Bakara sûresi
medenîdir. Ayetlerinin büyük çoğunluğu, hicretin hemen akabinde nazil olmuş,
diğerleri de Bedir savaşının vukubulduğu ikinci hicrî seneye kadar peyderpey
indirilmiştir. Ancak sûre «Allah'a döndürüleceğiniz, sonra herkese kazandığının
tastamam verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğramıyacağı kıyamet gününden
sakınınız» mealindeki son nazil olan 281 inci âyetin indirilmesinden sonra
tamamlanmıştır. Bu âyet, Veda Hacet sırasında en son nazil olan âyet sayıldığı
için, Bakara sûresi, Medîne'de ilk nazil olmaya başlayan, fakat en son
tamamlanan sûre kabul edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in en uzun sûresi olan Bakara,
286 âyetten meydana gelmiştir. Ona «Bakara» denilmesinin sebebi, Mûsâ (a.s.)
nın, bir sığır kurban edilmesi için verdiği emrin, İsrail oğulları tarafından
savsaklanması ve yerine getirilmemesiyle ilgili kıssanın bu sûrede anlatılmış
olmasıdır. Çünkü «Bakara» kelimesi, erkek olsun dişi olsun, çift süren, su dolaplarını
döndüren, araba çeken ve benzeri işlerde kullanılan sığıra verilmiş bir
isimdir.
Ayetlerin en yücesi
sayılan âyetu'l-Kursî'nm bu sûre içinde bulunması dolayısıyle ona «Kursî
sûresi» denildiği gibi, «Senam» ve «Zehra» adı da verilmiştir.
Daha
önce de belirttiğimiz gibi, Fatiha sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in mukaddimesi, manâ
yönünden de muâdilidir. Kur'ân-ı Kerîm'in bu sûrede özetlenmesi dolayısıyle
önemi ne derece büyükse, ahkâm âyetlerinin büyük çoğunluğunu geniş bir şekilde
toplaması yönünden, Bakara sûresi de aynı derecede önemlidir. [1]
Bakara sûresini teşkil
eden âyetlerin çoğu, hicretten hemen sonra nazil olmuştur. Hicret, Hazret-i
Peygamber'in «İslâm'a davet» faaliyetini, Mekke'den Medine'ye intikal ettirmek
ve çalışmalarını orada sürdürmek gayesiyle vukubulan bir harekettir. Medîneli
müslümanlar, bu hareketi büyük bir coşkunluk içerisinde desteklemiş ve
Mekke'den hicret eden müslümanları eşi görülmemiş bir kardeşlik duygusuyle
karşılamışlardı. Fakat bu sıralarda, Medine'de oturan yahudîlerin muhacirlere
karşı tutum ve davranışları böyle olmamış, onları, beklenmedik musafirler
olarak, kin ve hased dolu bir düşmanlık havası içinde karşılamışlardır.
Hasedlikleri, kendilerinin de kitap ehlinden olmaları ve biribiri arkasına
gönderilen peygamberlerin kendi kavimlerinden gelmeleri dolayısıyle, son
gelecek peygamberin de yine kendilerinden olacağına inandıkları halde, Araplardan
gelmesi ve böylece kendilerinin saf dışı kalmalarından ileri geliyordu. Halbuki
onlara düşen iş, kitap ehli olarak, kitaplarının geleceğini haber verdiği son
peygamber'e inanmak ve O'nun yolunda gitmekti. Hazret-i Peygamber de bu
düşünceyle davetini ilk defa onlara yöneltti. Fakat onlar, bütün gerçeği
bildikleri halde, bu daveti kendilerine hakaret saydılar. Aslında İslâm'ın
süratle yayılmasından ve mevkilerinin yok olup gitmesinden korkuyorlardı. Bu
sebeple çeşitli yollardan Hazret-i Peygamber'i rahatsız etmeğe başladılar.
Böylece onu davasından vazgeçirebileceklerini sanıyorlardı.
Müslümanların
Medine'ye hicreti, yahudîleri böyle bir düşmanlık içerisine iterken, bir de
ortaya münafıklar çıkmıştı. Mekke'de iken münafık yoktu. Çünkü müslümanlar,
orada baskı ve zulüm altında bulunuyorlardı. Kuvvetli değillerdi. Müslüman olan
kimse, bu baskı ve zulmü göze alarak müslüman oluyor, müslüman olmayan ise,
kuvvet sahibi Mekkeli müşriklerin yanında yer alıyordu. Bu sebeple Mekke'de,
müslüman olmadığı halde müslüman görünüp fayda sağlamak, herhangi bir Mekkeli
için mümkün değildi. Medine'de ise durum değişikti. Müslümanlar kuvvet
sahibiydiler, ve giderek de kuvvetleniyorlardı. Bu sebeple çıkarlarını düşünen
bazı kimseler, onlara karşı iyi görünmek ve iyi davranmak lüzumunu
hissediyorlardı. Bunlar, İslâm'a karşı tam bir sevgi beslemeseler bile, çıkar
duygusu onları sevgi besler görünmeye zorluyordu. İşte bu duygu içinde müslüman
bile olmuşlardı. Fakat müslümanlıkları zahiriydi. Müslümanlarla birlikte
oldukları zaman, kendilerini onlardan göstermek, İslâm düşmanlarıyle birlikte
oldukları zaman da, onlarla beraber, İslâm'a ve müslümanlara saldırmak en
belirli özellikleriydi. Bu sebepten, onları çok defa yahudîlerin yanında yer
almış olarak görmek mümkündü.
İşte hicreti takip
eden günlerde, Medine'de durum böyleyken, Bakara sûresi nazil olmağa başladı.
Bu bakımdan, âyetlerinin büyük bir kısmında, yahudîlerin ve onlarla bir hareket
eden münafıkların sıfatlarından söz edilmiş, onlara cevaplar verilmiş ve
gidişatlarının kötülüğü anlatılarak müslümanların ibret almaları sağlanmıştır.
Medine'ye hicretten
sonra, müslümanların gerek Allah'a ve gerekse biribirlerine karşı sorumlu
oldukları konularda davranış biçimlerini düzenleyen îman, ibadet ve muamelâtla
ilgili hükümler taşıyan âyetler de bu sûrede yer almıştır.
Bakara sûresinin
âyetlerini konularına göre umumi bir sıralamağa tâbi tutmak gerekirse denebilir
ki:
Önce Kur'ân-ı Kerlm'in
doğruluğunu ve Allah tarafından gönderilen bir kitap ve mü'minler için gerçek
bir hidayet olduğunu belirten ilk âyetten sonra, mü'minlerin tarif ve tavsifini
yapan âyetler yer almış; bunu, önce kâfirlerin, sonra münafıkların sıfatlarını
anlatan âyetlertakip etmiştir. Daha sonraki âyetlerde, yahûdiler ele alınarak,
onlara günler hakkındaki görüşleri, Mûsâ (a.s.) ile olan münasebetleri,
İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.) ile olan hâdiseleri, Kabe'nin inşası
hatırlatılmış ve İslâm'a davet edilmişlerdir. Daha sonra, ahkâm âyetlerine yer
verilmiştir. Bu âyetlerle, insanlar arasındaki münasebetleri düzenleyen
hükümler getirilmiş, bu arada îman ve ibadete âit esaslar da ortaya
konulmuştur. Kısas, vasiyet, oruç, haram kazancın yasaklanması, vakit ölçüleri,
savaş, hac ve umre, talâk (boşama), ıddet, savaş ve barışta namaz, erkeklerin
eşlerine yapacakları vasiyetler, boşanmış kadınların nafakaları ve cihad gibi
konularda müslümanlara düşen görevler açıklanmış, hükümler getirilmiştir.
Sûrenin son âyetleri ise, Peygamber'in ve mü'minlerin, Allah'a, meleklerine,
kitaplarına ve peygamberlerine inandıklarının belirtilmesi ve mü'minlerin bazı
dualarına yer verilmesi bakımından «hatime» mahiyetindedir.
Bakara, bu geniş muhtevası
dolayısıyle şerefi büyük bir sûre olmuştur. Ebû Hurayra,(r.a.)nin Hazret-i
Peygamber'den rivayet ettiği birhadîste şöyle buyurulmuştur: (Kur ân
okumamakla) evlerinizi kabir haline getir-meyiniz. Çünkü Bakara sûresinin
okunduğu eve şeytan girmez».[2] Başka
bir hadîsinde de Hazret-i Peygamber «Zehrâvân'ı (yani Bakara ve Al-i İmrân
sûrelerini) okuyunuz; çünkü her ikisi de, kıyamet günü, koruyucu iki gölgelik,
yahut kanatlarını açmış iki kuş olarak gelir. Bakara'yı okuyunuz; çünkü onun
okunması bereket, terki ise, hüsrandır» buyurmuştur. [3]
Rahman ve Rahim olan
Allah'ın adiyle.
1. Elif, Lâm, Mim.
2. İşte bu Kitap, kendisinde şüphe (edilecek
hiçbir şey) yoktur;
Allah'tan sakınanlar için bir rehberdir.
3. (İşte bu sakınanlar) gayba inanırlar, na-
mazlarını dosdoğru
kılarlar ve bizim kendilerine verdiğimiz nziktan (başkalarım da)
faydalandırırlar.
4. Hem sana indirilen (Kitap)e, hem de sen-
den önceki (peygamber)
lere indirilen (kitap) lere inanırlar; hiç şüphe etmeden âhıreti de tanırlar.
5. İşte bunlar, Raflarından (gelen) hidayet üzerinde
diri er; kurtuluşa erenler de bunlardır.
Bakara sûresinin bu
ilk beş âyeti, Allah'tan sakınan ve böylece mü'min sıfatını bihakkın kazanan
kimselere tahsis olunmuştur. Bu âyetlerde, önce, Kur'ân-ı KerinVin Allah tarafından
gönderilmiş bir kitap olduğu, bu hususta en küçük bir şüpheye bile yer
bulunmadığı, onun için, bu
Kitab'ın Allah'tan
korkan herkese bir hidayet kaynağı olacağı zikredilmiş; sonra da Allah'tan
korkarak gerçek mü'min sıfatını kazanan kimseler açıklanmıştır. Bunlar, gayba
inanan, namazlarını dosdoğru kılan, zekât ve sadakalarını veren, hem Kur'ân-ı
Kerim'e, hem de daha önce gönderilen kitaplara inanan, âhiret günü hakkında da
kesin itikadı bulunan kimselerdir. İşte, Rab'larının gösterdiği yoida giden ve
dolayısıyle dünya ve âhiret saadetine erenler de bunlar olacaktır.
Bakara sûresinin ilk
beş âyetiyle ilgili olarak yapılan bu kısa açıklama, bize, Fatiha sûresinin
«(Rabb'ımız!) Bizi doğru yola ulaştır» mealindeki beşinci âyetiyle Bakara
suresi arasındaki münasebeti kolayca tesbit etme imkânını vermektedir.
Fatiha sûresinin bu
âyetini açıklarken de ifade ettiğimiz gibi, kul, âlemlerin Rabbı Allah'a
yönelerek, ancak O'na ibadet edeceğini ve ancak O'ndan yardım isteyeceğini
bildirdikten sonra «Rabb'ımız! Bizi doğru yola nimet verdiğin kimselerin yoluna
ulaştır; gazaba uğrayan ve sapıklığa düşen kimselerin yoluna değil» diyerek duâ
eder. İşte, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde bu duaya karşı Allah Ta'âlâ'nın
cevabını bulmak mümkündür. «Rabb'ımız! Bizi doğru yola ulaştır» diyen kula
karşı, O, şöyle buyurmuştur: «İşte sana Kitap! Öyle bir Kitap ki, bunu benim
gönderdiğimde zerrece şüphe yoktur. Hem de benden sakınanlar için doğru yolun
ta kendisidir...». Diğer âyetlerde ise, doğru yola kısaca işaret edilmiş ve
bunun, gayba inanan, namazlarını dosdoğru kılan, zekât ve sadakalarını veren,
gönderilen bütün kitaplara ve âhiret gününe inanan kimselerin yolu olduğu
belirtilmiştir. İleride de görüleceği gibi Fatiha sûresinde sözü edilen gazaba
uğramışların ve sapıklığa düşmüş olanların yolu ise, Bakara sûresinin müteakip
âyetlerinde kâfirler ve münafıklar ele alınarak gösterilmiştir. [4]
1. Elif, Lâm, Mim.
1-
el-Hurûfiü-mukatta'a adiyle bilinen bu çeşitli harflere, Kur'ân-ıKerîm'in 29
sûresinde ilk âyet olarak rastlanır. Elif, Lâm, Mîm kompozisyonu ise, yalnız
altı sûrenin başında yer almıştır.
Gerek Elif, Lâm,
Mîm'in ve gerekse diğer sûrelerde görülen değişik kompozisyonların manâları
hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür.
Bazılarına göre bu
birleşik harfler müteşabihattandır; bu sebeple manâsını Allah'tan başka kimse
bilmez. Bu görüşü benimseyenler, bu harflerin tefsirinden şiddetle
kaçınmışlardır. Fakat Allah Tapalanın Kur'ân-ı Kerim'i okunup anlaşılması ve
amel edilmesi için gönderdiğini, bu sebeple de onda, anlaşılmaz hiçbir âyetin
bulunmadığını ileri sürenler ise, bu yönden, yukarıdaki görüşe itiraz ederek
birleşik harfleri tefsir etmeğe çalışmışlardır. Ancak bu tefsirlerde de belirli
bir görüş birliği yoktur.
Onları tefsîr
edenlerden bazılarına göre, bu harfler, Allah Ta'âlâ'nın isimlerinde yer alan
harflerdendir. Bazılarına göre, kasem harfleridir, ve Allah Ta'âlâ bunlarla
kasem etmiştir. Bazılarına göre, muhtelif sûrelerin başında yer alan bu
harfler, ondört değişik şekle sahiptir ve bütün harflerin aslını teşkil eder.
Kur'an-ı Kerîm bu harflerle telif olunmuştur. Bazılarına göre bunlar, başında
bulundukları sûrelerin adlarıdır. Bazılarına göre de, Allah Ta'âlâ ile
Peygamberi arasında bir çeşit şifredir ki, Hazret-i Peygamber bunu hiç kimseye
açıklamamıştır.
Bir görüş de, birleşik
harflerin uyarı niteliğinde ve dikkati çekmek için kullanıldığı yolundadır ki,
bu görüş, bizce akla daha yakın gelmektedir. Masaya vurulan bir yumruğun
çıkardığı ses, çok defa, bir manâ ifade etmeyebilir; fakat bu yumruk, söz dinlemiyen,
yahut gideceği yolu araştıran bir insanın önünde vurulursa, onun çıkardığı
sesin, çok manâlar ifade ettiği ve onu duyan kimse üzerinde psikolojik tesir
yaptığı inkâr olunamaz.
İşte bu husus
gözönünde bulundurularak denebilir ki, bazı sûre başlarında yer alan bu
harfler, gerek söz dinlemeyen kâfirler için ve gerekse kendilerine doğru yolu
arayan kimseler için bir uyarı ve dikkati çekme işaretidir. Bu işaretten
sonraki ifade tarzı da, böyle bir uyandan sonra gelebilecek uslûb niteliği
arzeder. Biz, bu uyarıyı, masaya vurulan bir yumruk misaliyle açıklamıştık. Siz
dilerseniz bunu, «şâir sözüdür» diyerek kulaklarını parmaklarıyle tıkayan,
sonra da başlarını önlerine eğerek büzülen ve Kur'ân sözünü dinlemek istemeyen
kâfirlerin, yahut onu dinlese bile gaflet uykusundan bir türlü uyanmıyan
müslümanların kafalarına indirilmiş bir yumruk manâsında anlayabilirsiniz. Bu
yumrukla gözlerini açarak yerinden fırlayan insanın kendisine yöneltilen ilâhi
hitabın azametiyle titremesi gerekir: «İşte bu Kitap! Onda hiçbir şüphe yoktur.
Allah'tan sakınanlar için hidayetin ta kendisidir.»
Yirmidokuz sûrenin
başında değişik şekillerde gelen bu harflerin beşi dışında yirmidördünün
hidayetin ta kendisi olan bu Kitap'la ilgili olması da, bu yönden dikkat
çekicidir. Bunlardan birkaçını misal olarak zikredebiliriz:
«Elif, Lam, Mim, Sâd.
Bu, öyle bir Kitap'tır ki, onunla korkutman ve mü'minlere öğüt vermen için sana
indirilmiştir» (A'râf sûresi).
«Elif, Lam, Râ. Bu,
öyle bir Kitap'tır ki, âyetleri (kesin burhanlarla) sağlamlaştırılmış, sonra da
açıkça beyan edilmiş, (her işi) hikmetle yapan (her şeyden) kemaliyle haberdâr
olan (Allah) tarafından indirilmiştir.» (Hûd
«Elif Lâm, Râ. Bunlar,
hikmetdolu Kitab'ınâyetleridir» (Yûnussûresi).
«Elif Lâm, Râ. Bunlar,
(bütün gerçekleri) açıklayan Kitab'ın âyetleridir» (Yûsuf sûresi).
İşte bu hitap
karşısında, hiç olmazsa uyuyanların, veya gaflet uykusuna dalmış olanların,
artık uyanmaları ve gerçeğe yönelmeleri gerekir. Dünya ve âhiret saadetine
ermenin sırrı bu uyanışta ve Kur'ân'ın sözüne kulak veriştedir. Çünkü: [5]
2. iste bu Kitap,
kendisinde şüphe (edilecek hiçbir şey)yoktur; Allah'tan sakınanlar için bir
rehberdir.
2 -Akıl ve insaf
sahibi hiç kimse, Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup anladıktan ve onun uslûbündeki
üstünlüğünü, nazmındaki güzelliğini, icazındaki eşsizliğini, belâğatındaki
yüceliğini ve irşadındaki tesirini görüp öğrendikten sonra ondan şüphe edemez.
Tam bir îmanla kabul eder ki, bu Kitap Allah tarafından gönderilmiştir. Ona,
insanı şüpheye düşürecek, beşer kelâmından hiçbir söz karışmamıştır.
Kur'ân-ı Kerim'in
Hazret-i Peygamber'e gönderilişi, bazan âyet âyet,, bazan da küçük sûreler
halinde ve vahiy yoluyla olmuştur. Söz ve manâ olarak beraberce gelen vahiyler,
Hazret-i Peygamber'in kalbinde perçin-lenircesine yerleştirildiği gibi, bir
yandan vahiy kâtipleri tarafından yazılmış, bir yandan da, hıfzedenlerce
ezberlenmiştir. Böylece Hazret-i Peygamber'in dahî tek bir harfini
değiştirmeye salâhiyeti bulunmadığı âyet ve sûrelerin birleşmesiyle Kur'ân-ı
Kerîm teşekkül etmiş ve Allah Ta'âlâ'nın din olarak rıza gösterdiği İslâm'ın
sarsılmaz temeli ortaya çıkmıştır. İlâhi hikmet, bu dînin esasını teşkil edecek
bir Kitab'ın, hem de sadece Allah kelâmından oluşan bir Kitab'ın vücûd
bulmasını gerektirince, bunu engel-liyecek hiçbir gücün varlığı tasavvur
olunamaz. Nitekim müşriklerin her türlü engellemelerine ve hattâ Hazret-i
Peygamber'i ortadan kaldırmak için giriştikleri saldırılara rağmen, onun
risalet görevinde bir aksama olmamış, vahiy getiren melek, Kur'ân-ı Kerim'in
en son âyetini getirip teblîğ edinceye kadar ona gelip gitmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'in
Allah kelâmı olduğundan şüphe edilemez. Her ne kadar ondan şüphe edenlerin,
hattâ onu tanımayıp reddedenlerin bulunduğu ortamlarda, «ondan şüphe edilemez»
sözü, şüpheciler nazarında bir değer ifade etmiyebilirse de, inançsızların
ondan şüpheye düşmelerinin, yahut onu reddetmelerinin de hiçbir değeri
bulunmadığını kabul etmek gerekir. Hazret-i Peygamber Mekke'de iken,
müşriklerin ona karşı takındıkları tavır, neyi değiştirmiş, veya gelen
vahiyden hangisini engellemiş ki, günümüze kadar arkası kesilmeyen ve ileride
de arkası kesilmiyecek ve inançsızlar tarafından izhar edilecek olan şüpheler
Kur'ân-ı Kerîm'e bir zarar verebilsin!..
Ailah Ta'âlâ, 1500
sene evvelkilere karşı olduğu gibi, bugünkilere ve yarın gelecek olanlara karşı
da, Kur'ân-ı Kerim'in korunmasını tekeffül etmiş ve şöyle buyurmuştur: «Kur ânı
biz indirdik; O'nun koruyucusuda elbet biz olacağız» (Hıcr sûresi, 9). Bu açık
ve kesin beyana karşı, hangi şüpheci görüş, bu Kitab'ı kadr u kıymetten
düşürebilir, veya hangi mülev-ves söz onu kirletebilir?
Şunu da unutmamak
gerekir ki, başlangıçta, Kur'ân'a cephe alan müşrikler, onu okumadan ve
içindekileri öğrenmeden ona karşı çıkmışlardır. Bugünün şüphecileri veya
inkarcıları da, diğerlerinden farksızdır. Oysa, şüphe etmek, yahut geri itmek
için, önce onun okunup öğrenilmesi gerekir. İşte o zaman, şüpheci yahut münkir,
dilerse ondan daha güzelini yazabileceğini ileri sürme hakkına sahip olur ve
bunu deneyebilir. Nitekim târihte bunu denemeğe kalkışanlar görülmüş, fakat
başarısızlığa uğramışlardır. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir.
Nitekim Allah Ta'âlâ böyielerine meydan okumuş ve madem ki Kur'ân-ı Kerîm'in
Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olduğunda şüphe ediyorlar, O'nun bir
beşer sözü olduğunu sanıyorlar; öyleyse onun gibi bir Kitap ortaya koysunlar da
görelim, buyurmuştur. İşte bu manâda indirilen âyetlerden birkaçının mealleri:
«De ki; Andolsun,
insanlar ve cinler, şu Kur'ân'ın bir benzerini (meydana) getirmek için
toplansalar, biribirierine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini
getiremezler» (İsrâ sûresi,88).
İnançsızlar, Kur'ân-ı
Kerîm'in bir benzerini elbette meydana getiremezler. Fakat, hiç olmazsa on
sûre, evet çok değil, on sûre meydana getirebilirler mi?
«Yoksa Kur'ân'ı
(Peygamber) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse haydi siz de onun gibi
on sûre getirin; hem de düzmece ve uydurma olarak. Allah'tan başka kime gücünüz
yetiyorsa, onlan da (yardıma) çağırın; eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz»
(Hûd sûresi, 13).
On sûreyi de meydana
getiremezler. Ya bir sûreyi? Bunu yapabilirler mi; güçleri buna yeter mi?
«Yoksa onu (Peygamber)
kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de onun benzen bir sûre
getirin. Allah'tan başka gücünüzün yettiği kimseleri de (yardıma) çağırın; eğer
doğruyu söyleyen kimseler iseniz» (Yûnus sûresi,38)
Ne Kur'ân-f Kerîm'in
benzerini, ne ondan on sûreyi ve ne de tek bir sûresini meydana getirebilirler.
Buna güçleri yetmez; çünkü Kur'ân-ı Kerîm, sandıklan gibi bir beşer kelâmı
değildir. Fakat onlar, kalplerini karartmış, inançsızlığın uçurumunda, tutarsız
iddialarla çırpınır dururlar. Kendilerine yönelen bir ışık olursa, ondan
rahatsız olurlar ve baykuşlar gibi, içinde bulundukları uçurumun daha karanlık
yerlerine kaçışırlar.
Kur'ân-ı Kerîm'den
kaçışları da böyledir.Onun her gerçeği önlerine sermesinden ve kendilerini
karanlık dünyalarından çıkarıp gerçekle karşı karşıya bırakmasından korkarlar.
Kur'ân'ı dinlemek istemezler; biribirierine «Onu dinlemeyin; Onun hakkında gürültülü
yaygara koparın; belki duyulmasını engeller, üstün gelirsiniz» (Fussılet
sûresi, 26) tavsiyesinde bulunurlar. Bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerîm, bu gibi
kimselere hiçbir fayda sağlamaz, onun faydası Allah'tan sakınanlaradır.
Allah'ın yasakladığı şeylerden sakınıp emirlerine uyulmadığı zaman, onun tayin
edeceği azâbtan korkanlaradır.
Gerçi Kur'ân-ı Kerîm
bütün insanlara gönderilmiştir. Herkese rehber olmak için, yol göstermek ve
doğru yola ışık tutmak için gönderilmiştir. Fakat yukarıda işaret ettiğimiz
inançsızlar, onun rehberliğinden istifade edemezler. Bu sebeple o, yalnız
Kur'ân'ı okuyan, dinleyen ve içindeki emir ve yasaklara uyan ve böylece
«muttaki» olma vasfını kazanan kimselere rehberdir.
Kur'ân-ı Kerîm, aynı
zamanda, fıtratında, büyük olsun küçük olsun, her çeşit kötülükten sakınma,
iyi, güzel ve doğru olan şeylere yönelme eğilimi bulunan kimselere de
rehberdir. Bunlar, henüz doğru yolu bulamamış olsalar bile, Kur'ân, onların
fıtratlanndaki bu eğilimi mutlaka ortaya çıkaracak ve onları doğru yola
iletecektir.
O halde, bu Kitap,
inançsız olanlar ve kalplerini gerçeklere karşı kapamış bulunanlar dışında
herkese rehberdir. Kısacası muttakî ve muttaki olmaya müsait bulunanlar için
rehberdir. [6]
3. (İşte bu
sakınanlar) gayba inanırlar, namazlarım dosdoğru kılarlar ve bizim kendilerine
verdiğimiz nzıktan (başkalarını da) faydalandırırlar.
3 - Gayba inanmak, namazları dosdoğru kılmak ve kendilerine
ihsan ledilen rızıktan, karşılık beklemeden başkalarına vermek, Kur'ân'ı rehber
olarak bilen bu muttakîlerin, yâni Allah'tan sakınanların sıfatıdır. Allah'tan
sakındıkları ve
azabından korktukları için gayba inanırlar, namazlarını
kılarlar, zekât ve
sadakalarını verirler. Fakat her şeyden önce gayba inanırlar; çünkü
diğerlerinin temelinde gayba inanç yer alır. Bu temel olmadan diğerlerinin
yapılması mümkün değildir.
Gayb, duyu
organlarıyle varlığı bilinemiyen şeyler hakkında kullanılır. Bilindiği gibi
varlıklar iki kısımdır. Bunların bir kısmı, gözle görülen, elle tutulan
cisimlerdir. Var olan şey, ses cinsinden İse, kulakla işitilir; koku cinsinden
ise, koklanarak varlığı anlaşılır. Bunlar, duyu organları vasıta-sıyle görülüp
duyulduktan sonra, varolduklarına hükmedilir, ve varlıkları hakkında bilgi
sahibi olunur. Varlıkların ikinci kısmı ise, mevcudiyetleri bu yollardan
herhangi birisiyle bilinip anlaşılamıyan, fakat varoldukları, onların
varlığını kesinlikle bilen üstün bir varlığın haberiyle bilinen şeylerdir ki,
işte bunlara gayb adı verilir. Bunlardan bazılarının varlığı hakkında sahip olunan
bilgi, aklın istidlali (çeşitli delilleri kullanarak neticeye varması) ile
kuvvet kazanır. Akıl bunların varlığını, kendi yönünden isbat eder; kalp de,
aklın varlığını isbat ettiği bu varlıklara inanır. Şu davar ki, akıl, gaybten
olan her varlığın mevcudiyetini İsbat etmekte her zaman başarılı olamaz. Bu
gibi durumlarda iş, sadece kalbe düşer ve onların mevcudiyetlerine ancak
inanmakla yetinir. İşte, dinde «iman» denilen ve kalbin tasdikiyle dilin
ikrarından ibaret olan inanç sisteminin esası budur.
İnsan için gayb
sayılan varlıkların başında Allah Ta'âlâ'nın zâtı gelir. Gözle görülmez; diğer
duyu organlarından herhangi birisinin yardımıyle varlığı bilinmez. Fakat akıl,
gözle görülebilen, yahut hissedilenbilen diğer varlıklara bakarak, istidlal
yoluyla Allah Ta'âlâ'nın varlığını anlayabilir; kalp de buna inanır ve tasdik
eder.
Allah Ta'âlâ'nın
varlığına inanılması, aklın istidlal yoluyla bilemıye-ceği diğer varlıkların
mevcudiyetine inanmayı sağlar. Meselâ insan için gayb sayılan meleklerin,
âhiret gününün, yeniden dirilişin, hesabın, Cennet ve Cehennemin varlığı,
aklın istidlâlliyle değil, ancak Allah Ta'âlâ'nın haberiyle bilinir.
Başlangıçta Allah'ın varlığına İnanan kalp, O'nun bildirdiği gayba da
inanmakta güçlük çekmez ve hattâ akli bir takım istidlallerin desteğiyle bu
inancı takviye eder.
Bizim burada inanç
olarak ifade ettiğimiz iman kesin tasdikten ibarettir. Öyle kesin tasdik ki,
çok defa insanı peşinden sürükleyerek onun doğru yoldan çıkmasına sebep olan
nefis bile bu tasdiki kabul eder ona boyun eğer, teslim olur. Bu vasıftaki
imanın insan kalbindeki varlığı, o insandan,
imanın gerektirdiği
amellerin sâdır olmasıyle anlaşılır. Bu sebepledirki «amel imanın alâmetidir»
denir.
İşte, Kur'ân-ı
Kertm'in kendileri için rehber olduğu muttakller, Allah Ta'âiâ'nın bildirdiği
gayba böyle bir iman ile inanırlar; bu imanın gerektirdiği amellerden olan
namazları dosdoğru kılarlar; Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği maldan
zekât ve sadakasını ihtiyaç sahiplerine verirler. Ayrıca: [7]
4. Hem Sana indirilen
(Kitap) e, hem de Senden önceki (Peygamber)lere indirilen (Kitap) lere
inanırlar; hiç şüphe etmeden âhireti de tanırlar.
4 -Çünkü iman, gayba
olduğu kadar, bunlara ve özellikle bunların başında yer alan Kur'ân-ı Kerlm'e
inanmakla tamam olur. Kur'ân-ı Kerî'm, Allah Ta'âlâ'nın Peygamberimize
indirdiği Kitap'tır. İkinci âyette de belirtildiği gibi, bu Kitab'ın Allah
tarafından gönderildiğinden asla şüphe edilemez. Bütün âyetleri Allah
kelâmıdır ve arasına beşer kelâmından tek bir harf karışmamıştır.
Onun doğruluğu ve
şüphe götürmezliği, Allah tartından beyan edildiğine göre muttaki olanlar,
içlerinde en ufak bir şüpheye yer vermeden ona inanırlar, ona inanılması, Allah
tarafından bildirilen ve içinde yer alan her şeye inanılmasını gerektirir.
Allah Ta'âiâ, Kur'ân-ı
Kerîm'i, insanlar arasından seçip yücelttiği ve elçilik görevi verdiği Muhammed
(s.a.s.) e gönderdiğini bildirmiştir. O halde Hazret-i Muhammed (s.a.s.)in
pegamberliğine inanmak zorunludur. Müttakî olanlar buna iman ederler.
Peygamberimizden önce
de, bir çok Peygamberlerin gönderildiği, bunlardan bazılarına suhuf adı verilen
küçük, diğer bazılarına da Zebur, Tevrat ve İncil gibi biraz daha büyük
kitaplar verildiği Kur'ân-ı Kerlm'de bildirilmiştir. Bu sebeple Allah'tan
sakınarak muttaki olma niteliğini kazanan her insanın, Allah tarafından
gönderilen bütün Peygamberlere ve onlara indirelen bütün kitaplara inanması,
iman etmesi gerekir. Zaten bunlara inananlar da işte o muttakîlerdir, yani
Allah'tan sakınanlardır. Onlar, bu peygamberler arasında hiçbir ayırım
yapmazlar; birisine inanıp diğerine inanmazlık etmezler. Birisi yahudllere,
diğeri Araplara gönderilmiştir diyerek onları küçük görmezler. Allah'a ve
O'nun, Peygamberine gönderdiği Kur'ân-ı Kerlm'e olan sağlam inançları,
Kur'ân'da bildirilen her şeye aynı sağlamlıkta inanmalarını sağlar.
Onlar, içlerinde en
ufak bir şüpheye yer vermeden, yakînen âhiret gününe ve bu günün, Allah'ın
tayin ettiği bir zamanda mutlaka gerçekleşeceğine de inanırlar. Bu inanç, her
şeyden önce, Allah'a inanmanın bir sonucudur. Çünkü Allah Ta'âlâ kendi irade ve
ihtiyariyle canlı cansız bütün varlıkları yaratmış, onlara bir nizam vermiş,
sonra da kendi azametini, azametindeki eşsizliğini mahlûkatına tanıtmak ve
onlar tarafından da tanınmasını sağlamak için, bu mahlûkat arasından insanı
seçmiştir. Ona yetecek derecede aktl ve irade vermiş, bu akıl ve iradeyi
kullanarak rızasını kazanmayugazabından da sakınmayı ona emretmiştir. Bu emrin
taallûk ettiği bir müeyyidenin bulunması artık tabiidir. Yani akıl ve iradesini
Allah'ı tanıyarak, O'nun rızasını kazanma yolunda kullanan insan, mükâfat
görecek, gazabına sebep olan yollarda kullananlar ise, cezalarını
çekeceklerdir. O halde, Allah Ta'âlâ'nın rızasını kazananların
mükâfat-landırılacağı gazabına uğrayanların da cezalandırılacağı bir zamanın
bulunması gerekir ki, işte bu zamanı Allah Ta'âlâ Kur'ân-ı Kerîm'de bildirmiş
ve ona «âhiret günü» demiştir. Bu günde insanlar yeniden dirilecek ve zerre
miktarı da olsa, hayır işleyerek Allah'ın rızasını kazanan, bunun mükâfatını görecek,
zerre miktarı da olsa şer işleyerek O'nun gazabını celbeden, bunun cezasını
çekecektir.
Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı
Kerimde, bu günün mutlaka geleceğini haber vermiş, Peygamberi de, bunu bütün
insanlara duyurmuştur. O halde her insanın bunu böylece bilmesi ve ona böylece
inanması gerekir. Ancak bunları yakînen bilmek ve hiçbir şüpheye yer vermeden
inanmak, muttaki olanların, Allah'ı sânına lâyık bir şekilde tanıyan ve O'ndan
sakınanların işidir. [8]
5. İşte bunlar,
Rab'lanndan (gelen) hidayet üzerindedirler; kurtuluşa erenler de bunlardır.
5. İşte bunlar, gaybe
inanan, namazlarını dosdoğru kılan, Allah'ın kendilerine verdiği rızkın bir
kısmını hayır işlerinde sarfeden, Hazret-i Peygamber ve ondan önceki
Peygamberlere İndirilen kitaplara inanan, âhiret gününü de yakînen tanıyıp
kabul eden muttakller, Allah Ta'âlâ'nın gösterdiği doğru yol üzerindedirler. Bu
yol, Fatiha sûresinin beşinci âyetinde, kulun Rabbına yönelerek «Rabb'ımız!
bizi sırat-ı müştekim (doğru yol) e ulaştır» diye niyazda bulunurken ulaştırılmasını
istediği yoldur.
Allah'tan sakınanlar
bu yolda tam bir kararlılık içinde hedefe doğru ilerlerler. Gayba
inançlarında, namazları dosdoğru kılışlarında, kendilerine verilen rızıktan
sarfedişlerinde, Peygamberlere gönderilen kitaplara ve âhiret gününe
inanışlarında bir sapma olmadıkça, bu yol, onları hedefe ulaştıracaktır. Bu
hedef, «kurtuluş» olarak ifade ettiğimiz «felah» tır ki, Allah'tan sakınanların
her türlü güçlüğe sabırla göğüs gererek ulaşmak istedikleri neticedir.
Binaenaleyh bu neticeye, felaha, yahut ebedî saadete erecek olanlar, iman
zırhına bürünerek dünyevî şehvetlerden oluşan engelleri aşmasını bilen işte bu
müttakîlerdir, Allah'tan sakınanlardır, Kur'ân-ı Kerîm de bunlar için
rehberdir. Allah'tan sakınmıyanlar ise, onun rehberliğinden hiçbir surette
faydalanamazlar. Çünkü: [9]
6. Küfredenleri (başlarına gelecek tehlikeyi haber
vererek) korkutsan da korkutma-san da (onlar için) birdir; (yine de) inanmazlar.
7. Allah da onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş,
gözlerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük azâb vardır.
Kur'ân-ı Kerlm'in
kendileri için rehber olduğu müttaklleri tanıtan ilk beş âyetten sonra gelen bu
iki âyet, kâfirlere tahsis edilmiş ve bu âyetlerde, onların,neden müttakîler
gibi Kur'ân'ın rehberliğinden faydalanama-dıkları veciz bir şekilde
açıklanmıştır.
Yukarıda da
anlatıldığı gibi, Allah'tan sakınanlar, gaybla birlikte inanılması gereken
diğer şeylere tam bir teslimeyetle inanan ve namazlarını kılıp rızıklannı
başkalarıyle paylaşan kimselerdir. Bunların Kur'ân-ı Ke-rîm'e olan sarsılmaz
inançları, onları ebedi saadete götürecek olan yolda, güven içinde yürümelerini
sağlar; çünkü bu yol, Kur'ân'ın çizdiği ve yolcularını ebedî saadetle
müjdelediği yoldur.
Bu yola girmeyen
kâfirler ise, Kur'ân'ın sesine kulak vermiyen ve dolayısıyle kendileri için
hazırlanan azâbtan haberi olmayan kimselerdir.
Bu sebepledir ki şöyle
buyurmuştur. [10]
6-. Küfredenleri
(başlarına gelecek tehlikeyi haber vererek) korkutsan da korkutma-san da onlar
için birdir. (Yine de) inanmazlar.
6- Allah Ta'âlâ'nın
kâfirler hakkındaki bu hükmü, onların, gerçeği görmemek hususundaki inad ve
İsrarları doiayısıyledir. Güneş doğmuş ve her tarafı kaplamıştır, fakat öyle
bir insan vardır ki; güneşe olan düşmanlığından ona sırt çevirir ve ışığını
görmemek için gözlerini sıkıca kapatır. Böyle bir kimsenin güneş ışığından
faydalanması artık mümkün olur mu? Yine böyle bir kimse için, karanlıkla
aydınlık arasında bîr fark bulunur mu? Tıpkı bunun gibi, Kur'ân-t Kerîm de,
bütün insanlara rehber olmak ve onları dünya ve âhiret saadetine ulaştırmak
için gönderilmiştir. Bu Ki-tab'da her iki saadete götürecek olan yol
gösterilmiş ve insanların bu yoldan gitmeleri emredilmiştir; bu emre muhafelet
edenlerin ve doğru yol dururken eğri yolu seçenlerin âkibetleri gösterilmiş ve
kendileri için büyük azâblar hazırlandığı duyurulmuştur. Bu gerçek karşısında,
artık her insanın bu emre uyması ve doğru yolu seçmesi gerekmez mi? Fakat bu
böyle olmamış, daha Kur'ân-ı Kerîm'in gönderilmeğe başladığı ilk günden itibaren
ona sırt çeviren, sözlerini duymak istemiyen, bunun için kulaklarını tıkayan ve
böylece, gerçeklerin kalplerine nüfuz etmesini önleyen bir takım insanlar
çıkmıştır. Her devirde çıkan bu çeşit insanları, ne Cennet nimetlerinin
müjdesiyle, ne de Cehennem azabı tehdidiyle inadlarından vazgeçirmek ve
gerçekleri onlara kabul ettirmek mümkün değildir. Çünkü ne müjde ve ne de azâb
haberlerinden hiçbirini duymazlar; duymamakta inad ederler. Onun için, onları
korkutsan da korkutmasan da farketmez. İşte, onların kalplerini, kulaklarını ve
gözlerini gerçeklere karşı bu derece ısrarla kapatmaları ve imana yanaşmamak
hususundaki bu derece inadları doiayısıyledir ki: [11]
7-. Allah da onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiştir. Onlar için
büyük azâb vardır.
7. Allah Ta'âlâ'nın,
onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemesi, gözlerine de perde çekmesi,
şüphesiz onlara zulmetmek ve onların îmanlarını engellemek için değildir. Çünkü
Allah Ta'âlâ kullarına asla zulmetmez; îman edecek kulun îmanına da asla engel
olmaz. Fakat kâfirlerin kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesi, gözlerine de
perde çekilmesi, onların iman etmemek hususundaki inad ve ısrarlarının
neticesidir. Ayette geçen ve bizim «mühürlemek» manâsında ifade ettiğimiz
«hatm» kelimesi, bir şeyin sonuna gelişin alâmeti olarak kullanılır. Nitekim
mektupların sonuna vurulan damga veya mühürlerde bu manâ vardır. İşte bu manâya
uygun olarak, kâfirler, küfürlerinde o derece inad ve ısrar ederler ki, arlık
kalpleri gerçeği idrak etme, kulakları işitme, gözleri de onu görme yeteneğini
tamamiyle kaybeder; fıtrat-ı aslîleri bozulur ve artık işe yaramaz hale
gelirler. İşte bu durumda Allah Ta'âlâ, onların işe yaramazlığını manevî bir
mühürle damgalar ki, bü artık onların sonu demektir; bununla onlar azâb görmeği
hak etmiş olurlar.
Saf sûresinin beşinci
âyetinde aynı manâda «onlar (haktan) ayrılıp uzaklaştıkları zaman, Allah da
onların kalplerini (hidayetten) uzaklaştırdı» buyurmuştur ki, bu da, kalbin
hidayete karşı kapalı kalmasını, küfürde inad ve ısrar edilmesinin bir neticesi
olarak meydana geldiğini gösterir. Bu sebeple, hiçbir kâfir, kalbinin ve
kulaklarının mühürlendiğini, gözlerine perde çekildiğini ileri sürerek küfrüne
mazeret gösteremez. Zira onların kalpleri, bir başka âyette de açıkça belirtildiği
gibi, (Nisa sûresi, 155), kendi küfürleri sebebiyle mühürlenmiştir. İşte, bu
gibi kimseler için büyük azâb vardır. Bu azabı, küfürlerinde inad ve ısrar
ettikleri için hak etmişlerdir.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, bu âyetin tefsîrinde biz, kalpleri ve kulakları mühürlenmiş,
gözlerine perde çekilmiş kâfirleri, dâima, küfürlerinde inad ve ısrar eden ve
dolayısıyle büyük azaba hak kazanan kimseler olarak ifade ettik. Bunlar,
küfürlerinin son haddine ulaşmış ve Allah'ın ilmi nezdinde azâb görecekleri
tebeyyün etmiş kimselerdir. Böyleleri geçmiş devirlerde bulunduğu gibi,
gelecek devirlerde de bulunacaktır. Bununla beraber, bütün kâfirleri, kalpleri
ve kulakları mühürlenmiş ve gözlerine perde çekilmiş kimseler olarak
nitelendirmek de mümkün değildir. Çünkü bunların arasında, bir gün
küfürlerinden dönecek ve hak yolu seçecek kimselerin bulunacağı da şüphesizdir.
Nitekim gerek Hazret-i Peygamber devrinde ve gerekse zamanımıza kadar geçen
süre içinde, Allah'ın hidayetine ererek müslüman olan ve İslâm'ı son derece
güzel bulunan kimseler pek çoktur. Bundan sonra da, böylelerinin bulunacağına
şüphe yoktur. Bunlar da Allah Ta'âlâ'nın ilmi içindedirler. Bu sebeple Allah
Ta'âlâ'nın ileride ihtida edeceğini ve ihtidasının güzel olacağını bildiği
kimseleri, kalpleri ve kulakları mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş, böylece
büyük azabı da hak etmiş olan inadcı kâfirler arasında
saymamak gerekir.
Hazret-i Peygamber'in, kendisiyle mücadele eden müşrik ve kâfirlerin hepsini
içine alacak şekilde onlara lanet etmekten ve bedduada bulunmaktan şiddetle
kaçınmasının sebebi de budur. Onun bu hali, bugünün ve yarının müslümanları
tarafından titizlikle takip edilcek ve ibret alınacak güzel bir örnektir. Biz,
kâfiri ancak içinde bulunduğu küfrü dolaytsıyle tanıyabiliriz; fakat bu küfrün,
sahibini kalbi mühürlenmiş ve onu artık felah bulmaz bir dereceye getirmiş
olduğunu bilemeyiz. Bu, ancak Allah'ın ilmi içindedir, ve o kâfir hakkında
hüküm verecek olan da Allah Ta'âlâ'dır.
Netice olarak, Allah
Taâlâ'nın ilmi içinde hidayete erecekleri belirlenmiş kâfirler müstesna,
diğerleri, küfürlerinde inad eden ve bu sebepten kalpleri ve kulakları
mühürlenip gözlerine perde çekilen kimselerdir ki, bunları korkutmakla
korkutmamak arasında hiçbir fark yoktur; ne yapılırsa yapılsın, bunlar, inad
ettikleri küfürlerinden vazgeçip îman etmezler. İşte bunlar için, âhirette
görecekleri büyük azâb hazırlanmıştır. Hiç kimse ve hiçbir şey onları bu
azâbtan kurtaramıyacaktır.
İşte küfürlerinde inad
eden kâfirlerin hali budur. Fakat azâbt hak etmiş olan başka kimseler de
vardır. Bunların hali de bir başkadır, ve kâfiri in hallerine hiç benzemez: [12]
8. İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, «Allah'a
ve âhiret gününe îman ettik» derler; halbuki onlar mümin değillerdir.
9. Allah'ı da, îman
edenleri de (güya) aldatır-
lar; halbuki onlar
kendilerinden başkasını aldatamazlar; (bunun da) farkına varmazlar.
10. Onların kalplerinde bir hastalık vardır;
Allah da hastalıklarını gittikçe artırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü onlar
için acıklı bir azâb vardır.
11. Onlara «yeryüzünde fesad çıkarmayın»
denildiği zaman, «biz ancak İslah ediyoruz» derler.
12. Bilesin ki, asıl fesad çıkaranlar onlardır,
evet onlardır; fakat ( bunun) farkına
varmazlar.
13. Onlara «siz de
insanların inandıkları gibi inanın» denildiği zaman, «biz beyinsizle-
hrin inandıkları gibi
mi inanıyoruz?» der-1 ler. Oysa bilesin ki, asıl beyinsizler onlar-' dır, evet
onlardır; fakat (bunu) bilmezler.
14. Onlar,
îman edenlerle karşılaştıkları zaman, «îman ettik» derler;
şeytanlanyla başbaşa kalınca da «biz sizinle beraberiz; sadece onlarla alay
ediyoruz» derler.
15. (Halbuki asıl) Allah onlarla alay ediyor ve
azgınlık içinde şaşkın şaşkın dolaşmalarına (şimdilik) göz yumuyor.
16. (İşte), hidayete karşılık sapıklığı satın alanlar
bunlardır. Fakat ticaretleri (onlara) kazanç sağlamamış; (kendileri de) doğru
yolu bulamamışlardır.
17- Onların durumu,
ateş yakan kimsenin durumu gibidir: (Yakılan ateş) etrafım aydınlattığında,
Allah ışıklarını giderir de, onları, görmez bir halde, karanlıklar içinde
bırakır.
18. (Onlar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler.
(Bir daha hakka) dönemezler.
19. Yahut (onların durumu), gökten zifiri
karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşeklerle birlikte gelen yağmur (a tutulmuş
kimselerin durumu) gibidir: Bunlar, yıldırımlardan ölmek korkusuyle
parmaklarını kulaklarına tıkarlar. (Oysa) Allah, kâfirleri çepeçevre
kuşatmıştır.
20. Şimşek, neredeyse
gözlerini kör edecekti: onları aydınlattığında, (ışığından faydalanıp)
yürürler; üzerlerine karanlık çökünce de, dikilip kalırlar. (Oysa) Allah, dileseydi,
kulaklarını sağır, gözlerim de kör ederdi. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.
Bundan önceki iki
âyette, kâfirlerin hallerini açıklayarak onları yakından tanıtan Allah Ta'âlâ,
yukarıda zikrolunan 13 âyette de, kâfirler gibi inançsız olan, fakat din için
onlardan daha büyük tehlike teşkil eden başka bir güruhu tanıtmıştır. Allah'a
ve âhiret gününe inanmadıkları halde, yalan beyanla inandıklarını söyleyen bu
güruhun kimler oldukları ve hangi adla şöhret kazandıkları, daha ilk âyetten
anlaşılmaktadır. Bunlar, inançsızlıklarını, kalplerinde gizleyerek
inandıklarını söyleyen ve müslümanlar arasına girerek, her fırsatta fesat
tohumları saçmaya çalışan münafıklardır.
Bakara sûresinin büyük
bir kısmının Medine'ye hemen hicretten sonra nâzii olduğu gözönünde
bulundurulursa, münafıkların hicretle birlikte ortaya çıktıkları ve
müslümanları rahatsız etmeğe başladıkları anlaşılir. Bunlar, Medine'nin ileri
gelen kimseleridir. Menfaatlarına ve mevkilerine aşırı derecedeki
düşkünlükleri sebebiyle, müslümanlara karşı açıktan cephe alamadıkları gibi,
İslâm'a da sağlam bir imanla bağlanamamışlardır. Onların bu hali, kendilerini,
müslümanlarla karşılaştıkları zaman inandıklarını, kâfirlerle beraber
oldukları zaman da,müs!ümanlarla alay ettiklerini söylemeğe sevkediyordu.
Gerçekte, kalplerine îmanın kırıntısı bile girmiş değildi. Kur'ân-ı Kerîm,
yukarıda zikrolunan âyetlerinde, onların bu halini çeşitli yönlerden veciz bir
şekilde tarif eder. Diğer sûrelerde de onlara zaman zaman temas edilecek ve
hattâ adlarına tahsis olunan müstekıl bir sûre bile Kur1 ân içinde yer
alacaktır.
Münafıkların en büyük
özellikleri yalancılıktır. Bunlar, yalancılığı hayatlarının vazgeçilmez bir
unsuru haline getirmişler ve gıdalarını yalandan almışlardır. Bu bakımdan,
kendilerinde temayüz etmiş başka bir özellik mevcut ise, bunun altında da
mutlaka bir yalan yer almıştır. Hazret-i Peygamber, bir hadîsinde onların bu
özelliğini o kadar açık bir şekilde ortaya koymuştur ki, bununla, bugünün münafıklarını
bile tanımak mümkündür. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: «Münafığın
alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiği zaman vadinden döner,
emniyet olunduğunda hıyanetlik eder». (Hadisin metni için bkz. Buharı, Sahih,
1. 14). Bu üç alâmetten her birinin altında bir başka çeşit yalanın yattığı
açtkça anlaşılmaktadır. İşte, Bakara sûresinin münafıklarla ilgili âyetlerinde,
onların bu özellikleri belirtilerek şöyle buyurulmuştur: [13]
8. İnsanlardan öyle
kimseler de vardır ki, «Allah'a ve âhiretgününe îman ettik» derler; Halbuki
onlar mü'min değillerdir.
8- Bu âyet-i kerime
bize şunu açıkça gösteriyor ki, insanlar, ne bu sûrenin ilk beş âyetinde tarif
edilen mü'min ve müttakîlerden, ne de bunları takip eden iki âyette görüldüğü
gibi, küfürlerini açıkça ortaya koyan kâfirlerden ibarettir; fakat bunların
yanında üçüncü bir grup daha vardır ki, bunlar, inanmadıkları halde
inandıklarını söyleyen münafıklardır. Şüphesiz bunlar da inanmadıkları için
kâfirdirler; fakat kendilerini diğer kâfirlerden ayıran özellikleri,
inançsızlıklarını gizlemeleri ve müslümanlar arasına «Allah'a ve âhiret gününe
inandık» diyerek girmeleridir. Küfür yönünden aralarında hiçbir fark bulunmasa
bile, münafıkların sahte ve aldatıcı bir yüzle müslümanların arasına girmeleri,
cürümlerini bir kat daha artırmakta ve onları diğerlerine nisbetle daha
tehlikeli kimseler haline getirmektedir.
Bu âyet-i kerime bize
bir başka gerçeği daha öğretmektedir; o da şudur: îman, sadece dille «inandım,
iman ettim» demekten ibaret değildir. Nitekim münafıklar da, dilleriyle
inandıklarını söylemektedirler; fakat aslında inanmamışlardır. Bu sebepledir
ki, inanmak, iman etmek, dil işi değil, kalp işidir; onun yeri ağız değil
kalptir. Bu itibarla dilin mutlaka kalple irtibatı bulunmalı ve kalpten gelen
inancı söylemelidir. Zaten doğruluğun esası da budur. Dil, kalpten geleni
söylediği zaman, insan doğruyu söylemiş olur. Fakat dilin kalple irtibatı
bulunmaz, kalpte olmayanı söylerse, yalancılık dediğimiz münafıklık alâmeti
ortaya çıkar.
Dille kalp arasındaki
irtibat, kalbin, vücudun diğer organlarıyle olan irtibatını da zorunlu kılar.
Yani dil, nasıl kalpten geleni söylemek zorun-daysa, vücudun diğer organları
da, kalbin dille söylediğini yapmak zorundadır. Dilin, kalpten gelenin aksini
söylemesiyle, organların kalpten gelenin aksini yapması arasında hiçbir fark
yoktur. Dil, Kalpte olmayanı söylemekle nasıl yalan söylemiş olursa,organların
kalptekine uygun olmayan hareketleri de, aynı derecede yalan ve sahte sayılır.
Müslümanlık, dil, kalp ve organlar arasındaki kusursuz uyumdur; kalpten gelen
imanı dil söyler; organlar da bu imanın gereğini yapar.
Küfür de, aksi yönden
bu uygunluğun bir tezahürüdür: Dil, kalpte bulunan inançsızlığı söyler;
organlar da küfrün alâmeti olan işleri yaparlar.
Münafıklık ise,
bunlardan farklıdır: Dil, kalpte olmayanı söylerken, organlar, bazan dilin,
bazan da kalbin hüviyetini açıklarlar. Bu sebeple aralarında tam bir uyumsuzluk
görülür.
Dil, kalp ve organlar
arasındaki bu sıkı irtibat dolayısıyledir ki, «îman, dille ikrar, kalple
tasdiktir» denilmiş, organlara taalluk eden amel ise,dille kalp arasındaki bu
bağlantının tabii neticesi sayılmıştır. Bu bakımdan, üzerinde durduğumuz âyet,
imanı, sadece dilin ikrarından ibaret sayan bazı sapık mezheblere reddiye
manâsı taşır.
Münafıklar, dilleriyle
kalpleri arasında bir uyum bulunmadığı içindir ki «Allah'a ve âhiret gününe
inandık» deseler bile, sözleri yalandır; ve gerçekten mü'min değillerdir.
Onlar bu sözleriyle: [14]
9. Allah'ı da îman
edenleri de (güya) aldatırlar; halbuki onlar, kendilerinden başkasını
aldatamazlar; (bunun da) farkına varmazlar.
9 -Kalplerindeki
inançsızlıklarını gizleyerek «Allah'a ve âhiret gününe inandık» demekle,
münafıklar, Allah'ı ve müslümanlan aldattıklarını zannederler. Aslında,
onların Allah'ı aldatmaları mümkün değildir; çünkü Allah, gizliyi de aşikârı da
bilir. Münafıkların kalplerinde gizledikleri küfür de Allah'ın bilgisi dışında
değildir. O halde onların Allah'ı aldatmış olmaları, «biz de inandık» demek
suretiyle kendilerinde meydana gelen bir zandan ibarettir.
Münafıklar, bu
sözleriyle acaba Hazret-i Peygamber'i ve mü'rninleri aldatabilmişler midir? İlk
anda bunun mümkün olabileceği akla gelirse de, yalanlarının birbiri arkasından
ortaya çıkması, kendilerine inanılmaması hususundaki bir kanaatin,
müslümanların zihinlerinde belirmesine ve giderek kuvvet kazanmasına sebep
olacağı şüphesizdir. Mamafih bu âyetlerin, hicretin hemen akabinde nazil
olduğu ve münafıkların da bu sıralarda ortaya çıktıkları düşünülürse, onlar
hakkında kesin bir kanaatin belirmesi için vaktin henüz erken olduğunu kabul
etmek gerekir. Bu bakımdan müslümanların, zaman zaman münafıkların sözlerine
inanmış olmaları uzak bir ihtimal değildir ve hattâ bu âyetlerin, münafıklara
karşı müslümanlan bir uyarı niteliğinde oldukları bile söylenebilir. Nitekim
yukarıdaki âyette onların, kendilerinden başkasını aldatamıyacaklarının ifade
edilmesi de buna işarettir, daha doğrusu, müslümanların Allah'ın himayesine
sığınarak,münafıklann şerrinden korunmalarını gerektiren bir ihtar, aynı
zamanda, müslümanlara güven veren bir destek ve dayanaktır.
Münafıklar yönünden
ise, âyetin korku ve dehşet verici olduğuna şüphe yoktur. Yalanlarıyle
müslümanlara zarar vermeleri halinde, karşılannda Ailah Ta'âlâ'yı
bulacaklardır. Çünkü bunlar, sadece müslümanları değil Allah'ı da
aldattıklarını zannetmektedirler. Fakat onlar, ne zannederlerse etsinler,
gerçek olan şudur ki, aldatmaları kendilerine dönecek ve sadece kendilerini
aldatmış olacaklardır. Ancak, gafletleri ve zihinlerini yalnız yalanla meşgul
etmeleri, bu gerçeği anlamalarına imkân vermemektedir. Bu sebepten
şuursuzdurlar. Akıl ve iradeleri ellerinden gitmiş, sadece şehevi arzularının
esiri olmuşlardır. Fakat onları bu hale getiren asıl sebep, kalplerine arız
olan bir hastalıktır. Nitekim Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [15]
10- Onların
kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da hastalıklarını gittikçe artırmıştır.
Söyledikleri yalandan ötürü, onlar için acıklı bir azâb vardır.
Münafıkların
kalplerine arız olan bu hastalığın en mühim belirtisi I vehim ve şüphedir. Bu
hastalığa yakalanan bir kimse, her şeyden ve herkesten şüphe eder. Allah'tan,
Allah'ın Kitabından, Peygamberinden şüphe eder. Kitaptaki emir ve
yasaklarından, bu emir ve yasaklara uyan mü'minlerden, onların davranışlarından,
ibadetlerinden şüphe eder. Her şeyden ve herkesten şüphe etmesi, kendi nefsine
olan düşkünlüğünün aşırı derecede artmasına ve neticede onun hevâ ve
heveslerinin kölesi olmasına yol açar. Herkesi küçük, buna karşılık kendisini
herşeyin üstünde gören hali, onu, küçük gördükleriyle alay etmeye;zarnan zaman
onları aldatmaya sevkeder. Gerçek inancın, gerçek îmanın kendisinde olduğunu
zanneder. Bu hâlet-i ruhiye içinde olan insan, ahlaksızlığın en aşağı
derecesindedir.
İşte münafıkların hali
budur. Bu hal, kalplerindeki hastalığın neticesidir. Kendileri bu hastalığın
farkında olmadıkları için, ondan kurtulma çaı e-leri aramazlar. Kur'ân-ı Kerîm,
bu çeşit hastalıkların tedavisi için gönderilmiş olduğu halde, inançsızlıkları
sebebiyle ona sarılmayı, ondan faydalanmayı düşünmezler. Böylece, bataklığa
düşmüş bir insanın, kımılda-dıkça içine gömülüşü gibi, münafıklar da, her
davranışlarında kalplerini kemiren hastalığın pençesine kendilerini biraz daha
kaptırırlar. Allah Ta'âlâ da, onların inanmadıkları, dâima şüpheyle
karşıladıkları Kur'ân-ı Kerîm'den yeni yeni âyetler indirdikçe ve bu âyetlerde,
nefislerinin meylettiği hevâ ve heveslerini, zevk ve safalarını, kibir ve
gururlarını yerip kötüle-dikçe', hastalıklarını daha da artırır. Hastalıklı
göze vuran ışığın onu rahatsız edişi ve hastalığını daha çok artırışı gibi,
kafalarına çarpan gerçek dalgaları, onları sersemletir, akıllarını başlarından
alır.
Artık bunlar İçin
hiçbir kurtuluş yolu yoktur. Aksine, Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları
halde «inandık»diyerek yalan söylemeleri sebebiyle onlar için elîm bir azâb
vardır. Bu âzâbt mutlaka göreceklerdir. Münafıklığın akıbeti budur.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, münafıkların inanmadıkları halde inandıklarını söyleyerek
azaba müstahak olmaları, âyette geçen bir kelimenin yekzibûn şeklindeki okunuşu
dolayısıyledir. Bu okunuş, Küfe imamlarına göredir, ve bunların başında Asım,
Hamza ve Kisâîvardır. Medîne, Hicaz ve Basra imamları ise, kelimeyi yukezzibûn
şeklinde okumuşlardır. Buna göre âyetin manâsında iki farklı görüş ortaya
çıkmaktadır:
Kelimenin yekzibûn
şeklinde okunması halinde, manâ «yalan söylerler» demek olur ki, yukarıda da
ifade ettiğimiz gibi, münafıkların, inanmadıkları halde yalan söyleyerek
«inandık» demeleri sebebiyle azaba müstahak oldukları anlaşılır. Eğer
ke\\meyukezzibûn şeklinde okunursa, «tek-zîb ederler», «yalanlarlar» manâsına
gelir ki, bu takdirde, münafıkların Hazret-i Peygamber i yalanladıkları ve bu
sebepten azaba müstahak oldukları neticesine varılır. Maamaf İh bu iki manâdan
birincisinin, münafıkların sıfatlarına uygun olması bakımından daha doğru
olduğu söylenebilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi münafıklar, yalaniarıyle
temayüz etmiş kimselerdir, ve müstahak oldukları elîm azabın sebebi de onların
bu yalancılıklarıdır. Nitekim, onlara ne çeşit nasihatta bulunulursa
bulunulsun, onlar bu nasihata dâima bir yalanla cevap verip sırt çevirirler.
İşte bu cümleden olarak: [16]
11. Onlara «yeryüzünde
fesad çıkarmayın» denildiği zaman, «biz, ancak İslah ediyoruz» derler.
11 Münafıkların yalana
dayanan bir başka faaliyetleri de, mü'minle-rin gizli kalması gereken işlerini
kâfirlere açıklıyarak, yahut kâfirleri mü'minler üzerine tahrik ederek, yahutta
müslümanlan Allah'ın yolundan uzaklaştırmaya, Peygamberlerine uymaktan
vazgeçirmeye çalışarak aralarında fitne ve fesad çıkarmak istemeleridir. Her
devirde bu çeşit bozgunculara rastlanır. Fakat onlar, kalplerine arız olan
hastalık sebebiyle, yaptıklarının bozgunculuk değil, aksine, cemiyeti ıslah
etmek, yahut ona bir düzen vermek gayesine matuf olduğunu ileri sürerler.
Kendilerinin ıslahatçı olduklarına inanırlar. Halbuki İslâm, bütün insanları,
birlik ve beraberliğe davet ederken, onların İslâmî yolda biraraya gelmiş
insanları birbirinden ayırmaya, aralarına kin ve nefret tohumları saçmaya
çalışmalarından daha büyük bozgunculuk olur mu? Bu sebeple: [17]
12. Bilesin ki, asıl
fesad çıkaranlar onlardır; evet onlardır; fakat (bunun) farkına varmazlar.
12 Onlar İslahatçı
olduklarını ne kadar ileri sürerlerse sürsünler, buna ne derece inanırlarsa
inansınlar, müslümanlar arasında yaptıkları iş, bozgunculuktan başka bir şey
değildir.Bu sebeple, asıl bozguncu olanlar j da onlardır; fakat onlar,
yaptıkları bozgunculuğu anlamazlar, onun farkına varmazlar; çünkü fesad,
kalplerine o derece yerleşmiştir ki, artık o, kalbin bir sıfatı, ondan ayrılmaz
bir unsuru haline gelmiş ve yapılan her iş, bu fesadla yoğrulmuş, kalbin tabii
bir neticesi olarak kabul edilmiştir. Keza: [18]
13. Onlara« siz de
insanların inandıkları gibi inanın» denildiği zaman, «biz beyinsizlerin
inandıkları gibi mi inanıyoruz?» derler. Oysa bilesin ki, asıl beyinsiz
onlardır, evet onlardır. Fakat (bunu) bilmezler.
13 Münafıklarla ilgili
ilk âyette de ifade edildiği gibi, bunlar, «Allah'a ve âhiret gününe îman
ettik» diyen, fakat gerçekte mü'min olmayan kimselerdir. Her ne kadar müslüman
olmuşlarsa da müslümanlıkları zahirîdir ve sadece dillerindedir. Bütün
davranışlarından ve bütün sözlerinden, îman hususundaki yalanlarını kolayca
anlamak mümkündür.
İşte bu âyette de
onların bu yalanlarına ve iki yüzlülüklerine işaret edilerek bundan
vazgeçmeleri ve diğe^ insanlar gibi îman etmeleri istenmiştir. Ayette geçen
«insanlar» (nas) sözü, iki manâya delâlet eder. Bu sözle ya dar manâda,
Hazret-İ Peygamber devrinde mü'min ve müslüman olan!arkasdedilmiştir;yahutta
geniş manâda, ilk Peygamberden son Peygambere kadar, gelip geçmiş bütün
Peygamberlere inanan ve inançlarında samimi olan mü'minler kasdedilmiştir. Bu
hususta, tefsirlerde değişik görüşler ileri sürülür. Fakat gerçek olan şudur ki,
«insanlar» (nâs) sözüyle, ister dar manâda yalnız müslümanlar kasdedilmiş
olsun, ister geniş manâda Adem (a.s.) den itibaren tevhîd akidesine inanmış
bütün mü'minler kasdedilmiş olsun, bunların îmanlanyle münafıkların îmanları,
daha doğrusu inançsızlıkları arasında büyük fark vardır, ve münafıklardan
istenen de, diğer insanlar gibi îman ederek bu farkı kaldırmaları ve îman
yönünden mü'minlerle eşit seviyeye gelmeleridir. Ne var ki münafıkların bu
davete verdikleri cevap yine kalplerini çepeçevre kuşatmış olan nifakın
alâmetini taşımaktadır. Diyorlar ki: «Biz, beyinsizlerin îman ettikleri gibi mi
îman ediyoruz?»
Bütün tefsirler,
münafıkların, bu cevaplarında geçen ve bizim «beyinsizler» manâsında ifade
ettiğimiz sufehâ (sefîhler) sözünü, Hazret-i Pey-gamber'e tâbi olan müslümanlar
hakkında kullandıklarını kaydederler. Daha doğrusu, «beyinsizler» sözünü
»insanlar (nâs)'ın inandığı gibi inanın» ibaresindeki «insanlar (nâs)» atalîk
ederler ve münafıkların bu davete cevaplarını «biz, o beyinsiz insanların inandıkları
gibi mi inanalım» şeklinde manâlandırırlar.
Kur'ân-ı Kerîm'in
Türkçe meallerinde de âyetin manâsı bu tefsîre göre verilmiştir. Meselâ değerli
âlim Balıkesirli Hasan Basri Çantay'ın Kur'ân-ı Hakîm ve Meali Kerîm'inde bu
âyetin meali aynen şöyledir:
«Onlara, insanların
(müslümanlar) inandığı gibi inanın, denilince, biz de o beyinsizlerin inandığı
gibi mi inancağız? derler».
Diyanet İşleri
Başkanlığınca yayınlanan Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı'nda:
«Herkesin inandığı
gibi siz de inanın, denilince de, beyinsizlerin inandığı gibi mi inanalım,
derler».
İzmirli İsmail Hakkı
Beyin Meâli'l-Kur'ân'ında:
«Onlara nâsın îman
ettikleri gibi siz de îman ediniz, denildiği zaman, onlar, biz o avanaklar gibi
îman mı edelim? derler».
Ömer Rıza Doğrul'un
Tanrı Buyruğu'nda da:
«Onlara, herkes nasıl
inandıysa siz de inanın! denildiği zaman, biz de avanaklar gibi îman mı edelim?
derler» şeklindedir.
Görüldüğü gibi bu
meallerin hepsinde de, diğer insanların îman ettikleri gibi îman etmeye davet
olunan münafıkların, o insanları beyinsiz veya avanak olmakla itham ederek,
onlar gibi îman etmiyecekleri ifade olunmaktadır.
Kanaatımızca bu
mealler hatalıdır ve münafıkların bilinen sıfatlarına aykırı düşmektedir. Şöyle
ki:
Münafıklarla ilgili
ilk âyette (âyetNo.8)*y4//a/ı'a ve âhiret gününe îman eıtik, derler; halbuki
onlar mü'min değillerdir»,
11 inci âyette
«Onlara, yeryüzünde fesad çıkarmayın, denildiği zaman, biz ancak ıslah
edicileriz, derler»,
14 Üncü âyette öe
«Onlar, iman edenlerle karşılaştıkları zaman, îman ettik derler; şeytanlanyle
başbaşa kalınca da, biz sizinle beraberiz; sadece onlarla alay ediyoruz,
derler» buyurulmuştur.
Üzerinde durduğumuz 13
üncü âyetin siyak ve sibakını teşkil eden bu âyetler göstermektedir ki,
münafıklar, kendilerine söylenen her şeyi, müs-lümanlan itham etmeden ve
istenilen şeye itirazda bulunmadan yaptıklarını söylemektedirler. Allah'a ve
âhiret gününe inandıklarını söylerler; yeryüzünde fesad çıkarmadıklarını,
aksine ıslah ettiklerini bildirirler; iman edenlerle karşılaştıkları zaman da,
«îman ettik» derler. Ne var ki bütün söyledikleri yalandır ve zaten
münafıklığın alâmeti de budur.
İşte siyak ve
sibaktaki âyetlerin bu manâları gözönünde bulundurularak 13 ûncij âyetin meali
şöyle olmalıdır: «Onlara, insanların inandıkları gibi siz de inanın, denildiği
zaman, biz, beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanıyoruz? derler».
Bu mealde
münafıkların, müsSümanlan beyinsizlikle itham etmelerine yer verilmemiştir.
Eğer hatalı bulduğumuz diğer meallerde olduğu gibi «bizde o beyinsizler gibi mi
inanalım?» denilseydi, münafıkların, inanan insanları beyinsizlikle itham etmiş
olduktan anlaşılırdı. Halbuki onlar, diğer âyetlerde olduğu gibi, bu âyette de,
münafıklığın sıfatına uygun olarak şunu demek istemişlerdir: «Siz, bizim,
insanlar gibi inanmamızı istiyorsunuz. Halbuki biz beyinsizler gibi mi
inanıyoruz? Hayır, biz de insanlar gibi inanıyoruz». Fakat münafıklar, bütün
işlerinde ve bütün sözlerinde samimi değillerdir. Beyinsizler gibi değil,
insanlar gibi inandıklarını söylerken de böyledir ve bu sözleri de yalandır.
Münafıklar,
«beyinsizler» sözüyle müslümanları, yahut geniş manâda gelmiş geçmiş bütün
mü'minleri kasdetmediklerine göre, bu sözle >ıe demek istemişlerdir?
Karşılığını
«beyinsizlik» olarak ifade ettiğimiz sefeh kelimesi, iugatta akıl noksanlığından
ileri gelen görüş darlığı, budalalık, beyinsizlik, avanaklık manâsına gelir
ki, bu hal, insanı dinin gerektirdiği inançların ve hareketlerin aksine
inanmaya ve yapmaya sevkeder. Sefîh, bu halde olan insandır. O halde
münafıklar «biz, sefihler gibi mi inanıyoruz?» demekle, kendilerinin akılsız,
beyinsiz, avanak, kısaca sefîh olmadıklarını ve dîn neyi gerektiriyorsa Ona
inandıklarını ifade etmiş oluyorlar ve tabii yalan' söylüyorlar. Nitekim
âyette, onların bu sözlerini takiben Allah Ta'âlâ yalanlarını yüzlerine vurmuş
ve «şunu kesinlikle biliniz ki, asıl sefihler, asıl beyinsizler onlardır»
buyurmuştur. Çünkü onlar, dînin gerektirdiği inanç ve davranışlara sahip
değillerdir. Sahip olduklarını söylemekle yalan beyanda bulunmuşlar, bu yalanla
başkalarını da kandırdıklarını sanmışlar; fakat beyinsizlik etmişler ve bunun
da farkına varamamışlardır.
Onların beyinsiz ve
dolayısıyle inançsız olduklarını gösteren bir alâmetleri de şudur: [19]
14. Onlar,
îman edenlerle karşılaştıkları zaman, «îman ettik» derler; şeytanla-rıyle başbaşa
kalınca da «biz sizinle beraberiz; sadece onlarla alay ediyoruz» derler.
14- Münafıkların en
büyük alâmeti yalancılık ve iki yüzlülük olunca, müslümaniarın arasına sahte
olan yüzleriyle girerler ve kendilerinin de onlardan olduklarını ve onlar gibi
İman ettiklerini söylerler. Fakat müslü-manlardan ayrılıp kendi şeytanlanyle,
yahut kendilerine akıl veren, yol gösteren, imansızlığı aşılayan önderleriyle
başbaşa kaldıkları zaman, gerçek yüzlerini onlara çevirerek «siz, bizim
müslümanların yanına gidip onlar gibi îman ettiğimizi söylememize bakmayın;
aslında biz, onlar gibi îman etmiş falan değiliz; biz sizdeniz ve sizinle
beraberiz. Onlara iman ettiğimizi söylememiz, sadece onları kandırmak içindir;
onlarla alay etmek içindir» derler. Halbuki bu münafıklar bilmezler ki: [20]
15. (Asıl) Allah
onlarla alay ediyor ve azgınlık içinde, şaşkın şaşkın dolaşmalarına (şimdilik)
göz yumuyor.
15- Münafıkların
müslümanlarla alay etmiş olmaları, aslında onları inanç ve itikadlarından
dolayı küçük görmeleri ve onların inandıkları şeyleri hafife almalarıdır. Fakat
bu alay, küçük gördükleri ve hafife aldıkları inanç ve itikadları, müslümanlara
karşı «aman ne güzel; biz de böyle inanıyoruz» sözünü de içine alan bir manâyı
taşır. Münafıkların bu davranışlarına karşılık Allah Ta'âlânın onlarla alay
etmesi ise, şüphesiz bu manâda değildir. Bu şekilde bir alay, insanlar için
mümkün olsa bile, Allah Ta'âlâ için mümkün değildir; O'nun şanına yaraşmaz.
Allah Ta'âlânın
münafıklarla alay etmesi, onları, içinde bulundukları dalâlet çukurunda yüzüstü
bırakması ve vakti geldiği zaman, bu alaylarından ötürü yakalarına yapışıp
lâyık oldukları cezayı onlara vermesidir. Bu
ceza, mü'minlerle alay
edenlerin, alayla birlikte, başlarına gelecek bir azâb olacaktır. Nitekim Allah
Ta'âlâ Hadld sûresinin 13-14 üncü âyetlerinde şöyle buyurmuştur: «O gün (hesap
günü), erkek ve kadın münafıklar, îman etmiş olanlara bizi bekleyin; nurunuzdan
bir parça ışık alalım, diyeceklerdir. (Onlara alaylı bir şekilde) arkanıza
dönün de nuru (orada) arayın, denilecek, sonra da kendileri (ile mü'minler)
arasına, kapısı bulunan bir duvar çekilecektir. Bu duvarın içinde rahmet, dış
(taraf)ında ise aîab vardır. Münafıklar onlara bağıracaklar: Biz sizinle
beraber değil miydik? (Mü'minler de) diyecekler ki: Evet, (beraberdiniz); fakat
Allah'ın emri (ölüm) gelinceye kadar kendinizi, siz kendiniz yaktınız; (hep
mü'min-leri) gözlediniz; (İslâm'dan) şüphe ettiniz- Sizi ihtiraslar (iniz)
aldattı; (hattâ) sizi aldatanlar, Allah'a karşı bile aldattılar»
İşte, mü'minlerle alay
edenlerin akıbeti, böyle alaylı bir azâb olacaktır. Fakat onlar, bu azaba
çarptırılıncaya kadar, yeryüzünde azgınlık içinde dolaşmalarına göz yumulacak,
onlara dokunulmayacak-, tâ ki hesap günü, lâyık oldukları cezayı hakkıyle
çekebilsinler.
Gerçekten yeryüzünde
münafıklara dokunulmamış ve onlara dâima iyi muamele edilmiştir. Yine bu
sebepten, gayr-i müslimlere tanınan bir takım haklar bunlara tanınmamış, fakat
müslümanlara tatbik edilen hükümler, bunlarada tatbik edilerek müslüman gibi
davranılmıştır. Aslında bu muamele, münafıklar için dünyevi bir azâb olmuştur.
Çünkü insan için, kalben inanmadığı bir dînin hükümlerine tâbi olmaktan ve bu
hükümleri tatbik etmek için dâima zorlanmaktan daha büyük bir azâb düşünülemez.
İşte, Allah Ta'âlâ
onları dünyada böyle bir azâb içinde bırakır. Bu azâb onların azgınlıklarını
daha da artırır. Nihayet ölünceye kadar, giderek artan bu azgınlık, onların
hesap günü uğrayacakları büyük azabın da mesnedi olur. [21]
16. (İşte), hidayete
karşılık sapıklığı satın alanlar bunlardır; fakat ticaretleri (onlara) kazanç
sağlamamış, (kendileri de) doğru yolu bulamamışlardır.
16- Münafıklar,
müslümanların Medine'ye hicret etmelerinden ve İslâm'ın bu şekilde birden bire
kuvvet kazanmasından sonra müslüman olmuşlar, yahut hiç olmazsa müslüman olma
yoluna girmişlerdi. Böylece önlerinde hidayet kapısı açılmış, kendilerini dünya
ve âhıret saadetine götürecek yol önlerinde görünmüştü. Bundan sonra onlar için
yapılacak iş, sağa sola sapmadan bu yolu takip etmek ve diğer mü'minlerle
birlikte hedefe ulaşmaktı. Fakat beyinsizlikleri onlara bu imkânı sağlamadı.
Kabilelerinin ileri gelenlerinden olmalarının kendilerine verdiği bencillik
duygusu ve gurur sebebiyle, malını mülkünü terkederek Medine'ye hicret etmiş
olan müslümanlarla inanç ve itikad yönünden aynı seviyeye düşmeyi ve hele
yardım ellerini onlara uzutarak mallarını onlarla paylaşmayı bir türlü
hazmedemediler. Bu hazımsızlık, İslâm'a ve müslümanlara karşı, içlerine daha
başlangıçtan itibaren düşmüş olan şüphe kırıntılarının giderek büyümesine
sebep oldu. İradeleri ellerinden, akıllan başlarından gitmişti. İslâm'a girmiş
olmaları, onlara hiçbir fayda sağlamadı. Ticarette sermayesini tüketen tüccar
durumuna düştüler. Oysa ticaretin gayesi, sermayeyi işleterek meşru kazanç
sağlamak ve bu kazançla hayatı devam ettirmektir. Eğer tüccar, ticaretinde kâr
edemez ve sermayeden yemeğe başlarsa, bir gün sermayeyi tüketir ve eli boş
kalır. Münafıklar, müslüman olmakla büyük biri sermaye ele geçirmişlerdi. Fakat
münafıklıkları, bu sermayeyle kâra geçmelerine izin vermediği gibi, giderek
onu da tüketmelerine sebep oldu. Çünkü sermayeyi hayırlı yolda değil,sapıklık
alışverişinde kullandılar. Böylece, hem müslümanlıklarını yitirdiler, hem de
ticaretini yaptıkları sapıklığın içine daldılar. Kısacası, hidayet yerine
sapıklığı tercih ettiler.
Münafıkların, böyle
beyinsizce bir ticaret işine girişmelerinde, zifiri karanlıkta parlayan ışıktan
faydalanamıyanların örneğini görmek mümkündür. Nitekim Allah Ta'âlâ, bu
hususta şöyle buyurmuştur: [22]
17.- Onların durumu,
ateş yakan kimsenin durumu gibidir: (Yakılan ateş) etrafını aydınlattığında,
Allah ışıklarını giderir de, onları, görmez bir halde, karanlıklar içinde
bırakır.
17- Hidayet yerine
dalâleti tercih eden münafıkların hali, işte bu ateşin nurundan faydalanamıyan
kimselerin halinden farklı değildir. Allah Ta'âlâ, tıpkı küfründe inad eden
kâfirlerin, kalplerini ve kulaklarını mühürleyip gözlerine perde çektiği gibi,
nifaklarında direnen ve yalandan vazgeçmi-yen münafıkların da kalplerindeki
idraki ve gözlerindeki görme yeteneğini kaldırır da, onları zifiri karanlıkta
bırakır; artık onlar, İslâm'ı anlayamaz, İslâm nurunu göremezler.
Allah, bu âyette
münafıkların halini, bir meselle gözler önüne sermiş ve münafıklık yapan, yapacak
olan ve yapmaya yeltenen insanlara, ibret almaları gereken bir ders vermiştir.
Mesel, daha önce
vukubulduğu tasavvur olunan ve halk dilinde hikâye suretiyle şöhret kazanan
ibretâmiz bir hâdisedir ki, benzeri bir hâdiseyi anlatmak ve anlaşmasını kolaylaştırmak
maksadıyie, diğer benzerine işaret edilir ve iki hâdise arasındaki benzerlikten
ibret alınması sağlanır. Bir hâdiseyi, halk arasında şöhret kazanmış olan bir
başka hâdiseye benzeterek anlatmaya temsil denir. Bazı akıllara, anlaşılması
güç gelen gerçeklen anlatmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için, Kur'ân-ı
Ke-rîm'de temsile sık sık yer verilmiştir.
Yukarıdaki âyet,
temsilin bir örneği olup, münafıkların durumları, yakılan bir ateşin ışığından
istifade edemeyen kimsenin durumuna benzetilmiştir. Buna göre, bir kimse
aydınlanmak için ateş yakmış; ışığı etrafını aydınlatmaya başlayınca, şiddetli
bir yağmur, yahut fırtına, ateşini söndürmüş ve onu yine karanlıkta
bırakmıştır. Münafıkların haii de, ateş yakan bu kimseye benzer. Önce İman edip
İslâm'a girmişlerdi. İslâm, onların yollarını aydınlatacak ve onları dünya ve
âhiret saadetine ulaştıracaktı. Fakat onlar, kalplerini çepeçevre kuşatan yalan
ve nifakı tercih ettiler ve İslâm'ın kendilerine ışık vermesini önlediler.
Allah da onların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini İslâm'a karşı mühürledi.
Nitekim Münafıktın sûresinin üçüncü âyeti de bu manâyı teyid eder. Bu âyette
şöyle buyurulmuş-tur: «Önce iman ettiler; sonra kâfir oldular. Bu yüzden
kalplerine mühür vuruldu. Onun için (gerçeği) anlamazlar».
İşte, ışıkları
söndürülmüş, yahut ellerinden alınmış ve böylece zifiri karanlıkta bırakılmış
olan münafıklar, artık:[23]
18. Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler. (Bir daha hakka) dönmezler.
18 Tıpkı kalpleri,
kulakları mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş kâfirler gibi, münafıklar da,
yalan ve nifaktaki inadları dolayısıyle, kulakları mühürlenmiş oiup hakkı
duymazlar; dilleri kilitlenmiş olup hakkı söylemezler; gözlerine de perde
çekilmiş olup hakkı görmezler. Kısıcası, dalâletten başka hiçbir şey onları
ilgilendirmez. İşte bu sebepledir ki, artık onların bir daha hakka dönmeleri
mümkün değildir. İslâm'dan o kadar uzak bir yolda seyrederler ki, artık bir
daha ona kavuşamazlar.
Onlar bu halleriyle,
gök gürültüsü ve yıldırımlardan korkup, dehşet içinde büzülüp kalan kimselere
de benzerler. Fakat korkunun ecele faydası ne? Allah Ta'âlâ onların bu
hallerini de bir meselle açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [24]
19. Yahut (durumları)
gökten, zifiri karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşeklerle birlikte gelen yağmur
(a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir: (Bunlar), yıldırımlardan ölmek
korkusuyle parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfirleri çepeçevre
kuşatmıştır.
19 - Öyle bir tablo
ki, korku ve dehşet, heyecan ve endişe, hepsi bir arada.. Gökyüzü bütün
sularını bırakıvermiş; her taraf zifiri karanlık. Bu karanlığı zaman zaman
yırtan ve dağıtan şimşekler... Işıkları gözleri kör edecek kadar parlak...
Bunun arkasından, kulakları sağır edercesine dalga dalga yayılan gök
gürültüleri... Bu arada, sağa sola düşen ve her şeyi bir ânda yakıp yok eden
yıldırımlar... Yerle göğün sanki birbirine girip her şeyin alt üst olduğu bir
ortamda, kulaklarını parmaklanyle tıkayıp korunmaya çalışan bir insan... [25]
20. Şimşek, neredeyse
gözlerini kör edecekti;onları aydınlattığında, (ışığından faydalanıp)
yürürler; üzerlerine karanlık Çökünce de dikilip kalırlar. Oysa Allah dikseydi,
kulaklarını sağır, gözlerini de kör ederdi. Şüphesiz Allah her şeye kaa-dirdir.
20 - Şimşek, gözleri
kör edercesine ışığını yayınca, bundan faydalanıp görebildiği yolda, bir iki
adım yürüyor. Fakat ışık yok olunca, yine korku ve heyecan içinde, şaşkın,
dikilip kalıyor. Halbuki korkunun başına geleceklere faydası ne? Allah
dileseydi, kudretiyle onun kulaklarını sağır, gözlerini kör edemez miydi?
İşte, böyle bir tablo
içerisinde, kendisine bir yol bulmaya çalışan bu insanın aczi ve zayıflığı
nasıl beliriyor. Kim onu yağmurdan koruyacak? Zifiri karanlıkta kim ona yol
gösterecek? Çakan şimşeklerin ışığı mı? Ya şimşeklerin getirdiği yıldırımlar?..
Bunlardan nasıl korunabilecek? Halbuki o, sadece kulaklarını tıkıyor ve böylece
korunabileceğini sanıyor. Fakat bundan ela emîn değil. Bu sebeple devamlı bir
korku ve endişe içinde. Her ân ölümün pençesini üzerinde hissediyor ve bu
ölümden kendisini kurta-. racak bir yardımcı arıyor.
Halbuki insanın, hangi
durumda olursa olsun, dâima sığınabileceği, korku ve endişelerden uzak bir
şekilde, dâima yardımına güvenebileceği Allah'tan başka hiç kimse yoktur. Ne
var ki, insanın Allah'a sığınması ve yardımına güvenmesi için, her şeyden önce,
O'na inanması, îman etmesi gerekir. Onun Allah'a inanması halindedir ki, O'na
sığınma ve yardımına güvenme ihtiyacını duyar ve o zaman, bütün korku ve
endişelerden kurtularak, tam bir güven içerisinde O'nun yardımını beklemeğe
başlar. Bu yardım belki gelir, belki de gelmez. Fakat insan, Allah'ın
takdirinde bir değişme olmıyacağını da bilerek ümidini kesmez; yardımın gelmesi
halinde şükreder, gelmediği sürece de sabır gösterir. Fakat ne olursa olsun,
yukarıdaki meselde görülen insan gibi, korku ve endişeye kapılmaz; kulak
tıkamakla ölümden kurtulabileceğini sanmaz. Korku ve endişe, inançsızların,
hiçbir zaman kendisinden kurtulamıyacakları bir ümidsizlik halidir. Sığınacak,
yardımına güvenecek bir kimsesi bulunmayan ve bu sebeple ne yapacağını
bilemeyen kimselerin halidir. Tıpkı meseldeki insanın hali gibi.
İşte, münafıkların
hali de böyledir. Allah'a ve âhiret gününe inandıklarını söylemiş olsalar
bile, kalplerine iman girmemiştir; söyledikleri yalandır. Kur'ân-ı Kerîm, onların
bu inançsızlıklarını ve yalanlarını haber vermeğe başladıktan sonra,
müslümanlar arasında yalnızlığa itilmişler, hor görülmüşlerdir. Bu aşağılanma,
onların daha çok yalana başvurmalarına ve diğer mü'minler gibi îman ettiklerine
müslümanları inandırma gayretine girişmelerine sebep olmuştur. İçlerini saran
korku ve endişe de giderek artmış, bundan, ancak yalanla kurtulabileceklerini
sanmışlardır. Oysa yalanın, zifiri karanlıkta yağmurla birlikte gelen şimşek,
gök gürültüsü ve yıldırımlar altında korunmak için kulakların tıkanmasından
farkı yoktur. Gerçekten, inanmış olsalardı, ne korkuya kapılacaklar, ne de
yalana başvurmuş olacaklardı. Fakat şimdi, ne yaparlarsa yapsınlar, yalanları
kendilerini kurtaramıyacaktır. Allah, onları çepeçevre kuşatmıştır. Önlerinde,
arkalarında, sağlarında, sollarında O vardır; O'nun kudreti vardır. Her ân
onları, boyunlarından tutup haketîikleri yere fırlatıp atmaya hazırdır. Tıpkı
zifiri karanlıkta, yağmurun, şimşeğin, gök gürültüsünün ve yıldırımların
çepeçevre kuşattığı insana, her ân bir musîbetin gelebileceği gibi. Kulaklarını
tıkaması, onu bu musibetten nasıl kurtaramazsa- münafıkları da- yalanları-
Allah'ın kabzasına düşmekten kurtaramıyacaktır. O halde, bütün bu yalanlar
niçin? Kalpler, küfür yerine îmanla dolsa; hayat, korku ve endişe yerine, ümid
ve huzur içinde geçse> şekavet yerine saadet, düşmanlık yerine sevgi ve
kardeşlik hâkim olsa, bundan kim zararlı çıkar? İnsanları böyle bir mutluluğa
götürecek olan yol, hiç şüphe edilmesin, hak yoldur; İslâm'ın yoludur. Bu yol,
bütün âlemleri yoktan var eden, insana bu varlıklar arasında müstesna bir yer
veren ve onu canlıların en şereflisi kılan yegâne yaratıcı Allah'a îman etmekle
başlar ve yalnız O'na kulluk etmekle mutlu hedefe ulaşır. Bunu iyice anlamak
için, Kur'ân'ın sesine kulak vermek gerekir: [26]
21- Ey insanlar! Sizi
de sizden öncekileri de yaratan Rabb'ınıza ibadet ediniz. Tâ ki takva sahibi
olasınız-
22.- O Rab ki, sizin
için yeryüzünü (korunup rahat edebileceğiniz) bir döşek, göğü de, (onun
üzerine) bir çatı yaptı. Gökten su indirdi; o su ile, size rızık olmak üzere
meyveler çıkardı. O halde (bütün bunları) bilip dururken Allah'a ortaklar koşmayın.
Önceki âyetlerde,
insanların inanç yönünden üç guruba ayrılmış olduklarını ve her bir guruba
ayrı ayrı yer verilerek tarif ve tavsif edildiğini gördük. Bu üç gurubun
başında, takva sahibi olan mü'minler anlatılmıştır. Bunlar, gayba, âhiret
gününe, peygamberlere indirilen kitaplara inanan, namazlarını dosdoğru kılan,
zekât ve sadakalarını veren kimselerdir. Doğru yol üzerinde olanlar bunlardır.
İkinci gurup,
kâfirlerdir. Bunlar, hiçbir şeye inanmayan, inanmadıklarını açıkça söyleyen ve
inançsızlıklarında inad ve İsrar eden kimselerdir. Bu sebeple, bunları
korkutmakla korkutmamak arasında hiçbir fark yoktur. Küfürlerinde inad ve
İsrarları doiayısıyle, kalpleri ve kulakları mühürlenmiş, gözleri de
perdelenmiştir. Bunlar için büyük azâb vardır.
İnsanlarm üçüncü
gurubu ise, kâfirlerden daha tehlikeli olan münafıklardır. Bunlar, sureta
müslüman olmuşlardır; fakat kalplerine îman girmemiştir. Allah'a ve âhiret
gününe inandıklarını söylerler; fakat kendi başlarına kalınca, müslümanlan
kandırdıklarını ileri sürerek onlarla alay ederler. Bunlar için de acı azâb
vardır.
Allah Ta'âlâ, bu üç
çeşit insan gurubunu tanıttıktan sonra, mü'min olsun, kâfir veya münafık olsun,
bütün insanlara hitap ediyor ve buyuruyor ki: [27]
21- Ey insanlar! Sizi
de sizden öncekileri de yaratan Rabb'ımza ibadet ediniz- Tâ ki takva sahibi
olasınız-
Allah Ta'âlânm bütün
insanlara yönelttiği bu hitap, tertip sırasına göre, Kur'ân-ı Kerîm'deki itk
hitaptır. Gerek Fatiha sûresinde ve gerekse Bakara sûresinin bundan önceki ilk
yirmi âyetinde «Ey insanlar!» manâsında başka bir hitap gelmemiştir.
Bakara süresindeki bu
ilk hitapla, Fatiha sûresinin ve dolayısıyle Kur'ân-ı Kerîm'in «Hamd, âlemlerin
Rabb'ı Allah'a mahsustur» mealindeki ilk âyeti arasında, manâ yönünden dikkate
değer bir mutabakat vardır: Daha önce de açıkladığımız gibi, hamd'in, Allah'a
ibadeti gerektiren bir davranış, Rabbın da, bütün âlemleri yaratan, sonra da
yarattıklarını derece derece geliştirip terbiye eden ve bu sebepten tek başına
hamd ve ibadet edilmeye lâyık olan Aflah Ta'âlâ olduğu gözönünde bulundurulursa,
ilk âyetle bu ilk hitap arasındaki mutabakat kolayca anlaşılır. Bu mutabakat,
âlemlerin Rabb'ı olan Allah Ta'âlâ'ya ibadet etmenin ne derece büyük önemi
bulunduğunu göstermeye de yeterlidir.
Şunu da iyice bilmek
gerekir ki, ibadet, her şeyden önce, tevhîd'e inanmanın tezahürüdür, İnsan, bu
inancını, ancak Allah'a ibadet etmekle ortaya koyabilir. İbadet etmeden böyle
bir inancın varlığından söz etmek mümkün değildir. Bu sebepledir ki, bazı
müfessirler, âyette geçen u'budû (ibadet ediniz) emrini vahhıdû (tevhld ediniz,
Allah'ı birleyiniz) manâsında tefsîr etmişlerdir. Çünkü Allah'ın tevhidi,
yalnız O'na ibadet etmeyi gerektirir.
İbadet, Allah'a kulluk
görevini kusursuz yerine getirmek demektir. Her ne kadar namaz kılmak, oruç
tutmak, zekât vermek ve haccetmek, birer ibadet sayılırsa da, ibadetin hepsi,
sadece bu farzları ifa etmekten
ibaret değildir.
İnsan, bu farzlarla birlikte, Allah'a kulluğun bütün gereklerini yerine
getirdiği zaman, gerçekten O'na ibadet etmiş olur. Fatiha sûresinin dördüncü
âyetini tefsir ederken, ibadetin manâsı üzerinde du-. rulduğu için, burada
tekrarına lüzum görmüyoruz.
İnsan, daha önce
açıklandığı şekilde, ibadet ettiği ve kulluk görevini kusursuz olarak yerine
getirdiği zaman takva sahibi olabilir. Takva, korkmak, çekinmek, sakınmak
manâsına gelen ittikâ'dan isim olup, insanın Allah'tan korkarak, büyük olsun
küçük olsun, bütün günahlardan sakınması, şirkten, fısktan, bid'attan
çekinmesi ve kendisini Allah'ın itaatına vermesidir. İnsar., ancak, ibadet
etmek suretiyle bütün bu günahlardan sakınabilir ve âhırette Allah'ın azabından
korunabilir. Nitekim ibadet çeşitlerinden biri olan namaz hakkında Allah
Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: «... Namazı dosdoğru kıl; çünkü namaz, insanı her
türlü hayasızlıktan ve kötülükten akkor.»
İnsanın Allah'a ibadet
etmesini sağlayacak ve hattâ onu ibadet etmeye zorlayacak bazı değerler vardır
ki, akıl ve düşünce bunların başında gelir. İnsan, aklını kullandığı ve
düşünebildiği zaman, kendisini Allah'a ibadet etmeye zorunlu hisseder. Çünkü
aklın faaliyeti, insana, kendisini yaratan mutlak bir varlığın mevcudiyetini
isbat eden deliller vermekte hiçbir zaman güçlük çekmez. Ancak akla, bu yönde
faaliyet göstermesini sağlayacak imkânı da hazırlamak?yahut onu bu yöne
çevirmek lâzımdır. Kur' ân-ı Kerim, bu hususta da insan aklına yardımcı olmuş
ve âyetlerinde sık sık akla yol göstererek düşünmesi gereken konulara işaret
etmiştir. Yukarıdaki âyetler de «Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de
yaratan Rabb'mıza ibadet ediniz» buyurulurken, önce insanın kendi yaratılışı
üzerinde durup düşünmesi, sonra da gözünü çevresindeki diğer insanlarla daha
önce gelip geçmiş olan insanların yaratılışına çevirmesi istenmiştir. Fakat
düşünülmesi gereken husus, sadece insanın yaratılışı değildir. Onun
yaratılışından sonra akıl ve iradeyle diğer varlıklardan ayırt edilerek üstün
bir mertebeye yükseltilmesi, derece derece geliştirilip terbiye edilmesi ve
şerefli bir mahlûk haline getirilmesi de, üzerinde düşünülmesi gereken
hususlardandır. Ayette «yaratma»
fiilinin, Allah Ta'âla'nın Rab
ismine isnâd edilmesi buna işarettir.
Fakat insanın Allah'a
ibadet etmesini sağlayacak başka düşünce sahaları da vardır. İnsan kendi
yaratılışıyle kendinden önceki insanların yaratılışını ve her birinin derece
derece geliştirilip terbiye edilmesini düşünurken, yaratılışından sonra
hayatını sürdürmesine yardımcı olan ve kendisine çeşit çeşit rızıklar temin
eden dış âleme, yere, göğe, akan sulara, yağan yağmurlara, bunlarla sulanan
toprağın yetiştirip büyüttüğü sebzelere ve meyve ağaçlarına da gözünü çevirip
düşünmek zorundadır. Bunları kim veriyor, kim yapıyor? Bunların kendi kendine
olması mümkün mü? Bir yapıcı, bir yaratıcı olmadan, bir şey meydana gelir mi?
