, Allah'ın
yücelik ve büyüklüğünü göstermektedir. Birlik, dirlik, kayyumluk, uyumamak,
göklere ve yere sahip olmak, şefaat yetkisi sadece kendisinde olmak, insanın
yaptıklarını ve yapacaklarını bilmek, ilmin yani bilginin kaynağı olmak,
kürsîsinin tüm evreni kaplaması ve evrendeki şeylerin gözetiminin ağır
gelmemesi, Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü ifade etmektedir. Bir başka
deyişle, ancak yücelik ve büyüklüğün kendisine ait olduğu bir varlık,
yukarıdaki özelliklere sahip olabilir.
Kürsî ayetiyle Yüce Allah, kendisinin nasıl bir varlık olduğunu
anlatmakta, evrenle ilişkisini açıklamakta ve bu konuda kullarını
bilgilendirmektedir. Allah, sıfatlarını anlatmakla kelam ilmine çok önemli
konular ve açıklamalar kazandırmaktadır. Ayrıca din eğitiminin nereden
başlayacağını ve Allah'ı anlatırken hangi sıfatlardan hareket edilmesi
gerektiğini belirleyerek din eğitimine yön vermektedir. Çünkü nasıl bir
Allah'a inandığını bilmeyen insan, i-manına sağlamlık ve bilinç kazandıramaz,
ateizmin etkisi altında kalarak o-nu kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelebilir.
Genelde insanlar Allah'ı evrenle ve kendileriyle olan ilişkileriyle
bilmek ve anlamak isterler. Kudret, rahmet, bilgi ve koruma gibi vasıflar,
onları cez-beder. İşte kürsî ayeti bunu sağlamaktadır.
[10]
256. Dinde zorlama yoktur. Artık doğru ile yanlış birbirinden
ayrılmıştır. O halde tağutu inkar edip Allah'a inananlar, hiçbir zaman
kopmayacak en sağlam kulpa (mesnede) tutunmuşlardır. Zira, Allah her şeyi işitendir,
her şeyi bilendir.
Bu ayette çok önemli kavramlar bulunmaktadır. Bunlardan din kelimesini
Fatiha/4'te açıklamıştık. Din, insanın Allah; insanın insan ve insanın kendisi
i-le ilişkilerini içine alan ve hükümler koyan sistemin adıdır. İslâm için düşünürsek,
Kur'an'ın oluşturduğu hükümler manzumesine din; dine de İslâm diyoruz.
Dinin ilk basamağı "iman" olduğu için bu ayet, iman etme
hususunda hürriyeti ve onun zıttı olan zorlamayı ele almaktadır. Dinin ne
anlama geldiğini Fatiha/4 ayetinin tefsiri esnasmda öğrenmiş olduğumuzdan
burada "S^\ (ikrah) kavrammı ele almayı uygun buluyoruz. Zemahşeri ikrah
kelimesini "icbar/zorlama" kelimesiyle tefsir etmektedir.
"Zorlama yoktur" demek, "ihtiyar" yani "seçme
hürriyeti" var demektir.
[11]
(kerihe) kelimesi lügatte nefret etmek, tiksinmek, iğrenmek, hiç sevmemek,
hoş görmemek, hoşlanmamak, zorlanmak, mecbur etmek, tazyik etmek, antipati
duymak manalarına gelmektedir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır:
1. Hoşuna gitmemek
Bu kavram; fikrî manada Allah'ın batılı yok etmesinden hoşlanmamayı,
bir kadmı sevmemeyi ifade etmektedir:
Böylece Allah, hakkın hak olduğunu; batılın da batıl olduğunu
gösterecektir; bu, günaha gömülüp gitmiş olanların hoşuna gitmese de. [Enfal/8]
Ve hanımlarınızla güzel geçinin; çünkü onlardan hoşlanmıyor olsanız
bile... [Nisa/19]
Kerihe kavramı yukardaki ayetlerde, Allah'ın yaptığı bir şeyden veya hanımından
hoşlanmamayı ifade etmektedir.
2. İğrenmek
Bu, hoşa gitmemenin ötesinde bir tiksinme haletini anlatmaktadır.
Gıybetin günahının büyüklüğünü anlatmak için Yüce Allah, ölmüş kardeşinin etini
yemeyi örnek vermektedir:
Ey iman edenler! Birbiriniz hakkında zanda bulunmaktan kaçının. Çünkü
zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin gizli yönlerini araştırmayın ve arkanızdan
birbirinizi çekiştirmeye kalkmayın. Aranızdan, hiç ölmüş kardeşinin etini yemek
isteyen kimse çıkar mı? Hayır, siz ondan iğrenirsiniz. [Hucurat/12]
Burada ikrah kavramı, ahlâkî olmayan bir davranışın kötülüğünü anlatmak,
insanı tiksindirmek için kullanılmaktadır.
3. Nefret etmek
İkrah kavramı bazı ayetlerde, nefret etmek anlamına gelmektedir:
a.
Savaştan nefret etmek
Geride kalanlar, Allah'ın Elçisinin hilafına olarak savaştan uzak
kalmalarına sevindiler, çünkü Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşmaktan
nefret e-diyorlar. [Tevbe/81]
b.
Allah'ın indirdiğinden
nefret etmek
Muhammed/8'de, kafirlerin helaki hak ettikleri ve onların amellerinin
değersiz kılınacağı beyan edilmekte; bu muameleye niçin tâbi tutulacaklarını
beyan sadedinde de şöyle buyurulmaktadır:
Bu, onların Allah'ın indirdiğine nefret duymalarından dolayıdır.
[Muhammed/9]
Allah'ın indirdiği vahye karşı gösterilen olumsuz tepkiyi ifade ederken
Yüce Allah ikrah kelimesine yer vermektedir.
c. Allah'ın ndvâmndan nefret
etmek
Böyle olacaktır, çünkü onlar Allah'ın kınadığı şeylere uydular ve O'nun
hoşnutlukla karşılayacağı her şeyden nefret ettiler. [Muhammed/28]
Rıdvan Allah'ın hoşlandığı davranışlardır. O'nun hoşlandığı davranışlardan nefret etmek, ikrah kelimesiyle ifade edilmektedir.
4. Kötü göstermek
İkrah kelimesi kerrehe kalıbından alındığında, Allah'ın insana yanlış
davranışı kötü göstermesi anlamına gelmektedir. Hucurat/7'de bu kalıpta geçmektedir:
Ama, görüldüğü gibi, Allah imanı size sevdirdi, günah işlemeyi ve
isyanı size kötü gösterdi.
Yüce Allah, insanın psikolojisinde doğuştan var olan tiksinme duygusunu;
küfrün, fısk ve isyanın kötü gösterilmesinde kullanmaktadır.
5. İstememek
Onlar Allah'a imandan başka bir itikat mı arıyorlar? Halbuki göklerde
ve yeryüzünde olan her şey isteyerek veya istemeyerek O'na boyun eğer, çünkü
her şey O'na dönecektir. [Âl-i İmran/83]
Bu ayette (kerhen) kalıbında geçmektedir, ki tarafımızdan
"istemeyerek" şeklinde tercüme edilmiştir.
6. Beğenmemek
İnsanın yaptığı isteksiz bir davranışa karşı Yüce Allah'ın
değerlendirmesini ifade esnasında bu kelime kullanılmaktadır:
Çünkü, seninle gerçekten sefere çıkmak isteselerdi, elbette bunun için
bir hazırlık yaparlardı. Zaten Allah onların kalkış tarzlarını beğenmedi...
[Tevbe/46]
7. Acı
Yüce Allah, anne ve babaya iyilik yapma emrini, annenin çocuğunu karnında
taşırken çektiği acı veya zahmet üzerine (emelleadirmektedir:
(Annesi onu acı (zahmet) ile taşıdı ve acı ile doğurdu). [Ah-kaf/15]
Gebeliğinde ve doğumunda annenin duyduğu zahmet ve acıyı ifade etmekte
(fcürh) kafıâı
"Zorlama" manasında birkaç alanda kullanılmaktadır:
a.
Ey iman edenler!
Hanımlarınıza baskı yaparak mirasçı olmaya çalışmayınız. [Nisa/191
"Baskı yapmak", zorlamaktır. Kocanın hanımına zorla varis
olmasını ifade için vjl=» (kerh) kalıbı kullanılmaktadır. Bu kalıbıyla kavram,
aile ilişkilerinde medenî hukuku ilgilendirmektedir.
b.
Ve eğer evlenerek
iffetlerini korumak istiyorlarsa, salon dünya hayatının geçici menfaati için,
cariyelerinizi fuhşa zorlamayın; kim onları buna zorlarsa, bilsin ki maruz
kaldıkları bu zorlamadan ötürü, Allah onlara acıyacak ve onları affedecektir.
[Nur/32]
Kölelik ve ekonomik imkansızlıktan kaynaklanan şartlar altında, aciz kadınları
fuhşa zorlama durumunu ifade etme esnasında ikrah kavramı kullanılmış olup
tamamen ahlâkî bir mana taşımaktadır.
c.
İman etmiş bir insanı,
imanından çevirmek için yapılan zorlamanın hükmünü beyan sadedinde ikrah
kavramı kullanmaktadır:
İman ettikten sonra Allah'ı inkar eden kimseye gelince; -ki bundan kasıt
kalbi imanla dolu olduğu halde baskı altında inkar etmiş görünen kimse
değil-... [Nahl/106]
d. İnsanlar, kendi iradeleri
ile iman etmelidir. Zorla yapılan inkar inkar olmadığı gibi, zorla yapılan
iman da iman olmayıp hiçbir geçerliliğe sahip değildir. Onun için Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
Rabbin eğer öyle olmasını dileseydi, yeryüzünde yaşayan herkes topyekun i-man ederdi. Hal böyleyken, insanları inanıncaya kadar zorlayacağını mı sanıyorsun?! [Yunus/99]
Bu durumda, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/256'daki "Dinde
zorlama yoktur" ifadesini, "İmanda zorlama yoktur" şeklinde
anlayabiliriz. İmansızlıktan imana ve imandan imansızlığa geçiş insanın kendi
iradesiyle olmalıdır. Yunus/99 ayetine göre, iman veya inkar etmesine Yüce Allah
bile müdahale etmemekte; Peygamberine de müdahale etmemesini emretmektedir.
"Rabbin dileseydi yeryüzündeki bütün insanlar iman ederdi" buyuran
Yüce Allah, kaderini, iman konusunda kulunu zorlamama üzerine kurduğuna dikkat
çekmektedir. "İnsanlar iman edinceye kadar onları zorlayacak mısın?!"
ifadesiyle de, insanları, iman etmeleri için zorlamayı Peygamber'in e-ğitim
alanından çıkartmaktadır.
İman, aklın ve onun faaliyet alanı olan gönlün bağımsız ve hür
havasında ortaya çıkan bir değer olmalıdır. İman, aklın hürriyetle birleşmesi
neticesinde doğmalıdır. İman ile kişinin iradesi, hürriyeti, araştırması,
düşünmesi ve sevgisi arasında sıkı bir münasebet vardır. İman bunların odak
noktasında ortaya çıkan ve onların kesişimi nisbetinde değer taşıyan manevî
bir değerdir.
(Dinde zorlama yoktur) denilerek, bu alana müdahalenin çok yanlış
olacağı öğretilmektedir. İkrah kavramı zorlama manasıyla alındığında, bu
şekilde açıklama imkanı vardır. Fakat biz, ikrah kavramına "tiksinme, iğrenme"
manasını vererek, ayetin bu kısmını açıklayabiliriz.
"Dinde tiksinme yoktur", hatta "Dinde tiksindirme
yoktur" da diyebiliriz. Bu manayı, ayetin devamından çıkartıyoruz.
"Artık doğru ile yanlış birbirinden ayrılmıştır" ifadesi, bize bu
manayı verme cesaretini kazandırmaktadır. Din alanı, vahy ile belirlendiği
için, an-duru, katıksız ve süzülmüş bilgi alanını temsil etmektedir. Doğruyu,
hakikati bulandıran ve insanı tiksindirecek yabancı maddelerden arınmış
olduğundan, orada tiksinecek bir şey yoktur. Önünüze konan yemekte, böcek varsa
tiksinirsiniz. İnsanın önüne konan bilgide batıl, yanlış ve sahtelik varsa, o
bilgi insanı tiksindirebilir. Ama Yüce Allah diyor ki, din alanındaki bilgiyi
yanlıştan, batıl ve sahtelikten temizledim, arınmış bir alan haline getirdim,
orada tiksinecek bir şey yoktur. Rahatlıkla onu benimseyebilir, hazmedebilir
ve ruhunuza sindirebilirsiniz.
Şimdi ayetin bir sonraki bölümünü açıklayabiliriz:
[12]
2. (Artık doğru ile yanlış
birbirinden ayrılmıştır). Ayetin bu kısmında rüşd ve ğayy kavramları yer
almaktadır.
(reşede) kelimesi lügatte doğru yol üzerinde olmak, doğru istikameti
takip etmek, iyi kılavuzluk edilmiş olmak, özellikle dinî meselelerde yoldan
çıkmamak, doğru inanca sahip olmak, samimi mü'min olmak, akılcı olmak, olgun
olmak, buluğ çağına ermek, doğru yola götürmek, iyi rehberlik yapmak,
yönlendirmek, doğru yolu göstermek, dikkat çekmek, bir fikri teklif etmek,
işaret etmek, öğretmek, malumat vermek, bilgilendirmek, tavsiye etmek
manalarına gelmektedir.
(rüşd) kalıbında alındığında, bir kimsenin davranışlanndaki bütünlük,
tutarlılık, mükemmel ve akılcı harekette bulunmak, akıl, makul düşünme,
bilinç, olgun zihin anlamlarına gelmektedir.
Bu kavramın Kur'an'daki manaları Bakara/186'da açıklanmıştır. Şimdi
a-yetin ikinci kısmındaki diğer kavramı ele alabiliriz.
(ğayye) kavramı (ğavâ) kelimesinden türemiş olup doğru yoldan çıkmak,
baştan çıkarmak, sapıtmak, yanlış yola sevketmek, yanlış fikir vermek,
azdırmak, günaha sevketmek, kandırmak, iğfal etmek, yanlışa teşvik etmek,
meftun etmek, tuzağa düşürmek, aklını çelmek, ele geçirmek manalarına
gelmektedir.
[13]
(ğayy) kalıbında, başkasının hakkına tecavüz etmek, haddi aşmak, incitmek,
suç, hata, günah, iffetini ihlal etmek, günaha teşvik etmek, kandırmak, cezbetmek
manalarına gelmektedir. Kur'an'daki manaları ise şunlardır:
1. Hataya düşmek
Ve böylece her ikisi de o ağacın meyvesinden yediler; bunun üzerine
çıplaklıklarının farkına vardılar. Ve bahçeden topladıkları yapraklarla
üzerlerini örtmeye çalıştılar. Ve Adem Rabbine karşı geldi ve dolayısıyla
ciddi bir hataya düşmüş oldu. [Taha/121]
Ayette geçen (ğavâ) kavramı -ki (ğayy) kelimesinden türemiştir-günaha
veya ciddi bir hataya düşmek anlamına gelmektedir.
2. Aldatılmak
Sizin arkadaşınız ne sapmış, ne de aldatılmıştır. [Necm/2]
Bu ayette de J& (ğavâ) şeklinde geçmektedir. Hz. Peygamber'in
sapıtmadığının ve aldatılmadığının ifade edildiği bu ayette, Rasulullah'ın
başkasının etkisinde kalmadığı ğava kavramı ile beyan edilmektedir.
3. Azdırmak
O gün, uyarının apaçık aleyhlerine tecelli ettiğini gören kimseler:
"Ey Rabbi-miz!" diyecekler, "Bunlar bizim azdırdığımız
kimselerdir; biz kendimizi azdırdığımız gibi onları da azdırdık".
[Kasas/63]
Bir önceki nesilden aldıkları yanlış terbiye ve kültürün azdırdığı
nesillerin, kendilerinden sonraki nesilleri azdırmalarını ifade etmektedir.
4. Yoldan çıkarmak
Yoldan çıkarmak, sapıklığa düşürmek manasına gelmektedir:
O halde, sizi derin bir sapıklığa ittiğimiz doğru ise, o zaman biz de
vahim bir sapıklığa düşmüşüzdür. [Saffat/32]
5. Yanlışa sokmak
(Bunun üzerine İblis):
"Senin kudretine andolsun ki, onların tümünü yanlışa düşüreceğim"
dedi. [Sa'd/82]
Aslında kelimeye, "azdıracağım, yoldan çıkaracağım" manaları
da verilebilir, ama azmanın bir önceki basamağı olan yanlışa düşme manasını
vermeyi uygun bulduk.
6. Helak
(ğayyâ) kalıbından alınınca "helak, bela" manalarına
gelmektedir. Meryem/59 ayeti şöyledir:
Onların ardından namazı zayi eden ve yalnızca şehvetlerinin peşine
düşen bir nesil geldi; ve böyle yaptıkları için yakında tam bir helakle
karşılaşacaklardır.
Bazıları buna, "yakında gayya kuyusuna atılacaklardır"
manasını verip (ğayyâ)yı da cehennem çukuru olarak nitelendirmektedirler. Biz
buna, helak, bela ve düş kırıklığı diyebiliriz.
Bakara/256, ayetin ikinci bölümündeki rüşd ve ğayy kavramlarının manası
anlaşıldığına göre, bu kavramlara "Doğru yanlıştan ayrıldı; doğru yol yanlış
yoldan ayrıldı; iman küfürden ayrıldı; bilgi cehaletten ayrıldı; bilinç bilinçsizlikten
ayrıldı; tutarlılık tutarsızlıktan ayrıldı, hak batıldan ayrıldı" şeklinde
mana verebiliriz.
Ayetin birinci bölümü ile ikinci bölümü bir araya getirilip açıklanacak
o-lursa denilebilir ki: Dinin temel amacı, hak ile batılı, doğru ile yanlışı,
güzel ile çirkini, iyi ile kötüyü ayırt etmektir. Doğru ile yanlışın, iyi ile
kötünün ayrıldığı alan hürriyet alanıdır. Orada zorlama olamaz; çünkü insanlar
doğru i-le yanlışı biliyorlar. Bu bilgiye sahip olan insanları zorlamak,
bilginin doğasına aykırı olup ona bir hakarettir.
Demek ki, ilahî vahy insanı bilgilendirirken, yani doğru ile yanlışın,
iyi ile kötünün ne olduğunu öğretirken, aslında insana bir dinî hürriyet alanı
o-luşturmaktadır. Bu anlamda, cehalet bir hürriyetsizliktir. Cahil insan
hürriyetin tadını anlamaz; hürriyeti azgınlık, taşkınlık ve saldırganlık
manasına alıp hayata geçirmek ister. Eğer ğayy ile rüşd yani doğru ile yanlış
ayrılmamış olsaydı, "dinde zorlama yoktur" hükmü askıda kalırdı.
Nerede dinî alanda bir zorlama varsa, orada doğru ile yanlış ayrılmamış,
cehaletin kara bulutlan ortadan kalkmamıştır. Bu noktadan hareketle
diyebiliriz ki: Din ve vicdan hürriyetini modern hukuka kazandıran ve onun
temellerini atan Kur'an ve ondan önceki vahiy geleneğidir. Din ve vicdan
hürriyetinin beşerî ve ilahî ayaklarının temelini vahiy geleneği atmıştır. Din
ve vicdan hürriyeti sadece beşerî hukukun bir boyutu değil, aynı zamanda ilahî
bir hüküm de olduğu için tatbikatı ibadettir.
(İsteyen iman etsin, isteyen inkar etsin) [Kehf/29] buyuran Yüce
Allah, iman alanının dokunulmazlığını ilan etmiyor mu? İman alanının
dokunulmazlığı, beraberinde inkar alanının dokunulmazlığını da getirmektedir.
Burada önemli olan, insanın her iki alanın bilgisiyle bilgilendiril-mesidir.
Rüşd kavramına "akıl" manası verirsek, akıl alanı ile akıl dışı
alanın belirlenmesi din eğitiminin birincil hedefi olmalıdır. İman alanı ile
inkar alanı iyi tanıtıldığında, kulun istek ve iradesine baskı yapmanın hiçbir
manası olmayacağı gibi, o bilgiye de hakaret olur:
Gerçek şu ki; biz insana yolu yöntemi gösterdik: inanması, ya da inkar
etmesi artık kendisine kalmıştır. [İnsan/3]
İşte din eğitimi, bu ilahî eğitimin uygulamasını takip etmelidir. Doğru
yolu gösterip, inanma ile inkarı insana bırakmalıdır. Önemli olan aklı
işlemek, onun hareket alanını geliştirip genişletmek, bilinç alanının kapsamını
büyütmek, bilinçsiz etkilerden insanı ve davranışlarını uzaklaştırmak, hukukî
hürriyetten önce aklın hürriyetini temin etmek, insanın gönlüne akıl ağacım dikerek
düşünmesini öğretmektir.
Bu beyne ve bu gönüle sahip olan insan, dinden tiksinmeyecek, dinin düşmanı
olmayacaktır. Aklı ile gönlü birbirine düşman olan; doğru ile yanlışı karıştıran
insan, dini düşman olarak göreceği için, din ve vicdan hürriyetini katle
tevessül edecektir. Diğer taraftan, din alanının bilgisine sahip olmayan sahte
dindar da din alanını düşmanlık alanına döndürecektir. Cahil dindar, dar gönüle
sahip olacağı için, küçük ayrıntıları büyütecek; küçük yanlışları küfür diye
nitelendirecek, müslüman kardeşini düşman ilan edecektir. Onun içindir ki Yüce
Allah, bilginin olduğu yerde, aklın işler olduğu alanda dinde zorlama
olmayacağını ilan ederek, dünya hukukuna, din ve vicdan hürriyetinin tadını
tatmayı öğretmektedir.
(Artık kim tağutu inkar eder de, Allah'a iman ederse, hiçbir zaman
kopmayacak kulpa tutunmuştur).
Bakara/255'te belirttiğimiz gibi,
(Allah'tan başka ilah yoktur) kelime-i tevhidinin, başka bir ifadesi
"tağutu inkar edip Allah'a iman etmektir. "İlah yoktur"
ifadesi, tağutu inkar etmektir; "Allah hariç" ibaresi de, Allah'a
iman etmektir. Demek ki, mü'min önce inkar, sonra iman ediyor, yani Allah'tan
başkasını gönlünden çıkarıyor, onun yerine Allah'ı koyuyor.
[14]
Ayetten anlaşıldığına göre tağutu inkar edip sonra iman eden kişi,
sağlam bir mesnede tutunmaktadır. Şimdi tağut kavramının ne anlama geldiğini
a-çıklayabiliriz:
Tağut Zemahşeri'ye göre şeytan veya putlar; Hazin'e göre şeytan,
sihirbaz, kahin, Allah'tan başka tapılan, insanı azdıran her şey; İbn Abbas'a
göre şeytanın emri, putlara tapınmadır. Bu manaların doğru olup olmadığını
Bakara/257 ayetinden kontrol edebiliriz:
(Onların dostları, tağuttur).
Demek ki, tağut canlı bir varlıktır. Putlar insanın dostu olamaz ve
insanı nurdan karanlığa götüremez. Tağut canlı bir varlık olduğuna göre ya cin,
ya da insandır. Bu manadan hareket edersek, insanı Allah'tan ve kendi insanlığından
uzaklaştıran (ateist felsefe ve benzeri de dahil) herşey tağut kavramının
kapsamına girmektedir.
Razi tefsirinde, tağut kelimesinin köküyle ilgili izahları
zikretmektedir. Bize göre bu kelime, haddi aşmak, azmak, manasına gelen
(tağâ)dan türemiş olup azgın, sapık, şeytan manalarını ifade etmektedir.
İnsanı azdıran, saptıran ve yoldan çıkaran herşey tağut kavramının
kapsamındadır. Bakara/257'de tekrar bu kavrama döneceğimizden, burada bu kadarla
yetiniyoruz.
Tağutu inkar ile Allah'a iman; insan için asla kopmayacak bir kulp,
yani bir tutamak, bir mesneddir.
Ayette geçen (urve) kelimesi ('arâ) kelimesinden türemiş olup manası,
başına bir iş gelmektir. Hud suresinde Jjh (i'terâ) kalıbında kullanılmıştır:
Biz, "Tanrılarımızdan biri seni çarptı" demekten başka bir
söz söylemeyiz. [Hud/54]
Bu kalıptan alınınca çarpmak, kötü anlamda etkilemek manasını ifade etmektedir.
Bu kelimeden gelen (urve) kelimesi, kova ve bardak gibi şeylerin kulpu,
elbisenin iliği, sık ağaçlık, kışın yaprağı dökülmeyen ağaç, kıymetli mal
manalarına gelmektedir.
Yüce Allah bu manalara, manevî bir anlam kazandırmıştır ki buna göre
ta-ğut'u inkar emek, Allah'a iman etmek [Bakara/256] ve muhsin olarak kendini
bütünüyle Allah'a vermektir [Lokman/22]. Böylece %* (urve), tağutu inkar;
Allah'a iman ve iyi davranışlar içinde bütün benliğini Allah'a vermenin meydana
getirdiği kulp, tutamak olmaktadır. Demek ki bir maddî, bir de manevî kulp
vardır.
[15]
(vuskâ) kelimesi (vesika) kelimesinden türemiş olup güvenmek, i-timat
etmek, aşılmak, emniyet etmek, sadık, kendi kendine güveni olmak; (vesâke)
kalıbından sabit, metin, dönmez, sağlam, emin olmak, kesin olmak, bağ,
sağlamlaştırmak; iki kişi arasında olursa anlaşma yapmak; nefisle alakalı
olursa bir işi yapmaya sağlam bir şekilde niyet etmek, sebat etmek; bağlamak,
dikmek, açılmayacak şekilde kapamak, tutmak, ayağına zincir vurmak anlamlarına
gelmektedir. Bu kelime Kur'an'da farklı manalarda kullanılmıştır:
1. Bağlamak
Maide suresinde "bağlamak" anlamında fiil kalıbında
kullanıldığı gibi, i-sim olarak, "anlaşma" anlamında da geçmektedir:
Daima hatırlayın Allah'ın size bahşettiği nimetleri ve "Duyduk,
itaat ettik" dediğinizde, Allah'ın bununla sizi bağladığı sözü
hatırlayın. [Maide/7]
Ayette geçen (vâseke) fiilinin öznesi Allah'tır. Kul, "İşittik,
itaat ettik" deyince Yüce Allah onu manevî bir anlaşma ile bağlamaktadır.
2. Bağ vurmak
Fecr suresinde, yetime ikram etmemek, fakiri doyurmaya teşvik etmemek,
mirası yiyip tüketmek, malı taparcasına sevmek gibi yanlış hareketlerin
ahiretteki cezalarından bir bağ vurmak manasındadır:
Allah'ın vuracağı bağı kimse vuramaz. [Fecr/26]
3. Tedbir
Muhammed/4'te, "Savaşı kazanınca, bağı sıkıca bağlayın"
buyurulmak-tadır. Buradaki "bağ" kavramı, "tedbir" anlamını
ifade etmektedir. Bağı sıkıca bağlayın demek, tedbirinizi iyi alın demektir.
4. Yeminle söz vermek
Yakup dedi ki: "Kuşatılmanız hariç onu bana mutlaka getireceğinize
dair Allah adına bana yemin ederek söz verin". [Yusuf/66]
5. Sağlam
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette jft (vuskâ) kalıbından
"sağlam" anlamını ifade etmektedir. Tağut'u inkar ederek, yani
Allah'tan başkasına tanrılık sıfatı verecek kadar kutsallaştırmaktan sıyrılarak
Allah'a iman etmek, asla kopmayacak bir kulpa tutunmak gibi sağlam bir imanı
oluşturmaktadır. Biz buna inkardan imana giden bir oluşum diyoruz. Böyle bir
iman katıksız olduğu için, Allah tarafından böyle bir benzetmeyle
değerlendirilmekte; "kopmayan" ifadesiyle, bu imanın bir daha küfre
veya şirke dönmesinin imkansızlığı ifade edilmektedir.
Şimdi ayetin bütününden hareket ederek bazı genellemelere varabiliriz:
Doğrunun yanlıştan, bilinçli davranışın bilinçsiz olandan; iyinin kötüden,
a-kıllıca hareketin akılsızca hareketten ayrıldığı hür bir ortamda insanın
inkar ederek imana geçmesi kendi iradesi ve fiiliyle gerçekleşmektedir.
Ayetteki inkar ile imanın faili insanın kendisidir. Sahte tanrılar ile
kendisini yoldan çıkaran ve tağut ismini alan her şeyi inkar etmesi ve
gerçekten Allah'a iman etmesi, onun hür dünyasında cereyan etmektedir. Böyle
hür bir çevrede oluşan iman, insan için asla kopmayacak bir manevî kulp halini
almaktadır. Öğretim faaliyetinden, yani iyi ile kötünün doğru ile yanlışın
ayrılmasını temin edecek bilginin teşekkülünden sonra, bir gönül eylemi olan
imanın hürriyet içinde teşekkül etmesinin en doğru yol olduğunu öğreten bu
ayet, hukuktaki din ve vicdan hürriyetinin temellerini atmıştır. İşte bu beyin
ve gönüldeki oluşumların dilden dökülmesi ile gönüldeki boyutunun Allah
tarafından bilindiğini belirtmek için (Allah her şeyi işitendir, her şeyi
bilendir) bu-yurulmaktadır.
Kulun tağutu inkar edip Allah'a iman etmesi, onun hür dünyasında meydana
gelmesine rağmen, beyin ve gönlünde teşekkül eden bu değerlerin dilinden
dökülmesinin Allah tarafından işitilip bilindiğinin bilincinde olmasının
zaruretini göstermektedir. Dinde insanların zorlanıp zorlanmadığını, din adına
insanlara baskı yapılıp yapılmadığını Allah bilmekte ve bu konuda söylenenlerin
tümünü işitmektedir.
[16]
257. Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa
çıkarır. İnkar edenlerin dostları ise tağuttur; onları aydınlıktan alıp
karanlıklara götürür, işte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar.
Bu ayetten bazı hükümler çıkarmamız mümkündür:
1. Yüce Allah kulunu
karanlıklara değil aydınlığa götürür. Tağut ise karanlıklara götürür. Aydınlık
Allah'ın eğitiminin amacı olurken; karanlıklar O'nun amacının dışında kalır ve
o tağutun eylemleri arasında yer alır.
2. Yüce Allah dostluğunu,
karanlıklardan kurtarıp aydınlığa çıkarmakla eyleme dönüştürürken; tağut da
dostluğunu nurdan uzaklaştırıp karanlıklara götürmekle pratiğe
dönüştürmektedir.
[17]
Şimdi ayette geçen "karanlıklar" ile "aydınlık"
kavramının açıklamasını yapabiliriz: Kur'an nelerin manevî karanlıkları
oluşturduğuna açıklık getirmektedir:
1.
Dünyada sözü ile özü;
yaptıklarıyla söyledikleri birbirini tutmayıp çifte standartlı olan insan
ahirette karanlıklara gömülecektir. Hatta sadece ahi-rette değil, bu dünyada da
o insanın bütün işleri karanlığa gömülecektir:
Münafıkların hali, ateş yakan öyle kimselerin durumuna benzer ki, ateş
çevrelerini aydınlatır aydınlatmaz Allah, görmesinler diye ışıklarını alıp
onları zifiri karanlığa gömer. [Bakara/17]
Müslümanları gördüklerinde "İman ettik" deyip, kendi
reisleriyle buluştuklarında "İman etmedik sadece onlarla alay
ediyoruz" diyenlerle Allah a-lay etmektedir. Onların bu çifte standart
tavrı ve Allah'ın alayı, kendilerinin karanlığını oluşturmaktadır. İşte Yüce
Allah, bu psikolojik ve sosyolojik analizleri, onlan karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak için yapmakta; iman eden insanı, böyle ikili oynama tavrının meydana
getirdiği ruh karanlığından kurtarmakta; söz ile gönül, söz ile davranış
bütünlüğü olan ışığa götürmektedir. Bir bakıma bu faaliyet, ilahî eğitimin bir
parçasıdır.
2. Yanlış yapmak zamanla
insana karanlık getirmekte ve insanı karanlıkların içine bırakmaktadır.
Kitap ehli, kendi kitaplarındaki bazı bilgileri gizlediler. Bu
yaptıkları Allah katında büyük günahtı. Yüce Allah Kur'an'ı göndererek onlan
karanlıklardan aydınlığa çıkarmayı murad etti:
Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş yollarına götürür ve onlan kendi
izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. [Maide/16]
Bir önceki ayette, kitaplarından gizledikleri hükümlerin onların
karanlığını oluşturduğu ifade edilmişti. Din adamları, Allah'ın hükümlerini
gizlerlerse karanlık iş yapmış olurlar. Allah'ın iman etmiş bir kişiyi,
böylesine karanlık iş yapmaktan koruması/kurtarması, onun için bir
aydınlıktır.
3. Allah'ın ayetlerini
yalanlamak, karanlıklara gömülmekten başka bir şey değildir:
Ayetlerimizi yalanlayanlar karanlıklar içinde kalmış sağır ve
dilsizlerdir. [En'am/39]
Allah'ın ayetlerini yalanlamak, insanın gönlünü zifiri bir karanlığa
gömmektedir.
4.
Yaptığı işleri güzel görüp
inkara sapan insan, bu inkar psikolojisiyle kendini karanlıklara bırakmaktadır:
Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkmayacak, durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kafirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir. [En'am/122]
Tağut insanı inkar psikolojisinin karanlığına çekerken, Allah onu
oradan çıkarmak için vahiy göndermektedir.
5. Kitapsızlık, yani cehalet
insanları karanlıklara sürüklemektedir. Başka bir ifadeyle cehalet karanlıktır.
Yüce Allah insanları cehaletin karanlığından bilginin aydınlığına çıkarmak için
kitap göndermiştir:
Bu, Rablerinin izniyle bütün insanlığı zifiri karanlıklardan aydınlığa,
o yüceler yücesinin, o her övgüye layık olanın yoluna çıkarasın diye sana
indirdiğimiz bir kitaptır. [İbrahim/l]
6. Esaret, yani hürriyetsizlik
bir fert veya toplum için zifiri karanlıktır. Yüce Allah bunu İsrailoğullan
örneğiyle açıklamaktadır:
Ve nitekim, Musa'yı ayetlerimizle gönderip kendisine: "Halkım
zifiri karanlıklardan aydınlığa çıkar ve onlara Allah'ın günlerini
hatırlat!" diye emrettik. Şüphesiz ki bunda çok sabırlı, çok şükreden herkes
için ibretler vardır. [İbrahim/5]
7.
İnsanın düştüğü psikolojik
bunalım onun için bir karanlık oluşturmakta ve oradan onu Yüce Allah'ın
kurtarması da o kişi için aydınlık olmaktadır:
Ve o balık olayının kahramanını da an; hani, o gücümüzün kendisine
ulaşamayacağını sanarak öfkeyle çıkıp gitmişti. Ama sonra (düştüğü bunalımın)
derin karanlığı içinde: "Senden başka tanrı yok! Seni tenzih ederim.
Gerçekten ben zalimlerden oldum" diye yalvardı. [Enbiya/87]
8.
Beynini kullanmamak, akimi
çalıştırmamak da zifiri bir karanlıktır. Bu tip insanları anlatırken Yüce Allah
karanlıkla ışığı; ölüyle diriyi, körle göreni örnek olarak vermektedir:
Kör ile gören; karanlıklarla aydınlık; gölge ile sıcak; dirilerle
ölüler de bir olmaz... [Fatır/19-22]
9. Âl-i İmran/103'te tefrika
ve düşmanlığın da bir ateş çukuru oluşturduğu ve Allah'ın gönderdiği vahy ile
insanları oradan kurtardığı ifade edilmektedir. Tefrika ve düşmanlık da
toplumsal karanlıkları meydana getirmekte ve toplumu karanlığın içinde
göremediği ateş çukurunun içine itmektedir.
Yüce Allah iman edenlerin dostu olduğunu, yani onlara yakın olduğunu,
onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmakla isbat etmektedir. Kur'an, ışık olduğuna
[Şura/52] göre, Yüce Allah vahyi ile insanları yukarıda belirttiğimiz çeşitli
karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktadır. Bu bir eğitim-öğretim meselesidir.
Demek ki, insanları cehaletin, psikolojik bunalımların, inkar psikolojisinin
ve münafıklığın karanlıklarından uzaklaştıran her faaliyet ilahî eğitimin
görevini bu dünyada sürdürmektedir.
Tağut insanı, yukarıda belirttiğimiz karanlıklara çekmekte, oraya sokma
uğraşısı vermektedir.
10. Tağut'a dost olup, ışıktan
karanlığa girme hatasını işleyenler, cehennem yaranı olacaklardır. Ayette geçen
karanlığın bir diğer anlamı da cehennemdir:
(İşte bunlar cehennemliklerdir. Onlar orada devamlı kalırlar).
Ayetin birinci ve ikinci bölümünde eğitim-öğretim yapılırken, üçüncü bölümünde
-caydırıcı olabilmesi için- ceza ele alınmaktadır. Aslında ceza da, eğitimin
bir parçasıdır.
Tağut'un, insanı aydınlıktan karanlığa götürmesi, onu cehenneme
iletme-sidir. 257. ayeti 256. ayetle irtibatlandırdığımızda, doğrunun
yanlıştan, iyinin kötüden ayrılması, tağutun inkar edilip Allah'a iman
edilmesi, nuru; bunların olmayışı da karanlıkları temsil etmektedir. Yüce
Allah, nuru/ışığı insanın beyninde ve gönlünde yakmakta ve oradan insanlığa
yayılmasını istemektedir. Dinde zorlama yok; dinde karanlıklardan aydınlığa
çıkarmanın olduğu insanlara anlatılırsa, dine tepki yerine alaka uyandırılmış
olur.
[18]
258. Allah kendisine hükümdarlık verdiği için şımararak Rabbi hakkında
İbrahim ile tartışmaya gireni görmedin mi? İşte o zaman İbrahim, "Rabbim
hayat veren ve öldürendir" demişti. O da, "Hayat veren ve öldüren
benim" demişti, ibrahim, "Allah güneşi doğudan getirmekte, haydi sen
de onu batıdan getir" dedi. Bunun üzerine kafir a-pışıp kaldı. Allah
zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
1.
Ayetin birinci bölümünde,
iktidarı ele geçiren insanların olumsuz manada nasıl değişime uğradıkları ele
alınmaktadır. Geçmişte, şu anda ve gelecekte makamın insanları nasıl
değiştirdiği görülmüş, görülmekte ve istikbalde de görülecektir. Bu ayet,
olgunlaşmamış kimselerin sosyal seviyesinde bir gelişme olduğunda, insanlara
bakışında değişiklik olduğunu, onları hafife aldığını ve onlara karşı
böbürlendiğini; bunun da bir hastalık olduğunu beyan etmektedir.
Allah'ın iktidar verdiği Nemrut'un, kibirlenerek Allah hakkında
tartışması bunu kanıtlamaktadır.
2. Bulunduğu makamı
hazmedemeyen insanlar, böbürlenmeleriyle siyaset alanını kirletirler. Ayetin
sonunda zalim olarak ilan edilen bu insanların değişimi için Allah'ın
müdahalesi olmayacağına da dikkat çekilmektedir. İşte bu insan, tağutun
karanlığa gömdüklerindendir. Bakara/257 ile bağlantı kurduğumuzda bu yorumu
yapmamız mümkün olmaktadır.
3.
Allah'ın kudreti hakkında
kendisiyle tartışmaya giren Nemrut'a karşı Hz. İbrahim, Allah'ın tabiatla olan
ilişkisini ele alarak yaratma ve öldürme olgusu ile, güneşin hareketini delil
olarak getirmekte ve bu olgularla Allah'ın kudretini isbat etmektedir.
Allah'ın kudretini ve varlığını isbat etmek dinî bir alan olduğu halde,
is-batta kullanılan deliller tabiata aittir.
a.
(Rabbim hayat veren ve
öldürendir).
Hz. İbrahim tartışmayı "var olma" ile "yok olma" alanına çekerek insanı en fazla acze düşüren kanunlarla tartışmayı sürdürmüştür. Yaratma ve öldürme olguları insanın kudretinin aciz kaldığı iki alandır.
Nemrut'un "Ben de hayat verir ve öldürürüm" mugalatası, Hz.
İbrahim'in tartışmayı başka bir alana taşımasına neden olmuştur.
b. ("Allah güneşi doğudan
getirmekte, haydi sen de batıdan getir" dedi).
Güneşin hareket sistemi ile Nemrut'u mağlub etti. (Bunun ü-zerine kafir
apışıp kaldı).
Demek ki din adamlarının, dinî meselelerde tartışırken tabiat
bilimlerinden delil getirmeleri gerekir. İlahiyatçıların, tabiat bilimlerini
öğrenmedikçe bu tür tartışmalara girmeleri mümkün değildir. Yüce Allah'ın,
geçmişteki bir olayı anlatmasının amacı bu olsa gerek.
Tabiat kitabını bilmeyenler, dini anlatamazlar. Hz. İbrahim biyolojiden
başladı, astronomiden isbatına devam etti. Bir peygamberin nasıl tartıştığı
anlatılmakla ayette, bugünkü ilahiyatçılara metod öğretilmekte, ilahiyat öğretiminin
programı belirlenmekte ve tabiat bilimlerinin ilahiyat alanında nasıl
kullanılacağına dikkat çekilmektedir.
4. Bir insan inancını müdafaa
ederken kızmadan ve bilimsel bilgiye dayanarak karşısındakini mat etmeyi
bilmelidir. Tabiat bilimlerinin bilgisiyle teçhiz olmamış insanın bunu yapması
mümkün değildir.
5.
Allah'ın varlığı ve kudreti
hakkında tartışan insanlar, bir taraftan kafir, diğer taraftan zalim olarak
vasıflandınlmaktadır. Zalim kelimesi zulumat, yani karanlıktan türemiştir.
Demek ki, küfür, karanlıktan türemiştir, karanlıktır, yani gönlün karanlığım
oluşturmaktadır. Böyle insanlar, Allah'ın rehberliğini kaybetmişlerdir.
[19]
259. Yoksa (ey insanoğlu) halkının terkettiği, çatılan yıkılıp harap
olmuş bir kasabadan geçen ve "Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl
diriltebilir?" diyen o kişi (ile aynı fikirde) misin? Bunun üzerine Allah,
onu yüz yıl süre ile ölü bırakmış ve sonra tekrar hayata döndürerek sormuştu:
"Bu halde ne kadar kaldın?" O da: "Bir gün veya bir günden biraz
daha az bir süre kaldım" diye cevap vermişti. Allah: "Hayır"
dedi, "bu halde bir yüz yıl kaldın! Yiyeceğine ve içeceğine bak geçen
yıllar onları bozmamış ve eşeğine bak (biz bütün bunları) insanlara bir ibret
olman için (yaptık). Bir de şu (insanların ve hayvanların) kemiklerine bak.
Onları nasıl birleştirip et ile örttüğümüzü düşün! (Bütün bunlar) ona
açıklanınca, "(Şimdi) öğrendim ki" dedi, "Allah her şeye
kadirdir".
Bu ayet, iki önemli konuyu isbat için Yüce Allah'ın yaptığı bir
uygulamayı anlatmaktadır:
1. Öldükten sonra dirilmeye
inanmayan kimse, öldürülüyor ve diriltiliyor.
Ayetin başında yer alan (ellezî) kelimesi, öldükten sonra inanmayan kişiyi göstermektedir. Bu kişinin isminin zikredilmeyip böyle genel bir kelime kullanılması, her zaman böyle insanların olabileceğini ifade etmektedir.
Bu kişi virane haline gelen bir kasabadan geçerken, ölmüş halkın bir daha
nasıl diriltileceğim sormakla, yeniden dirilme konusundaki şüphesini ve
inkarını beyan etmişti. Bununla birlikte bu kişinin, -ayete göre- Allah fikrine
sahip olduğu anlaşılmaktadır.
(Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilir?" dedi).
Sözkonusu kişinin bu sözünde Allah kavramı geçmektedir; öyleyse, Allah'a
inanıyordu. Onun problemi, öldükten sonra dirilme konusundaydı. Bu soru tarzı
ve öldükten sonra dirilme konusundaki iman meselesi, her çağın insanının
karşısında önemli bir iman sorunu olarak durmaktadır.
Aynı soruyu farklı bir içerikle Hz. Peygamber'in amcası da sormuştu:
Çürüyüp toz olmuş kemiklere kim hayat verebilir? [Yasin/78]
Hac/5 ayetine göre, insanlar öldükten sonra dirilme konusunda şüphe etmektedirler.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/259; Yasin/78; Hac/5 ve Mü'minun/37 ayeti
insanlığın en önemli imanî probleminin öldükten sonra dirilme olgusu olduğunu
göstermektedirler.
Bu konudaki şüpheleri gidermek için Yüce Allah farklı deliller göstermektedir.
Bazen mucize, bazen biyoloji kanunları, bazen de ilk yaratılışla kıyaslama
yaparak, insanların şüphelerini gidermeye çalışmaktadır.
Öncelikle Hz. Peygamber'in amcasına verdiği cevabı ele alabiliriz:
De ki: "Onları yoktan var eden, yeniden hayat da verir. Çünkü O,
her çeşit yaratma eyleminin bilgisine sahiptir". [Yasin/79]
Bu cevapta, ilk yaratma ile öldükten sonra diriltme arasında bir
benzerlik kurulmakta ve her iki tür yaratma da bilgi üzerine oturtulmaktadır.
Sonsuz bilgiye sa ip olan varlığın, her çeşit yaratmaya kadir olacağını ifade
ederek gücün bilgiden kaynaklandığını vurgulamaktadır.
Yüce Allah öldükten sonra dirilme konusunda şüphe edenlere embiryoloji, histoloji ve bı oloji biliminin kanunlarıyla açıklamalar yaparak bu konudaki şüphelerini gidermektedir:
Ey insanlar! Ölümden sonra yeniden diriliş konusunda şüphe ediyorsanız,
biz sizi:
a.
Önce topraktan,
b.
Sonra meniden (döl suyu
damlasından, sperm ve yumurtadan),
c. Sonra döllenmiş hücreden,
d. Sonra bütün unsurlar
tamamlanmamış bir ceninden yaratır;
e. Anne karnında bir süre
tutarız,
f. Sonra çocuk olarak dünyaya
getiririz,
g. Sonra olgunluk çağına
ulaştırırız;
h. Bazınızı gençken öldürür,
bazınızı da yaşlılığın düşkün çağma bırakırız.
İşte bu anlatım, insanın yaratılış kaynağını açıklamakta ve yukarıda
belirttiğimiz bilim dallarının kanunlarını kullanmaktadır. Aynı ayetin
devamında Yüce Allah su ile canlılık arasındaki kanunu işlemekte, kurumuş
topraklara inen suyun o topraklarda nasıl güzel bitkiler ve ekinler bitirdiğini
anlatmaktadır. Bu da biyolojinin botanik kısmının işlediği ve tesbit ettiği
kanunlardır.
İnsanın yaratılışı ile tabiattaki yaratılışı açıklayan bu ayet,
öldükten sonra dirilme konusundaki şüphenin yersizliğini göstermektedir.
Öldükten sonra dirilmeye inanan, ama kalbinin mutmain olması için Allah'tan
ölüyü nasıl dirilttiğini görmek isteyen Hz. İbrahim'e nasıl bir deney
yaptırıldığını bir sonraki ayette, yani Bakara/260'da göreceğiz.
Son olarak, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/259'da başka bir mucize
ile isbat yoluna gidilmektedir. "Bütün bu ölüleri Allah nasıl
diriltebilir?" diye soran kimseye bu olgu, o kişi bizzat öldürülüp
diriltilerek- tatbiki olarak gösterilir.
(Bunun üzerine Allah onu, yüzyıl süre ile ölü bırakmış ve sonra hayata
döndürerek sormuştu).
Allah Teala, öldükten sonra dirilme konusunda tereddüdü olan insanı öldürüp
yüzyıl sonra hayata döndürdü. Ancak bu bir kimsenin ruhunun başka birine
intikal ederek tekrar yaratılması (reankarnosyon) değildir. Ölen birinin tekrar
aynı ruh ile diriltilmesidir.
Yüce Allah'ın, canını aldıktan sonra tekrar dirilttiği insanlar vardır.
Asha-b-ı kehf diriltildiği gibi, Hz. İsa tarafından -Allah izniyle- diriltilen
kimseler de vardır. Bu mucizeler, öldükten sonra dirilme olgusunun isbatı olup
insanları bu konuda deneysel bilgi ile tatmin etmektedir. Yüce Allah, ölümden
sonra dirilişe inanmayan bu kişiyi öldürüp yüz sene sonra dirilttikten sonra şu
soruyu yöneltti:
(Bu halde ne kadar kaldın?)
O da şöyle cevap verdi:
(Bir gün veya bir günden biraz daha az bir süre kaldım).
Böylece Yüce Allah ona sadece öldükten sonra dirilmeyi isbat etmemiş,
aynı zamanda zaman mefhumundaki izafîliği de öğretmiştir. Yüz sene ölü kaldığı
halde, sanki bir gün veya bir günden daha az kaldığını söylemiştir.
Allah katındaki zaman mefhumu ile dünyevî manada zaman mefhumu çok
farklıdır:
(Allah, "Hayır" dedi, "bu halde bir yüzyıl kaldın!
Yiyeceğine ve içeceğine bak, geçen yıllar onları bozmamış ve eşeğine bak: biz
bunları insanlara bir ibret olsun diye yaptık").
Kendisine bir gün veya daha az gelen yüz yıl içinde yemeğinin bozulmaması,
ahiret hayatındaki nimetlerin bozulmayacağını, hayat ile nimetlerin sonsuz
olduğunu isbat etmektedir. Bu dünyanın maddî değerlerinin zamanın geçmesiyle
bozulacağı, çürüyüp kokuşacağı, ama bu durumun ahirette geçerli olmadığı bu
mucize ile insanlığa öğretilmektedir. Zaten Yüce Allah, bunun niçin yapıldığını
da bildirmektedir:
(İnsanlara seni bir ibret kılmak için yaptık).
