II. BAKARA SURESİ 2

1. Sûrenin Nazil Olduğu Yer. 2

2. Surenin Gayesi 2

 

II. BAKARA SURESİ

 

1. Sûrenin Nazil Olduğu Yer

 

Bakara sûresi medenîdir. Ayetlerinin büyük çoğunluğu, hicretin hemen akabinde nazil olmuş, diğerleri de Bedir savaşının vukubulduğu ikinci hicrî seneye kadar peyderpey indirilmiştir. Ancak sûre «Allah'a döndürüleceğiniz, sonra herkese kazandığının tastamam verileceği ve hiç kimsenin haksızlığa uğramıyacağı kıyamet gününden sakınınız» mealin­deki son nazil olan 281 inci âyetin indirilmesinden sonra tamamlanmıştır. Bu âyet, Veda Hacet sırasında en son nazil olan âyet sayıldığı için, Bakara sûresi, Medîne'de ilk nazil olmaya başlayan, fakat en son tamamlanan sûre kabul edilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in en uzun sûresi olan Bakara, 286 âyetten meydana gelmiştir. Ona «Bakara» denilmesinin sebebi, Mûsâ (a.s.) nın, bir sığır kurban edilmesi için verdiği emrin, İsrail oğulları tarafın­dan savsaklanması ve yerine getirilmemesiyle ilgili kıssanın bu sûrede anlatılmış olmasıdır. Çünkü «Bakara» kelimesi, erkek olsun dişi olsun, çift süren, su dolaplarını döndüren, araba çeken ve benzeri işlerde kullanılan sığıra verilmiş bir isimdir.

Ayetlerin en yücesi sayılan âyetu'l-Kursî'nm bu sûre içinde bulun­ması dolayısıyle ona «Kursî sûresi» denildiği gibi, «Senam» ve «Zehra» adı da verilmiştir.

Daha önce de belirttiğimiz gibi, Fatiha sûresi, Kur'ân-ı Kerîm'in mu­kaddimesi, manâ yönünden de muâdilidir. Kur'ân-ı Kerîm'in bu sûrede özetlenmesi dolayısıyle önemi ne derece büyükse, ahkâm âyetlerinin büyük çoğunluğunu geniş bir şekilde toplaması yönünden, Bakara sûresi de aynı derecede önemlidir. [1]

 

2. Surenin Gayesi

 

Bakara sûresini teşkil eden âyetlerin çoğu, hicretten hemen sonra nazil olmuştur. Hicret, Hazret-i Peygamber'in «İslâm'a davet» faaliyetini, Mekke'den Medine'ye intikal ettirmek ve çalışmalarını orada sürdürmek gayesiyle vukubulan bir harekettir. Medîneli müslümanlar, bu hareketi büyük bir coşkunluk içerisinde desteklemiş ve Mekke'den hicret eden müslümanları eşi görülmemiş bir kardeşlik duygusuyle karşılamışlardı. Fakat bu sıralarda, Medine'de oturan yahudîlerin muhacirlere karşı tutum ve davranışları böyle olmamış, onları, beklenmedik musafirler olarak, kin ve hased dolu bir düşmanlık havası içinde karşılamışlardır. Hasedlikleri, kendilerinin de kitap ehlinden olmaları ve biribiri arkasına gönderilen peygamberlerin kendi kavimlerinden gelmeleri dolayısıyle, son gelecek peygamberin de yine kendilerinden olacağına inandıkları halde, Araplar­dan gelmesi ve böylece kendilerinin saf dışı kalmalarından ileri geliyordu. Halbuki onlara düşen iş, kitap ehli olarak, kitaplarının geleceğini haber verdiği son peygamber'e inanmak ve O'nun yolunda gitmekti. Hazret-i Peygamber de bu düşünceyle davetini ilk defa onlara yöneltti. Fakat onlar, bütün gerçeği bildikleri halde, bu daveti kendilerine hakaret saydılar. Aslında İslâm'ın süratle yayılmasından ve mevkilerinin yok olup gitmesin­den korkuyorlardı. Bu sebeple çeşitli yollardan Hazret-i Peygamber'i ra­hatsız etmeğe başladılar. Böylece onu davasından vazgeçirebileceklerini sanıyorlardı.

Müslümanların Medine'ye hicreti, yahudîleri böyle bir düşmanlık içe­risine iterken, bir de ortaya münafıklar çıkmıştı. Mekke'de iken münafık yoktu. Çünkü müslümanlar, orada baskı ve zulüm altında bulunuyorlardı. Kuvvetli değillerdi. Müslüman olan kimse, bu baskı ve zulmü göze alarak müslüman oluyor, müslüman olmayan ise, kuvvet sahibi Mekkeli müşrik­lerin yanında yer alıyordu. Bu sebeple Mekke'de, müslüman olmadığı halde müslüman görünüp fayda sağlamak, herhangi bir Mekkeli için mümkün değildi. Medine'de ise durum değişikti. Müslümanlar kuvvet sahibiydiler, ve giderek de kuvvetleniyorlardı. Bu sebeple çıkarlarını dü­şünen bazı kimseler, onlara karşı iyi görünmek ve iyi davranmak lüzu­munu hissediyorlardı. Bunlar, İslâm'a karşı tam bir sevgi beslemeseler bile, çıkar duygusu onları sevgi besler görünmeye zorluyordu. İşte bu duygu içinde müslüman bile olmuşlardı. Fakat müslümanlıkları zahiriydi. Müslümanlarla birlikte oldukları zaman, kendilerini onlardan göstermek, İslâm düşmanlarıyle birlikte oldukları zaman da, onlarla beraber, İslâm'a ve müslümanlara saldırmak en belirli özellikleriydi. Bu sebepten, onları çok defa yahudîlerin yanında yer almış olarak görmek mümkündü.

İşte hicreti takip eden günlerde, Medine'de durum böyleyken, Bakara sûresi nazil olmağa başladı. Bu bakımdan, âyetlerinin büyük bir kısmında, yahudîlerin ve onlarla bir hareket eden münafıkların sıfatlarından söz edilmiş, onlara cevaplar verilmiş ve gidişatlarının kötülüğü anlatılarak müslümanların ibret almaları sağlanmıştır.

Medine'ye hicretten sonra, müslümanların gerek Allah'a ve gerekse biribirlerine karşı sorumlu oldukları konularda davranış biçimlerini düzen­leyen îman, ibadet ve muamelâtla ilgili hükümler taşıyan âyetler de bu sûrede yer almıştır.

Bakara sûresinin âyetlerini konularına göre umumi bir sıralamağa tâbi tutmak gerekirse denebilir ki:

Önce Kur'ân-ı Kerlm'in doğruluğunu ve Allah tarafından gönderilen bir kitap ve mü'minler için gerçek bir hidayet olduğunu belirten ilk âyetten sonra, mü'minlerin tarif ve tavsifini yapan âyetler yer almış; bunu, önce kâfirlerin, sonra münafıkların sıfatlarını anlatan âyetlertakip etmiştir. Daha sonraki âyetlerde, yahûdiler ele alınarak, onlara günler hakkındaki görüş­leri, Mûsâ (a.s.) ile olan münasebetleri, İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.) ile olan hâdiseleri, Kabe'nin inşası hatırlatılmış ve İslâm'a davet edilmişlerdir. Daha sonra, ahkâm âyetlerine yer verilmiştir. Bu âyetlerle, insanlar ara­sındaki münasebetleri düzenleyen hükümler getirilmiş, bu arada îman ve ibadete âit esaslar da ortaya konulmuştur. Kısas, vasiyet, oruç, haram kazancın yasaklanması, vakit ölçüleri, savaş, hac ve umre, talâk (boşa­ma), ıddet, savaş ve barışta namaz, erkeklerin eşlerine yapacakları vasi­yetler, boşanmış kadınların nafakaları ve cihad gibi konularda müslüman­lara düşen görevler açıklanmış, hükümler getirilmiştir. Sûrenin son âyet­leri ise, Peygamber'in ve mü'minlerin, Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandıklarının belirtilmesi ve mü'minlerin bazı dualarına yer verilmesi bakımından «hatime» mahiyetindedir.

Bakara, bu geniş muhtevası dolayısıyle şerefi büyük bir sûre olmuş­tur. Ebû Hurayra,(r.a.)nin Hazret-i Peygamber'den rivayet ettiği birhadîste şöyle buyurulmuştur: (Kur ân okumamakla) evlerinizi kabir haline getir-meyiniz. Çünkü Bakara sûresinin okunduğu eve şeytan girmez».[2] Başka bir hadîsinde de Hazret-i Peygamber «Zehrâvân'ı (yani Bakara ve Al-i İmrân sûrelerini) okuyunuz; çünkü her ikisi de, kıyamet günü, koruyucu iki gölgelik, yahut kanatlarını açmış iki kuş olarak gelir. Bakara'yı okuyunuz; çünkü onun okunması bereket, terki ise, hüsrandır» buyurmuştur. [3]

 

Rahman ve Rahim olan Allah'ın adiyle.

1.  Elif, Lâm, Mim.

2.  İşte bu Kitap, kendisinde şüphe (edilecek

hiçbir şey) yoktur; Allah'tan sakınanlar için bir rehberdir.

3.  (İşte bu sakınanlar) gayba inanırlar, na-

mazlarını dosdoğru kılarlar ve bizim kendilerine verdiğimiz nziktan (başkala­rım da) faydalandırırlar.

4.  Hem sana indirilen (Kitap)e, hem de sen-

den önceki (peygamber) lere indirilen (kitap) lere inanırlar; hiç şüphe etmeden âhıreti de tanırlar.

5.  İşte bunlar, Raflarından (gelen) hidayet üzerinde diri er; kurtuluşa erenler de bun­lardır.

 

Bakara sûresinin bu ilk beş âyeti, Allah'tan sakınan ve böylece mü'min sıfatını bihakkın kazanan kimselere tahsis olunmuştur. Bu âyet­lerde, önce, Kur'ân-ı KerinVin Allah tarafından gönderilmiş bir kitap oldu­ğu, bu hususta en küçük bir şüpheye bile yer bulunmadığı, onun için, bu

Kitab'ın Allah'tan korkan herkese bir hidayet kaynağı olacağı zikredilmiş; sonra da Allah'tan korkarak gerçek mü'min sıfatını kazanan kimseler açıklanmıştır. Bunlar, gayba inanan, namazlarını dosdoğru kılan, zekât ve sadakalarını veren, hem Kur'ân-ı Kerim'e, hem de daha önce gönderilen kitaplara inanan, âhiret günü hakkında da kesin itikadı bulunan kimseler­dir. İşte, Rab'larının gösterdiği yoida giden ve dolayısıyle dünya ve âhiret saadetine erenler de bunlar olacaktır.

Bakara sûresinin ilk beş âyetiyle ilgili olarak yapılan bu kısa açıklama, bize, Fatiha sûresinin «(Rabb'ımız!) Bizi doğru yola ulaştır» mealindeki beşinci âyetiyle Bakara suresi arasındaki münasebeti kolayca tesbit etme imkânını vermektedir.

Fatiha sûresinin bu âyetini açıklarken de ifade ettiğimiz gibi, kul, âlemlerin Rabbı Allah'a yönelerek, ancak O'na ibadet edeceğini ve ancak O'ndan yardım isteyeceğini bildirdikten sonra «Rabb'ımız! Bizi doğru yola nimet verdiğin kimselerin yoluna ulaştır; gazaba uğrayan ve sapıklığa düşen kimselerin yoluna değil» diyerek duâ eder. İşte, Bakara sûresinin ilk âyetlerinde bu duaya karşı Allah Ta'âlâ'nın cevabını bulmak mümkündür. «Rabb'ımız! Bizi doğru yola ulaştır» diyen kula karşı, O, şöyle buyurmuş­tur: «İşte sana Kitap! Öyle bir Kitap ki, bunu benim gönderdiğimde zerrece şüphe yoktur. Hem de benden sakınanlar için doğru yolun ta kendisidir...». Diğer âyetlerde ise, doğru yola kısaca işaret edilmiş ve bunun, gayba inanan, namazlarını dosdoğru kılan, zekât ve sadakalarını veren, gönderi­len bütün kitaplara ve âhiret gününe inanan kimselerin yolu olduğu belir­tilmiştir. İleride de görüleceği gibi Fatiha sûresinde sözü edilen gazaba uğramışların ve sapıklığa düşmüş olanların yolu ise, Bakara sûresinin müteakip âyetlerinde kâfirler ve münafıklar ele alınarak gösterilmiştir. [4]

 

1. Elif, Lâm, Mim.

 

1- el-Hurûfiü-mukatta'a adiyle bilinen bu çeşitli harflere, Kur'ân-ıKerîm'in 29 sûresinde ilk âyet olarak rastlanır. Elif, Lâm, Mîm kompozis­yonu ise, yalnız altı sûrenin başında yer almıştır.

Gerek Elif, Lâm, Mîm'in ve gerekse diğer sûrelerde görülen değişik kompozisyonların manâları hakkında değişik görüşler ileri sürülmüştür.

Bazılarına göre bu birleşik harfler müteşabihattandır; bu sebeple manâsını Allah'tan başka kimse bilmez. Bu görüşü benimseyenler, bu harflerin tefsirinden şiddetle kaçınmışlardır. Fakat Allah Tapalanın Kur'ân-ı Kerim'i okunup anlaşılması ve amel edilmesi için gönderdiğini, bu sebeple de onda, anlaşılmaz hiçbir âyetin bulunmadığını ileri sürenler ise, bu yönden, yukarıdaki görüşe itiraz ederek birleşik harfleri tefsir etmeğe çalışmışlardır. Ancak bu tefsirlerde de belirli bir görüş birliği yoktur.

Onları tefsîr edenlerden bazılarına göre, bu harfler, Allah Ta'âlâ'nın isimlerinde yer alan harflerdendir. Bazılarına göre, kasem harfleridir, ve Allah Ta'âlâ bunlarla kasem etmiştir. Bazılarına göre, muhtelif sûrelerin başında yer alan bu harfler, ondört değişik şekle sahiptir ve bütün harflerin aslını teşkil eder. Kur'an-ı Kerîm bu harflerle telif olunmuştur. Bazılarına göre bunlar, başında bulundukları sûrelerin adlarıdır. Bazılarına göre de, Allah Ta'âlâ ile Peygamberi arasında bir çeşit şifredir ki, Hazret-i Pey­gamber bunu hiç kimseye açıklamamıştır.

Bir görüş de, birleşik harflerin uyarı niteliğinde ve dikkati çekmek için kullanıldığı yolundadır ki, bu görüş, bizce akla daha yakın gelmektedir. Masaya vurulan bir yumruğun çıkardığı ses, çok defa, bir manâ ifade etmeyebilir; fakat bu yumruk, söz dinlemiyen, yahut gideceği yolu araştı­ran bir insanın önünde vurulursa, onun çıkardığı sesin, çok manâlar ifade ettiği ve onu duyan kimse üzerinde psikolojik tesir yaptığı inkâr olunamaz.

İşte bu husus gözönünde bulundurularak denebilir ki, bazı sûre baş­larında yer alan bu harfler, gerek söz dinlemeyen kâfirler için ve gerekse kendilerine doğru yolu arayan kimseler için bir uyarı ve dikkati çekme işaretidir. Bu işaretten sonraki ifade tarzı da, böyle bir uyandan sonra gelebilecek uslûb niteliği arzeder. Biz, bu uyarıyı, masaya vurulan bir yumruk misaliyle açıklamıştık. Siz dilerseniz bunu, «şâir sözüdür» diyerek kulaklarını parmaklarıyle tıkayan, sonra da başlarını önlerine eğerek büzü­len ve Kur'ân sözünü dinlemek istemeyen kâfirlerin, yahut onu dinlese bile gaflet uykusundan bir türlü uyanmıyan müslümanların kafalarına indi­rilmiş bir yumruk manâsında anlayabilirsiniz. Bu yumrukla gözlerini aça­rak yerinden fırlayan insanın kendisine yöneltilen ilâhi hitabın azametiyle titremesi gerekir: «İşte bu Kitap! Onda hiçbir şüphe yoktur. Allah'tan sakınanlar için hidayetin ta kendisidir.»

Yirmidokuz sûrenin başında değişik şekillerde gelen bu harflerin beşi dışında yirmidördünün hidayetin ta kendisi olan bu Kitap'la ilgili olması da, bu yönden dikkat çekicidir. Bunlardan birkaçını misal olarak zikredebiliriz:

«Elif, Lam, Mim, Sâd. Bu, öyle bir Kitap'tır ki, onunla korkutman ve mü'minlere öğüt vermen için sana indirilmiştir» (A'râf sûresi).

«Elif, Lam, Râ. Bu, öyle bir Kitap'tır ki, âyetleri (kesin burhanlarla) sağlamlaştırılmış, sonra da açıkça beyan edilmiş, (her işi) hikmetle yapan (her şeyden) kemaliyle haberdâr olan (Allah) tarafından indirilmiştir.» (Hûd

«Elif Lâm, Râ. Bunlar, hikmetdolu Kitab'ınâyetleridir» (Yûnussûresi).

«Elif Lâm, Râ. Bunlar, (bütün gerçekleri) açıklayan Kitab'ın âyetleri­dir» (Yûsuf sûresi).

İşte bu hitap karşısında, hiç olmazsa uyuyanların, veya gaflet uyku­suna dalmış olanların, artık uyanmaları ve gerçeğe yönelmeleri gerekir. Dünya ve âhiret saadetine ermenin sırrı bu uyanışta ve Kur'ân'ın sözüne kulak veriştedir. Çünkü: [5]

 

2. iste bu Kitap, kendisinde şüphe (edilecek hiçbir şey)yoktur; Allah'tan sakınanlar için bir rehberdir.

 

2 -Akıl ve insaf sahibi hiç kimse, Kur'ân-ı Kerîm'i okuyup anladıktan ve onun uslûbündeki üstünlüğünü, nazmındaki güzelliğini, icazındaki eş­sizliğini, belâğatındaki yüceliğini ve irşadındaki tesirini görüp öğrendikten sonra ondan şüphe edemez. Tam bir îmanla kabul eder ki, bu Kitap Allah tarafından gönderilmiştir. Ona, insanı şüpheye düşürecek, beşer kelâ­mından hiçbir söz karışmamıştır.

Kur'ân-ı Kerim'in Hazret-i Peygamber'e gönderilişi, bazan âyet âyet,, bazan da küçük sûreler halinde ve vahiy yoluyla olmuştur. Söz ve manâ olarak beraberce gelen vahiyler, Hazret-i Peygamber'in kalbinde perçin-lenircesine yerleştirildiği gibi, bir yandan vahiy kâtipleri tarafından yazıl­mış, bir yandan da, hıfzedenlerce ezberlenmiştir. Böylece Hazret-i Pey­gamber'in dahî tek bir harfini değiştirmeye salâhiyeti bulunmadığı âyet ve sûrelerin birleşmesiyle Kur'ân-ı Kerîm teşekkül etmiş ve Allah Ta'âlâ'nın din olarak rıza gösterdiği İslâm'ın sarsılmaz temeli ortaya çıkmıştır. İlâhi hikmet, bu dînin esasını teşkil edecek bir Kitab'ın, hem de sadece Allah kelâmından oluşan bir Kitab'ın vücûd bulmasını gerektirince, bunu engel-liyecek hiçbir gücün varlığı tasavvur olunamaz. Nitekim müşriklerin her türlü engellemelerine ve hattâ Hazret-i Peygamber'i ortadan kaldırmak için giriştikleri saldırılara rağmen, onun risalet görevinde bir aksama ol­mamış, vahiy getiren melek, Kur'ân-ı Kerim'in en son âyetini getirip teblîğ edinceye kadar ona gelip gitmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğundan şüphe edilemez. Her ne kadar ondan şüphe edenlerin, hattâ onu tanımayıp reddedenlerin bulun­duğu ortamlarda, «ondan şüphe edilemez» sözü, şüpheciler nazarında bir değer ifade etmiyebilirse de, inançsızların ondan şüpheye düşmelerinin, yahut onu reddetmelerinin de hiçbir değeri bulunmadığını kabul etmek gerekir. Hazret-i Peygamber Mekke'de iken, müşriklerin ona karşı takın­dıkları tavır, neyi değiştirmiş, veya gelen vahiyden hangisini engellemiş ki, günümüze kadar arkası kesilmeyen ve ileride de arkası kesilmiyecek ve inançsızlar tarafından izhar edilecek olan şüpheler Kur'ân-ı Kerîm'e bir zarar verebilsin!..

Ailah Ta'âlâ, 1500 sene evvelkilere karşı olduğu gibi, bugünkilere ve yarın gelecek olanlara karşı da, Kur'ân-ı Kerim'in korunmasını tekeffül etmiş ve şöyle buyurmuştur: «Kur ânı biz indirdik; O'nun koruyucusuda elbet biz olacağız» (Hıcr sûresi, 9). Bu açık ve kesin beyana karşı, hangi şüpheci görüş, bu Kitab'ı kadr u kıymetten düşürebilir, veya hangi mülev-ves söz onu kirletebilir?

Şunu da unutmamak gerekir ki, başlangıçta, Kur'ân'a cephe alan müşrikler, onu okumadan ve içindekileri öğrenmeden ona karşı çıkmışlar­dır. Bugünün şüphecileri veya inkarcıları da, diğerlerinden farksızdır. Oysa, şüphe etmek, yahut geri itmek için, önce onun okunup öğrenilmesi gerekir. İşte o zaman, şüpheci yahut münkir, dilerse ondan daha güzelini yazabileceğini ileri sürme hakkına sahip olur ve bunu deneyebilir. Nitekim târihte bunu denemeğe kalkışanlar görülmüş, fakat başarısızlığa uğramış­lardır. Zaten başka türlü olması da mümkün değildir. Nitekim Allah Ta'âlâ böyielerine meydan okumuş ve madem ki Kur'ân-ı Kerîm'in Allah tarafın­dan gönderilmiş bir kitap olduğunda şüphe ediyorlar, O'nun bir beşer sözü olduğunu sanıyorlar; öyleyse onun gibi bir Kitap ortaya koysunlar da görelim, buyurmuştur. İşte bu manâda indirilen âyetlerden birkaçının mealleri:

«De ki; Andolsun, insanlar ve cinler, şu Kur'ân'ın bir benzerini (mey­dana) getirmek için toplansalar, biribirierine yardımcı da olsalar, yine onun benzerini getiremezler» (İsrâ sûresi,88).

İnançsızlar, Kur'ân-ı Kerîm'in bir benzerini elbette meydana getire­mezler. Fakat, hiç olmazsa on sûre, evet çok değil, on sûre meydana getirebilirler mi?

«Yoksa Kur'ân'ı (Peygamber) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse haydi siz de onun gibi on sûre getirin; hem de düzmece ve uydurma olarak. Allah'tan başka kime gücünüz yetiyorsa, onlan da (yardıma) çağı­rın; eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz» (Hûd sûresi, 13).

On sûreyi de meydana getiremezler. Ya bir sûreyi? Bunu yapabilirler mi; güçleri buna yeter mi?

«Yoksa onu (Peygamber) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Öy­leyse siz de onun benzen bir sûre getirin. Allah'tan başka gücünüzün yettiği kimseleri de (yardıma) çağırın; eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz» (Yûnus sûresi,38)

Ne Kur'ân-f Kerîm'in benzerini, ne ondan on sûreyi ve ne de tek bir sûresini meydana getirebilirler. Buna güçleri yetmez; çünkü Kur'ân-ı Kerîm, sandıklan gibi bir beşer kelâmı değildir. Fakat onlar, kalplerini karartmış, inançsızlığın uçurumunda, tutarsız iddialarla çırpınır dururlar. Kendilerine yönelen bir ışık olursa, ondan rahatsız olurlar ve baykuşlar gibi, içinde bulundukları uçurumun daha karanlık yerlerine kaçışırlar.

Kur'ân-ı Kerîm'den kaçışları da böyledir.Onun her gerçeği önlerine sermesinden ve kendilerini karanlık dünyalarından çıkarıp gerçekle karşı karşıya bırakmasından korkarlar. Kur'ân'ı dinlemek istemezler; biribirie­rine «Onu dinlemeyin; Onun hakkında gürültülü yaygara koparın; belki duyulmasını engeller, üstün gelirsiniz» (Fussılet sûresi, 26) tavsiyesinde bulu­nurlar. Bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerîm, bu gibi kimselere hiçbir fayda sağlamaz, onun faydası Allah'tan sakınanlaradır. Allah'ın yasakladığı şey­lerden sakınıp emirlerine uyulmadığı zaman, onun tayin edeceği azâbtan korkanlaradır.

Gerçi Kur'ân-ı Kerîm bütün insanlara gönderilmiştir. Herkese rehber olmak için, yol göstermek ve doğru yola ışık tutmak için gönderilmiştir. Fakat yukarıda işaret ettiğimiz inançsızlar, onun rehberliğinden istifade edemezler. Bu sebeple o, yalnız Kur'ân'ı okuyan, dinleyen ve içindeki emir ve yasaklara uyan ve böylece «muttaki» olma vasfını kazanan kimse­lere rehberdir.

Kur'ân-ı Kerîm, aynı zamanda, fıtratında, büyük olsun küçük olsun, her çeşit kötülükten sakınma, iyi, güzel ve doğru olan şeylere yönelme eğilimi bulunan kimselere de rehberdir. Bunlar, henüz doğru yolu bula­mamış olsalar bile, Kur'ân, onların fıtratlanndaki bu eğilimi mutlaka ortaya çıkaracak ve onları doğru yola iletecektir.

O halde, bu Kitap, inançsız olanlar ve kalplerini gerçeklere karşı kapamış bulunanlar dışında herkese rehberdir. Kısacası muttakî ve mut­taki olmaya müsait bulunanlar için rehberdir. [6]

 

3. (İşte bu sakınanlar) gayba inanırlar, na­mazlarım dosdoğru kılarlar ve bizim kendilerine verdiğimiz nzıktan (başkala­rını da) faydalandırırlar.

 

3 -   Gayba inanmak,     namazları dosdoğru kılmak ve kendilerine ihsan ledilen rızıktan, karşılık beklemeden başkalarına vermek, Kur'ân'ı rehber olarak bilen bu muttakîlerin, yâni Allah'tan sakınanların sıfatıdır. Allah'tan

sakındıkları ve azabından korktukları için gayba inanırlar, namazlarını

kılarlar, zekât ve sadakalarını verirler. Fakat her şeyden önce gayba inanırlar; çünkü diğerlerinin temelinde gayba inanç yer alır. Bu temel olmadan diğerlerinin yapılması mümkün değildir.

Gayb, duyu organlarıyle varlığı bilinemiyen şeyler hakkında kullanılır. Bilindiği gibi varlıklar iki kısımdır. Bunların bir kısmı, gözle görülen, elle tutulan cisimlerdir. Var olan şey, ses cinsinden İse, kulakla işitilir; koku cinsinden ise, koklanarak varlığı anlaşılır. Bunlar, duyu organları vasıta-sıyle görülüp duyulduktan sonra, varolduklarına hükmedilir, ve varlıkları hakkında bilgi sahibi olunur. Varlıkların ikinci kısmı ise, mevcudiyetleri bu yollardan herhangi birisiyle bilinip anlaşılamıyan, fakat varoldukları, onla­rın varlığını kesinlikle bilen üstün bir varlığın haberiyle bilinen şeylerdir ki, işte bunlara gayb adı verilir. Bunlardan bazılarının varlığı hakkında sahip olunan bilgi, aklın istidlali (çeşitli delilleri kullanarak neticeye varması) ile kuvvet kazanır. Akıl bunların varlığını, kendi yönünden isbat eder; kalp de, aklın varlığını isbat ettiği bu varlıklara inanır. Şu davar ki, akıl, gaybten olan her varlığın mevcudiyetini İsbat etmekte her zaman başarılı olamaz. Bu gibi durumlarda iş, sadece kalbe düşer ve onların mevcudiyetlerine ancak inanmakla yetinir. İşte, dinde «iman» denilen ve kalbin tasdikiyle dilin ikrarından ibaret olan inanç sisteminin esası budur.

İnsan için gayb sayılan varlıkların başında Allah Ta'âlâ'nın zâtı gelir. Gözle görülmez; diğer duyu organlarından herhangi birisinin yardımıyle varlığı bilinmez. Fakat akıl, gözle görülebilen, yahut hissedilenbilen diğer varlıklara bakarak, istidlal yoluyla Allah Ta'âlâ'nın varlığını anlayabilir; kalp de buna inanır ve tasdik eder.

Allah Ta'âlâ'nın varlığına inanılması, aklın istidlal yoluyla bilemıye-ceği diğer varlıkların mevcudiyetine inanmayı sağlar. Meselâ insan için gayb sayılan meleklerin, âhiret gününün, yeniden dirilişin, hesabın, Cen­net ve Cehennemin varlığı, aklın istidlâlliyle değil, ancak Allah Ta'âlâ'nın haberiyle bilinir. Başlangıçta Allah'ın varlığına İnanan kalp, O'nun bildir­diği gayba da inanmakta güçlük çekmez ve hattâ akli bir takım istidlallerin desteğiyle bu inancı takviye eder.

Bizim burada inanç olarak ifade ettiğimiz iman kesin tasdikten ibaret­tir. Öyle kesin tasdik ki, çok defa insanı peşinden sürükleyerek onun doğru yoldan çıkmasına sebep olan nefis bile bu tasdiki kabul eder ona boyun eğer, teslim olur. Bu vasıftaki imanın insan kalbindeki varlığı, o insandan,

imanın gerektirdiği amellerin sâdır olmasıyle anlaşılır. Bu sebepledirki «amel imanın alâmetidir» denir.

İşte, Kur'ân-ı Kertm'in kendileri için rehber olduğu muttakller, Allah Ta'âiâ'nın bildirdiği gayba böyle bir iman ile inanırlar; bu imanın gerektir­diği amellerden olan namazları dosdoğru kılarlar; Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği maldan zekât ve sadakasını ihtiyaç sahiplerine verirler. Ayrıca: [7]

 

4. Hem Sana indirilen (Kitap) e, hem de Sen­den önceki (Peygamber)lere indirilen (Kitap) lere inanırlar; hiç şüphe etmeden âhireti de tanırlar.

 

4 -Çünkü iman, gayba olduğu kadar, bunlara ve özellikle bunların başında yer alan Kur'ân-ı Kerlm'e inanmakla tamam olur. Kur'ân-ı Kerî'm, Allah Ta'âlâ'nın Peygamberimize indirdiği Kitap'tır. İkinci âyette de belir­tildiği gibi, bu Kitab'ın Allah tarafından gönderildiğinden asla şüphe edile­mez. Bütün âyetleri Allah kelâmıdır ve arasına beşer kelâmından tek bir harf karışmamıştır.

Onun doğruluğu ve şüphe götürmezliği, Allah tartından beyan edildi­ğine göre muttaki olanlar, içlerinde en ufak bir şüpheye yer vermeden ona inanırlar, ona inanılması, Allah tarafından bildirilen ve içinde yer alan her şeye inanılmasını gerektirir.

Allah Ta'âiâ, Kur'ân-ı Kerîm'i, insanlar arasından seçip yücelttiği ve elçilik görevi verdiği Muhammed (s.a.s.) e gönderdiğini bildirmiştir. O halde Hazret-i Muhammed (s.a.s.)in pegamberliğine inanmak zorunlu­dur. Müttakî olanlar buna iman ederler.

Peygamberimizden önce de, bir çok Peygamberlerin gönderildiği, bunlardan bazılarına suhuf adı verilen küçük, diğer bazılarına da Zebur, Tevrat ve İncil gibi biraz daha büyük kitaplar verildiği Kur'ân-ı Kerlm'de bildirilmiştir. Bu sebeple Allah'tan sakınarak muttaki olma niteliğini kaza­nan her insanın, Allah tarafından gönderilen bütün Peygamberlere ve onlara indirelen bütün kitaplara inanması, iman etmesi gerekir. Zaten bunlara inananlar da işte o muttakîlerdir, yani Allah'tan sakınanlardır. Onlar, bu peygamberler arasında hiçbir ayırım yapmazlar; birisine inanıp diğerine inanmazlık etmezler. Birisi yahudllere, diğeri Araplara gönderil­miştir diyerek onları küçük görmezler. Allah'a ve O'nun, Peygamberine gönderdiği Kur'ân-ı Kerlm'e olan sağlam inançları, Kur'ân'da bildirilen her şeye aynı sağlamlıkta inanmalarını sağlar.

Onlar, içlerinde en ufak bir şüpheye yer vermeden, yakînen âhiret gününe ve bu günün, Allah'ın tayin ettiği bir zamanda mutlaka gerçekle­şeceğine de inanırlar. Bu inanç, her şeyden önce, Allah'a inanmanın bir sonucudur. Çünkü Allah Ta'âlâ kendi irade ve ihtiyariyle canlı cansız bütün varlıkları yaratmış, onlara bir nizam vermiş, sonra da kendi azame­tini, azametindeki eşsizliğini mahlûkatına tanıtmak ve onlar tarafından da tanınmasını sağlamak için, bu mahlûkat arasından insanı seçmiştir. Ona yetecek derecede aktl ve irade vermiş, bu akıl ve iradeyi kullanarak rızasını kazanmayugazabından da sakınmayı ona emretmiştir. Bu emrin taallûk ettiği bir müeyyidenin bulunması artık tabiidir. Yani akıl ve iradesini Allah'ı tanıyarak, O'nun rızasını kazanma yolunda kullanan insan, mükâ­fat görecek, gazabına sebep olan yollarda kullananlar ise, cezalarını çekeceklerdir. O halde, Allah Ta'âlâ'nın rızasını kazananların mükâfat-landırılacağı gazabına uğrayanların da cezalandırılacağı bir zamanın bulunması gerekir ki, işte bu zamanı Allah Ta'âlâ Kur'ân-ı Kerîm'de bil­dirmiş ve ona «âhiret günü» demiştir. Bu günde insanlar yeniden dirilecek ve zerre miktarı da olsa, hayır işleyerek Allah'ın rızasını kazanan, bunun mükâfatını görecek, zerre miktarı da olsa şer işleyerek O'nun gazabını celbeden, bunun cezasını çekecektir.

Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerimde, bu günün mutlaka geleceğini haber vermiş, Peygamberi de, bunu bütün insanlara duyurmuştur. O halde her insanın bunu böylece bilmesi ve ona böylece inanması gerekir. Ancak bunları yakînen bilmek ve hiçbir şüpheye yer vermeden inanmak, muttaki olanların, Allah'ı sânına lâyık bir şekilde tanıyan ve O'ndan sakınanların işidir. [8]

 

5. İşte bunlar, Rab'lanndan (gelen) hidayet üzerindedirler; kurtuluşa erenler de bun­lardır.

 

5. İşte bunlar, gaybe inanan, namazlarını dosdoğru kılan, Allah'ın kendilerine verdiği rızkın bir kısmını hayır işlerinde sarfeden, Hazret-i Peygamber ve ondan önceki Peygamberlere İndirilen kitaplara inanan, âhiret gününü de yakînen tanıyıp kabul eden muttakller, Allah Ta'âlâ'nın gösterdiği doğru yol üzerindedirler. Bu yol, Fatiha sûresinin beşinci âye­tinde, kulun Rabbına yönelerek «Rabb'ımız! bizi sırat-ı müştekim (doğru yol) e ulaştır» diye niyazda bulunurken ulaştırılmasını istediği yoldur.

Allah'tan sakınanlar bu yolda tam bir kararlılık içinde hedefe doğru ilerler­ler. Gayba inançlarında, namazları dosdoğru kılışlarında, kendilerine veri­len rızıktan sarfedişlerinde, Peygamberlere gönderilen kitaplara ve âhiret gününe inanışlarında bir sapma olmadıkça, bu yol, onları hedefe ulaştıra­caktır. Bu hedef, «kurtuluş» olarak ifade ettiğimiz «felah» tır ki, Allah'tan sakınanların her türlü güçlüğe sabırla göğüs gererek ulaşmak istedikleri neticedir. Binaenaleyh bu neticeye, felaha, yahut ebedî saadete erecek olanlar, iman zırhına bürünerek dünyevî şehvetlerden oluşan engelleri aşmasını bilen işte bu müttakîlerdir, Allah'tan sakınanlardır, Kur'ân-ı Kerîm de bunlar için rehberdir. Allah'tan sakınmıyanlar ise, onun rehberli­ğinden hiçbir surette faydalanamazlar. Çünkü: [9]

 

6.  Küfredenleri (başlarına gelecek tehlikeyi haber vererek) korkutsan da korkutma-san da (onlar için) birdir; (yine de) inan­mazlar.

7.  Allah da onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş­tir. Onlar için büyük azâb vardır.

 

Kur'ân-ı Kerlm'in kendileri için rehber olduğu müttaklleri tanıtan ilk beş âyetten sonra gelen bu iki âyet, kâfirlere tahsis edilmiş ve bu âyetler­de, onların,neden müttakîler gibi Kur'ân'ın rehberliğinden faydalanama-dıkları veciz bir şekilde açıklanmıştır.

Yukarıda da anlatıldığı gibi, Allah'tan sakınanlar, gaybla birlikte ina­nılması gereken diğer şeylere tam bir teslimeyetle inanan ve namazlarını kılıp rızıklannı başkalarıyle paylaşan kimselerdir. Bunların Kur'ân-ı Ke-rîm'e olan sarsılmaz inançları, onları ebedi saadete götürecek olan yolda, güven içinde yürümelerini sağlar; çünkü bu yol, Kur'ân'ın çizdiği ve yolcu­larını ebedî saadetle müjdelediği yoldur.

Bu yola girmeyen kâfirler ise, Kur'ân'ın sesine kulak vermiyen ve dolayısıyle kendileri için hazırlanan azâbtan haberi olmayan kimselerdir.

Bu sebepledir ki şöyle buyurmuştur. [10]

 

6-. Küfredenleri (başlarına gelecek tehlikeyi haber vererek) korkutsan da korkutma-san da onlar için birdir. (Yine de) inan­mazlar.

 

6- Allah Ta'âlâ'nın kâfirler hakkındaki bu hükmü, onların, gerçeği görmemek hususundaki inad ve İsrarları doiayısıyledir. Güneş doğmuş ve her tarafı kaplamıştır, fakat öyle bir insan vardır ki; güneşe olan düşmanlı­ğından ona sırt çevirir ve ışığını görmemek için gözlerini sıkıca kapatır. Böyle bir kimsenin güneş ışığından faydalanması artık mümkün olur mu? Yine böyle bir kimse için, karanlıkla aydınlık arasında bîr fark bulunur mu? Tıpkı bunun gibi, Kur'ân-t Kerîm de, bütün insanlara rehber olmak ve onları dünya ve âhiret saadetine ulaştırmak için gönderilmiştir. Bu Ki-tab'da her iki saadete götürecek olan yol gösterilmiş ve insanların bu yoldan gitmeleri emredilmiştir; bu emre muhafelet edenlerin ve doğru yol dururken eğri yolu seçenlerin âkibetleri gösterilmiş ve kendileri için büyük azâblar hazırlandığı duyurulmuştur. Bu gerçek karşısında, artık her insa­nın bu emre uyması ve doğru yolu seçmesi gerekmez mi? Fakat bu böyle olmamış, daha Kur'ân-ı Kerîm'in gönderilmeğe başladığı ilk günden itiba­ren ona sırt çeviren, sözlerini duymak istemiyen, bunun için kulaklarını tıkayan ve böylece, gerçeklerin kalplerine nüfuz etmesini önleyen bir takım insanlar çıkmıştır. Her devirde çıkan bu çeşit insanları, ne Cennet nimetlerinin müjdesiyle, ne de Cehennem azabı tehdidiyle inadlarından vazgeçirmek ve gerçekleri onlara kabul ettirmek mümkün değildir. Çünkü ne müjde ve ne de azâb haberlerinden hiçbirini duymazlar; duymamakta inad ederler. Onun için, onları korkutsan da korkutmasan da farketmez. İşte, onların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini gerçeklere karşı bu derece ısrarla kapatmaları ve imana yanaşmamak hususundaki bu de­rece inadları doiayısıyledir ki: [11]

 

7-. Allah da onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş, gözlerine de perde çekmiş­tir. Onlar için büyük azâb vardır.

 

7. Allah Ta'âlâ'nın, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemesi, gözlerine de perde çekmesi, şüphesiz onlara zulmetmek ve onların îmanlarını engellemek için değildir. Çünkü Allah Ta'âlâ kullarına asla zulmet­mez; îman edecek kulun îmanına da asla engel olmaz. Fakat kâfirlerin kalplerinin ve kulaklarının mühürlenmesi, gözlerine de perde çekilmesi, onların iman etmemek hususundaki inad ve ısrarlarının neticesidir. Ayette geçen ve bizim «mühürlemek» manâsında ifade ettiğimiz «hatm» kelimesi, bir şeyin sonuna gelişin alâmeti olarak kullanılır. Nitekim mektupların sonuna vurulan damga veya mühürlerde bu manâ vardır. İşte bu manâya uygun olarak, kâfirler, küfürlerinde o derece inad ve ısrar ederler ki, arlık kalpleri gerçeği idrak etme, kulakları işitme, gözleri de onu görme yetene­ğini tamamiyle kaybeder; fıtrat-ı aslîleri bozulur ve artık işe yaramaz hale gelirler. İşte bu durumda Allah Ta'âlâ, onların işe yaramazlığını manevî bir mühürle damgalar ki, bü artık onların sonu demektir; bununla onlar azâb görmeği hak etmiş olurlar.

Saf sûresinin beşinci âyetinde aynı manâda «onlar (haktan) ayrılıp uzaklaştıkları zaman, Allah da onların kalplerini (hidayetten) uzaklaştırdı» buyurmuştur ki, bu da, kalbin hidayete karşı kapalı kalmasını, küfürde inad ve ısrar edilmesinin bir neticesi olarak meydana geldiğini gösterir. Bu sebeple, hiçbir kâfir, kalbinin ve kulaklarının mühürlendiğini, gözlerine perde çekildiğini ileri sürerek küfrüne mazeret gösteremez. Zira onların kalpleri, bir başka âyette de açıkça belirtildiği gibi, (Nisa sûresi, 155), kendi küfürleri sebebiyle mühürlenmiştir. İşte, bu gibi kimseler için büyük azâb vardır. Bu azabı, küfürlerinde inad ve ısrar ettikleri için hak etmişlerdir.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, bu âyetin tefsîrinde biz, kalpleri ve kulakları mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş kâfirleri, dâima, küfürlerinde inad ve ısrar eden ve dolayısıyle büyük azaba hak kazanan kimseler olarak ifade ettik. Bunlar, küfürlerinin son haddine ulaşmış ve Allah'ın ilmi nezdinde azâb görecekleri tebeyyün etmiş kimse­lerdir. Böyleleri geçmiş devirlerde bulunduğu gibi, gelecek devirlerde de bulunacaktır. Bununla beraber, bütün kâfirleri, kalpleri ve kulakları mühür­lenmiş ve gözlerine perde çekilmiş kimseler olarak nitelendirmek de mümkün değildir. Çünkü bunların arasında, bir gün küfürlerinden dönecek ve hak yolu seçecek kimselerin bulunacağı da şüphesizdir. Nitekim gerek Hazret-i Peygamber devrinde ve gerekse zamanımıza kadar geçen süre içinde, Allah'ın hidayetine ererek müslüman olan ve İslâm'ı son derece güzel bulunan kimseler pek çoktur. Bundan sonra da, böylelerinin bulu­nacağına şüphe yoktur. Bunlar da Allah Ta'âlâ'nın ilmi içindedirler. Bu sebeple Allah Ta'âlâ'nın ileride ihtida edeceğini ve ihtidasının güzel ola­cağını bildiği kimseleri, kalpleri ve kulakları mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş, böylece büyük azabı da hak etmiş olan inadcı kâfirler arasında

saymamak gerekir. Hazret-i Peygamber'in, kendisiyle mücadele eden müşrik ve kâfirlerin hepsini içine alacak şekilde onlara lanet etmekten ve bedduada bulunmaktan şiddetle kaçınmasının sebebi de budur. Onun bu hali, bugünün ve yarının müslümanları tarafından titizlikle takip edilcek ve ibret alınacak güzel bir örnektir. Biz, kâfiri ancak içinde bulunduğu küfrü dolaytsıyle tanıyabiliriz; fakat bu küfrün, sahibini kalbi mühürlenmiş ve onu artık felah bulmaz bir dereceye getirmiş olduğunu bilemeyiz. Bu, ancak Allah'ın ilmi içindedir, ve o kâfir hakkında hüküm verecek olan da Allah Ta'âlâ'dır.

Netice olarak, Allah Taâlâ'nın ilmi içinde hidayete erecekleri belir­lenmiş kâfirler müstesna, diğerleri, küfürlerinde inad eden ve bu sebepten kalpleri ve kulakları mühürlenip gözlerine perde çekilen kimselerdir ki, bunları korkutmakla korkutmamak arasında hiçbir fark yoktur; ne yapılırsa yapılsın, bunlar, inad ettikleri küfürlerinden vazgeçip îman etmezler. İşte bunlar için, âhirette görecekleri büyük azâb hazırlanmıştır. Hiç kimse ve hiçbir şey onları bu azâbtan kurtaramıyacaktır.