İnsanın sahip olduğu akıl, bu sorulara ve düşünce neticesi ortaya çıkabilecek
diğer sorulara cevap bulabilecek niteliktedir. Yeter ki insan, kendisini bu
türlü sorularla karşı karşıya getiren düşüncelere aklını sevkedebilsin.
İşte Kur'ân-ı Kerim,
yukarıdaki âyette, insanın kendi üzerinde düşünmesini sağlamak için akla yol
gösterdikten sonra, onu dış âleme yöneltiyor ve şöyle buyuruyor: [28]
22-. O Rab ki, sizin
için yeryüzünü (korunup rahat edebileceğiniz) bir döşek, göğü de (onun üzerine
bir çatı yaptı. Gökten su indirdi O su ile, size nzık olmak üzere meyveler
çıkardı. O halde (bütün bunları) bilip dururken Allah'a ortaklar koşmayın.
22- Bu, Allah Ta'âlâ'nın
insan oğluna ne büyük bir lutfudur. Onu yarattıktan sonra, yeryüzünü onun
emrine tahsis etmiş, korunup rahat edebilmesi ve hayatını sürdürebilmesi için,
onu, tıpkı bir döşek haline getirmiştir. İlk insanın yaratılışından bu yana,
gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzünün bundan sonra gelecek
insanlar için de işi aynı olacaktır.
Yeryüzünün insanlara
döşek olması bir yana, göküyüzü de, onun bir çatısı, yahut tavanı olarak bina
edilmiş ve ona, yeryüzünün koruyuculuk görevi verilmiştir. Nitekim gökyüzüne
bakan insan, orada milyonlarca yıldız görür de, bazan bu yıldızlardan birinin
yeryüzüne düşmesi, yahut çarpması halinde onun ne hale geleceğini düşünür;
sonra da, bunların gökyüzü tarafından tutulduğuna hükmederek, döşeğinde
rahatlık içinde yaşamasına devam eder.
Fakat bir insanın
yaşaması için, sadece döşek ve örtüsü elbette yeterli değildir. Onun bir şeyler
yiyerek gıda alması da gerekir. İşte bunun için Allah Ta'âlâ, yeryüzünde
denizleri ve nehirleri yaratmış, sonra da, bunların suyu ile toprakların
sulanması için, suyun buharlaşmasını ve yağmur olarak tekrar yeryüzüne
dökülmesini sağlamıştır. Böylece insan, yiyebileceği çeşit çeşit meyveler,
sebzeler ve ekinler yetiştirebilmiştir.
Yeryüzünün bir döşek
gibi yaratılması, gök kubbenin bu döşeğin üzerine bir örtü yapılması, ışığından
ve ısısından faydalanmak için güneşin, bir lamba gibi gökyüzüne dikilmesi,
gökyüzünden yeryüzüne suyun indirilmesi ve bunun gibi daha pek çok şey insan
için yapılmış ve onun istifadesine sunulmuştur. Ayrıca, yapılan her şey,
birbirine bağlantılı olarak bir nizam içinde yapılmış ve hayatın idamesi için
bu nizam sürdürülmüştür.
O halde insanın bütün
bunları düşünmesi ve hiçbir bozulma göstermeyen bu nizamı sürdürenin kim
olduğunu kendi kendine sorması gerekmez mi? Evet, kimdir, bütün bu olan
şeylere bu nizamı veren? Eğer, bu nizam için ve bu nizamındevamı için, insan
aklının tasavvur edemiyeceği bir güce, kuvvet ve kudrete ihtiyaç varsa, bu
gücün, bu kuvvet ve kudretin kaynağı nedir? Hiçbir akıl sahibi, düşünce sonucu
karşılaştığı bu ve benzeri soruları kulak arkasına atıp cevapsız bırakamaz.
Düşünmek ve bir takım sorulara cevap aramak, insanlık gereğidir. Düşünmeyen
insan, kendisine verilen akit kullanmayan insan demektir ki, böylelerinin,
yaratılıştan akıl verilmeyen hayvanlardan farkt yoktur. Dahası, aklını
kullanmayan insana «akılsız, fikirsiz» denildiği halde, hayvanlara böyle hitap
edildiği duyulmamıştır.
Düşünen ve aklını
düşünce yolunda kullanan insan ise, yeryüzünü de gökyüzünü de yaratan, bunlar
arasındaki irtibatı sağlıyarak, yeri göğe, göğü de yere muhtaç kılan ve
bunların işbirliğiyle insana hayatını sürdürme imkânını veren bir yaratıcının,
bir Rabb'ın bulunduğunu, bu Rabb'ın, her şeyi tek başına yaptığını, işlerinde
hiçbir yardımcısı, hiçbir ortağt olmadığını bilir, anlar ve buna inanır. Ve
yine bilir ve inanır ki, bu Rab, Allah Ta'âlâ'dır; O'ndan başka ilâh, O'ndan
başka ibadet edilmeye lâyık mabûd yoktur.
O halde, akıl sahibi
olduğu için bütün bunları bilen, bilmesi gereken insan, artık Allah'a eş ve
ortaklar koşmamalıdır. Hem her şeyi Allah'ın yarattığını ve her rızkı yine
O'nun verdiğini bilmek, hem de çeşitli işlerin gerçekleşmesinde ve çeşitli
ihtiyaçların karşılanmasında bazı kimseleri «erbâb» ittihaz ederek onların
yardımına sığınmak ve onlara boyun eğmek, iileti olmayan bir aklın kabul
edebileceği işlerden değildir. Çünkü insanın Allah'tan istemesi gereken
şeyleri, kendisi gibi Allah'ın yardımına muhtaç olan kimseden istemesi, o
kimseyi Allah'a eş ve ortak (nidd, çoğulu; Endâd) kılması manâsına gelir ki,
şirkin bir çeşidi sayılır ve İslâm'ın temelini teşkil eden tevhld esasını
yıkar, yok eder.
İşte, yukarıdaki iki
âyette, önce insanları, sonra da gökleri, yeri ve diğer mevcudatı yarattığını
ve bunları insanların rızıkiandırılması için vâsıta kıldığını beyan ve yegâne
Hâlık ve Râzık'ın kendisi olduğuna, düşünen akılları irşad ederek yalnız
kendisine ibadet edilmesini ve mahlûkattan hiçbirinin kendisine eş ve ortak
kılınmamasını emreden Allah Ta'âlâ.böy-lece tevhidi isbat ve şirki kesinlikle nehyettikten
sonra, sûrenin baş tarafında zikrolunan Kur'ân'ın şüphe götürmezliğiyie ilgili
konuya tekrar dönüyor; mü'min, kâfir ve münafık olmak üzere üç kısımda
tanıttığı insanlar arasında, eğer Kur'ân'ın Allah katından geldiğinde şüphe
edenler varsa, bu kitap karşısındaki acizliklerini gözler önüne sermek için
meydan okuyarak onları müsabakaya davet ediyor ve şöyle buyuruyor: [29]
23.-Eğer kutumuz
(Muhammed) a indirdiğimiz (Kur'ân) den şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir
sûre getirin; (bunun için) Allah'tan
başka şâhidlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer sözüne güvenilir kimseler
iseniz.
24,- Eğer (bunu)
yapamazsanız -ki asla yapamıyacaksınız- o halde kâfirler için
hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakınınız.
Şüphecileri Kur'ân-ı
Kerim hakkında müsabakaya davet eden bu iki âyetteki yumuşak usiûb dikkat
çekicidir. Şüpheciler Kur'ân'dan bir sûrenin benzerini getirmeye davet
edilirken, ne tehdit edilmişler, ne de zorlanmışlardır. Aksine yumuşak bir dil
kullanılarak, Kur'ân'tn benzeri bir sûre meydana getirebilmeleri için,
Allah'tan başka, güvendikleri ne kadar şâir, edlb, hakim gibi güzel söz
söyleyebilen kimse varsa, hepsini de yardıma çağırmaları hatırlatılıp onlara
yol bile gösterilmiştir. Bu bakımdan âyetlerde, şüphecilere karşı apaçık bir
meydan okuma vardır. Meydan okumanın bulunduğu yerde tehdide elbette gerek
yoktur.
Kur'ân'dan bir veya
bir kaç sûrenin benzerini meydana getirmek hususunda şüphecilere meydan
okuyarak aczlerini önlerine sermek için onların müsabakaya davet olunmalarına
tehaddl denir. Kur'ân-ı Kerlm'in başka sûrelerinde de, bu manâda tehaddl
âyetleri gelmiştir. Bunlardan ilki, Mekke'de nazil olan îsrâ sûresinin 88 inci
âyetidir: «De ki: Andolsun, insanlar ve cinler, şu Kur'ân'ın bir benzerini
(meydana) getirmek için biraraya gelseler, biribirlerine yardımcı da olsalar,
O'nun benzerini getiremezler.»
İsrâ süresindeki bu
âyet, gerek nazım, gerek vezin ve gerekse uslûb, belagat vesâir yönlerden
Kur'ân'ın bir benzerinin meydana getiriiemiye-ceğini kesinlikle ortaya
koymaktadır. Bu, onun bir insan sözü değil, Allah sözü olması dolayısıyledir.
Çünkü nazmında da, vezninde de, uslûb ve belagatında da görülen üstünlük,
herhangi bir insan kabiliyetinin benzerini meydana getiremiyeceği derecededir.
Keza geçmiş peygamberlerden ve onların kavimlerinden verdiği bilgilerle, gayba
ait haberler de, herhangi bir insanın verebileceği bilgi ve haberler cinsinden
değildir.
Mekke'de nazil olan
tehaddl âyetlerinden ikincisi, Yûnus sûresinin 38 İnci âyetidir: «Yoksa onu,
(Peygamber) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de, onun benzeri
bir sûre getirin Allah'tan başka, gücünüzün yettiği kimseleri de (yardıma)
çağırın; eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz.»
Bu âyet de, Kur'ân'ı
Peygamber'in kendisi uyduruyor, diyenlere red mahiyetindedir. O, Peygamber de
olsa, netice itibariyle bir insandır. Eğer Kur'ân'ı, bu insanın söylediğine
inanıyorlarsa, onlar da insan olduklarına göre, Kur'ân'dan bir sûrenin
benzerini söylesinler de görelim. Hem, diledikleri kimseleri de, kendilerine
yardım etmeleri için çağırsınlar. Bakalım, nazım yönünden, vezin yönünden,
uslûb ve belagat yönünden Kur'ân sûresinin benzeri mükemmeliyette bir sûre
meydana getirebilecekler mi?
Mekke'de nazil olan
üçüncü tehaddl âyeti, Hûd sûresinde yer almıştır (âyet no. 13). Bu âyette
inkarcılar, on sûreyle tehaddl edilmişlerdir: «Yoksa, Kur'ân'ı (Peygamber)
kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de O'nun gibi on sûre getirin;
hem de düzmece ve uydurma olarak. Allah'tan başka kime gücünüz yetiyorsa,
onları da (yardıma) çağırın; eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz.»
Bu âyette inkarcıların
on sûreyle tehaddlleri, icaz çeşitlerinden birine hâs olarak, bir haberi,
müteaddit uslûblarda getirirken, Kur'ân'ın belagatına denk olan mükemmelliği
de muhafaza etmesine dikkati çekmek içindir. Diğer taraftan, inkarcılardan on
sûre meydana getirmeleri istenirken, bunlardan «düzmece ve uydurma» olarak söz
edilmesiyle de, muhtemeten, Kur'ân'dayer alan peygamberler ve kavimleriyle
ilgili kıssaları ihtiva eden sûrelerin benzerlerini getirmelerine işaret
edilmiş olacaktır.
Yukarıda manâlarına
kısaca temas ettiğimiz üç tehaddî âyetinin yer aldığı İsrâ, Yûnus ve Hûd
sûrelerinin her üçü de Mekke'de birbiri arkasına nazil olmuştur. Buna göre,
Kur'ân'ı inkâr ederek, onun Peygamber tarafından uydurulduğunu iddia edenlerin
müşrikler olduğu anlaşılır. Allah Ta'âlâ, her üç âyetle müşriklere meydan
okumuş ve onların, ne uslûb ve belagat yönünden ve ne de gayba âit verdiği
haberlerle kıssalar ve bunların anlatılışı yönünden Kur'ân'dan bir kaç sûrenin
benzerini bile meydana getirmekten âciz kalacakların! bütün açıklığıyle gözleri
önüne sermiştir.
Bakara sûresinde yer
alan tehaddî âyetine gelince, bu âyette söz konusu edilen şüphecilerin başında
yahudller gelir. Çünkü âyet Medine'de nazil olmuştur ve burada İslâm'ın
karşısında görülen başlıca kuvvet de yahudî dinine mensup olan kimselerdir.
Aslında yahudîler kitap ehlinden oldukları için, İslâm'a müşriklerden daha
yakın olmaları ve kendi peygamberlerine de bir kitap gönderildiği için, Kur'ân'a
daha kolay inanmaları gerekirdi. Fakat onlar, Hazret-i Peygamber'e
inanmadıkları gibi, ona gönderilen Kur'ân'a da şüpheyle baktılar. Münafıkları
da islâm'a karşı diledikleri şekilde kullanıyorlardı. Hattâ müslümanları
şaşırtmak ve şüpheye düşürmek için bir günün sabahında müslüman olduklarını
ilân ederler, aynı günün akşamında da bu dinden vazgeçtiklerini söylerlerdi.
Kurân-ı Kerîm, Al-i İmrân sûresinin 72 nci âyetinde buna işaret ederek şöyle
der: «Kitap ehlinden bir gurup dedi ki: Mü'mirilere indirilen (kur'ân) e günün
önünde îman edin; günün sonunda da (onu) inkâr edin; belki (bu hareketinizle)
onlar da (dînlerinden) dönerler.»
İşte, Allah Ta'âiâ,
başta yahudller olmak üzere Kur'ân hakkında bu çeşit inançsızlık gösteren bütün
insanlara meydan okuyarak şöyle buyuruyor: [30]
23- Eğer kulumuz
(Muhammed) a indirdiğimiz (Kur'ân) den şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir
sûre getirin; (bunun için) Allah'tan başka şâhidlerinizi de (yardıma) çağırın;
eğer sözünüze güvenilir kimseler iseniz-
23-Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm hakkında içlerinde şüphe bulunanlara meydan
okuyarak onları benzeri bir sûre getirmeye davet ederken, âyetin uslûbü
yumuşaktır; fakat bu yumuşaklığa rağmen, kendilerinin davet edildiği iş, onları
köşeye sıkıştırmış, ne yapacaklarını ve ne söyleyeceklerini bilemiyecek hale
getirmiştir. Onlar, Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğundan şüphe mi ediyorlar? Onun,
daha önce hiç şiir söyle-meyen, edebiyatla hiç meşgul olmayan, okuma yazma
bilmeyen ve bu sebepten ümmî olduğu herkesçe bilinen Hazret-i Peygamber
tarafından uydurulup ileri sürüldüğünü mü zannediyorlar? O halde, siz ey
şüpheciler, Peygamber gibi ümmî olanlarınızdan vazgeçtik, fakat tanıdığınız
tanımadığınız, bildiğiniz bilmediğiniz, ne kadar şâir ve edîb varsa, hepsini toplayınız,
bütün imkânları, bütün kolaylıkları onlara temin ediniz; dilediğiniz kadar da
mühlet veriniz ve hep beraber Kur'ân'dan bir sûrenin benzerini, nazım, uslûb,
belagat, gayba âit verdiği bilgiler, dünyaya ve âhirete âit getirdiği hükümler
yönünden aynını yazıp getiriniz. Eğer sözünüzde sâdık, şüphenizde hakhysanız ve
gerçekten Kur'ân'ın ümmî olan Peygamber'in sözleri olduğuna inanıyorsanız, şâir
ve edîblerinizle ondan daha üstününü meydana getirebileceğinize de aklınız
kesiyor demektir. Öyleyse haydi görelim: Kur'ân'dan bir sûrenin benzerini
getirin.
«Kur'ân'dan bir
sûrenin benzerinin getirilmesi» manâsı, müfessirlerin çoğu tarafından, âyette
yer alan min mislihi ibaresinden çıkartılan manâdır. Bu müfessirlere göre, bu
ibaredeki hu zamîri, min mâ nezzelnâ da sözü edilen Kur'ân'a aittir. Buna
göre,/e'rw bi-sûretin min mislihi ibaresinden «Kur'ân'm benzeri bir sûre
getirin» manâsı anlaşılır.
Aralarında dil
âlimlerinin de bulunduğu bazı müfessirler ise, min mislihi ibaresindeki hu
zamirini, âyetteki alâ abdinâ ibaresinin delâlet ettiği Muhammed (s.a.s.) e âit
kılarlar. Buna göre, fe'tü bi-sûretin min mislih ibaresinin man'ası, «kulumuz
(Muhammed) gibi, bir sûre getirin» demek olur. Yani, mademki siz, Kur'ân'dan
şüphe ediyor ve onun okuma yazma bilmeyen, ümmî olan Muhammed tarafından
getirildiğini zannediyorsunuz, öyleyse içinizden ümmîlikte onun gibi olanlar,
bir sûre getirsinler de görelim.
Kur'ân-ı Kerîm'den
şüphesi olanlara, yahut onu açıkça inkâr edenlere karşı kolayca
anlayabilecekleri bir dil ve uslûbta meydan okuyan Allah Ta'âlâ, bu âyetiyle,
bir taraftan Kur'ân'ın bir beşer kelâmı olmadığını idraki kıt insanların
kafalarına sokarken bir taraftan da, sevgili kulu Muhammed (s.a.s.) in
nübüvvetini bir daha isbat etmiş olmaktadır. Çünkü Kur'ân'in beşer kelâmı
oluşunun nefyi, onun, Peygamberi'nin kelâmı oluşunun da nefyi demektir. Bununla
beraber, bu kelâmın, ümmî olmasına rağmen, âyet âyet ve sûre sûre ilk defa
Hazret-i Peygamber'den sudûru, onun
Hazret-i Peygamber'e
vahyedildiğini gösterir. Vahiy ise, ancak Allah'ın peygamber olarak seçtiği
sevgili kullarına nasîb olmuştur. Bu sebeple, Kur'ân'a inanan bir kimse, onun
Hazret-i Peygamber'e vahiy yoluyla indirilmiş olduğuna ve dolaytsıyle
Peygamber'in de nübüvvetine inanmış olur. Kur'ân'dan şüphe eden kimse de,
Peygamber'in nübüvvetinde şüphesi olan kimse demektir. Bundan dolayıdır ki,
Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyette, Kur'ân-ı Kerîm'in şüphe götürmezliğini
kesinlikle beyan ederken, sevgili kulu Muhammed (s.a.s.) e bu kitabt
indirdiğini bildirerek onun nübüvvetine de bir daha işaret etmiş olmaktadır.
O halde, hiç kimse
Kur'ân'dan şüphe etmemelidir. O, Allah'ın Pey-gamber'ine bahşettiği eşsiz bir
mucizedir. Bununla birlikte, ondan yine de şüphesi olanlar varsa, işte meydan,
Peygamber gibi bir sûre getirsinler, Allah Ta'âlâ onların, bunu hiçbir surette
yapamıyacaklarını bildirerek şöyle buyurmuştur: [31]
24. Eğer (bunu)
yapamazsanız -ki asla ya-pamıyacaksınız- o halde kâfirler için hazırlanmış
yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakınınız-
24- Kur'ân'dan şüphe
ettiğinize ve onu Peygamber gibi okuma yazma bilmeyen, hayatında da hiç şiir
söylemeyen bir kimse tarafından uydurulup söylendiğini sandığınıza göre, bu
kitabı küçümsediğiniz anlaşılıyor. İşte size bir fırsat verilmiş ve onun
sûrelerine benzer bir sûre getirmenize müsaade edilmiştir. Haydi bu işi yapmaya
çalışınız. Fakat şunu aklınızdan çıkarmayınız ki, bunu asla ve kat'â
yapamıyacaksınız. Ne siz ve ne de sizin gibi düşünen torunlarınız, kıyamete
kadar bunda muvaffak olamıya-caksınız. Çünkü Kur'ân, sandığınız gibi bir beşer
kelâmı, Peygamber de olsa bir insan sözü değildir. O, ancak Allah'ın sevgili
kulu Muhammed'in nübüvvetine delâlet etmek üzere Allah tarafından vahiy
yoluyla, âyet âyet, sûre sûre gönderilen Allah kelâmıdır. Siz, Allah'la mı boy
ölçüşeceksiniz? Asla! Bunu yapamıyacağınıza göre, artık inadınızdan vazgeçiniz;
şüpheyi bırakınız. Bunda ısrar ederek kâfirlerle bir olmayınız ve kâfirler için
hazırlanan Cehennem ateşinden sakınınız. O, öyle bir Cehennemdir ki, O'nun
tutuşturucusu, çırası, veya kibriti, Allah'a, peygamberlerine, kitaplarına ve
âhiret gününe inanmıyarak kendi elleriyle yaptıkları putlara ibadet eden
insanlarla, işte ibadet ettikleri bu putlarıdır. Onların kendileri ve
«Allah'tan başka taptıkları her şey Cehennem odunudur» (Enbiyâ sûresi, 98).
Eğer siz de şüphenizde inad eder ve kalbinizde Kur'ân'a karşı en ufak bir
şüpheye yer verirseniz, işte bu kâfirlerden farkınız kalmaz ve Cehennem odunu
olursunuz; çünkü kâfirlerin akıbeti budur. Oysa mü'minler ve iyi amel sahiplerinin
durumu böyle midir? Ey sevgili Peygamberim! [32]
25.-İman edenlere ve
iyi iş işleyenlere müjdele ki, onlara, (ağaçları) altından nehirler akan
Cennetler vardır. Orada kendilerine rızık olarak bir meyve verildiğinde «bu,
daha önce bize verilmiş olan meyve» diyecekler. Onlara birbirinin benzeri
(rızık-lar) verilecek. Onların tertemiz eşleri bulunacak ve orada ebedî
kalacaklar.
Bir evvelki âyette,
Kur'ân-ı Kerîm'den şüphe edenlerin, yakıtı insanlar ve taptıkları putlar olan
Cehennem'de, diğer kâfirlerle birlikte acı bir akıbete uğrayacakları apaçık
bildirildikten sonra, bu âyetle de, onların mukabili olan ve Kur'ân'dan
zerrece şüphesi bulunmayan, aynı zamanda Allah'a, Peygamberlerine ve âhiret
gününe de inanarak «mü'min» vasfını kazanan ve iyi amellerde bulunan insanların
nail olacakları mükâfata işaret olunmuştur. Çünkü kâfirlerin akıbetlerini
beyandan sonra, mü'min-lerin mükâfatına İşaret, Kur'ân'ın uslûb özelliklerinden
biridir. İrşad, hem terhlb (korkutma), hem de terğlb (heveslendirme) ile
birlikte faydalı olur. Yalnız terhîb, insanı ümidsizliğe, yalnız terğlb de
ilgisizliğe ve yapılması gerekli olan görevleri umursamazlığa sevkeder. Bu
sebepledir ki, Kur'ân'da kâfirlerin akıbetlerinden bahsedildiği zaman,
mü'minlerin âhi-rette nail olacakları mükâfata da ayrıca yer verilmiştir. Allah
Ta'âlâ, bu mükâfatın mü'minlere iyi amel sahiplerine müjdelenmesi görevini
sevgili ;ulu ve Peygamber1) Muhammed (s.a.s.) e vermiş ve şöyle buyurmuştur: [33]
25- (Ey Muhammed!)
İman edenlere ve iyi is işleyenlere müjdele ki, onlara, (ağaçlan) altından
nehirler akan Cennetler vardır. Orada kendilerine rızık olara k bir meyve
verildiğinde, «buf daha önce bize verilmiş olan meyve» diyecekler. Onlara,
biribirinin benzeri (nzıklar) verilecek. Onların tertemiz eşleri bulunacak ve
orada ebedî kalacaklar.
Görüldüğü gibi, âyet-i
kerîme'de zikri geçen «iman edenler» ve «iyi iş şleyenler», bir önceki âyette
sözü edilen «şüpheciler» in ve «kâfirler» in, ağaçları altından nehirler akan
Cennetler» de «yakıtı insanlar ve taşlar Dİan Cehennem ateşi» nin mukabili
olarak gelmiştir. Buna göre, şüpheci-r ve kâfirler için, nasıl yakıtı insanlar
ve taşlar olan Cehennem hazırlamışsa, îman edenler ve iyi iş işleyenler için
de, ağaçları altından nehirler akan Cennetler hazırlanmıştır.
İmanın taalluk ettiği
esaslar, şüphesiz, nakille gelen ve akılla teyîd olunan bütün sıfatlarıyla
birlikte Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, öldükten sonra
dirilmeye ve ceza gününe ve kaderin hayır ve şerrinin Allah'tan olduğuna
inanmaktan ibarettir.
İyi işler dediğimiz
âmâl-i sâliha İse, Kur'ân'da, yapılması emir ve tavsiye olunan bütün hayırlı
fiil ve hareketlerdir.
Buna göre, yukarıdaki
âyet, şu hususu açıkça ortaya koymaktadır ki, Cennet, biraz önce açıklanan
inanılması gereken esaslara inanmak ve iyi işlerde bulunmak suretiyle nail
olunacak bir yerdir. Çünkü Hazret-i Pey-gamber'in müjdelemekle emrolunduğu
ellezîne'nm delâlet ettiği kimseler, ne yalnız îman edenler ve ne de yalnız iyi
iş işleyenlerdir. Aksine îmanla-nyle birlikte iyi iş sahibi olanlar Cennet
nimetlerine nail olacaklardır.
Her ne kadar bazı
mezhebler, amelin îmandan bir cüz olmadığını, hattâ diğer bazıları, daha da
ileri giderek amel olmasa bile îmanın yeterli olduğu görüşünü benimsemişlerse
de, amel olmaksızın îmanın zayıf olduğu da bir gerçektir. Nitekim selefin
görüşünde iman, kavil ve amelden ibaret olup artma ve eksilme gösterebilir. Bu
bakımdan amel, îmanın meyvesidir. Nasıl, kökü zayıf ve kurumaya yüz tutmuş bir
ağacın meyve vermesi beklenemezse, îmanın zayıf olduğu kişiden de iyi amel
beklemek çok güçtür. Hazret-i Peygamber bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: «...Haberiniz
olsun ki, insan vücudunda bir et parçası vardır, bu et parçası iyi ve sağlam
olursa, bütün vücut da iyi ve sağlam olur; o bozulduğu zaman da bütün vücut
bozulur. İşte bu et parçası kalptir.» (Hadîs metni için bkz. Buhârî, Sahîh, I. 19).
İmanın yeri, karargâhı
kalptir. Kalbin iyiliği ve sağlamlığı, ancak îmanın kemaliyle kalbi doldurmuş
olmasına bağlıdır. Eğer îman kalbe bu şekilde yerleşmiş olursa, vücudun diğer
organlarında iyilik görülür ki, bu, onlardan iyi amellerin sâdır olacağına
delâlet eder. Bu organlardan hiçbir iyi amel sudur etmezse, bu da, kalbin
îmandan tamamiyle hâli (boş) olduğunu gösterir.
O halde Cennet,
kalplerinde îmanları kemal derecesini bulmuş ve dolayısıyle kendilerinden
yalnız iyi ameller sâdır olan kimseler içindir. Cennette ebedîlik bunlara
aittir. Cennet'te rızık olarak bunlara bir meyve, bir nimet verildiğinde, bunun
daha önce dünyada kendilerine verilenin benzen olduğunu göreceklerdir; zaten
onlara verilecek olan her rızık, dünyadakilerin benzeridir; fakat tadları
başka, kokuları başkadır; dünya-dakilerin hiçbirinde bulunmaz.
Cennet'te onlara yiyip
içecekleri nzıklardan başka, her türlü çirkinlikten ve pislikten arınmış
tertemiz zevceler, eşler de verilecek, erkek mü'minlerin kadın, kadın
mü'minlerin de erkek eşleri olacaktır, ve onlar, âhıret saadetine ermiş, her
türlü kaygu ve endişeden uzak kimseler olarak Cennet'te sonsuza kadar
kalacaklardır.
Allah Ta'âlâ,
Kur'ân'dan şüphe edenlerin ve kâfirlerin, yakıtı insanlar ve taşlar olan
Cehennem'de maruz kalacakları elîm akıbete, buna karşılık mü'minlerin ve iyi
amel sahiplerinin Cennette nail olacakları sonsuz mükâfata İşaret ettikten
sonra, tekrar şüphecilere ve kâfirlere dönerek, onların, Kur'ân'ın meselleri
hakkında alaycı görüşlerini reddediyor ve şöyle buyuruyor: [34]
26.-Gerçekte
Allah, bir sivrisineği, hattâ ondan da, küçüğünü mesel olarak îrad
etmekten sakınmaz. İman edenler bilirler ki, o, Rablanndan (gelen) bir haktır.
Kâfirler ise, «Allah bu meselle ne kasdedi-yor? Bununla (güya) çok kimseyi
saptırıyor; çok kimseye de hidayet ediyor» derler. (Oysa Allah) o meselle
fâsıklardan başkasını saptırmaz.
27. (O fâsıklar ki)
teyidinden sonra, Allah'ın ahdini bozarlar; Allah'ın birleştirilmesini
emrettiği şeyi keserler; yeryüzünde fesad-çıkarırlar. İşte asıl hüsrana
uğrayacak olanlar onlardır.
Bu iki âyetin, önceki
âyetlerle irtibatı apaçık görülmektedir. Allah Ta'âlâ, Peygamber'ine indirdiği
Kur'ân'dan şüphe edenlerin akıbetlerine işaret ettikten sonra, şüphecilere ve
Kur'ân'i küçümseyerek onunla alay etmek cür'etini gösterenlere, bu iki âyetle
cevap veriyor ve onların akıbetlerini hüsran olarak bir daha tescil ediyor.
Tefsirlerde gelen
rivayetlerden öğrenildiğine göre, Medine'de bulunan yahudîler ve onların
oyuncağı olan münafıklar, daha önce açıkladığımız «onların durumu, ateş yakan
kimsenin durumu gibidir» ve «yahut, gökten zifiri karanlıklar, gök gürültüsü ve
şimşeklerle birlikte gelen yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir» mealindeki
17 nci ve 19 uncu mesel âyetlerinin, diğer bazı rivayetlere göre de, Kur'ân'da
sinek ve örümceği misal gösteren (Hac sûresi, 73; Ankebût sûresi, 41) âyetlerin
indirilmesi üzerine, «bunlar pek Allah kelâmına benzemiyor; Allah böyle
meseller vermez; O, bunları vermekten çok yücedir» gibi sözler sarfetmişler ve
Kur'ân'dan nazil olan âyetleri küçümsemişler, alaya almışlardı. İşte bundan
sonradır ki, Allah Ta'âlâ, yahudllerin bu davranışlarını reddederek şöyle
buyurmuştur: [35]
26- Gerçekte Allah-
bir sivri sineği- hattaâ ondan da küçüğünü mesel olarak îrad etmekten sakınmaz.
îman edenler bilirler ki, o, Rablan'ndan (gelen) bir haktır. Kâfirler ise,
«Allah bu meselle ne kasde-diyor? Bununla (güya) çok kimseyi saptırıyor; çok
kimseye de hidayet ediyor» derler. (Oysa Allah), o meselle, fâsıklardan
başkasını saptırmaz.
26- Yahudilerin ve
münafıkların, Kur'ân'da gelen mesellerle İstihzaları, aslında onları bahane
ederek Kur'ân hakkındaki inançsızlıklarını ortaya koymaktan başka bir manâya
gelmez. Oysa meseller, düşünen ve ibret almasını bilen insanlar için pek çok
hikmetler getirmiştir. Meselâ Hac sûresinin 73 üncü âyetinde, bir sinek söz
konusu edilerek şöyle denilmiştir: «...Sizin Allah'tan başka (ilâh olarak)
isimlendirdiğiniz (putlar), bir sineği bile yaratamazlar; hepsi bunun için
biraraya gelseler bile (bunu yine yapamazlar). Sinek onlardan bir şey kapsa,
bunu ondan geri alamazlar.»
Sinek, ne kadar küçük
ve hakir görülen bir hayvan olursa olsun, onu da diğer mevcudatın yaratıcısı
olan Allah yaratmıştır. Hattâ sinekten daha küçük, gözlerin bile görmekten âciz
kaldıkları canlıları da yaratan Allah'tır, O halde, insanların küçük ve hakir
gördükleri, önem vermedikleri başka hangi canlı varlık vardır ki, onu Allah'tan
başkası yaratmıştır da o sözde yaratıcıyı Allah'a eş ve ortak koşup ilâh
mertebesine yükseltiyorlar; sonra da hakir gördükleri bu canlıyı Allah'ın misal
vermesini alaya alıyorlar?
Oysa inanan ve
akıllarını kullanmasını bilen kimseler, Kur'ân'da zikredilen bu mesellerden,
Allah'ın kudretini daha kolay anlamak imkânını bulurlar. Çünkü bu meseller,
insanı düşünmeye ve onlardan ibret almaya sevkeder. Nitekim Allah Ta'âlâ,
Kur'ân-ı Kerlm'in bir âyetinde şöyle buyurmuştur: «İşte meseller! Biz onları
insanlar için zikrediyoruz; âlim olanlardan başkası onlan anlamaz» (Ankebût
sûresi, 43). «Alim olanlar», şüphesiz, akıllarını doğru yolda kullanmasını
bilen ve inanmış olan kimselerdir. Nitekim üzerinde durduğumuz âyette, Allah
Ta'âlâ, bu meselleri inananların «Rabları'ndan gelen bir hak olarak» kabul ettiklerini
beyan etmiştir. O halde Kur'ân'da, insanlara ibret olacak ve onlara doğru yolu
gösterecek mesellerin gelmesinde kâfirlerin istihzalarına sebep olacak hiçbir
şey yoktur, ve Allah Ta'âlâ da bu çeşit meselleri Irad etmekten elbette çekinmez.
Ayette zikredilen ve
bizim «çekinmez» yahut «sakınmaz» manâsıyle ifade ettiğimiz kelimenin masdarı
olan istihyâ, iugatta haya etmek, utanmak manasınadır- Ancak kelimenin Allah
Ta'âlâ hakkında bu manâda kullanılmış olması mümkün bulunmadığı cihetle, onun,
terketmek, ictinâb etmek, imtina etmek (çekinmek, sakınmak) gibi manâlarda
kullanıldığını kabul etmek gerekir. Buna göre, «Allah mesel îrad etmekten
ictinâb etmez; yahut imtina etmez; yahut korkmaz; yahut mesel îradını
terket-mez» demek gerekir ki, hepsi de aynı manâya gelir.
İman edenler, Kur'ân-ı
Kerîm'de gelen meselleri, Rabları'ndan gelen bir hak olarak kabul ettikleri
halde, kâfirler, Allah'a, Peygamber'ine ve Kur'ân'a inanmayanlar, bu meselleri
alaya alarak «Allah bunlarla ne kasdediyor? Aslında bunlarla insanları bölüyor,
sözde çoğunu dalâlete sevkediyor, çoğuna da hidayet ediyor» derler. Bu gibi
sözler, şüphesiz, kâfirlerin Kur'ân hakkındaki inançsızlıklarının bir neticesi
olarak onlardan sâdır olmaktadır. Çünkü inançsızlık, yahut hakkı inkâr, onların
tabiatında-dır. Başka türlü davranmaları elbette mümkün değildir.
Burada, kâfirlerin bu
meseller hakkındaki sözlerini aksettiren bu âyetin manâsı üzerinde,
müfessirler arasında bir görüş ayrılığı bulunduğuna işaret etmek gerekir,
Müfessirlerin çoğu, sadece, «Allah bununla ne kasdediyor?» sözünün kâfirlere
âit olduğunu, bu sözü takip eden «onunla çok kimseyi dalâlete, çok kimseyi de
hidayete sevkeder» ibaresinin ise, kâfirlerin sözüne karşı Allah'ın cevabı
olarak geldiğini söylerler. Türkçe Kur'ân meallerinde de bu görüşe yer
verilmiştir. Meselâ Hasan Basri Çantay merhum, mealinde âyeti şöyle
manâlandırmıştır: «...Kâfirler ise, Allah bu misal ile ne murad etmiştir?
derler. Allah onunla bir çoğunu şaşırtır; yine onunla bir çoğunu yola getirir.
Onunla /âşıklardan başkasını şaşırtmaz.»
Aralarında dil
âlimlerinin de bulunduğu bazı müfessirler ise, bizim de tercih ettiğimiz görüşe
meyletmişler ve ikinci ibareyi de kâfirlerin sözlerinden sayarak meali şöyle
vermişlerdir: «..Kâfirler ise, Allah bu misal ile ne murad ediyor? Onunla
(güya) bir çoğunu şaşırtıyor, bir çoğuna da hidayet ediyor, derler. Oysa Allah
onunla /asıklardan başkasını şaşırtmaz.»
Kanaatımızca bu manâ,
gerçeğe daha yakındır. Çünkü «bu misal ile birçoğunu şaşırtıyor...» ibaresinin,
Allah'ın kâfirlere cevabı olduğu kabul edilirse, bu sözün, âyetin sonunda yer
alan «bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz» sözüyle tam bir uyum sağlamadığı
anlaşılır. Halbuki meselleri bahane ederek Kur'ân'la istihza eden ve «Allah
bununla (gûyâ) insanların çoğunu şaşırtıyor, çoğuna da hidayet ediyor» diyen
kâfirlere karşı Allah Ta'âlâ'nın «Allah, bununla fâsıklardan başkasını
şaşırtmaz» manâsında cevap vermiş olması akla daha yakındır. Şüphesiz, doğruyu
en iyi bilen Allah'tır.
Burada dikkat edilmesi
ve yanlış anlaşılmaması gereken bir nokta daha vardır. Ayetin sonunda Allah
Ta'âlâ'nın, mesellerle, ancak fâsıkları dalâlette bırakacağı beyan edilmiştir.
Bu, onların yalnız meseller sebebiyle dalâlette kalacakları manâsında
değildir. Aslında fâsıklar yalnız mesellerle değil, fıtrat-ı Asliyelerine
aykırı bir davranış içinde bulundukları, akıl ve idraklerini kullanıp hak yolu
seçmedikleri, kendilerini bu yola irşad etmek için gönderilen Peygamber'e ve
Kur'ân'a inanmadıkları ve nihayet bu menfi davranışlarında inad ve İsrar ettikleri
için, Allah onları istedikleri dalâlete sevketmiştir. Meseller ise,
sapıklıklarının yüzlerine vurulmasına sebep olduğu için, onların kin ve
gayızlarını daha çok artırmıştır. Ayetten de anlaşıldığı gibi, bu mesellerle
istihza etmeye kalkışmaları da bu yüzdendir. Nitekim daha sonraki âyette, Allah
Ta'âlâ, onların dalâlette bırakılmalarının başlıca üç sebebini fâsıkları tarif
ederek açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [36]
27- (O fâsıklar ki)
teyidinden sonra Allah'ın ahdini bozarlar; Allah'ın birleştirilmesini
emrettiği şeyi keserler; yeryüzünde fesad çıkarırlar. İşte, asıl hüsrana uğrayacak
olanlar bunlardır.
27- Görüldüğü gibi,
Ayette fâsıklann üç ayrı sıfatına işaret edilmiş ve bu sıfatlarıyle
akıbetlerinin hüsran olduğu tescil olunmuştur. Bu üç sıfat sıra-sıyle
şunlardır: Allah'ın ahdini bozmak; Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi
kesmek; yeryüzünde fesad çıkarmak.
1) Fâsıklar, Allah'ın
ahdini bozmuşlardır; Ahd, anlaşma, sözleşme manâsına gelir. Ahde vefa, verilen
sözü tutmak, ondan dönmemek demektir.
Allah Ta'âlâ insanları
yarattığı zaman, onlara, akıl idrak ve his vererek, bunların yardımıyle bütün
mevcudatın bir Hâlık'ı bulunduğunu, ondan başka Hâlık, ondan başka Mabûd
olmadığını bilip anlamalarını istemiştir. Böylece Allah Ta'âlâ ile, kendisini
tanıyacak kulları arasında bir ahid vücud bulmuştur. Ayrıca Allah Ta'âlâ,
kullarının akıl ve idraklerinin Allah'ın kanunlarını kolayca kabul edebilecek
bir fıtrat üzere yaratmak, sonra da reddi mümkün olmayan delillerle Peygamber
göndererek onları irşad etmek suretiyle bu ahdi teyîd ve takviye etmiştir. O
halde insan için, Allah'ın teyidinden sonra, artık bu ahde sâdık kalarak onun
gereğini yerine getirmekten başka yapacak başka bir şey yoktur.
Fakat, insanların
çoğu, akıl ve idraklerini, yaratılış gayesinin dışında kullanarak, Allah'ın
mahlûkatı hakkındaki kanunlarının dışına çıkmışlar ve böylece, onun teyîd ve
takviyesine rağmen aralarındaki ahdi bozmuşlardır.
Akıl ve idrakin,
yaratılış gayesi dışında kullanılması, aslında onların varlıklarını yitirmesi
ve yok olması demektir. Nitekim Allah Ta'âlâ, Araf sûresinin 179 uncu âyetinde,
insanların çoğunun Cehennem için yaratıldığına İşaret ettikten sonra «Onların
kalpleri vardır, bunlarla idrak etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler;
kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar, dört ayaklı hayvanlar gibidir;
hattâ daha sapıktırlar, onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir» buyurmuştur.
Eğer bir insanda kalp
var, fakat idrak etmezse; göz var, fakat görmezse; kulak var, fakat işitmezse,
bunların varlığıyle yokluğu arasında ne fark bulunur? Yahut insan, yalnız
gerçeği anlamak, görmek ve işitmek için bunları kullanmazsa, onların kendisine
ne faydası olur?
İşte, insan, Allah'ın
kanunlarını bilip anlamak ve Peygamber'inin irşadını dinlemek için akıl ve idrakini
kullanmaz ve böylece onları yaratılış gayesinden uzaklaştırarak Allah'ın ahdini
bozarsa, fâsık vasfını kazanır ve kâfir damgasını yemiş olur.
2) Fâsıklar, Allah'ın
birleştirilmesini emrettiği şeyi kesmişlerdir. Yukarıda da açıkladığımız gibi,
Allah Ta'âlâ, insana akıl ve idrak vererek onu mahlûkatın en şereflisi
kılmıştır. Ayrıca bu akıl ve idrak, Allah'ın emriyle vücud bulan kâinatın
mutlaka bir yaratıcısı bulunduğunu, O'nun bütün fiillerinde tek ve yegâne
olduğunu, eşi, benzeri ve ortağı bulunmadığını kabule müsait bir fıtrat ile
yaratılmıştır. O halde insan, kendisine bir uyarıcı gönderilmemiş olsa bile,
kâinattaki âsâra bakarak Allah'ın varlığını ve birliğini bulup O'na inanmak
zorundadır. Buna inandığı zaman, Allah'ın ahdine sâdık kaldığı gibi, kendisiyle
Allah'ın emri arasındaki bağı da korumuş olur. Oysa Allah Ta'âlâ insanı başıboş
bırakmamıştır. Fıtratının gerektirdiği yönde onu uyarmak için peygamberler
göndermiş, onlara indirdiği kitaplar vâsıtasıyle emir ve yasaklarını insanlara
duyurmuştur. O halde insan, hem Allah'a, hem de peygamberlerine ve onlar
vâsıtasıyle gönderdiği kitaplarına inanmak zorundadır. Bunlara inandığı zaman,
Allah'ın kitabındaki emirleriyle irtibatını korumuş olur. Fakat her kim,
Allah'ın varlığına delâlet eden çeşitli âsârın şehadetine rağmen, Allah'ı ve
sıfatlarını inkâr, yahut Kur'ân'ın doğruluğuna delâlet eden nübüvveti reddederse,
Allah'ın emriyle olan bağlarını koparmış olur. Fâsıklar, bu bağı koparan ve
böylece kâfir vasfını kazanan kimselerdir.
3) Fâsıklar, yeryüzünde
fesad çıkarmışlar, bozgunculuk yapmışlardır: Allah'a, Peygamber'ine ve kitabına
inanmadıkları için, inananlar onların en büyük düşmanları olmuş, bütün
ömürlerini inananlara karşı mücadele etmekle geçirmişlerdir. Mücadele
şekilleri, çok defa, onları Allah'ın yolundan uzaklaştırmak biçiminde olmuş;
bunun için de, dînle ve dînin temelini teşkil eden Kur'ân'la alay etmekten ve
mü'minlerin akidelerinde şüphe uyandıracak dîn dışı inançları bu akaide
sokuşturmaktan çekinmemişlerdir. Fakat hedeflerine ulaşmak için, her şeyden
önce, Kur'ân'ın tesis ettiği İslâm ahlâkını bozmayı birinci plânda ele
almışlardır. Çünkü ahlâk, dînin temelidir; bu temel yıkıldığı anda dîn
kendiliğinden yıkılır.
İşte, bu üç çeşit
sıfatı, kendilerinde birleştiren fâsıklar, dünya ve âhırette hüsrana
uğrayacaklar ve mutlaka Allah'ın rahmetinden mahrum kalacaklardır. Bunların
âhirette maruz kalacakları azâb ise, her türlü tarifin üstündedir. Fakat ne
garibtir ki, çok kimse, Allah, Peygamber ve Kitap tanımayan, bununla beraber
zenginlik içinde ve zevk u sefa âlemlerinde hayat sürdüren bazı insanların,
nasıl olup da dünyada hüsrana uğramadıklarına hayret eder. Oysa, onların
hüsran içinde bulunmadıkları inancı yanlış ve bu inanca dayanan gayret
yersizdir. Zira onların dünyada hüsrana uğramış olduklarını çok kimse anlamasa
bile, üstün fazîlet ve akl-ı selîm sahipleri, bu fâsıkların ne derece zengin
olurlarsa olsunlar, nefislerinin zulmeti içinde bocaladıklarını, manevî bir
darlık İçinde kıvrandıklarını ve ahlâkî bir çöküntü içinde, insanlık sıfatlarını
yok eden bir bayağılık çukurunda mütemadiyen yuvarlandıklarını farketmekte
güçlük çekmezler. Bu çöküntü ve yuvarlanış, ruhî ve bedenî bir takım
hastalıkların belirmesine sebep olmaya başlayınca, dünya nimetlerine karşı
duydukları hırs, daha çok artar ve içlerini kemiren bir sıkıntı haline dönüşür;
rahat hayat, onlar için, bir yorgunluk kaynağı olur. Kısacası zevk almak için
yaptıkları her şey, artık onlara acı bir zehir gibidir. Bütün bunlar hüsrandan
başka nedir?
O halde bu fâsıklara,
bu kâfirlere, herkesin önünde, kendilerini rezil ve rüsvay eden
davranışlarının, dünya ve âhıret hayatlarını hüsrana uğratan bu
inançsızlıklarının sebebini sormak gerekmez mi? Onların, artık
akıllarını başlarına
toplamaları ve gerçeği görme zamanının gelip geçmekte olduğunu anlamaları İcab
etmez mi? İşte, Allah Ta'âlâ, bu davranışları doiayısıyie bir taraftan ihtar,
bir taraftan da, hayret ifade eden bir uslûbla fâsıklara hitap ediyor ve şöyle
buyuruyor: [37]
28. (Ey kâfirler!)
Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz, sizi O diriltti; sonra (yine) O
öldürecek; sonra (tekrar)
diriltecek; sonra da (yine) O'na döndürüleceksiniz.
29. Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için
yaratan, sonra (doğrudan) gökyüzünü
murad ederek (onu) yedi gök halinde (yaratıp) tanzim eden de işte O'dur. Ve O,
her şeyi hakkiyle bilendir.
Allah'ın ahdini
bozarak, birleştirilmesini emrettiği şeyi keserek ve yeryüzünde fesad
çıkararak, açıktan Allah'a isyan eden ve küfür işleyen kimselere karşı
yöneltilen ve aklı başındaki insanları hayret ve dehşete düşürecek bu derece
kötü işleri nasıl yapabiidiklerini bir soru halinde yüzlerine çarpan bu
hitapta, istisnasız her insanın Allah'a inanarak İslâm'ın yoluna girmesi
gerektiği, yaratılışın başından sonuna, bütün safhaları delil gösterilerek
ortaya konulmuştur.
İnsanoğlu nasıl
ölüyken diriltilmiştir; sonra nasıl tekrar öldürülüp tekrar diriltilecek ve
sonra da kendisini öldürüp dirilten Rabbı'nın huzuruna götürülecektir? Bu
dünyayı kim ve niçin yaratmıştır? Sonra niçin başka bir şeyin yaratılışından
önce, hemen yedi tabaka halinde gökyüzü yaratılmıştır? Bütün bu sorular, akıl
sahibi olan her insanın, kendi kendine sorması ve cevabını mutlaka bulması
gereken sorulardır. İnsan, bunları kendi
kendine sorduğu ve
cevabını da verdiği zaman, onun, artık Allah'ı bulmaması ve O'na inanmaması
mümkün değildir. Bununla beraber, Allah'a inanmayan ve O'nu İsrarla inkâr eden
insanlar vardır. O halde bu nasıl iştir? Bu inkarcılar, kendi yaratılışlarına
bakıp düşünmezler mi? Yoktan^ nasıl var olduklarını akıl etmezler mi? Kendi
nefislerine bakmasalar bile, gözlerini etrafa çevirmezler mi? Şu yeryüzü nasıl
meydana gelmiş; şu gökyüzü, güneşi, ayı ve yıldızlarıyla nasıl vücud bulmuş;
bir nizam içinde, hepsi de insanoğlunu menfeatlandırıp duruyorlar, düşünmezler
mi? Eğer bütün bunları düşünüp gerçeği bulmaya yanaşmıyorlarsa, sahip oldukları
akıl ne işe yarıyor? Bu ne kadar hayret edilecek ve hayıflanılacak bir iştir!..
İşte, Allah Ta'âlâ, küfür içinde bocalayan sözde akıl sahiplerine bu soruları
ve akla gelebilecek buna benzer soruları bir «istifham-ı inkârî» ile yöneltiyor
ve buyuruyor ki: [38]
28. (Ey kâfirler!)
Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölüydünüz, sizi O diriltti; sonra (yine) O
öldürecek; sonra (tekrar) diriltecek; sonra da (yine) O'na döndürüleceksiniz.
28- Kâfirlere
yöneltilen bu ilâhî hitapta, Allah'ı inkâr etmenin, illetten salim, hastalığı
bulunmayan sağlam akıllara sığmayacak bir davranış, dehşet verici bir iş
olduğuna «Allah'ı nasıi inkâr edersiniz?» sorusuyla işaret edildikten sonra,
O'na her akıl sahibinin istisnasız inanması gerektiğini isbat edecek deliller
zikrediliyor. Bu deliller, insan denilen varlığın yokken var edilişinden
Allah'ın huzurunda hesap verişine kadar geçen bütün hayat safhalarını özlü bir
şekilde sıralanışından ibarettir. O halde her insan ve bilhassa küfre dalmış,
başına gelecek akıbetten habersiz her gafil, artık akıl ve idrakini işleterek,
şu deliller üzerinde durup düşünmeli ve «ben ölüydüm; yahut ölü gibi, cismi ve
hayatı bulunmayan bir şeydim. Bir gün, baba sulbünde gözle görülmeyen bir
varlık olarak belirdim. Sonra ana karnında, görenlere tiksinti verecek bir kan
pıhtısı ve bir et parçası haline geldim. Sonra bana ruh verildi; canlılık
kazandım ve insan yavrusuna benzemeye başladım. Nihayet gözlerim dünyaya
açıldı; insan oldum» dedikten sonra, kendine şu soruyu sormalıdır: «Ben
ölüyken, yahut ölü gibi yokluk içindeyken, bana kim hayat verdi? Eğer bana bu
hayatı veren, beni yoktan vareden bir yaratıcı olmasaydı, ben kendi kendime var
olabilir miydim?». Bu düşünce içerisinde, kendisine bu sorulan soran
insanın, Allah'ı
bulmaması, yahut bu soruların kendisini Allah'a götürmemesi mümkün müdür?
İnsana verilen bu
hayat, bir gün yine sona erecek, Allah, verdiğini geri alacaktır. İlk insanın
yaratılışından bugüne kadar geçen zaman içerisinde bunun aksi görülmemiş,
ölümden kendisini kurtaran olmamıştır. Allah, yokken varettiği her insana ölümü
taddıracak, sonra onu tekrar diriltecek-tir, ve bu diriliş, artık onun son
dirilişi olacaktır. İlk yaratışta, baba sulbüne gözle görülmeyen bir varlık
olarak düşüren, sonra onu kan pıhtısı, et parçası ve nihayet insan yavrusu
halinej getirip dünya yüzüne salıveren Allah, ölümü taddırdıktan sonra, onu
tekrar diriltmekten elbette âciz kalacak değildir. Evet insan, takdir olunan
günde tekrar dirilecek ve kendisini yaratan Allah'ın huzuruna getirilerek,
dünyada iken kendisine verilen akılla birlikte, sorumlu kılınışının hesabı
sorulacaktır.
İnsan, kendi
yaratıhşıyle ilgili bütün bu deliller karşısında, halâ Allah'ı inkâr edebilir
mi? Bununla beraber delilleri yetersiz bulur, inkârında İsrar ederse, gözünü,
bir de kendi dışına çevirip baksın; önce yeryüzünü, sonra da gökyüzünü
gözetleyip aklını çalıştırsın ve düşünsün: Gördüklerini bir nizam içerisinde
yaratıp istifadesine sunan kimdir? [39]
29-Yeryüzünde ne varsa
hepsini sizin için yaratan, sonra (doğrudan) gökyüzünü murad ederek (onu) yedi
gök halinde (yaratıp) tanzim eden de işte O'dur, ve O, her şeyi hakkıyle
bilendir.
29- İnsan, kendi
yaratılışı üzerinde durup düşündüğü kadar, içinde yaşadığı şu âleme de göz
çevirip bakmalıdır. Nitekim yukarıdaki iki âyet, düşünebilen akıllara, önce
insanın, sonra da yeryüzüyte gökyüzünün yaratılışına işaretle bu yolu göstermiş
ve ancak bu yolun, Allah'ın varlığı ve birliği inancına götüren en emin bir yol
olduğunu ortaya koymuştur. Bu bakımdan insanın, önce kendine, sonra da dış
âleme yönelip bakması ve gördüğü şeylerin nasıl vücûd bulduğunu düşünmesi
gerekir: Yeryüzünün ve yeryüzünde bulunan her şeyin, sonra gökyüzünün ve
gökyüzünde bulunan her şeyin, bir yaratıcı olmadan, kendi kendine vücûd bulması
mümkün müdür? Bütün bunların bir yaratıcısı olması gerekirken, insanın halâ
Allah'ı inkâr etmesi düşünülebilir mi?
Allah'ın yarattığı
nimetler sayılamtyacak kadar çoktur. Daha önce üzerinde durduğumuz ve açıklamasını
yaptığımız 22 nci âyette de bildirildiği gibi, yeryüzü, üzerinde korunup rahat
edilebilecek bir döşek, gök de onun üzerine koruyucu bir çatı yapılmış, sonra
da gökten indirilen suyla çeşit çeşit rızıklar yaratılmıştır. Fakat
yeryüzündeki nimetlerin hepsi, elbette sadece gökten indirilen suyun getirdiği
nzıklardan ibaret değildir. Bugün insan, aklını kullanarak yerin altından çeşit
çeşit madenler, gazlar ve sıvı maddeler çıkarmasını bilmiş ve bunları çeşitli
sahalarda kullanarak hayatını kolaylaştırmak ve rahatlatmak imkânları elde
etmiştir.
Evet, yeryüzünde, şu
anda sayılması mümkün olmayan ne kadar nimet varsa hepsini Allah yaratmıştır.
Ancak, insanın, şu soruyu da kendi kendine sorması gerekir: Allah, bütün bu
nimetleri neden ve niçin yaratmıştır? Bu sorunun cevabı, yukarıdaki âyette
apaçık belirtilmiş ve «yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur»
denilmiştir. Evet, her şey sizin için, yani insanlar için yaratılmıştır. Ayette
geçen bu sizin için sözü üzerinde dikkatle durmak gerekir; çünkü bu sözde,
insanın ne derece yüksek ve şerefli bir mevkie sahip bulunduğunu gösteren derin
bir manâ vardır. Bu manâyı, Kur'ân'ın başka âyetlerinde de görmek mümkündür:
Meselâ Câsiye sûresinin 13 üncü âyetinde «Göklerde ve yerde ne varsa hepsini
sizin emrinize verdi»; Mü'min sûresinin 61 inci âyetinde «İçinde dinleneniniz
diye geceyi, görüp (çalışasınız) diye gündüzü sizin için yaratan Allah'tır»;
İsrâ sûresinin 70 inci âyetinde «Adem oğullarını şerefli kıldık; onları karada
ve denizde taşıdık; güzel (yiyeceklerle) rızıklandırdık ve yarattıklarımızın
hepsinden çok üstün kıldık» buyurulması ve Fâtır sûresinin 39 uncu âyetinde ve
diğer bazı sûrelerde insanın yeryüzünde «halife» yapıldığının açıklanması, onun
Allah katındaki bu üstün mevkiini gösteren delillerdendir.
Evet, yeryüzünde ne
varsa, hepsi de «insan için» ve insanın onlardan faydalanması için
yaratılmıştır. Yaratılan şey ne olursa olsun, ondan faydalanma «sizin için»
sözünden anlaşılan ve anlaşılması tabii olan bir manâdır. Fakat bu sözden
anlaşılan bir manâ daha vardır ve insanların asıl üzerinde durmaları gereken
manâ da budur. Bu manâ, yeryüzünde ne varsa, hepsinin de, insanların onlara
bakarak akıllarını başlarına almaları, düşünmeleri ve neticede Allah'ın
varlığına ve birliğine inanmaları için yaratılmış olmasıdır. Ayetteki «sizin
için» sözünün bu manâsı, «{Ey kâfirler!) Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?»
mealinde gelen bir evvelki âyetin manâsına da uygun düşmektedir. Buna göre,
Allah Ta'âlâ kâfirlere hitaben buyuruyor ki: Yerde ve gökte ne varsa, hepsini
de, sizin düşünüp ibret almanız ve Allah'ın varlığına inanmanız için yaratan
Allah'tır. Öyleyse ey kâfirler, gözünüzün önünde Allah'ın varlığına delâlet
eden, yaratılmış bu kadar şey varken, nasıl olup da O'nu halâ inkâr
edebiliyorsunuz?
Allah Ta'âlâ, yalnız
yeryüzünü ve yeryüzünde bulunan şeyleri mi yaratmıştır? Göğü yedi tabaka
halinde yaratan da O'dur. Güneşi, ayı ve yıldızlariyle ona bir nizam vermiş ve
yeryüzünde yarattığı canlıların hayatlarını devam ettirebilmelerini sağlamak
için, onları göğe ve göğün nimetlerine muhtaç kılmıştır.
Yer ve gök, bu nizam
içerisinde vücûd bulurken, hiçbir şey tesadüfi olmamış, her şey Allah'ın
iradesi ve bilgisi dahilinde yaratılmıştır. Zaten O'nun iradesi olmasaydı, ne
bir şey vücûd bulur, ne de her şeyi ihata eden ilmi bulunmasaydı, bu âlemde
nizam olurdu. Nitekim Allah Ta'âlâ yukarıdaki âyette kasd ve iradesine delâlet
etmesi için istevâ ile's-semâ'i buyurmuştur. Zira Allah Ta'âlâ, bir şeyi
yaratmayı murad ettiği zaman, onu yaratmaya yönelmesi, O'nun aynı anda başka
şeyleri de yaratmayı irade etmesine ve yaratmasına engel olmaz. Bununla
beraber, ibareden anlaşılan manâ odur ki, Aüah Ta'âlâ, yeryüzüyle birlikte
göğü yaratmayı murad ettiği zaman, o anda bir başka şeyin yaratılmasını
kasdetmemiştir.
Ancak, arzın mı, yoksa
semânın mı daha önce yaratıldığı hususunda, müfessirler arasında bir görüş
birliği yoktur. Esasen bu husus, Kur'ân-ı Kerim'de de açıklanmamıştır. Bazı
müfessirler, bu âyette arzın daha önce yaratıldığına işaret bulunduğunu ileri
sürerlerken, diğer bazı müfessirier de, başka âyetlere istinaden, semânın
arzdan önce yaratıldığını açıklamaya çalışmışlardır. Kanaatımızca bu konunun
münakaşa edilmesine lüzum yoktur. Biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, Allah
Ta'âlâ'nın bir şeyi yaratmayı murad etmesi ve onu yaratması, aynı anda bir
başka şeyi de yaratmayı murad edip onu yaratmasına engel teşkil etmez. Bu
itibarla, diyebiliriz ki, Allah Ta'âlâ, arzı yaratmayı murad ettiği anda,
semânın yaratılmasını da murad etmiş ve ikisi birden aynı anda vücûd bulmuş
olabilir. Bu takdirde arz ve semâdan herhangi birine yaratılış yönünden öncelik
vermeğe gerek kalmaz. Fakat şurası muhakkaktır ki, ister yer olsun ister gök
olsun, her ikisi de, insan İçin ve insanın faydalanması için yaratılmıştır. Her
ikisi de, ne yarattığını ve ne için yarattığını en iyi bilen Allah Ta'âlâ'nın
eseridir. İnsanoğlunun idrakinden âciz kaldığı bu eşsiz nizam ve intizam da
bunun en kesin delilidir. O halde insan, bütün bunlara bakarak ve aklını
kullanıp düşünerek, onların yaratıcısı olan Allah'a inanmak zorundadır. Sağlam
aklın gereği budur ve O'nu inkâr, akıl sahibi insanın işi değildir. O halde ey
kâfirler, Allah'ı inkârınızda halâ niçin direniyorsunuz?
Allah Ta'âlâ, akıl
sahiplerinin düşünce sahasını genişletmek ve onlara inanç yollarını göstermek
için yerin ve göğün yaratılışından sonra,
insanlığın doğuşunu da
değişik bir uslûb İçinde anlatıyor ve şöyle buyuruyor: [40]
30.-Rabb'ın meleklere
«Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» dediğinde, (onlar): «Orayı ifsad edecek
ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın; biz Sana ham-dederek noksan
sıfatlardan Seni tenzih, kemal sıfatlarıyle tavsif edip duruyoruz?» demişlerdi.
(Rabb'ın da onlara:) «Sizin bilmediğiniz şeyleri, şüphesiz, ben daha iyi
bilirim» demişti.
31- (Allah) bütün
isimleri Adem'e öğretmiş, sonra onları meleklere göstererek «eğer sözünüzde
doğru iseniz, bunların isimlerini bana bildirin» demişti.
32- (Melekler de)
demişlerdi ki: (Rabb'ımız), S/en'i tenzih ederiz. Sen'in öğrettiğinden başka
bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz (her şeyi) en iyi bilen, hakim olan ancak
sensin.
33.- (Bunun üzerine,
Allah Adem'e) «Ey Adem! Bunların
isimlerini meleklere bildir» deyip de Âdem isimleri onlara bildirince demişti
ki: Ben size göklerin ve yerin sırlarını muhakkak daha iyi bildiğimi, sizin
açıkladığınız ve gizlemiş olduğunuz şeyleri de (keza) daha iyi bildiğimi söylemedim
mi?».
34. Meleklere «Adem'e secde edin» dediğimizde,
secde etmişlerdi de yalnız İblis dayatıp kibirlenmiş ve (böylece) kâfirlerden
olmuştu.
35. Demiştik ki: «Ey
Âdem! Sen ve eşin Cen-net'e yerleşin ve dilediğiniz yerde O'nun nimetlerinden
bol bol yeyin. (Ancak) şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden
olursunuz. ,
36. Ne var ki şeytan, onları oradan
uzaklaş-tırmış ve içinde bulundukları (o rahat) durumdan çıkarmıştı. Biz de
(onlara) «birbirinize düşman olarak inin; yeryüzünde (belirli) bir zamana kadar
sizin için yerleşebileceğiniz bir mekân ve geçinebileceğiniz bir nimet
bulunacaktır» demiştik.
37. Bundan sonradır
ki, Âdem Rabb'ından bazı sözler alıp (O'na yalvarmıştı da), O da onun tövbesini
kabul etmişti. Zaten tövbeleri kabul ederek bağışlayan yalnız O'dur.
38.- (Onlara şöyle)
demiştik: «Hepiniz oradan inin. (Bundan sonra) size ben'den bir rehber gelir
de kimler ben'im rehberime uyarsa, artık onlar için hiçbir korku yoktur,
mahzun olacaklar da onlar değildir».
39. «Âyetlerimizi
inkâr edip yalanlayanlar ise, işte onlar, Cehennem ateşinin dostlarıdır ve
orada ebedî kalacaklardır».
Görüldüğü gibi, bu
âyetlerin hepsi de, bundan önceki âyetler gibi, insanı küfür ve isyandan uzak
tutarak iman ve itaatta devam etmelerini sağlamak için, Allah'ın ona verdiği
sayısız nimetleri gözler önüne sermiştir. Bu nimetler, Allah Ta'âlâ'nın,
meleklerine «yeryüzünde bir halîfe yaratacağını» bildirdiği ilk âyetteki «halife»
tabiri içinde en derin manâsıyle toplanmış bulunmaktadır. Çünkü «halife»
kelimesi, birisi adına işleri idare eden, tasarrufta bulunan, nizam ve intizamı
sağlayan ve bu maksatla kanun ve kaideleri yerinde tatbik eden kimse manâsına
gelir. Ancak halîfenin bütün bu işleri yapabilmesi için bazı yeteneklere sahip
olması gerekir. Bu yetenekleri ilim ve kudret olmak üzere başlıca iki sıfat
üzerinde toplamak mümkündür. Buna göre Allah Ta'âlâ'nın, yeryüzünde yaratmayı
murad ettiği halife, bu İki sıfatla mücehhez olmasını takdir ettiği
varlıl-demektir. Yani Allah Ta'âl'a, halife olarak yaratacağı insana, kendi sonsuz
ilminden ve sonsuz kudretinden bir nebze bahşederek onun yeryüzünde halifelik
yapmasını, kendisiyle ilgili işleri idare etmesini ve kene menfaatine uygun
tasarruflarda bulunmasını temin edecektir.
Allah Ta'âlâ'nın bu
muradı, O'nun murad ettiği şekilde gerçekleşme ve insan, kendisine verilen ilim
ve kudret sayesinde, yeryüzünde gerçek ten bir halife olmuştur. O halde, bu iki
sıfat, yani ilim ve kudret, Allah'ı insana bahşettiği iki büyük nimettir ve
insan bu nimetlere karşılık Allah' dâima şükretmek zorundadır. Şunu da
unutmamak gerekir ki, bu iki nimet, aslında insana bahşedilen başka nimetlerin
de birer semeresidir. Eğer görme, işitme ve iradeye bağlı çeşitli hareket
kabiliyetleriyle bunlardan düzenli bir sonuca ulaşılmasını sağlayan akıl ve
düşünce, insana verilmemiş olsaydı, o ne ilim ve kudret sahibi olur, ne de
Allah'ın yeryüzünde halîfesi olmaya lâyık bulunurdu. Onun içindir ki, halife
olarak yaratılan insan, kendisini halîfe olmaya lâyık kılan bir çok sıfatlarla
teçhiz edilmiştir, ve bunların hepsi de Allah'ın ona ihsanıdır. Öyleyse Allah'ı
inkâr eden kâfirin küfründen, yahut O'nu zikrinden uzak tutan gafilin
gafletinden vazgeçmesi ve sayısız nimetlerine karşılık O'na şükretmesi gerekmez
mi? Bu soru, yukarıda zikrettiğimiz âyetlerin «(Ey kâfirler!) Allah'ı nasıl
inkâr edersiniz?» mealindeki âyetle olan irtibatını açık bir şekilde gösterir.
Çünkü insana bahşedilen nimetlerin birbiri arkasından zikredilmesi, onun
Allah'ı inkâr etmesini değil, O'na şükretmesini gerektirir.
Daha sonraki
âyetlerde, meleklerin, yeryüzünü ifsad edecek ve kan dökecek olan insanın,
orada halife kılınacağını öğrenmeleri üzerine, gizle-yemedikleri şaşkınlığa
karşı, Allah Ta'âtâ'nın yeryüzü hakkında onu nasıl geniş bir ilimle mücehhez
kıldığı ve meleklerine ona secde etmelerini emrederek onu nasıl yücelttiği
anlatılmıştır. Meleklerin, Rablannın emriyle insana secde etmeleri, buna
karşılık şeytanın kibirlenerek bu emre uymaktan çekinmesi, sonra da,
zevcesiyle birlikte Cennet'te yerleşmiş olan Adem'i yanıltarak Allah'ın
yasakladığı ağaca yaklaşmalarını sağlayıp günah işlemelerine sebep olması,
insanı, bir nizam içerisinde yeryüzündeki hilâfet makamına doğru adım adım
yükselten basamaklardır. Aklını kullanabilen insan, bu basamaklarda, Allah'ın o
sonsuz ve değişmez iradesinin nasıl tecelli edip gerçekleşme yoluna girdiğini
müşahede etmekte güçlük çekmez. Çünkü Allah Ta'âlâ Âdem'i yaratmış ve eşiyle
birlikte ona Cennet'te bir mekân vererek diledikleri şekilde onun nimetlerinden
faydalanmalarını istemiş, yalnız bir ağaca da yaklaşmamalarını emretmiştir.
Eğer Âdem, şeytanın iğvâ (kandırma) Sina kapılmayıp o ağaca yaklaşmasaydı,
acaba ne olurdu? Şüphesiz, Cennet'ten tardını gerektiren bir günahın işlenmemiş
olması dolayısiyle, Âdem eşiyle birlikte bulundukları yerde kalırlar ve
dolayısiyle yeryüzü hilâfeti de gerçekleşmezdi. Oysa Allah Ta'âlâ, onu
yeryüzünde halîfe yapmak için yaratmıştı ve O'nun iradesini engelleyecek hiçbir
şey olamazdı. Takdir, şeytanın Adem'i iğvası, Âdem'in Cennet'ten kovulması ve
böylece yeryüzü hilâfetinin gerçekleşmesiyle tecelli etmiştir.
Fakat akıl sahipleri
için asıl üzerinde durulması ve ibret alınması gereken husus, bu bir kaç âyet
içinde zikredilen olaylar zincirinin, insanoğlunun, dünya hayatını aksettiren
bir ayna oluşudur: Cennet'te Âdem'e ve eşine musallat olarak onları günah
işlemeye sevkeden ve böylece Cennet'ten tardedilmelerine sebep olan şeytan,
yeryüzünde halîfe olan insanın ve insanoğlunun artık dâima peşinde ve onları
dâima günah işlemeye sevkedecek bir gayretin içinde, insanoğlu da, onun
iğvasına kapıldığı anda bu günahı işlemek istidadındadır. Cennet'in günah
ağacı, dallarıyle budaklarıyle, insana yeryüzünde haram kılınan bütün fiil ve hareketleri
gösterir. Âdem, bu ağaca yaklaşarak günah işlemiş ve Cennet'ten
tarde-dilmiştir. Fakat kendisine açık bırakılan tövbe kapısından girerek
Rabb'ın-dan af ve mağfiret dilemesini bilmiş, Rabb'ı da onun günahını
bağışlamıştır. Yeryüzünde şeytanın iğvasına kapılarak çeşitli fiil ve
hareketlerle günah işleyen insanoğlu için de bu kapı dâima açıktır. Fakat
insan, her şeyden önce, kendisine rehber olarak gönderilen Peygamber'in
yolundan gitmek ve şeytanın iğvasından korunmak zorundadır. Bu rehberin yolundan
gitmeyen ve şeytanı kendisine rehber edinen kimsenin ebediyen kalacağı yer ise,
Cehennem olacaktır.
İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyetleriyle, insanoğluna Âdem'in bu kıssasını anlatırken, yeryüzü
hayatına âit bir ibret tablosunu da onun gözleri önüne sermiş bulunmaktadır.
Âdem'in kıssası, insanoğlunun kendi kıssasıdır ve bundan ibret almasını bilmesi
lâzımdır. İbret alabilen kimse, yine de Allah'ı inkâr eder, O'nun emirlerine
karşı gelir mi? Bu soruyu biraz daha açıklık getirmek için, yukarıdaki âyetleri
ayrı ayrı ele alıp üzerlerinde durmak gerekir:
[41]
30.-Rabb'ın meleklere
«Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» dediğinde (onlar): '«Orayı ifsad edecek
ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın; biz sana hamdederek, noksan
sıfatlardan seni tenzih, kemal sıfatlanyle tavsif edip duruyoruz» demişlerdi.
(Rabb'ın da onlara:) «Sizin bildiğiniz şeyleri, şüphesiz, ben daha iyi
bilirim» demişti.
30- Daha önce de
işaret ettiğimiz gibi «halife» kelimesi, birisi adına işleri idare eden,
tasarrufta bulunan, kanun ve nizâmnâmelere uygun olarak nizam ve intizamı
sağlayan kimselere verilen bir addır. Nitekim bu kelime* halk dilinde, Hazret-i
Peygamber'in vefatından sonra, sırasıyle Ebû Bekr; Ömer, Osman ve Ali (r.a.)
nin halife seçilmesiyle şöhret kazanmış ve bunlara Halîfetu| Resûlillah
(s.a.s.) (Hazret-i Peygamberin halifesi) veya Hulafa-i Râşidln denilmiştir.
Bundan anlaşılıyor ki, bu halifelerden her biri, devlet ve millet işlerini
Hazret-i Peygabber'e vekâleten ve onun adına yürütmüşler, ister vahye dayalı
olsun, ister olmasın, onun tarafından vazolunan kanun ve nizamları tatbik
etmişlerdir.
Halife kelimesinin bu
manâsı gözönünde bulundurularak denebilir ki, Allah Ta'âlâ, yeryüzünde bir
halife yaratacağını duyurduğu zaman, orada, kendisine vekâlet edecek, emir ve yasaklarını
tatbik ederek nizamı ve intizamı sağlayacak, kısacası, yeryüzünün hâkimiyetini
eline teslim edecek bir varlığı,yani insanı murad etmiştir. Bunun için ona
cüz'1 de olsa akıl vermiş, kudret ve irade vermiş. Çünkü hiiâfet işlerinin
bunlar olmaksızın yürütülmesi mümkün değildir. Nitekim insan, Allah'ın
yeryüzünde halifesi olarak, kendisine bahşedilen bu nimetlerle oranın hâkimi
olmuş, toprağını, suyunu, havasını dilediği şekilde tasarruf ederek onlardan
faydalanmıştır. O halde, insanoğlunun, yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğunu,
O'nun adına yeryüzünün hâkimi bulunduğunu düşünerek O'nun emir ve yasaklarına
uyması ve O'nun kanunları çerçevesi İçinde hareket etmesi gerekir. Aksi halde,
kendisine verilen hilâfet vazifesini sûistimal etmiş olur.
Allah Ta'âlâ,
yeryüzünde tam bir vazife şuuru içerisinde kendisine vekâlet edecek böyle bir
insan yaratmayı murad ettiğini meleklerine haber verince, onlar, «biz hamdinle
seni teşbih ve takdis edip dururken, orayı ifsad edecek ve kanlar dökecek
kimseler mi yaratacaksın?» demişlerdi. Meleklerin bu sözü, onlardan, Rab'larına
karşı, yaratacağı insan için bir itiraz değildi. Belki Allah'ın mahlûkatmdan
olmaları dolayısıyle, yaratılması murad olunan insana karşı bir hayret
ifadesiydi. Bu hayret, meleklerin yeryüzünde, yaratılacak insan hakkında az da
olsa, sahip oldukları bilgiden ileri geliyordu ve bu bilgi de, onlara elbette
Allah tarafından bahşedilmişti. Çünkü Allah onlara, bir halife yaratacağını ve
yeryüzünün hâkimiyetini onun eline teslim edeceğini haber vermişti. Hiç
olmazsa melekler «ha(1fe»tabirinden böyle bir hâkimiyet manâsını ve bu manâ
içerisinde, zaman zaman, şehvet ve hırsın insan nefsine galebe çalabileceğini,
bunun da, yeryüzünün ifsadına ve kan dökülmesine sebep olabileceğini
anlamışlardı. Belki de melekler, yaratılması murad edilen halife hakkında
hiçbir önbilgiye sahip değildiler ve Allah Ta'âlâ onlara bir halife yaratacağını
haber verince, oniar bunun sırrını ve hikmetini sorup öğrenmek için Rab'larına
böyle demişlerdi. Hangi manâ kabul edilirse edilsin, şurası muhakkaktır ki,
Allah Ta'âlâ, kendisiyle melekleri arasındaki bu muhavereyle, yaratılan her
mahlûk hakkındaki sebep ve hikmeti sorup araştırmanın caiz ve bü konuda bazı
şeyler öğrenmenin mümkün olduğunu ve buna rıza gösterdiğini insanlara
öğretmiştir.
Âyet-i kerîme'nin
değişik bir uslûbü vardır. Allah Ta'âlâ'nın melekleriyle konuşması, onlara,
yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirmesi, meleklerin buna cevapları ve
nihayet, Allah'ın, onların bilmedikleri şeyi daha iyi bildiğini beyan ederek
onlara verdiği cevap, bu uslûbü oluşturur.
Allah ile melekleri
arasındaki bu muhavere, şüphesiz, bizim idrakinden âciz kaldığımız bir hikmete
dayanır. Çünkü Allah'ın bir halife yaratacağını meleklere bildirmesi, onlarla
istişarede bulunması manâsında değildir; çünkü bu, Allah için muhaldir.
Meleklerin, yeryüzündeki yaratılacak insanların orada fesad çıkarıp kan
dökeceklerini söylemeleri de, Allah Ta'âlâ'nın fiiline karşı bir itiraz olamaz.
Çünkü melekler, «Allah'a, emrettiği şeylerde isyan etmeyen ve sadece
kendilerine emrolunam yapan» (Tahrlm sûresi, 6) itaatkâr varlıklardır. O halde
âyet, bu yönden, zahirine göre manâlandırılmasi mümkün olmayan
müteşabihattandır. Bu sebepledir ki, ilk müfessirler, âyeti tefsire
çalışmamışlar, daha sonraki müfessirler ise, çeşitli şekillerde tevil
etmişlerdir. Ancak tevil, Allah Ta'âlâ'nın, âyetten muradını belirtmekten çok
tevili yapanın görüşünü aksettirdiği için, âyetle ilgili değişik tevilleri
burada zikretmekte herhangi bir fayda yoktur. Bununla beraber, şu hususa
işaret edilebilir ki, Allah Ta'âlâ, yeryüzünde halife olarak yaratacağı insanın
fıtratında orayı ifsad edecek ve kan dökecek bir özelliğin bulunduğunu
meleklerinin ifadesiyle haber vermiş olmaktadır. Nitekim daha sonraki
âyetlerden de anlaşıldığı gibi, bu özellik, ancak şeytanın yolundan giden
insanoğiunda bütün açıklığıyle ortaya çıkmış ve insan, gerçekten yeryüzünü
ifsad etmiş ve pek çok kan dökmüştür. Meleklerin bilgisi dâhilinde ve onların
dilleriyle ortaya konan bu gerçek, elbette bir hikmet gereği olarak Rab'ları
tarafından onlara talim edilen sınırlı bir bilginin sonucudur ve her mahlûk
gibi melekler de bu hikmeti anlamaktan âcizdirler. Nitekim Allah Ta'âlâ,
meleklerin bu hikmeti araştırmaya varan sorularına karşılık «sizin bilmediğiniz
şeyleri şüphesiz ben daha iyi bilirim» sözüyle onların acizliklerini ortaya
koymuştur.
İnsanın halife olarak
yaratılışına taalluk eden bu hikmetin bilinip anlaşılmasında, insanoğlu da
melekler kadar âciz kalmış olsa bile, onun halife olmasını sağlayan bazı sıfatlarla
teçhiz edilerek meleklerden üstün kılındığına şüphe yoktur. Nitekim müteakip
âyetlerde Allah Ta'âlâ bu gerçeği tam bir açıklıkla ortaya koymuş ve şöyle
buyurmuştur: [42]
31- (Allah), bütün
isimleri Adem'e öğretmiş,
sonra onları meleklere
göstererek «eğer sözünüzde doğruysamz, bunların isimlerini bana bildirin»
demişti.
32- (Melekler de)
demişlerdi ki: (Rabb'ımız!)
Seni tenzih ederiz-
Sen'in öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz (her şeyi) en iyi
bilen, hakim olan ancak sensin.
33.-(Bunun üzerine
Allah Adem'e) «Ey Adem! Bunların isimlerini meleklere bildir» deyip de, Adem
isimlerini onlara bildirince demişti ki: «Ben size, göklerin ve yerin sırlarını
muhakkak daha iyi bildiğimi, sizin açıkladığınız ve gizlemiş olduğunuz şeyleri
de (keza) daha iyi bildiğimi söylemedim mi?».
31- Allah Ta'âlâ
yeryüzünde bir halîfe yaratacağını beyan buyurduğu zaman, Adem'in ve
Ademoğlunun, yahut başka bir tabirle insanın, meleklerden ve diğer
varlıklardan daha çok halife olmaya lâyık bir istinad ile techîz edildiği bu
meallerden açıkça anlaşılmaktadır. Fatiha sûresinin ilk âyetini açıklarken de
işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, yarattığı âlemleri, Rahman ve Rahim
sıfatlarıyle sonsuz nimetine garkederken, onlar üzerinde tecellî eden
rubûbiyetiyle de onları en güzel şekilde terbiye etmiş ve akıl sahiplerine
kendisinden başka hamdile teşbih olunmaya lâyık bir ilâh bulunmadığını
göstermiştir. Bu terbiyede insan, diğer varlıklara oranla en büyük payı almış
ve böylece, yeryüzünün hâkimi ve halîfesi olmaya hak kazanmıştır.
İnsanı diğer
varlıklardan ayıran ve Allah'ın yeryüzündeki halîfesi ve dolayıstyle oranın
hâkimi yapan en büyük özelliği, akıl ve onun semeresi olan ilim sahibi
oluşudur. İnsan, en çok bu özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılmış ve onların
çok üstünde bir mevki kazanmıştır. Ona bu aklı, sonra da dâima gelişmeye ve
ilerlemeye müsait olan bu ilmi Allah Ta'âlâ bahsetmiştir. Nitekim yukarıdaki
âyette, bütün isimlerin Âdem'e öğretilmiş olmasıyle ilgili beyan, bu gerçeğe işaret
eder.
Allah Ta'âlâ'nın
Âdem'e öğrettiği ve hakkında ilim sahibi yaptığı bu isimler, bütün
müfessirlerin görüş birliği içinde açıkladıklarına göre, insanoğlunun
yeryüzünde karşılaşabileceği ve hayatının devamını sağlamasında kendisinden faydalanabileceği
her şeydir; çünkü bunların biribir n-den ayırt edilmesi, ancak her birine ayrı
ayrı isim verilmesiyle mümkün olur ve âyette «isim» kelimesinin kullanılışı da
bu sebeptendir; zira «isini», dâima müsemmâya, yani verildiği şeye delâlet eder
ve her şey, kendisine verilen isimle bilinir. Nitekim insan, karşısındakine
«elma» denilen meyveden sözederken, onu eline alıp «işte bu meyve» demek
yerine sadece «elma» ismini söymekle yetinir ve bu isimle, eline alıp göstermek
külfetinden kurtulduğu meyveyi kasdeder. Buna göre, yukarıdaki âyetten anlaşılan
manâ odur ki, Allah Ta'âlâ, insanoğlunu yeryüzünde halîfe olmaya lâyık bir
istidadla mücehhez kılmak için -ister bazı müfessirlerin söyledikleri gibi
tedricî olarak, ister diğer bazılarına göre bir ânda- ona bütün eşyayı
öğretmiş, ayrıca bunları biribirinden ayırmak ve her birinden dilediği gibi
faydalanmak için ihtiyaç duyduğu kudret ve kabiliyeti de vermiştir. İnsan,
böyle bir kudret ve kabiliyetle techîz edilirken, halifelik şeref ve itibariyle
de yüceltilmiştir. Bu yücelik, aynı eşyanın meleklere gösterilip isimlerinin
sorulması üzerine, onların verdikleri cevapta bütün açıklığıyle görülür. Zira
Âdem, eşya hakkında sözü edilen ilim ve kudretle mücehhez kılınırken, melekler
bu eşyayı tanımaktan âciz kalmışlardır. Esasen Allah Ta'âlâ'nın eşyayı
meleklere gösterdikten sonra «bunların isimlerini bana bildiriniz» emrinde,
onların kendilerine hâs ilim ve marifetlerinin genişliğine rağmen, hilâfet
makamı olarak tayin edilen yeryüzü hakkındaki ilmî aczlerinin kendilerine
gösterilmesi gibi bir hikmetin bulunduğu anlaşılmaktadır. Nitekim âyetin
sonunda yer alan «eğer sözünüzde doğruysamz» ifadesi de buna delâlet eder:
Allah Ta'âlâ, bununla meleklerine buyuruyor ki: İnsanın yeryüzünde halife
olmasında sizi dehşete düşürecek, yahut onun buna lâyık olmadığını gösterecek
bir şey varsa, ve bu husuta içinize bir şüphe girmişse, haydi size gösterdiğim
şu eşyanın isimlerini bana bildiriniz. Fakat hayır; siz bu eşyanın esrarını
bilemezsiniz; bunlar hakkındaki bilgi yalnız insana verilmiştir; yalnız o, bu
hususta kudret ve kabiliyetle mücehhez kılınmıştır ve dünyada halife olmaya
yalnız o lâyıktır. [43]
32- İşte, Rab'iarından
gelen bir hitap üzerinedir ki, melekler: Rabb'ımız! Seni tenzih ederiz; sen in
öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi en iyi bilen,
hakim olan ancak sensin, demişlerdir.
Meleklerin Rablarına
karşı yönelttikleri bu sözde, halîfe hakkında sordukları sorunun, sadece sebep
ve hikmetini öğrenmek arzusuna dayalı bir merakın bulunduğu anlaşılır. Ayrıca,
meleklerin şu itirafından da
. açıkça görülür ki,
Allah Ta'âlânın ilmini hiç kimse ihata edemez ve O bir şey öğretmeden hiç kimse
o şeyi bilemez. Her şeyi en iyi bilen ve ilmi her şeyi ihata eden ancak O'dur.
Keza bu itirafta, meleklerin, yeryüzünde bir halîfe yaratilmasıyie iiigili
ilâhî iradenin sebep ve hikmetini Allah'a tefviz (bırakmak) manâsı da vardır.
Buna göre, meleklerin sözünü şu manâda anlamak mümkündür: Rabb'ırnız!
Yeryüzünde yaratacağın halîfenin sebep ve hikmetini sormakta kusur ettik; çünkü
sen, yarattığın ve yaptığın şeyleri en iyi bilir ve onları hikmetle yaparsın.
Sen'i noksan ilimden, kusurlu hikmetten tenzih ederiz. Bize gösterdiğin eşyanın
isimlerini sen öğretmedikçe bizim bilmemiz mümkün değildir. Yarattıklarını en
iyi bilen ve yaptıklarında hikmet sahibi olan ancak sensin. Yeryüzünde bir
halife yaratacığım murad etmendeki sebep ve hikmeti de, şüphesiz en iyi sen
bilirsin. [44]
33- Allah Ta'âlâ,
meleklerin bu tenzîh ve teşbihinden sonra, Âdem'in yeryüzü hilafetine daha
lâyık olduğunu onlara göstermek için Âdem'e hitap etmiş ve: «Ey Adem! Eşyanın
isimlerini meleklere bildir» demiştir. Âdem isimleri onlara bildirilince de:
«Ben size, göklerin ve yerin sırlarım, muhakkak, daha iyi bildiğimi, sizin
açıkladığınızı da, gizlemiş olduğunuz şeyleride keza daha iyi bildiğimi
söylemedim mi?» demiştir.
Allah Ta'âlânın, önce
Âdem'e sonra da meleklere yönelttiği bu hitaba, insanın diğer mahlukâta
nisbetle çok daha şerefli bir mahlûk olduğuna, ilmin de Allah katında ne
derece üstün sayıldığına açık bir işaret vardır. Çünkü melekler Allah'a en çok
İbadet eden varlıklardır. Bununla beraber, Allah Ta'âlâ, yei yüzündeki hilâfete
melekleri değil insanı lâyık görmüş ve onu halîfe yapacağını bildirmiştir.
Hilâfetin şartı ve hattâ esası ilimdir, ve insan bu yönden meleklerden
üstündür. Nitekim melekler, kendilerine gösterilen eşya hakkında bilgilen
olmadığını açıkladıkları halde, Âdem, Allah'ın kendisine bahşettiği ilim
sayesinde meleklere bu eşyayı bildirmiş ve kendisinin meleklerden üstün
olduğunu göstermiştir.
Adem'in yeryüzünde
halîfe olarak seçilmesindeki hikmet, melekler tarafından elbette bilinmiyordu,
ve bu sebepten kendilerini hilâfete daha lâyık görüyorlardı. Halbuki Allah,
onları bu iş için seçmiş olsaydı, hem kâinatın sırrına vâkıf olmadıkları, hem
de insana nisbetle farklı bir yaratılışa sahip olmaları dolayısıyle, yeryüzünde
bulunan şeylerden hiçbirine ihtiyaç duymayacakları için, insanın yeryüzünde
yapmaya muktedir olduğu işlerden hiçbirini yapamıyacaklardı. Oysa yeryüzünün
imarı ve hayatın devamı için insanın ve insanoğlunun yeryüzünde yaptığı işler
ne kadar çoktur!?
İşte, Allah Ta'âlâ bu
hikmete binâen insanı yeryüzünde hatife olarak seçmiş ve yarattığı hiçbir şeyin
abes olmadığını, meleklerin «yeryüzünü ifsad edip kan dökecek kimse mi yaratacaksın?»
diyerek açıkladıkları; yahut «Allah, bizden daha üstün bir varlık yaratmaz;
onun için yeryüzünde
halîfe olmaya biz daha
lâyığız» diye düşünüp de açıklamadıkları şeyleri daha iyi bildiğini meleklere
bir defa daha hatırlatmıştır.
Allah Ta'âlâ, insanın
bu üstün mevkiini ve yeryüzünde halîfe olmaya ondan daha alâyık bir varlık
bulunmadığını bildirdikten sonra, bu şerefi tescil etmek ve meleklerin «ifsad
edici ve kan dökücü» olarak nitelendirdikleri insandan özür dilemelerini
sağlamak için onlara Âdam'e secde etmelerini emrederek şöyle buyurmuştur: [45]
34-Meleklere «Âdem'e
secde edin» dediğimiz de secde etmişlerdi de, yalnız İblis dayatıp kibirlenmiş
ve (böylece) kâfirlerden olmuştu.
34 -Meleklerin,
insanların ilk mümessili olan Âdem'e secde etmekle em-rolunmalannda insanın
meleğe nisbetle daha faziletli bir varlık olduğunu gösteren açık bir işaret
vardır. Evet, meleklere, Âdem'e secde etmeleri emroiunmuştur ve melekler de ona
secde etmişlerdir. Onların bu secdelerinde, insanı tebcil ve tazîm manâsı
vardır. Onun şerefini yüceltmek, faziletini itiraf etmek gayesi mevcuttur.
Ancak burada şunu hemen belirtmek gerekir ki, bu secde, bir ibadet secdesi
değildir; zira ibadet, ancak Allah'a yapılır.
Lugatta secde, huzû ve
inkıyad, yanı boyun eğmek ve teslim olmak manâsına gelir. En büyük tezahürü,
alın yere gelecek şekilde yüzüstü kapanmaktır. Şeriat dilinde, Allah'a ibadet
manâsında kullanıldığı gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetlerinin de delaletiyle,
emirlere boyun eğmek, tebcil ve tazim etmek, yüceltmek manâlarında da
kullanılmıştır. Meleklerin ÂdenVe,Yakûb ve evlâdının Yûsuf'a (Yûsuf sûresi, 1
oo), nebatların ve ağaçların Allah'a secdeleri (Rahman sûresi, 6) bu manâda,
yani tebcil ve tazîm manâsındadır. Buna göre, meleklerin Âdem'e secde etmeleri,
ilâhî emre uymaları yönünden Allah'a ibadet,htlâfet makamına lâyık görülen
insana da, bu makama mütenasip olarak hürmet ile hizmet arzı ifade eder.
Melekler, Allah'ın
emrine uyarak, açıkladığımız bu manâda Âdem'e secde ettikleri halde, İblis bu
secdeden kaçınmış, böylece Rabb'ıntn emrine karşı gelerek kâfirlerden
olmuştur.
Melek, gayb âlemine
mahsûs, hakikatini bilmediğimiz ruhani bir varlıktır. Kur'ân-ı Kerîm'in bazı
işaretlerinden de anlaşıldığı gibi, çeşitli sınıfları vadır ve her bir
sınıf.kendine ait işlerle görevlendirilmiştir. Şerîat dilinde hakkın, iyinin,
güzelin ve hayırlı işlerin ilhamı dalma meleklere isnad edilmiştir. Nitekim
Meryem sûresinin 17 nci âyetinde Allah Ta'âlâ «Meryem'e insan suretinde
görünen ruhumuzu gönderdik» buyurduğu ve bu ruhun ona «ben sana günahlardan
uzak bir oğlan vermesi için Rabb'ının bir elçisiyim» dediği bildirilir ki, bu
âyetlerde, Meryem'e oğlan müjdesiyle gelen ruhun melek olduğunda hiçbir ihtilâf
yoktur.
İblîs ise, o da
melekler gibi gayb âleminin ruhani bir varlığıdır ve onun hakkında da hiçbir
bilgimiz yoktur. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm'in Kehf sûresinde (âyet 50) «Meleklere,
Adem'e secde edin dediğimizde onlar secde etmişlerdi de İblis etmemişti; o
cinden idi ve Rabb'ının emrinden dışarı çıkmıştı» denilerek İblîs'in cin
taifesinden olduğuna işaret edilmiştir.
İblîs'in, Rabb'ının
emrine karşı gelerek Âdem'e secde etmemesi, kibirlenmesi ve kendisini Âdem'den
üstün görmesi sebebiyledir. Nitekim secde kıssasını daha geniş bir şekilde
nakleden Araf sûresinde İblîs, secde etmemesinin sebebini şöyle açıklamıştır:
«Ben Âdem'den hayırlıyım, (Çünkü) beni ateşten yarattın; Adem'i ise topraktan
yarattın» (âyet 12)
İblîs'in hem cin
taifesinden oluşu ve hem de ateşten yaratılışı, onu meleklerden ayıran başlıca
özelliği olsa gerektir. Zira meleklerin aslî unsuru hakkında Kur'ân'da açık
bir nass mevcut değilse de, bazt haberlerden, onların nurdan yaratıldıkları
öğrenilmektedir. Meselâ Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîste, Hazret-i
Peygamber şöyle buyurmuştur: «Melekler nurdan yaratıldı. Cin de alevli bir
ateşten yaratıldı. Âdem ise, size vasfolunan şeyden yaratılmıştır», (Hadîsin
metni için bakz. Müslim, Sahih, IV.2294).
Bununla beraber,
İblisin de meleklerden olduğunu, çünkü secde emrinin meleklerle birlikte ona da
yöneltildiğini söyleyen müfessirier vardır. Diğer taraftan, cinlerle
meleklerin, birbirinden ayırt edilmelerine yardım edecek açık bir delil de
mevcut değildir. Ne var ki, Kur'ân-ı Kerîm'de melekler, «Allah'a, emrettiği
şeylerde isyan etmeyen ve sadece kendilerine emrolunam yapan» itaatkâr
varlıklar olarak nitelendirildikleri halde, cin taifesinden olduğu açıklanan
İblis, bilindiği gibi, Rabb'ının emrine karşı gelmiş ve kâfirlerden olmuştur.
Keza Hazret-i Peygamber'den rivayet olunan sahih hadîslerden, cin taifesinden
bir kısmının mü'min ve müsiü-man, bir kısmının da kâfir olduğunu ve bunlara
şeytan denildiğini öğreniyoruz ki, bu da cinlerin ve meleklerin ayrı varlıklar
olduklarını göstermeye yeterlidir.
İblîs kibirlenerek
Allah'ın emrine itaat etmemiş ve bu sebepten kâfirlerden olmuştur. İblîs'in
kâfirlerden olması, kendisini Âdem'den üstün ve hayırlı görüp Allah'ın secde
emrine uymaması sebebiyledir. Secde emrinin vukuundan önce, İblisin herhangi
bir sebepten dolayı Rabb'ına isyan ettiğini ve küfür işlediğini gösteren
herhangi bir delile sahip değiliz.
Kur'ân-ı Kerîm'de buna
dâir bir nass gelmiştir. Bu sebeple, âyetin son ibaresini, bazı türkçe
meallerde görüldüğü gibi «zâten İblîs kâfirlerden idi» şeklinde manâlandirmak
hatalı olacaktır. İblisin kâfirlerden sayılmasına, secde emrine uymaması sebep
olduğuna göre, melekler secde ettikleri halde, «İblis dayatıp kibirlendi ve
(«böylece, yahut bu sebepten) kâfirlerden oldu» demek akla daha uygun
görünmektedir.^
Allah Ta'âlâ'nın secde
emriyle sânı yüceltilen Âdem, Cennet'in mutena bir köşesine de yerleştirilmek
suretiyle sânına lâyık bir itibara kavuşturulmuştur. Allah Ta'âlâ bu konuda
şöyle buyurur: [46]
35-Demiştik ki: «Ey
Âdem!'Sen ve eşin Cennet'e yerleşin ve dilediğiniz yerde O'nun nimetlerinden
bol bol yeyin. (Ancak), şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz.
35 -Allah Ta'âlâ,
yeryüzünün halifesi olmasını murad ettiği Adem'i, eşiyle birlikte Cennet'e
yerleştirmiş ve onlara Cennet nimetlerinden bol bol faydalanmalarını bildirmiş,
yalnız bir ağaca yaklaşmaktan ve meyvesini yemekten onları menetmiştir.