Buradaki (âyet) kelimesi, delil, isbat, ibret manalarına gelmektedir.
Öldükten sonra dirilme meselesi, kullarına ağır geldiği için, insanların bu konudaki
imanlarını temin etmekte gerekli olan delili bu şekilde sunmaktadır. Biz bundan
şu eğitim ilkesini çıkartmaktayız: Metafizik, yani madde ötesi bir konuyu,
fizik aleminden, insan aklını maddenin ötesine geçirebilecek delillerle
isbatlamak gerekir. İnsanın bir anda intibak edemediği, kavrayamadığı ve
gönlünde iman haline dönüştüremediği konulan kolaylaştırmak, yumuşatmak ve
anlaşılır hale getirmek için deneysel bilgiye baş vurmak en doğru yollardan
biridir.
Bir de şu insanların ve hayvanların kemiklerine bak, onları nasıl
birleştirip et ile örttüğümüzü düşün.
Ayetin bu kısmında, "gözlem metodu" yer almaktadır. (vanzur)
kelimesi, bak, gözlem yap anlamına geldiğine göre, meseleye bilimsel olarak
yaklaşması istenmektedir. Bilindiği gibi bilimsel bilginin temel öğeleri arasında
nazariye ve gözlem vardır. Yüce Allah ayetin bu kısmında hem gözlem yapmayı
emretmekte, hem de gözlemin yapılacağı alanı belirlemektedir.
Buradaki gözlem ve gözlemin yapılacağı konuyu iki açıdan ele almayı uygun
buluyoruz: Virane haline gelmiş, hayvan ve insanları ölmüş bir kasabadan geçen
bu insanın, düşüncesinin yanlışlığını isbat etmek için, ölmüş olan insan ve
hayvanların kemiklerinin mucizevî bir şekilde birleşmesi ve etle giydirilmesi
mi kasdediliyor? Yoksa kemiklerin birleşmesinin ve onlara etin nasıl
giydirildiğinin tıbbî manada incelenmesi mi isteniyor?
Bu mucizenin tarihsel boyutuna, yani böyle bir mucizenin tarihin bir
döneminde olabileceğine inanmakla beraber; mucizeyi o tarihte bırakmanın
yanlış olacağına inanıyoruz. Bu mucizenin zamanla bilim haline dönebileceği ve
böylece evrensel bir boyut kazanacağı gerçeğini de unutmamak gerekiyor.
Ayette, insan vücudunu araştıran tıp ilminin, kemik bağlantılarını ve
onlara etin giydirilmesi meselesini araştırması da emredilmektedir. Tıptaki
anatomi a-raştırmalannın temelini ve önemini bu ayetteki emirden anlayabilir ve
böyle bir araştırmanın elde edeceği neticeler üzerine, öldükten sonra dirilmeye
imanın te-mellendirilebileceği kanaatine varabiliriz. Tıbbın, biyolojinin
araştırmalarından sonra, kemiklerin eklemleri ve onlara et giydirilme
meselesinin artık mucize yoluyla değil, bilimsel olarak bilinmesi zorunludur.
O devirde mucize olan şey, bugün bilim haline dönüşmüş, ayetteki
"gözle" emri de bunu ifade etmektedir.
Ayetin bu kısmında, dikkat edilmesi gereken ikinci kelime
(keyfe=na-sıl)dır. Yüce Allah konunun nasılının araştırılmasını, tesbit
edilmesini, bilinir hale getirilmesini istemektedir. Tabiat bilimlerinin
neticeye ulaşabilmesi için "nasıl?" sorusunun cevaplandırılması
gerektiğini ifade eden Yüce Allah, çok önemli bir metodun bilimsel araştırmada
yer almasını emretmektedir. "Nasılı" belirleyemeyen ve ortaya
çıkaramayan bir araştırma, bilgiyi imana dönüş-türemez veya imanı bilgi alanı
ile destekleyemez. Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/259'da gözlem için üç
kere emir verilmekte; yiyecek ve içeceği, eşeğin ve kemiklerin birleşme ve et
giydirilmesini gözlemesi istenmektedir. Önündeki yemekten başlaması ve sonra
eşeğine, oradan kemiklerin bitişmesi ve et giydirilmesine doğru bir yol
izlemeyi, günümüz metodolojisi ile değerlendirirsek; yalandan uzağa metodunu
kullanması emredimektedir diyebiliriz. Tabiat kanunlarını yakın çevreden uzak
çevreye doğru gözleyip araştırmak Kur'an'ın kullandığı önemli metodlardan
biridir. Bazen yakından uzağa, bazen de uzaktan yakına metodlanyla meseleleri
açıklamaktadır.
Diğer taraftan Yüce Allah, gözlem metodu ile bir konunun
"nasılının" belirleilebileceğini de gündeme getirmektedir. Buradaki
"gözlem" emrini, "araştır", "ü-zerine düşün"
emirleriyle özdeşleştirmek gerektiğini de söylemekte yarar vardır.
Bize öyle geliyor ki, sperm ile yumurtanın döllenmesinden sonra, kemiklerin
teşekkülünün ve o kemiklerin eklemler vasıtasıyla birbirine bağlanmalarının ve
etle kaplanmasının tıp araştırmalarının en ince konulan arasında o-lacağı Yüce
Allah tarafından haber verilmiştir.
Daha önce (Allah bütün bunları öldükten sonra nasıl diriltebilir?)
diye sormuştu. "Nasıl?" sorusuna Yüce Allah çeşitli delillerle cevap
vermiş ve isbat etmişti. "Kendisine belli oldu" yahut "Bütün
bunlar ona açıklandı" ifadesiyle, yapılan deneylerin ve onun yaptığı
gözlemlerin "meselenin nasılını" cevaplandırdığı vurgulanmaktadır.
Böylece "nasıl?" sorusuna, nasılın tesbit edilmesiyle cevap
verilerek, imanın teşekkülünün sağlanmakta olduğu da açıklanmıştır. İnsanların
öldükten sonra dirilme konusuna iman etmelerinin, nasılı ortaya çıkaran
bilimsel açıklamalarla sağlanacağım, günümüz din adamları akıllarından
çıkarmamalıdır.
Yüce Allah'ın öldürüp diriltme mucizesi ve o kişiye yaptırdığı üç
gözlem, sorduğu soruyu cevaplandırınca, o kişi şu genellemeye ulaştı:
("Şimdi öğrendim ki" dedi, "Allah her şeye
kadirdir").
Yüce Allah'ın gösterdiği mucize ile o gözlemler, o kişiyi Allah'ın her
şeye kadir olduğu ve öldükten sonra dirilişin gerçekleşeceği konusunda tatmin
etti. "Biliyorum ki Allah'ın gücü her şeye yeterlidir" demesinin
altında, ö-lümden sonra dirilişin kabulü yatmaktadır.
[20]
260. Hani İbrahim, "Ey Rabbim! Ölüye nasıl, hayat verdiğini bana
göster!" demişti. O da, "Yoksa inanmıyor musun?" diye sormuştu,
ibrahim cevap vermişti: "Hayır, a-ma kalbim tamamen doyuma ulaşsın".
"Öyleyse" demişti Allah, "dört kuş al ve onlara sana itaat
etmeyi öğret, sonra onları her tepeye ayrı ayrı sal; sonra da onları çağır:
uçarak sana gelecekler. Bil ki Allah her şeye kadirdir, her şeyi
bilendir".
Bu ayetin bir önceki ayetle yakın bir benzerliği vardır. Bir önceki
ayette yer alan kişi, öldükten sonra dirilme konusunda şüphede iken, Hz.
İbrahim i-se iman etmekte ama imanını doyum noktasına ulaştırmak istemektedir.
Bir önceki ayette Yüce Allah o kişinin şüphesini gidermek için bizzat onun üzerine
deneyini gerçekleştirirken, Hz. İbrahim'e kuşlarla deneme yaptırmaktadır.
Bakara/260 ayetinin açıklamasını kısımlara ayırarak şöyle yapabiliriz:
1-
(Hani İbrahim, "Ey
Rabbim! Ölüye nasıl hayat verdiğini bana göster" demişti).
a. Bu ayetle Yüce Allah, hem
Hz. Muhammed'e, hem de onun dinini öğretecek olan alimlere önemli bir mesaj
vermekte ve öğretimde bulunmaktadır. İnandığı halde Hz. İbrahim ölünün nasıl
diriltildiğini sorduğuna göre, normal insanların bu konuda soru sormasını doğal
karşılamak gerekiyor. Ö-lümden sonra dirilişi kabullenmek ve ona inanmak çok
zordur. İnsanların i-manlannı kuvvetlendirmek; taklidî imanlarını tahkikî imana
dönüştürmek i-çin sual sormalarını doğal görmek lazım.
b. Yapılan işi görmek,
gözlemlemek suretiyle bütün inceliklerine vakıf o-lunabilir. Bir işin
"nasıl" yapıldığını öğrenmek için, "nasıl?" sorusunu sormak
gerekiyor. Öğreticilerin, konuların "nasılını" öğrencilerine
öğretmesinin zorunlu olduğu pedagojik kuralını bu ayet ve bir önceki ayet
koymaktadır. "Nasılı" öğretilmeyen konu anlaşılmıyor; öğrencinin kafa
ve gönlüne yerleşmiyor demektir.
c.
Konuyu en ince detayına kadar öğrenme
isteğinde olan Hz. İbrahim "nasıl?" sorusunu Allah'a sorduğuna göre,
öğrenciler öğretmenlerine haydi haydi sorabilmelidirler. Öğrencilerin
"nasıl" sorusuna hem müsaade edilmeli, hem de hazırlıklı
olunmalıdır. "Nasıl?" sorusunu sormayan öğrenciler ve bu soruyu
cevaplandırmayan öğretmenler, öğretimin kalite ve başarısını katlediyorlar
demektir. "Nasıl?" sorusunu soran öğrenci derse alaka duyuyor ve dikkat
ediyor; "nasılı" cevaplandıran öğretmen bilgisinin kalitesini isbat
ediyor ve öğrencisine güven veriyor; "nasıl?" sorusu açıkta kalmayan
bir öğretim faaliyeti de kalite ve basan yönünde doruk noktasına ulaşıyor
demektir.
d. "Nasıl?" sorusu, sosyal bilimlerde, tabiat ve din bilimlerinde çok önemli bir yer tuttuğu gibi, olmazsa olmazı da teşkil etmektedir. "Nasıl?" sorusu, bir taraftan metodu, diğer taraftan isbatı yerine getirmektedir. Hz. İbrahim'in bu sorusu, deneysel bilginin dindeki yerini ve ona Kur'an'ın verdiği önemi göstermektedir.
2. (Allah da, "Yoksa
inanmıyor musun?" dedi).
Yüce Allah burada, ölünün nasıl diriltildiği sorusunun hangi amaçla
sorulduğunu araştırmaktadır. Aslında Allah, sorunun hangi amaçla sorulduğunu
bilmektedir. Ama kulunun, sorduğu sualin amacı hakkında bilinç sahibi olup
olmadığını kendisinden öğrenmek istemektedir. "Yoksa inanmıyor
musun?" sorusu ile konunun aynı zamanda bir iman meselesi olduğuna da
dikkat çekmektedir.
Hz. İbrahim, madde ötesi ve imana ait bir alanda, somut ve bilimsel konularda
geçerli olan bir şeyle alakalı olarak "Bana göster" dediği için bu soru
ile karşılaşmıştır.
3.
(İbrahim, "Hayır! İnandım, fakat
kalbimin doyuma u-laşması için görmek istedim" dedi).
Ayetin bu kısmından anlıyoruz ki, imanın ötesinde bir de doyum noktası
vardır. Ölümden sonra diriliş konusunda yapılacak bir deney ve elde edilecek
bir bilgi, imanı doyum noktasına ulaştıracaktır.
İman kalbde bulunan inanç duygusunun şekillenmesinden ortaya çıkan
manevî bir değerdir. Bu değerin zirveye çıkması, doyuma ulaşmasıyla mümkündür.
Hz. İbrahim, doyum noktasına gözlemle ulaşacağını itiraf etmektedir.
Böylece Hz. İbrahim, inanmadığı için değil, kalbinin doyuma ulaşması
i-çin bu istekte bulunduğunu beyan etmiştir. Demek ki, sual, soranın amacının
tesbitinden sonra cevaplandınlmalıdır. Soruyu cevaplandıracak olan öğretmen,
soranın amacını bilirse cevabı ona göre vereceğinden, amacın cevabı
yönlendireceği hükmüne varabiliriz.
4. (Bunun ü-zerine Allah,
"Dört tane kuş yakala, onlara sana itaat etmeyi öğret, sonra onları her
tepeye ayrı ayrı sal, sonra da çağır; uçarak sana gidecekler. Bil ki, Allah
her şeye kadirdir, hikmet sahibidir").
Ayetin bu kısmında Yüce Allah, Hz. İbrahim'in istemiş olduğu gözlem faaliyetini
yerine getirmek için "deneyini" gerçekleştirmektedir. Bundan önceki
ayette, öldükten sonra dirilme konusunda şüphede olan kişiye farklı bir uygulama
yapmıştı. Bizzat kendisini ve eşeğini öldürmüş, sonra diriltip yemeğini ve
içeceğini, kemiklerin bir araya gelişini gözlemletmişti. Hz. İbrahim i-nandığı
için sadece kalbinin "doyum noktasına" ulaşmasında kuş ile onu besleyen
arasındaki ilişkiyi deneylemiştir.
[21]
Allah Teala'nm, neden başka hayvanlarla değil de kuşlarla deney yaptırdığını;
Hz. İbrahim'e neden dört kuş almasını emrettiğini iki şekilde açıklamak
mümkündür:
a.
Yüce Allah, Hz. İbrahim'e
göklerin ve yerin melekutunu göstermiştir [En'am/75]. Kuşun uçması gökle,
konması da yerle alakalı bir ilişkiyi ifade etmektedir. En'am/75. ayetten
sonra, gece ile gündüzün, yıldızların, ay ve güneşin durumu ele alınmış; Hz.
İbrahim'in onlar vasıtasıyla akıl yürüterek tevhide ulaştığı beyan edilmiştir.
Bu sefer de, kalbinin doyum noktasına ulaşması için, gök ve yer ile
ilişkileri olduğu, terbiye edilip de çağırıldıklarında süratle gelecek olan
bir hayvan oldukları için kuşlar seçilmiştir.
b. Hz. İbrahim'in isteği,
öldükten sonra dirilme konusunda olduğu, kıyameti anlatan başka bir ayetle de
yakinen alakası bulunduğu için, kuşların seçilmiş olması mümkündür.
"Onlar kederli gözlerle, (rüzgarın) dağıtıp savur-duğu çekirgeler gibi
mezarlarından çıkacaklar" [Kamer/7] ayetindeki benzetme ile ölümden sonra
dirilme arasında ilişki kurulması gibi, Baka-ra/260'da da kuşlar ile yapılan
deney arasında bir benzerlik kurulabilir.
Göklerin ve yerin melekutu, yani idare şekli Hz. İbrahim'e
gösterildiğine göre, ancak göksel bir varlıkla yapılacak bir deneyle doyuma
ulaşabilirdi. Bu konuda kuşların seçilmesi manidardır. Kuşların süratle uçup
yükselmesi gibi, insanın fikrî ve imanî boyutu da yükselip doyum noktasına
ulaşacaktır. Peki neden dört kuş alınması istenmektedir? Bu sorunun cevabmı
Razi'nin tefsirinden vermemiz mümkündür. Razi'nin yaptığı izahlardan birini
alıyoruz ve diyoruz ki, canlıların yaratıldığı ve filozofların
"ustukusat" dediği dört a-na madde vardır: su, toprak, hava ve ateş.
Bütün canlıların kökeninde su vardır; yani bütün canlılar sudan yaratıldı
[Enbiya/30]; sizi topraktan [Mü'min/67]; kurumuş çamurdan [Hicr/28]; çömlek
gibi ateşte pişmiş çamurdan yarattı [Rahman/14]. İşte bu dört ayet insanın
yaratıldığı dört ana maddeyi açıklamaktadır.
İşte dört kuş da, insanın yaratıldığı bu dört unsuru temsil etmektedir.
Aslında dört kuş, bir insanın canlanmasında harekete geçen dört maddeyi, yani
dört kuş tek bir insanın yaratılışını ifade etmektedir. Burada çokluktan teke
giden, yani dört kuştan bir insanın yaratılışına giden bir çizgi izlenmektedir.
Bunun delili de Lokman/28 ayetidir:
Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz, sadece tek bir kişinin yaratılması
ve diriltilmesi gibidir.
Bir insanın yaratılması, öldürülmesi ve tekrar diriltilmesi bütün
insanların bu oluşumlarını temsil ettiği gibi, dört kuşun ölüp tekrar dirilmesi
de bir insanın ölüp dirilmesini temsil etmektedir.
Razi'nin işaret ettiği gibi Hz. İbrahim'in seçtiği dört kuş; insanın
kalbindeki süs, makam ve yükselme sevgisini temsil eden tavus kuşu; yemeğe düşkünlüğü
temsil eden kerkenez; şehveti temsil eden horoz; ihtiras ve tutkuyu temsil eden
kargadır.
[22]
Razi'nin bu açıklamasını ince bir psikolojik analiz olarak almakta
yarar vardır. Ayetin bu kısmında geçen (fe-surhunne ileyke) ibaresi, onları
terbiye ederek kendine itaate alıştır demektir, jiji (surhunne) kelimesi, bir
şeyi bir şeye meylettirmek, boynu eğri olan kimse, bir şeyi birine söylemek
için ona doğru eğilmek anlamlarına gelen
(sâre) kelimesinden türemiştir. Ayetteki anlamıyla, eğitimle ilgili bir
kavram olup kuşları kendisine yaklaştırması, meylettirmesi ve kendisine
alıştırması manasına gelmektedir. Bunu yapmak da bir eğitim faaliyeti olup
hayvanların eğitilebileceğine işarettir.
Diğer taraftan Razi, bu kelimenin sare kelimesinden değil de sera
kelimesinden geldiğini, bunun ise "kesmek, parça parça etmek"
manasına geldiğini söyleyenlerin olduğunu da nakletmektedir.
Yine Razi, Ebu Müslim'in bu manayı reddettiğini, "onları kendine
alıştır, seslendiğinde sana gelmelerini öğret" manasına geldiğini
söylediğini nakletmektedir. Bize göre ibareye alıştırmak, meylettirmek,
yaklaştırmak, sahibinin çağrısına icabet edecek hale gelmelerini sağlamak
manasının verilmesi daha uygundur. Çünkü (Sonra onları çağır) emri kuşların
öldürülmediğini, sahipleri olan Hz. İbrahim'in sesini duyduklarını ifade
etmektedir. (Koşarak sana geleceklerdir) ifadesi de bunu göstermektedir.
Ancak, (Sonra her dağın başına onlardan bir parça koy) ifadesi,
kuşların parça parça edildiği anlamına gelir mi? O zaman (fe-surhunne...)
ibaresi, onları kesip parçala; kesip parçaladıktan, yani onları öldürdükten
sonra parçalarını tepelerin üzerine bırak anlamına gelir. Çağırıldığında ölü
kuşların Hz. İbrahim'e gelmesi, ölünün diriltilmesine bir isbat olmaktadır.
İbare "kendine alıştır" anlamına alınırsa, o zaman kuşları
parçalayıp öldürmek değil, dört kuşun her birini ayrı ayrı tepelere bırakıp çağırma
manasına gelir. O zaman kuşlar, sahiplerinin sesini tanıdıklarından çağrısına
icabet edeceklerdir. Muhammed Esed, (surhunne) emrine "öğret" manasını
vererek isabet etmiştir. Zemahşeri de "kendine yaklaştır, kendine meylettir"
anlamını vermekte; Razi, Nesefi ve Hazin de Zemahşeri'nin verdiği manayı uygun
bulmaktadır. İbn Abbas ise "kesmek" anlamını benimsemektedir.
"Dört kuş al, onları seni sahipleri olarak tanıyacak şekilde
öğitime tabi tut, sonra her bir kuşu bir tepeye koy ve çağır; koşarak sana
geleceklerdir" ifadesiyle Allah Teala, "Ben de sizin yaratanimzim,
sahibinizim, ölü olsanız bile sahibiniz yeniden dirilmeyi emredince, hemen
dirilip O'na koşacaksınız" manasını zımnen de olsa ifade etmektedir.
Nitekim Yasin/51 'de bu durum açıkça ifade edilmektedir:
Nihayet sura üfürülecek, bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp
koşarak Rablerine giderler.
Hz. İbrahim'den istenen şey ile kıyamette dirilişin benzerliği bu
ayetle ifade edilmektedir.
(Allah her şeye kadirdir, hikmet sahibidir).
Allah'ın kudreti, ölümünün ardından bir canlıyı diriltmeye yeter; çünkü
yokken onu yaratan O'dur. Hikmetin kaynağında O vardır, hikmetli işleri de O
üretir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Bakara/260 ayeti eksen konu olarak,
öldükten sonra dirilme olgusu karşısında insan kalbinde oluşacak olguların
deneysel bilgisi ile olan alakasını vurgulamaktadır. Öldükten sonra dirilme
olgusu bir iman meselesidir. Bu hususta kalpte oluşacak olan imam doyuma
ulaştırmanın yolu deneysel bilgiden geçmektedir.
Bu ayeti günümüze uyarladığımızda, "ölümden sonra dirilme"
konusunda, insanların imanlarını doyum noktasına ulaştırmak için
"deneysel bilgiye" baş vurmak gerektiğine, gözlem ve deneysel
bilginin etkinliğine, imana verdiği doyum aşamasına işaret edildiğini
söyleyebiliriz. "Deneysel bilgi" yani tabiat bilimleri ve tabiat
olaylarından imana giden yolu belirleyen bu ayet, ö-zellikle Hac/5 ayetiyle
beraber ilahiyat eğitiminin tabiat bilimlerinden uzak olarak yapılamayacağını
vurgulamaktadır. İlahiyatçılar, yaşadıkları çağın bilimsel bilgilerine aşina
olmalı, onları kullanabilmeli ve ilahiyat konularına u-yarlayabilmelidirler.
[23]
261. Allah yolunda mallarını harcayanların durumu, kendisinden yedi
başak çıkan ve her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer. Allah
dilediğine kat kat verir, ve Allah her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir.
Yüce Allah'ın burada yapmış olduğu benzetme, Allah yolunda karşılıksız
harcamanın bereketini ve sağladığı artı değeri ifadeye yöneliktir. Açıklamasını
yaparken ayetin kısımlarından çıkaracağımız genellemeler olacaktır.
1. (Mallarını Allah yolunda
harcayanların durumu...) Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz:
a. Yüce Allah, kendi yolunda
infak edenlerin durumunu ele aldığını, onları unutmadığını, değerlendirmeye
tabi tuttuğunu ifade ederek mallarını Allah uğruna harcayanların durumunun
ihmal edilmediğini göstermekte ve böylece onları teşvik etmektedir.
b. Malından fedakarlık yapan
insanın, niyeti Allah rızası olmalıdır. Allah uğrunda, yapılmayan fedakarlık,
Allah katında değerlendirilmeye tabi tutulmayacaktır. Onun için ayetin bu
kısmında (sebîlillah=Allah yolunda) kelimesi yer almaktadır.
2. (Kendinden yedi başak çıkan
ve her başakta yüz tane bulunan bir buğday tohumuna benzer).
[24]
Yüce Allah'ın, infakta bulunan, yani Allah rızasını niyet ederek hayır
yapan insanın bu hayrım niçin ekin tanesine benzettiğine, -çeşitli açılardan
bakarak- farklı cevaplar verebiliriz:
a. Bu benzetmede
"bereket" yönü ele alınmaktadır. Bunun anlamı şudur: Allah uğruna
yapılan bir infaka, yani iyiliğe Allah tarafından yedi yüz kat fazla karşılık
verilecektir. Birinci manasıyla bir hayır yapana yedi yüz kat sevap
getireceğidir. Hayrın bereketi önce onu yapana dönecektir. Bu manayı verirsek,
yolunda hayırda bulunan kişiye Allah yedi yüz kat sevap verecektir diyebiliriz.
Aslında ayetin bu kısmında kişinin kendisi ekin tanesine benzetilmekte; yedi
yüz kat ürün veren bereketli bir kaynak halini almaktadır.
b.
Malını Allah uğrunda
harcayan insanın ameli sosyal hayata bereket getirmektedir. Yedi yüz dalda
insanlığa veya tüm yaratıklara fayda temin etmiş olabilir. Mesela: Susuz bir
kasabaya Allah'ın rızasını umarak su getiren kişi, insanlara su içireceği gibi,
hayvanlara, kuşlara ve diğer bilinmeyen canlılara da su temin etmiş olabilir.
Yaptığı bu amelin etki alanı çok geniş olabilir. O amelden istifade edenlerin çok olması, o amelin bereketini ve etki alanını artırmakta ve genişletmektedir.
Yüce Allah'ın burada yapmış olduğu benzetmeye bakarsak, bir taneden,
her birinde yüz tane olan yedi başak çıkmaktadır. Bir taneden meydana gelen
yedi yüz taneden hem onu yetiştiren kişi istifade eder hem de başkaları.
c. Yüce Allah'ın infakı, habbe
benzetmesinin başka bir ma-nidarlığı daha vardır: Bu kelime 'sevgi' manasına
gelen (habbe)den türemiştir. 'Sevgi' ile 'tane' arasında yakın bir ilişki
vardır, çünkü aynı kelimeyle ifade edilmektedirler. Sevgi 'öz' manasına gelir;
tane de özü içinde taşımaktadır. Sevgi doğurgan ve yayılan bir şeydir, manevî
bir gıdadır. Tane de aynı şekilde doğurgan ve besleyicidir. Demek ki, infakı
yaparken kişinin ni-yetindeki samimiyet ve ilahî müdahale ile o amelin bereketi
artmakta, yayılmakta ve manevî getirişi çoğalmaktadır.
3. (Allah dilediğine kat kat
verir).
"Kat kat verir" ifadesi, samimi infakın karşılığının sonsuz
olacağına işaret etmektedir. Ayetin ikinci bölümünde yedi yüz kat denildiği
halde, burada "kat kat" denmesi, amelin manevî getirişinin sonsuz
olacağını ifade etmektedir.
Düşüncesi sadece Allah rızası olan insanın sonsuz bir sevapla ödüllendirilmesi,
kudreti ve nzık hazinesi sonsuz olan Allah'ın bir uygulamasıdır. Demek ki,
kulun maddî anlamda bir harcamada bulunmasının getirişi manevî olmaktadır.
Böylece maddenin manaya dönüşümü gibi önemli bir değişimin gerçekleştiğine
şahit oluyoruz.
İnfakın ne olduğunu Bakara/3'te geniş bir şekilde açıkladığımızdan
-ihtiyaç duyulan malumat oradan alınabilir- burada, ayetin içeriğinin dışına
çıkmak istemiyoruz.
Demek ki, maddî fedakarlığın manevî getirişine işaret eden bu ayet, din
eğitiminin önemli bir kanununu da gündeme taşımaktadır: Maddî fedakarlıklann
her zaman maddî karşılık getirmesini beklemek yanlış olur. Maddeyi manaya
çevirecek amellerde bulunmak en kârlı iştir. Fatır/29 ayeti bu manevî ticarete
işaret etmektedir:
Allah'ın kitabını okuyanlar, namazı kılanlar ve kendilerine verdiğimiz
nzık-tan gizli ve açık infak edenler, asla zarara uğramayacak bir ticareti
umabilirler.
Yüce Allah, maddî fedakarlıkta bulunup maneviyatı olan bir uygulamanın
insanlara kazandırılması ve onların teşvik edilmesini istemektedir.
Allah'ın lütfü geniştir, O, her şeyi bilir; kulunun yaptığına fazla
verir ve kulunun yaptığını bilir.
[25]
262. Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan,
fakirlerin gönlünü kırmayan kimseler var ya, onların Allah katında has
mükafatları vardır. Onlara hiç korku olmadığı gibi onlar üzülmeyeceklerdir de.
263. Güzel söz ve bağışlama, arkasından incitme gelen sadakadan daha
iyidir. Allah zengindir, acelesi de yoktur.
264. Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını
gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve gönül incitmek suretiyle
yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak
bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur i-sabet etmiş de onu çıplak
pürüssüz kaya haline getiriver-miştir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye
sahip olamazlar. Allah, kafirleri doğru yola iletmez:
Yüce Allah 261. ayette infakın Allah rızası için yapılması gerektiğini
ifade etmişti. 262. ayette ise hem Allah rızası için yapılmasını, hem de başa
ka-kılmamasını, eziyet edilmemesini istemektedir. Şimdi 262. ayetin analizini
yapabiliriz:
1. (Mallarını Allah yolunda
harcayanlar...)
Yüce Allah, mallarını Allah yolunda harcayanlarla ilgili başka bir
konuyu ele almaktadır:
2. (İnfakın ardından başa
kakmayan ve eziyet etmeyenler...)
Ayet, malını Allah yolunda infak edip, ardından başa kakan ve insanlara
eziyet eden kimselerin var olduğunu, olabileceğini ifade etmektedir. Bu tür
kimseler 263 ve 264. ayette değerlendirilecektir. Burada minnet altında bırakmayan
ve eziyet etmeyen insanlar ele alınmaktadır.
Ayetin bu kısmındaki menna kelimesi, minnet altına bırakmak, başa kakmak
manasına gelmektedir. Bir fakire veya bir yetime yardım eden kimse, "Benim
yemeğim senin midendedir" dediği zaman ona hem eziyet etmekte hem de
minnet altına tutmaktadır. Ayetin üçüncü bölümünde, yaptığı hayrı unutan ve
karşılığım Allah'tan bekleyen kişinin büyük bir erdem sahibi olduğu ifade
edilmektedir.
3. (Rableri katında onların
mükafatlan vardır. Onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de).
"Mükafatlan Rableri katındadır" ifadesi, sonsuzluğu ifade
etmektedir. Ö-dülün ne olduğu söylenmediğini ve belirsiz bırakıldığını, diğer
taraftan ödülü verecek olanın Allah olduğunu dikkate alırsak, sonsuzluğu
düşünmemiz doğaldır.
Minnet altında bırakmak ve insanlara eziyet etmek, amelin Allah katına
çıkmasını engellemekte, karşılığının insanlardan beklenmesine sebep olmaktadır.
Ama minnet ve eziyetin karışmadığı bir infak ibadeti, Allah katma yü-celmekte,
ödülü de Allah tarafından verilmektedir.
(menne) kelimesi iyilik yapmak, nimet vermek, müşfik olmak, iyi kalpli,
merhametli, iyilik sever, yardıma hazır, bağışlamak, teberru etmek, hediye
etmek, usandırmak, yormak, kuvvetini kaybettirmek manalarına gelmektedir.
Memnun kalıbında alındığında, bir hakkı eksiltmek, noksanlaştırmak manasına
da gelmektedir. Kalem suresinde bu anlamda kullanılmıştır:
(Senin için elbette tükenmez bir ödül vardır). [Kalem/3]
Bu ayetteki memnun kelimesi, tükenen, eskiyen ve engellenen anlamını
i-fade etmektedir.
İşte ayette geçen manasıyla minnet kelimesi, başa kakmak anlamıyla yapılan
iyiliği eksiltmekte ve onun saflığını bozmaktadır. Yapılan iyiliğin açığa
vurulması, karşıdakini minnet altında bırakmaktır. Minnet kelimesini daha
sonraki ayetlerde açıklamak üzere buradaki manasının "başa kakmak"
olduğunu söylemekle yetiniyoruz.
[26]
Minnet ve eziyet yapmayan kimse, katıksız, saf bir amelde bulunması sebebiyle
Allah katında sonsuz ödüle sahip olacak ve bu tür kimselerin ödülü sadece bu da
olmayacak; "Onlar için korku yoktur ve üzüntü de çekmeyeceklerdir".
Psikolojik bir duygu olan korku ve üzüntüyü iki boyutlu olarak ele almakta
yarar vardır:
a.
Dünyevî üzüntü ve korku.
Yaptığı iyiliği başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayan
kişinin, bu amelinin Allah tarafından değerlendirilip değerlendirilmeyeceği
konusunda korku ve üzüntüsünün olmayacağını ifade etmektedir. Minnet ve eziyet
etmeden infakta bulunan kimsenin, amelinin kabul edilip edilmeyeceği konusunda
niçin korku ve endişesi olsun? Ayetin bu kısmı, bunu garanti altına almaktadır.
b.
Bu dünyada böyle güzel amel
yapan ve ona minnet ve eziyet katmayan kimsenin, mahşerde amel defterleri
dağıtılırken, infak ameli konusundaki notu konusunda ne korkusu, ne de
üzüntüsü olacaktır. Korku, amel defterini almadan önceki psikolojik durumu;
üzüntü ise amel defterindeki değerlendirmeyi gördükten sonraki durumu ifade
etmektedir. Demek ki, mahşerdeki değerlendirmenin öncesinde korku, sonrasında
da üzüntü olmayacaktır.
Görüldüğü gibi, bu dünyada malından Allah uğruna fedakarlık yapıp, minnet ve eziyet katmayarak hayrını boşa çıkarmayan kişi, ahirette psikolojik bir güven içinde olacaktır. İşte bu güven, ödüllerin en başında gelmektedir. Güven hem bu dünyanın, hem de anketin en önemli değerlerinden biridir.
Yüce Allah, Taha suresinde kulun amellerinin kaybolmayacağı ve onlarla mutlaka karşılaşacağı garantisini vermektedir:
Buna karşılık, inanıp da dürüst ve erdemli davranışta bulunanlara
gelince, böyle birinin, haksızlığa uğramaktan ya da hakettiği karşılıktan
yoksun bırakılmaktan korkmasına hiçbir sebep yoktur. [Taha/112]
İşte bu ayet, yorumunu yapmakta olduğumuz 262. ayetteki j£ (havf=
korku) 'Jfe (yahzenûn=üzüntü) kavramlarını tefsir etmektedir. Mü'minin, i-yi
amel işlemesi durumunda, amelinin kaybolması konusunda hiçbir korku
taşımamasının eğitimini yapan bu ayet, iman ve amelin kaydedildiğini ve asla
zayi olmayacağını garanti altına almaktadır.
Nahl suresinde amellerin kaybolmayacağı, tam tersine onların mutlaka
değerlendirilip ödüllendirileceği, ama ödüllendirmenin amelin en iyisi dikkate
alınarak yapılacağı belirtilmektedir:
Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katındaki ise bakidir. Elbette sabırlı
davrananları yapmakta olduklarının en güzeliyle ödüllendireceğiz. Erkek ya da
kadın, inanmış olması yanında bir de iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir
hayat ile yaşatırız. Ve böylelerini yapageldikleri en güzel şey neyse ona göre
ödüllendireceğiz. [Nahl/96-97] Bu ayetler, iyi amellerin kaybolmayacağını,
mutlaka ödüllendirileceklerini, ödüllendirmenin de en iyi olan amel ölçü
alınarak yapılacağını garanti altına aldığı için, yorumunu yapmakta olduğumuz
Bakara/262'deki korkunun hangi konuda olmayacağına açıklık getirmektedir.
Bu ayeti insanlar-arasındaki ilişkilere indirdiğimizde şöyle bir
genelleme yapabiliriz: Bir toplumu idare eden siyasîler, emri altında
çalışanların bulunduğu çeşitli ve her kademedeki idareciler, insanların
ürettikleri her başarıyı mutlaka değerlendirip ödüllendirmelidirler. Bir basan,
bir güzellik ve yeni bir şey üreten insanlar, yaptıklarının değerlendirilmeyip
kaybolacağı korku ve üzüntüsünü hissetmemeli ve yaşamamalıdırlar. Bu duygulan
onlara hissettirip yaşatanlar iyi ve erdemli idareci olmadıklan gibi, Allah'ın
sünnetine de aykın hareket ederek zulüm yapmış olacaklardır. Başanlann zayi
olduğu toplumlar, medeniyette ileri gidemez; başanlı insanlan ödüllendirmeyen
idareciler, toplumun geleceğini karanlığa terketmiş olurlar.
Bakara/263 ayeti önemli bir kıyaslamada bulunarak, yaptığı infak nedeniyle
insanlan minnet altmda bırakmanın ve onlara eziyet etmenin ne kadar olumsuz bir
davranış olduğunu açıklamaktadır:
Gönül alıcı bir söz ve başkasının hatasını bağışlamak (örtmek),
peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan daha hayırlıdır, Allah kendine
yeterlidir, tahammül (hilm) sahibidir.
Bir insanın, malını infak edip ardından infak ettiği kişiye eziyet
etmesi, yani ona yaptığı yardımdan dolayı ondan şikayet etmesi, yapılan amelin
değerini Allah katında azalttığı için, bu amelin yerine başka bir amel teklif
edilmektedir: İnsanlara gönül alıcı bir söz söylemek veya onlann bir hatasını
örtmek. Hz. Peygamber, güzel bir sözün de bir nimet olduğunu ifade etmektedir:
İnsanlar içerisinde, gerek sohbeti ve gerekse elindeki malı ile bize
Ebu Bekir'den daha fazla in'am ve ikramda bulunan kimse olmamıştır.[27]
Bu hadisin analizini yapacak olursak, güzel bir sohbetin de bir ikram
sayıldığı anlaşılır.
Eğer kişi, kendisinden yardım isteyene minnet ve eziyet etmekten kendini
alamayacaksa, güzel bir söz söyleyip yardımda bulunmaması daha iyidir. Ayetteki
(mağfiret) kavramı, 'örtmek' demektir. Dolayısıyla ibare, yardunda bulunmadığı
kimsenin durumunu örtmesi, her yerde onun fakirliğini alay edercesine ifşa
etmemesi anlamına da gelebilir.
Ayetin sonunda gelen (Allah müstağnidir/zengindir/kendi kendine yeterlidir)
ibaresi, yapılacak olan yardımın Allah'a değil, kullara olacağını, amelin
karşılığının da yapana verileceğini ifade etmektedir. Af (Allah halimdir)
ifadesi de, hata yapan kullarını acele olarak cezalandırma yoluna gitmez
demektir. Bu ayette geçen (hayr)
kelimesi "daha üstün, daha değerli, daha iyi" anlamına gelmektedir.
Demek ki bir iyi vardır, bir de daha iyi vardır. Müslüman, amelde daha iyiye
ulaşmak için çaba harcamalıdır. Bu ayetlerde müslü-mana, gönül alıcı bir söz
ile gönül yıkan bir yardım arasındaki fark öğretilmekte ve tüm amellerinde
aynı ölçütü kullanmasının eğitimi verilmektedir.
Daha derinlemesine gidilecek olursa, Yüce Allah amellerin iki boyutuna
dikkat çekmektedir: Sosyal içerikli ameller, sadece Allah'a karşı bir vazifeyi
yerine getiren ameller. Sosyal içerikli amellerin de, Allah'ı ve insanı ilgilendiren
iki önemli yönü vardır: Allah'ı ilgilendiren yönü, Allah için yapılması; insanı
ilgilendiren yönü ise onun gönlünün kınlmamasıdır. Onun içindir ki Yüce Allah,
gönül kıran bir infakın, gönül alan bir sözden daha değersiz olduğunu ifade
buyurur.
Allah Teala, Bakara/261-263 ayetlerinde infakın bereketini, sevabını,
minnetsiz ve eziyetsiz yapılanı ile yapılmayanım anlatırken, meseleyi genel
olarak açıklamışta 264. ayette ise, genel olarak anlatılanı müslümanlar için
hüküm haline getirmektedir; şöyle ki:
Ey iman edenler! Allah'a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını
gösteriş i-çin harcayan kimse gibi, başa kakmak ve gönül incitmek suretiyle,
yaptığınız hayırları boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu üzerinde biraz toprak
bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak
bırakı-vermiştir. Bu gibilerin, yaptıkları işlerden hiçbir kazançları olmaz,
zira Allah inkar eden topluluğu hidayete erdirmez. [Bakara/264]
[28]
Yüce Allah bu ayette, minnet ve eziyetin infakı ne hale getirdiğini bir
benzetmeyle anlatmaktadır.
1. Arkasından minnet ve eziyet
gelen sadakalar boşa gitmektedir. Yüce Allah, inanan insanların sadakalarını
başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmamalarım emretmektedir. Daha önce
genel olarak ele aldığı bu konu; inananlara verdiği bu hükmün hazırlık
safhasını oluşturmuş ve müslümanları bu hükme hazırlamıştır.
Demek ki, minnet ve eziyet amelin kalitesini düşüren yabancı maddeleri
andırmaktadırlar. Başa kakma ve gönül incitme, sadakayı Allah katında değersiz
hale getirmektedir. Sadakanın sevap yönünden getirişinin ne olduğunu ilginç
bir benzetmeyle anlatan Yüce Allah, kafirin amelinin örneğini de devreye
sokmaktadır.
2. Allah müslümanlardan,
malını, insanlara gösteriş için harcayan, Allah'a ve ahirete inanmayan kimse
gibi hayırlarını boşa çıkarmamalarını istemektedir. Demek ki, verdiği sadakayı
başa kakan ve gönül inciten müslümanın a-meli, Allah'a ve ahirete inanmayan
kafirin gösteriş için yaptığı amele benzemektedir. İyiliği başa kakmak ve
gönül incitmek, müslüman ile gösteriş için infak eden kafiri aynı amelde
buluşturmaktadır. Bu benzetmeyle Yüce Allah, müslümanlara, amelin değerini yok
eden şeyleri öğretmekte ve onları böylesi davranışlardan tiksindirmektedir.
Allah'a ve ahirete inanmayan, malını insanlara gösteriş için harcayan
insanın durumunu da bir benzetmeyle açıklamaktadır:
Üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağnak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz bir kaya haline getirivermiştir.
Altında kaya olan toprak, kuvvetli bir yağmurla gider, kaya cascavlak ortaya
çıkar. Kayada ise ekin bitmez, ürün yetişmez. Başa kakan ve gönül inciten
kimsenin infakı da, tıpkı kaya üzerinde bulunan ve yağmurla kaybolan toprağa
benzemektedir. İnfakın sevabını, bereketini ve Allah katındaki değerini yok
edecek olan bu davranışlardan sakınılmasını isterken Yüce Allah, i-nananlan
düşünmektedir. Kur'an'ın geneline baktığımızda yapılan ameli boşa çıkaran üç
şey bulunduğunu görebiliriz: Allah'a ve Resulüne itaatsizlik [Muhammed/33];
imansızlık [Âl-i İmran/22] ve başa kakma ile eziyet [Bakara/264]
3.
(Bu gibilerin yaptıkları işlerden hiçbir
kazançları olmaz).
Verdiği sadakayı başa kakan ve ondan dolayı karşısındakine eziyet eden
insanlar, amelleri dolayısıyla hiçbir getiriye sahip olamayacaklardır.
Ayetin bu kısmı ile Yüce Allah her amelin bir getirişi olduğunu, amel
sahibine bazı şeyler temin ettiğini açıklamaktadır. Zaten yapılan amele,
niyete ve samimiyet derecesine göre karşılık verileceği 260 ve 261. ayetlerde
ifade edilmişti. Önce amellere nasıl ve ne kadar karşılık verileceği, sonra bu
karşılığı neyin ortadan kaldıracağı açıklanmıştır. Eğitimde bunun ilkesi,
öncelikle amelin olumlu yönünü, faydasım anlatıp sonra da o faydayı ortadan
kaldıran şeyi öğretip yanlışa sapmayı önlemektir. Olumludan olumsuza, farzdan
harama doğru giden bir yolu da öğretmektedir.
4.
(Allah kafirleri doğru yola
iletmez).
Ayetin bu kısmındaki kafir kavramıyla, yukarıda örnek olarak
gösterilen, Allah'a ve ahirete inanmayan ve malını insanlara gösteriş için
harcayan insana işaret edildiğini söyleyebiliriz.
Ama bu kavramı "gerçeği tanımayan" manasına aldığımızda,
genelleşti-rip sadakasını başa kakan ve eziyet eden kimseleri de bu kavramın
kapsamına dahil edebiliriz. Bu durumda, Yüce Allah'ın infak hususundaki emir
ve tavsiyelerini dikkate almayan müslümanlar da bu kavramın içine girerler.
Allah'ın böyle bir topluluğu hidayete erdirmemesinih anlamı, onların
eği-tilemez olmalarıdır. Bütün bu olumsuz inanç ve ameller, onların Allah tarafından
eğitilmelerine açık kapı bırakmamaktadır. Meseleyi ahiretle bağlantılı olarak
düşünürsek diyebiliriz ki: Allah onları cennete sokmayacaktır, çünkü
amellerini bu dünyada iptal etmişlerdir. Zira Yüce Allah, insanları cennete
koyarken, iman ve amellerini dikkate alacaktır. Ahiretteki rehberlik iman ve
amellerin katıksız olmasına bağlıdır.
[29]
265. Servetlerini Allah'ın rızasını kazanmak arzusuyla ve kalben mutmain olarak harcayanların durumu, verimli topraklar üzerindeki bahçe gibidir: bir sağanak yağar, bu sayede ürün iki misli artar, sağanak olmadığı zaman da hafif yağmur düşer oraya. Ve Allah yaptığınız her şeyi görür.
Bakara/261-262 ayetlerinde mallanın (fî-sebîlillah=Allah yolunda)
harcayanlar ele alınmıştı. 265. ayette ise (ibtiğâe merdâtillah=Al-lah'ın
rızasını kazanmak için) uğraşanlar açıklanmaktadır. (ibtiğâ') kelimesi,
istemek manasına gelir. Elde etmek, kazanmak, istemek anlamıyla bu kelime
burada, Allah rızasını hedef almayı ifade etmekte; malını infak eden kişinin
niyetinin ne olması gerektiğine açıklık getirmektedir. Kaliteli müslü-manın
infak etmekteki amacı, Allah'ın rızasını kazanmak olmalıdır.
(Ve nefislerini tesbit etmek için...)
Ayetin bu kısmı, infak edenin amacının diğer boyutunu gündeme getirmektedir.
t£ (tesbît) kelimesine müfessirler farklı manalar vermişlerdir: Tesbit
kelimesi, insanın nefsine alışkanlık kazandırmak demektir. Kadi, sadaka
ibadetini muhafaza etmek ve sadaka vermeyi engelleyecek şeyleri terket-mek;
yapılacak olan infakın ardından minnet ve eziyet etmemeye alıştırmak manasını;
Mücahid, inananların kendilerini sağlamlaştırma, yani imanda sabit kılmak
anlamını vermiş; Zemahşeri de şöyle demiştir: "Nefsin kulluk yapmakta bir
sebatı yoktur. Nefsin, mücahede ile disipline edilmesi gerekir. Nefsin aşık
olduğu dünya hayatı ve malıdır. Mal infak edilince, nefis disipline olma
yoluna girer. Malı infak etmekle nefis takviye edilmiş, yani ona a-lışkanlık
kazandırılmış olur". Zeccac, tesbit'ten kastın, sadakasının kaybolmayacağına
mü'minin kesin olarak inanması olduğunu söylemiştir. Razi ise "nefsin
tesbiti" ifadesini açıklarken "Haberiniz olsun ki kalpler ancak
Allah'ı anmakla doyuma ulaşır" [Ra"d/28] ayetini örnek getirmektedir.
Kalpler, ancak Allah'ı anmakla sebata erer. Kalp doyum noktasına, kulluk
maksadıyla infakta bulunmakla ulaşabilir.
Hz. Ali İnsan/9 ayeti gereği yapılan infakın bu kalitede olduğuna
dikkat çekmektedir:
Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık en de
bir teşekkür bekliyoruz.
İnfakında bu manevî erdeme sahip olan Hz. Ali, onunla insanların manen
doyuma ulaşacağı ilkesini getirmektedir. Hz. Ebu Bekir'in infaktaki niyetini de
şu ayet belirlemektedir:
Yüce Rabbinin rızasını istemekten başka onun katında hiçbir kimseye ait
şükranla karşılanacak bir nimet yoktur. Elbette kendisi de ileride hoşnut
olacaktır. [Leyl/19-21]
Bu ayetlerden hareket edersek, nefsin sükunete ermesinin, kalp ile
çekiş-memesinin ve doyuma ulaşmasının "nefsin tesbiti" olduğunu
söyleyebiliriz. Ayrıca, insan bazı davranışları tekrar ederse, o davranışlar
meleke haline gelir. İşte nefsin tesbiti bu manayı da ifade edebilir.[30]
Tesbit kelimesinin Kur'an'da hangi manalarda kullanıldığını ve bu
ayetteki manasını belirlemekte yarar vardır. Tesbit kelimesi, sabit olmak,
sağlamlaştırmak, istikrar vermek, yerleştirmek, kımıldamaz, hareket etmez,
metin, kararlı, sarsılmaz, dayanmak, tahammül etmek, karşı koymak, tayin etmek,
doğruluğunu tesbit etmek, bağlanmak, tutmak, ısrar etmek, bağlamak, birleştirmek,
takviye etmek, teçhiz etmek, belirlemek, göstermek, tedarik etmek, teslim
etmek, şahitlik etmek, hüviyetini tayin etmek, teşhis etmek, tahkik etmek,
doğrusunu araştırmak manasına gelen sebete'den türemiştir. Sübut kalıbında
alındığında istikrar, daimi, azim, değişmez, sabit, metanet, sarsılmaz-lık,
dayanıklılık, katiyet, emin olma anlamına gelmektedir.
[31]
Tesbit ise, sağlamlaştırma, kuvvetlendirme, tesbit etmek, teyit etmek,
takviye, hakikatini isbat manasını ifade etmektedir. Kur'an'daki manaları ise
şunlardır:
1. Sıkı durmak
İman eden bir grubun, başka bir toplulukla karşılaştıklarında nasıl
davranmaları gerektiğini ifade eden ilahî hüküm bu anlamda "tesbit"
kalıbında emir olarak Enfal suresinde yer almaktadır:
O halde ey iman edenler! Savaş durumunda bir toplulukla karşı karşıya
geldiğinizde, sıkı durun ve aralıksız Allah'ı anın ki kurtuluşa eresiniz.