İşte küfürlerinde inad eden kâfirlerin hali budur. Fakat azâbt hak etmiş olan başka kimseler de vardır. Bunların hali de bir başkadır, ve kâfiri   in hallerine hiç benzemez: [12]

 

8.  İnsanlardan öyle kimseler vardır ki, «Allah'a ve âhiret gününe îman ettik» derler; halbuki onlar mümin değillerdir.

9. Allah'ı da, îman edenleri de (güya) aldatır-

lar; halbuki onlar kendilerinden başka­sını aldatamazlar; (bunun da) farkına varmazlar.

10.  Onların kalplerinde bir hastalık vardır; Allah da hastalıklarını gittikçe artırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü onlar için acıklı bir azâb vardır.

11.  Onlara «yeryüzünde fesad çıkarmayın» denildiği zaman, «biz ancak İslah ediyo­ruz» derler.

12.  Bilesin ki, asıl fesad çıkaranlar onlardır, evet onlardır; fakat  ( bunun) farkına varmazlar.

13. Onlara «siz de insanların inandıkları gibi inanın» denildiği zaman, «biz beyinsizle-

hrin inandıkları gibi mi inanıyoruz?» der-1 ler. Oysa bilesin ki, asıl beyinsizler onlar-' dır, evet onlardır; fakat (bunu) bilmezler.

14.   Onlar,   îman   edenlerle   karşılaştıkları zaman, «îman ettik» derler; şeytanlanyla başbaşa kalınca da «biz sizinle beraberiz; sadece onlarla alay ediyoruz» derler.

15.  (Halbuki asıl) Allah onlarla alay ediyor ve azgınlık içinde şaşkın şaşkın dolaşma­larına (şimdilik) göz yumuyor.

16.   (İşte), hidayete karşılık sapıklığı satın alanlar bunlardır. Fakat ticaretleri (onla­ra) kazanç sağlamamış; (kendileri de) doğru yolu bulamamışlardır.

17- Onların durumu, ateş yakan kimsenin durumu gibidir: (Yakılan ateş) etrafım aydınlattığında, Allah ışıklarını giderir de, onları, görmez bir halde, karanlıklar içinde bırakır.

18.  (Onlar), sağırdırlar, dilsizdirler, kördür­ler. (Bir daha hakka) dönemezler.

19.   Yahut (onların durumu), gökten zifiri karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşeklerle birlikte gelen yağmur (a tutulmuş kimse­lerin durumu) gibidir: Bunlar, yıldırım­lardan ölmek korkusuyle parmaklarını kulaklarına tıkarlar. (Oysa) Allah, kâfir­leri çepeçevre kuşatmıştır.

20. Şimşek, neredeyse gözlerini kör edecekti: onları aydınlattığında, (ışığından fayda­lanıp) yürürler; üzerlerine karanlık çö­künce de, dikilip kalırlar. (Oysa) Allah, dileseydi, kulaklarını sağır, gözlerim de kör ederdi. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.

 

Bundan önceki iki âyette, kâfirlerin hallerini açıklayarak onları yakın­dan tanıtan Allah Ta'âlâ, yukarıda zikrolunan 13 âyette de, kâfirler gibi inançsız olan, fakat din için onlardan daha büyük tehlike teşkil eden başka bir güruhu tanıtmıştır. Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde, yalan beyanla inandıklarını söyleyen bu güruhun kimler oldukları ve hangi adla şöhret kazandıkları, daha ilk âyetten anlaşılmaktadır. Bunlar, inançsızlık­larını, kalplerinde gizleyerek inandıklarını söyleyen ve müslümanlar ara­sına girerek, her fırsatta fesat tohumları saçmaya çalışan münafıklardır.

Bakara sûresinin büyük bir kısmının Medine'ye hemen hicretten sonra nâzii olduğu gözönünde bulundurulursa, münafıkların hicretle bir­likte ortaya çıktıkları ve müslümanları rahatsız etmeğe başladıkları anlaşılir. Bunlar, Medine'nin ileri gelen kimseleridir. Menfaatlarına ve mevkile­rine aşırı derecedeki düşkünlükleri sebebiyle, müslümanlara karşı açıktan cephe alamadıkları gibi, İslâm'a da sağlam bir imanla bağlanamamışlar­dır. Onların bu hali, kendilerini, müslümanlarla karşılaştıkları zaman inan­dıklarını, kâfirlerle beraber oldukları zaman da,müs!ümanlarla alay ettikle­rini söylemeğe sevkediyordu. Gerçekte, kalplerine îmanın kırıntısı bile girmiş değildi. Kur'ân-ı Kerîm, yukarıda zikrolunan âyetlerinde, onların bu halini çeşitli yönlerden veciz bir şekilde tarif eder. Diğer sûrelerde de onlara zaman zaman temas edilecek ve hattâ adlarına tahsis olunan müstekıl bir sûre bile Kur1 ân içinde yer alacaktır.

Münafıkların en büyük özellikleri yalancılıktır. Bunlar, yalancılığı ha­yatlarının vazgeçilmez bir unsuru haline getirmişler ve gıdalarını yalandan almışlardır. Bu bakımdan, kendilerinde temayüz etmiş başka bir özellik mevcut ise, bunun altında da mutlaka bir yalan yer almıştır. Hazret-i Peygamber, bir hadîsinde onların bu özelliğini o kadar açık bir şekilde ortaya koymuştur ki, bununla, bugünün münafıklarını bile tanımak müm­kündür. Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: «Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, vadettiği zaman vadinden döner, emniyet olunduğunda hıyanetlik eder». (Hadisin metni için bkz. Buharı, Sahih, 1. 14). Bu üç alâmetten her birinin altında bir başka çeşit yalanın yattığı açtkça anlaşılmaktadır. İşte, Bakara sûresinin münafıklarla ilgili âyetlerinde, onla­rın bu özellikleri belirtilerek şöyle buyurulmuştur: [13]

 

8. İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki, «Allah'a ve âhiretgününe îman ettik» der­ler; Halbuki onlar mü'min değillerdir.

 

8- Bu âyet-i kerime bize şunu açıkça gösteriyor ki, insanlar, ne bu sûrenin ilk beş âyetinde tarif edilen mü'min ve müttakîlerden, ne de bunları takip eden iki âyette görüldüğü gibi, küfürlerini açıkça ortaya koyan kâfir­lerden ibarettir; fakat bunların yanında üçüncü bir grup daha vardır ki, bunlar, inanmadıkları halde inandıklarını söyleyen münafıklardır. Şüphe­siz bunlar da inanmadıkları için kâfirdirler; fakat kendilerini diğer kâfirler­den ayıran özellikleri, inançsızlıklarını gizlemeleri ve müslümanlar arasına «Allah'a ve âhiret gününe inandık» diyerek girmeleridir. Küfür yönünden aralarında hiçbir fark bulunmasa bile, münafıkların sahte ve aldatıcı bir yüzle müslümanların arasına girmeleri, cürümlerini bir kat daha artırmakta ve onları diğerlerine nisbetle daha tehlikeli kimseler haline getirmektedir.

Bu âyet-i kerime bize bir başka gerçeği daha öğretmektedir; o da şudur: îman, sadece dille «inandım, iman ettim» demekten ibaret değildir. Nitekim münafıklar da, dilleriyle inandıklarını söylemektedirler; fakat as­lında inanmamışlardır. Bu sebepledir ki, inanmak, iman etmek, dil işi değil, kalp işidir; onun yeri ağız değil kalptir. Bu itibarla dilin mutlaka kalple irtibatı bulunmalı ve kalpten gelen inancı söylemelidir. Zaten doğruluğun esası da budur. Dil, kalpten geleni söylediği zaman, insan doğruyu söylemiş olur. Fakat dilin kalple irtibatı bulunmaz, kalpte olmayanı söylerse, yalancı­lık dediğimiz münafıklık alâmeti ortaya çıkar.

Dille kalp arasındaki irtibat, kalbin, vücudun diğer organlarıyle olan irtibatını da zorunlu kılar. Yani dil, nasıl kalpten geleni söylemek zorun-daysa, vücudun diğer organları da, kalbin dille söylediğini yapmak zorun­dadır. Dilin, kalpten gelenin aksini söylemesiyle, organların kalpten gele­nin aksini yapması arasında hiçbir fark yoktur. Dil, Kalpte olmayanı söyle­mekle nasıl yalan söylemiş olursa,organların kalptekine uygun olmayan hareketleri de, aynı derecede yalan ve sahte sayılır. Müslümanlık, dil, kalp ve organlar arasındaki kusursuz uyumdur; kalpten gelen imanı dil söyler; organlar da bu imanın gereğini yapar.

Küfür de, aksi yönden bu uygunluğun bir tezahürüdür: Dil, kalpte bulunan inançsızlığı söyler; organlar da küfrün alâmeti olan işleri yaparlar.

Münafıklık ise, bunlardan farklıdır: Dil, kalpte olmayanı söylerken, organlar, bazan dilin, bazan da kalbin hüviyetini açıklarlar. Bu sebeple aralarında tam bir uyumsuzluk görülür.

Dil, kalp ve organlar arasındaki bu sıkı irtibat dolayısıyledir ki, «îman, dille ikrar, kalple tasdiktir» denilmiş, organlara taalluk eden amel ise,dille kalp arasındaki bu bağlantının tabii neticesi sayılmıştır. Bu bakımdan, üzerinde durduğumuz âyet, imanı, sadece dilin ikrarından ibaret sayan bazı sapık mezheblere reddiye manâsı taşır.

Münafıklar, dilleriyle kalpleri arasında bir uyum bulunmadığı içindir ki «Allah'a ve âhiret gününe inandık» deseler bile, sözleri yalandır; ve ger­çekten mü'min değillerdir. Onlar bu sözleriyle: [14]

 

9. Allah'ı da îman edenleri de (güya) aldatır­lar; halbuki onlar, kendilerinden başka­sını aldatamazlar; (bunun da) farkına varmazlar.

 

9 -Kalplerindeki inançsızlıklarını gizleyerek «Allah'a ve âhiret gününe inandık» demekle, münafıklar, Allah'ı ve müslümanlan aldattıklarını zan­nederler. Aslında, onların Allah'ı aldatmaları mümkün değildir; çünkü Allah, gizliyi de aşikârı da bilir. Münafıkların kalplerinde gizledikleri küfür de Allah'ın bilgisi dışında değildir. O halde onların Allah'ı aldatmış olmala­rı, «biz de inandık» demek suretiyle kendilerinde meydana gelen bir zandan ibarettir.

Münafıklar, bu sözleriyle acaba Hazret-i Peygamber'i ve mü'rninleri aldatabilmişler midir? İlk anda bunun mümkün olabileceği akla gelirse de, yalanlarının birbiri arkasından ortaya çıkması, kendilerine inanılmaması hususundaki bir kanaatin, müslümanların zihinlerinde belirmesine ve gi­derek kuvvet kazanmasına sebep olacağı şüphesizdir. Mamafih bu âyet­lerin, hicretin hemen akabinde nazil olduğu ve münafıkların da bu sıra­larda ortaya çıktıkları düşünülürse, onlar hakkında kesin bir kanaatin belirmesi için vaktin henüz erken olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ba­kımdan müslümanların, zaman zaman münafıkların sözlerine inanmış olmaları uzak bir ihtimal değildir ve hattâ bu âyetlerin, münafıklara karşı müslümanlan bir uyarı niteliğinde oldukları bile söylenebilir. Nitekim yuka­rıdaki âyette onların, kendilerinden başkasını aldatamıyacaklarının ifade edilmesi de buna işarettir, daha doğrusu, müslümanların Allah'ın himaye­sine sığınarak,münafıklann şerrinden korunmalarını gerektiren bir ihtar, aynı zamanda, müslümanlara güven veren bir destek ve dayanaktır.

Münafıklar yönünden ise, âyetin korku ve dehşet verici olduğuna şüphe yoktur. Yalanlarıyle müslümanlara zarar vermeleri halinde, karşılannda Ailah Ta'âlâ'yı bulacaklardır. Çünkü bunlar, sadece müslümanları değil Allah'ı da aldattıklarını zannetmektedirler. Fakat onlar, ne zanneder­lerse etsinler, gerçek olan şudur ki, aldatmaları kendilerine dönecek ve sadece kendilerini aldatmış olacaklardır. Ancak, gafletleri ve zihinlerini yalnız yalanla meşgul etmeleri, bu gerçeği anlamalarına imkân verme­mektedir. Bu sebepten şuursuzdurlar. Akıl ve iradeleri ellerinden gitmiş, sadece şehevi arzularının esiri olmuşlardır. Fakat onları bu hale getiren asıl sebep, kalplerine arız olan bir hastalıktır. Nitekim Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [15]

 

10- Onların kalplerinde bir hastalık vardır. Allah da hastalıklarını gittikçe artırmıştır. Söyledikleri yalandan ötürü, onlar için acıklı bir azâb vardır.

 

Münafıkların kalplerine arız olan bu hastalığın en mühim belirtisi I vehim ve şüphedir. Bu hastalığa yakalanan bir kimse, her şeyden ve herkesten şüphe eder. Allah'tan, Allah'ın Kitabından, Peygamberinden şüphe eder. Kitaptaki emir ve yasaklarından, bu emir ve yasaklara uyan mü'minlerden, onların davranışlarından, ibadetlerinden şüphe eder. Her şeyden ve herkesten şüphe etmesi, kendi nefsine olan düşkünlüğünün aşırı derecede artmasına ve neticede onun hevâ ve heveslerinin kölesi olmasına yol açar. Herkesi küçük, buna karşılık kendisini herşeyin üs­tünde gören hali, onu, küçük gördükleriyle alay etmeye;zarnan zaman onları aldatmaya sevkeder. Gerçek inancın, gerçek îmanın kendisinde olduğunu zanneder. Bu hâlet-i ruhiye içinde olan insan, ahlaksızlığın en aşağı derecesindedir.

İşte münafıkların hali budur. Bu hal, kalplerindeki hastalığın neticesi­dir. Kendileri bu hastalığın farkında olmadıkları için, ondan kurtulma çaı e-leri aramazlar. Kur'ân-ı Kerîm, bu çeşit hastalıkların tedavisi için gönde­rilmiş olduğu halde, inançsızlıkları sebebiyle ona sarılmayı, ondan fayda­lanmayı düşünmezler. Böylece, bataklığa düşmüş bir insanın, kımılda-dıkça içine gömülüşü gibi, münafıklar da, her davranışlarında kalplerini kemiren hastalığın pençesine kendilerini biraz daha kaptırırlar. Allah Ta'âlâ da, onların inanmadıkları, dâima şüpheyle karşıladıkları Kur'ân-ı Kerîm'den yeni yeni âyetler indirdikçe ve bu âyetlerde, nefislerinin meylet­tiği hevâ ve heveslerini, zevk ve safalarını, kibir ve gururlarını yerip kötüle-dikçe', hastalıklarını daha da artırır. Hastalıklı göze vuran ışığın onu rahatsız edişi ve hastalığını daha çok artırışı gibi, kafalarına çarpan gerçek dalgaları, onları sersemletir, akıllarını başlarından alır.

Artık bunlar İçin hiçbir kurtuluş yolu yoktur. Aksine, Allah'a ve âhiret gününe inanmadıkları halde «inandık»diyerek yalan söylemeleri sebe­biyle onlar için elîm bir azâb vardır. Bu âzâbt mutlaka göreceklerdir. Münafıklığın akıbeti budur.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, münafıkların inanmadıkları halde inandıklarını söyleyerek azaba müstahak olmaları, âyette geçen bir kelimenin yekzibûn şeklindeki okunuşu dolayısıyledir. Bu okunuş, Küfe imamlarına göredir, ve bunların başında Asım, Hamza ve Kisâîvardır. Medîne, Hicaz ve Basra imamları ise, kelimeyi yukezzibûn şeklinde oku­muşlardır. Buna göre âyetin manâsında iki farklı görüş ortaya çıkmaktadır:

Kelimenin yekzibûn şeklinde okunması halinde, manâ «yalan söyler­ler» demek olur ki, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, münafıkların, inanma­dıkları halde yalan söyleyerek «inandık» demeleri sebebiyle azaba müs­tahak oldukları anlaşılır. Eğer ke\\meyukezzibûn şeklinde okunursa, «tek-zîb ederler», «yalanlarlar» manâsına gelir ki, bu takdirde, münafıkların Hazret-i Peygamber i yalanladıkları ve bu sebepten azaba müstahak oldukları neticesine varılır. Maamaf İh bu iki manâdan birincisinin, münafık­ların sıfatlarına uygun olması bakımından daha doğru olduğu söylenebilir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi münafıklar, yalaniarıyle temayüz etmiş kim­selerdir, ve müstahak oldukları elîm azabın sebebi de onların bu yalancılık­larıdır. Nitekim, onlara ne çeşit nasihatta bulunulursa bulunulsun, onlar bu nasihata dâima bir yalanla cevap verip sırt çevirirler. İşte bu cümleden olarak: [16]

 

11. Onlara «yeryüzünde fesad çıkarmayın» denildiği zaman, «biz, ancak İslah ediyo­ruz» derler.

 

11 Münafıkların yalana dayanan bir başka faaliyetleri de, mü'minle-rin gizli kalması gereken işlerini kâfirlere açıklıyarak, yahut kâfirleri mü'minler üzerine tahrik ederek, yahutta müslümanlan Allah'ın yolundan uzaklaştırmaya, Peygamberlerine uymaktan vazgeçirmeye çalışarak ara­larında fitne ve fesad çıkarmak istemeleridir. Her devirde bu çeşit bozgun­culara rastlanır. Fakat onlar, kalplerine arız olan hastalık sebebiyle, yaptık­larının bozgunculuk değil, aksine, cemiyeti ıslah etmek, yahut ona bir düzen vermek gayesine matuf olduğunu ileri sürerler. Kendilerinin ıslahatçı olduklarına inanırlar. Halbuki İslâm, bütün insanları, birlik ve beraber­liğe davet ederken, onların İslâmî yolda biraraya gelmiş insanları birbirin­den ayırmaya, aralarına kin ve nefret tohumları saçmaya çalışmalarından daha büyük bozgunculuk olur mu? Bu sebeple: [17]

 

12. Bilesin ki, asıl fesad çıkaranlar onlardır; evet onlardır; fakat (bunun) farkına var­mazlar.

 

12 Onlar İslahatçı olduklarını ne kadar ileri sürerlerse sürsünler, buna ne derece inanırlarsa inansınlar, müslümanlar arasında yaptıkları iş, bozgunculuktan başka bir şey değildir.Bu sebeple, asıl bozguncu olanlar j da onlardır; fakat onlar, yaptıkları bozgunculuğu anlamazlar, onun farkına varmazlar; çünkü fesad, kalplerine o derece yerleşmiştir ki, artık o, kalbin bir sıfatı, ondan ayrılmaz bir unsuru haline gelmiş ve yapılan her iş, bu fesadla yoğrulmuş, kalbin tabii bir neticesi olarak kabul edilmiştir. Keza: [18]

 

13. Onlara« siz de insanların inandıkları gibi inanın» denildiği zaman, «biz beyinsizle­rin inandıkları gibi mi inanıyoruz?» der­ler. Oysa bilesin ki, asıl beyinsiz onlardır, evet onlardır. Fakat (bunu) bilmezler.

 

13 Münafıklarla ilgili ilk âyette de ifade edildiği gibi, bunlar, «Allah'a ve âhiret gününe îman ettik» diyen, fakat gerçekte mü'min olmayan kimse­lerdir. Her ne kadar müslüman olmuşlarsa da müslümanlıkları zahirîdir ve sadece dillerindedir. Bütün davranışlarından ve bütün sözlerinden, îman hususundaki yalanlarını kolayca anlamak mümkündür.

İşte bu âyette de onların bu yalanlarına ve iki yüzlülüklerine işaret edilerek bundan vazgeçmeleri ve diğe^ insanlar gibi îman etmeleri isten­miştir. Ayette geçen «insanlar» (nas) sözü, iki manâya delâlet eder. Bu sözle ya dar manâda, Hazret-İ Peygamber devrinde mü'min ve müslü­man olan!arkasdedilmiştir;yahutta geniş manâda, ilk Peygamberden son Peygambere kadar, gelip geçmiş bütün Peygamberlere inanan ve inanç­larında samimi olan mü'minler kasdedilmiştir. Bu hususta, tefsirlerde değişik görüşler ileri sürülür. Fakat gerçek olan şudur ki, «insanlar» (nâs) sözüyle, ister dar manâda yalnız müslümanlar kasdedilmiş olsun, ister geniş manâda Adem (a.s.) den itibaren tevhîd akidesine inanmış bütün mü'minler kasdedilmiş olsun, bunların îmanlanyle münafıkların îmanları, daha doğrusu inançsızlıkları arasında büyük fark vardır, ve münafıklardan istenen de, diğer insanlar gibi îman ederek bu farkı kaldırmaları ve îman yönünden mü'minlerle eşit seviyeye gelmeleridir. Ne var ki münafıkların bu davete verdikleri cevap yine kalplerini çepeçevre kuşatmış olan nifakın alâmetini taşımaktadır. Diyorlar ki: «Biz, beyinsizlerin îman ettikleri gibi mi îman ediyoruz?»

Bütün tefsirler, münafıkların, bu cevaplarında geçen ve bizim «beyin­sizler» manâsında ifade ettiğimiz sufehâ (sefîhler) sözünü, Hazret-i Pey-gamber'e tâbi olan müslümanlar hakkında kullandıklarını kaydederler. Daha doğrusu, «beyinsizler» sözünü »insanlar (nâs)'ın inandığı gibi ina­nın» ibaresindeki «insanlar (nâs)» atalîk ederler ve münafıkların bu davete cevaplarını «biz, o beyinsiz insanların inandıkları gibi mi inanalım» şek­linde manâlandırırlar.

Kur'ân-ı Kerîm'in Türkçe meallerinde de âyetin manâsı bu tefsîre göre verilmiştir. Meselâ değerli âlim Balıkesirli Hasan Basri Çantay'ın Kur'ân-ı Hakîm ve Meali Kerîm'inde bu âyetin meali aynen şöyledir:

«Onlara, insanların (müslümanlar) inandığı gibi inanın, denilince, biz de o beyinsizlerin inandığı gibi mi inancağız? derler».

Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan Kur'ân-ı Kerîm ve Türkçe Anlamı'nda:

«Herkesin inandığı gibi siz de inanın, denilince de, beyinsizlerin inan­dığı gibi mi inanalım, derler».

İzmirli İsmail Hakkı Beyin Meâli'l-Kur'ân'ında:

«Onlara nâsın îman ettikleri gibi siz de îman ediniz, denildiği zaman, onlar, biz o avanaklar gibi îman mı edelim? derler».

Ömer Rıza Doğrul'un Tanrı Buyruğu'nda da:

«Onlara, herkes nasıl inandıysa siz de inanın! denildiği zaman, biz de avanaklar gibi îman mı edelim? derler» şeklindedir.

Görüldüğü gibi bu meallerin hepsinde de, diğer insanların îman ettik­leri gibi îman etmeye davet olunan münafıkların, o insanları beyinsiz veya avanak olmakla itham ederek, onlar gibi îman etmiyecekleri ifade olun­maktadır.

Kanaatımızca bu mealler hatalıdır ve münafıkların bilinen sıfatlarına aykırı düşmektedir. Şöyle ki:

Münafıklarla ilgili ilk âyette (âyetNo.8)*y4//a/ı'a ve âhiret gününe îman eıtik, derler; halbuki onlar mü'min değillerdir»,

11 inci âyette «Onlara, yeryüzünde fesad çıkarmayın, denildiği zaman, biz ancak ıslah edicileriz, derler»,

14 Üncü âyette öe «Onlar, iman edenlerle karşılaştıkları zaman, îman ettik derler; şeytanlanyle başbaşa kalınca da, biz sizinle beraberiz; sadece onlarla alay ediyoruz, derler» buyurulmuştur.

Üzerinde durduğumuz 13 üncü âyetin siyak ve sibakını teşkil eden bu âyetler göstermektedir ki, münafıklar, kendilerine söylenen her şeyi, müs-lümanlan itham etmeden ve istenilen şeye itirazda bulunmadan yaptıkla­rını söylemektedirler. Allah'a ve âhiret gününe inandıklarını söylerler; yeryüzünde fesad çıkarmadıklarını, aksine ıslah ettiklerini bildirirler; iman edenlerle karşılaştıkları zaman da, «îman ettik» derler. Ne var ki bütün söyledikleri yalandır ve zaten münafıklığın alâmeti de budur.

İşte siyak ve sibaktaki âyetlerin bu manâları gözönünde bulundurula­rak 13 ûncij âyetin meali şöyle olmalıdır: «Onlara, insanların inandıkları gibi siz de inanın, denildiği zaman, biz, beyinsizlerin inandıkları gibi mi inanıyoruz? derler».

Bu mealde münafıkların, müsSümanlan beyinsizlikle itham etmelerine yer verilmemiştir. Eğer hatalı bulduğumuz diğer meallerde olduğu gibi «bizde o beyinsizler gibi mi inanalım?» denilseydi, münafıkların, inanan insanları beyinsizlikle itham etmiş olduktan anlaşılırdı. Halbuki onlar, diğer âyetlerde olduğu gibi, bu âyette de, münafıklığın sıfatına uygun olarak şunu demek istemişlerdir: «Siz, bizim, insanlar gibi inanmamızı istiyorsu­nuz. Halbuki biz beyinsizler gibi mi inanıyoruz? Hayır, biz de insanlar gibi inanıyoruz». Fakat münafıklar, bütün işlerinde ve bütün sözlerinde samimi değillerdir. Beyinsizler gibi değil, insanlar gibi inandıklarını söylerken de böyledir ve bu sözleri de yalandır.

Münafıklar, «beyinsizler» sözüyle müslümanları, yahut geniş ma­nâda gelmiş geçmiş bütün mü'minleri kasdetmediklerine göre, bu sözle >ıe demek istemişlerdir?

Karşılığını «beyinsizlik» olarak ifade ettiğimiz sefeh kelimesi, iugatta akıl noksanlığından ileri gelen görüş darlığı, budalalık, beyinsizlik, avanak­lık manâsına gelir ki, bu hal, insanı dinin gerektirdiği inançların ve hareket­lerin aksine inanmaya ve yapmaya sevkeder. Sefîh, bu halde olan insan­dır. O halde münafıklar «biz, sefihler gibi mi inanıyoruz?» demekle, kendi­lerinin akılsız, beyinsiz, avanak, kısaca sefîh olmadıklarını ve dîn neyi gerektiriyorsa Ona inandıklarını ifade etmiş oluyorlar ve tabii yalan' söylü­yorlar. Nitekim âyette, onların bu sözlerini takiben Allah Ta'âlâ yalanlarını yüzlerine vurmuş ve «şunu kesinlikle biliniz ki, asıl sefihler, asıl beyinsizler onlardır» buyurmuştur. Çünkü onlar, dînin gerektirdiği inanç ve davranış­lara sahip değillerdir. Sahip olduklarını söylemekle yalan beyanda bulunmuşlar, bu yalanla başkalarını da kandırdıklarını sanmışlar; fakat beyinsiz­lik etmişler ve bunun da farkına varamamışlardır.

Onların beyinsiz ve dolayısıyle inançsız olduklarını gösteren bir alâ­metleri de şudur: [19]

 

14.   Onlar,   îman   edenlerle   karşılaştıkları zaman,  «îman ettik» derler; şeytanla-rıyle başbaşa kalınca da «biz sizinle beraberiz; sadece onlarla alay ediyoruz» derler.

 

14- Münafıkların en büyük alâmeti yalancılık ve iki yüzlülük olunca, müslümaniarın arasına sahte olan yüzleriyle girerler ve kendilerinin de onlardan olduklarını ve onlar gibi İman ettiklerini söylerler. Fakat müslü-manlardan ayrılıp kendi şeytanlanyle, yahut kendilerine akıl veren, yol gösteren, imansızlığı aşılayan önderleriyle başbaşa kaldıkları zaman, gerçek yüzlerini onlara çevirerek «siz, bizim müslümanların yanına gidip onlar gibi îman ettiğimizi söylememize bakmayın; aslında biz, onlar gibi îman etmiş falan değiliz; biz sizdeniz ve sizinle beraberiz. Onlara iman ettiğimizi söylememiz, sadece onları kandırmak içindir; onlarla alay etmek içindir» derler. Halbuki bu münafıklar bilmezler ki: [20]

 

15. (Asıl) Allah onlarla alay ediyor ve azgın­lık içinde, şaşkın şaşkın dolaşmalarına (şimdilik) göz yumuyor.

 

15- Münafıkların müslümanlarla alay etmiş olmaları, aslında onları inanç ve itikadlarından dolayı küçük görmeleri ve onların inandıkları şeyleri hafife almalarıdır. Fakat bu alay, küçük gördükleri ve hafife aldıkları inanç ve itikadları, müslümanlara karşı «aman ne güzel; biz de böyle inanıyo­ruz» sözünü de içine alan bir manâyı taşır. Münafıkların bu davranışlarına karşılık Allah Ta'âlânın onlarla alay etmesi ise, şüphesiz bu manâda değildir. Bu şekilde bir alay, insanlar için mümkün olsa bile, Allah Ta'âlâ için mümkün değildir; O'nun şanına yaraşmaz.

Allah Ta'âlânın münafıklarla alay etmesi, onları, içinde bulundukları dalâlet çukurunda yüzüstü bırakması ve vakti geldiği zaman, bu alayların­dan ötürü yakalarına yapışıp lâyık oldukları cezayı onlara vermesidir. Bu

ceza, mü'minlerle alay edenlerin, alayla birlikte, başlarına gelecek bir azâb olacaktır. Nitekim Allah Ta'âlâ Hadld sûresinin 13-14 üncü âyetle­rinde şöyle buyurmuştur: «O gün (hesap günü), erkek ve kadın münafıklar, îman etmiş olanlara bizi bekleyin; nurunuzdan bir parça ışık alalım, diye­ceklerdir. (Onlara alaylı bir şekilde) arkanıza dönün de nuru (orada) arayın, denilecek, sonra da kendileri (ile mü'minler) arasına, kapısı bulu­nan bir duvar çekilecektir. Bu duvarın içinde rahmet, dış (taraf)ında ise aîab vardır. Münafıklar onlara bağıracaklar: Biz sizinle beraber değil miydik? (Mü'minler de) diyecekler ki: Evet, (beraberdiniz); fakat Allah'ın emri (ölüm) gelinceye kadar kendinizi, siz kendiniz yaktınız; (hep mü'min-leri) gözlediniz; (İslâm'dan) şüphe ettiniz- Sizi ihtiraslar (iniz) aldattı; (hattâ) sizi aldatanlar, Allah'a karşı bile aldattılar»

İşte, mü'minlerle alay edenlerin akıbeti, böyle alaylı bir azâb olacaktır. Fakat onlar, bu azaba çarptırılıncaya kadar, yeryüzünde azgınlık içinde dolaşmalarına göz yumulacak, onlara dokunulmayacak-, tâ ki hesap günü, lâyık oldukları cezayı hakkıyle çekebilsinler.

Gerçekten yeryüzünde münafıklara dokunulmamış ve onlara dâima iyi muamele edilmiştir. Yine bu sebepten, gayr-i müslimlere tanınan bir takım haklar bunlara tanınmamış, fakat müslümanlara tatbik edilen hü­kümler, bunlarada tatbik edilerek müslüman gibi davranılmıştır. Aslında bu muamele, münafıklar için dünyevi bir azâb olmuştur. Çünkü insan için, kalben inanmadığı bir dînin hükümlerine tâbi olmaktan ve bu hükümleri tatbik etmek için dâima zorlanmaktan daha büyük bir azâb düşünülemez.

İşte, Allah Ta'âlâ onları dünyada böyle bir azâb içinde bırakır. Bu azâb onların azgınlıklarını daha da artırır. Nihayet ölünceye kadar, giderek artan bu azgınlık, onların hesap günü uğrayacakları büyük azabın da mesnedi olur. [21]

 

16. (İşte), hidayete karşılık sapıklığı satın alanlar bunlardır; fakat ticaretleri (onla­ra) kazanç sağlamamış, (kendileri de) doğru yolu bulamamışlardır.

 

16- Münafıklar, müslümanların Medine'ye hicret etmelerinden ve İs­lâm'ın bu şekilde birden bire kuvvet kazanmasından sonra müslüman olmuşlar, yahut hiç olmazsa müslüman olma yoluna girmişlerdi. Böylece önlerinde hidayet kapısı açılmış, kendilerini dünya ve âhıret saadetine götürecek yol önlerinde görünmüştü. Bundan sonra onlar için yapılacak iş, sağa sola sapmadan bu yolu takip etmek ve diğer mü'minlerle birlikte hedefe ulaşmaktı. Fakat beyinsizlikleri onlara bu imkânı sağlamadı. Kabi­lelerinin ileri gelenlerinden olmalarının kendilerine verdiği bencillik duy­gusu ve gurur sebebiyle, malını mülkünü terkederek Medine'ye hicret etmiş olan müslümanlarla inanç ve itikad yönünden aynı seviyeye düş­meyi ve hele yardım ellerini onlara uzutarak mallarını onlarla paylaşmayı bir türlü hazmedemediler. Bu hazımsızlık, İslâm'a ve müslümanlara karşı, içlerine daha başlangıçtan itibaren düşmüş olan şüphe kırıntılarının gide­rek büyümesine sebep oldu. İradeleri ellerinden, akıllan başlarından git­mişti. İslâm'a girmiş olmaları, onlara hiçbir fayda sağlamadı. Ticarette sermayesini tüketen tüccar durumuna düştüler. Oysa ticaretin gayesi, sermayeyi işleterek meşru kazanç sağlamak ve bu kazançla hayatı devam ettirmektir. Eğer tüccar, ticaretinde kâr edemez ve sermayeden yemeğe başlarsa, bir gün sermayeyi tüketir ve eli boş kalır. Münafıklar, müslüman olmakla büyük biri sermaye ele geçirmişlerdi. Fakat münafıklık­ları, bu sermayeyle kâra geçmelerine izin vermediği gibi, giderek onu da tüketmelerine sebep oldu. Çünkü sermayeyi hayırlı yolda değil,sapıklık alışverişinde kullandılar. Böylece, hem müslümanlıklarını yitirdiler, hem de ticaretini yaptıkları sapıklığın içine daldılar. Kısacası, hidayet yerine sapıklığı tercih ettiler.

Münafıkların, böyle beyinsizce bir ticaret işine girişmelerinde, zifiri karanlıkta parlayan ışıktan faydalanamıyanların örneğini görmek müm­kündür. Nitekim Allah Ta'âlâ, bu hususta şöyle buyurmuştur: [22]

 

17.- Onların durumu, ateş yakan kimsenin durumu gibidir: (Yakılan ateş) etrafını aydınlattığında, Allah ışıklarını giderir de, onları, görmez bir halde, karanlıklar içinde bırakır.

 

17- Hidayet yerine dalâleti tercih eden münafıkların hali, işte bu ateşin nurundan faydalanamıyan kimselerin halinden farklı değildir. Allah Ta'âlâ, tıpkı küfründe inad eden kâfirlerin, kalplerini ve kulaklarını mühürleyip gözlerine perde çektiği gibi, nifaklarında direnen ve yalandan vazgeçmi-yen münafıkların da kalplerindeki idraki ve gözlerindeki görme yeteneğini kaldırır da, onları zifiri karanlıkta bırakır; artık onlar, İslâm'ı anlayamaz, İslâm nurunu göremezler.

Allah, bu âyette münafıkların halini, bir meselle gözler önüne sermiş ve münafıklık yapan, yapacak olan ve yapmaya yeltenen insanlara, ibret almaları gereken bir ders vermiştir.

Mesel, daha önce vukubulduğu tasavvur olunan ve halk dilinde hi­kâye suretiyle şöhret kazanan ibretâmiz bir hâdisedir ki, benzeri bir hâdi­seyi anlatmak ve anlaşmasını kolaylaştırmak maksadıyie, diğer benzerine işaret edilir ve iki hâdise arasındaki benzerlikten ibret alınması sağlanır. Bir hâdiseyi, halk arasında şöhret kazanmış olan bir başka hâdiseye benzeterek anlatmaya temsil denir. Bazı akıllara, anlaşılması güç gelen gerçeklen anlatmak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak için, Kur'ân-ı Ke-rîm'de temsile sık sık yer verilmiştir.

Yukarıdaki âyet, temsilin bir örneği olup, münafıkların durumları, yakı­lan bir ateşin ışığından istifade edemeyen kimsenin durumuna benzetil­miştir. Buna göre, bir kimse aydınlanmak için ateş yakmış; ışığı etrafını aydınlatmaya başlayınca, şiddetli bir yağmur, yahut fırtına, ateşini sön­dürmüş ve onu yine karanlıkta bırakmıştır. Münafıkların haii de, ateş yakan bu kimseye benzer. Önce İman edip İslâm'a girmişlerdi. İslâm, onların yollarını aydınlatacak ve onları dünya ve âhiret saadetine ulaştıracaktı. Fakat onlar, kalplerini çepeçevre kuşatan yalan ve nifakı tercih ettiler ve İslâm'ın kendilerine ışık vermesini önlediler. Allah da onların kalplerini, kulaklarını ve gözlerini İslâm'a karşı mühürledi. Nitekim Münafıktın sûre­sinin üçüncü âyeti de bu manâyı teyid eder. Bu âyette şöyle buyurulmuş-tur: «Önce iman ettiler; sonra kâfir oldular. Bu yüzden kalplerine mühür vuruldu. Onun için (gerçeği) anlamazlar».

İşte, ışıkları söndürülmüş, yahut ellerinden alınmış ve böylece zifiri karanlıkta bırakılmış olan münafıklar, artık:[23]

 

18. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. (Bir daha hakka) dönmezler.

 

18 Tıpkı kalpleri, kulakları mühürlenmiş, gözlerine perde çekilmiş kâfirler gibi, münafıklar da, yalan ve nifaktaki inadları dolayısıyle, kulakları mühür­lenmiş oiup hakkı duymazlar; dilleri kilitlenmiş olup hakkı söylemezler; gözlerine de perde çekilmiş olup hakkı görmezler. Kısıcası, dalâletten başka hiçbir şey onları ilgilendirmez. İşte bu sebepledir ki, artık onların bir daha hakka dönmeleri mümkün değildir. İslâm'dan o kadar uzak bir yolda seyrederler ki, artık bir daha ona kavuşamazlar.

Onlar bu halleriyle, gök gürültüsü ve yıldırımlardan korkup, dehşet içinde büzülüp kalan kimselere de benzerler. Fakat korkunun ecele fay­dası ne? Allah Ta'âlâ onların bu hallerini de bir meselle açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [24]

 

19. Yahut (durumları) gökten, zifiri karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşeklerle birlikte gelen yağmur (a tutulmuş kimselerin durumu) gibidir: (Bunlar), yıldırımlar­dan ölmek korkusuyle parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Oysa Allah, kâfir­leri çepeçevre kuşatmıştır.

 

19 - Öyle bir tablo ki, korku ve dehşet, heyecan ve endişe, hepsi bir arada.. Gökyüzü bütün sularını bırakıvermiş; her taraf zifiri karanlık. Bu karanlığı zaman zaman yırtan ve dağıtan şimşekler... Işıkları gözleri kör edecek kadar parlak... Bunun arkasından, kulakları sağır edercesine dalga dalga yayılan gök gürültüleri... Bu arada, sağa sola düşen ve her şeyi bir ânda yakıp yok eden yıldırımlar... Yerle göğün sanki birbirine girip her şeyin alt üst olduğu bir ortamda, kulaklarını parmaklanyle tıkayıp korunmaya çalışan bir insan... [25]

 

20. Şimşek, neredeyse gözlerini kör edecekti;onları aydınlattığında, (ışığından fayda­lanıp) yürürler; üzerlerine karanlık Çökünce de dikilip kalırlar. Oysa Allah dikseydi, kulaklarını sağır, gözlerini de kör ederdi. Şüphesiz Allah her şeye kaa-dirdir.

 

20 - Şimşek, gözleri kör edercesine ışığını yayınca, bundan faydalanıp görebildiği yolda, bir iki adım yürüyor. Fakat ışık yok olunca, yine korku ve heyecan içinde, şaşkın, dikilip kalıyor. Halbuki korkunun başına gelecek­lere faydası ne? Allah dileseydi, kudretiyle onun kulaklarını sağır, gözlerini kör edemez miydi?

İşte, böyle bir tablo içerisinde, kendisine bir yol bulmaya çalışan bu insanın aczi ve zayıflığı nasıl beliriyor. Kim onu yağmurdan koruyacak? Zifiri karanlıkta kim ona yol gösterecek? Çakan şimşeklerin ışığı mı? Ya şimşeklerin getirdiği yıldırımlar?.. Bunlardan nasıl korunabilecek? Halbuki o, sadece kulaklarını tıkıyor ve böylece korunabileceğini sanıyor. Fakat bundan ela emîn değil. Bu sebeple devamlı bir korku ve endişe içinde. Her ân ölümün pençesini üzerinde hissediyor ve bu ölümden kendisini kurta-. racak bir yardımcı arıyor.

Halbuki insanın, hangi durumda olursa olsun, dâima sığınabileceği, korku ve endişelerden uzak bir şekilde, dâima yardımına güvenebileceği Allah'tan başka hiç kimse yoktur. Ne var ki, insanın Allah'a sığınması ve yardımına güvenmesi için, her şeyden önce, O'na inanması, îman etmesi gerekir. Onun Allah'a inanması halindedir ki, O'na sığınma ve yardımına güvenme ihtiyacını duyar ve o zaman, bütün korku ve endişelerden kurtu­larak, tam bir güven içerisinde O'nun yardımını beklemeğe başlar. Bu yardım belki gelir, belki de gelmez. Fakat insan, Allah'ın takdirinde bir değişme olmıyacağını da bilerek ümidini kesmez; yardımın gelmesi ha­linde şükreder, gelmediği sürece de sabır gösterir. Fakat ne olursa olsun, yukarıdaki meselde görülen insan gibi, korku ve endişeye kapılmaz; kulak tıkamakla ölümden kurtulabileceğini sanmaz. Korku ve endişe, inançsız­ların, hiçbir zaman kendisinden kurtulamıyacakları bir ümidsizlik halidir. Sığınacak, yardımına güvenecek bir kimsesi bulunmayan ve bu sebeple ne yapacağını bilemeyen kimselerin halidir. Tıpkı meseldeki insanın hali gibi.

İşte, münafıkların hali de böyledir. Allah'a ve âhiret gününe inandıkla­rını söylemiş olsalar bile, kalplerine iman girmemiştir; söyledikleri yalan­dır. Kur'ân-ı Kerîm, onların bu inançsızlıklarını ve yalanlarını haber ver­meğe başladıktan sonra, müslümanlar arasında yalnızlığa itilmişler, hor görülmüşlerdir. Bu aşağılanma, onların daha çok yalana başvurmalarına ve diğer mü'minler gibi îman ettiklerine müslümanları inandırma gayretine girişmelerine sebep olmuştur. İçlerini saran korku ve endişe de giderek artmış, bundan, ancak yalanla kurtulabileceklerini sanmışlardır. Oysa yalanın, zifiri karanlıkta yağmurla birlikte gelen şimşek, gök gürültüsü ve yıldırımlar altında korunmak için kulakların tıkanmasından farkı yoktur. Gerçekten, inanmış olsalardı, ne korkuya kapılacaklar, ne de yalana başvurmuş olacaklardı. Fakat şimdi, ne yaparlarsa yapsınlar, yalanları kendilerini kurtaramıyacaktır. Allah, onları çepeçevre kuşatmıştır. Önle­rinde, arkalarında, sağlarında, sollarında O vardır; O'nun kudreti vardır. Her ân onları, boyunlarından tutup haketîikleri yere fırlatıp atmaya hazır­dır. Tıpkı zifiri karanlıkta, yağmurun, şimşeğin, gök gürültüsünün ve yıldı­rımların çepeçevre kuşattığı insana, her ân bir musîbetin gelebileceği gibi. Kulaklarını tıkaması, onu bu musibetten nasıl kurtaramazsa- münafıkları da- yalanları- Allah'ın kabzasına düşmekten kurtaramıyacaktır. O halde, bütün bu yalanlar niçin? Kalpler, küfür yerine îmanla dolsa; hayat, korku ve endişe yerine, ümid ve huzur içinde geçse> şekavet yerine saadet, düşmanlık yerine sevgi ve kardeşlik hâkim olsa, bundan kim zararlı çıkar? İnsanları böyle bir mutluluğa götürecek olan yol, hiç şüphe edilmesin, hak yoldur; İslâm'ın yoludur. Bu yol, bütün âlemleri yoktan var eden, insana bu varlıklar arasında müstesna bir yer veren ve onu canlıların en şereflisi kılan yegâne yaratıcı Allah'a îman etmekle başlar ve yalnız O'na kulluk etmekle mutlu hedefe ulaşır. Bunu iyice anlamak için, Kur'ân'ın sesine kulak vermek gerekir: [26]

 

21- Ey insanlar! Sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabb'ınıza ibadet ediniz. Tâ ki takva sahibi olasınız-

 

22.- O Rab ki, sizin için yeryüzünü (korunup rahat edebileceğiniz) bir döşek, göğü de, (onun üzerine) bir çatı yaptı. Gökten su indirdi; o su ile, size rızık olmak üzere meyveler çıkardı. O halde (bütün bunla­rı) bilip dururken Allah'a ortaklar koş­mayın.