Âdem'in ve eşinin
yerleştiği bu Cennet, acaba nasıl bir Cennet'tir ve nerededir? Bu Cennet,
kıyamette, Allah Ta'âlâ'nın mü'minlere vadettiği, ağaçlan altından ırmaklar
akan ebedî saadet yeri midir, yoksa, Âdem'in halîfe olmak üzere yaratıldığı
yeryüzünün Cennet'e benzer köşelerinden biri midir? Zira Cennet
keiimesijugatta, bağlık bahçelik yer manâsında da kullanılmıştır. Kur'ân-ı
Kerîm, Âdem ve eşinin yerleştiği bu Cennet hakkında açıklayıcı bilgi
vermemiştir. Bu sebeple müfessirier arasında, bu konuda tam bir görüş birliği
yoktur. Bazı müfessirlere göre, Âdem'in ve eşinin yerleşerek nimetlerinden bol
bol faydalandıkları, buna karşılık yaklaşmaktan ve meyvesini yemekten
menolundukları ağacın bulunduğu Cennet, Allah Ta'âlâ'nın kıyamet günü mü'minler
için hazırladığı dâru's-sevâb adiyle de anılan Cennet'tir, ve yeryüzünden ayrı
bir yerdedir. Ancak, onun nerede olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez.
Âdem'in, şeytanın iğvasına kapılıp ağaca yaklaşması ve bilinen günahı işlemesi
Üzerine, Allah Ta'âlâ'nın «Birbirinize düşman olarak (Cennef ten) inin;
yeryüzünde belirli bir zamana kadar sizin için yerleşebileceğiniz bir mekân
' ve geçinebileceğiniz
bir azık bulunacaktır» buyurması da buna delâlet eder. Bu âyette, hem «inme»
tabiri (hubût) kullanılmış, hem de :.ıilecek
yer, «yeryüzü» olarak
zikredilmiştir. Buna göre, ilk yerleşme noktası yer-. yüzü dışında bir yer
olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer bu Cennet'ten
maksat, yeryüzündeki bir bahçe olsaydı, iniş (hubût) ten söz etmek mümkün
olmazdı. Diğer taraftan, âyette geçen «Cennet»kelimesinin başındaki elif lâm
harfleri de bu isimle, müslümanlar arasında maruf olan Cennet'in
kasdolunduğuna, onun bağ ve bahçe manâsında umum ifade eden bir manâsı
bulunmadığına delâlet eder. Bu bakımdan âyetin zahiri, Cenne'tin yeryüzü
dışında, Allah'ın takdir ettiği bir yerde bulunduğunu gösterir.
Bazı müfessirler ise,
âyette söz konusu edilen Cennet'in, âhirette mü'minlere vadoiunan Cennet
olmadığını, bunun, yeryüzünde suyu, ağaçlan ve çeşitli güzellikleri bulunan bir
bahçe olduğunu ileri sürerler. Onları bu görüşe sevkeden bazı delilleri vardır:
1) Adem, yeryüzünde
halîfe olmak için yaratılmıştır ve yaratıldığı yer de yeryüzüdür. Eğer onun
âhirette mü'minlere vadoiunan Cennet'te yaratılmış olup da bir günah
dolayısıyle yeryüzüne indirildiği kabul edilecek olursa, bu, onun yaratılış
gayesine aykırı düşer. Eğer yeryüzünde yaratılıp sonradan Cennet'e
yükseltildiği ileri sürülürse Kur'ân-ı Kerîm'de, bu derece önemli bir olayı
doğrulayacak hiçbir işaret mevcut değildir.
2) Âhirette mü'minlere
vadoiunan Cennet, yalnız mü'minler içindir ve onlardan başkası oraya giremez.
Eğer Adem'in ve eşinin yerleştirildiği Cennet'in bu Cennet olduğu kabul
edilirse, Âdem'i ve eşini kandırarak yasaklanmış ağaca onların yaklaşmalarını
sağlayan şeytanın bu Cennet'e nasıl girmiş olduğunu izah etmek güçleşir. Zira
şeytan, daha önce Rab-bı'nın emrine karşı gelerek Adem'e secde etmemiş ve
böylece kâfirlerden olmuş, Cennet'ten de kovulmuştu.
3) Âhirette mü'minlere
vadoiunan Cennet, mü'minlerin içinde rahat edecekleri ve nimetlerinden
diledikleri gibi faydalanabilecekleri bir yerdir. Dâru't-teklîf değildir; yani
mü'minlere bazı görevlerin yüklendiği, bazı şeylerin serbest bırakılıp bazı
şeylerin yasaklandığı bir yer değildir. Halbuki burada Âdem'e ve eşine bir
ağaç yasaklanmış, meyvesinden yemelerine izin verilmemiştir.
Netice.itibariyle,
Âdem'le eşinin yerleştirildikleri Cennet'le mü'minlere vadoiunan Cennet'tin
sıfatları, birbirine benzememektedir. Bu sebeple âyette söz konusu edilen
Cennet'in, âhirette mü'minlere vadoiunan dâru's-sevâbtan ayrı bir yer olduğu ve
bunun da yeryüzünde bulunduğu anlaşılır.
Görüldüğü gibi, her
iki görüşü de müdafa eden gurupların kendilerine âit kuvvetli delilleri vardır
ve her iki gurup da karşı delilleri çürütmek için açıklaması uzayıp gidecek
olan cevaplara sahiptir. Fakat bu delil ve cevaplar, ne derece kuvvetli olursa
olsun, müşkilin halline yardımcı olmaktan uzaktır. Bu sebepledir ki, yine bir
çok ehl~i sünnet müfessiri, selefe tâbi olarak, âyet-i kerîme'de sözü edilen
Cennet'in yerini tesbite ve nasıl bir Cennet olduğunu araştırmaya kalkışmamış,
Allah Ta'âlâ bu konuda bize bilgi vermediğine göre, bunu O'ndan başka kimse
bilmez demekle yetinmişlerdir. Kanaatımızca, müşkilin halli bakımından
sığınılacak en doğru görüş de budur.
İşte, Allah Ta'âlâ,
Adem'i ve eşini, adı geçen bu Cennet'e yerleştirdikten sonra, onlara,
«Cennet'in neresinde olursa olsun, nimetlerinden dilediğinizce yeyin; fakat şu
ağaca yaklaşmayın; aksi halde zâlimlerden olursunuz» buyurmuştur. Nimetin
bolluğu ve çeşidi, insanın bu bol ve çeşitli nimetlerden dilediği şekilde
faydalanmak husundaki mutlak hürriyeti, Cennet'e ait başlıca özelliklerdendir.
Bununla beraber, ancak Allah'ın bildiği bir hikmete istinaden bu mutlak
hürriyet, Adem'e kısıtlanmış ve mahiyetini bilmediğimiz bir ağaca yaklaşmaktan
ve onun meyvesini yemekten menolunmuştur.
Menolunan ağacın cinsi
ve mahiyeti, Kur'ân-ı Kerîm'de açıklanmamıştır. Her ne kadar bazı müfessirler,
onun, buğday, üzüm veya incir veren bir bitki olduğunu nakletmişlerse de, bu
hususta kesin bir delil olmadıkça ağacı veya meyvesini tayin etmekte bir manâ
yoktur. Bununla beraber, bu ağaca yaklaşmanın ve meyvesinden yemenin
yasakianma-sındaki hikmet, âyet-i kerlme'den anlaşıldığına göre, insan nefsine
zararlı olduğuna işaretle, insanın bir imtihana tâbi tutularak harama karşı
yaratılı-şındaki temayülün gösterilmesidir. Nitekim Allah Ta'âlâ, yasaklanan bu
ağaca yaklaştıkları takdirde, Âdem ve eşinin zâlimlerden olacağını bildirmek
suretiyle, hem ağacın zararına işaret etmiş, hem de bunu takip eden
âyette/Âdem'in ve eşinin şeytanın îğvasına kapılarak ağaca yaklaşmalarını
Allah'ın emrine karşı gelmek hususunda, insan yaratıiışındaki zayıflığın açık
bir örneği olarak ortaya koymuştur.
Âdem ve eşinin ağaca
yaklaşmaları kendileri için zararlı.olmuşturve bu zarar, nefislerine zulmetmek
şeklinde tecelli etmiştir. Nitekim aynı kıssanın zikredildiği Araf sûresinde de
görüldüğü gibi (âyet 22), Adem ve eşinin «Rabb'ımız, biz nefislerimize
zulmettik. Bizi bağışlamaz ve rahmet etmezsen herhalde hüsrana düşenlerden
oluruz» diyerek tövbe etmeleri de, nefse zulüm şeklinde tecelli eden bu zarara
işaret eder. Çünkü onların fiillerinde, üzerine bir zarann terettüp ettiği bir
kusur vardır ve Adem, Rabb'ına bu kusurdan dolayı tövbe etmiştir.
Âdem'in ve eşinin
yasaklanan ağaca yaklaşmaları ve meyvesinden yemeleri, daha önce Âdem'e secde
etmekten çekinen, kibirlenen ve böylece kâfirlerden olan şeytanın iğva
(kandırma) siyle olmuştur. Nitekim Allah Ta'âlâ, bunu takip eden âyette,
şeytanın bu işini açıkça bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [47]
36- Ne var ki şeytan,
onları oradan uzaklaş-îırmış ve içinde bulundukları (o rahat) durumdan
çıkarmıştı. Biz de, (onlara) «birbirinize düşman olarak inin; yeryüzünde
(belirli) bir zamana kadar sizin için yerleşebileceğiniz bir mekân ve geçinebileceğiniz
bir nimet bulunacaktır» demiştik.
36 Şeytanın, Adem ve
eşinin, yasaklanan ağacın meyvesinden yemelerini sağlamak için başvurduğu
oyuna ve kendilerine verdiği fite, Araf ve Tâhâ sûrelerinde işaret olunmuş ve
ilk iş olarak onlara «Ey Âdem! Seni ebedîlik ağacına ve sonu hiç gelmiyecek
hükümranlığa delâlet edeyim mi?» dediği açıklanmıştır. (Tâhâ sûresi, 12O). Öyle
anlaşılıyor ki Âdem, her ne kadar Cennete yerleştirilmiş ve nimetlerinden
dilediği kadar faydalanmasına izin verilmiş olsa bile, burada ebediyen
kalamıyacaklarını biliyor ve insan yaratılmanın bir sonucu olarak, bol nimet
içersindeki bu rahat hayatın ebedî olmasını arzu ediyordu; bu arzu, onun zayıf
olan insanlık tarafıydı. Şeytan ona bu zayıf tarafından yaklaşmış ve Cennetle
ebedî kalmanın sırrını açıklayacağını söylemiştir. Araf sûresinde şeytanın,
onların bu zayıf taraflarını nasıl kullandığı ve arzularını kamçılayan bu fiti
içlerine sokmak suretiyle, yaklaşmaktan menolundukları ağacın meyvesinden nasıl
yedirmeye muvaffak olduğu açıkça görülür. Şeytan onlara şöyle demiştir:
«Rabb'ınız iki melek, yahut ebedi kalıcılardan olmayasınız diye size bu ağacı
yasakladı» (âyet 20). Şeytanın bu sözü söyledikten sonra, doğru söylediğine
onları inandırmak için bir de yemin etmesi, arzulan istikametinde kolayca
kandırılmaya müsait olan insanî yaratılışın ilk yanılgısını böylece hazırlamış
oldu. Zira şeytanın yemin ederek söylemiş olduğu bu »özün uzantısını tasavvur
ve bu uzantının Âdem ile eşinin arzularına denk düşen bir teklif ile
noktalanmış olacağını tesbit etmek güç değildir. Şeytan, iki melek, yahut ebedî
kalıcılardan olmamaları için bu ağacın yasaklandığını Âdem ve eşine
hatırlattıktan sonra, her halde onlara şöyle demiş
Olacaktır: «Siz» eğer
bu ağacın meyvesinden tadacak olursanız, arzunuza kavuşur ve iki melek olarak
Cennet'in bol nimetleri içerisinde, sonu gelmi-yecek bir hayat yaşarsınız».
Şeytanın bu aldatıcı sözlerine kanan Âdem ve eşi, ebedî hayata kavuşmanın ümîd
ve heyecanı içerisinde Rablarının ikazını unutmuşlar ve o ağacın meyvesinden
yemişlerdir. İşte bundan sonradır ki, Allah Ta'âlâ, onlara bulundukları yerden
yeryüzüne inmelerini emretmiş, ayrıca şeytanla insan arasında sürüp gidecek
birdüşmanlığın takdir olunduğuna işaretle, onlara, yeryüzünü nimetleriyle
birlikte belirli bir süre için yaşayabilecekleri bir mesken kılmıştır.
Âdem ile eşinin ve
onlarla birlikte, hem de düşmanları olarak, şeytanın yeryüzüne
gönderilmelerinden sonra, artık insanın yeryüzü hilâfeti de başlamış olacaktır.
Zira daha önceki âyetlerde de açıklandığı gibi, Allah Ta'âlâ, insanı yeryüzünde
halîfe yapmak için yaratmıştır ve bu halifelik, insan hayatı boyunca, bir
halîfeye bahşedilen akıl ve irade gücünün yettiği nisbette yeryüzünün nizam ve
intizamını sağlayan bir görev olarak onun uhdesinde kalacaktır. Bu görevin
yürütülüşü sırasında, şeytan, şüphesiz, Âdem'le birlikte ve ona düşman olarak
gönderilişinin sebep ve hikmetlerine uygun bir şekilde dâima onun peşinde
olacak ve tıpkı Cennet'te olduğu gibi, onu ve oğullarını kandırmak, doğru
yoldan saptırmak için üzerine düşeni yapacaktır. Çünkü ilâhi hikmet,
yeryüzünün, insan için bir imtihan yeri olması şeklinde tezahür edince, onun,
şeytanın iğvasına kapılmadan Allah'ın gösterdiği yolda, hilâfet görevini
yürütmesini, bu imtihanda başarılı olmanın başlıca şartı saymak gerekir. O
halde bu görüş, tabiî olarak bizi, Adem ve eşinin yeryüzüne işledikleri bir
hata vesilesiyle hilâfet görevinin onların omuzlarına yükletilmesi için, ilâhî
takdîrin tecellî etmesi vaktinin gelmiş olması dolayısıyle gönderildikleri
neticesine götürür. Nitekim bunu takip eden âyette, Âdem'in, şeytana kanarak
işlediği bu hatadan dolayı Rabb'ına tövbe ettiği ve tövbesinin Rabb'ı
tarafından kabul edildiği belirtilerek şöyle denilmiştin[48]
37.-Bundan sonradır
ki, Âdem Rabb'ından bazı sözler alıp (O'na yalvarmıştı da)\ O da, onun
tövbesini kabul etmişti. Zaten tövbeleri kabul ederek bağışlayan yalnz O'dur.
37-Şeytana aldanarak,
yaklaşmaları yasaklanan ağaca yaklaşan Âdem ve eşine, Rablarından gelen
yeryüzüne inme emrinin, nasıl Âdem'in aklını başına getirdiğini ve şeytana
uymakla ne büyük bir hata işlediğinin farkına vardığını bu âyetten kolayca
anlamak mümkündür. Zaten Adem, şeytan gibi Rabb'ına isyan edecek ve her
fırsatta O'nun emirlerine karşı gelecek bir insan olarak yaratılmamıştı. Daha
önce de belirtildiği gibi, o, yeryüzünde Allah'ın halîfesi olmak üzere
yaratılmış ve kendisine, yeryüzünün nizamını sağlamakla görevlendirileceği
bildirilerek bu görevin yürütülmesiyle ilgili fıtrî bilgiler verilmiş ve şanı
yücelsin diye meleklerin kendisine secde etmeleri emrolunmuş bir varlık idi.
Böyle bir yaratılışa sahip olan Âdem'in, şeytan tarafından kandırılmaya ne
kadar müsait olursa olsun, kandırıldığını anlayarak düştüğü hatadan dönmeye ve
kendisini kurtarmaya da o derece muktedir olduğunu, bu yaratılışın bir gereği
olarak kabul etmek icab eder. Çünkü işlenen bir hatayı farketmemek, yahut hata
işlemekte İsrarlı olmak, özel bir görev İçin yaratılan ve diğer yaratılanlar
arasında mertebesi yaratıcısı tarafından yükseltilen bir varlığa yaraşmaz. Bu
sebepledir ki Adem, şeytana kanıp ağaca yaklaştıktan sonra Rabb'ın-dan «şeytan
ve siz birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin» emrini alır almaz, şeytana kanmakla
işlediği hatayı anlamış ve yaratılışında bulunan Rabb'ına tövbe etmek, O'nun af
ve mağfiretini dilemek özelliği ile ve O'ndan alıp öğrendiği bir takım sözlerle
O'na yalvarmış, af dilemiştir. Araf sûresinin 22 nci âyetinde, Adem'in
Rabb'ından aldığı bu söz ve kelimelerle O'na nasıl yalvardığı açıkça görülür.
Âdem af dilediğinde şöyle demektedir: «Rabb'ımıt! Biz nefislerimize zulmettik.
Bizi bağışlamaz vç bize rahmet etmezsen, herhalde hüsrana düşenlerden oluruz»-
Âdem'in bu tövbesi, kendisinden başka tövbeleri kabul edip bağışlama sıfatı
bulunmayan Allah Ta'âlâ tarafından kabul edilmiştir. Bu, yeryüzünün halîfesi
olmaya namzet bir varlık için ilâhî bir lütuf, aynı zamanda, hilâfet görevine
ilk adımını atacak olan bu varlığı, beşeri zâfın sebep olduğu ilk hatadan
tebriye, yahut temize çıkarmadır. Yeryüzünde ilk defa haiîfelik yapacak olan
bir varlığın her türlü kusur ve hatadan arınmış olarak bu göreve başlaması
kadar ilâhi hikmete uygun bir durum elbette düşünülemez. Nitekim bunu takip
eden iki âyette bu manâ açık bir şekilde görülür: [49]
38. (Onlara şöyle)
demiştik: «Hepiniz oradan inin. (Bundan sonra) size ben'den bir rehber gelir
de kimler benim rehberime uyarsa, artık onlar için hiçbir korku yoktur; mahzun
olacaklar da onlar değildir».
39. «Âyetlerimizi
inkâr edip yalanlayanlar ise, işte onlar, Cehennem ateşinin dostlarıdır ve
orada ebedî kalacaklardır».
39- Adem'in şeytana
uyarak işlediği hata dolayıstyle tövbe etmesinden ve Rabb'ının onun bu hatasını
bağışlamasından sonra, yeryüzüne inme emrinin ikinci defa tekrar edilmesi,
halifelik görevinin artık başlama vaktinin geldiğini ona bildirmekten
ibarettir. Âdem'in yaratılışında Allah'ın takdir ettiği bu görev, yine O'nun
takdir ve tesbit ettiği bir vakte kadar, yahut başka bir ifadeyle, yeryüzü
hayatının sona ereceği kıyamete kadar devam edecektir. Bu takdirde, herhangi
bir değişme, herhangi bir gerileme düşünülemez. Her ne kadar şeytanın Âdem'e
musallat olması ve onu yanıltarak bilinen hatayı işlemeye sevketmesi, onun
yeryüzüne gönderilmesinin başlıca sebebi olarak görülürse de, bunu, şeytanın
ona musallat olmaması halinde, onun yeryüzüne gönderilemiyeceği ve hilâfet
görevinin başîamıyacağı manâsında anlamamak gerekir. Çünkü Âdem, yeryüzünde,
Allah'ın halîfesi olmak üzere yaratılmıştır ve onun yaratılmasına sebep olan bu
görev, şeytan ona musallat olmasaydı bile, onun omuzlarına mutlaka
yüklenecekti. Bununla beraber, şeytanın ona musallat kılınması, Adem'in onun
teşvikiyle bilinen hatayı işlemesi, sonra işlediği hatayı anlayarak Rabb'ına
tövbe etmesi ve nihayet Rabb'ının onu bağışlaması, hepsi de ilâhî bir hikmete
dayanır ve bu hikmet, Âdem'in yeryüzünde karşılaşması mukadder olan bir takım
hâdiselere karşı hazırlıklı bulunması ve şeytanın çeşitli oyunları karşısında
tecrübe sahibi olması esasında görülür. Nitekim bu tecrübe sayesinde Âdem,
düşmanını tanımış ve asıl sorumlu kılındığı yeryüzünde onunla nasıl mücadele
etmek zorunda kalacağını öğrenmiştir. Herhalde bu mücadele çok çetin geçecek
ve çetin olduğu kadar da, uzun sürecektir ki, Allah Ta'âiâ onlara yeryüzüne
inmelerini emrettikten sonra, «kimler Benim rehberime uyarsa, onlar için hiçbir
korku yoktur; âyetlerimi inkâr edip yalanlayanlar ise, Cehennem'de dâimi
kalacaklardır» buyurmak suretiyle, bu gerçeğe işaret etmiştir. Buna göre, kim
şeytana kanmaz ve yalnız Rabb'ından gelen hidayet üzerinde olursa, onun için
korku ve hüzün yoktur; kim de şeytanın esiri olur, onun arzuları istikametinde
hareket ederek küfür yolunu seçerse, o da, Cehennem ashabı arasında yer alır.
Bu iki âyet, aynt zamanda,
yeryüzünde halifelik görevi başlamış olan Adem'in, bu göreve şeytana uyarak
işlediği hatanın vebalinden arınmış olarak başladığını da gösterir. Çünkü Allah
Ta'âlâ, bu iki âyetle, insanlık
tarihinin iman ve
küfür yönünden üzerine bina edileceği yegâne prensibi vazetmiş ve kendisinden
gelecek olan hidayete uymayı, dünya ve âhıret hayatının korkutucu akıbetinden
emin kalmanın şartı kılmıştır. Yani insan, korkunç akıbetten kendisini
koruyabilmek ve ebedî saadete kavuşabilmek için, Allah'tan gelen hidayete uymak
zorundadır; aksi halde kendisini bu akıbetten kurtaramaz. Ancak insanın uymak
zorunda kaldığı bu şart, sadece onun sorumlu kılındığı dünya hayatında
geçerlidir. Dünyasını değiştiren insan için, artık bu sorumluluk kalkmış fakat
sorumlu olduğu 'dünya hayatında mezkûr şarta ne derece uyduğunun hesabını
vermek dönemine girmiştir. İşte bu kaidenin, şeytana uyarak işlediği hatadan
dolayı Rabb'ına tövbe eden ve tövbesi kabul edildikten sonra, aslî görevine,
yâni yeryüzü halifeliğine gönderilen Adem için de geçerli olduğuna şüphe
yoktur. O halde Âdem'in, yeryüzüne gönderilişinde ve İlk insan olarak halifelik
görevine başlayışı sırasında, daha önce işlediği hatanın vebalini taşıdığı ve
bundan sorumlu olduğu iddia edilemez. Hele bu vebalin onun çocuklarına ve
asırlar boyu nesilden nesile torunlarına intikal ettiği hiç düşünülemez. İşte
bu noktada, Hıristiyan akaidinin önemli unsurlarından biri olan ve aslî günah
diye adlandırılan bir inancı hatırlatmakta fayda vardır. Bu inanca göre beşeriyet,
İsa (a.s.) nın gelişine kadar Adem'in işlediği günahın vebalini taşıyordu.
İncillerin ifadesine göre, İsâ (a.s.) beşeriyeti bu günahtan kurtarmak için
gönderilmiş ve çarmıha gerilerek kanı ve caniyle bu günahın keffaretini
ödemiştir. Gerçekle hiçbir ilgisi bulunmayan bu inancın, aslında, İsâ (a.s.) yi
farklı görüp gösterme gayretinin bir neticesi olduğuna şüphe yoktur. Zira
Âdem, yukarıda zikredilen âyetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, henüz insan
olarak dünyevî sorumluluk yüklenmeden önce işlediği hatadan dolayı Rabb'ına
tövbe etmiş ve bağışlanmıştır. Bu hatanın Rabbı tarafından bağışlanmadığı
farzedilse bile, Kur'ân-ı Kerîm'in açık hükümleri gereğince, hiç kimse bir
başkasının işlediği günahtan sorumlu değildir. İşte, sadece bu nokta dahî,
İslâm dîninin akla ve mantığa uygunluğunu isbat etmeye yeter bir delildir.
Âdem'in yaratılışı ve
yeryüzüne gönderilişiyle ilgili bu kıssa, 28 inci âyette «Allah'ı hâlâ nasıl
inkâr edersiniz?» hitabına uğrayan kâfirleri uyarmak ve yeryüzünde
bulunuşlarının sebep ve hikmetlerini gözleri önüne sererek ibret almalarını ve
artık Allah'ı inkâr etmekten vazgeçmelerini sağlamak için anlatılmıştır. Son
iki âyet ise, hem Âdem'in yaratılış kıssasının bir neticesi, hem de bütün
insanların önüne serilen başlıca iki tercihin işaretidir. Bu iki tercih
şunlardır: Ya yeryüzünün halîfesi olarak, Allah'ın insana bahşettiği bu ulvî
görevin şerefini korumak ve bunun için Allah'tan gelen hidayete uyarak
kurtuluşa ermek, ya da Allah'ı inkâr ve
âyetlerini tekzîb
ederek Cehennem'in daimî ashabından olmak. İnsan bu iki yoldan birisini tercih
etmak zorundadır. Bunun dışında tercih edebileceği üçüncü bir yol yoktur.
Kur'ân-ı Kerîm, başından sonuna kadar, insanı bu iki tercîh karşısında bırakmış
ve onun kurtuluş yolunu seçmesini sağlamak maksâdıyle, her fırsatta onu
uyarmış, geçmiş millletlerden kıssalar naklederek hak yolda olanların
eriştikleri yüksek mertebeye işaretle, onu bu mertebeye özendirmeye, küfre
dalmış olanların uğradıkları korkunç akıbete işaretle de, onu inkarcılık
yolundan sakındırmaya çalışmıştır.
İşte, Yahudîler..
yahut diğer adiyle İsrail oğulları... Başından beri Allah'ın sayısız
nimetlerine sahip oldukları, çeşitli tehlikelere karşt yine Allah tarafından
korundukları halde, hem kendi Peygamberlerine sırt çevirmişler, hem de okuyup
durdukları kendi kitaplarından bir İslâm Peygamberinin geleceğini öğrenmiş
olmalarına rağmen, bu Peygamber gelince, ona da ihanet etmekten geri
kalmamışlardır. İşte, konunun açıklamaya çalıştığımız bu gelişmesi içinde,
Kur'ân-ı Kerîm geçmiş tarihlerini de hatırlatarak Yahudilere hitap ediyor ve
diyor ki: [50]
40.- Ey israil
oğullan! Size ihsan ettiğim nimetimi hatırlayın; Ben'im ahdimi yerine getirin
ki, bende sizin ahdinizi yerine getireyim. Ve yalnız ben'den korkun.
41-Elinizdeki (Tevrat)
ni doğrulamak üzere indirdiğim (Kur ân) e îman edin ve onu inkâr edenlerin ilki olmayın; âyetlerimi
de yok pahasına değişmeyin. Ve yalnız ben 'den sakının.
42- Hakkı bâtılla
karıştırıp onu bile bile gizlemeyin.
43- Namazı dosdoğru
kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.
44- Siz kitabı okuyup
dururken, kendinizi unutup da insanlara iyiliği mi emredersiniz? Hiç akıl
etmiyor musunuz?
45.Sabrederek ve namaz
kılarak (Allah'tan) yardım dileyin; (ne var ki) bu, huşu duyanların
dışındakilere şüphesiz çok zordur.
46.Huşu duyanlar ise,
Rab'larma mutlaka kavuşacaklarım ve O'na mutlaka döneceklerini bilirler.
Yukarıdaki âyetlerde
görüldüğü ve bundan sonra zikredilecek diğer âyetlerde de görüleceği gibi,
Kur'ân-ı Kerîm, Bakara sûresinin oldukça büyük bir bölümünü Yahudilere tahsis
etmiş ve «Ey İsraii oğulları» hita-bıyle doğrudan doğruya onlara hitap ederek,
onları Kur'ân'a inanmaya ve İslâm'a girmeye davet etmiştir. İsrail, İbrahim
(a.s.) in torunlarından Yakûb (a.s.) un lakabıydı; bu sebepte Yakûb soyundan
gelenlere «İsrail oğullan» denilmiş ve gerek Tevrat'ta ve gerekse Yahudilerin
diğer kitaplarında, çok defa onlardan bu adla bahsedilmiştir. Kur'ân-ı
Kerîm'de de «Ey İsrail oğullan» hitabına sık sık rastlanır.
Bakara sûresinin
Medine'de ilk nazil olan sûre olduğu ve Yahudilerin büyük bir çoğunluğunun
Medine ve civarında yaşadığı gözönünde bulundurulursa, bu sûrede, onlara
hitapla başlayan büyük bir bölümün aynlma-sındaki hikmeti anlamak güç olmaz.
Yahudiler, kendilerine Allah tarafından kitap gönderilmiş, kendi kavimlerinden
birbiri arkasına çıkan bir çok peygambere sahip olmuş en eski milletlerden
birisiydi. Kur'ân-ı Kerîm'de de işaret olunduğu gibi, Allah bu milleti dâima
yüceltmiş, yok olma derecesine geldikleri sıralarda yok olmaktan kurtarmış,
onları diğer bir çok milletlerden üstün kılmıştı. Onlara bahşedilen bu
nimetler, onların diğer kavimlerden daha çok Allah'a şükretmelerini ve
kitaplarında geleceği haber verilen son Peygambere de her kavimden önce
inanmalarını ve İslâm'a girmelerini gerektiriyordu. Fakat durum böyle olmadı.
Yahudiler, Medine'ye hicret eden Hazret-i Peygamber'e inanmak şöyle dursun, ona
ve ashabına düşmanca sırt çevirdiler. Bunun sebebi de, Peygamberlerin, asırlar
boyu, yalnız kendi kavimlerinden gelmiş olması dolayısıyle, son gelecek
peygamberin de, yine kendilerinden geleceğine inanmalarıydı. Oysa Allah,
peygamber yapacağı kimseyi dilediği kavimden seçer; O'nun mutlak iradesi,
elbette kullarının arzu ve hevesleriyie sınırlandırılamaz. Yahudilerin,
kendilerine yine kendi içlerinden çıkmış bir çok peygamber gönderilmesi ve
kitap da verilmiş olması dolayısıyle, bu gerçeği herkesten çok daha iyi
bilmeleri ve bilhassa kitaplarında, geleceği bildirilen son Peygamber'e ve
onunla birlikte gönderilen Kitab'a herkesten önce inanmaları gerekirdi. İşte,
Kur'ân-ı Kerîm, Bakara sûresinin bu bölümünde, Yahudilere bu gerçeği
hatırlatarak onları İslâm'a davet etmiş ve demiştir ki: [51]
40. Ey İsrail oğullan!
Size ihsan ettiğim ni^ne-timi hatırlayın; benim ahdimi yerine getirin ki ben de
sizin ahdinizi yedine getireyim. Ve yalnız benden korkun.
40 Yukarıda da işaret
olunduğu gibi, İsrail, Peygamber Yakûb (a.s.) un lakabıdır ve Yahudiler, Yakûb
(a.s.) soyundan geldikleri için kendilerini «İsrail oğullan» diye
isimlendirirler. Gerek Tevrat'ta ve gerekse diğer kitaplarında umumiyetle bu
isim kullanılmıştır. Kendilerini, İsrail lakabtyle tanınan Yakûb (a.s.) a
nisbet etmeleri ve bu ismi kullanmaları, şüphesiz, bu isimde kendileri için bir
övünç vesilesi bulmuş olmaları dolayısıyledir. Ancak, bir peygamber soyundan
gelmiş olmakla övünürken, o peygambere lâyık evlâdlar olduklarını isbat etmek
de elbet kendilerine düşer. Bunun isbatı ise, Peygamber Yakûb gibi hakka bağlı
olduklarını göstermekle mümkündür. İşte, yukarıdaki âyette Yahudilere hitap
edilirken «Ey İsrail oğullan!» denilmiş olmasında bu hususa ince bir işaret
vardır. Bu, tıpkı âlim bir babanın oğluna, «ey âlim oğlu!», yahut baba, kerîm
bir zât ise, oğluna, «ey kerim oğlu!» diye hitap etmek gibidir ki, bu hitabın
altında söylenmek istenen manâ «ey âlim oğlu! Sen de baban gibi âlim ol!»,
yahut
«ey kerîm oğlu! Sen de
baban gibi kerîm ol!» dur. Kur'ân-ı Kerîm, Yahudî-lere bu manâda hitap ediyor
ve «Ey İsrail oğulları! Sizin için övünç vesilesi olan babanız İsrail gibi
Allah'a itaatkâr sâlih kullar olunuz ve hakka uyunuz; sonra da, size ihsan
ettiğim nimetleri hatırınızdan çıkarmayınız».
Allah'ın Yahudilere
ihsan ettiği nimetler, sayılmayacak kadar çoktur. Mâide sûresinin 20 nci
âyetinde, Musa (a.s.) nın kavmine hitap ederken, bu nimetlerin bir kısmına
işaret ettiği görülmektedir: «Ey kavmim! Allah'ın içinizden Peygamberler
çıkarmak, sizi yeryüzünde hükümdarlar yapmak, dünyalarda hiç kimseye
vermediğini size vermek suretiyle üzerinize bahşettiği nimetlerini
hatırlayın». Keza Araf sûresinin 160 ncı âyetinde, yine Yahudîlere ihsan edilen
nimetler hatırlatılmıştır. Mûsâ (a.s.) nın, Tih sahrasında susuz kalan kavmi
için su arayıp dururken, Rabb'ından aldığı vahiyle asasını taşa vurup su
akıtması, güneşin yakıcı sıcağından, dâima üzerlerinde dolaşan bir bulutla
korunmaları, açlık halinde kendilerine kudret helvası ve bıldırcın
gönderilmesi ve nihayet, yine Araf sûresinin 136 ncı ve daha sonraki
âyetlerinde anlatılan Firavunla olan mücadelelerinde, Firavun ordusunun denizde
helak edilmesi, Yahudîlere ihsan edilen bu nimetlerdendir.
O halde Yahudilerin,
bütün bu nimetleri hatırlayarak Allah'la olan ahidlerini yerine getirmeleri
gerekir. Bu ahid, umumî manâda, 27 nci âyetin tefsîrinde fâsıklar tarafından
bozulduğunu açıkladığımız ahiddir.Bu ahid, her insana, Rabb'ını tanıması ve
O'nun emirlerine uyması görevini mecburî olarak yükleyen ve bu görevden hiçbir
insanın hiçbir surette kaçmasına yol bulamayacağı ahiddir. Bu ahid, hem onu
yerine getirenlere teyîd etmek, hem de unutanlara yeniden hatırlatmak için birbiri
arkasına gönderilen Peygamberlere ve Rablarından getirdikleri kitaplara
inanmayı gerektiren ahiddir. Çünkü Allah Ta'âlâ, yarattığı her insandan, ona
bahşettiği akıl ve idrake mukabil bu ahdi almıştır. Araf sûresinin 172 nci
âyetinde işaret olunduğu üzere, her bir insanın belinden zürriyetini alıp
onları kendilerine şâhid tutarak elestu bi-Rabbîkum (ben sizin Rabbınız değil
miyim) demiş, onlar da kâlû belâ sehidnâ (evet sen Rabb'ımızsın, buna şehadet
ederiz) diye cevap vermişlerdir. Hiçbir insan, akıl ve idrakini yitirmedikçe,
kendisini bu şehadetin yükümlülüğünden kurtaramaz; çünkü o akıl ve idrak
sayesindedir ki, insan, Rabb'ına karşı taahhüd eylediği bu şehadet-ten .artık
dönülemeyeceğini bilir.
Umumî manâda insanın
yaratılışıyle ilgili olan bu ahid, hususî manâda da, Allah Ta'âlâ'nın, Mâide
sûresinin 13 ncü âyetinde İsrail oğullarından aldığını haber verdiği ahiddir.
Bu âyette şöyle denilmiştir: «Allah, İsrail oğullarından söz almıştır. (Bu
sözün yerine getirileceğine kefil olmalan için) içlerinden on iki reisi de
hazır bulundurmuştur. Allah onlara şöyle demişti: Ben sizinle beraberim; eğer
namazı kılar, zekâtı verir, Peygamberlerime inanır, onlara yardım eder, Allah
yolunda sarf ederseniz, sizin günahlarınızı örter, sizi, (ağaçları) altından ırmaklar
akan cennetlere sokarım, Fakat içinizden kim bu sözleşmeden sonra küfrederse,
dosdoğru yoldan sapmış olur»
İşte, yukarıdaki
âyette söz konusu edilen ahid, ister açıkladığımız umumî manâdaki ahid olsun,
ister hususî manâda İsrail oğullarından alınan ahid olsun, netice itibariyle,
kendilerinden istenen husus, ahidlerine sâdık kalarak insan fıtratına uygun bir
davranışla Allah'a inanmaları ve gösterdiği yolda gitrneleridir.Yahudîler bu
ahidlerine sâdık kaldıkları takdirde, Allah da ahdini yerine getirecek ve
onların günahlarını bağışlayarak Cennet'ine sokacaktır. Allah, şüphesiz,
verdiği sözden dönmez. Fakat, siz ey İsrail oğulları! Eğer size ve sizden önce
atalarınıza ihsan ettiğim nimetleri unutur, bana olan ahdinizden dönerseniz,
yahut bir takım dünya menfeatlarını kaybetme korkusu, sizi ahdinizden
döndürürse, biliniz ki, bu korkunun kat kat ağırını benim azabımla
karşılaştığınız zaman duyacaksınız. Onun için yalnız benden korkunuz.
Allah Ta'âiâ,
Yahudileri bu hitapla uyardıktan sonra, kitaplara ve peygamberlere
inanacaklarına dâir verdikleri sözün bir gereği olarak, Kur'ân'a inanmalarını
emrediyor ve şöyle diyor: [52]
41. Elinizdeki
(Tevrat)ni doğrulamak üzere indirdiğim (Kur'ân) e îman edin ve onu inkâr
edenlerin ilki olmayın; âyetlerimi de yok pahasına değişmeyin. Ve yalnız benden
sakının.
41 Medine'ye hicretin
hemen akabinde nazil olan bu âyetle, Yahudiler, ilk defa açık bir şekilde
Kur'ân'a ve İslâm'a davet olunmuşlardır. Her ne kadar âyette Tevrat ve Kur'ân
isimleri zikredilmemiş ve sadece «elinizde-kini doğrulamak üzere indirdiğime
îman edin» denilmiş ise de, Yahudilerin elinde bulunan kitabın Tevrat, onu
doğrulamak üzere indirilen kitabın da Kur'ân olduğu malûmdur. Tevrat'ın Kur'ân
tarafından doğrulanmasıyle kasdedilen manâ ise, Tevrat'ta bir İslâm
Peygamber'inin geleceğiyle ilgili haberlerin Kur'ân'ın indirilmesiyle teyîd ve
tasdikidir. Nitekim Araf sûresinin 157 nci âyetinde, Allah'tan sakınan,zekâtı
veren ve Allah'ın âyetlerine inanan mü'minierden söz ettikten sonra, bunların
yanlarındaki Tevrat ve
İncil'de yazılı
bulacakları ümmî Peygamber'e tâbi oldukları bildirilmiştir ki, bu beyan,
Yahudilerin ve Hıristiyanların, bir İslâm Peygamberinin geleceğinden Tevrat'ın
Mûsâ (a.s.) ya gönderildiği zamandan beri haberdâr olduklarını gösterir. Buna
göre, yukarıdaki âyeti kısaca şöyle açıklamak mümkündür: «Siz ey İsrail
oğullan! Elinizdeki Tevrat'ta bir İslâm Peygamberinin geleceğini önceden ve
yakînen biliyordunuz- İşte kitabınızda sözü edilen o peygamber gelmiş ve
Tevrat'ın bildirdiği bu hususu teyîd ve tasdik eden bir de kitap getirmiştir. O
halde bu kitaba îman ediniz. Daha önceden bunu bildiğinize göre, bu kitabı
inkâr edenlerin değil, fakat ona îman edenlerin ilki olunuz. Bir Peygamber
soyundan gelmiş olmanız dolayısıyle size ancak bu yaraşır. Ayetlerimizi de yok
pahasına satıp geçici dünya menfeatiyle değişmeyiniz; zira bu menfeat sizi
ebedî saadete ulaştırmaz- Ve mutlaka Benden sakınınız.»
İşte bu noktada,
Yahudi din adamlarının, yahut hahamların, Tevrat'ın bir çok hükümlerini tağyir
ve tebdil ederek bunları halktan gizlediklerini hatırlamakta fayda vardır.
Çünkü değiştirilip gizlenen bu hükümler arasında, bir İslâm Peygamberinin
geleceğini haber veren Tevrat sözleri de bulunuyordu. Nitekim Bakara sûresinin
75 nci âyetinde «Yahudilerden birt zümre vardır ki, bunlar, Allah'ın kelâmını
dinlerler, anladıktan sonra da, onu bile bile tahrif ederlerdi» denilmek
suretiyle hahamlar tarafından işlenen bu sahtekârlığa işaret olunmuştur.
Hahamlar bunu, yahudîlerin gerçeği anlayıp müslüman olmalarından ve böylece,
maddî ve manevî menfeat sağladıkları bir kaynağın yok olup gitmesinden
korktukları için yapıyorlardı. İşte, yukarıdaki âyette, bilhassa hahamlara
hitaben «âyetlerimi yok pahasına değişmeyin» denirken bu gerçeğe işaret
edilmiş ve hahamlar, dünya menfeatı karşılığında, Allah'ın âyetlerini
değiştirmemek hususunda uyarılmışlardır. Bu uyarmanın tabiî bir neticesi
olarak, yaptıkları sahtekârlığın büyüklüğünü düşünerek Allah'tan korkup
sakınmaları, takva sahibi olarak hakka yönelmeleri istenmiştir. Bunu takip eden
âyette, hahamlara hitap ve bu hitapla vazgeçmeleri istenen sahtekârlık daha da
açıklık kazanmıştır: [53]
42- Hakkı bâtılla
karıştırıp onu bile bile gizlemeyin.
42- Hakkın bâtılla
karıştırlması.. Bu, gerçeğin tahrif edilerek anlaşılmaz bir hale getirilmesinden,
yahut anlaşılır olsa bile, gerçekten uzak bir manâya sokulmasından ibarettir.
Daha açık bir ifadeyle, delil üzerinde sahtekarlık yaparak yanlış nukum
çıkarılmasını sağlamaktır. İşte Yahucfî dîn adamlarının, İslâm Peygamberinin
geleceğini haber veren Tevrat sözleri üzerindeki tahrifleri böyledir.
Kitaplarında ortaya çıkacağı haber verilen yalancı yepgamberlerden söz
edilerek, bunların sıfatları açıklanmış ve bu gibilerden sakınılması
emredilmiştir. Ayrıca, Peygamber İsmail (a.s.) soyundan bir Peygamberin daha
geleceği, yine kendi kitaplarında haber verilmiştir. Bu Peygamberin hak
Peygamber olacağından Yahudileri şüpheye düşürecek hiçbir husus bulunmamasına
ve İsmail (a.s.) soyundan Hazret-i Peygamber'in gönderileceği hakkında verilen
haber gerçekleşmiş olmasına rağmen, yahudî hahamlar, hak ile bâtılı birbirine
karıştırmışlar ve Hazret-i Peygamber'in, kitaplarında ortaya çıkacağı
bildirilen ve sıfatları açıklanan yalancı peygamberlerden olduğunu iddia
etmişler, diğer Yahudileri de bu iddiayla kandırmışlardır. Halbuki kitaplarında
açıklanan yalancı Peygamberlerin sıfatlartyle Hazret-i Peygamber'in sıfatları
arasında uzaktan yakından hiçbir benzerlik yoktu.Böyle bir benzerliğin
olmadığını kendileri de çok iyi biliyorlardı. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm de buna
şehadet etmiştir: Bakara sûresinin 146, Enam sûresinin de 20 nci âyetlerinde
«Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi, kendi oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar» denilmiş; ayrıca 146 nci âyette, hahamların sahtekârlıklarını
açıkça ifade eden şu ibareye de yer verilmiştir: «Fakat Yahudilerden bir
gurup, bile bile hakkı gizlerler.»
Abdullah İbn Selâm,
Kaynukâ kabilesine mensûb ilmiyle tanınmış, kabile içinde mevki kazanmış bir
Yahudi iken, Hazret-i Peygamber'in Medine'ye hicreti üzerine müslüman olmuş ve
İslâmın güzelliğiyle tanınmış bir sahabl idi. Tirmizi ve İbn Mâce,
Sunen'lerinde, Ahrned İbn Hanbel de Musned'inde, Abdullah İbn Selâm'ın şu
hadîsini rivayet etmişlerdir: «Hazret-i Peygamber Medine'ye geldiği sırada,
halk onu görmek için yollara dökülmüş koşturuyordu. Aralarında ben de vardım.
Yüzünü ilk defa gördüğüm zaman, anladım ki, o yüz, bir yalancı yüzü
değildir...». (Hadîsin metni için bkz. Tirmizi, Sünen, IV. 652; İbn Mace,
Sünen, IL299; Ahmed İbn Hanbel, Musned, v.451). Bu sözler, henüz müslüman
olmamış bir yahudlrıin, Abdullah İbn Selâm'ın sözleridir ve Yahudi hahamların,
Yahudilerin İslâm'a girmelerini engellemek için, kendi kitaplarında nasıl
tahrifat yapıp halkı kandırdıklarının da apaçık delilidir. Eğer hahamlar, bu
sahtekârlığı yapmasalardı ve kâlû Md'daki sözlerinde sâdık kalsalardı,
şüphesiz Yahudiler, böyle bir sahtekârlığın kurbanları olmaktan kurtulurlardı.
Bu görüşün en güzel ifadesini, Hazret-i Peygamber'in Buhârî tarafından
nakledilen şu hadisinde görmek mümkündür: «Eğer bana, Yahudilerden on kişi îman
etmiş olsaydı, bütün Yahudiler îman ederlerdi». (Hadîs için bkz. Buhârî,
Sahih,ıv.269).Had'iste sözü edilen on kişi, elbette avamdan olan kişiler
değildir; çünkü avamdan rnüslüman olmuş Yahudi vardı; fakat bu on kişi, diğer
Yahudileri peşlerinden sürükleyebilecek hahamlar veya Yahudi iteri gelenleridir.
Hakkın bâtılla
karıştırlmast, onun gizlenmesi ve başkaları tarafından bilinip anlaşılmaması
gayesine matuftur. Bu sebeple, âyette hahamlara, önce hakkı tahrif ederek
bâtılla karıştırmamaları emredilmiş, sonra da bu hakkı bile bile gizlemekten
vazgeçmeleri onlardan istenmiştir. Bu, Allah'la olan ahidlerine sâdık kalmanın
ilk şartıdır. Hakkı gizlemekten vazgeçtikleri takdirde, kitaplarının,
geleceğini haber verdiği Peygambere ve ona indirilen Kur'ân'a inanmakta güçlük
çekrniyecekler ve kendilerini hak yola yönelmiş bulacaklardır. İşte bu
sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, Yahudilerden hakki gizlemekten vazgeçmelerini
istedikten sonra, onları hak yola davet etmiş ve şöyle buyurmuştur; [54]
43-Namazı dosdoğru
kılın, zekâtı verin, ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.
43- Kur'ân'a ve
Hazret-i Peygamber'e tam bir îmanla inandıktan sonra, namazın bütün erkânına
riayet edilerek dosdoğru kılınması ve sahip olunan malın zekâtının verilmesi,
İslâm'ın vazgeçilmez ve ihmal edilmez şartlarındandir. Şart, bir şeyin vücut
bulması için, olması gereken, olmaması halinde onun vücut bulmasını imkânsız
kılan unsur olarak düşünülürse, Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a
imandan sonra, namazın ve zekâtın İslâm'a vücut veren iki unsur olduğu ve
bunlar olmaksızın İslâm'ın vücut buiamıyacağı kolayca anlaşılır. Bu sebepledir
ki, Kur'ân-ı Kerim, Yahudilerin bâtılla hakkı gizlemekten vazgeçmelerini ve
Kur'ân'a inanmalarını emrettikten sonra, onları İslâm'a davet etmiş, gerçek
müsiüman olmaları için de, namazı dosdoğru kılmalarını ve mallarının zekâtını
vermelerini onlardan istemiştir.
Türkçe karşılığını
«namaz» olarak kullandığımız salât kelimesi, zikir, duâ ve sena maksaciıyle
huşu içinde ve ihiâsla Allah'a yönelmek manâsına gelir. Bu manâda salât, Allah
Ta'âlâ'nın vazettiği esaslar çerçevesi içinde, her peygamberin ifa ettiği,
kavmine öğretip ifa edilmesini istediği bir ibadet şeklidir. Ancak bu ibadetin,
her peygamber tarafından birbirinden farklı şekillerde ifa edildiği de bilinen
hususlardandır. Bu sebeple, Yahudilerin de Mûsâ şeriatına tâbi olarak, bu
şeriatın getirdiği şekilde Allah'a ibadet ettiklerine şüphe yoktur. Fakat
Kur'ân-ı Kerîm'in indirilmesinden ve İslâm şeriatının vazedilmesinden sonra,
artık Mûsâ şeriatının hükmü kalkmış ve bütün insanların, iman ve ibadet
esaslarıyle İslâm şeriatına tâbi olmaları istenmiştir. İşte, Yahudiler,
yukarıdaki âyetle, namaz kılmaya ve zekât vermeye davet olunurken, tamamiyle
Islâml olan ve İslâm şeriatı içinde bulunan namaz ve zekât kasdedilmiştir. Bu
namaz, kıyamiyle, kıraatıyle, rükû ve sücûduyla Cebrail (a.s.) tarafından
Hazret-i Peygamber'e, Hazret-i Peygamber tarafından da müslümanlara talim
edilen .namazdır. Nitekim, yukarıdaki âyette «rükû edenlerle birlikte rükû
edin» denilmiş olması da, bunun en açık delilidir. Çünkü Hazret-i Peygamberden
önce gelip geçmiş hiçbir peygamberin salâtında rükû yoktu ve hem bu
peygamberler, hem de onların kavimleri, ibadet sırasında rükûa tamamiyle
yabancıydılar,
«Rükû edenlerle
birlikte rükû edin» emrinde, cemaat namazına açık bir işaret bulunduğu gibi,
Yahudilerin, kendilerini artık Araplardan ayrı bir kavim sayarak onlardan uzak
durmamalarını, onlarla kaynaşıp aynı mes-cidde ve aynı safda beraberce namaza
durmalarını tavsiye eden bir manâ da vardır. Bu manâ, beyaz olsun siyah olsun,
Arap, Acem veya Yahudi olsun, bütün insanların, Allah katında bir ve eşit
olduğu hususundaki İslâm'ın temel prensibini ifade eder.
Kur'ân-ı Kerim,
Yahudileri İslâml bir rûh ve şuura sahip olarak namaza ve zekâta davet
ettikten sonra, tekrar hahamlara ve Yahudi ileri gelenlerine hitap etmiş ve
onların uygunsuz, akıl dışı bir davranışını büyük bir teaccüb ifadesiyle ortaya
koyarak şöyle demiştir; [55]
44.-Siz, kitabı okuyup
dururken kendinizi unutup da insanlara iyiliği mi emredersiniz.? Hiç akıl
etmiyor musunuz?
44 -Allah tarafından
gönderilen her peygamber, indirilen her kitap, insanın ıslâhını ve yaratılış
gayesine uygun olan bir yönde gelişmesini sağlamak için, imanla birlikte
iyiliği emreden, kötülükten nehyeden hükümler getirmiştir. Hazret-i Peygamber,
gerek Kur'ân âyetleriyle ve gerekse ha-dlsleriyle, nasıl îmanı ve bu imanın
gereği olan iyi amelleri emretmişse, kendisinden önce gönderilen Mûsâ ve İsâ
gibi peygamberlerde, kendilerine indirilen Tevrat ve İncil hükümleriyle îman
ve bu İman mucibince amel etmeyi kavimlerine emretmişlerdir. Peygamberlere ve
kitaplara samimiyetle inanan ve onlara tâbi olan insanlar ise, imanlarının
gereği olarak dâima Peygamberlerinin yardımcısı olmuşlar, onlar gibi, insanlara
yol göstermeyi, iyiliği emredip kötülükten sakindırmayı görev edinmişlerdir.
Fakat, bazı insanlar da vardır ki, Bakara sûresinin 8 inci âyetinde açıklandığı
gibi, Allah'a ve âhıret gününe iman ettiklerini söylerler de, hakikatta mü'min
değillerdir. Peygamberleri ve kitapları olduğu halde, onlara inanmış
görünürler, fakat inançları sathîdir. Bu inancın kalplerinde kökleşme-miş
olması dolayısıyle, kitaplarını okusalar bile, onun gösterdiği yolda gitmezler;
peygamberlerini dinleseler ve hattâ sözlerini beğenseler bile, tavsiyelerini
tutmazlar. İşte, Hazret-i Peygamber Medine'ye hicret ettiği sıralarda,
Yahudiler böyle çürük bir îmanın sahibiydiler. Tevrat'ı okuyorlar, fakat
içindekileri anlamak hususunda akıllarını çalıştırmıyorlardı. Peygamberlerine
yardımcı olmak iddiasıyîe ortaya çıkan Yahudi dîn adamları veya hahamlar da,
diğer yahudîlerden farklı değillerdi. Belki farklı oldukları tek husus,
diğerlerine nisbetle daha iyi anladıkları Tevrat hükümlerinden sadece işlerine gelen
ve menfaatlarına yarayan kısımları açıklamaları, fakat zarar vereceğine
inandıkları hükümleri açıklamaktan, yahut bunlarla amel etmekten
kaçınmalarıydı. Hazret-i Peygamber'in geleceğini haber veren Tevrat hükümleri,
tahrif ederek gizlemeye çalıştıkları, kendileriyle amel etmekten şiddetle
kaçındıkları hükümlerdendi. O halde, nerede bunların kalplerine yerleşmiş
olması gereken aman? Eğer buna îman demek gerekirse, bu nasıl bir îmandır ki,
işlerine gelen Tevrat hükümlerini halka açıklarlar, onların iyi olmalarını,
iyilikte bulunmalarını emrederler; sonrada kendileri, dünyanın en büyük
sahtekârlığını yaparlar? Hangi çeşit îman, yapılan bu işin, Allah'tan gizli
kalacağını ve O'nun bu sahtekârlıktan haberi olmayacağını temîn eder? Ya akıl?
İnsanları doğru yola sevketmek görevini yüklenmiş olan ve sadece insanlara
Allah'ın bir lütfü olarak bahşedilen bu üstün cevher, buna ne ölçüde cevaz
verir? Halka iyiliği emredip de kendileri en büyük kötülüğü yapanlar,
akıllarını hiç kullanmazlar mı? İyiliği emretmek, şüphesiz, Allah'ın her insana
yüklediği bir görevdir ve her insan, diğer insanlara iyiliği emretmek ve
kötülükten de onları sakındır-makla görevlidir. Fakat başkalarına iyiliği
emrederken, kendi nefsini bu emir ve yasakların dışında tutup, hevâ ve hevesi istikametinde
hareket eden insan, îmanı sahte olan ve akıldan nasibi bulunmayan insandır.
Sözleriyle fiilleri birbirini tutmayan bu gibi kimselerin, etrafı aydınlatan,
fakat kendi kendini yakıp yok eden mumdan ne farkı kalır?
İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyetinde, özellikle Yahudi hahamları, dolayısıyle de, hangi dîne
mensup olurlarsa olsunlar, ibret almaları gereken bütün dîn adamlarını böyle
bir teaccüb ifadesiyle uyarmtş, söz ve fiillerinin birbirine uygunluğunu
akıllarının kontrolünde, akıllarını da gerçek îmanın aydınlattığı nurlu yolda
tutmalarını emretmiş, sonra da bu güç işi, sabır gösterip namaza devam ederek
Allah'tan yardım dilemekle mutlaka başaracaklarını müjdeleyip şöyle hitap
etmiştir: [56]
45-Sabrederek ve namaz
kılarak (Allah'tan) yardım dileyin; (ne var ki) bu, huşu duyanların
dışındakilere şüphesiz çok zordur.
46. Huşu duyanlar ise,
Rab'lanna mutlaka kavuşacaklarım ve O'na mutlaka döneceklerini bilirler
Sabır, lugatta, nefsi
meylettiği şeylerden alıkoymak ve uzak tutmak manâsına gelir ve çeşitli
şekillerde tezahür eder. İnsan, ya başına gelön bir musibetten sabretmek
zorundadır ki, nefis, çok defa Allah'ın takdirini unutarak bu musibete isyan
eder; oysa musibet geldikten sonra isyan etmek fayda sağlamaz; bu sebeple,
Allah'ın takdirine inanıp musibete sabretmek ve onun kalkması için itidalle
çare aramak gerekir. Yahut insan, taattan sabretmek zorundadır; çünkü
tâat.insanın omuzuna.namaz, oruç ve zekât gibi bazı ibadetleri görev olarak
yükler ki, bunlar çok defa nefse zor ve ağır geldiği için, nefis onlardan
kurtulmak ister. İnsan, ancak sabrederek nefsin bu arzusunu önleyebilir. Ve
nihayet, insan masiyetten veya günah işlemekten sabretmek zorundadır. Çünkü
günah, çok defa nefsin şehevî arzularının ve dünya menfeatına aşırı derecedeki
düşkünlüğünün bir neticesidir; insan, yine sabrederek ve nefsin bu arzularını
Önleyerek günah işlemekten kurtulabilir.
Sabrın değişik
şekillerde tezahür eden bu manâsı gözönünde bulundurulursa, Yahudîlerden
istenen sabrı tayin ve tesbit etmek çok daha kolay olur. Bu sabır, herhangi bir
musibete karşı nefislerinde beliren isyan hareketini önlemeye matuf sabır
değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in Medine'ye hicret ettiği ve onları İslâm'a
davet eden âyetlerin nazil olduğu sıralarda, Yahudilerin başına gelmiş herhangi
bir musibet mevcut değildir. Fakat bu sabır, birinci planda masiyetten, sonra
da tâattan sabırdır ki, yukarıdaki âyetlerin Yahudileri önce hakkı bâtılla
karıştırıp onu gizlemekten vazgeçmeye, sonra da İslâm'a girmeye davet eden bir
tertiple gelmiş olmaları bunu teylcl eder. O halde Yahudiler ve bilhassa
hahamları, nefislerine hoş gelen dünya menfeatını bir tarafa atıp hakka
yönelmeli ve onu gizlemekten vazgeçmelidirler. Bu da ancak sabırla, yahut
nefsin masiyete geçit veren arzusunu kırmakla mümkün olur. Bu sabrı, tâattan
sabır takip eder. Çünkü tâat, bir takım ibadetleri ve bu ibadetler yanında iyi
olan amelleri yapmayı gerektiren bir teslimiyet hali olduğu için, nefis buna
hiç katlanamaz; insanı bu amellere yaklaştırmamak için çeşitli engeller bulmaya
çalışır. O halde Yahudilere düşen iş, nefsin bu engellerini sabırla kırmak ve
tâat üzerinde İsrar etmektir. Ayet-i kerîmede sabırdan sonra namazın zikriyle
iktifa edilmesi, onun, İslâm'ın direği, ibadetlerin anast olması
dolayısıyledir. İnsan namaz kılarken, bedenini ve ruhunu, maddî ve manevî
kirlerden temizlemek, Kabe'ye yönelmek, niyetini doğrultmak, şeytanın
vesveselerini içinden atmak, Kur'ân okumak ve Allah'a yalvarmak suretiyle
çeşitli ibadetleri birarada yapmış olur. İnsanı fuhşiyattan ve her çeşit
kötülükten uzak tutan namaz, oruç, zekât ve hac gibi diğer ibadetlerin îfasını
da kolaylaştırır. Bununla birlikte, günde beş vakit kılınması dolayısıyle,
nefse en ağtr gelen ve çok sabır isteyen bir ibadet şeklidir. O halde insan,
nefsinin kötü arzularını sabırla kırarak ve beş vakit namazda sebat göstererek
îmanının gereğini yapmış ve doğru olan yola girmiş olur. Bunlar olmaksızın,
îmanın varlığından söz etmek mümkün değildir. Buna göre, yukarıdaki âyetleri
daha geniş bir şekilde ifade etmek gerekirse, denebilir ki;Masiyetten uzak
kalmada vetâattasabır göstererek ve insanı her türlü fuhşiyattan ve kötülükten
alıkoyan namazı kılarak Allah'tan yardım dileyin. Bu, Allah'a îman eden ve huşu
duyan, kıyamet günü O'na mülâkî olacağını ve O'na döneceğini bilen kimseler
için hiç de güç olmayan bir iştir. Çünkü o mülakat günü, aynı zamanda bir hesap
günüdür. Aliah'a mülâkî olacağını ve huzurunda hesap vereceğini bilen insan, o
gün borçlu çıkmak ister mi? O halde, ey hahamlar, Yahudî dîn adamları! Size bir
çok peygamberler gönderildi; kitaplar indirildi. Bunlar size kıyamet gününün
geleceğini, o gün yeniden dirilip Rabbınızın huzurunda hesaba çekileceğinizi
haber verdiler. Buna göre, bir gün Rabb'ınıza mülâkî olacağınız ve O'na
döneceğiniz hususundaki inancınızın tam olması gerekir. Bu inançta samimi
iseniz, işte o zaman nefsinizi masiyetten uzak tutmak ve namaz kılmak hususunda
göstereceğiniz sabır size güç gelmiyecektir. Bunda güçlük görenler ise, sadece
huşu duymayanlar ve okudukları kitaptan mutmain olmayanlardır; bunların
kalplerine îman girmemiştir. O halde, sabır göstererek ve namazda sebat ederek
Allah'tan yardım dileyin. Allah'ın size ihsan ettiği sayısız nimetleri
hatırlamanız, bu işte size yardımcı olacaktır. Öyleyse: [57]
47- Ey israil oğullan!
Size ihsan ettiğim nimetlerimi ve (bilhassa) sizi âlemlerden üstün kıldığımı
hatırlayın.
48.- Hiç kimsenin hiç
kimse adına bir şey ödemiyeceği, hiç kimseden şefaatin kabul edilmiyeceği, hiç
kimseden fidye alınmı-yacağı ve (nihayet) kendilerine yardım bile edilmiyecek
bir günden (hesap gününden) sakının.
49-Hani sizi,
Rabb'ımzdan gelen büyük bir imtihan olmak üzere, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazhyarak
en büyük azabı size çektiren Firavun ailesinden kurtarmıştık.
50.-Sizin için denizi
yarıp sizi kurtarmış ve gözünüzün Önünde Firavun ailesini de suda boğmuştuk.
51- Musa ile kırk gece
için sözleşmiştik; (fakat) siz ondan sonra kendinize zulmederek
buzağıyı (mabûd) edinmiştiniz.
52- (Bununla beraber)
bundan sonra belki şükredersiniz diye (yine de) sizi affetmiş-tik.
53- Belki doğru yolu
bulursunuz diye Mû-sâ'ya Kitab'ı ve Furkân'ı vermiştik.
54.-Mûsâ kavmine: «Ey
kavmim! Siz buzağıyı (mabûd) edinmekle kendinize zulmettiniz. Bundan
dolayı yaradanınıza tövbe ediniz ve nefislerinizi öldürünüz; bu,
yaradanınız katında sizin için daha hayırlıdır» demiş, (Allah da) sizin tövbenizi
kabul etmişti. Zaten tövbeleri en çok kabul edip bağışlayan yalnız O'dur.
55- (Bir gün) siz
(şöyle) demiştiniz: «Ey Mûsâ! Allah'ı ayan beyan görmedikçe sana asla inanmayacağız».
(Siz bunu söylemiştiniz ki) gözünüz göre göre yıldırım çarpmışa dönmüştünüz-
56.-(Bununla beraber)
belki şükredersiniz diye bu ölü halinizden sizi tekrar dirilt-miştik.
57- Bulutu üzerinize
gölge yapmış, size rızık olarak verdiğimiz güzel şeylerden yiyesi-niz diye
kudret helvası ve bıldırcın indirmiştik.
Onlar bize zulmetmemişlerdir; fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
58. (Onlara şöyle) demiştik: «Şu kasabaya „ girip
dilediğiniz şekilde bol bol yeyin;
kapısından secde
ederek girin ve «hıtta» deyin ki, kusurlarınızı bağışlayalım; iyilik edenlere
(ecirlerini) daha da artıracağız».
59. (Buna rağmen içlerinden) zulmedenler, sözü
kendilerine söylenenden başka bir şekle çevirmişlerdi de, biz de o zâlimlerin
üzerine, fâsıklık etmelerinden dolayı gökten bir az,âb indirmiştik
60. Musa kavmi için su aradığında (ona) «asam
taşa vur» demiştik de, taştan on iki pınar kaynamış, herkes su alacağı yeri
öğrenmişti. Allah'ın rızkından yeyin için, fakat yeryüzünde müfsidlik ederek
karışıklık çıkarmayın.
61. (Musa'ya şöyle) demiştiniz: «Ey Mûsâ! Bir
çeşit yemeğe hiç kullanamayız; bizim için Rabb'ına yalvar da, bize yeryüzünün
yetiştirdiği şeylerden sebze, acur, sarmı-sak, mercimek ve soğan çıkarsın.»
(Mûsâ da onlara): «Siz bu âdi şeyleri hayırlı olanla değişmek mi istiyorsunuz?
Öyleyse bir şehre inin; (orada) istediğiniz şeyler vardır»
demişti. (İşte bundan sonra) üzerlerine
zillet ve meskenet (damgası)vurulmuş, Allah'tan bir de
gazaba uğramışlardı. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerindendi; bu, isyan etmelerinden ve haddi
asmalanndandı.
62. Şüphesiz, iman
edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sabitler, bunlardan kim Allah'a ve
âhiret gününe îman eder ve Ha yırlı iş işlerse, işte onların mükâfatları
Rab'ları kalındadır;
onlara hiçbir korku t yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir,
63. Sizden güvenilecek
söz almış, Tûr'u da üzerinize kaldırıp
«size verdiğimiz
(Kitap) e sıkıca
tutunun ve içindekil hatırlayın; belki böylece sakınmış olursunuz» demiştik.
64. Fakat bundan sonra
yine sözünüzden dönmüştünüz. Eğer üzerinizde Allah'ın ihsanı ve merhameti
olmasaydı, herhalde hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
65.Cumartesi günü, içinizden haddi aşanları (n
durumunu) şüphesiz bilirsiniz. Hani onlara
«horlanan maymunlar olunuz»
demiştik.
66. Böylece o
hâdiseyi, hem önündekiler için, hem ardındakiler için ibret verici bir ceza,
(Allah'tan) sakınanlar için de bir öğüt kılmıştık.
67.Musa kavmine «Allah
size, bir sığır kesmenizi emrediyor» dediğinde, onlar «Sen bizimle alay mı
ediyorsun?» demişler, (Musa da onlara:)
«Câhiller gibi olmaktan Allah'a sığınırım» demişti.
68. (Musa'ya)
«Rabb'ına bizim için dua et de, onun mahiyetini bize açıklasın» demişler; O da
«(Rabb'ım) diyor ki: O, ne çok yaşlı, ne de çok genç, fakat bunun ortası dinç
bir sığırdır. Emrolunduğunuz şeyi yapınız» demişti.
69. (Yine Musa'ya:) «Rabb'ına bizim için dua et
de, o sığırın rengini bize açıklasın» demişler; o da: (Rabb'ım) diyor ki:
O,bakanlara hoş gelen sapsarı bir sığırdır» demişti.
70.- «Rabb'ına bizim
için dua et de, onun mahiyetini bize açıklasın; zira sığırlar bi~ ribirine
benziyor; fakat Allah dilerse biz (o sığırı) herhalde buluruz» demişlerdi.
71- (Mûsâ da
onlara şöyle) demişti: «(Rabb'ım) diyor ki: «O, ne boyunduruğa
koşulup arazi sürmüş, ne de ekin sulamış bir sığır değil, kusurdan salim,
lekesi olmayan bir sığırdır.» Bunun üzerine (Musa'ya): «İşte şimdi gerçeği
söyledin» demişler ve sığırı kesmişlerdi; neredeyse bunu yapmıyacaklardı.
72.- Hani birisini
öldürmüştünüz de, suçu bi-ribirinizin üzerine atmıştınız. Oysa Allah, gizlemiş
olduğunuz şeyleri ortaya çıkaracaktı.
73- (Bunun üzerine)
«öldürdüğünüz kimseye onun bir parçasıyle vurun» demiştik. İşte Allah, belki
aklınızı başınıza alırsınız diye ölülere böyle hayat verir ve size âyetlerini
gösterir.
74.-Fakat bundan sonra
kalpleriniz taş gibi, yahut (taştan) daha sert bir şekilde tekrar katılaşmıştı;
halbuki içinden nehirler fışkıran, yarılıp sular çıkan, Allah korkusundan
yuvarlanıp düşen ne taşlar vardır! Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
İsrail oğullarına
yöneltilen ilk hitapta Allah Ta'âlâ, onları Kur'ân-ı Kerîm'e ve Hazret-i
Peygamber'e iman ederek İslâm'a girmeye davet ederken, önce onlardan,
kendilerine ihsan ettiği sayısız nimetleri hatırlamalarını istemiş, sonra
va'dlerine sâdık katarak Kur'ân'a inanmalarını, hakkı bâtılla karıştırıp onu
gizlemekten vazgeçmelerini ve nihayet namazı kılıp zekâtı vermelerini ve bu
yolda sabır gösterip Allah'tan yardım dilemelerini emretmişti. Yedi âyet
içerisinde, Yahudilerden hatırlamaları istenen nimetler, mücmel olarak
zikredilmiş, yahut başka bir ifadeyle, bu nimetler birer birer sayılmamış,
sadece «size ihsan ettiğim nimetlerimi hatırlayın»
(denilmekle yetinilmişti. Böylece Yahudiler,
önce kısa bir ihtarla, yahut hafif bir fiske darbesiyle uyarılmışlar; daha
sonra birer birer sayımına geçilecek, olan nimetlerin kadrini daha iyi
anlayarak durumlarını kontrol ve bu nimetlere karşı daha çok
şükredebilecekleri bir istidada sahip kılınmışlardır.
Yukarıdaki âyetlerde,
Yahudilere ikinci defa hitap edilmiş ve onlardan ikinci defa Allah'ın
nimetlerini hatırlamaları istenmiştir. Fakat bu sefer, kendilerine, âlemlerden
üstün kılındıkları hatırlatıldıktan sonra, her insanın kendi yaptıkianyle
Allah'ın huzuruna çıkacağı hesap günü tasvir edilmiş ve bu ilk büyük nimete
karşılık «ya Allah'a itaat eder hak yola girersiniz; yahutta tasvir edilen bu
hesap günü, başınıza gelecek en şiddetli azaba hazır olursunuz» manâsında ilk
büyük ihtara muhatap kılınmışlardır. Bundan sonra artık iki defa sözü edilen
nimetlerin sayımına geçilmiştir ki, bunların her biri, en muannit kâfirleri
bile doğru yola getirebilecek bir delil, bir hüccet mahiyetindedir; yeter ki bu
kâfirler, akıllarını ve düşünme melekelerini yitirmemiş olsunlar. İşte bu
hüccetleri teker teker görüp anlamak için ilk âyete dönelim: [58]
47- Ey İsrail
oğulları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi ve (bilhassa) sizi âlemlerden üstün
kıldığımı hatırlayın.
48- Hiç kimseninhiç
kimse adına bir şey ödeyemiyeceği, hiç kimseden şefaatin kabul edilmiyeceği,
hiç kimseden fidye alınmı-yacağı ve (nihayet) kendilerine yardım bile
edilmiyecek bir günden (hesap gününden) sakının.
47- İlk hitaptan sonra
gelen ve İsrail oğullarına ikinci defa yöneltilen bu hitap, kendilerine ihsan
olunan nimetleri hatırlamalarını istemekle yetinen ilk emrin te'kîdi, aynı
zamanda, bundan sonra teker teker sayılarak kendilerine hatırlatılacak olan
nimetlerin bir mukaddimesidir. Fakat bu nimetlerin sayımına geçilmeden önce,
Yahudilerin âlemlerden üstün kılınmış olduklarının hatırlatılmasındaki hikmeti
tesbit etmekte fayda vardır. Onların beşer olarak, şüphesiz diğer milletlerden
farkı yoktur. Bununla beraber Allah Ta'âlâ aralarından pek çok peygamber
çıkarmak ve kitaplar indirmek suretiyle onları diğer milletlerden üstün
kılmıştır. Bu üstünlük, şüphesiz, kendisine vücûd veren bir takım faziletlere
sahip olmayı, buna karşılık adilik, bayağılık ve rezillik gibi insanlığı yok
eden ve hayvandan çok daha aşağı derekelere düşüren bir takım kötü sıfatları da
terketmeyi gerektirir. Çünkü üstün olan ve kendisini başkalarından üstün gören
kimse, bu üstünlüğünü, ancak rezilliklerden uzak kaldığı sürece devam
ettirebilir. Eğer kendisinde rezillik hâkim olursa, üstünlükten hiçbir eser
kalmaz. Buna göre Yahudiler, hem bir peygamber soyundan gelmek, hem de
kendilerine bir çok peygamber gönderilmek suretiyle sahip oldukları bu
üstünlüklerini muhafaza etmek zorundadırlar; bu da ancak, kendilerini üstün
kılan Allah'a ve O'nun kitaplarına inanmaları ve bu inancın gereği olarak İyi
amelde bulunmaları halinde mümkün olur. Fakat Yahudiler bu temel prensibi
çiğnemişler ve kendi kitaplarında Allah'ın geleceğini haber verdiği İslâm
Peygamberiyle ilgili âyetleri tahrif ederek hakkı gizlemeye çalışmışlar; o Peygamber gelmiş ve kendisine bir de Kitap
indirilmiş olmasına rağmen, onlara inanmamakta direnerek üstünlüklerini en
büyük bir rezillikle heba etmişlerdir. Halbuki kendilerini üstün kılan Allah
Ta'âlâ, bir başka zamanda, Hazret-i Peygamber'i ve ümmetini diğer milletlere üstün
kılmaya elbette muktedirdir. Yahudiler, Allah'ın bu kudretini de inkâr etmekle
ikinci büyük rezileti işlemişlerdir. [59]
48- Yukarıdaki ilk
âyette zikredilen üstünlük, yahudliere ihsan edilen en büyük nimettir; hattâ
diğer nimetlerin anasıdır. Çünkü daha sonraki âyetlerde de görüleceği gibi,
kendilerine ihsan edilen her nimetten sonra küfür ve isyan çukuruna dalmış
olmalarına rağmen, belki akıllarını başlarına alırlar diye, tekrar tekrar
bağışlanmaları ve yeni nimetlere garkolunmalan, bu üstünlükleri sebebiyledir,
Fakat bağışlamanın bir hududu olmak gerekir. Artık son Peygamber gelmiş ve hak
olan yolu göstermiştir. Ondan sonra ne bir peygamber gelecek ve ne de bu yolu
yeniden çizen bir kitap gönderilecektir. Bu yola girmek, müşrik olsun, Yahudi
veya Hıristiyan olsun, her insanın görevi, aynı zamanda, ezelde Allah'a olan
va'dinin gereğidir. İşte bu sebepledir ki, yukarıdaki âyetlerle, Yahudiler
sahip oldukları üstünlüğün icabı olarak, herkesten önce ve nihai bir şekilde
hak yola davet olunmuşlardır. Sonradan tâbi olacakları umulan bir Peygamber
daha gelmiyeceği için, artık bağışlanmaları ihtimali de yoktur. Ya her gün
okuyup durdukları kitaplarının geleceğini haber verdiği son Peygamber'e, İslâm
Peygamberine iman edecekler, ya da hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey
ödeyemiyeceği, hiç kimseden şefaatin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden fidye
alınmıyacağı, hiç kimsenin kimseye yardım edemiyeceği hesap gününde, bu
küfürlerinin akıbetini görecek, cezalarını çekeceklerdir. Onlar zannederler mi
ki, o gün, bir zamanlar sahip oldukları üstünlük kendilerini kurtaracaktır?
Yahut soyundan gelmekle Övündükleri peygamberleri kendilerine şefaatçi
olacaktır? Allah Ta'âlâ onlara, peygamberlerin kâfirler hakkındaki şefaatlerini
kabul edeceğine dâir va'dde mi bulunmuştur? Bu ne kadar yanlış bir zandır?
Herkesin kendi inancından ve kendi amelinden sorumlu olduğu, herkesin kendi
derdine düşüp çaresini aramaya koyulduğu o gün, hiçbir inançsız, başkasından
yardım gö-remİyecek «kişi kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve
oğullarından kaçacak» (abese Sûresi, 34-36), herkes yaptığının karşılığını
bulacak ve böylece Allah'ın adaleti tahakkuk edecektir. O halde, ey İsrail
oğulları! İşte bu dehşetli hesap gününden sakınarak, Allah'ın size ihsan ettiği
sayısız nimetleri de hatırlayarak hakka yönelin. Bu nimetlerin başında, sizin,
Firavun belâsından kurtarılışınız gelir: [60]
49. Hani sizi, Kabzınızdan gelen büyük bir
imtihan olmak üzere,
kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlıyarak en büyük azabı size
çektiren Firavun ailesinden kurtarmıştık.
50. Sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış ve gözünüzün
önünde Firavun ailesini de suda boğmuştuk.
49. Firavun, miladdan
çok önceki asırlarda hüküm sürmüş Mısır hükümdarlarının lakabıdır. KurTân-ı
Kerîm'den öğrendiğimize göre Firavunlar, aynı zamanda, kendilerini ilâh (tanrı)
olarak ilân etmekle de tanınmışlardı. Yahudilerin Mısır'a yerleşmeleri, bu
Firavunların hüküm sürdükleri, Peygamber Yûsuf (a.s.) zamanına rastlar.
Kıssası, Kur'ân-ı Kerlm'in Yûsuf sûresinde de anlatıldığı gibi, kardeşleri
tarafından kıskançlık neticesi kör bir kuyuya atılan Yûsuf (a.s.), bir kervan
sahibi tarafından kurtarılıp Mısır'a götürülmüş ve orada satılmıştır. Böylece,
orada yerleşmiş, daha sonraları da, babası Yakûb (a.s.) u ve kardeşlerini yanına
getirterek neslinin orada çoğalmasını sağlamıştır. Ancak İsrail oğullarının
kısa bir zaman içerisinde çoğalması, Firavun ve hanedanı için büyük bir endişe
kaynağı olmuştu. Çünkü ilende, bunların Mısıra hâkim olmaları ve Firavun
hanedanının hâkimiyetine son vermeleri işten bile değildi. İşte bu korku
içerisinde, Firavunlar, Yahudi neslinin çoğalmasını önlemek ve zamanla Mısır'da
yok olmalarını sağlamak için, onları aşağılamaya, horlamaya ve hiçbir Mısırlının
çalışmadığı en pis ve en güç işlerde çalıştırmaya başladılar. Bu esaret ve
zillet hayatının, zamanla, onların inkırazına yol açacağına inanıyorlardı.
Fakat örf ve âdetlerine bağlı olan ve kendilerini «Allah'ın milleti» olarak gören
Yahudiler, sağlam bir rûh yapısıyle bu zillete ve esarete katlandılar; nesillerini
artırmakta devam ettiler. Firavun hanedanı, Yahudileri aşağılamanın bir fayda
sağlamadığını görünce, onları en kısa yoldan imha . etmeyi plânladılar ve bütün
kabilelere emirnameler çıkararak yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini
istediler. Bu emir, Mısır'ın her köy ve kasabasında tatbik olundu ve binlerce
Yahudi çocuk öldürüldü.
Mısır'da Yahudilerin
başına gelen bu esaret ve zillet, sonra da erkek çocukların öldürülmesi, buna
mukabil kız çocukların başka maksatlar için sağ bırakılması, dünyada eşine
ender rastlanan bir belâ idi. Fakat bu belâ da, diğer belâlar gibi, Allah
Ta'âlâ'nın doğru yoldan sapan milletlere bir cezası, doğru yolda gidenlere ise,
ibret almaları ve sapıklığa düşmemeleri için bir ders idi. Bu belâlar, bazan
bir kavmin tamamiyle yok olmasına ve târih sahnesinden silinmesine sebep olduğu
gibi, bazan da, kavim yok olmadan o belâların kaldırıldığı görülür ki, bu gibi
durumlarda, ilâhi rahmetin tecellî ettiği ve kavmin bağışlandığı anlaşılır.
İşte o zaman, kavme isabet eden belâlar da, bağışlanan kavim için, bir daha
sapıklığa düşmemek üzere ders alınması gereken bir imtihan olur. [61]
50- İşte, yukarıdaki
âyet-i kerîmede, Yahudilere isabet ettiği bildirilen belâ, böyle bir belâdır.
Firavun hanedanının, önce onları aşağılayarak, sonra da kız çocuklarını bırakıp
erkek çocuklarını öldürerek uğrattıkları büyük azâb, aslında, akıllarını
başlarına toplamaları için Allah'tan gelen bir ihtardı. Eğer Allah dileseydi,
onları Firavunlar eliyle yok ederdh Fakat ilâhi ' takdir, onların yok olmak
yerine ileride yine kendi aralarından çıkarılacak olan Peygamber Mûsâ (a.s.)
eliyle hak yola davet edilmeleri üzerinde tecelli etmiş ve böylece bağışlanarak
Firavun belâsındankurtarılmışlardır. Nitekim Mûsâ (a.s.) nın peygamberliği
sırasında, Rabb'ından aldığı bir vahiyle Mısır'ı terketmeleri emredilmiş, fakat
Firavun tarafından takip olunacakları da haber verilerek, yola gece çıkmaları
istenmiştir. Nitekim Mûsâ (a.s.), kavmiyle birlikte deniz kıyısına geldiği
sırada Firavun ve adamları da onlara yaklaşmış bulunuyorlardı. Yahudiler burada
yakalanacaklarını düşünerek büyük bir ümidsizliğe kapılmışlardı ki, o ânda Allah'ın
rahmeti onların imdadına yetişmiş ve bir mucizeyle denizi geçmelerini
sağlamış, aynı şekilde geçmek isteyen Firavun ve adamlarını ise, suda
boğmuştur. Mekke'de nazil olan Şuarâ sûresinde daha geniş bir şekilde anlatılan
bu kıssa, yukarıdaki âyette de belirtildiği gibi, Yahudilere ihsan edilen
nimetin büyüklüğünü gösterir. Fakat bu nimet, onların Firavundan kurtarılışıyle
tükenmiş değildir. Aşağıdaki âyetlerde, küfür ve isyanlarına rağmen, onlara
daha pek çok nimetin ihsan olunduğu görülecektir. [62]
51-Mûsâ ile kırk gece
için sözleşmiştik;. (fakat) siz ondan sonra, kendinize zulmederek
buzağıyı (mabûd) edinmiştiniz.
52. (Bununla beraber),
bundan sonra, belki şükredersiniz diye sizi affetmiştik.
53. Belki doğru yolu
bulursunuz diye, Mûsâ'ya Kitabı ve Furkân'ı vermiştik,
54. Mûsâ kavmine: «Ey
kavmim! Siz buzağıyı (mabûd) edinmekle kendinize zulmettiniz. Bundan dolayı
yaradanınıza tövbe ediniz ve nefislerinizi öldürüniİŞ' bu, yaradanınız katında,
sizin için daha hayırlıdır» demiş, (Allah da) sizin tövbenizi kabul etmişti.
Zaten tövbeleri kabul edip bağışlayan yalnız O’dur.
51. Allah Ta'âlâ'nın
Yahudilere ihsan ettiği nimetlerden biri de yukarıdaki dört âyetle işaret
olunan «af» hadisesidir. Aral ve Tâhâ sûrelerinde daha geniş bir şekilde
anlatılan bu hâdisenin esası, Mûsâ (a.s.) nın kırk gece süreyle Rabb'ına mülâkî
olmak üzere Tûr'a gittiği sırada, kavminin, onun yokluğundan istifade ederek
kıymetli madenlerden dökülmüş bir buzağı heykelini mabûd (tanrı) edinmeleri ve
ona tapınmalarıdır. Yeri gelince üzerinde daha geniş bir şekilde durulacak olan
bu kıssayı, burada anlatmaya gerek yoktur ve esasen yukarıdaki âyetlerin uslûbü
de kıssa uslûbü değildir. Bununla beraber, şuna işaret etmek gerekir ki,
Yahudiler, Allah Ta'âlâ'nın, kendilerini Firavunun elinden kurtardığını çok
kısa bir zaman içinde unutarak yeniden isyan etmişler ve tanrı edindikleri bir
buzağı heykelini Rab'larına ortak koşmuşlardır. Halbuki «Şirkten daha büyük bir
zulüm yoktur» (Lokman sûresi, 13). Yahudiler, Allah'tan başka bir tanrı
edinmekle, kendilerine en büyük zulmü işlemişlerdir. [63]
52-53. Buna rağmen
Allah Ta'âlâ'nın onlar üzerindeki rahmeti yine galip gelmiş ve onların bu azgınlıklarını,
belki akıllanarak şükrederler diye yine affetmiş ve doğru yolu bulmaları için,
Mûsâ (a.s.) vasitasıyle Kitabı, hakkı bâtıldan ayıran Tevrat'ı göndermiştir. [64]
54 Allah Ta'âlâ'nın
Yahudileri tekrar bağışlaması, Mûsâ (a.s.) nın onlara hitap ederek «Siz
buzağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmettiniz; bu yüz-den yaradanınıza tövbe
ediniz ve nefislerinizi öldürünüz- Bu sizin için daha hayırlıdır» demesinden
sonra gerçekleşmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Yahudiler, Mûsâ (a.s.) nın bu
sözlerinden sonra tövbekar olmuşlar, nefislerinin Allah'tan başka bir tanrı
edinmek hususundaki arzularını kırarak hakka yönelmişler, Allah Ta'âlâ da
onların bu tövbelerini kabul etmiştir.
Tefsirler, Mûsâ (a.s.)
nın kavmine söylediği «nefislerinizi öldürünüz» sözünü, Tevrat'taki rivayetlere
istinaden «iyi olanlarınız, itaatkâr olanlarınız, kötü ve isyankâr
olanlarınızı öldürsün» manâsı vermişler ve emirden sonra, buzağıya tapan üç
bin, bazı rivayetlere göre yirmi üç bin veya yetmiş bin Yahudlnin öldürüldüğüne
işaret etmişlerdir. Nitekim Tevrat'ta (Çıkış, 32/27) «Herkes kılıcını beline
kuşansın ve ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kardeşini ve
herkes kendi arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün. Ve Levi oğulları
Musa'nın söylediği gibi yaptılar ve o gün, kavimden üç bin adam kadar düştü»
denilerek altın buzağıya tapanların akıbetleri anlatılmıştır. Ancak, Kur'ân-ı
Kerlm'de, bu konuda herhangi bir açıklama yer almadığı için, biz, bu çeşit
İsrâill rivayetleri ihtiyatla karşılamak zorundayız; «nefislerinizi öldürünüz»
ibaresinin de «nefsinize hâkim olan sapık inançları ve buzağıya tapma arzusunu
öldürünüz; atınız» manâsında anlaşılmasının da gerçeğe daha yakın olduğu
kanaatmdayız. Zira Araf sûresinin 138 inci âyetinde, «İsrail oğullarını
denizden geçirdik; putlara tapan bir kavme rastladılar ve (Musa'ya) dediler ki:
Ey Mûsâ! Şu kavmin nasıl ilâhları varsa, sen de bizim için öyle ilâhlar yap...»
denilmiş olması da, Yahudilerin henüz buzağı heykelini ilâh edinmeden önce,
içlerinde böyle sapık bir arzu beslediklerini ve Musa'nın Rabb'ı ile mülakat
için yanlarından ayrılmasını fırsat bilip buzağıyı ilâh edindiklerini
açıklamaya yardım eder. «Nefislerinizi öldür.ünüz» sözünün «buzağıyı ilâh
edinenleri öldürünüz» manâsında anlaşılmaması gerektiğini gösteren diğer bir
husus, bu sözü ihtiva eden âyetin, İsrail oğullarına ihsan edilen nimetleri
hatırlatmak maksadıyle gelmiş olmasıdır. Ayette sözü edilen nimet ise,
Yahudilerin, buzağıyı tanrı edinmelerine rağmen, Mûsâ (a.s.) nın ikazından
sonra tövbe etmeleri ve bu tövbenin Allah Ta'âlâ tarafından kabulü; yahut büyük
günahlarının bağışlanmasıdır. Bu bağışlanmadan sonra, onların kılıçtan
geçirildiğini düşünmek mümkün değildir. Eğer onların tövbe etmeden ve
bağışlanmadan kılıçtan geçirildikleri düşünülürse, tövbe edecek günahkâr
kalmadığı için, Mûsâ (a.s.) nın «yaradanınıza tövbe ediniz» diyebileceği
muhatap yok demektir. Halbuki herhangi bir günah vukuunda, tövbeye davet
olunmak, herkesten önce, o günahı işleyenlere râcidir. Bununla beraber, kendi
sözüyle kasdettiği manâyı en iyi bilen, şüphesiz, Allah Ta'âlâ'dır.
Netice itibariyle,
Allah Ta'âlâ, buzağıyı tanrı edinen Yahudileri yine de affetmekle, onlara başka
bir nimet daha ihsan etmiş olmaktadır. Bu nimetlerle birlikte, hatırlanması
gereken başka nimetler de vardır: [65]
55- (Bir gün) Siz
(şöyle) demiştiniz: «Ey Mûsâ! Allah'ı ayan beyan görmedikçe, sana asla
inanmıyacağız»- (Siz bunu söylemiştiniz ki) gözünüz göre göre yıldırım
çarpmışa dönmüştünüz.
56- (Bununla beraber)
belki şükredersiniz diye, bu ölü halinizden sizi tekrar dirilt-miştik.
55 Bu âyetler açıkça
göstermektedir ki, isyandan sonra azâb korkusu ve bağışlanma, bağışlanmadan
sonra yeni bir azgınlık ve bu azgınlığa mukabil yeni bir nimet.. Bu,
Yahudîlerin var oldukları târihten bu yana, hayat sahnesindeki grafik
çizgisidir. Zor karşısında boyun eğip yılışmak, biraz müsamaha görünce isyan
edip azgınlaşmak, başlarına inecek bir yumruğun kalkışını hissedince, yeniden
korkup sinmek ve bir nimet karşısında şımanp böbürlenmek,onların değişmez
karakteri ve Mısır'da Firavunların baskısı altında, asırlarca süren esaret ve
zillet hayatının kendilerine kazandırdığı bozulmaz fıtratlarıdır. Nitekim
yukarıdaki iki âyet, onların yeni bir azgınlığını ve bu azgınlıktan sonra,
uğradıkları korkunç akıbetten kurtarılışlarını gösterir. Hâdise, Nisa
sûresinin 152 nci ve buna ilâveten bazı mü-fessirlere göre, Araf sûresinin 155
nci âyetlerinde de işaret olunana Allah'ı görme isteğinin açıkianmasıyle
meydana gelmiştir. Buzağıyı tanrı edinmeleri üzerine yahudlier, Mûsâ (a.s.)
tarafından tövbeye davet olundukları gibi, ayrıca, aralarından seçilen yetmiş
kişi, yine tövbe maksadıyle Tûr'a götürülmüşlerdi. Burada, Mûsâ (a.s.) nın,
Rabb'ıyle konuştuğunu görünce, kendileri de O'nu görmek arzusuna kapılmışlar
ve Mûsâ (a.s.) ya «Allah'ı apaşikâr görmedikçe sana asla inanmayız»
demişlerdir. İşte, bu görme isteğinin açıklanmasından sonradır ki, yerle gök
birbirine girerce-sine gürültülü bir sarsıntı meydana gelmiş ve Yahudiler bu
gürültüyle birlikte yıldırımlara maruz kalıp kendilerini kaybetmişlerdir. Korku
dolayı-sıyle kendini kaybetme, veya kendinden geçme hâdisesi, ikince âyette,
ölümden sonra yeniden dirilme ifadesiyle tamamlandığı için, bazı müfes-sirler
tarafından gerçek bir ölümle tefsir edilmişse de, ilk âyetteki «gözünüz göre
göre» ifadesi, onlara ölüm gelmediğini, fakat o korkunç manzara karşısında,
sanki kendilerine ölüm gelmiş gibi bir duruma girdiklerini, bununla beraber,
olanları da, gözleriyle görebildiklerini gösterir. Eğer Araf sûresinin 155 inci
âyetinde sözü edilen sarsıntı, bir çok müfessirin kabul ettiği gibi, bu âyette
sözü edilen yıldırım çarpmasıyle ilgili aynı hâdise ise, Mûsâ (a.s.) nın o
âyette yer alan «Rabb'ım, eğer dileseydin, onları da beni de daha evvel helak
ederdin» sözleriyle başlayan duası da, yıldırım hâdisesinde onlara ölüm
gelmediğine delâlet eder. Bununla beraber, doğrusunu şüphesiz en iyi Allah
bilir. Bizim için burada önemli olan husus, Yahudîlerin, Mûsâ (a.s.) ya, ancak
Allah'ı görmek şartıyle inanacaklarını söylemeleri ve böylece kalplerine
hiçbir zaman imanın girmemiş olduğunu ve halâ 56 elle tutulup gözle görülebilen
bir mabüd özlemi içinde bulunduklarını bir daha ispatlamalarıdır. Hal
böyleyken, Allah Ta'âlâ onları yine bağışlamış ve helak olmaktan kurtarmıştır.
Bu da, Allah'ın onlara başka bir nimetidir ve bu nimetlerin sonu henüz
gelmemiştir: [66]
57. Bulutu üzerinize
gölge yapmış, size rızık olarak verdiğimiz güzel şeylerden yiye-siniz diye,
kudret helvası ve bıldırcın indirmiştik. Onlar bize zulmetmemiş-lerdir; fakat
kendi kendilerine zulmediyorlardı.
57 Yahudiler Mısır'dan
çıktıktan sonra, arz-ı mev'ûda ulaşmak için uzun yollar katetmişler, bazan
dağlarda, bazan da ve daha çok çöllerde uzun seneler geçirmişlerdi. Bu yolculuk
esnasında, çeşitli güçlüklerle karşılaştıklarına şüphe yoktur. Yukarıdaki
âyetlerden de anlaşıldığı gibi, azgınlıklarının sebep olduğu bir çok
tehlikelere maruz kaldıkları da, bilinen hususlardandır. Bununla beraber,
gerek çeşitli güçlükler, ve gerekse kendilerini yok edebilecek tehlikeler,
Allah Ta'âlâ'nın yardımlarıyle bertaraf edilmiş ve kendilerine yeni yeni
nimetler ihsan olunmuştur. Bu nimetlerden birisi ve hattâ ikisi de, yukarıdaki
âyette hatırlatılmıştır, birincisi, Tih sahrasında yolculuk ederken, çölün
yakıcı güneşinden, daima bir bulutla gölgelendirilip korunmaları; ikincisi de,
yiyip karın doyurmaları için, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın
indirilmesidir. Bu nimetlere Araf sûresinin 160 inci âyetinde işaret
edilmiştir. Bizim «kudret helvası» olarak işaret ettiğimiz nimet, âyette menn
kelimesiyle ifade olunmuştur ki, bu kelime, umumiyetle, dağlarda insan emeği
geçmeden kendi kendine yetişen meyveler hakkında kullanılır. Bununla beraber,
müfessirler bunu, çöllük olan ve geceyle gündüz arasında, büyük ısı değişikliği
bulunan yerlerde sabaha karşı ağaç yaprakları ve taşlar üzerinde teşekkül eden
ve «kudret helvası»
denilen bir tatlı
tabakasına tahsis etmişlerdir. Ayet-i kerimede ismi geçen selva ise, yine
müfessirler tarafından bıldırcın kuşu olarak açıklanmıştır. Bunlar çöllerde
uzun seneler kalan Yahudilere aç kalmamaları için ihsan olunan protein ve
kalori yönünden zengin yiyecek maddeleridir. Ne var ki Yahudiler, bu nimetlere
karşılık, hiç şükretmemişler, aksine azgınlıklarıyle dâime nankör bir davranış
içinde bulunmuşlardır. Fakat bu nankörlüklerinin kendilerinden başka hiç
kimseye zararı dokunmayacak ve cezasını yalnız kendileri çekecektir. Bu
bakımdan zulümleri yalnız kendüerinedir. Yahudilere ihsan olunan nimetler
çoğaldıkça onların azgınlıklarının da aynı derecede arttığı görülmektedir. Nitekim
bundan sonraki âyetlerde, kendilerine hatırlatılan nimetler meyanında, ortaya
konan azgınlıklar, daha dikkati çeker bir mahiyet arzedecek ve haklarında çok
daha ağır bir dil kullanılacaktır. [67]
58. (Onlara şöyle) demiştik: «Şu kasabaya girip
dilediğiniz şekilde bol bol yeyin, Kapısından secde ederek girin ve hıtta deyin
ki, kusurlarınızı bağışlayalım; iyilik edenlere (ecirlerini) daha da artıracağız.
59. (Buna rağmen içlerinden) zulmedenler,
sözü kendilerine
söylenenden başka bir şekle çevirmişlerdi de, biz de o zâlimlerin üzerine
fâsıklık etmelerinden dolayı gökten bir azâb indirmiştik.