[Enfal/45]
2. Kuvvetlendirmek
Bu manası ile iki önemli konuyu ilgilendirmektedir:
a. İmanı kuvvetlendirmek
Eğer senin imanını kuvvetlendirmemiş olsaydık, belki de onlara biraz
olsun eğilim gösterecektin. [İsra/74]
Kelime bu ayette, Yüce Allah'ın insanın gönlünde meydana getirdiği kuvvetlendirme
için kullanüanılmakta ve tamamen psikolojik bir olguyu ifade etmektedir.
b. Adımlan kuvvetlendirmek
(Şeytanın kirini sizden gidermek, kalplerinizi birbirine bağlamak ve adımlarınızı kuvvetlendirmek için...) [En-fal/11]
Birinci mananın psikolojik, ikincisinin ise fizikî anlam taşıdığı
görülmektedir. Birinci mana davranıştan önceki gönül boyutunun, ikincisi ise
gönüldeki oluşumun neticesidir. Çünkü gönlü sağlam olmayanın adımlarının kuvvetli
olması mümkün değildir. Zaten Enfal/ll'de önce kalplerin kaynaşması, sonra
adımların kuvvetlenmesi zikredilmektedir.
3. Pekiştirmek
Ve böylece, peygamberlerin haberlerinden senin yüreğini pekiştirecek
her şeyi sana anlatıyoruz. [Hud/120]
Oysa, biz Kur'an'ı böyle tutarlı bir bütün içinde ağır ağır vahyediyoruz ki o-nunla senin kalbini pekiştirelim. [Furkan/32]
Her iki ayette, fuaduı (kalbin) derinlik boyutu ele alınmakta ve bilgi
ile orada "pekiştirme" diye manalandırdığımız bir "tesbit"
yapılmaktadır. Pekiştirme denen tesbit, psikolojik bir oluşumun ve gelişimin
eylemini ifade etmektedir.
4. Doğru
İbrahim/27'deki sabit kelimesi, söz'ün sıfatı olduğundan, sabit
kelimesi 'doğru' manasına gelmektedir. Aslında kelimeye 'sağlam' anlamı da
verilebilir. 'Sağlam' sıfatı daha çok fizikî manada, 'doğru' sıfatı ise söz
için kullanıldığından, burada 'sabit' kelimesine 'doğru' anlamım vermeyi uygun
buluyoruz.
Mesela İftU (kökü sapasağlam) [İbrahim/24] ayetinde "sağlam"
manasım ifade etmektedir. Yüce Allah, güzel/iyi bir sözü, kökü sağlam bir
ağaca benzetmektedir.
İbrahim/27'de fiil kalıbında "sağlamlaştırmak" manasına gelmektedir. Doğru sözle, Yüce Allah iman edenleri sağlamlaştırmaktadır. Böylece aynı ayette, hem "doğru" hem de "sağlamlaştırmak" anlamı bir araya gelmektedir.
5. Allah'ın emirlerini yerine
getirenlerin bu yaptıkları, imanlarım güçlendirecektir. Çünkü Allah'ın
emrettiklerini yerine getiren insanların oluşturduğu toplum güçlü hale gelir.
Yapılanlar toplumun gıdası olur ve onun sosyal bünyesini güçlendirir:
Onun, apaçık bir gerçeklik ve sarsılmaz bir doğruluk keyfiyeti içinde,
iman e-denleri güçlendirmek ve Allah'a yürekten teslim olanlara bir doğru yol
bilgisi, bir müjde olmak üzere Rabbinden Ruhu'l-Kudüs vasıtasıyla indirildiğini
söyle! [Nahl/102]
6. Yüreklendirmek
Yüce Allah, meleklere mesajı ile savaş esnasında müminleri yüreklendirmelerini
istemektedir: fet^s** (İman edenleri yüreklendirin) [Enfâl/12]. Allah Teala
meleklere, savaşan müminlere Allah'ın kendilerini destekleyeceği, kafirlerin
kalbine korku salacağı mesajını bildirerek, onları yüreklendirmelerini
emretmektedir.
7. Teyit etmek
Yüce Allah önceki dindeki hükümlerin bazılarını nesh, bazılarını da
teyid eder. Bu olguyu ifade etmek için Ra'd suresinde şöyle buyurur:
Allah (önceki mesajlarından) dilediğini yürürlükten kaldırır,
dilediğini bırakır, teyid eder. Çünkü vahyin kaynağı onun katındadır.
[Ra'd/39]
Görüldüğü gibi, İbrahim/27'deki "söz" ile birlikte kullanılan
ve "doğru" manası ifade eden kalıbı hariç; diğer manalar birbirinden
çok ince nüanslarla ayrılmaktadır.
Ama bu manalardan anlıyoruz ki, sebete fiilinden türeyen tesbit
kelimesi çoğunlukla insan gönlü, insan nefsi ile alakalı psikolojik oluşumlar
için kullanılmaktadır.
Tesbît kelimesinin yukarıda zikrettiğimiz manalarını, Bakara/265'te
ne-fis'le birlikte kullanılan ayete uygulayabiliriz:
"Sıkı durmak" manasını ele aldığımızda diyebiliriz ki: İnfakı
başa kakmak, infak edilene eziyet etmek ve insanlara karşı gösterişte bulunmak
gibi amelin sevabım alıp götüren duygu ve davranışlara karşı mücadele vermek
için insan şahsiyetinin sıkı durmasını, dayanıklı kalmasını ifade etmektedir.
Bu davranış ve duygulara karşı koymak bir savaş olduğu için, insan kendi ruhunu
bu mücadeleye karşı hazır bulundurmalıdır.
"Kuvvetlendirmek" manasını ele aldığımızda diyebiliriz ki:
İnfakı sadece Allah'ın rızasını elde etmek için yapmak bir iman meselesi
olduğundan, imanını kuvvetlendirmek, tesbit kelimesinin kapsamına girmektedir.
"Nefsini kuvvetlendirmek", kalben doyum noktasına ulaşmak, imanını
kuvvetlendirmek anlamına da gelmektedir.
"Güçlendirmek" manasım ele aldığımızda ise şöyle diyebiliriz:
Allah rızası için yapılan infak ibadetinin tekrar tekrar yapılması, insan
ruhunda bir alışkanlık meydana getirecek ve bir sonraki amelin yapılmasını
kolaylaştıracaktır. İnsanın ruhunda bu konuda bir meleke halini alacak olan bu
amel, ruhu besleyici, güçlendirici bir görev icra edecektir.
(Nefislerini kuvvetlendirmek) ifadesindeki tesbit kavramım
"belirlemek" anlamına alabiliriz. Tıpkı kaybolan bir şeyin bulunduğu
yerin tesbit edilmesi/belirlenmesi gibi; infak eden kimsenin şahsiyet seviyenin
belirlenmesini sağlamaktadır.
"Nefsin tesbit edilmesi" aynı zamanda "tanı
koymak/teşhis" anlamına da gelir. Hastalığı teşhis edebilmek için bir dizi
tahlil yapılır ve hastalığa tanı konur. İnfak da yapılış şekli ve niyetiyle
insanın şahsiyetinin kalitesine tanı koymaktadır. Başa kakmak, eziyet etmek
veya riyakâr davranmak infakın insan şahsiyetindeki mikroplandır. Bunları bir
tarafa atıp sadece Allah'ın rızasını umarak infakta bulunmak şahsiyetin
sıhhatli olduğunu göstermektedir.
Bütün bu manaları içine alan başka bir kavramı Tegabün suresinde bulabiliriz:
(Ve kendi iyiliğiniz için karşılıksız harcamada bulunun). [Te-ğabün/16]
Bakara/265'teki (Nefislerini tesbit etmek) ifadesi Teğabün/16'-da
(Kendi haynnız için hazırlık yapın) şeklini almakta, hemen hemen aynı manayı
ifade etmektedir. "Kendi iyiliğiniz için infak edin" ifadesiyle
"Nefsini kuvvetlendirmek için infak etmek" aynı anlamdadır.
"Kendiniz için" demek, kendi faydanız, kendi şahsiyetinizin
kuvvetlenmesi için demektir. (hayr) ile (tesbit) bu manalarda buluşmaktadır.
"Kendi iyiliğiniz için infak edin" [Teğabün/16] ayeti, başa
kakmadan, eziyet etmeden ve gösterişte bulunmadan yapılan infakın faydasının,
hem insanın bu dünyadaki hayatını, hem de ahiretteki hayatını kapsar.
"Kalbinizin doyuma ulaşması için" ifadesinin yer aldığı
Bakara/265'te ise, tamamen psikolojik bir fayda ve şahsiyetin gelişimi için bir
eğitimsel boyut söz konusudur. Bu kavram daha çok, infakın dünyevî faydasına
işaret etmektedir. Böylece bu iki kavramın, yani tesbit ile hayr kavramının
dünyevî menfaatle uhrevî faydayı bir araya getirdiği ve bir bütünün iki parçası
oldukları anlaşılmaktadır.
[32]
Allah'ın rızasını elde etmek ve şahsiyetini kuvvetlendirmek için infak
eden insanın nasıl manevî bir güç elde ettiği ayetin devamında bir benzetmeyle
açıklanmaktadır:
(Bir tepede kurulmuş güzel bir bahçeye benzer ki, üzerine bol yağmur
yağmış da iki kat ürün vermiştir. Bol yağmur yağmasa bile bir çisinti düşer
(de yine ürün verir). Allah yaptıklarınızı görmektedir).
Ayetin bu kısmında yer alan (rabve) kelimesi hakkında müfessirler şu
açıklamayı yapmaktadır: "Araplar, bir şeyin artmasını, yükselip
kabarmasını ifade etmek için reba kelimesini kullanırlar. 'Tepe' anlamına gelen
er-rabiye kelimesi de bundan türemiştir. Riba (faiz) kavramı da artışı ifade
etmektedir".
Razi ise, rabve'ma 'tepe' manasına geldiğini kabul etmeyip ovadaki araziyi
ifade ettiğini söylemiş, "Bostan, dağm tepesinde değil, ovada olur"
açıklamasını yapmıştır. İbn Abbas, Zemahşeri, Razi, Hazin ve Nesefi de
rabve'ye
yüksek bir mekan manasını veriyorlar. Muhammed Esed de, Razi'nin verdiği
manayı tercih ediyor.
Biz ayetin yorumunu, her iki manayı da dikkate alarak yapmayı uygun
buluyoruz: %j (rabve) kavramını 'dağ' manasına alırsak, o zaman Allah'ın
rızasını elde etmek ve şahsiyetini geliştirmek için infak eden kişinin ruhundaki
oluşumu dikkate almamız gerekir. 'Dağ' kavramı, yukarıda belirtilen tarzda
infak eden insanın yüce ruhlu olduğuna, dağ gibi sağlam ve dağ gibi yüce bir
şahsiyete sahip bulunduğuna işaret etmektedir. Şu ayetler dikkate alındığında
bu çıkarımın doğruluğu anlaşılır:
Fakat insan, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle
azat etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi veya toprakta sürünen bir
yoksulu doyurmaktır. [Beled/11-16]
Yüce Allah bu ayetlerde akabe (yokuş) kavramını açıklamaktadır. Yokuşa
tırmanıp onu aşmanın yolu olarak da ihtiyaç sahiplerine infak etmeyi göstermektedir.
İnfak eden, yokuşu tırmanıp düze çıkacaktır. İşte bu ayetlerde geçen akabe
(yokuş) kavramı, Bakara/265'te rabve olarak geçmektedir. Demek ki, Allah
rızasını elde etmek ve şahsiyetini kuvvetlendirmek için infak eden kişi dağın
yokuşuna tırmanarak düze çıkmakta ve orada bir cennet oluşturmaktadır. Bu
cennet; hem infakın, hem toplumdaki fakirlerin gönlünü kazanmanın, hem
Allah'ın rızasını elde etmenin ve hem de kalbi doyuma ulaştırmanın cennetidir.
Dağm tepesinde olması o cennetin, gönlün veya toplumun dış etkilerinden
uzak olmasını da ifade edebilir. Kolay kolay kimse oraya çıkamaz ve o bostana
zarar veremez. O bütün saldırılardan emin olduğu gibi, belirlenen şekilde
infak eden kişinin şahsiyeti de şeytan ve nefsin etkisinden uzak kaldığı için
kimse ona dokunamaz.
Fakat verimlilik açısından ele alındığında Razi'nin yorumu daha uygun
olabilir. O zaman Muhammed Esed gibi rabve kelimesine "verimli topraklar"
manasını verebiliriz. Bostanın, ovada verimli topraklar üzerinde olacağı
fikrini tabii karşılıyoruz. Bir sağnak düştüğünde ürününü iki kat verir.
Sağ-nak olmadığında çisinti ile de ürününü verebilmektedir. Her iki manayı bir
araya getirirsek, Allah rızasını elde etmek ve şahsiyetini geliştirmek için infak
eden kişinin yüce ruhlu, dağ gibi sağlam ve oturmuş şahsiyetli, bostan gibi kat
kat ürün veren bereketli ve verimli bir gönle sahip olduğu anlaşılır. Bu insan
hem kendini bu hale getirmekte, hem de toplumu cennete çevirmektedir. Öldükten
sonra gideceği cennetin bir benzerini bu dünyada kurmaktadır.
Yüce Allah bu benzetmeyi, minnetsiz, eziyetsiz, riyasız, Allah rızasını
kazanmak ve şahsiyetini kuvvetlendirmek için yapılan ekonomik yardımın eğitim
açısından ne kadar etkili olduğunu, ferde ve topluma neler getirdiğini,
maddenin manaya nasıl dönüştüğünü açıklamak; toplumdaki ihtiyaç sahiplerinin
elinden tutmanın Allah katında ne anlama geldiğinin bilincini vermek ve bu
ameli teşvik etmek; aç olan insanların bütün kötülüklere açık olduğunu, bunun
çaresinin de cömert davranmaktan geçtiğini vurgulamak için yapmaktadır. İnfak
eden insanın, amelinin zayi olacağını, değerlendirmeye tabi tutulmayacağını
asla düşünmemesi için Allah ayetin sonunda "Allah yaptığınız her şeyi
görür" buyurmaktadır. İnsan, yaptığı hayrın karşılığını hemen görmek
istediği için, daha ziyade görebileceği maddî yapılara yardımda bulunur.
Amelinin neticesini hemen göremeyen insana Yüce Allah ayetin bu kısmında
"Ben görüyorum" demek suretiyle manevî getirişi olan yatırımlara
teşvik etmektedir. "Balık bilmezse Hâlık bilir" sözü de bunu ifade
etmektedir. Yüce Allah, görülüp değerlendirilmeyen amellerin insanlığın
hayatından çekilip gideceğini bilmektedir. Akabe'yi (sarp yokuşu) tırmanıp
dağın tepesine çıkma fedakarlığında bulunan insanın amellerinin ortada
kalması, gelecek amellerin olmaması demektir. İşte gelecek amellerin ölü
doğmaması, dağa tırmanan cömert insanların çoğalması için Yüce Allah, "Ben
yaptıklarınızı görüyorum" yani değerlendirmeye tabi tutuyorum demektedir.
Böylece ameller leş gibi ortada kalmayıp, insan ruhunda ve toplumun hayatında
gıdaya dönüşür ve insanların hayatını cennete çevirir.
[33]
266. Sizden kim arzu eder ki, hurma ve üzüm bağları bulunan ve içinden
ırmaklar akan, ayrıca içinde meyvenin her çeşidi bulunan bir bahçesi olsun da
tam kendisine ihtiyarlık çöküp, küçük ve güçsüz çocuklarının bulunduğu bir
anda ateşli bir kasırga kopsun ve bahçesini kasıp kavursun? İşte Allah size
böylece delilerini açıklıyor ki, dü-şünesiniz.
Yüce Allah, Bakara/261 'den itibaren infakın önemini, Allah rızası için
ya-pıldığındaki getirişi ile; başa kakma, eziyet ve riyanın eşlik ettiği
infakın götürüşünü ele almış ve benzetmelerle açıklamıştır. Minnet, eziyet
içinde yapılan infakı "çıplak kayaya", Allah için ve kendi
şahsiyetini kuvvetlendirmek için yapılan infakı ise "verimli bostana"
benzetmiştir. Bu benzetmeleri Yüce Allah ayetin sonunda üzerinde düşünülmesi
gerekli olan ayetler olarak nitelendirmektedir.
Ayetin sonunda yer alan ve "Umulur ki düşünürsünüz!belki düşünürsü-nüzldüşünesiniz
diye" şeklinde mana verilebilecek ibaresi, bu açıklamaların insanın
düşüncesini harekete geçirmek amacıyla yapıldığını ifade etmekte ve böylece
infakın ferdî ve toplumsal faydalan ve bunları ortadan kaldıracak olan zararlı
davranışlar üzerinde düşünüp en iyi olanı tercih yetkisi kula bırakılmaktadır.
İnfakın işe yarayanı ile yaramayanını bildiren Yüce Allah, tercihi
kuluna bırakmakta ve bu tercihte düşüncesinin rol oynamasını istemektedir. Zira
düşünce, kulun yanılgısını ortadan kaldıracaktır. İnfak gibi bir amel
düşünceden uzak yapılırsa, içindeki yabancı maddelerin farkına varılması mümkün
olmaz. Böylece infak konusunda Yüce Allah'ın öğretim ve eğitiminin amacının
düşünce olduğu anlaşılmaktadır. Diğer taraftan düşünme denen beyin eyleminin
başına Ja (lealle) edatını koymakla Yüce Allah, 'ihtimal' kavramını devreye
sokarak, insan iradesinin etkin olduğu bir konuda kesin konuşulama-yacağı
mesajını da vermektedir. Eğer Allah düşünmek zorundasınız deseydi, bu kelimeyi
düşünmenin başına getirmezdi. Böylece Allah Teala kulunun dü-şünce hürriyetini,
bu 'ihtimal' kavramıyla ilan etmekte, düşünmeme tercihine de dikkat
çekmektedir.
Demek ki, (Belki düşünürsünüz) ifadesi, bir taraftan öğretimin
amacına, diğer taraftan da davranıştaki ihtimal ve hürriyete dikkat çekmektedir.
Bundan hareket ederek diyebiliriz ki, öğretim faaliyeti özellikle davranışlar
ve ibadet konusunda doğru düşünmeyi hedef edinmeli ve insanlara ibadet ve
davranışları üzerinde düşünüp analiz yapma alışkanlığını kazandırmalıdır.
Bakara/266 ayetinin ilk cümlesi olan "Sizden kim ister..."
ifa-desindeki 'istemek' kelimesi olgunlaşmış sevgi manasına gelen (vedde) ile
ifade edilmekte ve böyle bir isteğin olamayacağı, böyle bir şeyi kimsenin
istemeyeceği vurgulanmaktadır. Bu, sadece bir isteği değil, sevginin mayaladığı
şiddetli ve derinliği olan bir isteği ifade eder.
Ayette yer alan cennet kavramını maddî anlamda bir sembol olarak alırsak,
"bostan" manası verebiliriz. Yüce Allah bunu; hurma, üzüm ve her türlü
meyvenin bulunduğu, içinden ırmakların aktığı bir bostan olarak nitelendirmektedir.
Böyle bir bostana sahip olan kimsenin, onun yok olmasını istemesi mümkün
müdür? İhtiyarlayıp da geride aciz çocuklar bırakacak olan kimsenin, tek gelir
kaynağı olan bostanını bir kasırganın yakıp kavurması o insana elem verdiği
gibi, Allah rızası için yapılmayan ameller de hüsrana sebep olur. Allah rızası
için yapılan ameller, gelecek nesil için güçlü bir manevî ve kültürel alan
oluşturacak ve o toplumun bıraktığı kültür bahçesi yanıp kül olmayacaktır.
Riyadan, minnet ve eziyetten uzak olarak yapılacak iyi ameller, toplumu cennete
çevirecektir. Toplumu ihtiyarlatacak ve geriye zayıf nesiller bırakmasına sebep
olacak davranışlardan sakınılmasım isteyen Yüce Allah, bu konuda aklın kullanılmasını,
düşünülmesini istemektedir.
Yine ayetteki 'cennet' kavramını, iyi ameller üreten insanın gönlüne
benzetebiliriz. Bir önceki ayette yer alan
(Nefsini kuvvetlendirmek i-çin) ifadesini, bu ayetteki 'cennet'
kavramına bağlayarak; ruhu kuvvetlendirmenin, gönlü cennete çevirmek demek
olduğunu söyleyebiliriz. Sadece Allah rızasını umarak yapılan ibadet ve
davranışlar insan gönlünü cennete çevirir. İbadete Allah rızasının dışında bir
niyet karıştırmak, gönül cennetini çöle çevirir. Minnet, eziyet ve riya bir
kasırga gibi gönül bahçesindeki bütün bereketi yakıp kül eder. O gönüle sahip
olanın bütün enerjisini yok ederek ihuyarlatır, neslinin de güdük kalmasına
sebep olur. Çöle dönmüş bir gönüle, manevî gücü yok olmuş bir nesle sahip
olmayı kim ister? İşte Yüce Allah'ın, soruyu, reddetme anlamında sormasının
manası budur.
[34]
267. Ey İman edenler! Kazandıklarınızın temizinden ve rı-zık olarak yerden çıkarttıklarımızdan infak edin. Size verildiğinde, gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki, Allah zengindir, övgüye layıktır.
Müfessirler, ayetin nüzul/iniş sebebi olarak, bazı müslümanlann mallarının
adi olanını infak etmelerini göstermektedirler.
Kısımlara ayırarak ayetin açıklamasını yapmaya çalışacağız.
1.
(Ey inananlar! İnfak edin!)
Müfessirler "infak edin" emrinin, zekatla birlikte sadakayı
da kapsayıp kapsamadığını tartışmışlardır. Bu tartışmaya girmenin bir faydası
olacağına inanmıyoruz. "İnfak edin" emriyle, zekatın kasdedilmediği
fikrindeyiz. Zira infak başka, zekat başka bir şeydir. Farkları ortadayken
infak ile zekatı ayni-leştirmek doğru olmaz.
Bilindiği gibi zekattan sadece fakir istifade eder ve miktarı bellidir;
infak ise her alanda sınırsız olarak yapılabilir. Öyleyse ayetteki "infak
edin" emrini, "zekat verin" şeklinde anlamak doğru olmaz. Zaten
kelimenin kendisi ne olduğunu ifade etmektedir. O zaman şu soru karşımıza
çıkacaktır: Zekat farzda, infak nafile midir? Bizim Kur'an'dan anladığımıza
göre, infak da farzdır. İnfakın farz olup olmadığım tartışmak yersizdir;
Allah'ın emri olduğundan farziyeti kesindir.
2. (Kazandıklarınızın
iyilerinden ve size yerden çıkardıklarımızdan...)
[35]
'Kazanılan' kavramı ticaret mallarından elde edilen gelirlerle birlikte
ziraî ürünleri de ifade edebilir. "Size yerden çıkarttığımız"
ifadesi de ziraî ürünleri kapsamaktadır. Burada açıklanması gerekli olan
(tayyibât) kelimesidir: Bu kelime tabe fiilinden türemiş olup sözlükte iyi
olmak, hoş olmak, uygun olmak, sevinç vermek, tat vermek, memnun edici olmak,
olgunlaşmak, olgunlaştırmak, hastanın iyileşmesi manalarına gelmektedir.
Kur'an'daki manaları ise şunlardır:
1. Beğenmek
Nisa suresinde bir erkeğin bir kadına karşı olan beğenisini ifade etmek
için kullanılmaktadır:
Eğer yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız beğendiğiniz
kadınlardan ikişer, üçer, dörder alın... [Nisa/3]
Muhammed Esed, ayette geçen (tâbe) kelimesine, "size helal
olan" manasını vermiş; böylece beğenmenin hukukî sınırlarını da koymuştur.
Peki ayete böyle bir mana verilmesi uygun mu? Zira 'beğenme' psikolojik bir oluşum
iken, 'helallik' hukukî bir kavramdır. Doğal olarak, insan kendine helal
olmayan kadınla evlenemez. Öyleyse ayetteki tabe kelimesine, "beğenme/hoşa
gitme" manasının verilmesi daha uygun olur.
2. Hoş olmak
Zümer/73'te, muttakiler cennete sevkedilirken, cennetin kapısında bekleyen
melekler onları selamlayacak ve "Hoş geldiniz" diyeceklerdir. İşte bu
iiİ (hoş geldiniz) ifadesi (tâbe)
kelimesinden türetilmiştir.
3. Gönül hoşluğu ile
bağışlamak
Nisa suresinde şu ifade yer almaktadır:
(Kendi azalarıyla bir kısmını
size bırakırlarsa...) [Nisa/4]
Kelimenin buradaki manası bağışlamak, bırakmaktır.
4. Mutluluk
İman eden ve iyi davranışta bulunanlar için bu dünyada huzurlu, mutlu
bir hayat; ahirette de varılacak yerlerin en güzeli ayrılmıştır. [Ra'd/29]
Ayetteki ifadesine, "ne mutlu" manası verenler vardır.
"Onlar için mutluluk vardır" manası da verilebilir. Her iki manada da
'mutluluk' kelimesi yer almaktadır.
5. İyi ve güzel
De ki: "Kötü ve çirkin olan şeyler ile iyi ve güzel şeyler
mukayese edilmez". [Maide/100]
Bu ayette tayyib kelimesi, (habîs=kötü) kelimesinin karşıtı olup yerine
göre iyi, yerine göre güzel anlamına gelmektedir.
6. Bereketli, verimli
Tayyib kelimesi toprakla ilgili olarak kullanılınca, verimli münbit ve
bereketli manalarına gelmektedir:
Bereketli toprak ki, onun ekini Rabbinin izniyle fışkırır. [A'raf/58]
7. Saf
Hatadan arınmış, doğru ve tutarlı bilgiyi ifade için Hac suresinde
geçmektedir:
Çünkü böyleleri sözün en iyisine, en tutarlısına yönelmekteler...
[Hac/24]
İbareye, "Sözün en doğru olanına yönelmekteler" manasını
vermemiz de mümkündür. Söz, bilgi manasına alınınca, bilginin en doğru, en
güzel, en tutarlı ve en arınmış olanı akla gelir.
8. Temiz
Tayyib kelimesi 'temiz' anlamına kullanılınca iki boyutlu bir mana
ifade etmektedir:
a. Nisa suresinde şu ifade yer
almaktadır:
(O zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin). [Nisa/43]
Toprağın sıfatı olarak kullanılınca, toprağın temizliğini (burada teyemmüm
yapılacak topraktır) ifade etmektedir.
b. Âl-i İmran suresinde
"neslin temizliği" anlamına gelmektedir:
Aynı yerde Zekeriyya Rabbine yalvardı: "Ey Rabbim! Rahmetinle bana temiz bir nesil bağışla, zira sen her yakarışı duyarsın". [Âl-i İmran/38]
Hz. Zekeriyya sağlam, güzel ve temiz şahsiyetli bir nesil istemektedir.
Buradaki "temiz nesil" kavramı, Meryem suresinde. (Katından bana bir
veli bağışla) [Meryem/5] şeklinde yer almakta; temiz nesil, veli olarak ifade
edilmektedir. Çocuğun veli veya temiz olması, temiz şahsiyetli olması anlamına
gelir. Bu kavramlar birbirlerini tefsir etmektedir.
9. İffet
Tayyib kavramı Nur/26'da cinsel ahlâk bakımından iffeti ifade
etmektedir: İffetli kadınlar namuslu erkeklere; namuslu erkekler iffetli
kadınlara yakışır.
Ayette erkekler için 'namuslu', kadınlar için 'iffetli' manasını
verdiğimiz kavram 4$ (tayyib) olup cinsel ahlâk bakımından leke almamış temiz
ruhlu erkek ve kadmı ifade etmektedir.
10. Arınmışlık
Onlar ki, bir annmışlık hali içindeyken melekler, "Size selam
olsun, hayattayken yaptıklarınızdan dolayı girin cennete" diyerek
canlarını alırlar. [Nahl/32]
Ruhunu, yani kalbini günah kiri ile kirletmemiş ve manevî ihtiyaçları
için en güzel olanı yapan insanların ölüm anındaki durumunu anlatan bu ayette,
cennete gidecek kadar annmışlığı ifade için bu kelime kullanılmaktadır.
11. Güzel ve ferahlık
Yüce Allah, Tevbe/72'de mü'min kadın ve erkeklere nasıl bir cennet
va-adettiğini anlatırken, oturacakları meskenin özelliklerini açıklar ve bu
kavramı kullanır:
(Adn cennetinde güzel ve ferah evler):
Manevî aleme ait olup, maddî bir şey gibi anlatılan objenin özelliğini
ifade için bu kelime kullanılmıştır.
12. Elverişli
Yunus/22'de rüzgarın sıfatı olarak kullanılan bu kelimeye 'elverişli'
manası verilmektedir:
(Elverişli bir rüzgarla).
Yelkenli gemileri denizde hareket ettirecek oranda bir rüzgarı ifade
için kullanılmaktadır. Ne gemiyi hareket ettiremeyecek kadar az, ne de
sarsıntıya sebep olacak kadar fazla olmayan, tam kıvamında olan bir rüzgarı ifade
etmektedir. Aslında "hoş bir rüzgar" denebilirdi; ama ayette gemiyi
hareket ettirdiğinden bahsedildiği için 'elverişli' demeyi uygun bulduk.
13. Sağlam
Yüce Allah, İbrahim suresinde tayyib bir kelimenin/sözün özelliğini
anlatırken, kökleri yerde sağlam; dallan gökte olan bir ağacı örnek verir:
Allah'ın sağlam bir söz için nasıl bir misal verdiğini görmüyor
musunuz? Kökü sapasağlam, dallan göğe doğru uzanan bir ağaç gibidir o.
[İbrahim/24]
Ayetteki (tayyib) kelimesi, hem bilginin yani sözün, hem de ağacın
sıfatı olmaktadır. "Kökleri yerde" ifadesiyle ağacın, dolayısıyla
bilginin sağlamlığı, "dallan gökte" ifadesiyle de insanı yüceltici
olduğu vurgulanmaktadır. Köklerinin yerde olmasıyla, gıdayı geçmişten alan,
dallanmn gökte olmasıyla da meyvesini gelecekte, yücelerde veren bilgiye
işaret edilmektedir. Bütün bu manalardan 'sağlam' anlamını uygun bulduk.
[36]
Verilen bu manalardan hareket ederek Bakara/267'ye dönersek, oradaki 4$
(tayyib) kelimesine değerli, güzel, insanlann ihtiyaçlannı gidermeye elverişli
manalannı verebiliriz. Ayet, kişinin gönül ferahlığı ile alabileceği değerde
olan bir maddenin infak edilmesini öngörmektedir. Ayette geçen habis kavramı
da, tayyib kelimesine verdiğimiz manalann karşıtı olup adi, kötü, pis, sağlam olmayan,
bayağı, kirli, tehlikeli, yaramaz, üzüntü verici, dert, kötü niyetli, bozuk,
kusurlu, uğursuz manalanna gelir.
1. Çorak
Habîs kelimesi, A'raf/58'de verimli anlamına gelen tayyib kelimesinin
karşıtı olup; çorak, ya da verimsiz manasını ifade etmektedir. Toprak ve arazi
için kullanılınca bu manaya gelmektedir.
2. Kötü
Âl-i İmran/179'da "Sonunda Allah iyiyi kötüden ayıracaktır"
ifadesi yer almaktadır. Burada da habîs kelimesi, tayyib kelimesinin
karşıtıdır.
3. Pis
Nisa suresinde şöyle buyurulur:
Yetimlere mallarını verin, temizi pis olanla değişmeyin. Onların
mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin; çünkü bu, büyük bir günahtır.
[Nisa/2]
Ayette, sahibinin izni olmadan bir malı, kendi malına katarak kul hakkı
yemek ve böyle büyük bir günah işlemek, habîs olarak nitelendirilmektedir.
4. İffetsiz
Nur/26'daki tayyib kelimesine -kadınlar için- iffetli, -erkekler için-
namuslu manasını vermiştik. Habîs kelimesi de aynı ayette bunun karşıtı olarak
kullanılmış olup "iffetsiz, namussuz, lekeli" anlamlarına
gelmektedir. Cinsel ahlâk bakımından bu kavram, iffetine sahip çıkamayanların
sıfatı olarak kullanılmaktadır.
5. Çürük
İbrahim/24'te de birbirlerinin karşıtı olarak kullanılan tayyib
kelimesine, 'sağlam', habîs kelimesine de "sağlam olmayan, çürük, kökü
olmayan, göğe uzanmayan" manaları verilebilir:
Kötü bir sözün misali, gövdesi yerden koparılmış, o yüzden ayakta durma
imkanı olmayan bir ağaca benzer. [İbrahim/26]
Köksüz bilgiyi ifade etmek için kullanılan bu kelime, sağlam olmamayı,
çürüklüğü, geçicilik ve faydasızlığı ifade etmektedir.
6. Çirkin
Yüce Allah, Enbiya suresinde cinsel bir sapıklık olan homoseksüelliği
ifade etmek için bu kelimeyi kullanmıştır. Biz burada
"çirkin/iğrenç" manasını vermeyi uygun bulduk:
Ve Lut'a da hüküm ve ilim verdik; onu, çirkin/iğrenç işler yapmakta
olan memleketten kurtardık. Zira onlar, gerçekten fena işler yapan kötü bir
topluluktu. [Enbiya/74]
Buradaki (habîs) kavramı, kötü ve fena anlamına gelen su' vefısk
kavramlarına denk bir kötü davranışı; zinadan çok daha kötü olan cinsel sapıklığı:
erkeğin erkekle ilişkisini ifade etmektedir. Çünkü erkeğin kadınla ilişkisi
nikahla meşrulaştırılabilir, ama erkeğin erkekle ilişkisi asla
meşrulaş-tınlamaz. İşte Yüce Allah, bu çirkin davranışı ifade için habis
kelimesini kullanmaktadır.
Bakara/267'de yer alan (Adi şeyleri vermeye yeltenmeyin) ibaresi;
değersiz, adi, insanların ihtiyaçlarını gidermeye elverişli olmayan defolu
mallan ifade etmektedir. Zaten ayetin devamı da bu kavramı açıklamaktadır:
(Size verildiğinde küçümser bir şekilde bakışlarınızı çevirmeden kabul
etmeyeceğiniz bayağı şeyleri seçmeyin).
Demek ki buradaki habis kavramı, yüzü ekşitmeden alınamayacak kadar
adi, işe yaramaz, vasıfsız, defolu mal anlamına gelmektedir ki sahibinin kullanmaya
değer bulmadığı bir malı fakire vermek demektir.
Ayetin bu kısmında geçen (tuğmidû) kelimesi ğameda fiilinden türemiş
olup sözlükte gözü kapalı olmak, yerin çukur olması, evin ana yoldan uzak ve
gizli olması manalarına gelmektedir. Ayette ise "göz yummak" anlamını
ifade etmektedir. Aslında bu kavram, insanın içinden geçen duygunun yüze
vurmasını ve beğenmemezliği göstermektedir.
(Allah kendi kendine yeterlidir, her zaman övgüye layık olandır). Yüce
Allah ayetin bu kısmında, kendisi ile ilgili bazı sıfatların bilinmesini istemektedir.
Bu bilgi, ayetin muhtevasında yer alan konunun temelini oluşturacaktır. Ayetin
bu kısmında, fakirlere yardımda bulunurken, işe yarayan iyi şeylerin
verilmesi, kendine verildiğinde gözünü yummadan alamayacağı faydasız, adi
şeylerin verilmemesi emredilmektedir. Bu ahlâkî kurala, dinin emri olarak
kutsal kitabında yer veren Yüce Allah, bizzat kendi yaptığına dikkat çekerek
emrin yerine getirilmesini istemektedir. Ayetin sonunda (müstağni/zengin)
olduğunu, bu nedenle infaka ihtiyacı bulunmadığını beyan ederek infakın
kendisine değil, kendi nzası için fakire verilmesini ve karşılığının infak
edene ödeneceğini açıklamaktadır. înfak eden kimse, karşılığını görecektir.
Çünkü Allah ihtiyaçtan müstağnidir. Bu sıfatını zikretmekle Yüce Allah,
infakın karşılığının ne olacağı sorusunu cevaplandırmaktadır. İnfak edene,
sahip olduğu bütün nimetleri O verdiği ve bu konuda bütün hüküm ve
açıklamaları O yaptığı için hamid'tir/övgüye layıktır. Yüce Allah kendisine
mal verilmesini değil, hamdedilmesini istiyor. Sahip olunan nimetin kaynağının
Allah olduğunu bilmek ve bu nedenle O'na hamdetmek her müslümanın görevidir.
İşte infak, bu bilgi temeli üzerine oturmalı ve bu bilincin ışığında tatbikata
konulmalıdır.
Eğitim açısından ayetin bütününe bakacak olursak üç psikolojik, bir de
sosyolojik olgunun bir araya geldiğini görürüz. Psikolojik olgular; infak edilen
insanın gönlünde oluşanlarla alakalıdır. Ayette geçen j& (ğamz) kavramı
yeryüzünün alçakta kalan ve kolay görülmeyen kısmını ifade etmektedir. Onun için
gülme esnasında yüzde oluşan çukurlara 'gamze' denir. Yüce Allah ğamz
kelimesine psikolojik bir anlam yüklemektedir. İnfak edilen şey, infak edilen
insanın gönlünde bir çukur oluşturmamalıdır. Adi şeyler infak edilirse,
karşıdaki insanın gönlünde ister istemez bu çukur oluşturur. İnfak edilenin
gönlünde bir sevinç ve bir ferahlık oluşturmak için de (tayyib) olanın infak
edilmesi gerekir. İşe yarayan iyi şeyin infak edilmesinden asıl maksat,
fakirin gönlünde bu oluşumun meydana gelmesidir. Diğer taraftan "biliniz"
emriyle de bu konuda Yüce Allah müslümanlara bir bilinç kazandırmayı
hedeflemektedir. Yine, infak, fakirlikle mücadele eden bir ibadet olması
sebebiyle, toplumun ekonomik yaralarını sarmakta ve onları tedavi etmektedir.
Böylece fakirliğin toplum hayatında açtığı sosyal yara çukurlarını da doldurup
tedavi etmektedir. Bir yara, işe yaramayan ilaçlarla tedavi edilemeyeceği
gibi, gönüldeki ve sosyal hayattaki yaralar da işe yaramayan malı infak etmekle
tedavi edilemez.
Böylece Yüce Allah malî bir ibadetin, nasıl psikolojik ve toplumsal faydalara
dönüştüğünü açıklamakta ve müslümanlara ibadetin faydalan konusunda ince
dersler vermektedir.
[37]
268. Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve cimriliği emreder. Oysa Allah
size bağışlamasını ve lütfunu vaadeder. Allah'ın lütfü boldur ve O, her şeyi
bilir.
înfakın önemini anlamanın bir yolu da, şeytanın onunla aşırı bir
şekilde ilgilendiğini bilmektir. Şeytanın bu aşın ilgisine karşılık, Allah da
insanı onun etki alanından kurtarmak için infakta bulunana büyük ödüller
vaadet-mektedir. İnsanı infak yapmaktan alıkoymak için şeytanın baş vurduğu iki
kademeli bir metod vardır. Bu metodun analizini yaparak ayetin açıklamasına
devam edebiliriz:
[38]
1. (Şeytan sizi fakirlikle
korkutur).
Ayetin bu kısmında (fakr) kavramını açıklayacağız. Sözlükte fakr bir
yeri kazmak, delmek, bir şeyi kırmak, malın yok olması, muhtaç olmak, afet,
felaket, bela, hırs, yarık manalarına gelmektedir. Fakirlik kavramının bu
manalarından hem psikolojik, hem sosyolojik, hem de ekonomik anlamlar çıkartmamız
mümkündür. "Bir yeri kazmak" manasıyla fakr kavramı, hem ferdin, hem
de toplumun hayatındaki bütün dengelerin kazılmasını, erozyana uğramasını ve
delikler açılmasını ifade etmektedir. Fakirlik, ferdin ruhunda ve sosyal
dengelerde büyük yaralar açmaktadır. Ekonomik yapıda meydana gelen bu
kırılmalar, ekonominin fay hattında meydana gelen derin depremlerin
sarsıntıları, psikolojik ve sosyolojik alanları etkisi altına alarak felaket haline
dönüşmektedir.
'Yarık' manası ile fakirlik, toplum hayatındaki parçalanmalara,
kavgalara ve sosyal hastalıklara işaret etmektedir.
Şeytan infakta bulunan kişiyi, fakirlik afetiyle korkutmaktadır.
Şeytanın, insandaki korku motifini kullanmasını Yüce Allah'ın insanlara
anlatması, şeytanın hangi eşikten girerek etki altına aldığını öğretmek amacına
yöneliktir. İnsanın iman zayıflığı, rızkını Yüce Allah'ın planladığına dair
inancının zayıflığı, korku kapısından şeytanın girmesine neden olmaktadır.
Aslında şeytanın insanı infaktan alıkoymak için fakirlikle korkutması nihai
amacı değil, cimriliğe sevketmesinin ilk basamağıdır. Korku ile sindirdiği
insana emretmeye başlamaktadır. Dikkat edilirse ayet, önce korkutma, sonra da
emretme eylemini gündeme getirmektedir. Şeytan fakirlik korkusunu insanın kalbine
salarak, tüm manevî dengelerini alt-üst etmekte; dengeleri bozulan manevî
yapının, şeytanın emri altına girmesi kolaylaşmaktadır. İnsanın manevî
yapısının alt-üst olduğunu gören şeytan cimriliği emretmeye başlamakta; artık
insanı emri altına alabilecek ortamın hazır olduğunu görerek fakirlikle
korkutmayı, cimriliği emretme eylemine dönüştürmektedir.
2.
Ayetin bu kısmında geçen
(fahşâ) karvamına bütün alimler 'cimrilik' manasını vermektedirler.
Yüce Allah şeytanın bu iki eylemini haber vermekle, cimrilik ederek infakta
bulunmayanların, fakirin elinden tutmayanların bu eylemlerinin hangi nedene
dayandığını gözler önüne sermektedir. Şeytanın fakirlikle korkutması,
cimriliği emretmesi sebep, infakta bulunulmaması ise sonuç olmaktadır. Böylece
Allah Teala, sebep-sonuç ilişkisini kurarak, insan eylemlerinin analiz
edilmesini öğretmektedir. Diğer taraftan şeytanın hangi duygulan kullanarak
inşam etki altma aldığını göstererek bilinçlendirme yolunu tutmaktadır. Nerede
fakirlik korkusuyla cimrilik yapılıyorsa, orada şeytanın faaliyet gösterdiğini
bildirmektedir.
3. (Oysa Allah, size
bağışlamasını ve lütfunu vaad eder).
Şeytan fakirlikle korkutup cimriliği emrederken, Allah bağışlama ve
lütuf vaadetmektedir. Burada, "Allah infaka, fedakarlığa, cömertliğe
çağırır" denmesi gerekmez miydi? "Bağışlama/mağfiret" kavramı,
infakın/cömertliğin meydana getirdiği temizliği ifade etmektedir. Çünkü sadaka
vermek, infakta bulunmak, zekat vermek insanın hem malının, hem de ruhunun temizlenmesini
ve günahlarının silinmesini temin eder. 'Mağfiret', günahların temizlenmesi
anlamına gelmektedir. Bunu Tevbe/103 ayetinden çıkarıyoruz:
Onların mallarından bir sadaka al, ki bununla kendilerini temizlemiş ve
iyiliklerini bereketlendirmiş olursun.
Bu ayette zikredilen "sadakanın temizlemesi", yorumunu
yapmakta olduğumuz Bakara/268'deki "günahları bağışlama" ifadesine
denk düşmektedir. Birinde sadakanın temizlenmeye, diğerinde infakın
bağışlanmaya vesile olduğunu görüyoruz. İnfakla sadakayı, temizlenme ile
bağışlanmayı eşitlersek iki ayetin birbirini tefsir ettiğini anlarız.
Öyleyse Allah'ın bağışlama vaadi, infak etmeye ve dolayısıyla günahlardan
temizlenmeye davet etmektir. Şeytanın cimriliği emretmesine mukabil, Allah
cömertliğe davet etmektedir.
Tevbe/103'te (bereketlenme), Bakara/268'de ise (fadl= lütuf) kavramı
yer almaka ve iki kavram birbirini tefsir etmekte; bereketlendirme ile
lütfetme aynı manaya gelmektedir. Yapılan yardımın, verilen sadakanın yerine
bu dünyada başka nimetin fazlasıyla konmasına fadl/ilahî lütuf dendiği gibi,
tezkiye/bereketlendirme de denebilir.
2.
(Allah'ın lütfü boldur ve O,
her şeyi bilir).
Yüce Allah mahlukatı hem yaratmış, hem de ona sürekli lütfetmektedir.
Yaptıklarına karşılık kullara daha fazlasmı verme kudretine sahiptir; çünkü O
egemenliğinde sınırsızdır.
Diğer taraftan Allah her şeyi bildiğinden, lütfunda bir eksiklik
sözkonusu olmaz. Lütfuna, bilgisi eşlik ettiği için ayetin sonunda lütuf ve
ilim sıfatlan birlikte zikredilmiştir. Kudreti, egemenliği, lütfü ve bilgisi
sonsuz olan Allah dururken, insanların şeytanın çağırışına uyup cimrilik
yapmalarının yanlışlığı, ayette geçen kelime örgüsüyle ifade edilmektedir.
Şeytan insanı fakirlikle korkutması ve cimriliği emretmesi ile Allah'ın
bağışlama ve lütuf vaadetmesinin ne manaya geldiği bilincini insana kazandırmayı
amaçlayan bu ayet, insan aklının ve düşünme yetisinin faaliyet alanını da
belirlemektedir.
[39]
269. Allah dilediğine hikmeti verir; kime hikmet vermişse, ona büyük
servet verilmiştir. Ama akıl sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.
Bu ayetin temel konusu hikmet, değer, düşünmek ve akıldır. Şimdi bu
kavramların ekseni olan hikmeti ele alalım:
Hikmet kavramının kökü 'hakeme' fiili olup sözlükte hükmetmek, bir görüş
beyan etmek, karar vermek, kabul ettirmek, ceza vermek, yönetmek, idare etmek,
otorite sahibi olmak, emretmek, hakim olmak, kontrol etmek, zaptetmek, mani
olmak, durdurmak, atamak, seçmek, ileri götürmek, dava açmak, kusur bulmak,
kuvvetlendirmek, işi sağlamlaştırmak, iyi yapmak, ma-hirane iş görmek,
mütahassıs olmak, bir şeyi adamakıllı, dikkatli ve mükemmel yapmak, bir dile
hakim olmak, bir kimsenin kendi yoluna sahip olması, fikirlerin, inanç ve
adetlerin bir toplumda yerleşip kök salması manalarına gelmektedir. Çoğulu
ahkam olan hükm kalıbı da, hikmet, anlayış, verim; hakem kalıbında Allah'ın
isimlerinden biri; hükmi kalıbında meşru, kanuna uygun manalarına gelmektedir.
Hikmet felsefe, adalet, ilim, peygamberlik, basiret, akıllılık, genel
kaide, düstur, vecize manalarına gelmektedir. Hikmetin kökü ha-ke-me fiili ise
Kur'an'da şu manalara gelmektedir:
[40]
1. Sağlamlaştırmak
Hac/52'de şu ifade yer almaktadır:
(Sonra Allah ayetlerini sağlamlaştırır).
Buradaki "ayetleri sağlamlaştırma" eylemini anlayabilmek
için, ayetin önceki kısımlarına bakmak gerekir: Peygamberler bir şey yapmayı
arzu edince, şeytan onları oyalamaya girişir. Ama Allah şeytanın verdiği
vesveseyi ortadan kaldırıp ayetlerini sağlamlaştırır. Buradaki
sağlamlaştırmak, kalbine yerleştirmek, açık ve anlaşılır, birbirini açıklayacak
hale getirmek demektir.
2. Hüküm vermek
Allah, emaneti ehline vermenizi, ne zaman insanlar arasında hüküm
verecek olursanız adaletle hükmetmenizi emreder. [Nisa/58]
Ama anlaşamadıkları şeyler konusunda kıyamet günü aralarında hüküm verecek
olan Allah'tır. [Bakara/113]
Birinci ayette insanın, ikinci ayette ise Allah'ın hüküm vermesi
zikredilmektedir. Demek ki, hikmet kavramının türediği ha-ke-me fiili çözülemeyen,
ihtilaf edilen meseleyi çözümlemek için verilen hüküm eylemini ifade
etmektedir. Öyleyse hikmet, çözüm üreten bilgi anlamına gelmektedir. İhtilafları
çözerken, hakkı-haklıyı tesbit etme, hikmetin özüdür.
3. Kanun
Ha-ke-me fiili isim kalıbında, yani hükm olarak alındığında kanun, açık
seçik hüküm manalarına gelir. Bu anlamı ile hikmetin hukukî anlamı ortaya
çıkmaktadır. Aslında "hükmetmek" manası ile de, hukukî bir eylemi
ifade ettiği anlaşılmaktadır. Maide suresinde 'kanun' manasında kullanılmıştır:
Yoksa onlar, cahiliye kanunu mu istiyorlar? [Maide/50]
Demek ki, bir cahiliye çağının kanunu, bir de aydınlık çağın kanunu vardır.
Öyleyse hikmetin özünü, aydınlık çağın kanunu teşkil etmektedir.
Âl-i Imran/7'de yer alan (Açık ve kesin hükümlü ayetler) ifadesin-deki
muhkemat kavramı 'hüküm' demektir. Açık ve kesin hükümlü demek ise, doğru kanun
demektir. Hukuk sistemini insanların yararına olacak şekilde düzenleyen hukukî
düşüncenin ürettiği kanun, hikmetin özünü teşkil etmektedir. Kanun, aklın
'lübb' ve 'hilm' boyutları tarafından üretildiğine göre, hikmet de bir ölçüde
onların ürünü olmaktadır.