 

Önceki âyetlerde, insanların inanç yönünden üç guruba ayrılmış ol­duklarını ve her bir guruba ayrı ayrı yer verilerek tarif ve tavsif edildiğini gördük. Bu üç gurubun başında, takva sahibi olan mü'minler anlatılmıştır. Bunlar, gayba, âhiret gününe, peygamberlere indirilen kitaplara inanan, namazlarını dosdoğru kılan, zekât ve sadakalarını veren kimselerdir. Doğru yol üzerinde olanlar bunlardır.

İkinci gurup, kâfirlerdir. Bunlar, hiçbir şeye inanmayan, inanmadıkla­rını açıkça söyleyen ve inançsızlıklarında inad ve İsrar eden kimselerdir. Bu sebeple, bunları korkutmakla korkutmamak arasında hiçbir fark yoktur. Küfürlerinde inad ve İsrarları doiayısıyle, kalpleri ve kulakları mühürlenmiş, gözleri de perdelenmiştir. Bunlar için büyük azâb vardır.

İnsanlarm üçüncü gurubu ise, kâfirlerden daha tehlikeli olan münafık­lardır. Bunlar, sureta müslüman olmuşlardır; fakat kalplerine îman girme­miştir. Allah'a ve âhiret gününe inandıklarını söylerler; fakat kendi başla­rına kalınca, müslümanlan kandırdıklarını ileri sürerek onlarla alay ederler. Bunlar için de acı azâb vardır.

Allah Ta'âlâ, bu üç çeşit insan gurubunu tanıttıktan sonra, mü'min olsun, kâfir veya münafık olsun, bütün insanlara hitap ediyor ve buyuruyor ki: [27]

 

21- Ey insanlar! Sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabb'ımza ibadet ediniz- Tâ ki takva sahibi olasınız-

Allah Ta'âlânm bütün insanlara yönelttiği bu hitap, tertip sırasına göre, Kur'ân-ı Kerîm'deki itk hitaptır. Gerek Fatiha sûresinde ve gerekse Bakara sûresinin bundan önceki ilk yirmi âyetinde «Ey insanlar!» manâ­sında başka bir hitap gelmemiştir.

Bakara süresindeki bu ilk hitapla, Fatiha sûresinin ve dolayısıyle Kur'ân-ı Kerîm'in «Hamd, âlemlerin Rabb'ı Allah'a mahsustur» mealin­deki ilk âyeti arasında, manâ yönünden dikkate değer bir mutabakat vardır: Daha önce de açıkladığımız gibi, hamd'in, Allah'a ibadeti gerekti­ren bir davranış, Rabbın da, bütün âlemleri yaratan, sonra da yarattıklarını derece derece geliştirip terbiye eden ve bu sebepten tek başına hamd ve ibadet edilmeye lâyık olan Aflah Ta'âlâ olduğu gözönünde bulundurulur­sa, ilk âyetle bu ilk hitap arasındaki mutabakat kolayca anlaşılır. Bu mutabakat, âlemlerin Rabb'ı olan Allah Ta'âlâ'ya ibadet etmenin ne de­rece büyük önemi bulunduğunu göstermeye de yeterlidir.

Şunu da iyice bilmek gerekir ki, ibadet, her şeyden önce, tevhîd'e inanmanın tezahürüdür, İnsan, bu inancını, ancak Allah'a ibadet etmekle ortaya koyabilir. İbadet etmeden böyle bir inancın varlığından söz etmek mümkün değildir. Bu sebepledir ki, bazı müfessirler, âyette geçen u'budû (ibadet ediniz) emrini vahhıdû (tevhld ediniz, Allah'ı birleyiniz) manâsında tefsîr etmişlerdir. Çünkü Allah'ın tevhidi, yalnız O'na ibadet etmeyi gerekti­rir.

İbadet, Allah'a kulluk görevini kusursuz yerine getirmek demektir. Her ne kadar namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve haccetmek, birer ibadet sayılırsa da, ibadetin hepsi, sadece bu farzları ifa etmekten

ibaret değildir. İnsan, bu farzlarla birlikte, Allah'a kulluğun bütün gerekle­rini yerine getirdiği zaman, gerçekten O'na ibadet etmiş olur. Fatiha sûresinin dördüncü âyetini tefsir ederken, ibadetin manâsı üzerinde du-. rulduğu için, burada tekrarına lüzum görmüyoruz.

İnsan, daha önce açıklandığı şekilde, ibadet ettiği ve kulluk görevini kusursuz olarak yerine getirdiği zaman takva sahibi olabilir. Takva, kork­mak, çekinmek, sakınmak manâsına gelen ittikâ'dan isim olup, insanın Allah'tan korkarak, büyük olsun küçük olsun, bütün günahlardan sakın­ması, şirkten, fısktan, bid'attan çekinmesi ve kendisini Allah'ın itaatına vermesidir. İnsar., ancak, ibadet etmek suretiyle bütün bu günahlardan sakınabilir ve âhırette Allah'ın azabından korunabilir. Nitekim ibadet çeşit­lerinden biri olan namaz hakkında Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: «... Namazı dosdoğru kıl; çünkü namaz, insanı her türlü hayasızlıktan ve kötülükten akkor.»

İnsanın Allah'a ibadet etmesini sağlayacak ve hattâ onu ibadet et­meye zorlayacak bazı değerler vardır ki, akıl ve düşünce bunların başında gelir. İnsan, aklını kullandığı ve düşünebildiği zaman, kendisini Allah'a ibadet etmeye zorunlu hisseder. Çünkü aklın faaliyeti, insana, kendisini yaratan mutlak bir varlığın mevcudiyetini isbat eden deliller vermekte hiçbir zaman güçlük çekmez. Ancak akla, bu yönde faaliyet göstermesini sağlayacak imkânı da hazırlamak?yahut onu bu yöne çevirmek lâzımdır. Kur' ân-ı Kerim, bu hususta da insan aklına yardımcı olmuş ve âyetle­rinde sık sık akla yol göstererek düşünmesi gereken konulara işaret etmiştir. Yukarıdaki âyetler de «Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan Rabb'mıza ibadet ediniz» buyurulurken, önce insanın kendi yara­tılışı üzerinde durup düşünmesi, sonra da gözünü çevresindeki diğer insanlarla daha önce gelip geçmiş olan insanların yaratılışına çevirmesi istenmiştir. Fakat düşünülmesi gereken husus, sadece insanın yaratılışı değildir. Onun yaratılışından sonra akıl ve iradeyle diğer varlıklardan ayırt edilerek üstün bir mertebeye yükseltilmesi, derece derece geliştirilip ter­biye edilmesi ve şerefli bir mahlûk haline getirilmesi de, üzerinde düşü­nülmesi   gereken   hususlardandır.   Ayette   «yaratma»   fiilinin,   Allah Ta'âla'nın Rab ismine isnâd edilmesi buna işarettir.

Fakat insanın Allah'a ibadet etmesini sağlayacak başka düşünce sahaları da vardır. İnsan kendi yaratılışıyle kendinden önceki insanların yaratılışını ve her birinin derece derece geliştirilip terbiye edilmesini düşünurken, yaratılışından sonra hayatını sürdürmesine yardımcı olan ve ken­disine çeşit çeşit rızıklar temin eden dış âleme, yere, göğe, akan sulara, yağan yağmurlara, bunlarla sulanan toprağın yetiştirip büyüttüğü sebze­lere ve meyve ağaçlarına da gözünü çevirip düşünmek zorundadır. Bun­ları kim veriyor, kim yapıyor? Bunların kendi kendine olması mümkün mü? Bir yapıcı, bir yaratıcı olmadan, bir şey meydana gelir mi? İnsanın sahip olduğu akıl, bu sorulara ve düşünce neticesi ortaya çıkabilecek diğer sorulara cevap bulabilecek niteliktedir. Yeter ki insan, kendisini bu türlü sorularla karşı karşıya getiren düşüncelere aklını sevkedebilsin.

İşte Kur'ân-ı Kerim, yukarıdaki âyette, insanın kendi üzerinde dü­şünmesini sağlamak için akla yol gösterdikten sonra, onu dış âleme yöneltiyor ve şöyle buyuruyor: [28]

 

22-. O Rab ki, sizin için yeryüzünü (korunup rahat edebileceğiniz) bir döşek, göğü de (onun üzerine bir çatı yaptı. Gökten su indirdi O su ile, size nzık olmak üzere meyveler çıkardı. O halde (bütün bunla­rı) bilip dururken Allah'a ortaklar koş­mayın.

 

22- Bu, Allah Ta'âlâ'nın insan oğluna ne büyük bir lutfudur. Onu yarattık­tan sonra, yeryüzünü onun emrine tahsis etmiş, korunup rahat edebilmesi ve hayatını sürdürebilmesi için, onu, tıpkı bir döşek haline getirmiştir. İlk insanın yaratılışından bu yana, gelip geçmiş bütün canlılara döşeklik yapan yeryüzünün bundan sonra gelecek insanlar için de işi aynı olacak­tır.

Yeryüzünün insanlara döşek olması bir yana, göküyüzü de, onun bir çatısı, yahut tavanı olarak bina edilmiş ve ona, yeryüzünün koruyuculuk görevi verilmiştir. Nitekim gökyüzüne bakan insan, orada milyonlarca yıldız görür de, bazan bu yıldızlardan birinin yeryüzüne düşmesi, yahut çarpması halinde onun ne hale geleceğini düşünür; sonra da, bunların gökyüzü tarafından tutulduğuna hükmederek, döşeğinde rahatlık içinde yaşamasına devam eder.

Fakat bir insanın yaşaması için, sadece döşek ve örtüsü elbette yeterli değildir. Onun bir şeyler yiyerek gıda alması da gerekir. İşte bunun için Allah Ta'âlâ, yeryüzünde denizleri ve nehirleri yaratmış, sonra da, bunların suyu ile toprakların sulanması için, suyun buharlaşmasını ve yağmur olarak tekrar yeryüzüne dökülmesini sağlamıştır. Böylece insan, yiyebileceği çeşit çeşit meyveler, sebzeler ve ekinler yetiştirebilmiştir.

Yeryüzünün bir döşek gibi yaratılması, gök kubbenin bu döşeğin üzerine bir örtü yapılması, ışığından ve ısısından faydalanmak için güne­şin, bir lamba gibi gökyüzüne dikilmesi, gökyüzünden yeryüzüne suyun indirilmesi ve bunun gibi daha pek çok şey insan için yapılmış ve onun istifadesine sunulmuştur. Ayrıca, yapılan her şey, birbirine bağlantılı ola­rak bir nizam içinde yapılmış ve hayatın idamesi için bu nizam sürdürül­müştür.

O halde insanın bütün bunları düşünmesi ve hiçbir bozulma göster­meyen bu nizamı sürdürenin kim olduğunu kendi kendine sorması gerek­mez mi? Evet, kimdir, bütün bu olan şeylere bu nizamı veren? Eğer, bu nizam için ve bu nizamındevamı için, insan aklının tasavvur edemiyeceği bir güce, kuvvet ve kudrete ihtiyaç varsa, bu gücün, bu kuvvet ve kudretin kaynağı nedir? Hiçbir akıl sahibi, düşünce sonucu karşılaştığı bu ve ben­zeri soruları kulak arkasına atıp cevapsız bırakamaz. Düşünmek ve bir takım sorulara cevap aramak, insanlık gereğidir. Düşünmeyen insan, kendisine verilen akit kullanmayan insan demektir ki, böylelerinin, yaratı­lıştan akıl verilmeyen hayvanlardan farkt yoktur. Dahası, aklını kullanma­yan insana «akılsız, fikirsiz» denildiği halde, hayvanlara böyle hitap edil­diği duyulmamıştır.

Düşünen ve aklını düşünce yolunda kullanan insan ise, yeryüzünü de gökyüzünü de yaratan, bunlar arasındaki irtibatı sağlıyarak, yeri göğe, göğü de yere muhtaç kılan ve bunların işbirliğiyle insana hayatını sür­dürme imkânını veren bir yaratıcının, bir Rabb'ın bulunduğunu, bu Rabb'ın, her şeyi tek başına yaptığını, işlerinde hiçbir yardımcısı, hiçbir ortağt olmadığını bilir, anlar ve buna inanır. Ve yine bilir ve inanır ki, bu Rab, Allah Ta'âlâ'dır; O'ndan başka ilâh, O'ndan başka ibadet edilmeye lâyık mabûd yoktur.

O halde, akıl sahibi olduğu için bütün bunları bilen, bilmesi gereken insan, artık Allah'a eş ve ortaklar koşmamalıdır. Hem her şeyi Allah'ın yarattığını ve her rızkı yine O'nun verdiğini bilmek, hem de çeşitli işlerin gerçekleşmesinde ve çeşitli ihtiyaçların karşılanmasında bazı kimseleri «erbâb» ittihaz ederek onların yardımına sığınmak ve onlara boyun eğmek, iileti olmayan bir aklın kabul edebileceği işlerden değildir. Çünkü insanın Allah'tan istemesi gereken şeyleri, kendisi gibi Allah'ın yardımına muhtaç olan kimseden istemesi, o kimseyi Allah'a eş ve ortak (nidd, çoğulu; Endâd) kılması manâsına gelir ki, şirkin bir çeşidi sayılır ve İslâm'ın temelini teşkil eden tevhld esasını yıkar, yok eder.

İşte, yukarıdaki iki âyette, önce insanları, sonra da gökleri, yeri ve diğer mevcudatı yarattığını ve bunları insanların rızıkiandırılması için vâsıta kıldığını beyan ve yegâne Hâlık ve Râzık'ın kendisi olduğuna, düşünen akılları irşad ederek yalnız kendisine ibadet edilmesini ve mahlûkattan hiçbirinin kendisine eş ve ortak kılınmamasını emreden Allah Ta'âlâ.böy-lece tevhidi isbat ve şirki kesinlikle nehyettikten sonra, sûrenin baş tara­fında zikrolunan Kur'ân'ın şüphe götürmezliğiyie ilgili konuya tekrar dönü­yor; mü'min, kâfir ve münafık olmak üzere üç kısımda tanıttığı insanlar arasında, eğer Kur'ân'ın Allah katından geldiğinde şüphe edenler varsa, bu kitap karşısındaki acizliklerini gözler önüne sermek için meydan okuya­rak onları müsabakaya davet ediyor ve şöyle buyuruyor: [29]

 

23.-Eğer kutumuz (Muhammed) a indirdiği­miz (Kur'ân) den şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin; (bunun için) Allah'tan  başka şâhidlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer sözüne güvenilir kimseler iseniz.

24,- Eğer   (bunu)   yapamazsanız   -ki  asla yapamıyacaksınız- o halde kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakınınız.

 

Şüphecileri Kur'ân-ı Kerim hakkında müsabakaya davet eden bu iki âyetteki yumuşak usiûb dikkat çekicidir. Şüpheciler Kur'ân'dan bir sûre­nin benzerini getirmeye davet edilirken, ne tehdit edilmişler, ne de zor­lanmışlardır. Aksine yumuşak bir dil kullanılarak, Kur'ân'tn benzeri bir sûre meydana getirebilmeleri için, Allah'tan başka, güvendikleri ne kadar şâir, edlb, hakim gibi güzel söz söyleyebilen kimse varsa, hepsini de yardıma çağırmaları hatırlatılıp onlara yol bile gösterilmiştir. Bu bakımdan âyetler­de, şüphecilere karşı apaçık bir meydan okuma vardır. Meydan okumanın bulunduğu yerde tehdide elbette gerek yoktur.

Kur'ân'dan bir veya bir kaç sûrenin benzerini meydana getirmek hususunda şüphecilere meydan okuyarak aczlerini önlerine sermek için onların müsabakaya davet olunmalarına tehaddl denir. Kur'ân-ı Kerlm'in başka sûrelerinde de, bu manâda tehaddl âyetleri gelmiştir. Bunlardan ilki, Mekke'de nazil olan îsrâ sûresinin 88 inci âyetidir: «De ki: Andolsun, insanlar ve cinler, şu Kur'ân'ın bir benzerini (meydana) getirmek için biraraya gelseler, biribirlerine yardımcı da olsalar, O'nun benzerini getire­mezler.»

İsrâ süresindeki bu âyet, gerek nazım, gerek vezin ve gerekse uslûb, belagat vesâir yönlerden Kur'ân'ın bir benzerinin meydana getiriiemiye-ceğini kesinlikle ortaya koymaktadır. Bu, onun bir insan sözü değil, Allah sözü olması dolayısıyledir. Çünkü nazmında da, vezninde de, uslûb ve belagatında da görülen üstünlük, herhangi bir insan kabiliyetinin benzerini meydana getiremiyeceği derecededir. Keza geçmiş peygamberlerden ve onların kavimlerinden verdiği bilgilerle, gayba ait haberler de, herhangi bir insanın verebileceği bilgi ve haberler cinsinden değildir.

Mekke'de nazil olan tehaddl âyetlerinden ikincisi, Yûnus sûresinin 38 İnci âyetidir: «Yoksa onu, (Peygamber) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de, onun benzeri bir sûre getirin Allah'tan başka, gücünüzün yettiği kimseleri de (yardıma) çağırın; eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz.»

Bu âyet de, Kur'ân'ı Peygamber'in kendisi uyduruyor, diyenlere red mahiyetindedir. O, Peygamber de olsa, netice itibariyle bir insandır. Eğer Kur'ân'ı, bu insanın söylediğine inanıyorlarsa, onlar da insan olduklarına göre, Kur'ân'dan bir sûrenin benzerini söylesinler de görelim. Hem, dile­dikleri kimseleri de, kendilerine yardım etmeleri için çağırsınlar. Bakalım, nazım yönünden, vezin yönünden, uslûb ve belagat yönünden Kur'ân sûresinin benzeri mükemmeliyette bir sûre meydana getirebilecekler mi?

Mekke'de nazil olan üçüncü tehaddl âyeti, Hûd sûresinde yer almıştır (âyet no. 13). Bu âyette inkarcılar, on sûreyle tehaddl edilmişlerdir: «Yoksa, Kur'ân'ı (Peygamber) kendisi uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de O'nun gibi on sûre getirin; hem de düzmece ve uydurma olarak. Allah'tan başka kime gücünüz yetiyorsa, onları da (yardıma) çağırın; eğer doğruyu söyleyen kimseler iseniz.»

Bu âyette inkarcıların on sûreyle tehaddlleri, icaz çeşitlerinden birine hâs olarak, bir haberi, müteaddit uslûblarda getirirken, Kur'ân'ın belaga­tına denk olan mükemmelliği de muhafaza etmesine dikkati çekmek için­dir. Diğer taraftan, inkarcılardan on sûre meydana getirmeleri istenirken, bunlardan «düzmece ve uydurma» olarak söz edilmesiyle de, muhtemeten, Kur'ân'dayer alan peygamberler ve kavimleriyle ilgili kıssaları ihtiva eden sûrelerin benzerlerini getirmelerine işaret edilmiş olacaktır.

Yukarıda manâlarına kısaca temas ettiğimiz üç tehaddî âyetinin yer aldığı İsrâ, Yûnus ve Hûd sûrelerinin her üçü de Mekke'de birbiri arkasına nazil olmuştur. Buna göre, Kur'ân'ı inkâr ederek, onun Peygamber tara­fından uydurulduğunu iddia edenlerin müşrikler olduğu anlaşılır. Allah Ta'âlâ, her üç âyetle müşriklere meydan okumuş ve onların, ne uslûb ve belagat yönünden ve ne de gayba âit verdiği haberlerle kıssalar ve bunla­rın anlatılışı yönünden Kur'ân'dan bir kaç sûrenin benzerini bile meydana getirmekten âciz kalacakların! bütün açıklığıyle gözleri önüne sermiştir.

Bakara sûresinde yer alan tehaddî âyetine gelince, bu âyette söz konusu edilen şüphecilerin başında yahudller gelir. Çünkü âyet Medi­ne'de nazil olmuştur ve burada İslâm'ın karşısında görülen başlıca kuvvet de yahudî dinine mensup olan kimselerdir. Aslında yahudîler kitap ehlin­den oldukları için, İslâm'a müşriklerden daha yakın olmaları ve kendi peygamberlerine de bir kitap gönderildiği için, Kur'ân'a daha kolay inan­maları gerekirdi. Fakat onlar, Hazret-i Peygamber'e inanmadıkları gibi, ona gönderilen Kur'ân'a da şüpheyle baktılar. Münafıkları da islâm'a karşı diledikleri şekilde kullanıyorlardı. Hattâ müslümanları şaşırtmak ve şüp­heye düşürmek için bir günün sabahında müslüman olduklarını ilân eder­ler, aynı günün akşamında da bu dinden vazgeçtiklerini söylerlerdi. Kurân-ı Kerîm, Al-i İmrân sûresinin 72 nci âyetinde buna işaret ederek şöyle der: «Kitap ehlinden bir gurup dedi ki: Mü'mirilere indirilen (kur'ân) e günün önünde îman edin; günün sonunda da (onu) inkâr edin; belki (bu hareketinizle) onlar da (dînlerinden) dönerler.»

İşte, Allah Ta'âiâ, başta yahudller olmak üzere Kur'ân hakkında bu çeşit inançsızlık gösteren bütün insanlara meydan okuyarak şöyle buyu­ruyor: [30]

 

23- Eğer kulumuz (Muhammed) a indirdiği­miz (Kur'ân) den şüphe içindeyseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin; (bunun için) Allah'tan başka şâhidlerinizi de (yardıma) çağırın; eğer sözünüze güve­nilir kimseler iseniz-

 

23-Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Kur'ân-ı Kerîm hakkında içlerinde şüphe bulunanlara meydan okuyarak onları benzeri bir sûre getirmeye davet ederken, âyetin uslûbü yumuşaktır; fakat bu yumuşaklığa rağmen, kendilerinin davet edildiği iş, onları köşeye sıkıştırmış, ne yapacaklarını ve ne söyleyeceklerini bilemiyecek hale getirmiştir. Onlar, Kur'ân'ın Allah kelâmı olduğundan şüphe mi ediyorlar? Onun, daha önce hiç şiir söyle-meyen, edebiyatla hiç meşgul olmayan, okuma yazma bilmeyen ve bu sebepten ümmî olduğu herkesçe bilinen Hazret-i Peygamber tarafından uydurulup ileri sürüldüğünü mü zannediyorlar? O halde, siz ey şüpheciler, Peygamber gibi ümmî olanlarınızdan vazgeçtik, fakat tanıdığınız tanıma­dığınız, bildiğiniz bilmediğiniz, ne kadar şâir ve edîb varsa, hepsini toplayı­nız, bütün imkânları, bütün kolaylıkları onlara temin ediniz; dilediğiniz kadar da mühlet veriniz ve hep beraber Kur'ân'dan bir sûrenin benzerini, nazım, uslûb, belagat, gayba âit verdiği bilgiler, dünyaya ve âhirete âit getirdiği hükümler yönünden aynını yazıp getiriniz. Eğer sözünüzde sâdık, şüphenizde hakhysanız ve gerçekten Kur'ân'ın ümmî olan Peygamber'in sözleri olduğuna inanıyorsanız, şâir ve edîblerinizle ondan daha üstününü meydana getirebileceğinize de aklınız kesiyor demektir. Öyleyse haydi görelim: Kur'ân'dan bir sûrenin benzerini getirin.

«Kur'ân'dan bir sûrenin benzerinin getirilmesi» manâsı, müfessirlerin çoğu tarafından, âyette yer alan min mislihi ibaresinden çıkartılan manâ­dır. Bu müfessirlere göre, bu ibaredeki hu zamîri, min mâ nezzelnâ da sözü edilen Kur'ân'a aittir. Buna göre,/e'rw bi-sûretin min mislihi ibaresinden «Kur'ân'm benzeri bir sûre getirin» manâsı anlaşılır.

Aralarında dil âlimlerinin de bulunduğu bazı müfessirler ise, min mislihi ibaresindeki hu zamirini, âyetteki alâ abdinâ ibaresinin delâlet ettiği Muhammed (s.a.s.) e âit kılarlar. Buna göre, fe'tü bi-sûretin min mislih ibaresinin man'ası, «kulumuz (Muhammed) gibi, bir sûre getirin» demek olur. Yani, mademki siz, Kur'ân'dan şüphe ediyor ve onun okuma yazma bilmeyen, ümmî olan Muhammed tarafından getirildiğini zannediyorsu­nuz, öyleyse içinizden ümmîlikte onun gibi olanlar, bir sûre getirsinler de görelim.

Kur'ân-ı Kerîm'den şüphesi olanlara, yahut onu açıkça inkâr eden­lere karşı kolayca anlayabilecekleri bir dil ve uslûbta meydan okuyan Allah Ta'âlâ, bu âyetiyle, bir taraftan Kur'ân'ın bir beşer kelâmı olmadığını idraki kıt insanların kafalarına sokarken bir taraftan da, sevgili kulu Muhammed (s.a.s.) in nübüvvetini bir daha isbat etmiş olmaktadır. Çünkü Kur'ân'in beşer kelâmı oluşunun nefyi, onun, Peygamberi'nin kelâmı oluşunun da nefyi demektir. Bununla beraber, bu kelâmın, ümmî olmasına rağmen, âyet âyet ve sûre sûre ilk defa Hazret-i Peygamber'den sudûru, onun

Hazret-i Peygamber'e vahyedildiğini gösterir. Vahiy ise, ancak Allah'ın peygamber olarak seçtiği sevgili kullarına nasîb olmuştur. Bu sebeple, Kur'ân'a inanan bir kimse, onun Hazret-i Peygamber'e vahiy yoluyla indirilmiş olduğuna ve dolaytsıyle Peygamber'in de nübüvvetine inanmış olur. Kur'ân'dan şüphe eden kimse de, Peygamber'in nübüvvetinde şüp­hesi olan kimse demektir. Bundan dolayıdır ki, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyette, Kur'ân-ı Kerîm'in şüphe götürmezliğini kesinlikle beyan ederken, sevgili kulu Muhammed (s.a.s.) e bu kitabt indirdiğini bildirerek onun nübüvvetine de bir daha işaret etmiş olmaktadır.

O halde, hiç kimse Kur'ân'dan şüphe etmemelidir. O, Allah'ın Pey-gamber'ine bahşettiği eşsiz bir mucizedir. Bununla birlikte, ondan yine de şüphesi olanlar varsa, işte meydan, Peygamber gibi bir sûre getirsinler, Allah Ta'âlâ onların, bunu hiçbir surette yapamıyacaklarını bildirerek şöyle buyurmuştur: [31]

 

24. Eğer (bunu) yapamazsanız -ki asla ya-pamıyacaksınız- o halde kâfirler için ha­zırlanmış yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten sakınınız-

 

24- Kur'ân'dan şüphe ettiğinize ve onu Peygamber gibi okuma yazma bilmeyen, hayatında da hiç şiir söylemeyen bir kimse tarafından uyduru­lup söylendiğini sandığınıza göre, bu kitabı küçümsediğiniz anlaşılıyor. İşte size bir fırsat verilmiş ve onun sûrelerine benzer bir sûre getirmenize müsaade edilmiştir. Haydi bu işi yapmaya çalışınız. Fakat şunu aklınızdan çıkarmayınız ki, bunu asla ve kat'â yapamıyacaksınız. Ne siz ve ne de sizin gibi düşünen torunlarınız, kıyamete kadar bunda muvaffak olamıya-caksınız. Çünkü Kur'ân, sandığınız gibi bir beşer kelâmı, Peygamber de olsa bir insan sözü değildir. O, ancak Allah'ın sevgili kulu Muhammed'in nübüvvetine delâlet etmek üzere Allah tarafından vahiy yoluyla, âyet âyet, sûre sûre gönderilen Allah kelâmıdır. Siz, Allah'la mı boy ölçüşeceksiniz? Asla! Bunu yapamıyacağınıza göre, artık inadınızdan vazgeçiniz; şüpheyi bırakınız. Bunda ısrar ederek kâfirlerle bir olmayınız ve kâfirler için hazırla­nan Cehennem ateşinden sakınınız. O, öyle bir Cehennemdir ki, O'nun tutuşturucusu, çırası, veya kibriti, Allah'a, peygamberlerine, kitaplarına ve âhiret gününe inanmıyarak kendi elleriyle yaptıkları putlara ibadet eden insanlarla, işte ibadet ettikleri bu putlarıdır. Onların kendileri ve «Allah'tan başka taptıkları her şey Cehennem odunudur» (Enbiyâ sûresi, 98). Eğer siz de şüphenizde inad eder ve kalbinizde Kur'ân'a karşı en ufak bir şüpheye yer verirseniz, işte bu kâfirlerden farkınız kalmaz ve Cehennem odunu olur­sunuz; çünkü kâfirlerin akıbeti budur. Oysa mü'minler ve iyi amel sahiple­rinin durumu böyle midir? Ey sevgili Peygamberim! [32]

 

25.-İman edenlere ve iyi iş işleyenlere müjdele ki, onlara, (ağaçları) altından nehirler akan Cennetler vardır. Orada kendilerine rızık olarak bir meyve verildiğinde «bu, daha önce bize verilmiş olan meyve» di­yecekler. Onlara birbirinin benzeri (rızık-lar) verilecek. Onların tertemiz eşleri bu­lunacak ve orada ebedî kalacaklar.

 

Bir evvelki âyette, Kur'ân-ı Kerîm'den şüphe edenlerin, yakıtı insanlar ve taptıkları putlar olan Cehennem'de, diğer kâfirlerle birlikte acı bir akı­bete uğrayacakları apaçık bildirildikten sonra, bu âyetle de, onların muka­bili olan ve Kur'ân'dan zerrece şüphesi bulunmayan, aynı zamanda Al­lah'a, Peygamberlerine ve âhiret gününe de inanarak «mü'min» vasfını kazanan ve iyi amellerde bulunan insanların nail olacakları mükâfata işaret olunmuştur. Çünkü kâfirlerin akıbetlerini beyandan sonra, mü'min-lerin mükâfatına İşaret, Kur'ân'ın uslûb özelliklerinden biridir. İrşad, hem terhlb (korkutma), hem de terğlb (heveslendirme) ile birlikte faydalı olur. Yalnız terhîb, insanı ümidsizliğe, yalnız terğlb de ilgisizliğe ve yapılması gerekli olan görevleri umursamazlığa sevkeder. Bu sebepledir ki, Kur'ân'da kâfirlerin akıbetlerinden bahsedildiği zaman, mü'minlerin âhi-rette nail olacakları mükâfata da ayrıca yer verilmiştir. Allah Ta'âlâ, bu mükâfatın mü'minlere iyi amel sahiplerine müjdelenmesi görevini sevgili ;ulu ve Peygamber1) Muhammed (s.a.s.) e vermiş ve şöyle buyurmuştur: [33]

 

25- (Ey Muhammed!) İman edenlere ve iyi is işleyenlere müjdele ki, onlara, (ağaçlan) altından nehirler akan Cennetler vardır. Orada kendilerine rızık olara k bir meyve verildiğinde, «buf daha önce bize verilmiş olan meyve» diyecekler. Onla­ra, biribirinin benzeri (nzıklar) verile­cek. Onların tertemiz eşleri bulunacak ve orada ebedî kalacaklar.

 

Görüldüğü gibi, âyet-i kerîme'de zikri geçen «iman edenler» ve «iyi iş şleyenler», bir önceki âyette sözü edilen «şüpheciler» in ve «kâfirler» in, ağaçları altından nehirler akan Cennetler» de «yakıtı insanlar ve taşlar Dİan Cehennem ateşi» nin mukabili olarak gelmiştir. Buna göre, şüpheci-r ve kâfirler için, nasıl yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem hazırlamışsa, îman edenler ve iyi iş işleyenler için de, ağaçları altından nehirler akan Cennetler hazırlanmıştır.

İmanın taalluk ettiği esaslar, şüphesiz, nakille gelen ve akılla teyîd olunan bütün sıfatlarıyla birlikte Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına, öldükten sonra dirilmeye ve ceza gününe ve kaderin hayır ve şerrinin Allah'tan olduğuna inanmaktan ibarettir.

İyi işler dediğimiz âmâl-i sâliha İse, Kur'ân'da, yapılması emir ve tavsiye olunan bütün hayırlı fiil ve hareketlerdir.

Buna göre, yukarıdaki âyet, şu hususu açıkça ortaya koymaktadır ki, Cennet, biraz önce açıklanan inanılması gereken esaslara inanmak ve iyi işlerde bulunmak suretiyle nail olunacak bir yerdir. Çünkü Hazret-i Pey-gamber'in müjdelemekle emrolunduğu ellezîne'nm delâlet ettiği kimseler, ne yalnız îman edenler ve ne de yalnız iyi iş işleyenlerdir. Aksine îmanla-nyle birlikte iyi iş sahibi olanlar Cennet nimetlerine nail olacaklardır.

Her ne kadar bazı mezhebler, amelin îmandan bir cüz olmadığını, hattâ diğer bazıları, daha da ileri giderek amel olmasa bile îmanın yeterli olduğu görüşünü benimsemişlerse de, amel olmaksızın îmanın zayıf ol­duğu da bir gerçektir. Nitekim selefin görüşünde iman, kavil ve amelden ibaret olup artma ve eksilme gösterebilir. Bu bakımdan amel, îmanın meyvesidir. Nasıl, kökü zayıf ve kurumaya yüz tutmuş bir ağacın meyve vermesi beklenemezse, îmanın zayıf olduğu kişiden de iyi amel beklemek çok güçtür. Hazret-i Peygamber bir hadîsinde şöyle buyurmuştur: «...Ha­beriniz olsun ki, insan vücudunda bir et parçası vardır, bu et parçası iyi ve sağlam olursa, bütün vücut da iyi ve sağlam olur; o bozulduğu zaman da bütün vücut bozulur. İşte bu et parçası kalptir.» (Hadîs metni için bkz. Buhârî, Sahîh, I. 19).

İmanın yeri, karargâhı kalptir. Kalbin iyiliği ve sağlamlığı, ancak îma­nın kemaliyle kalbi doldurmuş olmasına bağlıdır. Eğer îman kalbe bu şekilde yerleşmiş olursa, vücudun diğer organlarında iyilik görülür ki, bu, onlardan iyi amellerin sâdır olacağına delâlet eder. Bu organlardan hiçbir iyi amel sudur etmezse, bu da, kalbin îmandan tamamiyle hâli (boş) olduğunu gösterir.

O halde Cennet, kalplerinde îmanları kemal derecesini bulmuş ve dolayısıyle kendilerinden yalnız iyi ameller sâdır olan kimseler içindir. Cennette ebedîlik bunlara aittir. Cennet'te rızık olarak bunlara bir meyve, bir nimet verildiğinde, bunun daha önce dünyada kendilerine verilenin benzen olduğunu göreceklerdir; zaten onlara verilecek olan her rızık, dünyadakilerin benzeridir; fakat tadları başka, kokuları başkadır; dünya-dakilerin hiçbirinde bulunmaz.

Cennet'te onlara yiyip içecekleri nzıklardan başka, her türlü çirkinlik­ten ve pislikten arınmış tertemiz zevceler, eşler de verilecek, erkek mü'minlerin kadın, kadın mü'minlerin de erkek eşleri olacaktır, ve onlar, âhıret saadetine ermiş, her türlü kaygu ve endişeden uzak kimseler olarak Cennet'te sonsuza kadar kalacaklardır.

Allah Ta'âlâ, Kur'ân'dan şüphe edenlerin ve kâfirlerin, yakıtı insanlar ve taşlar olan Cehennem'de maruz kalacakları elîm akıbete, buna karşılık mü'minlerin ve iyi amel sahiplerinin Cennette nail olacakları sonsuz mükâ­fata İşaret ettikten sonra, tekrar şüphecilere ve kâfirlere dönerek, onların, Kur'ân'ın meselleri hakkında alaycı görüşlerini reddediyor ve şöyle buyu­ruyor: [34]

 

26.-Gerçekte Allah,  bir sivrisineği,  hattâ ondan da, küçüğünü mesel olarak îrad etmekten sakınmaz. İman edenler bilirler ki, o, Rablanndan (gelen) bir haktır. Kâ­firler ise, «Allah bu meselle ne kasdedi-yor? Bununla (güya) çok kimseyi saptırı­yor; çok kimseye de hidayet ediyor» der­ler. (Oysa Allah) o meselle fâsıklardan başkasını saptırmaz.

27. (O fâsıklar ki) teyidinden sonra, Allah'ın ahdini bozarlar; Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler; yeryüzünde fesad-çıkarırlar. İşte asıl hüsrana uğrayacak olanlar onlardır.

 

Bu iki âyetin, önceki âyetlerle irtibatı apaçık görülmektedir. Allah Ta'âlâ, Peygamber'ine indirdiği Kur'ân'dan şüphe edenlerin akıbetlerine işaret ettikten sonra, şüphecilere ve Kur'ân'i küçümseyerek onunla alay etmek cür'etini gösterenlere, bu iki âyetle cevap veriyor ve onların akıbet­lerini hüsran olarak bir daha tescil ediyor.

Tefsirlerde gelen rivayetlerden öğrenildiğine göre, Medine'de bulu­nan yahudîler ve onların oyuncağı olan münafıklar, daha önce açıkladığı­mız «onların durumu, ateş yakan kimsenin durumu gibidir» ve «yahut, gökten zifiri karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşeklerle birlikte gelen yağ­mura tutulmuş kimselerin durumu gibidir» mealindeki 17 nci ve 19 uncu mesel âyetlerinin, diğer bazı rivayetlere göre de, Kur'ân'da sinek ve örümceği misal gösteren (Hac sûresi, 73; Ankebût sûresi, 41) âyetlerin indiril­mesi üzerine, «bunlar pek Allah kelâmına benzemiyor; Allah böyle meseller vermez; O, bunları vermekten çok yücedir» gibi sözler sarfetmişler ve Kur'ân'dan nazil olan âyetleri küçümsemişler, alaya almışlardı. İşte bun­dan sonradır ki, Allah Ta'âlâ, yahudllerin bu davranışlarını reddederek şöyle buyurmuştur: [35]

 

26- Gerçekte Allah- bir sivri sineği- hattaâ ondan da küçüğünü mesel olarak îrad etmekten sakınmaz. îman edenler bilir­ler ki, o, Rablan'ndan (gelen) bir haktır. Kâfirler ise, «Allah bu meselle ne kasde-diyor? Bununla (güya) çok kimseyi sap­tırıyor; çok kimseye de hidayet ediyor» derler. (Oysa Allah), o meselle, fâsık­lardan başkasını saptırmaz.

26- Yahudilerin ve münafıkların, Kur'ân'da gelen mesellerle İstihzaları, aslında onları bahane ederek Kur'ân hakkındaki inançsızlıklarını ortaya koymaktan başka bir manâya gelmez. Oysa meseller, düşünen ve ibret almasını bilen insanlar için pek çok hikmetler getirmiştir. Meselâ Hac sûresinin 73 üncü âyetinde, bir sinek söz konusu edilerek şöyle denilmiş­tir: «...Sizin Allah'tan başka (ilâh olarak) isimlendirdiğiniz (putlar), bir sineği bile yaratamazlar; hepsi bunun için biraraya gelseler bile (bunu yine yapamazlar). Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri alamazlar.»

Sinek, ne kadar küçük ve hakir görülen bir hayvan olursa olsun, onu da diğer mevcudatın yaratıcısı olan Allah yaratmıştır. Hattâ sinekten daha küçük, gözlerin bile görmekten âciz kaldıkları canlıları da yaratan Allah'tır, O halde, insanların küçük ve hakir gördükleri, önem vermedikleri başka hangi canlı varlık vardır ki, onu Allah'tan başkası yaratmıştır da o sözde yaratıcıyı Allah'a eş ve ortak koşup ilâh mertebesine yükseltiyorlar; sonra da hakir gördükleri bu canlıyı Allah'ın misal vermesini alaya alıyorlar?

Oysa inanan ve akıllarını kullanmasını bilen kimseler, Kur'ân'da zik­redilen bu mesellerden, Allah'ın kudretini daha kolay anlamak imkânını bulurlar. Çünkü bu meseller, insanı düşünmeye ve onlardan ibret almaya sevkeder. Nitekim Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerlm'in bir âyetinde şöyle bu­yurmuştur: «İşte meseller! Biz onları insanlar için zikrediyoruz; âlim olan­lardan başkası onlan anlamaz» (Ankebût sûresi, 43). «Alim olanlar», şüphesiz, akıllarını doğru yolda kullanmasını bilen ve inanmış olan kimselerdir. Nitekim üzerinde durduğumuz âyette, Allah Ta'âlâ, bu meselleri inananların «Rabları'ndan gelen bir hak olarak» kabul ettiklerini beyan etmiştir. O halde Kur'ân'da, insanlara ibret olacak ve onlara doğru yolu gösterecek mesellerin gelmesinde kâfirlerin istihzalarına sebep olacak hiçbir şey yoktur, ve Allah Ta'âlâ da bu çeşit meselleri Irad etmekten elbette çekin­mez.

Ayette zikredilen ve bizim «çekinmez» yahut «sakınmaz» manâsıyle ifade ettiğimiz kelimenin masdarı olan istihyâ, iugatta haya etmek, utan­mak manasınadır- Ancak kelimenin Allah Ta'âlâ hakkında bu manâda kullanılmış olması mümkün bulunmadığı cihetle, onun, terketmek, ictinâb etmek, imtina etmek (çekinmek, sakınmak) gibi manâlarda kullanıldığını kabul etmek gerekir. Buna göre, «Allah mesel îrad etmekten ictinâb etmez; yahut imtina etmez; yahut korkmaz; yahut mesel îradını terket-mez» demek gerekir ki, hepsi de aynı manâya gelir.

İman edenler, Kur'ân-ı Kerîm'de gelen meselleri, Rabları'ndan gelen bir hak olarak kabul ettikleri halde, kâfirler, Allah'a, Peygamber'ine ve Kur'ân'a inanmayanlar, bu meselleri alaya alarak «Allah bunlarla ne kasdediyor? Aslında bunlarla insanları bölüyor, sözde çoğunu dalâlete sevkediyor, çoğuna da hidayet ediyor» derler. Bu gibi sözler, şüphesiz, kâfirlerin Kur'ân hakkındaki inançsızlıklarının bir neticesi olarak onlardan sâdır olmaktadır. Çünkü inançsızlık, yahut hakkı inkâr, onların tabiatında-dır. Başka türlü davranmaları elbette mümkün değildir.

Burada, kâfirlerin bu meseller hakkındaki sözlerini aksettiren bu âye­tin manâsı üzerinde, müfessirler arasında bir görüş ayrılığı bulunduğuna işaret etmek gerekir, Müfessirlerin çoğu, sadece, «Allah bununla ne kas­dediyor?» sözünün kâfirlere âit olduğunu, bu sözü takip eden «onunla çok kimseyi dalâlete, çok kimseyi de hidayete sevkeder» ibaresinin ise, kâfir­lerin sözüne karşı Allah'ın cevabı olarak geldiğini söylerler. Türkçe Kur'ân meallerinde de bu görüşe yer verilmiştir. Meselâ Hasan Basri Çantay merhum, mealinde âyeti şöyle manâlandırmıştır: «...Kâfirler ise, Allah bu misal ile ne murad etmiştir? derler. Allah onunla bir çoğunu şaşırtır; yine onunla bir çoğunu yola getirir. Onunla /âşıklardan başkasını şaşırtmaz.»

Aralarında dil âlimlerinin de bulunduğu bazı müfessirler ise, bizim de tercih ettiğimiz görüşe meyletmişler ve ikinci ibareyi de kâfirlerin sözlerin­den sayarak meali şöyle vermişlerdir: «..Kâfirler ise, Allah bu misal ile ne murad ediyor? Onunla (güya) bir çoğunu şaşırtıyor, bir çoğuna da hidayet ediyor, derler. Oysa Allah onunla /asıklardan başkasını şaşırtmaz.»