58- İşte, yukarıdan
beri kendilerine ihsan edilen nimetler hatırlatılıp dururken, bu iki âyetle,
artan azgınlıkları karşısında, belki yeni bir nimet değil, fakat ağırlığını
isyan ve küfür teşkil eden yeni bir azgınlık ve bu azgınlığın başlarına
getirdiği yeni bir azâb hatırlatılıyor. Bu azgınlık, secde ederek, yani huşu ve
huzû içinde kusurlarının bağışlanmasını dileyerek girmeleri emredilen şehre,
onların, bu emre muhalefet ederek girmemeleriyle kendini gösteriyor. Ayet-i
kerîmede, bu şehrin neresi olduğu açıklanmamıştır. Bununla beraber, eğer Mâide
sûresinin 21 nci âyetinde, Mûsâ (a.s.) nın kavmine hitap ederken söylediği «ey
kavmim! Allah'ın size takdir ettiğf arz-ı mukaddese girin ve arkanızı dönmeyin;
yoksa hüsrana uğrayanlardan olursunuz» sözleriyle bu âyet arasında bir
bağlantının var olduğu düşünülürse, sözü edilen şehrin arz-ı mukaddeste, yani
şimdiki Filistin'de
bulunan şehirlerden
biri olduğu anlaşılır. Nitekim yine Mâide sûresinin 22 ve 23 ncü âyetlerinde,
Yahudilerin arz-ı mukaddeste, zorba bir kavmin oturduğunu bahane ederek
girmedikleri, bunun üzerine Musa'nın yakınlarından iki kişinin, onlara şehrin
kapısından girmelerini, girdikleri takdirde mutlaka galip geleceklerini
söyledikleri, fakat onların girmemek için direndikleri, bu sebeple Allah
Ta'âlâ'nın da, bu arzı onlara 40 sene daha haram kıldıöı açıklanmıştır[68]
59- Yukarıdaki iki
âyetin, Mâide sûresinden kısaca naklettiğimiz bu kıssayla ilgili olması
halinde, bu iki âyetin manâsını anlamak daha kolay olacaktır. Buna göre, Allah
Ta'âlâ Yahudilere «hıtta» diyerek, yani günahlarının bağışlanmasını dileyerek
huşu ve huzû içinde (secdeyle) girmelerini emretmiş, böyle yaptıkları takdirde
bağışlanacaklarını bildirmiştir. Fakat Yahudiler bu emre uymamışlar, sanki
kendilerine bunun aksi söylenmiş gibi, şehre girmekten kaçmışlar ve böylece
isyanlarının cezası olarak, üzerlerine gökten inidirilecek azabı hak
etmişlerdir.
Bununla beraber
müfessirler, Hazret-i Peygamber'in Buhârl ve Müslim tarafından da nakledilen
bir hadisine işaretle, Yahudilerin, kendilerine «şehrin kapısından secde ederek
girin ve hıtta deyin» denildiği halde, bu emri tebdil ederek, secde yerine
arkalarında sürünerek, «hıtta» yerine de «habbe» (buğday veya arpa tanesi)
diyerek şehre girdikleri görüşüne de yer vermişlerdir. Bu takdirde, eğer
hâdise, Mûsâ (a.s.) nın hayatta bulunduğu sıralarda vukubulmuşsa -çünkü âyette
Mûsâ ismi geçmemektedir-söz konusu olan şehir, arz-ı mukaddes dışında olan bir
şehirdir; yok eğer arz-ı mukaddesteki bir şehir kasdedilmişse, hâdise, Mûsâ
(a.s.) nın vefatından sonra cereyan etmiştir; çünkü Mûsâ (a.s.) Tih sahrasında
vefat etmiş ve arz-ı mukaddese hiç ayak basmamıştır. Yine Buhârl, ve Müslim'in
rivayet ettikleri bu hadise göre, (Hadîs için bkz. Buhârî,Sahİh, V.148; Müslim,
Sahih, ıv.2312), hâdise, Mâide sûresinde anlatılan ve Mûsâ (a.s.) zamanında
cereyan eden hâdise değildir. İşin doğrusunu, şüphesiz, en iyi Allah bilir. Biz
şu kadarına işaret edelim ki, Yahudiler, kendilerine, karşılaştıkları bir
şehrin bol nimetleri arzedildiği, buna karşılık, kendilerinden huşu ve huzû
içinde bulunup hakka saygılı olmaları ve iyilik yapmaları istendiği halde,
esaret ve zilletin bozduğu fıtratları icabı, bu emirlere vine karşı gelmişler,
fâsıklık etmişlerdir. Bundan dolayı, üzerlerine-şüphesiz fâsıklık .
eaenlere-gökten bir azap indirilmiştir ki, bu azâb, müfessirler tarafından,
Yahudilerin çok sık karşılaştıkları tâûfi (veba) hastalığı ve başka milletlerin,
üzerlerine devamlı tasailutlarıyle izah edilmiştir. Allahu âlem.[69]
60. Mûsâ, kavmi için
su aradığında (ona) «asanı taşa vur» demiştik de, taştan on iki pınar kaynamış,
herkes su alacağı yeri öğrenmişti. Allah'ın rızkından yeyin için, fakat
yeryüzünde müfsidlik ederek karışıklık çıkarmayın.
60. Yahudilere
hatırlatılan yeni bir nimet ve bu nimete karşılık, yeryüzünde müfsidlik edip
karışıklık çıkarmamaları hususunda üzerlerine yüklenen yeni bir külfet.
Aslında, Peygamber soyundan gelmiş olmaları ve aralarından pek çok Peygamber
çıkarılması dolayısıyle, sahip olmaları gereken fazilet, onların
uzaktanyakından müfsidlikle ilgileri bulunmamasını gerektirirdi. Fakat
yukarıdaki âyetlerde görüldüğü ve daha da görüleceği gibi, kendilerine ihsan
edilen nimetlere dâima küfür ve isyanla mukabele etmişler ve fesadlıklanyle
yeryüzünü dâima birbirine katmışlardır. Tıynetleri böyle olan insanların
fesadltktan arınıp doğru yolu bulmaları ne kadar zor, ne kadar külfetli bir
iştir?
Yukarıdaki âyetle,
kendilerine ihsan edilen başka bir nimet hatırlatılmıştır. Bu nimet,
Yahudilerin, Mısır'dan çıktıktan sonra Tih sahrasını geçerken, Mûsâ (â.s.) dan
su istemeleri üzerine, Allah Ta'âlâ tarafından kendilerine ihsan edilmiştir. Bu
nimete, Araf sûresinin 160 inci âyetinde de işaret olunmuştur. Bu âyette şöyle
denilmektedir: «Biz, onlan on iki toruna, kabileye ayırdık. Kavm i Musa'dan su
isteyince ona «asanı taşa vur» diye vahyettik. Bunun üzerine taştan on iki
pınar fiş kırdı; böylece her kabile su içeceği yeri öğrendi. Onları üstlerindeki
bulutla gölgelendirdik; onlara kudret helvasıyle bıldırcın indirdik. Size nzık
olarak verdiğimiz güzel şeylerden yeyin dedik. Onlar, bize zulmetmediler; fakat
kendi kendilerine zulmettiler».Görüldüğü gibi bu âyette topluca zikredilen
taştan su fışkırması, kavmin bulutla gölgelendirilmesi, gökten kudret helvası
ve bıldırcın indirilmesi gibi çeşitli nimetler, Bakara sûresinde, birbirinden
ayrı ve tertip gözetilmeden zikredilmiştir. Bunun sebebi, dahaönce de belirttiğimiz
gibi, Bakara âyetlerinin, Yahudilere ihsan olunan nimetleri hatırlatarak
onları İslâm'a davet için indirilmiş olmalarıdır. Ayetlerin sebeb-i nüzulü bu
olunca, onlarda tarihî bir sıra aramanın gereksiz olduğu kolayca anlaşılır.
Keza Araf sûresinde topluca zikredilen nimetlerin Bakara sûresinde ayrı ayrı
zikredilmesi de aynı sebebe dayanır. Burada, şu hususu da gözden uzak tutmamak
gerekir ki, Araf sûresi Mekkîdir ve bu sûrede Yahudiler gâib sıgasıyle
zikredilmiş ve kıssaları, Hazret-i Peygamber'e anlatılmıştır. Bu sebeple,
Yahudilerin Mısır'dan çıktıktan sonra mukaddes arza doğru göç ederken,
kendilerine ihsan edilen çeşitli nimetlerin, bazan bir âyet içerisinde
zikredilmesi tabiidir. Bakara sûresi ise, Medenidir ve Medine'de müslümanların
karşısında Yahudiler vardır. Onların İslâm'a davet edilmeleri söz konusu olduğu
için, bu sûrede âyetler gâib sigasıyle değil, muhatap sîgasıyle gelmiş ve
doğrudan doğruya Yahudilere hitap edilmiştir. Tesiri büyük olması dolayısıyle
de, kendilerine ihsan edilen nimetler ayrı ayrı zikredilmiştir.
Araf sûresinde aynı
hâdiseye işaret edilmesi dolayısıyle, âyetler hakkında verilen umumi bilgi
meyanında, şurası da anlaşılmış olmaktadır ki, Mûsâ (a.s.) nın asasını taşa
vurmastyle taştan on iki göz açılması ve her bir gözden su fışkırması, Mûsâ
(a.s.) kavminin on iki kabileden meydana gelmiş olması ve her kabileye bir
pınar tahsis edilmesi dolayısıyledir. Daha önce de açıkladığımız gibi, İsrail,
Yakûb (a.s.) un lakabıdır ve İsrail oğulları denildiği zaman, Yakûp (a.s.) un
iki oğlundan çoğalmış Yahudiler anlaşılır. Asanın taşa vurulmasıyle taştan on
iki göz açılıp her birinden su fışkırması, Allah Ta'âlâ'nın peygamberlerine
ihsan ettiği mucizelerdendir. Bu çeşit mucizeleri, bildirdiği şekliyle kabul
etmek, akıl yoluyla bunların izahı mümkün olmadığı için mütalâa serdinden
sakınmak, İslâm dininin iman esaslanndandır. Yeri geldiği zaman, bu konuda daha
geniş bilgi verilecektir. Biz şu kadarına işaret edelim ki, Yahudiler, gözleri
önünde cereyan eden ve kendilerine mucizevi yollardan nimet sağlayan peygamberlerine
daha sağlam bir imanla inanmaları gerekirken, ona kafa tut-,
maktan, büyük bir azgınlık ve şımarıklık içinde bu nimetleri beğenmeyip
başka şeyler istemekten geri kalmamışlardır. Aşağıdaki âyet-i kerime, onların
bu azgınlıklarının başka bir örneğini verir: [70]
61. (Musa'ya şöyle)
demiştiniz: «Ey Mûsâ! Bir çeşit yemeğe hiç katlananlayız. Bizim için Rabb'ına
yalvar da, bize, yeryüzünün yetiştirdiği şeylerden sebze, acur, sarmısak,
mercimek ve soğan çıkarsın». (Mûsâ da onlara:) «Siz bu âdi şeyleri hayırlı
olanla değişmek mi istiyorsunuz? Öyleyse, bir şehre inin; (orada) istediğiniz
şeyler vardır» demişti, îşte bundan sonra üzerlerine zillet ve meskenet (damgası)
vurulmuş, Allah'tan bir de
gazaba uğramışlardı. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere
peygamberleri öldürmele-rindendi; bu, isyan etmelerinden ve haddi
aşmalanndandı.
61- Mukaddes arza göçetmek için Mısır'dan çıkan
Yahudilerin uzun seneler yolda kaldıkları ve ömürlerinin çoğunu çöllerde
geçirdikleri malûmdur. Daha önce işaret ettiğimiz Mâide sûresinin 21-24
âyetlerinde de açıklandığı gibi, mukaddes arza geldikleri halde, orada zâlim
bir kavmin bulunduğunu bahane ederek oraya girmekten çekinmeleri, bunun üzerine
ceza olarak kırk sene daha o arzın onlara haram kılınması, sürdükleri göçebe
hayatının uzunluğu hakkında bir fikir vermeye yeterlidir. Bu süre zarfında,
karınlarını doyurmak için yedikleri yiyeceklerin mahdud olduğu ve insan olmanın
verdiği bir istekle değişik yiyecekler özledikleri de muhakkaktır ve Mûsâ
(a.s.) dan bu sebeple değişik yiyecekler istemiş oldukları düşünülebilir.
Ancak böyle bir istek, her gün aynı şeyleri yiyen her insanda görülebileceği
için tabii sayılmak icab eder; çünkü insan, her şeye karşı biraz şehvetli
yaratılmıştır. Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki, insan her gün yediği
şeyden farklı bir yiyecek istemekle günah işlemiş olmaz ve bunu istediği için
Allah'ın gazabına uğramaz. Halbuki yukarıdaki âyette, dikkat edilecek olursa,
Yahudiler Mûsâ (a.s.) dan sebze, acur, sarmısak gibi değişik yiyecekler
çıkarması için Rabb'ına yalvarmasını istemişler, fakat bu istekleri yüzünden
de, üzerlerine zillet ve meskenet damgası vurulmuş, bir de Allah'ın gazabına
uğramışlardır. Her ne kadar âyet-i kerîmede, üzerlerine zillet ve meskenet
damgasının vurulmasına ve Allah'ın gazabına uğramalarına, Allah'ın âyetlerini
inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleri sebep olarak
zikredilmişse de, bunların masum bir istekten sonra zikredilebilecek şeyler
olmadığı da bir gerçektir. O halde, Yahudilerin Mûsâ (a.s.) dan değişik
yiyecek istemelerinde masum olmadıkları, bu isteği ileri sürerken başka
şeylerin özlemini duydukları ve bu sebeple kendilerini aşağılayan bir ifade
kullanıldığı kolayca anlaşılır. Öyleyse onların duydukları bu özlem neydi?
Allah'ın kendileri için taştan fışkırttığı suyu, üzerlerine gökten indirdiği
bala benzeyen kudret helvasını ve bıldırcın etini unutarak sebze, acur, soğan,
sarmısak ve mercimek gibi daha basit yiyecekler istemelerinin asıl sebebi,
gerçekten onlara duydukları bu özlem miydi, yoksa bu özlemin altında, açığa
vuramadıkları başka bir özlem mi vardı? Aslında bu yiyecekler, onların Mısır'da,
esaret altında, zillet ve meskenetle elde edip yiyebildikleri şeylerdi.
Esaret ve zillete
alışmışlardı. Fakat bir gün, Mûsâ (a.s.) çıkmış ve onları, Allah'ın Hazret-i
İbrahim'e vadettiği mukaddes topraklara götürmek ve hürriyetlerine kavuşturmak
için harekete geçirmişti. Mûsâ (a.s.) ya yürekten inanmamışlardı. Nitekim göç
başladıktan sonra, sık sık ona baş kaldırmaları, buzağıyı tanrı edinmeleri,
Allah'ı görmedikçe ona inanmıyacak-larını söylemeleri, bunun apaçık
delilleridir. Esaret yerine hürriyet, zillet yerine izzet, meskenet yerine
zenginlik için de olsa, yolculuk meşakkatine katlanmak istemiyorlar, esareti
zilleti ve meskeneti, diğerlerine tercih ediyorlardı. İşte, Mûsâ (a.s.) dan
değişik yiyecekler isterken, içlerinde bu yiyeceklerin değil, fakat bu
yiyecekleri elde edebildikleri esaret hayatının özlemi vardı. Nitekim Mûsâ
(a.s.) dan bu yiyecekleri istedikleri zaman, O, onların asıl istedikleri şeyi
anlamakta güçlük çekmemiş ve «siz, bu âdi şeyleri, hayırlı olanla değişmek mi
istiyorsunuz? Öyleyse bir şehre inin; orada istediğiniz şeyler vardır»
demiştir. Mûsâ (a.s.) nın sözünde geçen «şehir» kelimesi, âyet-i kerimede mısr
olarak zikredilmiştir. Acaba bu kelime, «şehir» manâsında mı kullanılmıştır;
yoksa Yahudilerin çıktığı Firavunlar ülkesi olan Mısır mı? Tefsirlerde her iki
manâya da işaret edilmiştir. Eğer bu kelimeyle, Firavunların ülkesi Mısır
kasdedilmişse, bu takdirde, Mûsâ (a.s.) nın sözünü «öyleyse haydi Mısır'a,
Mısır'ın özlediğiniz hayatına dönün» manâsında anlamak gerekir. Fakat bu
kelimeyle, herhangi bir şehir kasdedilmişse, Allah Ta'âlâ'nın âyet-i
kerimedeki «üzerlerine zillet ve meskenet damgası vurulmuş, ayrıca O'nun
gazabına uğramışlardır» hükmüyle, yine özlemini duydukları zillet ve meskenet
hayatına kavuşturulmuş oldukları anlaşılır. Her ne kadar bu hayata Mûsâ (a.s.)
dan değişik yiyecekleri ister istemez kavuşmamışlarsa da, ileriki târihlerde
zillet ve meskenetten hiç kurtulamamışlar, Allah'ıngazabı da üzerlerinden hiç
eksik olmamıştır. Allah'ın âyetlerini inkâr eden, haksız yere Peygamberlerini
öldüren, haddi aşan ve Allah'a isyan eden milletlerin akıbetleri de zaten budur
ve her milletin bundan ibret alması gerekir.
Yahudiler, her gün
Mûsâ (a.s.) nın, Rabb'ının izniyle gösterdiği mucizelere ve bu mucizeler
neticesinde, kendilerine ihsan olunan çeşitli nimetlere şâhid oldukları halde,
bundan hiç ders almamışlar, dâima küfür ve isyan içerisinde, ondan değişik şeyler
beklemişlerdir. Mûsâ (a.s.) ya «Rabb'ına bizim için duâ et» derken, Allah
Ta'âlâ'nın aynı zamanda kendi Rab'ları da olduğunu unutacak kadar azgınlık
içinde bulunan bu kavim, böylece, İbret almaları gereken mucizeleri ve
doiayısıyle Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş, daha sonraki devirlerde
Peygamberlerini haksız yere-zâten haklı olması mümkün değil-öldürmüş, bu
Peygamberlerin getirdikleri şeriatları tecavüz ederek isyan etmiş ve bütün bu
yaptıklarından dolayı,
Allah'ın gazabına
uğrayıp ebedi zillet ve meskenete, kısacası, özlemini duydukları hayata mahkûm
edilmişlerdir. Halbuki bunlar, Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş, ameM sâlih
de işlemiş olsalardı, âkibetleri bu mu olurdu? Elbette bu olmazdı. NitekimAllah
Ta'âlâ, takip eden âyette bu hususa işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: [71]
62. Şüphesiz, îman
edenler, Yahudiler, Hıristiyanlar ve Sâbiîler; bunlardan kim Allah'a ve
âhiret gününe îman eder ve hayırlı is işlerse, işte onların mükâfatları
Rab'lan kalındadır; onlara hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir.
62 Yukarıdaki
âyetlerde, Yahudilere ihsan edilen nimetler ve bu nimetlere mukabil onların
isyan ve inkârları anlatılırken, bu âyette, iman edenlerden ve onlar için
hazırlanan mükâfattan söz edilmesi, bir evvelki âyette zikri geçen ve Allah'ın
âyetlerini inkâr ederek, Peygamberlerini öldürerek, isyan ederek ve haddi
aşarak Allah'ın gazabına uğrayan ve hem zillete, hem de meskenete mahkûm edilen
kimselerden mü'min olanların istisna edilmesi maksadına matuftur. Her ne kadar
bu âyetlerde, dâima Yahudilerden ve onların azgınlıklarından söz edilmişse de,
bu, daha önce de açıkladığımız gibi, Hazret-i Peygamber'in Medine'ye hicreti
üzerine" ilk defa orada yaşayan Yahudilerin İslâm'a davet edilmeleri
dolayısıyledir. Bu sebeple Yahudiler, aynı azgınlık içinde bulunan diğer
milletlere bir örnek olarak seçilmiş ve o milletlerin de akıbetlerinin
Yahudilerden farklı olmadığı böylece belirtilmiştir. Ancak bu akıbet, ister
Yahudi olsun, ister başka bir kavim veya millet olsun, sadece daha önce tavsif
edilen azgınlar içindir; Allah'ın âyetlerini inkâr eden, Peygamberlerini
öldüren ve isyan ederek haddi aşanlar içindir. Hattâ sûretâ müslüman olduğu
halde bu vasıfta olanların akıbetleri de budur. Çünkü yukarıdaki âyette,
Yahudi, Hıristiyan ve Sabiler meyanında zikredilen «îman edenler» sözü-ki bununla
müslümanlar kasdedilmiştir-bu dinlere mensup olan kimselerin, ancak Allah'a ve
âhiret gününe îman etmeleri ve amel-i sâlih işlemeleri şartıyle bir evvelki
âyette zikredilen akıbetten istisna edildiklerine delâlet eder. O halde insan,
ister müslüman olsun ister Yahudi, Hıristiyan veya sâbiî olsun, ancak Allah'a
ve âhiret gününe tam bir imanla iman ettiği ve amel-i sâiih işlediği takdirde
Rabb'ı katındaki mükâfata hak kazanabilir ve akıbetinden emin olabilir.
Ancak, burada şuna da
bilhassa işaret etmek gerekir ki, yukarıda söz konusu edilen istisna hükmü,
henüz yeni bir şeriat gelmeden önce kendi şeriatına bağlı kalan ve o şeriat
çerçevesi içinde îmanını koruyan dîn mensupları için câridir. Çünkü her yeni
gelen şeriatın kendinden önceki şeriatı hükümsüz kılması ve eski şeriata bağlı
olanları kendi hükümlerine bağlanmayı emretmesi, Allah Ta'âlâ'nın değişmez bir
kanunu olarak vazedilmiştir. Buna göre, bir yahudl, İsâ şeriatı gelmeden önce,
Mûsâ şeriatına bağlı kaldığı sürece, mü'min vasfına sahip olursa da, İsa
şeriatının gelmesinden sonra, bu yeni şeriata tabii olmaması halinde, mü'min
vasfını kaybeder. Keza İslâm şeriatının gelmesinden sonra da, Mûsâ veya İsâ
şeriatlarına bağlı kalmak da, İnsana mü'min vasfını kazandırmaz. Çünkü İslâm
şeriatı, kendinden önceki şeriatları iptal ve bütün insanları kendi hükümlerine
tâbi olmayı emretmiştir. Bu sebepledir ki, İslâm şeriatının gelmesinden sonra,
herhangi bir yahudl veya hıristiyan, yahutta yahudî-likle hıristiyanlık
arasında tevhîd esasına dayalı bir dînin mensubu olan sâbiî, İslâm şeriatına
tâbi olmaksızın, Allah'a ve âhiret gününe iman ettiğini ve amel-i sâlih
işlediğini ileri sürüp yukarıdaki âyete istinaden kendisini İstisna hükmüne
tâbi tutamaz. Kısacası İslâm şeriatı çerçevesi içinde Hazret-i Peygamber'e ve
Kur'ân-ı Kerim'e inanmadıkça ve bu şeriatın gerektirdiği amelleri işlemedikçe,
bir evvelki âyette sözü edilen kötü akıbetten kendisini kurtaramaz.
İşte, Allah Ta'âlâ,
müslüman, yahudî, hıristiyan ve sâbiîlerden, gerçek mü'min olanları ve bu
îmanın gereği olarak amel-i sâlih işleyenleri, malûm akıbete mahkûm olanlardan,
açıkladığımız bu esaslar çerçevesi içinde istisna ettikten sonda, tekrar
yahudllere dönüyor ve ibret almaları için, geçmişteki azgınlıklarını
hatırlatmaya devam ederek şöyle buyuruyor: [72]
63. Sizden güvenilecek söz almış, Tûr'u da üzerinize
kaldırıp «size verdiğimiz (ki-tap)e sıkıca tutunun ve içindekileri hatırlayın;
belki böylece sakınmış olursunuz» demiştik.
64. Fakat bundan sonra, yine sözünüzden
dönmüştünüz- Eğer
üzerinizde Allah'ın ihsanı ve merhameti olmasaydı, herhalde hüsrana
uğrayanlardan olurdunuz-
63- Daha önceki ayetlerde
de işaret olunduğu gibi, Allah Ta'âlâ yahudilerden, Musa (a.s.) ya iman ve
Tevrat hüküm|erine göre amel etmek hususunda kesin söz almıştı. Bu söz, insanın
aslı fıtratına da uygundu ve Allah’ı Rab olarak tanımanın bir gereği idi. Bu
sebeple yahudîlerin, hem bu fıtratları, hem de vermiş oldukları söz dolayısıyle
Mûsâ (a.s.) ya inanmaları ve Tevrat hükümleri dışına çıkmamaları gerekirdi.
Onların vermiş oldukları bu sözden dönmemelerini gerektiren diğer bir husus da,
Allah'ın bir âyeti olarak Tur’un tepelerine dikilmiş olmasıydı. Çünkü bu sözü
verdikleri sırada, o dağın eteğinde bulunuyorlardı ve onun kuvvetli bir
sarsıntı ile üzerlerine geldiğini sanki tepelerine çöküverecekmiş gibi hareket
ettiğini hissetmişlerdi. Gördükleri bu manzaranın dehşetinden kaçıp
kurtulmaları, yanut o şiddetli korku ürpertilerini içlerinden atmaları mümkün
değildi. Orada kendilerine “size verdiğimiz kitaba sıkıca sarılın ve
içindekileri hatırlayın» denılmişti Verilen kitaba, yani Tevrat’a sıkıca
sarılmak ve içindekileri hatırlarnak onun getirdiği hükümleri iyi öğrenip
onlarla amel etmek manasına gelir Hükumleriyle amel edilmeyen kitap, unutulmaya
ve terkedilmeye mahkûmdur Amel edilmeksizin sadece okunan bir kitabın, akıbeti
de bundan farklı değildir Nasıl, bir âmir mernûruna yazılı bir emir göndererek
bir işin yapılmasını ister, fakat memur yazıyı, her gün defalarca okuyup
emredilen işi yapmadığı takdirde cezaya
müstehak olursa, Allah’ın kitabıyla amel etmiyenler de, aynı şekilde cezayı hak
etmiş olurlar.
Gönderilen kitapla
amel etmek ise, insana, Allah'ın murakabesini her an üstünde hissetme melekesi
kazandırdığı için, onun Allah'ın rızasına uygun işler yapmasına, buna karşılık,
gazabına sebep olacak işlerden, sakınmasına vesile olacağından, takvayı
artırır; insanı imanın en yüksek mertebesine ulaştırılır. [73]
64 İşte Yahudilerden,
imanın bu en yüksek mertebesine ulaşmaları için, Tevrat a sıkıca sarılmaları ve
içindekilerle amel etmeleri istenmişken, üstelik kendilerine, kuvvetle îman
etmelerini sağlayacak Allah'ın âyetlerinden birisi de gösterilerek söz
alınmışken, onlar, sonradan, verdikleri bu sözden yine dönmüşler, Tevrat’ı
unutup Musa a.s.) yi dinlememişler ve böylece Allah'ın azabını hak etmişlerdir. Bununla beraber, O
nun fazl u rahmeti onlarla beraber olmuş ve ileride gönderilecek peygamberlere
ve kitaplara uyarak verdikleri söze dönmeleri ümidiyle onları mukaddes arza
ulaştırmış ve hüsrana uğramaktan kurtarmıştır. Fakat yahudilerin inkar ve
isyanlarının sonu gelmemiş, dünya menfeatlarına karşı duydukları aşırı
derecedeki hırs, onları daima Allah'ın emirlerine karşı gelmeye sevketmıştır.
İşte bunlardan birisi de şu âyetle hatırlatılmıştır: [74]
65. Cumartesi günü
içinizden haddi aşanları
(n durumunu) şüphesiz
bilirsiniz. Hani onlara «horlanan maymunlar olunuz» demiştik.
66. Böylece o
hâdiseyi, hem önündekiler için,
hem ardındakiler için
ibret verici bir ceza, (Allah'tan) sakınanlar için de bir öğüt kılmıştık.
65 Allah Ta'âlâ
yahudllere, haftanın altı gününü iş günü olarak tahsis etmiş, yedinci Cumartesi
gününü de, sadece din işleriyle uğraşmaları ve içlerinde dini şuuru
sağlamlaştırıp dünya malına'karşı besledikleri hırsı kırmaları için mukaddes
bir gün kılmıştı. Fakat onlar, bu günü de ticaret günü yapmışlar ve böylece
haddi aşarak Allah'ın emrine karşı gelmişlerdi. Nitekim kıssası Araf sûresinin
163 üncü âyetinde de anlatıldığı gibi, yahu-dller Cumartesi gününün hürmetine
saygı gösterdikleri zaman, bir sahil kasabasında, balıklar can korkusuna
düşmeden su yüzüne çıkarlar, akın akın yanlarına kadar gelirlerdi. Fakat bu
günün hürmetini ihlâl ettikleri ve haddi aştıkları zaman, sahilde tek bir balık
görülmezdi. İşte bu hâdise, yahudîlerin verdikleri sözden nasıl döndüklerinin
ve haddi aşarak Allah'a nasıl karşı geldiklerinin açık bir örneğidir. Tevrat bu
hâdiseyi nakîetmemiş-tir. Bununla beraber yahudller arasında bilinen ve
nakledilen bir hadise olduğu içindir ki, Allah Ta'âlâ kur'ân-ı Kerîm'de
yahudîlere Cumartesi gününün hürmetini ihlâl ederek haddi aşan atalarının
hallerini çok iyi bilmeleri gerektiğini hatırlatmış ve elim akıbetlerini
onların gözleri önüne sermiştir. Bu elîm akıbet, âyet-i kerimede, haddi
aşanların horlanan maymunlar haline dönmeleri şeklinde ifade edilmiştir.
Maymun haline dönmek veya maymunlaşmak. Müfessirlerin çoğu, bunu, o insanların
cisim ve şekil olarak maymun haline döndüklerini söyleyerek izah etmişlerse de,
bu görüş kanaatımızca Allah'ın sünnetine aykırıdır. Zira Allah'a isyan edenler,
her devirde çıkmıştır ve Allah Ta'âlâ'nın bunlar hakk..idaki sünneti birdir.
Bu sebeple, onların maymunlaşmış olmaları, yahut başka bir ifadeyle, sûretâ
insan olsalar bile, akıl ve rûh yönünden dâima horlanan, alay edilen ve ciddiye
alınmayan bir maymuna benzemeleri akla daha yakındır. Nitekim yine Araf
sûresinin bu kıssayla ilgili 167 nci âyetinde, Allah'a karşı gelerek
maymunlaşan ve artık ciddiyetlerini kaybeden yahudîlerin üzerine, kıyamet
gününe kadar, kendilerine azâb edecek kimseler gönderileceği beyan edilmiştir
ki bu beyan dahi, onların şekil yönünden değişmediklerini gösterir. [75]
66. İşte, Cumartesi
gününün hürmetini ihlâl ederek haddi aşanların maymunlaşmak, veya hayvan
derekesine düşmek suretiyle hak ettikleri bu ceza, hem o devirde yaşayıp
hâdiseye şâhid olanlar için, hem de daha sonraki devirlerde yaşayıp ayrıt
sapıklığı işleyenler için bir ibret, Allah'tan sakınanlar için de bir öğüt
kılınmıştır. Tâ ki haddi aşanlar, akıllarını başlarına alıp doğru yolu seçsinler;
Allah'tan sakınanlar da, ayaklarını denk atıp sapıklığa düşmesinler.
Kur'ân-ı Kerîm, buraya
kadar, yahudîiere hitap ederek, kendilerine ihsan edilen nimetleri, onların bu
nimetler karşısındaki nankörlüklerini, Allah'ın emirlerine karşı gelip isyan etmelerini
hatırlatmış, onları, sık sık, bu azgınlıktan vazgeçerek hak yola girmeye davet
etmiştir. Fakat bunu takip eden âyetlerde, yukarıdan beri alışık olduğumuz
usiüb değişmiş, onun yerini, insanı düşünmeye, sebebini araştırmaya ve
neticesini öğrenmeye sevkeden Kur'ân-ı Kerlm'e hâs bir kıssa uslûbü almıştır.
Bu âyetlerde de, yahudîlerden bahsedilmiş ve oniarın Mûsâ (a.s.) ya olan
inançsızhklarıyle Allah'ın emrini savsaklamaları ve ondan kurtulma gayretleri
anlatılmıştır; ancak, daha önceki âyetlerde olduğu gibi, yahudîiere hitap
ederek değil, fakat dinleyenlere, üzerinde düşünüp ibret alacaktan bir kıssa
olarak. Daha önceki âyetler, umumiyetle, Mekkî sûrelerde kıssaları anlatılan hâdiselerden
ibret alınması gereken birer hatırlatma ve ihtar örnekleri olduğu halde, bu
âyetler, Kur'ân-ıKerîm'in başka bir sûresinde yer almayan ve bu sebeple içinde
bulundukları Bakara sûresine adını veren bir kıssa hükmündedir. Bu kısa
açıklamadan sonra âyetlere tekrar dönelim ve ibret alınması için Bakara
kıssasına kulak verelim: [76]
67. Mûsâ kavmine
«Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor» dediğinde, onlar «sen, bizimle alay
mı ediyorsun?» demişler; {Mûsâ da onlara) «câhiller gibi olmaktan Allah'a
sığınırım» demişti.
68. (Musa'ya) «Rabb'ma
bizim için duâ et de,
onun mahiyetini bize
açıklasın» demişler; o da, «(Rabb'ım) diyor ki: O ne çok yaşlı, ne de çok
genç, fakat bunun ortası, dinç bir sığırdır. Emrolunduğunuz şeyi yapınız»
demişti.
69. (Yine Musa'ya)
«Rabb'ına bizim için duâ
et de, o sığırın
rengini bize açıklasın»demişler; o da, «(Rabb'ım) diyor ki: O, bakanlara hoş
gelen sapsarı bir sığırdır» demişti.
70. «Rabb'ına bizim için duâ et de, onun
mahiyetini bize açıklasın; zira sığırlar birbirine benziyor; fakat Allah
dilerse, biz, (o sığırı) herhalde buluruz» demişlerdi, j
71. (Mûsâ da
onlara şöyle) demişti: «(Rabb'ım) diyor ki: O, ne boyunduruğa
koşulup arazi sürmüş, ne de ekin sulamış bir sığır değil, kusurdan salim,
lekesi olmayan bir sığırdır». Bunun üzerine (Musa'ya) «işte şimdi gerçeği
söyledin» demişler ve sığırı kesmişlerdi; neredeyse bunu yapmıyacaklardı.
67 İşte, Bakara
sûresine adını veren kıssayla ilgili âyetlerin meali budur. Bu mealden de
anlaşıldığı gibi, Allah Ta'âlâ yahudîlere bir sığır (Bakara) kesmelerini
emretmiş, fakat yahüdîler, o emri hemen yerine getirip bir sığır kesmeleri
gerekirken, onu teblîğ eden Musa'ya yönelttikleri çeşitli sorularla işi
savsaklamaya, geciktirmeye ve kendilerini bu işten sıyırmaya çalışmışlardır.
Sonunda sığırı kesmişlerdir; fakat onu kesinceye kadarki davranışlarıyle, sahip
oldukları isyankâr tabiatı bütün açıklığıyle ortaya koymuşlardır. Bu isyankâr
tabiat, daha iik âyette göze çarpmaktadır. Mûsâ (a.s.) onlara Allah'ın bir
emrini teblîğ ettiği halde, onlar Mûsâ (a.s.) ya «sen bizimle alay mı
ediyorsun?» sözüyle mukabele etmişlerdir. Aslında bu mukabele, emri teblîğ
eden Mûsâ (a.s.) ya değil, Allah Ta'âlâ'ya-dır; çünkü emrin asıl sahibi O'dur
ve Mûsâ (a.s.), emri onlara ileten bir elçidir. Bu bakımdan yahudîierin, Allah'ın
bir emri karşısındaki bu davranışları, onların tıynetlerini ortaya koymak
bakımından yeterlidir. Bununla beraber, bu mukabelenin doğrudan doğruya Mûsâ
(a.s.) ya yapıldığı kabul edilse bile, onların Allah'ın bir peygamberine karşı
takındıkları bu tavır, ona olan inançlarının derecesini göstermek bakımından da
yeterlidir. Nitekim Mûsâ (a.s.), Allah'ın emri karşısında bu kadar ciddiyetten
uzak bir zannın, ancak Allah ve Peygamber tanımayan câhillere âit olduğunu îman etmiş
ve «ben câhiller gibi olmaktan Allah'a sığınırım» demiştir. Ancak, bu îmayı
anlamaktan çok uzak olan yahüdîler, müteakip âyetlerde de görüleceği gibi
içlerinde Allah korkusundan ve peygamber sevgisinden yoksun bir duygu içinde,
sanki kendi Rab'ları değil de, sadece Musa'nın Rabb'ıy-mış gibi «Rabb'ına bizim
için duâ et» diyerek, alaylı, edeb ve erkândan uzak bir takım sorularla,
kesmeleri emredilen sığırın mahiyetini öğrenmeye, daha doğrusu öğrenmek
bahanesiyle emrin ifasından kendilerini sıyırmaya çalışmışlardırnAncak bu
sıyrılma işinde yine de muvaffak olamamışlardır. Çünkü oyalamak maksadıyla
sordukları sorular, kendilerini, kesmeleri gereken sığırla birlikte o kadar dar
bir çember içine sıkıştırmıştır ki, artık onu kesmekten başka çareleri
kalmadığını anlamışlar, fakat bu çaresizliği alaylı bir dönüşle gizleyip «işte
şimdi tarif ettiğin sığır belirdi; onu iyi anlattın» manâsında bir söz
söyliyerek kendilerine kesmeleri emrolu-nan sığırı kesmişlerdir.
Özetleyerek açıklamaya
çalıştığımız Bakara kıssası, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, insanları
düşünmeye, sebebini araştırmaya ve neticesini bulmaya sevkeden bir uslûbla
gelmiştir. Buna göre, ilk akla gelen soru, herhalde, kesilmesi emrolunan
hayvanın, meselâ bir koyun veya koç olmayıp da, özellikle bir sığır olmasının
sebebiyle ilgilidir: Allah Ta'âlâ, onlara, neden bir sığır kesmelerini
emretmiştir?
Mukaddes topraklara
yerleşmek üzere Mısır'dan çıkan, îmanla küfür arasında bocalayan, Allah'ın
akıllarına durgunluk veren âyet ve delillerini görünce îmana yönelen, fakat bu
âyet ve delillerin tesiri ortadan kalkınca yeniden küfre dalan yahudîlerin,
içinde bulundukları bu kararsız hali ve Mısırlıların üzerlerindeki tesirlerini
gözönünde bulundurmaksızın bu soruyu cevaplandırmak mümkün değildir. Bilinen
bir husustur ki, Mısır'da sığır, bugün tıpkı Hindistan'da olduğu gibi,mukaddes
bir hayvan telâkki ediliyor ve Mısır'lıların mabûdlanndan biri olarak yüksek
itibar görüyordu. Kesilip eti yenmiyor, çifte koşulup toprak sürmüyor, araba
çekmiyordu. Dört asırdan fazla Mısır'da kalan yahudîler de, Mısırlıların bu
inancını benimsemişler ve sığır hakkındaki duygularını onlarla paylaşmışlardı.
Bu sebeple yahudîlerin, Allah'tan başka şeyleri tanrı edinmeye karşı bir eğilimleri
vardı. Nitekim Araf sûresinin 138 ince âyetinde de açıklandığıgibi, Mısır'dan
çıktıktan sonra, puta tapan bir kavme Özenerek Mûsâ (a.s.) ya' «sen de bize
böyle bir tanrı yap» demeleri, bu eğüimin tabiî bir neticesiydi. Fakat daha
önemlisi, onların Mûsâ (a.s.) nın kırk günlük yokluğundan faydalanarak bir
buzağıyı tanrı edinmeleriydi ki, bu,Mısır'da kazandıkları tanrı sığır inancının
tipik bir örneğini teşkil eder. Halbuki başlarında bulunan Peygamber, bütün
kâinatın bir tek yaratıcısı ve bir tek ilâhı olan Allah Ta'âlâ'nın
Peygamberiydi ve onları yalnız bu ilâha inanmaya davet ediyor, hepsinin tevhld
inancında birleşmesini istiyordu. Bu birleşmenin ilk adımı ise, kalplerinde
taht kurmuş olan putların kırılıp atılması olacaktı. İşte,
yahudîlerin, bu ilk
adımı atmalarını sağlamak maksadıyle, Allah Ta'âlâ onlara, saygı duydukları ve
bir tanrı gibi itibar ettikleri sığırı kesmelerini emrediyordu. Bu
emir,yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi, yahudîler üzerinde önce bir
şaşkınlık yaratmış ve Mûsâ (a.s.) ya «sen bizimle alay mı ediyorsun?» demişler;
sonda işin ciddiyetini anlayarak onu savsaklamaya ve çeşitli sorularla
geciktirmeye çalışmışlardır. Ancak bu sorular, onları, dâima çıkmaz bir sokağa
sürüklemiş ve nihayet orta yaşlı, çevik, rengi güzel sarı, hiç boyunduruğa
koşulmamış ve toprak sürmemiş vasıflarıyle, kendilerince tanrı olmaya tam lâyık
bir sığır kesilmesinin emredildiğini anlayınca, direnme güçlerini kaybetmişler
ve sığırı kesmişlerdir.
Okuyanların ve
dinleyenlerin, üzerinde durarak ibret almaları gereken Bakara kıssasının
zikrinden sonra, daha önceki âyetlerde de olduğu gibi, yahudîlere hitapla yeni
bir hâdise hatırlatılmış ve bu hâdiseyle, öldükten sonra tekrar dirilmeye ve
mutlaka gerçekleşecek olan hesap gününe işaret edilerek, artık akıllarını
başlarına almaları, onlara tekrar ihtar edilmiştir. Ancak, tıynetleri gerçekten
bozulmuş olan bu kavim, aklını başına alacak ve doğru yola girecek midir? Allah
Ta'âlâ şehadet ediyor ki, hayır. Kalpleri taş gibi katılaşmış olan bu kavmin
doğru yola girmesi mümkün değildir: [77]
72. Hani birisini
öldürmüştünüz de, suçu biribirinizin üzerine atmıştınız. Oysa Allah, gizlemiş
olduğunuz şeyleri ortaya çıkaracaktı.
73. (Bunun üzerine;)
«Öldürdüğünüz kimse-
ye, onun bir
parçasıyle vurun» demiştik. îşte Allah, belki aklınızı başınıza alırsınız
diye, Ölülere böyle hayat verir ve size âyetlerini gösterir.
74.Fakat bundan sonra
kalpleriniz taş gibi, yahut (taştan) daha sert ber şekilde tekrar
katılaşmıştı; halbuki içinden nehirler
fışkıran, yarılıp sular çıkan, Allah korkusundan yuvarlanıp düşen ne
taşlar vardır! Allah yaptıklarınızdan gafil değildir,
72 Yahudilere
hatırlatılan yeni bir hâdiseİçlerinden birisi öldürülmüştür; ancak katil meçhul
olduğu için, yahudîler biribirlerinden şüphe etmekte ve herkes suçu birbirine
yüklemeye çalışmaktadır. Hâdisenin cereyan ettiği devir açıklanmamıştır. O
sıralarda Mûsâ (a.s.) nın hayatta bulunup bulunmadığı bilinmemektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'de veya Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen hadisler arasında
açıklayıcı başka bir nass da bulunmadığı İçin bunu tesbit etmek mümkün
değildir. Bu sebeple, zamanın tayinini bir tarafa bırakarak, öldürme
hadisesiyle ilgili ilk iki âyetin anlaşılan manâsını açıklamaya çalışalım: [78]
73. Yahudller arasında
bir adam öldürülmüş, fakat katili tesbit edilememiştir. Bu sebepje herkes
biribirinden şüphe etmeye ve öldürme suçunu biribiri üzerine yüklemeye
başlamıştır. Fakat insanların gizledikleri her şeyi bilen ve dilediği zaman
onları açığa çıkaran Allah Ta'âlâ, katilin bulunmasını sağlamak maksadıyle ve
muhtemelen bir Peygamberi vâsı-tasıyle veya ilham yoluyla, onlara, öldürülen
adamın bir parçasını, veya bir uzvunu yine o adamın cesedine vurmalarını
emretmiştir. Bundan sonra olan hâdise açıklanmamış olsa bile, siyaktan
anlaşıldığına göre, bu emir yerine getirilmiş ve ölü dirilerek kendisini
öldüren katili haber vermiştir. Ancak bu hâdisede ve hâdisenin yahudllere
hatırlatmışında ibret alınması gereken ağırlık noktası, katilin bulunması
olmadığı ve bulunup bulunmamasının insanlara ibret olması yönünden hiçbir
değeri bulunmadığı için âyet-i kerlme'de buna işraet edilmemiş, fakat hâdisenin
asıl ibret alınması gereken yönü üzerinde durularak ve «aklınızı başınıza
alasaniz» sözüyle de teyld edilerek, öldükten sonra dirilmenin bir örneği
gözler önüne serilmiştir. Öldükten sonra dirilme ve bunun arkasından gelen
hesaba çekilme, bütün Peygamberlerin, kavimlerine tebliğ ettikleri ve mutlaka
inanmalarını istedikleri bir esastır; aynı zamanda insanın, yeryüzünde var
oluşunun sebep ve neticesidir. Eğer öldükten sonra dirilme, sonra da hesaba
?ekilme olmasaydı, insanın mükellef kılınması ne kadar abes olurdu.
Allah Ta'âlâ bir
mucize olarak, yahudîlerin gözleri önünde b'lü bir adamı diriltmiş ve bunu,
akıllarını başlarına almaları ve bir gün hesaba çekileceklerini unutmamaları
için kıyamet gününün açık bir delili kılmıştır.
Öldürme hadisesiyle
ilgili iki âyetin özet olarak açıklaması budur. Ancak burada, bütün tefsir
kitaplarının ittifakla ele aldıkları ve çok farklı bir görüşle açıklamaya
çalıştıkları bir konuya işaret etmek gerekir. Bu konu, öldürülen adamın
dirilmesine sebep olan vurma hadisesiyle ilgilidir. Açıklayıcı başka bir âyet,
yahut Hazret-i Peygamber'den gelen herhangi bir ivayet bulunmadığı halde, bütün
müfessirler, öldürme hadisesiyle, daha önce anlatılan Bakara kıssası arasanda
bir irtibat kurmuşlar ve öldürülen adama, kesilen sığırın bir uzvuyle
vurulduğunu ileri sürmüşlerdir. Böyle bir iddianın sebebi de, âyet-i kerîmenin
fe-kulnâ'dübûhu bi-ba'dıhâ ibaresindeki hâ! zamirinin, Bakara kıssasında
kesilmesi emrolunan bakara (sığır) ya atfedilmesidir. Halbuki bu zamiri, diğer
bir kıssadaki isme atfetmek yerine, bu zamirin yer aldığı âyet-i kerîmede geçen
ve iz kateltum nefsen İbaresindeki nefs kelimesine matuf kılmak akla daha
yakındır. Nitekim aynı âyetin fe'ddâre'tum fîhâ ibaresindeki hâ zamiri de
nefs'e matuftur. Müfessirler, bir zamir dolayısıyle, iki kıssa arasında bir
münasebet kurunca, sığır kesmek huşunda vârid olan emrin sebebini de, öldürme
hâdisesinde bulmuşlar ve öldürülen adamın dirilmesi ve dolayısıyla kıyamet
günü yeniden dirilmeye delil olması için, bir uzuv ile vurulmak üzere, Allah
Ta'âlâ'nın bir sığır kesilmesini emrettiğini iler sürmüşlerdir. Ancak bu
açıklama, ortaya başka bir müşkil çıkarmıştır:Sığır kesilmesiyle ilgili emrin,
bu emre sebep teşkil eden öldürme hâdisesinden önce zikredilmesi, yani müsebbebin
sebebe takdim edilmesi. Müfessirler, bu müşkili de, Kur'an-ı Kerîm'de zaman
zaman görülen takdim ve tehirle izah etmişler ve bunun caiz olduğunu
söylemişlerdir.
Kanaatımızca,
âyetlerin tefsirinde böyle bir zorlamaya gerek yoktur. Sığır kesilmesiyle
ilgili emrin vürûdû, daha öncede açıkladığımız gibi, yahudîîerin, sığın
mukaddes sayan inançlarını kırmak içindir ve öldürme hadisesiyle sebep ve
netice yönünden bîr irtibatı yoktur. Nitekim yahudllere yöneltilen ilk
hitaptan itibaren, onlara hatırlatılan her nimet âyeti, dâima ve iz lafzıyle
başlamıştır ve bu âyetlerin her biri, ayrı ayrı hâdiselere delâlet etmektedir.
Bakara kıssasıyie, arkasından gelen öldürme hâdisesini anlatan âyetler de keza
ve iz lafzıyle başlamıştır ve her ikisi de, ayrı ayrı hâdiselerdir. [79]
74 Netice itibariyle
yahudller, Mısır'dan çıkıp mukaddes arza gelinceye kadar, sayısız mucizelerle
karşılaşmışlar, akıllarına gelmedik bir çok nimetlere kavuşmuşlardır. Son defa
bir ölünün nasil dirilip tekrar hayata döndüğünü kendi gözleriyle görmüşlerdir.
Bu kadar açık ve kesin deliller karşısında, artık kıyamet gününe ve bu günün
bir de hesap günü getireceğine inanmaları gerekirdi. Bu inançla kalpleri
yumuşamalı ve küfrün değil İmanın, isyanın değii itaatin, bâtılın değil hakkın
barınağı olmalıydı. Fakat heyhat! Bu delillerden, reddi mümkün olmayan bu
hüccetlerden sonra, kalpleri yine katılaşmış ve taştan daha sert bir madde
haline gelmiştir. Çünkü taş, ne kadar sert olursa olsun, kendilerinin de çok
iyi bildiği gibi, bazısı göz göz olup içinden sular akıtır; bazısı nehirler
fışkırtır; bazısı da, Allah korkusuyla bulunduğu yerden kopup yuvarlanır.
Yahudilerin kalplerinde ise, bunlardan herhangi birine denk, hayırlı hiçbir
hareket görülmez: Ne iman sızıntısı vardır, ne de Allah korkusundan coşup taşmak.
Fakat ne olursa olsun, bunun akıbetini elbette göreceklerdir; Ailah, elbette
onların yaptıklarından gafil değildir.
Kur'ân-ı Kerîm,
yahidîlsrin bu değişmez vasıflarını, yukarıdan beri dâima kendilerine hitap
ederek ortaya koyduktan sonra, şimdi müslüman-lara dönüyor ve geçmişlerini
tanıttığı o azgın kavme dikkatlarını çekerek şöyle buyuruyor: [80]
75. (Ey müslümanlar!
Şimdi siz), onların size inanacaklarım mı umuyorsunuz? Halbuki onlardan bir
gurup, Allah'ın kelâmını dinlerlerdi de, sonra akıllan erdiği halde, onu bile
bile tahrif ederlerdi.
76. iman edenlerle
karşılaştıkları zaman, «îman
ettik» derler; fakat biribirleriyle yalnız kalınca (bir kısmı diğerlerine),
«Allah'ın size (Tevrat'ta) açıkladığı şeyi Rabbınız katında size karşı hucet
olarak kullansınlar diye mi onlara anlatıyorsunuz; buna hiç aklınız ermiyor
mu?» derler.
77. Oysa, onların gizlediklerini de , açığa vurduklarını
da Allah'ın bildiğini bilmiyorlar mı?
78. İçlerinden bir
kısmı ümmîdir; Kitabı bilmezler; bildikleri sadece bir takım kuruntulardır ve
(bunlara istinaden) sadece zanda bulunurlar.
79. Yazıklar olsun, elleriyle kitabı yazıp da, sonra
onu yok pahasına satabilmek için «bu Allah'ın kalındandır» diyenlere; Yazıklar
olsun, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara ve yazıklar olsun, böyle
kazandıklarından dolayı onlara.
80. Demişlerdi ki:
«Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmayacaktır». (Ey Muhammedi Sen de
onlara) de ki: «Siz, Allah katından bir söz mü elde ettiniz?-Zira Allah, asla
sözünden dönmez* Yoksa Allah'a karşı bilemiyeceği-niz bir şey mi
söylüyorsunuz?»
81. Hayır, (öyle
değil)! Kim, bir günah kazanır ve suçu çepeçevre kendisini kuşatırsa, işte
böyleleri Cehennem ehlidir; onlar orada ebedî kalacaklardır.
82. İman edenler ve
iyi işler yapanlar ise, bunlar da Cennet ehlidir ve orada ebedî kalacaklardır.
Görüldüğü gibi,
yukarıdaki âyetlerde, müslümaniara hitap edilmiş ve yine yahudîlerden
bahsediise bile, artık Medine'de müslümanların karşısında bulunan ve Hazret-i
Peygamber'e ve dolayısıyle ona indirilen Kur'ân-ı Kerîm'e inanmaları beklenen
zamanın yahudîieri eie alınmıştır. Ancak, anlaşılıyor ki, bu yahudîler de, daha
Önce tıynetleri ve karakterleri bütün açıklığıyle gözler önüne seriten
atalarından farklı değillerdir. Bunlar da eskileri gibi Allah'ın âyetlerini
tahrif ediyorlar; kendi kitaplarında okudukları bir takım uydurmacaları bilir
görünseler bile, asıl bilip açığa vurmaları gereken bazı esasları yine
gizlemekten vazgeçemiyorlar. Demek ki bunlar, inkâr isyan ve küfür olarak
atalarından ne öğrenmişlerse onu sürdürüp geliyorlar, Öyleyse başından beri
kalplerindeîmans hiç sindire-memiş olan bu insanların, şimdi İslâm'a girmeleri
mümkün mü? Kendi içlerinden çıkmış Peygamberlere sırt çeviren, hattâ bazılarını
öldüren bu kavmin çocukları, küçük gördükleri ve küçültmek için dâima fırsat
kolladı-karı başka bir kavmin içinden çıkan Hazret-i Peygamber'e inanırlar mı?
İşte, yukarıdaki âyetlerde bu istifham ile müslümaniara hitap ediliyor ve
deniliyor ki: [81]
75. (Ey Müslümanlar!
Şimdi siz), onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz,? Halbuki onlardan bir
gurup, Allah'ın kelâmını dinlerlerdi de, sonra akıllan erdiği halde, onu bile
bile tahrif ederlerdi.
75 Yahudiler, mensup
oldukları dîn itibariyle tevhld ehlindendiler; yani Allah'ın birliğine
inanıyorlardı, kendilerine bir çok peygamber gönderilmiş olması dolayısıyîe de,
hem peygamberlere, hem de onlara gelen vahye ve vahiy mahsûlü olan kitaba
inanıyorlardı. Yahut, hiç olmazsa, başta Hazret-i Peygamber olmak üzere, bütün
müslümanSar, onların bu inançlara sahip olduklarını veya sahip olmaları
gerektiğini düşünüyorlardı. Bu düşünce sebebiyle, onlara, İslâm'a girmeleri
için açık bir davet vukubul-duğu zaman, onların bu davete hemen icabet
edeceklerini umuyorlar, hattâ umuttan da kuvvetli bir inanç besliyorlardı. Bu
inançla onlara karşı bir
yakınlık duyuyorlar,
içlerinden dostlar ve sırdaşlar ediniyorlardı. Nitekim daha sonraları, bu çeşit
dostlukların, Hazret-i Peygamber'e gelen bir vahiyle yasaklandığı görülecektir
(am imrân sûresi, ne).
Ne var ki, Kur'ân-ı
Kerîm, müslümaniara, yuhudlîer hakkında besledikleri bu umudun boşuna olduğunu
hatırlatmış ve «onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz?» diyerek bu boş
umuttan vazgeçmelerini istemiştir. Aslında bu hitap Hazret-i Peygarnber'edir
ve «onların sana Peygamber olarak inanacaklarından boşuna umutlanma»
manâsındadır. Ancak bu umutta, diğer müsiümanların da, Hazret-i Peygamber'e
iştirak etmeleri dolayısıyle hitap hepsine birden gelmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'in,
yahudllerin İman etmeleri ve İslâm'a girmeleri hususunda beslenen bu umudu
reddetmesi, onlardan bir gurubun, bizzat kendi kulaKlarıyie işitip dinledikleri
Allah kelâmını, akıllan da erdiği halde, kasden tahrif etmeleri deliline
dayanır. Bazı müfessirler, herhangi bir nassa istinad etmeksizin, Allah
kelâmını tahrif eden bu gurubun, Allah Ta'âlâ'nın Tûr'da, Mûsâ (a.s.) ile
konuştuğu sırada, dağın eteğinde bulunan ve Allah'ın sözlerini işiten seçilmiş
yetmiş kişi olduğu görüşüne yer verirler. Ancak Allah Ta'âlâ'nın kelâmını
işitmek, yalnız peygamberlere hâs bir özellik olması ve başkalarının Allah
Ta'âlâ'yı işitmede onlara iştirak etmelerinin mümkün olmaması dolayısıyle, bu
görüşe katılmak pek kolay görülmemektedir. Bununla beraber, Allah'ın kelâmını
tahrif edenler, eğer Mûsâ (a.s.) devrinin yahudîleriyseler, bunlar, herhalde
Musa'nın Tevrat'tan kendilerine okuduğu Allah kelâmını değiştirmiş
olacaklardır. Nitekim yukarılarda, hahamların, Hazret-i Peygamberin
sıfatlanyle ilgili Tevrat metinlerini nasıl tahrif ettiklerinden söz etmiştik.
Allah'ın kelâmını
tahrif edenlerin, yahudllerin ileri gelen din adamları ve hahamlar olduğu, bu
âyet-i kerimeden de anlaşılmaktadır. Çünkü Tevrat'ı okudukları veya
dinledikleri zaman, onu en iyi anlamak durumunda olanlar, bu din adamlarıdır
ve âyet-i kerimedeki «akılları erdiği halde» ibaresi de buna delâlet eder.
Nitekim 78 inci âyette, bunlara karşılık, halktan olan ve okuma yazma bilmeyen
(ümml) kimselerin Tevrat'ı da bilmediklerine işaret edilmiş ve bunların bütün
bilgilerinin, hahamlar tarafından kendilerine aktarılan tahrif edilmiş yalan
yanlış şeyler olduğu belirtilmiştir.
İşte, yahudîler ve
onların dîn adamları, Allah'ın kelâmını bile bile ve kasıtlı olarak tahrif edip
dururken ve diğer yahudîlerin bilgileri de, bu tahrif edilmiş yanlış zanlardan
ve kuruntulardan ibaretken, onların İslâm'a girmelerini, Hazret-i Peygamber'e
ve Kur'ân-ı Kerim'e inanmalarını ummak ne kadar yanlış olur. Öyleyse ey
müsiümanlar, gerçekleşmesi mümkün
olmayacak bu umuttan
vazgeçin. Onların ataları, kendi peygamberlerine bile inanmamışlardır. Bunlar
atalarından farklı değiller ki. Eğer bunları daha iyi tanımak ve haklarında
beslediğiniz umudun boşuna olduğunu anlamak isterseniz, işte onların
sıfatlarından bir örnek: [82]
76-İman edenlerle
karşılaştıkları zaman, «îman ettik» derler; fakat biribirleriyle yalnız
kalınca, (bir kısmı diğerlerine) «Allah'ın size (Tevrat'ta) açıkladığı şeyi
Rabbınız katında size karşı hüccet olarak kullansınlar diye mi onlara anlatıyorsunuz; buna
hiç aklınız ermiyor mu?» derler.
77. Oysa, onların
gizlediklerini de, açığa vurduklarını da Allah'ın bildiğini bilmiyorlar mı?
76-Müslümanların
Medine'ye hicret etmelerinden ve İslâm'ın bazı Arap kabilelerinin gönüllerinde
taht kurmasından sonra, bilhassa yahudîler, büyük bir korku ve şaşkınlık içine
düşmüşlerdi. Hahamları her ne kadar Tevrat metinlerini tahrif ederek İsmail
(a.s.) soyundan geleceği bildirilen son Peygamberin sıfatlarını gizlemeye
çalışıyorlarsa da, yahudîlerin çoğu bunun farkındaydılar ve bu Peygamberin
geleceği günü bekliyorlardı. İşte şimdi bu Peygamber gelmişti ve yahudlleri de
İslâm'a davet ediyordu. Hem de yahudîlerin geçmişlerinden haber vererek.. Ancak
yahudlier, ona inanıp inanmamak hususunda mütereddit idiler: Eğer inanır ve
yeni dîne girerlerse, İslâm'ın zannedildiği gibi yayılmaması ve başarıya
ulaşmaması halinde, tekrar eski dinlerine dönseler bile, eski itibarlarını
kazanamazlar, pek çok menfeatı da yitirmiş olurlardı. Bu düşünceyle yeni dîne
girmese-ler, onun başarıya ulaşması ve
her tarafa yayılması halinde, kendileri, müslümanların gölgesinde yine zelil
bir hayata mahkûm olarak yaşamak zorunda kalırlar ve menfeatları yine heba olup
giderdi.
77- İşte, yahudlier,
sadece bu menfaat endişesiyle müslümanlara yaklaşıyorlar, hattâ bazıları da,
inanmadıkları, İman etmedikleri halde «inandık, îman ettik» diyorlardı.
Maksatları, hem yuhudllikten ayrılmıyarak kendi cemaatlarını memnun etmek, hem
de müslümanlara îman etmiş görünmekti. Ancak, diğer yahudîler, münafıklık eden
bu yahudllere çatıyorlar ve onları, Hazret-i Peygamber'in sıfatları hakkında ve
diğer bazı meseleler hakkında Tevrat'ta yer alan hükümleri müslümanlara haber
vermekle ve sırlarını onlara aktarmakla itham ediyorlar, «bu kadarcık şeye de
mi aklınız ermiyor?» diyerek onları azarlıyorlardı. Düşünmüyorlardı ki,
Kur'ân-ı Ke-rlm'de her ne söylenmişse, hepsi de Allah Kelâmıdır ve Hazret-i
Peygam-ber'e Allah Ta'âlâ tarafından bildirilmiştir. Denilebilir ki onlar,
Kur'ân'da her ne varsa, hepsinin Allah tarafından Hazret-i Peygamber'e
vahyedildi-ğine inanmıyorlardı. Fakat onların geçmişlerini ve geleceklerini,
isyanlarını ve inkârlarını, Tevrat'tan neleri tahrif edip gizlediklerini Allah
Ta'âlâ bilmiyor mu? Allah Ta'âlâ'nın her şeyi bildiğini onlar bilmiyorlar mı?
Eğer onlar bunu biliyor ve Allah'ın ilminin her şeyi ihata ettiğine gerçekten
inanıyorlarsa, İman ettiklerini söyleyip de, kalplerinde küfrü gizlediklerini
Allah'ın bilmesinden nasıl şüphe ederler? Onların kâfirleri de, münafıkları da,
âlimleri de câhilleri de, dünyada ve âhırette, bu küfürleri sebebiyle hak
ettikleri akıbete elbette kavuşacaklar ve cezalarını çekeceklerdir. Câhillerinin
zaten kitaptan haberleri yoktur ve bir takım hurafelerle kendilerini kandırmaya
çalışmaktadırlar. Bunu da aşağıda göreceğiz: [83]
78. İçlerinden bir
kısmı ümmîdir; kitabı bilmezler; bildikleri, sadece, bir takım kuruntulardır
ve (bunlara istinaden) sadece zanda bulunurlar,
78 Bu âyet-i
Kerîmeyle, yahudîlerin ikinci bir gurubuna, ümml olanlara, yani okuma yazma
bilmeyenlere, yahut Tevrat'ı okusalar bile, içindekileri anlamaktan âciz
olanlara işaret edilmiştir. Daha önceki âyetlerde ise, yahudl ileri
gelenlerinden, yahut dîn adamlarından veya hahamlarından söz edilmiş ve onların
Tevrat'ı nasıl tahrif ettikleri ve bilhassa Hazret-i Peygamber'in sıfatlarını
nasıl gizlemeye çalıştıkları belirtilmişti.
Tevrat'ı bilmeyenler,
okusalar bile, onu anlamaktan ve hükümleriyle amel etmekten âciz olanlar, Cum'a
sûresinin beşinci âyetinde de işaret edildiği gibi, cilt cilt kitaplar taşıyıp
da, onların ne olduğunu bilmeyen eşekler gibidirler, Halbuki insanın ümml
olması, veya okuma yazma bilmemesi, kendisi için bir mazeret teşkil etmiyeceği
gibi, itikadl konularda bilmesi gereken bir takım meselelere câhil olmasını da
gerektirmez..Çünkü böyle kimselerin, bilen ve güvenilir olan kimselere
başvurarak, sahih olan ve delile dayanan bilgileri onlardan almaları kaçınılmaz
bir görevdir. Halbuki yahudîler ve bilhassa câhil olanları, işin asılını
araştırmak yerine, hahamlarının yalan yanlış kafalarına soktukları gerçekleşmesi
mümkün olmayan akıl dışı hayallerin peşine düşüyorlar, onlarla yatıp onlarla
kalkıyor ve yalnız onlarla avunuyorlardı. Çünkü hahamların Tevrat'tan tahrif
edip «bunlar Allah katındandır» diyerek câhillerin kafalarına soktukları
şeyler, yahudîlerin öteden beri peşinde koştukları hayallerin aynısıydı. Bu
sebeple, hem doğruyu araştırmayıp hahamların yalanlarına tâbi oldukları için
câhil yahudller, hem de onların cehaletini istismar ederek tahrif ettikleri
Tevrat metinleriyle onları dalâlete sevkettikleri için hahamlar kötülenmeye
lâyıktırlar. Fakat hahamların kötülenmesi, herhalde diğerlerine nisbetie çok
daha şiddetli olacaktır; çünkü halkı bu yola sevke-denlerin başında asıl onlar
vardır. Bu sebepledir ki, Aliah Ta'âlâ bilhassa onları, yahudîlerin âlimleri
geçinen bu sahtekârları kasdederek şöyle buyurmuştur: [84]
79. Yazıklar olsun,
elleriyle kitabı yazıp da, sonra onu yok pahasına satabilmek için «bu, Allah
kalındandır» diyenlere; yazıklar olsun, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara
ve yazıklar olsun, böyle kazandıklarından dolayı onlara.
79' Evet, yazıklar
olsun! Câhillerin cehaletini istismar ederek, daha çok mai, daha çok para ve
daha çok şân, şöhret ve menfeat temini için Allah'ın kitabını yazan, yazarken
îahrîf eden ve hakkı gizleyip bâtılı «işte bu Aliah katından gelmiştir» diyerek
onlara telkin eden ve böylece Ailah kelâmını beş para etmiyen dünya menfeatına
satanlara yazıklar olsun. Hem de, bizzat kendi elleriyle yazdıkları ve bunu da,
sırf kazanacaklarını umdukları önemsiz dünya menfeatına mukabil yaptıkları için,
onlara yazıklar olsun. Kendi haris emellerine âlet ederek halkı doğru yoldan
uzaklaştıran bu sahtekârların akıbeti ne feci olacaktır! Fakat bu akılsızlar,
yaptıkları sahtekârlığın büyüklüğünü yine de anlamış olacaklardır ki,
kendileri için ceza takdirine kalkışmışlar ve sanki Allah'tan söz almış gibi. [85]
80. Demişlerdi ki:
«Sayılı günler dışında, bize asla ateş dokunmıyacaktır». (Ey Muhammedi Sen de
onlara) de ki: «Siz, Allah katından bir söz mü elde ettiniz zira Allah, asla
sözünden dönmez*? Yoksa Allah'a karşı bilemiyeceğiniz b\r şey mi
söylüyorsunuz?»
81. Hayır, (öyle
değil)! Kim, bir günah kazanır ve suçu çepeçevre kendisini kuşatırsa, işte
böyleleri Cehennem ehlidir; onlar, orada ebedî kalacaklardır,
82. İman edenler ve iyi işler yapanlar isle, bunlar
da, Cennet ehlidir ve orada ebeıçtî , kalacaklardır.
80 Yahudilerin «sayılı
günler dışında, bize asla ateş dokunmıyacaktır», yani «biz, Cehennemde ancak
sayılı bir kaç gün kalacağız» demiş olmalarında, herhalde bir dayanakları
olmak gerekir. Bu sözü neye istinaden söylemişlerdir? Bu hususta Allah'tan
aldıkları bir söz vardır da, Allah onlara «ben sizi Cehennem'de, sadece bir kaç
gün yakarım» mı demiştir? Eğer böyle bir söz almışlarsa -ki Allah verdiği
sözden asla dönmez-, bu sözü hangi peygamberleri vâsıtasıyle elde etmişler ve
hangi davranışlarına karşılık almışlardır? Bu sözü, Aüah'ın şeriatına kusursuz
bir ihlâsla tâbi olmanın ve peygamberlerine tam bir itikadia iman etmenin, veya
Allah'a olan ahidlerinde sâdık kalmanın bir semeresi olarak mı ele geçirmişlerdir?
Yoksa onlar, sadece boş gururlarının, yahut içlerini dolduran bir takım
kuruntuların neticesi olarak, bilmedikleri bir meselede Allah'a iftiramı
ediyorlar?
Görüldüğü gibi,
yahudîierin «biz, Cehennem'de sadece sayılı bir kaç gün yanarız» derken istinad
etmiş olmaları gereken başlıca İki dayanak vardır: Ya Allah'tan bu hususta bir
söz almışlardınjyahutta bilemiyecekleri bir konuda kesin konuşmuşlar ve böylece
Allah'a iftira etmişlerdir. Birinci dayanağa istinad etmiş, yani Allah'tan
herhangi bir söz almış olmaları mümkün değildir; çünkü ellerinde her gün okuyup
durdukları kendi kitapları bile, onların azgınlıklarını, küfür ve isyanlarını
anlatan kıssalarla doiu-dur. Allah'a karşı gelmek, şeriatını çiğneyerek haddi
tecavüz etmek, Allah'a verdikleri sözlerden her seferinde dönmek,
peygamberlerinden kimini yalanlayıp kimini öldürmek gibi çeşitli küfür
hareketleri, onların başlıca Özellikleri olmuştur. Bu özellikleri ortaya
koyması bakımından Tevrat'la Kur'ân arasında tam bir mutabakat vardır. Ha!
böyleyken, Allah Ta'âlâ'nın onları Cehennem'de sadece sayılı bir kaç gün
yakacağı hususunda söz vermiş olması düşünülemez. Bu, Allah'ın bizzat kendi
kanunlarına, kıyamet gününün hikmet-i vücûduna, hesaba, mîzana aykırıdır. Bu,
Allah'ın «zerre
miktarı da olsa hayır işleyen, onun karşılığını görecek; zerre miktarı da olsa
şerr işleyen, onun cezasını çekecek» hükmüyle tezahür eden. şaşmaz adaletini
hiçe sayan cüretkâr bir düşünceden başka bir şey değildir. O halde, yahudîlerin,
Allah'tan söz almış olmaları yalandır; bilmedikleri bir konuda, gururla,
kibirle ve inadla Allah'a atılmış bir iftiradır. Hahamların, yahudî ileri
gelenlerinin, câhilleri uyutmak ve kendi menfeat-larını korumak için ortaya
attıkları bir düzmecedir. Gûyâ Mûsâ (a.s.) nın kırk gün süreyle Allah'a mülâkî
olmak için aralarından ayrılmasını fırsat bilip buzağıyı tanrı edinmelerinin
cezası olarak, sadece kırk gün Cehen-nem'de kalacaklarmış.. Yahut, dünyanın
yaşı yedi bin seneymiş; her bin sene, âhıretin bir senesine müâdilmiş ve
yahudîler, her sene için bir gün olmak üzere Cehennem'de sadece yedi gün
yanacaklarmış. Yahudiler, hahamların kendilerine telkîn ettikleri bu çeşit
düzmecelerle ve kuruntularla uyutularak hak yoldan saptırılmışlar ve cürüm
üstüne cürüm işlemişlerdir. [86]
81 Fakat, hayır! Gerçek, bu kuruntulardan ve bu
kuruntulara müstenid yanlış zanlardan çok farklıdır. Tarihleri boyunca Allah'a
küfretmiş, peygamberlerine karşı gelmiş ve hattâ zaman zaman onları öldürmüş,
şeriatlarını çiğnemiş olan bu milletin günahları, kendilerini çepeçevre
kuşatmıştır. Böyleleri, Cehennemin dâimîehlindedirler; orada daimî
kalacaklardır. Kâfirlerin akıbeti, ne yedi, ne de kırk günlük bir ateş değil,
ebediyyen kalacak oldukları Cehennem'e odunluk veya yakıtlık etmektir. [87]
82 Halbuki îman edenler ve iyi işlerde bulunanlar
böyle midir? Cennet sadece onların hakkıdır. Cennet'in ebedî ehli olmak ve
orada ebedî kalmak, sadece mü'minlere aittir. Onun için kâfirler, üç beş gün
Cehennem'de kaldıktan sonra Cennet'e girmekten ve mü'minlerle eşit seviyeye
gelmekten hiç umutlanmasınlar. Böyle umudun boş hayalden farkı yoktur ve
küfürde İsrar etmelerini temînden başka kendilerine hiçbir fayda sağlamaz.
Allah Ta'âlâ,
yahudîlere ihsan ettiği nimetleri hatırlattıktan, bu nimetlere karşılık,
onların isyan ve inkârlarını gözler önüne serip, böylece tıyneti bozuk bu
kavmin, Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a inanmalarının boş bir
umuttan ibaret olduğunu delilleriyle ortaya koyduktan sonra, bütün
peygamberlerin teblîğinde ittifak ettikleri bir takım emir ve nehiylere uymak
hususunda yahudîlerden alınan söze tekrar işaretle, onların davranışlarını
anlatmaya devam etmiş ve şöyle buyurmuştur: [88]
83. Hani İsrail
oğullarından, sizin Allah'tan başkasına ibadet etmiyeceğinize, anaya babaya,
bir de akrabaya, yetimlere ve miskinlere iyilik edeceğinize dâir güvenilir söz
almıştık. İnsanlara iyi (söz) söyleyin; namazı dosdoğru kılıp zekâtı verin.
(Fakat) sonra siz, içinizden çok azı müstesna, (bu sözden) döndünüz; halâ da
yüz çevirip duruyorsunuz.
84. Keza sizden (birbirinizin) kanlarını
dökmiyeceğinize, (birbirinizi) yurdunuzdan çıkarmıyacağınıza dâir kesin söz
almıştık. Sonra, siz de buna şehadet edip ikrarda bulunmuştunuz.
85. Ve buna rağmen, işte siz, birbirinizi öldürüyor
ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz; onların aleyhinde,
günahla ve düşmanlıkla yardımlaşı-yorsunuz; size esîr olarak gelirlerse,
onların (yurtlarından) çıkarılması haram olduğu halde, fidyelerini verip onları
kurtarıyorsunuz. Siz, kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını da inkâr mı
ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında, zilletten
başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en ağırına uğratılacaklardır.
Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
86. Ahırete mukabil
dünya hayatını satın alanlar, işte bunlardır. Onların üzerindeki azâb
hafifletilmiyecek, kendilerine yardım da edilmiyecektir.
Allah Teâlâ,
yahudîlere ihsan ettiği nimetleri sayarken, 63 üncü âyette «yahudüerden
güvenilecek söz aldığım, Turu da üzerlerine kaldırıp, kendilerine verilen
kitaba sıkıca tutunmalarını ve içindekileri hatırlamalarını» emrettiğini
bildirmiş, fakat yahudîlerin, ihsan olunan bu nimetlere dâima küfürle karşılık
verdiklerini, çeşitli örnekleriyle gözler önüne sermişti. Ancak, bu âyetlerde,
yahudîlerden alındığı bildirilen söz, açıklanmadığı gibi, bu sözün, ne gibi
maddeleri şâmil olduğu da bildirilmemiş, fakat sadece, kendilerine verilen
kitaba sıkıca tutunmalarının ve kitabın içindekileri hatırlamalarının
emrediidiğine işaret olunmuştu. Yukarıdaki âyetlerde ise, yahudîlerden alınan
bu söze tekrar temas edilmiştir; fakat bu sefer, kitabın içinde yer alan ibâdât
ve muamelâtla ilgili ameli ahkâmdan bazı örnekler verilmiş ve yahudîlerin bu
ahkâm karşısındaki isyankâr davranışları anlatılmıştır.
Bu âyetlerde de hitap,
Medine'de, müslümanlann karşısında yer alan yahudîlere yöneltilmiştir. Bununla
beraber, Allah Ta'âlâ'nın «İsrail oğullarından... söz almıştık» beyanı,
kendilerinden söz alınan yahudîlerin, geçmiş yahudıler olduğuna delâlet eder.
Bu sebepledir ki, Medine yahudîleri deT atalarının verdikleri söze bağlı kalmak
hususunda, hiç olmazsa, onlar kadar sorumludurlar. Bununla beraber, daha önceki
âyetlerde, küfür ve isyanları bütün açıklığıyle ortaya konan selefin, asırlar geçmiş
olsa bile, aynı tıynette nesiller yetiştirdiğini görmek dehşet vericidir.
Aşağıdaki âyetlerde bu husus açıkça gösterilmiştir: [89]
83. Hani İsrail
oğullarından, sizin Allah'tan başkasına ibadet etmiyeceğinize, anaya babaya,
bir de akrabaya, yetimlere ve miskinlere iyilik edeceğinize dâir güvenilir söz
almıştık, insanlara iyi (söz) söv-leyin; namazı dosdoğru kılıp zekâtı verin.
(Fakat), sonra siz, içinizden çok azı müstesna, (bu sözden) döndünüz; halâ da
yüz çevirip duruyorsunuz.
83 Ayet-i kerimeden anlaşıldığına
göre, Allah Ta'âlâ, muhtemelen Tevrat'ı Mûsâ (a.s.) ya indirdiği sıralarda,
İsrail oğullarından, gerek ibadel hususunda ve gerekse biribirlerine karşı
nasıl muamele etmeleri hususunda kesin söz almıştı. Yahudiler vermiş oldukları
bu söze göre:
1) Allah'tan başkasına
ibadet etmiyeceklerdi. Çünkü Allah'tan başka tanrı yoktur ve ibadet edilmeye
lâyık olan tek tanrı O'dur. Ayet-i kerimede, Allah'tan başkasına ibadet etmek
nehyedilmiş, bununla beraber, tasrih edilmemiş olsa bile, Allah'a ibadet etmek,
zaruri bir davranış olarak ortaya konulmuştur.
2) Anaya babaya iyi
davranacaklardı. Çünkü ananın babanın evlâd üzerindeki haklan, hiçbir maddi
menfeatla ödenemiyecek kadar büyüktür. Bu hakkın belki çok az bir kısmı, onlara
iyi davranmak, iyi muamelede bulunmak ve gönüllerini dâima hoş tutmakla
karşılanabilir. Bu sebepledir ki, yahudîlerin, halen ellerinde bulunan
Tevrat'ta (Çıkış, 21/17) «Ve babasına, yahut anasına iânet eden mutlaka
öldürülecektir» denilmiştir.
3) Anaya babaya iyi davrandıktan başka,
akrabaya, yetimlere ve miskinlere de iyi muamelede bulunacaklardı. Çünkü bir
millet, ailelerden teşekkül eder. Bu sebeple milletin salâhı, aileler
arasındaki münasebetin iyi olmasına bağlıdır. Aileler arasındaki münasebet ise,
akraba da dâhil. bütün aile ferdlerinin birbirleriyle olan iyi münasebetleri ve
aralarındaki yetimlerin ve yoksulların korunmastyle salâh bulur.
4) İnsanlara iyi söz
söyleyip iyi muamelede bulunacaklardı. Çünkü cemiyetin salâhı, ferdlerin
birbirlerine karşı iyi davranmalarına da bağlıdır. Dikkat edilecek otursa,
âyet-i kerimede, bu konuyla iligili ibarenin uslûbü değişmiş, daha önceki
ibarelerde, yahudîlere hitaben «Allah'tan başkasına ibadet etmeyeceğinize,
anaya, babaya, bir de akrabaya, yetimlere ve miskinlere iyilik edeceğinize dâir
söz almıştık» denilmiş olduğu halde, bunu takip eden ibareler emir şeklinde
gelmiş ve «insanlara iyi (söz) söyleyin; namazı dosdoğru kılıp zekâtı verin»
denilmiştir. Bunun sebebi, Allah'tan başkasına ibadet etmemek, anaya babaya,
akrabaya, yetim ve yoksul olanlara iyilik etmek, her ferdin ihmal edemeyeceği
bir görev olmasıdır. Oysa bütün insanlara iyi söz söylemenin ve herkese iyi
muamelede bulunmanın, bazan mümkün olmadığı bilinen hususlardandır. Bununla
beraber, Allah Ta'âlâ, ferdler arasındaki münasebetlerin güzelleşmesi ve
cemiyetin salâh bulması için, nasihat olarak herkesin birbirine iyi söz
söyleyip iyi davranmasını, birbirlerine iyi olanı tavsiye edip kötü olandan
sakındırmasını emretmiştir.
5) Ve nihayet, namazı dosdoğru kıhp zekâtı vereceklerdi.
Çünkü birinci maddede de açıklandığı gibi, Allah'tan başka tanrı yoktur ve
ibadet de yalnız Allah'a yapılır. Ancak bu ibedetin, sadece Allah'a yönelerek
sıdkile, ihlâs ve huşu ile yapılması gerekir. Keza zekât da, hahamların iddia
ettikleri gibi, sadece bazı günâhların keffareti veya Mısır esaretinden
kurtuluşun şükranı olarak değil, Allah Ta'âlâ'nın, çeşitli hikmetlere binâen
vacip kılması dolayısıyle ihmal edilmeden ihîâs ile ödenmesi gereken bir
borçtur.
İşte, Allah Ta'âlâ,
madde madde açıkladığımız bu meselelerde, geçmiş yahudîlerden kesin söz almış
ve onların bu söze sâdık kalacaklarını, ellerinde okuyup durdukları
Tevrat'larında da tescil etmişti. O halde, aradan asırlar geçmiş ve nesiller
değişmiş olsa bile, müslümanlarla karşı karşıya olan yahudllerin, ataları
tarafından verilen bu söze sâdık kalmaları gerekirdi. Bu, aynı zamanda, asıl
yaratılışlarının da icabıydı. Fakat ne çirkin bir gerçektir ki, içlerinden
parmakla sayılabilecek kadar az olan bir kaç kişi dışında, hepsi de, verdikleri
sözde durmamak yönünden atalarının gittiği yola girmişler ve tıpkı onlar gibi,
sadece kendi çıkarlarını düşünen ve bu çıkarlara göre, dilediklerini haram,
dilediklerini de helâl kılan hahamların peşinden gitmişlerdir. İstisna teşkil
eden üç beş kişi ise, yine ataları arasında Mûsâ <a.s.) ya inanan ve onun
gösterdiği yolda giden üç beş yahudl gibi, Hazret-i Peygamber'e ve ona
indirilen Kur'ân'a inanarak İslâm'a girmişler, böylece atalarının verip de
tutmadıkları söze sâdık kalmışlardır.
Maamafih, bu üç beş kişi
dışındaki yahudllerin, Allah Ta'âlâ ile olan mlsaklarını bozmaları, onların,
esasen bozuk olan tıynetlerinin bir gereğiydi. Atalarından söz edilirken,
kendilerine ihsan edilen sayısız nimetlere rağmen, Mûsâ (a.s.) nın kısa bir
süre yokluğundan faydalanarak buzağı heykelini nasıl tanrı edindikleri,
mukaddes saydıkları sığın kesmekten nasıl kaçınmaya çalıştıkları, Allah'ı ayan
beyan görmedikçe, Mûsâ (a.s.) ya inanmayacaklarını nasıl söyledikleri ve buna
benzer azgınlıkları nasıl yaptıkları daha önce anlatılmıştı. Şimdi, bunların
torunları, aşağıdaki âyetlerde de görüleceği gibi, aynı davranışlar içinde
bulunuyorlar ve atalarından mîras aldıkları aynı azgınlığı sürdürüyorlar: [90]
84. Keza sizden (birbirinizin) kantarını dökmiyeceğinize,
(birbirinizi) yurdunuzdan çıkarmıyacağınıza dâir kesin söz, almıştık. Sonra,
siz de (buna) şahadet e'flip ikrarda bulunmuştunuz.
85. Ve buna rağmen,
işteşiz, birbirinizi öldürüyor ve içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz;
onların aleyhinde, günahla ve düşmanlıkla yardımlaşı-yonunuz; size esir olarak
gelirlerse, onların (yurtlarından) çıkarılması haram olduğu halde, fidyelerini
verip onları kurtarıyorsunuz. Siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını da
inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanların cezası, dünya hayatında,
zilletten başka bir şey değildir; kıyamet gününde de, azabın en ağırına
uğratılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
86. Ahirete mukabil
dünya hayatını satın alanlar, işte bunlardır. Onların üzerindeki azâb
hafifletilmiyecek, kendilerine yardım da edilmiyecektir.
84 Allah Ta'âlâ,
Kur'ân'm nazil olduğu sıralarda yaşayan yahudllerle, asırlarca önce Mûsâ (a.s.)
nın Mısır'dan çıkardığı yahudîlere tek bir cemaat hüviyetiyle hitap ederek,
kendilerinden alınan rnlsaki tekrar hatırlatmış ve «sizden kesin söz almıştık»
demiştir. Bu söz, bundan önceki âyetlerde gördüğümüz aynı uslûb ile beyan
edilmiş ve tıpkı «Allah'tan başkasına ibadet etmiyeceğinize, anaya babaya
iyilik edeceğinize...»
denildiği gibi, burada
da «birbirinizin kanlarını dökmiyeceğinize ve birbirinizi yurdunuzdan
çıkarmayacağınıza dâir sizden kesin söz almıştık» denilmiştir. Tek bir
şahıstan alınan söz gibi, yahudllerden alınan bu sözü, yine tek bir şahsın
verdiği sözü bizzat kendisinin ikrar etmesi ve onun doğruluğuna şehadette
bulunması gibi, yahudîler de, verdikleri sözü ikrar etmişler ve doğruluğuna
şehadette bulunmuşlardır. O halde, Kur'ân-ı Kerîm'in hitabına muhatap olan
yahudllerin, verdikleri bu söze sâdık kalarak biribirlerinin kanlarını
dökmemeleri ve biribirlerini yurtlarından çıkarmamaları gerekirdi. Çünkü
verilen sözü bozarak bunun aksi davranışta bulunmak, yine tek bir şahsın
intihar etmesi veya kendi kendini yurdundan dışarı sürmesi demek olur ki,
insanın, kendi nefsine bundan daha büyük bir kötülük yapması düşünülemez. Fakat
Allah Ta'âlâ, ikinci âyette, asr-ı sâadetteki yahudîlere hitap ederek vermiş
oldukları bu kesin söze rağmen, biribirlerini öldürdüklerini, içlerinden bir
zümreyi yurtlarından çıkardıklarını ve onlar aleyhine bir takım oyunlara
girdiklerini bütün açıklığıyle ortaya koymuştur. Gerçekten, yahudllerin üç
büyük kabilesi olan Benû Kaynûkâ, Benû Kurayza ve Benu'n-Nadlr, İslâmiyetten
önce Arap kabileleri Evs ve Hazrec'le anlaşmalar yapıyorlar ve bu anlaşmalar
gereğince harpte ve sulhte, biribirlerine yardım ediyorlardı, Yahudi kabilesi
Benû Kaynûkâ, önceleri Evs kabilesiyle, Benû Kurayza veiBenu'n-Nadlrde Hazrec
kabilesiyle anlaşmışlardı. Ancak Evs ve Hazrec birbirlerine düşman iki arap
kabllesiydiler ve biribirleriyle dövüşüyorlardı. Bu sebeple ve anlaşma
gereğince, Evs'in müttefiki olan Benû Kaynûkâ yahudlleriyie Hazrec'in müttefiki
olan Benû Kurayza yahudlleri arasında da ister istemez bir düşmanlık
belirmişti. Sonraları, bu anlaşmalar bozulmuş, yeni bir anlaşmayla Benu'n
Nadir, Hazrec'in dostu kalırken Benû Kurayza da Evs'in dostu olmuş; böylece,
önceleri dost olan Benu'n-Nadlr ile Benû Kurayza, Evs ve Hazrec arasındaki
düşmanlık sebebiyle biribirlerinin düşmanı olmuşlardı. Evs ve Hazrec, birbirleriyle
dövüşürken, bu iki yahudl kabilesi de, anlaşma gereğince, biribirleriyle
dövüşüyor ve kendilerinden mlsak alınmış olmasına rağmen, biribirlerini
öldürüyorlardı. İşte, âyet-i kerimede işaret olunan öldürme hâdisesi budur.
İki yahudl kabilesinin,
ayn ayrı biribirine düşman iki Arap kabilesiyle anlaşmış olması, bir savaştan
sonra, iki taraftan birinin diğerine galip gelmesiyle,mağlûp olanların
yurtlarından çıkarılması ve bir kısmının da esir edilmesi neticesini
doğuruyordu. Başka bir ifadeyle, galip gelen yahudl kabilesi, mağlûp olan
diğer dindaşlarını yurtlarından çıkartıyor ve böylece, âyet-i kerimede de
işaret edildiği gibi, biribirlerini yurtlarından çıkarmamak üzere Allah'a
verdikleri sözü ihlâl etmiş oluyorlardı. Fakat daha garibi, mağlûb olan
yahudllerden bazıları, kendilerine esir olarak getirildiğinde, yahut
kendilerinden bazısı, diğerlerine esir olarak götürüldüğünde, elbirliğiyle bu
esirlerin fidyelerini ödeyip onları kurtarmalarıydı. Kendilerine «neden
düşmanlarınızın fidyesini verip onları esaretten kurtarıyorsunuz?» denildiği
zaman da, kitaplarında hiçbir yahudînin
esir edilmemesi- esir edilirse, fidyeyle mutlaka kurtarılması hususunda emir
bulunduğunu iler sürüyorlar, böylece, güya kitaptaki emirlere uyduklarını göstermiş
oluyorlardı. Halbuki onlar, aslinde, bu davranışlarıyle kitabı alaya alıyorlar,
onunla istihza ediyorlardı. Çünkü biribirlerini öldürmeleri, yahut yurtlarından
çıkarmaları da kitaplarında onlara haram kılınmıştı ve bu haram davranış,
fidyeleşmekten çok daha şiddetliydi. Eğer yahudîler kitaplarına gerçekten
inanmış olsalardı, fidyeleşmekten önce, birbirlerini öldürmekten ve
biribirlerini yurtlarından çıkarmaktan şiddetle kaçınırlardı Oysa bunlar,
haramı işlemekten çekinmiyorlar, fakat işledikleri haramın neticesi olarak
ortaya çıkan fidyeleşmede kitabın emrine uyduklarını söylüyorlardı. İşte,
Allah Ta'âla, onların bu çelişkili davranışlarına işaretle «Siz, kitabın bir
kısmına inanıp bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz?» buyurarak istifhama bağlı
bir cevapla, kitaplarına asla inanmadıklarını yüzlerine vuruyordu. Böyle
inançsızların âkibeti ise, dünyada zillet, âhi-rette de en şiddetli azâbtır.
Allah Ta'âlâ böylelerinin yaptıkları işlerden elbette gafil değildir ve hak
ettikleri cezayı elbette verecektir. Bunlar, 86bütün bu işleri, sırf dünya
menfeatiarına zarar gelmesin diye yapıyorlar; fakat asıl âhıret hayatlarını
ziyana uğratıyorlar. Ahiret hayatı ziyana uğramış kimseler ise, asla azâbtan
kurtulamazlar; kurtulmak için de, hiç kimseden yardım göremezler.
Allah Ta'âlâ, asr-ı
saadetteki yahudllerin atalarından alınan mîsakı nasıl ihlâl ettiklerini ve bu
yüzden onların nasıl bir cezaya müstehak olduklarını beyan ettikten sonra,
yahudllerin eskiden beri maruf olan tıynetlerini tekrar yüzlerine vuruyor ve
şöyle buyuruyor: [91]
87. Musa'ya kitabı
vermiş, ondan sonra da, birbiri arkasına
peygamberler göndermiştik; Meryem oğlu İsa ya da apaçık deliller
vermiş, Rûhu'l Kudüs ile onu teyid etmiştik. (Buna rağmen siz), ne zaman bir
peygember, size gönlünüzün hoşlanmadığı bir şey getirdiyse, kibirlenip bir kısmını
yalanladınız, bir kısmım da Öldürmediniz mi?
88. (Bir de kalkıp)
«kalplerimiz perdelidir» diyorlar. Hayır, Allah, küfürleri dolayı-sıyle onlara
lanet etmiştir. Onlar ne kadar da az inanıyorlar.
89. Onlara,
Allah katından yanlarındaki (Tevrat) ni
doğrulayan bir kitap geldiğinde,-önceden, kâfirlere
karşı (böyle yardım edici bir kitabın gelmesini) bekleyip
duruyorlardı~işte Önceden, (geleceğini)
bildikleri (bu Kitap) gelince, onu inkâr ettiler. Bu
sebepten Allah'ın laneti o inkarcıların üzerine olmuştur.
90. Onlar, Allah'ın
fadl u keremiyle kullarından dilediğine (Kitap) indirmesine hased ederek O'nun
(Muhammed'e) indirdiği (Kur'ân) ni inkâr etmekle, kendilerini çok kötü bir şey mukabilinde
satmış oldular ve bu yüzden de gazab üzerine gazaba uğradılar. Zaten Allah'ın
zelil eden azabı kâfirler içindir.
91. Kendilerine, «Allah'ın indirdiğine iman edin»
denildiğinde, «biz, bize indirilen
(Tevrat) e inanırız» diyorlar ve Tevrat'tan başkasını, ellerindekini
doğrulayıcı olarak (gönderilen) bir hak olmasına rağmen, inkâr ediyorlar. (Ey
Muhammedi
Onlara) de ki: «(Siz,
sadece kendinize indirdene)inanıvor idiyseniz, daha önce. Allah 'in
eygamberlerini niçin öldürüyordunuz.?»
92. Mûsâ, size apaçık mucizeler getirmişti de,
sonra siz, zâlimler olarak, onun arkasından buzağıyı (niçin) ianrı
edinmiştiniz?
93. Sizden kesin söz
almış, Tûr'u da üzerinize dikerek «size verdiğimiz (kitap) e sımsıkı
* tutunun ve
(emirlerini) dinleyin (demiştik). Onlar da, «dinledik ve isyan ettik»
demişlerdi. Buzağı tutkusu, küfürleri yüzünden kalplerine ivice işlemişti. (Ey
Muhammedi Onlara) de ki; «Eğer gerçekten mümin kişiler idiyseniz, îmanınız
size ne kötü şevler eınredivormuş!»
94. (Ve yine) de ki: «Allah katında âhıret yurdu
başkalarına değil de sadece size âit ise, (bu inancınızda da) samimi iseniz,
haydi ölümü isteyin».
95. (Fakat) kendi elleriyle işleyip çıkardıkları
cürümlerinden dolayı, ölümü asla istemi-yeceklerdir. Allah, elbette zâlim
olanları en ivi bilendir.
96. Sen, onların
hayata, başkalarından ve hattâ her biri bin sene yaşamayı temenni eden
müşriklerden bile çok daha düşkün olduklarını görürsün. Halbuki uzun yaşamak,
hiçbirini azâbtan kurtarmıyacak-tır.
Allah elbette yaptıklarını hakkıyle görendir.
97 (Ev Muhammedi
Onlara) de ki: «Kim Cebrail'e düşman olursa, (bilsin ki) işte o Cebrail, daha
önceki kitapları doğrulu-van.miVminler için hidayet ve müjde olan Kur'ân'ı
Allah'ın izniyle senin kalbine indirmiştir».
98. «Kim Allah'a,
meleklerim', peygamberlerine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa, (vinç
bilsin ki) Allah, muhakkak kafirlerin düşmanıdır».
99. Biz sana apaçık âyetler indirdik; onları
/âşıklardan başkası inkâr etmez.
100. Oysa yahudiler, ne zaman bir ahidde
bulunmuşlarsa, onlardan bir zümre bu ahdi bozup atmadı mı? Zaten onların çoğu
iman etmez.
10İ. Onlara, Allah
katından ellerindeki kitabı doğrulayan bir peygamber geldiği zaman, kendilerine kitap verilenlerden bir zümre, sanki bilmiyorlarmış
gibi, Allah'ın Kitab'ını arkalarına attılar.
102. (Sonra
da) şeytanların, Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine uydurup
söyledikleri şeylere uydular. Halbuki Süleyman küfretmemişti. Asıl şeytanlar, sihri
ve Bâbil'de Hârût ve Mürüt adlı iki meleğe indirilen şeyleri insanlara
öğreterek küf-retmişlerdi. Oysa bu iki melek, «biz fitneyiz; (sakın bize
kanıp) küfretme» demedikçe, hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. (Buna rağmen,
öğrenmek istiyenler) bu ikisinden kişiyle karısı arasını bozacak şeyleri
öğreniyorlardı. Gerçi Allah'ın izni olmadıkça, bu Öğrendİkleriyle hiç kimseye
zararlı olamazlar. Onlar ise, kendilerine, fayda değil zarar vercek şeyleri öğrenirler.
Şüphesiz onlar, bunu satın alan kimselerin ahrette nasibi olmadığını biliyorlardı. Keski kendilerini ne kötü bir şeye mukabil
satmış olduklarım da bilselerdi.
103. Eğer onlar, iman
etmiş ve (Allah'tan) sakınmış olsalardı, Allah katından gelecek sevab
(kendileri için) daha havırh olurdu. Keski bunu bilselerdi.
Yukarıdaki âyetlerde
yahudîlerin küfürleri bir defa daha gözler önüne serilmekte ve bizzat kendi
sözlerinden alınan örneklerle, reddedilmesi mumkun olmayan birer delil hukmunae
vine Kendi yüzlerine vurulmakladır. Bu delillerin, onlan nasıl bir köşeye
sıkıştırdığı ve nasıl cevap vermekten aciz bir hale getirdiği, bu ayetlerde
açık bir şekilde görülecektir.
Bilindiği gibi
yahudılere, peygamberleri Musa (a.s.) vâsıtasıyle Allah Ta ala tarafından bir
kitap gönderilmişti. Bu kitaba dayanarak, müşriklerle mücadele ediyorlar, ve
tevhıd inancının onlar arasında da hâkim olmasını istiyorlardı. Ancak, bu
isteklerinin gerçekleşmesi için, ellerinde bulunan kitabın delaletini
kuvvetlendirecek, müşriklerle mücadelelerinde kendilerine yardımcı olacak ve
oniarı kuvvetli delilleriyle ikna edecek bir kitabın daha gönderilmesini
bekliyorlardı. Gerçekten Allah Ta'âlâ, bir gün, kulu ve peygamberi Muhammed
(s.a.s.)'e, yahudllerin bekledikleri bu kitabı gönderdi. Fakat Hazret-i
Muhammed'in peygamberliğini hazmederniyen, kitabın ona indirilmesini
hasedlikle karşılayan yahudiler, onları red ve inkâr etmekten çekinmediler.