4. Karar vermek
Allah'a çocuk iftirasında bulunan inkarcılar şöyle dedi: "Allah
kızları oğlanlara tercih etmiştir". [Saffat/153]
Onların bu iftirasına karşılık Yüce Allah "Ne oluyor size, nasıl
karar veriyorsunuz?" [Saffat/154] buyurmaktadır. (Nasıl karar veriyorsunuz?)
ifadesinde, "Nasıl değerlendirme yapıyorsunuz?" manası da vardır. Bu
manadan hareket edersek, hikmetli sözün, karar verilmiş bir söz olduğu ortaya
çıkar. Hikmette, karar verme, değerlendirme vardır.
5. Sağlam muhakeme
Âl-i İmran/79'daki (hükm) kelimesi "sağlam muhakeme"
yeteneğini ifade etmektedir. Yüce Allah ayette bir insana verdiği üç özelliği
ele almaktadır: Kitap, hükm ve peygamberlik. Kitap vahyi, hükm sağlam muhakeme
gücünü, nebi de peygamberliği ifade etmektedir. Buradaki hükm hikmet, hikmet
de sağlam muhakeme manasını taşımakta; Yusuf/22 ile Kasas/14 ayeti de bu manayı
teyit etmektedir. Her iki ayette de £İ (hükm) kelimesinden sonra (ilm) kelimesi gelmektedir. Demek ki hükm,
ilimden önceki bir oluşumu; bilgiyi meydana getirecek olan akim sağlam muhakeme
gücünü ifade etmektedir. Zaten akim muhakeme gücünün bulunmadığı yerde hikmet
meydana gelemez.
6. Düşünme yeteneği
Meryem/l 2'deki £İ (hükm) kelimesi, düşünme ve kavrama yeteneği anlamına
gelmektedir:
Çünkü o daha küçük bir çocukken, Biz ona doğru ve kuşatıcı düşünme yeteneği
vermiştik.
Ayetteki hükm kavramı, bir çocuğa doğuştan verilen doğru düşünme potansiyelini
ifade etmektedir. Demek ki, sağlam muhakeme ile doğru düşünme yeteneği,
hikmetin köklerinin insanın içinde potansiyel olarak bulunduğunu
göstermektedir. Sağlam muhakeme ile doğru düşünme yeteneği hikmetin
gıdalandığı iki kaynağı teşkil etmektedir.
7. Doğru ile yanlışı
ayırabilme yeteneği
Şuara/83'e Hz. İbrahim'in duasmda ye alan £1 (hükm) kavramı, doğru ile
yanlışı ayırabilme yeteneği ve bilgisini ifade etmektedir:
(Ey Rabbim! Bana hükmedebilme yeteneği ve bilgisi bağışla).
Buradaki (hükm) hem yetenek hem de bilgi olarak görülmeli ve ikisinin
hamurundan oluştuğuna dikkat edilmelidir. Doğru ile yanlışı ayırma manasına
gelen hükm, doğru ile yanlışı ayırmanın bir yetenek ve bir bilgi işi olduğunu
ifade etmektedir. Bu anlamıyla hükm hikmet, hikmet de basiret anlamına gelmektedir.
Çünkü doğru ile yanlışı ayırabilme yeteneğine aynı zamanda 'basiret'
denmektedir. Basiret de, gönül gözü anlamına gelmektedir. Bir insana hükm, ya
da hikmet verilmesi, gönül gözü verilmesi demektir. Göz, sadece görür, gönül
gözü ise hikmet üretir. A'raf/201'de şeytanî etki ile rahmani etkiyi
ayırabilme, basiret olarak nitelendirilmektedir.
8. Peygamberlik
Bakara/251 'de geçen 'hikmet' kavramı 'peygamberlik' manasına
gelmektedir:
Davud da Calut'u öldürdü; Allah ona hükümranlık ve hikmet verdi ve
istediği şeyin bilgisini öğretti.
Zemahşerî, Beydavî, Hâzin, Nesefî, İbn Abbas ayetteki 'hikmet' kelimesine
'peygamberlik' manası vermişlerdir.
Demek ki, her peygamber hikmet sahibidir. Bu durumda hikmet, peygamberlik
ile yetenekleri kullanma boyutunun toplamı; peygamberi düşünme yeteneğidir.
9. Kemale erdirici bilgi
Hikmet, bütün yabancı maddelerden arındırılmış, damıtılmış bilgi anlamını
da ifade etmektedir. Bu bilginin en önemli özelliği, insanı kemale/olgunluğa
ulaştırmasıdır. Yüce Allah Kamer suresinde hikmetin bu özelliğine dikkat
çekmektedir:
Son noktasına ulaşmış bir hikmet (gelmiştir onlara), ama uyarılar yarar
sağlamadı. [Kamer/5]
Son noktasına ulaşmış hikmet, insanı olgunluğa ulaştıran bilgi
demektir.
10. İlahî bilgi
Hikmet, Allah katında olan ve peygamberlere vahyedilen bilgidir. İsra
suresinde hikmetin bu manasına işaret
edilmektedir:
Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir, [lsra/39]
Bu anlamda, hikmetin bir parçası olan vahyin içerdiği mesaj, Allah'a
şirk koşmamak ve şirkin getirdiği cezadır [İsra/39]. Bu manada hikmet, şirkin
ne kadar kötü olduğunun ve neticesinin cehennem olacağının bilgisidir.
Diğer taraftan Lokman/12 ayetinde, hikmeti meydana getiren diğer ameller
açıklanmaktadır, ki bunlar Allah'a şükretmek, O'na karşı nankörlük etmemektir.
Allah'ın ihsan ettiği nimetlerin değerini bilip karşılığında şükretmek ve
nankörlük etmemek, hikmetin diğer bölümlerini oluşturmaktadır. Bu ayette
Lokman'a öğretilen hikmetin içeriği beyan edilmektedir.
Demek ki, istikbalde ateşten kurtulmak için şirk koşmamak, şükretmek ve
nankörlük etmemek, hikmeti teşkil etmektedir. Hikmetin özünü teşkil eden
ha-ke-me fiili çeşitli kalıplarıyla, "kanun koyucu" [Maide/50]
"hakim" [Bakara/188]; "hakem yapmak, hakemliğe baş vurmak,
hakimiyetine teslim olmak" [Nisa/35, 60, 65] anlamlarına gelmektedir.
Sağlamlaştırmak, hüküm vermek, kanun, karar vermek, sağlam muhakeme,
düşünme yeteneği, basiret, peygamberlik, ilahî bilgi manalanyla hikmet,
-söylendiği gibi- nazarî ve amelî olmak üzere iki boyutlu değil, psikolojik,
nazarî ve amelî olmak üzere üç boyutludur. Psikolojik boyutuyla hikmet, sağlam
muhakeme, düşünme yeteneği, doğru ile yanlışı ayıracak basiret denen gücü ifade
etmektedir. İsra/39 ayetini yorumlarken nazarî boyutuyla hikmetin derin bilgi,
ince ve derin bir gerçeği dile getiren söz anlamını ifade ettiğini söyleyen
Muhammed Esed, onun nazarî boyutuna dikkat çekmektedir. Mesela: İsra/39
ayetinde hikmetin bir parçası olan Allah'a şirk koşmamak, bir inanç şekli
olduğundan hikmetin nazarî; istikbalin cennet olması için gerekeni yapmak da
amelî boyutunu teşkil eder.
Peygamberlik anlamı ile ele aldığımızda hikmetin üç boyutunun bir araya
geldiğini görürüz: yetenek, vahy/bilgi ve tatbikat/amel. Yetenek, bilgi ve
amelî boyutlarıyla hikmet, peygamberlik müessesesini meydana getirmektedir.
Razi, Bakara/269 ayetinin yorumunda, hikmetin, nazarî ve amelî boyutuna
ilginç örnekler verir. Taha/14'te ise hikmetin hem nazarî, hem de amelî boyutunun
olduğunu söyler:
(Gerçek şu ki, Allah Benim; Benden başka ilah yok) ibaresi, nazarî
hikmettir.
(O halde sadece Bana kulluk et ve Beni anmak için namaz kıl) ibaresi
de hikmetin amelî kısmım teşkil etmektedir.
Diğer bir örnek olarak da Muhammed/19 ayetini verir:
(Bil ki, Allah'tan başka bir tanrı yoktur) ibaresi, nazarî hikmet; (Ve
günahına istiğfar et) ifadesi de amelî hikmettir. Hikmetin eğitimle ilişkisini
kurarken Nahl/125 ayetini dikkate almalıyız:
Sen, Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et!
"Davet etmek" bir din eğitimi meselesidir. Eğitimde hikmetin
yer almasını isteyen bu ayet, hikmetle eğitimin yalan bir ilişki içinde
olmasını şart koşmaktadır.
"Hikmetle Allah'ın yoluna davet etmek" kesin delillerle
yapılacak olan eğitimi ifade etmektedir. Olayların, sebep-sonuç ilişkisini
kurarak açıklanması, varlıkların yaratılış amacmın ortaya konması, tabiat
bilimlerinden deliller getirilerek insan aklının ilahî kudreti anlamaya
sevkedilmesi bu manada hikmettir. Diğer taraftan bu ayetteki hikmet, tatbik
ederek, yaşayarak Allah'ın yoluna davet etme anlamına da gelebilir. Güzel Öğüt
de hikmetin nazarî boyutunu teşkil edebilir. Bu durumda şu kaide ortaya çıkar:
Önce tatbikat, sonra davet. Bir fikrin, -tatbikat olmadan- sadece söylenmesiyle
etkili olması mümkün değildir.
Allah yoluna davetin hikmetle yapılması, hakikatin ve varlıkların
mahiyetinin delile dayalı bilgi ile ortaya konulmasını ifade etmektedir.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/269 ayetini, önceki iki ayetle bağlantı
kurarak açıklarsak hikmetin eğitimle ilgili boyutunu ortaya koymuş oluruz. İnfakın
sosyal hayattaki etkisini, sebep-sonuç ilişkisi içinde bilerek tatbik etmek,
in-fakı karşıdaki insanın gönlünde bir mutluluk uyandıracak şekilde ve malın
iyisinden yapmak, başa kakmamak, minnet altında bırakmamak, infaktan kaçınmanın
gerisindeki nedenin şeytanın etkisi olduğunu bilmek, Allah'ın bağışlama ve
lütuf vaadettiğinin bilincinde olmak, hikmeti teşkil etmektedir.
İnsanın içinde kopan fırtınalar vardır, bu fırtınaların nereden
kaynaklandığını anlamak basiret olduğuna göre, buradaki basiret de hikmeti
teşkil etmektedir. Bakara/268'de insanın içinde cereyan eden oluşumlar ele
alınmaktadır. Fakirlik korkusuyla infaktan kaçınmanın gerisinde şeytanın
bulunduğunu anlamak; bağışlama ve lütfün arkasında Allah'ın olduğunu bilmek ve
inanmak hikmettir. Onun içindir ki Yüce Allah, bu ayetten sonra hikmet ayetini
göndermiştir. İnsanın içinde beliren isteklerin, arzuların, niyetlerin,
dürtülerin arka planındaki gücü görmesi ve kendine ona göre yön vermesi
hikmettir. Eğitimde hikmet, bu basireti ve düşünüp görme yeteneğini harekete
geçirmek anlamına gelmektedir.
Yüce Allah A'raf/201'de takva, düşünce ve basiret arasındaki ilişkiyi,
şeytanın etkisiyle ilgili örnekte şöyle kurmaktadır:
Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese geldiğinde, düşünür ve hemen gerçeği
görürler.
Ayet, düşünceden basirete giden yolu göstermektedir. Şeytanın etkisini,
ya da insanın içinde kopan fırtınaların şeytanî olup olmadığını düşünüp anlamak,
hikmettir.
Bu esastan hareketle diyebiliriz ki, Bakara/267 ve 268. ayetlerde yer
alan bilgilendirmeler, hikmetin kendisidir. Böylece sebep-sonuç ilişkisini
kurabilme yeteneğinin, bu yeteneği bilgiye dönüştürme ve hayata geçirmenin,
hikmeti teşkil ettiği anlaşılır.
Başka bir ifadeyle yetenek, bilgi ve amel arasındaki dengenin, yani
adaletin tesis edilmesi, hikmetin doğması demektir. Bu dengeyi sağlayan insan
orta yol üzerinde, yani doğru yolda olacaktır. Bu durumda "orta yoP'un hikmet
olduğunu ifade edebiliriz. Kendi iç aleminde akıl, gönül ve nefis arasında
denge kuran, doğru bilgi üreten ve ürettiği bilgileri hayata geçiren insan
hikmetli insandır. İşte Kur'an'ın hedefi bu tip insan yetiştirmektir. Yetenek,
bilgi ve eylem boyutuyla hikmet, şahsiyetin tümünü kapsamakta ve üç boyutlu
oluşumun adı olmaktadır. Hikmetle Allah'ın yoluna davet etmek, insanların
içinde bulunan ve Allah'a yönelme özelliğine sahip olan yeteneklerini işlemek,
onları bilgilendirmek, doğru düşünme sanatını öğretmek ve eyleme dönüştürmek
anlamına da gelmektedir. Zemahşeri hikmet'i, bilgi ile amelin uyumluluğu; hakîm'i
de bildiği ile amel eden kimse olarak tanımlamaktadır.[41]
(Ve her kime hikmet verilirse, doğrusu ona en büyük hayır verilmiş
olur).
Yüce Allah, ayetin bu kısmında hikmeti tanımlamakta ve ona hayr, yani
değer veya lütuf adını vermektedir. "Hikmetin verilmesi" ifadesinden
anlıyoruz ki, hikmetin birinci boyutu yetenektir. Anlayışın, kavrayışın ve
düşünme kabiliyetinin hikmetin bu yönünü teşkil ettiğini daha önce söylemiştik.
Ayetteki "verme" eylemi, bu yetenekleri insana yaratılıştan
verilmesini ifade etmektedir.
"Verme" eylemi, öğretmek manasına da alınabilir. O zaman
hikmetin nazarî boyutu ile amelî boyutu anlaşılmış olur. Demek ki hikmet,
öğretilen ve elde edilen bir değeri ifade etmektedir. Ayetteki "en büyük
değer" ifadesi, hikmetin evrensel bir değer olduğuna işaret etmektedir.
"Hikmet mü'minin yitiğidir, onu bulduğu yerde alır"[42]
hadisi de hikmetin evrenselliğine işaret etmesinin yanısıra, onu herkesin
üretebileceğine de dikkat çekmektedir. Millet ve kültürler üstü bir özelliğe
sahip olan hikmet, değerlerin en önde gelenleri arasında yer almaktadır. Bu
yönüyle hadis, hikmetin nazarî boyutunu gündeme taşımakta ve onun bilgi
özelliğine işaret etmektedir. Böylece müs-lümana, kimin ürettiğine, kimin
söylediğine bakmaksızın hikmeti almak önerilmektedir. Yabancı maddelerden
arınmış olduğu için hikmet, hiçbir zaman ve mekanda değerini kaybetmeyen
bilgiyi ifade etmektedir.
Bu noktadan hareket edildiğinde denebilir ki: Hikmetin, büyük bir hayır
olması, büyük bir manevî servet, yani kazanım olması anlamına gelir. Hikmet,
insanın akıl ve gönül ikilisinin kaynaşmasından doğan veya Allah tarafından
vahyedilen bilginin davranışlara, oradan topluma ve insanlığa yayılan bir
ışıktır. Yüce Allah hikmeti insana verirken, akıl ve düşünce alanını onun
limanı olarak belirlemekte ve onlarla yakın ilişkisine işaret etmektedir. (Akıl
sahibi olanların dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz).
[43]
Allah Teala, hikmetin ne kadar büyük bir değer olduğunu kavrama gücünü
lübb'e (akla) vermiştir.
Bözlükte ilik, öz, çekirdek içi, cevher, ruh, buğday tanesi, ağaç ve
dallardaki yumuşak öz, meselesinin ruhu-hulasası, asıl, en iyi parça, kalp,
zeka, zihin, akıl ve anlamak manalarına gelen lübb, fiil olarak yani lebbe
kalıbında kullanılınca bir yerde kalıp ikamet etmek, kırıp çekirdeğini
çıkarmak, akıllı davranmak, davarın göğsüne kayış vurmak, ekinin meyvalannın
belirmesi anlamım ifade etmektedir. Le-be-be kalıbından alındığında yakasından
tutup çekmek, ekinin tanesinin irileşip iç bağlaması ve bir konuda tereddüt
etmek anlamına gelmektedir. Lubab kalıbında ise, her şeyin özü, lekesizi,
halisi, cevizin içi ve gerdanlık yeri manasını ifade etmektedir. Telebbebe
kalıbından alınınca silah kuşanmak; lebib kalıbından alınınca bir şeye bağlanıp
vaz geçmemek, akıllı demektir. Bu kavram, kalpteki şefkat ve merhamet
damarları manasına da kullanılmaktadır. Lübb'ün (aklın) Kur'an'a göre hem
manası, hem de işlevleri şunlardır:
Ra'd/19'a göre lübb'ün (aklın) birinci görevi düşünmektir. "Selim
akıl" manasını veribileceğimiz lübb kavramının başına ulü kelimesi
getirildiğinde selim akıl sahipleri anlamına gelmektedir. "Selim
akıl" ifadesinde, lekesiz ve halis anlamı öne çıkmaktadır. Gerek Ra'd/19
ve gerekse yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/269'da bu ibarenin geçtiği
cümleye "Ancak selim akıl sahipleri düşünür" manasını vermek
mümkündür. Bu tür düşünme yeteneğine sahip olanlarla olmayanlar arasında, kör
ile gören arasındaki fark kadar büyük fark bulunmaktadır. Bu anlamdan hareket
ettiğimizde hikmetin, körlüğü ortadan kaldıran ve görmeye sebep olan bir değer,
bir akıl faaliyeti olduğu ortaya çıkar. Öyleyse hikmet, karanlığı aydınlığa
çeviren bir düşünce biçimidir.
Lübb (selim akıl) -çekirdeğin kabuğunu kırıp özünü filizlendirmesi manasından
hareket edersek- insanın doğasında bulunan iyiliklerin üstündeki kabuğu kınp,
insanın cevherini ortaya çıkarma faaliyetinde bulunmaktır. Öyleyse hikmet,
insanın cevherinde var olan özelliklerin yeşerip ürün olarak ortaya çıkmasıdır.
Bu anlamıyla eğitimin ta kendisidir.
Tefekkür, akıl ve hikmet üçlüsü, cehaletin kabuğunu kınp özün ortaya
çıkmasını ve hakikatin keşfini temin etmektedir. Gözün, görme fonksiyonuy-la
insanın önündeki çukurları, yarları, engelleri görmesini ve tehlikelerden uzak
durmasını temin etmesi gibi, akıl da düşünme faaliyetiyle insanın önündeki
manevî engellerin, tehlike ve çukurların farkına varmasını sağlar. İşte insanı
sakındırmak manasıyla hikmet, akim düşünme faaliyetiyle aynileş-mektedir.
Lübb (selim akıl), düşünme faaliyetiyle meselelerin özüne iner,
karşılaştığı her şeyi araştırır ve asıl manayı yakalar. Asıl manası 'öz' olan
lübb/akıl, özü arar ve ona ulaşmak için bütün kabukları kırar. Demek ki akıl,
öz'e sevdalıdır, onunla beslenir. Akılla hareket eden insan, meselelerin özüne
iner ve onların arkasındaki nedenleri yakalar. İşte lübb (akıl) ile hikmetin
bir başka ilişkisi de budur. Hikmetle akim ilişkisi tefekkür alanında iki boyutlu
faaliyet gösterir. Bir taraftan içten dışa doğru hareket ederek, özün dışa
vurması için; diğer taraftan dışardan öze inmek için kabuklan kırar. İçten
dışa, dıştan içe doğru iki yönlü hareket ederek akıl, hikmet faaliyetini gerçekleştirir.
İlik manasıyla lübb, iliğin kan yapması ve vücudu beslemesi gibi,
insanın manevî gıdasmı oluşturan bütün davranışlan üreten ilik konumundadır.
Buna göre aklın ürünü olan düşünce, manevî besleyicilik yönüyle hikmetle
ayni-leşmektedir.
İsfehani'nin "ilim ve akılla gerçeği bulma"[44]
şeklinde tanımladığı hikmet bir taraftan akıl, diğer taraftan bilgi ile gerçeği
yakalamak manasına gelmektedir. İsfehani'nin bu tanımı Ra'd/19 ayetine denk
düşmektedir.
"İşi sağlam tutma" manasıyla hikmet ile düşünen akıl arasında
bir ilişki vardır. "Bir şeye bağlanıp vaz geçmemek" manasıyla lübb
(akıl) hikmetin işlevini görmektedir.
"Ahde vefa, antlaşmaya riayet" gibi erdemler ve onların
eyleme dönüştürülmesi, hikmetin yapısını meydana getiren temel değerlerdir.
Ahde vefa ve antlaşmaya riayet -Ra'd/20 ayetine göre- düşünen aklın
ürünleridir.
Lübb'ün (akim) diğer bir görevi de, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği
şeyleri bitiştirmektir. İnsanın Allah ile, insanın insanla ve insanın iç
aleminde aklın, kalp ve nefsin bitiştirilmesi, hikmetin önemli bir boyutunu
teşkil etmektedir.
Allah'a saygı duymak, gelecekteki hayatı konusunda endişe etmek, sabretmek,
ibadet yapmak, fakirin elinden tutmak, kötülüğe iyilikle mukabelede bulunmak,
öğüt ve ibret almak, tercihinde isabet etmek gibi eylemler de lübb'ün (aklın)
ürünleri arasında yer almaktadır. Lübb'ün hikmetle olan ilişkisi düşünülürse,
bu eylemlerin hikmetin oluşumunda rol aldıkları anlaşılır. İşte Yüce Allah'ın
"Derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz"
[Bakara/269] buyurduğu hikmet budur. Bakara/269'daki hikmet kavramı hakkında
-bağlamı dikkate alarak- şu genellemeyi yapmamız mümkündür: Hikmet, inancın,
düşünce ve duyguların eyleme dönüştürülmesinden sonra o eylemlerin manevî
getirişini yok etmemek için gerekli olanı yapmaktır. Başa kakmak, zarar
vermek, riyakarlıkta bulunmak, sevmediği malı infak etmek gibi davranışlar,
hikmeti yok etmektedir. Bunların tersini yapmak; yani şeytanın çağırışı
yerine, Yüce Allah'ın bağışlama ve lütuf vaadine kulak vermek hikmeti
oluşturmaktadır.
Nefsin ve şeytanın bu konudaki çağınlanna mani olmak, kendini frenleyip
zaptetmek hikmeti oluşturmaktadır. İlahî öğretilerin ve aklın otoritesine saygı
duymak anlamına gelen hikmet kavramının içi, insana faydalı olan bilgi ve
eylemle doldurulmaktadır. Onun için hikmet büyük bir hayır, yani büyük bir
değer olmaktadır. Dışardan gelip insanın özüne yerleşen veya insanın özünden
çıkıp bütün insanlığa yayılan hikmet, evrensellik kazanan bir değerdir.
İlim-amel, söz-fiil bütünlüğü onun sevdalandığı bir oluşumdur. Yorumunu
yapmakta olduğumuz Bakara/269'un (Allah dilediğine hikmet verir) cümlesi,
hikmetin ilahî kaynaklı olan boyutuna; (Derin kavrayış sahipleri dışında kimse
bunu düşünüp anlayamaz) ifadesi de, hikmetin kesbî, yani beşerî çabalarla
kazanılabileceğine işaret etmektedir. Hikmetin, hem aklın kullanılması ve
tabiat kitabının araştırılması suretiyle kazanılan bir boyutunun, hem de ilahî
boyutunun bulunduğu bu ayetle sabit olmaktadır.
Demek ki hikmet, ilahî öğretim ile beşerî öğretimin kesiştiği noktada
ortaya çıkmaktadır. İlahî öğretimin en önemli metodu olan ilham ve vahy ile,
beşerî aklın düşünme eylemi bir araya gelince, hikmet denen değer ortaya
çıkmaktadır. Böylece, insana zararlı ile faydalı olanın bilgisini veren hikmet;
insanı, zararlı olandan korumak, faydalı olana sevketmek eylemini gerçekleştirmektedir.
Hikmet, akıl ile ilahî öğretimin birleşmesinden doğan ve hayata yön verip onu
zenginleştiren, yumuşatan ve çekilir kılan bir değerdir.
[45]
270. Yaptığınız her harcamayı ve adadığınız her adağı elbette Allah
bilir. Zalimler için yardımcı yoktur.
Bu ayetten şu neticeleri çıkarabiliriz:
1.
İnfak edilen ve nezredilen
şeyi Allah bilmektedir.
B akara/3'te ve 261. ayetten buraya kadarki ayetlerde infak kavramı
hakkında yeterli açıklama yapıldığı için, burada nezir kavramını
açıklayacağız: Sözlükte ithaf etmek, vakfetmek, Allah'a adamak, adak, yemin
etmek, uyarmak, ihtar etmek, haber vermek, nota vermek manalarına gelen bu
kavram; nezir kalıbından alınınca peygamberlerin bir vasfı ve görevini ifade
etmektedir.
[46]
Nezere kalıbından bir görevi üzerine almak; nezire kalıbından ise
ihtiyatlı davranmak, bir şeyi bilip sakınmak, enzere kalıbından dikkatini
çekmek, uyanık tutmak, korkutmak, sakındırmak; nezr kalıbından adak, diyet manalarına
gelmektedir. Bu kavramın Kur'an'daki manaları ise şunlardır:
a. Adamak
Fiil kalıbında alındığında "adamak, ahdetmek" manalarına
gelmektedir. Meryem/26'da Hz. Meryem'in Allah'a "susma orucu" adaması
veya ahdetmesi zikredilmektedir:
Sonra da ye-iç, gözün aydın olsun! Ve eğer insanlardan birini görürsen
ona "Ben Allah'a susma orucu adadım" de!
Bizim adak diye çevirdiğimiz kelime nezr'dir.
İmran'ın karısı -ki Hz. Meryem'in annesidir- "Rabbim! Rahmimdekini
Senin hizmetine adayacağıma söz veriyorum" [Âl-i İmran/35] diyerek çocuğunu
nezretti/adadı.
Kelime, "Varsa adaklarını yerine getirsinler" [Hac/29]
ayetinde olduğu gibi isim kalıbında kullanıldığında "kurban adağı"
anlamına gelmektedir.
b. Uyarmak
Ahkaf/21'de hem fiil kalıbında "uyarmak" hem de isim
kalıbında "uyarıcı" anlamında geçmektedir:
Ad kavminin kardeşini an. Zira o, -ondan önce ve sonra nice uyarıcılar
da gelip geçmiştir- Ahkaf bölgesindeki kavmine: "Allah'tan başkasına
kulluk etmeyin. Ben sizin büyük bir günün azabma uğramanızdan korkuyorum"
demişti.
Uyarmak, uyarıcı ve uyan manaları aynı kavramın değişik kalıplarından
çıkmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/270'te, infak ve adağın Allah tarafından
bilindiği vurgulanmaktadır. Burada eksen konu, Allah'ın bu ibadetleri bilmesi
ve o bilincin insanlara kazandırılmasıdır.
Müslüman infakını ve adağmı yerine getirirken başkasının bilmesini hedef
almamalı; çünkü böyle bir niyet amelin sevabını ortadan kaldırır [Bakara/264].
Maddî yardımlar sosyal boyutlu olduğu için, ibadete her an riya/gösteriş
karışma ihtimali vardır. İşte bu ihtimali ortadan kaldıracak şey, Allah'ın her
şeyi bildiği ve karşılığını da ona göre vereceği inancıdır. Ayetin birinci
bölümü, bu eğitimi vermektedir.
2.
(Zalimler için hiç yardımcı
yoktur).
Ayetin bu kısmı, birinci bölümüyle bağlantılı olarak ele alınmalıdır.
İn-fakına riya karıştıran, yani insanların bilmesi için gayret gösterip
ibadetini Allah'ın bildiğini dikkate almayan kimse, amelinin sevabını ortadan
kaldırdığı için kendisine zulmetmiştir.
Zulüm, bir şeyi yerli yerine koymamak olduğuna göre, bir ibadeti Allah
için değil de, insanlar bilsin diye yapmak bir zulümdür. Çünkü ibadete tek layık
varlık Allah'tır.
Zalim, ahirette kimseden yardım alamayacaktır; çünkü infakta bulunurken,
Allah'ın rızasını değil, insanların bilmesini, görmesini, övmesini arzu etmiştir.
Bunun zıddını alırsak, sadece Allah rızasını umarak infakta bulunan kimsenin,
ahirette yardıma mazhar olacağını söyleyebiliriz.
İnfak ve adağın hangi niyetle yapıldığının Allah tarafından bilindiği
inanç ve bilincine, hangi niyetin zulüm olduğuna dikkat çekmek suretiyle Allah
Te-ala insanı eğitmekte, ona eylemlerinin hangi esaslara göre yapılması
gerektiğini öğretmekte ve böylece iyi müslüman olmanın yollarını
göstermektedir.
[47]
271. Yardımları açıktan yapmanız güzeldir; ama fakire gizlice vermeniz
sizin için daha hayırlı olur ve günahlarınızın bir kısmını örter. Allah
yaptığınız her şeyden haberdardır.
Yüce Allah bu ayette 'sadaka'nın nasıl verileceğini açıklamıştır.
Sadaka, Tevbe/60 ve 103. ayette zekat, yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/271
'de infak manasına gelmektedir. 270. ayetteki infak kelimesi, bu ayette sadaka
ile tefsir edilmiştir. Hz. Peygamber'in şu hadisinde de 'harcama' anlamında
infak manası taşımaktadır:
Kişinin ailesine verdiği nafaka (yaptığı harcama) sadakadır.[48]
Demek ki sadaka, zekat olabileceği gibi, infak da olabilir. Genelde
Ze-mahşeri'yi takip eden müfessirler, nafile sadakaya infak; farz olan sadakaya
zekat demektedirler.
Bize göre, infak ile zekat arasındaki fark, infakın nafile, zekatın
farz olması değildir; çünkü infak da farzdır. İkisi arasındaki temel fark,
zekatın sadece fakirin hakkı olması [Tevbe/60]; infakın ise herkese açık
olması ve miktarının belli olmamasıdır. Mesela: Okul, yol, çeşme, cami ve
hastahane gibi hayır yerlerine yapılan infaktan herkes istifade eder. Ama zekat
sadece fakire verilir. Bu farktan dolayı birinin nafile, diğerinin farz
olduğunu söylemek doğru değildir.
1. Sadaka vermenin metodlan
Yüce Allah ayetin birinci bölümünde şöyle demektedir:
(Sadakayı açıktan vermeniz ne güzeldir).
Örnek olma gibi önemli bir etkinliği olduğundan Yüce Allah, infak anlamındaki
sadakanın açıktan verilmesinin güzel olduğunu söylemektedir. Ancak, minnet
altında bırakma, eziyet etme ve gösterişte bulunma gibi yanlış davranışlarla
infakın boşa çıkarılmaması gerekir.
Diğer taraftan sadakanın açıktan verilmesi başkalarını teşvik etme bakımından
çok faydalıdır. Ama açıktan verilen sadaka, doğrudan ferde değil, hayır
müesseselerine verilmelidir. Kamunun yararlanacağı bir müesseseye açıktan infak
etmek minnet ve eziyetten uzak olacağı için daha iyidir.
Ayetin ikinci bölümü, kişiye verilecek sadakanın, gizli olmasının daha
iyi olduğunu vurgulamaktadır:
(Fakat fakire gizlice vermeniz sizin için daha hayırlı olur ve
günahlarınızın bir kısmını örter).
Demek ki sadaka, ferde gizli, kamunun istifade edeceği yerlere aşikar
verilmelidir.
Yüce Allah, "Sizin için
daha iyidir" demek suretiyle insana olan faydasına dikkat çekmektedir.
Sadakanın, kişiye gizlice verilmesi, toplumda sınıflaşmayı önlemekte, sadaka
alanın aşağılık duygusuna kapılmasına ve utanmasına meydan vermemektedir.
Fakirlik, hem toplumun hem de ferdin ayıbıdır. Bu ayıbı örtmek için yapılan
infak, infakta bulunan kimsenin günahlarını da örtmektedir.
2. İnfakın etkinliği
(Gizlice yapılan infak günahlarınızın bir kısmını örter).
Ayetin bu kısmında infakın, infak edene getirişi açıklanmaktadır.
Ayetin bu kısmında geçen (keffere) kelimesi 'örter' anlamına gelmektedir. Fakirlik
denen ayıbın infak yoluyla örtülmesine Yüce Allah, günahların örtülmesi yani
bağışlanması ile karşılık vermektedir.
İşte infakın en büyük etkinliği budur. Bir insandaki fakirlik ayıbını
örtenin, Allah da günah ayıbını örter. Ayetin bu kısmı, maddî yardımın nasıl
manevî bir faydaya dönüşüp insana geri döndüğüne dikkat çekmektedir.
Ayetin bu kısmında yer alan (seyyiat) kavramına "günah,
kötülük" manası verilebilir. Günah psikolojik ve dinî; kötülük ise hem
sosyolojik, hem de dinî bir mana taşımaktadır. 'Günah' olarak alırsak ^
(keffere)ye bağışlama ve örtme, 'kötülük' olarak alırsak düzelme manası
verebiliriz. Kötülüklerin giderilmesi, düzelme manasına gelmektedir. Ayette
çoğul olarak geldiğine göre "kötülükler" şeklinde mana vermek daha
uygun olur. Çünkü infak, sosyal bir faaliyet olduğundan, getirişi de sosyal
olacaktır. İnfak etme gücüne sahip olanlar infakta bulunursa tüm toplum bundan
yararlanır ve toplumdaki fakirlik ayıbı örtülür.
3.
(Allah yaptığınız her şeyden haberdardır).
Yine ayetin sonunda, yapılanların mutlaka değerlendirmeye tabi tutulacağı
garantisi verilmektedir. İnfak eden başkasının haberdar olup olmamasına önem
vermemeli, zira önemli olan Allah'ın haberdar olmasıdır. Gizli veya aşikâr
yapılan infaktan Allah'ın haberdar olup onu değerlendirmeye tabi tutmasından
daha büyük bir garanti olamaz. Ayetin sonunda verilen bu ilahî garanti, infak
ibadetine çok güçlü bir teşvik oluşturmaktadır. İnfakının getirişinin ne
olacağı, kim tarafından nasıl değerlendirileceği sorulan insanı daima tedirgin
eder. Ayet bu sorulan cevaplandırmak suretiyle tedirginlikleri ortadan
kaldırmaktadır.
Yapılan infaktan Yüce Allah'ın haberdar olduğu inanç ve bilincinin
getirdiği rahatlık, eylemi ibadete dönüştürmekte ve iman ile
birleştirmektedir. Bu bilinç, ibadetin sadece Allah rızası için yapılmasını
temin ettiği için getirişini fazlalaştırmakta, kişinin müslümanlığım
güzelleştirmektedir. Sadece Allah rızası umularak -gizli ya da aşikâr- yapılan
infak güzel olduğu için, infakta bulunan kimsenin de güzelliğini artırmaktadır.
[49]
272. Ey Peygamber! İnsanları hidayete erdirmek senin işin değil, zira
ancak Allah dilediğini hidayete erdirir. Ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak
amacıyla, başkalarına her ne iyilik yaparsanız bu kendi yararınızadır. Çünkü yapacağınız
her iyilik size olduğu gibi geri dönecek ve size haksızlık yapılmayacaktır.
Bu ayet, hidayet ve infak meselesine çözüm getirmektedir. Ayetin
analizini yaparken bölümlere ayırmayı uygun gördük:
1. Hidayet alanı Allah'a
aittir
'Hidayet' kavramını Bakara suresi'nin ilk ayetlerinde açıklamıştık. Tekrara düşmeden burada kast edilen hidayetin ne olduğunu izah etmeye çalışacağız. Kur'an'da hidayet "rehberlik" anlamına geldiği gibi, "iman etmek" manasına da gelir. Bakara/2'ye göre Kur'an, Enbiya/73'e göre de.peygamber ve ilim adamları "rehberlik etmek/yol göstermek" anlamında hidayet edebilirler. Bu ayetlerden Enbiya/73'ü ele alabiliriz:
Ve onları emirlemiz doğrultusunda (başkalarına) yol gösteren önderler
yaptık.
Ayette yer alan (yehdûne) kelimesi, hidayetin fiil kalıbmdandır.
"Rehberlik ederler, yol gösterirler" manasına gelen bu fiilin faili
insan olan peygamberlerdir. Ama onların yol göstermesi, Allah'ın emirleri
doğrultusunda olmaktadır. Kendi istek ve fikirleri doğrultusunda yol
göstermeleri mümkün değildir. Hidayetin rehberlik ya da yol gösterme boyutu,
beşerî alana ilahî hükümler doğrultusunda girmektedir.
"Şok dönüş" diyebileceğimiz hidayet alanı tamamen Allah'a
aittir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette, inkardan imana iletme faaliyetinin
Allah'a ait olduğu vurgulanmakta ve bu görevin kimseye verilmediğine dikkat
çekilmektedir.
(İnsanları hidayete erdirmek senin işin değil) ifadesi, senin
görevlerin arasında insanları inkardan imana çevirmek yoktur anlamına gelir.
Ayetteki hidayet, inkardan imana dönüşü ifade ettiğine göre, bu alan Allah'a
aittir. Bu noktadan hareket edersek, Peygamber'in görevinin Allah tarafından
şu ayette belirlendiğini söyleyebiliriz:
Biz seni onların bekçisi olarak göndermedik, sana düşen görev, mesajı
iletmektir. [Şuara/48]
İnkardan imana erdirme anlamındaki hidayet, peygamberin eğitim alanı dışında kaldığına göre, "Falan kişi, falan kişiyi hidayete erdirdi" demek, insanı şirke düşürür. Bir kimsenin, inkarda olan birini bilgilendirmesi ve Allah'ın hidayeti için hazırlaması, onu hidayete erdirdiği anlamına gelmez. Zira; kalbin inkar psikolojisinden imana geçişini yalnızca Allah temin eder. Bu durumu şöyle bir benzetmeyle izah edebiliriz: Ameliyat olacak kişiyi başkaları hazırlar ama, ameliyatı doktor yapar. Birisi diğerini iman operasyonu için -eğitimle- hazırlar ama, operasyonu ancak Allah yaparak inkarı onun gönlünden çıkarır.
Diğer taraftan Yüce Allah ayetin bu kısmında dilemesine dikkat çekmektedir
ki bu, ilahî hidayette Allah'ın dilemesinin temel öğeyi oluşturduğu anlamına
gelir. Yüce Allah hidayet ederken dilemesini esas almakta; insanlara avetteki dilediğini ifadesi, Enbiya/73'de
emriyle şekline dönüşmektedir.
2. İnfak edenin infakı
kendisinedir
Yüce Allah, ayetin ikinci kısmında, infakın faydasımn kime ait olduğunu
bildirmektedir:
(Başkalanna her ne iyilik yaparsanız kendi yarannı-zadır).
Peki ayette nasıl bir hüküm vardır? "Ana-babamın cam için"
diyerek yardımda bulunmak, "Geçmişlerinin ruhu için" diyerek iyilik
ve yardım talep etmek ve yapılan hayrın ya da ibadetin sevabını ölülere
bağışlamak halk arasında hayli yaygındır. Mesela: Okunan Kur'an'ın sevabı,
-başta Hz. Peygamber olmak üzere- bütün müslüman ölülere bağışlanır. Ölmüş
olan ana-baba adına hacca gidilir, kurban kesilir veya bir eser yaptırılır.
İşte bu ayet bu tür uygulamaların doğru olup olmadığına açıklık
getirerek; infaktan ötürü meydana gelen sevabın infakta bulunan kişiye ait
olduğuna dikkat çekmektedir. "Ölmüş annem veya babam için çeşme
yaptırıyorum" ifadesinde gizli şirk vardır. Ayetin devamı infakın nasıl
bir niyet ve amaçla yapılacağını göstermektedir.
3. İnfak Allah rızası için
yapılmalıdır
(Ve yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için harcamanız şartıyla...) [50]
Allah rızasını elde etme niyetinin dışında bir niyetle infak ve ibadet
yapılamaz ve yapılmamalıdır. "Babamın canı için bu ibadeti veya hayrı
yapıyorum" demek yerine, "Allah rızası için yapıyorum" denmesi
gerekir. Ayet, hayırda nasıl niyet edilmesi gerektiğine ışık tutmaktadır.
"Benim kastım Allah nzasıdır, bununla birlikte ölmüşlerimin canı
için" demek bu şirki ortadan kaldırmaz veya ona mazeret teşkil etmez.
Diğer taraftan bir hayır yapan kimse, ondan sevap alıp alamadığım bilemez.
Bilse dahi dağıtma yetkisine sahip değildir. İbadette niyetin sadece Allah'a
ait olduğuna dair şu ayetleri zikredebiliriz:
a.
Ve onlar ki, Allah'ın
rızasını umarak güçlüklere karşı sabrederler. [Ra'd/22] Güçlüklere, belalara
Allah'ın rızası umularak sabredilmelidir.
b. Öyleyse yakınlarınıza,
muhtaçlara ve yolculara haklarını verin; bu Allah'ın rızasını kazanmak isteyenler
için en doğrusudur, en iyisidir. [Rum/38]
Fakirlerin, zenginlerin malında haklan vardır. Bu hakların ödenmesinde
niyet Allah'ın rızasını elde etmek olmalıdır:
c.
Allah'ın rızasını isteyerek
verdiğiniz zekata gelince, işte zekatı veren o kimseler, evet onlar kat kat
artırılanlardır.
Ayet, zekatın verilişindeki niyet ve amacın yalnız ve yalnız Allah
rızası olmasını şart koşmakta ve bunun eğitimini yapmaktadır.
d.
Sabah akşam Rablerinin rızasını kazanmak için O'na
yalvaranları kovma! [En'am/52]
Duada niyet Allah'ın nzası olmalı, araya başkası sokulmamalıdır.
e.
Biz sizi yalnız Allah nzası
için doyuruyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.
[İnsan/9]
Müslüman, dünyevî ve insanî bir karşılık beklemeden, sadece Allah nzası
için açlan doyurmalıdır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/272, ayette yer alan &'*£
(vec-hullah=Allatiu\ yüzü) ifadesiyle, "Allah'ın nzası"
kasdedilmektedir. Ölüleri için, ölülerinin ruhlannı anarak sadaka verenler,
ibadet yapanlar, niyetlerini bir kere daha gözden geçirmeli ve şirkten
kurtulmanın yolunu aramalıdırlar.
4.
(İnfak ettiğiniz hayr, size tamamen geri
ödenecektir).
İnfakın karşılığı, onu yapana sevap olarak ödenecektir. Yapılan infak,
ölmüşlerin ruhuna gitseydi Yüce Allah bu hükmü ayete koyar mıydı? Allah Teala,
infak meselesini en ince aynntılanna kadar açıklamış; karşılığının sevap olarak
kime ödeneceğini de bildirmiştir: İnfakın sevabı, yapana aittir. Buna rağmen,
infakın sevabını ölülere bağışlayan kimsenin durumu ne olur? "Ölen bir
kimsenin amel defteri üç şeyden dolayı kapanmaz..." mealindeki hadisi
Bakara/3 ayetinin tefsiri esnasında açıklamıştık. Bu hadisi öne sürenler,
hadise yanlış mana veriyorlar. Zira hadiste, -dirinin ölü için yaptığı hayrın
sevabının ölüye gideceği değil- sağlığında hayır yapmış olan ölünün, insanlar
onlardan istifade ettikçe sevap kazanacağı ifade edilmektedir.
5.
(Ve size asla haksızlık
yapılmayacaktır).
Yüce Allah, kendi rızası uğruna malından fedakarlık yaparak fakirin
elinden tutan veya toplum yararına yardımda bulunan kimsenin amelinin değerlendirilip
karşılığının verileceğini, bu konuda haksızlığa uğramayacağını söylemekle,
zulme başka bir anlam da getirmektedir.
İnsanların ürettikleri faydalı amelleri değerlendirmek ve onlara
karşılığını vermek Allah'ın tatbikatı olduğundan, insanlar da aynı sünneti
takip etmelidirler, aksi takdirde zulmetmiş olurlar. Başarılan
değerlendirmeyen toplumlar zulüm işlemiş olacaklarından, gelişip
ilerleyemezler.
Bu ayetten çıkardığımız ilkeleri kısaca belirtecek olursak, diyebilirz
ki inkardan imana geçiş gibi şok bir değişim diye tarif edilebilecek hidayet
alanı Allah'a aittir. Bu alana peygamber bile müdahale edememektedir. İnfak Allah
rızası için yapılmalıdır. İnfak yapan, kendi lehine yapmış olup karşılığı da
kendisine ödenecektir ve bu konuda asla zulme uğramayacaktır.
[51]
273. Sadakalarınızı, kendilerini Allah yoluna vakfedip çarşı-pazar dolaşmayanlara verin. Durumlarını bilmeyen, iffet ve dilenmemelerinden dolayı onları zengin sanır; sen onları alametlerinden tanırsın: insanlardan arsız bir şekilde istemekten kaçınırlar. Ve onlara ne iyilik yaparsanız, doğrusu Allah hepsini bilir.
Bu ayetin iniş sebebi, Medine'de kalacak yerleri ve akrabaları olmayan
muhacirlerden -sayılan kırk civarında olan- suffe ashabıdır. Mescid-i Ne-bi'den
ayrılmayan bu kimseler Kur'an okuyor, ibadet ediyor ve her gazveye iştirak
ediyorlardı.[52]
Ayetin iniş sebebi olan bu tarihsel boyutu günümüze taşımamız ve onu evrensel
ufuklara kadar götürmemiz gerekir.
Ayetin analizini yaptıktan sonra, bu evrensel boyutu ele alacak ve ona
güncellik kazandırma gayreti içinde olacağız. Fakat öncelikle, utancından
di-lenemeyen ayetin eksen şahsiyetlerinin vasıflarını belirlememiz gerekiyor.
Razi, bu sıfatların neler olduğunu geniş bir şekilde açıklamaktadır.
I.
Ayetteki fakirlerin
vasıflan:
a. (Kendilerini Allah yoluna
vakfetmişlerdir).
Ayetin bu kısmında bulunan ve kendilerini Allah yoluna vakfeden kimselere
işaret eden (ellezîne) kelimesi sıla cümlesinin başlangıcıdır. Fakirlerin
adının verilmeyip bu kelime ile ifade edimesi, meselenin muayyen kişilerle
sınırlı olmadığını, ayetin evrensel olduğunu gösterir; her asır ve dönemde bu
tip insanlar bulunabilir.
Ayette yer alan (ihsâr) kelimesi, haşere kelimesinden türemiş olup
sözlükte kuşatmak, etrafını çevirmek, içine almak, abluka altına almak, muhasara
etmek, mani olmak, alıkoymak, niyetinden çevirmek, sınırlamak, geri tutmak,
sınırlandırmak, hulasa etmek, daraltmak, bir araya getirmek, bir yere kapanıp
kalmak, kendini soyutlamak manalanna gelmektedir. Razi, "ih-sar"
kalıbına, kişiyi yolculuğundan alıkoyacak hastalık, yaşlılık, düşman, erzakın
bitmesi manalarını vermektedir.
[53]
Bu kelimenin Kur'an'daki manalan ise şunlardır.
1. Kalbi korku sarması
Nisa/90'da (Kalplerini korku sardı) ifadesi yer almaktadır. Kelimenin
psikolojik anlamım ifade eden bu ayet, insanı savaşmaktan alıkoyacak derecede
büyük bir korkunun kalbi kaplamasını ifade için kullanılmaktadır.
2. Kuşatmak
Tevbe/5'te, düşman ordularını kuşatmak; İsra/8'de, hakikati inkar
edenleri cehennemin kuşatması manasına gelmektedir. Her iki ayette ortak olan
mana "kuşatmaktır".
3. Alıkoymak
Bakara/196'da, "bir ibadeti yapmaktan alıkonmak" anlamını
ifade etmektedir.
4. İffet
Âl-i İmran/39'da Hz. Yahya'nın sıfatı olarak geçmekte ve iffetli,
temiz, günahsız anlamlarına gelmektedir.
Bu manalardan hareket edersek, kendilerini Allah yoluna hasretmiş, vakfetmiş
ve diğer işlerden kendilerini engellemiş, alıkoymuş, manalarını vermemiz
mümkündür. Tabii ki, öncelikle gönüllerini Allah'a vakfetmişlerdi. Bu manaları
günümüze aktardığımızda, diyebiliriz ki: Ayet, kendisini dünya ilişkilerinden
kesip ilimle meşgul olan ve sadece Allah için iş gören insanların her zaman
olabileceğine ve bu insanları desteklemenin zorunluluğuna işarette
bulunmaktadır.
b.
(Yeryüzünde dolaşmaya
güçleri yetmez).
Ayetin bu kısmında, sözkonusu kimselerin para kazanmak için ekonomik faaliyetlerde bulunamadıklarına, ekonomik faaliyetlerden uzak kaldıklarına dikkat çekilmektedir. Toplumda, cihatla veya ilmî meselelerle uğraşan insanların ekonomik faaliyette bulunma imkanı olmayabilir. Müfessirlerin "Bu ayette işaret edilen kimseler, cihatla meşgul olanlardır" demeleri, doğru olabilir ama, bugün biz bunlara askerler diyebiliriz. Öyleyse ayet, askere gittiği için evini geçindirme imkanına sahip olamayanlara yardım edilmesini ön görmektedir.
Er olarak askere gidenlerin ailelerinin ekonomik bakımdan desteklenmesi
bu ayetin kapsamına girmektedir.
Kendilerini Allah yoluna vakfedenlerden kasıt, sadece ilmî araştırma yapanlar
da olabilir. Hem ticaret, hem de ilmî faaliyet bir arada yürümeyeceği için,
geçim darlığı çeken ilim erbabını desteklemek de bu ayetin kapsamına girer.