Kanaatımızca bu manâ, gerçeğe daha yakındır. Çünkü «bu misal ile birçoğunu şaşırtıyor...» ibaresinin, Allah'ın kâfirlere cevabı olduğu kabul edilirse, bu sözün, âyetin sonunda yer alan «bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz» sözüyle tam bir uyum sağlamadığı anlaşılır. Halbuki mesel­leri bahane ederek Kur'ân'la istihza eden ve «Allah bununla (gûyâ) insan­ların çoğunu şaşırtıyor, çoğuna da hidayet ediyor» diyen kâfirlere karşı Allah Ta'âlâ'nın «Allah, bununla fâsıklardan başkasını şaşırtmaz» manâ­sında cevap vermiş olması akla daha yakındır. Şüphesiz, doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

Burada dikkat edilmesi ve yanlış anlaşılmaması gereken bir nokta daha vardır. Ayetin sonunda Allah Ta'âlâ'nın, mesellerle, ancak fâsıkları dalâlette bırakacağı beyan edilmiştir. Bu, onların yalnız meseller sebe­biyle dalâlette kalacakları manâsında değildir. Aslında fâsıklar yalnız mesellerle değil, fıtrat-ı Asliyelerine aykırı bir davranış içinde bulundukla­rı, akıl ve idraklerini kullanıp hak yolu seçmedikleri, kendilerini bu yola irşad etmek için gönderilen Peygamber'e ve Kur'ân'a inanmadıkları ve nihayet bu menfi davranışlarında inad ve İsrar ettikleri için, Allah onları istedikleri dalâlete sevketmiştir. Meseller ise, sapıklıklarının yüzlerine vu­rulmasına sebep olduğu için, onların kin ve gayızlarını daha çok artırmıştır. Ayetten de anlaşıldığı gibi, bu mesellerle istihza etmeye kalkışmaları da bu yüzdendir. Nitekim daha sonraki âyette, Allah Ta'âlâ, onların dalâlette bırakılmalarının başlıca üç sebebini fâsıkları tarif ederek açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [36]

 

27- (O fâsıklar ki) teyidinden sonra Allah'ın ahdini bozarlar; Allah'ın birleştirilme­sini emrettiği şeyi keserler; yeryüzünde fesad çıkarırlar. İşte, asıl hüsrana uğra­yacak olanlar bunlardır.

 

27- Görüldüğü gibi, Ayette fâsıklann üç ayrı sıfatına işaret edilmiş ve bu sıfatlarıyle akıbetlerinin hüsran olduğu tescil olunmuştur. Bu üç sıfat sıra-sıyle şunlardır: Allah'ın ahdini bozmak; Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi kesmek; yeryüzünde fesad çıkarmak.

1) Fâsıklar, Allah'ın ahdini bozmuşlardır; Ahd, anlaşma, sözleşme manâsına gelir. Ahde vefa, verilen sözü tutmak, ondan dönmemek de­mektir.

Allah Ta'âlâ insanları yarattığı zaman, onlara, akıl idrak ve his vere­rek, bunların yardımıyle bütün mevcudatın bir Hâlık'ı bulunduğunu, ondan başka Hâlık, ondan başka Mabûd olmadığını bilip anlamalarını istemiştir. Böylece Allah Ta'âlâ ile, kendisini tanıyacak kulları arasında bir ahid vücud bulmuştur. Ayrıca Allah Ta'âlâ, kullarının akıl ve idraklerinin Allah'ın kanunlarını kolayca kabul edebilecek bir fıtrat üzere yaratmak, sonra da reddi mümkün olmayan delillerle Peygamber göndererek onları irşad etmek suretiyle bu ahdi teyîd ve takviye etmiştir. O halde insan için, Allah'ın teyidinden sonra, artık bu ahde sâdık kalarak onun gereğini yerine getirmekten başka yapacak başka bir şey yoktur.

Fakat, insanların çoğu, akıl ve idraklerini, yaratılış gayesinin dışında kullanarak, Allah'ın mahlûkatı hakkındaki kanunlarının dışına çıkmışlar ve böylece, onun teyîd ve takviyesine rağmen aralarındaki ahdi bozmuşlar­dır.

Akıl ve idrakin, yaratılış gayesi dışında kullanılması, aslında onların varlıklarını yitirmesi ve yok olması demektir. Nitekim Allah Ta'âlâ, Araf sûresinin 179 uncu âyetinde, insanların çoğunun Cehennem için yaratıl­dığına İşaret ettikten sonra «Onların kalpleri vardır, bunlarla idrak etmez­ler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler. Onlar, dört ayaklı hayvanlar gibidir; hattâ daha sapıktırlar, onlar gaflete düşenlerin ta kendileridir» buyurmuştur.

Eğer bir insanda kalp var, fakat idrak etmezse; göz var, fakat gör­mezse; kulak var, fakat işitmezse, bunların varlığıyle yokluğu arasında ne fark bulunur? Yahut insan, yalnız gerçeği anlamak, görmek ve işitmek için bunları kullanmazsa, onların kendisine ne faydası olur?

İşte, insan, Allah'ın kanunlarını bilip anlamak ve Peygamber'inin irşadını dinlemek için akıl ve idrakini kullanmaz ve böylece onları yaratılış gayesinden uzaklaştırarak Allah'ın ahdini bozarsa, fâsık vasfını kazanır ve kâfir damgasını yemiş olur.

2) Fâsıklar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi kesmişlerdir. Yuka­rıda da açıkladığımız gibi, Allah Ta'âlâ, insana akıl ve idrak vererek onu mahlûkatın en şereflisi kılmıştır. Ayrıca bu akıl ve idrak, Allah'ın emriyle vücud bulan kâinatın mutlaka bir yaratıcısı bulunduğunu, O'nun bütün fiillerinde tek ve yegâne olduğunu, eşi, benzeri ve ortağı bulunmadığını kabule müsait bir fıtrat ile yaratılmıştır. O halde insan, kendisine bir uyarıcı gönderilmemiş olsa bile, kâinattaki âsâra bakarak Allah'ın varlığını ve birliğini bulup O'na inanmak zorundadır. Buna inandığı zaman, Allah'ın ahdine sâdık kaldığı gibi, kendisiyle Allah'ın emri arasındaki bağı da korumuş olur. Oysa Allah Ta'âlâ insanı başıboş bırakmamıştır. Fıtratının gerektirdiği yönde onu uyarmak için peygamberler göndermiş, onlara indirdiği kitaplar vâsıtasıyle emir ve yasaklarını insanlara duyurmuştur. O halde insan, hem Allah'a, hem de peygamberlerine ve onlar vâsıtasıyle gönderdiği kitaplarına inanmak zorundadır. Bunlara inandığı zaman, Al­lah'ın kitabındaki emirleriyle irtibatını korumuş olur. Fakat her kim, Allah'ın varlığına delâlet eden çeşitli âsârın şehadetine rağmen, Allah'ı ve sıfatla­rını inkâr, yahut Kur'ân'ın doğruluğuna delâlet eden nübüvveti reddeder­se, Allah'ın emriyle olan bağlarını koparmış olur. Fâsıklar, bu bağı koparan ve böylece kâfir vasfını kazanan kimselerdir.

3) Fâsıklar, yeryüzünde fesad çıkarmışlar, bozgunculuk yapmışlardır: Allah'a, Peygamber'ine ve kitabına inanmadıkları için, inananlar onların en büyük düşmanları olmuş, bütün ömürlerini inananlara karşı mücadele etmekle geçirmişlerdir. Mücadele şekilleri, çok defa, onları Allah'ın yolun­dan uzaklaştırmak biçiminde olmuş; bunun için de, dînle ve dînin temelini teşkil eden Kur'ân'la alay etmekten ve mü'minlerin akidelerinde şüphe uyandıracak dîn dışı inançları bu akaide sokuşturmaktan çekinmemişler­dir. Fakat hedeflerine ulaşmak için, her şeyden önce, Kur'ân'ın tesis ettiği İslâm ahlâkını bozmayı birinci plânda ele almışlardır. Çünkü ahlâk, dînin temelidir; bu temel yıkıldığı anda dîn kendiliğinden yıkılır.

İşte, bu üç çeşit sıfatı, kendilerinde birleştiren fâsıklar, dünya ve âhırette hüsrana uğrayacaklar ve mutlaka Allah'ın rahmetinden mahrum kalacaklardır. Bunların âhirette maruz kalacakları azâb ise, her türlü tarifin üstündedir. Fakat ne garibtir ki, çok kimse, Allah, Peygamber ve Kitap tanımayan, bununla beraber zenginlik içinde ve zevk u sefa âlemlerinde hayat sürdüren bazı insanların, nasıl olup da dünyada hüsrana uğrama­dıklarına hayret eder. Oysa, onların hüsran içinde bulunmadıkları inancı yanlış ve bu inanca dayanan gayret yersizdir. Zira onların dünyada hüs­rana uğramış olduklarını çok kimse anlamasa bile, üstün fazîlet ve akl-ı selîm sahipleri, bu fâsıkların ne derece zengin olurlarsa olsunlar, nefisleri­nin zulmeti içinde bocaladıklarını, manevî bir darlık İçinde kıvrandıklarını ve ahlâkî bir çöküntü içinde, insanlık sıfatlarını yok eden bir bayağılık çukurunda mütemadiyen yuvarlandıklarını farketmekte güçlük çekmezler. Bu çöküntü ve yuvarlanış, ruhî ve bedenî bir takım hastalıkların belirme­sine sebep olmaya başlayınca, dünya nimetlerine karşı duydukları hırs, daha çok artar ve içlerini kemiren bir sıkıntı haline dönüşür; rahat hayat, onlar için, bir yorgunluk kaynağı olur. Kısacası zevk almak için yaptıkları her şey, artık onlara acı bir zehir gibidir. Bütün bunlar hüsrandan başka nedir?

O halde bu fâsıklara, bu kâfirlere, herkesin önünde, kendilerini rezil ve rüsvay eden davranışlarının, dünya ve âhıret hayatlarını hüsrana uğra­tan bu inançsızlıklarının sebebini sormak gerekmez mi? Onların, artık

akıllarını başlarına toplamaları ve gerçeği görme zamanının gelip geç­mekte olduğunu anlamaları İcab etmez mi? İşte, Allah Ta'âlâ, bu davranış­ları doiayısıyie bir taraftan ihtar, bir taraftan da, hayret ifade eden bir uslûbla fâsıklara hitap ediyor ve şöyle buyuruyor: [37]

 

28. (Ey kâfirler!) Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölü idiniz, sizi O diriltti; sonra (yine) O öldürecek;   sonra   (tekrar)   diriltecek; sonra da (yine) O'na döndürüleceksiniz.

29.  Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra  (doğrudan) gökyüzünü murad ederek (onu) yedi gök halinde (ya­ratıp) tanzim eden de işte O'dur. Ve O, her şeyi hakkiyle bilendir.

 

Allah'ın ahdini bozarak, birleştirilmesini emrettiği şeyi keserek ve yeryüzünde fesad çıkararak, açıktan Allah'a isyan eden ve küfür işleyen kimselere karşı yöneltilen ve aklı başındaki insanları hayret ve dehşete düşürecek bu derece kötü işleri nasıl yapabiidiklerini bir soru halinde yüzlerine çarpan bu hitapta, istisnasız her insanın Allah'a inanarak İs­lâm'ın yoluna girmesi gerektiği, yaratılışın başından sonuna, bütün safha­ları delil gösterilerek ortaya konulmuştur.

İnsanoğlu nasıl ölüyken diriltilmiştir; sonra nasıl tekrar öldürülüp tek­rar diriltilecek ve sonra da kendisini öldürüp dirilten Rabbı'nın huzuruna götürülecektir? Bu dünyayı kim ve niçin yaratmıştır? Sonra niçin başka bir şeyin yaratılışından önce, hemen yedi tabaka halinde gökyüzü yaratılmış­tır? Bütün bu sorular, akıl sahibi olan her insanın, kendi kendine sorması ve cevabını mutlaka bulması gereken sorulardır. İnsan, bunları kendi

kendine sorduğu ve cevabını da verdiği zaman, onun, artık Allah'ı bulma­ması ve O'na inanmaması mümkün değildir. Bununla beraber, Allah'a inanmayan ve O'nu İsrarla inkâr eden insanlar vardır. O halde bu nasıl iştir? Bu inkarcılar, kendi yaratılışlarına bakıp düşünmezler mi? Yoktan^ nasıl var olduklarını akıl etmezler mi? Kendi nefislerine bakmasalar bile, gözlerini etrafa çevirmezler mi? Şu yeryüzü nasıl meydana gelmiş; şu gökyüzü, güneşi, ayı ve yıldızlarıyla nasıl vücud bulmuş; bir nizam içinde, hepsi de insanoğlunu menfeatlandırıp duruyorlar, düşünmezler mi? Eğer bütün bunları düşünüp gerçeği bulmaya yanaşmıyorlarsa, sahip oldukları akıl ne işe yarıyor? Bu ne kadar hayret edilecek ve hayıflanılacak bir iştir!.. İşte, Allah Ta'âlâ, küfür içinde bocalayan sözde akıl sahiplerine bu soruları ve akla gelebilecek buna benzer soruları bir «istifham-ı inkârî» ile yöneltiyor ve buyuruyor ki: [38]

 

28. (Ey kâfirler!) Allah'ı nasıl inkâr edersiniz ki, ölüydünüz, sizi O diriltti; sonra (yine) O öldürecek; sonra (tekrar) diril­tecek; sonra da (yine) O'na döndürüle­ceksiniz.

 

28- Kâfirlere yöneltilen bu ilâhî hitapta, Allah'ı inkâr etmenin, illetten salim, hastalığı bulunmayan sağlam akıllara sığmayacak bir davranış, dehşet verici bir iş olduğuna «Allah'ı nasıi inkâr edersiniz?» sorusuyla işaret edildikten sonra, O'na her akıl sahibinin istisnasız inanması gerekti­ğini isbat edecek deliller zikrediliyor. Bu deliller, insan denilen varlığın yokken var edilişinden Allah'ın huzurunda hesap verişine kadar geçen bütün hayat safhalarını özlü bir şekilde sıralanışından ibarettir. O halde her insan ve bilhassa küfre dalmış, başına gelecek akıbetten habersiz her gafil, artık akıl ve idrakini işleterek, şu deliller üzerinde durup düşünmeli ve «ben ölüydüm; yahut ölü gibi, cismi ve hayatı bulunmayan bir şeydim. Bir gün, baba sulbünde gözle görülmeyen bir varlık olarak belirdim. Sonra ana karnında, görenlere tiksinti verecek bir kan pıhtısı ve bir et parçası haline geldim. Sonra bana ruh verildi; canlılık kazandım ve insan yavru­suna benzemeye başladım. Nihayet gözlerim dünyaya açıldı; insan ol­dum» dedikten sonra, kendine şu soruyu sormalıdır: «Ben ölüyken, yahut ölü gibi yokluk içindeyken, bana kim hayat verdi? Eğer bana bu hayatı veren, beni yoktan vareden bir yaratıcı olmasaydı, ben kendi kendime var olabilir miydim?». Bu düşünce içerisinde, kendisine bu sorulan soran

insanın, Allah'ı bulmaması, yahut bu soruların kendisini Allah'a götürme­mesi mümkün müdür?

İnsana verilen bu hayat, bir gün yine sona erecek, Allah, verdiğini geri alacaktır. İlk insanın yaratılışından bugüne kadar geçen zaman içerisinde bunun aksi görülmemiş, ölümden kendisini kurtaran olmamıştır. Allah, yokken varettiği her insana ölümü taddıracak, sonra onu tekrar diriltecek-tir, ve bu diriliş, artık onun son dirilişi olacaktır. İlk yaratışta, baba sulbüne gözle görülmeyen bir varlık olarak düşüren, sonra onu kan pıhtısı, et parçası ve nihayet insan yavrusu halinej getirip dünya yüzüne salıveren Allah, ölümü taddırdıktan sonra, onu tekrar diriltmekten elbette âciz kala­cak değildir. Evet insan, takdir olunan günde tekrar dirilecek ve kendisini yaratan Allah'ın huzuruna getirilerek, dünyada iken kendisine verilen akılla birlikte, sorumlu kılınışının hesabı sorulacaktır.

İnsan, kendi yaratıhşıyle ilgili bütün bu deliller karşısında, halâ Allah'ı inkâr edebilir mi? Bununla beraber delilleri yetersiz bulur, inkârında İsrar ederse, gözünü, bir de kendi dışına çevirip baksın; önce yeryüzünü, sonra da gökyüzünü gözetleyip aklını çalıştırsın ve düşünsün: Gördüklerini bir nizam içerisinde yaratıp istifadesine sunan kimdir? [39]

 

29-Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan, sonra (doğrudan) gökyüzünü murad ederek (onu) yedi gök halinde (yaratıp) tanzim eden de işte O'dur, ve O, her şeyi hakkıyle bilendir.

 

29- İnsan, kendi yaratılışı üzerinde durup düşündüğü kadar, içinde yaşa­dığı şu âleme de göz çevirip bakmalıdır. Nitekim yukarıdaki iki âyet, düşünebilen akıllara, önce insanın, sonra da yeryüzüyte gökyüzünün yaratılışına işaretle bu yolu göstermiş ve ancak bu yolun, Allah'ın varlığı ve birliği inancına götüren en emin bir yol olduğunu ortaya koymuştur. Bu bakımdan insanın, önce kendine, sonra da dış âleme yönelip bakması ve gördüğü şeylerin nasıl vücûd bulduğunu düşünmesi gerekir: Yeryüzünün ve yeryüzünde bulunan her şeyin, sonra gökyüzünün ve gökyüzünde bulunan her şeyin, bir yaratıcı olmadan, kendi kendine vücûd bulması mümkün müdür? Bütün bunların bir yaratıcısı olması gerekirken, insanın halâ Allah'ı inkâr etmesi düşünülebilir mi?

Allah'ın yarattığı nimetler sayılamtyacak kadar çoktur. Daha önce üzerinde durduğumuz ve açıklamasını yaptığımız 22 nci âyette de bildirildiği gibi, yeryüzü, üzerinde korunup rahat edilebilecek bir döşek, gök de onun üzerine koruyucu bir çatı yapılmış, sonra da gökten indirilen suyla çeşit çeşit rızıklar yaratılmıştır. Fakat yeryüzündeki nimetlerin hepsi, el­bette sadece gökten indirilen suyun getirdiği nzıklardan ibaret değildir. Bugün insan, aklını kullanarak yerin altından çeşit çeşit madenler, gazlar ve sıvı maddeler çıkarmasını bilmiş ve bunları çeşitli sahalarda kullanarak hayatını kolaylaştırmak ve rahatlatmak imkânları elde etmiştir.

Evet, yeryüzünde, şu anda sayılması mümkün olmayan ne kadar nimet varsa hepsini Allah yaratmıştır. Ancak, insanın, şu soruyu da kendi kendine sorması gerekir: Allah, bütün bu nimetleri neden ve niçin yarat­mıştır? Bu sorunun cevabı, yukarıdaki âyette apaçık belirtilmiş ve «yeryü­zünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur» denilmiştir. Evet, her şey sizin için, yani insanlar için yaratılmıştır. Ayette geçen bu sizin için sözü üzerinde dikkatle durmak gerekir; çünkü bu sözde, insanın ne derece yüksek ve şerefli bir mevkie sahip bulunduğunu gösteren derin bir manâ vardır. Bu manâyı, Kur'ân'ın başka âyetlerinde de görmek mümkündür: Meselâ Câsiye sûresinin 13 üncü âyetinde «Göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin emrinize verdi»; Mü'min sûresinin 61 inci âyetinde «İçinde dinleneniniz diye geceyi, görüp (çalışasınız) diye gündüzü sizin için yaratan Allah'tır»; İsrâ sûresinin 70 inci âyetinde «Adem oğullarını şerefli kıldık; onları karada ve denizde taşıdık; güzel (yiyeceklerle) rızıklandırdık ve yarattıklarımızın hepsinden çok üstün kıldık» buyurulması ve Fâtır sûresi­nin 39 uncu âyetinde ve diğer bazı sûrelerde insanın yeryüzünde «halife» yapıldığının açıklanması, onun Allah katındaki bu üstün mevkiini gösteren delillerdendir.

Evet, yeryüzünde ne varsa, hepsi de «insan için» ve insanın onlardan faydalanması için yaratılmıştır. Yaratılan şey ne olursa olsun, ondan fay­dalanma «sizin için» sözünden anlaşılan ve anlaşılması tabii olan bir manâdır. Fakat bu sözden anlaşılan bir manâ daha vardır ve insanların asıl üzerinde durmaları gereken manâ da budur. Bu manâ, yeryüzünde ne varsa, hepsinin de, insanların onlara bakarak akıllarını başlarına almaları, düşünmeleri ve neticede Allah'ın varlığına ve birliğine inanmaları için yaratılmış olmasıdır. Ayetteki «sizin için» sözünün bu manâsı, «{Ey kâfir­ler!) Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?» mealinde gelen bir evvelki âyetin ma­nâsına da uygun düşmektedir. Buna göre, Allah Ta'âlâ kâfirlere hitaben buyuruyor ki: Yerde ve gökte ne varsa, hepsini de, sizin düşünüp ibret almanız ve Allah'ın varlığına inanmanız için yaratan Allah'tır. Öyleyse ey kâfirler, gözünüzün önünde Allah'ın varlığına delâlet eden, yaratılmış bu kadar şey varken, nasıl olup da O'nu halâ inkâr edebiliyorsunuz?

Allah Ta'âlâ, yalnız yeryüzünü ve yeryüzünde bulunan şeyleri mi yaratmıştır? Göğü yedi tabaka halinde yaratan da O'dur. Güneşi, ayı ve yıldızlariyle ona bir nizam vermiş ve yeryüzünde yarattığı canlıların hayat­larını devam ettirebilmelerini sağlamak için, onları göğe ve göğün nimetle­rine muhtaç kılmıştır.

Yer ve gök, bu nizam içerisinde vücûd bulurken, hiçbir şey tesadüfi olmamış, her şey Allah'ın iradesi ve bilgisi dahilinde yaratılmıştır. Zaten O'nun iradesi olmasaydı, ne bir şey vücûd bulur, ne de her şeyi ihata eden ilmi bulunmasaydı, bu âlemde nizam olurdu. Nitekim Allah Ta'âlâ yukarı­daki âyette kasd ve iradesine delâlet etmesi için istevâ ile's-semâ'i buyur­muştur. Zira Allah Ta'âlâ, bir şeyi yaratmayı murad ettiği zaman, onu yaratmaya yönelmesi, O'nun aynı anda başka şeyleri de yaratmayı irade etmesine ve yaratmasına engel olmaz. Bununla beraber, ibareden anlaşı­lan manâ odur ki, Aüah Ta'âlâ, yeryüzüyle birlikte göğü yaratmayı murad ettiği zaman, o anda bir başka şeyin yaratılmasını kasdetmemiştir.

Ancak, arzın mı, yoksa semânın mı daha önce yaratıldığı hususunda, müfessirler arasında bir görüş birliği yoktur. Esasen bu husus, Kur'ân-ı Kerim'de de açıklanmamıştır. Bazı müfessirler, bu âyette arzın daha önce yaratıldığına işaret bulunduğunu ileri sürerlerken, diğer bazı müfessirier de, başka âyetlere istinaden, semânın arzdan önce yaratıldığını açıkla­maya çalışmışlardır. Kanaatımızca bu konunun münakaşa edilmesine lüzum yoktur. Biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ'nın bir şeyi yaratmayı murad etmesi ve onu yaratması, aynı anda bir başka şeyi de yaratmayı murad edip onu yaratmasına engel teşkil etmez. Bu itibarla, diyebiliriz ki, Allah Ta'âlâ, arzı yaratmayı murad ettiği anda, semânın yaratılmasını da murad etmiş ve ikisi birden aynı anda vücûd bulmuş olabilir. Bu takdirde arz ve semâdan herhangi birine yaratılış yönünden öncelik vermeğe gerek kalmaz. Fakat şurası muhakkaktır ki, ister yer olsun ister gök olsun, her ikisi de, insan İçin ve insanın faydalanması için yaratılmıştır. Her ikisi de, ne yarattığını ve ne için yarattığını en iyi bilen Allah Ta'âlâ'nın eseridir. İnsanoğlunun idrakinden âciz kaldığı bu eşsiz nizam ve intizam da bunun en kesin delilidir. O halde insan, bütün bunlara bakarak ve aklını kullanıp düşünerek, onların yaratıcısı olan Allah'a inan­mak zorundadır. Sağlam aklın gereği budur ve O'nu inkâr, akıl sahibi insanın işi değildir. O halde ey kâfirler, Allah'ı inkârınızda halâ niçin direni­yorsunuz?

Allah Ta'âlâ, akıl sahiplerinin düşünce sahasını genişletmek ve on­lara inanç yollarını göstermek için yerin ve göğün yaratılışından sonra,

insanlığın doğuşunu da değişik bir uslûb İçinde anlatıyor ve şöyle buyuru­yor: [40]

 

30.-Rabb'ın meleklere «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» dediğinde, (onlar): «Orayı ifsad edecek ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın; biz Sana ham-dederek noksan sıfatlardan Seni tenzih, kemal sıfatlarıyle tavsif edip duruyoruz?» demişlerdi. (Rabb'ın da onlara:) «Sizin bilmediğiniz şeyleri, şüphesiz, ben daha iyi bilirim» demişti.

31- (Allah) bütün isimleri Adem'e öğretmiş, sonra onları meleklere göstererek «eğer sözünüzde doğru iseniz, bunların isimle­rini bana bildirin» demişti.

32- (Melekler de) demişlerdi ki: (Rabb'ımız), S/en'i tenzih ederiz. Sen'in öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz (her şeyi) en iyi bilen, hakim olan ancak sensin.

33.- (Bunun üzerine, Allah Adem'e)  «Ey Adem! Bunların isimlerini meleklere bil­dir» deyip de Âdem isimleri onlara bildi­rince demişti ki: Ben size göklerin ve yerin sırlarını muhakkak daha iyi bildiğimi, sizin açıkladığınız ve gizlemiş olduğunuz şeyleri de (keza) daha iyi bildiğimi söyle­medim mi?».

34.  Meleklere «Adem'e secde edin» dediği­mizde, secde etmişlerdi de yalnız İblis dayatıp kibirlenmiş ve (böylece) kâfirler­den olmuştu.

35. Demiştik ki: «Ey Âdem! Sen ve eşin Cen-net'e yerleşin ve dilediğiniz yerde O'nun nimetlerinden bol bol yeyin. (Ancak) şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden

olursunuz.            ,

36.  Ne var ki şeytan, onları oradan uzaklaş-tırmış ve içinde bulundukları (o rahat) durumdan çıkarmıştı. Biz de (onlara) «birbirinize düşman olarak inin; yeryüzünde (belirli) bir zamana kadar sizin için yerleşebileceğiniz bir mekân ve geçinebi­leceğiniz bir nimet bulunacaktır» demiş­tik.

37. Bundan sonradır ki, Âdem Rabb'ından bazı sözler alıp (O'na yalvarmıştı da), O da onun tövbesini kabul etmişti. Zaten tövbeleri kabul ederek bağışlayan yalnız O'dur.

38.- (Onlara şöyle) demiştik: «Hepiniz ora­dan inin. (Bundan sonra) size ben'den bir rehber gelir de kimler ben'im rehbe­rime uyarsa, artık onlar için hiçbir korku yoktur, mahzun olacaklar da onlar değil­dir».

39. «Âyetlerimizi inkâr edip yalanlayanlar ise, işte onlar, Cehennem ateşinin dostla­rıdır ve orada ebedî kalacaklardır».

 

Görüldüğü gibi, bu âyetlerin hepsi de, bundan önceki âyetler gibi, insanı küfür ve isyandan uzak tutarak iman ve itaatta devam etmelerini sağlamak için, Allah'ın ona verdiği sayısız nimetleri gözler önüne sermiş­tir. Bu nimetler, Allah Ta'âlâ'nın, meleklerine «yeryüzünde bir halîfe yara­tacağını» bildirdiği ilk âyetteki «halife» tabiri içinde en derin manâsıyle toplanmış bulunmaktadır. Çünkü «halife» kelimesi, birisi adına işleri idare eden, tasarrufta bulunan, nizam ve intizamı sağlayan ve bu maksatla kanun ve kaideleri yerinde tatbik eden kimse manâsına gelir. Ancak halîfenin bütün bu işleri yapabilmesi için bazı yeteneklere sahip olması gerekir. Bu yetenekleri ilim ve kudret olmak üzere başlıca iki sıfat üzerinde toplamak mümkündür. Buna göre Allah Ta'âlâ'nın, yeryüzünde yaratmayı murad ettiği halife, bu İki sıfatla mücehhez olmasını takdir ettiği varlıl-demektir. Yani Allah Ta'âl'a, halife olarak yaratacağı insana, kendi son­suz ilminden ve sonsuz kudretinden bir nebze bahşederek onun yeryü­zünde halifelik yapmasını, kendisiyle ilgili işleri idare etmesini ve kene menfaatine uygun tasarruflarda bulunmasını temin edecektir.

Allah Ta'âlâ'nın bu muradı, O'nun murad ettiği şekilde gerçekleşme ve insan, kendisine verilen ilim ve kudret sayesinde, yeryüzünde gerçek ten bir halife olmuştur. O halde, bu iki sıfat, yani ilim ve kudret, Allah'ı insana bahşettiği iki büyük nimettir ve insan bu nimetlere karşılık Allah' dâima şükretmek zorundadır. Şunu da unutmamak gerekir ki, bu iki nimet, aslında insana bahşedilen başka nimetlerin de birer semeresidir. Eğer görme, işitme ve iradeye bağlı çeşitli hareket kabiliyetleriyle bunlardan düzenli bir sonuca ulaşılmasını sağlayan akıl ve düşünce, insana veril­memiş olsaydı, o ne ilim ve kudret sahibi olur, ne de Allah'ın yeryüzünde halîfesi olmaya lâyık bulunurdu. Onun içindir ki, halife olarak yaratılan insan, kendisini halîfe olmaya lâyık kılan bir çok sıfatlarla teçhiz edilmiştir, ve bunların hepsi de Allah'ın ona ihsanıdır. Öyleyse Allah'ı inkâr eden kâfirin küfründen, yahut O'nu zikrinden uzak tutan gafilin gafletinden vazgeçmesi ve sayısız nimetlerine karşılık O'na şükretmesi gerekmez mi? Bu soru, yukarıda zikrettiğimiz âyetlerin «(Ey kâfirler!) Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?» mealindeki âyetle olan irtibatını açık bir şekilde gösterir. Çünkü insana bahşedilen nimetlerin birbiri arkasından zikredilmesi, onun Allah'ı inkâr etmesini değil, O'na şükretmesini gerektirir.

Daha sonraki âyetlerde, meleklerin, yeryüzünü ifsad edecek ve kan dökecek olan insanın, orada halife kılınacağını öğrenmeleri üzerine, gizle-yemedikleri şaşkınlığa karşı, Allah Ta'âtâ'nın yeryüzü hakkında onu nasıl geniş bir ilimle mücehhez kıldığı ve meleklerine ona secde etmelerini emrederek onu nasıl yücelttiği anlatılmıştır. Meleklerin, Rablannın emriyle insana secde etmeleri, buna karşılık şeytanın kibirlenerek bu emre uy­maktan çekinmesi, sonra da, zevcesiyle birlikte Cennet'te yerleşmiş olan Adem'i yanıltarak Allah'ın yasakladığı ağaca yaklaşmalarını sağlayıp günah işlemelerine sebep olması, insanı, bir nizam içerisinde yeryüzün­deki hilâfet makamına doğru adım adım yükselten basamaklardır. Aklını kullanabilen insan, bu basamaklarda, Allah'ın o sonsuz ve değişmez iradesinin nasıl tecelli edip gerçekleşme yoluna girdiğini müşahede et­mekte güçlük çekmez. Çünkü Allah Ta'âlâ Âdem'i yaratmış ve eşiyle birlikte ona Cennet'te bir mekân vererek diledikleri şekilde onun nimetle­rinden faydalanmalarını istemiş, yalnız bir ağaca da yaklaşmamalarını emretmiştir. Eğer Âdem, şeytanın iğvâ (kandırma) Sina kapılmayıp o ağaca yaklaşmasaydı, acaba ne olurdu? Şüphesiz, Cennet'ten tardını gerektiren bir günahın işlenmemiş olması dolayısiyle, Âdem eşiyle birlikte bulundukları yerde kalırlar ve dolayısiyle yeryüzü hilâfeti de gerçekleş­mezdi. Oysa Allah Ta'âlâ, onu yeryüzünde halîfe yapmak için yaratmıştı ve O'nun iradesini engelleyecek hiçbir şey olamazdı. Takdir, şeytanın Adem'i iğvası, Âdem'in Cennet'ten kovulması ve böylece yeryüzü hilâfe­tinin gerçekleşmesiyle tecelli etmiştir.

Fakat akıl sahipleri için asıl üzerinde durulması ve ibret alınması gereken husus, bu bir kaç âyet içinde zikredilen olaylar zincirinin, insanoğlunun, dünya hayatını aksettiren bir ayna oluşudur: Cennet'te Âdem'e ve eşine musallat olarak onları günah işlemeye sevkeden ve böylece Cen­net'ten tardedilmelerine sebep olan şeytan, yeryüzünde halîfe olan insa­nın ve insanoğlunun artık dâima peşinde ve onları dâima günah işlemeye sevkedecek bir gayretin içinde, insanoğlu da, onun iğvasına kapıldığı anda bu günahı işlemek istidadındadır. Cennet'in günah ağacı, dallarıyle budaklarıyle, insana yeryüzünde haram kılınan bütün fiil ve hareketleri gösterir. Âdem, bu ağaca yaklaşarak günah işlemiş ve Cennet'ten tarde-dilmiştir. Fakat kendisine açık bırakılan tövbe kapısından girerek Rabb'ın-dan af ve mağfiret dilemesini bilmiş, Rabb'ı da onun günahını bağışlamış­tır. Yeryüzünde şeytanın iğvasına kapılarak çeşitli fiil ve hareketlerle günah işleyen insanoğlu için de bu kapı dâima açıktır. Fakat insan, her şeyden önce, kendisine rehber olarak gönderilen Peygamber'in yolundan gitmek ve şeytanın iğvasından korunmak zorundadır. Bu rehberin yolun­dan gitmeyen ve şeytanı kendisine rehber edinen kimsenin ebediyen kalacağı yer ise, Cehennem olacaktır.

İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyetleriyle, insanoğluna Âdem'in bu kıssasını anlatırken, yeryüzü hayatına âit bir ibret tablosunu da onun gözleri önüne sermiş bulunmaktadır. Âdem'in kıssası, insanoğlunun kendi kıssasıdır ve bundan ibret almasını bilmesi lâzımdır. İbret alabilen kimse, yine de Allah'ı inkâr eder, O'nun emirlerine karşı gelir mi? Bu soruyu biraz daha açıklık getirmek için, yukarıdaki âyetleri ayrı ayrı ele alıp üzerlerinde durmak gerekir: [41]

 

30.-Rabb'ın meleklere «Ben yeryüzünde bir halîfe yaratacağım» dediğinde (onlar): '«Orayı ifsad edecek ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın; biz sana hamdederek, noksan sıfatlardan seni tenzih, kemal sıfatlanyle tavsif edip du­ruyoruz» demişlerdi. (Rabb'ın da onla­ra:) «Sizin bildiğiniz şeyleri, şüphesiz, ben daha iyi bilirim» demişti.

 

30- Daha önce de işaret ettiğimiz gibi «halife» kelimesi, birisi adına işleri idare eden, tasarrufta bulunan, kanun ve nizâmnâmelere uygun olarak nizam ve intizamı sağlayan kimselere verilen bir addır. Nitekim bu kelime* halk dilinde, Hazret-i Peygamber'in vefatından sonra, sırasıyle Ebû Bekr; Ömer, Osman ve Ali (r.a.) nin halife seçilmesiyle şöhret kazanmış ve bunlara Halîfetu| Resûlillah (s.a.s.) (Hazret-i Peygamberin halifesi) veya Hulafa-i Râşidln denilmiştir. Bundan anlaşılıyor ki, bu halifelerden her biri, devlet ve millet işlerini Hazret-i Peygabber'e vekâleten ve onun adına yürütmüşler, ister vahye dayalı olsun, ister olmasın, onun tarafından vazolunan kanun ve nizamları tatbik etmişlerdir.

Halife kelimesinin bu manâsı gözönünde bulundurularak denebilir ki, Allah Ta'âlâ, yeryüzünde bir halife yaratacağını duyurduğu zaman, orada, kendisine vekâlet edecek, emir ve yasaklarını tatbik ederek nizamı ve intizamı sağlayacak, kısacası, yeryüzünün hâkimiyetini eline teslim ede­cek bir varlığı,yani insanı murad etmiştir. Bunun için ona cüz'1 de olsa akıl vermiş, kudret ve irade vermiş. Çünkü hiiâfet işlerinin bunlar olmaksızın yürütülmesi mümkün değildir. Nitekim insan, Allah'ın yeryüzünde halifesi olarak, kendisine bahşedilen bu nimetlerle oranın hâkimi olmuş, toprağını, suyunu, havasını dilediği şekilde tasarruf ederek onlardan faydalanmıştır. O halde, insanoğlunun, yeryüzünde Allah'ın halifesi olduğunu, O'nun adına yeryüzünün hâkimi bulunduğunu düşünerek O'nun emir ve yasak­larına uyması ve O'nun kanunları çerçevesi İçinde hareket etmesi gerekir. Aksi halde, kendisine verilen hilâfet vazifesini sûistimal etmiş olur.

Allah Ta'âlâ, yeryüzünde tam bir vazife şuuru içerisinde kendisine vekâlet edecek böyle bir insan yaratmayı murad ettiğini meleklerine haber verince, onlar, «biz hamdinle seni teşbih ve takdis edip dururken, orayı ifsad edecek ve kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?» demişlerdi. Meleklerin bu sözü, onlardan, Rab'larına karşı, yaratacağı insan için bir itiraz değildi. Belki Allah'ın mahlûkatmdan olmaları dolayısıyle, yaratılması murad olunan insana karşı bir hayret ifadesiydi. Bu hayret, meleklerin yeryüzünde, yaratılacak insan hakkında az da olsa, sahip oldukları bilgi­den ileri geliyordu ve bu bilgi de, onlara elbette Allah tarafından bahşedil­mişti. Çünkü Allah onlara, bir halife yaratacağını ve yeryüzünün hâkimiye­tini onun eline teslim edeceğini haber vermişti. Hiç olmazsa melekler «ha(1fe»tabirinden böyle bir hâkimiyet manâsını ve bu manâ içerisinde, zaman zaman, şehvet ve hırsın insan nefsine galebe çalabileceğini, bunun da, yeryüzünün ifsadına ve kan dökülmesine sebep olabileceğini anlamışlardı. Belki de melekler, yaratılması murad edilen halife hakkında hiçbir önbilgiye sahip değildiler ve Allah Ta'âlâ onlara bir halife yarataca­ğını haber verince, oniar bunun sırrını ve hikmetini sorup öğrenmek için Rab'larına böyle demişlerdi. Hangi manâ kabul edilirse edilsin, şurası muhakkaktır ki, Allah Ta'âlâ, kendisiyle melekleri arasındaki bu muhave­reyle, yaratılan her mahlûk hakkındaki sebep ve hikmeti sorup araştırmanın caiz ve bü konuda bazı şeyler öğrenmenin mümkün olduğunu ve buna rıza gösterdiğini insanlara öğretmiştir.

Âyet-i kerîme'nin değişik bir uslûbü vardır. Allah Ta'âlâ'nın melekle­riyle konuşması, onlara, yeryüzünde bir halife yaratacağını bildirmesi, meleklerin buna cevapları ve nihayet, Allah'ın, onların bilmedikleri şeyi daha iyi bildiğini beyan ederek onlara verdiği cevap, bu uslûbü oluşturur.

Allah ile melekleri arasındaki bu muhavere, şüphesiz, bizim idrakin­den âciz kaldığımız bir hikmete dayanır. Çünkü Allah'ın bir halife yarata­cağını meleklere bildirmesi, onlarla istişarede bulunması manâsında de­ğildir; çünkü bu, Allah için muhaldir. Meleklerin, yeryüzündeki yaratılacak insanların orada fesad çıkarıp kan dökeceklerini söylemeleri de, Allah Ta'âlâ'nın fiiline karşı bir itiraz olamaz. Çünkü melekler, «Allah'a, emrettiği şeylerde isyan etmeyen ve sadece kendilerine emrolunam yapan» (Tahrlm sûresi, 6) itaatkâr varlıklardır. O halde âyet, bu yönden, zahirine göre manâlandırılmasi mümkün olmayan müteşabihattandır. Bu sebepledir ki, ilk müfessirler, âyeti tefsire çalışmamışlar, daha sonraki müfessirler ise, çeşitli şekillerde tevil etmişlerdir. Ancak tevil, Allah Ta'âlâ'nın, âyetten muradını belirtmekten çok tevili yapanın görüşünü aksettirdiği için, âyetle ilgili değişik tevilleri burada zikretmekte herhangi bir fayda yoktur. Bu­nunla beraber, şu hususa işaret edilebilir ki, Allah Ta'âlâ, yeryüzünde halife olarak yaratacağı insanın fıtratında orayı ifsad edecek ve kan döke­cek bir özelliğin bulunduğunu meleklerinin ifadesiyle haber vermiş olmak­tadır. Nitekim daha sonraki âyetlerden de anlaşıldığı gibi, bu özellik, ancak şeytanın yolundan giden insanoğiunda bütün açıklığıyle ortaya çıkmış ve insan, gerçekten yeryüzünü ifsad etmiş ve pek çok kan dökmüştür. Melek­lerin bilgisi dâhilinde ve onların dilleriyle ortaya konan bu gerçek, elbette bir hikmet gereği olarak Rab'ları tarafından onlara talim edilen sınırlı bir bilginin sonucudur ve her mahlûk gibi melekler de bu hikmeti anlamaktan âcizdirler. Nitekim Allah Ta'âlâ, meleklerin bu hikmeti araştırmaya varan sorularına karşılık «sizin bilmediğiniz şeyleri şüphesiz ben daha iyi bilirim» sözüyle onların acizliklerini ortaya koymuştur.

İnsanın halife olarak yaratılışına taalluk eden bu hikmetin bilinip anla­şılmasında, insanoğlu da melekler kadar âciz kalmış olsa bile, onun halife olmasını sağlayan bazı sıfatlarla teçhiz edilerek meleklerden üstün kılındı­ğına şüphe yoktur. Nitekim müteakip âyetlerde Allah Ta'âlâ bu gerçeği tam bir açıklıkla ortaya koymuş ve şöyle buyurmuştur: [42]                    

 

31- (Allah), bütün isimleri Adem'e öğretmiş,

sonra onları meleklere göstererek «eğer sözünüzde doğruysamz, bunların isim­lerini bana bildirin» demişti.

32- (Melekler de) demişlerdi ki: (Rabb'ımız!)

Seni tenzih ederiz- Sen'in öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz (her şeyi) en iyi bilen, hakim olan ancak sensin.

33.-(Bunun  üzerine  Allah  Adem'e)   «Ey Adem! Bunların  isimlerini meleklere bildir» deyip de, Adem isimlerini onlara bildirince demişti ki: «Ben size, göklerin ve yerin sırlarını muhakkak daha iyi bil­diğimi, sizin açıkladığınız ve gizlemiş olduğunuz şeyleri de (keza) daha iyi bil­diğimi söylemedim mi?».

 

31- Allah Ta'âlâ yeryüzünde bir halîfe yaratacağını beyan buyurduğu zaman, Adem'in ve Ademoğlunun, yahut başka bir tabirle insanın, melek­lerden ve diğer varlıklardan daha çok halife olmaya lâyık bir istinad ile techîz edildiği bu meallerden açıkça anlaşılmaktadır. Fatiha sûresinin ilk âyetini açıklarken de işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, yarattığı âlemleri, Rahman ve Rahim sıfatlarıyle sonsuz nimetine garkederken, onlar üze­rinde tecellî eden rubûbiyetiyle de onları en güzel şekilde terbiye etmiş ve akıl sahiplerine kendisinden başka hamdile teşbih olunmaya lâyık bir ilâh bulunmadığını göstermiştir. Bu terbiyede insan, diğer varlıklara oranla en büyük payı almış ve böylece, yeryüzünün hâkimi ve halîfesi olmaya hak kazanmıştır.

İnsanı diğer varlıklardan ayıran ve Allah'ın yeryüzündeki halîfesi ve dolayıstyle oranın hâkimi yapan en büyük özelliği, akıl ve onun semeresi olan ilim sahibi oluşudur. İnsan, en çok bu özelliğiyle diğer varlıklardan ayrılmış ve onların çok üstünde bir mevki kazanmıştır. Ona bu aklı, sonra da dâima gelişmeye ve ilerlemeye müsait olan bu ilmi Allah Ta'âlâ bah­setmiştir. Nitekim yukarıdaki âyette, bütün isimlerin Âdem'e öğretilmiş olmasıyle ilgili beyan, bu gerçeğe işaret eder.