Kendilerinden, Hazret-i Peygamber'e indirilen kitaba inanmaları istenince,
sadece kendi kitaplarına inandıklarını söylüyorlardı. Halbuki bu söyledikleri
yalandı ve gerçekle herhangi bir münasebeti yoktu. Eğer yahudiler, hakikaten
kendi kitaplarına inanmış olsalardı, o kitap ellerindeyken, Allah'ın
peygamberlerinden kimini yalanlayıp kimini öldürürler miydi? Mûsâ (a.s.)
yanlarında ve Tûr'un eteğindeyken, mucizelerin akıllarına durgunluk verdiği
bir sırada, Allah'a söz vermişlerdi. Eğer gerçekten mü'min olsalardı,
verdikleri bu sözden döner, buzağı heykeline tanrı diye taparlar mıydı?
Kendilerine bir çok peygamber gönderilmişti. Bu sebepten «Allah'ın milleti»
olmakla övünüyorlar ve Cennet'in sadece kendilerine ait olduğunu sanıyorlardı.
Fakat bu Cennet'e kavuşmayı düşünmüyorlar, aksine hayatta bin sene kalmak
isteyen müşriklerden daha çok dünya birsiyle yanıp tutuşuyorlardı. Karıyla koca
arasını açacak, insanları birbirine düşürüp cemiyetleri târ u mâr edecek her
türlü büyünün, hile ve desisenin peşine takılmış, bu işlerde şeytanlarla
dostluk kurmuşlardı. İşte bütün bu delilerle asıL yüzleri, tıynetleri ve
karakterleri apaçık ortaya konan yahudllerin, kendi kitaplarına iman
ettiklerine inanılabilir mi? Bu sıfatlarıyle, kendi kitaplarını doğrulamak
üzere yine Allah tarafından gönderilen Kur'ân'a îman edecekleri umulabilir mi?
Bu iki sorunun cevabını apaçık delilleriyle görebilmek için ilk âyete tekrar
dönelim: [92]
87. Musa ya kitabı
vermiş, ondan sonra da, birbiri arkasına peygamberler göndermiştik; Meryem
oğlu isa'ya da apaçık deliller vermiş, Rühul-Kudüs ile O'nu teyid etmiştik.
(Buna rağmen siz), ne zaman bir peygamber, size gönlünüzün hoşlanmadığı bir şey
getirdiyse, kibirlenip bir kısmım yalanladınız, bir kısmını da öldürmediniz
mi?
88. (Bir de kalkıp) «kalplerimiz perdelidir» diyorlar. Hayır, Allah,
küfürleri dolayı-sıyle onlara lanet etmiştir. Onlar ne kadar da az inanıyorlar.
87 Allah Ta'âlâ yahudilere, Mûsâ (a.s.) yi peygamber olarak göndermiş,
içindekilerle amel etmeleri için O'na bir de kitap (Tevrat) indirmişti. Beşeriyetin
başlangıcından beri, zaman zaman peygamberler göndermek ve bu peygamberler
vâsıtasıyle insanları doğru yola davet etmek, Allah Taâlânın yeryüzünde câri
olan sünnetlerinden biriydi.Ancak, bazan iki peygamber arasında geçen zaman,
çok uzun oluyor ve insanlar, bu zaman içinde, kendilerine gönderilen peygamberi
unutuyor, şeriatından da yüz çevirip sapıklığa düşüyorlardı. Nitekim Allah
Ta'âlâ'nın Hadld sûresinin 16 ncı âyetinde, mü'minlerin Allah'ı anmaları, ve indirdiği
kitaba bağlanmaları zamanının artık geldiğine işaret ettikten sonra,
kendilerine kitap verilen bazı milletler gibi olmamalarını, zira bunlara
peygamber gönderildikten sonra uzun zaman geçtiğini ve bu sebeple kalplerinin
kattlaştığını beyan buyurması, uzayan zamanın insanlar üzerindeki menfi
tesirini göstermesi bakımından açık bir delil teşkil eder. Fakat yahudllerin
durumu böyle değildi. Mûsâ (a.s.) ile İsâ (a.s.) arasında birbiri arkasına ve
sık sık peygember gönderilmişti. Bu sebeple yahudlierin peygamberler arasında
geçen zamanın uzunluğunu ileri sürmeleri ve küfürlerine maza-ret aramaya
kalkışmaları mümkün değildi. Diğer taraftan, çok kısa bir zaman sonra
gönderilen İsâ (a.s.) ya, Tevrat ahkâmından bazısını teyld, aynı zamanda
nübüvvetinin doğruluğunu ve Allah'ın vahyine mazhar olduğunu isbat eden apaçık
deliller ve mucizeler verilmiş, Rûhu'l-Kudüs ile de takviye olunmuştu.
Rûhu'l-Kudüs, peygamberlere vahiy getiren Cebrail (a.s.) den başkası değildi.
Nitekim Nahl sûresinin 102 nci âyetinde, Kur'ân-ı Kerlrn'in Rûhu'l-Kudüs
tarafından indirildiği beyan edilmiş, Hazret-i Peygamber de, Buhâti ve Müslim
tarafından rivayet edilen bir hadîsinde, müşrikleri hicveden İslâm şâiri Hassan
İbn Sabit için dua ederek «Allah'ım, onu Rûhu'l-Kudüs ile teyıd et» demiştir.[93] Başka
bir hadisinde ise, Hassân'a «Onları hicvet; Cebrail seninle» buyurmuştur.[94]
İşte Mûsâ (a.s.) dan
sonra peşpeşe ve apaçık delillerle gelen bu Peygamberlere rağmen, yahudllerin
tutum ve davranışları ne olmuştur? Bu sorunun cevabı, âyet-i kerimede,
yahudllerin yalanlamalarına imkân vermiyecek ve yaptıkları kötü davranışların
ağırlığı altında en şiddetli azabı hak etmiş olanların sinmiş halleri içinde,
onları köşeye sıkıştıracak ve lanete uğratacak bir istifhamla ortaya konarak
«ne zaman bir peygamber, size gönlünüzün hoşlanmadığı bir şey getirdiyse,
kibirlenip bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?» denilmiştir.
Bu ilâhi hitap, yahudllerin bizzat kendileri tarafından da yaklnen bilinen
bozuk karakterlerini bütün açıklığıyle ortaya koymaktadır. Filhakika
yahudîler, kendilerine gönderilen hiçbir peygambere yürekten inanmamışlardı. O
peygamberlerin gölgesinde yaşamışlar, onlar sebebiyle gururlanıp
kibirlenmişler ve onlar sayesinde kendilerini «Allah'ın millieti» ilân
etmişlerdi, Fakat şehvetlerinin esiri olmaktan kurtulmaları ve doğru yolu
bulmaları için, yine o peygamberler tarafından getirilen emir ve yasaklar
karşısında, gururlarına kapılıp onlara karşı gelmekten, emir ve yasaklarını
hiçe saymaktan çekinmemişlerdi. İsâ (a.s.) Cebrail ile teyid edilerek
kendilerine gönderilmiş bir peygamber olduğu halde onu yalanlamışlardı. Ondan
önce gönderilmiş olan Zekeriyya (a.s.) ve Yahya (a.s.) peygamberleri ise,
öldürerek dünyanın en büyük ve en şeni cinayetini işlemişlerdi. Şimdi onların,
işledikleri bu şenaatlerden habersiz olmaları mümkün müdür? İşte aynı yahudîler,
geçmişteki atalarının izinden gitmekte, kendi kitaplarından peygamber olarak
geleceğini öğrendikleri Muhammed (s.a.s.) i aynı şekilde yalanlamakta ve hattâ
öldürmek istemektedirler. Nitekim âyet-i kerime de, onların bu isteklerine de
işaret edilmiştir: «Bir kısmını yalanladınız» ibaresi, geçmiş zaman (mazi)
slgasıyle geldiği halde, «bir kısmını da öldürüyorsunuz» ibaresi hâle de
delâlet etmek üzere geniş zaman (müzâ-rl) slgasıyle gelmiş ve Hazret-i
Peygamber hakkındaki niyetlerine de, bu ifade içinde yer verilmiştir. Gerçekten
yahudîler, daha önce işledikleri cinayetlerin bir benzerini daha işlemek
istemişler ve Hayber'de Hazret-i Peygamber'e zehirli koyun eti yedirerek onu Öldürmeye
teşebbüs etmişlerdi. Buhâri tarafından nakledilen bir hadisten öğrendiğimize
göre, bu zehirlenme hâdisesinden sonra, üç sene kadar daha yaşamış olan
Hazret-i Peygamber, zehirden ileri gelen bir ağrıyı, vücudunda zaman zaman
hissetmiş, ölüm hastalığında da, zevcesi Hazret-i Aişe'ye, aynı ağrının verdiği
rahatsızlıktan söz etmiştir. [95]
88 İşte, bir taraftan peygamberleri yalanlayan,
bir taraftan da fırsat bulunca öldürmekten çekinmeyen bu azgın millet, bütün bu
yaptıkları yetmiyormuş gibi, gûyâ kendi peygamberlerine sâdık ve inançlarında.
samimi olduklarını göstermek, aynı zamanda kendilerine bir mazeret bulmuş
olmak için, Hazret-i Peygamber'in, kendilerini İslâm'a davetine karşılık,
Fussilet sûresinin 5 inci âyetindeki «Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz
kapalıdır; kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda da perde vardır. Sen
istediğini yap, biz de istediğimizi yapacağız» manâsında, «kalplerimiz
perdelidir» diyorlar. Fakat, hayır; onlar ne çeşit mazeret bulurlarsa
bulsunlar, hepsi de yalandır, sahtedir; onların kalplerinde perde de yoktur.
Fakat geçmiş peygamberlerini yalanlamaları ve bazılarını da öldürmeleri
dotayısıyle Allah onlara lanet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır.Onlar bu
sebeple, Hazret-i Peygamber'in davetine icabet edemezler. Her ne kadar kitap
ehlinden olsalar, Allah'a, kendi kitaplarına ve kendi peygamberlerine inanıyor
sayılsalar bile, îmanları azdır, sathidir. Kitapları vâsıtasıyle getirilmiş bir
şeriatları da vardır; fakat bu şeriatın ahkâmını düşünüp esrarını anlamaya
çalışmazlar; onlara sarılıp amel etmek istemezler. Bu sebepledir ki, îman
oniarın ağızlarında, sadece kuru bir sözden ibarettir, İşte, Allah Ta'âlâ,
yahudîlerde yokluğa karışmış olan bu îmana, bu şekilde işaret ettikten sonra,
onların îmandan yoksun bu hallerini, yeniden delil-lendirerek şöyle buyuruyor:[96]
89. Onlara, Allah
katından yanlarındaki
(Tevrat) ni doğrulayan
bir kitap
geldiğinde-önceden kâfirlere karşı (böyle yardım edici bir kitabın
gelmesini) bekleyip duruyorlardı-işte, önceden (geleceğini) bildikleri (bu
Kitap) gelince, onu inkâr ettiler. Bu sebepten Allah'ın laneti o inkarcıların
üzerine olmuştur.
90. Onlar, Allah'ın
faal u keremiyie kulların-
dan dilediğine (Kitap)
indirmesine hased ederek O'nun (Muhammed'e) indirdiği (Kur'ân) ni inkâr
etmekle, kendilerini çok kötü bir şey mukabilinde satmış oldular ve bu vüzden
de, gazab üzerine gazaba uğradılar. Zaten Allah'ın zelil eden azabı kâfirler
içindir.
89- Yukarıda da işaret edildiği gibi, yahudîler,
kitap ehlinden olmakla beraber, iman yönünden çok zayıf bir millet idi. Kitap
ehlinden olmaları dolayısıyle, zaman zaman, putperest Araplarla münakaşaya
giriyorlar ve tevhld inancının müdafasını yapıyorlardı. Ayrıca kendi
kitaplarında bir peygamberin geleceğini bildiren haberlere dayanarak,
müşriklere, bir peygamber ve onunla birlikte bir de kitap geleceğini ve bu
beklediklerinin gelmesiyle şirkin ortadan kalkıp tevhld inancının galip
geleceğini söylüyorlardı. Gerçekten, Alah Ta'âlâ fadl u keremiyie, hem
yahudîlerin ellerindeki Tevrat'ı "doğrulayan, hem de tevhidin zaferi için,
onlara müşrikler karşısında yardım edecek olan bir peygamber ve bir de kitap
(Kur'ân) gönderdi. Fakat onlar, geleceğini önceden bildikleri ve gelmesini
bekleyip durdukları bu peygamber ve kitap gelince, inançlarının zayıf olması
dolayı-sıyle onlara cephe almaktan ve doğruluklarını inkâr etmekten çekinmediler.
Onların bu davranışı, son derece iğrenç idi; Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıcı
ve gadabını celbedici bir küfür haliydi, işte bu sebeple onlar, Allah'ın
lanetine müstehak oldular. Zaten O'nun peygamberlerini ve kitaplarını inkâr
edenlerin akıbeti de budur. [97]
90 Yahudilerin, Hazret-i Peygamberi ve ona
indirilen Kitab'ı inkâr etmelerinin sebebi, iman yokluğu olduğu kadar,
Muhammed (s.a.s.) in peygamber olarak gönderilmesine ve Kur'ân-i Kerîm'in de
ona indirilmesine hased etmeleriydi. Çünkü İsrail lakabıyle anılan Yakûb (a.s.)
dan İsa (a.s.) ya kadar peşpeşe gelen peygamberlerin hepsinin kendi
kavimlerinden çıkmış olması. Tevrat, Zebur ve İncil gibi üç büyük kitabın da
yine kendi peygamberlerine indirilmesi, geleceğini bekledikleri son peygamberin
de, yine kendilerinden çıkacağına dâir bir inanca sahip olmalarına yol açmıştı.
Fakat bu peygamberin Araplar arasından çıkarılması ve Kitab'ın da ona
gönderilmesi, hased damarlarının kabarmasına ve onlara şiddetle karşı
koymalarına sebep oldu. Oysa Allah Ta'âlâ, fadl u keremiyie dilediğini
peygamber seçer ve dilediğine kitap indirir. O'nu dilediği şeyi yapmaktan
alıkoyacak, veya dilemediği şeyi yapmaya mecbur edecek herhangi bir kuvvet
düşünülebilir mi? Fakat yahudîler, hasedliklerinin yol açtığı bu düşünceyle,
küfrün en karanlık çukuruna düştüler. Daha önceleri, kendilerine gönderilen
peygamberlerin kimini yalanlıyarak, kimini de öldürerek en büyük azabı hak
ettikleri, fakat her seferinde Allah'ın af ve mağfiretine mazhar oldukları
halde, son defa gönderilen Hazret-i Pey-gamber'i ve ona indirilen Kur'ân'ı
hasedlik yüzünden inkâr etmekle, nefislerini yeniden en iğrenç şey mukabilinde
satmış oldular ve böylece, işledikleri küfür üstüne küfürden sonra, kat kat
azabı hak ettiler. Bu azâb, onları hem dünyada, hem âhirette zelil edecek bir
azâbtır. Nitekim dünyada bu zillete uğramışlar ve bütün milletlerin nazannda,
horlanan, alay. edilen, oradan oraya sürülen ve fırsat çıkınca iğrenç bir
hayvan gibi öldürülen bir kavim haline gelmişlerdir. Ahırette çekecekleri azâb
ise, bunun kat kat üstünde olacaktır. Zaten Allah'ın, insanları hakir ve zelil
eden azabı böyle kâfirler içindir. Her insanın ve her milletin bundan ibret
alması gerekir; tâ ki zelîl ve makhûr olan yahudîlerin durumuna düşmesin. Ne
garlb bir tecellidir ki, Hazret-i Peygamber henüz gönderilmeden önce, müşrik
Arapları, bir peygamberin geleceğini ve putlarını parçalayıp şirki ortadan
kaldıracağını söyliyerek tehdid eden bu kavim, Hazret-i Peygam-ber'in
gelmesinden sonra ona karşı çıkmış; buna mukabil, tehdid ettikleri müşrik
Araplar ise, O peygambere sarılıp onun davasına hizmet yolunda canlarını feda
etmekten çekinmemişlerdir. Garlb bir tecelli olarak vasıflandırdığımız bu
durum dahî, onların içine düştükleri sapıklığı göstermeğe yeter bir delil
teşkil eder. Oysa buna benzer daha pek çok delil vardır. Kur'ân-ı Kerîm,
onların akıl ve mantığa sığmayan davranışlarından başka örnekler vererek onları
köşeye sıkıştırmaya ve cevap vermekten aciz kalmış hallerini gözler önüne
sermeye devam ediyor ve şöyle buyuruyor: [98]
91. Kendilerine «Allah'ın indirdiğine ima edin»
denildiğinde, «biz, bize indirilen (Tevrat) e inanırız» diyorlar ve Tevrat'tan
başkasını, ellerindekini doğrulayıcı olarak (gönderilen) bir hak olmasına
rağmen inkâr ediyorlar. (Ev Muhammedi Onlara) de ki: «(Siz sadece kendinize
indirilene) inanıyor idiyseniz, daha önce, A ilah 'in peygamberlerini niçin
öldürüyordunuz'.''»
92. Mûsâ size apaçık mucizeler getirmişti de, sonra
siz, zâlimler olarak onun arkasından buzağıyı (niçin) tanrı edinmiştiniz?
93. Sizden kesin söz
almış, Tûr'u da üzerinize dikerek «size verdiğimiz (Kitap) e sımsıkı tutunun
ve (emirlerini) dinleyin» (demiştik). Onlar da «dinledik ve isyan ettik»
demişlerdi. Buzağı tutkusu, küfürleri yüzünden, kalplerine iyice işlemişti. (Ev
Muhammedi Onlara) de ki: «Eğer gerçekten mümin kişiler idiyseniz, inia-tunız
size ne kötü şeyler emrediyormuş!»
91- Hazret-i
Peygamberin, yahudîleri Kur'ân'a inanmaya davet etmesi, onun bir eygamberlik göreviydi. Mekke'deyken,
şiddetli muhalefete rağmen müşrikleri nasıl îmana davet etmekten geri kalmamış
idiyse, Medine'ye hicretten sonra da bu görevi yürütecek ve İster müşrik olsun,
ister yahudl veya hıristiyan olsun, herkesi îmana davet edecekti; çünkü bu
görev, kendisine" Allah tarafından verilmişti. Ancak yahudıler, bir
evvelki âyette de işaret edildiği gibi, Kitab'ın Hazret-i Muhammed (S.A.S.) e
indirilmesine hased ederek ona karşı çıktılar. Aslında Kur'ân, kime indirilmiş
olursa olsun, onu indirenin Allah Ta'âlâolması dolayısıyle ona inanmaları
gerekirdi. Nitekim yukarıdaki ilk âyette bu hususa işaret edilerek
«kendilerine, Allah'ın indirdiği Kur'ân'a İman edin, denildiğinde, biz, bize
indirilene inanırız» demişlerdir» denilmiş, fakat «Allah'ın Muhammed'e
indirdiği Kitab'a İman edin» denilmemiştir. Bu sebeple onların Hazret-i
Peygamber'e hased etmelerini gerektirecek hiçbir gerekçeleri yoktur. Fakat
onlar, Allah'ın indirdiği Kitab'a inanmamakla, aslında, Allah'a olan
inançsızlıklarını ortaya koymuşlardır. Her ne kadar kendilerine «Allah'ın
indirdiği Kur'ân'a inanın» denildiği zaman, onlar «biz, bize indirilene inanırız»
diye cevap vermişlerse de. bu sözlerinin de yalan olduğu apaçık meydandadır.
Çünkü Allah'ın indirdiği Kur'ân'a inanmamakla Allah'a inançsızlıklarını ortaya
koymaları, inançsızlık besledikleri Allah'ın indirdiği bir başka kitaba, yani
tevrat'a da inanmadıklarının delilini teşkil eder. Eğer yahudıler, Allah'a
karşı inançsızlık göstermeselerdi, O'nun indirdiği Tevrat'a samimiyetle
inandıkları gibi, yine O'nun tarafından indirildiğinde hiç şüphe olmayan ve
ellerindeki kitabı aklen ve naklen teyîd ve tasdik etmek için gelen Kur'ân'a da
inanırlardı. Fakat Allah'a inançsızlıkları, Tevrat'a yürekten inanmamaları
neticesini doğurmuş. Kur'ân'a ise hiç inanmamışlardır.
Allah Ta'âlâ,
yahudîlerin. yalnız kendilerine indirilen Tevrat'a inandıklarını
söylemelerinin nasıl yalan bir iddia olduğunu isbat etmesi ve yalanı yüzlerine
vurması için Hazret-i Peygamber'e yol göstermiş ve «Ey Muhammedi Onlara de ki:
Siz., sadece kendinizi-' indirilen kitaba inanıyor idiyseniz, daha önce,
Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz.?» . demiştir. Yahudiler, kendi
kitaplarına bile inanmadıklarını isbat eden bu açık beyan karşısında, acaba
savunmalarına yardım edecek bir cevap bulabilirler mi? Kendi kitaplarında, acaba
oeygamber öldürmeyi emreden, yahut buna cevaz veren hükümler mi bulmuşlardır
ki, inançları bu hükümlere uymalarını gerektirmiştir? Yoksa bir peygamberin
değil, fakat alelade bir insanın bile öldürülmesi haram kilıncJığt halde,
onlar, ellerindeki kitaba inanmadıkları için mi bu cürmü işlemekten
çekinmemişlerdir? Yahut bütün suçu atalarına yükleyip, inançsız olmaları
dolayısıyle, bu cürmü onların işlediklerini mi ileri süreceklerdir? Halbuki
onlar, atalarıyle birlikte aynı ahlâk ve aynı seciyeye sahip tek bir millettir.
Ataları geçmiş peygamberleri öldürmüş, bunlar da onlara tâbi olup peşlerinden
gitmişlerdir. Onların, Allah'ın peygamberlerine yaptıklarını, bunlar da, O'nun
başka bir peygamberine yapmaktadırlar. Eğer başarabilseîerdi, onu da diğerleri
gibi, büyü veya zehirle öldüreceklerdi. O halde, var olduğunu iddia ettikleri îman
bu mudur? [99]
92-93 Sonra, yine aynı
tıynete sahip olan atalarına, Musa (a.s.) apaçık mucizeler getirmişti. Fakat bu
mucizelere rağmen o zâlimler, Mûsâ (a.s.) nın bir süre için yokluğunu fırsat
bilerek buzağıyı tanrı edinmemişler miydi? Tûr'un eteğinde bulundukları bir
sırada, bu koca dağın mucizevî bir şekilde üzerlerine geldiğini hissettikleri
zaman, Tevrat'a stmsıkı yapışmak ve emirlerini dinlemek hususunda, Allah'a
kesin söz vermiş olmalarına rağmen (âyet 63), bu sözden dönüp isyan etmemişler
miydi? Elbette söz olarak «dinledik ve isyan ettik» dememişlerdi; fakat mlsakı
anlayıp kabul etmişler, Tevrat'a sımsıkı tutunacaklarına ve emirlerini
dinleyeceklerine dâir Allah'a söz vermiş, sonra bu sözden dönerek «isyan ettik»
diyenlerin durumuna düşmüşlerdi. Zaten onlardan, başka türlü bir davranış da
beklenemezdi. Çünkü küfürleri sebebiyle buzağı tutkusu kalplerine iyice işlemişti.
Bu da, Mısır'da asırlarca kalmanın ve sığıra tapan Mısırlıların inanç ve
itikadlannı benimsemenin bir neticesiydi. Bu tutkuyu kalplerinden hiçbir zaman
atamamışlar, onun tesiriyle Allah'a isyan etmekten, peygamberlerini
öldürmekten ve emirlerine kulak asmamaktan kurtulamamışlardı. İşte şimdi,
babadan oğula ve nesilden nesile intikal eden bu tıynet ve bu seciyeyle
yahudller, kendilerini îmana davet eden Hazret-i Peygamber'in karşısında
bulunuyorlar ve ona, Kur'ân'a değil kendilerine gönderilen Tevrat'a
inandıklarını söylüyorlar. Ne kadar sahte bir inanç! Bütün bu cürümleri
işledikleri aşikâr iken ve bunu kendileri de bilip dururken, Tev-rat'aîman
ettiklerini söyleyebilmeleri ne büyük bir cüret! Demek ki îmanları, onlara bu
cürümleri işlemelerini emrediyormuş! İşte bu noktada, Allah Ta'âlâ, Hazret-i
Peygamber'in eline bir hüccet daha vermiş ve ona yol göstererek «Ey Muhammed!
Onlara de ki: Eğer siz gerçekten mümin kişiler idiyseniz, imanınız size ne kötü
şeyler emrediyormuş» buyurmuştur. Aslında gerçek îman, insanı cürme değil,
hayırlı işlere sevkeden, kotu düşünce ve davranışlardan da uzak tutan İmandır.
Bu sebeple, gerçekte.n mü'min olan kişiden de, kötü işler değil, sadece iyi ve
güzel işler sudur eder; aynı zamanda kişinin, kendisine vadolunan Cennet
nimetlerine kavuşmasına ve ebedî saadete ulaşmasına vesile olur. Halbuki
yahudî-lerden, buzağıya tapmaktan, Allah'ın ahdini bozmaktan ve peygamberlerinden
kimini yalanlayıp kimini öldürmekten başka ameller sâdır olmamıştır. O halde
bunlar, hangi inançlarının ve hangi fiil ve davranışlarının karşılığı olarak
kendileri için Cennet nimetlerinden bir naslb bekleyebilirler? İşte burada da,
Allah Ta'âlâ, sevgili Peygamberini yeni bir hüccetle techîz ederek
y&hudîlerin karşısına dikmiş ve ona şöyle buyurmuştur: [100]
94. (Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Allah katında âhıret
yurdu başkalarına değil de, sadece size ait ise, (bu inancınızda da)
samimiyseniz haydi ölümü isteyin».
95. (Fakat) kendi
elleriyle işleyip çıkardıkları cürümlerinden dolayı, ölümü asla iste-miyecekl
erdir. Allah, elbette, zâlim olanları en iyi bilendir.
96. Sen, onların, hayata başkalarından ve hattâ
her biri bin sene yaşamayı temenni eden müşriklerden bile çok daha düşkün
olduklarını görürsün. Halbuki uzun yaşamak, hiçbirini azâbtan
kurtarmıya-caktır. Allah, elbette, yaptıklarını hakkıyle görendir.
94 80 inci âyette ve
tefsirinde gördüğümüz gibi, yahudîler, kendilerine sayılı günler dışında asla
ateşin dokunmıyacağını ve bu sebeple, Cen-net'in sadece kendilerine âitölduğunu
iddia ediyorlardı. Fakat bu iddia, 81 inci âyette, suçu ve günahları kendilerini
çepeçevre kuşatan kimselerin ebediyyen Cehennem'de kalacakları bildirilerek
reddedilmişti. Yukarıdaki âyette ise, yine bu iddiadan kaynaklandığı anlaşılan
bir inancın, yahudîlen yeniden köşeye sıkıştıran bir hüccetle nasıl
çökertildiği apaçık görülecektir. Kendilerini «Allah'ın milleti» (şa'bullah)
olarak gören ve kendilerine^ indirilen kitaba inandıkları iddiasında bulunan
yahudîler, bu iddianın tabiî bir
neticesi olarak, Cennet'in de kendilerine âit olacağına inanıyorlar ve ileride
gelecek olan 111 inci âyette de görüleceği gibi, «yahudî olanlardan başkası
cennete asla giremiyecektir» diyorlardı. İşte, yukarıdaki âyetle getirilen ve
onları bir daha cevap veremez hale düşüren hüccet, bu inançlarının boş bir
hayalden ibaret olduğunu kafalarına iyice sokmak içindir. Cennet, şüphesiz,
âhırete inanan her insanın girmeye can attığı bir yerdir. İnsan, dünyada ne
kadar yaşarsa yaşasın, ölüm er geç gelecek ve onu âhıret yolculuğuna
çıkaracaktır. Bu yolculuğun sonu ise, inananlar için Cennetle, inançsızlar için
de, Cehennemle noktalanacak ve ebedi hayat bunlardan birisiyle tekrar
başlıyacaktır. Dünyanın geçici hayatını, Cennet'in ebedi hayatına tercih
edebilecek aklı başında bir insanın (kâfir bile olsa) düşünülemiyeceğine göre,
Allah'a kulluk görevini hakkıyle yapıp da Cennet'e girmeyi umud eden her
insanın, dünya hayatını bir an evvel terkedip Cennet'e gitmek İstemesi kadar
tabiî bir şey tasavvur olunamaz. İslâm târihi, gazveleri ve harpleri fırsat
bilerek şehld olmayı ve Allah'ın vadettiği Cennet nimetlerine kavuşmayı temenni
eden sayısız mü'minle-rin menkabeleriyle doludur. İşte, şüphe götürmez bu
gerçek karşısında, yahudîierin de, görüş ve inançlarının, yahut tutum ve
davranışlarının böyle olması ve her fırsatta, bir ân evvel kendilerine âit
olduğuna inandıkları Cennet'e gitmeyi ve ebedî saadete kavuşmayı istemeleri
Icab ederdi; çünkü her mü'minin tabii isteği bu idi. İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmeyle sevgili Peygamberine bu konuda yol göstermiş ve
yahudîlerin, kendilerine âit olduğunu sandıkları Cennet'e gerçekten gitmek
İsteyip istemediklerini, istiyorlarsa, bu isteklerinde samimî olup
olmadıklarını sınamak için, onlara şöyle demesini emretmiştir: «Eğer Cennet'in
gerçekten size âit olduğuna inanıyorsanız ve bu inancınızda da samimiyseniz, .haydi
oraya gitmek için ölümü temenni edin de görelim». [101]
95 Fakat, hayır!
Kâfirlerin içindekileri de dışındakileri de, gizlediklerini de açığa vurduklarını
da en iyi bilen Allah Ta'âlâ, onların Cennet'e gitmeyi arzu etseler bile, ölümü
temenni edemiyeceklerini, çünkü işledikleri hadsiz hesapsız cü-rümleriyle oraya
girmeye hak kazanamadıklarını bütün açıklığıyle gözler önüne sermiştir. Ölümü
temenni edememeleri ve dünya hayatını kaybetmekten korkmaları, işledikleri
cürümlerden dolayı başlarına gelecek akıbeti, kendilerinin de çok iyi
bilmelerinden ileri geliyordu. Eğer dünyada iyi ameller işleyip bu amellerinin
karşılığı olarak âhırette kazanacakları cennet nimetlerinden birazcık emin
olsalardı, yeryüzünde tek bir yahudî kalmaz, hepsi de âhıretin yolunu tutardı.
Hele dünyada, horlanan, hakir görülen ve her çeşit zillete uğrayan bir millet
için, dünya hayatını terkedip Cennet'in en mutena köşesine yerleşmek söz konusu
olunca, onları bir saniye bile yeryüzünde tutmak mümkün olmazdı. [102]
96. Fakat bunların
hepsi, yahudîler için erişemiyecekleri bir hayaldi. Kendilerini böyle
avutuyorlar ve dünya nimetlerine sımsıkı sarılarak onlardan bir ân da olsa
ayrılmak istemiyorlardı. Allah Ta'âlâ, onların bu halini, HazreH Peygamber'e
tasvir ederek anlatmış ve onların, hiç ölmek istemi-yen müşriklerden daha çok
hayata düşkün olduklarını haber vermiştir. Ayet-i kerîmede müşriklerin bin sene
yaşamak istediklerine işaret edilmişse de, bu rakam, kesretten kinayedir ve
Araplar arasında, sayıların sonu sayılması İtibariyledir. Fakat yahudîler,
işledikleri büyük cürümlerin tabiî bir neticesi olarak, âhırette uğrayacakları
şiddetli azabın korkusuyle, dünyada İster bin sene yaşamak istesinler, ister
dünyadan ayrılmayı hiç arzu etmesinler, neticede, her insan gibi, ölümün pençesine
düşecekler ve âhırette kendilerini bekleyen akıbete kavuşacaklardır. Uzun
yaşamak, onları azâb yüklü bir akıbetten asla kurtaramıyacaktır. Allah,
şüphesiz, onların yaptıklarını da, yapacaklarını da çok iyi bilir ve görür. Bu
sebeple, hiç kimsenin ve hiçbir kâfirin, fiilini gizleyerek, kendisini O'nun
kabzasından kurtarmaya gücü yetmiyecektir.
Yahudîlerin, yalnız
kendilerine indirilen kitaba inandıklarını ileri sürerek Hazret-i Peygamber'in
davetine sırt çevirmeleri, müteakip âyetlerde de söz konusu edilmiş ve
mazeretlerinin reddi hususunda, Hazret-i Peygamber'e yol gösterilerek şöyle
buyurulmuştur: [103]
97. (Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Kim Cebrail'e
düşman olursa, (bilsin ki) işte o Cebrail, daha önceki kitapları doğrulayan,
müminler için hidayet ve müjde olan Kur'ân't Allah'ın izniyle Senin kalbine
indirmiştir.
98. «Kim Allah'a,
meleklerine, peygamberle-
rine, Cebrail'e ve
Mikâiie düşman olursa, (yine bilsin ki) Allah, muhakkak kâfirlerin
düşmanıdır.
97 Yahudîlerin
«Allah'ın milleti» olduklarını ve bu sebeple Cennet'in yalnız kendilerine âit
bulunduğunu ileri sürerek Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a îman
etmemelerinin, garib olduğu kadar da akıl ve mantık dışı bir başka sebebi daha
vardı; o da, Hazret-i Peygamber'e vahiy getiren Cebrail'e akıl almaz bir
şekilde düşmanlık beslemeleriydi. Yukarıdaki âyetin, Tirmizl, Nesâî ve Ahmed
İbn Hanbel tarafından nakledilen nüzul sebebinden anlaşıldığına göre,
yahudîlerden bir gurup, Hazret-iPeygamber'e gelerek bazı sorular soracaklarını,
bunları bildiği takdirde kendisinin Peygamber olduğuna inanacaklarını
söylemişlerdir. Sordukları ilk sorulara karşılık Hazret-i Peygamber'den
aldıkları cevaplar, yahudîleri tatmin etmiş olmakla beraber, kendisine vahiy
getiren melek hakkında sordukları son soruya karşılık olarak aldıkları
«Cebrail» cevabı, onların Hazret-i Peygamber'den yüz çevirmelerine sebep
olmuştur. Konuyle ilgili olarak nakledilen haberlerde, yahudîlerin, Hazret-i
Peygamber'e şöyle dedikleri görülür: «Cebrailbizim düşmanımızdır. Çünkü o, harp,
kıtal, azâb ve kan dökümü getirir. Eğer sana vahiy getiren meleğin rahmet ve
bolluk getiren Mîkâil olduğunu söyleseydin, sana inanır, peşinden gelirdik».
(Hadîs için bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I. 274).
Bu hâdise üzerine,
Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyeti indirmiş ve Peygamberi vâsıtasıyle yahudîtere
ihtarda bulunarak şu gerçeği hatırlatmıştır ki, onların düşman oldukları
Cebrail, daha önceki peygamberlere indirilen kitapları doğrulayan ve mü'minlere
hidayet ve müjde olan Kur'ân'ı, Allah'ın izniyle ve Allah katından getiren bir
melektir. O ancak bir emir kuludur ve onun kendiliğinden bir şey getirmesi
mümkün değildir. Bununla beraber yahudller, utanç verici hallerini ve gizli
kalması gerektiğine inandıkları sırlarını Hazret-i Peygaber'e haber veriyor diye
Cebrail'e düşman olmuşlardı. Allah'ın peygamberlerinden kimini yalanlayıp
kimini öldüren, kendilerini diğer milletlerden üstün görüp Cennet'i yalnız
kendilerine âit sanan, emir kulu olmaları dolayısıyle sadece Allah'ın
kendilerine verdiği emirleri yerine getiren meleklerin kimine muhabbet besleyip
kimine düş-ö man kesilen yahudîlerin şunu iyice bilmeleri gerekir ki, [104]
98. her kim Allah'a,
meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mîkâil'e düşman olur, küfür isterse,
Allah da, böyle kâfirlerin düşmanıdır. Yahudiler, Hazret-i Peygamber'e
inanmamakla, ondan önceki peygamberleri yalanlayıp öldürmekle ve vahiy getiren
Cebrail'e düşman olmakla, Allah'a inançsızlıklarını ve düşmanlıklarını ortaya
koymuşlardır. Bu sebeple, Allah da onlara düşman muamelesi yapacak ve
düşmanlıklarının cezasını en pahalı bir şekilde ödetecektir.
Allah Ta'âlâ,
yahudîlere bu kötü akıbeti hatırlatıp onları bir daha uyardıktan sonra,
Hazret-i Peygamber'e hitap ederek, Kur'ân-ı Kerim'e işaretle, hususî manâda
yahudîlerin, umumî manâda da fâsıkların bu Kitap karşısındaki tutumlarını
anlatmış ve son defa onların çirkin davranışlarından yeni bir örnek vererek
şöyle buyurmuştur: [105]
99. Biz Sana apaçık
âyetler indirdik; onları /âşıklardan başkası inkâr etmez.
100.-Oysa yahudîler,
ne zaman bir ahidde bulunmuşlarsa, onlardan bir zümre bu ahdi bozup atmadı mı?
Zaten onların çoğu îmân etmez-
101-Onlara Allah
katından ellerindeki kitabı doğrulayan
bir Peygamber geldiği zaman, kendilerine kitap
verilenlerden bir zümre, sanki bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitab'ını
arkalarına attılar.
102. (Sonra da),
şeytanların, Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine uydurup söyledikleri şeylere
uydular. Halbuki Süleyman küfretmemişti. Asıl şeytanlar sihri ve Bâbil'deki
Hârût ve Mârût adlı iki meleğe indirilen şeyleri insanlara öğreterek
küfretmişlerdi. Oysa bu iki melek, «biz fitneyiz; (sakın bize kanıp) küfretme»
demedikçe, hiç kimseye bir şey öğ-retmezlerdi. (Buna rağmen, öğrenmek
isteyenler), bu ikisinden, kişiyle karısının arasını bozacak şeyleri öğreniyorlardı.
Gerçi Allah'ın izni olmadıkça, bu öğrendikleriyle hiç kimseye zararlı olamazlar.
Onlar ise, kendilerine, fayda değil zarar verecek şeyleri öğrenirler. Şüphesiz
onlar, bunu satın alan kimselerin âhırette nasibi olmadığını biliyorlardı.
Keski kendilerini ne kötü bir şeye mukabil satmış olduklarını da bilselerdi.
103. Eğer onlar îman etmiş ve (Allah'tan) sakınmış olsalardı, Allah katından
gelecek sevap (kendileri için) daha hayırlı olurdu. Keski bunu bilselerdi.
99 Kur'ân-ı Kerîm,
Allah Ta'âlâ tarafından Hazret-i Peygamber'e vah-yediimiş bir kitaptır. Vahyin
yüksek bir makamdan, yani rubûbiyet makamından gelmiş olması dolayısıyle, çok
defa vahiy, inzal (indirmek) kelimesiyle ifade edilmiştir. Bu sebeple,
kelimeyi maddî manâda yüksek bir yerden daha aşağıda olan bir yere indirmek
manâsında anlamamak gerekir. Rubûbiyet makamından peygamberlik makamına Cebrail
(a.s.) vâsı-tasıyle getirilen Kur'ân-ı Kerîm'in, Bakara sûresinin ilk âyetinde
de beyan edildiği gibi, Allah katından geldiğinde hiçbir şüphe yoktur ve
bizatihi açık âyetlerden müteşekkil olup, onun Allah katından geldiğini
doğrulayacak, veya âyetlerini açıklığa kavuşturacak, başka delil ve âyetlere
muhtaç değildir. Bu sebeple, akl-ı selim sahibi olan ve aslî yaratılışı bozulmamış
bulunan her insan, herhangi bir delile ihtiyaç duymadan ihtiva ettiği itikadl
meseleleri ve delillerini, çeşitli konulardaki edebi ve ameli ahkâmı- ortaya
koyusunda insanları âciz bırakan eşsiz uslûb ve tertibiyle onun Allah katından
geldiğini kabul ve tasdik eder. [106]
100 Buna mukabil,
salim bir akıldan yoksun, fıtratları bozulmuş, hakkı arama güçlerini kaybetmiş
ve böylece doğru yoldan sapmış, hak yerine bâtıla yönelmiş olanlar ise, hem
hased-lıkleri, hem de inadları yüzünden onu inkâr etmekten çekinmezler. İşte,
yahudller bunlardandı.Fıtratları bozulmuş,hakkı arayıp bulma güçlerini
kaybetmiş,Hazret-i Peygamber'e açıktan cephe alıp Kur'ân-ı Kerlm'i de inkâr
etmişlerdir. Zaten onlardan, başka türlü bir davranış da beklenemezdi.
Müslümanlarla peşpeşe yaptıkları ahidieri bile, onlardan bir zümre bozup
atmamış mıydı? Ancak bu «zümre» sözünden, ahidieri bozanların az sayıda
oldukları, çoğunun ahidlerine sâdık kaldığı anlaşılmamalıdır. Zira ahidieri
bozmak, verdikleri sözden dönmek, onların asli tıynetleri olmuş, eski
devirlerden beri bu işi yapagelmişlerdir. Bu bakımdan onların büyük
çoğunluğunun fıtratları bozuktur ve ahde vefaları yoktur; çünkü çoğu
imansızdır. [107]
101 Keza ister yahudl
olsun, ister hıristiyan olsun, kitap ehlinden yine çoğunluğu teşkil eden bir
zümre, kendi kitaplarıyle övünüp müşriklere karşı onu hüccet olarak kullanıp
dururken, Allah tarafından, kitaplarını teyld ve tasdik eden bir Peygamber
gönderilince, ellerindeki kitabı arkalarına atıvermişlerdir. Oysa bu
peygamberin sıfatları, kitaplarında, İsmail oğullarından geleceği haber verilen
peygamberin sıfatlarına tam manâ-sıyle uyuyordu; sözleriyle ve itiraflarıyle
Mûsâ (a.s.) nın peygamberliğini, getirdiği şeriatın doğruluğunu tasdik ediyor,
aynı zamanda, yahudllerin kitaplarında yaptıkları tahrifleri, kitabın bir
kısmiyle amel edip bir kısmını terkettiklerini onlara ihtar ile haber
veriyordu. İşte, yahudîler, Allah katından böyle bir Peygamberin gelip
kitaplarını doğruladığını görünce, sanki ellerindeki kitabın Allah tarafından
peygamberleri Mûsâ (a.s.) ya indirilmiş bir kitap olduğunu bilmiyorlarmış gibi
onu arkalarına atıyorlar. Burada şuna işaret etmek gerekir ki, âyet-i
kerîmedeki «Allah'ın kitabını arkalarına attılar» ibaresinden, Tevrat'ın
tamamını attıkları manâsı anlaşılmamalıdır. Atılan kısım, Hazret-i Peygamber'in
geleceğini haber veren ve onun sıfatlarını
açıklayan, ona iman etmeyi ve tâbi olmayı emreden âyetlerdir. Ancak, kitabın
bir kısmına inanıp onunla amel etmek, bir kısmını da inkâr edip arkaya atmak,
onun tamamını atmak demek olacağından, âyet-i kerîme'de bu manâ ifade edilmiş
ve «Allah'ın kitabını arkalarına attılar» denilmiştir.
Netice itibariyle,
kendilerine kitap verilenlerden bir zümre, yani yahudller, ellerindeki kitabı
doğrulayan Hazret-i Peygamber'in gönderilmesi üzerine,, kendi kitaplarını bile
inkâr etmekten çekinmediler; sonra da Hazret-i Peygamber'e karşı içlerinde
besledikleri hasedliğin sebep olduğu bir kin ve düşmanlıkla onun karşısına
dikilip onunla mücadeleye giriştiler. [108]
102 Yahudllerin
Hazret-i Peygaber'e karşı giriştikleri mücadele, âyet-i kerimede «şeytanların,
Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine uydurup söyledikleri şeylere tâbi oldular»
beyanıyle ifade olunmuş ve bununla, onların Hazret-i Peygamber'e ve ona
indirilen Kur'ân'a tâbi olacakları yerde, Hazret-i Süleyman hakkında şeytanlar
tarafından uydurulup ileri sürülen bir takım sözlere tâbi oldukları
kasdedilmiştir. Ayet-i kerlme'de sözü edilen şeytanın, Enam sûresinin 112 nci
âyetinde tarif edilen insan veya cin şeytanı olduğu anlaşılır. Bu âyette şöyle
buyurulmuştur: «Böylece, her peygamber'e, insan ve cin şeytanlarını düşman
yaptık. Bunlar, insanları kandırmak için yaldızlı sözlerle bir takım vesveseler
telkin ederler». Bu âyetin ışığı altında, şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır
ki, ister insan şeytanları olsun, ister cin şeytanları olsun, kötü ruhlu bir
takım yaratıklar, Hazret-i Süleyman'ın hükümranlığı sırasında, bir takım
asılsız iddialarda bulunmuşlar ve bu hükümranlığın sihir ve tılsım esası
üzerine kurulduğunu, hattâ daha da ileri giderek, Hazret-i Süleyman'ın
putperest zevceleri yüzünden dinden çıkıp putlara taptığını ileri sürmüşlerdir.
Süleyman {a.s.) m yahudllere gönderilen peygamberlerden biri olduğu ve onun
hakkında bu çeşit iftiralarda bulunan şeytanların da, yukarıda mealine işaret
ettiğimiz âyet-i kerimeyle belirtilen insan şeytanlarından
olduklandüşünülürse: onun aleyhinde asılsız söz söyleyenlerin, yine yahudller
olduğu neticesine varılır. Filhakika, bugün yahudllerin elinde bulunan
Tevrat'ta da, Hazret-i Süleyman aleyhine söylenmiş buna benzer iftiraların yer
aldığı görülür. (Meselâ Süleyman (a.s.) nın zevcelerine tâbi olarak doğru
yoldan uzaklaştığı yolundaki iddialar için bkz. Ahd-i Atik, 1. Krallar, bâb
11).
Kur'ân-ı Kerîm,
yukarıdaki âyet-i kerîmeyle, gerek yahudîlerin Hazret-i Süleyman hakkındaki bu
asılsız iddilarını ve gerekse bu iddiaların kaynağını teşkil ettiği anlaşılan
tahrif edilmiş Tevrat metinlerini «halbuki Süleyman küfretmemişti» diyerek
kesin bir şekilde reddetmiştir. O halde asıl küfredenler, Allah'ın bir Peygamberine
küfür isnad etmekten çekinmeyen, sihirle uğraşıp onun hakkında edindikleri
bilgileri ve bâbil de, Hârut ve Mârût adlı iki melekten öğrendikleri sihir
kabilinden şeyleri insanlara öğreten insan kılıklı, fakat şeytan ruhlu bu
yahudîlerdir.
Yahudilerin Bâbil'de
Hâr'ut ve Mârût adlı iki melekten öğrendikleri şeylerin, sihir kabilinden bir
takım şeyler olsa bile, sihir olmadıkları, âyette gerek sihirin ve gerekse bu
iki melekten öğrenilen şeylerin, ayrı ayrı zikredilmesinden anlaşılmaktadır;
ancak sihirden ayrı olan bu şeylerin ne olduğu açıklanmamıştır. İsmi zikredilen
iki melek hakkında da açıklayıcı herhangi bir bilgi mevcut değildir.
Müfessirlere göre, Hârût ve Mârût, gerçek iki melek olabileceği gibi, Allah
tarafından bazı güçlerle techîz edilmiş melek huylu iki gerçek insan da
olabilir. Ancak bunların hüviyetlerini tesbit etmek mümkün olmadığı
için.tefsîr kitaplarında yer alan değişik görüşleri burada tekrar etmekte
herhangi bir fayda yoktur. Fakat âyet-i kerime'den anlaşılan manâ şudur ki,
şeytan ruhlu bu yahudîler, bir taraftan sihiri, bir taraftan da Harût ve
Mârufun sahip oldukları birtakım bilgileri öğrenmişler ve bunları halka da
öğreterek onlarla amel etmelerini sağlamışlardır. Hârût ve Mârût, aslında,
kendilerine Allah tarafından verilen ve tatbik edildiği takdirde insanlara
büyük zararı dokunacak olan bu bilgileri hiç kimseye öğretmiyorlar,
Öğrettikleri zaman da, zararını hatırlatıyorlar ve insanları küfre götüreceğini
söylüyorlardı; kısacası, öğrenmekte İsrar edenleri, tehlikesiyle ikaz
ediyorlardı.
İşte, yahudîler,
mahiyeti Kur'ân-t Kerîm'de açıklanmıyan sihir ve sihir cinsinden bir takım
bilgilere tâbi olarak, kişiyle karısının arasını bozacak, aileleri ve
cemiyetleri birbirine düşürecek davranışlara girişmişlerdir. Her ne kadar yahudîlerin
sihir veya büyüye dayanarak giriştikleri bu davranış-İarla, Allah'ın izni
olmadıkça herhangi bir kimseye zarar vermeleri mümkün değilse de, sihre
inanarak ve olağan üstü bazı kuvvetlere sahip olduklarını düşünürek bir takım
şeyler yapabileceklerini zannetmeleri, aslında, sadece kendileri için
zararlıydı; ne var ki yahudîler, bunu anlamı-yacak kadar akıldan yoksun
bulunuyorlar, sihir adına öğrendikleri şeyin, kendilerine zararı dokunan, fakat
faydası bulunmayan şeyler olduğunu düşünemiyorlardı.
Sihir, sebebi gizli
olan ve insan tahayyülünde cereyan eden hakikat dışı bir takım şeylerdir ki,
aslı, hile ve hud'aya dayanır. Kur'ân-ı Kerîm'de sihrin tavsifi yapılmış ve
Firavunun sihirbazlarıyle Mûsâ (a.s.) arasında cereyan eden bir gösteriden söz
edilerek sihirbazlar tarafından atılan ip ve cjeğneklerin, Mûsâ (a.s.) ya
koşuyorlarmış gibi göründüğü bildirilmiştir. (Tâhâ sûresi, 66). Aynı hâdiseye
işaret edilen Araf sûresinin 116 ncı âyetinde ise, sihirbazların, halkın
gözlerini büyüleyip onlara korku saldıkları belirtilmiştir. Bu açıklamaya göre
sihir, gözü aldatmak ve olan hâdiseyi gizli bir sebebe dayanarak, olduğundan
farklı göstermek şeklinde tarif edilebilir. Ancak, bunu yapabilmek için, bir
takım marifetlere, bilgilere sahip olmak gerekir. İşte bu noktada, bilgi ve
marifet söz konusu olunca, sihrin de kendine hâs usûl ve metodları bulunan bir
ilim dalı olduğu neticesine varılır ki, her çeşit ilimde olduğu gibi, bunda da
ona vâkıf olmuş, usûl ve metodlarını kavramış mütehassıslar vardır ve bunlara
«sihirbaz» denir. Keza her ilmin, insanların menfeatına kullanıldığı zaman
faydalı ve övülmeye lâyık olduğu düşünülürse, sihirin de bu yönden
öğrenilmesinde herhangi bir mahzur olmayabilir. Nitekim âyet-i kerîme'de, Hârût
ve Mâ-rût'un bu konuda bilgi sahibi olduklarına ve bu bilginin Allah Ta'âlâ
tarafından ilham edildiğine işaret olunduğu gibi, bu bilgiyi elde etmek
isteyenlere de, onları uyardıktan sonra verdikleri belirtilmiştir. Müfessirlere
göre bu uyarma, bilgiyi aldıktan sonda, onunla amel edenler içindir: Kim sihri
öğrenir ve onu amelî sahada tatbik ederse, küfür işlemiş olur; fakat onu
öğrenmekte, tatbikinden sakınıldığı takdirde, bir mahzur yoktur. Bu, tıpkı
kimyevî maddeler arasında yer alan şiddetli bir zehir gibidir ki, eczacılıkta
çeşitli hastalıklar için tedavi maddesi olarak kullanıldığı halde, kötü niyetli
bir kişinin elinde öldürücü bir silâh olur.
İşte, yahudîler,
ellerindeki kitabı doğrulayan bir peygamber gelince, bu peygamber'e ve ona
indirilen Kitab'a tâbi olacakları yerde, hasedlik-leri yüzünden, o peygamberi
müjdeleyen kitaplarını arkalarına atmışlar, sonra da Hârût ve Mârût'a verilen
bir takım bilgilere ve sihire tâbi olarak, insanları birbirine düşüren oyunlara
girişmişlerdir. Tevrat, sihiri öğreten ve onu tatbik eden kimseleri uyarmış ve
bu gibi kimselerin puta tapanlarla aynı derecede olduklarını bildirmiş olduğu
için, yahudîler, kendilerinin âhirette nasîbieri bulunmadığını elbette
biliyorlardı. Fakat bunu bilmelerine rağmen, inadları yüzünden, küfür
işlemekten ve âhiretlerini kötü bir 1 şey mukabilinde satmaktan
çekinmemişlerdir. [109]
103 Halbuki onlar,
sihre, hile ve desiseye tâbi olacaklarına, Hazret-i Peygamber'e ve ona
indirilen Kur'ân'a tâbi olsalardı, yahutta hiç olmazsa Hazret-i Peygamber'in
geleceğini müjdeleyen ve ona uymayı emreden kendi kitaplarına inanmış ve haram
kıldığı şeyleri işlemekten sakınarak Allah'a sığınmış olsalardı, âhı-ret için
kazanacakları sevap, kendileri için çok daha iyi olurdu. Fakat onlar,
kafalarını sihirle meşgul ederek bu gerçeği bilip anlamaktan uzak kaldılar, ve
her zaman olduğu gibi bâtılı hakka yeğ tuttular.
İşte, yukarıdan beri,
Bakara sûresinin bir hayli yekûn tutan âyetlerini, Allah Ta'âlâ, sırf
yahudîlere tahsis ederek, onların Mısır esaretinden kurtuluşundan mukaddes arza
gelip yerleşmelerine kadar geçen zaman içeri-sindejnanç yönünden iniş
çıkışlarını, isyanlarını, küfürlerini, her isyandan [sonra, akıllarını
başlarına alırlar diye yeniden bağışlanıp çeşitli nimetlerle ftaltîf
olunmalarını, fakat yine de küfür yolunu seçip peygamberlerinden İkimini
yalanlayıp kimini öldürmelerini, son defa gönderilen Hazret-i Pey-iaamber'e ve
ona indirilen Kur'ân'a inanmamak için kendi kitaplarında [yaptıkları
tahrifleri, bazan nasîhata. bazan ihtara ve bazan da şiddetli azâb jile tehdide
bağlı olarak, bütün açıklığtyle gözler önüne sermiştir. İ: Aşağıdaki âyetlerde
ise, müsiümanlara hitap edildiği görülecektir. ^Bununla beraber, hususî manâda
İslâm, umumî manâda da din düşmanı [olarak temayüz eden yahudilerden yine söz
edilecek, zaman zaman [hiristiyanlar da işaret olunarak, müslümaniartn, onların
tasallutundan, (sataşmalarından veya tecavüzlerinden korunmaları için onlara
yol gösterilecek, düşmanların itham ve iddialarına, onları yine köşeye
sıkıştıran, ! akılları olsa sıkıştıkları o köşeden başlarının ucunu bile
gösteremez hale | getirecek, yahut îmana gelmelerini sağlayacak cevaplar
verilecektir. İşte t bu umumî manâ içerisinde Allah Ta'âiâ, mü'minlere,
yahudîlere benzememek hususunda ilk edeb dersini vererek buyuruyor ki: [110]
104. Ey îman edenler! (Peygamberce) «rai-nâ»
demeyin; «unzurnâ» deyin ve onu
dinleyin. Kâfirler için elim bir azâb vardır.
105. Ehl-i kitaptan olan kâfirler ve müşrikler,
Rabb'ınızdan size bir hayır gelmesini hiç arzu etmezler. Oysa Allah,
rahmetini dilediği kimseye tahsis
eder, Allah, büvük lütuf ve
ihsan sahibidir.
Görüldüğü gibi bu iki
âyet-i kerîmede hitap, yahudilerden müslüman-(ara intikal etmiş, fakat
yahudîierle müslümanlar arasındaki münasebetlerle ilgili bazı meseleler
üzerinde durulmuş olması dolayıstyle, konunun ağırlık noktasını yine yahudîler
teşkil etmiştir. Hattâ ikinci âyette, kitap ehlinden olan kâfirlerle
müşriklerden söz edilerek hıristiyanlara da işaret edilmiş olsa bile, ağırlığın
yine yahudîler üzerinde olduğu anlaşılmaktadır. İlerideki âyetlerde de, bu
husus açıkça görülecektir. Bu bakımdan, yukarıdaki iki âyeti ve bundan sonra
gelecek olan diğer âyetleri, isyan, küfür, fitne ve fesad halleriyle bozuk
tıynetlerini teferruatıyle yüzlerine vuran önceki âyetlerin siyakı İçinde
mütalaa etmek gerekir. Buna göre, Allah Ta'âiâ, bu âyetlerde, mü'minlere hitap
ederek tıynetlerini ve karakterlerini artık yakından bildikleri yahudîler gibi
edebsiz olmamaları, edeb dışı söz ve fiillerden sakınmaları ve o kâfirlerin
akıbetine düşmemeleri için uyarıyor ve şöyle buyuruyor: [111]
104. Ey îman edenler!
(Paygamber'e) krâi-nâ» demeyin; «unzurnâ» deyin ve (onu) dinleyin. Kâfirler
için elim bir azâb\var-dtr.
105. Ehl-i kitaptan
olan kâfirler ve müşrikler, Rabb'ımzdan size bir hayır gelmesini hiç arzu
etmezler. Oysa Allah, rahmetim dilediği kimseve tahsis eder. Allah, büyük lütuf
ve ihsan sahibidir,
104 Müslümanlara
yöneltilen bu hitapta, Hazret-i Peygamber'e karşı «râinâ» sözünün
söylenmesinden onları nehiy, fakat bu söz yerine «unzurnâ» denilmesini ve
Hazret-i Peygamber'e kulak verilip sözlerinin dinlenmesini emir vardır.
«Râinâ» ne demektir ve Allah Ta'âiâ, müslümanla-rın bu kelimeyi Hazret-i
Peygamber'e karşı kullanmalarını niçin yasaklamıştır?
«Râinâ», Murâât
masdarından emir sîgasındaki «râı» ile«nâ» zamirinden meydana gelmiş bir
kelimedir. Murâât, lugatta, murakabe etmek, bir işin nereye varacağını
gözetmek, birisine kulak verip dinlemek manâlarına gelir. Buna göre «râinâ»
kelimesinin «bizi gözet», «bizi dinle» manâsına geldiği anlaşılır. Ve
filhakika Hazret-i Peygamber, ashabına, kendisine nazil olan âyetleri tebliğ
ettiği, yahut dîn işlerinden bazı şeyleri onlara öğretmeye başladığı zaman,
sahabeden bazısı, «bizi gözet; anlattığın şeyleri iyice anlamamız için bize
mühlet ver; soracağımız sorular için bize izin ver» gibi manâlara gelmek üzere
râinâ ya Rasûla'llah derlerdi. İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyetle, bu
kelimenin kullanılmasını menetmiştir. Bu men'in sebebi de, tefsîrlerde
açıklandığına göre, yine yahudllerdir. Çünkü yahudîler, müslümanların Hazret-i
Peygamber'e zaman zaman râinâ yâ Rasûla'llah diye hitap ettiklerini farkedince,
onlar da Hazret-i Peygamber'in yanında aynı kelimeyi kullanmaya başlamışlardır.
Ancak yahudllerin, ağızlarını yayarak ve dillerini bükerek, kelimeyi farklı
şekilde söyleyişlerinde çirkin bir kasıd vardı ve bu kasıd, farklı söyleyişle
kelimenin kazandığı manâdan da açıkça anlaşılıyordu. Hazret-i Peygamber'e hitap
i ederken «râinâ» diyorlar ve kelimeyi riâyet masdarından alarak «çobanı->
mız» , yahut ruûnet masdarından alarak «sözü dinlenmiyecek adam, ahmak»
manâsında kullanıyorlar, böylece Hazret-i Peygamber'! küçük düşürmek ve ona
hakaret etmek istiyorlardı. Nisa sûresinin 46 ncı âyetinde, yahudllerin kendi
kitaplarında yaptıkları tahriflere işaretle bu konuya da temas edilerek şöyle
denilmiştir: «Yahudiler içinde öyleleri var ki, kelimelerin yerlerini
değiştirirler ve cfini tahkir etmek için, işittik ve isyan ettik; işit işitemez
olası; dillerini bükerek râinâ gibi sözler söylerler». Burada, şuna da işaret
etmek gerekir ki, «râinâ» kelimesi, murâât masdarının iki kişi arasında
müşareket ifade etmesi dolayısıyle riâyetten «bizi gözet, yahut bize kulak ver
ki, biz de seni gözetip sana kulak verelim» manâsına gelir ve kelimenin bu
manâda kullanılması, sahabenin Hazret-i Peygamber karşısındaki mevkileri
itibariyle edebe aykırı bir davranış olur. İşte açıklamaya çalıştığımız bu
sebepler dolayısıyle, Allah Ta'âlâ müslümanların, Hazret-i Peygamber'e bu
kelimeyle hitap etmelerini yasaklamış, onun yerine, yine aynı manâya gelen,
fakat yahudîlerin dillerini eğip bükerek ve kelimeyi tahrif ederek onu başka
manâda kullanmalarına imkân vermeyen, aynı zamanda müslümanları, Hazret-i
Peygamber karşısında edeb dışı bir söz sarfetmiş olmaktan koruyan «unzurnâ»
kelimesini kullanmalarını, ayrıca, Hazret-i Peygamber'in, ister vahiy olsun,
ister sünnet olsun, öğrettiiği her şeyi öğrenmelerini ve bunun için de, onu iyi
dinlemelerini emretmiştir. Ayet-i kerîmede yer alan «kâfirler için elim bir
azâb vardır» ibaresi ise, yahudllerin Hazret-i Peygamber'e edeb dışı
hitaplarının küfür eseri olduğunu ve bu yüzden şiddetli bir azabı
gerektirdiğini beyan içindir. Müslümanlar cihetinden gelen edeb dışı hitaplar
ise, küfür sayılmasa bile, küfre yakın ağır bir günaha yol açacağıdan,
müslümanların bu çeşit hitaplardan men olunmalarındaki hikmeti anlamak da güç
değildir. Hattâ «râinâ» kelimesi, iki kişi arasında müşareket ifade eden «sen
bize kulak ver, dinle, biz de sana kulak verip dinleyelim» manâsında
kullanılmış olsa bile, hoca ile talebe, mürşid ile mürid, yahut üstad ile
öğrenci arasında, ilim ve amel yönünden eşitliğe delâlet eden bir manâya sahip
olması dolayısıyle, talebenin hocadan veya müridin mürşidden istifade etmesini
engelleyen ve aradan saygıyı ve ittibayı kaldıran bir davranışa yol açar.
Halbuki talebe hocaya, mürid mürşide, ilim ve terbiye yönünden dâima muhtaçtır
ve bu ihtiyaç, ancak ve ancak, ilimde ve terbiyede, küçük olanın büyük olana
saygı duyması ve ona tâbi olması halinde giderilebilir. Bu sebepten, bütün
insanların, Allah Ta'âlâ'nın âlemlere rahmet olarak gönderdiği ve kendisinde
herkes için usve-i hasene (güzel örnek) bulunduğunu beyan buyurduğu Hazret-i
Peygamber'e saygı duymaları ve aralarındaki talebe-hoca veya mürid-mürşid
hududunu muhafaza etmeleri gerekir ki, talebenin hocadan, müridin mürşidden
yapabileceği azamî istifadeyi elde edebilsin. Zaten bu sebepten değilmidir ki,
Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de herkese Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyi
emretmiş, sonra da, Rasûl (s.a.s) e itaati Allah'a itaatla denk ve eşit
kılmıştır. O halde kim, Allah'ın Rasûlüne saygıda kusur ederse, veya ona
itaattan yüz çevirirse, bu davranışı, Allah'a karşı yapmış olacağından azaba müstehak
olur; dünyada ve âhı-rette hak ettiği bu azabı da mutlaka görür. [112]
105 Maamafih, kitap ehlinden, başta yahudller
olmak üzere, hıristiyanlara ve küfür yönünden bunların erişerek denk hale
geldikleri müşrikler, Hazret-i Peygamber'e saygı bir yana, onu hasedlikleri
yüzünden en şiddetli bir şekilde inkâr ettikleri gibi,müslümanlaraRab'larından
en küçük bir hayır gelmesini bile İstememişlerdir. Hasedlik onların içine bu
derece işlemişti. Oysa Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'i göndermekle, mü'minlere
en büyük hayrı vermişti. Çünkü Kur'ân, mükemmel bir nizam, her çeşit nimeti
şâmil bir lütuf ve mahza hidayetti. Allah Ta'âlâ, müslümanları onunla biraraya
getirmiş, kabileleri ve milletleri onunla birbirine yaklaştırmış ve
birleştirmiş, akılları yine onunla putperest düşüncelerden temizleyip aslî
fıtratları üzerinde korunmalarını temin etmişti. Bu sebeple, yahudllerin ve
diğer kâfirlerin Kur'ân-ı Kerîm'e karşı içlerinde besleyip büyüttükleri kin ve
hasedi,yine bu yüzden Allah'a karşı duydukları düşmanlığı anlamak güç değildi.
Halbuki büyük lütuf ve ihsan sahibi olan Allah Ta'âlâ, rahmetini dilediğine
tahsis eder ve kullarından hiçbiri, O'nu dilediği şeyin aksini yapmaya, veya
yapmaktan vazgeçirmeye icbar edemez, zorlayamaz. Bununla beraber, bilhassa
yahudîlerin ve onlarla birlikte müşriklerin, hasedlikleri yüzünden ortaya
attıkları iftiraların haddi ve hesabı yoktu. Kur'ân-ı Kerîm onların bu
iftiralarını sırası geldikçe cevaplandırmış ve yüzlerine vurmuştur. Aşağıdaki
âyetlerde, onların bu iftiralarından birine verilen cevap görülecektir: [113]
106. Biz bir âyeti
neshe dersek, yahut unuttu-rursakı ondan daha hayırlısını, yahut onun dengini
getiririz. Allah'ın her şeye kaadir olduğunu bilmez inisin?
107. Keza göklerin ve verin hükümranlığının
Allah'ın bizzat kendisine ait olduğunu bilmez misin? Sizin için Allah'tan başka
hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yoktur.
108. Yoksa siz, daha önce Musa'dan taleb edildiği
gibi, kendi Peygamberinizden de (Bir takım mucizeler) mi taleb etmek
istiyorsunuz? Her kim, îmanı küfürle değişirse, dümdüz yoldan sapmış olur.
109. Kitap ehlinden olanların çoğu, hak kendilerine
apaçık belirddikten sonra, içlerindeki hasedlik yüzünden, îmanınızdan
sonra sizi tekrar küfre
çevirebilmeyi arzulamaktadırlar; (bu hususta) Allah'ın emri gelinceye
kadar{ onlan)ba-ğışlayın ve kendi hallerine bırakın. Şüphesiz, Allah her şeye
kaadirdir.
110. Namazı dosdoğru
kılın ve zekatı verin. Kendiniz için hayır olarak takdim ettiğiniz şeyin
sevabını Allah katında bulacaksınız. Muhakkak Allah, yaptıklarınızı en iyi
görendir.
Kitap ehlinden olan
yahudîlerin ve müşriklerin, içlerini kaplayan ha-sedlikle İslâm'a ve
müslümanlara saldırmalarının ardı arkası kesilmiyordu. Hem müsiümaniarı
İslâm'dan uzaklaştırmak, hem de yakınlık duyup İslâm'a girmek isteyenlerin
heves ve arzularını kırmak için çeşitli bahaneler uyduruyorlar, bir taraftan
Hazret-i Peygamber'i bir taraftan da ona indirilen Kur'ân-t Kerîm'i kötüleyerek
onlar üzerinde şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. Yukarıdaki âyetlerde, hem
Hazret-i Peygamber'i, hem de Kur'ân-ı Kerîm'i hedef alan bu iftiralardan birine
cevap verilerek reddedilmiş, müslümanlara yöneltilen hitaplarla da, îmanlarını
korumalan ve yahudîlerin yatanlarına kapılmamalan için onlara yol
gösterilmiştir. Söz konusu edilen bu iftiraların en büyüğü, ehl-i sünnetin
Kur'ân-ı Kerîm'de vukuunu ittifakla kabul ettiği nesh keyfiyetiyle ilgilidir ve
yahudller, buna istinaden, Hazret-i Peygember'in biribirini tutmayan sözler
söylediğini, bir gün emredip ertesi günü bu emri değiştirdiğini ileri sürerek,
onu ve Kur'ân'ı yalanlamaya çalışmışlardır. Allah Ta'âlâ, yukarıdaki ilk âyet-i
kerîme'de yahudîlerin bu iddiaların) cevaplandırmış ve şöyle buyurmuştur: [114]
106. Biz, bir âyeti
neshedersek, yahut unuttu-rursak, ondan daha hayırlısını, yahut onun dengini
getiririz- Allah'ın her şıye kaadir olduğunu bilmez misin?
107. Keza göklerin ve yerin hükümranlığının,
Allah'ın bizzut kendisine ait olduğunu bilmez misin? Sizin için Allah'tan
başka hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yoktur.
108. Yoksa siz, daha önce Musa'dan taleb
edildiği gibi, kendi
Peygamberinizden de (bir takım mucizeler) mi taleb etmek istiyorsunuz? Her kim,
îmanı küfürle değişirse, dümdüz yoldan sapmış olur.
106 Yahudîlerin
«Muhammecl, ashabına bir şeyi önce emrediyor, sonra da bunu yasaklıyarak ilk
emre aykırı bir emir veriyor. Bugün bir söz söylüyor, ertesi günü o sözden
dönüyor. Kur'ân onun kendi sözlerinden : başka bir şey değildir; bu sebeple,
içinde birbirini nakzeden sözler vardır» ' diyerek Hazreî-i Peygamber'e ve
Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatmalarına sebep olan nesh hâdisesi, aslında büyütülecek
ve mesele yapılacak bir hâdise değildir. Bu hâdise, ferdierin ve cemiyetin,
değişen zaman içinde, gelişmelerine ve örnek bir cemiyet hüviyetini
kazanmalarına imkân verecek İslâmî nizamın teessüsünde yardımcı rol oynayan
ahkâmdan bazısının yeniden açıklanmasından ibarettir. Bu açıklama, bazan bir
hükmün, ihtiyaca binâen değiştirilmesi şeklinde olmuştur.
Nesh, lugatta, bir
şeyin, bir yerden diğer bir yere nakli manâsına geldiği gibi, izale ve ibtal manâlarına
da gelir. Şeriatta ise, daha önce vazolunan bir hükmün, sonradan gelen bir
nassla tatbik sahasından kaldırıldığını beyandan ibarettir. Bu bakımdan nesh,
ilk nassla gelen hükmün, ikinci bir nassla tatbik şeklinin gösterilmesi
manâsına gelen beyanın bir çeşidi sayılırsa da, her beyana nesh demek mümkün
değildir.
İlâhî ahkâm tetkik
edildiği zaman, bu ahkâmın dâima halkın faydasına paralel olarak vazolunduğu
anlaşılır ve esasen hüküm vaz'ından maksat da, insanların menfeatına olanı
sağlamaktır. Bu sebepte meselâ Allah Ta'âlâ, önce bazı ahkâmı vazetmiş, sonra
maslahat bu ahkâmın değiştirilmesini gerektirmişse, Allah Ta'âlâ da onları
değiştirmiş, veya neshet-miştir. Çünkü bir hüküm, kendisine şiddetle ihtiyaç
duyulduğu zaman vazedilmiş, fakat başka bir zamanda, o ihtiyaç ortadan
kalkınca, o hükmün kaldırılmasında da bir beis görülmemiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de
neshin mevcudiyetini kabul etmek, hiçbir surette Kur'ân'a, veya umumî manâda
İslâm'a kusur izafe etmek manâsına gelmez. Çünkü İslâm diniyle ilgili olarak,
Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan hükümler, tek bir celsede çıkarılan kanunlar gibi
bir defada değil, 22 sene ve bir kaç ay içinde, hâdiselerin gerektirdiği
şekilde ve biribirinden ayn olarak vazolunmuştur. Bu sebeple, her hükmün bir
sudur târihi bulunduğu gibi, kendine hâs bir teşrî sebebi de vardır. Değişen
zaman içinde, bu sebebin ortadan kalkması mümkün olduğu gibi, o sebebe
istinaden vazolunan hükmün değiştirtmesinde de herhangi bir kusur düşünülemez.
Bununla beraber,
cemiyetlerdeki tekâmülü, gelişme ve ilerlemeyi nazarı dikkata almadan, Allah
Ta'âlâ'nın önce vazettiği bir hükmü, aradan bir müddet geçdikten sonra
kaldırdığını ve onun yerine zamanın şartlarına ve cemiyetin ihtiyaçlarına uygun
yeni bir hüküm getirdiğini kabul etmenin, Allah'a cehalet isnad etmek manâsına
geleceğini ileri sürenler de yok değildir. Ancak mahdûd sayıda olan bu görüş
sahibi müslümanlar, neshi daha umumi manâda alırlar ve sadece şeriatlar
arasında cereyan ettiğini ileri sürerler. Bunlara göre, Allah Ta'âlâ, bir
şeriat içinde vazettiği bir hükmü, yine aynı şeriat içinde vazettiği diğer bir
hükümle değiştirmiş değil fakat bir şeriatı, kendisinden sonra gelen diğer bir
şeriatla değiştirmiştir. Yani Mûsâ şeriatı, nasıl İsâ şeriatı tarafından
nesholunmuşsa, İslâm şeriatı da, kendinden önceki diğer şeriatları
neshetmiştir. Maamafih, şeriatlar arasında neshin cereyanı hususunda,
müslümanlar arasında herhangi bir görüş ayrılığı mevcut değilse de, İslâm
şeriatında bazı ahkâmın toplumun tekâmülüne paralel olarak, yine Allah Ta'âlâ
tarafından değiştirilmesinde O'na cehalet isnâd etmeye yol açacak hiçbir sebep
ve bu görüşe sahip olanların dayanabilecekleri hiçbir sağlam mesned yoktur.
Nesh hakkında verilen
bu kısa ve umumi bilginin ışığı altında, âyeti açıklamak gerekirse, denebilir ki:
Allah Ta'âiâ, herhangi bi âyeti veya bu âyetle getirilmiş olan bir hükmü
kaldırdığı, yahut onu unutturduğu zaman, onun yerine cemiyet için daha hayırlı
olanını, yahut hiç olmazsa diğerinin dengini getirir. O, her şeye kaadir olduğu
gibi neshe de kaadirdir ve O'nun bazı ahkâmı neshetmesinde kötü görülecek veya
ayıplanacak hiçbir husus yoktur.
Ayet-i kerîme'de yer
alan «Allah'ın her şeye kaadir olduğunu bilmez misin?» hitabı, Hazret-i
Peygamber'e ve dotayısıyle bütün müslümanla-radır. Bu hitapla, yahudîlerin
neshi ele alarak Hazret-i Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerim'e dil uzatmalarından ve
onları birbirini nakzeden sözler söylemekle itham etmelerinden müteessir olan
müslümanlar teselli edilirken, İslâm'a yeni girmiş ve kalplerindeki İmanları
henüz kuvvet kazanmamış olanlar da îman yönünden takviye olunmuşlardır. [115]
107 Hazret-i
Peygamber'e ve dolayısıyle müslümanlara yöneltilen hitap, ikinci âyette de
tekrarlanmış ve Allah Ta'âlâ'nın, göklerin ve yerin yegâne sahibi ve hükümdarı
olduğu belirtilerek, bu kudret ve hükümranlığın azameti karşısında bütün
mahlûkatm, O'nun emir ve yasaklarına tâbi olmaları gerektiğine işaret
edilmiştir. O halde, Allah'a inanan ve O'nun emir ve yasaklarına tâbi olan
mü'minler için, yine Allah'tan başka dost, Allah'tan başka yardımcı yoktur. Bu
sebeple, hiçbir müslüman, yahudîlerin neshi inkâr etmelerinden ve ona dayanarak
Hazret-i Peygamber'! ve Kur'ân-ı Kerim'i ayıplayıp onlarda kusur bulmalarından
müteessir olup endişeye kapılmasın; hele bu yüzden, kalbine en ufak bir şüphe
kırıntısının düşmesine ve îmanının zedelenmesine hiçbir surette fırsat
vermesin. Şunu iyice bilsin ki, Allah'ın dostu olarak kaldığı ve O'ndan yardım
gördüğü sürece, yahudîler, inkârlanyle kendisine hiçbir zarar
veremiyecekierdir. Bununla beraber, eğer o din düşmanlarına kulak verip onların
sözlerine kapılır ve şüpheye düşer, sonra da bu şüpheyle, bir zamanlar
yahudîlerin, peygamberleri Mûsâ (a.s.) ya «Rabbını bize göster de sana öyle
iman edelim» dedikleri gibi, Hazret-i Peygamberden birtakım âyetler, veya mucizeler
istemeye kalkışırsa, işte o zaman, imanını küfürle değişmiş ve gitmekte olduğu
o dümdüz yolun ortasından sapmış olur. [116]
103 Görüldüğü gibi,
âyet-i kerîme'de, önce bir nasihat, sonra da bir ikaz, ihtar ve tehdid manâsı
vardır. Tehdide sebep teşkil eden mesele, Mûsâ (a.s.) dan peygamberliğini isbat
edecek bir takım mucizeler istendiği gibi, Hazret-i Peygamberden de, buna
benzer şeylerin istenmesidir. Ancak, Hazret-i Peygamber'den bu türlü isteklerde
bulunulmuş mudur; eğer bulunulmuş ise, bunu yapanlar kimlerdir? Önce şunu
belirtmek gerekir ki, ilk iki âyetteki «Allah'ın her şeye kaadir olduğunu
bilmez misin?» ve «keza göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'a ait olduğunu
bilmez misin?» hitaplarının Hazret-i Peygamber'e ve dolayısıyle müslümanlara
yöneltildiği anlaşılmakta ve müfessirler de, bu görüş üzerinde birleşmekte
iseler de, «yoksa siz, daha önce Musa'dan talep edildiği gibi, Peygamberinizden
de (bir takım mucizeler) mi taleb etmek istiyorsunuz?» mealindeki üçüncü
âyette, hitabın kimlere yöneltildiği ihtilâf konusu olmuştur. Bazı müfessirlere
göre, Hazret-i Peygamber'den mucize taieb edenler, müşriklerdir. Bazılarına
göre, yahudîler, bazılarına göre de müslümanlardır. Bunların müşrikler
olduğunu söyliyenler, İsrâ sûresinin 90-93 üncü âyetlerini delil olarak ileri
sürerler. Bu âyetlerde: «Onlar derler ki: Bize yerden bir pınar fişkırtmadıkça,
yahut senin hurmalardan, asmalardan bir bahçen olup ortasından güzel ırmaklar
akmadıkça, yahu! dediğin gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmedikçe, yahut Allah
ile melekleri karşımıza getirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, yahut
göğe çıkmadıkça, sana hiçbir zaman inanmayız; (Bununla beraber) bize gökten
okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, göğe çıktığına da inanacak değiliz»
denilmiştir.
Hazret-i Peygamber'den
mucize isteyenlerin yahudîler olduğunu söyliyenler ise, -ki bunların başında
müfessir Râzî gelir- âyet-i kerîmede, Hazret-i Peygamber'den taleb olunan şeyin
açıklanmadığı görüşünden hareketle, eğer istenen şey, mucizeyse, bunun küfür
sayılmaması gerektiğini, ahkâm neshiyle ilgili bir açıklama isteğiyse, bunun
da küfür sayılamıyacağını ileri sürmüşler; küfür sayılacak bir isteğin, ya inad
olsun diye mucize istemek, yahutta müşrik kavimlerin sahip oldukları ilâhlar
gibi, kendileri için de ilâhlar bulmasını taleb etmek olduğuna işaretle, bu
istek sahiplerinin de, yahudîler olabileceğini söylemişlerdir. Râzî'ye göre
doğru olan görüş budur,
Kanaatımızca, âyet-i
kerimedeki muhatap, ilk iki âyette olduğu gibi, yine müslümanlardır. Çünkü
âyette, «her kim îmanı küfürle değişirse, dümdüz yoldan sapmış olur» denilmiş
olması, bu sözün, ancak mü'min-lere yöneltilebileceğine delâlet eder ve mü'min
olmayanlar için, imanın küfürle değiştirilmesinin söz konusu edilemîyeceği
aşikârdır. Keza «Mû-sâ'dan taleb edildiği gibi, peygamberinizden de mi taleb
etmek istiyorsunuz?» ibaresindeki «peygamberiniz» sözüyle, Hazret-i Peygamber
kas-dedilmiştir. Ancak, gerek müşrikler ve gerekse yahudîler, ona inanmadıkları
ve onu peygamber olarak tanımadıkları için, Allah Ta'âiâ'nın onu yahudîlere
veya müşriklere izafe ederek «peygamberiniz» demiş olmasını düşünmek güçtür.
Hitap müslümanlara olmalıdır ki, yahudîlerin Mûsâ (a.s.) dan bir takım şeyler
taleb ettikleri gibi «siz de, peygamberinizden mi böyle şeyler taleb etmek istiyorsunuz?»
denilmiş olsun. Ancak bu hitabın, müslümanlara yöneltildiği kabul edildiği
zaman, yahudîlerin, Mûsâ (a.s.) ,dan kendilerini küfre götüren taleblerde
bulundukları gibi, müslümanların ;da Hazret-i Peygamber'den buna benzer
talebleri olup olmadığı sorusunu açıklığa kavuşturmak gerekir. Kur'ân-ı
Kerîm'de, bu hususu açıklayacak herhangi bir âyet bulunmadığına göre,
karşımızda iki ihtimal belirmektedir. Bu ihtimalleri, üzerinde durduğumuz
âyet-i kerîmenin nesih âyetiyle ilgisi yönünden şöyle açıklamak mümkündür:
Yahudilerin, Kur'ân ayetlerinin Hazret-i Peygamberin sözleri olduğunu ileri
sürerek ve nesih keyfiyetini de gözönünde bulundurarak, bu sözlerde tenakuzlar
olduğu iddiasında bulunduklarına ve bu iddialarla müslümaniarın kalbinde,
Hazret-i Peygamber ve Kur'ân-ı Kerîm hakkında şüphe uyandırmak istediklerine,
nesih âyetinin tefsirinde işaret etmiştik. İşte bu durum karşısında, sözünü
ettiğimiz iki ihtimali şöylece ortaya koyabiliriz:
1) Her ne kadar
yahudîler, müslümanların kalplerine şüphe sokmak için nesih keyfiyetini
istismar etmek istemişlerse de, bunda muvaffak olamamışlar ve dolayısıyle,
müs-lümanlar, yahudîlerin Mûsâ (a.s.) dan taleb ettikleri gibi, Hazret-i Peygamber'den
herhangi bir şey taleb etmemişlerdir. Bununla beraber, Allah Ta'âlâ, bu âyet-i
kerimeyle müslümanlan yine de uyarmış ve kendilerini dümdüz yoldan saptıracak
bir takım taleblerde bulunmamalarını onlara emretmiştir. Nitekim âyet-İ
kerimede bunu takip eden ibare bu gibi taleble-rin, îmanın küfürle
değiştirilmesi manâsına geleceğini göstermiş ve müslümanlar bununla ikaz
edilmişlerdir.
2) İkinci ihtimal, herhangi bir delil
bulunmamakla beraber, İslâm'a yeni girmiş, kalplerine îman henüz iyice
yerleşmemiş olan bazı müslümanların, yahudîlerin iftiralarına kanarak Hazret-i
Peygamber"! sınamak maksadıyle ondan bir takım isteklerde bulunmuş
olmalarıdır. Allah Ta'âlâ, bu gibi müslümanlara hitap etmiş ve «her kim îmanı
küfürle değişirse, dümdüz yoldan sapmış olur» ihtarında bulunmuştur. Zaten
yahudîlerin müslümanları kandırarak İslâm'dan döndürmek için başvurdukları
oyunların, hile ve desiselerin ardı arkası hiçbir zaman kesilmiyordu. Nitekim
Allah Ta'âlâ müteakip âyetlerde yine müs-İümanlara hitap ederek yahudîlerin
giriştikleri bu oyunları gözler önüne sermiş ve müslümanlara, bu oyunlara
düşmemeleri için yol göstermiştir. Müslümanlara yöneltilen bu hitap dahî, biraz
önce üzerinde durduğumuz âyet-i kerîmedeki muhatabın müslümanlar olduğuna
delâlet eder. Allah Ta'âlâ, yahudîlerin müslümanlara karşı besledikleri niyet
ve arzuları, buna karşılık müslümanlartn yapmaları gereken şeyleri aşağıdaki
âyetlerde şöyle açıklamıştır: [117]
109. Kitap ehlinden
olanların çoğu, hak kendilerine apaçık belirdikten sonra, içlerindeki
hasetlik yüzünden, imanınızdan sonra
sizi tekrar küfre çevirebilmeyİ arzulamaktadırlar. (Bu
hususta) Allah'ın emri
gelinceye kadar (onları) bağışlayın ve kendi hallerine bırakın. Şüphesiz
Allah, her şeye kaadirdir.
110. Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin.
Kendiniz için hayır olarak takdim ettiğiniz şeyin sevabını Allah katında bulacaksınız-
Muhakkak Allah, yaptıklarınızı en iyi görendir.
109 Başta yahudîler
olmak üzere kitap ehlinin çoğu, yakarıda da işaret ettiğimiz gibi, iftira
ederek, çeşitli hile ve desiselere başvurarak, müslümanları dinlerinden
döndürmeyi, îman ettikten sonra, eskiden olduğu gibi tekrar küfre düşürmeyi
istiyorlardı. Bunu da, hak, kendilerine apaçık belirttikten sonra
yapıyorlardı. Yani inandıkları ve ondan başkasına inanmıya-caklarını kesinlikle
ifade ederek sabah akşam okudukları kitaplarından, âhir zaman Peygamberinin
geleceğini öğrendikleri ve gerçekten bu Peygamberin, kitaplarının bildirdiği
sıfatlara sahip olarak geldiğini gördükleri halde yapabiliyorlardı.
Müslümanları dînlerinden uzaklaştırmak için giriştikleri bu oyunlar, ulvî bir
gaye uğruna değildi. İslâm'ı bâtıl sayıp onları bu bâtıldan kurtarmak ve hak
bildikleri yola çekmek için değildi, Fakat sırf hasedlik yüzündendi;
müslümanların sahip oldukları İslâm gibi bir nimetten, onları mahrum etmek ve
tekrar eski karanlık günlerine döndürmek içindi. Halbuki kendileri de Hazret-i
Peygamber'e îman ederek ve ona tabî olarak aynt nimete diğer müsümanlarla
birlikte ortak olabilirlerdi. Fakat hasedlik, içlerini o derece kaplamıştı ki,
onların Hazret-i Peygamber'e iman etmelerini de engelliyordu. Çünkü hasedlik,
başkalarının sahip olduğu nimetin aynısına sahip olmayı arzulamak değil,
kendisi ister sahip olsun ister olmasın, başkalarının elindeki nimetin yok
olmasını, elden çıkmasını istemektir. İşte yahudîler de bu duygu içinde
İslâm'ın yok olmasını istiyorlar ve bu sebeple müslümanları ondan
uzaklaştırmaya çalışıyorlardı.
Maamafih Allah Ta'âlâ,
ahlâk yönünden tefessüh etmiş olan bu kavmin arzu ve niyetlerini müslümanlara
apaçık gösterdikten sonra, umumî bir İfadeyle onları ve onlar gibi olanları
bağışlamalarını ve onlara şimdilik dokunmamalarını emretmiştir.
Ayet-i kerîme'de geçen
bağışlama (afv), suçlunun suçundan geçmek ve üzerine terettüp eden cezayı
vermemektedir. «Kendi haline bırakmak» manâsında ifade ettiğimiz «safh»
kelimesi ise.terketmek ve uzaklaşmak manâlarına gelir. Allah Ta'âlâ'nın yeni
bir emri gelinceye kadar, hâsidleri bağışlamak ve kendi hallerine bırakmak
hususundaki emrinde, müslümanların sayıca az olsalar bile, düşmanlarından
kuvvetli olduklarına delâlet eden bir manâ vardır; çünkü suçu bağışlamak ve
suçluyu kendi haline bırakmak, ancak, kuvvetli olanlara mahsus bir atıfettir.
Keza bu emir, Allah'ın yardımının dâima hak yolda olanlarla beraber olduğuna
delâlet ettiği gibi, Allah'ın yeni bir emri gelinceye kadar afv ve safh'a devam
edilmesi de, bu yardımın kesilmeyeceğine bir işarettir. Allah'ın emri geldiği
zaman, onlar elbette lâyık oldukları akıbete uğrayacaklardır; çünkü Allah
Ta'âlâ her şeye kaadirdir. Eğer bu emir, azdıkça azan ve hasedlikleriyte
müslümanları hak yoldan ayırmaya çalışan yahudîlerle bir savaş emri olursa,
Allah bu savaşta da müslümanların yardımcısı olacak ve yahudî-Iiolere na^
ettikleri cezayı verecektir. [118]
110 Onun için ey
müslümanlar! Şimdilik onları kendi hallerine bırakın ve namazı dosdoğru kılarak,
zekâtı vererek yalnız ibadetlerinizle meşgul olun. Yapacağınız her hayırlı işin
karşılığını AİJah katında bulacağınızı aklınızdan hiç çıkarmayın. Çünkü Allah,
ne yaparsanız yapın, hepsini görür. Şunu da unutmayın ki, sizi dininizden
uzaklaştırmak ve Allah'ın size bahşettiği bu eşsiz nimeti kalbinizden koparıp
yok etmek isteyen hâsidlere karşı size vadedilen yardım, ancak namaz ve zekât
gibi ibadetleriniz vesilesiyle tahakkuk eder. Çünkü namaz, îmanın kalplerde
gelişip kuvvetlenmesine, Allah'a güvenin artmasına vesile olduğu gibi, nefsin,
kötü ve çirkin olan düşünce ve davranışlara meyletmesine de engel olur. Namaz
için mescidlerde biraraya gelen mü'minlerin kalplerinde biribirlerine karşı
sevgiyi ve saygıyı, biribirlerine yakınlaşmayı artırır, pekiştirir; böylece
cemiyeti Allah'ın yardımına daha iâyık bir topluluk haline getirir. Zekât ise,
zenginle fakir arasındaki bağın kuvvetlenmesine, cemiyet ferdlerinin biribirine
bağlanmasına ve tek vücut haline gelmesine, yardım eder; öyle ki, vücut azalarından
biri rahatsız olduğu zaman, diğer azalar bu rahatsızlığın acısını hissederler.
Bu sebeple dir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de, namaz ve zekât, dâima bir arada
zikderilmiş ve birincisiyle ferdin, ikincisiyle de cemiyetin ıslâhı gaye
edinilmiştir. Bu iki ibadetle salâh bulan ve hak yola giren cemiyetten, artık
hayırlı olan amellerden başka bir şey çıkmayacağı için, dünyada Allah'ın
yardımını, âhırette de amellerinin sevabını hak eder ve «her kim zerre miktarı
hayır işlerse, onun karşılığını görür» hükmü gereğince, hak ettiği mükâfata
nail olur. Şuna da işaret etmek gerekir ki, hiçbir kul, işlediği hayrın
karşılıksız kalacağından endişeye kapılmamalıdır; çünkü yapılan her iş, zerre
miktarı da olsa Allah'ın bilgisi içindedir ve kim ne yaparsa yapsın, yaptığını
gizlemiş bile olsa, Allah, onu görmekten âciz değildir.
Allah Ta'âlâ, namaz ve
zekâta devam eden müslümanlartn dünya ve âhırette hak edecekleri mükâfata
böylece işaret ettikten sonra, kitap ehlinden olan yahudî ve hıristiyanların
bir takım iddialarını da ele alarak durumlarını açıklamaya ve bu iddiaların ne
kadar asılsız olduğunu göstermeye devam etmiş ve şöyle buyurmuştur: [119]
111. «Yahudi yahut
hıristiyan olanlardan] başkası asla Cennet'e giremez» demişlerdir. Bu, onların
kuruntularıdır. (Ey Muhammed! Onlara) de
ki: «Eğer sözünüzde sâdık iseniz, delilinizi getirin», ,
112. Hayır! Kim ihlâs
ile yüzünü Allah'a çevirirse, iste onun bu amelinin, Rabb'ı^ katında
sevabı vardır. Onlara
hiçbiri korku yoktur; mahzun olacaklar
da onlar değildir.
113. Hepsi de (kendilerine indirilen) kitabı
okuyup durdukları halde,
yahudiler, hıristiyanların (doğru) bir şey üzerinde olmadıklarım
söylerken, hırisiiyanlar da yahudilerin (doğru) bir şey üzerinde olmadıklarım
söylemektedirler. Bilmeyenler de aynen onların sözlerini söylüyorlar. Fakat
Allah, kıyamet günü ihtilâfa düştükleri bu meselede, aralarında elbette
hükmünü verecektir.
Yukarıdaki âyet-i
kerîmelerde yahudilerin iki ayrı özelliği daha tanıtılmıştır. Birinicisi,
nübüvvetin kendilerine hâs bir gelenek olduğu inancından hareketle, Cennet'in
de yalnız kendilerine tahsis edilmiş bir yer iddiasında bulunmak. İkincisi
ise, yahudîlerin elinde bulunan Tevrat'ın, hıristiyanların elindeki İncil'in
aslı olmasına ve İncil'in Tevrat'ı tamamlamak için gönderilmesine rağmen,
yahudîlerin hıristiyanları, hıristiyanların da yahu-dîleri dalâlete nisbet
etmeleri ve her birinin yalnız kendilerini hak yolda görmeleridir. Bu
iddtalarıyle onlar, kendi hevâ ve heveslerine tâbi olmak suretiyle, ne
kendileri hakkında ileri sürdükleri hak dâvasında ve ne de muhaliflerine karşı
ileri sürdükleri dalâlet nisbetinde, hiçbirinin sözüne itimat edilmez bir
duruma düşmüşlerdir. Bu sebeple
onların, Hazret-iPeygamber'e inanmamaları ve her fırsatta çeşitli yalan
ve iftiralara başvurarak onatân etmeleri, hiçbir surette Hazret-i Peygamber'in
hakka aykırt bir yolda olduğu şeklindeki iddiaların doğruluğunu isbat etmez.
Nitekim yahudîler bekledikleri ve kendilerine gönderileceğini bildikleri İsâ
(a.s.) yi tekfîr ettikleri gibi, hıristiyanlar da Mûsâ (a.s.) yi tekfir
etmişler ve kendi (dinlerinin en sağlam delillerinden biri sayılan Tevrat'ı da
reddetmekten İçekinmemişlerdir. Hal böyleyken, onların, kendi kavimlerinden
olmayan, üstelik getirdiği şeriatla kendi şeriatlarını neshederek hükümsüz
kılan f: Hazret-i Peygamber hakkındaki görüşlerine itimad etmek ve hattâ bu görüşlerde
bir takım gerçek kırıntıları bulunabileceğini sanmak bile, akıl sahibi
kişilerin işi değildir.
Rivayet olunduğuna
göre, Medine yahudllerinden bir grupla Necran hıristiyanianndan bir heyet, Hazret-i
Peygamber'in huzurunda münakaşaya girişmişler ve biribirlerini şiddetli bir
dille kötülemişierdir. Bu arada yanudller, kendilerinden başkasının Cennet'e
girmeyeceği iddiasında bulunmuşlar; buna mukabil hıistiyanlar da aynı iddiayı
kendileri için ileri sürmüşlerdir. Bu hâdise üzerine yukarıdaki âyetler nazil
olmuştur.
Tefsirlerde yer alan
bu rivayet, ister sahih olsun, ister olmasın, yahudî ve hıristiyanların
biribirleri hakkındaki görüş ve iddiaları budur, ve Allah Ta'âlâ da Kur'ân-ı
Kerlm'de buna işaret ederek şöyle buyurmuştur:
[120]
111. «Yahudî yahut
hıristiyan olanlardan başkası asla Cennet'e giremez» demişlerdir. Bu, onların
kuruntularıdır, (Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Eğer sözünüzde sâdık iseniz,delilinizi getirin».
111 Kur'ân-ı Kerîm'in
veciz üslûbunu bu âyetin ilk ibaresinde hemen farketmemek mümkün değildir.
«Yahudiler, yahudî olanlardan başkası asla Cennet'e giremez; hıristiyanlar da,
hıristiyan olanlardan başkası asla Cennet'e giremez, demişlerdir» şeklinde uzun
bir cümleyle ifade edilebilecek bir söz, âyet-İ kerlme'de kısaltılarak
«yahudî, yahut hıristiyan olanlardan başkası asla Cennet'e giremez,
demişlerdir» ibaresiyle ifade olunmuştur.
Yahudilerin
hiristiyanlar, hıristiyanların da yahudlier hakkındaki bu inançları, İsâ (a.s.)
nın peygamber olarak gelişinden buyana hiç değişmemiştir. Asr-ı saadette nazil
olan Kur'ân-ı Kerîm buna şehadet ettiği gibi, zamanımızda bütün din mensupları
da aynı gerçeği kendi gözleriyle müşahede etmektedirler.
Ancak, her iddianın
bir delili olmak icab eder. Bu sebeple yahudllerin hıristiyanlan,
hıristiyanların da yahudlleri itham ile dalâlete nisbet ederken ve Cennet'e
yalnız kendilerinin girebileceklerini ileri sürerken dayandıkları bir delil
olmalıdır. Oysa kendi kitaplarında bile, bu iddialarını kuvvetlendirecek bir
delil, yahut Allah Ta'âlâ tarafından mutlaka Cennet'e gireceklerine dâir
verilmiş bir söz veya garanti mevcut değildir. İşte, bu sebeple, Allah Ta'âlâ
onların bu iddialarını, âyet-i kerlme'de erişemiyecekleri boş bir hayal olarak
tavsif etmiş ve «bu, onların kuruntularıdır» buyurduktan sonra, Hazret-i
Peygamber'e hitap ederek, onlardan, iddilarını isbat edecek delil istemesini
emretmiştir.