Ancak, tembelliği nedeniyle imkânsızlık yaşayanlar, bu gruba dahil edilemez.
c. (Bilmeyenler iffetlerinden
dolayı onları zengin zanneder).
Bu tür insanların diğer bir özelliği de, başkaları tarafından zengin
zannedilmeleridir. Bunlar iffetlidir, içinde bulundukları maddî imkansızlığın
ızdı-rabmı dışarıya yansıtmazlar. Bir şeyi bırakmak ve ondan vazgeçmek manasına
gelen iffet kavramı, içinde bulunduğu ihtiyacı başkasına hissettirmemek
anlamını ifade etmektedir.
Yüce Allah onların bu durumunu iffet kelimesiyle açıklarken, iffetin sadece
cinsel ahlâkla ilgili bir kavram olmayıp ekonomik bir kavram da olduğuna
işaret etmektedir. Cinsel içgüdüsünü disipline etmek, dışarı vurup cinsel
ahlâksızlık yapmamak ile; ekonomik ihtiyaçlarını dışa vurup dilenmemek aynı
erdemi ifade ettiği için, Yüce Allah iki eylem arasında bir benzerlik kurmuş
ve her iki durum için de iffet kelimesini kullanmıştır.
d. (Sen onları alametlerinden
tanırsın).
Yüce Allah, insanın içindeki psikolojik durumunun yüze yansıdığına, içteki
oluşumları yüzden okumanın mümkün olacağına dikkat çekerek, ince bir analiz yapmaktadır.
Bu açıklamadan hareket edersek diyebiliriz ki, insanın siması, -kalbindekileri
dışa vurması sebebiyle- okunan bir kitap gibidir.
İnsanın içindeki mutluluk veya hüzün yüzüne yansır ve bu, bir kitap
gibi yüzünden okunur. Demek ki yüz/sima içteki mutluluğu da, acıyı da yansıtan,
görünmeyen satırlardan oluşan bir kitap mesabesindedir. Bunun anlamı şudur:
İnsanın içinde bulunduğu psikolojik durum, kan dolaşımını etkilediği için kan
yüzden geçerken, simada değişikliğe sebep olmaktadır. Mutluluk duyan kimse ile,
ızdırap içinde olan kimsenin kan dolaşımı farklı olacak ve neticede yüzde
farklı yansıyacaktır. Onun için mutluluğun, heyecan ve acının yüzdeki
satırları ve ifadeleri farklı olmaktadır. Bunu birkaç örnekle açıklayabiliriz:
Fetih/29'da mü'minlerin secdelerinin yüzlerine yansıdığı ifade
edilmektedir:
(Secde izinden onların nişanlan yüzlerindedir).
Bundan, secde eden insanın secdesindeki samimiyetinin ve Allah'a olan
sevgisinin kan dolaşımım etkileyip yüzüne yansıdığı sonucunu çıkarabiliriz.
Yüzlerindeki nur, onların sedce ettiğini göstermektedir, başka bir
deyişle onların secde ettikleri, yüzlerindeki nurdan bellidir.
Enfal/2'de ise, yanlarında Allah anıldığında inananların kalplerinin
titrediği söylenmektedir. Demek ki, Allah'a karşı duyulan sevgi, kan
dolaşımını etkilemekte, kalbin atışını hızlandırmakta ve bu da yüze
yansımaktadır. Tıpkı, ilk defa bir kızla buluşan gencin heyecandan yüzünün
kızarması gibi. Allah sevgisi ile dolu olan gönül, Allah anıldığında hemen
harekete geçmektedir. Bu bize gösteriyor ki, yaşanan manevî duygular, beden
kitabını harekete geçirmekte ve özellikle yüz ifadesini değiştirmektedir.
İşte inananın, maddeyi etkileme gücü nedeniyle Yüce Allah "Sen
onları, simalarından tanırsın" diyor. Sima sadece mutluluğu, ızdırabı,
acıyı, heyecanı ve sevgiyi yansıtmıyor, aynı zamanda ekonomik ihtiyacı da
yansıtıyor. Fakat fakirliğin yansıması, yüz kitabının çok ama çok
derinliklerinde bulunduğu için bu kitabın ilgili satırlarını bulup okumak,
erdemli zenginlerin işidir. Onlar fakirlerin yüzlerindeki ihtiyaçları göz ile
değil, gönül gözüyle okurlar.
e. (Onlar yüzsüzlük edip de
insanlardan istemezler).
Yüzsüzlük edip dilenciliği meslek edinmek Hz. Peygamber tarafından
ye-rilmiştir:
Dilencilik kapısını açan kimseye Allah da fakirlik kapısını açar.[54]
Kim dilencilik yapmaz da kendini müstağni hissederse, Allah onu
ihtiyaçsız kılar. Kim dilencilik yapmaktan haya ederse, Allah o kimseyi iffetli
kılar.[55]
Başka hadislerinde Hz. Peygamber, odun toplayıp hurma karşılığında satmayı
dilenmekten daha üstün görmüştür. Dilencilikle geçim temin etmek, onurlu bir
davranış değildir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki, toplumun gelir dağılımını
dengeli bir şekilde gerçekleştirmemek de dilenciliği körükler. Yüce Allah bu
ayette bir yandan, utandığı için dilenmeyen, yüzsüzlük etmeyen insanların
erdemine dikkat çekerken, diğer yandan da zenginlere bu tip insanları arayıp
bularak yardım etmeyi emretmektedir. Böylece Kur'an'ın, ne kadar gerçekçi
davrandığı ve ne kadar sosyal bir din olduğu da ortaya çıkmaktadır.
II. (Ve onlara iyilik
yaparsanız elbette Allah hepsini bilir).
Gerçek ihtiyaç sahibini bulmak ve onun ihtiyacını gidermek Allah katında
çok değerli olduğundan ayetin bu kısmında Yüce Allah yapılan infakm kendisi
tarafından bilindiğini söylemektedir. Allah Teala'mn "biliyorum" demesi,
o ibadeti önemsediği, dikkate aldığı, değerlendirdiği ve onun boşa gitmediği/gitmeyeceği
manasına gelir. Gerçek ihtiyaç sahiplerini arayıp bulmak ve onların elinden
tutmak gibi erdemli bir ibadeti Yüce Allah kutsamaktadır. İnsanın insana
yaklaşması, Allah'ın yaklaşmasını temin edeceğinden, dertlinin derdi ile
ilgilenenin derdi ile de Allah ilgilenecektir.
[56]
274. Mallarını gece ve gündüz, gizli ve aşikar infak edenlerin
mükafatları Rableri kalındadır. Onlara ne korku vardır, ne de üzülürler.
1.
Yüce Allah bu ayette, infakm
muayyen zamana bağlı olmadığına işaret etmekte ve bazı kimselerin gece ve
gündüz demeden mallarını hayır işlerinde sarfetmelerini bir değer olarak öne
çıkarmaktadır.
273. ayette infakm kimlere yapılacağını ele almıştık; burada ise ne zaman ve nasıl yapılacağım izah edeceğiz. Gece yapılan infakm fakirlere, gündüz yapılan infakm da kamu menfaatine yönelik olan yerlere yapılması daha uygun olur. Okul, çeşme, yol, camii ve hastahane gibi yerlere gündüz; fakirlere ise gece yapılması en doğru metod olduğu için, Yüce Allah gece ve gündüz ifadesine yer vermekte ve hayır yapanın da cömertliğini takdir ettiğini ifade etmektedir. Malını Allah uğrunda hayırda kullanan bilinçli bir müslü-man için zaman mefhumu önemli değildir.
2. İnsan, gizli ve aşikar
infak yapabilir. 271. ayette bu konuyu açıklamıştık. Ancak burada iki ayet
arasındaki sıkı münasebete dikkat çekmek istiyoruz. 271. ayette yer alan
(yardımları açıktan yaparsanız) ifadesi, 274. ayette " (aşikar); 271.
ayette yer alan (gizlice vermeniz) ifadesi de 274. ayette geçen (gizlice)
kavramına denk düşmektedir. 271. ayette açıktan verilmesi ilk sırada, 274.
ayette ise ikinci sırada zikredilmektedir.
Diğer taraftan 'gizli' ve 'aşikar' kavramlarını, 274. ayetteki 'gece'
ve 'gündüz' ifadeleriyle de denkleştirmemiz mümkündür. Gizli yapılan infak
gece; aşikar yapılan infak da gündüz olursa, gece gizliliğe, gündüz de aşikar
olmaya denk düşer. İnfakın "gizli" ve "aşikar" olarak
yapılması Ra'd/22'de de ele alınmaktadır. Burada Adn cennetine girecek
olanların dokuz amelinden biri olarak zikredildiği halde, Bakara/274'te tek
başına ele alınmaktadır. Ra'd suresinde akıl sahibi insanın ameli olarak ele
alınırken, Bakara/274'te toplumdaki fakirlik ayıbını örtmenin erdemi olarak
işlenmektedir. Ra'd suresinde akıl faaliyeti olan düşüncenin ürünü;
Bakara/274'te toplumsal ekonomik ihtiyacın giderilmesindeki ahlâkî erdem
olarak takdim edilmektedir. Her iki ayeti bir araya getirdiğimizde şu değerlendirmeyi
yapabiliriz: İnfak akıldan doğan düşünce ile beslenen ürünlerini toplumda
veren bir meyva ağacı gibidir.
2. (Onların mükafatı Rableri
katındadır Onlara korku yoktur üzüntü de çekmezler).
Malın, gece-gündüz, gizli-aşikar hayır yolunda harcanmasının, topluma
sağladığı faydanın yamsıra, harcayan kişiye de getirişi vardır. İşte ayetin bu
kısmı, hayır yapana, karşılığının ne şekilde döndüğünü açıklamakta; infakın iki
türlü getirişi olduğuna dikkat çekmektedir. Bu getiriyi çeşitli şekillerde
açıklayarak, meseleye farklı boyutlarda yaklaşmayı deneyeceğiz. "Onların
mükafatı Allah katındadır" ifadesi, ahirete yönelik olabilir. Gece ve
gündüz; gizli ve aşikar infakta bulunan kimsenin alacağı sevabın miktarı
belirtilmemekte; sadece Allah katında olduğu söylenmektedir ki bu belirsizlik,
onun sonsuzluğunu ifade eder. Konuya bu açıdan bakılınca, infakın karşılığının
ahirette verileceği ortaya çıkar.
"Onların mükafatı Rableri katındadır" hükmü ahirete tahsis
edildiğinde, korkmama ve mahzun olmama ödülünün de ahiret için olduğu
-Enbiya/103 ayetine dayanılarak- söylenebilir:
En büyük dehşet dahi onlara üzüntü vermez.
Demek ki infak ameli, ahirette herkesin akıbeti konusunda korktuğu ve
üzüldüğü sırada, korku ve üzüntüyü ortadan kaldıracaktır. Bununla birlikte, infakın
karşılığı sadece ahiretle sınırlı değildir, aynı zamanda dünyada da görülür:
Yüce Allah infakta bulunan kimsenin malım artırır.
Fakirlerinin elinden tutan zenginler kıskançlık ve hasedin meydana getireceği
düşmanlık duygusuna maruz kalınacaklarından, hayatları konusunda korku ve
endişe duymazlar. Toplumda fakir-zengin çekişmesinin doğuracağı sosyal
yaralardan korku ve endişeleri olmaz. Fakirin hakkı olan zekat ve infak
verilmemesi, zamanla haset ve düşmanlık doğurur, bu da zenginleri hayatları
konusunda korku ve üzüntüye sevkeder. Fakirin iniltisinin işitildiği ve elinden
tutulduğu toplumlarda korku olmaz.
[57]
İnfak, hasedin, kin ve düşmanlığın oluşturduğu kirli ırmağı kurutmakta, onun yerine sevgi, dayanışma ve kaynaşma ırmağı akıtmaktadır. Çünkü/ infak, sevgiyi de yanına alarak fakirin gönlüne taşımaktadır. Bakara süresindeki infakla ilgili ayetlerin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Buraya kadarki açıklamaları özetlersek şöyle diyebiliriz:
1. İnfak, takva sahibi olmanın
en önemli yollarından birini teşkil etmektedir. [Bakara/3]
2. İyi denen değere sahip
olmak, ferdî ve sosyal bakımdan onu hayata geçirmenin önemli şartlarından
biridir. [Bakara/177]
3.
Harcamak manasına gelen
infak, ana-babaya, akrabalara, yetimlere, fakirlere ve yolda kalanlara
yapılmalıdır. [Bakara/215]
Yine, köle azat etmek, yani bir kimseyi hürriyete kavuşturmak için
infakta bulunulmalıdır. [Bakara/177]
Yine, kendilerini Allah yoluna vakfetmiş ve bu uğurda çalışan,
hayasından dolayı dilenmeyen kimselere infak yapılmalıdır. [Bakara/273]
4.
Kendisinin ve ailesinin
ihtiyaç fazlası infak edilmelidir. [Bakara/219]
5.
Karz-ı hasen, yani güzel bir
borç olarak da tanımlanan infakı, Allah kendisine verilmiş borç olarak kabul
etmekte ve karşılığını kat kat vereceğini hükme bağlamaktadır. [Bakara/245]
6.
İnfak eden insan, yedi başak
veren ve her başağında yüz tane olan bir tohum misali berekete kavuşacaktır.
Hatta onun karşılığı sonsuz da olabilir [Bakara/261]. Allah rızası ve kendi
şahsiyetini kuvvetlendirmek için infak yapan insan, yağmur yağdığında iki kat,
yağmadığında da normal ürün veren verimli arazideki bir bostana benzer.
[Bakara/265]
7. Yapılan infak, gösteriş
için yapılmamalı, başa kakılmamalıdır, aksi takdirde boşa gider.
[Bakara/263-264]
8.
Mallarını gece ve gündüz,
gizli ve aşikar Allah yolunda harcayanlar ahirette mükafaatlanm alacakları
gibi, bu dünyada da korku ve üzüntüden emin olacaklardır. İnfakına, minnet ve
eziyet katmayanlar da bu gruba dahildir. [Bakara/262, 274]
9. Kazanılan ve ziraatla elde
edilen malların temiz ve değerli olanları, kendisine verildiğinde rahatlıkla
alabileceği eşyalar verilmelidir. Sevdiği malı infak etmedikçe iyiye (birr'e)
ulaşılamayacağı bilinmelidir. [Bakara/177, 267]
10. Sadaka şeklindeki infak,
hem gizli, hem de aşikar olarak verilebilir. Ferde verilenin gizli, kamu için
verilenin açık olması -teşvik açısından- daha iyidir. [Bakara/271, 274]
11. İnfak, Yüce Allah'ın
yapılanı bildiği ve değerlendirmeye aldığı inancıyla yapılmalıdır.
[Bakara/265, 271, 273]
Bakara suresi'nin temel konularının başmda infak gelmektedir.
[58]
275. Faiz yiyenler, şeytanın çarptığı kimselerin kalkması gibi
kalkarlar. Bu hal onların 'Alım-satım da tıpkı faiz gibidir' demeleri
yüzündendir. Halbuki Allah alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır. Bu
nedenle, kim Rabbinin öğüdünü dinler ve hemen (faizden) vazgeçerse, evvelki kazançlarını
koruyabilir ve onun hakkında karar vermek artık Allah'a kalır; faize geri
dönenlere gelince, içinde devamlı kalacakları cehennem yaranı onlardır.
Ayetin ana kavramı faiz manası verdiğimiz reba fiilinden türeyen
(ri-bâ) kelimesidir. Bu kavramın sözlükteki manaları ile Kur'an'daki anlamlarını
açıklayarak ayetin tefsirini yapacağız: Edilgen olarak alınınca bu fiil, çoğalmak,
büyümek, artmak, kabarmak, olgunlaşmak, serpilip gelişmek, ileri gitmek, daha
fazla olmak; geçişli olarak alındığında büyütmek, artırmak, harekete geçirmek,
yukarı kaldırmak, hayvan veya ağaç yetiştirmek, beslemek, talim ve terbiye
etmek, insan yetiştirmek, büyütmek, eğitmek, öğretmek, okutmak, geliştirmek,
aşın faiz uygulamak manalarına gelmektedir. Ribu kalıbından nefes darlığı;
rebve kalıbında tepe; ribve'den ise on bin; riba'dan murabaha, fahiş faiz
manalarına gelmektedir.
Eğitim anlamına gelen terbiye de bu kelimeden türemiştir. Bazıları terbiyenin
rabbe fiilinden türediğini söylemiştir, ama bu yanlıştır.
[59]
Ribâ Kavramı:
Bu kavramın Kur'an'daki manalarım gruplara ayırarak açıklayabiliriz:
1. Fizikî manası
a. Kabarmak
Bu kavram Hac/5'te rebet kalıbında yer almakta ve cansız olan toprağın yağmur vasıtasıyla canlanıp kabarmasını ifade etmektedir. Toprağın altındaki tohumunun canlanma olayındaki "kabarma" oluşumunu ifade etmekte kullanılmaktadır. Bu mana biyolojinin botanik kısmında bitkilerle alakalı bir anlamdır. Aynı anlamda Fussilet/39'da da geçmektedir. İnsanın karnının şişmesi de bu kelimeyle ifade edilmektedir.
b.
Tepe
Bakara/265'te rebve kalıbında "tepe" anlamına gelmektedir. Yüce Allah, kendi rızası ve şahsiyetini kuvvetlendirmek için infak eden insanı, -tepede bulunan bir bostana benzetmek suretiye- anlatırken bu kelimeyi kullanır. Mü'minun/50'de de aynı manayı ifade etmektedir.
c.
Üstüne çıkmak
Vadilerin şiddetli yağmurla dolup taşması, sel haline gelmesi, selin
üzerinde köpük oluşması, köpüğün gidip faydalı olanın kalması Ra'd/17'de şöyle
ifade edilmektedir:
(Bu sel, üste çıkan köpüğü yüklenip götürdü). Görüldüğü gibi kelime burada, suyun üzerine çıkan ve suyun yüzünü kaplayan manasını taşımaktadır.
Riba kavramının kökü olan reba fiilinin çeşitli kalıplarından
kaynaklanan bu fizikî/maddî manalarının "artış" anlamına gelen faizle
alakası nedir?
Riba (faiz) görünüşte malı kabartmaktadır, ama bu kabartma karnın şişmesi
gibi ekonomiye rahatsızlık veren bir kabarma, yani artıştır. Maddî anlamdaki
"kabarma" ile ekonomideki kabarma aynı şeyi ifade etmektedir.
Faizin getirdiği haksız kazanç da faiz alanlara, malının yığılıp tepe
gibi olacağı zannını verir. Fizikî anlamdaki 'tepe' olumlu; ekonomik anlamdaki
yığılma/tepe ise olumsuz bir mana ifade etmektedir. Selin üstüne çıkan köpük ile
faizin mahiyeti arasında yakın bir ilişki vardır. Faizin, selin üstüne çıkıp
sonra da kaybolan köpükten farkı yoktur. Selin üstüne çıkan çer-çöp gibi
ekonomiyi kirleten oluşumun adına faiz denmektedir. Faiz alan para kazandığını
zanneder ama aslında çer-çöpten başka bir şey kazanmamaktadır.
2. Eğitim
Besleyip büyütmek, yetiştirmek, terbiye etmek manası ile bu kavram bazı
ayetlerde yer almaktadır. Zaten terbiye kelimesi de reba fiilinin maştandır.
İsra/24'te ana-babanın çocuğunu yetiştirmesi, besleyip büyütmesi ve terbiye
etmesi anlamını ifade etmektedir. Aile eğitimiyle ilgili bir kavram olup çocuk
ile ana-baba ilişkisine işaret etmektedir:
Ana-babanı esirgeyerek alçak gönüllükle üzerlerine kanat ger ve
"Rabbim! Küçüklüğümde onlar beni nasıl yetiştirmişlerse, şimdi de sen
onlara rahmet et!" diyerek dua et.
Ayette geçen (kemâ rabbeyâni) ibaresi, "beni besleyip büyüttükleri
ve terbiye ettikleri gibi" anlamına gelmektedir. Buradaki fcg (rebbeyâ)
fiili reba'dan türemiştir.
Şuara suresinde himayesine alıp büyütmek ve yetiştirmek manalarına gelmektedir.
Hz. Musa'nın, Firavun tarafından himaye edilmesi, büyütülüp yetiştirilmesi bu
kavramla ifade edilmektedir:
(Fakat Musa mesajını Firavun'a tebliğ edince, Firavun), "Biz seni
çocukken yanımızda himaye edip yetiştirmemiş miydik?" dedi. [Şuara/18]
Besleyip büyütmek, terbiye etmek, geliştirmek manası ile bu kavramın faizle
ne ilgisi vardır? Faiz veren ve alan insanlar, servetlerini geliştirdiklerini,
çoğalttıklarını zannederler. Kavram eğitim anlamıyla olumlu; ekonomik anlamıyla
olumsuz bir mana taşımaktadır.
3. Ceza şekli
Rabe kelimesinin başka bir kalıbı da rabiye'dir. Bu kalıpta Hakka
suresinde geçmekte ve "şiddetli, çok çok" manalarına gelmektedir:
Ve Rablerinin gönderdiği elçilere isyan etmişlerdi. Allah şiddetli bir
ceza darbesiyle onların hesabını gördü. [Hâkka/10]
Kelime burada, peygamberlere isyan neticesinde gelen cezanın şiddetini
ifade etmektedir.
Peygambere isyan edenin şiddetli bir azapla çarpılması gibi, faiz yiyen
kimsenin de şeytan çarpmış gibi kalkacağı Bakara/275'de ifade edilmektedir.
Faiz ekonomiye sömürüyü, şiddeti getirmekte ve hayatı cehenneme çevirmektedir.
Bu anlamlar arasında bu yönden alaka vardır.
4. Ekonomik manası
Artmak, çoğalmak manasıyla da ekonomiyi, para politikasını ilgilendir-inektedir.
Kelime, -faizle ilgili olan Rum/39'da- bir şeydeki haksız, yani emeksiz olarak
meydana gelen "artışı/ilaveyi" ifade etmek için kullanılmıştır.
Muhammed Esed faizi şöyle tanımlamaktadır:
Bir kimsenin veya kurumun başka birine ödünç olarak verdiği belli bir
mal veya para miktarının, faiz yoluyla meşru olmayan bir artış sağlamasını
ifade eder.
Genel olarak, riba'nın negatif muhtevası (terimin Kur'an'da ve Hz.
Peygam-ber'in birçok Hadîsi'nde kullanıldığı anlamda), faiz karşılığı borç
vermek suretiyle sağlanan ve ekonomik olarak zayıf durumda bulunan kesimlerin
güçlü ve servet sahibi kesimlerce sömürülmesinden doğan kazançlarla ilgilidir:
Borç veren, kullandırdığı sermaye mülkiyetinin tam sahibi olurken ve bu fonun
kullanım amacı yahut tarzı ile ilgili hiçbir yasal endişe taşımazken, sağladığı
kazanç da, borç kullananın bu işlemden dolayı uğradığı kayıplara bakılmaksızın,
sözleşme gereği garanti altına alınır.[60]
Faiz yasağı önceki dinlerde ve onların kutsal kitaplarında da yer
almıştır. Tevrat'ın Hezekiel kitabının 18. babının 8. ayetinde şu ifade yer
alır:
Faizle para vermez ve murabaha kân almaz. Yine Tevrat'ın Tesniye
kitabının 23. babmın 19 ve 20. ayetleri de şöyledir:
Para faizi olsun, zahire faizi olsun, yahut ödünç verilen her şeyin
faizi olsun, faizle kardeşine ödünç vermeyeceksin. Yabancıya faizle ödünç
verebilirsin; fakat kardeşine faizle ödünç vermeyeceksin.
Hezekiel kitabından naklettiğimiz ayetle, Tesniye'nin 19. ayeti
birbirini te-yid etmektedir. Ancak "Kardeşine (yahudiye) faizle ödünç
vermeyeceksin, ama yabancıya faizle ödünç verebilirsin" şeklindeki 20.
ayetin Tevrat'a sonradan konmuş olma ihtimali büyüktür. Çünkü bir kutsal
kitabın koyduğu ekonomik kural ve inançlar, evrensel olmalıdır; milletler ve
kültürler üstü olmalıdır.
[61]
Biz işin bu yönü ile değil, Kur'an'dan önceki kutsal kitaplarda da faiz
yasağının olduğu yönüyle ilgileniyoruz. Ekonomik hayatın temel unsuru insan
olduğuna göre, her çağda insan emeksiz ve meşru olmayan yollardan para kazanma
fırsatları kollamış ve bu fırsatları tatbikata koymuştur. Haksız kazancın,
özellikle faizli kazancın insanlığa getirdiği zulümden daha büyüğü olmamıştır.
Kur'an bu zulmü ortadan kaldırmak için -alkolün yasaklanması esnasında da
uyguladığı- tedrici bir metod uygulamıştır.
1. Birinci merhale
Rum suresinde faizin Allah katında ne ifade ettiği beyan edilerek
hükmün temelleri atılmaktadır:
İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir faiz,
Allah katında artmaz. Allah'ın rızasını isteyerek verdiğimiz zekata gelince,
işte zekatı veren o kimseler, evet onlar kat kat artıranlardır. [Rum/39]
Bu ayet, faiz meselesini zekat ile birlikte ele almakta ve aralarındaki
farkı ortaya koymaktadır. Yüce Allah bunları değerlendirirken bir insan, bir
de kendi açısından bakmaktadır. Değerlendirmesine, insanın niçin faiz aldığını
ifade ederek başlamakta ve onun malı artıracağı fikrinden hareket ettiğini
söylemektedir. Bu düşüncenin yanlış olduğunu, kendi katında böyle bir artışın
olmayacağını hükme bağlamaktadır.
Demek ki Yüce Allah faizin getireceği artışın emeksiz ve haksız meşru
olmayan bir kazanç olduğunu söyleyerek kendi katında böyle bir bereketlenme
olmayacağını ifade etmektedir. Faizle borç alan kişi, imkansızlığı nedeniyle
aldığından, ona zekat verilmesini önermektedir. Artışın zekatta olup, faizde
olmadığım söyleyerek Yüce Allah, faiz muamelesinden insanların beklentilerinin
boşa çıkacağına dikkat çekmektedir.
2. ikinci merhale
Bu merhalede Yüce Allah faize bulaşan insanın psikolojik yapısını ve davranış biçimini ele alarak hükmünün temellerini atmaktadır:
Faiz yiyenler, şeytanın çarptığı kimseler gibi davranırlar.
[Bakara/276]
Rum/39'da faiz ile zekatı bir arada ele alan Yüce Allah'ın, burada
infak ayetlerinden hemen sonra ele alması ve 276. ayette sadaka ile bir arada
değerlendirmeye tabi tutması, faiz yerine zekatı, infak ve sadakayı önerdiğine
işaret olup bu da zekatın, infak ve sadakanın verilmediği ortamların, faiz
mikrobunun ürediği ortamlar olduğu bilincini vermeye yöneliktir.
Nisa/lO'da (Elbette yetimlerin mallarını yiyenler...) ifadesi yer almaktadır. Bu, yetimin malını haksız yere kendi malına katmak demektir. [62]
Faiz ve yetim malı yemek ifadesiyle, sadece boğazdan mideye inen gıda
değil; onun ticareti de kasdedilmektedir. Bakara/275'e dönersek, faiz yemekle
davranış arasındaki ilişkiyi iki boyutlu olarak ele almamız gerekir:
a. Faiz yemekten kasıt, bizzat
faizle kazanılan lokmayı yemektir. Haram lokma insanın maneviyatını, yani psikolojik
yapısının dengelerini bozmakta ve bu da davranışlarına yansımaktadır. Faizle
kazanılan haram lokmanın, insan psikolojisine ve neticede davranışlarına kötü
anlamda nasıl tesir ettiğini anlatmak için şeytan kavramına yer verilmektedir:
"Faiz yiyen kimseler, şeytanın çarptığı insan gibi kalkar". 'Kalkma'
fiilini, 'davranma' anlamına alıyoruz.
Yüce Allah hebete kavramını sadece bu ayette kullanmakta ve bununla
şeytanın insanlara olan etkisini ifade etmektedir. Hebete kelimesi sözlükte
şiddetle vurmak, kapıyı vurmak, ağacın yapraklarını değnekle silkmek, geceleyin
körün gitmesi gibi gitmek, cirmin dokunması, deveyi bir çeşit damga ile
damgalamak, toplumlarda fitne ve fesadın çıkması, cahilce davranmak manalarına
gelmektedir.
(Şeytanın çarptığı kimseler...) ifadesiyle bu manalar birlikte ele alındığında denebilir ki: Şeytan, faiz yiyen insanı şiddetle etkiler; ağacın yapraklarının silkilip dökülmesi gibi şeytan da faiz yiyen kimsenin bütün erdemlerini silkip döker, yok eder. Şeytan insana faiz yedirmekle gönül gözünü kör ettiğinden, ekonomik faaliyetlerini kararttığından o kimse körün yürüdüğü gibi yürür; şeytanın, faiz yiyen insana olan etkisi onu bir nevi devenin damgalanması gibi damgalar. Tıpkı malın üstüne üretildiği memleketin veya firmanın damgasının vurulması gibi, faiz yiyen insana da şeytan damgasını vurmakta ve onun kendisine ait olduğunu göstermektedir. Memleketlerde fitne ve fesatın çıkması anlamıyla bu kavram, şeytanın insanın iç aleminde, akıl, gönül ve nefis arasındaki dengeleri bozarak orada fitne ve fesat çıkarmasını ifade eder. Diğer taraftan faiz ekonomik dengeleri bozduğu için, şeytan bunu insanı çarparak yaptırmaktadır; cahilce davranmasını sağlamak için insanı bütün manevî erdemlerinden soyutlamak durumunda olan şeytan, bu amacına, faiz yoluyla ulaşmaktadır.
Faiz yiyen insan, şeytanın kendisini etkilemesini kolaylaştırmakta ve o
etkiye zemin hazırlamaktadır. Şeytan denen cin, bazı insanları ağır bir
şekilde çarpar ve bu insanlar için cin çarpmış denir. Muhlis insanlar hariç herkes
az-çok şeytanın etkisi altında kalır, ama bazı insanların çarpılışı çok daha
ağır olur ve biyolojik yapısında da değişmeler meydana gelir.
b. Şeytanın çarptığı biri gibi
davranmaktan kasıt, ekonomik ilişkilerdeki ihtiras, haksız kazanç hırsı,
insanları sömürme azgınlığı gibi davranışlar olabilir. Ekonomik ilişkilerde
olduğu gibi, sosyal ilişkilerde de şeytan çarpmış gibi davranılabilir.
Yaptığımız açıklamalar, konunun merkezine "haram lokmayı"
koymamızdan kaynaklanmaktadır. Yüce Allah meseleye fikrî açıdan bakmakta ve
şöyle demektedir:
("Bu, onların alım-satım da tıpkı faiz gibidir" demeleri
yüzündendir).
Alım-satımı faize benzetip faizin meşru olduğunu söyleyerek kendini
haklı çıkarma düşüncesi, şeytanın insanı çarpmasının ilk basamağını teşkil
etmektedir. Meşru ticareti, faize benzetmek gibi büyük bir fikrî yanlıştan
kaynaklanan bu düşünce ve iddia, bütün davranışları etkisi altına aldığı gibi,
ekonomik dengeleri de bozmaktadır. Hele bu düşünce, ekonomik hayatı düzenleyen
dinamiklerden biri haline gelirse, toplumda sömürüye, uluslar arasında da
ekonomik emperyalizme kapı açar. "Canım faizde ne var, aynen alım-satım
gibidir" sözü, felsefeye dönüşüp ekonomik hayata yön verirse; şişede
durduğu gibi durmayan alkol gibi toplumun şaşırmasına, nereye gittiğini
bilmeyen kör gibi hareket etmesine sebep olur. "Faizin alım-satımdan farkı
yoktur" ifadesi, günümüzde de yaygın bir kanaat halindedir. Yüce Allah bu
şekilde düşünenlere kendi değerlendirmesini sunmaktadır:
(Halbuki Allah alım-satımı helal, faizi haram kılmıştır).
İşte faizle ilgili olan ayetlerden, ikinci merhalede haram hükmünün
verildiği bu ayetle anlaşılmaktadır. Emeğe, meşru kâra dayalı alım-satım helal
kılınırken; haksız kazanca dayalı faiz haram kılınmıştır. 'Haram' kavramı dinî
olduğu halde; yasak kavramı daha çok dünyevîdir. Bir şeye haram deniyorsa, onun
arkasında Allah'ın iradesi vardır; buna karşılık yasak kavramının ardında
insanlar da olabilir. Bunun anlamı şudur: İnsanın mağduriyetinden istifa
ederek sömürülmesi, gayretullah'a dokunur. İnsanın insana böyle bir muameleyi
reva görmesine Allah razı olmaz. Doğal olarak faiz yiyen kişinin Allah'a değil
ama, O'nun kuluna zararı vardr. Kuluna zarar verilmesine Yüce Allah ilgisiz
kalmaz. Allah Teala, benzetmelerinin, değerlendirmelerinin, haram ve helal
hükümlerinin tümüne birden "öğüt" ismini vermektedir:
(Bundan sonra kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse,
geçmişte olan kendisinindir ve artık onun işi Allah'a kalmıştır).
"Öğüt" kavramı hafife alınmamalıdır. Çünkü, öğüdün içinde her
türlü açıklama olabileceği gibi, neyin helal neyin haram olduğunun hükmü de bulunabilir.
Yüce Allah'ın öğüdü karşısında insanın yapacağı en olumlu davranış, öğüdün
gereğini yerine getirmektir, öğüt bir haramla ilgili ise haramdan vazgeçmektir.
Allah'a inandığını söyleyen kimse, O'nun öğüdünü dinlemeli ve derhal yerine
getirmelidir. Öğüdü dinleyip haramdan/faizden vazgeçen kişi, bir nevi tevbe
etmiş olacaktır.
(Onun işi Allah'a kalmıştır) ifadesiyle de Yüce Allah, affın kesin
olmadığına işaret etmektedir. Yüce Allah, geçmiştekini ona bırakıyor; işini ise
Allah'a. Bununla beraber, ayetin devamında "Kim tekrar faize dönerse, işte
onlar cehennemliktir, orada devamlı kalırlar" buyurularak ilahî öğüdü
dinleyip faizden vazgeçenlerin affedileceğine işaret edilmiş olmaktadır. Affa
mazhar olacaklarının niçin açıkça zikredilmediğine gelince; affedilen kimsenin
faizle tevbe arasında tekrar tekrar gidip gelmemesi için "Onun işi Allah'a
kalmıştır" buyurulmaktadır. "Tekrar faize dönenler cehennem
yaranıdırlar ve ebediyyen orada kalacaklardır" hükmünden iki önemli netice
çıkarabiliriz: a) Faizi alım-satım
olarak gören kimseler, bu dünyadaki amelleriyle cehennemlerini
hazırlamaktadırlar. Onlar hem bu dünya hayatlarını hem de ahiretlerini
cehenneme çevirmektedirler, b) Yüce
Allah burada cehennem kavramını, -caydırıcı olma özelliğinden ötürü- eğitim
amaçlı kullanmaktadır. Zaten ayetin başında da "Şeytanın çarptığı kimse
gibi davranır" ifadesiyle, tiksindirme motifi kullanılarak eğitim amacı
güdülmektedir.
Ayetin genelinden şu sonucu çıkarabiliriz: Dinin haram ve helal boyutlan, Yüce Allah'ın öğüdüdür. Öğüt verirken, haram ve helalin bilgisini de ver-' mek gerekir. [63]
276. Allah faizi mahveder, sadakaları ise bereketlendirir. Allah inatçı
nankörleri ve günahta ısrarlı olanları sevmez.
Ayette geçen sevgi, mehk, riba, keffar ve esim kavramları ile Yüce
Allah insanlığa çok önemli mesajlar vermektedir.
Sözlükte bir şeyi iptal etmek, bereketini gidermek, helak etmek, ısının
bir şeyi yakması, malın telef olması, haynn eksik olması, belirsiz hale gelmek,
bozmak, silmek, kazımak, kökünden söküp atmak, yok etmek, iptal etmek, azalmak,
ayın görünmez olması, zail olmak manalarına gelen mehk kavramı*.-. Yüce
Allah'ın faizle olan ilişkisini belirlemektedir.
Bakara/276 ve Âl-i İmran/14rde geçen bu kelime, faiz ve kafirlerle alakalıdır.
Faizle ilgili olarak mahvetmek, tüketmek; kafirlerle ilgili olarak da helak
etmek manası verilebilir. Faizle ilgili anlamı ekonomiyi; kafirlerle ilgili
manası da sosyolojiyi, yani toplum bilimi ilgilendirmektedir. :
Ekonominin kurdu olan faiz ve dinin kurdu olan inkar ile ilgili değerlendirmelerinde
Yüce Allah bu kavrama yer vermektedir.
Ayette yer alan kavramlardan biri de B akara/275'te açıklamasını
yaptığımız riba kavramıdır. Ek olarak burada şunu söyleyeceğiz: İsim olarak
alındığında riba kelimesinin tamamen olumsuz bir mana ifade etmesine karşılık,
fiil kalıbında kullanıldığında olumlu mana da ifade edebilmesidir. Bu ayette
Yüce Allah sadakayı bereketlendirdiğini reba fiilinin şimdiki zaman kalıbıyla
ifade etmektedir. Demek ki, riba'nın fiil kalıbının faili Allah olunca ve sadakayı
tümleç olarak alınca, olumlu mana kazanmakta ve bereketlendirip artırma
manasına gelmektedir. Ayete dikkat edilirse, riba'nın isim kalıbı ile fiil
kalıbının yanyana gelmiş olduğu görülecektir.
Ayette geçen üçüncü kavram sevgfdir. Yüce Allah'ın, sevgisini kimlerden
esirgediğini anlamak için, ayetin dördüncü ve beşinci kavramlarına bakmak
gerekir. Bunlar, inatçı nankör manasına gelen j££. (keffâr) ile günahta ısrar
eden anlamına gelen (esîm) kavramlarıdır. Keffâr, örtmek, inkar etmek anlamına
gelen kefere fiilinden türemiştir. Burada davranıştaki, inançtaki veya tavır
koymadaki şiddeti ifade eden kalıpta kullanılmıştır. Biz keffâr kelimesine,
'inkar' değil 'nankör' manası verdik. Nankörlüğünde şiddetli olduğu için de,
'inatçı nankör' demeyi uygun bulduk.
(esîm) kelimesi ise günahda ısrar eden, öğüt dinlemeyen, tevbe etmeyen,
gerçeğe dönmeyen anlamına gelmektedir. Yüce Allah, haram kılmasına, fayda ve
zararlarını açıklamasına rağmen faiz yemeye devam eden kimseye bu sıfatı
vermektedir. Şimdi bu beş kavramın yer aldığı bölümleri tek tek ele alarak
ayetin açıklamasına geçebiliriz:
1. (Allah ribâyı mahveder).
Yüce Allah emeksiz ve meşru olmayan yollardan kazanılan faize çok ciddi
bir tavır koyarak, onu yok edeceğini beyan etmektedir. Faizin karıştığı bir ekonomide
düze çıkmanın mümkün olamayacağını, dibi delik bir elek gibi ekonomide
dengelerin kurulamayacağım, faiz alanların şeytan çarpmış gibi
davranacaklarından sömürü düzenlerini devam ettirecek ve toplumun bir kesimini
gittikçe fakirleştireceklerini, faiz borcu altında kıvrananların faizcilere
karşı kin ve düşmanlık duygularını kabartıp canların tehlikeye düşeceği
gerçeğini dikkate alan Yüce Allah, faizi mahvedeceğini ilan etmektedir.
Bu, fakir kullarının daha da fakirleştirilmesine, ihtiyaç sahiplerinin
ihtiyaçlarının istismar edilip emeksiz para kazanılmasına Allah'ın razı olmayacağını
göstermektedir. Faize dayalı bir ekonomiye Allah'ın müdahalesi olumsuzdur.
2.
(Sadakayı bereketlendirir).
Faizin
yasaklanmasının hemen ardından sadakanın teşvik edilmesi, sadakanın faize
alternatif gösterilmesi demektir. Bu bize şu sosyal kanunu öğretmektedir: Bir
alışkanlığı yasaklarken, bir müesseseyi ortadan kaldırırken yerini dolduracak
davranış ve müesseseyi de koymak gerekir. Bir fikri, bir düşünceyi, bir töreyi,
bir adeti ve bir müesseseyi tenkit edip yıkmak önemli değil; önemli olan
atılan düşüncenin, törenin, adet ve müessesenin yerine ondan daha faydalı
olanı koyabilmektir. Bunu yapamayan toplumlar, manevî değerlerini yok edip
sosyal hayattaki zenginliği ortadan kaldırırlar.
Bu kanun Allah tarafından konmuştur. Faizi yasaklarken onun yerine zekatı
[Rum/39], sadakayı [Bakara/276] ve infakı [Bakara/264-274] koymaktadır. Bu
kanunu Yüce Allah kendi eylemlerine de uygulamaktadır. Faizi azaltırken, bunun
karşıtı olan sadakayı çoğaltmaktadır. Çünkü faizi yok ederken, yerine başka bir
şeyin konması gerekir. Allah da faizin karşısına sadakayı, azaltma eyleminin
karşısına da çoğaltıp bereketlendirmeyi koymaktadır.
Diğer taraftan çoğalma ve azalmanın hangi ekonomik faaliyetlerde olduğuna
dikkat çekerek, din eğitiminin ekonomideki etkinliğini vurgulamaktadır. Sadece
yıkmanın yanlışlığına, yıktığının yerine yenisini koymanın gerekliliğine
işaret ederek eğitimin sosyal amacını ve topluma olan hizmetini vurgulamaktadır.
Diğer taraftan Yüce Allah ayetin birinci ve ikinci kısmıyla insan
doğasına uygun hüküm vermek suretiyle eğitimin fıtrata uygun yapılmasını
önermekte ve kendisi de bunu uygulamaktadır. İnsan fıtratı gereği azalandan
kaçar, çoğalana koşar. İnsandaki bu psikolojik yapıyı harekete geçirmek için
Allah Teala, faizi azalttığını, sadakayı ise çoğalttığını söylemektedir.
Yarattığı insanın tabiatını bildiği için azalma ve bereketin nerede olduğunu
ifade ederek insanı motive etmektedir.
3. (Allah inatçı nankörleri ve
günahta ısrarcıları sevmez).
Ayetin bu kısmında geçen keffar kelimesi, kefere kavramından türeyen ve
bir işi itiyat edinen, ondan ayrılmayan, sonradan huyu haline gelmiş anlamını
ifade eden bir kalıptan türetilmiştir. Bu kalıpta olan bir eylem, adet haline
gelmiş, devamlı bir şekilde gerçekleşmeyi ifade etmektedir. Faiz konusunda
Allah'ın öğüdünü dinlemeyip faiz almaya devam eden kimseler, nankörlüklerinde
devam ettiklerinden bu sıfatla vasıflandırılmışlardır.
Yüce Allah'ın, faiz yiyen kimseyi niçin nankör olarak vasıflandırdığına
gelince; diyebiliriz ki: Yüce Allah meşru yollardan kazanılmak şartıyla çalışan
insanlara nimet takdir etmektedir; verilen nimetle yetinmeyip meşru olmayan
yollardan para kazanma yoluna gitmesinden, kendisinin verdiği nimeti az bulma
anlayışından ötürü insanı nankör olarak vasıflandırmaktadır.
Diğer taraftan "Alım-satımın faizden farkı yoktur' diyen insan
küfre gitmiş olur. Bu anlamdan hareket edersek, ayetin bu kısmı 275. ayetteki
ifadeye bağlanabilir ve keffâr kelimesine, nankör yerine 'inatçı kafir' manası
verilebilir.
Esîm kelimesi, günahta devamlılığı ve ısrarı ifade etmekte; ribanın
günah olduğunu bile bile yiyen kişinin sıfatı olmaktadır.
İnatçı nankör ve günahta ısrarcı kimse, Allah'ın sevgisinden de mahrum
kalmaktadır. Böylece faiz yeme işi sadece madde aleminde kalmıyor; mana alemini
de rahatsız ederek, ilahî sevginin o insanlara gelmesini engelliyor. Allah
sevgisini engelleyen bu davranış, doğal olarak insanların sevgisinin yitirilmesine
de sebep oluyor. Selim akıl ile düşünen bir kimse, Allah'ın sevgisini en büyük
hazine olarak görür ve onu kaybetmemek için faiz yemekten vaz geçer.
Allah'ın sevgisinden mahrum kalan kişiler istikballerini cehenneme
çevirmektedirler. Bakara/275, ayette belirtildiği üzere faiz yemekte ısrar
edenler cehennem yaranı olacaklardır. Allah'ın sevgisinden mahrum kalan
kimseden, Allah uzaklaşmış demektir, Allah'ın uzaklaşması da cehenneme girmeye
sebep olur. Ayetin bu kısmından -eğitim açısından- şu ilkeyi çıkarabiliriz:
Ana-babalar, öğretmenler yanlış iş yapan çocuk ve öğrencilerine ceza vermek
zorunda kalırlarsa dayak yerine, sevgilerinden mahrum bırakmalıdırlar. Bu çok
daha etkili ve eğitici olur. Çünkü bu metodu Allah koymuştur. Ana-babanın,
yanlış iş yapan çocuğuna dayak atma yerine, "Seni yanlış yaptığın için
sevmiyorum" demesi, daha etkili olacakta "Böyle yapan çocuğu ben
sevmem; kimse de sevmez" ifadesi, gönülden vuran bir eğitim metodudur.
Sevgi en temel duygulardan biridir. Sevgi motifini kullanarak insanı
eğitmenin önemi Taha suresinde ifade edilmiştir:
Kendi katımdan kutlu bir sevgiyle seni kuşattım ki, gözümün önünde
yetişti-rilesin. [Taha/39]
Bu ayet, eğitimin sevgisiz olmayacağını vurgulamakta; Bakara/276 ayeti
ise sevgiyi esirgemenin ne kadar caydırıcı olacağına işaret etmektedir. Onun
içindir ki, Kur'ân'ın çeşitli ayetlerinde Yüce Allah hangi eylemi yapanları
sevdiğini beyan etmektedir.
[64]
277. İman edenlerin, iyi işler yapanların, namazlarını bihakkın
kılanların, zekatı verenlerin mükafatları Rableri kalındadır. Onlar için ne
korku vardır, ne de üzülürler.
Bu ayetin, faizle alakalı ayetlerin arasına yerleştirilmesinin bir
sebebi vardır. Bu ayetten evvelki iki ayette faiz yemekten, şeytan çarpmış gibi
davranmaktan, harama helal demekten, tevbe ettiği halde faize tekrar dönmekten,
cehennemden, faizi mahvetmekten, nankörlükte inattan ve günahta ısrar etmekten
bahsedilerek olumsuz bir fikrî ve amelî çerçeve çizilmişti. İşte bu olumsuz
havayı dağıtmak, insanı karamsarlığa sevketmemek için bu davranışların tersini
üretenlerin durumu ele alınarak iyimser bir hava estirilmek istenmiştir.
Kur'an ayetlerinin kronolojik sıraya göre dizilmemesinin sebeplerinden
biri de, devamlı kötü davranışlardan ve cehennemden bahsederek karamsar bir
tablo yaratma yerine iyi şeylerden ve cennetten sözederek cennet ümidini
güçlendirmektir. Devamlı kötü davranışların üstünde durup bir cehennem havası
estirmek yerine, iyiliklerden bahsedip cennet havası estirmek, din eğitimi
açısından çok gerekli bir metoddur. İşte Yüce Allah burada bu metodu
uygulamaktadır. Faizden ve onun insana getireceği olumsuzluklardan bahsedilen
konunun arasında, imandan, iyi amel ve ibadetlerden bahsedilerek mü-kafaat
üzerinde durulması, bunu net bir şekilde göstermektedir.
Daha önce bu ayettekine benzer konulan içeren ayetler geçmesine rağmen,
bu ayetle ilgili kısa da olsa bir açıklama yapılmasının faydalı olacağını
düşünüyoruz. Çünkü ayetlerin benzerliği, bir tekrar değil; Kur'an'm kimyası
gereğidir. Gazın, farklı atom oranında başka gazlarla birleşmesinden farklı
farklı maddeler meydana gelmesi gibi, Kur'an ayetleri de aynı kelimelerle örülü
olduğu halde farklı muhtevalar içinde, farklı mana ve görevler yüklenirler.
Biz buna Kur'an'ın kimyası diyoruz. 277. ayet de kendinden önceki ve sonraki
ayetlerin araşma yerleştirilmek suretiyle, farklı bir mesaj ve farklı bir görev
yüklenmiştir. Bağlamına dikkat edilerek ele alındığında bu ayetin, farklı bir
mesaj ve görev yüklendiğini anlamak mümkün olacaktır.
1.
(Elbette iman edenleri...)
"İman edenler" bir önceki ayette yer alan keffar (inatçı
kafir) kavramının karşıtıdır. Eğer bu kavrama 'nankör' anlamı verilirse,
karşısına 'iman eden' konabilir. Diğer taraftan buradaki 'iman' kavramı, 275.
ayette "Alım-satım da faiz gibidir" diyerek ilahî hükmü inkar edenin
karşıtı da olabilir. Bize göre, her ikisinin de karşıtıdır.
Ayrıca, Allah'ın verdiği nimeti az bularak, meşru ve ahlakî olmayan yollarla
servet edinme eylemi de nankörlüktür. İman, Allah'ın nzık kaynağı olduğunu
tasdik etmektir. Yüce Allah oradaki olumsuz düşünce ve inancın karşısına,
olumlu olan imanı koyarak insana mukayese imkanı sağlamaktadır.
2. (Doğru ve yararlı işler
yapanlar...)