Allah Ta'âlâ'nın Âdem'e öğrettiği ve hakkında ilim sahibi yaptığı bu isimler, bütün müfessirlerin görüş birliği içinde açıkladıklarına göre, insa­noğlunun yeryüzünde karşılaşabileceği ve hayatının devamını  sağlamasında kendisinden faydalanabileceği her şeydir; çünkü bunların biribir n-den ayırt edilmesi, ancak her birine ayrı ayrı isim verilmesiyle mümkün olur ve âyette «isim» kelimesinin kullanılışı da bu sebeptendir; zira «isini», dâima müsemmâya, yani verildiği şeye delâlet eder ve her şey, kendisine verilen isimle bilinir. Nitekim insan, karşısındakine «elma» denilen mey­veden sözederken, onu eline alıp «işte bu meyve» demek yerine sadece «elma» ismini söymekle yetinir ve bu isimle, eline alıp göstermek külfetin­den kurtulduğu meyveyi kasdeder. Buna göre, yukarıdaki âyetten anlaşı­lan manâ odur ki, Allah Ta'âlâ, insanoğlunu yeryüzünde halîfe olmaya lâyık bir istidadla mücehhez kılmak için -ister bazı müfessirlerin söyledik­leri gibi tedricî olarak, ister diğer bazılarına göre bir ânda- ona bütün eşyayı öğretmiş, ayrıca bunları biribirinden ayırmak ve her birinden dile­diği gibi faydalanmak için ihtiyaç duyduğu kudret ve kabiliyeti de vermiştir. İnsan, böyle bir kudret ve kabiliyetle techîz edilirken, halifelik şeref ve itibariyle de yüceltilmiştir. Bu yücelik, aynı eşyanın meleklere gösterilip isimlerinin sorulması üzerine, onların verdikleri cevapta bütün açıklığıyle görülür. Zira Âdem, eşya hakkında sözü edilen ilim ve kudretle mücehhez kılınırken, melekler bu eşyayı tanımaktan âciz kalmışlardır. Esasen Allah Ta'âlâ'nın eşyayı meleklere gösterdikten sonra «bunların isimlerini bana bildiriniz» emrinde, onların kendilerine hâs ilim ve marifetlerinin genişli­ğine rağmen, hilâfet makamı olarak tayin edilen yeryüzü hakkındaki ilmî aczlerinin kendilerine gösterilmesi gibi bir hikmetin bulunduğu anlaşılmak­tadır. Nitekim âyetin sonunda yer alan «eğer sözünüzde doğruysamz» ifadesi de buna delâlet eder: Allah Ta'âlâ, bununla meleklerine buyuruyor ki: İnsanın yeryüzünde halife olmasında sizi dehşete düşürecek, yahut onun buna lâyık olmadığını gösterecek bir şey varsa, ve bu husuta içinize bir şüphe girmişse, haydi size gösterdiğim şu eşyanın isimlerini bana bildiriniz. Fakat hayır; siz bu eşyanın esrarını bilemezsiniz; bunlar hakkın­daki bilgi yalnız insana verilmiştir; yalnız o, bu hususta kudret ve kabili­yetle mücehhez kılınmıştır ve dünyada halife olmaya yalnız o lâyıktır. [43]

 

32- İşte, Rab'iarından gelen bir hitap üzerinedir ki, melekler: Rabb'ımız! Seni tenzih ederiz; sen in öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüp­hesiz her şeyi en iyi bilen, hakim olan ancak sensin, demişlerdir.

Meleklerin Rablarına karşı yönelttikleri bu sözde, halîfe hakkında sordukları sorunun, sadece sebep ve hikmetini öğrenmek arzusuna da­yalı bir merakın bulunduğu anlaşılır. Ayrıca, meleklerin şu itirafından da

. açıkça görülür ki, Allah Ta'âlânın ilmini hiç kimse ihata edemez ve O bir şey öğretmeden hiç kimse o şeyi bilemez. Her şeyi en iyi bilen ve ilmi her şeyi ihata eden ancak O'dur. Keza bu itirafta, meleklerin, yeryüzünde bir halîfe yaratilmasıyie iiigili ilâhî iradenin sebep ve hikmetini Allah'a tefviz (bırakmak) manâsı da vardır. Buna göre, meleklerin sözünü şu manâda anlamak mümkündür: Rabb'ırnız! Yeryüzünde yaratacağın halîfenin sebep ve hikmetini sormakta kusur ettik; çünkü sen, yarattığın ve yaptığın şeyleri en iyi bilir ve onları hikmetle yaparsın. Sen'i noksan ilimden, kusurlu hikmetten tenzih ederiz. Bize gösterdiğin eşyanın isimlerini sen öğretmedikçe bizim bilmemiz mümkün değildir. Yarattıklarını en iyi bilen ve yaptıklarında hikmet sahibi olan ancak sensin. Yeryüzünde bir halife yaratacığım murad etmendeki sebep ve hikmeti de, şüphesiz en iyi sen bilirsin. [44]

 

33- Allah Ta'âlâ, meleklerin bu tenzîh ve teşbihinden sonra, Âdem'in yeryüzü hilafetine daha lâyık olduğunu onlara göstermek için Âdem'e hitap etmiş ve: «Ey Adem! Eşyanın isimlerini meleklere bildir» demiştir. Âdem isimleri onlara bildirilince de: «Ben size, göklerin ve yerin sırlarım, muhakkak, daha iyi bildiğimi, sizin açıkladığınızı da, gizlemiş olduğunuz şeyleride keza daha iyi bildiğimi söylemedim mi?» demiştir.

Allah Ta'âlânın, önce Âdem'e sonra da meleklere yönelttiği bu hita­ba, insanın diğer mahlukâta nisbetle çok daha şerefli bir mahlûk olduğu­na, ilmin de Allah katında ne derece üstün sayıldığına açık bir işaret vardır. Çünkü melekler Allah'a en çok İbadet eden varlıklardır. Bununla beraber, Allah Ta'âlâ, yei yüzündeki hilâfete melekleri değil insanı lâyık görmüş ve onu halîfe yapacağını bildirmiştir. Hilâfetin şartı ve hattâ esası ilimdir, ve insan bu yönden meleklerden üstündür. Nitekim melekler, kendilerine gösterilen eşya hakkında bilgilen olmadığını açıkladıkları halde, Âdem, Allah'ın kendisine bahşettiği ilim sayesinde meleklere bu eşyayı bildirmiş ve kendisinin meleklerden üstün olduğunu göstermiştir.

Adem'in yeryüzünde halîfe olarak seçilmesindeki hikmet, melekler tarafından elbette bilinmiyordu, ve bu sebepten kendilerini hilâfete daha lâyık görüyorlardı. Halbuki Allah, onları bu iş için seçmiş olsaydı, hem kâinatın sırrına vâkıf olmadıkları, hem de insana nisbetle farklı bir yaratılışa sahip olmaları dolayısıyle, yeryüzünde bulunan şeylerden hiçbirine ihtiyaç duymayacakları için, insanın yeryüzünde yapmaya muktedir olduğu işler­den hiçbirini yapamıyacaklardı. Oysa yeryüzünün imarı ve hayatın devamı için insanın ve insanoğlunun yeryüzünde yaptığı işler ne kadar çoktur!?

İşte, Allah Ta'âlâ bu hikmete binâen insanı yeryüzünde hatife olarak seçmiş ve yarattığı hiçbir şeyin abes olmadığını, meleklerin «yeryüzünü ifsad edip kan dökecek kimse mi yaratacaksın?» diyerek açıkladıkları; yahut «Allah, bizden daha üstün bir varlık yaratmaz; onun için yeryüzünde

halîfe olmaya biz daha lâyığız» diye düşünüp de açıklamadıkları şeyleri daha iyi bildiğini meleklere bir defa daha hatırlatmıştır.

Allah Ta'âlâ, insanın bu üstün mevkiini ve yeryüzünde halîfe olmaya ondan daha alâyık bir varlık bulunmadığını bildirdikten sonra, bu şerefi tescil etmek ve meleklerin «ifsad edici ve kan dökücü» olarak nitelendirdik­leri insandan özür dilemelerini sağlamak için onlara Âdam'e secde etme­lerini emrederek şöyle buyurmuştur: [45]

 

34-Meleklere «Âdem'e secde edin» dediğimiz de secde etmişlerdi de, yalnız İblis daya­tıp kibirlenmiş ve (böylece) kâfirlerden olmuştu.

 

34 -Meleklerin, insanların ilk mümessili olan Âdem'e secde etmekle em-rolunmalannda insanın meleğe nisbetle daha faziletli bir varlık olduğunu gösteren açık bir işaret vardır. Evet, meleklere, Âdem'e secde etmeleri emroiunmuştur ve melekler de ona secde etmişlerdir. Onların bu secdele­rinde, insanı tebcil ve tazîm manâsı vardır. Onun şerefini yüceltmek, faziletini itiraf etmek gayesi mevcuttur. Ancak burada şunu hemen belirt­mek gerekir ki, bu secde, bir ibadet secdesi değildir; zira ibadet, ancak Allah'a yapılır.

Lugatta secde, huzû ve inkıyad, yanı boyun eğmek ve teslim olmak manâsına gelir. En büyük tezahürü, alın yere gelecek şekilde yüzüstü kapanmaktır. Şeriat dilinde, Allah'a ibadet manâsında kullanıldığı gibi, Kur'ân-ı Kerîm'in bazı âyetlerinin de delaletiyle, emirlere boyun eğmek, tebcil ve tazim etmek, yüceltmek manâlarında da kullanılmıştır. Meleklerin ÂdenVe,Yakûb ve evlâdının Yûsuf'a (Yûsuf sûresi, 1 oo), nebatların ve ağaçla­rın Allah'a secdeleri (Rahman sûresi, 6) bu manâda, yani tebcil ve tazîm manâsındadır. Buna göre, meleklerin Âdem'e secde etmeleri, ilâhî emre uymaları yönünden Allah'a ibadet,htlâfet makamına lâyık görülen insana da, bu makama mütenasip olarak hürmet ile hizmet arzı ifade eder.

Melekler, Allah'ın emrine uyarak, açıkladığımız bu manâda Âdem'e secde ettikleri halde, İblis bu secdeden kaçınmış, böylece Rabb'ıntn em­rine karşı gelerek kâfirlerden olmuştur.

Melek, gayb âlemine mahsûs, hakikatini bilmediğimiz ruhani bir var­lıktır. Kur'ân-ı Kerîm'in bazı işaretlerinden de anlaşıldığı gibi, çeşitli sınıfları vadır ve her bir sınıf.kendine ait işlerle görevlendirilmiştir. Şerîat dilinde hakkın, iyinin, güzelin ve hayırlı işlerin ilhamı dalma meleklere isnad edilmiştir. Nitekim Meryem sûresinin 17 nci âyetinde Allah Ta'âlâ «Mer­yem'e insan suretinde görünen ruhumuzu gönderdik» buyurduğu ve bu ruhun ona «ben sana günahlardan uzak bir oğlan vermesi için Rabb'ının bir elçisiyim» dediği bildirilir ki, bu âyetlerde, Meryem'e oğlan müjdesiyle gelen ruhun melek olduğunda hiçbir ihtilâf yoktur.

İblîs ise, o da melekler gibi gayb âleminin ruhani bir varlığıdır ve onun hakkında da hiçbir bilgimiz yoktur. Ancak, Kur'ân-ı Kerîm'in Kehf sûre­sinde (âyet 50) «Meleklere, Adem'e secde edin dediğimizde onlar secde etmişlerdi de İblis etmemişti; o cinden idi ve Rabb'ının emrinden dışarı çıkmıştı» denilerek İblîs'in cin taifesinden olduğuna işaret edilmiştir.

İblîs'in, Rabb'ının emrine karşı gelerek Âdem'e secde etmemesi, kibirlenmesi ve kendisini Âdem'den üstün görmesi sebebiyledir. Nitekim secde kıssasını daha geniş bir şekilde nakleden Araf sûresinde İblîs, secde etmemesinin sebebini şöyle açıklamıştır: «Ben Âdem'den hayırlı­yım, (Çünkü) beni ateşten yarattın; Adem'i ise topraktan yarattın» (âyet 12)

İblîs'in hem cin taifesinden oluşu ve hem de ateşten yaratılışı, onu meleklerden ayıran başlıca özelliği olsa gerektir. Zira meleklerin aslî un­suru hakkında Kur'ân'da açık bir nass mevcut değilse de, bazt haberler­den, onların nurdan yaratıldıkları öğrenilmektedir. Meselâ Müslim tarafın­dan rivayet edilen bir hadîste, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: «Melekler nurdan yaratıldı. Cin de alevli bir ateşten yaratıldı. Âdem ise, size vasfolunan şeyden yaratılmıştır», (Hadîsin metni için bakz. Müslim, Sahih, IV.2294).

Bununla beraber, İblisin de meleklerden olduğunu, çünkü secde emrinin meleklerle birlikte ona da yöneltildiğini söyleyen müfessirier var­dır. Diğer taraftan, cinlerle meleklerin, birbirinden ayırt edilmelerine yar­dım edecek açık bir delil de mevcut değildir. Ne var ki, Kur'ân-ı Kerîm'de melekler, «Allah'a, emrettiği şeylerde isyan etmeyen ve sadece kendilerine emrolunam yapan» itaatkâr varlıklar olarak nitelendirildikleri halde, cin taifesinden olduğu açıklanan İblis, bilindiği gibi, Rabb'ının emrine karşı gelmiş ve kâfirlerden olmuştur. Keza Hazret-i Peygamber'den rivayet olunan sahih hadîslerden, cin taifesinden bir kısmının mü'min ve müsiü-man, bir kısmının da kâfir olduğunu ve bunlara şeytan denildiğini öğreni­yoruz ki, bu da cinlerin ve meleklerin ayrı varlıklar olduklarını göstermeye yeterlidir.

İblîs kibirlenerek Allah'ın emrine itaat etmemiş ve bu sebepten kâfir­lerden olmuştur. İblîs'in kâfirlerden olması, kendisini Âdem'den üstün ve hayırlı görüp Allah'ın secde emrine uymaması sebebiyledir. Secde emri­nin vukuundan önce, İblisin herhangi bir sebepten dolayı Rabb'ına isyan ettiğini ve küfür işlediğini gösteren herhangi bir delile sahip değiliz.

Kur'ân-ı Kerîm'de buna dâir bir nass gelmiştir. Bu sebeple, âyetin son ibaresini, bazı türkçe meallerde görüldüğü gibi «zâten İblîs kâfirlerden idi» şeklinde manâlandirmak hatalı olacaktır. İblisin kâfirlerden sayılmasına, secde emrine uymaması sebep olduğuna göre, melekler secde ettikleri halde, «İblis dayatıp kibirlendi ve («böylece, yahut bu sebepten) kâfirler­den oldu» demek akla daha uygun görünmektedir.^

Allah Ta'âlâ'nın secde emriyle sânı yüceltilen Âdem, Cennet'in mu­tena bir köşesine de yerleştirilmek suretiyle sânına lâyık bir itibara kavuş­turulmuştur. Allah Ta'âlâ bu konuda şöyle buyurur: [46]

 

35-Demiştik ki: «Ey Âdem!'Sen ve eşin Cen­net'e yerleşin ve dilediğiniz yerde O'nun nimetlerinden bol bol yeyin. (Ancak), şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zâlimlerden olursunuz.

 

35 -Allah Ta'âlâ, yeryüzünün halifesi olmasını murad ettiği Adem'i, eşiyle birlikte Cennet'e yerleştirmiş ve onlara Cennet nimetlerinden bol bol faydalanmalarını bildirmiş, yalnız bir ağaca yaklaşmaktan ve meyvesini yemekten onları menetmiştir.

Âdem'in ve eşinin yerleştiği bu Cennet, acaba nasıl bir Cennet'tir ve nerededir? Bu Cennet, kıyamette, Allah Ta'âlâ'nın mü'minlere vadettiği, ağaçlan altından ırmaklar akan ebedî saadet yeri midir, yoksa, Âdem'in halîfe olmak üzere yaratıldığı yeryüzünün Cennet'e benzer köşelerinden biri midir? Zira Cennet keiimesijugatta, bağlık bahçelik yer manâsında da kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm, Âdem ve eşinin yerleştiği bu Cennet hak­kında açıklayıcı bilgi vermemiştir. Bu sebeple müfessirier arasında, bu konuda tam bir görüş birliği yoktur. Bazı müfessirlere göre, Âdem'in ve eşinin yerleşerek nimetlerinden bol bol faydalandıkları, buna karşılık yak­laşmaktan ve meyvesini yemekten menolundukları ağacın bulunduğu Cennet, Allah Ta'âlâ'nın kıyamet günü mü'minler için hazırladığı dâru's-sevâb adiyle de anılan Cennet'tir, ve yeryüzünden ayrı bir yerdedir. Ancak, onun nerede olduğunu Allah'tan başka kimse bilmez. Âdem'in, şeytanın iğvasına kapılıp ağaca yaklaşması ve bilinen günahı işlemesi Üzerine, Allah Ta'âlâ'nın «Birbirinize düşman olarak (Cennef ten) inin; yeryüzünde belirli bir zamana kadar sizin için yerleşebileceğiniz bir mekân

' ve geçinebileceğiniz bir azık bulunacaktır» buyurması da buna delâlet eder. Bu âyette, hem «inme» tabiri (hubût) kullanılmış, hem de :.ıilecek

yer, «yeryüzü» olarak zikredilmiştir. Buna göre, ilk yerleşme noktası yer-. yüzü dışında bir yer olmalıdır ki, buradan yeryüzüne iniş söz konusu edilebilsin. Eğer bu Cennet'ten maksat, yeryüzündeki bir bahçe olsaydı, iniş (hubût) ten söz etmek mümkün olmazdı. Diğer taraftan, âyette geçen «Cennet»kelimesinin başındaki elif lâm harfleri de bu isimle, müslümanlar arasında maruf olan Cennet'in kasdolunduğuna, onun bağ ve bahçe manâsında umum ifade eden bir manâsı bulunmadığına delâlet eder. Bu bakımdan âyetin zahiri, Cenne'tin yeryüzü dışında, Allah'ın takdir ettiği bir yerde bulunduğunu gösterir.

Bazı müfessirler ise, âyette söz konusu edilen Cennet'in, âhirette mü'minlere vadoiunan Cennet olmadığını, bunun, yeryüzünde suyu, ağaçlan ve çeşitli güzellikleri bulunan bir bahçe olduğunu ileri sürerler. Onları bu görüşe sevkeden bazı delilleri vardır:

1) Adem, yeryüzünde halîfe olmak için yaratılmıştır ve yaratıldığı yer de yeryüzüdür. Eğer onun âhirette mü'minlere vadoiunan Cennet'te yara­tılmış olup da bir günah dolayısıyle yeryüzüne indirildiği kabul edilecek olursa, bu, onun yaratılış gayesine aykırı düşer. Eğer yeryüzünde yaratılıp sonradan Cennet'e yükseltildiği ileri sürülürse Kur'ân-ı Kerîm'de, bu de­rece önemli bir olayı doğrulayacak hiçbir işaret mevcut değildir.

2) Âhirette mü'minlere vadoiunan Cennet, yalnız mü'minler içindir ve onlardan başkası oraya giremez. Eğer Adem'in ve eşinin yerleştirildiği Cennet'in bu Cennet olduğu kabul edilirse, Âdem'i ve eşini kandırarak yasaklanmış ağaca onların yaklaşmalarını sağlayan şeytanın bu Cennet'e nasıl girmiş olduğunu izah etmek güçleşir. Zira şeytan, daha önce Rab-bı'nın emrine karşı gelerek Adem'e secde etmemiş ve böylece kâfirlerden olmuş, Cennet'ten de kovulmuştu.

3) Âhirette mü'minlere vadoiunan Cennet, mü'minlerin içinde rahat edecekleri ve nimetlerinden diledikleri gibi faydalanabilecekleri bir yerdir. Dâru't-teklîf değildir; yani mü'minlere bazı görevlerin yüklendiği, bazı şeylerin serbest bırakılıp bazı şeylerin yasaklandığı bir yer değildir. Hal­buki burada Âdem'e ve eşine bir ağaç yasaklanmış, meyvesinden yeme­lerine izin verilmemiştir.

Netice.itibariyle, Âdem'le eşinin yerleştirildikleri Cennet'le mü'min­lere vadoiunan Cennet'tin sıfatları, birbirine benzememektedir. Bu se­beple âyette söz konusu edilen Cennet'in, âhirette mü'minlere vadoiunan dâru's-sevâbtan ayrı bir yer olduğu ve bunun da yeryüzünde bulunduğu anlaşılır.

Görüldüğü gibi, her iki görüşü de müdafa eden gurupların kendilerine âit kuvvetli delilleri vardır ve her iki gurup da karşı delilleri çürütmek için açıklaması uzayıp gidecek olan cevaplara sahiptir. Fakat bu delil ve cevaplar, ne derece kuvvetli olursa olsun, müşkilin halline yardımcı olmak­tan uzaktır. Bu sebepledir ki, yine bir çok ehl~i sünnet müfessiri, selefe tâbi olarak, âyet-i kerîme'de sözü edilen Cennet'in yerini tesbite ve nasıl bir Cennet olduğunu araştırmaya kalkışmamış, Allah Ta'âlâ bu konuda bize bilgi vermediğine göre, bunu O'ndan başka kimse bilmez demekle yetin­mişlerdir. Kanaatımızca, müşkilin halli bakımından sığınılacak en doğru görüş de budur.

İşte, Allah Ta'âlâ, Adem'i ve eşini, adı geçen bu Cennet'e yerleştirdik­ten sonra, onlara, «Cennet'in neresinde olursa olsun, nimetlerinden diledi­ğinizce yeyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın; aksi halde zâlimlerden olursu­nuz» buyurmuştur. Nimetin bolluğu ve çeşidi, insanın bu bol ve çeşitli nimetlerden dilediği şekilde faydalanmak husundaki mutlak hürriyeti, Cennet'e ait başlıca özelliklerdendir. Bununla beraber, ancak Allah'ın bildiği bir hikmete istinaden bu mutlak hürriyet, Adem'e kısıtlanmış ve mahiyetini bilmediğimiz bir ağaca yaklaşmaktan ve onun meyvesini ye­mekten menolunmuştur.

Menolunan ağacın cinsi ve mahiyeti, Kur'ân-ı Kerîm'de açıklanma­mıştır. Her ne kadar bazı müfessirler, onun, buğday, üzüm veya incir veren bir bitki olduğunu nakletmişlerse de, bu hususta kesin bir delil olmadıkça ağacı veya meyvesini tayin etmekte bir manâ yoktur. Bununla beraber, bu ağaca yaklaşmanın ve meyvesinden yemenin yasakianma-sındaki hikmet, âyet-i kerlme'den anlaşıldığına göre, insan nefsine zararlı olduğuna işaretle, insanın bir imtihana tâbi tutularak harama karşı yaratılı-şındaki temayülün gösterilmesidir. Nitekim Allah Ta'âlâ, yasaklanan bu ağaca yaklaştıkları takdirde, Âdem ve eşinin zâlimlerden olacağını bildir­mek suretiyle, hem ağacın zararına işaret etmiş, hem de bunu takip eden âyette/Âdem'in ve eşinin şeytanın îğvasına kapılarak ağaca yaklaşmala­rını Allah'ın emrine karşı gelmek hususunda, insan yaratıiışındaki zayıflı­ğın açık bir örneği olarak ortaya koymuştur.

Âdem ve eşinin ağaca yaklaşmaları kendileri için zararlı.olmuşturve bu zarar, nefislerine zulmetmek şeklinde tecelli etmiştir. Nitekim aynı kıssanın zikredildiği Araf sûresinde de görüldüğü gibi (âyet 22), Adem ve eşinin «Rabb'ımız, biz nefislerimize zulmettik. Bizi bağışlamaz ve rahmet etmezsen herhalde hüsrana düşenlerden oluruz» diyerek tövbe etmeleri de, nefse zulüm şeklinde tecelli eden bu zarara işaret eder. Çünkü onların fiillerinde, üzerine bir zarann terettüp ettiği bir kusur vardır ve Adem, Rabb'ına bu kusurdan dolayı tövbe etmiştir.

Âdem'in ve eşinin yasaklanan ağaca yaklaşmaları ve meyvesinden yemeleri, daha önce Âdem'e secde etmekten çekinen, kibirlenen ve böylece kâfirlerden olan şeytanın iğva (kandırma) siyle olmuştur. Nitekim Allah Ta'âlâ, bunu takip eden âyette, şeytanın bu işini açıkça bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [47]

 

36- Ne var ki şeytan, onları oradan uzaklaş-îırmış ve içinde bulundukları (o rahat) durumdan çıkarmıştı. Biz de, (onlara) «birbirinize düşman olarak inin; yeryü­zünde (belirli) bir zamana kadar sizin için yerleşebileceğiniz bir mekân ve ge­çinebileceğiniz bir nimet bulunacaktır» demiştik.

 

36 Şeytanın, Adem ve eşinin, yasaklanan ağacın meyvesinden yemele­rini sağlamak için başvurduğu oyuna ve kendilerine verdiği fite, Araf ve Tâhâ sûrelerinde işaret olunmuş ve ilk iş olarak onlara «Ey Âdem! Seni ebedîlik ağacına ve sonu hiç gelmiyecek hükümranlığa delâlet edeyim mi?» dediği açıklanmıştır. (Tâhâ sûresi, 12O). Öyle anlaşılıyor ki Âdem, her ne kadar Cennete yerleştirilmiş ve nimetlerinden dilediği kadar faydalanma­sına izin verilmiş olsa bile, burada ebediyen kalamıyacaklarını biliyor ve insan yaratılmanın bir sonucu olarak, bol nimet içersindeki bu rahat haya­tın ebedî olmasını arzu ediyordu; bu arzu, onun zayıf olan insanlık tarafıy­dı. Şeytan ona bu zayıf tarafından yaklaşmış ve Cennetle ebedî kalmanın sırrını açıklayacağını söylemiştir. Araf sûresinde şeytanın, onların bu zayıf taraflarını nasıl kullandığı ve arzularını kamçılayan bu fiti içlerine sokmak suretiyle, yaklaşmaktan menolundukları ağacın meyvesinden nasıl ye­dirmeye muvaffak olduğu açıkça görülür. Şeytan onlara şöyle demiştir: «Rabb'ınız iki melek, yahut ebedi kalıcılardan olmayasınız diye size bu ağacı yasakladı» (âyet 20). Şeytanın bu sözü söyledikten sonra, doğru söylediğine onları inandırmak için bir de yemin etmesi, arzulan istikame­tinde kolayca kandırılmaya müsait olan insanî yaratılışın ilk yanılgısını böylece hazırlamış oldu. Zira şeytanın yemin ederek söylemiş olduğu bu »özün uzantısını tasavvur ve bu uzantının Âdem ile eşinin arzularına denk düşen bir teklif ile noktalanmış olacağını tesbit etmek güç değildir. Şeytan, iki melek, yahut ebedî kalıcılardan olmamaları için bu ağacın yasaklandı­ğını Âdem ve eşine hatırlattıktan sonra, her halde onlara şöyle demiş

Olacaktır: «Siz» eğer bu ağacın meyvesinden tadacak olursanız, arzunuza kavuşur ve iki melek olarak Cennet'in bol nimetleri içerisinde, sonu gelmi-yecek bir hayat yaşarsınız». Şeytanın bu aldatıcı sözlerine kanan Âdem ve eşi, ebedî hayata kavuşmanın ümîd ve heyecanı içerisinde Rablarının ikazını unutmuşlar ve o ağacın meyvesinden yemişlerdir. İşte bundan sonradır ki, Allah Ta'âlâ, onlara bulundukları yerden yeryüzüne inmelerini emretmiş, ayrıca şeytanla insan arasında sürüp gidecek birdüşmanlığın takdir olunduğuna işaretle, onlara, yeryüzünü nimetleriyle birlikte belirli bir süre için yaşayabilecekleri bir mesken kılmıştır.

Âdem ile eşinin ve onlarla birlikte, hem de düşmanları olarak, şeyta­nın yeryüzüne gönderilmelerinden sonra, artık insanın yeryüzü hilâfeti de başlamış olacaktır. Zira daha önceki âyetlerde de açıklandığı gibi, Allah Ta'âlâ, insanı yeryüzünde halîfe yapmak için yaratmıştır ve bu halifelik, insan hayatı boyunca, bir halîfeye bahşedilen akıl ve irade gücünün yettiği nisbette yeryüzünün nizam ve intizamını sağlayan bir görev olarak onun uhdesinde kalacaktır. Bu görevin yürütülüşü sırasında, şeytan, şüphesiz, Âdem'le birlikte ve ona düşman olarak gönderilişinin sebep ve hikmetle­rine uygun bir şekilde dâima onun peşinde olacak ve tıpkı Cennet'te olduğu gibi, onu ve oğullarını kandırmak, doğru yoldan saptırmak için üzerine düşeni yapacaktır. Çünkü ilâhi hikmet, yeryüzünün, insan için bir imtihan yeri olması şeklinde tezahür edince, onun, şeytanın iğvasına kapılmadan Allah'ın gösterdiği yolda, hilâfet görevini yürütmesini, bu imti­handa başarılı olmanın başlıca şartı saymak gerekir. O halde bu görüş, tabiî olarak bizi, Adem ve eşinin yeryüzüne işledikleri bir hata vesilesiyle hilâfet görevinin onların omuzlarına yükletilmesi için, ilâhî takdîrin tecellî etmesi vaktinin gelmiş olması dolayısıyle gönderildikleri neticesine götü­rür. Nitekim bunu takip eden âyette, Âdem'in, şeytana kanarak işlediği bu hatadan dolayı Rabb'ına tövbe ettiği ve tövbesinin Rabb'ı tarafından kabul edildiği belirtilerek şöyle denilmiştin[48]

 

37.-Bundan sonradır ki, Âdem Rabb'ından bazı sözler alıp (O'na yalvarmıştı da)\ O da, onun tövbesini kabul etmişti. Zaten tövbeleri kabul ederek bağışlayan yalnz O'dur.

 

37-Şeytana aldanarak, yaklaşmaları yasaklanan ağaca yaklaşan Âdem ve eşine, Rablarından gelen yeryüzüne inme emrinin, nasıl Âdem'in aklını başına getirdiğini ve şeytana uymakla ne büyük bir hata işlediğinin farkına vardığını bu âyetten kolayca anlamak mümkündür. Zaten Adem, şeytan gibi Rabb'ına isyan edecek ve her fırsatta O'nun emirlerine karşı gelecek bir insan olarak yaratılmamıştı. Daha önce de belirtildiği gibi, o, yeryü­zünde Allah'ın halîfesi olmak üzere yaratılmış ve kendisine, yeryüzünün nizamını sağlamakla görevlendirileceği bildirilerek bu görevin yürütülme­siyle ilgili fıtrî bilgiler verilmiş ve şanı yücelsin diye meleklerin kendisine secde etmeleri emrolunmuş bir varlık idi. Böyle bir yaratılışa sahip olan Âdem'in, şeytan tarafından kandırılmaya ne kadar müsait olursa olsun, kandırıldığını anlayarak düştüğü hatadan dönmeye ve kendisini kurtar­maya da o derece muktedir olduğunu, bu yaratılışın bir gereği olarak kabul etmek icab eder. Çünkü işlenen bir hatayı farketmemek, yahut hata işle­mekte İsrarlı olmak, özel bir görev İçin yaratılan ve diğer yaratılanlar arasında mertebesi yaratıcısı tarafından yükseltilen bir varlığa yaraşmaz. Bu sebepledir ki Adem, şeytana kanıp ağaca yaklaştıktan sonra Rabb'ın-dan «şeytan ve siz birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin» emrini alır almaz, şeytana kanmakla işlediği hatayı anlamış ve yaratılışında bulunan Rabb'ına tövbe etmek, O'nun af ve mağfiretini dilemek özelliği ile ve O'ndan alıp öğrendiği bir takım sözlerle O'na yalvarmış, af dilemiştir. Araf sûresinin 22 nci âyetinde, Adem'in Rabb'ından aldığı bu söz ve kelime­lerle O'na nasıl yalvardığı açıkça görülür. Âdem af dilediğinde şöyle de­mektedir: «Rabb'ımıt! Biz nefislerimize zulmettik. Bizi bağışlamaz vç bize rahmet etmezsen, herhalde hüsrana düşenlerden oluruz»- Âdem'in bu töv­besi, kendisinden başka tövbeleri kabul edip bağışlama sıfatı bulunmayan Allah Ta'âlâ tarafından kabul edilmiştir. Bu, yeryüzünün halîfesi olmaya namzet bir varlık için ilâhî bir lütuf, aynı zamanda, hilâfet görevine ilk adımını atacak olan bu varlığı, beşeri zâfın sebep olduğu ilk hatadan tebriye, yahut temize çıkarmadır. Yeryüzünde ilk defa haiîfelik yapacak olan bir varlığın her türlü kusur ve hatadan arınmış olarak bu göreve başlaması kadar ilâhi hikmete uygun bir durum elbette düşünülemez. Nitekim bunu takip eden iki âyette bu manâ açık bir şekilde görülür: [49]

 

38. (Onlara şöyle) demiştik: «Hepiniz ora­dan inin. (Bundan sonra) size ben'den bir rehber gelir de kimler benim rehbe­rime uyarsa, artık onlar için hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar değildir».

39. «Âyetlerimizi inkâr edip yalanlayanlar ise, işte onlar, Cehennem ateşinin dost­larıdır ve orada ebedî kalacaklardır».

 

39- Adem'in şeytana uyarak işlediği hata dolayıstyle tövbe etmesinden ve Rabb'ının onun bu hatasını bağışlamasından sonra, yeryüzüne inme emrinin ikinci defa tekrar edilmesi, halifelik görevinin artık başlama vakti­nin geldiğini ona bildirmekten ibarettir. Âdem'in yaratılışında Allah'ın tak­dir ettiği bu görev, yine O'nun takdir ve tesbit ettiği bir vakte kadar, yahut başka bir ifadeyle, yeryüzü hayatının sona ereceği kıyamete kadar devam edecektir. Bu takdirde, herhangi bir değişme, herhangi bir gerileme düşü­nülemez. Her ne kadar şeytanın Âdem'e musallat olması ve onu yanılta­rak bilinen hatayı işlemeye sevketmesi, onun yeryüzüne gönderilmesinin başlıca sebebi olarak görülürse de, bunu, şeytanın ona musallat olma­ması halinde, onun yeryüzüne gönderilemiyeceği ve hilâfet görevinin başîamıyacağı manâsında anlamamak gerekir. Çünkü Âdem, yeryüzün­de, Allah'ın halîfesi olmak üzere yaratılmıştır ve onun yaratılmasına sebep olan bu görev, şeytan ona musallat olmasaydı bile, onun omuzlarına mutlaka yüklenecekti. Bununla beraber, şeytanın ona musallat kılınması, Adem'in onun teşvikiyle bilinen hatayı işlemesi, sonra işlediği hatayı anla­yarak Rabb'ına tövbe etmesi ve nihayet Rabb'ının onu bağışlaması, hepsi de ilâhî bir hikmete dayanır ve bu hikmet, Âdem'in yeryüzünde karşılaş­ması mukadder olan bir takım hâdiselere karşı hazırlıklı bulunması ve şeytanın çeşitli oyunları karşısında tecrübe sahibi olması esasında görü­lür. Nitekim bu tecrübe sayesinde Âdem, düşmanını tanımış ve asıl so­rumlu kılındığı yeryüzünde onunla nasıl mücadele etmek zorunda kalaca­ğını öğrenmiştir. Herhalde bu mücadele çok çetin geçecek ve çetin olduğu kadar da, uzun sürecektir ki, Allah Ta'âiâ onlara yeryüzüne inmelerini emrettikten sonra, «kimler Benim rehberime uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur; âyetlerimi inkâr edip yalanlayanlar ise, Cehennem'de dâimi kalacaklardır» buyurmak suretiyle, bu gerçeğe işaret etmiştir. Buna göre, kim şeytana kanmaz ve yalnız Rabb'ından gelen hidayet üzerinde olursa, onun için korku ve hüzün yoktur; kim de şeytanın esiri olur, onun arzuları istikametinde hareket ederek küfür yolunu seçerse, o da, Cehennem ashabı arasında yer alır.

Bu iki âyet, aynt zamanda, yeryüzünde halifelik görevi başlamış olan Adem'in, bu göreve şeytana uyarak işlediği hatanın vebalinden arınmış olarak başladığını da gösterir. Çünkü Allah Ta'âlâ, bu iki âyetle, insanlık               

tarihinin iman ve küfür yönünden üzerine bina edileceği yegâne prensibi vazetmiş ve kendisinden gelecek olan hidayete uymayı, dünya ve âhıret hayatının korkutucu akıbetinden emin kalmanın şartı kılmıştır. Yani insan, korkunç akıbetten kendisini koruyabilmek ve ebedî saadete kavuşabilmek için, Allah'tan gelen hidayete uymak zorundadır; aksi halde kendisini bu akıbetten kurtaramaz. Ancak insanın uymak zorunda kaldığı bu şart, sadece onun sorumlu kılındığı dünya hayatında geçerlidir. Dünyasını de­ğiştiren insan için, artık bu sorumluluk kalkmış fakat sorumlu olduğu 'dünya hayatında mezkûr şarta ne derece uyduğunun hesabını vermek dönemine girmiştir. İşte bu kaidenin, şeytana uyarak işlediği hatadan dolayı Rabb'ına tövbe eden ve tövbesi kabul edildikten sonra, aslî görevi­ne, yâni yeryüzü halifeliğine gönderilen Adem için de geçerli olduğuna şüphe yoktur. O halde Âdem'in, yeryüzüne gönderilişinde ve İlk insan olarak halifelik görevine başlayışı sırasında, daha önce işlediği hatanın vebalini taşıdığı ve bundan sorumlu olduğu iddia edilemez. Hele bu veba­lin onun çocuklarına ve asırlar boyu nesilden nesile torunlarına intikal ettiği hiç düşünülemez. İşte bu noktada, Hıristiyan akaidinin önemli unsurların­dan biri olan ve aslî günah diye adlandırılan bir inancı hatırlatmakta fayda vardır. Bu inanca göre beşeriyet, İsa (a.s.) nın gelişine kadar Adem'in işlediği günahın vebalini taşıyordu. İncillerin ifadesine göre, İsâ (a.s.) beşeriyeti bu günahtan kurtarmak için gönderilmiş ve çarmıha gerilerek kanı ve caniyle bu günahın keffaretini ödemiştir. Gerçekle hiçbir ilgisi bulunmayan bu inancın, aslında, İsâ (a.s.) yi farklı görüp gösterme gayre­tinin bir neticesi olduğuna şüphe yoktur. Zira Âdem, yukarıda zikredilen âyetlerden de açıkça anlaşıldığı gibi, henüz insan olarak dünyevî sorumlu­luk yüklenmeden önce işlediği hatadan dolayı Rabb'ına tövbe etmiş ve bağışlanmıştır. Bu hatanın Rabbı tarafından bağışlanmadığı farzedilse bile, Kur'ân-ı Kerîm'in açık hükümleri gereğince, hiç kimse bir başkasının işlediği günahtan sorumlu değildir. İşte, sadece bu nokta dahî, İslâm dîninin akla ve mantığa uygunluğunu isbat etmeye yeter bir delildir.

Âdem'in yaratılışı ve yeryüzüne gönderilişiyle ilgili bu kıssa, 28 inci âyette «Allah'ı hâlâ nasıl inkâr edersiniz?» hitabına uğrayan kâfirleri uyarmak ve yeryüzünde bulunuşlarının sebep ve hikmetlerini gözleri önüne sererek ibret almalarını ve artık Allah'ı inkâr etmekten vazgeçmele­rini sağlamak için anlatılmıştır. Son iki âyet ise, hem Âdem'in yaratılış kıssasının bir neticesi, hem de bütün insanların önüne serilen başlıca iki tercihin işaretidir. Bu iki tercih şunlardır: Ya yeryüzünün halîfesi olarak, Allah'ın insana bahşettiği bu ulvî görevin şerefini korumak ve bunun için Allah'tan gelen hidayete uyarak kurtuluşa ermek, ya da Allah'ı inkâr ve

âyetlerini tekzîb ederek Cehennem'in daimî ashabından olmak. İnsan bu iki yoldan birisini tercih etmak zorundadır. Bunun dışında tercih edebile­ceği üçüncü bir yol yoktur. Kur'ân-ı Kerîm, başından sonuna kadar, insanı bu iki tercîh karşısında bırakmış ve onun kurtuluş yolunu seçmesini sağ­lamak maksâdıyle, her fırsatta onu uyarmış, geçmiş millletlerden kıssalar naklederek hak yolda olanların eriştikleri yüksek mertebeye işaretle, onu bu mertebeye özendirmeye, küfre dalmış olanların uğradıkları korkunç akıbete işaretle de, onu inkarcılık yolundan sakındırmaya çalışmıştır.

İşte, Yahudîler.. yahut diğer adiyle İsrail oğulları... Başından beri Allah'ın sayısız nimetlerine sahip oldukları, çeşitli tehlikelere karşt yine Allah tarafından korundukları halde, hem kendi Peygamberlerine sırt çevirmişler, hem de okuyup durdukları kendi kitaplarından bir İslâm Pey­gamberinin geleceğini öğrenmiş olmalarına rağmen, bu Peygamber ge­lince, ona da ihanet etmekten geri kalmamışlardır. İşte, konunun açıkla­maya çalıştığımız bu gelişmesi içinde, Kur'ân-ı Kerîm geçmiş tarihlerini de hatırlatarak Yahudilere hitap ediyor ve diyor ki: [50]

 

40.- Ey israil oğullan! Size ihsan ettiğim nime­timi hatırlayın; Ben'im ahdimi yerine getirin ki, bende sizin ahdinizi yerine geti­reyim. Ve yalnız ben'den korkun.

41-Elinizdeki (Tevrat) ni doğrulamak üzere indirdiğim (Kur ân) e îman edin ve   onu inkâr edenlerin ilki olmayın; âyetlerimi de yok pahasına değişmeyin. Ve yalnız ben 'den sakının.

42- Hakkı bâtılla karıştırıp onu bile bile giz­lemeyin.

43- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.

44- Siz kitabı okuyup dururken, kendinizi unutup da insanlara iyiliği mi emredersi­niz? Hiç akıl etmiyor musunuz?

45.Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin; (ne var ki) bu, huşu du­yanların dışındakilere şüphesiz çok zor­dur.

46.Huşu duyanlar ise, Rab'larma mutlaka kavuşacaklarım ve O'na mutlaka döne­ceklerini bilirler.

 

Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü ve bundan sonra zikredilecek diğer âyetlerde de görüleceği gibi, Kur'ân-ı Kerîm, Bakara sûresinin oldukça büyük bir bölümünü Yahudilere tahsis etmiş ve «Ey İsraii oğulları» hita-bıyle doğrudan doğruya onlara hitap ederek, onları Kur'ân'a inanmaya ve İslâm'a girmeye davet etmiştir. İsrail, İbrahim (a.s.) in torunlarından Yakûb (a.s.) un lakabıydı; bu sebepte Yakûb soyundan gelenlere «İsrail oğullan» denilmiş ve gerek Tevrat'ta ve gerekse Yahudilerin diğer kitapla­rında, çok defa onlardan bu adla bahsedilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'de de «Ey İsrail oğullan» hitabına sık sık rastlanır.

Bakara sûresinin Medine'de ilk nazil olan sûre olduğu ve Yahudilerin büyük bir çoğunluğunun Medine ve civarında yaşadığı gözönünde bulun­durulursa, bu sûrede, onlara hitapla başlayan büyük bir bölümün aynlma-sındaki hikmeti anlamak güç olmaz. Yahudiler, kendilerine Allah tarafın­dan kitap gönderilmiş, kendi kavimlerinden birbiri arkasına çıkan bir çok peygambere sahip olmuş en eski milletlerden birisiydi. Kur'ân-ı Kerîm'de de işaret olunduğu gibi, Allah bu milleti dâima yüceltmiş, yok olma derecesine geldikleri sıralarda yok olmaktan kurtarmış, onları diğer bir çok milletlerden üstün kılmıştı. Onlara bahşedilen bu nimetler, onların diğer kavimlerden daha çok Allah'a şükretmelerini ve kitaplarında geleceği haber verilen son Peygambere de her kavimden önce inanmalarını ve İslâm'a girmelerini gerektiriyordu. Fakat durum böyle olmadı. Yahudiler, Medine'ye hicret eden Hazret-i Peygamber'e inanmak şöyle dursun, ona ve ashabına düşmanca sırt çevirdiler. Bunun sebebi de, Peygamberlerin, asırlar boyu, yalnız kendi kavimlerinden gelmiş olması dolayısıyle, son gelecek peygamberin de, yine kendilerinden geleceğine inanmalarıydı. Oysa Allah, peygamber yapacağı kimseyi dilediği kavimden seçer; O'nun mutlak iradesi, elbette kullarının arzu ve hevesleriyie sınırlandırılamaz. Yahudilerin, kendilerine yine kendi içlerinden çıkmış bir çok peygamber gönderilmesi ve kitap da verilmiş olması dolayısıyle, bu gerçeği herkesten çok daha iyi bilmeleri ve bilhassa kitaplarında, geleceği bildirilen son Peygamber'e ve onunla birlikte gönderilen Kitab'a herkesten önce inan­maları gerekirdi. İşte, Kur'ân-ı Kerîm, Bakara sûresinin bu bölümünde, Yahudilere bu gerçeği hatırlatarak onları İslâm'a davet etmiş ve demiştir ki: [51]

 

40. Ey İsrail oğullan! Size ihsan ettiğim ni^ne-timi hatırlayın; benim ahdimi yerine getirin ki ben de sizin ahdinizi yedine getireyim. Ve yalnız benden korkun.