\
İddialara karşı delil
istemek, Kur'ân-ı Kerîm'in özelliklerinden ve müs-lümanlara kazandırdığı
hasletlerden biridir. Geçmiş kavimlere hitap eden diğer semavi kitapların
hiçbirinde bu özelliğe rastlanmaz. Bu kavimler, fikir hürriyetine müstaid ve
eşyayı delilleriyle bilip anlama kabiliyetine henüz sahip değillerdi. Bu
sebeple eski kitaplar, indirildikleri kavimlere, Peygamberlerini taklid etmeyi
emretmekle yetinmişler, fakat emrolunan hususları herhangi bir delile
bağlamaya lüzum görmemişlerdir. Kitap sahiplen de, niçin emrolunduğunu ister
bilsinler ister bitmesinler, sadece kendi-lenne emroiunanı yapmakla mükellef
tutulmaşlardır. Oysa Kur ân-ı Kerim, diğer kitaplardan farklı olarak, bütün
emir ve nehiylerini aklı ve nazarî delillerle teyld etmiş, bu emir ve nehiylerin
karşısına dikilecek olanlardan da aynı şekilde deliller istemiş, onları,
getirebilecekleri bu delillerle iddialarını isbata davet etmiştir. Meselâ
Allah'ın birliğinden şüphe edenlere karşı Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği «yerde ve
gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, o yer ve gök birbirine girerdi»
mealindeki âyet-i kerime, akıl sahiplerini düşündürecek ve onların gerçeği
bulmalarını sağlayacak eşsiz bir delildir ve Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer pek
çok delile rastlanır. Oysa diğer kitaplarda böyle deliller mevcut değildir.
İşte, İslâm'ın delile
gösterdiği bu büyük ihtimam sebebiyledir ki, yukarıdaki âyet-i kerlme'de,
Cennet'in, sadece kendilerine âit olduğu iddiasında bulunan yahudî ve
hıristiyanlardan, iddialarını isbat için delil istemiş ve «eğer sözünüzde sâdık
iseniz ve iddianızın doğruluğuna gerçekten inanıyorsanız, haydi, bu iddiayı
isbat edecek bir delil getirin» denilmiştir. Fakat, hayır! Onlar, kendilerinden
istenen bu delili asla bulup getiremiye-ceklerdir. Nitekim Allah Ta'âlâ,
müteakip âyette buna şehadet ederek şöyle buyurmuştur: [121]
112. Hayır! Kim ihlâs
ile yüzünü Allah'a çevirirse, işte onun bu amelinin, Rabb't katında sevabı vardır.
Onlara hiçbir korku yoktur;
mahzun olacaklar da onlar değildir.
112 Yahudilerin
«yahudî olanlardan başkası Cennet'e giremez», hıristi-yanlann da, «hıristiyan
olanlardan başkası Cennet'e giremez» iddialarına karşı, Allah Ta'âlâ'nın cevabı
açık ve kesindir: Hayır! Gerçek sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. Allah,
Cennet'i ne yahudîlere ve ne de hıristiyanlara tahsis etmiştir. Cennet, ancak
oraya girmeye hak kazananlarındır, ve oraya girmenin de yolu ve şartları
vardır: Kim, muhsin olarak Allah'a yüzünü çevirirse, işte bu amelinin karşılığı
olarak, Cennet'e o girecektir. Ayet-i kerîme'de yer alan İslâmul-vechi IVilahi
(yüzünü Allah'a çevirmek) sözü, yalnız O'na yönelerek ibadet etmek
manâsindadır. Nitekim insan, Fatiha sûresinde de ifade edildiği gibi, Allah'a
yönelerek «ancak sana ibadet eder ve ancak sana sığınırız» der ve O'ndan başka
ibadet edilmeye lâyık bir varlık olmadığını ikrar ve itiraf eder. Buna göre,
tslâmu'l-vech sözünde, insanın bütün kalbiyle Allah'a teslim olması ve inkıyad
etmesi manâsı vardır ki, bu, O'na ibadetle tevhidini isbat etmek demektir.
Ancak Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîmede bu ibadeti vehuve muhsi-nun ibaresiyle
tavsif etmiş ve onun ihlâs iie yapılması gerektiğini bildirmiştir. Nitekim
Hazret-i Peygamber, Müsiim tarafından nakledilen sahih bir hadisinde ihsân'ı,
insanın «Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmesi» manâsında tarif etmiş ve «her
ne kadar sen Allah'ı görmesen bile, O seni muhakkak görür» buyurmuştur. (Hadîs
için bkz. Müslim, Sahih, ı.37). O halde kul, ihlâs iie Allah'a ibadet ettiği,
yani O'nun huzuruna çıkmış ve karşısında O'nu görüyormuş gibi kulluk görevini
yerine getirdiği zaman Cennet'e girmeyi hak edebilir. Bu sebepledir ki,
İslâm'da iman ve ibadet birbirinden hiçbir surette ayrılmaz ve ibadet, imanın
gereği ve mütemmimi sayılır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de, imanın zikredildiği her
âyette, onu, amel-i sâlihin takip ettiği görülür. Nisa sûresinin 123 üncü
âyeti, buna bir misal olarak zikredilebilir: «Erkek ve kadın her kim mü'min
olarak sâlih ameller işlerse, işte böyle kimseler Cennet'e girerler ve zerre
kadar kadre uğramazlar». Buna göre şu husus iyice bilinmelidir ki, ister yahudî
olsun, ister hıristiyan ve hattâ müslüman olsun, Cennet'e girmek için kalbinde
ümid besleyen herkesin, iman ile mücehhez olarak içinde ibadetin de yer aldığı
bütün iyi amelleri yapması şartdır. İman olmadan başta ibadet olmak üzere birtakım
iyi amellerin yapılması nasıl mümkün değilse, Allah'a ibadet edilmeden îmanın
varlığından veya var olsa bite mükemmelliğinden söz etmek de mümkün değildir.
Bu sebeple, böyle kimseler, Allah'ın rızasını kazanamamış ve dolayısıyle
Cennet'e girme şansını yitirmiş olan bedbahtlardır.
İşte, yukarıdaki
âyet-i kerimede, bir taraftan yahudîlerin ve hıristiyan-ların, Cennet'in yalnız
kendilerine âit olduğu iddiası reddedilirken, bir taraftan da, Cennet'e ancak
mü'min olan ve ihlâs ile Allah'a ibadet eden kimselerin girebileceği açık bir
şekilde ifade edilmiştir. Cennet'e girmeye hak kazanan böyle mü'minler için,
artık, hiçbir korku ve endişe yoktur. Bunlar mahzun da olmıyacaklardır. Asıl
korku, Allah'a, meleklerine, kitaplarına, Peygamberlerine, kadere ve âhıret gününe
inanrrnyan kimseler içindir. Kıyamet günü, hesap vermek için Rab'larıntn
huzuruna çıktıklarında, başlarına gelecek akıbetten astl mahzun olacaklar da
bunlardır. Başta müşrikler olmak üzere, yahudîler ve hf ristiyantar, ya Allah'a
hiç inanmadıkları, yahutta inansalar bile, kitaplarından ve Peygamberlerinden
bir kısmına inanıp bir kısmını da reddetikleri için hak yolda olmadıkları açık
ve kesindir. Zaten onların birıbirlerini sapıklıkla itham etmeleri de bunun bir
delilidir. Nitekim Allah Ta'âlâ, takip eden âyette bu hususa işaret etmiş ve
şöyle buyurmuştur: [122]
113. Hepsi de
(kendilerine indirilen) kitabı okuyup durdukları halde, yahudîler
ht-ristiyanların (doğru) bir şey üzerinde olmadıklarım söylerken, hıristiyanlar
da yahudîlerin (doğru) bir şey üzerinde olmadıklarını söylemektedirler. Bilmeyenler
de aynen onların sözlerini söylüyorlar. Fakat Allah, kıyamet günü ihtilâfa
düştükleri bu meselede, aralarında elbette hükmünü verecektir.
113 Yahudilerin
htristiyanları din konusunda doğru bir yol üzerinde olmamakla itham etmeleri,
hıristiyanlann da yahudîlere aynı ithamı yöneltme-leri,buna karşılık, kitap ve
şeriat hususunda hiç bilgileri olmayan müşrik Arapların ve diğer milletlerin
ise, öbürlerinin söylediklerini aynen tekrar etmeieri,sapıklıkta biribirlerine
nasıl tâbi olduklarının apaçık delilini teşkil . eder. Aslında bunlar, kendi
sapık inançlarına tâbi olup onun müdafasını yapacakları yerde, dînin hâlis îman
ile sâlih amelden müteşekkil olduğunu kabul etselerdi-zaten ellerinde okuyup
durdukları kitapları da, kendilerine sadece bu gerçeği telkin ediyordu-Allah'ın
gönderdiği kitaplar ve Peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmadan onlara
iman ederler; bu îman ise, onları, ihtilâfa değil ittifaka, tefrikaya değil
vahdete götürür, dünya ve âhırette gerçek saadete ulaştırırdı. Oysa yahudîler,
hem kendi kitaplarının müjdelediği yine kendilerinden olan İsa (a.s.) yi, hem
de Muhammed (s.a.s)'i inkâr ederek, aynı zamanda kendi kitaplarının
tamamlayıcısı ve doğrulayıcısı olarak indirilen İncil ve Kur'ân'a sırt
çevirerek dînin iman ve amel prenseplerini çiğnemişler, böylece, en büyük
ihtilaf ve tefrika kapısını açmışlardır. Hıristiyanlar da aynı sapık yolu
takip etmişler, bir taraftan Mûsâ (a.s.) yi tekfir edip kendi kitaplarının aslı
olan Tevrat'a sırt çevirirken, diğer taraftan, kitaplarının müjdelediği
Muhammed (s.a.s)e ve ona indirilen Kur'ân'a da aynı davranışı sürdürerek,
yahudîlerin başlattıkları tefrikayı körüklemişlerdir. Bu bakımdan yahudî ve
hıristiyanlaria, bunların hepsini birden inkâr eden câhil müşrikler arasında
büyük bir fark kalmamıştır. Bununla beraber Allah Ta'âlâ, mürşrik, yahudî,
hıristiyan ve müs-lüman, kim olursa olsun, kıyamet günü, bunların ihtilâf
ettikleri konularda, aralarında hükmünü verecek, hak yolda olanlarla bâtıla
saplanıp kalmış olanları biribirinden ayırarak, Cennet ve Cehennem'den hak
ettikleri yere koyacaktır. Çünkü O, kimin hâk yolda olduğunu, kimin hak yolda
olması gerekirken o yoldan saptığını herkesten çok daha iyi bilir.
Allah Ta'âlâ
müşriklere de işaret ederek yahudî ve hıristiyanların dîn konusundaki hallerini
ve biribirlerine karşı olan davranışlarını böylece açıkladıktan sonra, bütün
kitap ehline şâmil olmak üzere, hem geçmişteki karakterlerini kınayıp
kötülemek, hem de gelecekte benzen hareketlerden sakındırmak için onlara ihtar
ile hitap ediyor ve şöyle buyuruyor: [123]
114. Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin
anılmasını engelleyenlerden ve onların tahribine çalışanlardan daha zâlim kim
olabilir? Onların oralara ancak korkarak girmeleri gerekir. Dünyada onlar
için rüsvayhk vardır;
âhırette de en büyük azâb yine onlar içindir.
115. Doğu da batı da
Allah'a aittir: Ne tarafa yönelirseniz
yönelin, Allah'ın vechi oradadır. Şüphesiz, Allah, (her yönü)
kaplar ve (her şeyi) hakkıyle bilir.
116. Allah'ın bir çocuk edindiğini söylüyorlar. Hâşâ!
O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa O'na
aittir; hepsi de O'na boyun eğerler.
117. Göklerin ve yerin
yoktan varedicisi (O'dur). Ve bir işin olmasına hükmettiği zaman, ona
sadece «ol» der;
o da (hemen) olur.
118. Bilmeyenler
«Allah bizimle konuşsaydı, yahut bize bir mucize gelsevdi (ne olurdu)»
demektedirler. Onlardan öncekiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söylemişlerdi;
kalpleri (nasıl da) biribirine benzemiş. Oysa bizyakinen bilmek isteyenlere
âyetleri apaçık bildirmişizdir.
119. (Ey Muhammedi)
Biz seni hem müjdeci hem de korkutucu olarak hak ile gönderdik. (Bu sebeple)
Cehennem ashabından sen sorumlu tutulmıyataksın.
120. Ne yahudîler ve
ne de Hıristiyanlar, sen onların dînine tâbi olmadıkça, senden asla hoşnud
olmıyacaklardır. De ki: Allah'ın yolu, işte asıl yol odur. Eğer sen,
sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ ve heveslerine tâbi olursan,
Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.
121. Kendilerine verdiğimiz
kitabı hakkıyle okuyanlar, işte bunlar, ona îman ederler; ona küfredenler ise,
işte asıl hüsrana uğrayacaklar da bunlardır.
Yukarıdaki âyetlerde,
müslümanlar da dâhil bütün kitab ehli söz konusu edilmiş; bazan hıristiyanların
bir davranışına işaretle bunun kötülüğü açıklanmış, bazan yahudîler sözün
ağırlık noktasını teşkil etmiş, bazan da Hazret-i Peygamber'e hitap edilerek,
onun şahsında bütün müslümanlar, yapacakları ters bir hareketin ve tutacakları
yanlış bir yolun başlarına getireceği büyük felâketlerle tehdid olunmuşlardır.
Bu âyetlerin, daha önceki âyetlerle olan irtibatı açık ve kesindir. Nitekim
yahudî ve hıristiyanlann biribirlerini hak yolda olmamakla nasıl itham
ettiklerini, kendi kavimlerinden birbiri arkasına gönderilen Peygamberleri
dolayısıye dînleri aynı ve birbirinin tamamlayıcısı olduğu halde- nasıl bunda
ayrılığa düştüklerini- daha önce açıkladığımız âyetlerde görmüştük. Yahudî ve
hıristiyaniarın, dînleri üzerindeki bu ihtilâfları sebebiyledir ki, Allah
Ta'âlâ, yukarıdaki âyetlerin ilkinde, hıristiyanlar tarafından gerçekleştirilen
bir hareketi ortaya koymuş ve bunu şiddetle kötüleyerek, sorumluların dünya ve
âhıretteki akıbetlerine ve uğrayacakları büyük azaba işaret etmiştir.
Hıristiyanlar tarafından gerçekleştirildiğini belirttiğimiz bu hareket, Yahudi
mabedlerinde Allah isminin anılmasını engellemek ve bu maksatla, ma-bedierin
tahribine çalışmaktır. Allah Ta'âlâ, her zaman ve zeminde, hükmünün geçerli
olduğunu bütün akıl sahiplerine gösteren Kur'ân uslûbü içinde bu hâdiseye
işaret ederek şöyle buyurmuştur: [124]
114. Allah'ın
mescidlerinde O'nun isminin anılmasını engelleyenlerden ve onların tahribine
çalışanlardan daha zâlim kim olabilir? Onların oralara ancal korkarak
girmeleri gerekir. Dünyada onlar için rüsvaylık vardır; Ahirette de en büyük
azâb yine onlar içindir.
114 Allah'ın
mescidlerinde, O'nun isminin anılmasını engelleyenler ve bu mescidlerin
tahribine çalışanlar kimlerdir ve hangi devrin insanlarıdır? Ayet-i kerîmede bu
sorunun cevabı açıklanmamıştır ve esasen ona cevap aramak da lüzumsuzdur. Çünkü
Allah'ın emirlerine karşı gelenler, O'na düşman olup, kitaplarına,
peygamberlerine, isminin anıldığı mescidiere tecavüz edenler, her devirde
yaşamış ve ellerinden geldiğince bu tecavüzü sürdürmeye ve ondan zevk almaya
çalışmışlardır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi,
hükümlerinin, kıyamete kadar geçerli oluşunun tabiî bir neticesi olarak, Allah
isminin anılmasını engelleyen ve bu ismin anıldığı mescidleri tahribe çalışan
kimseleri tayin etmemiş, fakat her devirde, bu şenaati işleyecek kimselerin
çıkabileceğini gözönünde bulundurarak, bunların hepsi hakkındaki hükmünü umuma
şâmil bir uslûb ile bildirmiştir. Bununla beraber, önceki âyetlerde söz konusu
edilen yahudî ve hıristiyaniarın, dînleri hususundaki ihtilâflarını ve
biribirlerine yönelttikleri hak yolda olmama ithamlarını gözönünde bulundurarak
konunun gerektirdiği siyaka uygun bir sebebi tesbit etmek mümkündür.
Her ne kadar açık ve
kesin bir delil mevcut değilse de, yukarıdaki âyet-i kerlme'yle, isa (a.s.) dan
yetmiş sene sonra, Roma hükümdarlığına getirilmiş olan Titus'un Kudüs'ü
zaptederek şehri yakıp yıkmasına, Süleyman (a.s.) mabedini tahrip etmesine ve
bütün Tevrat nüshalarını yakmasına işaret edilmiştir. Romalıların o sıralarda,
müşrik oldukları ve semavi dînlerden hiçbirine intisab etmedikleri
bilinmektedir Ancak, yine ) sıralarda, sayıları çok az olan ve dînlerini
gizlemek zorunda kalan hırislı-yanların, yahudîler tarafından devamlı takip
edildikleri ve yakalananların yurtlarından çıkarıldıkları ve hattâ
öldürüldükleri de malumdur. Her ne kadar yahudîleri, daha önceki âyet-i
kerîmede de işaret edildiği gibi, hak yolda görmeyen müşrik Romalılar, onlarla
dîn savaşı yapmamış, sadece ülkelerini genişletmek için istîlâ hareketine girişmiş
iseler de, mabedlerini yıkmaları ve dîn kitaplarını yakmaları, hareketlerine
dîn savaşı görüntülünü vermiştir. Bunun ise, yahudîlerden intikam alma
fırsatını eide eden "hıristiyaniarın teşvik ve tahrikiyle meydana geldiği
anlaşılmaktadır; zîra Romalıların böyle bir istîlâ hareketinde, mabedleri
tahrib etmelerine ve Tevrat nüshalarını yakmalarına hiç gerek yoktu. Maamafih
bir önceki âyet-i kerîmede belirtildiği gibi, yahudîlerin hıristiyanlan,
hıristiyaniarın da yahudîleri doğru bir yol üzerinde olmamakla itham
etmelerinin, müşriklerin de diğerleri hakkında aynı görüşü ileri sürmelerinin
tabiî bir neticesi olarak, Allah isminin anıldığı mescidler tahrib edilmiş ve o
yüce ismin anılması engellenmiştir. Şu da var ki, târihte buna benzer
hâdiselerin zaman zaman tekerrür ettiği görülmektedir. Nitekim müşrik Araplar.
Mekke devrinde ve Hudeybiye'den sonra, Hazret-i Peygamber ve ashabının Kabe'yi
ziyaret etmelerine ve orada Allah ismini anmalarına engel olmuşlardır. Daha
sonraki devirlerde ise, haçlıların istilâsına maruz kalan İslâm ülkelerinde,
pek çok mescid tahrib edilmiş ve müslümanlar, Allah'ın ismini anmaktan
menedilrnişlerdir. Bu sebepledir ki, âyet-i kerimede belirli bir hâdise
zikredilmemiş, fakat ileride vukubulabilecek hâdiselere de şâmil olan bir ifade
kullanılmıştır.
Allah Ta'âlâ, bu umumî
manâ içerisinde, vukubulan ve vukuu muhtemel bulunan bu gibi hâdiselere işaret
ederken, mütecavizlerin halini de açıklamış ve onların, dünyanın en zâlim
insanları olduklarını, bu işi yapanlardan daha zâlim bir kimsenin
bulunamıyacağınt beyan etmiştir. Çünkü mescidlerin tahribinde ve Allah isminin
anılmasını engellemede, dinin yok edilmesi ve Allah isminin unutturulmast,
böylece fesadın yeryüzünde yayılması gayesine hizmet vardır. Bu hizmeti
yüklenenler ise, elbette en zâlim kimselerdir. Halbuki, eğer bu kimselerin
akılları olsaydı, yahut akıllarını kullanıp doğru düşünebilselerdi, Allah'a
ibadet etmenin ve Allah ismini anmanın zararı değil faydası olduğunu görecekler
ve o mescidlere, onları tahrib etmek ve Allah isminin anılmasını engellemek
İçin değil, fakat korkarak, huşu ve hudû içinde girmek gerektiğini
anlayacaklardı. Kurulduğu günden itibaren, fetih hareketlerini sürdüren ve
asırlarca Avrupanın yansına hâkim olan Müslüman Türk orduları, dâima bu
anlayışa sahip olmuşlar, girdikleri hiçbir ülkede kiliseleri tahrib etmeyi ve
oralarda Allah
isminin anılmasına
engel olmayı hiçbir zaman düşünmemişlerdir. Bu şe-nâatı işleyenler ise, ister
müşrik olsun, ister yahudî veya hıristiyan olsun, hem akılsızlıklarının ve hem
de işledikleri bu büyük zulmün cezasını, dünyada rezîl ve rüsvay olarak,
âhırette de en şiddetli azaba uğrayarak mutlaka çekeceklerdir. Bundan hiç
kimsenin şüphesi olmasın.
Ancak, âyet-i
kerimede, Allah isminin anıldığı ve O'na ibadet edildiği mescidlerin tahribi,
en büyük zulüm olarak tavsîf ve buna yeltenecek olan kimseler, en şiddetli azâb
ile tehdid edilmiş olsalar bile, bu ifadeden yanlış bir netice çıkarmamak ve bu
mescidlerden başka hiçbir yerde Allah'a ibadet edilemiyeceği vehmine kapılmamak
gerekir. Çünkü bazı kimseler zannedebilirler ki, mescidlerin tahribi ve Allah
isminin anılmasının engellenmesi, âyet-i kerîmeyle bu derece kötülendiğirte
göre, mescidler tehrib edildikten ve ibadetler engellendikten sonra, artık
hiçbir yerde ibadet edilmez ve hiçbiryerde Allah'ın adı anılmaz... Hayır. Bu,
yanlış bir zan ve yanlış bir düşüncedir. Nitekim Allah Ta'âlâ, takip eden
âyette, böyle bir düşüncenin ne kadar yanlış ve bâtıl olduğunu göstermek için
şöyle buyurmuştur: [125]
115. Doğu da batı da
Allah'a aittir: Ne tarafa yönelirseniz yönelin, Allah'm vechi oradadır.
Şüphesiz Allah, (her yöt,ui) kaplar ve (her şeyi) hakkıyle bilir.
115 Ayet-i kerimede
yalnız doğuyla batı zikredilmiş olmakla beraber, bununla yeryüzü üzerindeki
bütün yönler kasdedilmiştir. Nitekim Rahman sûresinin i 7 net âyetinde de,
güneşin yaz ve kış aylarındaki doğuş ve batış yerleri de gözönünde
bulundurularak, Allah Ta'âlâ'nın iki doğunun ve iki batının Rabb'ı olduğu
belirtilmiş ve bununla O'nun bütün âlemlerin Rabb'ı olduğu kasdedilmiştir. Halk
diline girmiş olan «şarktan garba...» sözünün de, dünyanın her tarafını içine
alan bir manâya sahip olarak kullanıldığı herkesçe malûmdur. İşte bu manâda, insan,
nerede olursa olsun ve yönünü ne tarafa çevirirse çevirsin, karşısında Allah
Ta'âlâ'nın vechini, yani kendisine yönelik olduğunu bulur. Çünkü O, her tarafı
kaplamıştır; varlığı herhangi bir hududla tahdid, belirli bir yöne tahsis
edilmiş değildir. Bu sebeple O, nerede ve hangi halde olursa olsun, kendisine
ibadet etmek için yönelen her insanı görür ve ne yaptığını hakkıyle bilir.
Ayet-i kerime'nin daha
önceki âyetle olan bağlantısına yukarıda işaret etmiştik. Ancak, onu sadece,bu
bağlantının gerektirdiği manâ içerisinde ve dar bir çerçevede ele alıp
açıklamak, hem Kur'ân-ı Kerim'in uslûbüne aykırı düşer, hem de âyetten hâsıl
olan faydaların yok olmasına yol açar. Çünkü Kur'ân'daki bir âyet, bazan
kendinden önceki âyet veya âyetlerle bağlantılı olarak gelmesine rağmen, bu
âyetler gurubunun delâlet ettiği manâ dışında müstakil bir hüküm getirir;
yahut ibret alınacak bir hâdiseyi, veya bir nasihati sergiler ki, bu,Allah
kelâmı olan Kur!ân-ı Ke-rîm'i, beşer kelâmından ayıran en mühim özelliklerden
birini teşkil eder. Nitekim müfessirler, Kur'ân-ı Kerîm'İn uslûbündeki bu
özelliğe dayanarak, yukarıdaki âyet-i kerîmeyle kıble tayini arasında bir
bağlantı kurmuşlar ve bazıları, âyetin, belirli bir kıbleye yönelme emrinin
gelmesinden önce nazil olduğu görüşünü benimseyerek, namaz kılmak için ne
tarafa yönelinirse yönelinsin, Allah'a yönelmiş olunacağını ileri sürmüşlerdir.
Bazılarına göre âyet, kıblenin Beytu'l-Makdis (Kudüs)ten Kabe'ye değiştirilmesi
münasebetiyle, bazıları da, yolculuk esnasında kıbleye yönelmenin şart
olmadığını belirtmek maksadıyle nazil olduğunu söylemişlerdir ki, ileri sürülen
bütün bu sebepler, âyet-i kerimenin delâlet ettiği manâya uygundur; çünkü namaz
kılan insan, ne tarafa yönelirse yönelsin, namazda sadece Allah'a yönelmiş
olur ve Mabûd olarak O'ndan başkasını kasdetmemiştir. Ancak, müslümanların
yalnız Kabe'ye yönelmeleri ve bu yönelmenin namazın şartlarından sayılması,
içtimaî bir gayeye matuftur ve ümmetin vahdetini sağlamak içindir. Esasen bütün
müslümanlann Kabe'ye yönelmeleri halinde, Kabe'nin dört bir cihetine düşen
müslüman-lardan kiminin güneye, kiminin kuzeye, kiminin doğuya, kiminin de
batıya yönelmelerini gerektirir ki, bu farklı yöneliş, âyet-i kerimenin de
delâlet ettiği gibi, onların Allah'a yönelmiş olmalarına aykırı düşmez.
Burada, şuna da işaret
etmek gerekir ki, âyet-i kerîme, İslâm akaidinin en önemli kaidelerinden
birini de manâsı içinde getirmiş bulunmaktadır. Bu kaide, Allah Ta'âlâ'nın
herhangi bir cihet ve herhangi bir mekânla tahdid edilemiyeceği ve O'na yaklaşarak
kulluk görevinin îfa edilmesi için belirli bir mekânın şart olamıyacağı, yahut
başka bir ifadeyle, ibadetin mescid, cami veya kiliselere inhisar
edemiyeceğidir.
Kur'ân-ı Kerîm,
Allah'ın mescidlerini tahrib ederek O'nun isminin anılmasını engelleyenleri en
şiddetli azâb ile tehdid, bununla beraber, mescidler tahrib olunsa bile , her
yerde O'na ibâdet edilebileceğini itikadî bir kaideye bağlı olarak beyan
ettikten sonra, kitap ehlinin ve müşriklerin dünyada rezil ve rüsvay, âhırette
de büyük azaba müstahak olmalarına sebep teşkil eden sapık inançlarını saymaya
devam etmiş ve bu inançları reddederek gerçek îman esaslarını açıklamıştır: [126]
116. Allah'ın bir çocuk edindiğim söylüyorlar. Hâşâ!
O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa O'na
aittir. Hepsi de O'na boyun eğerler.
117. Göklerin ve yerin yoktan var edicisi (O'dur).
Ve bir işin olmasına hükmettiği zaman, ona sadece, «ol» der, o da hemen olur.
116 Ayet-i kerime, 111
inci âyete matuf olup, Allah Ta'âlâ'nın bir çocuk edindiği iddiasında
bulunanların, bu âyette sözü edilen ve Cennet'e kendilerinden başkasının
giremiyeceğini İleri süren yahudî ve hıristiyanlarla, 113 üncü âyette işaret
olunan ve bunların sözlerini tekrarlayan müşrikler oldukları anlaşılmaktadır.
Ayet-i kerimede, yahudî ve hıristiyanlarla müşriklerin birbirinden ayırt
edilmeksizin hepsine şâmil umumî bir ifade kullanılması, tevhîd İnancına sahip
olması gereken kitap ehlinin, nasıl müşrikler derekesine düşmüş olduğunu
gösteren açık bir delil teşkil eder. Filhakika Tövbe sûresinin 30 ncu âyetinde
de bildirildiği gibi, yahudller Uzeyr'in, hıristiyanlar da mesîh (İsâ) in
Allah'ın oğullan olduklarını söylemişler, müşrikler ise, Zuhruf sûresinin 19.
âyetinde görüldüğü gibi, bir taraftan Allah'ın kullan olan melekleri dişi kılarken,
bir taraftan da, Nahl sûresinin 57 nci âyetine göre, bunların Allah'ın kızları
olduklarını iddia etmişlerdir. Kitap ehlinin müşriklere paralel olarak Allah'a
çocuk isnad ve O'nu sadece mahiûkâta hâs olan doğma ve doğurma sıfatlarıyle
tavsif etmeleri son derece büyük bir şirk idi. Çünkü doğmak ve doğurmak, yok
olması mukadder olan mahlûkâtm, yok olacağı güne kadar neslini devam ettirebilmesi
için vazolunmuş ilâhi bir kanun idi. Nitekim insanın bir çocuk doğurması, insan
cinsinin ve neslinin devamını sağlamak içindir. Keza hayvan ve nebatlar için de
durum aynıdır. Halbuki Allah Ta'âlâ, başlangıcı ve sonu bulunmayan ve herhangi
bir zaman ölçüsüyle varlığı sınırlandın-lamıyacak olan yegâne yaratıcıdır. Hiç
bir şey yok iken, O, ezelden vardı; her şey yok olduktan sonra da ebede kadar
var olacaktır; herhangi bir cins olmadığı için oğula ve kıza da muhtaç
değildir. O'na çocuk nisbet edilmesi, o çocuğun da O'nun cinsinden olmasını
gerektireceği için, bu nisbet Allah'tan başka ilâhlar olması sonucunu doğurur.
Nitekim hıristiyanlar. Mesih İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanmışlar ve bu
inancın netices olarak, bir taraftan Allah'a babalık isnad edip O'nu «baba»
diye çağırırken bir taraftan da İsa'yı ulûhiyet mertebesine yükseltip Allah'a
şirk koşmuşlardır. Oysa İsa (a.s.) da diğer bütün Peygamberler gibi bir
beşerdir ve Allah'ın kuludur.
Burada, yeri
gelmişken, dikkatsiz bazı müslümanların bilhassa çocuklarını bazı şeylerden
sakındırmak istedikleri zaman, onlara yönelttikleri çok tehlikeli bir söze
işaret etmek gerekir. Bunlar, çocuklarının hoşa gitmiyecek bir davranışını
gördüklerinde «bunu bir daha yapma; sonra Allah baba kızar» gibi sözler
sarfederler. Bu gibi Müslümanların Allah'a babalık isnad etmeleri herhangi bir
kasda dayalı olmasa bile, insanın farkına varmadan şirke düşmesine sebeb
olacağı gibi, çocuk terbiyesi yönünden de son derece tehlikeli neticeler
doğurabilir. Çünkü bu gibi tabirlerin çocuğun kafasında yerleşmesine sebep
olmak, müslüman bir ana ve babanın, ona sapık bir hıristiyan inancını telkin etmelerinden
başka bir manâya gelmez.
Allah'a evlâd isnad
edenler, ister müşrik olsun, ister yahudî veya hıristiyan olsun, ve hattâ ister
O'na «baba» diyerek diğerlerine benzemek gafletine düşen müslüman olsun, Allah
Ta'âlâ, bu isnadda bulunanlara karşı kendisini tenzih ederek, onları şiddetle
reddetmiş ve hayret manâsını da ihtiva eden bir ifadeyle Subhânehû buyurmuştur,
yani: Hâşâ! Allah, sizin ileri sürdüğünüz iddialardan ne kadar uzaktır. O, size
çocuğu olduğunu söyleyerek kendi cinsinden biri bulunduğunu haber vermediğine,
yahut bu manâya gelebilecek bir söz kendisinden sâdır olmadığına göre, siz
O'nun bir çocuğu olduğunu nereden biliyor, ve bilmediğiniz bir şeyi O'na nasıi
isnad ediyorsunuz? Sizin kötü bir zanna ve kötü bir yalana dayanarak O'na nisbet
ettiğiniz evlâd, ya gökyüzüne delâlet eden ulvi bir âlemden, yahutta arza
delâlet eden suflî bir âlemden olmalıdır. Halbuki bunların hiçbirisi de Allah
Ta'âlâ'nın cinsinden değildir. Fakat göklerde ve yerde ne varsa, hepsi de O'nun
mülküdür; O'nun hükmüne tâbi olup O'nun iradesine boyun eğmiştir. Hal böyle
olunca, gökteki ve yerdeki varlıklardan herhangi birini alıp onu Allah'a cins
kılmakta ve O'na oğulluk ve kızlık isnad etmekte hiçbir manâ yoktur. Meryem
sûresinin 92 nci âyetinde de bildirildiği gibi, «göklerde ve yerde olan herkes,
istisnasız, Allah'a kul olarak gelecektir». Bununla beraber Allah Ta'âlâ,
dilediği bazı kimselere dilediği bazı işleri tahsis etmiştir. Meselâ bazı
kutlarına vahiy göndererek, onu diğer kullarına tebliğ etmeleri için elçilik
görevi vermiştir. Fakat böyle bir görevin, mahlûku hâlık mertebesine
çıkarmıyacağı aşikârdır.
Allah Ta'âlâ, âyeti
kerîmede «göklerde ve yerde ne varsa O'na aittir» buyurarak, önce cansız ve
akıl sahibi olmayan bütün varlıkları murad etmiş, sonra da bütün bu varlıkların
O'nun iradesine ve hükmüne boyun eğdiklerini bildirirken akıl sahipleri için
kullanılan cemî slgasıyle ktmitûn diyerek mülkiyetini insanlara da teşmil
etmiştir. Buna göre, ister göklerdeki güneş, ay ve yıldızlar olsun, ister
yerdeki insan, hayvan v.s. varlıklar olsun, bunların hepsi de, Allah'ın mülkü
olup O'nun iradesine tâbidir. Bu sebeple, bunlardan herhangi birisini Allah'a
çocuk olarak nisbet etmek mümkün olmadığı gibi, güneşe, aya ve yıldızlardan
birine ulûhiyet isnad edip onları mabûd edinmek de mümkün değildir. [127]
117 Allah Ta'âlâ,
gerek kendisine çocuk isnad edenlerin reddine ve gerekse göklerde ve yerde ne
varsa hepsinin kendi mülkü olduğu ve hepsinin kendi iradesine boyun eğdiği
beyanına kuvvet kazandırmak için, ikinci âyette, göklerin ve yerin yoktan var
edicisi olduğunu ve bir işin olmasına hükmettiği zaman, ona sadece «ol»
dediğini, onun da hemen olduğunu açık ve kesin bir ifadeyle beyan etmiştir.
Ayet-i kerîmede,
«göklerin ve yerin yaratıcısı» manâsına gelen Hâlık ismi yerine «yoktan var
edicisi veya mucidi» manâsında Bedî ismi kullanılmış ve böylece, Allah
Ta'âlâ'nın bir çocuk edindiği yolundaki düşüncelere imkân verebilecek bütün
kapılar kapatılmıştır. Zira halk (yaratma) fiili, bazan var olan bir maddeden
örneği bulunan bir şeyin benzerini vücuda getirmek manâsına da şâmildir. Meselâ
ana karnında çocuğun yaratılması, baba sulbündeki bir maddeye dayanır. Keza
yeryüzündeki nebatın vücut bulması da, tohuma ve toprağa verilen özellikler
dolayısıyledir ve hepsi de, mensup oldukları cinslerin birbirine benzeyen
özelliklerini taşır. Bütün bunlar, Allah Ta'âlâ'nın, yerde ve gökte bulunan her
şeyi, eşsiz bir sanatkâr eliyle birbirine denkleştirerek kendi iradesine uygun
bir şekilde yarattığını gösterir. Ancak «yoktan var etmek, veya icad etmek»
manâsında kullanılan ibda kelimesi ise, halk (yaratmak) manâsına da şâmil
olmak üzere, maddesi ve örneği bulunmayan bir şeye vücut vermek demektir ki,
Allah Ta'âlâ, bu manâda göklerin ve yerin Bedî'ı, yani hiç yoktan var edicisi,
yani mucidi ve yaratıcısıdır. O, bu sifatıyle, bir şeyin icadını murad ettiği
zaman, ona olmasını emreder ve o şey de hemen vücut bulur. Ancak, maddesi ve
modeli olmayan bir şeyin vücut bulmasına ilâhi iradenin taalluk etmesi halinde,
onun nasıl vücut bulduğu bir sırdır ki, insan aklının bu sırra vâkıf olması
mümkün değildir.
Burada, şuna da işaret
etmek gerekir ki, bir şeyin vücut bulması için, Allah Ta'âiâ'nin ona kun (ol)
emrini yöneltmesi, İslâm âlimleri arasında değişik şekillerde izah edilmiştir.
Çoğunluğun görüşü, emrin temsilî olduğu yönündedir; yani hakikatte Allah
Ta'âlâ'dan böyle bir emir sâdır olmaz; fakat bir şeyin vücut bulmasına Allah
Ta'âlâ'nın iradesi taalluk edince, bunu, o şeyin hemen vücut bulması takip
eder. Ne var ki, âyet-i
kerîmede, meselenin
daha iyi anlaşılması için bir şeyin icadına ilâhi iradenin taalluku, kun (ol)
emriyle ifade edilmiştir. Bazı âlimler ise, emrin hakikî olduğunu, Allah Ta'âlâ
bir şeyin icadını murad ettiği zaman, ona bu emri verdiğini, onun da hemen
vücud bulduğunu ileri sürmüşlerdir ki, âyet-i kerimenin zahirî manâsı da buna
delâlet eder. Şurası bir gerçektir ki, kun (ol) emri, ister ilâhî iradenin ilk
icada taallukuna delâlet eden bir manâda kullanılmış olsun, ister hakîkî manâda
kullanılmış olsun, insan aklının erişemiyeceği bir sır, bundan daha açık bir
söz ile ifade edilemezdi. Allah Ta'âlâ'nın göklerin ve yerin, aynı zamanda
göklerdeki ve yerdeki her şeyin ilk mucidi ve yaratıcısı olduğu bu açık ve
kesin beyanla anlaşıldıktan sonra, O'nunla mahlûkâtı arasında baba-evlâd
münasebeti kurmak kadar abes bir düşünce tasavvur olunamaz. O, her şeyi yoktan
var etmiştir; fakat hiçbir şey O'ndan veya O'nun zâtından bölünüp ayrılmış
değildir.
Allah Ta'âlâ, kitap
ehlinden bilhassa yahudl ve hıristiyanların Allah'a çocuk isnad etmek suretiyle
nasıl şirke düştüklerini ve böylece, nasıl müşriklerle aynı derekeye
indiklerini beyan ettikten ve iddialarını göklerin ve yerin yoktan var
edilişini delil getirerek kesin bir şekilde çürüttükten sonra, sözü müşriklere
intikal ettirmiş ve bu sefer, onların hallerini geçmiş milletîerin hallerine
benzeterek akıl sahiplerine ibret alacakları bir ders vermiştir.[128]
118. Bilmeyenler
«Allah bizimle konuşsaydı; yahut bize bir mucize gelseydi (ne olurdu?)»
demektedirler. Onlardan öncekiler de tıpkı onların söyledikleri gibi soy-.
lemislerdi; kalpleri (nasıl da) biribirine benzemiş! Oysa biz, yakînen bilmek
isteyenlere âyetleri apaçık bildirmisizdir.
118 113 üncü âyette,
yahudî ve hıristiyanların biribirlerini doğru yol üzerinde olmamakla itham
ederken, bilmiyenlerin de, onların sözlerini tekrar-lıyarak yahudî ve
hıristiyanları itham ettikleri bildirilmiş, biz de bu âyetin tefsirinde, söz
konusu edilen «bilmiyenler» in, kitap ve şeriattan haberi bulunmayan müşrikler
olduklarını açıklamıştık. Yukarıdaki âyet-i kerimede zikredilen «bilmiyenler»
in deyine müşrikler oldukları anlaşılmaktadır. Bunlar da, yahudî ve
hıristiyanlar gibi, hem Hazret-i Peygamber'e inanmamışlar, hem de ona indirilen
Kur'ân'ı inkâr ederek Hazret-i Pey-gamber'den, başka âyetler ve mucizeler
istemişlerdir. Nitekim İsrâ sûresinin 90-93 üncü âyetlerinde, müşriklerin bu
isteklerine daha açık bir şekilde işaret edilmiş, «bizim için şu yerden bir
pınar akıtma-dıkça sana asla inanmıyacağız», Furkân sûresinin 21 inci âyetinde
ise, «bizim üzerimize melekler indirmeli değilmiydi; yahut hiç olmazsa,
Rabb'ımızı görmeli değil miydik» dedikleri bildirilmiştir. Müşriklerin, yukarıdaki
âyet-i kerîmede işaret olunan «Allah bizimle konuşsaydı; yahut bize bir mucize
gelseydi» şeklindeki istekleri de, diğerleri gibi, Hazret-i Peygamber'e ve ona
indirilen Kitab'a inanmamak için başvurdukları bahanelerdendi. Geçmiş
milletler arasında da, kendilerine gönderilen peygamberlere inanmamak için bu
çeşit bahanelere başvuranlar vardı, ve onların söyledikleriyle bunların
söyledikleri arasında tam bir benzerlik bulunuyordu. Meselâ yahudîler, daha
önce de zikredildiği gibi, «Ey Mûsâ! Allah'ı ayan beyan görmedikçe sana asla
inanmayacağız» {Bkz. âyet 55) demişler; bir çeşit yiyeceğe sabredemiyeceklerini
ileri sürerek, yine Mûsâ (a.s.) dan sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan
gibi yiyecekler çıkarması için Rabbına duâ etmesini istemişlerdi (bkz. âyet,
61). Hıristiyanlar ise, Mâide sûresinin 112 nci âyetinde de belirtildiği gibi,
İsâ (a.s.) ya «Ey Meryem oğlu İsâ! Rabb'tn bizim üstümüze gökten bir sofra
indirebilir mi?» demişler ve bu isteklerini, kendisine daha çok inanmak için
ileri sürdüklerini bildirmişlerdir.
Geçmiş kavimler gibi
ve hattâ bu kavimlerden inançlarını yitirmiş bazı yahudl ve hıristiyanların
kendi peygamberlerinden istedikleri mucizeler gibi, müşriklerin de Hazret-i
Peygamber'den birtakım mucizeler istemeleri, yukarıda da işaret ettiğimiz
gibi, sırf bir bahaneydi ve ona inanmamak hususunda başvurulan bir oyundu.
Nitekim Allah Ta'âlâ, En'âm sûresinin 7 nci âyetinde, onların bu oyunlarını
açık bir şekilde gözler önüne sermiş ve «(Ey Muhammedi) Eğer sana kâğıt içinde
yazılı bir kitap göndermiş olsaydık, kendileri de elleriyle ona dokunmuş
olsalardı, o küfredenler, (yine de inanmazlar ve) bu, apaçık büyüden başka bir
şey değil, derlerdi» buyurmuştur.
Müşriklerin Hazret-i
Peygamber'e inanmamak için ondan bir takım mucizeler istemeleriyle, geçmiş
kavimlerden yahudî ve hıristiyanların kendi peygamberlerinden bu çeşit
isteklerde bulunmaları arasında tam bir benzerlik vardı ve bu benzerlik,
aslında, onların Allah'a ve peygamberlerine karşı olan inançsızlıkları
arasındaki benzerlikten başka bir şey değildi. Çünkü inanan ve inanacak olan
insanlar için Allah'ın mucizeleri pek çoktu ve başka mucizelere de ihtiyaç
yoktu. İnançsızlar ise, kendilerine yeni mucizeler verilmiş olsa bile,
arkasından, küfürleri dolayısıyle, başkalarını isteyecekleri şüphesizdi.
İnanç ve inançsızlığın
yerleşip kök saldığı yer, insanın kalbidir. Bu sebepledir ki, insan bir şeye ya
kalpten inanır, yahutta inançsızlık, onun bütün kalbini doldurur. Bundan
dolayı, birtakım isteklerle Hazret-i Pey-gamber'e karşı inançsızlıklarını
ortaya koyan müşriklerle, aynt durumda olan yahudî ve hıristiyanlartn kalpleri
arasında bu yönden tam bir benzerliğin bulunduğu anlaşılır. İşte bu sebeple
Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmede müşriklerle eski kavimlerin kalpleri
arasındaki bu benzerliğe işaret etmiş; yolları ve yönleri ayrı olsa bile,
netice itibariyle hepsinin tuttuğu yolun küfür olduğunu ortaya koyarak el-kufru
nülletun vahide (küfür tek bir millettir) hükmünün delilini göstermiştir.
Müşriklerin eski
kavimler gibi Hazret-i Peygamber'den bir takım âyet ve mucizeler istemeleri,
şüphesiz, kalplerine îmanın hiç girmemiş olması doîayısıyledir. Halbuki Allah
Ta'âlâ, hakkı arayan ve delilleriyle kalplerinde sağlam ve sarsılmaz bir imanın
yerleşmesi için akıllarını kullanan kimselere, âyet ve mucizelerini öyle beyan
etmiştir ki, bunlar, başka âyet ve mucizeler istemek bir yana, Allah'ın beyan
ettiklerinde bile zerre miktarı da olsa kalplerinde herhangi bir şüpheye yer
vermezler. İşte gerçek îman budur. Kalblerinde, herhangi bir illet veya maraz
bulunmayanların, yalnız hakka yönelen ve yalnız hak peşinde gidenlerin îmanı...
Halbuki hak nurunun kalplerine nüfuz etmesini engelleyen ve küfür üzerinde inat
ve ısrar eden akılsızların, âyet ve mucizeler istemeleri, ne kadar boş ve
faydasızdır! Bunlara, Allah'ın beyan ettiği âyetlerden sonra, daha binlerce
âyet verilse, onların yine îman edecekleri yoktur.
Allah Ta'âlâ,
müşriklerle kitap ehli arasında küfre ve bâtıla yönelme yönünden bu açık
benzerliğe böylece işaret ettikten ve kitap ehlinden olmaları dolayısıyle îmana
müşriklerden daha yakın olmaları gereken yahudî ve hıristiyanların dehşet
verici bu menfi davranışlarını açıkladıktan sonro, onların bu davranışlarından
son derece müteessir olan Hazret-i Peygamber'e hitap etmiş ve onu teselli etmek
için şöyle buyurmuştur: [129]
119. (Ey Muhammedi)
Biz seni hem müjdeci hem de korkutucu olarak hak ile gönderdik. (Bu sebeple) Cehennem ashabından sen sorumlu
tutulmayacaksın.
120. Ne yahudîler ve
ne de hıristiyanlar, sen onların dînine tâbi olmadıkça, senden asla hoşnud
olmıyacaklardır. De ki: Allah'ın yolu;
işte asıl yol odur. Eğersen, sana gelen bunca ilimden sonra, onların hevâ ve
heveslerine tâbi olursan, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.
121. Kendilerine
verdiğimiz kitabı hakkıyle okuyanlar; işte bunlar, ona îman edenler. Ona
küfredenler ise, işte asıl hüsrana uğrayacaklar da bunlardır.
119 Yahudi ve
hıristiyanların, kendilerine peygamber gönderilmiş ve kitap verilmiş bir kavim
olmalarına ve bu sebepten Allah tarafından gönderilecek bütün peygamberlere ve
onlara indirilecek bütün kitaplara inanmak durumunda bulunmalarına rağmen,
Hazret-i Peygamber'in davetine sırt çevirmeleri ve hattâ küfür yönünden
müşriklere benzer hale düşmeleri, gerçekten esef edilecek bir şeydi ve bundan,
Hazret-i Peygamber'in büyük bir üzüntü duymamış olması mümkün değildi. Çünkü o,
ister müşrik olsun, ister yahudî veya hıristiyan olsun, her inanca sahip olan
insanlara Allah'ın emirlerini tebliğ etmek ve onları Allah'ın hak olarak
bildirdiği tek bir inanç ve tek bir şerîat üzerinde birleşmeğe davet etmek
üzere görevlendirilmiş bir memur idi. Görevinin idraki içinde bulunan her
memurun, görevinde başarılı olmayı arzu etmesi ve onu istenildiği şekilde
tamaiamaya çalışması, onun, elbette ki en tabii hakkıydı ve bunu yapabildiği
nisbette kendisini huzurlu hissedebilirdi. Başaramadığı bazı hususlarda ise, bu
huzurun yok olması ve onun yerini
huzursuzlukla birlikte büyük bir üzüntüsünün alması da çok tabiiydi.
Hazret-i Peygamber'in
Mekke'de müşriklerden gördüğü sert tepkiden sonra, Medine'de, kitap ve
peygamber tanıyan, yahut tanıması gereken yahudî ve hıristiyanlardan da aynı muameleyi
görmesi, onu son derece müteessir etmişti ve bu teessür, hiç şüphesiz, onun,
yahudî ve hıristiyanları doğru yola getirmede başarısız olduğu düşüncesinden
kaynaklanıyordu. Fakat bu değişik inanç sahiplerini saf İslâm inancı etrafında
toplamak, yahut başka bir tâbirle onlara hidayet ederek tek bir inançta
toplanmalarını sağlamak, acaba onun görevi miydi? Yoksa kendisinin bu işte
başarısız olması, yahut kendisini böyle görerek teessüre kapılması, aslında
kendisine böyle bir görevin verilmemiş olmasından mı ileri geliyordu? İşte
Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmede, akla gelebilecek bu çeşit sualleri
cevaplandırmış ve Hazret-i Peygamber'in asıl görevinin ne olduğunu kendisine
hitap ederek hatırlatmıştır: Ey Muhammed! Biz seni, temelini İslâm akaidiyle
İslâm şeriatının teşkil ettiği bir hak ile gönderdik.
Kim bu iki temele
dayanır ve onlara tâbi olursa, dünya ve âhıret saadetine nail olur. Kim
onlardan uzak düşerse, doğru yoldan ayrılmış ve bâtıla sapmış olur. İşte, senin
görevin, hakikatin ta kendisi olan bu akaidi ve şeriatı insanlara duyurarak,
onlara tâbi olanların nail olacaklan iki saadeti müjdelemek, onlardan
uzaklaşanların kötü akıbetiyle de onları korkutmaktır. Bunun dışında, doğru
yoldan sapmış olanları hidayet etmek senin görevin değildir. Ve bunlar, doğru
yoldan sapıp Cehennem ashabından oldukları takdirde, bunun sorumlusu da sen
olmıyacaksın.
Hazret-i Peygamber'in,
müşrik, yahudî ve hıristiyanlann bu davranışları karşısında duyduğu teessürün
büyük ve devamlı olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif sûrelerinde- onu teselli
etmek ve hidayetin- ancak-Ailah'a mahsus bir iş olduğunu hatırlatmak maksadıyle
sık sık gelen âyetlerden anlaşılmaktadır. Bu âyetlerden biri, Hazret-i
Peygamber'in, bilhassa Mekke müşriklerinden kendi kabilesi olan Kureyş'in
tutumundan duyduğu teessür sebebiyle nazil olmuştur. Bu âyet-i kerîmede, Allah
Ta'âlâ'nın Hazret-i Peygamber'e meâlen şöyle hitap ettiği görülür: «Demek,
Kur'ân'a inanmazlarsa üzüntü duyarak arkalarından kendini âdeta harab
edeceksin». Bu âyet-i kerîme'de, Mekkeli müşrikler kadar, ondan önceki dördüncü
âyette, Allah'ın evlâd edindiği iddiasında bulunduğuna işaret olunan yahudî ve
hıristiyanlann da kasdedildiği anlaşılmaktadır. Yine Mekke'de nazil olan Fâtır
sûresinin 8 inci âyetinde, Allah'ın dilediği kimseyi dalâlette bırakıp
dilediğine hidayet edeceği işaret olunduktan sonra, Hazret-i Peygamber'e
hitaben «O halde (Ey Muhammedi), nefsin onlar yüzünden üzüntüyle tükenip
gitmesin» denilmiştir. Keza Mekkî olduğu kadar Medenî olduğu da söylenen Ra'd
sûresinin 40 inci âyetinde, Hazret-i Peygamber'e görevi hatırlatılarak «Ey
Muhammedi Onlara vadettiğimiz azabın bir ktsmını sana göstersek de, yahut senin
ruhunu daha önce kabzetsek de, senin vazifen sadece tebliğ etmektir; hesap
görmek ise bize düşer» denilmiştir. Bakara sûresinin 272 nci âyetinde ise,
hidayete erdirmenin sadece Allah'a mahsus olduğu bildirilmiş ve şöyle
buyurulmuştur «Ey Muhammedi Onları hidayete erdirmek senin üstüne borç
değildir; ancak Allah, hidayeti kime dilerse ona verir». [130]
210 Örnek olarak
sadece bir kaçını zikrettiğimiz bu âyetlerden açıkça anlaşılmaktadır ki,
Hazret-i Peygamber'in görevi, akaid ve şeriat olarak kendisine bildirilen
«hakk»ı insanlara tebliğ ederek doğru yolu göstermektir. Bundan sonra, isteyen
bu yolu seçer, isteyen de kendisini Cehennem azabına götürecek olan yolu seçer;
fakat şurası muhakkaktır ki, bâtıl yolu seçerek Cehennem ashabı arasında yer
alacak olan kimselerden, Hazret-i Peygamber asla sorumlu değildir ve onlar
adına üzülmenin de
hiçbir faydası yoktur.
Zira o, üzülse de üzülmese de, ikinci âyette de belirtildiği gibi, ne yahudîier
ve ne de hıristiyanlar Hazret-i Peygamber den asla hoşnud olmıyaçaklar ve onun
kendi dinlerine tâbi olmasını ve kendi /ollarına girmesini istiyeceklerdir.
Halbuki onlar, biribirlerini hak yolda olmamakla itham ederek, aslında tek ve
aynı şey olması gereken dini de hevâ ve heveslerine uydurmuşlar, sonra da,
Hazret-i Peygamber'in, dîn olmaktan çıkardıkları bu bâtıl yola tâbi olmasını
istemek cüretinde bulunmuşlardır. Hazret-i Peygamber'in onlara tâbi olması ve
onların peşinden gitmesi!.. Bu, düşünülebilecek bir şey midir? Allah Ta'âlâ,
bunu şiddetle reddetmesi için sevgili Peygamberine yol göstermiş ve «Ey
Muhammedi Onlara de ki: Allah'ın yolu; işte asıl tâbi olunacak en doğru yol budur.»
buyurmuştur. Bu yol, sadece yahudî peygamberlerine değil, fakat ilk
peygamberden son peygambere kadar akaidiyle ve şerîatıyle derece derece
geliştirilmiş ve mükemmelleştirmiş olarak indirilen İslâm'ın yoludur. Bununla
beraber, ey Muhammedi Onların, kitaplarına izafe ederek dînlerinin asıllarından
saydıkları bu hevâ ve heveslerine tâbi olursan, ve bunu da ilâhî vahiy
geldikten ve ilm-i yakın hâsıl olduktan sonra yaparsan, bilesin ki, Allah'ın
dostluğunu bulamaz, yardımını göremezsin.
Allah Ta'âlânın bu
âyet-i kerîmeyle, önce Hazret-i Peygamber'e yol göstermesi, sonra da, yahudî ve
hıristiyanlann sapık yollarına tâbi olması halinde, onu şiddetle tehdit etmesi,
Hazret-i Peygamber'in şahsında bütün insanlara yöneltilmiş bir ihtardır. Zira
Allah Ta'âlâ, sevgili Peygamberinin, yahudî ve hıristiyanlann bâtıl yollarına
asla tâbi olmtyacağını elbette biliyordu. Bununla beraber, Kurân-ı Kerîm'in
kendine hâs usiûbü içinde Hazret-i Peygaber'e yöneltilen bu hitapla, hem hak
yola tâbi olanlar için Allah'ın dostluğunun ve yardımının devam edeceğine
işaret olunmuş, hem de hak belli olduktan sonra, yahudî ve hıristiyanların
«dîn» adt altında tâbi oldukları hevâ ve hevesleri peşinden gitmenin ve onları
taklid etmenin getireceği büyük tehlikeler gösterilmiştir.[131]
211 Allah Ta'âlâ,
ehl-i kitaptan yahudî ve hıristiyanların,tâbi oldukları bâtıl yolu nasıl «dîn»
adı altında maskeleyip onunla başkalarını idlâl etmek İstediklerine işaret
ettikten ve onlara kanarak, artık belli olan hak yoldan ayrılıp onların yoluna
gidenlerin akıbetini apaçık gösterdikten sonra, kitap ehli arasında bulunan
bazı kimseleri tanıtmış ve bunların, kendilerine verilen Tevrat'ı hakkıyle
okuyup manâsını anladıklarını ve akıllarını kullanıp hakkı görmekte güçlük
çekmediklerini açıklamıştır. İşte bunlar, kendilerinden öncekilerin
kitaplarında yaptıkları tahriflere itibar etmiyen; dîndeki gelişmeyi ve
mükemmelleşmeyi gözden uzak tutmayarak kitaplarının esrarını anlayan ve bu
anlayış içinde Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a da inanan yahudî
ve hıristiyanlardır. Nitekim bunlar Hazret-i Peygamber'in daveti üzerine, kendi
dînlerini terkedip İslâm'a girmekte hiç tereddüt göstermemişler ve böylece
Allah Ta'âlân'ın Kur'ân-ı Kerîm'de tavsif ettiği mü'min kimselerden
olmuşlardır. Fakat atalarının ve bilhassa onlardan ileri gelenlerin tahrif
ederek hevâ ve heveslerine uydurdukları ve din adı altında tâbi oldukları bâtıl
yolu takip eden, kitaplarını okusalar bile içindekileri anlamayan, yahut
akıllarını kullanıp anlamak zahmetine katlanmayan ve bu sebeple dînin esrarına
vâkıf olamıyan bir çok kitap ehli ise, kitaplarına gerçekten inanmıyan ve
dolayısıyle Hazret-i Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerîm'e inanmak için kendilerine
bir yol bulamıyan bedbahtlardır ki, dünya ve âhıretîe hüsrana uğrayacak
olanlar da, işte bunlardır.
Burada şuna da işaret
etmek gerekir ki, âyet-i kerîmede, kendilerine verilen kitabı hakkıyle okuyan
ve bu sebeple mü'min vasfını kazananlarla, onu inkâr edip hüsrana uğrayanların
kimler olduğu açıklanmamıştır. Bir çok müfessir, bizim de tercih ettiğimiz bir
görüş olarak, bunların, kitap ehlinden yahudî ve hıristiyan olduklarını
söylemiş, bazı müfessirler ise, âyet-i kerîmeyle müslümanların kasdedildiğini
ileri sürmüşlerdir. Maama-fih âyeti, müslümanlar da dâhil, kendilerine kitap
verilen bütün dîn mensuplarına teşmil etmek, kendisinden daima ibret alınması
gereken Kur.'ân-ı Kerîm'in eşsiz uslûbüne aykırı düşmez.
Allah Taâlâ, zaman
zaman müşriklere de işaret ederek, yahudî ve hıristiyanların,geçmişteki düşünce
ve davranışlarıyle nasıl müşriklerle aynı seviyeye geldiklerini açıkladıktan ve
hepsinin birden İslâm karşısındaki tutum ve davranışlarını gösterip bu yüzden
müstehak oldukları kötü akıbeti belirttikten sonra, dinde tefrikanın ilk ve en
büyük müsebbibleri olan yahudîlere tekrar dönüyor ve daha önce olduğu gibi,
kendilerine bahşedilen nimetleri hatırlatarak, belki ibret alıp doğru yolu
bulurlar diye, geçmiş Peygamberlerden İbrahim (a.s.) in kıssasından örnekler
verip vâz ve nasihatta bulunuyor ve şöyle buyuruyor: [132]
122. Ey İsrail oğullan! Size ihsan ettiğim
nimetlerimi ve (bilhassa) sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
123. Hiç kimsenin hiç
kimse adına bir şey ödeyemiyeceği, hiç kimseden fidyenin kabul edilmiyeceği,
hiç kimseye şefaatin fayda vermiyeceği ve (nihayet) kendilerine yardım bile
editmiyecek bir günden (hesap gününden) sakının.
124. (Ve hatırlayın:) Hani Rabb'ı İbrahim'i bir
takım kelimelerle imtihan etmiş, o da onları tamamlayınca, «ben seni insanlara
imam kılacağım» buyurmuş; (İbrahim de O'na) «soyumdan da» deyince, (Rabb'ı
şöyle) cevap vermişti: Zâlimlere ahdim ulaşmaz.
125. Beyt (Kabe) i
insanlar için bir toplanma yeri ve emniyet mahalli kılmış ve «İbrahim'in
makamım bir namazgah edinin» (demiştik):
İbrahim ve İsmail'e
de, evimi tavaf edenler, (orada) kalanlar, rükû ve sücûd edenler için
temiz tutmalarını tavsiye etmiştik.
126. İbrahim:
«Rabb'ım» Burasını emniyetli bir şehir kıl; ahalisinden, Allah'a ve âhı-ret
gününe inananları ürünlerle rızık-landır» demiş, (Rabb'ı da O'na) «Küfredeni
de.. Onu da kısa bir süre için faydalandıracak, sonra da Cehennem azabına mecbur tutacağım. Ne kötü
bir akıbet!» diye buyurmuştu.
127. İbrahim İsmail
ile birlikte, Beyt'in temellerini yükseltiyor (ve şöyle dua ediyorlardı:)«Rabb'imiz! Bizden
(duamızı)kabul buyur; şühhesiz, hakkıylc işiten, hakkıyle bilen ancak
sensin»
128. «Rabb'ımız! Bizi
sana teslim olan iki kul ve
zürüyelimizden de sana teslim olan
bir ümmet eyle. Bize
ibadet yollarımızı göster ve tövbelerimizi kabul et; zira tövbeleri kabul edip
bağışlayan ancak sensin»
129. «Rabb'ımız! Onlara kendi içlerinden,
kendilerine senin âyetlerini
okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve onları (şirkten) arındıran bir
Peygamber gönder. Şüphesiz, Aziz ve Hakim olan ancak sensin».
130. İbrahim'in
dîninden, kendini bilmeyenden başka kim yüz çevirir? Biz dünyada onu seçtik;
âhırette de o, şüphesiz sâlih kullardandır.
131. Rabb'ı ona «teslim ol» buyurduğunda,
o,c<âlemterin Rabb'ına teslim
oldum» demişti.
132. İbrahim bunu oğullarına vasiyet etmiş, Yakûp
da aynı şeyi yapmış ve «Oğullarım! Allah sizin için bu dinî seçti; onun için
ancak müslüman olarak ölün» (demişlerdi).
133. Yoksa (ey
yahudiler!) Yakûb'a ölüm yaklaşıp da oğullarına: «Ey oğullarım! Benden sonra
neye ibadet edeceksiniz?» diye sorduğu ve onların da: «Senin ilâhına, babaların
İbrahim'in, İsmail ve İshak'ın bir tek ilâhına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim
olanlarız» dediklerinde, siz buna şâhid mi olmuştunuz?
134. Bunlar gelip
geçmiş bir ümmettir. Kendi kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da
size aittir. Onların yapmış olduklarından siz sorulmûyacaksınız-
Görüldüğü gibi
yukarıdaki âyet-i kerîmelerle yine yahudîlere hitap edilmiş ve onlara geçmişten
yeni ibret sahneleri gösterilerek bazı gerçekler yeniden hatırlatılmıştır. «Ey
İsrail oğullan» hitabıyle başlayan ilk iki âyet, 47 ve 48 inci âyetlerin
tekrarı olarak görülürse de, bundan sonra hatırlatılan nimetler ve yahudîlerin
gözleri önüne serilen tablolar, birbirinden çok farklıdır. Daha önceki
âyetlerde, Mûsâ {a.s.) nın yahudîleri Firavun hanedanının zulmünden
kurtarışıyle başlayan ve mukaddes topraklara gelişlerine kadar devam eden
zaman içinde, kendilerine bahşedilen sayısız nimetlere rağmen, onların nasıl
isyan ve küfür içinde bocaladıkları anlatılmış; böyle olduğu halde, yine de
gurur ve inaddan vazgeçemedikleri, bunu asr-ı saadete kadar devam ettirip aynı
gurur ve inadla Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân-ı Kerîm'e sırt
çevirdikleri, hal böyleyken, yine de, Cennet'in kendilerine ait olduğu
iddiasında bulunabildikleri, bütün açıklığıyle gözler önüne serilmiştir.
Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde ise, Mûsâ (a.s.) dan daha önceki devirler
anlatılmış ve yahudîferin de, ataları olan İbrahim ve İsmail'in, İslâm'ın
temelini teşkil eden bir tevhîd inancı içinde Kabe'yi nasıl bina ettikleri, kendilerini
Allah'a teslîm edip nasıl niyazda bulundukları ve bu teslimiyeti oğullarına ve
torunlarına nastl vasiyet edip onları hak yola tevcih ettikleri belirtilmiştir.
Böylece, bir taraftan İbrahim'in dîni olan İslâm ile, Hazret-i Peygamber'in
tebliğine memur edildiği İslâm'ın aynı olduğu, aralarında ayrılık ve gayrılık
bulunmadığı gösterilirken, bir taraftan da, atalarıyle gururlanıp Cennet'in
kendilerine âit olduğu iddiasında bulunan yahudîlerin, Hazret-i Peygaber'e sırt
çevirmekle nasıl kendileriyle övündükleri atalarının hak olan yolundan
saptıkları, aklı başındaki hiç kimsenin reddedemiyeceği bir açıklıkla isbat
edilmiştir.
Gerçekten, yukarıdaki
âyet-i kerîmeler, Hazret-i Peygamber'e ve dolayısıyle İslâm'a sırt çeviren
kitap ehline ve bilhassa yahudîlere karşı bir hüccet olarak gelmiş ve onların
gurur, küfür ve inada dayanan davranışla-rındaki çelişkiyi bütün açıklığıyle
ortaya koymuştur, Yahudîlerin İsrail la-kabıyle tanınan Yakûb (a.s.) soyundan
geldikleri bu sebeple kendilerine İsrail oğulları denildiği daha önce
açıklanmıştı. Yakûb'un babası İshak ise, İsmail (a.s.) in kardeşi olup, her
ikisi de İbrahim (a.s.) in oğullarıydılar. Bu bakımdan yahudîler, hem İbrahim
(a.s.) e mensubiyetleriyle, hem de daha sonra gelen Peygamberlerin İsrail
soyundan gelmiş olmalarıyle övünüyorlar ve bunun tabiî bir neticesi olarak da,
Cennet'e sadece kendilerinin girebileceği iddiasında bulunuyorlardı. Fakat daha
önce de açıkladığımız gibi, kendi Peygamberler'inin ve kitaplarının, geleceğini
müjdeledikleri Hazret-i Peygamber'in, İsmail (a.s.) in soyundan gelmiş olması,
onları hayal sükûtuna uğratmış ve ona şiddetle karşı gelmelerine sebep olmuştu.
Ne var ki yahudîlerin bu davranışı, inaddan ve boş bir gururdan kaynaklanıyordu;
zira mensub oldukları Yakûb (İsrail) ile Hazret-i Peygamber'in veya kabilesinin
mensub olduğu İsmail (a.s.) arasında kardeş çocuğu yakınlığı vardı ve her
ikisinin nesebi, yahudîlerin mensub olmakla övündükleri İbrahim(a.s.) de
birleşiyordu. O halde, ehl-i kitapla Araplar, İbrahim (a.s.) in milletinden ve
nesebinden geliyorlardı ve aralarında hiçbir ayrılık ve gayrılık mevcut
değildi. Bu sebeple yahudîlerin, kendilerini Araplardan üstün görmeleri için
de herhangi bir sebep yoktu. Ancak bir üstünlük söz konusu olmak gerekirse,
bu, ister yahudî olsun ister hıristiyan, veya müslüman olsun ve hatta ister
müşrik olsun, çeşitli inançlara sahip olan bu insanların, fazîletini hiçbir
zaman inkâr etmedikleri, aksine, mensub olmakla övündükleri İbrahim (a.s.) e
ne derecede bağlı kaldıkları ve O'nun dînine ne derecede tâbi oldukları
yönünden söz konusu olabilirdi.İşte Allah Ta'âlâ, bu konuda kitap ehline ve
müşriklere karşı bir hüccet olarak yönelttiği bu âyet-i kerîmelerde, İbrahim
(a.s.) in dînini tanıtmış ve bu dînin, müşrik, yahudî ve hıristiyanların sırt
çevirdikleri İslâm dîni olduğunu bütün açıklığıyle ortaya koymak için
yahudîlere hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur: [133]
122. Ey İsrail
oğullan! Size ihsan ettiğim nimetlerimi ve (bilhassa) sizi âlemlere üstün
kıldığımı hatırlayın.
123.Hiç kimsenin hiç kimse
adına bir şey ödeyemiyeceği, hiç kimseden fidyenin kabul edilmiyeceği, hiç
kimseye şefaatin fayda vermiyeceği ve (nihayet) kendilerine yardım bile
edilmiyecek bir günden (hesap gününden) sakının.
122 47 ve 48inci
âyetlerin tekrarı olarak geldiğine yukarıda işaret ettiğimiz bu iki âyet,
farklı bir siyaka delâlet etmeleri yönünden ayrıca üzerinde durulması gerekir.
Daha önceki âyetlerde, yahudîlerden hatırlamaları istenen nimetler, Mûsâ
(a.s.) nın, onları Firavunun zulmünden kurtarışıyle başlayan ve mukaddes arza
gelinceye kadar arkası kesilmeksizin devam eden ilâhi yardımlardı. Halbuki
yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, bunları takip eden âyetlerle zikredilecek olan
ve Mûsâ (a.s.) dan çok daha önce gelip geçmiş bulunan İbrahim (a.s.) ile
oğullarının ve torunlarının Allah'a teslimiyetleri, hatırlanması gereken bir
nimet olarak gösterilmiştir. İşte bu siyaka göre, yahudîlere denilmektedir ki:
Ey İsrail oğulları! Size, cedleriniz arasında, bütün insanlara imam kılınan,
oğlu İsmail ile birlikte Kabe'yi bina edip namazgah kılan, Allah'a teslimiyette
eşi bulunmıyan ve bu teslimiyeti oğullarına ve torunlarına da tavsiye ederek
onları İslâm'a yöneiten. İbrahim gibi bir Peygamber gönderilmiş ve böylece
siz, âlemlere üstün kılınmıştınız. İşte bu nimeti hatırlayın. [134]
123 Hem hiç kimsenin
hiç kimse adına bir şey söyliyemiyeceği, hiç kimseden fidyenin kabul
edilmiyeceği, hiç kimseye şefaatin fayda vermiyeceği ve nihayet, hiç kimsenin
kendisi için bir yardımcı bulamıyacağı o korkunç hesap gününden sakınarak bu
hâtıranızı tazeleyin. Bunu hatırladığınız takdirde, elinizdeki kitabı hakkıyle
okumak, onda yapılan tahrifata itibar etmemekjböylece, ceddiniz İbrahim'in
dînine yönelmek gerektiğini kolayca anlayacaksınız. Zira Allah'ın, böyle peygamberler
gönderip kitap indirerek bütün âlemlere üstün kıldığı bir kavme, kitabını
hakkıyle okumamak, ondan ibret almamak ve bir takım kâfirlerin hevâ ve
heveslerine uyarak onda yaptıkları tahrifatın peşine düşmek yaraşmaz.
İşte Allah Taâlâ,
yahudîlere geçmişi ve geçmişte kendilerine ihsan olunan nimetleri hatırlamaları
için bu ikazı yaptıktan sonra, onların, 121 inci âyette de işaret olunduğu
gibi, kitaplarını inkâr edip hüsrana uğrayanlardan değil, fakat onu hakkıyle
okuyup İslâm'a yönelenlerden olmaları için cedleri İbrahim (a.s.) i ve onun hak
yolunu onlara hatırlatmaya başlamış ve şöyle buyurmuştur: [135]
124. (Ve haürlayın:)
Hani Rabb'ı, ibrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etmiş, o da onları
tamamlayınca «ben seni insanlara imam kılacağım» buyurmuş; (İbrahim de O'na:)
«Soyumdan da» deyince, (Rabb'ı şöyle) cevap vermişti: «Zâlimlere ahdim
ulaşmaz»-
124 Ayet-i kerîme'de,
İbrahim (a.s.)in bütün insanlara nasıl kendisine tâbi olunan ve yolundan
gidilen bir «imam» kılındığı anlatılmış; bunun için de, önce Rabb'ı tarafından,
bazı kelimelerle imtihana tâbi tutulduğu açıklanmıştır. Ancak imtihana konu
teşkil eden «kelimeler» in ne olduğu ve İbrahim (a.s.) in bu imtihanı nasıl
tamamladığı bildirilmemiştir. Her ne kadar müfessirler, değişik görüşler ileri
sürerek bunu, hac menâsiki, îman hasletleri, vahdaniyetin isbatı gibi bazı
inanç ve ibadetlerle tefsîr etmişlerse de, gerçek olan husus, Allah Ta'âlâ'nın
yükleyeceği büyük bir görev dolayısıyle İbrahim (a.s.) i bazı emir ve
yasaklarla terbiye etmesi ve bu göreve hazırlamasıdır. Bu görev, âyet-i
kerîmede «bütün insanlara imam kılınmak» la ifade edilmiştir ki, bununla,
insanlara rehberlik etmek, doğru yolu göstermek ve onları Allah'ın vahdaniyeti
inancına davet etmek manâsında peygamberlik görevinin kasdoiunduğuna şüphe
yoktur. Ancak, İbrahim (a.s.) in birtakım kelimelerle imtihana tâbi tutulması,
bu imtihanda başarılı olması, sonra da ona peygamberlik görevi verilmesi,
elbette bugün bizim anladığımız manâda bir imtihan ve neticesi olarak mütalâ
edilmemek gerekir. Zira böyle bir mütalâa, Peygamberliğin, ancak kesbl bir
meslek olduğu ve bu işe sadece yeteneğini isbat eden kimselerin
getirilebileceği neticesine götürür ki, bunun gerçekle hiçbir ilgisi bulunmadığı
aşikârdır. Peygamberlik, Allah'ın kullarından bazısına ihsanıdır ve bunların
peygamber olarak seçilişlerinde kendi irade ve isteklerinin hiçbir rolü yoktur.
Bu sebeple, âyet-i kerîmede mahiyeti açıklanmıyan «kelimeler»!, imtihana konu
teşkil eden bir takım sorular şeklinde değil, fakat, Allah'ın sonsuz ihsanına
nail olan İbrahim (a.s.) in bazı vecîbelerden sorumlu tutulduğunun ve bunları
hakkıyle îfa ettiğinin beyanı ve peygamber olarak seçilen bir insanın
tanıtılması manâsında anlamak gerekir. Nitekim Hazret-i İbrahim'in peygamber
olarak imamlığı, bütün insanları tevhîde davet etmekle gerçekleşmiş ve onun
zamanında İslâm'ın başlıca esasları tezahür etmiştir. Allah'ın vahdaniyetine
inanmak, şirkten uzak olmak ve risaleti kabul etmek şeklinde ifade
edebileceğimiz bu esaslar, İbrahim (a.s.) in zürriyeti boyunca hiç değişmeden
devam edegelmiştir. Nitekim Allah Ta'âlâ'nın, İslâm'ı, milletu İbrahim (İbrahim
dîni) olarak tarif etmesi de bundandır.
Allah Ta'âlâ'nın,
İbrahim (a.s.) e, kendisine bütün insanlara imam yapacağını müjdelemesi
üzerine, İbrahim'in Rabb'ına duâ etmesi ve «zür-riyetimden, yani benden sonra
gelecek olan çocuk ve torunlarımdan da imam kıl» demesi, hak yolda olan bir
insanın, kendi neslinin de o yolda olmasını Rabb'ından niyaz etmesi demektir
ki, bu, onun en tabiî hakkı olmak gerekir. Ancak İbrahim (a.s.), bu niyazında, kendi
neslinden gelecek olan bütün ferdlerin,imam olmasını değil, fakat min
zurriyyeû diyerek bazısının imam yapılmasını istemiştir. Zira Hazret-i İbrahim,
bir peygamber olarak kendi zürriyetinden gelecek olan herkesin imam
yapılmasının mümkün olmadığını, bunun Allah'ın sünnetine aykırı düşeceğini ve
imkânsız olan bir şeyi O'ndan istemenin bir peygambere yaraşmıyacağını elbette
biliyordu. Nitekim Allah Ta'âlâ, onun
bu duasına karşılık, onu teyid etmiş ve «ahdim zâlimlere ulaşmaz» buyurmuştur.
Yani: Senin istediğin şeyi sana verir ve zürriyetinden ehil olanları insanlara
imam yaparım. Fakat buna ehi! olmıyanlar, bilhassa küfrederek zulüm işleyenler,
benim imamiık hususunda verdiğim bu söze nail olamazlar.
Filhakika Allah
Ta'âlâ'nın Hazret-i İbrahim'e veriği bu söz gerçekleşmiş ve onun zürriyetinden
ve torunu Yakûb (İsrail) kolundan bir çok kimse imam olmuş, insanlara hak yolu
göstermiştir. Ancak, yine bu koldan, yani İsrail oğullarından pek çok kimse
de, kendi içlerinden çıkan bu imamlara, yahut peygamberlere kulak asmamaya ve
onları dinlememeye başlamıştır. Bilhassa Mûsâ <a.s.) dan sonra, bir taraftan
buzağıyı tanrı edinmek, bir taraftan da kendilerine imam olan peygamberlerden
bazısını inkâr edip bazısını da öldürmek suretiyle küfre dalıp zulüm işlemişler
ve böylece, imamlıktaki ehliyetlerini tamamıyle yitirmişlerdir. İşte bundan
sonradır ki, Allah Ta'âlâ, imamlık görevini İsrail oğullarından almış, fakat
yine Hazret-i İbrahim'in zürriyetinden, oğlu ve İsrail'in amcası olan İsmail
oğullarına vermiştir ki, bu nesilden gelen ilk ve son imam, Allah Ta'âlâ'nın
âlemlere rahmet olarak müjdelediği İslâm Peygamberi Hazret-i Muham-med (s.a.s.)
dir.
Ayet-i kerîmenin
«ahdim zâlimlere ulaşmaz» mealindeki son ibaresi, İslâm hukukçuları tarafından
imamlık veya liderlik hususunda hüküm kaynağı olarak kullanılan delillerden
biri olmuştur: Ayetin zahirinden anlaşıldığı gibi, zâlim olanlar, imamet ve
hilâfet gibi dînî veya siyasî liderliklere nasbedilmezler. Eğer bir lider,
adaletini yitirir ve halka zulmetmeye başlarsa, onun bu görevden
uzaklaştırılması gerekir. Ancak, âyet-i kerîmedeki zâlim kelimesi, müfessirler
tarafından değişik şekillerde tefsîr edilmiş, bazısı kelimenin kökü olan
zulm'ü, Lukmân sûresinin «şirk, elbette en büyük zulümdür» mealindeki 13 üncü
âyetine göre şirk ve küfür ile tahsis ederken, diğer bazısı, âyette tahsise
delâlet edecek bir husus bulunmadığını, risaleti ikrar eden tevhîd ehli
arasında da halka zulmeden kimseler bulunduğu cihetle, bunların da zâlim
sayılacaklarını ileri sürmüşlerdir. Bu sebeple bazı fakîhler, şirkini ve
küfrünü izhar ile halkı bu yola davet etmedikçe, fitne ve fesada yol açmamak
için zâlim bir lidere karşı ayaklanmayı caiz görmemişler, bazıları ise, şirk
ve küfür ehlinden olmasa bile, halka zulmeden bir liderin görevinden uzaklaştırılmasını
gerekli saymışlardır.
İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmeyle, başta yahudîler olmak üzere, bütün insanlara
Hazret-i İbrahim'i bir imam, peşinden gidilecek bir lider ve şeriat sahibi bir
peygamber yaptığını ve bunu unutulmaması gereken bir esas olarak hatırlattıktan
sonra, Hazret-i Peygamber'in davet ettiği dînin İbrahim dîninin temelleri
üzerine bina edildiğini göstermek ve küfürlerinde inad edip bu gerçeği görmek
istemeyenlerin gözleri önüne onu bir defa daha sermek için, İbrahim'in yolunu
açıklamaya başlamış ve şöyle buyurmuştur: [136]
125. Beyt (Kabe) i insanlar için bir toplanma veri
ve emniyet mahalli kılmış ve «İbrahim'in makamım bir namazgah edinin»
(demiştik). İbrahim ve
İsmail'e de, evimi tavaf
edenler, (orada) kalanlar, rükû ve sücûd edenler için temiz tutmalarım tavsiye
etmiştik.
126. İbrahim: «Rabfrım! Burasını emniyetli bir
şehir kıl; ahalisinden Allah'a ve âhı~ ret gününe inananları ürünlerle
rızık-landır» demiş, (Rabb'ı da ona:) «Küfredeni de,. Onu da kısa bir süre
için faydalandıracak, sonra da,
Cehennem azabına mecbur tutacağım; ne kötü bir akıbet!» diye
buyurmuştu.
125 Yukarıdaki âyet-i
kerîmelerde, Allah Ta'âlâ'nın İbrahim dîninin en önemli asıllarından ve
insanlara bahşedilen en büyük nimetlerden biri olmak üzere hatırlattığı ilk
husus, îman birliği içerisinde toplanmalarına vesîle olan, toplandıkları zaman
da, emniyetle Allah'a ibadet etmelerine imkân sağlayan Beyt (Kabe) ile ilgili
meselelerdir. Beyt'in inşasından sonra, Allah Ta'âlâ orasını haccederek ve
ibadette bulunarak sevap kazanmak isteyenler için bir toplanma yeri,ayrıca
onun kadrini bilen, ona hürmet eden ve tazimde bulunan kimseler için de her
türlü tecavüzden emîn olacakları bir yer kılmış, insanlara da «İbrahim'in
Makamını bir namazgah edinmelerini» emretmiştir.
Dikkat edilecek
olursa, âyet-i kerîmede «Beyt1 i insanlar için bir toplanma yeri ve emniyet
mahalli kılmıştık» denildiği halde, bunu takip eden ibarede «demiştik» sözü
hazfedilerek haldeki emre delâlet etmek üzere «İbrahim'in makamını bir namazgah
edinin» denilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in eşsiz uslûbündaki îcaza delâlet eden bu
kısaltma, Makam-ı İbrahim'in namazgah edinilmesi hususundaki emrin, sadece
İbrahim'e ve onunla birlikte yaşayan geçmiş insanlara değil, aynı zamanda, bu emri
İşiten, okuyan ve ileride okuyacak ve işitecek olan bütün insanlara müteveccih olduğunu
gösterir. Bu sebeple âyet-i kerîme, geçmişten hikâye uslûbünde görünse bile,
emir, Kur'ân'ı okuyan herkese şâmildir.
Makam-ı İbrahim,
bazılarına göre, Hazret-i İbrahim'in Kabe'yi bina ederken üzerine çıktığı
taştır. Bazılarına göre, Beyt-i Haram'ın tamamı, diğer bazılarına göre de,
bütün hac mahallidir. Namazgah (musalla) ise, umumi manâda Allah'a yönelip duâ
ve ibadet edilecek yer demektir.
Allah Ta'âlâ, Makam-ı
İbrahim'de kendisine yönelip duâ ve niyazda bulunmayı ve yalnız kendisine
ibadet etmeyi emrettikten sonra, İbrahim ve İsmail'e de, Beyt'in, tavaf
edenler, orada kalanlar, rükû ve sücûd edenler, kısaca Allah'a ibadet etmek
için oraya gelenler için temiz tutulması, şirk ve küfür gibi manevi, kötü söz,
kavga, münakaşa ve itişip kakışma gibi hissi pisliklerle kirletilmernesi
tavsiyesinde bulunmuştur. Ayet-i kerimede, İbrahim'in ve ondan sonra gelecek
olanların, bir takım' İbadetlerle mükellef kılındıklarını gösteren bir işaret
varsa da, bu ibadetleri edâ ediş tarzlarını gösteren herhangi bir delil mevcut
değildir. [137]
126 İkinci âyet,
kendinden öncekine matuftur ve müstakil bir manâya sahiptir. Muhtemelen
Hazret-i İbrahim'in, eşini ve oğlu İsmail'i Mekke vadisine getirdiği zamanki
duasını hatırlatmaktadır. Nitekim İbrahim sûresinin 37 nci âyetinde de onun şu
mealde bir duası zikredilmiştir: «Rabb'ımız! Ben çocuklarımdan kimini namaz
kılabilmeleri için senin kutsal evinin yanında ziraata elverişsiz bir vadiye
yerleştirdim. Rabb'ımız! İnsanların gönüllerini onlara meylettir; şükretmeleri
için onları ürünlerle rızf klandır».
Hazret-i İbrahim
yukarıdaki duasında Rabb'ından, ileride üzerine bir şehir kurulacak olan bu
vadiyi her çeşit tehlikeden emin kılmasını niyaz etmiştir. Bir önceki âyet-i
kerimede de, Beyt'in İnsanlar için emin kılındığı bildirilmişti. Ancak, Beyt'in
emin kılınmasıyle beldenin emin kılınması isteği arasındaki fark aşikardır.
Birincisinde, Allah Ta'âlâ Beyt'i oraya sığınan kimseler için emin bir yer
kılmış ve onlara yöneltilebilecek her türlü tecavüzün haram olduğunu
bildirmiştir. İkincisinde ise, Hazret-i İbrahim, Rabb'ına niyazda bulunarak,
Beyt'in bulunduğu Mekke vadisinin çeşitli tecavüzlerden ve zelzele gibi
felâketlerden korunmasını istemiştir.
Hazret-i İbrahim'in
âyet-i kerimede işaret olunan bu duasının, Allah Ta'âlâ tarafından kabul
edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim «Burasını emniyetli bir şehir kıl» dedikten
sonra, duasına devam ederek «ahalisinden Allah'a ve âhıret gününe inananları
rızıklandırmasını» isteyince, Rabb'ı, «küfredeni de..» rızıklandıracağını
bildirmiştir ki, bu, duanın Allah katında müstecab olduğunu gösterir.
Hazret-i İbrahim'in
duasında, Rabb'ından yalnız mü'minler için nztk istemesi, 124 üncü âyette
kendisinin insanlara imam yapılacağının bildirilmesi üzerine, «soyumdan da..»
demesi, buna karşılık Aiiah Ta'âlâ'nın «zâlimler ahdime nail olamaz» buyurarak
kâfirlerin imam olamıyacağını hatırlatması sebebiyledir. Muhtemelen İbrahim
(a.s.) Rabb'ının ğadabına müstahak olan kâfirler için nzık talebinde bulunmuş
olmamak için duasını yalnız mü'minlere tahsis etmiş olacaktır. Fakat Allah
Ta'âlâ, yarattığı bütün varlıkların Rabb'tdır ve rahmeti, mü'min olsun kâfir
olsun bütün insanlara şâmildir. O'nun Rahim sıfatıdır ki, kâfirler, yalnız
âhırette bu sıfatıyle ihsan ettiği rahmetinden mahrum kalacaklardır. İşte
bundan dolayı Allah Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerimede kâfirleri de yaşadıkları
sürece rahmetiyle rızıklandıracağını, fakat öldükten sonra, arttk rahmetini
onlardan keseceğini ve küfürlerinin cezası olarak onları Cehennem azabına
uğratacağını bildirmiştir. Düşünülse, bu, ne feci bir akıbettir.
Allah Ta'âlâ, Beyt'in
insanlara sevab kazandıran bir toplantı yeri ve emniyet mahalli kılındığını ve
İbrahim (a.s.) in duâsıyle Beyt'in bulunduğu şehrin çeşitli tecavüzlerden ve
âfetlerden salim bulunduğunu, ayrıca insanlarının da nzıklandırıldıklarını
bildirdikten sonra, bu nimetlere vesile olan Beytu'llah'ın İsmail'in yardımıyle
İbrahim (a.s.) tarafından inşa edildiğini belirtmiş ve inşa sırasında onların
İslâm'ın özüne taalluk eden dualarını açıklayarak şöyle buyurmuştur: [138]
127. İbrahim, İsmail
ile birlikte Beyt'in temellerini yükseltiyor (ve şöyle duâ ediyorlardı):
«Rabb'ımız! Bizden (duamızı) kabul buyur; şüphesiz, hakkıyle işiten, hakkıyle
bilen ancak Sensin».
128. «Rabb'ımız! Bizi Sana teslim olan iki kul, ve
zürriyetimizden de Sana teslim olan bir ümmet eyle. Bize ibadet yollarımızı
göster ve tövbemizi kabul et; zira tövbeleri kabul edip bağışlayan ancak
Sensin».
129. «Rabb'ımız! Onlara kendi içlerinden
kendilerine Senin âyetlerini
okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve onları (şirkten) arındıran bir
peygamber gönder. Şüphesiz, Azız ve Hakim olan ancak Sensin».
127 Birinci âyetin ilk
ibaresi, Kabe'nin İbrahim ve oğlu tarafından inşa edildiğini ve temelinin ilk
defa onlar tarafından atıldığını hiç şüpheye yer vermiyecek bir açıklıkta
ortaya koymuştur. Bu sebeple, bazı tefsirlerde ve vâz kitaplarında anlatılan ve
Beyt'in Âdem (a.s.) zamanında inşa olunduğu yahut gökten indiği ve
Âdem'in onu tavaf ettiği şeklinde gelen
haberlere itibar etmemek gerekir. Ayet-i kerîmede bunu takip eden ibare-'ler ve
diğer iki âyet, Beyt'in temelleri yükselirken, İbrahim ve oğlu İsmail'in
Rab'tarına yönelttikleri duadan ibarettir. Bu duada, İbrahim ve oğlu, Allah'a
ibadet etmek için Kabe'yi inşa ederken, fiillerinin Allah'ın rızasına muvafık
ve niyetlerinin hâlis olduğuna işaretle yaptıkları işin Allah tarafından kabul
edilmesini istemişler, sonra da Allah Ta'âlâ'yı sena ederek «şüphesiz, dualarımızı
hakkıyle işiten ve niyetlerimizi hakkıyle bilen ancak sensin» demişlerdir. [139]
128 İkinci âyette «Rabb'ımız! Bizi Sana teslim
olan iki kul eyle» dedikleri görülür. Teslim olmak, Allah'ın tevhidini ikrar
ile, amel ve itikadda ihlâsı gerektiren bir manâya şâmil olup, müslim, müsellim
veya müsteslim kelimelerinin karşılığıdır. Allah'ın tevhidi, O'ndan başka
tanrı, O'ndan başka yaratıcı bulunmadığını, hiçbir şeyin O'nun eşi ve benzeri
olmadığına kalb ile inanıp dil ile ikrar etmektir. İtikadda ihlâs, yine kalb
ile yalnız O'na» yönelmek ve yalnız O'ndan yardım istemek; amelde ihlâs ise,
yapılan işi sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yapmaktır. Buna göre İbrahim
ve oğlunun «Rabb'ımız! Bizi sana teslim olan iki kul eyle» derken
kasdettikleri manânın «Rabb'ımız! Bizi, senin birliğine ve senden başka ilâh
olmadığına inanan, yalnız sana yönelen ve yalnız senden yardım isteyen, yaptığımız
işlerde yalnız senin rızana muvafık işler yapan kullar eyle»; kısacası «bizi
kâmil birer müslüman kıl» demek olduğu anlaşılır. İbrahim ve İsmail, dualarına
devam ederek kendi zürriyetlerinden de aynı şekilde müslüman bir ümmet
çıkarmasını Rab'larından istemişlerdir. Dikkat edilecek olursa âyet-i
kerîme'de, «zürriyet» kelimesinin «bizi iki müslüman kıl» ibaresin-deki tesniye
zamirine atfedildiği görülecektir. Bu atıf, hem İbrahim'den ve hem de
İsmail'den gelecek olan zürriyete delâlet eder. Nitekim Allah Ta'âlâ, onların
dualarını kabul etmiş ve her ikisinin zürriyetinden İslâm ümmetini çıkardığı
gibi, bu ümmete de, Hâtemu'l-Enbiyâ sallallahu aleyhi ve sellemi peygamber
olarak göndermiştir.
İbrahim ve oğlu
İsmail, dualarına devam ederek, Allah Ta'âlâ'dan ibadet yollarını göstermesini
ve tövbelerini kabul etmesini istemişlerdir. «İbadet yolları» olarak ifade
ettiğimiz menâsik, mensek'in cem'i olup, ibadet edilecek ve kurban kesilecek
mahallere delâlet eder ve umumiyetle hac ibadeti hakkında kullanılır. Buna göre
İbrahim ve İsmail'in Rab'larından söz ve fiil olarak, hac İbadetinin bütün
safhalarını öğretmesini istedikleri anlaşılmaktadır. «Tövbemizi kabul et»
sözünde ise, «tövbe etmemizde bize yardım et ki, sana tövbe edelim ve bizi
senden ayıran her çeşit hal ve hareketten uzaklaşarak sana dönelim» manâsı
vardır. Çünkü günah işlemeye alışmış olan insana tövbe etmek ne kadar güç gelirse,
tövbe etmediği için günah işlemekten sakınması da o derecede imkânsızdır. Bu
sebeple insanın, Allah'tan dâima tövbe gücü istemesi ve sonra tövbeye yönelmesi
gerekir. Her ne kadar Hazret-i İbrahim'in ve oğlu İsmail'in birer peygamber
olmaları dolayisıyle, günahtan masun oldukları düşünülebi-lirse de,
tövbelerinin, ya günah sayılmayacak bazı unutkanlıklar ve kusurlar sebebiyle
olması mümkündür; yahutta ümmetlerini irşad etmek ve tövbenin günahtan sakınıp
Allah'a rücû etmek için gerekli olduğunu onlara öğretmek için tövbe
etmişlerdir. İbrahim ve İsmail, Rab'iarından tövbelerini kabul etmesini
istedikten sonra «tövbeleri en çok kabul eden ve bağışlayan ancak sensin»
diyerek O'nu medh u sena etmişlerdir. Çünkü insanlar, Allah'ın yolundan sık sık
uzaklaştıkları halde, Allah onların tövbe etmelerine yardımcı olmuş, sonra da,
tövbelerini kabul ederek günahlarını bağışlamıştır. [140]
129 Hazret-i İbrahim
ve oğlu İsmail, dualarına devamla «Rabb'ımız! Onlara kendi içlerinden,
kendilerine senin âyetlerini okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve onları
arındıran bir peygamber gönder» demişlerdir. Filhakika Allah Ta'âlâ, onların bu
duasını kabul etmiş ve âlemlere rahmet olmak üzere, en sevgili kulu Muhammed
(s.a.s.)'i göndermiştir. Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'te rivayet ettiği bir
hadisten öğrendiğimize göre (bkz. iv. 262), Hazret-i Peygamber «Ben, babam
İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi, anamın da rüyasıyım» buyurmuştur
ki, onun bu hadisinde söz konusu ettiği duanın, âyet-i kerîmedeki İbrahim'in bu
duası olduğu anlaşılmaktadır.
İbrahim ve İsmail'in,
ümmetlerine gönderilmesini istedikleri Peygamberin, bazı sıfatlarını da
zikrettikleri ve onun, Allah'ın âyetlerini okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve
onları şirk, küfür ve benzer kötülüklerden arındıran bir peygamber olmasını
istedikleri görülür. Ancak âyet-i kerîmede geçen Allah'ın âyetferi, kitap ve
hikmet sözleri, açıklanmadığı için, bu kelimeler, müfessirler arasında farklı
tefsirlere, yol açmıştır. Bazılarına göre, Allah'ın âyetlerinden maksat, vahiy
yoluyla inzal olunan âyetler, kitaptan maksat, Kur'ân-ı Kerîm, hikmet ise,
Peygamberin sünnetidir. Ancak bu görüşe göre, Kur'ân'ın âyetlerden müteşekkil
olması dolayısıy-le, biribirini takip eden ibarelerde aynı şeyin tekrar
edildiği anlaşılır ki, böyle bir tekerrür ihtimaline meydan vermemek için,
başka tefsir yollanaramaK awa aaha uygun gelmektedir. Buna göre, Allah'ın
âyetlerinden maksat, O'nun vahdaniyetine, noksan sıfatlardan tenzihine,
azametine ve gönderdiği peygamberlerin sıdkına delâlet eden akli ve kevnl alâmetlerdir
ve bu tefsir, gerçeğe daha yakın gelmektedir. Kitabın, Kur'ân-ı Kerim olduğu
kadar, arapçada kitabet masdanyle birlikte kullanılan ve türkçede okuma yazma
denilen manâda kullanılmış olması ihtimali vardır. Hazret-i Peygamber, her ne
kadar okuma yazma bilmiyor idiyse de, ashabını yazıyı öğrenmeye teşvik ettiği
ve bunun için çeşitli imkânlardan geniş ölçüde faydalandığı bilinen
hususlardandır. Ayet-i kerimede geçen hikmet kelimesi ise, her şeyin sırrı
manâsındadır ve dinî ahkâmın veya şeriatın esrarı ve incelikleri manâsında
kullanılmıştır. Kelimelerin bu manâları gözönünde bulundurularak duayı
açıklamak gerekirse, denebilir ki: Rabb'tmız! Onlara, kendi içlerinden senin
vahdaniyetine, tenzihine, azametine ve peygamberlerinin stdkına delâlet eden âyet
ve alâmetlerini açıklayan, okuyup yazmayı ve dîni ahkâmın esrarını öğreten ve
her türlü kötülükten arındıran bir peygamber gönder. Çünkü Aziz olan, yani
yaptığı her şeyi yalnız kendi gücü ve kuvvetiyle yapan ve hiçbir iş karşısında
mağlûp olmayan, aynı zamanda Hakîm olan, yani yaptıklarını yerli yerinde ve en
güzel biçimde yapan ancak sensin.