Ayetin bu kısmındaki 'iyi amel', faiz yeyip günah işlemenin, tevbe edip
tekrar faize dönmenin karşıtıdır. Şeytan çarpmış gibi davranmanın karşıtı da,
"iyi, doğru ve faydalı amel"dir. Faiz yememek, faiz yemekte ısrar
etmemek, Allah'ın sevgisini engelleyecek bu gibi davranışlarda bulunmamak iyi
ameldir. Allah'ın öğüdüne kulak vermek ve onu hayata geçirmek iyi ameldir. Sadaka
verip servetini bereketlendirmek de iyi amelin kapsamına girer. Faiz almak
yerine, sadaka vermek doğru inancın meydana getirdiği veya getireceği iyi
ameldir.
3.
(Namazlarında dikkatli ve
devamlı olanlar...)
Faizle ilgili ayetlerin arasında zikredilmesi namazın yanlış işlere
mani olma boyutuna dikkat çekmek amacına yöneliktir. Bakara/3'te namazın
etkinliğini anlatırken işaret ettiğimiz Ankebut/45 ayetine göre, namaz çirkin
fiillerden, akla ve sağ duyuya aykırı olan her türlü şeyden alıkoyan İşte faiz
yeme gibi çirkin bir fiilden, insanı alıkoyacak üçüncü derecedeki manevî ilaç
namazdır.
Akla ve toplumun menfaatine ters düşen faiz yeme eylemini önlemenin
üçüncü basamağında namaz bulunmaktadır. Namaz sadece bir ibadet değil, aynı
zamanda insanın davranış bozukluklarını tedavi eden manevî bir ilaçtır. İyi
amelin devamlılığını ve muhafızlığını namaz temin etmektedir. Çünkü 'salat'
kavramının bir anlamı da korumaktır.
4.
(Ve zekatı verenler...)
Faiz yeme eylemi de, karşılıksız yardım yaparak yardıma muhtaç olanların
elinden tutmak anlamına gelen -ve faizin yerini dolduracak olan- "zekat
verme" eylemi de ekonomik bir faaliyettir. Zekat kavramı temizlemek, artırmak
manalarına gelir. Zekat verilmesi, fakirlerin kıskançlığını, hasedini ve
düşmanlık duygusunu temizlediği gibi, zenginin malından fakirin hakkını da
temizler.
Artma, çoğalma manalarına gelen faiz yerine, yine artma ve çoğalma anlamını
ifade eden zekatın konması, faizi önleme gayesine yöneliktir. Faizden uzak
durmak, bir iman, bir amel ve bir ahlâk işidir.
5. (Onların mükafatlan Rableri
katındadır. Onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmezler).
İman, iyi amel, namaz ve zekat gibi gönülde başlayıp davranışa, oradan
ibadete, oradan da ekonomik faaliyet olan zekata varan bir dizi olumlu amelin
karşılığım Yüce Allah verecektir.
(Onlar korkmayacaklardır), çünkü hep olumlu davranış üretmekte, sosyal
yardımlaşmayı da yerine getirmektedirler. Ayetin bu kısmı ile faiz ayetleri
arasında bir ilişki kurarsak şu genellemeyi yapabiliriz: Faiz yeme gibi çirkin
hareketler, ferdin hayatında zamanla korkuya dönüşür. Faiz yemek bir taraftan
haram yemek, bir taraftan da hak yemektir. Yenen haram ve haklar, ilahî aleme
çıkarak korkuyu alıp geleceklerdir. Bu korku, insanlardan korkma olabileceği
gibi, ahiretteki akıbet konusundaki korku da olabilir.
(Onlar üzülmeyeceklerdir). Onların "Niçin bu hareketi yaptım"
diyerek geriye dönük üzüntü ve pişmanlıkları olmayacaktır. Ömrünün sonuna
yaklaşan ve bütün kötü davranışları yapma gücünü kaybeden insan için, geriye
dönüp baktığında geçmişte kendini üzecek bir amelinin olmaması kadar önemli
bir nimet olabilir mi? Mahşerdeki sorgulama anında, "Dünyadayken keşke bu
yanlış davranışı yapmasaydım" dememekten, pişmanlık ve üzüntü duymamaktan
daha büyük bir ödül olabilir mi? İleriki ayetlerde gö-jrüleceği üzere, faiz
yiyerek Allah ve Rasulü'ne savaş açmak gibi olumsuz bir eylemin üzüntüsünü
yaşamamaktan daha büyük bir saadet olabilir mi?
Faiz yemeye mani olan iman, iyi davranış, namaz ve zekat gibi ameller,
korku ve endişeleri silip götürmekte ve insana büyük bir ödülle mutlu bir hayat
sağlamaktadır. İman denen gönül eylemi, iyi davranış denen olumlu ilişkiler
ağı, namaz denen manevî ilaç ve zekat denen sosyal yardımlaşma müessesesi
başlı başına bir eğitim biçimidir.
[65]
278. Ey iman edenler! Allah'tan sakının. Eğer gerçekten inanıyorsanız
mevcut faiz alacaklarınızı terkedin.
İman edenlere muhatap alan bu ayette iki emir veriliyor: Allah'a karşı
sorumluluğun idrakinde olmak manasını verebileceğimiz takva/sakınma. Allah'tan
sakınmayan insanlar, imanlarının gücünü isbat edemezler. Takva denen sakınma
duygusu, Nisa/l08'deki "İnsanlardan gizlerler ama Allah'tan
gizlemezler" ifadesinde belirtilen eylemi ortadan kaldırıp tersine
çevirmektedir. Allah'ı yanında hissedip, O'ndan sakınarak yanlış davranışta
bulunmamak takvadır.
'Allah'tan sakınmayan, Allah'a karşı sorumluluğunu bilmeyen insan, her
kötülüğü işler. Yüce Allah eğitimini yaparken, faiz yemek gibi çirkin bir eylemden
kurtulmanın yollarından birinin Allah'tan sakınma olduğunu vurgulamaktadır.
Kendisinden sakınılmasını emretmekle Allah Teala, iman ile takva arasında ne
kadar sıkı bir bağ bulunduğunu açıklamış olmaktadır. Demek ki takvaya (sakınma
eylemine) giden yol imandan geçmektedir.
Bu ayetteki iman ile bir önceki ayette yer alan, iman arasında bir
paralellik vardır. Bir önceki ayette genel manada ele alınırken, burada özel
olarak iman edenlere hitap edilmektedir.
(Faizden doğan kazançların tümünden vazgeçin). İman ve takva emrinin
ardından bu emir gelmektedir. İman eden ve Allah'tan sakınan müslüman, faiz
kazancından derhal vazgeçmelidir. Bu, -ayetin sonundaki "Eğer gerçekten
inanıyorsanız" ifadesinden de anlaşılacağı üzere- gerçekten inandığını
isbat eden bir kriterdir. Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette yer alan iman ve
takva, faizi bırakmanın ya da faiz gibi çirkin bir fiilden vaz geçmenin alt
yapısmı oluşturan öteki değerleri ifade etmektedir. Dikkat edilirse, faiz gibi
kötü bir ekonomik alışkanlığın terkedilmesinin alt yapısını iman ve ibadetlerin
oluşturduğu anlaşılır. Bir önceki ayeti dikkate alarak bunları sıralarsak
karşımıza şu yapı çıkar: İman, iyi davranış, namaz, zekat ve takva. Yüce Allah
faiz gibi büyük bir hastalığın tedavisinde bu kadar manevî ilaç kullanmaktadır.
Faiz yemenin ne kadar büyük ve kötü bir davranış olduğunu anlamak için,
onun terkedilmesinde kullanılan alt yapı değerlerine bakmak yeterli olacaktır.
Faiz yemek suretiyle nefis tanrısına yapılan ibadetten insanı kurtarmak için
Yüce Allah iyilikleri geliştirme metoduna baş vurmaktadır.
Bundan çıkan netice şudur: Yüce Allah kötülüklerle mücadele edebilmek
için iyilikleri geliştirmenin zorunlu olduğunu öğretmektedir. Kötülükle doğrudan
doğruya mücadele ederek onu ortadan kaldırmak mümkün değildir. Kötülükler,
ancak iyilikler hayata geçirilerek, yayılarak ve geliştirilerek ortadan
kaldırılabilir. Çünkü kötülüğün panzehiri, iyiliktir. İyilikler geliştirilip
yayıldıkça, kötülüklerin -tamamen ortadan kalkmasalar bile- alanı ve gücü
daralıp azalacaktır.
Bu, evrensel bir sosyolojik kanundur. Belki de eğitim faaliyetinin
toplumsal görevlerinin başında yer almaktadır. Yüce Allah Hud/114'te bu
evrensel kanunu şöyle ifade etmektedir:
İyilikler kötülükleri ortadan kaldırır.
Bu, iyi eylem ve fikirlerin, kötü eylem ve fikirleri gidereceği
anlamına gelir. Bu hem biyolojik alemin, hem de sosyal alemin değişmez
kanunudur. Vücuda giren mikrobu, doktor kendi eli ile söküp atamaz, ancak
vereceği ilaç o mikropla mücadele verip etkisini azaltır. Kötülükler de toplumu
hasta eder.
Kötülük mikrobuyla da insan değil, iyilik mücadele edebilir. Bu, tüm
dünyada genel kabul gören bir kanundur. Yüce Allah asırlar önce bu kanunu koymuştur.
İşte faizle ilgili ayetlerin arasında iman ve ibadetle ilgili ayetlerin
bulunmasının nedeni budur.
[66]
279. Eğer böyle yapmazsanız, bilin ki Allah'a ve Peygamberine savaş
açmış olursunuz. Ama eğer tevbe ederseniz, ana-paranızı geri almaya hak
kazanırsınız: böylece ne haksızlık yapmış, ne de haksızlığa uğramış olursunuz.
1.
(Eğer böyle yapmazsanız...)
"Böyle yapmazsanız" ifadesiyle, bir önceki ayette zikredilen,
Allah'tan sakınarak faizden doğan kazançların tümünden vazgeçme eylemi
kasdedil-mektedir. Bir başka deyişle, insanın psikolojisini, davranışlarını ve
ekonomik hayatını mahveden [Bakara/275-276] faiz yasağından vazgeçmezseniz demektir.
2. (Allah'a ve Peygamberine
savaş açmış olursunuz). Yüce Allah, -faiz yasağı hariç- koyduğu hükümleri
çiğneyenlerin hiçbiri
için bu şekilde şiddetli bir ifade kullanmamıştır. Sömürü, kul hakkını
ihlal ve zulüm olan faizden vaz geçmemenin bir isyan olduğunu ilan eden Yüce Allah,
faiz yiyenlerle savaş halinde olduğunu söylemekte; bu savaşın ateşini faiz
yiyenlerin yaktığına da dikkat çekmektedir.
Allah'a ve Peygamber'e savaş açmak, neticesi hüsran olacak bir eylemi başlatmaktan başka bir şey değildir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır: Allah'a savaş açmak
ifadesi anlaşılmaktadır, ama şu anda faiz yiyen insan hayatta olmayan Hz.
Peygamber'e nasıl savaş açmış olabilir? Hayatta olmayan bir insana, savaş açmak
ne anlama gelir?
Hz. Peygamber hayatta olmamakla beraber, ondan akıp gelen manevî bir
kültür ırmağı vardır. Dolayısıyla, -bugün itibariyle- Hz. Peygamber'e savaş
açmak, onun sünnetine savaş açmak manasını ifade eder. Hz. Peygamber'in hayatta
olup olmaması bir şeyi değiştirmez. Zaten Allah ile savaşmak da, O'nun zatı ile
savaşmak anlamına değil; O'nun hükmü ile savaşmak manasına gelir. Bu, manevî
alanda başlayan, ama neticelerini maddî alanda veren bir savaştır. İnsanın
kaybedeceği kesin olduğu halde bu savaşı sürdürmesi, Allah katındaki mevkiini
kaybetmesine sebep olmaktadır. İnsanı bu savaştan kurtarmanın yolu nedir?
2.
(Eğer tevbe ederseniz,
ana-paranız sizindir). İnsanı bu savaştan kurtaracak iki yol vardır:
a. Faizden doğan tüm kazançtan
vazgeçmek [Bakara/278];
b.
Tevbe etmek [Bakara/279].
İman, iyi amel, namaz, zekat ve takva bu iki eylemin alt yapısını oluşturacaktır. Bu manevî olgunluğa sahip olan kimse, faizden doğan tüm kazançları bırakacak ve tevbe edip Allah'a yönelecektir. Faiz alacaklarından vazgeçen kimsenin, niçin tevbe etmesi de gerektiğine gelince; faizden doğan kazançlardan vazgeçmek yeterli değildir; çünkü bunun ardından tekrar faize dönebilir. Tevbe edince, artık dönüşü olmayan düzgün bir yola girmiş demektir. Buradaki tevbe, Allah'a savaş ilan eden insanın, yanlışını anlayıp teslim bayrağını çekmesi manasına gelebileceği gibi; ayetin başında yer alan "Böyle yapmazsanız, yani faizi bırakmazsanız" ifadesinin karşıtı anlamında, tevbe edip Allah'ın faiz hükmünü yerine getirmek anlamına da gelebilir.
Demek ki tevbe, savaş ilan etmeden önce de, savaştan hemen sonra da
olabilir. Birincisini dikkate alırsak tevbe savaşın açılmasını önleyen; ikincisini
dikkate alırsak savaştan vazgeçiren eylem olmaktadır.
Yanlışını görerek özür dilemek ve bir daha o hataya dönmemek gibi erdemli
bir davranışın, insan hayatındaki yerini öğreten Yüce Allah, böylece devlet
adamlarına, ana-babalara, eğitimcilere de özür dilemenin ne kadar önemli
olduğunu öğretmiş olmaktadır. Faiz yemekte ısrar ederek Allah'a savaş açan
insana tevbe kapısını göstermekle Yüce Allah, savaşan toplumların savaşa son
vermelerinin yolunu da öğretmektedir.
4. (Böylece ne haksızlık
yapmış, ne de haksızlığa uğramış olursunuz).
Ayetin bu kısmında, faiz yasağının amaçlarından biri açıklanmaktadır:
insanlara haksızlık yapmamak. Faiz yemek, hak yemek, hakkından fazlasını
üzerine geçirmektir. Faiz yemek, gasbtır. Onun içindir ki Allah Teala,
ana-pa-ra dışında faizden elde edilen kazancın bırakılmasını emrediyor; böylece
zalim veya mazlum olunmayacağını belirtiyor.
Yüce Allah'ın maksadı, haksızlık ve zulmün olmadığı bir insanlık oluşturmak
oluduğu içindir ki faiz ile zulme uğrayan, faiz altında inletilen kimselerden
yana tavır koyarak, faiz yiyenlerin kendisine savaş ilan etmiş olduğunu
söylemektedir. Faizle haşır-neşir olanlar daima Allah ile savaş halinde
olduklarından, sosyal hayatı kirletmekte, insanlığı harabe haline getirmektedirler.
[67]
280. Eğer (borçlu) güç durumda ise, rahatlayıncaya kadar ona bir vade
verin; eğer bilirseniz, bir karşılık beklemeden (borcu tamamıyla) silmek,
sizin kendi iyiliğinize olacaktır.
Bu ayette, faizle borç veren kimsenin, borçluya karşı nasıl davranması
gerektiği beyan edilmektedir. 278. ayette, faizden doğan bütün kazançlardan
vazgeçilmesini; 279. ayette ise ana-paramn alınabileceğini ifade eden Yüce
Allah 280. ayette borçluya mühlet verilmesini emretmekte, hatta alacağın
tamamen silinmesini önermektedir. O nedenle bu ayetler birbirine zıt değildir.
İlk önce faiz getirişinin bırakılması emredilmekte, ikinci olarak
ana-para-nın alınabileceği belirtilmekte, üçüncü olarak eli dar olan borçluya
mühlet verilmesi emredilmekte, son olarak ana-paranın da tamamen bırakılması
tavsiye edilmekte; bunun çok daha hayırlı olduğu beyan edilmektedir.
280. ayette yer alan tavsiyenin, alacaklının malî açıdan iyi durumda
olması halinde yerine getirilebileceği unutulmamalıdır. Dileyen -faiz
getirişinden vazgeçmek ve borçlu zor durumdaysa mühlet vermek şartıyla-
ana-parayı alır; dileyen de tasadduk edip ana-parayı da siler.
Demek ki ilahî hüküm veya önerilerin şeklini ve tonunu belirleyen
sosyal şartlardır; Allah kullarının şartlarını esas alarak farklı uygulama
şekilleri sunmaktadır. Bu hükmü günümüze uyarladığımız zaman şöyle bir
genelleme yapabiliriz: Toplumları idare eden siyasiler, kanun yapma yetkisinde
olanlar, dayatma yerine, şartlara göre kanun koymalıdırlar. Çünkü şartlara göre
davranma imkanı tanınması oranında halk isyandan uzak olur.
İşte Kur'an faiz konusundaki bu alternatifli uygulama şekilleriyle hem
hukukun, hem de siyasetin temel direğini dikmiştir. Yönetici ve kanun koyucuların,
vatandaşlarına şartlara göre davranma hakkını vermeleri gerekir, ki bu toplumun
hakkıdır. Bu hakka riayet edilirse hem siyaset, hem de hukuk erdemli olur.
Allah'ın kutsal kitabı Kur'an'da kullarına, şartlara göre davranma müsaadesi
tanıması, din adamları için çok önemli bir örnektir. Din alimleri, fetvaları
ile halkı tek yönlü bir yola sokmamalı, bazı meselelerde ilahî toleransı örnek
almalı; şartlan gözönünde bulundurarak hüküm vermelidirler.
280. ayette yer alan (hayr) kavramı, alternatiflerden birini seçerken
daima daha iyi olanın tercih edilmesi gerektiğine dikkat çekmektedir. Bu
merhalede Yüce Allah, bilgiye/bilmeye vurgu yapmaktadır. Çünkü bilgi, sunulan
seçeneklerin hangisinin daha iyi olduğunu insana öğretecek ve rehberlik
edecektir.
[68]
281. Allah'a döndürüleceğiniz, sonrada herkesin kazancının eksiksiz
geri verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğ-ratılmayacağı günden sakının.
Buhari'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre bu en son inen ayettir. Faizle
ilgili olarak inen ayetlerin bazılarının da vahyin son ayetleri arasında bulunduğu
dikkate alındığında, bu ayetin, faizle ilgili ayetlerle alakalı olduğu söylenebilir.
Ayeti, bu anlayıştan hareketle tefsir edeceğiz:
1. Allah'a döndürüleceğiniz
günden sakının.
Ayetin eksen kavramı t£xî (sakının) emridir. Buradaki sakınma emrini
278. ayette yer alan "sakının" emrine bağlayabiliriz. 278. ayette
-anj/i. (Allah'tan sakının) denilirken; 281. ayette (Öyle bir günden sakının
ki) buyurulmaktadır. "Sakınma" emri her iki ayetin müşterek yönünü
oluşturmakla birlikte, 278. ayette Allah'tan; 281. ayette ise ahiret gününden
sakınılması emredilmekte; böylece, faiz yemekten insanları alıkoyma
metodlann-dan biri olan "sakınma" eylemine veya metoduna başka bir
boyut ilave edilmektedir.
Bu ayetlerdeki ittika kavramına, farklı manalar verilebilir. Nitekim
Mu-hammed Esed, birine "Allah'a karşı sorumluluk bilicinde olun",
diğerine de "Bir günü aklınızdan çıkarmayın" manasını vermiştir.
Sakınılan birşey daima hatırda tutuluyor; sakınılmayan birşey ise hatırda
tutulmuyor demektir. Hesap gününün daima akılda tutulup ondan sakınılması,
insanı faiz yeme gibi çirkin bir davranıştan caydırıcı bir güce sahiptir.
İnsanların Allah'a döndürüleceği bir günden sakınılmasına dair olan emir, bir
tehdit midir, yoksa vuku-bulacak bir hakikati hatırlatmak mıdır? Biz bunun,
caydırma maksadına yönelik eğitim amaçlı bir tehdit olduğunu düşünüyoruz.
(Allah'a döndürülme) ibaresi, Allah'ın iradesine ve hükümranlığına dönmeyi ifade etmektedir. İnsan bu dünyada seçme hürriyetine sahip olduğundan, Allah'ın dışındaki varlıklara boyun eğebilir, ama ahirette kulun irade ve tercihi yoktur. Orada -Allah'ın hükümranlığına boyun eğmekten başka- hiçbir seçenek bulunmayacağından, artık insan dünyada boyun eğmediği ilahî iradeye boyun eğecektir. Faiz yeme ile ilgili olarak düşünürsek, faiz yiyen insan Allah'tan uzaklaşmış olduğundan, ahirette tekrar O'na dönecektir. İşte o dönüş günü sakınılması gereken bir gündür. Bu dünyada sömürülen güçsüzlerin hakkının alınacağı o mahşer günü gerçekten sakınılması ve hatırdan çıkarılmaması gereken bir gündür.
Allah'a dönüşün yanısıra, o günün başka bir özelliği de, herkese
kazandığının tastamam verilecek olmasıdır. Bu, dünyada faiz yoluyla hakkından
fazlasını alan ve hakkını alamayan insanlar için, durumun ahirette tersine
döne-ceği^ınlamına gelir. Herkese, kazandığının karşılığı harfiyyen
ödenecektir.
Ayetin sonunda yer alan, "Kimsenin haksızlığa uğratılmayacağı
gün" ifadesi de buna işaret etmektedir. Bu, dünyadaki zulümün aksine,
ahirette zulü-mün bulunmayacağı manasına gelir. Böylece faiz yemenin bir zulüm
olduğu da anlaşılmaktadır.
[69]
Yorumumuzun bu safhasında faizin ne olduğu, yahut hangi para ilişkilerinin
faiz olacağı konusunu ele alacağız:
1. Faiz konusu incelenirken,
günümüzdeki ekonomik şartların getirdiği farklı müesseselerin Peygamberimiz
döneminde olmadığı gözönünde tutulmalıdır. Mesela o dönemde banka, vade farkı
ile satış ve enflasyon yoktu. Sa-nai mamullerinin artması, teknolojinin üretime
girmesi, üretim araçlarını çeşitlendirmesi ve geliştirmesi, ticarî hayatın
geniş boyutlar kazanması ekonomik hayatm yapısında büyük değişim meydana
getirmiştir.
Banka vasıtasıyla devlet kontrolünde kredi verilmesi, kâr ve zararına
ortak olunmayan para faaliyetleri, borsa, devlet tahvili gibi yatırımların
ortaya çıkması, faiz olgusunun yeniden ele alınmasını, bu hususta içtihat
yapılmasını zorunlu hale getirmiştir. Bu meseleler çözümsüz bırakıldığında
İslâm hukuku etkinliğini kaybedecektir.
2. Orta çağda Merkantilist
ticaretin Arabistan'da oluşturduğu ekonomik hayatın feodal döneme, oradan
kapitalist ekonomiye geçmesiyle para hareketleri de hızla değişmiş ve neticede
günümüzdeki müesseseler meydana gelmiştir.
O dönemlerde nesie denilen faiz türü yaygındı. Bir malı kendi cinsinden bir mal ile, bedelini bir süre sonra almak üzere değiştirmekten doğan fazlalığa, nesie ribası denir. Mesela: Kışın birine bir ölçek buğday verip yazın onun yerine iki ölçek buğday almak gibi. Buradaki fazlalık, bedelin veresiye olmasından doğmuştur. Bu fazlalığı veren kimse tamamen karşılıksız vermiştir.[70]
Aç kalan birine, ekin zamanı iki ölçek ödemek üzere bir ölçek ödünç vermek,
ihtiyacı istismar ve emeksiz bir kazanç olduğu için faiz olarak nitelendirilmiştir.
Peki para hızla değer kaybediyorsa, başka bir ifadeyle enflasyon yüksek
ise, borç ilişkisi nasıl gerçekleştirilecek. Bir ölçek borç veren kişi, iki mevsim
sonra verdiğini geri alamayacak ve böylece zarara uğrayacaktır. Bu durum borç
verme suretiyle yapılacak yardımlaşmayı engelleyecektir.
Enflasyonun yüksek olduğu, paranın hızla değer kaybettiği ekonomilerde borçlanmayı üçüncü bir eşya ile yapma imkanı var mıdır? Mesela: Verilen bir milyar lira borcun, bir yıl sonra verildiği andaki döviz değerine göre tahsil edilmesi faize girer mi?
Bankadan alınan kredi bu şekilde üçüncü bir maddeye endekslenmediği
için ödenen fazlalık faize girer mi? Ödenecek paranın tamamının veya bir
kısmının takside bağlanmasından doğan vade farkı faiz olur mu? Bu uygulama
esnasında enflasyon çift rakamlı ise, evet cevabını vermek mümkün müdür?
Hayvancılık yapmak için borç para isteyen kimseye, para yerine hayvan
satın alınıp alınan miktarın çok üzerinde satılması faize girer mi?
Buna "fadl ribası" denir mi? "Fadl ribası" aynı
cins ve miktardaki malların peşin olarak birbiriyle değiştirilmesinden doğan
fazlalıktır. Mesela, bir ölçek buğdayı peşin olarak bir buçuk ölçek buğday ile
değiştirmektir.[71]
Ebu Hureyre'nin rivayet ettiğine göre, Hayber'e vali tayin edilen
sahabi-nin getirdiği cenib hurmasını gören Hz. Peygamber, bütün Hayber hurmalarının
öyle güzel olup olmadığını sorduğunda "Hayır, iki ölçek düşük kalite hurma
verip bu hurmadan bir ölçek aldım" cevabı üzerine, "Böyle yapma,
kendi hurmanı para ile sat, sonra o para ile cenib hurması al" buyurur.[72]
Böyle bir alış-verişte taraflardan birinin farkında olmadan zarara
uğraması mümkündür. Daha iyi hurmaya sahip olan kişi, iyi hurma arayanın durumunu
istismar edebileceği ve elindeki değersiz hurmaları yok pahasına alabileceği
için Hz. Peygamber bunu uygun bulmamış olabilir.
Bu şekilde alış-veriş yapan sahabiye Hz. Peygamber: "Katladın,
faiz aldın"6[73]
buyurmuştur. Âl-i İmran/130'da kat kat katlanmış faizden bahsedilmektedir:
Ey iman edenler! Kat kat artırılımş olarak faiz yemeyin. Allah'tan
sakının ki kurtuluşa eresiniz.
Biz buna "katlama faiz" adını verebiliriz. Demek ki bir riba
var, bir de katlamalı riba vardır. Âl-i İmran/130'da geçen "katlama"
ifadesi, faizin katlamalı/kat kat olmayanının helal olduğu anlamına gelmez.
Faizli olan, içine faiz kansan her türlü alış-veriş şekli haramdır; ister az
olsun ister çok, ister basit olsun ister katlamalı veya bileşik; durum
değişmez.
Mesela: Bankaların uyguladığı faiz politikası ile, tefecilerin faiz
uygulamaları arasında büyük derece farkları olabilir. Nitekim, tefeciler, faiz
oranını daha yüksek tutarlar. Ama netice ve mahiyet itibariyle her ikisi de
faizdir. Şimdi faizle ilgili ayet ve hadislerden çıkardığımız genellemeleri
sıralayabiliriz:
1.
İslâm'dan önceki dinlerde de
faiz haramdı. Yukanda Tevrat'tan örnekler vermiştik; Kur'an'dan da bu konuda
örnekler verebiliriz:
Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan
çevirmeleri, menedildikleri halde faiz almaları... [Nisa/161]
Hz. Peygamber, İsra/101 ayetini yorumlarken, Hz. Musa'ya verilen dokuz
ayetten birinin faiz yasağı ile ilgili olduğunu söylemiştir.[74]
2.
Faizin alım-satımdan farkı
olmadığı fikri şeytanî olduğu için, bu fikre sahip olanlar şeytan çarpmış gibi
hareket ederler. Faiz işleminin öncelikle insanın iç aleminde başladığım,
düşünceden hayata intikal ettiğini gösteren Bakara/275 ayeti, düşünceden
davranışa, oradan ekonomik hayata sıçrayıp dengeleri bozduğuna dikkat
çekmektedir. Allah'ın vermiş olduğu öğütlerin içinde faizden vazgeçme de
vardır. Bu öğüdü duyan kişi, derhal faizden vazgeçmelidir. Doğal olarak ana-parası
kendisinin olacaktır. Bu yasağı dinlemeyen insanın, cehennemini kendi eliyle
hazırladığını Yüce Allah ifade buyurmaktadır.
3.
Allah Teala sadakayı
bereketlendireceğini, faizi mahvedeceğim, nankör ve günahta ısrar edenleri
sevmeyeceğini söylemekle faizden caydırma metodunu kullanmaktadır.
4.
Faizden vazgeçmenin yolu
iman etmek, bilgi, iyi davranış üretmek, namaz kılmak, zekat vermek, Allah'tan
sakınmak (takva), Allah'a dönülecek gün'den korkmak, infak etmek ve sadaka
vermektir. Bütün bu amel ve uygulamalar, faizden vazgeçirmenin alt yapısını
oluşturmaktadır. Bu alt yapı oluşmadan insanı faizden vazgeçirmek hem zor
olur, hem de zorlama yoluyla olur. Bu noktadan hareket ederek diyebiliriz ki:
Faizi yasaklamadan önce, insanları eğitmek gerekir.
5.
Faiz yemekte ısrar etmek,
Allah'a ve Peygamberine savaş açmaktır. Kimin kaybedeceği başından belli olan
bu savaşın insan tarafından sürdürülmesi, insanlık için büyük bir
talihsizliktir. Allah ve Peygamberi ile savaş halinde olan bir ekonominin
sıkıntısız olması, düzlüğe çıkması mümkün değildir.
Hiçbir haram davranış için Allah ve Rasulü'ne savaş açmak tabirini
kullanmayan Yüce Allah, kulun kulu sömürmesini, faiz alarak zulmetmesini
kendine savaş ilanı olarak görmekte ve değerlendirmektedir. Faiz yiyen kimsenin,
cehennem yaram olacağı, Allah'ın sevgisinden mahrum kalacağı, Allah'a ve
Peygamberine savaş açmış olacağı düşünülürse, bunun ne kadar korkunç bir durum
olduğu anlaşılır. Bununla güdülen amaçlardan biri de caydırmaktır. Sevgisizlik
diyarından savaşa, oradan cehenneme uzanan bu faiz serüveni, insanın hayatını
karartmaktadır.
6.
Banka kredisi, borsa,
tahvil, vade farkı gibi kapitalist ekonominin getirdiği muameleler din
adamları ve ekonomistler tarafından ele alınıp değerlendirilmeli, hangisinin
faiz olduğu hükme bağlanmalıdır. Mesela: İşinin kötü gitmesi nedeniyle
fabrikasını kapatmakla karşı karşıya kalan kimse ne yapmalıdır? Elindeki belli
bir miktar parayı repoya yatırıp işçilerin maaşını mı vermeli, yoksa işçileri
işten mi çıkarmalı?
İctihad kapısının kapanıp kapanmadığıyla ilgili tartışmalar, bu ve buna
benzer pek çok konuyu çözümsüz bırakmış, İslâm hukukunun geri kalmasına sebep
olmuştur. Meseleler üzerinde düşünüp çözüm üretme kapılarının kapalı olduğunu
söyleyerek insan düşüncesini donduran zihniyet, İslâm kültürüne zarar vermiş
ve onu derinden yaralamıştır.
7.
Faiz infak, sadaka ve zekat
müesseselerinin ortadan kalkmasına sebep olur. Zaten Yüce Allah faizi
yasaklarken, yerine bunları koymaktadır.
8.
Peygamberimiz veda
hutbesinde faiz konusunda şöyle buyurmuştur:
Cahiliye faizi yasaktır. Ayağımın altına aldığım ilk riba Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın faizidir. Onun bütün faizi kaldırılmıştır.[75]
9.
Faiz, emeksiz, alın teri
akıtmaksızın, göz nuru dökmeksizin kazanç temin ettiği için haram; başkasınm
can yongası olan malına karşılıksız el koymak olduğu için haksız bir kazançta
10.
Faiz, mal veya paranın
zenginlerin elinde toplanıp haksız bir güç oluşturmasına neden olur:
Böylece o mallar içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet
olmaz. [Haşr/7]
Yüce Allah zekatın, sadaka ve infakın farz kılınma nedenini, bu şekilde
beyan ettiğine göre, faizin yasaklanma sebebi de bu olmalıdır; çünkü zekat,
sadaka ve infak, kaldırılan faizin yerine konulmuştur. Servetin yalnızca zenginler
arasında dolaşmaması, halk kitleleriyle zenginler arasında mesafe oluşmasına,
sınıflaşmaya, haset ve kıskançlığın körükleyeceği düşmanlığa mani olur.
Fakiri daha fakir, zengini daha zengin yapma yollarından biri olan
faiz, toplumda küçük bir azınlığın refah, diğerlerinin yoksulluk içinde
yaşamalarina sebep olur. Bu da toplumu cehenneme çevirir; böyle bir ortamda
zenginler de hayatlarından emin olamazlar. Onun içindir ki, Yüce Allah
mutluluğu, kurtuluş ve zaferi faizden uzak durmaya bağlamıştır:
Ey iman edenler! Kat kat artırılmış olarak faiz yemeyin. Allah'tan
sakının ki kurtuluşa eresiniz. [Âl-i İmran/130]
Yüce Allah, felaha (zafere, kurtuluşa, mutluluğa) ulaşmanın formülünü
vermektedir: Faiz yememek+Allah'tan sakınmak=felah. Faizi terkeden ve Allah'tan
sakınanlar insanlığın mutluluk abidesine bir taş koymaktadırlar.
Faiz yiyenler de, insanlığın mutluluk cennetinden bir taş alıp
götürmekte, bir ağacını kesmekte, bununla da mutluluk ülkesini cehenneme
çevirmekte ve savaş alanına döndürmektedirler. Faizden kazanılan haram lokma,
nesillerin asaletini bozmakta, neticede onların eğitimini zorlaştırmaktadır.
İnsanların alın terini hiçe sayan faizcilik, mallarının haksız yere ellerinden
çıkmasına neden olmaktadır. Ah u vahlann, iniltilerin, bedduaların karıştığı
faiz kazancı, insanlığın erdemini bir kurt gibi kemirip çürütmektedir.
[76]
282. Ey imana ermiş olanlar! Ne zaman belli bir vade ile borç verir
veya alırsanız yazıyla tesbit edin. Bir yazıcı, tarafsız olarak onu kaydetsin.
Ve hiçbir yazıcı, Allah'ın ona öğrettiği gibi yazmayı reddetmesin: öylece,
olduğu gibi yazsın. Borçlanan kaydettirsin, Rabbine karşı sorumluluğunun
bilincinde olsun ve taahhüdünden bir şey eksiltmesin. Ve eğer borç altına
girenin aklî veya bedenî bir zaafı varsa veya kendisi kaydettirebilecek durumda
değilse, onun menfaatini kollamakla görevli olan kimse, onu adil bir şekilde
kaydettirsin.
Ve içinizden iki erkeği şahit tutun; iki erkek bulunmazsa, kabul edebileceğiniz kimselerden bir erkek ile iki kadını şahit tutun ki onlardan biri hata yaparsa diğeri ona hatırlatabilsin. Ve şahitler çağırıldıklarında şahitlik yapmayı reddetmesinler.
Küçük olsun büyük olsun, her anlaşma maddesini vade tarihi ile
birlikte yazmaya üşenmeyin: bu, Allah nazarında daha adil, kanıtlanma açısından
daha güvenilir ve sizi şüpheye düşmekten alıkoymakta daha uygun olandır. Ama
eğer birbirinize doğrudan doğruya devredeceğiniz hazır mallar ile ilgili ise
onu yazmamanızda bir mahzur yoktur.
Ve birbirinizle alışveriş yapacağınız zaman bir şahit bulundurun,
ancak ne yazıcı ne de şahit bir zarara uğramasın; eğer onlara zarar verici bir
iş yaparsanız unutmayın ki, bu, sizin için günahkarca bir davranış olacaktır.
Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun, çünkü sizi eğiten Allah'tır ve
Allah, her şeyin tüm bilgisine sahiptir.
Kur'an'ın, bu en uzun ayetinin, parçalara ayrılarak açıklanması zorunludur.
Kur'an, hukuku bulunmayan, sosyal hayatını örf ve adetlere göre düzenleyen
aşiret toplumunu, getirdiği hukukla millet haline dönüştürmüştür. Tev-hid
inancından sonra belki de en büyük devrimini hukuk alanında yapmıştır. Aşiret
toplumunu hukuku olan, insan ilişkilerinin objektif hukuka göre düzenleyen bir
toplum haline getiren Kur'an'ın bu konudaki en önemli ayetlerinden biri
Bakara/282'dir.
1. (Ey iman edenler! Belirli
bir zamana kadar birbirinize borç verdiğinizde onu yazın).
Objektif ve evrensel hukukun en önemli özelliği yazılı olmasıdır.
Ayetin bu kısmında Yüce Allah '.*£i (Borcu yazın) emrini vermekle, aşiret toplumunda
ticarî borçlanmalarla ilgili bir devrim gerçekleştirmiştir. Borçlanma veya
borçlar hukukunun temellerini atarak, insan hafızasına değil, yazılı evraka
güvenme esasım getirmiştir. Ödenmemesi veya inkar edilmesi halinde alacaklının
hakkını koruyacak olan şey, yazıdır/senettir. Borcun yazılması, hukuku devreye
sokmakta, haksızlıklara mani olmaktadır.
Ayetin bu kısmını, borç, zaman ve yazma kavranılan oluşturmakta ve insanlar
arasındaki ticarî ilişkilerin düzenli yürütülmesi emredilmektedir.
"Kaleme ve yazdıklarına yemin olsun" [Kalem/l] ayetinde Yüce
Allah'ın üzerine yemin ettiği yazı yazma aleti olan kalem ve onun yazdıkları,
sadece bilginin satırlara dökülmesini değil, yapılan akdin hukuka dönüşmesini
de temin ettiği için bu önemi kazanmaktadır. Böylece yazı yazma aracının hem eğitim,
hem de hukukî açıdan önemi ortaya çıkmaktadır. Kalem ve onun ucundan dökülen
kelimeler, hukukun delili olmakta ve böylece kalem hukukî bir alet halini
almaktadır. (deyn) ve (karz) Kur'an'da 'borç' manalarına gelmektedir. Ayette
geçen 'borç' kavramı, hem borç vereni, hem de borç alam kapsamına almakta;
karşılıklı borçlanmayı ifade etmektedir.
(deyn) ile (karz) arasında belirgin farklar vardır. Bakara/245'te
karz-ı hasen (güzel bir borç) kavramı yer almakta; "Allah'a güzel bir borç
verecek yok mu?" ifadesinde (karz) kavramı fiil kalıbında kullanılmaktadır.
Yorumunu yapmakta olduğumuz ayette geçen
(deyn) kelimesi, Allah için kullanılmamaktadır. Fakire yapılan yardımı
Allah kendisine verilmiş bir borç olarak değerlendirmektedir.
Din kelimesinin kökü, (deyn=borç)dir. Onun için borcun ve borç hukukunun
dindeki yeri ve önemi çok büyüktür. Din, insanın Allah'a olan kulluk borcunu,
ana-babasına olan evlatlık borcunu, ticaret de borçlanmayı önemsediği, hukuka
bağladığı ve kurallarını koyduğu için bu ismi almıştır. Demek ki din, borçlar
hukukunu maddî ve manevî boyutuyla anlatan ve çözümleyen kurallar bütünüdür.
Kur'an ve ondan önceki kutsal kitapların getirdiği din, kulun Allah'a,
ana-babaya ve diğer kullara olan borcunu yazmasını ifade etmektedir.
Din'e ismini veren (deyn=borç) kelimesi, dinin hem özünü, hem de
amacını ortaya çıkarmaktadır. Din ne kadar kutsal ise, borç da o kadar kutsaldır.
Din ne kadar hassas bir alam temsil ediyorsa, borç da o kadar hassas bir alam
temsil etmektedir.
2. (Aranızda bir yazıcı, adaletle yazsın; yazıcı Allah'ın kendine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, yazsın).
Ayetin bu kısmında, borcu yazan kişinin üçüncü bir şahıs olması öngörülmektedir.
Borcu veren ile alan; hem aktör, hem de seyirci olamayacağı için, üçüncü bir
şahıs devreye sokulmaktadır.
Yüce Allah, yazıcıda adalet sıfatını şart koşmaktadır. Bu aynı zamanda
adil olmayan bir kişinin borç senedi yazamayacağı anlamına gelir. Böylece
Kur'an "adil hakim" kavramına bir de "adil katip" kavramını
ilave etmektedir. Bugün, "adil katip" kavramının kapsamına
"hukuku bilen" teriminin de sokulması gerekir. Çünkü hukuku bilmeyen
kişi farkında olmadan hukuku çiğneyebilir.
Diğer taraftan borç veren veya alan kişi cahil olabilir; senette yazılı
olanları anlamayabilir. O nedenle, katibin tarafgir olma ihtimalini bertaraf
etmek için 'adalet' şart koşulmaktadır.
Katibin diğer bir görevi de, Allah'ın öğrettiği gibi yazmaktır. Peki bu ne demektir? Okuma yazmayı insanlar birbirinden öğrenseler bile, Allah'ın öğretim olayına olan müdahalesine işaret edilmiş olabilir. Okuma yazma oranı çok düşük olan bir toplumda, bazı insanlar okuma yazmayı öğrenmişlerse bu onlar için büyük bir nimettir.
(Allah'ın ona öğrettiği gibi yazsın) ifadesini, bu kadar basit bir
meseleyle sınırlandırmak mümkün değilse, o zaman bununla, Allah'ın Kur'an'da
öğrettiği helal ve harama göre yazmak kasdedilmiştir diyebiliriz; ki bu da,
tarafların haklarına zarar verecek bir maddenin veya cümlenin yer almaması;
tarafların amacına uygun düşmeyecek bir kaydın olmaması demektir.
Belki de "Allah'ın öğrettiği şekilde yazsın" ifadesi,
Kur'an'da zikredilen "adaletin" ne anlama geldiğini açıklamaktadır. O
zaman, Maide suresinde yer alan şu ifade kastedilmiş olabilir:
İyilik ve takva hususunda yardımlasın, günah ve düşmanlık hususunda
yar-dımlaşmayın. Allah'tan sakının, çünkü Allah'ın cezası çetindir. [Maide/2]
Adalet için Yüce Allah'ın öğrettiği temel kanun bu olabilir. Birine
borç para veya mal vermek bir yardımlaşmadır. Bu yardımlaşmanın üzerine
oturacağı iki önemli temel vardır: birr (iyilik) ve takva. Demek ki katip,
birr (iyiyik) ve takva'nın gereklerine göre yazarsa adil davranmış ve
tarafların haklarını korumuş olur.
Diğer taraftan ayetin bu kısmında katibin, taraflar arasındaki borç
senedini yazmaktan kaçınamayacağına da işaret edilmektedir. Bu görev, birden
fazla katibin olduğu yerde farz-ı kifaye; birden fazla katibin bulunmadığı
yerde farz-ı ayndır. Bu emirlerle Yüce Allah, günümüzdeki avukatlık ve hukukçuluğun
da temellerini atmıştır. Günümüzde, borçlanma hukukunu bilen hukukçuların bu
işi yapması zorunludur. Böylece, çağdaş hukukun önemli bir müessesesinin
temelleri de atılmış olmaktadır. Doktor hastaya bakmamazlık; öğretmen öğrenciye
öğretmemezlik edemeyeceği gibi; katip de yazmamazlık edemez. Böylece borçlar
hukukunda kaydın zorunluluğunun yanısıra avukatlık ve noterlik müessesesinin
zorunluluğuna da işaret edilmektedir. Ayetteki emri günümüzdeki, noterlik
müessesesine kadar uzatmamız mümkündür.
(Üzerinde hak olan kimse (borçlu) de yazdırsın. Rabbinden korksun ve
borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borçlu sefih veya aklı zayıf veya kendisi
söyleyip yazdıramayacak ise, velisi adaletle yazdırsın).
Ayetin ikinci bölümünde katiplik konusu ele alınmış ve özellikleri
sayılmıştır. Üçüncü kısmında ise, borçlunun görevleri ele alınmaktadır. Bazen
borç alanlar, güvenilir olduklarını söyleyerek, borcun yazılmasını hafife alırlar.
Borç alırken tatlı olur ama, öderken ağır gelir. Bundan dolayı Yüce Allah
borçluya, borcunu yazdırmasını emretmektedir.
Borcunu ödemek insana ağır geldiği için Yüce Allah bu bölümde
"Rab-binden sakınsın" buyurmaktadır. Rabbinden sakınmadan, yani
takvayı eylem haline getirmeden, insanın borcu konusunda adaletli davranması
zordur. Borç ödemek nefse çok ağır gelir, aklı devre dışı bıraktırır, o nedenle
kalpteki takva duygusunu harekete geçirip Allah'a karşı sorumluluğun
bilincinde olmak gerekir.
Borç ödemenin zorluğu başka bir olumsuz harekete de sebep olabilir ve
borcun eksik yazılması için insanı etki altına alır. Borcunu eksik yazdırmak,
insanın erdemlerini kökünden dinamitleyen ve kul hakkı yemeye götüren olumsuz
bir hareket olduğu için, Yüce Allah hükmünü oradan başlatmaktadır.
Yüce Allah ayetin bu kısmmda borçlunun başka olumsuz yönlerini ele
alarak hükmüne farklı boyutlar getirmektedir. Aklî melekeleri zayıf veya
söyleyip yazdıramayacak durumda olan borçlunun yerine veli devreye sokulmaktadır.
Bu durumda borcu, borçlunun velisi adaletle yazdıracaktır. Hem katip, hem de
borçlunun velisi adil olmak zorundadır. Adalet, ya da adil davranmak, borçlar
hukukunun temelini oluşturmaktadır.
Ancak Allah'ın öğrettiği gibi yazan katip; Allah'tan sakınıp borcunu
ödeyen borçlu adil olabilir. Katip konusunda bilgiden adalete; borçlunun
velisi konusunda ise takvadan adalete gidiş çizgisi izlenmektedir. Adalete
gidiş çizgisi farklı görünse bile aslmda biri diğerinin basamağıdır. Bilgisiz
takva olmayacağına göre, bilgi takvanın ilk basamağıdır. Öyleyse önce bilgi,
sonra takva, sonra da adil davranış gelir.
Ama ikisini de ayrı ayrı düşünürsek, katibin adaleti bilgiden;
borçlunun adaleti takvadan beslenmelidir. Bilgi ırmağı ile takva ırmağı belki
ayrı yerlerden akıyorlar ama, aynı denize: adalet denizine dökülmektedirler.
Netice olarak, bilgisiz ve takvasız adaletin olamayacağı ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan şu genellemeye de varabiliriz: Borçlar hukukunda sadece maddeler
değil, psikolojik, yani manevî değerler de yer almalı ve bu değerlerin ilki bilgi,
ikincisi takva, üçüncüsü de bunların ürettiği adalettir. Borçlar hukukunu
besleyecek ve onları emzirecek memeler işte bu değerler olmalıdır. Bilgi, takva
ve adalet memelerinden çıkacak olan süt, borçlar hukukunun karakterini ve
evrenselliğini belirleyecek ve hilesiz yürümesini temin edecektir.
Yüce Allah akılsız, zayıf ve yazmaya gücü olmayanın yerini veli ile doldurmakta
ve bu nedenle borcun yazılmasında asla hata istememektedir. Borç verenin
hakkını korumak; borçlunun haram yemesini önlemek konusunda çok titiz
davranmaktadır. Ayette geçen sefih kavramıyla, aklın hafifliği, zayıf
kavramıyla da çocukluk hali, yazmaya güç yetirememe ifadesiyle de antlaşmanın
yapılacağı dili bilmeme, hukuku bilmeme, muamelenin nasıl yapılacağını bilmeme
kasdedilmiş olabilir. Günümüzdeki avukatlık müessesesi de bu güçsüzlüğün yerini
doldurmuyor mu?
(Ve içinizden iki erkek şahit tutun, eğer iki erkek bulunmazsa, kabul
edeceğiniz kimselerden bir erkek ve iki kadını şahit tutun ki onlardan biri
hata yaparsa diğeri ona hatırlatabilsin. Çağırıldıkları vakit şahitler
gelme-mezlik etmesin).
Yüce Allah yazılı vesikanın, yanında şahit de istemektedir. Borç veren
ve borçlanan kişi, borç senedi imzaladıkları halde iki şahide ne lüzum vardır?
Bize göre bunun en önemli hikmeti, baskıyla ve zorla senet imzalatılmasımn
önüne geçmektir. Böylece senet, şahitlerle geçerli kabul edilecektir. İki şahidin
olduğu yerde, bir kimseye zorla borç senedi imzalatmak mümkün değildir.
Ayrıca, şahit bulunmazsa borçlu, kendisine baskı yapılarak senedin imzalattırıldığını
iddia edebilir.
İşte böylesi durumlarda, şahitler çok önem kazanmaktadır. Bir şahitle
ye-tinilmeyip iki şahidin şart koşulmasının sebebi, bir şahidin kandırılma veya
hata yapma ihtimalinin bulunmasıdır.
İki erkek şahit bulunmadığında, bir erkek ile iki kadının şahitlik
etmesi istenmektedir. Bir erkek yerine, ancak iki kadının şahitlik edebileceği
hükmü, Batılılar tarafından, "İslâm kadına değer vermediği için, iki
kadını bir erkeğe denk görmüştür" şeklinde değerlendirilmiş ve İslâm'a
saldın bahanesi olarak kullanılmıştır.