 

40 Yukarıda da işaret olunduğu gibi, İsrail, Peygamber Yakûb (a.s.) un lakabıdır ve Yahudiler, Yakûb (a.s.) soyundan geldikleri için kendilerini «İsrail oğullan» diye isimlendirirler. Gerek Tevrat'ta ve gerekse diğer kitaplarında umumiyetle bu isim kullanılmıştır. Kendilerini, İsrail lakabtyle tanınan Yakûb (a.s.) a nisbet etmeleri ve bu ismi kullanmaları, şüphesiz, bu isimde kendileri için bir övünç vesilesi bulmuş olmaları dolayısıyledir. Ancak, bir peygamber soyundan gelmiş olmakla övünürken, o peygam­bere lâyık evlâdlar olduklarını isbat etmek de elbet kendilerine düşer. Bunun isbatı ise, Peygamber Yakûb gibi hakka bağlı olduklarını göster­mekle mümkündür. İşte, yukarıdaki âyette Yahudilere hitap edilirken «Ey İsrail oğullan!» denilmiş olmasında bu hususa ince bir işaret vardır. Bu, tıpkı âlim bir babanın oğluna, «ey âlim oğlu!», yahut baba, kerîm bir zât ise, oğluna, «ey kerim oğlu!» diye hitap etmek gibidir ki, bu hitabın altında söylenmek istenen manâ «ey âlim oğlu! Sen de baban gibi âlim ol!», yahut

«ey kerîm oğlu! Sen de baban gibi kerîm ol!» dur. Kur'ân-ı Kerîm, Yahudî-lere bu manâda hitap ediyor ve «Ey İsrail oğulları! Sizin için övünç vesilesi olan babanız İsrail gibi Allah'a itaatkâr sâlih kullar olunuz ve hakka uyu­nuz; sonra da, size ihsan ettiğim nimetleri hatırınızdan çıkarmayınız».

Allah'ın Yahudilere ihsan ettiği nimetler, sayılmayacak kadar çoktur. Mâide sûresinin 20 nci âyetinde, Musa (a.s.) nın kavmine hitap ederken, bu nimetlerin bir kısmına işaret ettiği görülmektedir: «Ey kavmim! Allah'ın içinizden Peygamberler çıkarmak, sizi yeryüzünde hükümdarlar yapmak, dünyalarda hiç kimseye vermediğini size vermek suretiyle üzerinize bahşet­tiği nimetlerini hatırlayın». Keza Araf sûresinin 160 ncı âyetinde, yine Yahudîlere ihsan edilen nimetler hatırlatılmıştır. Mûsâ (a.s.) nın, Tih sah­rasında susuz kalan kavmi için su arayıp dururken, Rabb'ından aldığı vahiyle asasını taşa vurup su akıtması, güneşin yakıcı sıcağından, dâima üzerlerinde dolaşan bir bulutla korunmaları, açlık halinde kendilerine kud­ret helvası ve bıldırcın gönderilmesi ve nihayet, yine Araf sûresinin 136 ncı ve daha sonraki âyetlerinde anlatılan Firavunla olan mücadelelerinde, Firavun ordusunun denizde helak edilmesi, Yahudîlere ihsan edilen bu nimetlerdendir.

O halde Yahudilerin, bütün bu nimetleri hatırlayarak Allah'la olan ahidlerini yerine getirmeleri gerekir. Bu ahid, umumî manâda, 27 nci âyetin tefsîrinde fâsıklar tarafından bozulduğunu açıkladığımız ahiddir.Bu ahid, her insana, Rabb'ını tanıması ve O'nun emirlerine uyması görevini mecburî olarak yükleyen ve bu görevden hiçbir insanın hiçbir surette kaçmasına yol bulamayacağı ahiddir. Bu ahid, hem onu yerine getirenlere teyîd etmek, hem de unutanlara yeniden hatırlatmak için birbiri arkasına gönderilen Peygamberlere ve Rablarından getirdikleri kitaplara inanmayı gerektiren ahiddir. Çünkü Allah Ta'âlâ, yarattığı her insandan, ona bahşet­tiği akıl ve idrake mukabil bu ahdi almıştır. Araf sûresinin 172 nci âyetinde işaret olunduğu üzere, her bir insanın belinden zürriyetini alıp onları kendi­lerine şâhid tutarak elestu bi-Rabbîkum (ben sizin Rabbınız değil miyim) demiş, onlar da kâlû belâ sehidnâ (evet sen Rabb'ımızsın, buna şehadet ederiz) diye cevap vermişlerdir. Hiçbir insan, akıl ve idrakini yitirmedikçe, kendisini bu şehadetin yükümlülüğünden kurtaramaz; çünkü o akıl ve idrak sayesindedir ki, insan, Rabb'ına karşı taahhüd eylediği bu şehadet-ten .artık dönülemeyeceğini bilir.

Umumî manâda insanın yaratılışıyle ilgili olan bu ahid, hususî ma­nâda da, Allah Ta'âlâ'nın, Mâide sûresinin 13 ncü âyetinde İsrail oğulla­rından aldığını haber verdiği ahiddir. Bu âyette şöyle denilmiştir: «Allah, İsrail oğullarından söz almıştır. (Bu sözün yerine getirileceğine kefil olmalan için) içlerinden on iki reisi de hazır bulundurmuştur. Allah onlara şöyle demişti: Ben sizinle beraberim; eğer namazı kılar, zekâtı verir, Peygamber­lerime inanır, onlara yardım eder, Allah yolunda sarf ederseniz, sizin günah­larınızı örter, sizi, (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere sokarım, Fakat içinizden kim bu sözleşmeden sonra küfrederse, dosdoğru yoldan sapmış olur»

İşte, yukarıdaki âyette söz konusu edilen ahid, ister açıkladığımız umumî manâdaki ahid olsun, ister hususî manâda İsrail oğullarından alınan ahid olsun, netice itibariyle, kendilerinden istenen husus, ahidlerine sâdık kalarak insan fıtratına uygun bir davranışla Allah'a inanmaları ve gösterdiği yolda gitrneleridir.Yahudîler bu ahidlerine sâdık kaldıkları tak­dirde, Allah da ahdini yerine getirecek ve onların günahlarını bağışlayarak Cennet'ine sokacaktır. Allah, şüphesiz, verdiği sözden dönmez. Fakat, siz ey İsrail oğulları! Eğer size ve sizden önce atalarınıza ihsan ettiğim nimetleri unutur, bana olan ahdinizden dönerseniz, yahut bir takım dünya menfeatlarını kaybetme korkusu, sizi ahdinizden döndürürse, biliniz ki, bu korkunun kat kat ağırını benim azabımla karşılaştığınız zaman duyacaksı­nız. Onun için yalnız benden korkunuz.

Allah Ta'âiâ, Yahudileri bu hitapla uyardıktan sonra, kitaplara ve peygamberlere inanacaklarına dâir verdikleri sözün bir gereği olarak, Kur'ân'a inanmalarını emrediyor ve şöyle diyor: [52]

 

41. Elinizdeki (Tevrat)ni doğrulamak üzere indirdiğim (Kur'ân) e îman edin ve onu inkâr edenlerin ilki olmayın; âyetlerimi de yok pahasına değişmeyin. Ve yalnız benden sakının.

 

41 Medine'ye hicretin hemen akabinde nazil olan bu âyetle, Yahudiler, ilk defa açık bir şekilde Kur'ân'a ve İslâm'a davet olunmuşlardır. Her ne kadar âyette Tevrat ve Kur'ân isimleri zikredilmemiş ve sadece «elinizde-kini doğrulamak üzere indirdiğime îman edin» denilmiş ise de, Yahudilerin elinde bulunan kitabın Tevrat, onu doğrulamak üzere indirilen kitabın da Kur'ân olduğu malûmdur. Tevrat'ın Kur'ân tarafından doğrulanmasıyle kasdedilen manâ ise, Tevrat'ta bir İslâm Peygamber'inin geleceğiyle ilgili haberlerin Kur'ân'ın indirilmesiyle teyîd ve tasdikidir. Nitekim Araf sûresi­nin 157 nci âyetinde, Allah'tan sakınan,zekâtı veren ve Allah'ın âyetlerine inanan mü'minierden söz ettikten sonra, bunların yanlarındaki Tevrat ve

İncil'de yazılı bulacakları ümmî Peygamber'e tâbi oldukları bildirilmiştir ki, bu beyan, Yahudilerin ve Hıristiyanların, bir İslâm Peygamberinin gelece­ğinden Tevrat'ın Mûsâ (a.s.) ya gönderildiği zamandan beri haberdâr olduklarını gösterir. Buna göre, yukarıdaki âyeti kısaca şöyle açıklamak mümkündür: «Siz ey İsrail oğullan! Elinizdeki Tevrat'ta bir İslâm Peygam­berinin geleceğini önceden ve yakînen biliyordunuz- İşte kitabınızda sözü edilen o peygamber gelmiş ve Tevrat'ın bildirdiği bu hususu teyîd ve tasdik eden bir de kitap getirmiştir. O halde bu kitaba îman ediniz. Daha önceden bunu bildiğinize göre, bu kitabı inkâr edenlerin değil, fakat ona îman edenlerin ilki olunuz. Bir Peygamber soyundan gelmiş olmanız dolayısıyle size ancak bu yaraşır. Ayetlerimizi de yok pahasına satıp geçici dünya menfeatiyle değişmeyiniz; zira bu menfeat sizi ebedî saadete ulaştırmaz- Ve mutlaka Benden sakınınız.»

İşte bu noktada, Yahudi din adamlarının, yahut hahamların, Tev­rat'ın bir çok hükümlerini tağyir ve tebdil ederek bunları halktan gizledikle­rini hatırlamakta fayda vardır. Çünkü değiştirilip gizlenen bu hükümler arasında, bir İslâm Peygamberinin geleceğini haber veren Tevrat sözleri de bulunuyordu. Nitekim Bakara sûresinin 75 nci âyetinde «Yahudilerden birt zümre vardır ki, bunlar, Allah'ın kelâmını dinlerler, anladıktan sonra da, onu bile bile tahrif ederlerdi» denilmek suretiyle hahamlar tarafından işlenen bu sahtekârlığa işaret olunmuştur. Hahamlar bunu, yahudîlerin gerçeği anlayıp müslüman olmalarından ve böylece, maddî ve manevî menfeat sağladıkları bir kaynağın yok olup gitmesinden korktukları için yapıyorlardı. İşte, yukarıdaki âyette, bilhassa hahamlara hitaben «âyetle­rimi yok pahasına değişmeyin» denirken bu gerçeğe işaret edilmiş ve hahamlar, dünya menfeatı karşılığında, Allah'ın âyetlerini değiştirmemek hususunda uyarılmışlardır. Bu uyarmanın tabiî bir neticesi olarak, yaptık­ları sahtekârlığın büyüklüğünü düşünerek Allah'tan korkup sakınmaları, takva sahibi olarak hakka yönelmeleri istenmiştir. Bunu takip eden âyette, hahamlara hitap ve bu hitapla vazgeçmeleri istenen sahtekârlık daha da açıklık kazanmıştır: [53]

 

42- Hakkı bâtılla karıştırıp onu bile bile giz­lemeyin.

 

42- Hakkın bâtılla karıştırlması.. Bu, gerçeğin tahrif edilerek anlaşılmaz bir hale getirilmesinden, yahut anlaşılır olsa bile, gerçekten uzak bir ma­nâya sokulmasından ibarettir. Daha açık bir ifadeyle, delil üzerinde sahtekarlık yaparak yanlış nukum çıkarılmasını sağlamaktır. İşte Yahucfî dîn adamlarının, İslâm Peygamberinin geleceğini haber veren Tevrat sözleri üzerindeki tahrifleri böyledir. Kitaplarında ortaya çıkacağı haber verilen yalancı yepgamberlerden söz edilerek, bunların sıfatları açıklanmış ve bu gibilerden sakınılması emredilmiştir. Ayrıca, Peygamber İsmail (a.s.) so­yundan bir Peygamberin daha geleceği, yine kendi kitaplarında haber verilmiştir. Bu Peygamberin hak Peygamber olacağından Yahudileri şüp­heye düşürecek hiçbir husus bulunmamasına ve İsmail (a.s.) soyundan Hazret-i Peygamber'in gönderileceği hakkında verilen haber gerçekleş­miş olmasına rağmen, yahudî hahamlar, hak ile bâtılı birbirine karıştırmış­lar ve Hazret-i Peygamber'in, kitaplarında ortaya çıkacağı bildirilen ve sıfatları açıklanan yalancı peygamberlerden olduğunu iddia etmişler, diğer Yahudileri de bu iddiayla kandırmışlardır. Halbuki kitaplarında açık­lanan yalancı Peygamberlerin sıfatlartyle Hazret-i Peygamber'in sıfatları arasında uzaktan yakından hiçbir benzerlik yoktu.Böyle bir benzerliğin olmadığını kendileri de çok iyi biliyorlardı. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm de buna şehadet etmiştir: Bakara sûresinin 146, Enam sûresinin de 20 nci âyetle­rinde «Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi, kendi oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar» denilmiş; ayrıca 146 nci âyette, hahamların sah­tekârlıklarını açıkça ifade eden şu ibareye de yer verilmiştir: «Fakat Yahu­dilerden bir gurup, bile bile hakkı gizlerler.»

Abdullah İbn Selâm, Kaynukâ kabilesine mensûb ilmiyle tanınmış, kabile içinde mevki kazanmış bir Yahudi iken, Hazret-i Peygamber'in Medine'ye hicreti üzerine müslüman olmuş ve İslâmın güzelliğiyle tanın­mış bir sahabl idi. Tirmizi ve İbn Mâce, Sunen'lerinde, Ahrned İbn Hanbel de Musned'inde, Abdullah İbn Selâm'ın şu hadîsini rivayet etmişlerdir: «Hazret-i Peygamber Medine'ye geldiği sırada, halk onu görmek için yol­lara dökülmüş koşturuyordu. Aralarında ben de vardım. Yüzünü ilk defa gördüğüm zaman, anladım ki, o yüz, bir yalancı yüzü değildir...». (Hadîsin metni için bkz. Tirmizi, Sünen, IV. 652; İbn Mace, Sünen, IL299; Ahmed İbn Hanbel, Musned, v.451). Bu sözler, henüz müslüman olmamış bir yahudlrıin, Abdul­lah İbn Selâm'ın sözleridir ve Yahudi hahamların, Yahudilerin İslâm'a girmelerini engellemek için, kendi kitaplarında nasıl tahrifat yapıp halkı kandırdıklarının da apaçık delilidir. Eğer hahamlar, bu sahtekârlığı yapma­salardı ve kâlû Md'daki sözlerinde sâdık kalsalardı, şüphesiz Yahudiler, böyle bir sahtekârlığın kurbanları olmaktan kurtulurlardı. Bu görüşün en güzel ifadesini, Hazret-i Peygamber'in Buhârî tarafından nakledilen şu hadisinde görmek mümkündür: «Eğer bana, Yahudilerden on kişi îman etmiş olsaydı, bütün Yahudiler îman ederlerdi». (Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih,ıv.269).Had'iste sözü edilen on kişi, elbette avamdan olan kişiler değildir; çünkü avamdan rnüslüman olmuş Yahudi vardı; fakat bu on kişi, diğer Yahudileri peşlerinden sürükleyebilecek hahamlar veya Yahudi iteri ge­lenleridir.

Hakkın bâtılla karıştırlmast, onun gizlenmesi ve başkaları tarafından bilinip anlaşılmaması gayesine matuftur. Bu sebeple, âyette hahamlara, önce hakkı tahrif ederek bâtılla karıştırmamaları emredilmiş, sonra da bu hakkı bile bile gizlemekten vazgeçmeleri onlardan istenmiştir. Bu, Allah'la olan ahidlerine sâdık kalmanın ilk şartıdır. Hakkı gizlemekten vazgeçtikleri takdirde, kitaplarının, geleceğini haber verdiği Peygambere ve ona indiri­len Kur'ân'a inanmakta güçlük çekrniyecekler ve kendilerini hak yola yönelmiş bulacaklardır. İşte bu sebepledir ki, Allah Ta'âlâ, Yahudilerden hakki gizlemekten vazgeçmelerini istedikten sonra, onları hak yola davet etmiş ve şöyle buyurmuştur; [54]

 

43-Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.

 

43- Kur'ân'a ve Hazret-i Peygamber'e tam bir îmanla inandıktan sonra, namazın bütün erkânına riayet edilerek dosdoğru kılınması ve sahip olu­nan malın zekâtının verilmesi, İslâm'ın vazgeçilmez ve ihmal edilmez şartlarındandir. Şart, bir şeyin vücut bulması için, olması gereken, olma­ması halinde onun vücut bulmasını imkânsız kılan unsur olarak düşünü­lürse, Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a imandan sonra, namazın ve zekâtın İslâm'a vücut veren iki unsur olduğu ve bunlar olmak­sızın İslâm'ın vücut buiamıyacağı kolayca anlaşılır. Bu sebepledir ki, Kur'ân-ı Kerim, Yahudilerin bâtılla hakkı gizlemekten vazgeçmelerini ve Kur'ân'a inanmalarını emrettikten sonra, onları İslâm'a davet etmiş, ger­çek müsiüman olmaları için de, namazı dosdoğru kılmalarını ve mallarının zekâtını vermelerini onlardan istemiştir.

Türkçe karşılığını «namaz» olarak kullandığımız salât kelimesi, zikir, duâ ve sena maksaciıyle huşu içinde ve ihiâsla Allah'a yönelmek manâ­sına gelir. Bu manâda salât, Allah Ta'âlâ'nın vazettiği esaslar çerçevesi içinde, her peygamberin ifa ettiği, kavmine öğretip ifa edilmesini istediği bir ibadet şeklidir. Ancak bu ibadetin, her peygamber tarafından birbirin­den farklı şekillerde ifa edildiği de bilinen hususlardandır. Bu sebeple, Yahudilerin de Mûsâ şeriatına tâbi olarak, bu şeriatın getirdiği şekilde Allah'a ibadet ettiklerine şüphe yoktur. Fakat Kur'ân-ı Kerîm'in indirilmesinden ve İslâm şeriatının vazedilmesinden sonra, artık Mûsâ şeriatının hükmü kalkmış ve bütün insanların, iman ve ibadet esaslarıyle İslâm şeriatına tâbi olmaları istenmiştir. İşte, Yahudiler, yukarıdaki âyetle, namaz kılmaya ve zekât vermeye davet olunurken, tamamiyle Islâml olan ve İslâm şeriatı içinde bulunan namaz ve zekât kasdedilmiştir. Bu namaz, kıyamiyle, kıraatıyle, rükû ve sücûduyla Cebrail (a.s.) tarafından Hazret-i Peygamber'e, Hazret-i Peygamber tarafından da müslümanlara talim edilen .namazdır. Nitekim, yukarıdaki âyette «rükû edenlerle birlikte rükû edin» denilmiş olması da, bunun en açık delilidir. Çünkü Hazret-i Pey­gamberden önce gelip geçmiş hiçbir peygamberin salâtında rükû yoktu ve hem bu peygamberler, hem de onların kavimleri, ibadet sırasında rükûa tamamiyle yabancıydılar,

«Rükû edenlerle birlikte rükû edin» emrinde, cemaat namazına açık bir işaret bulunduğu gibi, Yahudilerin, kendilerini artık Araplardan ayrı bir kavim sayarak onlardan uzak durmamalarını, onlarla kaynaşıp aynı mes-cidde ve aynı safda beraberce namaza durmalarını tavsiye eden bir manâ da vardır. Bu manâ, beyaz olsun siyah olsun, Arap, Acem veya Yahudi olsun, bütün insanların, Allah katında bir ve eşit olduğu hususundaki İslâm'ın temel prensibini ifade eder.

Kur'ân-ı Kerim, Yahudileri İslâml bir rûh ve şuura sahip olarak na­maza ve zekâta davet ettikten sonra, tekrar hahamlara ve Yahudi ileri gelenlerine hitap etmiş ve onların uygunsuz, akıl dışı bir davranışını büyük bir teaccüb ifadesiyle ortaya koyarak şöyle demiştir; [55]

 

44.-Siz, kitabı okuyup dururken kendinizi unutup da insanlara iyiliği mi emreder­siniz.? Hiç akıl etmiyor musunuz?

 

44 -Allah tarafından gönderilen her peygamber, indirilen her kitap, insa­nın ıslâhını ve yaratılış gayesine uygun olan bir yönde gelişmesini sağla­mak için, imanla birlikte iyiliği emreden, kötülükten nehyeden hükümler getirmiştir. Hazret-i Peygamber, gerek Kur'ân âyetleriyle ve gerekse ha-dlsleriyle, nasıl îmanı ve bu imanın gereği olan iyi amelleri emretmişse, kendisinden önce gönderilen Mûsâ ve İsâ gibi peygamberlerde, kendile­rine indirilen Tevrat ve İncil hükümleriyle îman ve bu İman mucibince amel etmeyi kavimlerine emretmişlerdir. Peygamberlere ve kitaplara samimi­yetle inanan ve onlara tâbi olan insanlar ise, imanlarının gereği olarak dâima Peygamberlerinin yardımcısı olmuşlar, onlar gibi, insanlara yol göstermeyi, iyiliği emredip kötülükten sakindırmayı görev edinmişlerdir. Fakat, bazı insanlar da vardır ki, Bakara sûresinin 8 inci âyetinde açıklan­dığı gibi, Allah'a ve âhıret gününe iman ettiklerini söylerler de, hakikatta mü'min değillerdir. Peygamberleri ve kitapları olduğu halde, onlara inan­mış görünürler, fakat inançları sathîdir. Bu inancın kalplerinde kökleşme-miş olması dolayısıyle, kitaplarını okusalar bile, onun gösterdiği yolda gitmezler; peygamberlerini dinleseler ve hattâ sözlerini beğenseler bile, tavsiyelerini tutmazlar. İşte, Hazret-i Peygamber Medine'ye hicret ettiği sıralarda, Yahudiler böyle çürük bir îmanın sahibiydiler. Tevrat'ı okuyorlar, fakat içindekileri anlamak hususunda akıllarını çalıştırmıyorlardı. Pey­gamberlerine yardımcı olmak iddiasıyîe ortaya çıkan Yahudi dîn adamları veya hahamlar da, diğer yahudîlerden farklı değillerdi. Belki farklı oldukları tek husus, diğerlerine nisbetle daha iyi anladıkları Tevrat hükümlerinden sadece işlerine gelen ve menfaatlarına yarayan kısımları açıklamaları, fakat zarar vereceğine inandıkları hükümleri açıklamaktan, yahut bunlarla amel etmekten kaçınmalarıydı. Hazret-i Peygamber'in geleceğini haber veren Tevrat hükümleri, tahrif ederek gizlemeye çalıştıkları, kendileriyle amel etmekten şiddetle kaçındıkları hükümlerdendi. O halde, nerede bun­ların kalplerine yerleşmiş olması gereken aman? Eğer buna îman demek gerekirse, bu nasıl bir îmandır ki, işlerine gelen Tevrat hükümlerini halka açıklarlar, onların iyi olmalarını, iyilikte bulunmalarını emrederler; sonrada kendileri, dünyanın en büyük sahtekârlığını yaparlar? Hangi çeşit îman, yapılan bu işin, Allah'tan gizli kalacağını ve O'nun bu sahtekârlıktan haberi olmayacağını temîn eder? Ya akıl? İnsanları doğru yola sevketmek göre­vini yüklenmiş olan ve sadece insanlara Allah'ın bir lütfü olarak bahşedi­len bu üstün cevher, buna ne ölçüde cevaz verir? Halka iyiliği emredip de kendileri en büyük kötülüğü yapanlar, akıllarını hiç kullanmazlar mı? İyiliği emretmek, şüphesiz, Allah'ın her insana yüklediği bir görevdir ve her insan, diğer insanlara iyiliği emretmek ve kötülükten de onları sakındır-makla görevlidir. Fakat başkalarına iyiliği emrederken, kendi nefsini bu emir ve yasakların dışında tutup, hevâ ve hevesi istikametinde hareket eden insan, îmanı sahte olan ve akıldan nasibi bulunmayan insandır. Sözleriyle fiilleri birbirini tutmayan bu gibi kimselerin, etrafı aydınlatan, fakat kendi kendini yakıp yok eden mumdan ne farkı kalır?

İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyetinde, özellikle Yahudi hahamları, dolayısıyle de, hangi dîne mensup olurlarsa olsunlar, ibret almaları gere­ken bütün dîn adamlarını böyle bir teaccüb ifadesiyle uyarmtş, söz ve fiillerinin birbirine uygunluğunu akıllarının kontrolünde, akıllarını da gerçek îmanın aydınlattığı nurlu yolda tutmalarını emretmiş, sonra da bu güç işi, sabır gösterip namaza devam ederek Allah'tan yardım dilemekle mutlaka başaracaklarını müjdeleyip şöyle hitap etmiştir: [56]

 

45-Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin; (ne var ki) bu, huşu duyanların dışındakilere şüphesiz çok zordur.

46. Huşu duyanlar ise, Rab'lanna mutlaka kavuşacaklarım ve O'na mutlaka döne­ceklerini bilirler

     

Sabır, lugatta, nefsi meylettiği şeylerden alıkoymak ve uzak tutmak manâsına gelir ve çeşitli şekillerde tezahür eder. İnsan, ya başına gelön bir musibetten sabretmek zorundadır ki, nefis, çok defa Allah'ın takdirini unutarak bu musibete isyan eder; oysa musibet geldikten sonra isyan etmek fayda sağlamaz; bu sebeple, Allah'ın takdirine inanıp musibete sabretmek ve onun kalkması için itidalle çare aramak gerekir. Yahut insan, taattan sabretmek zorundadır; çünkü tâat.insanın omuzuna.namaz, oruç ve zekât gibi bazı ibadetleri görev olarak yükler ki, bunlar çok defa nefse zor ve ağır geldiği için, nefis onlardan kurtulmak ister. İnsan, ancak sabrederek nefsin bu arzusunu önleyebilir. Ve nihayet, insan masiyetten veya günah işlemekten sabretmek zorundadır. Çünkü günah, çok defa nefsin şehevî arzularının ve dünya menfeatına aşırı derecedeki düşkünlü­ğünün bir neticesidir; insan, yine sabrederek ve nefsin bu arzularını Önle­yerek günah işlemekten kurtulabilir.

Sabrın değişik şekillerde tezahür eden bu manâsı gözönünde bu­lundurulursa, Yahudîlerden istenen sabrı tayin ve tesbit etmek çok daha kolay olur. Bu sabır, herhangi bir musibete karşı nefislerinde beliren isyan hareketini önlemeye matuf sabır değildir. Çünkü Hazret-i Peygamber'in Medine'ye hicret ettiği ve onları İslâm'a davet eden âyetlerin nazil olduğu sıralarda, Yahudilerin başına gelmiş herhangi bir musibet mevcut değildir. Fakat bu sabır, birinci planda masiyetten, sonra da tâattan sabırdır ki, yukarıdaki âyetlerin Yahudileri önce hakkı bâtılla karıştırıp onu gizlemek­ten vazgeçmeye, sonra da İslâm'a girmeye davet eden bir tertiple gelmiş olmaları bunu teylcl eder. O halde Yahudiler ve bilhassa hahamları, nefis­lerine hoş gelen dünya menfeatını bir tarafa atıp hakka yönelmeli ve onu gizlemekten vazgeçmelidirler. Bu da ancak sabırla, yahut nefsin masiyete geçit veren arzusunu kırmakla mümkün olur. Bu sabrı, tâattan sabır takip eder. Çünkü tâat, bir takım ibadetleri ve bu ibadetler yanında iyi olan amelleri yapmayı gerektiren bir teslimiyet hali olduğu için, nefis buna hiç katlanamaz; insanı bu amellere yaklaştırmamak için çeşitli engeller bul­maya çalışır. O halde Yahudilere düşen iş, nefsin bu engellerini sabırla kırmak ve tâat üzerinde İsrar etmektir. Ayet-i kerîmede sabırdan sonra namazın zikriyle iktifa edilmesi, onun, İslâm'ın direği, ibadetlerin anast olması dolayısıyledir. İnsan namaz kılarken, bedenini ve ruhunu, maddî ve manevî kirlerden temizlemek, Kabe'ye yönelmek, niyetini doğrultmak, şeytanın vesveselerini içinden atmak, Kur'ân okumak ve Allah'a yalvar­mak suretiyle çeşitli ibadetleri birarada yapmış olur. İnsanı fuhşiyattan ve her çeşit kötülükten uzak tutan namaz, oruç, zekât ve hac gibi diğer ibadetlerin îfasını da kolaylaştırır. Bununla birlikte, günde beş vakit kılın­ması dolayısıyle, nefse en ağtr gelen ve çok sabır isteyen bir ibadet şeklidir. O halde insan, nefsinin kötü arzularını sabırla kırarak ve beş vakit namazda sebat göstererek îmanının gereğini yapmış ve doğru olan yola girmiş olur. Bunlar olmaksızın, îmanın varlığından söz etmek mümkün değildir. Buna göre, yukarıdaki âyetleri daha geniş bir şekilde ifade etmek gerekirse, denebilir ki;Masiyetten uzak kalmada vetâattasabır göstererek ve insanı her türlü fuhşiyattan ve kötülükten alıkoyan namazı kılarak Allah'tan yardım dileyin. Bu, Allah'a îman eden ve huşu duyan, kıyamet günü O'na mülâkî olacağını ve O'na döneceğini bilen kimseler için hiç de güç olmayan bir iştir. Çünkü o mülakat günü, aynı zamanda bir hesap günüdür. Aliah'a mülâkî olacağını ve huzurunda hesap vereceğini bilen insan, o gün borçlu çıkmak ister mi? O halde, ey hahamlar, Yahudî dîn adamları! Size bir çok peygamberler gönderildi; kitaplar indirildi. Bunlar size kıyamet gününün geleceğini, o gün yeniden dirilip Rabbınızın huzu­runda hesaba çekileceğinizi haber verdiler. Buna göre, bir gün Rabb'ınıza mülâkî olacağınız ve O'na döneceğiniz hususundaki inancınızın tam ol­ması gerekir. Bu inançta samimi iseniz, işte o zaman nefsinizi masiyetten uzak tutmak ve namaz kılmak hususunda göstereceğiniz sabır size güç gelmiyecektir. Bunda güçlük görenler ise, sadece huşu duymayanlar ve okudukları kitaptan mutmain olmayanlardır; bunların kalplerine îman gir­memiştir. O halde, sabır göstererek ve namazda sebat ederek Allah'tan yardım dileyin. Allah'ın size ihsan ettiği sayısız nimetleri hatırlamanız, bu işte size yardımcı olacaktır. Öyleyse: [57]

 

47- Ey israil oğullan! Size ihsan ettiğim ni­metlerimi ve (bilhassa) sizi âlemlerden üstün kıldığımı hatırlayın.

48.- Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödemiyeceği, hiç kimseden şefaatin kabul edilmiyeceği, hiç kimseden fidye alınmı-yacağı ve (nihayet) kendilerine yardım bile edilmiyecek bir günden (hesap gü­nünden) sakının.

49-Hani sizi, Rabb'ımzdan gelen büyük bir imtihan olmak üzere, kadınlarınızı sağ bırakıp   oğullarınızı   boğazhyarak   en büyük azabı size çektiren Firavun ailesin­den kurtarmıştık.

50.-Sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış ve gözünüzün Önünde Firavun ailesini de suda boğmuştuk.

51- Musa  ile kırk gece  için sözleşmiştik; (fakat) siz ondan sonra kendinize zulme­derek buzağıyı (mabûd) edinmiştiniz.

52- (Bununla beraber) bundan sonra belki şükredersiniz diye (yine de) sizi affetmiş-tik.

53- Belki doğru yolu bulursunuz diye Mû-sâ'ya Kitab'ı ve Furkân'ı vermiştik.

54.-Mûsâ kavmine: «Ey kavmim! Siz buza­ğıyı (mabûd) edinmekle kendinize zul­mettiniz.   Bundan  dolayı yaradanınıza tövbe ediniz ve nefislerinizi öldürünüz; bu, yaradanınız katında sizin için daha hayırlıdır» demiş, (Allah da) sizin tövbe­nizi kabul etmişti. Zaten tövbeleri en çok kabul edip bağışlayan yalnız O'dur.

55- (Bir gün) siz (şöyle) demiştiniz: «Ey Mûsâ! Allah'ı ayan beyan görmedikçe sana asla inanmayacağız». (Siz bunu söy­lemiştiniz ki) gözünüz göre göre yıldırım çarpmışa dönmüştünüz-

56.-(Bununla beraber) belki şükredersiniz diye bu ölü halinizden sizi tekrar dirilt-miştik.

57- Bulutu üzerinize gölge yapmış, size rızık olarak verdiğimiz güzel şeylerden yiyesi-niz diye kudret helvası ve bıldırcın indir­miştik.   Onlar bize zulmetmemişlerdir; fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.

58.  (Onlara şöyle) demiştik: «Şu kasabaya „ girip dilediğiniz şekilde bol bol yeyin;

kapısından secde ederek girin ve «hıtta» deyin ki, kusurlarınızı bağışlayalım; iyilik edenlere (ecirlerini) daha da artıracağız».

59.  (Buna rağmen içlerinden) zulmedenler, sözü kendilerine söylenenden başka bir şekle çevirmişlerdi de, biz de o zâlimlerin üzerine, fâsıklık etmelerinden dolayı gök­ten bir az,âb indirmiştik

60.   Musa kavmi için su aradığında (ona) «asam taşa vur» demiştik de, taştan on iki pınar kaynamış, herkes su alacağı yeri öğrenmişti. Allah'ın rızkından yeyin için, fakat yeryüzünde müfsidlik ederek karı­şıklık çıkarmayın.

61.  (Musa'ya şöyle) demiştiniz: «Ey Mûsâ! Bir çeşit yemeğe hiç kullanamayız; bizim için Rabb'ına yalvar da, bize yeryüzünün yetiştirdiği şeylerden sebze, acur, sarmı-sak, mercimek ve soğan çıkarsın.» (Mûsâ da onlara): «Siz bu âdi şeyleri hayırlı olanla değişmek mi istiyorsunuz? Öy­leyse bir şehre inin; (orada) istediğiniz şeyler   vardır»   demişti.   (İşte   bundan sonra)   üzerlerine   zillet   ve   meskenet (damgası)vurulmuş, Allah'tan bir de ga­zaba uğramışlardı. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere pey­gamberleri öldürmelerindendi; bu, isyan etmelerinden ve haddi asmalanndandı.

62. Şüphesiz, iman edenler, Yahudiler, Hıris­tiyanlar ve Sabitler, bunlardan kim Al­lah'a ve âhiret gününe îman eder ve Ha yırlı iş işlerse, işte onların mükâfatları

Rab'ları kalındadır; onlara hiçbir korku t yoktur; mahzun olacaklar da onlar değil­dir,

63. Sizden güvenilecek söz almış, Tûr'u da  üzerinize   kaldırıp   «size   verdiğimiz

(Kitap) e sıkıca tutunun ve içindekil hatırlayın; belki böylece sakınmış olursunuz» demiştik.

64. Fakat bundan sonra yine sözünüzden dönmüştünüz. Eğer üzerinizde Allah'ın ihsanı ve merhameti olmasaydı, herhalde hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.

 65.Cumartesi günü, içinizden haddi aşanları (n durumunu) şüphesiz bilirsiniz. Hani onlara  «horlanan  maymunlar olunuz» demiştik.

66. Böylece o hâdiseyi, hem önündekiler için, hem ardındakiler için ibret verici bir ceza, (Allah'tan) sakınanlar için de bir öğüt kılmıştık.

67.Musa kavmine «Allah size, bir sığır kes­menizi emrediyor» dediğinde, onlar «Sen bizimle alay mı ediyorsun?»  demişler, (Musa da onlara:) «Câhiller gibi olmak­tan Allah'a sığınırım» demişti.

68. (Musa'ya) «Rabb'ına bizim için dua et de, onun mahiyetini bize açıklasın» demişler; O da «(Rabb'ım) diyor ki: O, ne çok yaşlı, ne de çok genç, fakat bunun ortası dinç bir sığırdır. Emrolunduğunuz şeyi yapınız» demişti.  

69.  (Yine Musa'ya:) «Rabb'ına bizim için dua et de, o sığırın rengini bize açıklasın» demişler; o da: (Rabb'ım) diyor ki: O,bakanlara hoş gelen sapsarı bir sığırdır» demişti.

70.- «Rabb'ına bizim için dua et de, onun mahiyetini bize açıklasın; zira sığırlar bi~ ribirine benziyor; fakat Allah dilerse biz (o sığırı) herhalde buluruz» demişlerdi.

71- (Mûsâ   da   onlara   şöyle)   demişti: «(Rabb'ım) diyor ki: «O, ne boyundu­ruğa koşulup arazi sürmüş, ne de ekin sulamış bir sığır değil, kusurdan salim, lekesi olmayan bir sığırdır.» Bunun üze­rine (Musa'ya): «İşte şimdi gerçeği söyle­din» demişler ve sığırı kesmişlerdi; nere­deyse bunu yapmıyacaklardı.

72.- Hani birisini öldürmüştünüz de, suçu bi-ribirinizin üzerine atmıştınız. Oysa Allah, gizlemiş olduğunuz şeyleri ortaya çıkara­caktı.

73- (Bunun üzerine) «öldürdüğünüz kimseye onun bir parçasıyle vurun» demiştik. İşte Allah, belki aklınızı başınıza alırsınız diye ölülere böyle hayat verir ve size âyetlerini gösterir.

74.-Fakat bundan sonra kalpleriniz taş gibi, yahut (taştan) daha sert bir şekilde tekrar katılaşmıştı; halbuki içinden nehirler fış­kıran, yarılıp sular çıkan, Allah korku­sundan yuvarlanıp düşen ne taşlar vardır! Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

 

İsrail oğullarına yöneltilen ilk hitapta Allah Ta'âlâ, onları Kur'ân-ı Kerîm'e ve Hazret-i Peygamber'e iman ederek İslâm'a girmeye davet ederken, önce onlardan, kendilerine ihsan ettiği sayısız nimetleri hatırla­malarını istemiş, sonra va'dlerine sâdık katarak Kur'ân'a inanmalarını, hakkı bâtılla karıştırıp onu gizlemekten vazgeçmelerini ve nihayet namazı kılıp zekâtı vermelerini ve bu yolda sabır gösterip Allah'tan yardım dileme­lerini emretmişti. Yedi âyet içerisinde, Yahudilerden hatırlamaları istenen nimetler, mücmel olarak zikredilmiş, yahut başka bir ifadeyle, bu nimetler birer birer sayılmamış, sadece «size ihsan ettiğim nimetlerimi hatırlayın»

 (denilmekle yetinilmişti. Böylece Yahudiler, önce kısa bir ihtarla, yahut hafif bir fiske darbesiyle uyarılmışlar; daha sonra birer birer sayımına geçilecek, olan nimetlerin kadrini daha iyi anlayarak durumlarını kontrol ve bu nimet­lere karşı daha çok şükredebilecekleri bir istidada sahip kılınmışlardır.

Yukarıdaki âyetlerde, Yahudilere ikinci defa hitap edilmiş ve onlardan ikinci defa Allah'ın nimetlerini hatırlamaları istenmiştir. Fakat bu sefer, kendilerine, âlemlerden üstün kılındıkları hatırlatıldıktan sonra, her insanın kendi yaptıkianyle Allah'ın huzuruna çıkacağı hesap günü tasvir edilmiş ve bu ilk büyük nimete karşılık «ya Allah'a itaat eder hak yola girersiniz; yahutta tasvir edilen bu hesap günü, başınıza gelecek en şiddetli azaba hazır olursunuz» manâsında ilk büyük ihtara muhatap kılınmışlardır. Bun­dan sonra artık iki defa sözü edilen nimetlerin sayımına geçilmiştir ki, bunların her biri, en muannit kâfirleri bile doğru yola getirebilecek bir delil, bir hüccet mahiyetindedir; yeter ki bu kâfirler, akıllarını ve düşünme mele­kelerini yitirmemiş olsunlar. İşte bu hüccetleri teker teker görüp anlamak için ilk âyete dönelim: [58]

 

47- Ey İsrail oğulları! Size ihsan ettiğim nimetlerimi ve (bilhassa) sizi âlemlerden üstün kıldığımı hatırlayın.

48- Hiç kimseninhiç kimse adına bir şey ödeyemiyeceği, hiç kimseden şefaatin kabul edilmiyeceği, hiç kimseden fidye alınmı-yacağı ve (nihayet) kendilerine yardım bile edilmiyecek bir günden (hesap gü­nünden) sakının.

 

47- İlk hitaptan sonra gelen ve İsrail oğullarına ikinci defa yöneltilen bu hitap, kendilerine ihsan olunan nimetleri hatırlamalarını istemekle yetinen ilk emrin te'kîdi, aynı zamanda, bundan sonra teker teker sayılarak kendi­lerine hatırlatılacak olan nimetlerin bir mukaddimesidir. Fakat bu nimetle­rin sayımına geçilmeden önce, Yahudilerin âlemlerden üstün kılınmış olduklarının hatırlatılmasındaki hikmeti tesbit etmekte fayda vardır. Onla­rın beşer olarak, şüphesiz diğer milletlerden farkı yoktur. Bununla beraber Allah Ta'âlâ aralarından pek çok peygamber çıkarmak ve kitaplar indir­mek suretiyle onları diğer milletlerden üstün kılmıştır. Bu üstünlük, şüphe­siz, kendisine vücûd veren bir takım faziletlere sahip olmayı, buna karşılık adilik, bayağılık ve rezillik gibi insanlığı yok eden ve hayvandan çok daha aşağı derekelere düşüren bir takım kötü sıfatları da terketmeyi gerektirir. Çünkü üstün olan ve kendisini başkalarından üstün gören kimse, bu üstünlüğünü, ancak rezilliklerden uzak kaldığı sürece devam ettirebilir. Eğer kendisinde rezillik hâkim olursa, üstünlükten hiçbir eser kalmaz. Buna göre Yahudiler, hem bir peygamber soyundan gelmek, hem de kendilerine bir çok peygamber gönderilmek suretiyle sahip oldukları bu üstünlüklerini muhafaza etmek zorundadırlar; bu da ancak, kendilerini üstün kılan Allah'a ve O'nun kitaplarına inanmaları ve bu inancın gereği olarak İyi amelde bulunmaları halinde mümkün olur. Fakat Yahudiler bu temel prensibi çiğnemişler ve kendi kitaplarında Allah'ın geleceğini haber verdiği İslâm Peygamberiyle ilgili âyetleri tahrif ederek hakkı gizlemeye çalışmışlar; o  Peygamber gelmiş ve kendisine bir de Kitap indirilmiş olmasına rağmen, onlara inanmamakta direnerek üstünlüklerini en büyük bir rezillikle heba etmişlerdir. Halbuki kendilerini üstün kılan Allah Ta'âlâ, bir başka zamanda, Hazret-i Peygamber'i ve ümmetini diğer milletlere üstün kılmaya elbette muktedirdir. Yahudiler, Allah'ın bu kudretini de inkâr etmekle ikinci büyük rezileti işlemişlerdir. [59]

 

48- Yukarıdaki ilk âyette zikredilen üstünlük, yahudliere ihsan edilen en büyük nimettir; hattâ diğer nimetlerin anasıdır. Çünkü daha sonraki âyet­lerde de görüleceği gibi, kendilerine ihsan edilen her nimetten sonra küfür ve isyan çukuruna dalmış olmalarına rağmen, belki akıllarını başlarına alırlar diye, tekrar tekrar bağışlanmaları ve yeni nimetlere garkolunmalan, bu üstünlükleri sebebiyledir, Fakat bağışlamanın bir hududu olmak gere­kir. Artık son Peygamber gelmiş ve hak olan yolu göstermiştir. Ondan sonra ne bir peygamber gelecek ve ne de bu yolu yeniden çizen bir kitap gönderilecektir. Bu yola girmek, müşrik olsun, Yahudi veya Hıristiyan olsun, her insanın görevi, aynı zamanda, ezelde Allah'a olan va'dinin gereğidir. İşte bu sebepledir ki, yukarıdaki âyetlerle, Yahudiler sahip oldukları üstünlüğün icabı olarak, herkesten önce ve nihai bir şekilde hak yola davet olunmuşlardır. Sonradan tâbi olacakları umulan bir Peygamber daha gelmiyeceği için, artık bağışlanmaları ihtimali de yoktur. Ya her gün okuyup durdukları kitaplarının geleceğini haber verdiği son Peygamber'e, İslâm Peygamberine iman edecekler, ya da hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemiyeceği, hiç kimseden şefaatin kabul edilmeyeceği, hiç kimseden fidye alınmıyacağı, hiç kimsenin kimseye yardım edemiyeceği hesap gününde, bu küfürlerinin akıbetini görecek, cezalarını çekecekler­dir. Onlar zannederler mi ki, o gün, bir zamanlar sahip oldukları üstünlük kendilerini kurtaracaktır? Yahut soyundan gelmekle Övündükleri pey­gamberleri kendilerine şefaatçi olacaktır? Allah Ta'âlâ onlara, peygamberlerin kâfirler hakkındaki şefaatlerini kabul edeceğine dâir va'dde mi bulunmuştur? Bu ne kadar yanlış bir zandır? Herkesin kendi inancından ve kendi amelinden sorumlu olduğu, herkesin kendi derdine düşüp çare­sini aramaya koyulduğu o gün, hiçbir inançsız, başkasından yardım gö-remİyecek «kişi kardeşinden, anasından, babasından, karısından ve oğul­larından kaçacak» (abese Sûresi, 34-36), herkes yaptığının karşılığını bulacak ve böylece Allah'ın adaleti tahakkuk edecektir. O halde, ey İsrail oğulları! İşte bu dehşetli hesap gününden sakınarak, Allah'ın size ihsan ettiği sayısız nimetleri de hatırlayarak hakka yönelin. Bu nimetlerin başında, sizin, Firavun belâsından kurtarılışınız gelir: [60]

 

49.  Hani sizi, Kabzınızdan gelen büyük bir

imtihan olmak üzere, kadınlarınızı sağ bırakıp oğullarınızı boğazlıyarak en büyük azabı size çektiren Firavun aile­sinden kurtarmıştık.