Hazret-i İbrahim'in ve
oğlu İsmail'in, Beyt'in temellerini yükseltirken Rab'larına yönelttikleri duâ
burada tamamlanmış olmaktadır. Bu duanın en büyük özelliği, İbrahim dînini bize
tanıtmış olmasıdır. Buna göre, duayı gözönünde bulundurarak, bu dinin
esaslarını bir kaç maddede şöyle tesbit edebiliriz:
1) Allah'ın tevhidi,
2) Kalbin O'na teslimi,
3) Amellerde ihlâs,
4) Beyt'i temiz tutarak gereken hürmeti ona göstermek,
5) Hac menâsikini ifa etmek. İşte bu beş esas,
Allah Ta'âlâ'nın Milletu İbrahim olarak isimlendirdiği İbrahim dîninin ihmal
edilmemesi gereken temelleridir. Nitekim Allah Ta'âlâ, aşağıdaki âyetlerde,
bunların önemine dikkati çekerek şöyle buyurmuştur: [141]
130. İbrahim'in
dîninden, kendini bilmeyenden başka kim yüz çevirir? Biz, dünyada onu seçtik;
âhırette de o, şüphesiz sâlih kullardandır.
131. Rabb'ı ona «teslim ol» buyurduğunda, o,
«âlemlerin Rabb'ına teslim oldum» demişti.
132. İbrahim bunu oğullarına vasiyet etmiş, Yakûb
da (aynı şeyi yapmış ve): « Oğullarım! Allah sizin için (bu) dîni seçti.
Onun için ancak
müslüman olarak ölün»
(demişlerdi).
133. Yoksa (ey yahudiler!) Yakûb'a ölüm yaklaşıp
da oğullarına: «Ey oğullarım! Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?» diye
sorduğu ve onların da: «Senin ilâhına; babaların İbrahim, İsmail ve İs-hak'ın
bir tek ilâhına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız» dediklerinde, siz
buna şâhid mi olmuştunuz?
134. Bunlar gelip
geçmiş bir ümmettir. Kendi kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da
size aittir. Onların yapmış olduklarından siz sorulmıyacaksınız.
130 Allah Ta'âlâ,
İbrahim dîninin esaslarını açtk bir şekilde ortaya koyduktan sonra, başta
yahudîler olmak üzere, hıristiyanları ve müşrikleri kasde-derekjbrahim'in bu
dîninden aklı başında olan ve kendini bilen hiç kimsenin yüz çeviremiyeceğini
ve ona inançsızlık gösteremiyeceğinî beyan etmiş, yüz çevirenlerin ise, ancak
nefislerini tahkir ve tezlîl eden kendini bilmezler olduğunu bildirmiştir.
Hitabın Arap müşrikleriyie kitap ehlinden yahudî ve hıristiyanlan hedef alması,
bunların, bir taraftan Hazreî-i İbrahim'e mensub olmakla iftihar etmeleri, bir
taraftan da onun dininden yüz çevirmeleri sebebiyledir. Daha önce de işaret
ettiğimiz gibi, yahudiler, Hazret-i İbrahim'in torunu İsrail lakabıyle bilinen
Yakûb zürriyetinden geliyorlardı. Hıristiyanların da, İsa (a.s.) nın yahudîlere
gönderilmiş bir peygamber ve anasının yahudî olması dolayısıyle yahudllerden
ayrılan bir yönleri yoktu. Kureyşli müşrikler ise, câhiliye devrinde Kabe'yi
tazim ediyorlar ve İbrahim'in oğlu İsmail'e mensûb olmakla övünüyorlardı. Netice
itibariyle, hem kitap ehli, hem de müşrik Araplar, Hazret-i İbrahim'e intisab
etmede bileşiyorlardı. O halde, hepsinin de İbrahim dinine inanması ve onun
yolunda gitmesi gerekirdi. Fakat ne garibtir ki onlar, İbrahim dînine
inanmadıkları gibi, İbrahim'in duası neticesi gönderilmiş olan Hâtemu'İ-Enbiyâ
sallallahu aleyhi veselieme de inanmamışlar ve ondan yüz çevirmişlerdir. Halbuki
yukarıda da işarat edildiği gibi, İbrahim dîninin asılları, Hazret-i
Peygamberin tebliğ ettiği İslâm dîninin asıllarıdır ve aralarında hiçbir
ayrılık ve gaynlık yoktur. O halde İbrahim'e mensub olmakla iftihar aden bu
yahudî, hıristiyan ve müşrikler, nasıl olur da onun dîninden ve aslen o dînden
farkı bulunmayan İslâm'dan yüz çevirirler? Fakat yüz çevirdiklerine göre,
bunlar, kendilerini ve nefislerini tahkîr ve tezlîl edenlerdir. Oysa âyet-i
kerîmenin devamında da belirtildiği gibi, İbrahim (a.s.), Allah Ta'âlâ
tarafından bu dîn için seçilmiş ve bütün insanlara imam kılınmıştır. Ayrıca,
zürriyetinden peygamberler çıkarılmış ve onlara kitaplar verilmiştir. Kendi
diniyle amel etmesi ve insanları da bu dîne davetle irşadda bulunması
dolayısıyle o, âhırette de Allah'ın sâlih kulları arasında bulunmaktadır. İşte
bu sebepler dolayısıyledir ki, onun dîninden, ancak kendini bilmezler yüz
çevirirler. [142]
131 Hazret-i
İbrahim'in bu dîn için seçilmiş ve insanlara imam kılınmış olmasının, âhırette
ise, Allah'ın yanında, O'nun sâlih kulları arasında bulunmasının bir sebebi de,
ikinci âyette açıklandığı gibi, Rabb'ı ona, «teslim ol» diyerek onu islâm'a
davet ettiği zaman, onun «âlemlerin Rabb'ına teslim oldum» deyip bu davete
icabet etmesiydi. Halbuki o., yıldızlara tapap, putları ilâh edinen bir kavim
içinde büyümüştü. Fakat Allah ona tefekkür gücü vermiş, basiretini açmış ve
kıssası En'âm sûresinin 74 vd. âyetlerinde de anlatıldığı gibi, bu tefekkür
gücüyle bütün âlemlerin tek bir yaratıcısı olduğuna inanmıştı. [143]
132 Hattâ yalnız
kendisi buna inanmakla kalmamış, bütün insanları bu inanca davet ettiği gibi,
oğullarına da aynı inanç tavsiyesinde bulunmuştu. Oğulları İsmail ve İshak, bu
tavsiyeyle babalarının yolunda gitmişler, İshak'fn oğlu Yakûb da, keza aynı
yolda yürümüş ve tıpkı dedesi İbrahim gibi oğullarına «Ey oğullarım! Allah
sizin için bu dîni seçti; onun için ancak müslüman olarak ölün; İslâm'ı iyi
muhafaza edin; Allah'a itaat hususunda ihlâsı elden bırakmayın ve bu hali bir
an da olsa terketmeyin ki gayr-i müslim olarak ölmeyesiniz» demişti. Dikkat
edilecek olursa, âyet-i kerîmede, bu nasihati veren İbrahim'le birlikte
Yakûb'un da ismi zikredilmiş ve onun da, oğullarına aynı nasihatta bulunduğu
açıklanmıştır. Yahudîlerin ceddi olan Yakûb'un, İbrahim'den sonra burada
zikredilişinin özel bir manâsı vardır ve bu, sadece Arapların değil, aynı
zamanda yahudîlerin de İslâm'a davet edildiklerini gösteren açık bir delildir.
Bu sebeple, ne müşriklerin ve ne de kitap ehlinden olan yahudî ve
hıristiyanların, bir taraftan mensub oldukları peygamberleriyle iftihar edip,
diğer taraftan onların davetlerinden yüz çevirmelerini, herhangi bir mazeretle
izah etmeleri mümkün değildir. Hele Hazret-i Pey-gamber'den ve onun davet
ettiği,aslı İbrahim'in, İsmail, İshak ve Yakûb'un dîni olan, İslâm'dan yüz
çevirirken, sülük ettikleri yahudîliğin veya hıristiyanlığın, kendilerine
cedleri Yâkûb tarafından tavsiye edildiğini hiç-ilerî süremezler. [144]
133 işte du sebepledir
ki Allah Ta'âlâ, kitap ehline karşı bir hüccet olmak üzere, dînlerinin
kendilerine atalarından intikal ettiği yolundaki bir iddiayı, onlara soru
yönelterek reddetmiş ve «Yakûb ölürken oğullarına, benden sonra neye ibadet
edeceksiniz? dediği zaman, siz oradamıydınız? Böyle dediğine şâhid mi
olmuştunuz?» buyurmuştur. O sırada Yakûb'un yanında bulunmadıklarına göre,
onun, oğullarına yahudî-liği veya hıristiyanlığı tavsiye ettiğini ileri
sürebilirler mi? Nitekim biraz ileride gelecek olan 140. inci âyette «Yoksa
siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakûb ve torunlarının yahudî ve hıristiyan
olduklarını mı söylüyorsunuz? Peki siz mi, yoksa Allah mı daha iyi bilir?»
denilmiştir ki, yukarıdaki âyet-i kerîmeye sebep yönünden açıklık
getirmektedir. Kitap ehlinin sahip olduğu böyle bir inanç, bu âyetle
reddedilmiş ve «Siz, Yakûb'un ölümünden önce, oğullarına nasihat ederken orada
bulunmadığınıza ve nasihatına şâhid olmadığınıza göre, onun, yahudîliği veya
hıristiyanlığı tavsiye ettiğini nereden bileceksiniz?» denilmiştir. Halbuki
Yakûb, oğullarına «Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?» diye sorduğu zaman,
onlar «Senin ilâhına; babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir tek ilâhına
ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız» cevabını vermişlerdi. O halde,
İbrahim, İsmail, İshak ve Yakûb'un mensub oldukları tek bir dîn vardı ve bu da,
tevhîd esasına dayanan, Allah'a teslimiyeti ve amelde ihlâsı gerektiren Hanlf
dîni, yahut İslâm dîni idi. İbrahim de, İsmail de, İshak ve Yakûb d£ oğullarına
bu dini tavsiye ettikleri gibi, Mûsâ da İsâ da, son Peygamber Muhammed (s.a.s.)
de insanları bu dîne davet etmişlerdi. O halde yahudî-lik ve Hıristiyanlık
diyerek, Allah'ın size gönderdiği, bütün peygamberlerin davet ettikleri bu dini
nasıl bölüp parçalıyor ve atalarınızın bir tek dîni olan İslâm'dan nasıl yüz
çeviriyorsunuz? Siz ondan yüz çevirmekle nefislerinizi tahkîr ve tezlîl
ediyorsunuz; kendinizi bilmiyorsunuz. Çünkü en büyük atanız İbrahim'in dîninden
kendini bilmeyenden başkası yüz çevirmez. [145]
134 Ne var ki, bu dîne
bağlı kalan İbrahim, oğulları ve torunları İsmail, İshak ve Yakûb, hepsi de bir
ümmet, bir cemaat idi ki, bu âlemden göçüp gittiler; hem de kendi amellerinin
karşılığını kazanarak... Çünkü onların kazancı onlara ait olduğu gibi, sizin
kazancınız da size aittir ve hesap günü, onların yaptıklarından size
sorulmıyacağı gibi, sizin yaptıklarınızdan da onlara sorulmıyacaktır. Fakat
herkes kendi amelinden sorumlu olacaktır. Bu sebeple, ey kitap ehli, ey
yahudîler ve ey hıristiyanlar! Siz, atalarınız olan İbrahim ve Yakûb ile
gerçekten iftihar etmek istiyorsanız, onların size tavsiye ettikleri İslâm
dînine gelin ve onların yoluna girin. Yok, eğer inadınızda israr eder ve
küfrünüzden dönmezseniz, iftihar ettiğiniz atalarınızın Allah katında
ulaştıkları mertebeden istifade edemez, onların şefaatına mazhar olamazsınız ve
sadece küfre dayalı amellerinizin karşılığını görürsünüz.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerîmelerde İbrahim dîninin aslını açık-lıyarak, kitap ehline
ve müşriklere temelini bu dîninin teşkil ettiği İslâm'ı bir daha anlattıktan
sonra, yahudî ve hıristiyanlann, dîni nasıl parçaladıklarına ve başkalarını da
nasıl kendi sapık yollarına çekmeye çalıştsklarına işaret ederek Hazret-i
Peygamber'! ve mü'minieri bunlara karşı uyarmış ve gerçek dînin, bütün
peygamberlerin, üzerinde ittifak ettikleri İsâm dîni olduğunu açıklıyarak şöyie
buyurmuştur: [146]
135. (Yahudiler ve
Hıristiyanlar) «Yahudi veya hıristiyan olun ki hidayete eresiniz»
demektedirler. (Ey Muhammedi Sen de) de ki: «Hayır, dosdoğru olan İbrahim'in
dînine tâbi olun; o, müşriklerden de değildi».
136. (Ey Müslümanlar!
Siz de) deyin ki: «Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakûb
ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya, îsaya ve (bütün) peygamberlere Rab'lan
tarafından verilenlere
îman ettik. Bunlardan
hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Biz, Allah'a teslim olanlarız».
137. Eğer (yahudî ve hıristiyanlar da) sizin îman
ettiğiniz gibi îman ederlerse, şüphesiz hidayete ererler. Yok, eğer yüz çevirirlerse,
onlar muhakkak düşmanlık içindedirler. (Ey Muhammedi) Allah, onlara karşı sana
yeter. O, hakkıyle işiten, hakkıyle bilendir.
138. (İşte) Allah'ın boyası.. Allah'tan daha güzel
boyası olan kim vardır? Biz yalnız O'na kulluk ederiz.
Allah Ta'âlâ
yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, yahudî ve hıristiyanlann, aslında tek olan ilâhî
dîni nasıl parçaladıklarını, parçaladıkları bu dînden hisselerine düşen kısmı,
nasıl hak yol sayıp diğerlerine ta'n ettiklerini belirttikten sonra, asıl dînin
İbrahim'in dîni olduğunu ve bütün peygamberlerin bu dîn üzerinde ittifak
ettiklerini açıklamıştır. Buna göre, hidayete ermek için, yahudî veya
hıristiyan olmak değil, fakat, İbrahim, İsmaı», İshak, Yakûb ve torunları Mûsâ,
İsa ve Muhammed (a.s.) e indirilenlere, aralarında hiçbir ayırım yapmadan
inanmak gerekir; çünkü ilâhî dînin esası budur; kısacası vahdettir. Ne var ki
yahudîler ve hıristiyanlar, ilâhî dîndeki bu vahdeti ve bütün peygamber lerin
dînin özüne taalluk eden ittifaklarını anlayamamışlar ve dînin sadece İncil'i
Tevrat'tan, veya Kur'ân'ı bu ikisinden ayıran bazı cüz'î ve feri meselelerden
ibaret olduğunu sanıp kendi kitapları dışındaki kitaplara inanmamışlardır.
Oysa hepsinin de, hem peygamberleri, hem kitapları ve hem de dînleri bir ve
aynıdır. İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde bu gerçeği ortaya
koymuş, şöyle buyurmuştur: [147]
135 (Yahudiler ve
hıristiyanlar) «yahudî veya hıristiyan olun ki hidayete eresiniz»
demektedirler. (Ey Muhcmmed! Sen de) de ki: «Hayır, dosdoğru olan İbrahim'in
dînine tâbi olun: O, müşriklerden de değildi».
136. (t,y müslümantar!
biz de) deyin ki: «Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, ismail, İshak, Yakûb
ve (orunlarına indirilenlere, Musa'ya, İsâya ve (bütün) peygamberlere Rab'ları
tarafından verilenlere iman ettik. Bunlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız-
Biz, Allah'a teslim olanlarız».
135 Birinci âyetin ilk
ibaresinde «Yahudi ve hıristiyan olun ki hidayete eresiniz» denilmek suretiyle,
yahudî ve hıristiyanların Allah'ın dîninde nasıl tefrikaya düştükleri ve tek
olması gereken dini kendi heveslerine göre nasıl bölüp parçaladıkları açık bir
şekilde görülmektedir. «Yahudi veya hıristiyan» manâsına gelen hûden ev nasârâ
ibaresindeki ev harfi, yahudî ve hıristiyanlardan gelen davetin çeşidini
göstermek için kullanılmış ve yahudîlerin, yahudî olmayanları yahudîliğe davet
ederek «yahudî olun».» hıristiyanların da»hıristiyan olmayanları hıristiyanlığa
davet ederek «hıristiyan olun» dedikleri ifade olunmuştur. Böylece, bir tarafta
yahudîler hidayeti yalnız kendilerine hasredip diğerlerini hidayet dışı olmakla
itham ederken, diğer tarafta da hıristiyanlar, aynı işi kendi hesaplarına yapmaktadırlar.
Halbuki yahudî ve hıristiyanlardan herhangi birinin bu iddiasında doğru olduğu
kabul edilse, bu takdirde, İbrahim (a.s.) in hidayete erenlerden olmaması
gerekirdi. Çünkü Al-i İmran sûresinin 67 nci âyetinde de açıklandığı gibi,
İbrahim, ne yahudî ve ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan
dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden değildi. İşte, Allah Ta'âlâ, yahudî ve
hıristiyanların akıl ve mantık dışı bu iddialarını reddetmesi için sevgili
Peygamberine yol göstermiş ve onların yahudîliğe veya hıristiyanlığa davet
ettikleri kimseleri uyarmasını ve onlara gerçeği bildirmesini emretmiştir. Bu
gerçek, ne yahudî ve ne de hıristiyan olmakla değil, fakat İbrahim'in dînine
tâbi olmakla tezahür eder. Onun için, yahudî ve hıristiyanların davetlerine
kulak asmayın ve muvahhid olan, mü'min ve müslimolan İbrahim'in dînine tâbi
olun. O, putperestliğin her tarafa yayıldığı bir zamanda, tevhld ve ihlâstan
hiç sapmadığı ve Allah'ın gösterdiği doğru yoldan hiç ayrılmadığı gibi şirke de
düşmemişti. [148]
136 Allah Ta'âlâ,
hitabını, Hazret-i Peygamber'den sonra mü'minlere yönelterek, kendilerini
yahudîliğe veya hıristiyanlığa davet eden kitap ehline verecekleri cevabı
öğretmiş ve şöyle emretmiştir: Ey mü'minler! Siz de deyiniz ki: Biz, yalnız
Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakûb ve torunlarına
indirilenlere, Mûsâ, İsâ ve bütün peygamberlere Rab'lart tarafından verilenlere
îman ettik. Bunlardan hiçbiri arasıhda ayırım yapmayız. Biz, Allah'a teslim
olanlarız.
Allah Ta'âlâ'nın
mü'minlere yönelttiği bu emirde, çeşitli dîn sahipleri arasındaki tefrikayı yok
eden, onları tek bir dînin aslında;rûhunda birleşmeye çağıran bir manâ vardır.
Bu birleşme, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a teslimiyetle, O'nun tarafından
gönderilen bütün peygamberlere, bu peygamberlerden bazısına verilmiş olan
kitaplara, kitap verilmemiş olanlara da vahiy inzal olunduğuna, aralarında
hiçbir ayırım yapmadan inanmakla gerçekleşebilir. Ancak, peygamberlere verilen
kitaplar hususundaki bu inancın, dîndeki tekâmül gözönünde bulundurularak en
son verilen kitap hakkında tafsili, kendinden önceki kitaplar hakkındaysa
icmali olması gerekir. Başka bir ifadeyle, insan, peygamberlere indirilen bütün
kitaplara icmali olarak inanmak, fakat amel söz konusu olduğu zaman, usûlünden
fürûuna kadar yalnız en son nazil olan kitapla amel etmek zorundadır. Allah
Ta'âlâ'nın, mü'minlere «biz, peygamberlerinden hiçbirini ayırmayız» demelerini
emrettikten sonra, sahih îmanın bir gereği olarak, «biz O'na teslim olanlarız»
demek hususunda da yol göstermesinde bu manâ vardır, ve Allah'a teslimiyet,
ancak en son kitabiyle amel etmeyi gerektiren bir inançla gerçekleşir.
Allah Ta'âlâ, yahudî
ve hıristiyanların, insanları, kendi sapık yol ve mezheblerine davet etmekle
asıl dîni nasıl parçalamaya çalıştıklarına ve müslümanların bu davet karşısında
nasıl bir tavır almaları gerektiğine işaret ettikten ve tek dinin İbrahim ve
onun zürriyetinden gelen peygamberlerin dîni olduğunu ve insanları ancak bu
dînin hidayete erdireceğini belirttikten sonra, yahudî ve hıristiyanların da
hidayete ermek için müslü-manlar gibi îman etmek zorunda olduklarını bildirerek
şöyle buyurmuştur: [149]
137. Eğer (yahudî ve hıristiyanlar da) sizin iman
ettiğiniz gibi iman ederlerse, şüphesiz hidayete ererler. Yok, eğer yüz çevirirlerse,
onlar, muhakkak, düşmanlık içindedirler.
(Ey Muhammedi) Allah, onlara karşı sana yeter. O, hakkıyle işiten,
hakkıyle bilendir.
138. (İşte) Allah'ın boyası... Allah'tan daha
güzel boyası olan kim vardır? Biz, yalnız O'na kulluk ederiz.
137 Yahudi ve hıristiyanlar
da, şüphesiz, Allah'a ve peygamberlere indiri-ien kitaplara inanıyorlardı.
Fakat bu inançları, müslümanlann inançları gibi saf ve gerçek değildi.
İnançlarında, Allah'ın mahlûkâtmdan bazısına huiûl ettiği, peygamberlerinin
ilâh (tanrı), yahut Allah'ın oğlu olduğu yolunda bir takım putperest izlere
rastlamak mümkündü, ve bunlar, tevhld esasına dayanan gerçek dîne zıt düşen
inançlardı. Diğer taraftan, peygamberler arasında ayınm yapıyorlar, bir kısmını
tasdik ederken, diğer bir kısmını inkâr etmekten çekinmiyoriardı. İşte Allah
Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmede, onların bu sakat inançtan vazgeçmelerini
hidayete ermeleri için şart koşmuş ve bir önceki âyette de açıklandığı gibi,
«biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakûb ve torunlarına
indirilenlere, Mû-sâ'ya, İsa'ya ve bütün peygamberlere Rab'ları tarafından
verilenlere iman ettik. Bunlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Biz,
Allah'a teslim olanlarız» diyen müslümanların sahih îmanlarını onlara örnek
göstererek «eğer yahudl ve hıristiyanlar da böyle iman ederlerse hidayete
ererler» demiştir. Fakat sapık inançlarında israf eder, Allah'a şirk koşmaktan,
peygamberleri arasında ayırım yapmaktan ve bazısını tasdîk, bazısını da inkâr
etmekten vasgeçmezierse, düşmanlıktan, ihtilâftan ve çekişmeden hiç bir zaman
kurtulamazlar. Ne var ki, ey Muhammed, onların bu düşmanlıkları, ihtilâf ve
çekişmeleri, hiçbir surette sana zarar vermiyecek ve onlara karşı Allah dâima
senin yanında ve seninle birlikte olacak, O sana yetecektir. Çünkü O, sizin
dualarınızı hakkıyie işiterek yardım elini uzatır; fiil ve hareketlerinizdeki
niyeti ve işferinizdeki ihlâsı hakkıyie bilerek sizi zafere ulaştırır. [150]
138 İşte Allah'ın
boyası budur; O'nun, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerini, İbrahim'i, İsmail'i,
İshak'ı, Yakûb'u, Mûsâ, İsa ve Muhammed (aleyhimu's-selâm) i ve bütün
mü'minleri boyadığı bir iman boyasıdır ki, bu boyayla boyanmış olanlar,
Allah'tan başka ilâh tanımazlar; Allah'ın, peygamberleri vasıtasıyle
bildirdiğinden başkasına kulak asmazlar. İşte bu boyadır ki, Allah'ın mü'min
kullarını küfür pisliğinden temizler, şirk çirkefinden kurtarır; nefisleri
tezkiye edip kalpleri birleştirir; milletleri kaynaştırır. Kitap ehlinden olan
yahudl hahamların ve hıristiyan papazların kitaplarını tahrif ederek dine
soktukları asıl ve esası olmayan bir takım şeyler, beşerî boyanın bir
tezahürüdür ki, tek olan dini birbirinden farklı mezheblere ayırmış, İbrahim'in
ümmetini birbirine düşman milletlere bölmüştür. Bu sebeple, Allah'ın
boyasından daha güzel boyası olan hiç kimse yoktur. Biz, bu boya sayesinde
yalnız Allah'a ibadet eder ve yalnız O'nun kulu oluruz. Dînimizden olmayan
şeyleri dînimize sokan, yahut dînden olan şeyleri ondan çıkarıp atan, helâli
haram, haramı helâl kılan,
gönüllerimizden tevhld
boyasını silerek, onun yerine bizi küfre ve şirke götürecek olan beşerî boyayla
boyayan haham ve papaz gibi kimseleri kendimize asla rehber edinmeyiz.
Allah Ta'âlâ bu
âyetiyle, İslâm'da, hıristiyanhkta olduğu gibi dînî görev yapan bazı
kimselerin, bu görevleriyle diğer insanlardan ayrı ve üstün tutuiamıyacaklanna
işaret ettikten sonra, kitap ehline yeni bir hüccetle karşı çıkıyor ve şöyle
buyuruyor: [151]
139. (Ey Muhammed! O kitap ehline) de ki:
«Siz, Allah hakkında
bizimle delilli mücadeleye mi girişiyorsunuz? Halbuki O, bizim
de Rabb'unızdır, sizinde Rabb'ınızd/r. Bizim yaptıklarımız bize, sizin
yaptıklarınız da size âitîir ve biz, (Tna ihlâs ile sarıl mışızdır».
140. « Yoksa siz,
İbrahim 'in, İsmail'in, îshak, Yakûb ve torunlarının yahudî, yahut
hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?» (Ey Muhammedi Onlara) de
ki: «Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah'tan gelen bir şâhidliği
yanında gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah sîzin yaptıklarınızdan
gafil değildir».
141. Bunlar gelip
geçmiş bir ümmettir. Kendi kazandıkları kendilerine, sizin kazandığınız da
size aittir. Onların yapmış olduklarından siz sorulmayacaksınız.
Allah Ta'âlâ, daha
önceki âyet-i kerîmelerde, sahih olan dînin İbrahim dîni olduğunu, bunun, ne
yahudîlik ve ne de hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığını, hiç kimsenin
eli değmemiş, sırf Allah yapısı bir boya otup insanların vazettikleri
ıstılahlardan, veya bir takım seçkin kişilerin taklidle-rinden beri
bulunduğunu, bu sebeple uyulması gereken yegâne dîn olduğunu bildirdikten
sonra, yukarıdaki âyetlerde, yahudî ve hıristiyanlar tarafından uyandırılan
şüpheleri iptal ve ileri sürülen bir takım isnad ve iftiraları reddetmek için,
sevgili Peygamberini açık ve kesin delillerle takviye etmiştir. Tefsirlerde
işaret olunduğuna göre, yahudî ve hıristiyanlar, ileri sürdükleri bu isnad ve
iftiralarında şöyle diyorlardı: «Bütün insanların din hususunda bize tâbi
olmaları gerekir; çünkü peygamberler hep bizden gelmiştir; şeriat yalnız bize
gönderilmiştir. Ne peygamber ve ne de şeriat hususunda Araplara verilmiş
herhangi bir söz mevcut değildir.» İşte kitap ehlinin bu iddiasına karşı, Allah
Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'i, onları cevap vermekten âciz bırakacak bir hüccet
İle teçhiz etmek maksadıyle şöyle buyurmuştur:
[152]
139.(Ey Muhammedi O
kitap ehline) de ki: «Siz, Allah hakkında
bizimle delilli mücadeleye mi
girişiyorsunuz? Halbuki O, bizim de Rabb'ımızdır, sizin de Rabb'ınızdır. Bizim
yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir ve biz O"na ihlâs
ile sarıhmşızdır».
140. «Yoksasiz,
İbrahim'in, İsmail'in, İshak, Yakûb ve
torunlarının yahudî, yahut hıristiyan
olduklarım mı söylüyorsunuz?» (Ey Muhammedi Onlara) de ki:
«Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah'tan gelen bir şâhidliği
va-nında gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Allah, sizin
yaptıklarınızdan gafil değildir».
139 Allah
Ta'âlâ'nın.Peygamber'i vâsıtasıyle kitap ehline yönelttiği bu hüccet, yukarıda
da işaret edildiği gibi, gerçekten onları cevap vermekten âciz bırakacak bir
manâya sahiptir. Allah Ta'âlâ, kitap ehline şöyle hitap etmektedir: Siz,
gerçekten hak dînin yahudîlik veya hıristiyanlık olduğunu mu iddia ediyorsunuz?
Bazan «yahudî yahut hıristiyan olandan başkası asla Cennet'e giremiyecektir»
diyorsunuz; bazan da- «hidayete ermek için yahudî yahut hıristiyan olunuz»
deyip başkalarını kendi yolunuza davet ediyorsunuz. Pekiyi ama, bizim
dışımızda, sizin Allah'a olan bu yakınlığınız nereden ileri geliyor? Sizin,
kendinizi Allah katında bizden farklı görmenizin sebebi nedir? Oysa Allah,
sizin Rabb'tnız olduğu gibi bizim de Rabo'ımızdır. Sizin gibi bizi de O
yaratmıştır. Ancak, bizim bildiğimiz, Allah katında muteber bir kaide vardır.
Bu kaideye göre insanlar, yalnız amellerine göre biribirlerinden ayrılırlar ve
en iyi amel sahipleri, Allah katında en iyi dereceyi alırlar. Buna göre
amellerimiz, ister hayırlı olsun, ister şer olsun, karşılığı bize aittir. Keza
sizin amellerinizin karşılığı da size aittir. Ancak biz, bütün amellerimizde
Allah'a ihiâs ile bağlanmış ve yaptığımız her şeyi yalnız O'nun için
yapmışızdır. Siz ise, sırtınızı sadece geçmişlerinize dayadınız; fakat onların
gittiği yoldan ayrıldığınız ve onlara tâbi olmadığınız halde, zannettiniz ki
onlar, Rabb'ınız katında sizin için şefaatçi olacaklardır. Halbuki onlar,
Allah'a yalnız sâlih amel ve sâdık iman ile yaklaşıyorlardı. Siz ise, onların
hak olan bu yolundan saparak Allah'a yaklaştığınızı sanıyor, sonra da, tuttuğunuz
bu sapık yola yahudîlik veya hıristiyanlık diyorsunuz. [153]
140 Yoksa siz, ey
yahudîler ve ey hıristiyanlar, İbrahim'in, İsmail'in, İshak, Yakûb ve
torunlarının da yahudî, yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Yahut
başka bir ifadeyle, sizin, üzerinde bulunduğunuz yahudîlik veya
hıristiyanlıkla imtiyaz kazanmış olduğunuzu sanmanız, adı geçen bu
peygamberlerin yahudîlik veya hıristiyanlık üzerinde olmaları dolayısıyle
midir ve siz böyle mi zannediyorsunuz? Eğer zannınız ve iddianız bu ise, siz
büyük bir yalancısınız. Zira yahudîlik ve hıristiyanlık tabirleri, adı geçen bu
peygamberlerden çok daha sonraları ortaya çıkmış; yahudîlik ancak Musa'dan,
hıristiyanlık da İsa'dan sonra şöhret kazanmıştır. O halde, İbrahim'in, yahudî
yahut hıristiyan olduğunu nasıl iddia edebilirsiniz? Aklın bu basit muhakemesi
bile, sizin yalanınıza şehadet etmiyor mu?
Şu da var ki, Allah,
sizin itiraf, kitabınızın da tasdik ettiği gibi, bütün insanlar için İbrahim
dînini seçmiş ve ondan razı olmuştur ki, bu, elbette yahudîlik ve
hıristiyanitğın zuhurundan çok daha önceydi. O halde siz, niçin İbrahim'in bu
dîninden razı olmuyorsunuz da yahudîlik veya hıristiyanlık peşinde
koşturuyorsunuz? Allah'ın rızasına uygun olan dinin, İbrahim dîni mi, yoksa
başkası rnı olduğunu, siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Şüphesiz
bunu, Allah daha iyi bilir ve siz O'ndan daha iyi bildiğinizi iddia
edemezsiniz. Ö halde, ey kitap ehli, Allah'tan size gelen şehadeti, sırf
İslâm'a düşmanlık otsun diye gizlemeyin. Bu şehadet, kitabınızın, Allah
tarafından, kardeşiniz oğullarından birinin Peygamber olarak gönderileceğini
müjdelemesidir ki, siz Tevrat'ı bilmeyenlere karşı bu müjdeyi inkâr ederek,
bilenlere karşı da müjde âyetlerini tahrif ederek bu şehadeti gizlemeye
çalışıyorsunuz. Halbuki Allah'tan gelen bir şehadeti gizleyenden daha zâlim kim
olabilir? Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki iki âyet-i kerimede kitap ehlinin «insanların dîn hususunda bize
tâbi olmaları gerekir» iddiasına karşı üç delil getirerek onların bu iddiasını
çürütmüş ve onları, bu deliller karşısında cevap vermekten âciz bir hale
düşürmüştür. Yukarıda açıklanan bu delillere kısaca şöyle işaret edebiliriz:
1) O, bizim de
Rabb'ımız, sizin de Rabb'ınızdır.
2) Yoksa siz,
İbrahim'in, İsmail'in, İshak, Yakûb ve torunlarının yahudî yahut hıristiyan
olduklarını mı söylüyorsunuz?
3) Bir şehadeti
gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Bu açık ve kesin deliller karşısında,
insanın, ya gerçeği' kabul edip doğru yola gelmesi gerekir; yahutta o, akıl ve
mantığını yitirmiş olarak apaçık bir düşmanlık içinde bulunduğunu kabul etmek
zorundadır; bu takdirde, davranışının karşılığını da mutlaka görecektir.
Nitekim Allah Ta'âlâ, ortaya konan bu deliller karşısında, yine de gerçeği
görmiyenlere, değişmez bir kaideyi bir daha hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur. [154]
141. Bunlar gelip
geçmiş bir ümmettir. Kendi kazandıktan kendilerine, sizin kazandığınız da size
aittir. Onların yapmış olduklarından siz sorulmıyacaksınız.
141 İşte bu kaideye ve
Allah'ın bu değişmez sünnetine göre, siz de sadece amellerinizden sorulacak ve
bu ameller üzerine cezalandırılacaksınız. Başkalarının amelleri, ister iyi
olsun, ister kötü olsun, size hiçbir fayda veya zarar sağlamıyacağı gibi, sizin
iyi veya kötü amelleriniz de başkalarına fayda veya zarar getirmiyecektir. Onun
için, geçmişlerinizle övünmeyi, iftihar etmeyi ve başkalarına bu yüzden çalım
satmayı bırakın da, sizin kendi amellerinizin neler kazandırıp
kazandıramıyacağını hesap edin. Zira siz, iftihar ettiğiniz geçmişlerinizin
yolundan ayrılmakla, gerekdîn yönünden ve gerekse amel yönünden onlarla eşitliğinizi
kaybettiniz. Aranızdaki eşitlik bozulunca, ceza yönünden de onlardan farklı
olacağınızı ve sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceğinizi unutmamanız
gerekir. Tabiatıyle müslümanlar da bu kaideyi unutmamalı ve kurtuluşlarını sırf
babalarının ve dedelerinin, yahut iyi olan geçmişlerinin şefaatianna bağlamamalılardır;
çünkü geçmiş olanlar da, gelecek olanlar da, yalnız kendi amellerinden hesap
vereceklerdir.
Bu âyet-i kerîmeyle,
Kur'ân-ı Kerîm'in birinci cüz'ü tamamlanmış olmaktadır. Bu ilk cüzde, umumiyetle
kitap ehlinin ve bilhassa yahudîlerin İslâm dîni ve İslâm cemaatı karşısındaki
menfî tutumları üzerinde durulmuş, İslâm akaidine karşı giriştikleri
mücadeleler, çelişkili, akıl ve mantığa sığmayan dînî yaşayışları kıssalar
halinde nakledilerek ibret almaları, sonra da hak yola.girmeleri istenmiştir.
Fakat yahudîlere yöneltilen hitaplar, yahudîierden çok müslümanîar için
hidayet kaynağı olmuş, yahudîlerin inanç tarihinden nakledilen kıssalar da,
yine müslümanlar için ibret sahneleri vücuda getirmiştir. Böylece, Mekke'deyken
müşrik zulmünden Allah'ın ismini yüceltmek ve yaymak imkânını butamıyan
müslümanîar, Medine'ye hicret edip Bakara sûresinin ilhamlartyle karşılaşmaya
başlayınca, yahudîierin inanç keşmekeşine düşmemek ve onlar gibi âlemlerin Rabb'ı
olan Allah Ta'âlâ'nın şiddetti İhtar ve tehdidlerine muhatap olmamak için
İslâmî itikada daha kuvvetle sarılmışlar ve bu itikad etrafında daha kesîf ve
daha sağlam bir cemaat teşkil etmişlerdir. Bakara sûresinden nazil olan
âyetler, birbirini takip ettikçe, kalplerindeki İslâmî şuur kuvvetlenmiş, küçük
bir cemaat yerine, dünyanın her bir cihetine kol atmış koca bir ümmetin, bir
şehir devleti yerine, bu ümmeti çekip çevirecek kuvvetli bir imparatorluğun
plân ve programlan da belirmeye başlamıştır. Bundan sonraki âyetlerde, kıblenin
değiştirilmesiyle birlikte, müslüman-lara bütün dünyanın sorumluluğunu yükleyen
bir ümmet olma yolundaki bu plân ve programların safha safha nasıl
gerçekleştiği, buna paralel olarak, İslâm ibadet ve akaidinin nastl gelişip mükemmeüeştiği
görülecektir-[155]
142. İnsanlardan
birtakım beyinsizler: «Üzerinde bulundukları kıblelerinden onları
döndüren nedir?» diyeceklerdir. (Ey Muhammedi O
beyinsizlere) de ki: «Doğu da batı da Allah'a aittir. O, dilediği
kimseyi doğru yola iletir».
143. Nitekim insanlara
şâhid olmanız, Peygamberin de size şâhid olması için, biz sizi orta (vasat)
bir ümmet kıldık. Senin
i üzerinde bulunduğun
kıbleyi ise, sırf Peygambere uyanları ökçesi üzerinde dönenlerden (ayırıp)
bilelim diye kıble yaptık. Gerçi (kıblenin değiştirilmesi), Allah'ın hidayet
ettiği kimselerden başkasına bir hayli ağır gelecektir; fakat Allah imanınızı
zayi edecek değildir; O, şüphesiz, insanlara çok şefkatli ve merhametlidir.
144. Senin, yüzünü çok
defa, gökyüzüne çevirip durduğunu elbette görüyoruz. İşte, şimdi hoşnud
olacağın bir kıbleye seni döndürüyoruz: Yüzünü Mescid-i Haram tarafına
(Kabe'ye) çevir. (Ey müslümanlar!) Nerede bulunursanız, siz de yüzlerinizi onun
tarafına çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun, Rab'larından gelen bir
hak olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıkla-
rından gafil değildir.
145.-Kendilerine kitap
verilenlere her delili getirsen, senin kıblene yine uymazlar; sen de onların
kıblesine uyacak değilsin. Onlar da biribirlerinin kıblelerine uymuyorlar. (Faraza) sana gelen bunca ilimden sonra,
(yine de) onların hevâ ve heveslerine uysan,
işte o zaman, sen muhakkak
zâlimlerden olursun.
146. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler,
Peygamberi, oğullarım tanıdıkları gibi tanırlar ve onlardan bir gurup da, hakkı
bile bile gizlerler.
147. Oysa hak Rabb'ındandır; öyleyse, sakın
şüphecilerden olma.
148. Herkesin (yüzünü) kendisine çevirdiği bir yön
vardır. O halde, yarışırcasına hayır işlerine koşuşun; nerede bulunursanız
bulunun, Allah sizi bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye
kaa-dirdir.
149. Nereden (yola)
çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Bu,
şüphesiz Rabb'ından gelen haktır,
Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
İ50. Nereden (yola)
çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de (ey
müslümanlar) nerede olursanız olun, yüzünüzü onun tarafına çevirin ki,
içlerinden zulmedenler dışında, insanların aleyhinize (kullanabilecekleri) hır
delilleri bulunmasın; -zaten onlardan korkmayıp benden korkun- bir de, size
olan nimetimi tamamlayayım; böylece, umulur ki siz de hidayete erersiniz.
151. Nitekim size,
kendi içinizden âyetlerimizi size okuyan, sizi arındıran, size
kitap ve hikmeti
belleten ve bitmediğiniz şeyleri öğreten bir de Peygamber gönderdik.
152. O halde, beni
zikredin ki, ben de sizi zikredeyim; bana şükredin,(fakat) nankörlük etmeyin.
Yukarıdaki âyet-i
kerimelerde, kıblenin Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Harâm'a, yani Kudüs yönünden
Mekke'deki Kabe yönüne değiştirilmesinden sözed;lmiş ve bu değişiklik,
vukuundan önce müslümanlara haber verilmiştir. Ayrıca, yahudî ve müşriklerden
birtakım beyinsizlerin, ksbienin değiştirilmesi karşısında başlatacakları
dedikodulara ve ileri sürecekleri isnad ve iftiralara karşı, müslümaniar
uyarılmış, kendilerine bu beyinsizleri susturabilecek ikna edici deliller
telkin edilmiştir.
Kıblenin Mescid-i
Haram tarafına değiştirilmesinden önce ve Mekke devrinde müslümanlar, Kudüs
tarafına, Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kılmışlardı. İsrail Peygamberleri de
o tarafa yönelmişlerdi. Kudüs'teki Beytu'l-Makdis veya Beyt'teki bir kaya
onların kıblesiydi. Ancak Hazret-i Peygamber, ibadetlerinde, Kudüs tarafına
yönelmekle birlikte, Aliah Ta'âlâ'nın kıbleyi değiştirmesi ve Kabe'yi
müslümanlara kıble yapması hususunda içinde büyük bir arzu duyuyor ve bu
arzusunu Rabb'ına yönelttiği dualarında sık sık diie getiriyordu. Hattâ
ibadetlerinde, kuzeye, yani Kudüs İstikametine döndüğü zaman, kendisi Kabe'nin
güneyinde duruyor ve böylece, kıble olarak Beytu'l Makdis'e yönelirken Kabe'ye
de yönelmiş oluyordu. Ancak, Medine'ye hicret edince, iki kıbleyi birleştirme
İmkânı ortadan kalkmış, Hazret-i Peygamber de kıblenin Kabe'ye değiştirilmesi
için Allah'a yonelip dua etmekten başka yapacak bir şey bulamamıştı. Ne ise
ki, bu bekleyiş uzun sürmemiş ve yukarıdaki âyet-i kerîmelerin ilkinde bu
değişikliğe âit ilk müjde haberi gelmiştir. Bu âyette Allah Ta'âiâ, kıblenin
değiştirilmesi halinde, yahudllerden gelebilecek olan itirazlara karşı Hazret-i
Peygamberin vereceği cevaba işaret ederek şöyle buyurmuştur: [156]
142.İnsanlardan
birtakım beyinsizler; «Üzerinde bulundukları kıblelerinden onları döndüren
nedir?» diyeceklerdir. (Ey Muhammedi O beyinsizlere) de ki: «Doğu da batı da
Allah'a aittir. O, dilediği kimseyi doğru yola iletir.»
143. Nitekim insaniara
şâhid olmanız. Peygamber'in de size şâhid olması için, biz sizi, orta (vasat)
bir ümmet kıldık. Sen'in üzerinde bulunduğun kıbleyi ise, sırf, Peygamber'e
uyanları ökçesi üzerinde dönenlerden (ayırıp) bilelim diye kıble yaptık. Gerçi
(kıblenin değiştirilmesi), Allah'ın hidayet ettiği kimselerden başkasına bir
hayli ağır gelecektir; fakat Allah îmanınızı zayi edecek değildir; O,
şüphesiz, insaniara çok şefkatli ve merhametlidir.
142 Sefihler,
yani görüş, düşünce ve ahlâk yönünden noksan olan, akıllarını kullanmayan ve
sadece başkalarını taklid ederek hayatlarını sürdüren yahudî, münafık ve
müşriklerden bir takım beyinsizler, kıblenin değiştirilmesi üzerine, «bu
müslümanlara ne oldu ki, şimdiye kadar üzerinde bulundukları ve ibadetlerinde
yönelip durdukları, daha önceki peygam-ber'in de kıblesi olan Beytu'l-Makdis
kayasından yüz çevirdiler» diyeceklerdir. Oysa bu beyinsizler düşünmüyorlar
ki, Beytu'l-Makdis kayasının madde ve teşekkül yönünden diğer kayalardan
herhangi bir üstünlüğü buiunmadığ gibi, onlardan farklı bir takım özellikleri,
yahut insanlara fayda sağlayan herhangi bir yanıda yoktur. Netice itibariyle
bir taştır ve taş olmak yönünden Kabe'ye yerleştirilmiş Hacer-i Esved'den farklı
değildir. Ne var ki Allah Ta'âlâ, insanları ibadetlerinde birlik ve beraberliğe
sevketmek, tek kbir düşünce ve tek bir inanç etrafında toplamak için, onların
belirli bir yöne yönelmelerini emretmiş ve bu yönü de, insanların bilip
anlayabilecekleri bir noktaya işaretle bizzat kendisi tesbit etmiştir. O halde,
bu akılsızların zannettikleri gibi, herhangi bir yöndeki herhangi bir taş, veya
bina, kıble olmuştur diye, dinin asıllarından olacak değildir. Zira bu taş veya
bina, ister doğuda olsun ister batıda, ne tarafta olursa olsun, o yine taş veya
binadır ve onların bulunduğu doğu da batı da Allah'a aittir. Ne doğunun batıya
ve ne de batının doğuya üstünlüğü yoktur. Ancak Allah Ta'âlâ, dilediği bir yönü
seçer ve dilediği kimseleri o yöne yönelterek hidayete sevkeder. [157]
143 Allah Ta'âlâ, yahudî, münafık ve müşriklerden
gelebilecek itirazlara karşı sevgili Peygamber'ini böylece uyardıktan ve onlara
vereceği cevabı ona bu şekilde telkin ettikten sonra, her şeyin kendi meşiyyet
(istek) ve iradesine tâbi olduğunu göstermek İçin «O, dilediği kimseyi doğru
yola iletir» buyurmuş ve bu kesin hükmün bir tezahürünü müslümanlara göstermek
için de, «nitekim sizi de biz orta bir ümmet kıldık» demiştir. Orta (vasat)
ümmet, ifrat ve tefrite düşmeyen, her şeyde mutedil olan, hak ve adaletten
ayrılmayan ferdlerden müteşekkil bir dinin mensuplarıdır. Orta yoldan ayrılarak
ifrat ve tefrite düşen feralerin veya cemiyetlerin hak ve adalet duygusunu
nasıl yitirdikleri ve bu sebeple insanlık vasıflarını nasıl yok ettikleri her devirde
görülür. Bunların bir kısmı maddecidirler; maddenin esiri olmuş ve onu mabûd
edinmişlerdir. Bu sebeple onların ruhla ve ruhani hayatla hiç bir ilgileri
yoktur. Dinsizdirler; Allah, Peygamber tanımazlar. Diğer bir kısmı ise, bütün
hayatın ruhani hayattan ibaret olduğunu sanarak dünyayı terk, veya maddi
hayatın ihtiyaçlarına karşı harp ilân etmişlerdir. Dindar görünürlerse de,
inançları dinin asıllarından olmayan görüş ve düşüncelere dayanır. Bu iki zıt
kutupta yer alan insanların, hak ve adalet duygularına sahip olmaları mümkün
değildir; çünkü hak ve adaleti, dâima kendi taraflarında görürler. Halbuki
ortada olan bir insanın durumu diğerlerine göre çok farklıdır; ne ifrata ve ne
de tefrite temayül göstermediğinden her iki taraf hakkında da hak ve adalet
ölçüleri içinde hareket eder.
İslâm dini, ne yalnız
maddeye ve ne de yalnız ruha önem veren bir dindir. Eğer insanın, madde ve ruh
olmak üzere iki yönü bulunduğu düşünülürse, İslâm'ın bu iki yönden birini alıp
diğerini ihmal etmesinin mümkün olamıyacağı kolayca anlaşılır. Bu sebeble
İslâm, insanın bu iki yönden terbiyesini gaye edinmiş, bütün emir ve
yasaklarını, yine bu yönlere göre düzenlemiştir. O halde, şu gerçek bütün
açıklığıyle belirmiş olmaktadır ki, gerçek bir müslüman, her zaman ifrat ve
tefritten uzak olan, dâima ortada buiunan ve böyle olduğu için de, hiçbir vakit
hak ve adalet duygusunu yitirmeyen insandır. İşte, Allah Ta'âlâ, «sizi orta bir
ümmet kıldık» derken, murad ettiği manâ budur ve bunu «sizi müslüman bir ümmet
kıldık» sözüyle kısaca ifade etmek de mümkündür.
Müslümanların, ifrat
ve tefrite düşmeyen, hak ve adalet duygusuna sahip, orta bir ümmet kılınması,
orta yoldan sapan, yahut ifrat ve tefrite düşen diğer ümmetlere, Hazret-i
Peygamber'in de, müslüman ümmete şâhidlik etmeleri içindir. Bu şâhidliğin,
kıyamette Allah Ta'âlâ'nın huzurunda olabileceği gibi, dünyada bir numune-i
imtisal, yani peşinden gidilecek ve taklid edilecek bir örnek manâsında olması
da mümkündür. Çünkü şahidin vasfı, haktan olmak ve adaletli davranmaktır. Bu vasıfta
olan her insan, bir taraftan kendi nefsinin ve cisminin hukukuna riayet eder,
onlara haklarını verirken, diğer taraftan da.yakınlarının ve diğer insanların
huku-kana riayet eder. Fakat bütün bu hakları öderken, Rabb'ının hukukuna riayetkar
olmayı da ihmal etmez. İşte bu vasıf, âhırette ona, Rabb'ının huzurunda, diğer
insanlar hakkında şâhidlik etme imtiyazını kazandırırken, dünyada da, sahibini
kemal mertebesine yükseltir ve diğer insanlara örnek olmasını sağlar. Bu
vasıftaki bir ümmetin diğer milletler nezdindeki mevki ve mertebesi ne ise,
Hazret-i Peygamberin bu ümmet nezdindeki mevki ve mertebesi de odur; çünkü
Hazret-i Peygamber de, kemal mertebesinin en üst noktasında olmakla bu ümmetin
şahidi, aynı zamanda, numune-i imtisalidir. Nitekim Ahzâb sûresinin 21 inci
âyetinde «Allah'ı ve âhıret gününü uman ve Allah'ı çok zikreden kimselerle
birlikte, sizin için, Allah'ın Rasûlünde bir usve-i hasene (güzel bir örnek)
vardııİjenilmiştir ki, böyle bir örneğin, yukarıdaki âyet-i kerîmede de işaret
edildiği gibi, ancak Allah'ın, orta bir ümmet kıldığı müslümanlara mahsus
olduğu anlaşılmaktadır.
Allah Ta'âlâ, doğunun
da batının da kendisine âit olduğunu ve müs-lümanları nasıl kendi meşiyyetiyle
vasat bir ümmet kılmışsa, yine kendi meşiyyetiyle herhangi bir yönü kıble
yapmaya muktedir bulunduğunu beyan ettikten sonra, kıblenin değiştirilmesindeki
asıl sebebi açıklamış ve «biz, senin üzerinde bulunduğun kıbleyi, Peygamber'e
uyanları, ökçesi üzerinde dönenlerden ayırıp bilelim diye kıble yaptık»
demiştir. Filhakika âyet-i kerîme'nin takip eden ibaresinde de belirtildiği
gibi, bir kıblenin neshedilip onun yerine başka bir kıblenin getirilmesi, eski
kıbleye yönelmiş ve ona alışmış olan kimselere, ondan vazgeçip yenisine
yönelmenin bir hayli güç gelmesi dolayısıyle büyük bir iştir. Bununla beraber,
kıblenin değiştirilmesi hususundaki emrin Allah Ta'âlâ'dan geldiği ve Hazret-i
Peygamber tarafından tebliğ edildiği düşünülürse, kalpleri imanla dolu olan
kimseler için bu değişiklikte hiçbir güçlüğün bulunmaması gerekir. Eğer bu
îman, Allah'ın vazettiği hükümlerin hikmetini ve fıkhl değerini anlayan,
anlamak için çalışan akıl ve tefekkür sahibi kimselerin îmanı olursa, yahut
âyet-i kerîmede de ifade edildiği gibi, Allah'ın, ahkâmın teşrîî hikmetini
bilmek ve anlamak hususunda hidayetine mazhar olan kimselerin imanı ise, böyle
bir güçlükten hiç söz edilemez. Bununla beraber, müslümanlar arasına girmiş,
müslüman görünen, Hazret-i Peygamber'e inandığını söyleyen, fakat hakikatta
îmanı hazmedememiş olan, yahut münafıklığı meslek haline getiren bazı
kimselerin bulunduğu ve bunların kıblenin değiştirilmesinden şaşkına dönüp ne
yapacaklarını bilemedikleri de gözden uzak tutulmamalıdır. İşte Allah Ta'âlâ,
Hazret-i Peygamber'in öteden beri kıble olmasını arzu ettiği ceddi Hazret-i İbrahim'in
kıblesi olan Kâbeyi yeniden kıble yapmakla, hem sevgili Peygamberinin duasına
icabet etmiş, hem de ona gerçekten tâbi olanlarla, tâbi olduklarını söyleyip de
kıblenin tahvili üzerine, ökçeleri üstünde dönüş yapıp ondan yüz çevirenleri
biribirinden ayırmış ve hallerini müslümanlara teşhir etmiştir.
Burada bir hususa daha
işaret etmek gerekir: Ayet-i kerîmede «üzerinde bulunduğun kıbleyi, sırf,
Peygambere uyanları ökçesi üzerinde dönenlerden ayırıp bilelim diye kıble
yaptık» denilmiştir. Hazret-İ Peygamber'in üzerinde bulunduğu kıble
hangisidir? Tefsirlerde bu hususta iki görüş belirmiştir. Birincisine göre,
ibarenin zahirinden de anlaşıldığı gibi, değiştirilmesine kadar Hazret-i
Peygamber'in yöneldiği kıble, Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'tir. Buna göre âyetin
manâsı, «üzerinde bulunduğun Beytu'İ-makdis'i, Rasûl'e tâbi olanları ökçeleri
üzerinde dönenlerden ayırmak için kıble yaptık» demek olur. Diğer görüşe göre
ise, Hazret-i Peygamber'in, üzerinde bulunduğu kıble Kabe'dir ve bu görüş,
Kudüs istikametine yönelinmeden önce Kabe'nin kıble olması esasına dayanır.
Tefsirlerde de âyet-i kerîmenin ibaresi bu manâya göre te'vll edilmiştir. Fakat
ibaredeki ca'ale fiilinin tebdîl ve tahvil, yani değiştirmek manâsında
kullanıldığını kabul ederek, ibareyi «üzerinde bulunduğun kıbleyi, rasûle tâbi
olanları, ökçeleri üzerinde dönenlerden ayırıp bilelim diye tebdîl ve tahvil
ettik, değiştirdik» manâsında anlamak daha doğru görünmektedir. Aynı zamanda bu
manâ, ibarenin zahirine de uygun düşmektedir. Zira Hazret-i Peygamber, kıblenin
Kabe'ye değiştirilmesinden önce Medine'de 16 veya 17 ay Kudüs istikametine
yönelmiştir ve bu bakımdan, Hazret-i Peygamber'in, değişikliğe kadar üzerinde
bulunduğu kıble Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'tir. Ca'ale fiili ise, Kur'ân-ı
Kerîmde onüç değişik manâda kullanılmıştır. Bu manâlardan birinin de tebdil ve
tahvil (değiştirmek) olduğu gözönünde bulundurulursa, ibareyi doğru manâsıyle
anlamak kolaylaşmış olur.
Allah Ta'âlâ, kıble
olarak belirli bir yöne alışmış olanlara, o yönü değiştirmenin bir hayli ağır
geleceğini, bununla beraber kalplerine îmanın iyice yerleşmiş ve Allah'tan
hidayet bulmuş kimseler için herhangi bir ağırlığın söz konusu olmıyacağını
beyan ettikten sonra, Hazret-i Peygamber'e tâbi olarak ve tam bir îmanla yeni
kıbleye yönelecek olanların bu îmanlarının zayi olmıyacağını ve bunun
mükâfatını göreceklerini müjdelemiştir. Tefsirler umumiyetle, âyet-i kerîmede
zikredilen «îman» kelimesini, «salât - namaz» manâsında almışlar ve Allah
Ta'âlâ'nın «imanın zayi edilmiyeceği» hususundaki vadini- eski kıbleye
yönelerek kılınan namazların Allah katında makbul olacağı manâsında
açıklamışlardır. Kanaatı-mızca böyle bir te'vîle gerek yoktur ve «îman»
kelimesini hakîkî manâsıyle almak daha doğru görülmektedir. Kıblenin
değiştirilmesinden önce Kudüs istikametine yönelerek kılınan namazların sıhhati
hakkında bir tereddüt hâsıl olsaydı, belki âyetin, bu tereddüdün izalesi
maksadıyle nazil olduğu düşünülebilir ve «iman» kelimesinin «namaz» manâsında
te'vîli ancak o zaman doğru görülebilirdi. Oysa değişiklikten önce, Hazret-i
Peygamber de Kudüs'e yönelerek namaz kılmıştı ve bu, Kur'ân-ı Kerîm'de nassı
bulunmasa bile, Rabb'ının emrine, yahut iznine dayanıyordu; kısacası o kıble de
şer'î idi ve bu husustaki şeriat hükmüne uymak, müslümanların üzerine vâcibti.
Bu hüküm kaldırıldıktan ve yeni bir emirle kıble değiştirildikten sonra,
geçmişte vâcib olanı yapmaktan dolayı endişeye kapılmalarına elbette gerek
yoktu. İşte bu sebeple, âyet-i kerimedeki «İman» kelimesini hakîkî manâsında
almak ve âyetteki ibareyi «Hazret-i Peygam-ber'e tam bir îmanla tâbi olarak
yeni kıbleye yönelmeniz halinde, Allah bu îmanınızı zayi edecek değildir;
elbette bunun mükâfatını göreceksiniz» manâsında anlamak gerekir. Allah'ın,
gerçek mü'minlerin îmanlarını zayi etmemesi, ecir ve mükâfatlarını vermesi,
O'nun şefkat ve merhametinin çokluğundan ve hâlis kullarından bu rahmetini hiç
esirgememesindendir; çünkü O, Ra'ûf ve Rahîm'dir.
Allah Ta'alâ, kıblenin
değiştirilmesinden önce, sevgili Peygambe-rin'e, bu değişiklikle ilgili ilk
işaretlerde bulunduktan ve değişiklik üzerine bir takım beyinsizlerden geleceği
muhakkak olan itirazlara karşı onu ve ashabını uyarıp buna hazıladıktan sonra,
Hazret-i Peygamber'in eskiden beri bekleyip durduğu değiştirme emrini büyük bir
müjde olarak vermiş ve şöyle buyurmuştur: [158]
144. Sen'in, yüzünü
çok defa gökyüzüne çevirip durduğunu elbette görüyoruz. İşte şimdi, hoşnud
olacağın bir kıbleye seni döndürüyoruz: Yüzünü Mescid-i Haram tarafına
(Kabe'ye) çevir. (Ey müslümanlar!) Nerede bulunursanız, siz de yüzlerinizi onun
tarafına çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun, Rab'lanndan gelen bir
hak olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıklarından gafil değildir.
145. Kendilerine kitap
verilenlere her delili getirsen, senin kıblene yine uymazlar; sen de onların
kıblesine uyacak değilsin.
Onlar da,
biribirlerinin kıblelerine uymuyorlar. (Faraza) sana gelen bunca ilimden sonra,
(yine de) onların hevâ ve heveslerine uysan, işte o zaman sen, muhakkak
zâlimlerden olursun. 146. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi,
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar ve onlardan bir gurup da hakkı bile bile
gizlerler.
147. Oysa hak,
Rabb'ındandır; öyleyse sakın şüphecilerden olma.
144 Daha önce de
işaret ettiğimiz gibi, Hazret-i Peygamber, kendinden önceki peygamberlerin
kıblesi olan Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'e yönelmiş olmakla beraber, bu kıblenin,
ceddi Hazret-i İbrahim'in inşa ettiği ve kendisine kıble yaptığı Kabe'yle
değiştirilmesini şiddetle arzu ediyor ve bu hususta, Rabb'ından gelecek bir emri
sabırsızlıkla bekliyordu. Kendisi,, onun dînini ihya etmek ve davetini
yenilemek için gönderilmişti. Her ne kadar daha önceki peygamberlerin de görevi
bu idi; fakat kavimleri bu peygamberleri dinlememişler, onların yolundan
uzaklaşarak büyük ölçüde şirke düşmüşlerdi. Bu sebeple onların birlik ve
beraberliği sağlayacak olan Beytu'l-Makdis de aynı ölçüde fonksiyonunu
yitirmişti. Diğer taraftan yahudîler, bu Beyt'i istismar ediyorlar, ve
müslümanların kıblesi olarak o tarafa yönelmeleriyle yahudîliği kabul
etmemeleri arasında çelişki görüyorlar ve bunu fırsat düştükçe onlara
hatırlatmaktan çekinmiyorlardı. Bu ise, Hazret-i Peygamber'e ağır geliyor ve
kıblenin değiştirilmesi hususundaki arzusunu daha da artırıyordu. Bunlara
ilâveten, Kabe'nin kıble olması, onu eskiden beri hürmet duygularıyle yücelten
Arapların îmana davetini kolaylaştıracak, bunu diğer kavimlerin davetindeki
kolaylıklar takip edecekti; çünkü davette esas, yakın akrabadan başlamak üzere
dâireyi giderek genişletmek ve onu, kabile, kavim ve diğer milletlere teşmil
etmekti. Bu bakımdan Araplar, davet hususunda diğer milletlerin önünde yer
alıyorlardı. İşte bu sebepler dolayısıyle, Hazret-i Peygamber, kıblenin
değiştirilmesini arzu ediyor ve zaman zaman yüzünü gökyüzüne çevirerek
Rabb'ından geleceğini umduğu bir vahyî, yahut değiştirme emrini bekliyordu.
Nihayet Allah Ta'âlâ, onun beklediği bu vahyi «Sen'in, yüzünü gökyüzüne çevirip
durduğunu görüyoruz. İşte şimdi, hoşnud olacağın bir kıbleye seni döndürüyoruz»
buyurarak göndermiş ve bu vahiyle «Yüzünü Mescid-i Haram'a, yani Kabe'ye
çevirmesini» emretmiştir. Değişiklikle ilgili bu emir, İbn Hacer'in Bühâri
şerhinde açıkladığına göre, Hicretin ikinci senesi Receb ayının ortasında
gelmiştir. Berâ İbn Azib'ten rivayet edilen bir hadîste de şöyle denilmiştir:
«Hazret-i Peygamber Medine'ye ilk geldiğinde, ensârdan bazı yakınlarının
yanına inmişti. On altı yahut on yedi ay boyunca Beytu'l-Makdis'e dönerek namaz
kıldı. Fakat kıblenin Beytu'l-Haram olmasını arzu ediyordu. Değişiklikten
sonraki kıldığı ilk namaz ikindi namazıydı ve onunla birlikte başkaları da
kılmışlardı. Bunlardan birisi, Mescidten çıkıp başka bir mescide uğramış ve
orada cemaatın rükûda olduğu görmüştü. Bunun üzerine cemaata, Hazret-i
Peygamberle birlikte Kabe'ye yönelmiş olarak namaz kıldıklarını haber vermiş,
cemaat da yönünü O tarafa çevirmiştir...» (Buhârî'nin bu hadisi ve İbn Hacer'in
şerhi için bkz. Fethu'1-bâri, I. 72).
Ayet-i kerimede,
Mescid-i Haram tarafına yönelmek hususundaki ilk emir, Hazret-i Peygamber'e
yöneltilmiş, bunu, bütün müslümanları da içine alan ikinci emir takip etmiş ve
«Siz de nerede bulunursanız bulunun, namaz kılarken yüzlerinizi Mescid-i Haram
tarafına çevirin» denilmiştir. Aslında emrin, sadece Hazret-i Peygamber'e
yöneltilmiş olması da, müs-lümanların aynı emre uymalarını gerektirirdi.
Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, hâs lafzıyle gelen, fakat amma delâlet eden bir çok
âyet vardır. Bununla beraber, âyet-i kerlme'de, Mescid-i Harâm'a yönelmek
hususundaki emrin, önce Hazret-i Peygamber'e, sonra da müslümanlara yöneltilerek
tekrar edilmesi, kıble değişikliğinin Allah katında ne büyük bir manâ ifade
ettiğine delâlet ettiği gibi, Hazret-i Peygamber'den sonra müslümaniarın da
aynı hitaba muhatap olmakla, nasıl şereflendirdiklerini gösterir.
Kıble değişikliğinin
kitap ehli arasında uyandırdığı tedirginlik de, bu işin büyüklüğünü göstermeye
yeterlidir. Nitekim daha bu değişiklik gerçekleşmeden önce, onlardan bir takım
beyinsizlerin, «üzerinde bulundukları kıblelerinden onları döndüren nedir?»
diyerek buna itiraz edecekleri, 142 nci âyette açıklanmıştı. Oysa yukarıdaki
âyette de belirtildiği gibi, «Kendilerine kitap verilen bu beyinsizler,
kıblenin değiştirilmesi hususundaki emrin, Rab'larından gelen bir hak olduğunu
çok iyi biliyorlardı». Çünkü Kabe'nin, cedleri. İbrahim tarafından inşa
edildiği ve onu kıble yaptığı onlarca meçhul değildi. Keza kitap ve şeriat
sahibi olmaları dolayı-sıyle, bazı ahkâmın Allah tarafından neshedilip
değiştirildiğine de vâkıf idiler. Bunlara ilâveten, kendi kitaplarının,
geleceğini haber verdiği bir peygamber gelmiş ve yeni bir şeriat getirmişti. Bu
Peygamber'in, Rabb'ının emirlerini tebliğ ve tatbik etmekle mükellef olduğunu
da biliyorlardı. O halde, bu beyinsizlerin bütün bunları bile bile yine de
inançsızlık göstermeleri, inadlıktan ileri geliyordu. Kıblenin değiştirilmesine
itiraz
etmekle, imanları
henüz kuvvet kazanmamış olan bazı müslümanlartn kalplerine şüphe
sokabileceklerini ve müslümanlar arasında fitne çıkarabileceklerini
düşünüyorlardı. Fakat gizliyi de açığı da en iyi bilen Allah, onların bu
yaptıklarından elbette gafil değildir ve onları elbette cezasız
bırakmtyacakti;. [159]
145 Allah Ta'âlâ, kıblenin değiştirilmesini
emrettikten ve kitap ehlinin, bu emrin Rab'larından gelen bir hak olduğunu çok
iyi bildiklerine, bununla beraber, küfürleri dolayısıyle bunu bilmemeziikten
geldiklerine, fakat bu davranışlarının bir gün cezasını çekeceklerine işaret
ettikten sonra, onların ve özellikle yahudîlerin kıble hakkındaki tutumlarını
açıklamaya devam etmekte ve Hazret-i Peygamber'e hitap ederek şöyle
buyurmaktadır; Zaten onlar inadlarında ve küfür üzerindeki İsrarlarında o kadar
katıdırlar ki, kendilerine ne kadar delil getirirsen getir, ne senin
peygamberliğine ve doğruluğuna inanırlar, ne de kıblene tâbi olurlar. Bu
sebeple, âyetlerimizin ve delillerimizin onları ikna edip inadlarından
vazgeçireceğini zannetme. Bununla beraber, elbette sen de onların kıblesine
tâbi olacak değilsin. Çünkü sen, hak olan ve onların dahi itibar ettikleri ve
mensûb olmakla övündükleri İbrahim'in kıblesine tâbisin. Ancak onların,
İbrahim'e mensûb olmaları, onları taasuplarından ve inadlarından
vazgeçiremiyorsa, alışkanlıkları ve taklidçilikleri, kıblenin gerçek manâsını
araştırıp bulmak ve onun, bölünmek ve ayrılmak değil, fakat birleşmek ve
yekvücûd olmak hususundaki faydasını anlamalarına engel oluyorsa, hiçbir delil
ve hiçbir âyet onları kıblelerinden döndüremez, ve senin de onların kıblelerine
tâbi olmanda hiçbir fayda yoktur. Nitekim kitap ehli de, biribirlerinin
kıblelerine tâbi olmamış ve hıristiyanlar kendilerine, yahudîlerin tâbi
oldukları kıbleden başka bir yönü kıble edinmişlerdir.
Diğer taraftan, sen ey
Peygamber, faraza bütün yönlerin Allah'a âit olduğunu bilip anladıktan, yüzünü
ne tarafa çevirsen, Allah'ı o tarafta bulacağına inandıktan ve bununla beraber
Allah'ın, sizin birlik ve beraberliğinizi sağiamak için ceddiniz İbrahim'in
kıblesine sizi yönelttiğine şâhid olduktan sonra, kitap ehlinin sana inanması
ve senin dinine meyletmesi için, onların hevâ ve heveslerine uyup kıblelerine
tâbi olsan, işte o zaman, . sen de onlar gibi zâlimler arasında yer alırsın.
Çünkü onlar, kıblelerini biraz önce açıklanan akıl ve mantığa dayalı esaslara
göre değil, hevâ ve heveslerine göre seçmişler ve taklid üzere o tarafa
yönelmişlerdir. Hakkı görmemeleri, inadları ve onu görmek istememeleri
yüzündendir. [160]
146 Allah Ta'âlâ, kitap ehlinin, kıble
meselesindeki tutum ve davranışlarını açıkladıktan sonra, bunun asıl sebebini,
onların Hazret-i Peygamber'i oğullarını tanıdıkları gibi tanımış olmalarına
bağlamıştır. Nitekim 144 üncü âyette belirtildiği gibi, onlar, kıble
değişikliğiyle ilgili emrin, Rab'larından gelen bir hak olduğunu çok iyi
biliyorlardı. Bu bilgileri ise, Hazret-i Peygamber'i, oğullarını tanıdıkları
gibi tanımış olmalarından ileri geliyordu. Çünkü kitapları Hazret-i
Peygamber'in geleceğini haber vermiş, ayrıca, bir peygamberde bulunması gereken
bütün sıfatları ve Hazret-i Peygamber'in kendine hâs sıfatlarını ayrı ayrı
zikretmişti. Yahudiler bu sıfatları çok iyi öğrenmişler ve onlarla sıfatlanmış
bir kimse görseler, onun, kitaplarında zikredilen peygamber olduğunu hemen
anlayabilecek bir yeteneğe sahip olmuşlardı. Bu sebeble, Hazret-i Peygamber
geldiği zaman, hiç kimsede bulunmayan kendine hâs Peygamberlik sıfatlarıyle onu
tanımakta güçlük çekmemişlerdi. Nitekim tefsirlerde nakledilen bir haberden
öğrenildiğine göre, Ömer İbnu'l-Hattâb, hicretten önce yahudî ileri gelenlerinden
sayılan, fakat hicrette Hazret-i Peygamber'i görünce müslüman olan Abdullah İbn
Selâm'a «sen Peygamberi oğlunu tanıdığın gibi tanır mısın?» diye sorduğu zaman,
İbn Selâm, «evet, belki daha fazla; çünkü Hazret-i Peygamber'i kendi
sıfatlarıyle hemen tanıdım; ondan asla şüphe etmem; fakat oğlumun benden olup
olmadığını kesin olarak bilemem» cevabını vermiştir ki, bu haberin doğruluğundan
şüphe edilse bile, yahudl-lerin Hazret-i Peygamber'i bu haberde ifade edildiği
şekilde tanıdıklarında şüphe etmek mümkün değildir. [161]
147 İşte, yahudller,
Hazret-i Peygamber'i bu derece tanıdıktan sonra, ona inanmak ve onun Rabb'ından
tebliğ ettiği her şeyi kabul etmek zorunday-dırlar. Kıble hususunda da şüphe
etmeden ona uymaları gerekirdi. Fakat kıskançlıkları buna fırsat vermedi.
İçlerinden bazıları, hakkı görüp itiraf etmiş olsalar bile, büyük çoğunluğu onu
inkâr etmekten ve bile bile gizlemekten çekinmediler. Oysa bu hak, Hazret-i
Peygamber'e Rabb'ından gelen vahiydir; tümüyle dindir. Bu sebeple inkarcıların
evhamına kapılıp şüphecilerden olmamak gerekir. Bu gereklilik, âyet-i kerimede,
Allah Ta'âiâ'nın, Hazret-i Peygamber'e yönelttiği hitap içinde ifade
edilmiştir. Bu hitap, şüphesiz O'nun bütün ümmetine ve özellikle, her devirde
örneklerine sık sık rastlanan imanı zayıf kimseleredir. Halk dilinde «kızım
sana söylüyorum, gelinim sen işit» sözüyle ifade edilen bu çeşit hitaplara
Kur'ân-ıKerîm'de çok rastlanır. Zira Allah Ta'âlâ, din hususunda, Hazret-i
Peygamber'in kalbine zerre miktarı da olsa, bir şüphenin arız olmıyacağını
elbette biliyordu. Bununla beraber, müslüman olmuş, fakat imanları cılız kalmış
bazı kişiler, kıble değişikliği sırasında, yahudllerin ateşledikleri fitnede,
onların evhamına kapılıp irtidat etmişler, dinden çıkmışlardı. Daha sonraki
devirlerde de buna benzer hâdiseler cereyan edebilir ve cılız imanlı kimseler,
haktan yüz çevirebilirlerdi. Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'e yönelttiği bu
hitabıyle, her devirde bulunabilecek bu çeşit insanları hak karşısında şüpheci
olmaktan nehyetmiştir. Nehyedilen şeyin yapılması, emrolunanın terki gibidir
ve her iki davranış da Allah'ın ağır cezasını cerektirir. Allah ise, 144 üncü
âyette de işaret edildiği gibi, ister gizli olsun ister açık olsun, kullarının
yaptıklarından ve yapacak olduklarından gafil değildir.
Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerimelerde, kıble değişikliğini inadla ve kıskançlıkla inkâr
eden kitap ehline karşı, bunun, Rab'larından gelen bir hak olduğunu ve onların,
Hazret-i Peygamber'i oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıklarını beyan ederek
bunu inkâr etmemeleri gerektiğini gösteren açık ve kesin deliller getirdikten
sonra, hitabını müslümanlara yöneltmiş ve kitap ehlinin de ders alması gereken
bir uslûb ile şöyle buyurmuştur[162]
148. Herkesin (yüzünü)
kendisine çevirdiği bir yön vardır. O halde, yarışırcasına hayır işlerine
koşusun; nerede bulunursanız bulunun, Allah sizi bir araya getirecektir.
Şüphesiz Allah her şeye kaa-dirdir.
149. Nereden (yola)
çıkarsançık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına döndür. Bu,
şüphesiz Rabb'ından gelen haktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
150. Nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü
Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de (ey müslümanlar!), nerede olursanız
olun, yüzünüzü O'nun tarafına çevirin ki, içlerinden zulmedenler
dışında, insanların aleyhinize (kullanabilecekleri) bir delilleri bulunmasın.
-Zaten onlardan korkmayın benden
korkun-bir de, size olan nimetimi tamamlayayım; böylece umulur ki, siz
de hidayete erersiniz.
151. Nitekim size, kendi içinizden, âyetlerimizi
size okuyan, sizi arındıran, size kitap ve hikmeti belleten ve bilmediğiniz
şeyleri öğreten bir de Peygamber gönderdik.
152. O halde, ben i
zikredin ki, ben de sizi zikredeyim; bana şükredin; (fakat) nankörlük etmeyin.
148 Her dînde kıble
olarak çeşitli yönlerden birine yönelmek, Allah'ın birliğine, yahut öldükten
sonra dirilmeye ve hesap gününe inanmak gibi sabit rükünlerden biri olmamıştır.
İbrahim ve İsmail peygamberler Kabe'ye yönelmişler, yahudîler Beytu'l-Makdis
kayasını kıble edinmişler, hıristiyanlar da bu kaya istikametini terkedip şarka
dönmüşlerdir. İlk peygamberler ise, başka taraflara yöneliyorlardı. Belirli
bir yönün kıble olması, çeşitli dinlerde sabit bir rükün ve dînin asıllarından
biri olmadığına göre, değişmesi mümkün olan fer'î meselelerden biri sayılması
gerekir. Böyie olunca da, kitap ehlinin kıble değişikliğini ele alıp Hazret-i
Peygamber'e ve İslâm şerîatına dil uzatmamaları, müslümaniarın içlerine şüphe
sokmak ve onları dînlerinden döndürmek için fitnecilik yapmamaları icab ederdi.
Önemli olan, ve her insanın bilmesi gereken husus, vahyin kabulünde ve onunla
gelen emir ve yasaklara uyulmasında herkesin aynı derecede sorumlu olmasıdır.
Kıble bir vahiyle değiştirilmiştir ve onu değiştiren de Allah Ta'âlâ'dır. O
halde, niçin Beytu'l-Makdis, yahut başka bir Beyî, yahutta Şark tarafı olmayıp
da Kabe'nin kıble yapıldığı önemli değil, fakat önemli olan, onun Allah tarafından
kıble yapılmasıdır ve bu husustaki Allah'ın emrine uymak gerekir.
İşte, Allah Ta'âlâ,
«herkesin yüzünü kendisine çevirdiği bir yönü vardır» sözüyle bu gerçeğe işaret
ettikten sonra, bütün insanları hayır işlemekte yarışa davet etmiştir; çünkü
hayır işinde yarışmak, ister kıble meselesinde olsun, ister dînin diğer aslî ve
fer'î meselelerinde olsun, nefislerin hevâ ve heveslerine değil, fakat Allah'ın
emirlerine uymakla olur. Bu itibarla insanlar, hangi ülkede ve hangi yönde
bulunurlarsa bulunsunlar, Allah onları, hesap günü toplayıp bir araya
getirecek ve O'nun emirlerine.uydukları ölçüde mükâfatlandıracaktır. Ayet-i
kerîme'de işaret olunan hayırlı iş, Bakara sûresinin 177 nci âyetinde geniş bir
şekilde açıklanmış ve şöyle denilmiştir: «İyilik, yüzünüzü doğu ve batı
tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimselerin (iyiliği) dir ki,
Allah'a, âhıret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere îman etmişlerdir.
Mal sevgisine rağmen, onu yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara
ve kölelerin kurtuluşuna vermişlerdir. Namazı dosdoğru kılmış, zekâtı vermiş,
ahidieştikıeri zaman, ahidlerini verine getirmişlerdir. Zorda, darda ve savaşta
sabırlıdırlar. İşte, doğruyu söyleyenler onlardır; takva sahibi olanlar da
onlardır».
İşte bu yolu
benimseyen ve bu yolda başkalarıyle yarış eden kimse, hesap günü, diğer
insanlarla bir araya getirilip hesaba çekildiği zaman, iyiliklerinin ve
tabiatıyle bu yarıştaki başarısının mükafatını görecektir. İnsanlar, nerede ve
hangi yönde bulunurlarsa bulunsunlar, kıyamet günü, Allah onların hepsini
biraraya getirmeye muktedirdir. O, her şeye kaadirdir. [163]
149 Allah Ta'âlâ,
gerek kıble meselesinde olsun ve gerekse diğer meselelerde olsun, bütün
insanların Allah'ın emirlerine uymaları gerektiğine işaret ettikten sonra, kıbleyle
ilgili olarak 144 üncü âyette yer alan ilk emrini değişik bir şekilde tekrar
etmiş ve «Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir»
buyurmuştur. Bu tekrarla, namazlarda Mescid-i Harâm'a yönelmek, bir şeriat
olarak vazedilmiş olduğu gibi, muhtemel bazı yanlış anlamalar da önlenmiş ve
ilk emrin, sadece Hazret-i Peygamber'e ve bu emrin geldiği sırada Hazret-i
Peygamberle birlikte namaz kılan müslümaniara, o namazın kılındığı mescide,
şehre veya ülkeye, yahut sadece o ülkenin bulunduğu kara parçasına ve sadece
orada oturanlara değil, fakat ister karada, İster denizde bulunsun, ister mukîm
ister musafir olsun, dünyanın neresinde ve hangi devirde yaşarsa yaşasın, bütün
insanlara şâmil olduğu beyan edilmiş ve bütün insanların namazlarında yalnız
Mescid-i Harâm'a yönelmeleri gerektiği bildirilmiştir. Buna göre her insan,
Allah'ın bu emrine uymak ve namazda Mescid-i Harâm'a yönelmek zorundadır. Artık
bunun dışında bir kıble yoktur ve hiç kimse kendi hevesine uyarak bundan başka
bir kıble ihdas edemez. Zira Allah Ta'âlâ, kim ne yaparsa, onun yaptığı şeyi
bilir ve görür; O, yapılanlardan gafil değildir.[164]
150 Bunu takip eden âyette, aynı emrin, üçüncü
defa tekrar edildiği ve Hazret-i
Peygamber'den sonra, o'nun, müslümaniara da yöneltildiği görülmektedir. Ancak
buradaki tekrarın sebepleri, yine aynt âyet içinde açıklanmış ve «içlerinden
zulmedenler dışında, insanların aleyhinize kullanabilecekleri bir delilleri
bulunmasın» ve «bir de, size olan nimetimi tamamlayayım» denilmiştir. Buna göre,
emrin üçüncü defa tekrar edilmesinin başlıca iki sebebe dayandığı
anlaşılmaktadır. Birincisi, fitnecilerin, müslümanlar aleyhine olmak üzere
ileri sürebilecekleri delilleri ortadan kaldırmak; ikincisi ise. kıble
değişikliğiyle, müsiümanlan nimetlendirmek-tir.
Zâlim olanları
dışındaki yahudl ve hıristiyanların, müslümaniar aleyhinde ileri
sürebilecekleri başlıca delil, Hazret-i Peygamber'in, halâ Kudüs'teki
Beytu'l-Makdis'e yönelmiş olmasıydı. Çünkü onlar, kendi kitaplarından
biliyorlardı ki, İsmail soyundan gelecek olan Peygamber, kendi ceddinin evini,
yani Kabe'yi kıble yapacak ve o tarafa yönelecektir. Ehl-i kitaba göre, işte,
İsmail soyundan geldiğini ve Peygamber olduğunu söyleyen bir kimse çıkmıştır.
Kitaplarının verdiği haber bu yönden doğru görülse bile, bu Peygamber'in
kıbleyi değiştireceğine dâir haber gerçekleşmemiştir; çünkü halâ o, Kudüs
tarafına yönelmektedir. O halde, kitaplarında geleceği bildirilen Peygamber o
değildir; eğer o olsaydı, kıblesini değiştirirdi. İşte, kitap ehli tarafından
müslümanlara karşı ileri sürülebilecek delil bu idi ve akla dayalı olduğu için
kuvvetliydi. Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapların, İsmail
soyundan bir Peygamber'in geleceğini haber verdiklerine şehadet ediyor ve
gelen Peygamber'in sıfatlarının, bu kitaplarda bahsedilen Peygamber'in
sıfatlarına uyduğunu bildiriyordu. Oysa kıble meselesinde bu uygunluktan söz
etmek mümkün değildi. Müşriklerin de buna yakın bir delilleri vardı ve onlar
da, İbrahim soyundan bir peygamberin geleceğine ve onun milletini ihya
edeceğine inanıyorlardı. İbrahim ve oğlu İsmail, Kabe'yi inşa etmişler ve kıble
olarak ona yönelmişlerdi. Gelecek olan peygamberin de, Kabe'yi kıble edinmesi
gerekirdi. Halbuki gelen Peygamber Kudüs'e yönelmişti. Kitap ehlinin ve müşriklerin
bu delilleri yabana atılır cinsten değildi ve müslümanlara karşı kullanıldığı
zaman, onları müşkil durumlarda bırakabilir ve hattâ imanı zayıf olanların
dinden uzaklaşmalarına bile sebep olabilirdi. İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki
âyet-i kerîme'de, Hazret-i Peygamber'e ve müslümanlara, yüzlerini Mescid-i
Harâm'a çevirmeleri hususundaki emrini tekrarlamış ve «o tarafa yönelin ki,
zâlimler dışındaki kimselerin, size karşı kullanabilecekleri bir delilleri
bulunmasın» buyurmuştur.
Bununla beraber, kitap
ehlinden, müşriklerden ve münafıklardan olan bazı kimseler de vardır ki, Allah
Ta'âlâ bunları diğerlerinden ayırarak zulmedenler diye isimlendirmiştir. İşte
bunların da müslümanlara karşı ileri sürdükleri bir takım deliller vardır;
ancak bunlar, küfür, inad ve düşmanlık sebebiyle ileri sürülmüş bir takım
isnad ve iftiralardır ki, hiçbirine delil demek mümkün değildir. Kıble
değişikliğine itirazda bulunan ve 142 nci âyette sufehâ diye isimlendirilen
beyinsizler de işte bunlardır.
Allah Ta'âlâ, kitap
ehlinin ve müşriklerin, müslümaniar aleyhinde ileri sürebilecekleri delil
bulunmaması için, Beytu'l-Harâm'a yönelmeyi emrettikten sonra, müslümanlara
yönelttiği yeni bir emirle, «onlardan korkmayın, benden korkun» buyurmuştur.
Çünkü onların delilleri ne olursa olsun,
ilâhi bir emre
müstenid değildir ve hiçbir kıymeti yoktur. İlâhi emir, Kabe'nin kıble
yapılması şeklinde tecelli etmiş ve böylece, ellerinde müslümaniar aleyhine
kullanabilecekleri bir delil de kalmamıştır. Artık müslü-rnanların, bu emre
muhalefetle Allah'a isyan etmemeleri gerekir. Çünkü hesap gününün yegâne sahibi
O'dur ve kendi emirlerine uyanları mükâfatlandıracak, veya isyan edenleri
cezalandıracak O'ndan başkası yoktur. Bu sebeple, yalnız O'ndan korkmak
gerekir.
Mescid-i Harâm'a
yönelmek hususundaki emrin üçüncü defa tekrar edilmesindeki diğer sebep ise,
âyet-i kerîme'de de açık bir şekilde görüldüğü gibi, Allah Ta'âlâ'nın
müslümaniara tahsis ettiği nimetini tamamlamak gayesine matuftur. Bu nimet,
İbrahim ve İsmail tarafından inşa olunan Kabe'nin, müslümanlara müstakil bir
kıble yapılması ve diğer milletlerin onlara tâbi kılınmasıdır. Böyle bir
kıblenin gerçekleşmesiyle, hem şeriat tamamlanmış, hem de diğer milletlerin
müslümanlara tâbi kılınmasıye, İslâm ümmetine şeref kazandırılmıştır ki, her
ikisi de, bu nimetin büyüklüğünü göstermeye yeterlidir.
İşte bu iki sebebin
gerçekleşmesi için, yani hem ehli kitabın müslümaniar aleyhine
kullanabilecekleri delillerinin bulunmaması ve hem de müslümanlara ihsan edilen
nimetin tamamlanması için, Allah Ta'âlâ, önce Hazret-i Peygamber'e, sonra da
müslümanlara Kabe tarafına yönelmelerini emretmiş ve «umulur ki sız de
hidayete erersiniz» buyurmuştur. Bu ibareyi, hem Kabe'nin kıble yapılmasının
sebep ve hikmetlerinden üçüncüsü, hem de yukarıda açıkladığımız iki sebebin
neticesi olarak kabul etmek mümkündür. Çünkü Allah Ta'âlâ, bu emriyle, önce
kitap ehlinin delillerini çürütmüş, sonra da, şeriatının bir noksanını
tamamlayarak hidayet yolunu açmıştır.[165]
151 Nitekim Allah
Ta'âlâ, gerek müslümaniar üzerindeki nimetini tamamlamak ve gerekse, bu
nimetin tamamlanmasının tabii bir neticesi olarak insanların hidayete
ermelerini sağlamak için, daha önce de bu ümmetin içinden birini Peygamber
olarak göndermişti. İşte bu Peygamber, Allah'ın vahdaniyetine, Muhammed
(s.a.s.) in Allah'ın Peygamber'i olduğuna, Kur'ân'ın Allah tarafından vahiyle
bu Peygamber'e gönderildiğine, kıyamet gününe, kısacası dinin usûl ve fürûuna
dâir bir insanın hidayete ermesini sağlayacak ne kadar Kur'ân âyeti varsa bu
âyetleri onlara okuyup izah ediyor; en basit sebeplerle biribirlerini
öldürmek, biribirlerinin mallarını gasbetmek, geçindirememek korkusuyla kendi
çocuklarını bile telef etmek gibi içlerine işlemiş en kötü âdetlerden ve en
çirkin ahlâktan onları arındırıp temizliyor, onlara, Kitap (Kur'ân)ı, bu
Kitab'ın okunup yazılmasını, Kitap'taki ahkâmın esrar ve hikmetini, kısacası,
onların bilmedikleri her şeyi onlara öğretiyordu. [166]
152 O halde, bülün bu
nimetlere karşı, her insanın Rabb'ına şükretmesi gerekir. İşte, Allah Ta'âiâ,
insanları hidayete erdirmek için, büyük bir nimet olmak üzere, Mescid-i Harâm'ı
onlara kıble yaptıktan ve bu nimetin değerinin, Hazret-i Peygamber'in
gönderilişiyle eş değerde olduğuna işaret ettikten sonra kendisine
şükredilmesini istemiş ve «Ben'.i zikredin ki, ben de sizi zikredeyim; bana
şükredin, fakat nankörlük etmeyin» buyurmuştur.
Zikir, Allah Ta'âlâ'yı
hiçbir ân hatırdan çıkarmamak ve O'nu dâima anmaktır. O'nun esmâ-i husnâsını
(güzel isimlerini) dil ile tekrarlamak, zikir olduğu gibi, yatarken, otururken,
gezerken veya iş görürken, çevrede gözün görebildiği mahlûkata bakarak onların
Hâhk'ını, bu Hâhk'ın kudretini, iradesini ve diğer sıfatlarını kalben düşünmek
de bir zikirdir. Bütün ibadetler, Allah'ın zikrine birer vesile olduğu için,
insanı, O'nun huzuruna çıkarması bakımından namaz,zikirlerin en büyüğüdür.
İnsan, ancak zikir sayesinde Allah'a yaklaşabilir. Nitekim Buhârî ve Müslim
tarafından rivayet edilen bir kudsl hadîste şöyle buyurufmuştur: «Ben, kulumun
beni zannı yanındayım.Beni nefsinde zikrettiği zaman, ben de onu nefsimde
zikrederim. Beni bir toplulukta zikrettiği zaman, ben onu daha hayırlı bir
toplulukta zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir kulaç
yaklaşırım, bana bir kulaç yaklaşırsa, ben ona iki kulaç yaklaşırım. O bana
yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim»[167].
Bu kudsı hadisten
anlaşılan gerçek manâ şudur ki, insan, kul olarak, Rabb'ına ne türlü muamelede
bulunursa, Rabb'ı da ona; o türlü muameie yapar: Kul O'nu zikrederse, O da
kulunu zikreder; fakat kul O'nu unutursa, O da onu unutur. Ne var ki, her şey
ve herkes Ona muhtaç olduğu halde,O,her şeyden ve herkesten müstağnidir ve bu
sebepledir ki, O'nun kulunu unutması, o kul için en büyük hüsrandır.
Kulun Rabb'ını zikri,
kendisine veriien nimetlere karşı, O'na şükret-meyi gerektirir. Çünkü insan, bu
nimetlerin çokluğunu ve değerini, ancak, Rabb'ını zikrettiği zaman anlayabilir
ve O'na şükreder. Rabb'ını zikretmeyen ve zikir için kendisini zorlamayan
kimse ise, elbette O'nun kendisine ihsan ettiği nimetleri düşünemez.
Düşünülmeyen ve hatırlanmayan nimetlere de teşekkür etmek hiç mümkün değildir.
İşte, Allah Ta'âiâ, Hazret-i Peygamber'i ve ümmetini, Mescid-i
Harâm'ayönelttikten sonra, bu büyük nimet için Allah'ı zikretmelerini, sonra
da, nankörlük etmeyip şükür borcunu ödemelerini emretmiştir.
Bu âyet-i kerîmeyle,
insanlar için büyük bir nimet olan ve gerçek bir hidayet kaynağı sayılan ve bu
sebeple Allah'ı şükretmeyi gerektiren kıble konusu tamamlanmış olmaktadır.
Nerede bulunulursa bulunulsun, namaz kılarken Mescid-i Harâm'a yönelmek
hususunda tekrar edilen emirler, kıble meselesine tam bir açıklık getirmiş ve
bu sebeple Mescid-i Harâm'a yönelmek, bütün müslümanların ittifakıyle farz
olmuştur. Ayrıca, kıble bilinip dururken ve o tarafa yönelmek imkânı varken,
bir başka tarafa yönelerek kılınan namazların da butlanına, yani geçersizliğine
hükmedil-miştir. Yine bu sebepledir ki, kıbleyle ilgili bu emirlerden sonra,
bilhassa Mekke dışındaki şehirlerde ve daha sonraları İslâm Devletinin hududlan
içine giren ülkelerde kıble tayini, yahut başka bir ifadeyle Mescid-i Ha-râm'ın
bulunduğu yönün tesbiti, başlıbaşına bir iş olmuş ve bu işte gösterilen itina
ve ihtimam, müslümanlar arasında coğrafi bilginin artmasında ve Astronomi
ilminin gelişmesinde belli başlı âmillerden sayılmıştır.
Allah Ta'âiâ, kıble
hakkındaki hükmünü böylece bildirdikten sonra, hitabını mü'minlere yönelterek
şövle buyurmuştur: [168]
153. Ey îman
edenler! Sabrederek ve namaz
kılarak (Allah'tan) yardım dileyin; şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.
154. Allah yolunda
öldürülen kimseler hakkında «Ölüler» demeyin; aksine onlar diridirler; fakat
siz anlamazsınız.
155. Sizi, herhalde,
biraz korkuyla, biraz açlıkla ve biraz da mal, can ve ürünlerden yana eksiltmekle
deneriz. Öyleyse , (buna) sabredenleri müjdele.
156. Nitekim bunlar, kendilerine bir musibet
geldiği zaman, »biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz» derler.
157. Raflarından gelen mağfiret ve rahmet, işte
onların üzerinedir; hidayete ermiş olanlar da onlardır.
Allah Ta'âlâ, daha
önceki âyetleriyle kıbleyi değiştirmiş ve Mescid-i Harâm'ı kıble yapmıştı.
Ancak, kıblenin değiştirilmesi, kitap ehli arasında itirazlara yol açmış ve
onların müslümaniara karşı bir takım mesnedsiz deliller ileri sürmelerine ve bu
delillerle aralarında fitne çıkarmak hevesine kapılmalarına sebep olmuştur.
Ancak Allah Ta'âlâ, onların delillerini çürütmüş, mü'minle kâfirin, müslümanla
münafığın birbirinden ayırt edilmesine yardımcı olacak ölçüler getirmiş ve
bunlara ilâveten, kıble olan Kabe'yi, içinde barındıran Mekke'nin fethine ve
kıble olması hasebiyle Kabe'nin putlardan temizlenmesine götürecek olan yola
da ışık tutmuştur. Çünkü İbrahim (a.s.) zamanında, vahdaniyet inancının timsali
olarak inşa edilen ve şimdi de tekrar kıble yapılmak suretiyle yine bu inancın
merkezi haline getirilen Kabe'nin, şirk yuvası olarak kalmasına artık müsade
edilemezdi. Mekke'nin ve dolayısıyle Kabe'nin müşriklerden ve şirk alâmetlerinden
temizlenmesi gerekirdi. Kıble değişikliğiyle, şimdiye kadar olan ve bundan
sonra olacağı iyice belirmiş bulunan hâdiseler, müslümanlar için son derece
büyük nimetlere delâlet ettiği kadar, aynı derecede külfetleri de beraberinde
getiriyordu. Esasen külfetsiz nimet olması da düşünülemezdi. Bu sebeple,
müslümaniara düşen iş, nimete karşı şükretmek, külfete karşı da sabır
göstermekti. İşte bunun içindir ki, Allah Ta'âlâ, kıble âyetlerinin sonunda,
nimetlerine karşı zikirle birlikte şükrü emretmiş, yukarıdaki âyetlerin
başında ise, bu nimetlerle birlikte gelmesi mukadder olan külfetlere karşı da
sabrederek Allah'tan yardım dilenmesini istemiştir. Bu külfetin içerisinde,
belki Mekke'nin, belki de bir başka yerin veya ülkenin fethi sırasında, fakat
herhalde Allah yolunda öldürülmek bulunduğu kadar, korku, açlık ve mal kaybı
gibi insana katlanması zor gelen felâketler de olabilir. Binaanaleyh bütün
bunlara sabretmek ve bu sabrın mükâfatına hak kazanmak gerekir. İşte, Allah
Ta'âlâ, kıblenin değiştirilmesinden sonra, müslümaniara ihsan edilmiş olan
nimetlere karşılık, yüklenmeleri gereken külfetlere işaret etmek ve onların, bu
külfetler karşısında sabır göstermeleri gerektiğini göstermek maksadıyle şöyle
buyurmuştur: [169]
153. Ey îman edenler!
Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin; şüphesiz Allah
sabredenlerle beraberdir.,
153- Ayet-i kerîme'de mü'minlere yöneltilen ilk
emir, Allah'tan yardım dilemekle ilgilidir. İnsan, ne çeşit iş peşinde olursa
olsun, bu işin tamamlanması için Allah'ın yardımına muhtaçtır. Bu yardım
olmaksızın işin neticeye ulaşması mümkün değildir. Bu sebepledir ki, Fatiha
sûresinin ilk âyetlerinde hamdin yalnız Allah'a mahsus olduğu ve yalnız O'na
hamde-dilmesi gerektiği bildirildikten sonra, bu gerçeği kabul eden insanın,
yalnız O'na ibadet edip yalnız O'ndan yardım istediği belirtilmiştir. Yalnız
Allah'a ibadet etmek ve yalnız Allah'tan yardım istemek.. İşte İslâm'ın temel
kaidesi budur. Nitekim daha önce üzerinde durduğumuz 43-45 inci âyetlerde de,
yahudîlere yöneltilen nasihatlarda ve emirlerde, namaz kılıp zekât vermeleri ve
rükû edenlerle birlikte rükû etmeleri istendikten sonra, sabırla ve zekâtla
Allah'tan yardım dilemeleri emredilmiş, bununla beraber bu işin, Allah'tan
korkanlardan başkasına güç geleceği belirtilmiştir. Allah'tan korkanlar, yani
mü'minler için böyle bir güçlüğün artık söz konusu olmaması gerekir. Nitekim
namazlarını hiç terketmeyen ve her vakitte müteaddit defalar Fatiha sûresini
okuyan mü'minler, her seferinde «yalnız Allah'a ibadet eder ve yalnız Allah'tan
yardım dileriz» derler.