Muhammed Esed, Muhammed Abduh'un bu saldırıya verdiği cevabı nakletmektedir:
Bir erkek şahidin yerine iki kadının ikame edilmesi hükmü, kadının
ahlakî veya aklî melekeleri ile ilgili bir husus değildir. Bu farklılık, genel
olarak kadınların ticarî usûllere erkeklerden daha az aşina olmaları ve bu
nedenle bu konularda hata yapmaya daha yatkın olabilmeleri gerçeğinden
dolayıdır.[77]
Abduh'un bu açıklaması, ayetin bu kısmında yer alan "Kadınlardan
biri hata yaparsa diğeri ona hatırlatabilsin" ifadesine uygun düştüğü için
doğru kabul edilmelidir. Zaten Yüce Allah, neden bir erkek yerine iki kadın
şahit istediğini açıklamıştır. Yüce Allah "hata yapma" ihtimaline
dikkat çekmekle borçlar hukukundaki şahitlikte bilgiyi/bilmeyi merkeze
koymaktadır. Erkekten daha bilgili, konunun uzmanı olan bir kadın elbette bir
erkek şahide denk olacaktır. Mesela: Cahil bir erkek, borçlar hukukunu bilen
hukukçu bir kadına bu konuda denk değildir. Bu durumda, cahil erkeğin hata
yapması sözko-nusu olduğu zaman, şahitlerin iki erkek ile bir kadın hukukçu
olabileceği ortaya çıkmaktadır. Konuyu analiz edemeyen, imza atacak kadar
kültürü olmayan bir erkek, bir hukuk profesörü kadına akit bakımından denk
olabilir mi? Ayette esas olan, meseleye vakıf olmak, hatırlamak, şahitlik
anında hata yapmamaktır. Hata konusu dikkate alındığında, bu hükmün cinsiyet
sebebiyle konmadığı anlaşılır. Hata yapma ihtimali olmayan kültürlü bir kadın
bir erkeğe denktir. Diğer taraftan, erkeğin bulunmadığı, sadece iki kadının
bulunduğu şartlarda, iki kadının şahitliği geçersiz mi olacaktır?
Çağırıldıklarında, çağınya uyma zorunluluğunu getiren ayetin bu kısmı,
borçlanmada tarafların haksızlığa uğramamasını amaç edinmektedir. Şahitlerin,
şahitlikten çekinmeleri, hukukun yanılmasına sebep olabilir. Yüce Allah bu
konudaki emriyle, meselenin günah boyutuna işaret etmektedir. Şahidin şahitlik
etmesi veya etmemesi din alanına çekilmekte ve Allah tarafından değerlendirilmeye
tabi tutulmaktadır. Çünkü hukukun temel öğelerinden biri, şahitlik
müessesesidir.
5.
(Büyük veya küçük, vadesine
kadar hiçbir şeyi yazmaktan sakın üşenmeyin. Böyle yapmanız Allah katında daha
adaletli, şehadet için daha sağlam, şüpheye düşmemeniz için daha uygundur).
Yüce Allah, antlaşmanın hiçbir şeyi dışarıda bırakmamasını, en ince
teferruatına kadar yazılmasını, hiçbir detayın ihmal edilmemesini istemektedir.
Çünkü küçük-büyük her şeyin kayda geçirilmesi, istikbalde problem çıkmasını
önler, yahut çıkacak problemlerin kolayca halledilmesini sağlar.
Antlaşmanın, en küçük detayına kadar yazılmasını, hiçbir boşluk bırakılmamasını
emretmekle Yüce Allah, insanların birbirlerine karşı haksızlık yapmalarını
önlemek istemektedir. Yüce Allah, hukukî meselelerde, antlaşmalarda
büyük-küçük her şeyin yazılmasını istemekle, hukuka bir yenilik getirmiştir.
Kur'an'ın koyduğu bu hukukî gelenek halen devam etmektedir. İnsan ilişkileri,
hukuka taşındığında, en küçük şeyin de bir değeri olur. Küçük ihmaller, büyük
neticeler doğurabilir. Bu konu, ihmale ve üşenmeye gelmez. Onun için Allah
Teala, ayette 'üşenme' kavramına yer vererek, antlaşmalarda üşenmeden dolayı
eksiklerin olabileceğini vurgulamıştır.
Yüce Allah, bu konudaki titizliğinin nedenlerini de şöyle
açıklamaktadır:
a.
(Allah katında daha
adildir).
Antlaşmada büyük-küçük her şeyi zikretmek, teferruatlı bir metin hazırlamak, ilerde çıkacak olan sorunları şimdiden görüp hukukî hale getirmek mükemmelliğin göstergesidir. Bu mükemmellik, Allah katında değerlendirmeye tabi tutulacaktır. Böylece kist denen oran adaleti, antlaşmada yerine gelmiş olacaktır. Ayetin başında katibin ve borçlunun adil olması öne çıkarılırken; burada kist denen oran adaleti öne çıkarılmıştır. Ayetteki kıst'a "doğru" manasını da verebiliriz. Allah katında doğru olan antlaşma, kullar katında da doğru olacaktır. Demek ki, Yüce Allah antlaşmayı kendisi değerlendirmekte, doğru olup olmadığına karar vermektedir. Antlaşmanın doğru, yani adil olmasını belirleyen ölçütlerden biri, küçük-büyük her şeyin yazılmasıdır.
b.
(Kanıtlama açısından daha
güvenilirdir).
Ayetteki şehadet kelimesine, isbat ya da kanıtlama manasını, akvam kelimesine
de daha sağlam veya daha güvenilir anlamını vermeyi uygun buluyoruz.
Küçük-büyük her şeyin antlaşmada üşenmeden yazılmasının nedeni olarak,
isbatta güvenilirlik gösterilmektedir.
c.
(Şüpheye düşmemeniz için
daha uygundur).
Yine küçük-büyük her şeyin yazılmasının nedeni olarak, borç verenle alanın
antlaşma konusunda ileride şüpheye düşmemeleri gösterilmektedir.
Nedenlerin ilki Allah katında adaletin sağlanması, ikincisi isbatta
güvenilirlik, üçüncüsü de tarafların şüpheye düşmesine engel olmaktır. Her üç
nedende de "daha" sıfatlandırması yer almaktadır. Yüce Allah bir
emri verirken "daha fazla" olanı hedeflemektedir. Adil değil daha
adil, sağlam değil daha sağlam, uygun değil daha uygun olmasına özen
göstermekte ve insanlara daha üstün, daha iyi, daha güvenilir olan için gayret
göstermelerini tavsiye etmektedir.
Borçlar hukukunun temeline adaleti, güveni ve şüpheden annmışlığı koymakla
Yüce Allah, modern hukukun temellerini atmıştır. Adalet ve güvenin olmadığı bir
borçlanmada şüphe olacağı için, şüpheden arınmış olma en sona konulmuştur.
Adalet güvene, güvenle adalette eminliğe götürecektir.
6. (Ancak aranızda yapıp
bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, onu yazmamanızda bir mahzur yoktur).
Yüce Allah peşin talış-verişte yazma zorunluluğu olmadığını söylemektedir.
Ayette "Onu yazmamanızda bir mahzur yoktur" ifadesi yer almaktadır.
Ancak devlete ödenecek verginin yazılması gerektiğine işaret için 'yazmayın'
yerine "yazmamanızda mahzur yoktur" deniliyor ki bu, yazmamanın
mahzurlu olacağı durum ve ortamların olabileceğini gösterir. Ahş-veriş yapan
taraflar için yazımlamasında mahzur olmayabilir ama, toplumun sosyal
hizmetlerini gören devlete karşı ödenecek vergilerin yazılmaması mahzurlu
olabilir. "Yazmamanızda mahzur yoktur" ifadesi, "yazsanız da
olur" anlamına da gelmektedir. Yüce Allah'ın ayette kullandığı ifade,
farklı uygulamalar için açık kapı bırakmaktadır.
7. (Ahş-veriş yaptığınızda
şahit tutun. Ne katip, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer onlara zarar verirseniz,
şüphe yok ki bu, sizin yoldan çıkmanız demektir).
Tüm alış-verişlerde değil ama, peşin olmayan alış-verişlerin
bazılarında şahit tutulabilir. Razi, ayetin bu kısmında yer alan "Ne
katip, ne de şahit zarara uğratılsın" ifadesine iki çeşit mana vererek
yorumunu yapmaktadır. Razi'nin iki farklı manasını manidar bulduğumuzu
belirtmek istiyoruz.
Ayette yer alan (yudârre) fiili bu kalıptan alınırsa, zarar verecek
olan kimse, borç veren ve borçlu olur. Ama bu kelime (yudârir) kalıbından
alınırsa fail katip ile şahid olacağından, zarar verenlerin de onlar olması gerekir.
Katip ve şahidin, alacaklı ve borçluya zarar vermesi manasından hareket
edersek, dikkatli davranmaması ile katip, şahitliği yapmaması veya yalancı
şahitlik yapmasıyla da şahit zarar verebilir. Birisi yazdıklarıyla, diğeri de
sözleriyle hukuku yanıltabilir ve borçlu ile alacaklının haklarını çiğneyebilirler,
ikinci manadan hareket edersek, alacaklı ile borçlunun katip ve şahide zarar
vermesi söz konusu olacaktır ki onları, mühim işlerinden alıkoymak suretiyle
katip ve şahit zarara uğratılabilir.
Birinci görüşü Hasan el-Basri, Tavus ve Katade, ikincisini de İbn
Mesud, Ata, Mücahid ve Zeccac savunmaktadırlar.[78]
Bir sonraki ayet dikkate alındığında, şahidin zarar vermesinin
sözkonusu olduğu görülecektir. Bu ayette ise, katip ile şahidin zarara
uğratılmaması em-redilmekte; başka bir deyişle alacaklı ile borçlunun onlara
zarar vermesi yasaklanmaktadır. Katip ile şahidin zarara uğratılmamasının
anlamı, baskı yaparak yazımda katibin hata yapmasına, yine baskı yaparak
şahidin yalan yere şahitlik etmesine sebep olmaktır. Başka bir açıdan bakarak,
adil olan katip ile şahidin görevden alınmaları için uğraşı vermek manası da
verilebilir. Günümüzde bazı hukukî davalarda şahitlik edecek olanlara ağır
baskılar yapıldığı, zarar verildiği, hatta canlarına kıyıldığı bir gerçektir.
Bir antlaşmanın, hukukî olabilmesi, katibe ve şahide bağlıdır. Yüce Allah,
hukukî bir davanın, ya da antlaşmanın bu olmazsa olmaz öğelerini koruma altma
almaktadır.
Şahitlerin tarafsız olabilmeleri; katiplerin her şeyi olduğu gibi
kağıda dökmeleri, hür olmalarına, zarara uğrama endişesinden uzak
bulunmalarına bağlıdır. Onların işi, tarafların hakkını korumak ve hakkın
ortaya çıkmasını temin etmektir. Katibe ve şahide zarar verilirse, insanların
katiplik ve şahitlik yapması engellenmiş olur; çünkü bu durumda insanlar
katiplik veya şahitlik yaptığında zarar göreceği endişesine kapılır.
Hukukta tedirginlik, korku, zarar ve tehlike olamaz ve olmamalıdır.
Yüce Allah bu hükmü ile zarar vermeyi hukuktan çıkarmakta ve hukukun evrenselliği
yolunda önemli bir adım atmaktadır. Katiple şahidin zarar gördüğü ve korktuğu
bir toplum medenî olamaz; bu toplum müslüman ise, müslümanlı-ğı büyük zarar
görür.
8. (Eğer onlara zarar verirseniz
bu kendinize kötülük olur. Allah'tan korkun. Allah size öğretiyor. Allah her
şeyi bilir).
Alacaklı veya borçlunun, katip veya şahide zarar vermesi bir fısktır.
Burada fısk, o davranışta bulunan kimseye o eylemin zarar vermesidir. Allah,
-yapılan davranışın onu yapana zarar vermesi anlamında kullanmakla- fısk
kavramını farklı bir manada kullanmaktadır.
Borçlanma muamelesinde rol alan ve ona hukukî vasıf kazandıracak olan
katip ve şahide zarar verecek kimsenin, aslında kendine zarar vermiş olacağını
söyleyen Yüce Allah, zarar verenlere fasık sıfatını vermekle onları bu işten
caydırmaya çalışmaktadır.
Peki zarar verecek olan insanların davranışlarını fısk/günah olarak
değerlendirmek caydırıcı olmak için yeterli midir? Ayetin devamında, her zaman
olduğu gibi takva (sakınma duygusu) ve eylemi devreye sokulmaktadır ki bu,
katip ve şahide, ancak Allah'tan sakınmayan kimsenin zarar verebileceği anlamına
gelir. Onu durduracak olan, önemli içsel güçlerden biri takva duygusu
(Allah'tan sakmmak)tır.
Ayetin başından itibaren verilen emir ve yasakların fert ve toplumda
yer-leşebilmesi için öğretim şarttır. Bilgilendirme olmadan, teşvik edilen
eylemin ve kazandırılmak istenen davranışın kalıcı olması mümkün değildir.
Onun içindir ki Yüce Allah ayetin bu kısmında, "Allah size
öğretiyor" buyurmaktadır. Borçlanma hukukunda, uyulması gereken hususlar,
tatbik edilmesi gerekli olan değerler; saygı duyulması istenen kurallar en
ince ayrıntılarına kadar açıklanmakta ve öğretilmektedir. "Allah her şeyi
bilen" olduğundan bu öğretim faaliyetini gerçekleştirmektedir.
Netice olarak diyebiliriz ki: Borçlanma hukukuna yazıyı, katibi, şahidi
getiren bu ayet, veli vasıtasıyla yazımı da hukuka dahil etmiş, küçük-büyük
her şeyin teferruatıyla antlaşmada yer almasını, şahit ve katibe zarar
verilmemesini emretmiş, bunların Allah katında daha adil, şehadet için daha
sağlam, şüpheden kurtulmak için daha emin olduğunu beyan etmiştir. Bütün
bunların tatbik edilebilmesi için de, takva ve bilginin gerekli olduğunu
vurgulamıştır.
[79]
283. Eğer seyahette iseniz ve bir yazıcı bulamazsanız, alınmış
taahhütler ile yetinilebilir. Ancak birbirinize güveniyorsanız, kendisine
güven duyulan, bu güvene uygun davransın ve Rabbine karşı sorumluluğunun
bilincinde olsun. Ve şahit olduğunuz şeyi gizlemeyin; zira onu gizleyen kalben
vebal altındadır ve Allah yaptığınız her şeyin tüm bilgisine sahiptir.
Bu ayette, alış-verişte, borçlanmada kitabetin yolculuktaki durumu ele
alınmaktadır. 282. ayette, ikamet halinde kitabet ve şahitlik konusu hükme
bağlanırken, 283. ayette yolculukta nasıl davranılacağı ele alınmaktadır. Bakara/l
84-185'te oruç; Maide/6'da abdest örneklerinde olduğu gibi, farklı şartlar
altında farklı uygulama imkanı vermektedir. Aynı esas ya da ilkenin, borçlar
hukukunda da söz konusu olduğunu bu ayetlerden öğrenmekteyiz.
Şimdi 283. ayetin açıklamasını yapabiliriz.
1.
(Eğer seyahatte iseniz ve
bir yazıcı bulamazsanız alınmış taahhütler ile yetinilebilir).
Bizim "alınmış taahhüt" manası verdiğimiz ibaresine, "alınmış bir rehin" karşılığı da verilebilir. Ayetin bu kısmı, bir önceki ayette yer alan kitabet ve şehadete, rehin alma hükmünü de ilave etmektedir. Ama rehin alma, katip ve şahidin bulunmadığı yolculuk ortamlarında devreye sokulmaktadır. Fakat bunun ticaret veya borçlanmanın bir çeşidi olduğu da gözardı edilmemelidir. Rehin kavramının manalarını zikrettikten sonra yorumunu yapmakta yarar vardır. Fiil kalıbında rehene kelimesi sözlükte rehin vermek, malını veya canını tehlikeye sokmak, emanet etmek, ipotek koymak, bahse girmek, tutmak, bir şeyin devamlı hale gelmesi, devamlı olan nimet manalarına gelmektedir.
Ayetteki manası ise, bir şeyi birinin yanına koymaktır. Mekanla beraber
kullanılınca ikamet etmek manasına da gelmektedir. Kur'an'ın diğer iki ayetinde
ise rehin kalıbından, sorumlu, bağlı anlamına gelmektedir.
Tur suresinde rehin kalıbından, hesabını vermek, sorumlu ve ipotek manalarına
kullanılmaktadır:
Kendileri iman eden ve soyları bu imanı sürdürecek olanlara gelince,
biz onları şovlarıyla bütünleştirecek ve işlerini heder etmeyeceğiz. Sonuçta
herkes kendi kazancına rehindir. [Tur/21]
Kendi kazancına rehin olmak, yaptıklarından sorumlu olmak, ipotek altında
olmaktır.
Müddesir/38'de de bu kavram aynı manaya gelmektedir. Ayetin bu kısmında
yer alan rehin kavramına, -Muhammed Esed'in verdiği manayı uygun bularak-
'taahhüt' anlamı veriyoruz.
2.
(Birbirinize itimadınız
varsa, itimad edilen borçlu, borcunu ödesin ve Rabbi olan Allah'tan korksun).
Ayetin bu kısmında ise ticaretin ya da ticarette borçlanmanın üçüncü
şekli ele alınmaktadır. Birincisi, katip ve şahidin yer aldığı borçlanma;
ikincisi rehinle borçlanma; üçüncüsü de güvene dayanan borçlanmadır.
Yüce Allah "itimadı" önemli bir değer olarak borçlanmanın
temeline koymakta, ama bu itimadın sarsılmaması için borcun ödenmesini
emretmektedir. Borçlunun bu itimadı istismar etme ihtimaline karşı da, takva'ya
vurgu yapmaktadır. Kendisine itimat edilen kimsenin, borcunu ödenmesini
emretmek suretiyle Yüce Allah, itimada dayalı borçlanmanın yazımını kendi
üstüne almış, antlaşmanın kefilinin kendisi olduğunu ifade etmiş olmaktadır.
İtimada dayalı olarak yapılan sözlü antlaşmanın, Allah katında yazılı olması,
gerçekten sakınılacak bir durumdur.
3.
(Bir de şahitliği
gizlemeyin, zira onu gizleyen kalben vebal altındadır. Allah ise yaptıklarınızı
iyi bilir).
Yüce Allah şahitliği bir kalp faaliyeti olarak görmektedir. Dolayısıyla
şahitliği gizleyen kimse, kalben vebal altındadır. Kalbin vebal altında olması
ise, günahkar olması anlamına gelir.
Şahitliği gizlemek bir eylem olduğu gibi, kalbin günah kazanması da bir
eylemdir. Şahitliği gizlemek iki türlü günah olduğundan büyük günahlar arasında
sayılmaktadır. Şahitliği gizleyen kişi, tarafların hakkını çiğnemiş, kalbini
de vebal altına sokmuştur. Bir taraftan adaleti engelleyerek suç işlemekte,
diğer taraftan da kalbini günaha itmektedir. Bir taraftan hukuku, diğer taraftan
kalbini yaralamaktadır.
Yüce Allah, insanların yaptıklarının tümünü bildiğini söylemekle,
şahitliği gizleyen kimsenin hem kendine, hem de başkalarına zulmettiğinden haberdar
olduğuna işaret etmektedir.
Rehine veya itimada dayalı borçlanmalarda da, asıl garantinin takva ve
Allah'ın bütün yapılanları bildiği inancı olduğu bu ayette de vurgulanmaktadır.
Borçlanma hukukunun temeline takva ve imanın konulduğu net bir şekilde
anlaşılmaktadır. İman ile takva, kendiliğinden oluşmaz, bir eğitimin, bir
olgunlaşmanın neticesinde elde edilir. Borç antlaşmasında kitabet, şehadet,
rehin ve itimat, muhtemel sahtekarlıkları önlemeyebilir. Bunların işe yaraması,
insanın gelişmişliğine bağlıdır. Bu şart ve hükümler, cahil, ham ve gelişmemiş
olan toplumlarda hukuk kitaplarında kalır. Onları hayata geçirmek gelişmiş,
kültürlü ve olgun bir toplum ister.
Onun içindir ki Yüce Allah, borç hukukuna dair koyduğu hükümlerin
Kur'an'ın satırları arasında kalmaması için, insanı geliştirecek bilgi, iman,
takva, güven, adalet değerlerini insana kazandırıp olgunlaştıracak eğitim faaliyetini
devreye sokmaktadır.
[80]
284. Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah'a aittir. İçinizde-kileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba çekecektir ve sonra O, istediğini affedecek istediğini cezalandıracaktır. Zira Allah her şeye kadirdir.
Bu ayeti de -daha öncekiler gibi- parçalara ayırarak tefsir edeceğiz.
1.
Bu ayetin -içeriği
bakımından- 282 ve 283. ayetlerin bir devamı olduğu anlaşılmaktadır.[81]
Borçlanma hukukunda, daha önce belirttiğimiz gibi, mülkiyet hakkının korunması,
borç verenin haksızlığa uğramaması için bir dizi değerler temele yerleştirilmiştir.
Objektif uygulamalarından gönüle kadar uzanan bir çizgide hukukî şart
ve hükümler konulmuştu. Önce en objektif metodun "yazma" olduğu ifade
edilmişti. Yazma emriyle, -günümüzde notere denk düşen- katiplik müessesi tesis
edilmişti. Demek ki, borçlar hukukunda en önemli delil yazıdır.
İkinci delil şahittir. Şahitlik müessesesi de objektif deliller
arasında en başta gelenlerden birini teşkil etmektedir.
Daha sonra, bu delillerin tamamen objektif ve tarafların hakkını koruyabilecek
nitelikte olmaları için 'adalet/adil olma' şart koşulmuştur. Borçlar hukukunda
katip ve şahidin adil olması şarttır. Adaletin bir ucu gönülde, diğer ucu ise
hukukî muamelelerdedir. Buradan Yüce Allah, "bilgi"ye intikal etmektedir.
Cahil insanların objektif davranması, neyin adalet olduğunu bilmesi ve
adaletin yerine gelmesini dert edinmesi mümkün değildir. Eğitilmişlik, adil
olmanın olmazsa olmazını teşkil etmektedir.
Yüce Allah katibin, şahitlerin ve borçlanan kimsenin, bilgiden sonra,
takva (Allah'a karşı sorumluğun bilincinde olma, O'ndan sakınma duygusu) sahibi
olmasını istemiş ve her defasında bunu vurgulamıştır. Bunlar, yani bilgi, adalet
ve takva; katip, şahit ve borçlunun mülkiyet hakkına karşı saygılarını artıracak
değerlerdir. Bu değerleri Yüce Allah öğretim vasıtasıyla insanlara kazandırmakta
ve kazandırılması gerektiğine de 282. ayette işaret etmektedir.
Daha sonra 'taahhüt' ve 'itimat' devreye sokulmaktadır. Katibin, şahit
ve rehinin olmadığı durumlarda itimadın, borçlar hukukunda yeterli olduğu hükmü
getirilmiştir.
282 ve 283. ayetler bir arada dikkate alınırsa, objektif delillerden
psikolojik delillere doğru inildiği anlaşılır. Bunların her biri, farklı şart
ve ortamlarda geçerlidir. Bütün bu oluşumlarla borçlar hukuku sağlam bir
temele bina edilmiştir.
283. ayetin sonunda şahitliği
gizlemenin, kalbi vebal altına sokacağı, gönülde deprem meydana getiriceği,
bütün erdemleri yıkıp yerle bir edeceği uyarısı ile; şahitlik müessesesinin
borçlar hukukundaki önemi vurgulanmıştır.
Bu uyan, "Allah yaptığınız her şeyi bilir" ifadesiyle biraz
daha ağırlaştırılmıştır. Borçlar hukukunun sadece insanlar arası ilişkilerle
sınırlı olmayıp, ilahî murakebe alanına girdiğine de dikkat çekilmek suretiyle
uyan kat kat şiddetlendirilmiştir.
284. ayette ise bu uyanmn
şiddeti zirveye ulaşmaktadır. "Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır.
Içinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı sizi hesaba
çekecektir" buyurulmak suretiyle, kul hakkı ve bu hakkın çeşitli
alanlardaki tezahürlerinde sadece davranışın değil niyetin de hesaba
çekileceği vurgulanmaktadır. İçindeki oluşumlan açığı vursa da vurmasa da,
insanın hesaba çekileceği uyansı, çok ciddi bir tehdittir.
Bu tehdidin iki manada, ya da iki boyutlu olarak ele alınmasını uygun
görüyoruz. Borçlar hukukunda, mülkiyet hakkının zarar görmemesi amacıyla konan
bütün objektif ve psikolojik delillerin ve bunlann insana kazandınl-ması için
yapılan öğretim faaliyetinin yeterli olmadığı kimseler için tehdit metodu
devreye sokulmaktadır.
• Şahitliği gizlemek, kalbi vebal altına sokar.
• Allah yapmakta olduklannızı bilir.
• Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ındır.
• İçinizdekileri açığa vursanız da gizleseniz de Allah ondan dolayı
sizi hesaba çekecektir.
Bütün bu uyan ve tehditler, aynı zamanda bir öğretim faaliyeti olup
şahitliği gizlemenin nelere mal olacağını, insana nasıl bir etkide
bulunacağını, Allah tarafından nasıl değerlendirileceğini öğretmek, bu bilinci
vermek amacına yöneliktir.
Her iki bakış açısının da eğitim faaliyetinin içinde olduğunu söylemekte
yarar vardır. Uyan da öğretim de eğitim faaliyetinin vazgeçilmez unsurlan-dır.
Yüce Allah hakkın ortaya çıkmasını temin edecek olan şahitliği gizlemenin
muhasebe edilip değerlendirileceğini söyleyerek şahitleri uyardığı gibi,
mülkiyet hakkım ne kadar önemsediğini de vurgulamaktadır. Öte yandan bunun,
insanlık için, bir eğitim faaliyeti olduğu da ortaya çıkmaktadır.
Göklerdeki ve yerdeki her şeyin kendisine ait olduğunu, gizlenen ve
dışa vurulan her şeyi bildiğini söylemekle ilim ve kudretinin sınırsızlığını
vurgulamakta, her şeyin kendi mülkiyetinde olduğuna işaret etmekte; böylece kainatın
mülkiyetinin mutlak manada Allah'a ait olduğunu, insanlann mülkiyetinin ise
geçici olduğunu anlatmaktadır.
2.
(Sonra dilediğini affeder,
dilediğine de ceza verir).
Ayetin bu kısmında karşımıza üç önemli kavram çıkmaktadır: Affetmek,
cezalandırmak ve dilemek. Bir yerde suç veya günah varsa, orada af veya ceza
da vardır. Bunun anlamı şudur: Şahitliği gizlemek, dünyevî hukukta suç; ilahî
hukukta günahtır. Günah insanın gönlünü ve mülkiyet hakkını kirlettiği gibi,
hukukun işleyişini de kirletir. Onun içindir ki Allah Teala bunun niyetine
bile tahammül göstermemekte; şahitliği gizlemenin düşüncesine bile müsaade
etmemekte; yani böyle bir niyeti aklından geçireni bile cezalandıracağım
söylemektedir.
Şahitliği gizlemenin doğurduğu günah veya suçun affedilmesi, ancak şahitliği yapmakla mümkündür. Tabii ki şahidin icbar edilme hali bundan müstesnadır. İşte 282. ayette "Ne katip ne de şahit zarara uğratılsın" ifadesi buna işaret etmektedir.
3.
(Allah her şeye kadirdir).
İçte gizlenenleri ve açığa vurulanlan Allah'ın nasıl bildiği sorusuna
cevap olarak da, Allah'ın her şeye gücü yettiği beyan edilmektedir. Her şeyi
yapmaya gücü yetmeyen varlık ilah olamaz.
İnsanın gönlünden geçen bir niyetin Allah tarafından cezalandırılıp
cezalandırılmayacağı meselesine kısaca değinmek istiyoruz.
Kur'an'da insan hayatı için önemli iki zıt kavram ele alınmakta ve
onlarla Allah'ın ilişkisi açıklanmakta ve o kavramların ceza hukuku ile
alakalan kurulmaktadır. Çeşitli ayetlerde, bu zıt kavramlar farklı kelimelerle
ifade edilmektedir.
[82]
Beda kelimesi sözlükte gözükmek, belirmek, meydana çıkmak, göstermek,
meydana koymak, apaçık olmak, meydanda, açık, vazıh olmak, teşhir etmek, ifşa
etmek, izhar etmek manalarına gelmektedir. Bu kelimenin zıddı hafiye olup
saklamak, gizlemek, örtbas etmek, örtmek, kapamak, bilinmez olmak, meçhul
olmak, kaybolmak, sır olarak saklamak, sesi alçaltmak manalarını ifade etmektedir.
Ayette geçen (bedâ) ve (hafiye) kelimeleri birbirinin karşıtıdır.
Buradaki beda, akıldan geçeni açıklamak, ortaya koymak, niyeti izhar etmek
demektir. İçi-dışı bir olan insanlar, içlerindeki niyet ve düşünceleri dışa vururlar.
Bu durum şahsiyetin tutarlılığını gösterir. İçi-dışı bir olmak, müslüma-nm
erdemine işarettir.
Bunun karşıtı olan hafiye kelimesi akıldan geçenleri, niyetleri
gizlemek anlamına gelir. Bildiğini şahitlikte söylememek, onu içindeki mezara
gömmek demektir. Âl-i İmran suresinde Yüce Allah, -Bakara/284'de olduğu gibi-
her iki kelimeyi aym ayette kullanmaktadır:
De ki: "Kalplerinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah
onu bilir. Zira O, göklerdeki ve yeryüzündeki her şeyi bilir, ve Allah her
şeye kadirdir". [Âl-i İmran/29]
Her iki ayetin kurgusu birbirine çok benzemektedir. Gizlilik ve açıklık
Âl-i İmran'da öne alınmış, Allah'ın gökler ve yerle olan ilişkisi ikinci sırada
zikredilmiştir. Her iki ayetin sonu da aynı kelimelerle örülüdür.
Bakara/284'te nefis kavramı, Âl-i İmran'da ise sudur yani gönül kavramı
yer almaktadır. Bakara/284'te açığa vurmak ilk sırada, Âl-i İmran'da ise ikinci
sırada zikredilmiştir. Bu iki ayet arasındaki tek fark, kavramların yer değiştirmiş
olmasıdır. Bu değişikliğin, öne alınmak istenen kavrama göre yapıldığı
düşüncesindeyiz.
Bu kelimelerin Kur'an'da eş anlamlıları da vardır. Bakara/284'te geçen
beda kelimesinin eş anlamlılarından biri cehere kelimesi olup sözlükte bir şeyin
aleni olması, ifşa etmek, ilan etmek, sözle beraber kullanılınca açıkça
söylemek, meydana çıkmak, göstermek, gözükmek, sesini yükseltmek manalarına
gelmektedir:
Sözü (ister gizle, ister) açığa vur; O, gizliyi de, gizlinin gizlisini
de bilir. [Ta-ha/7]
Bakara/284'te (bedâ) kelimesinin karşıtı (hafiye) idi. Taha/7'de ise
(cehr) kelimesinin karşıtı (hafâ)dır.
Bedâ kelimesinin diğer bir eş anlamlısı da alene olup sözlükte aşikar,
açık, meydanda, aleni, göstermek, bilinir hale getirmek, manalarına gelmektedir:
Allah göklerde ve yerde olanları bilir. Gizlediklerinizi ve açığa vurduklarınızı
da bilir. Allah kalplerde olanı bilendir. [Teğabun/4]
Bu ayetle Bakara/284 arasında büyük bir benzerlik vardır. Her iki
ayette de Allah'ın gökler ve yerle olan ilişkisi öncelikle ele alınmış,
insanların gizledikleri ile açığa vurduklarını bildiği ifade edilmiştir.
Bir farkla ki, Bakara/284'te içtekini açığa vurma ilk sırada
zikredilirken, Teğabün/4'te gizlemek fiili birinci sırada zikredilmektedir.
Bakara/284'te yer alan (hafâ) kelimesinin eş anlamlısı (sırra) kelimesi olup
gizli, sır, öz, can, en içerde olan, dahili bilinmeyen, meçhul manalarına
gelmekte; bazı ayetlerde isim, bazılarında ise fiil olarak kullanılmaktadır.
Genelde özne insan olduğunda fiil; Allah olduğunda isim kalıbında
kullanılmaktadır.
İnsan bazen içindekini açığa vurur, bazen de saklar. Açığa vurup
davranışa dönüştürdüğü şeylerden hem dünyevî, hem de uhrevî olarak sorumlu olabilmektedir.
Özellikle bu davranış olumsuz ise. Peki gönülden geçen, fakat eyleme dönüşmeyen
bir düşünceden ötürü insan hesaba çekilecek midir? Mesela: Güzel bir kadın
gören ve onunla zina etme duygusuna kapılan kişi bu niyetinden dolayı sorumlu
mudur?
[83]
Kalpte gizlenen şeyleri üç kısma ayırmak gerekiyor:
a.
Dışa vurulup alenileşmesi
zorunlu olduğu halde gizlenen şeyler sorumluluğu icap ettirir. Buna örnek
olarak şu ayetleri zikredebiliriz:
Çağırıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin. [Bakara/282]
Şahitliği gizlemeyin. [Bakara/283]
Haklı ile haksızı belirleyecek hakikatin, bilinmesine rağmen söylenmemesi
sorumluluğu icap ettirir. Çünkü hakkın ortaya çıkmasını engellemekte, hukuku
yanıltmaktadır.
b.
Dışa vurulması doğru olmayan
bir niyetin içte saklanması, sorumluluğu icap ettirmez. Yukarıda verdiğimiz
zina olayı buna örnek olarak gösterilebilir.
c.
Bazen ağızdan —kasıtsız
olarak- gelişi-güzel bir söz veya yemin çıkabilir. Yüce Allah bundan insanı
sorumlu tutmamaktadır. Böyle bir durumda kalbin devreye girmesi, o yemini, o
sözü kasıtlı hale getirebilir. O zaman insan ondan sorumlu olur. Ağızdan
dökülüp aleni hale gelen ama kasdî olmayan bir şey sorumluluk getirmez, ancak
arkasında bilinçli bir niyet olması onu kasıtlı hale getireceği için
sorumluluğu gerektirir. Bunu Bakara/225'te açıklamıştık. Bir kere daha ayete
dönersek gerçeği yakalarız:
Allah düşünmeden yapmış olduğunuz yeminlerden dolayı sizi sorumlu tutmayacak,
ama kalplerinizin kazandığından sorumlu tutacaktır.
Demek ki insan, açığa vurulan her şeyden sorumlu tutulmayacak. Ayet kasıtsız
yemini buna örnek olarak vermektedir. Ama yeminin arkasında niyet varsa, kasıt
var demektir ki bu da beraberinde sorumluluk getirir. Ayette, kalbin
eyleminden bahsedilmektedir. Bu manada Yüce Allah, kalpteki oluşumları, bir
davranış, bir eylem olarak nitelendirmekte ve buna "kesb" demektedir.
Görüldüğü gibi Yüce Allah, insanın içinde sakladığı oluşumları üç kısma ayırmış ve hangisinden sorumlu tutacağını açıklamıştır. Anlatılanların ışığında Bakara/284 ayetine dönersek diyebiliriz ki: Gerçeği bildiği halde şahitlik yapmayıp içinde gizleyen kişi, gizlediği şey nedeniyle sorumlu tutulacaktır. Demek ki, dışa vurulması yanlış olan kalpteki niyetten ötürü -davranışa yansıtmamak şartıyla— sorumluluk yoktur. Ama dışa vurulması gerekli olduğu halde içte saklanan şeyden dolayı sorumluluk vardır.
Bakara/284'ten çıkartacağımız başka bir ilke de şudur: Yüce Allah
hesaba çekmeden ne affediyor, ne de cezalandırıyor. Günümüzün tabiri ile
yargısız infaz yapmıyor. Onun içindir ki, önce hesaba çekme, sonra af veya ceza
gelmektedir.
Yargısız infazda bulunmamak, başka bir ifadeyle sorgulamadan cezalandırmamak,
belki de Yüce Allah'ın dünyevî hukuka kazandırdığı ilk usûl kanunudur.
A'raf/12'de işaret edildiği üzere Yüce Allah secde etmeyen şeytanı
sorguladıktan sonra cezalandırmıştır:
Allah buyurdu: "Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan
nedir?" Şeytan, bu soruya şu cevabı vermiştir:
Ben ondan daha üstünüm çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan
yarattın.
Allah "Öyleyse, in oradan! Orada büyüklük taslamak senin haddin
değildir. Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın" buyurdu. [A'raf/13]
Aynı durum yasaklanan ağacm meyvesinden yiyen Adem ve eşi için de
geçerlidir:
(Allah) "Ben size o ağacı yasaklamadım mı ve şeytan size apaçık
bir düşmandır demedim mi?" diye nida etti. [A'raf/22]
Sorgulama neticesinde cezalandırmak, hukukun evrenselliğinin, modernliğinin
ve objektifliğinin göstergesidir.
Bakara/284'teki 'muhasebe' kavramı ile 'af ve 'ceza' kavramları arasında
kurulacak ilişki bu hukukî kanunun çıkarılmasını temin edecektir. Yukarıda
verdiğimiz örneklere dayanarak diyebiliriz ki: Allah Teala, modern hukukun
temellerini ilk insanı yarattığında bu kanunla atmıştır.
[84]
Bakara/284'ten çıkaracağımız diğer önemli bir ilke de şudur:
"Sonra dilediğini affeder, dilediğine de azap eder"
ifadesinde yer alan "dileme" kavramı ile "muhasebe" kavramı
arasındaki ilişkidir. Bu ilişkiden çıkan netice şudur: Allah'ın dilemesi keyfî
değildir; önce yargılıyor, sonra diliyor. Bu şu demektir: Affetmek veya
cezalandırmak bir hükümdür. Hüküm verilmeden önce sorgulama safhası bulunmaktadır.
Sorgulama safhasından sonra "dileme" safhası gelmektedir. İnsanın
açığa vurdukları ile gizlediklerinin değerlendirilip sorgulanması, affı, ya da
cezayı getirecektir. İşte dilemenin devreye girdiği safha burasıdır. Buradaki
dileme, sorgulama ile hüküm arasındaki safhayı teşkil etmektedir. Ama şu gerçek
hiç akıldan çıkarılmamalıdır: İlahî dilemeyi, sorgulamadan çıkan durum
yönlendirmektedir. Başka bir ifadeyle, aff veya cezaya yönelik ilahî dileme,
keyfî değildir.
Bu ve buna benzer ayetlerle hiç eskimeyecek kurallara dayalı bir hukuk
eğitimi yapılmakta ve modern hukukun tohumunun insanlığın derinliklerinde
atıldığına ve o tohumun günümüzde ürün verdiğine işaret edilmektedir.
[85]
285. Peygamber ve onunla birlikte olan müminler, Rabbi tarafından ona
indirilene inanırlar. Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve elçilerine
inanırlar. O'nun peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmazlar, ve
"İşittik ve itaat ettik. Bize mağfiret et ey Rabbimiz, zira bütün yolculukların
varış yeri sensin" derler.
Bu ayetten şu esasları çıkarabiliriz:
1.
(Peygamber ve onunla
birlikte olan mü'minler Rabbi tarafından ona indirilene inanırlar).
Ayetin bu kısmından şunu anlıyoruz: Peygamberler iman esası koyamazlar. Onlar da Allah'ın indirdiğine ve O'nun koyduğu iman esaslarına inanmak zorundadırlar. Ayet, Hz. Muhammed'in iman esası koymadığını, iman alanına beşerin müdahale edemeyeceğini vurgulamaktadır. Mü'minler de Peygamber'le beraber Allah'ın indirdiğine inanırlar. Başka bir deyişle, iman esaslarında peygamber ile mü'minler buluşur ve iman esasları onların asgarî müşterekini oluşturur. Demek ki, iman esaslarında ittifak vardır; peygamberle mü'minler aynı inancı paylaşırlar.
Böylece, iman esaslarının bütünleştirici özelliği ortaya çıkmaktadır.
Psikolojik bir olgu olan imanın sosyal yapıya yansıması, onun bütünleştirici
özelliği ile insanlar arasında yayılmasıdır.
Peygamber, insanların din adına nelere inanması ve nelere inanmaması
gerektiğini tayin edemediği için din koyamaz.
2. (Onların hepsi Allah'a
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler).
Ayetin bu kısmında, iman esaslarından dördü zikredilmekte; ahirete iman
ile kadere iman zikredilmemektedir. Burada sayılan iman esasları, önem sırasına
göre dizilmiştir.
Bu, Allah'a inanmadan, diğer üçüne imanın işe yaramayacağı anlamına
gelir. Bir önceki, bir sonrakilerin olmazsa olmazını teşkil etmekte; bu iman
esaslarına Hz. Muhammed de inanmaktadır. Bir peygamberin, kendinden önceki
kitaplara ve peygamberlere inanma zorunluluğuna işaret eden bu ayet,
peygamberlerin -filozoflarda olduğu gibi- ihtilaf değil, ittifak içinde olduklarına
dikkat çekmektedir.
Kendinden önceki peygamberlere inanmayan, onları tasdik etmeyen kişi
peygamber olamaz. Peygamberlik makamı ihtilaf, reddetme ve münakaşa makamı
değildir. Peygamberlik yolu bir süreçtir ve bu nedenle devamlılık ar-zeder ve
bu yolda hiç değişmeyen iman esasları, ahlâkî değerler ve ibadet şekilleri
vardır.
3. (Allah'ın peygamberlerinden
hiçbiri arasında ayırım yapmayız).
Bu ifade, peygamberlerin tümüne iman etmenin şart olduğuna delildir.
Peygamberlere olan imanın doğruluğu, onlar arasında aynım yapmamaya bağlıdır.
Peygamberler arasında ayrım yapan kimseler, aslında kendi peygamberlerine de
inanmamaktadırlar.
Peygamberlerin bazılarının bazılarından üstün olduğunu ifade eden
Bakara/253 ayetiyle bu ayet arasında bir çelişki sözkonusu değildir. Zira
buradaki ayrım, iman açısındandır.
Nisa suresinde peygamberlerden bir kısmına inanıp bir kısmını inkar etmenin
küfür olduğu belirtilmektedir:
Allah'ı ve peygamberlerini inkar edenler ve Allah ile peygamberlerini
birbirinden ayırıp, "Bir kısmına iman ederiz ama bir kısmına
inanmayız" diyenler ve arada bir yol tutmak isteyenler yok mu, işte gerçek
kafirler bunlardır. [Ni-sa/150-151]
Peygamberler arasında fark gözetmemenin imanın işareti olduğu da şu
ayette belirtilmektedir:
Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve onlardan hiçbirini
diğerlerinden ayırmayanlara (gelince); işte Allah onlara bir gün mükafatlarını
verecektir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir. [Nisa/152]
Bu üç ayette, inkar edenlerle iman edenlerin özellikleri
zikredilmiştir. Bunlardan biri de peygamberler arasında ayırım yapmamaktır.
İman, tüm peygamberlere imanla bütünlenir. Peygamberlerin bazılarına iman edip
bazılarını inkar eden kimse, bu bütünlüğü parçalamış olmaktadır ve Allah böyle
olana kafir damgasını vurmaktadır. Bakara/l 36'da açıkladığımız gibi, müslü-man
olmanın yolu, ayrım yapmadan bütün peygamberlere imandan geçmektedir.
Hz. Peygamber, bir filozof tavrı ile din koymuş olsaydı, Kur'an'da peygamberler
arasında ayrım yapmanın küfür olduğu söylenmezdi. Ona indirilen Kur'an'ın,
aralarında ayrım yapmadan bütün peygamberlere imanı şart koşması, o kitabın hak
olduğuna ve kitabın gönderildiği kimsenin de filozof değil peygamber olduğuna
delildir. Aralarında ayrım yapmadan bütün peygamberlere imanın şart
koşulmasının şahsiyet psikolojisi açısından etkinliği ne olabilir?
Bütüncül iman, bütüncül şahsiyete götürür. Bu noktadan hareket edersek,
inkar psikolojisine sahip olanlarda şahsiyet bütünlüğünün olmadığını söyleyebiliriz.
Böylece imanın, şahsiyet psikolojisindeki işlevi ortaya çıkmaktadır. İmanda
bütünlük olmadan şahsiyette bütünlük tesis edilemez. Başka bir deyişle
şahsiyette bütünlüğün tesisi, ancak imandaki bütünlük ile mümkündür.
[86]
4.
(Dinledik ve itaat ettik).
Ayetin bu kısmından şu neticeleri çıkarabiliriz:
a.
Eğitimin en önemli
faaliyetlerinden biri dinlemek; duyu organlarının en önemlisi ise kulaktır.
Verilen mesajı dinlemek o mesaja karşı olan ilgiyi ifade eder. Dinlemek,
anlamanın yansıdır.
Ayetteki "dinledik" ifadesi, talebenin yapması gerekeni
vurgulamaktadır. İnsanlığın ilk çağlarında öğretim faaliyeti talebe için, daha
çok dinleme, öğretmen için ise aktif olma şeklindeydi. Bu uygulama, dinin kutsal
kitabı tamamlanmadan önce de uygulanmaktadır. Çünkü okuma safhası henüz başlamıştır.
Dinlemenin öğretimde ağırlıklı olduğu dönemlerde, yazı ve kitap basımı yaygın
değildi. Yazının icad edilmesi ve kitap yazımının yaygınlaşması ile, okuma
organı göz öne geçti. Okumanın, dinlemenin önüne geçmesi öğretim faaliyetinin
araştırmacılığa yönelmesine sebep olmuştur. Dinlemeden ziyade okuyan, araştıran
ve sorgulayan nesiller yetişmiş ve yetişmektedir. Diyebiliriz ki, ilkel
eğitimle modern eğitimi ayıran çizgilerden biri ve hatta en önemlisi okumanın
çok az olması, dinlemenin ağırlıkta bulunmasıdır. Okuma ve araştırmanın
ağırlıkta bulunduğu dönem modern eğitim-öğretim; dinlemenin ağırlıkta bulunduğu
dönem ise ilkel eğitim dönemidir.
Bu ilkeyi günümüz eğitim sistemlerine uygulayıp değerlendirmemizi yapabiliriz. Okuma oranının arttığı, yazılan kitapların kapışıldığı toplumda, öğretim kulaktan/dinlemekten ziyade göze/okumaya dayanmakta demektir. Kur'an'ın ilk emrinin "oku" olmasına dayanarak, modern eğitimin Kur'an ile başladığını söyleyebiliriz. Kur'an'ın öğretim faaliyeti okumakla başlamış, dinlemekle devam etmiştir.
Öyleyse, bu ayette niçin "Okuduk itaat ettik" denmiyor da,
"Dinledik itaat ettik" deniyor?
Bu soruya şöyle cevap verebiliriz: Mesajın, ilahî eğitimle öğretildiği
esnada elde teşekkül etmiş bir kitap olmadığından, dinleme daha ağırlıklıdır.
Diğer taraftan okumakla itaat arasındaki ilişki ile dinlemekle itaat arasında
ilişki aynı değildir. Dinleme eyleminde zaten itaatin tohumu bulunmaktadır.
Dinlemekten itaate daha kolay bir şekilde geçilebilir. Okumakta ilgi kitaba
olduğu halde, dinlemekte ilgi hem mesaja hem de peygamberedir. Dinin
başlangıcında dinleme, az da olsa okumadan önde olduğundan, "Dinledik ve
itaat ettik" denilmektedir.
b.
"Dinledik ve itaat
ettik" ibaresindeki "dinlemek" eyleminde bir bilinç ve hür irade
söz konusudur. İtaat etmelerini dinlemelerine bağlamakla, zorla itaat
etmediklerini, dinleyip anladıktan sonra bilinçli olarak hür iradeleriyle itaat
ettiklerini söylemiş olmaktadırlar. Dinleme eyleminin öznesi müslüman-lardır,
daha doğrusu insanlardır. Bu dinlemenin arkasında insanın hür iradesi vardır.
Zor ile dinleme değildir. Dinleme kavramının içinde, dinlenilen şeyin
anlaşılması da bulunmaktadır. Dinlenen şey anlaşılıyorsa, o konuda insanda bir
bilinç meydana gelmiş demektir. İşte bu bilinç neticesinde "itaat
ettik" diyorlar. Bu ifadenin özünde, itaatin zora değil, hür iradeyi
besleyen bilince dayandığı yer almaktadır. Müslümanın itaati, dinleyip
anlamanın neticesinde hür iradeyle gerçekleşir. Allah'a, zorla değil, bilinçle
ve hür iradeyle itaat edilmelidir. Teğabün/16'da dinlemekten itaate geçiş
sözkonusudur.
Dinleyip anlamanın, hür irade ve bilincin rol oynamadığı itaatte
kölelik vardır. Kime, neye, nasıl ve niçin itaat edeceğini bilmeden itaat etmek
köleliktir. İtaatin körü körüne yapılması, kalıcı olmasmı önler ve onu gönülde
kökleri olmayan bir eyleme dönüştürür. Dinleyip anlayarak bilinçli bir şekilde
itaat etmek, hem devamlı, hem de köklü olur.
5.
(Ey Rabbimiz! Affına sığındık,
dönüş sanadır).
Yüce Allah, affa giden yolu da öğretmektedir: Dinlemek, itaat etmek ve af dilemek. Önce af dilenecek varlıktan gelen mesaj dinlenilmeli, ardından itaat gelmeli ki af dileme hakkı elde edilebilsin. Bu durumda, "Dinledik ve itaat ettik" ifadesine farklı bir yorum getirme zorunluluğu doğmaktadır. "Dinledik ve itaat ettik" sözü, bir nevi dönüş anlamına gelen tevbeye işaret etmektedir. Tahrim/8'de tevbe eylemi Allah'a dönüşü ifade etmektedir. Allah'a dönen insan, O'nu dinliyor ve itaat ediyor demektir. Allah'a yönelen insan, artık O'ndan af dileme fırsatını yakalamış olmaktadır.
Dinleme ve itaat eylemlerini gerçekleştiren insan, özür dileme erdemine
ulaşmış demektir. Yaptığı hatadan dolayı özür dilemesini bilen insanın, olgunlaşma
yoluna adım attığını söyleyebiliriz. Allah'tan af, insanlardan özür dilemek
olgunluğun başlangıcıdır. "Dönüş sanadır" ifadesinden, anlıyoruz ki
dinleme, itaat ve af dilemenin altında büyük bir iman bilinci yatmakta ve o
bilinç, gidilecek yerin sadece Allah olduğunu söylemekle tezahür etmektedir.