50.  Sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış ve gözünüzün önünde Firavun ailesini de suda boğmuştuk.

 

49. Firavun, miladdan çok önceki asırlarda hüküm sürmüş Mısır hüküm­darlarının lakabıdır. KurTân-ı Kerîm'den öğrendiğimize göre Firavunlar, aynı zamanda, kendilerini ilâh (tanrı) olarak ilân etmekle de tanınmışlardı. Yahudilerin Mısır'a yerleşmeleri, bu Firavunların hüküm sürdükleri, Pey­gamber Yûsuf (a.s.) zamanına rastlar. Kıssası, Kur'ân-ı Kerlm'in Yûsuf sûresinde de anlatıldığı gibi, kardeşleri tarafından kıskançlık neticesi kör bir kuyuya atılan Yûsuf (a.s.), bir kervan sahibi tarafından kurtarılıp Mısır'a götürülmüş ve orada satılmıştır. Böylece, orada yerleşmiş, daha sonraları da, babası Yakûb (a.s.) u ve kardeşlerini yanına getirterek neslinin orada çoğalmasını sağlamıştır. Ancak İsrail oğullarının kısa bir zaman içerisinde çoğalması, Firavun ve hanedanı için büyük bir endişe kaynağı olmuştu. Çünkü ilende, bunların Mısıra hâkim olmaları ve Firavun hanedanının hâkimiyetine son vermeleri işten bile değildi. İşte bu korku içerisinde, Firavunlar, Yahudi neslinin çoğalmasını önlemek ve zamanla Mısır'da yok olmalarını sağlamak için, onları aşağılamaya, horlamaya ve hiçbir Mısırlı­nın çalışmadığı en pis ve en güç işlerde çalıştırmaya başladılar. Bu esaret ve zillet hayatının, zamanla, onların inkırazına yol açacağına inanıyorlardı. Fakat örf ve âdetlerine bağlı olan ve kendilerini «Allah'ın milleti» olarak gören Yahudiler, sağlam bir rûh yapısıyle bu zillete ve esarete katlandılar; nesillerini artırmakta devam ettiler. Firavun hanedanı, Yahudileri aşağı­lamanın bir fayda sağlamadığını görünce, onları en kısa yoldan imha . etmeyi plânladılar ve bütün kabilelere emirnameler çıkararak yeni doğan erkek çocuklarının öldürülmesini istediler. Bu emir, Mısır'ın her köy ve kasabasında tatbik olundu ve binlerce Yahudi çocuk öldürüldü.

Mısır'da Yahudilerin başına gelen bu esaret ve zillet, sonra da erkek çocukların öldürülmesi, buna mukabil kız çocukların başka maksatlar için sağ bırakılması, dünyada eşine ender rastlanan bir belâ idi. Fakat bu belâ da, diğer belâlar gibi, Allah Ta'âlâ'nın doğru yoldan sapan milletlere bir cezası, doğru yolda gidenlere ise, ibret almaları ve sapıklığa düşmemeleri için bir ders idi. Bu belâlar, bazan bir kavmin tamamiyle yok olmasına ve târih sahnesinden silinmesine sebep olduğu gibi, bazan da, kavim yok olmadan o belâların kaldırıldığı görülür ki, bu gibi durumlarda, ilâhi rahme­tin tecellî ettiği ve kavmin bağışlandığı anlaşılır. İşte o zaman, kavme isabet eden belâlar da, bağışlanan kavim için, bir daha sapıklığa düşme­mek üzere ders alınması gereken bir imtihan olur. [61]

 

50- İşte, yukarıdaki âyet-i kerîmede, Yahudilere isabet ettiği bildirilen belâ, böyle bir belâdır. Firavun hanedanının, önce onları aşağılayarak, sonra da kız çocuklarını bırakıp erkek çocuklarını öldürerek uğrattıkları büyük azâb, aslında, akıllarını başlarına toplamaları için Allah'tan gelen bir ihtardı. Eğer Allah dileseydi, onları Firavunlar eliyle yok ederdh Fakat ilâhi ' takdir, onların yok olmak yerine ileride yine kendi aralarından çıkarılacak olan Peygamber Mûsâ (a.s.) eliyle hak yola davet edilmeleri üzerinde tecelli etmiş ve böylece bağışlanarak Firavun belâsındankurtarılmışlardır. Nitekim Mûsâ (a.s.) nın peygamberliği sırasında, Rabb'ından aldığı bir vahiyle Mısır'ı terketmeleri emredilmiş, fakat Firavun tarafından takip olu­nacakları da haber verilerek, yola gece çıkmaları istenmiştir. Nitekim Mûsâ (a.s.), kavmiyle birlikte deniz kıyısına geldiği sırada Firavun ve adamları da onlara yaklaşmış bulunuyorlardı. Yahudiler burada yakala­nacaklarını düşünerek büyük bir ümidsizliğe kapılmışlardı ki, o ânda Al­lah'ın rahmeti onların imdadına yetişmiş ve bir mucizeyle denizi geçmele­rini sağlamış, aynı şekilde geçmek isteyen Firavun ve adamlarını ise, suda boğmuştur. Mekke'de nazil olan Şuarâ sûresinde daha geniş bir şekilde anlatılan bu kıssa, yukarıdaki âyette de belirtildiği gibi, Yahudilere ihsan edilen nimetin büyüklüğünü gösterir. Fakat bu nimet, onların Firavundan kurtarılışıyle tükenmiş değildir. Aşağıdaki âyetlerde, küfür ve isyanlarına rağmen, onlara daha pek çok nimetin ihsan olunduğu görülecektir. [62]

 

51-Mûsâ  ile kırk gece  için sözleşmiştik;. (fakat) siz ondan sonra, kendinize zul­mederek buzağıyı  (mabûd) edinmişti­niz.

52. (Bununla beraber), bundan sonra, belki şükredersiniz diye sizi affetmiştik.

53. Belki doğru yolu bulursunuz diye, Mûsâ'ya Kitabı ve Furkân'ı vermiştik,

54. Mûsâ kavmine: «Ey kavmim! Siz buzağıyı (mabûd) edinmekle kendinize zul­mettiniz. Bundan dolayı yaradanınıza tövbe ediniz ve nefislerinizi öldürüniİŞ' bu, yaradanınız katında, sizin için daha hayırlıdır» demiş, (Allah da) sizin töv­benizi kabul etmişti. Zaten tövbeleri kabul edip bağışlayan yalnız O’dur.

 

51. Allah Ta'âlâ'nın Yahudilere ihsan ettiği nimetlerden biri de yukarıdaki dört âyetle işaret olunan «af» hadisesidir. Aral ve Tâhâ sûrelerinde daha geniş bir şekilde anlatılan bu hâdisenin esası, Mûsâ (a.s.) nın kırk gece süreyle Rabb'ına mülâkî olmak üzere Tûr'a gittiği sırada, kavminin, onun yokluğundan istifade ederek kıymetli madenlerden dökülmüş bir buzağı heykelini mabûd (tanrı) edinmeleri ve ona tapınmalarıdır. Yeri gelince üzerinde daha geniş bir şekilde durulacak olan bu kıssayı, burada anlatmaya gerek yoktur ve esasen yukarıdaki âyetlerin uslûbü de kıssa uslûbü değildir. Bununla beraber, şuna işaret etmek gerekir ki, Yahudiler, Allah Ta'âlâ'nın, kendilerini Firavunun elinden kurtardığını çok kısa bir zaman içinde unutarak yeniden isyan etmişler ve tanrı edindikleri bir buzağı heykelini Rab'larına ortak koşmuşlardır. Halbuki «Şirkten daha büyük bir zulüm yoktur» (Lokman sûresi, 13). Yahudiler, Allah'tan başka bir tanrı edinmekle, kendilerine en büyük zulmü işlemişlerdir. [63]

 

52-53. Buna rağmen Allah Ta'âlâ'nın onlar üzerindeki rahmeti yine galip gelmiş ve onların bu azgın­lıklarını, belki akıllanarak şükrederler diye yine affetmiş ve doğru yolu bulmaları için, Mûsâ (a.s.) vasitasıyle Kitabı, hakkı bâtıldan ayıran Tevrat'ı göndermiştir. [64]

 

54 Allah Ta'âlâ'nın Yahudileri tekrar bağışlaması, Mûsâ (a.s.) nın onlara hitap ederek «Siz buzağıyı tanrı edinmekle kendinize zulmettiniz; bu yüz-den yaradanınıza tövbe ediniz ve nefislerinizi öldürünüz- Bu sizin için daha hayırlıdır» demesinden sonra gerçekleşmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Yahudiler, Mûsâ (a.s.) nın bu sözlerinden sonra tövbekar olmuşlar, nefislerinin Allah'tan başka bir tanrı edinmek hususundaki arzularını kırarak hakka yönelmişler, Allah Ta'âlâ da onların bu tövbelerini kabul etmiştir.

Tefsirler, Mûsâ (a.s.) nın kavmine söylediği «nefislerinizi öldürünüz» sözünü, Tevrat'taki rivayetlere istinaden «iyi olanlarınız, itaatkâr olanları­nız, kötü ve isyankâr olanlarınızı öldürsün» manâsı vermişler ve emirden sonra, buzağıya tapan üç bin, bazı rivayetlere göre yirmi üç bin veya yetmiş bin Yahudlnin öldürüldüğüne işaret etmişlerdir. Nitekim Tevrat'ta (Çıkış, 32/27) «Herkes kılıcını beline kuşansın ve ordugâhta kapıdan kapıya dolaşsın ve herkes kendi kardeşini ve herkes kendi arkadaşını ve herkes kendi komşusunu öldürsün. Ve Levi oğulları Musa'nın söylediği gibi yaptı­lar ve o gün, kavimden üç bin adam kadar düştü» denilerek altın buzağıya tapanların akıbetleri anlatılmıştır. Ancak, Kur'ân-ı Kerlm'de, bu konuda herhangi bir açıklama yer almadığı için, biz, bu çeşit İsrâill rivayetleri ihtiyatla karşılamak zorundayız; «nefislerinizi öldürünüz» ibaresinin de «nefsinize hâkim olan sapık inançları ve buzağıya tapma arzusunu öldü­rünüz; atınız» manâsında anlaşılmasının da gerçeğe daha yakın olduğu kanaatmdayız. Zira Araf sûresinin 138 inci âyetinde, «İsrail oğullarını denizden geçirdik; putlara tapan bir kavme rastladılar ve (Musa'ya) dediler ki: Ey Mûsâ! Şu kavmin nasıl ilâhları varsa, sen de bizim için öyle ilâhlar yap...» denilmiş olması da, Yahudilerin henüz buzağı heykelini ilâh edin­meden önce, içlerinde böyle sapık bir arzu beslediklerini ve Musa'nın Rabb'ı ile mülakat için yanlarından ayrılmasını fırsat bilip buzağıyı ilâh edindiklerini açıklamaya yardım eder. «Nefislerinizi öldür.ünüz» sözünün «buzağıyı ilâh edinenleri öldürünüz» manâsında anlaşılmaması gerekti­ğini gösteren diğer bir husus, bu sözü ihtiva eden âyetin, İsrail oğullarına ihsan edilen nimetleri hatırlatmak maksadıyle gelmiş olmasıdır. Ayette sözü edilen nimet ise, Yahudilerin, buzağıyı tanrı edinmelerine rağmen, Mûsâ (a.s.) nın ikazından sonra tövbe etmeleri ve bu tövbenin Allah Ta'âlâ tarafından kabulü; yahut büyük günahlarının bağışlanmasıdır. Bu bağış­lanmadan sonra, onların kılıçtan geçirildiğini düşünmek mümkün değildir. Eğer onların tövbe etmeden ve bağışlanmadan kılıçtan geçirildikleri düşü­nülürse, tövbe edecek günahkâr kalmadığı için, Mûsâ (a.s.) nın «yarada­nınıza tövbe ediniz» diyebileceği muhatap yok demektir. Halbuki herhangi bir günah vukuunda, tövbeye davet olunmak, herkesten önce, o günahı işleyenlere râcidir. Bununla beraber, kendi sözüyle kasdettiği manâyı en iyi bilen, şüphesiz, Allah Ta'âlâ'dır.

Netice itibariyle, Allah Ta'âlâ, buzağıyı tanrı edinen Yahudileri yine de affetmekle, onlara başka bir nimet daha ihsan etmiş olmaktadır. Bu nimetlerle birlikte, hatırlanması gereken başka nimetler de vardır: [65]

 

55- (Bir gün) Siz (şöyle) demiştiniz: «Ey Mûsâ! Allah'ı ayan beyan görmedikçe, sana asla inanmıyacağız»- (Siz bunu söylemiştiniz ki) gözünüz göre göre yıl­dırım çarpmışa dönmüştünüz.

56- (Bununla beraber) belki şükredersiniz diye, bu ölü halinizden sizi tekrar dirilt-miştik.

 

55 Bu âyetler açıkça göstermektedir ki, isyandan sonra azâb korkusu ve bağışlanma, bağışlanmadan sonra yeni bir azgınlık ve bu azgınlığa muka­bil yeni bir nimet.. Bu, Yahudîlerin var oldukları târihten bu yana, hayat sahnesindeki grafik çizgisidir. Zor karşısında boyun eğip yılışmak, biraz müsamaha görünce isyan edip azgınlaşmak, başlarına inecek bir yumru­ğun kalkışını hissedince, yeniden korkup sinmek ve bir nimet karşısında şımanp böbürlenmek,onların değişmez karakteri ve Mısır'da Firavunların baskısı altında, asırlarca süren esaret ve zillet hayatının kendilerine ka­zandırdığı bozulmaz fıtratlarıdır. Nitekim yukarıdaki iki âyet, onların yeni bir azgınlığını ve bu azgınlıktan sonra, uğradıkları korkunç akıbetten kurtarılış­larını gösterir. Hâdise, Nisa sûresinin 152 nci ve buna ilâveten bazı mü-fessirlere göre, Araf sûresinin 155 nci âyetlerinde de işaret olunana Allah'ı görme isteğinin açıkianmasıyle meydana gelmiştir. Buzağıyı tanrı edinme­leri üzerine yahudlier, Mûsâ (a.s.) tarafından tövbeye davet olundukları gibi, ayrıca, aralarından seçilen yetmiş kişi, yine tövbe maksadıyle Tûr'a götürülmüşlerdi. Burada, Mûsâ (a.s.) nın, Rabb'ıyle konuştuğunu görün­ce, kendileri de O'nu görmek arzusuna kapılmışlar ve Mûsâ (a.s.) ya «Allah'ı apaşikâr görmedikçe sana asla inanmayız» demişlerdir. İşte, bu görme isteğinin açıklanmasından sonradır ki, yerle gök birbirine girerce-sine gürültülü bir sarsıntı meydana gelmiş ve Yahudiler bu gürültüyle birlikte yıldırımlara maruz kalıp kendilerini kaybetmişlerdir. Korku dolayı-sıyle kendini kaybetme, veya kendinden geçme hâdisesi, ikince âyette, ölümden sonra yeniden dirilme ifadesiyle tamamlandığı için, bazı müfes-sirler tarafından gerçek bir ölümle tefsir edilmişse de, ilk âyetteki «gözü­nüz göre göre» ifadesi, onlara ölüm gelmediğini, fakat o korkunç manzara karşısında, sanki kendilerine ölüm gelmiş gibi bir duruma girdiklerini, bununla beraber, olanları da, gözleriyle görebildiklerini gösterir. Eğer Araf sûresinin 155 inci âyetinde sözü edilen sarsıntı, bir çok müfessirin kabul ettiği gibi, bu âyette sözü edilen yıldırım çarpmasıyle ilgili aynı hâdise ise, Mûsâ (a.s.) nın o âyette yer alan «Rabb'ım, eğer dileseydin, onları da beni de daha evvel helak ederdin» sözleriyle başlayan duası da, yıldırım hâdise­sinde onlara ölüm gelmediğine delâlet eder. Bununla beraber, doğrusunu şüphesiz en iyi Allah bilir. Bizim için burada önemli olan husus, Yahudîle­rin, Mûsâ (a.s.) ya, ancak Allah'ı görmek şartıyle inanacaklarını söyleme­leri ve böylece kalplerine hiçbir zaman imanın girmemiş olduğunu ve halâ 56 elle tutulup gözle görülebilen bir mabüd özlemi içinde bulunduklarını bir daha ispatlamalarıdır. Hal böyleyken, Allah Ta'âlâ onları yine bağışlamış ve helak olmaktan kurtarmıştır. Bu da, Allah'ın onlara başka bir nimetidir ve bu nimetlerin sonu henüz gelmemiştir: [66]

 

57. Bulutu üzerinize gölge yapmış, size rızık olarak verdiğimiz güzel şeylerden yiye-siniz diye, kudret helvası ve bıldırcın indirmiştik. Onlar bize zulmetmemiş-lerdir; fakat kendi kendilerine zulmedi­yorlardı.

 

57 Yahudiler Mısır'dan çıktıktan sonra, arz-ı mev'ûda ulaşmak için uzun yollar katetmişler, bazan dağlarda, bazan da ve daha çok çöllerde uzun seneler geçirmişlerdi. Bu yolculuk esnasında, çeşitli güçlüklerle karşılaş­tıklarına şüphe yoktur. Yukarıdaki âyetlerden de anlaşıldığı gibi, azgınlıkla­rının sebep olduğu bir çok tehlikelere maruz kaldıkları da, bilinen husus­lardandır. Bununla beraber, gerek çeşitli güçlükler, ve gerekse kendilerini yok edebilecek tehlikeler, Allah Ta'âlâ'nın yardımlarıyle bertaraf edilmiş ve kendilerine yeni yeni nimetler ihsan olunmuştur. Bu nimetlerden birisi ve hattâ ikisi de, yukarıdaki âyette hatırlatılmıştır, birincisi, Tih sahrasında yolculuk ederken, çölün yakıcı güneşinden, daima bir bulutla gölgelendiri­lip korunmaları; ikincisi de, yiyip karın doyurmaları için, kendilerine kudret helvası ve bıldırcın indirilmesidir. Bu nimetlere Araf sûresinin 160 inci âyetinde işaret edilmiştir. Bizim «kudret helvası» olarak işaret ettiğimiz nimet, âyette menn kelimesiyle ifade olunmuştur ki, bu kelime, umumiyet­le, dağlarda insan emeği geçmeden kendi kendine yetişen meyveler hakkında kullanılır. Bununla beraber, müfessirler bunu, çöllük olan ve geceyle gündüz arasında, büyük ısı değişikliği bulunan yerlerde sabaha karşı ağaç yaprakları ve taşlar üzerinde teşekkül eden ve «kudret helvası»

denilen bir tatlı tabakasına tahsis etmişlerdir. Ayet-i kerimede ismi geçen selva ise, yine müfessirler tarafından bıldırcın kuşu olarak açıklanmıştır. Bunlar çöllerde uzun seneler kalan Yahudilere aç kalmamaları için ihsan olunan protein ve kalori yönünden zengin yiyecek maddeleridir. Ne var ki Yahudiler, bu nimetlere karşılık, hiç şükretmemişler, aksine azgınlıklarıyle dâime nankör bir davranış içinde bulunmuşlardır. Fakat bu nankörlükleri­nin kendilerinden başka hiç kimseye zararı dokunmayacak ve cezasını yalnız kendileri çekecektir. Bu bakımdan zulümleri yalnız kendüerinedir. Yahudilere ihsan olunan nimetler çoğaldıkça onların azgınlıklarının da aynı derecede arttığı görülmektedir. Nitekim bundan sonraki âyetlerde, kendilerine hatırlatılan nimetler meyanında, ortaya konan azgınlıklar, daha dikkati çeker bir mahiyet arzedecek ve haklarında çok daha ağır bir dil kullanılacaktır. [67]

 

58.  (Onlara şöyle) demiştik: «Şu kasabaya girip dilediğiniz şekilde bol bol yeyin, Kapısından secde ederek girin ve hıtta deyin ki, kusurlarınızı bağışlayalım; iyi­lik edenlere (ecirlerini) daha da artıra­cağız.

59.  (Buna rağmen içlerinden) zulmedenler,

sözü kendilerine söylenenden başka bir şekle çevirmişlerdi de, biz de o zâlimle­rin üzerine fâsıklık etmelerinden dolayı gökten bir azâb indirmiştik.

 

58- İşte, yukarıdan beri kendilerine ihsan edilen nimetler hatırlatılıp du­rurken, bu iki âyetle, artan azgınlıkları karşısında, belki yeni bir nimet değil, fakat ağırlığını isyan ve küfür teşkil eden yeni bir azgınlık ve bu azgınlığın başlarına getirdiği yeni bir azâb hatırlatılıyor. Bu azgınlık, secde ederek, yani huşu ve huzû içinde kusurlarının bağışlanmasını dileyerek girmeleri emredilen şehre, onların, bu emre muhalefet ederek girmemeleriyle ken­dini gösteriyor. Ayet-i kerîmede, bu şehrin neresi olduğu açıklanmamıştır. Bununla beraber, eğer Mâide sûresinin 21 nci âyetinde, Mûsâ (a.s.) nın kavmine hitap ederken söylediği «ey kavmim! Allah'ın size takdir ettiğf arz-ı mukaddese girin ve arkanızı dönmeyin; yoksa hüsrana uğrayanlar­dan olursunuz» sözleriyle bu âyet arasında bir bağlantının var olduğu düşünülürse, sözü edilen şehrin arz-ı mukaddeste, yani şimdiki Filistin'de

bulunan şehirlerden biri olduğu anlaşılır. Nitekim yine Mâide sûresinin 22 ve 23 ncü âyetlerinde, Yahudilerin arz-ı mukaddeste, zorba bir kavmin oturduğunu bahane ederek girmedikleri, bunun üzerine Musa'nın yakınla­rından iki kişinin, onlara şehrin kapısından girmelerini, girdikleri takdirde mutlaka galip geleceklerini söyledikleri, fakat onların girmemek için diren­dikleri, bu sebeple Allah Ta'âlâ'nın da, bu arzı onlara 40 sene daha haram kıldıöı açıklanmıştır[68]

 

59- Yukarıdaki iki âyetin, Mâide sûresinden kısaca naklettiğimiz bu kıs­sayla ilgili olması halinde, bu iki âyetin manâsını anlamak daha kolay olacaktır. Buna göre, Allah Ta'âlâ Yahudilere «hıtta» diyerek, yani günah­larının bağışlanmasını dileyerek huşu ve huzû içinde (secdeyle) girmele­rini emretmiş, böyle yaptıkları takdirde bağışlanacaklarını bildirmiştir. Fakat Yahudiler bu emre uymamışlar, sanki kendilerine bunun aksi söy­lenmiş gibi, şehre girmekten kaçmışlar ve böylece isyanlarının cezası olarak, üzerlerine gökten inidirilecek azabı hak etmişlerdir.

Bununla beraber müfessirler, Hazret-i Peygamber'in Buhârl ve Müs­lim tarafından da nakledilen bir hadisine işaretle, Yahudilerin, kendilerine «şehrin kapısından secde ederek girin ve hıtta deyin» denildiği halde, bu emri tebdil ederek, secde yerine arkalarında sürünerek, «hıtta» yerine de «habbe» (buğday veya arpa tanesi) diyerek şehre girdikleri görüşüne de yer vermişlerdir. Bu takdirde, eğer hâdise, Mûsâ (a.s.) nın hayatta bulun­duğu sıralarda vukubulmuşsa -çünkü âyette Mûsâ ismi geçmemektedir-söz konusu olan şehir, arz-ı mukaddes dışında olan bir şehirdir; yok eğer arz-ı mukaddesteki bir şehir kasdedilmişse, hâdise, Mûsâ (a.s.) nın vefa­tından sonra cereyan etmiştir; çünkü Mûsâ (a.s.) Tih sahrasında vefat etmiş ve arz-ı mukaddese hiç ayak basmamıştır. Yine Buhârl, ve Müs­lim'in rivayet ettikleri bu hadise göre, (Hadîs için bkz. Buhârî,Sahİh, V.148; Müslim, Sahih, ıv.2312), hâdise, Mâide sûresinde anlatılan ve Mûsâ (a.s.) zama­nında cereyan eden hâdise değildir. İşin doğrusunu, şüphesiz, en iyi Allah bilir. Biz şu kadarına işaret edelim ki, Yahudiler, kendilerine, karşılaştıkları bir şehrin bol nimetleri arzedildiği, buna karşılık, kendilerinden huşu ve huzû içinde bulunup hakka saygılı olmaları ve iyilik yapmaları istendiği halde, esaret ve zilletin bozduğu fıtratları icabı, bu emirlere vine karşı gelmişler, fâsıklık etmişlerdir. Bundan dolayı, üzerlerine-şüphesiz fâsıklık . eaenlere-gökten bir azap indirilmiştir ki, bu azâb, müfessirler tarafından, Yahudilerin çok sık karşılaştıkları tâûfi (veba) hastalığı ve başka milletle­rin, üzerlerine devamlı tasailutlarıyle izah edilmiştir. Allahu âlem.[69]

 

60. Mûsâ, kavmi için su aradığında (ona) «asanı taşa vur» demiştik de, taştan on iki pınar kaynamış, herkes su alacağı yeri öğrenmişti. Allah'ın rızkından yeyin için, fakat yeryüzünde müfsidlik ederek karışıklık çıkarmayın.

 

60. Yahudilere hatırlatılan yeni bir nimet ve bu nimete karşılık, yeryü­zünde müfsidlik edip karışıklık çıkarmamaları hususunda üzerlerine yük­lenen yeni bir külfet. Aslında, Peygamber soyundan gelmiş olmaları ve aralarından pek çok Peygamber çıkarılması dolayısıyle, sahip olmaları gereken fazilet, onların uzaktanyakından müfsidlikle ilgileri bulunmama­sını gerektirirdi. Fakat yukarıdaki âyetlerde görüldüğü ve daha da görüle­ceği gibi, kendilerine ihsan edilen nimetlere dâima küfür ve isyanla muka­bele etmişler ve fesadlıklanyle yeryüzünü dâima birbirine katmışlardır. Tıynetleri böyle olan insanların fesadltktan arınıp doğru yolu bulmaları ne kadar zor, ne kadar külfetli bir iştir?

Yukarıdaki âyetle, kendilerine ihsan edilen başka bir nimet hatırlatıl­mıştır. Bu nimet, Yahudilerin, Mısır'dan çıktıktan sonra Tih sahrasını ge­çerken, Mûsâ (â.s.) dan su istemeleri üzerine, Allah Ta'âlâ tarafından kendilerine ihsan edilmiştir. Bu nimete, Araf sûresinin 160 inci âyetinde de işaret olunmuştur. Bu âyette şöyle denilmektedir: «Biz, onlan on iki toruna, kabileye ayırdık. Kavm i Musa'dan su isteyince ona «asanı taşa vur» diye vahyettik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fiş kırdı; böylece her kabile su içeceği yeri öğrendi. Onları üstlerindeki bulutla gölgelendirdik; onlara kudret helvasıyle bıldırcın indirdik. Size nzık olarak verdiğimiz güzel şeylerden yeyin dedik. Onlar, bize zulmetmediler; fakat kendi kendi­lerine zulmettiler».Görüldüğü gibi bu âyette topluca zikredilen taştan su fışkırması, kavmin bulutla gölgelendirilmesi, gökten kudret helvası ve bıldırcın indirilmesi gibi çeşitli nimetler, Bakara sûresinde, birbirinden ayrı ve tertip gözetilmeden zikredilmiştir. Bunun sebebi, dahaönce de belirtti­ğimiz gibi, Bakara âyetlerinin, Yahudilere ihsan olunan nimetleri hatırlata­rak onları İslâm'a davet için indirilmiş olmalarıdır. Ayetlerin sebeb-i nüzulü bu olunca, onlarda tarihî bir sıra aramanın gereksiz olduğu kolayca anlaşı­lır. Keza Araf sûresinde topluca zikredilen nimetlerin Bakara sûresinde ayrı ayrı zikredilmesi de aynı sebebe dayanır. Burada, şu hususu da gözden uzak tutmamak gerekir ki, Araf sûresi Mekkîdir ve bu sûrede Yahudiler gâib sıgasıyle zikredilmiş ve kıssaları, Hazret-i Peygamber'e anlatılmıştır. Bu sebeple, Yahudilerin Mısır'dan çıktıktan sonra mukaddes arza doğru göç ederken, kendilerine ihsan edilen çeşitli nimetlerin, bazan bir âyet içerisinde zikredilmesi tabiidir. Bakara sûresi ise, Medenidir ve Medine'de müslümanların karşısında Yahudiler vardır. Onların İslâm'a davet edilmeleri söz konusu olduğu için, bu sûrede âyetler gâib sigasıyle değil, muhatap sîgasıyle gelmiş ve doğrudan doğruya Yahudilere hitap edilmiştir. Tesiri büyük olması dolayısıyle de, kendilerine ihsan edilen nimetler ayrı ayrı zikredilmiştir.

Araf sûresinde aynı hâdiseye işaret edilmesi dolayısıyle, âyetler hak­kında verilen umumi bilgi meyanında, şurası da anlaşılmış olmaktadır ki, Mûsâ (a.s.) nın asasını taşa vurmastyle taştan on iki göz açılması ve her bir gözden su fışkırması, Mûsâ (a.s.) kavminin on iki kabileden meydana gelmiş olması ve her kabileye bir pınar tahsis edilmesi dolayısıyledir. Daha önce de açıkladığımız gibi, İsrail, Yakûb (a.s.) un lakabıdır ve İsrail oğulları denildiği zaman, Yakûp (a.s.) un iki oğlundan çoğalmış Yahudiler anlaşılır. Asanın taşa vurulmasıyle taştan on iki göz açılıp her birinden su fışkırması, Allah Ta'âlâ'nın peygamberlerine ihsan ettiği mucizelerdendir. Bu çeşit mucizeleri, bildirdiği şekliyle kabul etmek, akıl yoluyla bunların izahı mümkün olmadığı için mütalâa serdinden sakınmak, İslâm dininin iman esaslanndandır. Yeri geldiği zaman, bu konuda daha geniş bilgi verilecektir. Biz şu kadarına işaret edelim ki, Yahudiler, gözleri önünde cereyan eden ve kendilerine mucizevi yollardan nimet sağlayan peygam­berlerine daha sağlam bir imanla inanmaları gerekirken, ona  kafa tut-,   maktan, büyük bir azgınlık ve şımarıklık içinde bu nimetleri beğenmeyip başka şeyler istemekten geri kalmamışlardır. Aşağıdaki âyet-i kerime, onların bu azgınlıklarının başka bir örneğini verir: [70]

 

61. (Musa'ya şöyle) demiştiniz: «Ey Mûsâ! Bir çeşit yemeğe hiç katlananlayız. Bizim için Rabb'ına yalvar da, bize, yer­yüzünün yetiştirdiği şeylerden sebze, acur, sarmısak, mercimek ve soğan çı­karsın». (Mûsâ da onlara:) «Siz bu âdi şeyleri hayırlı olanla değişmek mi isti­yorsunuz? Öyleyse, bir şehre inin; (orada) istediğiniz şeyler vardır» demiş­ti, îşte bundan sonra üzerlerine zillet ve meskenet   (damgası)   vurulmuş,   Allah'tan bir de gazaba uğramışlardı. Bu, Allah'ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmele-rindendi; bu, isyan etmelerinden ve haddi aşmalanndandı.

 

61-  Mukaddes arza göçetmek için Mısır'dan çıkan Yahudilerin uzun se­neler yolda kaldıkları ve ömürlerinin çoğunu çöllerde geçirdikleri malûm­dur. Daha önce işaret ettiğimiz Mâide sûresinin 21-24 âyetlerinde de açıklandığı gibi, mukaddes arza geldikleri halde, orada zâlim bir kavmin bulunduğunu bahane ederek oraya girmekten çekinmeleri, bunun üzerine ceza olarak kırk sene daha o arzın onlara haram kılınması, sürdükleri göçebe hayatının uzunluğu hakkında bir fikir vermeye yeterlidir. Bu süre zarfında, karınlarını doyurmak için yedikleri yiyeceklerin mahdud olduğu ve insan olmanın verdiği bir istekle değişik yiyecekler özledikleri de mu­hakkaktır ve Mûsâ (a.s.) dan bu sebeple değişik yiyecekler istemiş olduk­ları düşünülebilir. Ancak böyle bir istek, her gün aynı şeyleri yiyen her insanda görülebileceği için tabii sayılmak icab eder; çünkü insan, her şeye karşı biraz şehvetli yaratılmıştır. Ancak şunu da kabul etmek gerekir ki, insan her gün yediği şeyden farklı bir yiyecek istemekle günah işlemiş olmaz ve bunu istediği için Allah'ın gazabına uğramaz. Halbuki yukarıdaki âyette, dikkat edilecek olursa, Yahudiler Mûsâ (a.s.) dan sebze, acur, sarmısak gibi değişik yiyecekler çıkarması için Rabb'ına yalvarmasını istemişler, fakat bu istekleri yüzünden de, üzerlerine zillet ve meskenet damgası vurulmuş, bir de Allah'ın gazabına uğramışlardır. Her ne kadar âyet-i kerîmede, üzerlerine zillet ve meskenet damgasının vurulmasına ve Allah'ın gazabına uğramalarına, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri ve hak­sız yere peygamberleri öldürmeleri sebep olarak zikredilmişse de, bunla­rın masum bir istekten sonra zikredilebilecek şeyler olmadığı da bir ger­çektir. O halde, Yahudilerin Mûsâ (a.s.) dan değişik yiyecek istemelerinde masum olmadıkları, bu isteği ileri sürerken başka şeylerin özlemini duy­dukları ve bu sebeple kendilerini aşağılayan bir ifade kullanıldığı kolayca anlaşılır. Öyleyse onların duydukları bu özlem neydi? Allah'ın kendileri için taştan fışkırttığı suyu, üzerlerine gökten indirdiği bala benzeyen kudret helvasını ve bıldırcın etini unutarak sebze, acur, soğan, sarmısak ve mercimek gibi daha basit yiyecekler istemelerinin asıl sebebi, gerçekten onlara duydukları bu özlem miydi, yoksa bu özlemin altında, açığa vura­madıkları başka bir özlem mi vardı? Aslında bu yiyecekler, onların Mı­sır'da, esaret altında, zillet ve meskenetle elde edip yiyebildikleri şeylerdi.

Esaret ve zillete alışmışlardı. Fakat bir gün, Mûsâ (a.s.) çıkmış ve onları, Allah'ın Hazret-i İbrahim'e vadettiği mukaddes topraklara götürmek ve hürriyetlerine kavuşturmak için harekete geçirmişti. Mûsâ (a.s.) ya yürek­ten inanmamışlardı. Nitekim göç başladıktan sonra, sık sık ona baş kal­dırmaları, buzağıyı tanrı edinmeleri, Allah'ı görmedikçe ona inanmıyacak-larını söylemeleri, bunun apaçık delilleridir. Esaret yerine hürriyet, zillet yerine izzet, meskenet yerine zenginlik için de olsa, yolculuk meşakkatine katlanmak istemiyorlar, esareti zilleti ve meskeneti, diğerlerine tercih ediyorlardı. İşte, Mûsâ (a.s.) dan değişik yiyecekler isterken, içlerinde bu yiyeceklerin değil, fakat bu yiyecekleri elde edebildikleri esaret hayatının özlemi vardı. Nitekim Mûsâ (a.s.) dan bu yiyecekleri istedikleri zaman, O, onların asıl istedikleri şeyi anlamakta güçlük çekmemiş ve «siz, bu âdi şeyleri, hayırlı olanla değişmek mi istiyorsunuz? Öyleyse bir şehre inin; orada istediğiniz şeyler vardır» demiştir. Mûsâ (a.s.) nın sözünde geçen «şehir» kelimesi, âyet-i kerimede mısr olarak zikredilmiştir. Acaba bu kelime, «şehir» manâsında mı kullanılmıştır; yoksa Yahudilerin çıktığı Fi­ravunlar ülkesi olan Mısır mı? Tefsirlerde her iki manâya da işaret edilmiş­tir. Eğer bu kelimeyle, Firavunların ülkesi Mısır kasdedilmişse, bu takdir­de, Mûsâ (a.s.) nın sözünü «öyleyse haydi Mısır'a, Mısır'ın özlediğiniz hayatına dönün» manâsında anlamak gerekir. Fakat bu kelimeyle, her­hangi bir şehir kasdedilmişse, Allah Ta'âlâ'nın âyet-i kerimedeki «üzerle­rine zillet ve meskenet damgası vurulmuş, ayrıca O'nun gazabına uğramış­lardır» hükmüyle, yine özlemini duydukları zillet ve meskenet hayatına kavuşturulmuş oldukları anlaşılır. Her ne kadar bu hayata Mûsâ (a.s.) dan değişik yiyecekleri ister istemez kavuşmamışlarsa da, ileriki târihlerde zillet ve meskenetten hiç kurtulamamışlar, Allah'ıngazabı da üzerlerinden hiç eksik olmamıştır. Allah'ın âyetlerini inkâr eden, haksız yere Peygam­berlerini öldüren, haddi aşan ve Allah'a isyan eden milletlerin akıbetleri de zaten budur ve her milletin bundan ibret alması gerekir.

Yahudiler, her gün Mûsâ (a.s.) nın, Rabb'ının izniyle gösterdiği muci­zelere ve bu mucizeler neticesinde, kendilerine ihsan olunan çeşitli nimet­lere şâhid oldukları halde, bundan hiç ders almamışlar, dâima küfür ve isyan içerisinde, ondan değişik şeyler beklemişlerdir. Mûsâ (a.s.) ya «Rabb'ına bizim için duâ et» derken, Allah Ta'âlâ'nın aynı zamanda kendi Rab'ları da olduğunu unutacak kadar azgınlık içinde bulunan bu kavim, böylece, İbret almaları gereken mucizeleri ve doiayısıyle Allah'ın âyetlerini inkâr etmiş, daha sonraki devirlerde Peygamberlerini haksız yere-zâten haklı olması mümkün değil-öldürmüş, bu Peygamberlerin getirdikleri şe­riatları tecavüz ederek isyan etmiş ve bütün bu yaptıklarından dolayı,

Allah'ın gazabına uğrayıp ebedi zillet ve meskenete, kısacası, özlemini duydukları hayata mahkûm edilmişlerdir. Halbuki bunlar, Allah'a ve âhiret gününe iman etmiş, ameM sâlih de işlemiş olsalardı, âkibetleri bu mu olurdu? Elbette bu olmazdı. NitekimAllah Ta'âlâ, takip eden âyette bu hususa işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: [71]

 

62. Şüphesiz, îman edenler, Yahudiler, Hıris­tiyanlar ve Sâbiîler; bunlardan kim Al­lah'a ve âhiret gününe îman eder ve ha­yırlı is işlerse, işte onların mükâfatları Rab'lan kalındadır; onlara hiçbir korku yoktur; mahzun olacaklar da onlar de­ğildir.

 

62 Yukarıdaki âyetlerde, Yahudilere ihsan edilen nimetler ve bu nimet­lere mukabil onların isyan ve inkârları anlatılırken, bu âyette, iman eden­lerden ve onlar için hazırlanan mükâfattan söz edilmesi, bir evvelki âyette zikri geçen ve Allah'ın âyetlerini inkâr ederek, Peygamberlerini öldürerek, isyan ederek ve haddi aşarak Allah'ın gazabına uğrayan ve hem zillete, hem de meskenete mahkûm edilen kimselerden mü'min olanların istisna edilmesi maksadına matuftur. Her ne kadar bu âyetlerde, dâima Yahudi­lerden ve onların azgınlıklarından söz edilmişse de, bu, daha önce de açıkladığımız gibi, Hazret-i Peygamber'in Medine'ye hicreti üzerine" ilk defa orada yaşayan Yahudilerin İslâm'a davet edilmeleri dolayısıyledir. Bu sebeple Yahudiler, aynı azgınlık içinde bulunan diğer milletlere bir örnek olarak seçilmiş ve o milletlerin de akıbetlerinin Yahudilerden farklı olmadığı böylece belirtilmiştir. Ancak bu akıbet, ister Yahudi olsun, ister başka bir kavim veya millet olsun, sadece daha önce tavsif edilen azgınlar içindir; Allah'ın âyetlerini inkâr eden, Peygamberlerini öldüren ve isyan ederek haddi aşanlar içindir. Hattâ sûretâ müslüman olduğu halde bu vasıfta olanların akıbetleri de budur. Çünkü yukarıdaki âyette, Yahudi, Hıristiyan ve Sabiler meyanında zikredilen «îman edenler» sözü-ki bu­nunla müslümanlar kasdedilmiştir-bu dinlere mensup olan kimselerin, ancak Allah'a ve âhiret gününe îman etmeleri ve amel-i sâlih işlemeleri şartıyle bir evvelki âyette zikredilen akıbetten istisna edildiklerine delâlet eder. O halde insan, ister müslüman olsun ister Yahudi, Hıristiyan veya sâbiî olsun, ancak Allah'a ve âhiret gününe tam bir imanla iman ettiği ve amel-i sâiih işlediği takdirde Rabb'ı katındaki mükâfata hak kazanabilir ve akıbetinden emin olabilir.

Ancak, burada şuna da bilhassa işaret etmek gerekir ki, yukarıda söz konusu edilen istisna hükmü, henüz yeni bir şeriat gelmeden önce kendi şeriatına bağlı kalan ve o şeriat çerçevesi içinde îmanını koruyan dîn mensupları için câridir. Çünkü her yeni gelen şeriatın kendinden önceki şeriatı hükümsüz kılması ve eski şeriata bağlı olanları kendi hükümlerine bağlanmayı emretmesi, Allah Ta'âlâ'nın değişmez bir kanunu olarak va­zedilmiştir. Buna göre, bir yahudl, İsâ şeriatı gelmeden önce, Mûsâ şeria­tına bağlı kaldığı sürece, mü'min vasfına sahip olursa da, İsa şeriatının gelmesinden sonra, bu yeni şeriata tabii olmaması halinde, mü'min vasfını kaybeder. Keza İslâm şeriatının gelmesinden sonra da, Mûsâ veya İsâ şeriatlarına bağlı kalmak da, İnsana mü'min vasfını kazandırmaz. Çünkü İslâm şeriatı, kendinden önceki şeriatları iptal ve bütün insanları kendi hükümlerine tâbi olmayı emretmiştir. Bu sebepledir ki, İslâm şeriatının gelmesinden sonra, herhangi bir yahudl veya hıristiyan, yahutta yahudî-likle hıristiyanlık arasında tevhîd esasına dayalı bir dînin mensubu olan sâbiî, İslâm şeriatına tâbi olmaksızın, Allah'a ve âhiret gününe iman ettiğini ve amel-i sâlih işlediğini ileri sürüp yukarıdaki âyete istinaden kendisini İstisna hükmüne tâbi tutamaz. Kısacası İslâm şeriatı çerçevesi içinde Hazret-i Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerim'e inanmadıkça ve bu şeriatın gerektirdiği amelleri işlemedikçe, bir evvelki âyette sözü edilen kötü akıbetten kendisini kurtaramaz.