Allah'ın yardımını
dilemek, mücerred bir yardım isteği değildir. Yukarıdaki âyet-i kerîme'den de
anlaşıldığı gibi bu istek, sabır ve namaza bağlı olan bir istektir. Çünkü
insan, gerçekleşmesini istediği bir işin çeşitli güçlüklerini ancak sabrederek
göğüsleyebilir ve bu esnada da Allah'tan yardım dileğinde bulunur. Bu dilek
ise, ibadetlerin en büyüğü olan namazla gerçekleşir. Allah Ta'âlâ, Meâric
sûresinin 19-23 üncü âyetlerinde «İnsanın hırsına düşkün yaratılmış olduğunu,
kendisine şer dokunduğu zaman feryadı basıp sabırsızlık gösterdiğini, hayır
dokununca da cimrilik ettiğini» beyan buyurduktan sonra «namaz kılanların ve
namazlarına devam edenlerin böyle olmadıklarını» bildirmiştir ki, bu beyan,
namazla birlikte sabrın ne derece kolaylaşmış olduğunu göstermeye yeterlidir.
Nitekim Ahmed İbn Hanbel'in rivayet ettiği (Musned, iv. 388) bir hadîsten
öğrendiğimize göre, Hazret-i Peygamber, kendisine bir şey isabet ettiği zaman,
hemen namaz kılardı. Bu namaz, şüphesiz, mücerred yatıp kalkmaktan ve bazı âyet
ve duaları okumaktan ibaret değildir. Bu namaz, Allah Ta'âlâ'nın Ankebût
sûresinin 45 inci âyetinde de tavsif ettiği gibi, insanları her türlü
kötülükten alıkoyan bir namazdır. Eğer kılınan namaz, insanı bu kötülüklerden
alıkoymazsa, onun faydası nedir?
İşte Allah Ta1 âlâ,
dinde sebatı sağlamak ve onu düşmanların her türlü tecavüz ve tasallutlarından
korumak için, maruz kahnabilecek çeşitli tehlike ve güçlüklere karşı
koyabilmek maksadıyle, mü'minlere, sabrederek ve namaz kılarak Allah'tan yardım
dilemeleri tavsiyesinde bulunmuş, sonra da, ancak namazla teyid olunan bir
sabrın mü'minleri başarıya ulaştıracağını göstermek için, «Allah, muhakkak
sabredenlerle beraberdir» buyurmuştur. Bundan anlaşılan manâ şudur ki, siz,
sabrederek ve namazla bu sabrınızı takviye edip Allah'ın yardımını dilediğiniz
takdirde, Allah mutlaka sizin bu duanızı kabul edecek ve sizi yardımsız
bırakmıya-caktır. Allah'ın yardımına nail olan kimse ise, sabrının mükâfatını
görecek, arzu ettiği neticeye ulaşacaktır; çünkü kimin yardımcısı Allah olursa,
hiçbir güçlük onu mağlup edemez.
Bazan sabrı gerektiren
güçlük çok daha ağır ve şiddetli olabilir ve dinin düşmanlara karşı
korunmasında bir çok kimse hayatını kaybedebilir. Allah Ta'âlâ, müteakip
âyette, din uğrunda hayatlarını kaybedenlerden sözederek şöyle buyurmuştur: [170]
154. Allah yolunda
öldürülen kimseler hakkında «ölüler» demeyin; aksine onlar diridirler; fakat
siz anlamazsınız.
154 Ölüm... Bu,
jşüphesiz, bir insanın başına gelmesi mukadder olan bir akıbettir. Bazılarına
göre bir musibet, bazılarına göre de, dünyanın diğer musibetlerinden bir
kurtuluş olarak değerlendirilir. Fakat Allah yolunda ölmek veya öldürülmek, ne
bir musibet ve ne de çeşitli musibetler altında ezilmiş olan bir insanın bu
musibetlerden kurtuluş çaresidir. Aksine, Allah yolunda ölen kimsenin yine
Allah katında hiç kimseye sunulmamış olan erişilmesi güç bir mevkiye getirilip
oturtulmasıdır ki, biz bu mevkiye veya mertebeye şehldtik mertebesi diyoruz.
Kur'ân-ı Kerîm'in
hiçbir sûresinde «şehîd» veya «şehâdet» kelimeleri bu manâda kullanılmamıştır.
Şehld kelimesine delâlet etmek üzere dâima «Allah yolunda öldürülen» tabiri
tekrar edilmiştir. Meselâ yukarıdaki âyetten başka Al-i İmrân sûresinin 169
uncu âyetinde «Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma»; yine aynı sûrenin 157
nci âyetinde «eğer Allah yolunda öldürülür, ya da ölürseniz, Allah'ın
bağışlaması ve rahmeti, topladıkları dünyalıktan çok daha iyidir»; Muhammed
sûresinin 4 üncü âyetinde de «Allah yolunda öldürülenlerin amellerini Allah
zayi etmiyecektir» denilmiştir.
«Şehld» kelimesi, Hazret-i
Peygamber'den rivayet edilen bir çok sahih hadiste kullanılmış ve kelime, bu
hadisler vasıtasıyle şöhret kazanmıştır. Hazret-i Peygamber'in, Allah yolunda
öldürülenleri «şehld» diye isimlendirmesi, ya rahmet meleklerinin şehidin gasil
ve naklinde hazır bulunmaları dolayısıyledir; çünkü «şehâdet» kelimesi
âlimu'l-gaybi ve'ş-schâde ibaresinde olduğu gibi, gayb'm zıddı olan hazır
manâsındadır. Nitekim Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîste (Sahîh, iv.
191S), Uhud savaşında düşman tarafından burnu ve kulakları kesilerek zâlimce
öldürülen Câbir'in babası Abdullah'ın başında ağlayan kızına veya kızkardeşine
Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: «Niçin ağlıyorsun? O, kaldırılıncaya kadar
melekler onu kanatlarıyle gölgelendirmişlerdir». Yahut, Allah'ın ve
meleklerinin, şehidin Cennet nimetlerinden faydalanmasına şehâdet etmeleri,
yahutta ölmeyip Allah katında zinde bir şekilde hazır olması dolayısıyle ona
şehld denilmiştir.
Şehldlerin Allah
katında kazanmış oldukları mertebe, Hazret-i Peygamber tarafından muhtelif
hadîslerinde belirtilmiştir. Bu hadîslerden biri şöyledir: «Hiçkimse, Cennet'e
girdikten sonra, yeryüzünde sahip olacağı bir takım şeyler bulunsa bile,
dünyaya tekrar dönmek istemez; ancak şehld bundan müstesnadır. Çünkü o,
görmekte bulunduğu kerametten dolayı tekrar tekrar dünyaya dönmeyi ve on kerre
öldürülmeyi temenni
eder[171]
Hazret-İPeygamber
bizzat kendisi de aynı temennide bulunmuş ve «nefsim yed-i kudretinde olan
Allah'a yemin ederim ki, ben, Allah yolunda öldürülmeyi, sonra diriltilmeyi,
sonra öldürülmeyi, sonra diriltilmeyi, sonra öldürülmeyi sonra diriltilmeyi,
sonra tekrar öldürülmeyi ne kadar isterdim[172]
demiştir.
Başka bir hadîsi de
şöyledir: «Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda
şehîdin vücudunda açılan her bir yara, kıyamet gününde, yeni açıldığı andaki
şekli üzere gelecektir: Rengi kan rengi, fakat kokusu misk kokusudur[173]
«Şehidin Allah
katında altı hasleti vardır: Vurulup da birden kanı boşandığı zaman günahları
affolunur; Cennet'te kendisine ayrılan yeri görür; kabir azabından kurtulur;
haşirkorkusundan emin olur ve iman zinetine bürünür; hûr-i lyn ile
evlendirilir; akrabasından yetmiş kişiye şefaat olunur».
Şehîdler için
vadolunan bu mükâfat, şüphesiz, Allah yolunda vuruşurken ölen kimseler
içindir. Nitekim bir bedevi, Hazret-i Peygamber'e şu soruyu sorar: «Yâ
Rasûlallah! Bir kısım insan, ganimet için savaşa katılır; bir kısım insan, halk
arasında anılmak için, bir kısım insan da, kahramanlıktaki derecesi görülsün
diye savaşır. Şu halde, Allah yolunda cihad eden kimdir?» Hazret-i Peygamber
ona şu cevabı verir: «Kim Allah'ın kelimesi yüce olsun diye cihad ederse, o mücahidin
cihadı Allah yolundadır[174].
(Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, in. 206; Müslim, Sahîh, m. 1512). Bu hadis,
yapılan işin, onu yapanın niyetine göre değerlendirileceğini göstermektedir.
Nitekim Müslim de, kitabında «ameller niyete göredir» hadisini biraz ileride
zikretmiş ve «cihad ve diğer ameller de buna dâhildir» sözünü bâb başlığı
yapmıştır,
Hazret-i Peygamber
başka bir hadisinde de, şehldlerin çeşidlerini bildirerek şöyle buyurmuştur:
«Şehîdler beştir: Tâ'ûn (veba)dan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan,
yıkık altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehld olan[175]
Başka bir hadisinde de
«kim malını korumak uğrunda öldürülürse, o şehîdtir; dini ve ırzı uğrunda
Ölenier de şehldtir[176]
demiş
bir hadisinde de
zâtulcenbten ölenleri, yanarak ölenleri ve karnındaki çocukla ölen kadınları
şehld olarak zikretmiştir.
Ancak, Allah yolunda
öldürülüp şehld olanlarla, diğer şehîdler arasında fark vardır. Bu fark,
onların, gasil ve defin işlerinde de açıkça görülür. Allah yolunda ve savaş
alanında ölen kimse, yıkanmadan, kanı ve elbisesiyle defnolunur; Hanefîlere
göre namazı da kılınır; fakat Mâlikllere ve Şâfiîlere göre namazı kılınmaz.
Hazret-i Peygamber'in hadislerinde zikredilen diğer şehîdler ise, ecelleriyle
ölen müslümanlar gibi, yıkanıp kefenlendikten ve namazları kılındıktan sonra
defnolunurlar.
Burada şunu da
belirtmek gerekir ki, şehld olmak için, insanın bile bile kendisini ölüme atması
doğru değildir. Çünkü onun görevi, her şeyden önce dînini ve vatanını düşmana
karşı korumaktır. Bu görevi yaparken öldürülürse şehldlik mertebesine erişir;
aksi halde görevden kaçmış olur ki, Allah'a karşı sorumlu olur.
İşte, Allah Ta'âlâ,
gerek hakka davet ve gerekse bu hakkın müdafası yolunda öldürülen ve böylece
şehldlik mertebesini kazanan mü'minlerin faziletlerine işaret ettikten sonra,
umumi olarak bütün mü'minlerin başına gelebilecek musibetlerin, onları imtihan
etmek gayesine matuf olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [177]
155. Sizi, herhalde,
biraz korkuyla, biraz\aç-lıkla ve biraz da mal, can ve ürünlerden yana eksiltmekle deneriz;
öyleyse (buna) sabredenleri müjdele.
156. Nitekim bunlar,
kendilerine bir musibet geldiği zaman, «biz, Allah'a aidiz ve elbette ö'na
döneceğiz» derler.
157. Rab'larından
gelen mağfiret ve rahmet, işte onların üzerinedir; hidayete erimiş olanlar da,
yine onlardır.
155 Yukarıdaki âyetler, Allah Ta'âiâ'nın kulları
hakkında koymuş olduğu bir sünnetin açık ve kesin ifadesidir. Değişmesi mümkün
olmayan bu ilâhi sünnete göre, her insan, yaşamakta olduğu dünya hayatında, bir
takım belâ ve musibetlere maruz kalacak ve her insan, bunların acısını az veya
çok, kendi nefsinde hissedecektir. Ayet-i kerlmelerdeki hitap mü'minlere
yöneltilmiş olduğu cihetle, onların da bu belâ ve musibetlerden hisselerine
düşeni alacakları muhakkaktır; yani onlara mü'min oldukları için bir imtiyaz
tanınmamıştır; imanlarına rağmen, dünya hayatının çeşitli acılarıyle
karşılaşacak ve onları tadacaklardır. Bu acılara, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde
bazı örnekler verilmiştir. Bunlardan birincisi korkudur ve umumiyetle, bir
musibet gelmeden önce, onun geleceği endişesinin sebep olduğu ruh halidir.
Savaş korkusu, salgın hastalık korkusu, açlık korkusu, deprem korkusu ve buna
benzer diğer felâketlerin sebep olduğu korkular. İnsan, varoluşundan itibaren,
ister mü'min olsun, ister kâfir olsun, bu çeşit felâketlerle karşı karşıya
gelmenin, veya bu felâketlerin içinde yaşamanın korkusunu dâima hissetmiş,
acısını çekmiştir. Ayet-i kerlme'de zikredilen açlık da, korku gibi, mü'min
veya kâfir, her insanın başına gelebilecek musibetlerdendir. Keza savaş,
hastalık, yangın, deprem ve sel gibi felâketlerin sebep olduğu mal ve can
kaybıyle elverişsiz hava şartlarının yol açtığı kıtlık da, aynı
musibetlerdendir ve bunların hiçbirinden mü'minler muaf tutulmamışlardır. İşte,
Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de, çeşitli felâketlerin sebep olduğu bu
musibetleri birbiri arkasına sayarken, bunların, mü'minleri denemek ve imtihana
tâbi tutmak, onların, bu gibi felâketler karşısında, ne derecede sabır gösterip
imanlarını muhafaza edebileceklerini ölçmek maksadına matuf olduğunu
bildirmiştir. Eğer mü'minler, sadece mü'min oldukları için bu çeşit
felâketlerden muaf tutulmuş olsalardı, îmanın değerini anlamaktan âciz
kalırlar, onu müdafa ve muhafaza etmek hususunda hiçbir gayret göstermezlerdi.
Oysa bilinen bir gerçektir ki,
insanların hepsi de
İman etmiş değillerdir ve îman etmiş olanlar, dâima, iman etmemişlerin düşmanı
olmuşlardır. Bu düşmanlığın hiçbir zaman ortadan kalkmiyacağı gözönünde
bulundurulursa, îman, veya daha geniş ifadesiyle dîn, bu düşmanlığın tabiî bir
neticesi olarak, düşmanların saldırısına maruz kalacak, çeşitli vesilelerle
ortadan kaldırılıp yok edilmesine çalışılacaktır. O halde, mü'min, bunlara
karşı dînini ve îmanını korumak mecburiyetindedir. Onun bu mecburiyeti
hissetmesi ise, ancak dînine bağlı kaldığı sürece mümkündür. Aksi halde, can ve
mal korkusu, onun, saldırıya uğrayan dininden yüz çevirmesine sebep olur ki,
işte bu hâdise, âyet-i kerîme'de sözü edilen deneme veya imtihanın aslî
konusunu teşkii eder. O halde insan, dînini ve imanını korumak için,
düşmanlarının çeşitli saldırıları neticesinde ortaya çıkabilecek felâketleri
sabırla karşılamak ve onlara mukavemet etmek zorundadır. Ancak bu sabır, sadece
düşmanların sebep oldukları felâketlere değil, fakat Allah Ta'âlâ'nın deneme
mak-sadıyle verdiği her çeşit musibete karşı da gösterilmelidir; çünkü bunun
hedefi de diğerinde olduğu gibi, imanın korunmasıdır ve insan, ne çeşit musîbet
olursa oisun, ancak ona sabredebildiği zaman îmanını koruyabilir. İşte, Allah
Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de bu gerçeğe işaret ettikten sonra, Hazret-i Peygamber'e
hitapla, çeşitli musibetler karşısında sabredip îmanlarını koruyanları, zaferle
ve güzel akıbetle müjdelemesini emretmiştir. [178]
156 Çünkü bunlar,
kendilerine herhangi bir musibet eriştiği zaman, «biz Allah'a aidiz ve elbette
O'na döneceğiz» derler. Onların bu sözü; hiçbir musibetin sarsamadığı, fakat
peşpeşe gelen felâketlerin daha çok kuvvetlendirdiği bir îmanın eseridir. Bu
söz, elbette, manâsı anlaşıimaksızın ağızlardan kuru kuruya dökülen birtakım
kelimelerden de ibaret değildir. Aksine bu söz, Allah'ı bütün âlemlerin
yaratıcısı ve hesap gününün tek sahibi olarak bilen ve buna bütün kalbiyle
inanan mü'minin sözüdür. O mü'min, şuna da inanır ki, kâinatta ne varsa, hepsi
Allah'ın elindedir ve hepsini de dilediği gibi kullanır. Eğer bir kulunun
başına bir musîbet vermişse, bu, Onun değişmez sünnetinin bir neticesidir ve
kendisince bilinen bir hikmeti vardır. Mademki bizi yaratan, yaşatan öldürecek
olan, sonra tekrar diriltip huzurunda hesaba çekecek olan O'dur; kısacası biz
O'na aidiz ve bizim asıl sahibimiz O'dur; o halde, O'nun bizim hakkımızdaki
tasarrufuna biz ne diyebiliriz? Yahut buna sabretmekten başka ne yapabiliriz?
Eğer O, bizim hakkımızda bin musibete razı olmuşsa, bizim buna rıza
göstermememiz, îmanımızı yitirip yok etmekten başka, bize ne kazandırır? İşte
insan, kendisine-bu soruları yönelttiği zaman, musibetler karşısında sabretmesi
gerektiğini anlar ve bu musibetlerin, kendisi hakkında hayra dönüşmesi ve
akıbetinin güzel olması için yaradanına dua eder. Nitekim Müslim tarafından
rivayet edilen (Sahîh, ıs. 632) bir hadîsinde, Hazret-i Peygamber şöyle
buyurmuştur: «Kendisine bir musibet geldiği zaman, biz Allah'a aidiz ve elbette
O'na döneceğiz, diyen ve Allah'ım, bu musibetimin ecrini bana ver ve beni ondan
daha hayırlı bir neticeye ulaştır, diye duâ eden hiçbir kul yoktur ki, Allah
onun ecrini vermemiş ve iyi bir neticeye ulaştırmamış olsun».
Burada şunu da
hatırlatmak gerekir ki, bir musîbet karşısında gösterilen sabra, o musibetten
dolayı insanın duymuş olduğu üzüntü, hiçbir surette aykırı değildir; çünkü
mü'minin kalbi rikkat ve rahmetle doludur ve herhangi bir musîbet karşısında
hissiz ve katı kalması mümkün değildir. Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen
bir hadîse göre, oğlu İbrahim'in ölümüne ağlayan Hazret-i Peygamber'e «sen bunu
bize menetmemiş miydin?» denildiği zaman, Hazret-i Peygamber, ağlamasının bir
rahmet eseri olduğunu bildirmiş ve «göz, yaş döker; kalp, hüzünlenir. Biz,
Allah'ın razı olduğu şeyden başkasını söylemeyiz. Ey İbrahim, biz, senin
ayrılığın dolayısıyle mahzunuz[179]
demiştir.
Bundan da
anlaşılmaktadır ki sabtr, musibetler karşısında katı kalplilik, yahut
duygusuzluk değil, fakat rahmet ve rikkatten ileri gelen bir üzüntüyle birlikte
Allah'ın takdirine rıza göstermektir. Ancak bu üzüntünün aşırı dereceye
ulaşmaması ve insana dini vecîbelerini unutturup onu ilâhi takdire isyan eder
bir hale getirmemesi gerektiğini de unutmamak lâzımdır. Zira büyük tehlike
buradadır ve çeşitli musibetler karşısında bazan îmanın yok olması da bu
sebeptendir.
O halde, gerçek sabır,
âyet-i kerîme'de de belirtildiği gibi, bir musibet
karşısında, kalp
hüzünlense bile, bunun Allah'tan geldiğini bilerek, «biz, Allah'a aidiz ve
zâten O'na döneceğiz» diyebilmektir. [180]
157 İşte, Rab'larından
gelen mağfiret ve rahmet, bu sözü kalpten söyleyipde sabredebilenleredir.
Bunların, hem Rab'ları katında, hem de diğer insanlar nazarında yüksek
mertebeleri vardır. Bu mertebe sayesinde,
günahları mağfiret
olunacağı gibi, kendilerine tahsis edilen rahmetle de,maruz kaldıkları musibet,
dünyada eşine rastlanmayan bir nimete dönü şür. Sabrın kendilerine kazandırdığı
selâmetle, hak olan, Allah'ın rızasına
uygun bulunan yola
yöneltilmiş olanlar da işte bunlardır.
Allah Ta'âlâ, daha
önceki âyetlerinde yer alan açık ve kesin emirlerle, Kabe'yi kıble yaptıktan ve
böylece müslümanlara Mekke'nin fethini işaret ederek, karşılaşabilecekleri
çeşitli felâketler karşısında sabrı tavsiye ettikten sonra. İbrahim dininin
ihyasına vesile ve bunun gerçekleşmesi yolunda i!k büyük müjde olmak üzere,
Safa ve Merve tepelerinin tavafını İslâm'ın alâmeti olarak belirtmiş ve şöyle
buyurmuştur: [181]
158. Safa ve Merve,
Allah'ın alâmetlerinden-dir. Bundan-dolayı kim Beyt (Kabe) i hacceder, yahut
umre yaparsa, her ikisini tavaf etmesinde bir beis yoktur. Kim gönlünden bir
iyilik yaparsa, şüphesiz ki Allah, (iyiliğe) iyilikle mukabele eden ve (bunu
hak edeni) hakkıyle bilendir.
Yukarıda da işaret
ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, kıbleyi değiştirdikten ve müslümaniara o tarafa
yönelmelerini emrettikten sonra, bunu kitap ehlinin ve bilhassa yahudlierin
müsiümanlar aleyhine kullanabilecekleri delilleri hükümsüz kılmak, aynı zamanda
müsiümanlara ihsan ettiği nimetini tamamlamak için yaptığını açıklamış,
bununla beraber, müslümanların elde ettikleri bu nimetlere karşı, bazı
külfetlere ve bilhassa kendilerini denemek maksadıyle üzerlerine gönderilen bir
takım musibetlere katlanmalarını ve sabır göstermelerini onlara tavsiye
etmiştir.
Kıblenin
değiştirilmesinde, müsiümanlar için büyük bir müjde vardı. Bu müjdeyle,
Mekke'nin fethedileceği ve Kabe'nin putlardan temizleneceği haber veriliyordu.
Her ne kadar geçtiğimiz âyetlerde, bu husus açıkça beyan edilmemiş ise de,
Kabe'nin kıble yapılmasından bu manâyı çıkarmamak mümkün değildir. Çünkü esası
tevhld olan bir dînin kıblesi, içi şirk alâmeti olan putlarla dolu bir ev
olamazdı. Bununla beraber Allah Ta'âlâ, böyle bir evi yine de kıble yapmış ve
müsiümanlara yüzlerini o tarafa çevirmelerini emretmiştir. Bundan sonra bu
kıblenin değiştirilmesi düşü-nülemiyeceğine göre, değişmesi gereken başka bir
şey vardı ve o da, Kabe'nin şirk alâmetlerinden temizlenip tevhide alâmet
yapılmasıydı. Bu da ancak, Mekke'nin fethiyle müşriklerden ve
müşrikpisliklerinden temizlenmesine bağlıydı. Bu sebepledir ki, Kabe'nin kıble
yapılmasında, Mekke'nin fethine açık bir işaret bulunduğunu kabul etmemek
mümkün değildir. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerimeyle, Mekke'de bulunan Safa ve
Merve tepelerinin tavafı hakkında gelen yeni bir hüküm, Mekke'nin fethiyle
ilgili işareti daha çok kuvvetlendirmiş ve daha belirli bir şekle sokmuştur. Bu
iki tepe hakkında Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [182]
158. Safa ve Merve,
Allah'ın alâmetlerinden-dir. Bundan dolayı kim Beyt (Kabe) i hacceder, yahut
umre yaparsa, her ikisini tavaf etmesinde bir beis yoktur. Kim s, gönlünden bir iyilik yaparsa, şüphesiz ki
Allah, (iyiliğe)
iyilikle mukabele eden ve (bunu hak edeni) hakkıyle bilendir1.
158 Safa ve Merve, Mekke'de, Kabe'nin hemen
yanında ve bugünkü haliyle ravaklar altına alınmış iki tepeciktir, tepeler
arasında 760 zira, veya takriben 500 metrelik bir mesafe vardır. Bu iki
tepeciğin, İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir kıssası Buhârl tarafından
nakledilmiştir. Bu kıssa özetle şöyledir: İbrahim (a.s.), emzikli olan eşini ve
küçük oğlu İsmail'i Mekke'ye getirip Kabe'nin yanındaki Zemzem suyunun
bulunduğu yere, büyük bir ağacın altına bırakır. Tabii o sıralarda, ne Kabe
inşa edilmiştir ve ne de Zemzem suyu vardır. Hattâ Mekke diye bir şehir
olmadığı gibi, oradan gelip geçen bir insan bile yoktur. İbrahim (a.s.), eşini
ve oğlunu bu ıssız vadide, yanlarında bir miktar hurma ve biraz da su ile
bırakıp onlardan ayrılır. Ayrılırken eşinin «ey İbrahim! Bizi hiçbir insanın ve
hiçbir şeyin bulunmadığı bu ıssız vadide bırakıp nereye gidiyorsun?» sorusunu
cevapsız bırakır. Fakat eşi, «bunu sana Allah mı emretti?» dediği zaman, İbrahim,
«evet» der ve ellerini kaldırarak İbrahim sûresinin 37 nci âyetinde de
zikredilen şu duayı yapar: «Rabb'ımız! Zürriyetimden bazısını, senin Beyt-i
Harâm'ıntn yanındaki ekinsiz bir vadiye, namazı kılsınlar diye yerleştirdim.
Sana şükretmeleri için insanların onları sevmelerini ve çeşitli meyvelerle
rızıklanmalarını sağla». İbrahim (a.s.), yanlarından ayrıldıktan sonra, eşi,
hurma ile bir süre idare ettiği gibi, oğlunu da emzirerek ve su vererek besler.
Fakat su bitince, hem kendisi, hem oğlu susuzluktan kıvranmaya başlarlar.
Çaresizlik içinde ve bir şey bulmak ümidiyle, bulundukları yere en yakın olan
Safa tepesine çıkar; fakat bir şey göremez. Oradan iner ve bir şeyler arayan ve
bulmak için koştururcasına yürüyen bir insan haliyle Safâ'nın karşı tarafında
bulunan Merve tepesine yönelir. Tepeye çıkar, kimseyi göremez. Oradan tekrar
Safâ'ya döner ve böylece iki tepe arasında yedi defa koştururcasına, fakat
üçüncü seterden sonra takati iyice kesilmiş olarak gider gelir. Yedinci
seferinde ve Merve üzerinde bulunduğu sırada bir ses işitir; oğlunun bulunduğu
tarafa yönelir. İşte o zaman, bir meleğin kanatlarıyle kumu kazdığını ve oradan
Zemzem suyunun kaynadığını görür[183]
Buhârî tarafından
nakledilen bu hâdise, öyle anlaşılıyor ki, İbrahim'in tekrar Mekke'ye
dönmesinden ve oğlu İsmail'in büyüyüp Kabe'yi beraberce inşa etmelerinden
sonra, bir hatıranın ihyası olarak hafızalardan silinmemiş ve Allah'ın verdiği
nimete şükran borcunun ödenmesine vesile olması için, iki tepenin tavafı hac
menâsikinden biri sayılmıştır. Çünkü böyle bir hâdise olmaksızın, İslâmiyetten
çok önceleri câhiliye Araplarının bu tepeleri tavaf etmelerini başka bir şeyle
izah etmek mümkün değildir. Mekkeli müşriklerin her iki tepeye kendi putlarını
dikmeleri ve böylece İbrahim devrinde hac menâsiki arasındalfa edilen bir işi
putlar için yapmaları daha sonraki devirlere aittir. Bu yüzdendir ki,
Medînetiler, Kabe'yi ziyaret ettikleri zaman bu tepeleri tavaf etmekten
vazgeçmişlerdir; çünkü onlar, Mekkelilerin putlarına itibar etmiyorlardı.
İslâmiyetin gelişinden sonra ve hac henüz farz kılınmadan önce de müslümanlar,
Kabe'yi ziyaret ediyorlar, fakat Safa ve Merve'nin tavafına cesaret
edemiyorlardı. Çünkü bu iki tepe, Buhârî tarafından rivayet edilen bir haberden
de anlaşıldığı gibi, üzerlerine dikilen putlar sebebiyle, câhiliye alâmetlerinden
biri olmuştu. Buhârî'de yer alan bu habere göre, Enes İbn Mâlik, «siz, Safa ve
Merve arasında sa'yetmeyi hoş karşılamaz mıydınız?» diyen Asım İbn Süleyman'a
«evet, çünkü câhiliye alâmetlerinden oldu» cevabını vermiştir[184].
İslâm, şirki ortadan
kaldırmak ve İbrahim dînini ihya etmek için gelmiş, bütün hazırlıklar da bu
gayeye matuf olarak yürütülmüştür. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ilk iş
olarak şirkin merkezi olan Mekke'nin fethi ve şirk pisliğinden temizlenmesi
gerekiyordu. Allah Ta'âlâ, bu işin gerçekleştirilmesi için ilk işaretini
vermiş ve Mekke'deki Kabe'yi müslümanlara kıble yapmıştır. İkinci işaret ise;
yukarıdaki âyet-i kerîmeyle, müslümanların îfasında tereddüt gösterdikleri Safa
ve Merve'nin tavafına izin vermekle belirdi. Allah Ta'âlâ, bu tavafın câhiiiye
alâmetlerinden değil, aksine Allah'ın, yahut İbrahim dininin, yahutta
İslâmiyetin alâmetlerinden olduğunu, binâanaleyh bu tavafı yapmakta hiçbir
beis, hiçbir günah bulunmadığını bildirerek, önce müslümanlan bunu yapmakta
serbest bırakmış, sonra da, kim gönlünden bir iyilik, yahut hayırlı bir iş
yaparsa, bunun karşılıksız kalmıyacağını bildirmek suretiyle, bu tavafın
yapılmasının yapılmamasından çok daha hayırlı olduğuna işaret etmiştir. İşte bu
işaret sebebiyledir ki, Hanefîter dışında, müslümanların çoğunluğu, Safa ve
Merve arasındaki Sa'y'i haccın rüknü olarak kabul etmişler ve hacceden kimseye
sa'y farzdır, demişlerdir. Hanefîler ise, sa'y'irı vâcib olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Bu vücûb, mevsiminde yapılan hac menâsiki için olduğu kadar,
âyet-i kerîme'den de anlaşıldığı gibi, mevsim dışında yapılan ve ziyaret
manâsına gelen umre için de söz konusudur.
Allah Ta'âlâ, gerek
hac esnasında olsun, gerek umrede olsun, Safa ve Merve'yi gönülden tavaf
edenlerin ve hattâ daha umumî manâda, bu ibadetler dışında fazladan hayır
işleyenlerin amellerini hiçbir surette karşılıksız bırakmaz. Kimin ne
yaptığını O'ndan daha iyi bilen yoktur.
Ayet-i kerîme'de Allah
Ta'âlâ, gönülden iyilik yapanlara karşı kendisini Şâkir olarak
isimlendirmiştir. Şâkir, şükreden manasınadır ve bir nimete karşılık, o nimeti
ihsan edene teşekkür etmek manâsındaki şükürden ism-i faildir. Buna göre
Şâkir'm, âyet-i kerîme'de mecazî manâda kullanıldığı anlaşılır. Çünkü kulların
işlemiş oldukları her çeşit iyiliğin, Allah Ta'âlâ'ya değil, ancak kendilerine
faydası vardır ve Allah Ta'âlâ, kullarından hiçbirine hiçbir hususta muhtaç
değildir. Bununla beraber O, kendisini Şâkir olarak isimlendirmekle, aklını
kullanabilenlere yüksek bir edeb ve terbiye dersi vermiştir. Evet; Allah
Ta'âlâ, kullarının yapacakları iyiliklere muhtaç olmadığı ve bu iyiliklerin
kendisine hiçbir faydası bulunmadığı halde, kendisini bu iyiliklere karşı
şükreden olarak gösterirse, kullarının O'nun ihsan ettiği bunca nimetlere
şükretmeyip nankörlük etmeleri nasıl mümkün olur?
Allah Ta'âlâ kıbleyi
değiştirerek ve Safa ile Merve'yi dînin alâmeti olmak üzere yeniden ihya ederek
şirkin yok edilmesi için Mekke yolunu müslümanlara gösterdikten ve bu arada,
kıble değişikliği üzerine, umumî olarak kâfirler, hususî olarak da yahudller
tarafından ileri sürülen itiraz ve delilleri çürütüp hükümsüz bıraktıktan
sonra, kitap ehline karşı yönelttiği hamlelere devam etmiş ve şöyle
buyurmuştur: [185]
159. İndirdiğimiz, apaçık
delilleri ve irşadyollarını, Kitapta
insanlara açıklamamızdan sonra gizleyenler... İşte onlara hem Allah lanet
eder, hem de lanet edebilecek olanlar lanet eder.
160. Ancak tövbe edenler, ıslâh olanlar ve
(doğruyu) açıklayanlar müstesna. Bun-lann tövbelerini kabul ederim. (Çünkü
dâima) tövbeleri kabul eden, bağışlayan benim.
161- Küfredenler ve
kâfir olarak ölenlere gelince, Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların
laneti bunların üzerinedir.
162. Bu lanette
daimîdirler; onlardan azâb hafifletilmiyeceğı gibi, onlara (kurtulabilirler
ümidiyle de) bakılmaz.
Daha önceki âyetlerin
tefsirinde de müteaddit defalar işaret olunduğu gibi, kitap ehli âlimleri,
hahamları ve râhibleri, kendi kitaplarında, Hazret-i Peygamber'in geleceğini
müjdeleyen ve sıfatlarını açıklayan metinleri, Mâide sûresinin tefsirinde (âyet
44) zikri geçecek olan zaninin recmi gibi bazı seri nasslan, herhangi bir
ihtiyaç ânında, veya bunlardan sorulduğu zamanlarda gizliyorlar, kitaplarında
böyle şeylerin olmadığını ileri sürerek inkâr ediyorlardı. Bazan da, bu
gizlemeyi, ya yazılı metinleri tahrif ederek yapıyorlar, yahutta bu metinleri
açıklarken, onları asil manâları dışında tevil ederek manâlandırıyorlar ve
dinleyenlere gerçekle ilgisi olmayan, yalan yanlış bilgiler aktarıyorlardı.
Kıblenin değiştirilmesinden sonra ortaya çıkardıkları fitne ve fesad da böyle
bir tahrifin ve gerçeği ters göstermenin bir netİcesiydi.Nitekim kıbleyle
ilgili olarak gelen 144- âyette, kendi-lerine kitap verilenlerin, kıble
değişikliği keyfiyetini Rab'larından gelen bir gerçek olarak çok iyi
bildiklerine işaret edildiği gibi, 146 ncı âyette de, yine bu kitap ehlinin
Hazret-i Peygamber'i, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları belirtilerek,
onların, yine de hakkı bile bile gizledikleri açıklanmıştı. O halde, hakka bu
derece düşman olan bu kâfirlerin yaptıkları yanlarına elbette kâr kalmıyacak ve
yaptıklarının cezasını elbette çekeceklerdir. Allah Ta'âlâ, yukarıdaki
âyetlerinde, bu cezanın daimî lanet olduğunu açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [186]
159. İndirdiğimiz
apaçık delilleri ve irşad yollarını Kitapta insanlara açıklamamızdan sonra
gizleyenler... İşte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecek
olanlar lanet eder.
160. Ancak tövbe edenler, ıslâh olanlar ve
(doğruyu) açıklayanlar müstesna... Bunların tövbelerini
kabul ederim. (Çünkü dâima)
tövbeleri kabul eden, bağışlayan benim.
161. Küfredenler ve kâfir olarak ölenlere gelince,
Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti bunların üzerinedir.
162. Bu lanette dâimidirler; onlardan azâb
hafifletilmiyeceğı gibi, onlara, (kurtulabilirler ümidiyle de) bakılmaz.
159 Kitap ehli,
Tevrat'ta olsun İncil'de olsun, açık bir şekilde yazılı bulunan Allah'ın
hükümlerini, İslâm ve İslâm'ın son Peygamberi hakkındaki müjdeli haberlerini
gizlemekten, yahut gizlemek maksadıyle tahrif etmekten çekinmemişlerdir.
Yaptıkları bu iş, küçümsenecek ve üzerinde durulmasına lüzum görülmeyecek bir
iş değildir. Çünkü onlar, bu hareketleriyle, kendilerine tâbi olan gelip
geçmiş milyonlarca insanın gerçeği görmelerine ve doğru yolu bulmalarına engel
oldukları gibi, bundan sonra gelecek olan nesillere de aynı kötülüğü
yapmışlardır. Suçlarının ağırlığı dolayısıyle haklarında takdir olunacak
cezanın da aynı derecede ağır olması gerekir. İşte bu ceza, yukarıdaki âyet-i
kerîmelerle takdir olunmuş ve önce Allah'ın, sonra da meleklerin ve insanların
ebedî lanetine mahkûm edilmişlerdir. Lanet, dünya ve âhırette, Allah'ın
mü'minlere teşmil ettiği rahmetinden mahrum kalmaktır ki, bu mahrumiyete
uğrayanların akıbeti ebedi Cehennem ateşidir. [187]
160 Bununla beraber,
ne olursa olsun, vakit henüz geçmiş değildir. Gerçekleri gizlemek cürmünü
işleyenler, bu işten vazgeçip yaptıklarından tövbe ederlerse, Hazret-i
Peygamber'e ve O'nun Rabb'ından getirdiği mahzâ hidayet olan dine samimiyetle
inanıp hak yola girerlerse, daha önce gizledikleri gerçekleri açıklar, yahut
ıslah-ı hâl ettiklerini fiil ve hareketleriyle açıklamaktan çekinmezlerse,
Allah, şüphesiz, onların bu tövbelerini kabul ederek üzerlerine indirdiği
lanetinden vazgeçer. Çünkü Allah'tan başka tövbeleri kabul eden yoktur.
Dikkat edilecek
olursa, Allah Ta'âlâ, ilk âyette gerçeği gizleyenler hakkında «Allah onlara
iânet eder» buyurmak suretiyle üçüncü şahıs sîgası kullanmışken, ikinci âyette,
tövbelerin kabulü söz konusu olduğu zaman «Allah onların tövbelerini kabul
eder» buyurmamış, fakat kabul keyfiyetini kendi yüksek zâtına isnad ederek
«onların tövbelerini ben kabul ederim» demiştir. Bu uslûb, ilâhi tedibin en
güzel örneklerinden birini teşkil eder. Nitekim bundan sonraki ibarede de aynı
uslûb devam etmiş ve Allah Ta'âlâ, suçluların tövbeye rağbetini artırmak ve
içlerinde herhangi bir şüphe kırıntısı bırakmamak için «muhakkak tövbeleri
kabul eden ve tövbe edenleri bağışlayan benim» buyurmuştur. Bu beyan, Allah
Ta'âlâ'nın, kul her seferinde tövbe edip tekrar günah işlese bile, tövbesini
kabul edip onu bağışladığının açık bir ifadesidir. Nitekim Zumer sûresinin 53
üncü âyetinde de, bu gerçeğe işaret edilmiş ve Allah Ta'âlâ «ey kendi
aleyhlerine günah işlemekte haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi
kesmeyin. Çünkü O, bütün günahları bağışlar» buyurmuştur. O halde, günah
işleyenler için tövbe kapısı dâima açıktır. Allah Ta'âlâ. yukarıdaki âyet-i
kerlmesiyie, peygamberlerine indirmiş olduğu apaçık delilleri gizleyen, yahut
tahrif ederek başkaları tarafından bilinip öğrenilmesini engelleyen kâfirler
için bile tövbe kapısını açık tuttuğuna göre, günahkâr mü'min-ler için bu
kapıdan girmekten daha kolay ne olabilir?[188]
161 Fakat Allah'ın
peygamberlerini ve bu peygamberlerin Allah katından getirdikleri kitapları
inkâr ederek küfür işleyenler, küfürlerinde inad ve ısraı edenler, sonra da bu
halde iken ölenler ise. işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti,
artık bunların üzerinedir. Bu lanet, onların üzerine tescil edilmiş olup, dünya
ve âhırette bundan kurtuluş yoktur. Günahkâr mü'minler için, kıyamette şefaat
bir kurtuluş vesilesi olsa bile. bu kâfirlere ne bir melek ve ne de bir insan
şefâatta bulunmıyacaktır. Çünkü bunlar. bütün meleklerin ve bütün insanların
lanetine uğramışlardır. Lanet edenin lanet ettiğine şefâatta bulunması nasıl
mümkün olur? Bir insanın dünya ve âhırette hüsrana uğraması için yalnızca Allah
Ta'âlâ'nın laneti yeterli olduğu halde, âyet-i kerlme'de, meleklerin ve
insanların lanetine de yer verilmiş ve böylece kâfirlerin, kıyamet günü,
şefaâtdan bile mahrum kalacaklarına işaret edilmiştir. [189]
162 Küfürlerinde İsrar
edip tövbeye yanaşmıyanlar, sonra da küfür içinde ölüp gidenler üzerindeki bu
lanet, üzerlerinden hiçbir zaman kalkmıyacak, ebediyen bu lanetin altında
kalacaklardır. Bu lanetin, üzerlerinde ebediyen devamı ise, onların ebediyen
Cehennem ateşinde kalmaları demektir. Bu sebeple, hem lanet ve hem de bu
lanetle birlikte gelen azâb sürüp gidecek ve hiçbir zaman bundan kurtuluş ümidi
bulunmıyacağı gibi, azabın hafifletilmesi de söz konusu olmıyacaktır. Zaten
Allah'ın, meleklerin ve insanların onlar üzerindeki lanetleri devam edip
giderken, azabın hafifletilmesi, yahut onlara mühlet verilip
kurtulabileceklerinin beklenmesi nasıl mümkün olur? Artık onlar, tövbe vaktini
kaçırmışlar ve küfürlerinin acı meyvesini toplamaya başlamışlardır.
Allah Ta'âlâ,
küfürlerinde inad edenlerin elim akıbetlerini böylece açıkladıktan sonra,
mü'min olsun kâfir olsun, bütün insanlara ilâhlarının bir ve dolayısıyle
şeriatın veya dînin de bir olduğunu hatırlatarak, artık gerçekleri gizlemekten
vazgeçmeleri, dış âlemde Allah'ın varlığını ve birliğini isbat eden delillere
gözlerini çevirerek akıllarını kullanmaları, sonra da tevhld inancı üzerinde
birleşmeleri için şöyle buyurmuştur; [190]
163. ilâhınız
tek bir ilâhtır; Rahman
ve Rahim olan O ilâhtan başka ilâh yoktur.
164, Göklerin ve yerin yaratılışında, geee ve
gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlar için faydalı olan şeylerle denizde
yüzen gemilerde, Allah gökyüzünden indirip de kendisiyle ölümünden sonra
yeryüzüne hayat verdiği ve her türlü canlıyı orada yaydığı suda, rüzgârı
dilediği yöne sevkedisinde ve gökyüzüyle yeryüzü arasında (rüzgâra) tâbi olan
bulutlarda aklını kullanan kimseler için deliller vardır.
Allah Ta'âlâ, yukarıdaki
iki âyet-i kerîme'de. önce ulûhiyet yönünden kendisini tavsif ederek
vahdaniyetini ve rahmetinin genişliğini ortaya koymuş, sonra da bu vahdaniyete
ve rahmete delâlet eden ve her akıl sahibinin aklını kullandığı takdirde, bu
iki temel inanca ulaşmasını sağlayacak olan delilleri zikretmiştir. Bu
deliller karşısında, insanın, artık Allah'ı bilmesi, tanıması ve hiçbir şeyi
O'na ortak kılmaması gerekir. Zira insanlar, çok defa O'na, ya ulûhiyetinde
ortaklar edinip O'nunla birlikte bu ortaklara da ibadet etmişlerdir; yahutta
Allah Ta'âlâ'nın rubûbiyetinde O'na ortaklar bulup, O'nun kulları hakkındaki
tasarruflarını, emir ve yasaklarını, bunları bütünüyle içinde açıklayan
Kitab'ından değil, fakat bu ortakların hevâ ve heveslerine dayanan ve helâli
haram, haramı da helâl kılan sapık fikirlerinden alıp onlarla hükmetmişlerdir.
Böylece, bir taraftan Allah'ın şeriatını bölüp parçalamışlar bir taraftan da
bu şeriata, Allah'ın Kitab'ında olmayan ve Peygamberi tarafından getirilmiyen
bir takım sapık fikirleri sokarak Allah'ın rubûbiyetine vaya Rab'lığına ortak
çıkmışlardır. Nitekim Allah Ta'âlâ, Tövbe sûresinin 31 inci âyetinde kitap
ehlinden söz ederken, «onların, Allah'ı bırakıp hahamlarını rahiplerini ve
Meryem'in oğlu İsâ Mesih'i tanrı edindiklerini» açıklamış, sonra da şöyle
buyurmuştur: «Halbuki hahamlar da, rahipler ve İsâ Mesih de, ancak bir olan
ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O'ndan başka ilâh yoktur; O, onların
ortak koştukları her şeyden münezzehtir».
O halde, her insana ve
özellikle dîn âlimlerine düşen iş, Allah'ın kitabında indirdiği her şeyi, ona
hiçbir şey ilâve etmeden ve ondan hiçbir şey çıkarmadan, yahut hiçbir şey
gizlemeden insanlara açıklamaktır. Çünkü çıkartılan veya gizlenen, yahutta
ilâve edilen her şey, bunu yapanın. Allah'a, rubûbiyetinde ortaklık ettiğini
gösterir. Halbuki Allah Ta'âlâ birdir ve O'ndan başka ilâh yoktur. İşte bu
gerçeği ortaya koymak ve daha
önceki âyetlerde,
Allah'ın apaçıK delillerini gizlemek suretiyle ünün lanetine müstehak olan
kitap ehlinin, bu işi yapmakla, nasıl Allah'a şirk koştuklarına bir daha
işaret etmek için şöyle buyurmuştur: [191]
163. İlâhınız,
tek bir ilâhtır; Rahman
ve Rahim olan O ilâhtan başka ilâh yoktur.
163 Bütün insanların ibadet etmek mecburiyetinde
oldukları tek bir ilâh, tek bir mabûd vardır. Kim O'ndan başkasını ilâh kılıp
ona ibadet ediyorsa, bilmelidir ki, ibadet ettiği şey, ilâh olmaya lâyık bir
şey değildir; sahtedir; bâtıldır; çünkü ibadet edilmeye lâyık bir tek ilâh
vardır ve O da, bütün mahlûkatın sahip olduğu noksan sıfatlardan münezzeh,
kendi zâtiyle kaim Allah Ta'âlâ'dır. Her ne kadar O'nun güze! isimleri,
kusursuz, noksan olmayan sıfatları varsa da ve biz O'nu bu isim ve sıfatlarıyle bilebilirsek de,
O'nun zâtını idrak etmemiz, künhüne vâkıf olmamız mümkün değildir. O,
yukarıdaki âyet-i kerîme'de ve Kur'ân-ı Kerlm'in bir çok âyetlerinde, kendi
zâtına delâlet etmek üzerehuve lafzını kullanmış ve ohuve'ye, bütün isim ve
sıfatlarına şâmil olan Allah ismini lâyık görmüştür, Binâanaleyh, işte ohuve,
yani zât-ı bari, her şeyden önce, Rahman ve Rahim sıfatlarıyle muttasıftır ki,
bu, O'nun rahmetinin hududsuz genişliğine delâlet ettiği gibi, insanların,
O'ndan başkasının rahmetinden müstağni olduklarına, O'ndan başkasının rahmetine
ihtiyaçları bulunmadığına da bir delil teşkil eder. O halde insan, şunu iyice
bilmek zorundadır ki, rahmetini umduğu kimseyi terkedip yalnız Allah'ın
rahmetine sığınır ve yalnız ona ümid beslerse, ulûhiyetinde tek olan ve şeriki
bulunmayan Allah, terkedilen kimseden gelebilecek zarara karşı kâfidir. Fakat
başkasının rahmetine bel bağlıyarak Allah'ın rahmetinden yüz çeviren kimse,
O'nun rubûbiyetine başkasını ortak kıldığı için, Allah'ın rahmetinden mahrum ve
başına geleceği muhakkak olan her türlü felâket karşısında yalnız kalır. İşte
Allah Ta'âlâ, böyle geniş rahmeti olan bir ilâhtır ve O'ndan başka rahmet
sahibi bir ilâh yoktur. İnsanın bunu anlaması için gözlerini etrafa çevirip
şöyle bir bak-. ması ve biraz da aklını çalıştırması yeterlidir. Bunu yaptığı
takdirde, ilâhının tek bir ilâh olduğunu, Rahman ve Rahim sıfatlarıyle hudutsuz
rahmetini bütün âlemlerin üzerine yaymış O'ndan başka bir ilâh bulunmadığını
kolayca anlayacaktır. İnsanı, bu gerçeği isbat yolunda irşad eden şu ilâhi
hitap bile, O:nun rahmetinin genişliğine ve sonsuzluğuna delâlet eder: [192]
164. Göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlar için
faydalı olan şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allah'ın gökyüzünden indirip de
kendisiyle ölümünden sonra yeryüzüne hayat verdiği ve her türlü canlıyı orada
yaydığı suda, rüzgârları dilediği yöne sevkedisinde ve gökyüzüyle yeryüzü
arasında (rüzgâra) tâbi olan bulutlarda, aklını kullanan kimseler için deliller
vardır.
164 Şüphesiz şu âlem,
akimi kullanan insanlar için, Allah'tan başka ilâh olmadığını isbat eden
sayısız delillerle doludur ve bu delillerin hepsine yedi madde halinde işaret
edilmiştir:
1) Göklerin
yaratılışı, Allah'ın vahdaniyetine bir delildir. Nasıl olmasın ki, ucu bucağı
olmayan şu boşlukta, kocaman bir güneş sistemiyle milyonlarca yıldız
yüzmektedir. Her birinin kendine hâs bir nizamı bulunduğu gibi, hepsinin de
bağlı olduğu başka bir nizam vardır ve her biri, kendi nizamı içerisinde nasıl
hareket ediyorsa, hepsi birden bağlı bulundukları nizamın dışına da
çıkmamaktadır. Bize en yakın olan ve ıştğıyle dünyayı aydınlatan, aynı
zamanda, insan, hayvan ve bitki gibi bütün canlılara hayat veren güneş,
kendisine uzaklıkları ne olursa olsun, kendisine bağlı diğer yıldızların
hareketlerini de düzenlemekte ve kontrol görevi yapmaktadır. Bütün bunlar,
göklerde görülen bu nizam ve İntizamın, yaratmada, takdirde ve tedbirde eşi,
ortağı bulunmayan tek bir ilâhtan sâdır olduğunu ve sadece O'nun eseri olarak
meydana geldiğini isbat eder. Tedbir ortadan kalkarsa, yerle göğün, güneşle
yıldızların birbirine girip atılmış pamuk gibi boşlukta uçuşmalarına kim engel
olabilir? Fakat kudreti sonsuz olan O tek ilâhtır ki, tedbiriyle göklere bir
nizam verip, insanların faydalanmaları, hem de ibret almaları için onları
başlan üzerine sermiştir.
2) Allah'ın vahdaniyetini
isbat eden ikinci delil, arzın yaratılışıdır. Büyüklüğünde, taş, toprak, su ve
çeşitli madenlerden meydana gelmiş maddesinde, şeklinde ve insanların
istifadesine sunulmuş bitki, hayvan ve her çeşit mahsulünde Allah'ın birliğini
gösteren deliller vardır.
3) Geceyle gündüzün
birbiri arkasında gelişinde, zamana ve bölgelere göre uzayıp kısalışında,
güneşe bağlı olarak mevsimlerin değişişinde, insanlar için çeşitli faydalar
vardır. İsrâ sûresinin 12 nci âyetinde bu faydalardan birine işaret edilerek
şöyle buyurulmuştur: «Biz, geceyle gündüzü iki âyet (delil) kıldık. Geceyi
giderip, yerine aydınlık gündüzü getirdik ki, böylece, Rabb'ınızdan geçiminiz
için rızkınızı arar, yılların sayısını, günlerin hesabını bilirsiniz»». Fürkan
sûresinin 62 nci âyetinde ise, geceyle gündüzün, düşünüp ibret almak, yahut
Allah'a şükretmek isteyenler için, birbiri arkasına Atlah Ta'âiâ tarafından
getirildiği açıklanmıştır. Bütün bunlar, bu nizamı koyan ve hepsini kullarına
birer nimet olarak ihsan eden Allah'ın birliğine delildir.
4) İnsanlar için faydalı olan şeyleri oradan
oraya taşıyan, ticaret ve seyahatları kolaylaştıran gemilerde ve bu gemilerin
deniz üzerinde gidip gelişini sağlayan deniz, göl ve ırmaklarda Allah'ın
birliğini isbat eden deliller vardır. Hacmi küçük, ağır bir cismin suda
batmasına rağmen, gemilerin su üzerinde kalmasının ve itici bir güçle hareket
etmesinin kanunlara bağlanmasında da aynı delilleri görmek mümkündür. Bütün
bunlar, insanların faydalanması için, kendisinden başka ilâh olmayan Allah
Ta'âlâ'nın onlara ihsan ettiği nimetlerin bolluğunu göstermeye de yeterlidir. O
derecede ki, En'âm sûresinin 97 nci âyetinde de açıklandığı gibi, «Allah
Ta'âiâ, karanın ve denizin karanlıkları içinde yollarını doğrultmaları için
yıldızları yaratmış» ve onları, hem kaıada, hem denizde, zifiri karanlıkta
yolculuk eden kimselerin istifadesine sunmuştur.
5) Allah Ta'âlâ'nın
gökten indirdiği suda da O'nun birliğini isbatlayan deliller vardır. Rûm
sûresinin 48 inci âyetinde «rüzgârları gönderip bulutları harekete geçirenin,
sonra bunları dilediği şekilde yayıp parçalayanın, sonra da bunlardan yağmur
çıkararak dilediği yere yağdıranın ve bununla insanları sevindirenin Allah
Ta'âiâ olduğu» açıklanmıştır ki, bu keyfiyet, yağmurun teşekkülü hakkında
bugünkü ilmin ortaya koyduğu gerçeklerden farklı değildir. Yeryüzündeki su
birikintilerinin güneşin hararetiyle buharlaşıp gökyüzüne çıkması, orada
meydana gelen bulutların rüzgârın itişiyle belirli bir yerde toplanıp soğuk
hava tesiriyle tekrar su haline dönmesi ve yeniden yeryüzüne düşmesi.. İşte bu
devr u dâim, Allah'ın koyduğu kanunlar çerçevesi içinde cereyan eder ve bundan,
insanların yaşayışlarını sürdürmelerine yarayan neticeler hâsıl olur:
a) Allah Ta'âiâ,
yağmur olarak gökyüzünden tekrar indirdiği bu su ile, ölmüş olan toprağa
yeniden hayat verir; kurumuş olan bitkiler yeşerir; meyveden kesilmiş olan
ağaçlar, yeniden meyvelerini vermeye başlarlar. Hacc sûresinin 5 inci âyetinde
de işaret edildiği gibi, «sen yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün; fakat biz,
onun üzerine suyu indirdiğin ıiz zaman, o, harekete geçer, kabarır; her güzel
çiftten nice güzel nebat bitirir».
Topraktaki bitkiler,
hayat kaynağı olan ve gökyüzünden yağmur olarak dökülen tek bir su ile sulanır;
fakat sonradan görülür ki, toprak üzerinde bu bitkilerin rengi, kokusu, tadı
birbirinden farklıdır. Bir tarafta karpuz yetişmiştir; onun yantbaşında, şekli
ona benzese bile, tadıyle kokusuyle ondan aynian bir kavun belirmiştir. Bir
tarafta son derece tatlı meyve veren hurma ağacı vardır; onun yanıbaşında aynı
derecede ekşi limon ağacına rastlanır. Keza gökten inen su, bir tarafta çeşitli
renklen ve güzel kokula-rıyte gü! fidanına hayat verirken, onun yanı başında
kötü kokusuyle başka bir bitkiyi canlandırır.
b) Gıdasını sudan ve
topraktan alan bu bitkiler, insanlar için faydalı olduğu kadar, yeryüzüne
yayılmış olan çeşit çeşit hayvanların da gıdasını teşkil eder. Bu bakımdan su,
bitkiler için ne derecede hayat kaynağı ise, hayvanlar için da aynı derecede
önemlidir ve bütün bunlar, Allah'ın birliğine delâlet ettiği gibi, O'nun
insanlar üzerine yaydığı rahmetinin genişliğini de gösterir.
6) Allah Ta'âlâ'nın gökle yer arasında
rüzgârları dilediği tarafa yöneltmesinde de, O'nun birliğini isbat eden
deliller ve insanlar için sayısız faydalar vardır. Hicr sûresinin «biz,
aşılayıcı rüzgârlar gönderdik» mealindeki 22 nci âyetinde de işaret edildiği
gibi, bitkilerin meyve vermesi, çok defa, çiçek tozlarının biribirlerini
aşılamasına bağlıdır. Bu ise, hem kuşların ve böceklerin, o tozlan diğer
çiçeklere taşıması, hem de rüzgârın, onları uçurup diğerlerine bırakmasıyle
mümkün olur. Rüzgârın değişik yönlere doğru esmesiyse, aşı işinden, her yönde
bulunan bitkilerin aynı derecede istifade etmesini sağiar.
7) Nihayet çeşitli yönlere esen rüzgâra tâbi
kılınarak bulutların da çeşitli yönlere sevkedilişinde, Allah'ın birliğini
isbat eden deliller vardır. Çünkü yeryüzünün her tarafı, üzerinde yaşayan
bitkileri ve hayvanları besleyebilmek için, yağmura ve suya muhtaçtır. Bu
ihtiyaç ise, bulutların sadece bir yöne değil, fakat muhtelif yönlere
sevkedilip yağmur yağdırıl-masıyle karşılanabilir. İşte, âyet-i kerîmede yedi
madde içinde işaret olunan bu hususlar, bir evvelki âyetle ortaya konan
«İlâhınız tek bir ilâhtır: Rahman ve Rahim olan O ilâhtan başka ilâh yoktur»
hükmünü isbat eden delillerdir.. Ancak, bunların birer delil olması, aklını
kullanan, düşünen, sebeple müsebbibi birbirinden ayıran ve nihayet bir sonuca
ulaşarak, bütün bunları icad edenin kudretine, hikmetine ve rahmetinin
genişliğine hükmedip O'ndan başka ibadet edilmeye lâyık bir .ilâh bulunmadığına
inanan kimseler içindir. Öyle kimseler de vardır ki, çevrelerinde her gün
cereyan eden bu olayları görürler de, akıllarını kullanıp bunların sebep ve
hikmetlerini araştırmazlar; İnanç sahibi olmaktan korkarcasına, bunlara, tabiat
olaylarıdır, deyip geçerler. Bunlar, kendilerine akıl verilmemiş bir takım
yaratıklar derekesindedir ki, Allah Ta'âlâ bu gibileri hakkında şöyle
buyurmuştur: [193]
165. insanlar içinde bir takım kimseler de vardır
ki, Allah'tan başkasını O'na ortaklar kılıp onları Allah'ı sever gibi severler;
gerçi İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir; fakat o
zulmedenler, azabı görürken
bütün kuvvetin Allah'a mahsus ve
Allah'ın şiddetli azâb sahibi olduğunu bir bilseler...
166. (Yine o zaman) peşlerinden gidilenler,
azabı görüp peşlerinden
gelenlerden kaçıp kurtulmuşlar; kendileriyle aralarındaki münasebetler
kesilmiş...
167. Ve peşlerinden gidenler «keski bizim için
dünyaya bir defa daha dönüş olsaydı da, onların bizden kaçıp kurtuldukları
gibi, biz de onlardan kurtulsay-dık»
demekteler... İşte, Allah
onlara amellerini, üzerlerine yığılmış pişmanlıklar"halinde böyle
gösterecektir. Fakat onlar ateşten çıkacak değillerdir.
Yukarıdaki âyet-i kerimeler,
Ailah Ta'âlâ'nın birliğine ve rahmetinin genişliğine delâlet etmek üzere, daha
önceki âyetlerde zikredilen delilleri akıl etmeyen, bu deliller üzerinde durup
düşünmeyen ve bu sebepten, Allah'a ortaklar bulup onlara sığınan, onlardan
hayır ve rahmet bekleyen, dinlerini ve şeriatlarını onlardan alan bir takım
beyinsizlerin halini açıklamıştır. Ayet-i kerîmede geçen ve bizim «ortaklar»
manâsını verdiğimiz endâd (müfredi: nidd), bazı meal ve tefsirlerde görüldüğü
gibi, ilim, irade, kudret vs. sıfatlar yönünden Allah'a denk, eş, benzer olan
şeyler değil, fakat Allah ile kul arasında vâsıta olan ve kendilerini Allah'a
yaklaştırdıklarına inanılan şeyler veya kimselerdir. Bu, tıpkı hükümdarlara,
devlet başkanlarına, yahut makam sahiplerine yaklaşmaktan âciz, zayıf
kişilerin, kendilerini onlara yaklaştıracak vâsıtalara sığınmaları gibidir. Bu
âciz ve zayıf kişilerin nazarında, devlet başkanı, yine devlet başkanıdır;
sığındıkları vâsıtalara ise, devlet başkanı nazariyle bakmazlar. İşte, nidd
(veya cem'i endâd) da böyledir ve arada vâsıta olan kimselerdir. Nitekim
Kur'ân-i Kerlm'de buna delâlet eden muhtelif âyetler vardır. Yûnus sûresinin
18 inci âyetinde şöyle denilmiştir: «Allah'ı bırakıp kendilerine ne zararı, ne
de faydası dokunan şeylere ibadet ederler ve sonra da, bunlar, Allah yanında
bizim şefâatçılarımızdır, derler...» Zümer sûresinin 3 üncü âyetinde de,
«Allah'tan başkasını dost edinenlerin, biz bunlara, ancak bizi Allah'a daha
fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, dedikleri» açıklanmıştır. Buna
göre, Allah'tan başka şeyleri endâd, yani O'na ortak kılanlar, bazan Allah'a ve
O'nun kudretine inansalar bile, Allah'tan istenecek şeyleri, O'na ortak
kıldıkları kimselerden isterler; yahut yalnızca Allah'tan alınması gereken
şeyleri, yine onlardan almaya kalkışırlar. O halde âyet-i kerîme'de zikredilen
endâd kelimesinin, taştan, tahtadan veya çamurdan yapılmış putlardan daha geniş
bir manâya şâmil olduğu ve bu manâ içerisine ister dinî hüviyeti olsun, ister
olmasın, reis veya lider mevkiinde olan ve halk üzerinde tesiri bulunan
insanların da girdiği anlaşılır. İkinci âyette, peşinden gidilenlerle
gidenlerden ve bunların, kıyamet günü görecekleri azabı anlayınca
birbirlerinden kaçıp kurtulmak istemelerinden söz edilmesi de buna delâlet
eder. Keza tövbe sûresinin 31 inci âyetinde sözü edilen kitap ehlinin, Allah'ı
bırakıp hahamları, rahipleri ve Meryem'in oğlu İsa'yı kendilerine erbâb
(müfredi rab) edinmeleri de, bunların kitap ehli tarafından endâd (Allah'a
ortak) kılındıklarını gösterir. Burada, şunu da
gözden uzak tutmamak
gerekir ki, Allah'a ortak kılınan bu kimselerin, peşlerinden gidenlere, Allah
yanında şefaatçi olduklarına inanıldığı gibi, Allah'ın Kitabına ve
Peygamberinin sünnetine zıd düşen görüş ve düşüncelerine de itibar edüir ve
onlara, terki caiz olmayan dînî birer nass nazariyle bakılır.
İşte, Allah Ta'âlâ,
Allah'ın birliğini ve sonsuz rahmetini gösteren sayısız delillerden intibaha
gelmeyen, akıllarını kullanıp bu deliller üzerinde durmayan, sonra da
Allah'tan başka kimseleri O'na ortak kılarak onların peşinden giden
beyinsizlerin, kıyamet günü, uğrayacakları azabı görünce, nasıl pişmanlık
duyacaklarını ve nasıl dünyaya geri dönüp bir daha Allah'a ortak koşmamak
hasreti içinde kıvranacaklarını göstermek için bu âyet-i kerîmeleri indirmiş ve
şöyle buyurmuştun[194]
165. İnsanlar içinde bir takım kimseler de vardır
ki, Allah'tan başkasını O'na ortaklar kılıp, onları, Allah'ı sever gibi
severler; gerçi îman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok daha
kuvvetlidir; fakat o zulmedenler, azabı görürken, bütün kuvvetin Allah'a
mahsus ve Allah'ın şiddetli azâb sahibi olduğunu bir bilseler...
166. (Yine o zaman) peşlerinden gidilenler,
azabı görüp peşlerinden
gelenlerden kaçıp kurtulmuşlar;
kendileriyle aralarındaki münasebetler kesilmiş...
167. Ve peşlerinden gidenler, «keski bizim için dünyaya bir defa daha dönüş olsaydı da,
onların bizden kaçıp kurtuldukları gibi, biz de onlardan kurtulsay-dık» demekteler...
İsje, Allah onlara amellerini, üzerlerine yığılmış
pişmanklar halinde
böyle gösterecektir. Fakat onlar ateşten çıkacak değillerdir.
165 - Allah'tan
başka ilâh olmadığını ve O'nun kuvvet, kudret ve rahmetiyle her
şeyi kapladığını içlerine bir türlü sindiremiyen, hem göklerin ve yerin
yaratılışında, hem de göklerde ve yerde mevcut her şeyde Allah'ın birliğini ve
rahmetinin genişliğini gösteren sayısız deliller bulunmasına rağmen,
akıllarını kullanıp bu delilleri değerlendiremiyen bir takım kimseler vardır
ki, bunlar, Allah'ın kuvvet ve kudretindeki büyüklüğü kavrayamamışlar; bunun
tabii bir neticesi olarak da, O'nun yarattığı bazı kimseleri, O'na hâs bir
takım meselelerde O'nun benzeri yaparak ve O'nun mertebesine yükselterek,
Allah'a beslenmesi gereken sevgiyi, onlar için beslemişlerdir. Ancak, beşerî
sevginin çeşitli sebeplen vardır ve bu sebeplerin değişmesiyle sevginin arttığı
veya eksildiği görülür. Bir insan, herhangi bir şahsa karşı büyük sevgi
besleyebilir. Bu sevginin de, o şahsın sahip olduğu kuvvet ve kudretin,
kendisininkinden çok daha üstün olduğuna ve herhangi bir müşkilin onsuz
halledilemiyeceğine inanmış olmasından ileri gelmesi mümkündür. Böyle bir
misal, sevenle sevilen arasında mevcut olan sevginin, sebep ve müsebbib
çerçevesi içinde teşekkül ettiğini gösterdiği gibi, sevgideki eksilme veya
artmanın da, sevilenin sıfatlarına bağlı olarak değişeceğini gösterir: Bir
insan, işini yaptıracağı kimseye ne derece güvenirse, ona karşı içinde duyduğu
sevgi de, o derece büyük olur; fakat daha az güvendiği kimseyi daha çok sevmesi
mümkün değildir.
Burada şu hususu da
belirtmek gerekir ki, insanın Allah'tan başka herhangi bir kimseye nidd olarak,
yani Allah'ın ortağıyrnış gibi beslediği sevgi, ondan beklediği bir menfaatin
karşılığıdır. Bu karşılık, ya üzerine gelebilecek bir zararın, onun vâsıtasıyle
defi, ya da herhangi bir zarar söz konusu olmasa bile, yine onun vâsıtasıyle
bir takım menfaatların temini içindir. Bu sebepledir ki, insanın böyle bir
şahsa karşı duyduğu sevginin, bu menfaatların sağlandığı sürece devam ettiği,
fakat bunların kesilmesi halinde, sevginin de sarsıldığı ve kısa bir süre sonra
ondan hiçbir eser kalmadığı görülür. Bu andan itibaren de o insan, kendisine bu
menfaatlan sağlayacak başka şahtslar aramaya koyulur. Müşriklerin çeşitli
putları, veya kendilerine sığındıkları ve yardımlarını umdukları muhtelif erbâb
ve reisleri olması bu sebeptendir. Herhangi bir tehlikeyle karşılaştıkları,
yahut kendilerine bir zarar geleceğini hissettikleri zaman, taştan yapılmış bir
puta, ondan fayda göremedikleri zaman bir hayvana, o da olmazsa, kendileri gibi
bir insana sığınmalarının sebebi yine budur. Sevgilerini, faydasını
göremedikleri birm^'ten, yani Allah'a ortak kıldıkları bir şeyden veya
şahıstan, bir başkam<We kolayca aktarabilme aolayısıyledir ki, nidd'\er\n\
Allah'ı sever gibi sevmiş olmalarına rağmen, bu sevgileri, sağlam ve sabit
değildir.
Halbuki Allah'tan
başka ilâh olmadığına inanan ve yalnız O'na ibadet edip yalnız O'ndan yardım
isteyen mü'minlerin Allah sevgisi böyle değildir; bu sevgi, tam ve sabittir;
onun değişmesi, azalması veya yok oimast mümkün değildir. Çünkü mü'min bilir
ki, her şey Allah'tandır. Kâinatta her ne varsa, onlar üzerindeki kuvvet,
kudret ve hâkimiyet yalnız O'nun elindedir. İnsana isabet eden her hayır,
kendi kesbi veya kazancıyle olup Allah'ın yardımı ve hidayetiyledir. Başına gelebilecek
şerr de yine kesbiy-iedir; bu takdirde, Allah'a tövbe eder ve zararın defi için
O'na sığınır. Bu sebepledir ki mü'minin Allah sevgisi, çok daha sağlam ve
kuvvetlidir.
Fakat Allah'ın
vahdaniyetini, kuvvet ve kudretini, sayısız delillere rağmen idrak edememiş ve
bu sebepten Allah'tan başkasın! O'na ortak kılıp şirke bulanmış, böylece en
büyük zulmü işlemiş olan o beyinsizler, Allarva şirk koşmanın cezasını kıyamet
günü şiddetli azâb görerek çekecekler ve işte o zaman, asıl kuvvet ve
kudretin, onların Allah'a ortak kıldıkları ve Allah'ı sever gibi sevdikleri
kimselere değil, yalnız Allah'a mahsus olduğunu anlayacaklardır. Bunu
anladıkları zaman da, en büyük pişmanlığı duyacaklardır. [195]
166. Onları pişmanlığa
sevmeden başka şeyler de olacaktır. Kendilerini Allah'a ortak kılıp peşlerinden
gittikleri kimseler, yani cndâd, insanları kandırarak kendi hevâ ve heveslerine
tâbi kılmanın ve onları şirk çirkefine düşürmenin cezası olmak üzere hak
ettikleri azabı çekeceklerdir. Fakat daha önce, bu azabın büyüklüğünü
anlayınca, dünyada iken kandırıp peşlerine'taktıklan kimselerden kaçıp
uzaklaşmak ve onlarla hiçbir münasebetleri olmadığını, onları kendilerinin
dalâlete sevketmediğini göstermek isteyecekler, böylece, bir zamanlar
kendileriyle onlar arasında var olan yakınlık, dostluk ve menfaata dayalı
ahbablık münasebetleri kesilecek, birbirlerinin düşmanı olacaklardır. [196]
167 Ahirette, onların
kendilerinden uzaklaştığını gören o beyinsiz uydular ise, büyük pişmanlığın uç
noktasına varmış olarak dövünecekler ve «ah, ne olurdu, dünyaya bir daha dönüş
mümkün olsaydı da, biz de peşlerinden gittiğimiz ve yalanlarına kanıp tanrı
gibi kendilerine bel bağladığımız bu kimselerden, şimdi onların bizden
uzaklaştıkları gibi uzaklaşıp doğru yolu bulsaydık» diyeceklerdir.
İşte, Allah Ta'âlâ,
dünyada iken, Allah'ın birliğine, kuvvet ve kudre-, tine inanmayıp O'ndan
başkalarını O'na ortak kılanların amellerini, âhıret-te, böyle birbiri üzerine
yığılmış pişmanlıklar tablosu halinde onların gözleri önüne serecektir. Fakat
âhırette duyulan bu pişmanlığın hiçbir faydası olmıyacak ve onlar hak ettikleri
Cehennem ateşi içinde ebedî kalacaklardır. İşte, Allah'ın kuvvet ve kudretinde
başkalarını O'na ortak kılanların akıbeti budur. Bundan, elbette müslümanların
da almaları gereken dersler vardır. Öyle müslümanlar ki, sadece Allah'tan
istemeleri gereken hidayeti, rahmeti ve her türiü yardımı, şeyhlerden,
dedelerden, yatırlardan, yahut kendileriyle Allah arasında rabıta kılıp
kendilerini Allah'a yaklaştırdığını iddia ettikleri kimselerden isterler.
İşlerinin olması için, şan, şeref ve mevki sahibi kimselere ubudiyet
derecesinde eğilip eteklerine yüz sürerler ve böylece, Allah'ı bırakıp,
hahamlarını, rahiplerini kendilerine erbâb (rablar) edinen kitap ehlinin
durumuna düşerler. Bu müslümanlar, şüphesiz, Allah'a, O'nun kuvvet ve
kudretine inanırlar; fakat cehaletleri, onları, işlerinde başkalarını Allah'a
ortak kılmaya sevkeder, ve farkına varmadan şirk çirkefine düşerler.
Müslümanların bu tehlikeli oyunlara girişmemek ve âhırette o büyük pişmanlığa
düşmemek için çok dikkatli olmaları gerekir. Zira o pişmanlık ne derece büyük
olursa olsun, insanı Cehennem ateşinden kurtaramaz.
Allah Ta'âtâ, tevtYîd
inancına yüz çevirerek, başkalarını Allah'a ortak kılanların halterini,
âhırette düşecekleri büyük pişmanlığa rağmen, bu pişmanlığın fayda etmiyeceğini
ve hak ettikleri elîm azâbt mutlaka göreceklerini beyan ettikten sonra, bütün
insanlara hitap ederek, Allah'a ortak kılınan ve rab edinilen kimselerin, kendi
hevâ ve hevesleri istikametinde verdikleri hükümlere, haramı helâl, helâli
haram kılan görüşlerine uymamalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: [197]
168. Ey insanlar:
Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yeyin. Şeytanın adımlarına
uymayın; zira o, sizin için apaçık bir düşmandır.
169. Size, sadece
kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
emreder.
170. Onlara «Allah'ın indirdiklerine uyun»
denildiği zaman, «hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeylere uyanz» derler. O halde, ya ataları hiçbir şeyi
akıl edememiş ve doğru yolu bulamamış iseler!..
171. Küfredenlerin hali, sadece çağım ve bağırış
olarak işitenlere haykıran çobanın hali gibidir. Onlar, öyle sağır, dilsiz ve
körlerdir ki, akıllarım kullanamazlar.
Bu âyet-i kerimelerin
daha önceki âyetlerle irtibatı açık bir şekilde görülmektedir. Yukarıda da
açıklandığı gibi, akıllarını kullanmaktan âciz olan bir takım beyinsizler,
kendilerini, sonradan büyük pişmanlığa sevke-decek olan bazı işler yapıyorlar
ve sığınıp yardımını isteyecekleri, aynı zamanda emirlerine sıkı sıkıya tâbi
olacakları bir takım kimseleri Allah'a ortak kılarak, Allah'a karşı beslenmesi
gereken sevgiyi bu kimseler için besliyorlardı. Onları, Allah'ı sever gibi
sevmeleri ise, onların emir ve yasaklarına, Allah'ın emir ve yasaklarına uyar
gibi uymalarını gerektiriyordu. Bu sebeple, Allah'a ortak kılınanların, kendi
hevâ ve heveslerine uygun olarak helâl kıldıkları bir şey, bu beyinsizler için
helâl, haram kıldıkları şey de, keza onlar için haram oluyordu. Fakat onların,
bir şeyi nasıl helâl veya haram kıldıklarını bilmiyorlar, sebebini sormuyorlar,
delillerini araştırmıyorlardı. Çünkü, kendileriyle Allah'a ortak koştukları
kimseler arasında men-feata dayalı bağlar vardı ve bu bağlar, onlara böyle bir
araştırma imkânı vermiyordu.
İşte, Allah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerimelerde, bütün insanları ve bilhassa Allah'a ortaklar
kılarak bu ortakların emir ve yasaklarına akılsızca uyanları bir daha uyarmış;
onları bu davranışlarıyle, şeytanın telkinlerine kapılan ve bu sebeple hak yoldan
uzaklaşan kâfirlere benzeterek şeytana ayak uydurmamalarını emretmiş ve şöyle
buyurmuştur: [198]
168. Ey insanlar!
Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yeyin. Şeytanın adımlarına
uymayın; zira o, sizin için apaçık bir düşmandır.
169. Size, sadece
kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi
emreder.
168 Allah Ta'âlâ, bu
âyet-i kerimelerle, insanlara yalnız helâl ve temiz olan şeylerden yemelerini,
insanın en büyük düşmanı olan şeytana da ayak uydurmamalarını emretmiştir.
Şeriat dilinde helâl,
haram olmayan şeydir. Haram ise, yiyeceklerle ilgili olarak^En'âm sûresinin 145
inci âyetinde şöyle açıklanmıştır:«De ki: Bana vahyolunanlar arasında yenecek
şeylerden ölü, dökülmüş kan, domuz eti -ki zaten murdardır- ve bir de,
Allah'tan başkasının adına kesildiği için fısk olanlar dışında haram kılınmış
bir şey görmüyorum». Allah Ta'âlâ bu âyetinde, zâtı itibariyle yenmesi haram
olan şeyleri açıklamış, hattâ aynı âyetin devamında, açlık halinde ve ölüm
tehlikesiyle karşı karşıya kalındığında, haram olan bu maddelerden haddi
asmamak üzere bir miktar yenmesine bile izin vermiştir. O halde, haram kılman
bu şeyler dışındaki bütün yiyecekler, temiz olmak şartıyle helâldir ve yenmesinde
herhangi bir mahzur yoktur.
Şu var ki, biraz önce
zikredilen âyette haram olarak sayılan maddeler, sadece yiyeceklerle İlgilidir
ve bunların arasında, başkalarının hakkı olan şeyden söz edilmemiştir. Oysa,
Kur'ân-ı Kerım'in muhtelif âyetlerinde, başkalarına âit malların haram
yollarla yenmemesi emredilmiştir ki, o malın, onu yemeğe hakkı olmayan kimse
için haram olduğu anlaşılır. Buna göre, haramı iki kısma ayırmak mümkündür.
Birincisi, yukarıdaki âyette sayılan ve zâtı itibariyle haram olan yiyecekler;
ikincisi de, başkalarına âit olması dolayısıyle yenmesi arızî olarak haram
sayılan şeylerdir. İşte, Allah'tan başkasını endâd edinen, yani O'na ortak
kılıp peşlerinden gidenlerle, peşlerinden gittikleri kimseler arasında
menîeata dayalı münâsebetin sağladığı haksız kazanç, ikinci kısımda işaret edilen
haram cinsi arasında yer alır; çünkü Allah'a ortak kılınan ve peşlerinden
gidilen kimseler, gerek mevkileri ve gerekse bu mevkinin sağladığı güçle
peşlerinden gelenleri sörnürürler; kendilerine haram olmasına rağmen onların
mallarını yerler. Allah'a ortak kıldıkları kimselerin peşinden gidenler ise,
onların mevkilerinden istifadeyle haklan olmayan mallara sahip olurlar. 116 ncı
âyette, kıyamet günü tâbi olunanların, tâbi olanlardan teberrî edecekleri,
başka bir ifadeyle, kendilerini onlardan sıyırıp kurtaracakları ve böylece
aralarındaki münasebetlerin kesileceği açıklanırken, işaret olunan münasebet,
işte bu menfeat birliği ve karşılıklı kazanç tutkusudur. Yukarıdaki âyet-i
kerîmelerde, helâl ve temiz olan şeylerin yenmesiyle ilgili olarak gelen emir
ise, menfeata dayalı münasebetler yardımıyle ve haksız yolla elde edilen
malların haram olduğunu ve bunları yemekten şiddetle kaçınmak gerektiğini
beyan içindir. [199]
169 İnsanın, hakkı
olmayan bir malı yemesi, onun ancak şeytana ayak uydurması ve onun peşinden
gitmesi halinde mümkün olur. Zira şeytan, insanın dostu değil, aksine en büyük
düşmanıdır. Bu sebepledir ki, insana dâima kötülüğü, hayasızlığı ve insanın
Allah'a karşı bilmediği şeyleri söylemesini emreder.
Ayet-i kerlme'de geçen
fuhuş (cem'i fahşâ) kelimesi, bazılarının anladıkları manâda, sadece zina
manâsında kullanılan bir kelime değildir. Fakat daha geniş manâda, çirkinliği
insanların yüzlerini kızartacak ve onları dehşete düşürecek derecedeki
edepsizliklerdir ki, mealde hayasız-iık manâsını verdiğimiz bu kelime, âyet-i
kerîmede «kötülük» manâsında zikredilen M/'den daha şiddetli ve daha çirkin
fiillere delâlet eder. İşte, şeytan, insanlara bu çeşit kötülükleri ve
edebsizlikleri yapmalarını emreder; onları bu yollara sevketmeye çalışır.
Fakat o, bununla da yetinmez, Allah'a karşı insanların bilmedikleri şeyleri
söylemelerini emreder. İster ki insanlar, Allah'ın şeriatına rağmen şeriat
koysunlar ve bununla helâli haram, haramı da helâl kılsınlar. Bir takım inanç
esasları vazedip diğerlerini bunlara inanmaya çağırsınlar. Bir takım fiil ve
hareketleri ibadet yerine koyup, uydurdukları sözleri duâ yapsınlar.
İşte, şeytanların
insanlara telkin ettikleri bu çeşit kötülükler, bazı beyinsizlerin, önce
Allah'a ortak kıldıkları, sonra da peşlerinden gidip telkinlerine tâbi
oldukları kimselerin Öğrettikleri kötülüklerden başkası değildir. O halde,
şeytanla Allah'a ortak kılınan kimseler arasında, insanları kandırıp
Allah'ın-yolundan uzaklaştırmak yönünden tam bir benzerlik vardır. Hattâ bu
benzerliği, Allah'a ortaklar kılıp onların peşinden giden beyinsizlerde bile
görmek mümkündür. Nitekim Allah Ta'âlâ, aşağıdaki âyetlerde bu benzerliğe
işaret ederek şöyle buyurmuştur: [200]
170. Onlara «Allah'ın
indirdiklerine uyun» denildiği zaman, «hayır, biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeylere uyarız» derler. O halde, ya ataları hiçbir şeye akıl
edememiş ve doğru yolu bulamamış iseler!..
171. Küfredenlerin
hali, sadece çağırış ve bağırış olarak işitenlere haykıran çobanın hali
gibidir. Onlar, öyle sağır, dilsiz ve körlerdir ki, akıllarını kullanamazlar.
170 Şeytana ayak
uydurup da, onun telkinleriyle Allah hakkında bilmediklerini söyleyenlere,
Allah'ın vahiy yoluyla Peygamberine indirdiği dine veya şeriata uyun, denildiği
zaman, onlar, buna karşı çıkarlar ve hayır, biz, atalarımızı hangi yol üzerinde
bulmuşsak, onlar neye uymuşlarsa, biz de, sadece o yolda gider ve sadece
onların uydukları şeye uyarız, derler. Böylece, akıllarını kullanıp doğruyu
eğriden ayırt etmek yerine taklidi tercih ederler. Oysa taklid, çok defa
insanları doğru yoldan saptırır da, onlar, bunun farkına varmazlar. Nitekim her
devirde ve her millette, atalarından gördüklerini taklid ederek Allah'ın
dîninden yüz çevirmiş pek çok zümreler görmek mümkündür. Halbuki akıl sahibi
olanlar ve akıllarını kullanmasını bilenler, taklid ettikleri şeyin, Allah'ın
indirdiklerine uygun olup olmadığını araştırabilen ve âyet-i kerimede de işaret
edildiği gibi, kendilerine «ya atalarımız da akıl edip Allah'ın indirdikleriyle
amel etmemiş ve doğru yolu buiamamışlarsa, biz de, onları taklid etmekle,
onların sapık yoluna girmiş olmaz mıyız?» sorusunu yönetebilenlerdir. Çünkü
insan, ancak bu soruyu kendisine yönelttiği zaman, atalarından öğrendiği akaid
ve ibadetlerin hak olup olmadığını tesbit edebilir. Eğer bunlar hak ise, o
zaman atalarını taklid etmiş değil, fakat Allah'ın indirdiklerine uymuş olur;
eğer hak değilse, atalarını taklid etmekten vazgeçer ve Allah'ın indirdiklerine
tâbi olur.
Bu manâsıyle âyet-i
kerimenin, içtihada kudreti olanlara taklidi yasakladığı anlaşılır. İçtihada
kudreti olmıyaniarın ise, hakkı arayan kimseler olarak, bir müetehide tâbi
olmaları, Nahl sûresinin «eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun» mealindeki 43
üncü âyetine göre taklid sayılmamak gerekir. Çünkü delilleriyle hakkı araştırıp
bulmaya en yakın olanlar müete-hidler olduğu gibi, araştırma ehliyetine sahip
olmayan câhillerin ietihad ehlinden sorup öğrenmeleri de, hakkı araştırmak
manâsına gelir. [201]
171 Yukarıdaki âyet-i
kerimede söz konusu edilen taklid ise, atalarının inanç ve ibadetlerini, hak
olup olmadığını araştırmadan, hak olmadığını söyleyenlere de kulak asmadan
benimsemektir ki, bu yolda gidenler, aslında şeytana ayak uyduran ve onu
kendilerine rehber edinen inançsızlardır. Bu gibilerin hali, çobanın
seslenişiyle hareket eden, fakat bu sesin ifade ettiği manâyı anlamayan ve onu
sadece bir gürültü, yahut bağırış veya çağırış olarak işiten hayvanların
halinden farksızdır. Kendi iradesiyle hareket etmekten, hareket ettiği zaman
da, belli bir maksatla hareket ettiğini bilmeyen bir koyun sürüsü, nasıl
çobanın söz ve kelimelerini anlamadığı halde, sesine sadece bir alışkanlık
sâikiyle cevap verir, suya veya yiyeceğe gelir, önü kesilen yoldan geri
dönerse, kâfirler de tıpkı bu sürü gibi kendi iradeleriyle hareket etmekten
âciz, akıl ve düşünceden yoksun, ancak başkalarının sevk ve idaresiyle hareket
eden bir takım yaratıklardır. Bu bakımdan, kâfirler ve kendilerini idare eden
reisleriyle, koyun veya herhangi bir hayvan sürüsünü güden çoban arasında tam
bir benzerlik vardır. Bu benzerlik, hayvan sürüsüyle kâfir sürüsünün, bilhassa
akıl ve düşünce eseri olmayan ve sadece alışkanlıktan ileri gelen
hareketlerinde görülür ki, bu, daha önce işaret ettiğimiz taklidden başka bir
şey değildir. Bu bakımdan, akla dayanmtyan ve insanı doğru yola sevketmiyen
taklid-ler, sadece kâfirlerin işidir. Zira insan, dînine akıl erdirip kendini
tatmin edecek bilgiye sahip olmadıkça, gerçek bir mü'min olamaz. İmandan
maksat, Allah'ı bilerek, emir ve yasaklarının sebep ve hikmetlerini düşünmek
ve kendisine O'nun rızasını kazandıracak hayrı işlemek, kötü akıbeti
dolayısıyle de şerri terketmektir. Ancak böyle bir îman insan aklını geliştirir
ve nefsini terbiye eder. Eğer kâfirler, akıllarını kullanıp bu gerçeği
anlaya-bilselerdi, şeytana ayak uydurmaktan, yahut Allah'tan başkalarını O'na
ortak kılıp Allah'ı sever gibi onları sevmekten ve peşlerine düşmekten
sakınırlardı. Fakat onlar, akıllarını kullanmaktan âciz bir takım sağırlardır:
Kendilerini iyiye, doğruya ve güzele davet eden sözleri anlayacak derecede
işitmezler. Hem dilsizdirler: İyiden, doğrudan ve güzelden bilerek ve inanarak
söz etmezler. Hem de kördürler: Gözlerini önce kendi vücutlarına, sonra da dış
âleme çevirip, iyinin, güzelin ve doğrunun belirmesi için Allah'ın sayısız âyet
ve delillerine bakmazlar; baksalar da görmezler; kısacası bunlar, akıllarını
kullanmazlar. Bu sebepten hayvandan farkları yoktur ve bu sebepten şeytana ayak
uydururlar veya şeytan kılıklı akılsızları Allah'a ortak kılıp rab edinirler
ve onların peşlerinden giderler.
Allah Ta'âlâ,
Allah'tan başkasını O'na ortak kılanların halini açıkladıktan, bütün insanlara
helâl ve temiz olması şartıyle arzda yetişen her şeyi yiyebileceklerini
belirttikten ve nihayet çobanın hayvan sürüsünü yeddiği gibi, şeytan kılıklı
endâdın yeddiği taklidci kâfirlerin halini de gözler önüne serdikten sonra,
akıl, düşünce ve idrak bakımından diğerlerinden çok daha üstün olduklarına
şüphe bulunmayan mü'minlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: [202]
172. Ey îman edenler!
Size rızık olarak verdiğimiz temiz şeylerden yeyin ve eğer Allah'a kulluk
ediyorsanız, (Tna şükredin.
173. O, size ölüyü,
kanı, domuz elini ve Allah'fan başkası için kesilen (hayvan) i haram kıldı.
Bununla beraber, kim mecbur kalırsa, haris olmamak ve haddi aşmamak üzere
(bunlardan yemesinde) herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok
bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
Aliah Ta'âlâ,
yukarıdaki âyet-i kerimelerle, hitabını yalnız mü'minlere tahsis etmiş ve
onlara rızık olarak verdiği temiz yiyecekleri helâl olmak şarîıyle mubah
kılmıştır. 168 inci âyette de bu husus belirtilmiş ve yalnız helâl ve temiz
olan yiyeceklerin yenilmesi emredilmişti. Ancak bu âyetteki hitap umumî idi ve
bütün insanlara yöneltilmişti. Şu var ki, bu insanlar arasında gerçekten mü'min
olanlar bulunduğu gibi, şeytana, yahut şeytan kılıklı reislere ayak uyduran ve
onların peşinden giderek Allah'ın indirdiği şeriattan yüz çeviren kâfirlerde
bulunuyordu. Nitekim aynı âyette, bunlara hitap edilerek şeytanın adımlarına
uymamaları da istenmişti. Ne var ki bunlar, söz dinleyecek cinsten kimseler
değillerdi: Onlara, Allah'ın indirdiklerine uyun denildiğinde, buna karşı
çıkıyorlar ve atalarının yolundan ayrılmıyacaklarını söylüyorlardı. Bu
halleriyle onlar, akıldan yoksun, hayvan sürülerinden farksızdırlar. İşte,
Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimelerde, akıllarını kullanmadıkları için,
sağır, dilsiz ve kör olan ve bu sebeple hakkı kabul etmekten uzak bulunan bu
sürüyü bir tarafa itmiş ve gerçekten hitap edilmeye lâyık olan, hitap edildiği
zaman, onun sebep ve hikmetini düşünen, sonra da hak olduğunu anlayarak ona
yönelen mü'minlere hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur: [203]
[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/27.
[2] Hadîsin metni için bkz. Müslim, Sahîh, 1.539; Tirmizî,
Sünen, V. 157
[3] Hadîsin metni için bkz. Müslim, Sahîh, I. 553.
Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/28-29.
[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/30-31.
[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/31-33.
[6] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/33-35.
[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/35-37.
[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/37-38.
[9] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/38-39.
[10] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/39-40.
[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/40.
[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/40-42.
[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/45.
[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/46-47.
[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/47-48.
[16] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/48-49.
[17] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/49-50.
[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/50.
[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/50-53.
[20] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/53.
[21] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/53-54.
[22] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/54-55.
[23] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/55-56.
[24] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/56-57.
[25] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/57.
[26] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/57-59.
[27] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/59-60.
[28] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/60-62.
[29] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/62-64.
[30] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/64-66.
[31] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/66-68.
[32] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/68-69.
[33] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/69-70
[34] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/70-71.
[35] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/72-73.
[36] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/73-75.
[37] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/75-78.
[38] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/78-79.
[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/79-80.
[40] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/80-83.
[41] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/85-87.
[42] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/87-89.
[43] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/90-91.
[44] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/91-92.
[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/92-93.
[46] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/93-95.
[47] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/95-98.
[48] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/98-99.
[49] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/99-100.
[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/101-103.
[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/104-105.
[52] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/105-107.
[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/107-108.
[54] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/108-110.
[55] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/110-111.
[56] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/111-113.
[57] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/113-114.
[58] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/121-122.
[59] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/122-123.
[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/123-124.
[61] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/124-125.
[62] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/125.
[63] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/126.
[64] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/126.
[65] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/126-128.
[66] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/128-129.
[67] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/129-130.
[68] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/130-131.
[69] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/131.
[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/132-133.
[71] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/134-136.
[72] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/136-137.
[73] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/138.
[74] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/138.
[75] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/139
[76] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/140.
[77] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/141-143.
[78] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/143-144.
[79] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/144-145.
[80] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/145-146.
[81] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/148.
[82] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/148-150.
[83] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/150-151.
[84] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/151-152.
[85] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/152.
[86] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/153-154.
[87] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/154.
[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/154.
[89] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/156-157.
[90] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/157-159.
[91] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/159-161.
[92] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/166-167.
[93] Hadîs için bkz. Buhâri, Sahih, 1.116; Müslim, Sahih
iv.1933.
[94] Hadis için bkz. Müslim, Sahih.IV.1933.
[95] Hadis için bkz. Buhâri, sahih, v.137.
Prof. Dr. Talat
Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/168-169.
[96] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/169-170.
[97] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/171
[98] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/171-172.
[99] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/173-174.
[100] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/174-175.
[101] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/175-176.
[102] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/176.
[103] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/176-177.
[104] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/177-178.
[105] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/178.
[106] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/179-180.
[107] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/180.
[108] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/180-181.
[109] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/181-183.
[110] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/183-184.
[111] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/185.
[112] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/185-187.
[113] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/187.
[114] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/189.
[115] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/190-191.
[116] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/191-192.
[117] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/192-194.
[118] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/194-195.
[119] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/195-196.
[120] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/197-198.
[121] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/198-199.
[122] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/200-201.
[123] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/201-202.
[124] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/204-205.
[125] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/205-207.
[126] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/207-208.
[127] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/209-211.
[128] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/211-212.
[129] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/212-214.
[130] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/215-216.
[131] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/216-217.
[132] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/217-218.
[133] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/222-223.
[134] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/223-224
[135] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/224.
[136] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/224-227.
[137] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/227-228.
[138] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/228-229.
[139] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/230.
[140] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/230-231.
[141] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/231-232.
[142] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/233-234.
[143] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/234.
[144] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/234-235.
[145] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/235.
[146] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/235-236.
[147] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/237.
[148] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/238.
[149] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/238-239.
[150] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/240.
[151] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/240-241.
[152] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/242.
[153] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/243.
[154] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/243-244.
[155] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/244-245.
[156] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/249.
[157] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/250.
[158] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/250-254.
[159] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/255-257.
[160] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/257.
[161] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/257-258.
[162] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/258-259.
[163] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/260-261.
[164] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/261.
[165] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/261-263.
[166] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/263-264.
[167] Hadis için bkz. Buhârî, Sahîh-vııı. 71; Müslim, Sahîh-
iv, 2067.
[168] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/264-265.
[169] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/266-267.
[170] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/267-268.
[171] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, 111. 208; Müslim,
Sahîh, III. 1498.
[172] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, İli. 203; Müslim, Sahîh,
III. 1495.
[173] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, IV. 204; Müslim, Sahîh,
ili. 1495
[174] Hadîs için bkz. Tirmizî, Sünen, IV. 187; İbn Mâce,
Sünen, II. 184; Ahmed İbn Hanbel,Musned, İV. 131.
[175] Hadîs için bkz. Buharı, Sahîh, III. 211; Müslim,
Sahih, İli. 1521
[176] hadîs için bkz. Tirmizî Sünen, iv. 30
[177] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/268-270.
[178] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/271-272.
[179] Hadis için bkz. Buhârî, Sahîh, il. 85; Müslim, Sahih,
ıv. 1807.
[180] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/272-273.
[181] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/273
[182] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/274-275.
[183] İbn Abbâs'ın bu haberi İçin bkz. Buhârî, Sahîh, IV.
113-116.
[184] Hadisin metni için bkz. Buhârî, Sahîh, II. 171.
[185] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/275-277.
[186] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/278-279.
[187] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/279-280.
[188] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/280.
[189] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/280-281.
[190] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/281.
[191] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/282-283.
[192] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/283.
[193] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/284-287.
[194] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/288-289.
[195] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/288-291.
[196] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/291.
[197] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/291-292.
[198] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/293.
[199] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/294-295.
[200] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/295.
[201] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/296.
[202] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/296-297.
[203] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu,
Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/298.