Allah'ın indirdiğine, Allah'a, meleklere, kitaplara, -aralarında ayrım
yapmadan- peygamberlere inanmak, Allah'ı dinlemek, itaat etmek, af dilemek ve
dönüşün sadece O'na olacağının bilincinde olmak gibi, gönülden beyine, beyinden
davranışlara giden bir dizi değer ve eylemi içine sindiren mü'min, gerekli
ilahî eğitimi almış, şahsiyet bütünlüğüne ulaşmış, manevî yapısının bütün
unsurlarını harekete geçirip olgunlaştırmış, o unsurların beraberce hareket
etmesini ve şahsiyet parçalanmasını önlemiş, içindeki eğitim sorununu halletmiş
demektir. Böylece Bakara/285 ayeti, mü'minin gönül, beyin ve davranışlarında
meydana gelen oluşumların nerelerden nasıl geçtiğine ve hangi temellere
dayandığına ışık tutmaktadır. Bu ayetin tümünü ele alıp genelleme yapacak
olursak diyebiliriz ki: İman yani nazarî bilgi önce, amel sonra gelmektedir.
Allah'ın indirdiğine, Allah'a, meleklere, kitaplara, -aralarında ayrım
yapmadan- peygamberlere inanmak, iman safhasını teşkil eder. Dinleme ve itaat etme
eylemleri de amel safhasını teşkil etmektedir.
Yüce Allah Kur'an'ın pek çok ayetinde, bir işin yapılmasını emreder veya
yasaklarken söze, "Ey iman edenler" ifadesiyle başlamaktadır. Çünkü
iman etmeyen kimsenin amelinin hiçbir değeri yoktur. Önce bilgi, sonra amel
formülüyle, eylemin bilince dayanarak yapılmasının önemi vurgulanmaktadır.
Bilerek, inanarak yapılan bir eylemde taklit bulunmaz. Bilgi ve iman, amelin
istek ve iradeyle bilinçli bir şekilde tahkiken yapılamasını sağlar. Bilgi
olmadan hiçbir eylem, insanı mükemmel yapamaz. Dayatma ve taklit neticesi körü
körüne yapılan bir eylem insanı kemal seviyesine ulaştıramaz.
Şuara suresinde Hz. İbrahim'in duasında bu durumu görmek mümkündür:
Ey Rabbim! Bana (doğru ile eğrinin ne olduğuna) hükmedebilme bilgi ve
yeteneğini bağışla ve beni dürüst ve erdemli insanların arasına kat!
[Şuara/83]
Görüldüğü gibi Hz. İbrahim önce doğru ile yanlışı ayırabilicek bilgi ve
anlayış, sonra da erdem istiyor. Böylece, ancak bilgiye dayalı eylemle erdemli
olunabileceğine işaret ediliyor. Büyük öneminden ötürü Allah Teala bu yalvarışı
bize nakletmektedir. Yine Fatır/10'da da önce bilgi, sonra amel zikredilmektedir.
Diğer taraftan bu ayette, zamanın üç boyutunu kapsayan bilgiye şahit
oluyoruz. Geçmiş bütün peygamberlere ve onlara gönderilen kitaplara inanmak,
geçmişten gelen bilgiye sahip olmayı ifade eder. Biz buna başlangıç bilgisi
diyebiliriz. Dinî bilginin ve peygamberlik müessesesinin başlangıcına kadar
inen geçmişe ait bilgiye, dinleyip itaat etmek; günümüzün bilgi ve eylemine
Allah'tan af dilemek; dönüşün Allah'a olacağı bilgi ve inancına ise "dönüş
sanadır" ifadesiyle işaret edilmektedir. Böylece, geçmiş, hal ve gelecek
dediğimiz üç boyutlu zamanı kapsayan bir bilgi ve eylem ilişkisini
yakalamaktayız. Razi'nin ifadesiyle bu, mebde, vasat ve mead bilgilerini ifade
etmektedir. Mebde başlangıç bilgisi, vasat hal bilgisi, mead da geleceğin
bilgisidir.
[87]
286. Allah hiç kimseye taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez:
kişinin yaptığı her iyilik kendi lehinedir, her kötülük de kendi aleyhine. Ey
Rabbimiz! Unutur veya bilmeden hata yaparsak bizi sorgulama. Ey Rabbimiz!
Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme. Ey Rabbimiz! Güç
yetiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma. Günahlarımızı affet, bizi bağışla ve
rahmetini yağdır üstümüze. Sen yüce mevlamızsın, hakikati inkar eden topluma
karşı bize yardım et.
Ayeti kısımlara ayırarak açıklayabiliriz.
1.
(Allah hiç kimseye
taşıyabileceğinden daha fazlasını yüklemez).
Ayetin bu bölümünde bulunan (lâ-yukellifullah) ibaresindeki kel-lifu kavramının kökü kelife olup kahverengimsi olmak, yüzü kızarmak, çil-lenmek, istemek, niyet etmek, temayül etmek, heves etmek, yönelmek, düşkün olmak, çok bağlanmak, aşık olmak, vazife vermek, tayin etmek, uhdesine vermek, yüklemek, tevdi etmek, emanet etmek, bir görevi tahsis etmek manalarına gelmektedir. [88]
Kur'an'da kellefe ve mütekellif kalıplarıyla yer almaktadır. Kellefe
kalıbı Kur'an'da, çeşitli görevlerden sonra zikredilmiştir:
a.
Haklarla ilgili konularda
En'am/191 ile 152 ayetlerinde çeşitli konularda bazı yasaklar konmuştur. Bunlara "haklar" da diyebiliriz: Allah hakkı (şirk koşmamak ve Allah'a karşı taahhütlerini yerine getirmek); ana-baba hakkı (iyilik yapmak); çocuk hakkı (fakirlik korkusu ile öldürmemek); toplum hakkı (açık veya gizli hiçbir utanç verici fiil işlememek); hayat hakkı (hiçbir cana kıymamak); yetim hakkı (yetimin malına yaklaşmamak); tüketici hakkı (ölçü ve tartıda adil olmak); hukuk hakkı (şahitlikte doğruyu söylemek). Bütün bu yasak veya hakların insana yüklenmesi ifade edilirken kellefe fiili kullanılmakta ve bunların insana ağır gelmeyeceği ifade edilmektedir.
b. İman ve iyi amelle ilgili
meselelerde
A'raf/42'de aynı anlamda, fakat başka bir muhteva içinde
kullanmaktadır:
Ama iman eden, doğru ve yararlı işler yapan kimseler -(ki) şüphesiz,
biz kimseye taşıyabileceği yükten fazlasını yüklemeyiz— işte ebediyyen kalmak
üzere cennete girecek olan bunlardır.
İman ve iyi davranışın insanın doğasına ağır gelmeyeceğine işaret edilmektedir.
c. Hayırda yarışmakta
Bu kavramın kullanıldığı Mü'minun/62'de erdemli davranışlar sergileme
ele alınmaktadır:
• Ama, Rablerinden korkarak, kendilerini saygı ve duyarlılık içinde
tutanlar...
• Rablerinin mesajlarına inananlar...
• Rablerinden başka hiçbir varlığa tanrısal nitelikler
yakıştırmayanlar...
• Kalpleri titreyerek vermesi gereken şeyleri verenler...
• Hayırda yarışanlar... [Mü'minun/57-61]
Yüce Allah, bu eylemleri yapma hususunda insanın zorluk çekmeyeceğini
veya bu eylemlerin mahşerde sayılıp döküleceğini, çünkü kendi katmda gerçeği
konuşan bir kitabın bulunduğunu, insanların zulme uğramayacaklarını
vurgularken kellefe fiiline yer vermektedir.
d. Aile ilişkilerinde
(infakta)
(Bütün bu durumlarda), geniş imkanlara sahip olan kişi, genişliği ile
uyumlu olarak harcasın; nzık imkanları dar olan kimse ise Allah'ın kendisine
verdiğine uygun şekilde harcasın: Allah hiç kimseye kendi verdiğinden daha
fazlasını yüklemez. Allah sıkıntıdan sonra rahatlık verecektir. [Talak/7]
Yüce Allah bu ayette, insanın infak konusunda, kendisine verilen maddî
imkan ölçüsünde sorumlu tutulacağını söylemektedir.
e. Çocuğun büyütülmesinde
Allah Teala Bakara/233'te annenin çocuğunu iki tam yıl emzireceğini;
ananın ve çocuğun geçim ihtiyaçlarını babanın temin edeceğini; bu konuda
çocuğundan dolayı ne anneye, ne de babaya eziyet çektirilmeyeceğim söylerken,
yine "Hiç kimse taşıyabileceğinden daha fazlasıyla yükümlü tutulmaz"
ifadesine yer vermektedir.
f. Ferdi sorumlulukta
Savaş gibi önemli bir meselede, ferdî sorumluluğun yeri anlatırken Nisa suresinde kellefe kelimesi kullanılmıştır:
O halde sen Allah yolunda savaş. Çünkü sen, yalnızca kendi nefsinden
sorumlusun ve mü'minleri ölüm korkusunu yenmeleri için teşvik et. [Nisa/84]
Diğer ayetlerde "yük yüklemek" anlamı daha ağır basarken, bu
ayette "sorumluluk" anlamı öne çıkmaktadır.
Kellefe kavramının mütekellif kalıbı, daha çok Peygamber'in bir
özelliğini, dolayısıyla bir eğitimcinin davranış bilincini anlatmak için
kullanılmaktadır:
(Ey Peygamber) de ki: "Buna karşılık ben sizden bir ücret
istemiyorum ve ben olduğumdan başka türlü görünenlerden de değilim".
[Sad/86]
Muhammed Esed'in dediği gibi, sahip olmadığı şeyleri iddia eden anlamına
da gelen ibare, eylemde veya düşüncede üzerinde büyük sorumluluklar bulunan ve
bundan dolayı olduğundan fazla görünmeye çalışan insanı ifade etmekte;
kapasitesinin üstünde olduğu imajını yaratmaya çalışan insan için
kullanılmaktadır. Allah Hz. Peygamber'den, kendisinde tabiat üstü bir özellik
bulunmadığını insanlara ilan etmesini isterken bu kavrama yer vermektedir.
Öyleyse layık olmadığı bir şeyi isteyen; olduğundan fazla görünmeye çalışan
insan hem Allah'ın enirine, hem de Hz. Peygamber'in sünnetine ters düşmektedir.
Bu manalardan hareket ederek, yorumunu yapmakta olduğumuz
Baka-ra/286'ya dönersek, sorumluluk ve yükün güce göre yüklendiği ilkesini görürüz.
Ayetin bu kısmında yer alan (vus') kavramı geniş olmak, birini müreffeh kılıp
zeginleştirmek, gücü yetmek, takat ve kuvvete sahip olmak, ihata etmek,
kuşatmak manasına gelir. Vâsi kalıbında Allah'ın isimlerinden biri olup her
şeyi kaplayan ve yaratıklarına bol bol rızık veren anlamını ifade eder. Bu
ayette güç, takat, kuvvet ve kapasite anlamına gelmektedir.
Sorumluluk ile güç arasında ilişki kuran Allah, sorumluluğun gelişi
güzel verilemeyeceğini, insanın gücünün dikkate alınması gerektiğini bir kanun
olarak insanlığa sunmaktadır. Yüce Allah insana bir sorumluluk yüklerken onun
doğasındaki kapasiteyi dikkate aldığına göre bu kural, bütün idarî işlerde,
öğretim ve aile ilişkilerinde uygulanmalıdır. İnsanın doğasına göre öğretim
yapılması günümüzde evrensel bir eğitim kanunudur. İnsanın yaratılışında bu
kanunu koyan Allah'tır. Resim yapma kabiliyeti olmayana zorla resim; güzel ses
ve kulağa sahip olmayana zorla müzik yaptırılamaz. Kabiliyet ve yetenekleri
hangi doğrultuyu ve alanı gösteriyorsa insan, o yönde yetiştirilmeli ve o
yönde sorumluluk yüklenmelidir.
Her insana kabiliyetini, yetenek ve gücünü Allah vermekte ve verdiği kabiliyet
nisbetinde sorumluluk yüklemektedir. Demek ki Allah, koyduğu kanuna kendisi de
uymaktadır. Öyleyse idareciler, öğretmenler, iş verenler, ana-babalar
koydukları kurallara kendileri de uymalı ve eğitip yönettikleri insanların
kapasitelerini iyi tetkik ederek sorumluluklar yüklenmelidirler.
2.
(Kişinin yaptığı her iyilik
kendi lehinedir; her kötülük de kendi aleyhinedir).
Ayette geçen (kesebe) kavramı, Bakara/81 'de açıklanmıştı. Kesb
kelimesi ekonomik, kültürel ve amelî kazançlar için kullanılır. Ancak
Baka-ra/286'da tamamen "amelî kazançlar" için kullanılmaktadır. Bu
manada alınınca, Fussilet/46 ayetiyle örtüşmektedir. Yorumunu yapmakta
olduğumuz ayetteki kesebe fiili, Fussilet/46'da amile kelimesiyle ifade
edilmektedir. Ba-kara/286'daki (lehâ mâ-kesebet) ibaresi yerine, Fussilet/46'da
(sâlihan fe-li-nefsihî) buyurulmaktadır. Bakara/286'daki kesb fiili, leha ile
iyilik yapmak gibi olumlu bir eylemi ifade etmektedir.
"Kötülük kazanmak" da Bakara/286'da kesb kelimesiyle ifade
edilmiştir, ancak bu defa leha yerine aleyha kullanılmıştır. Fussilet/46'da
amile yerine esae fiili kullanılmaktadır. Demek ki, Bakara/286'daki birinci
kesebe'nin karşılığı Fussilet/46'da amile; Bakara/286'daki ikinci kesebe'mn
karşılığı da Fussilet/46'da esae olmuştur.
Her iki ayeti beraberce değerlendirdiğimizde diyebiliriz ki, kişinin
iyi ve kötü eylemlerinin arkasında kendi kesbi, yani ameli vardır. Bir önceki
bölümde Yüce Allah'ın, gücüne göre insana sorumluluk yüklediği ifade
buyu-rulmuştu. Bu ifadenin, bu bölümle alakasını şöyle kurabiliriz: İnsan
kazandığı kötülükleri, Allah'ın kendisine ağır yük yüklediğini iddia ederek
mazur gösteremez. Böyle bir rasyonalizyona, yani aklileştirmeye gidemez. Sorumluluk;
kapasite, yetenek ve güç oranında olduğuna göre, iyi veya kötülüklerinin
temelinde insanın kendi kesbi/ameli vardır; ki bundan daha tabii birşey olamaz.
286. ayetin bu kısmını 285. ayetin son bölümüne bağlarsak dinleme ve
itaat etme eylemlerinin öznesinin, insan olduğunu anlarız. Dinleme ve onun
gereği olan iyi eylemlerin getirişi, insanın ve insanlığın lehinedir.
3. (Ey Rabbimiz! Unutur veya
bilmeden hata yaparsak bizi sorgulama!)
Ayetin bu kısmında insanın unutma ve hata yapma özellikleri ile
davranışları arasındaki bağlantı gündeme getirilmektedir. "İnsan"
kavramının bir anlamı da "unutmak"tır. Bu manadan hareket edersek,
insanın en önemli özelliğinin unutmak olduğu anlaşılır.
Bu dua, unutma ve bilmeden yapılan hata için Allah'tan af dilemeyi
hedef almaktadır. Unutmaktan kaynaklanan yanlış hareketten ötürü sorgulama olup
olmayacağının cevabını Taha suresinde buluyoruz:
Ve gerçek şu ki, Biz Adem'e önceden buyruğumuzu ulaştırmıştık, ne var
ki o bunu unuttu, onu gayretli bulmadık. [Taha/115]
Verilen emri unutup yanlış yapmakta, unutma mazeret olmamalıdır. Allah
tarafından kendisine ilim öğretilen kişi, unutarak sual sorma hatasını işleyen
Hz. Musa'yı iki kere affetti ama üçüncü de ondan ayrıldı. Eğer unutulan şey
Allah'ın ayetleri ise af sözkonusu olamaz; Allah'ın ayetlerini unutmanın karşılığı
ahirette Allah tarafından unutulmak olacaktır. Taha/126 ayeti, böyle bir
unutmanın affedilmeyeceğini ve cezalandırılacağını ifade etmektedir. Zaten
unutmaktan doğan yanlış hareketin affedileceği kesin olsaydı, Bakara/286'da bu
dua yer almazdı. Başkasına iyiliği emredip, kendini unutan [Bakara/44]
affedilir mi? Allah'ı unutanı Allah da unutacaktır [Tevbe/67]; ahireti, yani Allah'a
kavuşmayı unutanı Allah da unutur [Casiye/34].
Demek ki, ceza verilip verilmeyeceğini belirleyen, unutulan konunun
kendisidir. Bakara/286'daki dua, küçük hatalardaki unutmanın affolacağına
delildir. Yüce Allah müslümanın, affedilmeyecek bir konuyla ilgili dua etmesine
müsade eder mi? Hatanın yapıldığı mesele, duruma göre suçu azaltmakta, duruma
göre sorumluluğu ortadan kaldırmaktadır. Hata, insanla beraber var olan ve asla
ondan ayrılmayan bir özelliktir. Bazen hatalar affedilmeye-bilir. Ahzab/5'te
evlatlıklarla ilgili meselede hata yapanlara vebal olmadığı belirtilmektedir.
Nisa/92-93'te hata ile adam öldürmenin cezasının, kasden öldürmeden hafif
olduğu ifade edilmektedir. İnsanın insana karşı yaptığı hatadan dolayı özür
dilemesi Yusuf/29'da gündeme getirilmektedir. Hz. İbrahim, ahirette hataların
affedileceğini ümit etmektedir [Şuara/82]. Kendilerine Allah tarafından
verilen emri yerine getiren ve af dileyen bir toplumun hatalarının
affedileceğine işaret edilmektedir [A'raf/161].
Sözün özü, unutma ve bilmeyerek işlenen hatanın affedilmesi için inananlar
Allah'a yalvarmalıdır. Yalvarma, sorgulamanın kalkacağı ümidini özünde
taşımaktadır.
4. (Ey Rabbimiz! Bizden öncekilerle
yüklediğin gibi bize de ağır yükler yükleme!)
Bu dua, geçmişteki topluluklara yüklenen sorumluluk ve görevlerin ağır
olması sebebiyle yapılmış olabileceği gibi, genel anlamda bir dua da olabilir.
Geçmiş toplumlara ağır yükler yüklenmiş ise, bunlar nelerdir? Bu soruyu şu
ayetlerle cevaplandırmamız mümkündür:
Yahudilerin zulmü sebebiyle, bir de çok kimseyi Allah yolundan
çevirmeleri, menedildikleri halde faiz almaları ve haksız yollarla insanların
mallarını yemeleri yüzünden kendilerine daha önce helal kılınmış bulunan temiz
ve iyi şeyleri onlara haram kıldık; ve içlerinden inkara sapanlara acı bir azap
hazırladık. [Nisa/160-161]
Helal olan şey haram kılınmak suretiyle yahudilere ağır bir yük yüklenmiştir.
Namaza çağırıldığı zaman onu alaya alan, aklını kullanmayan; Allah'a,
O'nun indirdiği Kur'an'a ve önceki kutsal kitaplara inananlardan hoşlanmayan
insanlara Allah'ın lanet etmesi, onları maymun, domuz ve tağutun kulları
yapması da [Maide/58-60] ağır bir yüktür.
Şehre girin emrini yerine getirmeyen, orada zorba bir toplum bulunduğu
gerekçesiyle mücadeleden geri duran yahudilere Yüce Allah'ın kutsal topraklan
kırk yıl haram kılması ve yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşmalarına hükmetmesi
[Maide/21-26] de onlar için ağır bir yüktür.
Talut'un askerlerine nehir suyundan içmelerini yasaklaması ve onları su
ile imtihana çekmesi [Bakara/249] de ağır bir yüktür.
Demek ki yükün ağırlaşması, toplumların yaptıkları yanlış davranışın neticesidir.
Ayetin bu kısmında yer alan tA. (ısr) kavramı sözlükte ahit, söz, mukavele,
muahede, sıkıştırmak, yük, arkadaşlık bağı, zorunluluk, taahhüt manalarına
gelmektedir.
Kur'an'da bu kavram üç ayette geçmekte; Bakara/286 ve A'raf/157'de yük;
Âl-i İmran/8rde ahd manalarında kullanılmaktadır.
Râzî'ye göre bu kavram, "ağırlık, şiddet, temayül ve şefkat"
manalarına da gelmektedir.
Duanın içeriğinden Kur'an'ın daha tamamlanmamış olduğunu anlıyoruz.
Ayetteki 'yük' kelimesi, yapılan yanlış bir hareketten dolayı verilecek olan
cezanın ağırlığını, şiddetini de ifade ediyor olabilir. Başka bir ifadeyle ayetteki
"yük" dinî bir görev olacağı gibi; yanlış hareketin cezası da
olabilir. O zaman, bizden öncekilere verdiğin gibi ağır cezalan bize verme
anlamına gelebilir. Bu durumda Râzî'nin verdiği ağırlık ve şiddet manalarını
göz önünde tutarak mana vermemiz gerekir.
5.
(Ey Rabbimiz! Güç
yetiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma!)
[89]
Ayetin bu kısmında yer alan (takat) kavramı tâke fiilinden türemiş olup
iktidar, kabiliyet, ehliyet, kudret, hüner, dirayet, zeka, meleke, istidat,
meyil, kapasite, dayanıklılık, kuvvet, tesir, enerji manalarım ifade etmektedir.
[90]
1. Dolamak
Tâke fiili tevveke kalıbından alınınca "asmak, dolamak,
bağlamak" anlamına gelmektedir. Bu manada Âl-i İmran suresinde -infak
edilmeyen malın mahşerde insanın boynuna dolanacağı veya bağlanacağı
manasında- geçmektedir:
Allah'ın kereminden kendilerine verdiklerinde cimrilik edenler,
sanmasınlar ki o, kendileri için hayırlıdır; tersine bu onlar için pek fenadır.
Cimrilik ettikleri şey de kıyamet gününde boyunlarına dolanacaktır. [Âl-i
İmran/180]
Malından fedakarlık yaparak fakirin elinden tutmayanların malı, mahşerde
yılan gibi onların boynuna dolanacaktır.
2. İbadet etme gücü
Bakara/l 84'te yutigu kalıbından gelmekte ve orucu çok zor tutabilmeyi
ifade etmektedir. Ayet ihtiyarların, hamile ve emzikli kadınların, hasta ve seferde
olanların oruç tutmakta çektikleri zorlukla ilgilidir.
3. Savaşma gücü
Kelime, Bakara/249'da, düşman askerleriyle savaşma güçleri bulunmadığını
ifade için kullanılmaktadır:
Bugün bizim Calut'a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur.
Kelime burada, enerjinin tükenmesi anlamında gelebileceği gibi, korkunun
meydana getirdiği güçsüzlük manasına da gelebilir. Ama yasak olan nehrin
suyundan içmeleri nedeniyle oluşan güç kaybı anlamına gelmesi daha kuvvetli
ihtimaldir.
4. Verilen emri yerine
getirme gücü
Yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/286'da bir işin üstesinden gelme
gücünü ifade eden mastar anlamında isimdir.
Bu ayette sadece dinî emirlerin yerine getirilmesini değil, insanların karşılaşacakları olayların, olgu ve problemlerin çözülmesi ve üstesinden gelin-mesindeki enerji ve gücü de ifade etmektedir. Kas gücünden ziyade, beyin gücünü, takati, manevî dayanıklılığı, yani iman gücünü ifade etmektedir.
Bir toplumun karşılaştığı siyasî, ekonomik ve kültürel zorluklara, problem
ve olaylara çözüm üretecek beyin gücünü ifade etmektedir. Buradaki takat
kelimesi, öncesindeki ısr ve af dileme ile beraber ele alınırsa bela ve
cezaların altından kalkma gücünü de ifade edebilir. "Ey Rabbimiz! Güç
ye-tiremeyeceğimiz yükleri bize taşıtma" duası ile, Allah'tan gelecek olan
belalar kasdedilmiş olabilir. Eğer böyle belaların insanların basma gelme ihtimali
olmasaydı, bu şekilde dua etmenin anlamı olmazdı. Duada yer alan lena kelimesi
çoğul olduğuna göre toplumsal belalara karşı dua edildiği anlaşılır.
6.
(Günahlarımızı affet!)
Bu bölüme kadar ayette, Allah'ın, gücünün yetmeyeceği bir yükü insana
yüklemediği/yüklemeyeceği ve insanın yaptığı iyiliğin lehine, kötülüğün ise
aleyhine olduğu meselesi ele alınmış, ardından da mü'minlerin Allah'tan, güç
yetiremeyecekleri yüklerin kendilerine yüklenmemesi için yaptıkları dua
zikredilmişti.
Bu bölümde ise af dileme ele alınmaktadır. Çoğul bir ifadeyle yapıldığı için bunun, toplumsal boyutlu bir yakarış olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca, kendini günahkar hissedip af dileme erdemini göstermenin önemine işaret edilmektedir.
7.
(Bizi bağışla!)
"Bizi bağışla" ifadesi, ayıplarımızı ört, yabancıların
huzurunda bizi rezil etme anlamına gelmektedir. "Bağışla" manasını
verdiğimiz mağfiret kavramı, hem dünyevî, hem de uhrevî anlam taşımaktadır.
Toplumlar öyle yanlış hareketler yaparlar ki, Allah dünyada onları
diğer toplumların huzurunda rezil eder. İşte mağfiret dilemek, bu rezilliğe
düşmemeyi Allah'tan istemektir. Rezillik mahşerde de olabilir. Dünyada sosyal
kontrolün dışında kalan suç ve günahlar mahşerde ortaya dökülecek, gizli hiçbir
şey kalmayacak, mücrimler rezil-rüsva olacaktır. Dünyada gizlenebi-len zina,
hırsızlık ve benzeri günahlar, ahiret günü ortaya dökülecektir; çünkü onlar
amel defterinde kayıtlıdır. Mücrimlerin, ana-babası, hanımı ve çocukları
huzurunda rezil olması kaçınılmazdır. İşte mağfiret dilemek bu rezaletin
örtülmesini istemektir.
8.
(Bize rahmet et!)
[91]
Allah'tan rahmet istemenin ne ifade ettiğine, Allah'ın merhametinin
nasıl tecelli edeceğine dair soruların cevabını Kur'an ayetleriyle verirsek şu
netice ile karşılaşırız:
a. Karanlıklardan aydınlığa
çıkarmakla merhamet etmektedir. Ahzab suresinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
O size melekleriyle nimetlerini bahşeder ki, sizi karanlıklardan
aydınlığa çıkarsın. Ve o, mü'minlere merhamet eder. [Ahzab/43]
Demek ki Yüce Allah mü'minlere, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarmakla
merhamet etmektedir. Cehaletin, şeytanın, nefsin ve günahların karanlığında
kalan insanı kurtarıp, bilginin, aklın ve gönlün aydınlığına çıkarmak
merhametlerin en büyüğüdür.
b.
Şifa vermekle merhamet etmektedir.
Enbiya suresinde Hz. Eyyub'un şifa için halini Allah'a arzettiği
belirtilmektedir:
Eyyub'u da an, hani Rabbine, "Başıma bir dert geldi. Sen
merhametlilerin en merhametlisisin" diye niyaz etmişti. [Enbiya/83]
Hz. Eyyub hastalığını arzediyor ve Allah'tan merhamet, yani şifa
diliyor. Ayetteki merhamet, şifaya denk düşmektedir.
c. Azaptan korumakla merhamet
etmektedir.
Azaptan korumak, Allah'ın merhamet sıfatının gereği olduğu gibi, onun
manası içinde de yer almaktadır:
Nuh, "Bugün Allah'ın emrinden (azabından) merhamet sahibi Allah'tan başka koruyacak kimse yoktur" dedi. [Hud/43]
Allah Teala, kullanın azaptan korurken rahim/merhamet sıfatını
kullanmaktadır. Azaptan korunma veya kurtulmanın arkasında O'nun merhameti
vardır.
O gün kim azaptan kurtanlırsa, gerçekten Allah ona rahmetini bağışlamış olur. Bu da apaçık bir kurtuluştur. [En'am/16]
Allah'ın merhameti, kulunu azaptan kurtarma şeklinde tezahür edebilir.
Demek ki, merhamet sıfatı, affetme, bağışlama gibi sıfatlan da içine
almaktadır.
d. Tefrikadan korumakla
merhamet eder
Hud/118'de, insanların ihtilafa, yani tefrikaya düşecekleri beyan
edildikten sonra, 119. ayette tefrikadan sadece Allah'ın merhamet ettiği
kimselerin korunacaklan ifade buyurulmaktadır. İnsanlann tefrikadan kurtulmalan
için bilginin, imanın, akıl ve sevginin yanısıra ilahî merhamete de ihtiyaçlan
vardır. İşte Hud/119 ayeti buna işaret etmektedir. Bir toplumda birlik ve
beraberlik varsa orada Allah'ın merhameti devrede demektir.
e. Nefsin kötü etkisinden
korumakla merhamet eder
Hz. Yusuf, nefsin kötü etkisine şöyle dikkat çekmektedir:
Yine de ben kendimi temize çıkarmaya çalışmıyorum. Çünkü Rabbimin merhamet
ettiği (acıyıp esirgediği) kimseler hariç, insanın kendi nefsi (de onu)
kötülüğe sürükleyebilir. [Yusuf/53]
Allah'ın merhametini dilemek, nefsin kötü etkisinden korunmayı istemeyi
de kapsamaktadır. Ancak, Allah'ın rahim sıfatmm devreye girerek insanı nefsinin
kötülüğünden koruması, buna layık olanlar için geçerlidir.
f. Mahşerde yardım etmekle
merhamet eder
Ki o gün hiç kimsenin arkadaşına bir iyiliği dokunmayacak ve hiç kimse
yardım görmeyecektir. Allah'ın rahmetini ve şefkatini bağışladığı kimseler
hariç; yalnız O, kudret sahibidir, rahmet kaynağıdır. [Duhan/41-42]
Rahim sıfatı gereği Yüce Allah, kimsenin kimseye yardım edemediği
mahşerde yardım edecektir. Yardıma muhtaç olana yardım etmek merhametin
kapsamına girmektedir. Yardım etmek, Allah'ın merhametini yeryüzüne indirip,
O'nun ahlâkı ile ardaklanmaktır.
g. Mahşerde kötülüklerden
korumakla merhamet eder
Ve onları kötü fiiller (işlemekten koru: o hesap günü) kötü fiillerin
lekesinden kimi korursan onu rahmetinle onurlandırmış olursun: bu büyük bir
kurtuluştur. [Mü'min/9]
Meleklerin insanlar için yaptıkları dua da, Allah'ın merhametinin kapsamındadır. Bu dünyada kötü davranışlardan, ahirette de kötü davranışların lekesinden korumak, merhamet etmektir. Allah'tan merhamet dileyenler, bu isteği de ifade etmektedirler.
h. Ödüllendirmekle merhamet
eder
Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridir. Onlar
iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekatı
verirler, Allah ve Rasulüne itaat ederler, işte Allah onlara rahmet edecektir.
Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir. [Tevbe/71]
Allah'ın yukarıda belirtilen amelleri yapanlara merhamet etmesi, onları
ödüllendirmesidir.
i.
Sevgi bağı, yakınlık
Muhammed/22'de akrabalığın meydana getirdiği sevgi bağı anlamında yer
almaktadır:
Bozgunculuk yapar ve akrabalık bağlarını koparır mıydınız?!
Bu ayette rahim kelimesi, yakınlığı ifade eden sevgi bağlan anlamına
gelmektedir. Demek ki, merhamette yakınlık ve sevgi vardır. Merhamet etmek,
sevmek ve yakın davranmak demektir. Muhammed/29'da da alçak gönüllülük ve
sevecenlik manasına gelmektedir.
j.
Kadir bilirlik
Merhamet etmek, nimetin kadrini bilmek, azgınlık yapmamak, sınırı aşmamak
manasına da gelir. Merhametin bu manasını, karşıt manalarından çıkarttığımızı
söylemekte yarar vardır. Kehf/80 ile 81 ayeti arasında kurulacak ilişki bu
manayı gösterecektir:
O genç adamda, -ki ana ve babası mü'min kimselerdi- taşkınlıkları ve
nankör eğilimleri ile onlara çok derin acılar vereceği yolunda kaygı verici
belirtiler görmüştük. Rablerinin o ana-babaya onun yerine ondan daha temiz
seciyeli ve merhamette ondan daha ileri bir çocuk vermesini istedik.
80. ayette yer alan ve nankör manasına gelen (küfr) kavramının karşıtı
81. ayetteki (akrabe ruhmâ) ibaresidir. "Merhamette daha ileri"
anlamını ifade eden bu ibare, nankörlüğün zıddıdır. Merhametli olmak, nimetin
kadrini bilmek ve nankörce davranmamaktır. Nankör insan, merhametten yoksun
olduğu için, ana-babasının kendisini büyütüp yetiştirmek için verdikleri emeğe
karşı onlara acı çektirip onların emeğini görmezlikten gelir. Merhamet duygusu
olan kimse, nimetin kadrini bilir.
Şimdi bu manalardan hareket ederek yorumunu yapmakta olduğumuz Bakara/286
ayetindeki "Bize merhamet et" duasına dönersek; bizi günah karanlığından
mağfiretin aydınlığına çıkar; yanlış davranışlarımızı düzelt; azaptan,
tefrikaya düşmekten, nefsin kötü etkisinden, dünya ve ahiretteki kötülüklerden
koru; mahşerde yardım et; cennetinle ödüllendir; aramızdaki sevgi bağlarını
güçlendir ve nankör olmaktan bizi koru manasına geldiğini söyleyebiliriz.
Aslında ayette merhamete delalet eden şeyler bulunmaktadır. Zira insanlara
güçlerinden fazla yük yüklenıemek, unuttukları veya hataen yaptıkları ile
sorgulamamak, takatlannm yetmeyeceği bir yükü taşımak için zorlamamak,
affetmek ve bağışlamak merhametin göstergeleridir.
286. ayette yer alan (Bize merhamet et) duasının ayetin sonu ile de
alakası vardır. Çünkü ayetin sonu yardım talebiyle bitmektedir. Merhamet eden,
karşısındakinin ihtiyacını da giderir. Zaten merhametin içinde yardım etmek de
vardır.
9.
(Sen bizim mevlamızsın;
kafirler güruhuna karşı bize yardım et).
Kafirlere karşı yardım dilemeyi iki boyutlu olarak ele almakta yarar vardır.
Kafir, hakikati inkar eden, ateist olduğu için buradaki mücadele de ateizme
karşı fikrî mücadeledir, istenen yardım da ateiste ve ateizme karşı yardımdır.
Ateizm denen inkar psikoljisi öylesine insanlığı kirletmektedir ki, ilahî
yardım olmadan o imansızlık pisliğini temizlemek, ya da onlan doğru inanca
sevketmek mümkün değildir.
Diğer taraftan ateizmi savunanlar bir topluluk oluşturup, iman
edenlerle savaşabilirler. Bu durumda, merhamet sahibi Allah'tan yadım dilemek
ve O'nun dostluğunu elde etmek bir çıkış yolu, zafere ulaşma vasıtası olabilir.
Kur'an'ın öncelikli amacı küfür ve şirk ile mücadele vermek olduğuna göre,
bu hususda Allah'ın yardım edeceği de bir gerçektir. îşte kul, bu yardımın
harekete geçmesi için dua etmekte; Allah da bu duanın nasıl yapılacağını
öğretmektedir.
Ayetin bu kısmında yer alan (mevlana=bizim mevlamız) ifadesi yerine,
A'raf/155'te (bizim velimiz) ifadesi bulunmakta ve ikisi de aynı anlama
gelmektedir. A'raf/155'te Hz. Musa'nın yakarışında önce veli, ardından af ve merhamet
zikredilmiştir. Bakara/286'da ise önce bağışlama ve merhamet, ardından da veli
zikredilmiştir. Affetmek, merhamet etmek, gücünden fazla yük yükleyip imtihan
etmemek, yardım etmek, veli ya da mevla olmanın gereklerindendir. Böylece Yüce
Allah 'mevla' kavramının manasına da açıklık getirmektedir.
Bakara/286'dan siyaset ve eğitimle ilgili şu neticeleri çıkarabiliriz:
Bir toplumu yönetenler, halkın ekonomik, kültürel ve sosyal gücünü iyi tetkik
etmeli ve ona göre yük yüklemelidirler. Halkın gücünün oranı, hukukun ve yapılacak
kanunların temelini teşkil etmeli ve bu gücün oranı dikkate alınmadan kanun
yapılmamalıdır. Çünkü ayette da belirtildiği gibi, sorumluluklar güç oranında
olmalıdır.
Halkın ekonomik gücünü dikkate almaksızın vergi koymak veya ekonomik
gücünü aşan vergiler koymak, zulüm olup, halkı idarecilere karşı kin beslemeye
sevketmekten başka bir işe yaramaz. Halkın sosyal gücünü iyi bilmeyenler,
devleti savaş macerasına sürükleyebilirler. Toplumun sosyal gücünün iyi tesbit
edilmesi halinde iç ve dış siyasette başarıya erişilebilir.
İdareciler sadece güç-sorumluluk dengesini kurmakla kalmamalı; bağışlayıcı,
merhametli ve yardım sever de olmalıdırlar. Siyaset kelimesi bütün bu erdem ve
uygulamaları kapsamaktadır. Kin ve düşmanlığın en iyi ilacı, af ve merhamettir.
Bu erdemler siyasetçinin, halkın dostu, yani velisi olup olmadığının
göstergeleridir. Siyasetçinin merhameti, halk ile arasındaki sevgi bağlarını
canlı tutacak, siyaseti baskı aracı olarak kullanmaktan çıkaracak, sığınılacak
bir barınak, bir mesken, bir sıcak kucak haline getiercektir. Af ve merhamet,
idarecilerle halkın kucaklaşmasını temin edecek en önemli erdemlerdendir.
Ana-babalar, eğitimciler çocuklarının ve öğrencilerinin kapasitelerini iyi
tesbit edip ona göre yük yüklemelidirler. Kapasiteyi zorlayan öğretim ve
uygulamalar, çocuk veya öğrencilerin şahsiyetini yaralayacaktır. Öğretimde
ölçü, öğrencilerin kapasitesi olmalıdır. Öğretimin bu evrensel kuralı, asırlar
evvel Kur'an tarafından konulmuştur.
Ana-babalar ve öğretmenler, unutarak veya hataen yapılan davranışları
affetmesini bilmelidirler. Aile terbiyesinde ve okul eğitiminde cezaya en son
çare olarak baş vurulmalıdır. Cezanın affetme kadar etkili bir silah olmadığı
hiç unutulmamalıdır.
Çocuklarına karşı merhamet, ana-babalarda fıtrî olduğu için merhameti
burada daha ziyade öğretmenlere önermekteyiz. Acımayı, sevgi ve korumayı da
kapsayan merhamet gibi yüce bir erdem, öğretmenliğin olmazsa olmazını teşkil
eder. Öğretmenlerin öğrencilerine karşı "veliliği" affetme, bağışlama,
merhamet ve yardımla eyleme dönüşmeli, eğitimi mutluluk atmosferine sokmalıdır.
[92]
Bakara suresinden şu ilkeleri çıkarabiliriz:
I.
Yüce Allah eğitim ve
öğretimin merkezine kitabı koymak suretiyle, ilkel eğitim sistemlerinin öne
çıkardığı dinleme yerine, okumayı geçirmiştir. Böylece ilkel eğitimi, modern
eğitime dönüştüren devrimi gerçekleştirmiştir. Hazır bilgileri dinleme yerine,
okuyarak bilgi edinme esasını getirmiş, okumaya vurgu yaparak modern eğitimin temellerini
atmıştır. Onun içindir ki, Hira mağarasında Hz. Peygamber'e dinle değil, oku
demiştir. Okuma ve dinleme yoluyla bilgi elde etmek için sarfedilen emek
biribirinden farklıdır. Birinde araştırma öne çıkarken, diğerinde hazır
bilgiyi almak sözkonusudur. Kur'an yetişkinlere öğretim yaptığı için,
dinlemeden çok, okumaya önem vermektedir. Çocukluk çağında önde olan
dinlemektir. Bir benzetme-yapacak olursak, insanlığın tarihinin Hz. Muhammed'e
kadarki dönemine çocukluk çağı, Hz. Muhammed'den sonraki dönemine ise
yetişkinlik çağı diyebiliriz. O nedenledir ki Hz. Muhammed'le birlikte
yetişkinlik çağma erişen insanlık için okuma öne çıkarılmıştır.
Diğer taraftan, kitabın başa alınması, Yüce Allah'ın "kitap
okulunu" kurduğuna da delil teşkil etmektedir. Hristiyanlıkta Allah,
kominizimde emek; naturalizm de çocuk; essentializmde öğretmen; İslâm'da ise
kitap eğitimin merkezinde yer almaktadır.
II. Muttakilerin, münafık ve
kafirlerin özellikleri genel hatları ile açıklanmış; bu hususta inanç ile
davranışlar arasındaki ilişki ölçü olarak kullanılmıştır.
III. Yaratılışın amacı ve bu
amacın takva ile olan ilişkisi, şirkin bâtıllığı ele alınmış, Allah'ın
mesajında şüpheye mahal olmadığı bildirilmiştir.
IV.
Fasık diye vasfedilenlerin davranış
biçimlerini açıklayan bu surede, inkar psikolojine sahip olanların ilahî
öğretiye gösterdikleri olumsuz tepkilerden örnekler verilmekte, insanlarla
olan ilişkilerinde ne kadar bozguncu oldukları ifade edilmektedir. Böylece bir
kere daha, tavırların, davranış ve tutumların arkasındaki psikolojik yapının
analizi yapılmış ve bu etkileşim net bir şekilde sunulmuştur.
V. Kainatın yaratılışından,
insanın yaratılışına kadar uzanan bir dizi eylemine dikkat çeken Yüce Allah,
siyasî erki elde etmenin yolunu açıklamış; fesat çıkarmamakla, kan akıtmakla,
bilgiyle gerçekleşeceğini söyleyerek devlet felsefesinin temellerini atmıştır.
Bilgiyi öne çıkartarak, bilen fert ve toplumların boyun eğeceğine, meleklerin Hz. Adem'e secde etmeleriyle işaret etmektedir.
Bütün isimleri Hz. Adem'e öğreterek öğretim faaliyetine, "Şu
ağaçtan yemeyin!" diyerek de eğitim faaliyetine ilk önce Yüce Allah'ın
başladığına şahit oluyoruz.
VI.
İsmini 67
ve 73. ayetlerden alan Bakara suresinde, Hz. Musa'nın peygamberliği,
eğiticiliği, kurtarıcılığı ve Firavun ile mücadelesi ele alınmakta, köle ruhlu
bir toplumu eğitmenin zorluklarına ışık tutulmakta, bu tür kimselerin
psikolojisinin ve davranış şekillerinin analizi yapılmakta, insan gönlünü
öldüren şirkin nasıl ortadan kaldırılıp gönlün diriltileceğine açıklık getirilmektedir.
VII. Yine bu surede Allah'ın
İsrailoğullan ile yaptığı antlaşmalar ele alınmış ve antlaşmalarda Allah
hakkı, ana-baba hakkı, fakir hakkı, insanlık hakkı, hayat hakkı, mesken hakkı
gibi hakların yer aldığı bildirilmiştir.
VIII. Allah'ın ayetlerini
değiştirmenin ve onları az bir bedele satmanın Allah katmda lanetle
karşılanacağına dikkat çekilmiştir.
Büyü vasıtasıyla karı ile kocanın arasını açmaya çalışanların
durumundan bahsedilmiş, müslümanlann güdülen sürü olmadıkları vurgulanmış, benliğini
Allah'a teslim etmenin önemine işaret edilmiştir.
IX.
Beytullah'ın hangi amaçla tesis edildiği;
onun bir üniversite olduğu; Hz. İbrahim'in gelecek nesiller için duası ve
çocuklarına vasiyeti; her ümmetin kazandığının kendisine ait olduğu ve bu nedenle
taklitin yanlışlığı; en iyi eğitimin ilahî eğitim olduğu; müslümanlann
insanların problemlerini çözen vasat bir millet oldukları; kıble olayının ne
anlama geldiği; hakikati gizlemenin büyük günah olduğu; Allah'a nasıl
sığınılacağı; şehit olanların aslında ölü değil diri oldukları beyan
edilmiştir.
X. Sevginin hangi obje veya
varlığa ne kadar yöneleceği ve bu hususta hata yapmanın şirke götüreceği,
haram yemenin şeytana tabi olmak olduğu açıklanmıştır.
XI. Yüzün doğuya veya batıya
çevirilmesiyle birr'e (iyiliğe/hayra) ulaşılamayacağı bildirilmiş, birr'e
(iyiliğe/hayra) ulaştıran iman ve ameller ele alınmış, birr'e erişenin takvayı
elde ettiğine dikkat çekilmiştir.
XII. Ramazan orucu, Kur'an'ın
Ramazan ayında indirilişi, Allah'ın duaya icabet edeceği, rüşvet yoluyla mal
kazanmanın haramlığı, infakm önemi ve infaktan kaçınmanın sosyal bir intihar
olduğu beyan edilmiştir.
XIII. Haccın işlevi, yapılış şekli; kurbanla bir arada yapılması; kültürü bozmanın nesli de bozacağı; İslâm'm barış anlamına geldiği ve barış içine girmenin farziyeti; kadınların aybaşı halleri, evlenilmesi helal ve haram olanlar, alkolün zararları, boşanma hukukunun esasları, Talut ile Calut'un savaş-masındaki hikmet derinlemesine ele alınıp açıklanmıştır.
XIV.
Peygamberlerin bazısının bazısından üstün
olduğu, ahirette şefaat, alış-veriş ve dostluğun olmadığı, dinde zorlamanın
bulunmadığı, Allah'ın dostluğu ve bu dostluğun karanlıklardan aydınlığa
çıkarmak şeklinde tezahür ettiği, öldükten sonra dirilmenin mutlaka
gerçekleşeceği, fakirin elinden tutmanın önemi, metodu ve o konudaki
riyakarlığın nelere mal olacağı detaylı bir şekilde izah edilmiştir.
XV. Faizin haramlığı, insanm
erdemine olan kötü etkisi; borç hukukunun temelinde yer alan katip ve
kitabetin, şahit ve şehadetin gerekliliği, önemi ve şahitlikten kaçınmanın
haramlığı; insanm açıkladıklarından ve gizlediklerinden sorumlu tutulacağı
beyan edilmiştir.
XVI. Bazı iman esasları, peygamberler arasında ayrım yapmanın küfür olduğu, sorumluluğun güç oranında olacağı ele alınıp açıklanmıştır. [93]
[1] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/268.
[2] Bakara/282 ve Nur/37'de de
aynı anlamda geçmektedir.
[3] Fetih/14 ve Mümtehine/12'de
de bu anlamı ifade etmektedir.
[4] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/269-270.
[5] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/271-273.
[6] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/273-276.
[7] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/276-278.
[8] Râzî, age, c.V, s. 417-418.
[9] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/278-282.
[10] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/283-288.
[11] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/288-289.
[12] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/289-293.
[13] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/293-294.
[14] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/294-297.
[15] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/297-298.
[16] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/298-300.
[17] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/300.
[18] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/300-303.
[19] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/303-305.
[20] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/305-311.
[21] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/311-314.
[22] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/314-315.
[23] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/315-317.
[24] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/317-318.
[25] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/318-320
[26] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/320-322.
[27] Buhârî, Salât, 80.
[28] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/322-325.
[29] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/325-327.
[30] Râzî, age, c. V, s. 495-496.
[31] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/327-329.
[32] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/329-333.
[33] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/333-335.
[34] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/335-338.
[35] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/338-339.
[36] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/339-342.
[37] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/342-345.
[38] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/345-346.
[39] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/346-348.
[40] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/348-349.
[41] Keşşaf, 1/396.
[42] İbn Mâce, Zühd, 15; Tirmizî,
İlim, 19.
[43] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/349-356.
[44] İsfehânî, age, s. 249.
[45] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/356-359.
[46] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/359.
[47] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/359-361.
[48] Buhârî, Megazi, 12.
[49] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/361-364.
[50] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/364-366.
[51] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/366-368
[52] Râzî, age, c.
V,
s.
539.
[53] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/368-369.
[54] Tirmizî, Zühd, 17.
[55] Nesaî, Zekat, 89.
[56] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/369-373.
[57] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/373-375.
[58] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/375-376.
[59] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/376-377.
[60] Muhammed Esed, Kur'an
Mesajı, s. 827-828; 35. dipnot.
[61] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/377-380.
[62] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/380-382.
[63] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/382-385.
[64] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/385-389.
[65] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/389-392.
[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/392-394.
[67] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/394-396.
[68] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/396-397.
[69] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/398-399.
[70] Süleyman Ateş, age, c. I, s.
478.
[71] Süleyman Ateş, age, c. I, s.
478.
[72] Müslim, Musakat, 75; Buhârî,
Buyu, 76.
[73] Müslim, Musakat, 99.
[74] Tirmizî, Tefsir, 18.
[75] Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvud,
Buyu, 5; İbn Mâce, Menâsik, 76.
[76] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/399-404.
[77] Muhammed Esed, age, s. 85;
dipnot, 273, [Abduh, Menar, III/124].
[78] Râzî, age, c. VI, s. 63-64.
[79] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/404-416.
[80] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/416-418.
[81] Süleyman Ateş'in Tabeifnin
Câmiu 1-Beyân'mdm (10/142-143) yaptığı alıntı. Ayrıca İbn Ab-bas, Esamm, Ebû
Müslim, Kadı, Şa'bî, Derime, Mücâhid de -Razi'nin naklettiğine göre- bu yorumu
getirmektedirler.
[82] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/418-422.
[83] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/422-423.
[84] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/424-425.
[85] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/425-426.
[86] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/426-428.
[87] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/429-432.
[88] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/432-433.
[89] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/433-439.
[90] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/439.
[91] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/439-441.
[92] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/441-446.
[93] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir
Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları: 3/446-448.