İşte, Allah Ta'âlâ, müslüman, yahudî, hıristiyan ve sâbiîlerden, ger­çek mü'min olanları ve bu îmanın gereği olarak amel-i sâlih işleyenleri, malûm akıbete mahkûm olanlardan, açıkladığımız bu esaslar çerçevesi içinde istisna ettikten sonda, tekrar yahudllere dönüyor ve ibret almaları için, geçmişteki azgınlıklarını hatırlatmaya devam ederek şöyle buyuru­yor: [72]

 

63.  Sizden güvenilecek söz almış, Tûr'u da üzerinize kaldırıp «size verdiğimiz (ki-tap)e sıkıca tutunun ve içindekileri hatır­layın; belki böylece sakınmış olursu­nuz» demiştik.

64.  Fakat bundan sonra, yine sözünüzden

dönmüştünüz- Eğer üzerinizde Allah'ın ihsanı ve merhameti olmasaydı, her­halde hüsrana uğrayanlardan olurdunuz-

 

63- Daha önceki ayetlerde de işaret olunduğu gibi, Allah Ta'âlâ yahudilerden, Musa (a.s.) ya iman ve Tevrat hüküm|erine göre amel etmek hususunda kesin söz almıştı. Bu söz, insanın aslı fıtratına da uygundu ve Allah’ı Rab olarak tanımanın bir gereği idi. Bu sebeple yahudîlerin, hem bu fıtratları, hem de vermiş oldukları söz dolayısıyle Mûsâ (a.s.) ya inanmaları ve Tevrat hükümleri dışına çıkmamaları gerekirdi. Onların vermiş oldukları bu sözden dönmemelerini gerektiren diğer bir husus da, Allah'ın bir âyeti olarak Tur’un tepelerine dikilmiş olmasıydı. Çünkü bu sözü verdikleri sırada, o dağın eteğinde bulunuyorlardı ve onun kuvvetli bir sarsıntı ile üzerlerine geldiğini sanki tepelerine çöküverecekmiş gibi hareket ettiğini hissetmişlerdi. Gördükleri bu manzaranın dehşetinden kaçıp kurtulmaları, yanut o şiddetli korku ürpertilerini içlerinden atmaları mümkün değildi. Orada kendilerine “size verdiğimiz kitaba sıkıca sarılın ve içindekileri hatırlayın» denılmişti Verilen kitaba, yani Tevrat’a sıkıca sarılmak ve içindekileri hatırlarnak onun getirdiği hükümleri iyi öğrenip onlarla amel etmek manasına gelir Hükumleriyle amel edilmeyen kitap, unutulmaya ve terkedilmeye mahkûmdur Amel edilmeksizin sadece okunan bir kita­bın, akıbeti de bundan farklı değildir Nasıl, bir âmir mernûruna yazılı bir emir göndererek bir işin yapılmasını ister, fakat memur yazıyı, her gün defalarca okuyup emredilen işi  yapmadığı takdirde cezaya müstehak olursa, Allah’ın kitabıyla amel etmiyenler de, aynı şekilde cezayı hak etmiş olurlar.

Gönderilen kitapla amel etmek ise, insana, Allah'ın murakabesini her an üstünde hissetme melekesi kazandırdığı için, onun Allah'ın rızasına uygun işler yapmasına, buna karşılık, gazabına sebep olacak işlerden, sakınmasına vesile olacağından, takvayı artırır; insanı imanın en yüksek mertebesine ulaştırılır. [73]

 

64 İşte Yahudilerden, imanın bu en yüksek mertebesine ulaşmaları için, Tevrat a sıkıca sarılmaları ve içindekilerle amel etmeleri istenmişken, üstelik kendilerine, kuvvetle îman etmelerini sağlayacak Allah'ın âyetlerinden birisi de gösterilerek söz alınmışken, onlar, sonradan, verdikleri bu sözden yine dönmüşler, Tevrat’ı unutup Musa a.s.) yi dinlememişler ve böylece Allah'ın  azabını hak etmişlerdir. Bununla beraber, O nun fazl u rahmeti onlarla beraber olmuş ve ileride gönderilecek peygamber­lere ve kitaplara uyarak verdikleri söze dönmeleri ümidiyle onları mukaddes arza ulaştırmış ve hüsrana uğramaktan kurtarmıştır. Fakat yahudilerin inkar ve isyanlarının sonu gelmemiş, dünya menfeatlarına karşı duydukları aşırı derecedeki hırs, onları daima Allah'ın emirlerine karşı gelmeye sevketmıştır. İşte bunlardan birisi de şu âyetle hatırlatılmıştır: [74]

 

65. Cumartesi günü içinizden haddi aşanları

(n durumunu) şüphesiz bilirsiniz. Hani onlara «horlanan maymunlar olunuz» demiştik.

66. Böylece o hâdiseyi, hem önündekiler için,

hem ardındakiler için ibret verici bir ceza, (Allah'tan) sakınanlar için de bir öğüt kılmıştık.

 

65 Allah Ta'âlâ yahudllere, haftanın altı gününü iş günü olarak tahsis etmiş, yedinci Cumartesi gününü de, sadece din işleriyle uğraşmaları ve içlerinde dini şuuru sağlamlaştırıp dünya malına'karşı besledikleri hırsı kırmaları için mukaddes bir gün kılmıştı. Fakat onlar, bu günü de ticaret günü yapmışlar ve böylece haddi aşarak Allah'ın emrine karşı gelmişlerdi. Nitekim kıssası Araf sûresinin 163 üncü âyetinde de anlatıldığı gibi, yahu-dller Cumartesi gününün hürmetine saygı gösterdikleri zaman, bir sahil kasabasında, balıklar can korkusuna düşmeden su yüzüne çıkarlar, akın akın yanlarına kadar gelirlerdi. Fakat bu günün hürmetini ihlâl ettikleri ve haddi aştıkları zaman, sahilde tek bir balık görülmezdi. İşte bu hâdise, yahudîlerin verdikleri sözden nasıl döndüklerinin ve haddi aşarak Allah'a nasıl karşı geldiklerinin açık bir örneğidir. Tevrat bu hâdiseyi nakîetmemiş-tir. Bununla beraber yahudller arasında bilinen ve nakledilen bir hadise olduğu içindir ki, Allah Ta'âlâ kur'ân-ı Kerîm'de yahudîlere Cumartesi gününün hürmetini ihlâl ederek haddi aşan atalarının hallerini çok iyi bilmeleri gerektiğini hatırlatmış ve elim akıbetlerini onların gözleri önüne sermiştir. Bu elîm akıbet, âyet-i kerimede, haddi aşanların horlanan may­munlar haline dönmeleri şeklinde ifade edilmiştir. Maymun haline dönmek veya maymunlaşmak. Müfessirlerin çoğu, bunu, o insanların cisim ve şekil olarak maymun haline döndüklerini söyleyerek izah etmişlerse de, bu görüş kanaatımızca Allah'ın sünnetine aykırıdır. Zira Allah'a isyan edenler, her devirde çıkmıştır ve Allah Ta'âlâ'nın bunlar hakk..idaki sün­neti birdir. Bu sebeple, onların maymunlaşmış olmaları, yahut başka bir ifadeyle, sûretâ insan olsalar bile, akıl ve rûh yönünden dâima horlanan, alay edilen ve ciddiye alınmayan bir maymuna benzemeleri akla daha yakındır. Nitekim yine Araf sûresinin bu kıssayla ilgili 167 nci âyetinde, Allah'a karşı gelerek maymunlaşan ve artık ciddiyetlerini kaybeden yahu­dîlerin üzerine, kıyamet gününe kadar, kendilerine azâb edecek kimseler gönderileceği beyan edilmiştir ki bu beyan dahi, onların şekil yönünden değişmediklerini gösterir. [75]

 

66. İşte, Cumartesi gününün hürmetini ihlâl ederek haddi aşanların maymunlaşmak, veya hayvan derekesine düşmek suretiyle hak ettikleri bu ceza, hem o devirde yaşayıp hâdiseye şâhid olanlar için, hem de daha sonraki devirlerde yaşayıp ayrıt sapıklığı işleyenler için bir ibret, Allah'tan sakınanlar için de bir öğüt kılınmıştır. Tâ ki haddi aşanlar, akıllarını başla­rına alıp doğru yolu seçsinler; Allah'tan sakınanlar da, ayaklarını denk atıp sapıklığa düşmesinler.

Kur'ân-ı Kerîm, buraya kadar, yahudîiere hitap ederek, kendilerine ihsan edilen nimetleri, onların bu nimetler karşısındaki nankörlüklerini, Allah'ın emirlerine karşı gelip isyan etmelerini hatırlatmış, onları, sık sık, bu azgınlıktan vazgeçerek hak yola girmeye davet etmiştir. Fakat bunu takip eden âyetlerde, yukarıdan beri alışık olduğumuz usiüb değişmiş, onun yerini, insanı düşünmeye, sebebini araştırmaya ve neticesini öğrenmeye sevkeden Kur'ân-ı Kerlm'e hâs bir kıssa uslûbü almıştır. Bu âyetlerde de, yahudîlerden bahsedilmiş ve oniarın Mûsâ (a.s.) ya olan inançsızhklarıyle Allah'ın emrini savsaklamaları ve ondan kurtulma gayretleri anlatılmıştır; ancak, daha önceki âyetlerde olduğu gibi, yahudîiere hitap ederek değil, fakat dinleyenlere, üzerinde düşünüp ibret alacaktan bir kıssa olarak. Daha önceki âyetler, umumiyetle, Mekkî sûrelerde kıssaları anlatılan hâ­diselerden ibret alınması gereken birer hatırlatma ve ihtar örnekleri olduğu halde, bu âyetler, Kur'ân-ıKerîm'in başka bir sûresinde yer almayan ve bu sebeple içinde bulundukları Bakara sûresine adını veren bir kıssa hük­mündedir. Bu kısa açıklamadan sonra âyetlere tekrar dönelim ve ibret alınması için Bakara kıssasına kulak verelim: [76]

 

67. Mûsâ kavmine «Allah, size bir sığır kesmenizi emrediyor» dediğinde, onlar «sen, bizimle alay mı ediyorsun?» de­mişler; {Mûsâ da onlara) «câhiller gibi olmaktan Allah'a sığınırım» demişti.

68. (Musa'ya) «Rabb'ma bizim için duâ et de,

onun mahiyetini bize açıklasın» demiş­ler; o da, «(Rabb'ım) diyor ki: O ne çok yaşlı, ne de çok genç, fakat bunun ortası, dinç bir sığırdır. Emrolunduğunuz şeyi yapınız» demişti.

69. (Yine Musa'ya) «Rabb'ına bizim için duâ

et de, o sığırın rengini bize açıklasın»demişler; o da, «(Rabb'ım) diyor ki: O, bakanlara hoş gelen sapsarı bir sığırdır» demişti.

70.  «Rabb'ına bizim için duâ et de, onun mahiyetini bize açıklasın; zira sığırlar birbirine benziyor; fakat Allah dilerse, biz, (o sığırı) herhalde buluruz» demiş­lerdi,                                            j

71. (Mûsâ   da   onlara   şöyle)   demişti: «(Rabb'ım) diyor ki: O, ne boyundu­ruğa koşulup arazi sürmüş, ne de ekin sulamış bir sığır değil, kusurdan salim, lekesi olmayan bir sığırdır». Bunun üze­rine (Musa'ya) «işte şimdi gerçeği söyle­din» demişler ve sığırı kesmişlerdi; ne­redeyse bunu yapmıyacaklardı.

 

67 İşte, Bakara sûresine adını veren kıssayla ilgili âyetlerin meali budur. Bu mealden de anlaşıldığı gibi, Allah Ta'âlâ yahudîlere bir sığır (Bakara) kesmelerini emretmiş, fakat yahüdîler, o emri hemen yerine getirip bir sığır kesmeleri gerekirken, onu teblîğ eden Musa'ya yönelttikleri çeşitli soru­larla işi savsaklamaya, geciktirmeye ve kendilerini bu işten sıyırmaya çalışmışlardır. Sonunda sığırı kesmişlerdir; fakat onu kesinceye kadarki davranışlarıyle, sahip oldukları isyankâr tabiatı bütün açıklığıyle ortaya koymuşlardır. Bu isyankâr tabiat, daha iik âyette göze çarpmaktadır. Mûsâ (a.s.) onlara Allah'ın bir emrini teblîğ ettiği halde, onlar Mûsâ (a.s.) ya «sen bizimle alay mı ediyorsun?» sözüyle mukabele etmişlerdir. As­lında bu mukabele, emri teblîğ eden Mûsâ (a.s.) ya değil, Allah Ta'âlâ'ya-dır; çünkü emrin asıl sahibi O'dur ve Mûsâ (a.s.), emri onlara ileten bir elçidir. Bu bakımdan yahudîierin, Allah'ın bir emri karşısındaki bu davra­nışları, onların tıynetlerini ortaya koymak bakımından yeterlidir. Bununla beraber, bu mukabelenin doğrudan doğruya Mûsâ (a.s.) ya yapıldığı kabul edilse bile, onların Allah'ın bir peygamberine karşı takındıkları bu tavır, ona olan inançlarının derecesini göstermek bakımından da yeterlidir. Nitekim Mûsâ (a.s.), Allah'ın emri karşısında bu kadar ciddiyetten uzak bir zannın, ancak Allah ve Peygamber tanımayan câhillere âit olduğunu îman   etmiş ve «ben câhiller gibi olmaktan Allah'a sığınırım» demiştir. Ancak, bu îmayı anlamaktan çok uzak olan yahüdîler, müteakip âyetlerde de görüle­ceği gibi içlerinde Allah korkusundan ve peygamber sevgisinden yoksun bir duygu içinde, sanki kendi Rab'ları değil de, sadece Musa'nın Rabb'ıy-mış gibi «Rabb'ına bizim için duâ et» diyerek, alaylı, edeb ve erkândan uzak bir takım sorularla, kesmeleri emredilen sığırın mahiyetini öğrenme­ye, daha doğrusu öğrenmek bahanesiyle emrin ifasından kendilerini sı­yırmaya çalışmışlardırnAncak bu sıyrılma işinde yine de muvaffak olama­mışlardır. Çünkü oyalamak maksadıyla sordukları sorular, kendilerini, kesmeleri gereken sığırla birlikte o kadar dar bir çember içine sıkıştırmıştır ki, artık onu kesmekten başka çareleri kalmadığını anlamışlar, fakat bu çaresizliği alaylı bir dönüşle gizleyip «işte şimdi tarif ettiğin sığır belirdi; onu iyi anlattın» manâsında bir söz söyliyerek kendilerine kesmeleri emrolu-nan sığırı kesmişlerdir.

Özetleyerek açıklamaya çalıştığımız Bakara kıssası, yukarıda da işa­ret ettiğimiz gibi, insanları düşünmeye, sebebini araştırmaya ve neticesini bulmaya sevkeden bir uslûbla gelmiştir. Buna göre, ilk akla gelen soru, herhalde, kesilmesi emrolunan hayvanın, meselâ bir koyun veya koç olmayıp da, özellikle bir sığır olmasının sebebiyle ilgilidir: Allah Ta'âlâ, onlara, neden bir sığır kesmelerini emretmiştir?

Mukaddes topraklara yerleşmek üzere Mısır'dan çıkan, îmanla küfür arasında bocalayan, Allah'ın akıllarına durgunluk veren âyet ve delillerini görünce îmana yönelen, fakat bu âyet ve delillerin tesiri ortadan kalkınca yeniden küfre dalan yahudîlerin, içinde bulundukları bu kararsız hali ve Mısırlıların üzerlerindeki tesirlerini gözönünde bulundurmaksızın bu so­ruyu cevaplandırmak mümkün değildir. Bilinen bir husustur ki, Mısır'da sığır, bugün tıpkı Hindistan'da olduğu gibi,mukaddes bir hayvan telâkki ediliyor ve Mısır'lıların mabûdlanndan biri olarak yüksek itibar görüyordu. Kesilip eti yenmiyor, çifte koşulup toprak sürmüyor, araba çekmiyordu. Dört asırdan fazla Mısır'da kalan yahudîler de, Mısırlıların bu inancını benimsemişler ve sığır hakkındaki duygularını onlarla paylaşmışlardı. Bu sebeple yahudîlerin, Allah'tan başka şeyleri tanrı edinmeye karşı bir eği­limleri vardı. Nitekim Araf sûresinin 138 ince âyetinde de açıklandığıgibi, Mısır'dan çıktıktan sonra, puta tapan bir kavme Özenerek Mûsâ (a.s.) ya' «sen de bize böyle bir tanrı yap» demeleri, bu eğüimin tabiî bir neticesiydi. Fakat daha önemlisi, onların Mûsâ (a.s.) nın kırk günlük yokluğundan faydalanarak bir buzağıyı tanrı edinmeleriydi ki, bu,Mısır'da kazandıkları tanrı sığır inancının tipik bir örneğini teşkil eder. Halbuki başlarında bulu­nan Peygamber, bütün kâinatın bir tek yaratıcısı ve bir tek ilâhı olan Allah Ta'âlâ'nın Peygamberiydi ve onları yalnız bu ilâha inanmaya davet ediyor, hepsinin tevhld inancında birleşmesini istiyordu. Bu birleşmenin ilk adımı ise, kalplerinde taht kurmuş olan putların kırılıp atılması olacaktı. İşte,

yahudîlerin, bu ilk adımı atmalarını sağlamak maksadıyle, Allah Ta'âlâ onlara, saygı duydukları ve bir tanrı gibi itibar ettikleri sığırı kesmelerini emrediyordu. Bu emir,yukarıdaki âyetlerde de görüldüğü gibi, yahudîler üzerinde önce bir şaşkınlık yaratmış ve Mûsâ (a.s.) ya «sen bizimle alay mı ediyorsun?» demişler; sonda işin ciddiyetini anlayarak onu savsaklamaya ve çeşitli sorularla geciktirmeye çalışmışlardır. Ancak bu sorular, onları, dâima çıkmaz bir sokağa sürüklemiş ve nihayet orta yaşlı, çevik, rengi güzel sarı, hiç boyunduruğa koşulmamış ve toprak sürmemiş vasıflarıyle, kendilerince tanrı olmaya tam lâyık bir sığır kesilmesinin emredildiğini anlayınca, direnme güçlerini kaybetmişler ve sığırı kesmişlerdir.

Okuyanların ve dinleyenlerin, üzerinde durarak ibret almaları gere­ken Bakara kıssasının zikrinden sonra, daha önceki âyetlerde de olduğu gibi, yahudîlere hitapla yeni bir hâdise hatırlatılmış ve bu hâdiseyle, öldük­ten sonra tekrar dirilmeye ve mutlaka gerçekleşecek olan hesap gününe işaret edilerek, artık akıllarını başlarına almaları, onlara tekrar ihtar edil­miştir. Ancak, tıynetleri gerçekten bozulmuş olan bu kavim, aklını başına alacak ve doğru yola girecek midir? Allah Ta'âlâ şehadet ediyor ki, hayır. Kalpleri taş gibi katılaşmış olan bu kavmin doğru yola girmesi mümkün değildir: [77]

 

72. Hani birisini öldürmüştünüz de, suçu biribirinizin üzerine atmıştınız. Oysa Allah, gizlemiş olduğunuz şeyleri ortaya çıkaracaktı.

73. (Bunun üzerine;) «Öldürdüğünüz kimse-

ye, onun bir parçasıyle vurun» demiştik. îşte Allah, belki aklınızı başınıza alırsı­nız diye, Ölülere böyle hayat verir ve size âyetlerini gösterir.

74.Fakat bundan sonra kalpleriniz taş gibi, yahut (taştan) daha sert ber şekilde tek­rar katılaşmıştı; halbuki içinden nehirler  fışkıran, yarılıp sular çıkan, Allah korkusundan yuvarlanıp düşen ne taşlar vardır! Allah yaptıklarınızdan gafil de­ğildir,

 

72 Yahudilere hatırlatılan yeni bir hâdiseİçlerinden birisi öldürülmüştür; ancak katil meçhul olduğu için, yahudîler biribirlerinden şüphe etmekte ve herkes suçu birbirine yüklemeye çalışmaktadır. Hâdisenin cereyan ettiği devir açıklanmamıştır. O sıralarda Mûsâ (a.s.) nın hayatta bulunup bulun­madığı bilinmemektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de veya Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen hadisler arasında açıklayıcı başka bir nass da bulunmadığı İçin bunu tesbit etmek mümkün değildir. Bu sebeple, zamanın tayinini bir tarafa bırakarak, öldürme hadisesiyle ilgili ilk iki âyetin anlaşılan manâsını açıklamaya çalışalım: [78]

 

73. Yahudller arasında bir adam öldürülmüş, fakat katili tesbit edileme­miştir. Bu sebepje herkes biribirinden şüphe etmeye ve öldürme suçunu biribiri üzerine yüklemeye başlamıştır. Fakat insanların gizledikleri her şeyi bilen ve dilediği zaman onları açığa çıkaran Allah Ta'âlâ, katilin bulunmasını sağlamak maksadıyle ve muhtemelen bir Peygamberi vâsı-tasıyle veya ilham yoluyla, onlara, öldürülen adamın bir parçasını, veya bir uzvunu yine o adamın cesedine vurmalarını emretmiştir. Bundan sonra olan hâdise açıklanmamış olsa bile, siyaktan anlaşıldığına göre, bu emir yerine getirilmiş ve ölü dirilerek kendisini öldüren katili haber vermiştir. Ancak bu hâdisede ve hâdisenin yahudllere hatırlatmışında ibret alınması gereken ağırlık noktası, katilin bulunması olmadığı ve bulunup bulunma­masının insanlara ibret olması yönünden hiçbir değeri bulunmadığı için âyet-i kerlme'de buna işraet edilmemiş, fakat hâdisenin asıl ibret alınması gereken yönü üzerinde durularak ve «aklınızı başınıza alasaniz» sözüyle de teyld edilerek, öldükten sonra dirilmenin bir örneği gözler önüne seril­miştir. Öldükten sonra dirilme ve bunun arkasından gelen hesaba çekil­me, bütün Peygamberlerin, kavimlerine tebliğ ettikleri ve mutlaka inanma­larını istedikleri bir esastır; aynı zamanda insanın, yeryüzünde var oluşu­nun sebep ve neticesidir. Eğer öldükten sonra dirilme, sonra da hesaba ?ekilme olmasaydı, insanın mükellef kılınması ne kadar abes olurdu.

Allah Ta'âlâ bir mucize olarak, yahudîlerin gözleri önünde b'lü bir adamı diriltmiş ve bunu, akıllarını başlarına almaları ve bir gün hesaba çekileceklerini unutmamaları için kıyamet gününün açık bir delili kılmıştır.

Öldürme hadisesiyle ilgili iki âyetin özet olarak açıklaması budur. Ancak burada, bütün tefsir kitaplarının ittifakla ele aldıkları ve çok farklı bir görüşle açıklamaya çalıştıkları bir konuya işaret etmek gerekir. Bu konu, öldürülen adamın dirilmesine sebep olan vurma hadisesiyle ilgilidir. Açık­layıcı başka bir âyet, yahut Hazret-i Peygamber'den gelen herhangi bir ivayet bulunmadığı halde, bütün müfessirler, öldürme hadisesiyle, daha önce anlatılan Bakara kıssası arasanda bir irtibat kurmuşlar ve öldürülen adama, kesilen sığırın bir uzvuyle vurulduğunu ileri sürmüşlerdir. Böyle bir iddianın sebebi de, âyet-i kerîmenin fe-kulnâ'dübûhu bi-ba'dıhâ ibaresindeki hâ! zamirinin, Bakara kıssasında kesilmesi emrolunan bakara (sığır) ya atfedilmesidir. Halbuki bu zamiri, diğer bir kıssadaki isme atfetmek yerine, bu zamirin yer aldığı âyet-i kerîmede geçen ve iz kateltum nefsen İbaresindeki nefs kelimesine matuf kılmak akla daha yakındır. Nitekim aynı âyetin fe'ddâre'tum fîhâ ibaresindeki hâ zamiri de nefs'e matuftur. Müfessirler, bir zamir dolayısıyle, iki kıssa arasında bir münasebet kurun­ca, sığır kesmek huşunda vârid olan emrin sebebini de, öldürme hâdise­sinde bulmuşlar ve öldürülen adamın dirilmesi ve dolayısıyla kıyamet günü yeniden dirilmeye delil olması için, bir uzuv ile vurulmak üzere, Allah Ta'âlâ'nın bir sığır kesilmesini emrettiğini iler sürmüşlerdir. Ancak bu açıklama, ortaya başka bir müşkil çıkarmıştır:Sığır kesilmesiyle ilgili emrin, bu emre sebep teşkil eden öldürme hâdisesinden önce zikredilmesi, yani müsebbebin sebebe takdim edilmesi. Müfessirler, bu müşkili de, Kur'an-ı Kerîm'de zaman zaman görülen takdim ve tehirle izah etmişler ve bunun caiz olduğunu söylemişlerdir.

Kanaatımızca, âyetlerin tefsirinde böyle bir zorlamaya gerek yoktur. Sığır kesilmesiyle ilgili emrin vürûdû, daha öncede açıkladığımız gibi, yahudîîerin, sığın mukaddes sayan inançlarını kırmak içindir ve öldürme hadisesiyle sebep ve netice yönünden bîr irtibatı yoktur. Nitekim yahudl­lere yöneltilen ilk hitaptan itibaren, onlara hatırlatılan her nimet âyeti, dâima ve iz lafzıyle başlamıştır ve bu âyetlerin her biri, ayrı ayrı hâdiselere delâlet etmektedir. Bakara kıssasıyie, arkasından gelen öldürme hâdise­sini anlatan âyetler de keza ve iz lafzıyle başlamıştır ve her ikisi de, ayrı ayrı hâdiselerdir. [79]

 

74 Netice itibariyle yahudller, Mısır'dan çıkıp mukaddes arza gelinceye kadar, sayısız mucizelerle karşılaşmışlar, akıllarına gelmedik bir çok ni­metlere kavuşmuşlardır. Son defa bir ölünün nasil dirilip tekrar hayata döndüğünü kendi gözleriyle görmüşlerdir. Bu kadar açık ve kesin deliller karşısında, artık kıyamet gününe ve bu günün bir de hesap günü getirece­ğine inanmaları gerekirdi. Bu inançla kalpleri yumuşamalı ve küfrün değil İmanın, isyanın değii itaatin, bâtılın değil hakkın barınağı olmalıydı. Fakat heyhat! Bu delillerden, reddi mümkün olmayan bu hüccetlerden sonra, kalpleri yine katılaşmış ve taştan daha sert bir madde haline gelmiştir. Çünkü taş, ne kadar sert olursa olsun, kendilerinin de çok iyi bildiği gibi, bazısı göz göz olup içinden sular akıtır; bazısı nehirler fışkırtır; bazısı da, Allah korkusuyla bulunduğu yerden kopup yuvarlanır. Yahudilerin kalple­rinde ise, bunlardan herhangi birine denk, hayırlı hiçbir hareket görülmez: Ne iman sızıntısı vardır, ne de Allah korkusundan coşup taşmak. Fakat ne olursa olsun, bunun akıbetini elbette göreceklerdir; Ailah, elbette onların yaptıklarından gafil değildir.

Kur'ân-ı Kerîm, yahidîlsrin bu değişmez vasıflarını, yukarıdan beri dâima kendilerine hitap ederek ortaya koyduktan sonra, şimdi müslüman-lara dönüyor ve geçmişlerini tanıttığı o azgın kavme dikkatlarını çekerek şöyle buyuruyor: [80]

 

75. (Ey müslümanlar! Şimdi siz), onların size inanacaklarım mı umuyorsunuz? Hal­buki onlardan bir gurup, Allah'ın kelâ­mını dinlerlerdi de, sonra akıllan erdiği halde, onu bile bile tahrif ederlerdi.

76. iman  edenlerle  karşılaştıkları  zaman, «îman ettik» derler; fakat biribirleriyle yalnız kalınca (bir kısmı diğerlerine), «Allah'ın size (Tevrat'ta) açıkladığı şeyi Rabbınız katında size karşı hucet olarak kullansınlar diye mi onlara anlatıyorsu­nuz; buna hiç aklınız ermiyor mu?» der­ler.

77.  Oysa, onların gizlediklerini de , açığa vurduklarını da Allah'ın bildiğini bilmi­yorlar mı?

78. İçlerinden bir kısmı ümmîdir; Kitabı bilmezler; bildikleri sadece bir takım ku­runtulardır ve (bunlara istinaden) sa­dece zanda bulunurlar.

79.  Yazıklar olsun, elleriyle kitabı yazıp da, sonra onu yok pahasına satabilmek için «bu Allah'ın kalındandır» diyenle­re; Yazıklar olsun, elleriyle yazdıkların­dan dolayı onlara ve yazıklar olsun, böyle kazandıklarından dolayı onlara.

80. Demişlerdi ki: «Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmayacaktır». (Ey Mu­hammedi Sen de onlara) de ki: «Siz, Allah katından bir söz mü elde ettiniz?-Zira Allah, asla sözünden dön­mez* Yoksa Allah'a karşı bilemiyeceği-niz bir şey mi söylüyorsunuz?»

81. Hayır, (öyle değil)! Kim, bir günah kazanır ve suçu çepeçevre kendisini kuşatır­sa, işte böyleleri Cehennem ehlidir; onlar orada ebedî kalacaklardır.

82. İman edenler ve iyi işler yapanlar ise, bunlar da Cennet ehlidir ve orada ebedî kalacaklardır.

 

Görüldüğü gibi, yukarıdaki âyetlerde, müslümaniara hitap edilmiş ve yine yahudîlerden bahsediise bile, artık Medine'de müslümanların karşı­sında bulunan ve Hazret-i Peygamber'e ve dolayısıyle ona indirilen Kur'ân-ı Kerîm'e inanmaları beklenen zamanın yahudîieri eie alınmıştır. Ancak, anlaşılıyor ki, bu yahudîler de, daha Önce tıynetleri ve karakterleri bütün açıklığıyle gözler önüne seriten atalarından farklı değillerdir. Bunlar da eskileri gibi Allah'ın âyetlerini tahrif ediyorlar; kendi kitaplarında oku­dukları bir takım uydurmacaları bilir görünseler bile, asıl bilip açığa vurma­ları gereken bazı esasları yine gizlemekten vazgeçemiyorlar. Demek ki bunlar, inkâr isyan ve küfür olarak atalarından ne öğrenmişlerse onu sürdürüp geliyorlar, Öyleyse başından beri kalplerindeîmans hiç sindire-memiş olan bu insanların, şimdi İslâm'a girmeleri mümkün mü? Kendi içlerinden çıkmış Peygamberlere sırt çeviren, hattâ bazılarını öldüren bu kavmin çocukları, küçük gördükleri ve küçültmek için dâima fırsat kolladı-karı başka bir kavmin içinden çıkan Hazret-i Peygamber'e inanırlar mı? İşte, yukarıdaki âyetlerde bu istifham ile müslümaniara hitap ediliyor ve deniliyor ki: [81]

 

75. (Ey Müslümanlar! Şimdi siz), onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz,? Hal­buki onlardan bir gurup, Allah'ın kelâ­mını dinlerlerdi de, sonra akıllan erdiği halde, onu bile bile tahrif ederlerdi.

 

75 Yahudiler, mensup oldukları dîn itibariyle tevhld ehlindendiler; yani Allah'ın birliğine inanıyorlardı, kendilerine bir çok peygamber gönderilmiş olması dolayısıyîe de, hem peygamberlere, hem de onlara gelen vahye ve vahiy mahsûlü olan kitaba inanıyorlardı. Yahut, hiç olmazsa, başta Hazret-i Peygamber olmak üzere, bütün müslümanSar, onların bu inanç­lara sahip olduklarını veya sahip olmaları gerektiğini düşünüyorlardı. Bu düşünce sebebiyle, onlara, İslâm'a girmeleri için açık bir davet vukubul-duğu zaman, onların bu davete hemen icabet edeceklerini umuyorlar, hattâ umuttan da kuvvetli bir inanç besliyorlardı. Bu inançla onlara karşı bir

yakınlık duyuyorlar, içlerinden dostlar ve sırdaşlar ediniyorlardı. Nitekim daha sonraları, bu çeşit dostlukların, Hazret-i Peygamber'e gelen bir vahiyle yasaklandığı görülecektir (am imrân sûresi, ne).

Ne var ki, Kur'ân-ı Kerîm, müslümaniara, yuhudlîer hakkında besle­dikleri bu umudun boşuna olduğunu hatırlatmış ve «onların size inanacak­larını mı umuyorsunuz?» diyerek bu boş umuttan vazgeçmelerini istemiş­tir. Aslında bu hitap Hazret-i Peygarnber'edir ve «onların sana Peygamber olarak inanacaklarından boşuna umutlanma» manâsındadır. Ancak bu umutta, diğer müsiümanların da, Hazret-i Peygamber'e iştirak etmeleri dolayısıyle hitap hepsine birden gelmiştir.                                           

Kur'ân-ı Kerim'in, yahudllerin İman etmeleri ve İslâm'a girmeleri hususunda beslenen bu umudu reddetmesi, onlardan bir gurubun, bizzat kendi kulaKlarıyie işitip dinledikleri Allah kelâmını, akıllan da erdiği halde, kasden tahrif etmeleri deliline dayanır. Bazı müfessirler, herhangi bir nassa istinad etmeksizin, Allah kelâmını tahrif eden bu gurubun, Allah Ta'âlâ'nın Tûr'da, Mûsâ (a.s.) ile konuştuğu sırada, dağın eteğinde bulu­nan ve Allah'ın sözlerini işiten seçilmiş yetmiş kişi olduğu görüşüne yer verirler. Ancak Allah Ta'âlâ'nın kelâmını işitmek, yalnız peygamberlere hâs bir özellik olması ve başkalarının Allah Ta'âlâ'yı işitmede onlara iştirak etmelerinin mümkün olmaması dolayısıyle, bu görüşe katılmak pek kolay görülmemektedir. Bununla beraber, Allah'ın kelâmını tahrif edenler, eğer Mûsâ (a.s.) devrinin yahudîleriyseler, bunlar, herhalde Musa'nın Tev­rat'tan kendilerine okuduğu Allah kelâmını değiştirmiş olacaklardır. Nite­kim yukarılarda, hahamların, Hazret-i Peygamberin sıfatlanyle ilgili Tev­rat metinlerini nasıl tahrif ettiklerinden söz etmiştik.

Allah'ın kelâmını tahrif edenlerin, yahudllerin ileri gelen din adamları ve hahamlar olduğu, bu âyet-i kerimeden de anlaşılmaktadır. Çünkü Tevrat'ı okudukları veya dinledikleri zaman, onu en iyi anlamak duru­munda olanlar, bu din adamlarıdır ve âyet-i kerimedeki «akılları erdiği halde» ibaresi de buna delâlet eder. Nitekim 78 inci âyette, bunlara karşılık, halktan olan ve okuma yazma bilmeyen (ümml) kimselerin Tev­rat'ı da bilmediklerine işaret edilmiş ve bunların bütün bilgilerinin, haham­lar tarafından kendilerine aktarılan tahrif edilmiş yalan yanlış şeyler olduğu belirtilmiştir.

İşte, yahudîler ve onların dîn adamları, Allah'ın kelâmını bile bile ve kasıtlı olarak tahrif edip dururken ve diğer yahudîlerin bilgileri de, bu tahrif edilmiş yanlış zanlardan ve kuruntulardan ibaretken, onların İslâm'a gir­melerini, Hazret-i Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerim'e inanmalarını ummak ne kadar yanlış olur. Öyleyse ey müsiümanlar, gerçekleşmesi mümkün

olmayacak bu umuttan vazgeçin. Onların ataları, kendi peygamberlerine bile inanmamışlardır. Bunlar atalarından farklı değiller ki. Eğer bunları daha iyi tanımak ve haklarında beslediğiniz umudun boşuna olduğunu anlamak isterseniz, işte onların sıfatlarından bir örnek: [82]

 

76-İman edenlerle karşılaştıkları zaman, «îman ettik» derler; fakat biribirleriyle yalnız kalınca, (bir kısmı diğerlerine) «Allah'ın size (Tevrat'ta) açıkladığı şeyi Rabbınız katında size karşı hüccet ola­rak kullansınlar diye mi onlara anlatı­yorsunuz;   buna  hiç  aklınız  ermiyor mu?» derler.

77. Oysa, onların gizlediklerini de, açığa vurduklarını da Allah'ın bildiğini bilmiyor­lar mı?

 

76-Müslümanların Medine'ye hicret etmelerinden ve İslâm'ın bazı Arap kabilelerinin gönüllerinde taht kurmasından sonra, bilhassa yahudîler, büyük bir korku ve şaşkınlık içine düşmüşlerdi. Hahamları her ne kadar Tevrat metinlerini tahrif ederek İsmail (a.s.) soyundan geleceği bildirilen son Peygamberin sıfatlarını gizlemeye çalışıyorlarsa da, yahudîlerin çoğu bunun farkındaydılar ve bu Peygamberin geleceği günü bekliyorlardı. İşte şimdi bu Peygamber gelmişti ve yahudlleri de İslâm'a davet ediyordu. Hem de yahudîlerin geçmişlerinden haber vererek.. Ancak yahudlier, ona inanıp inanmamak hususunda mütereddit idiler: Eğer inanır ve yeni dîne girerlerse, İslâm'ın zannedildiği gibi yayılmaması ve başarıya ulaşmaması halinde, tekrar eski dinlerine dönseler bile, eski itibarlarını kazanamazlar, pek çok menfeatı da yitirmiş olurlardı. Bu düşünceyle yeni dîne girmese-ler,   onun başarıya ulaşması ve her tarafa yayılması halinde, kendileri, müslümanların gölgesinde yine zelil bir hayata mahkûm olarak yaşamak zorunda kalırlar ve menfeatları yine heba olup giderdi.

 

77- İşte, yahudlier, sadece bu menfaat endişesiyle müslümanlara yakla­şıyorlar, hattâ bazıları da, inanmadıkları, İman etmedikleri halde «inandık, îman ettik» diyorlardı. Maksatları, hem yuhudllikten ayrılmıyarak kendi cemaatlarını memnun etmek, hem de müslümanlara îman etmiş görün­mekti. Ancak, diğer yahudîler, münafıklık eden bu yahudllere çatıyorlar ve onları, Hazret-i Peygamber'in sıfatları hakkında ve diğer bazı meseleler hakkında Tevrat'ta yer alan hükümleri müslümanlara haber vermekle ve sırlarını onlara aktarmakla itham ediyorlar, «bu kadarcık şeye de mi aklınız ermiyor?» diyerek onları azarlıyorlardı. Düşünmüyorlardı ki, Kur'ân-ı Ke-rlm'de her ne söylenmişse, hepsi de Allah Kelâmıdır ve Hazret-i Peygam-ber'e Allah Ta'âlâ tarafından bildirilmiştir. Denilebilir ki onlar, Kur'ân'da her ne varsa, hepsinin Allah tarafından Hazret-i Peygamber'e vahyedildi-ğine inanmıyorlardı. Fakat onların geçmişlerini ve geleceklerini, isyanla­rını ve inkârlarını, Tevrat'tan neleri tahrif edip gizlediklerini Allah Ta'âlâ bilmiyor mu? Allah Ta'âlâ'nın her şeyi bildiğini onlar bilmiyorlar mı? Eğer onlar bunu biliyor ve Allah'ın ilminin her şeyi ihata ettiğine gerçekten inanıyorlarsa, İman ettiklerini söyleyip de, kalplerinde küfrü gizlediklerini Allah'ın bilmesinden nasıl şüphe ederler? Onların kâfirleri de, münafıkları da, âlimleri de câhilleri de, dünyada ve âhırette, bu küfürleri sebebiyle hak ettikleri akıbete elbette kavuşacaklar ve cezalarını çekeceklerdir. Câhille­rinin zaten kitaptan haberleri yoktur ve bir takım hurafelerle kendilerini kandırmaya çalışmaktadırlar. Bunu da aşağıda göreceğiz: [83]

 

78. İçlerinden bir kısmı ümmîdir; kitabı bil­mezler; bildikleri, sadece, bir takım kuruntulardır ve (bunlara istinaden) sadece zanda bulunurlar,

 

78 Bu âyet-i Kerîmeyle, yahudîlerin ikinci bir gurubuna, ümml olanlara, yani okuma yazma bilmeyenlere, yahut Tevrat'ı okusalar bile, içindekileri anlamaktan âciz olanlara işaret edilmiştir. Daha önceki âyetlerde ise, yahudl ileri gelenlerinden, yahut dîn adamlarından veya hahamlarından söz edilmiş ve onların Tevrat'ı nasıl tahrif ettikleri ve bilhassa Hazret-i Peygamber'in sıfatlarını nasıl gizlemeye çalıştıkları belirtilmişti.

Tevrat'ı bilmeyenler, okusalar bile, onu anlamaktan ve hükümleriyle amel etmekten âciz olanlar, Cum'a sûresinin beşinci âyetinde de işaret edildiği gibi, cilt cilt kitaplar taşıyıp da, onların ne olduğunu bilmeyen eşekler gibidirler, Halbuki insanın ümml olması, veya okuma yazma bil­memesi, kendisi için bir mazeret teşkil etmiyeceği gibi, itikadl konularda bilmesi gereken bir takım meselelere câhil olmasını da gerektirmez..Çünkü böyle kimselerin, bilen ve güvenilir olan kimselere başvurarak, sahih olan ve delile dayanan bilgileri onlardan almaları kaçınılmaz bir görevdir. Halbuki yahudîler ve bilhassa câhil olanları, işin asılını araştırmak yerine, hahamlarının yalan yanlış kafalarına soktukları gerçekleş­mesi mümkün olmayan akıl dışı hayallerin peşine düşüyorlar, onlarla yatıp onlarla kalkıyor ve yalnız onlarla avunuyorlardı. Çünkü hahamların Tev­rat'tan tahrif edip «bunlar Allah katındandır» diyerek câhillerin kafalarına soktukları şeyler, yahudîlerin öteden beri peşinde koştukları hayallerin aynısıydı. Bu sebeple, hem doğruyu araştırmayıp hahamların yalanlarına tâbi oldukları için câhil yahudller, hem de onların cehaletini istismar ede­rek tahrif ettikleri Tevrat metinleriyle onları dalâlete sevkettikleri için ha­hamlar kötülenmeye lâyıktırlar. Fakat hahamların kötülenmesi, herhalde diğerlerine nisbetie çok daha şiddetli olacaktır; çünkü halkı bu yola sevke-denlerin başında asıl onlar vardır. Bu sebepledir ki, Aliah Ta'âlâ bilhassa onları, yahudîlerin âlimleri geçinen bu sahtekârları kasdederek şöyle bu­yurmuştur: [84]

 

79. Yazıklar olsun, elleriyle kitabı yazıp da, sonra onu yok pahasına satabilmek için «bu, Allah kalındandır» diyenlere; ya­zıklar olsun, elleriyle yazdıklarından dolayı onlara ve yazıklar olsun, böyle kazandıklarından dolayı onlara.

 

79' Evet, yazıklar olsun! Câhillerin cehaletini istismar ederek, daha çok mai, daha çok para ve daha çok şân, şöhret ve menfeat temini için Allah'ın kitabını yazan, yazarken îahrîf eden ve hakkı gizleyip bâtılı «işte bu Aliah katından gelmiştir» diyerek onlara telkin eden ve böylece Ailah kelâmını beş para etmiyen dünya menfeatına satanlara yazıklar olsun. Hem de, bizzat kendi elleriyle yazdıkları ve bunu da, sırf kazanacaklarını umdukları önemsiz dünya menfeatına mukabil yaptıkları için, onlara yazıklar olsun. Kendi haris emellerine âlet ederek halkı doğru yoldan uzaklaştıran bu sahtekârların akıbeti ne feci olacaktır! Fakat bu akılsızlar, yaptıkları sahte­kârlığın büyüklüğünü yine de anlamış olacaklardır ki, kendileri için ceza takdirine kalkışmışlar ve sanki Allah'tan söz almış gibi. [85]

 

80. Demişlerdi ki: «Sayılı günler dışında, bize asla ateş dokunmıyacaktır». (Ey Mu­hammedi Sen de onlara) de ki: «Siz, Allah katından bir söz mü elde ettiniz zira Allah, asla sözünden dönmez*? Yoksa Allah'a karşı bilemiyeceğiniz b\r şey mi söylüyorsunuz?»                     

81. Hayır, (öyle değil)! Kim, bir günah kazanır ve suçu çepeçevre kendisini kuşatır­sa, işte böyleleri Cehennem ehlidir; onlar, orada ebedî kalacaklardır,      

82.  İman edenler ve iyi işler yapanlar isle, bunlar da, Cennet ehlidir ve orada ebeıçtî , kalacaklardır.

 

80 Yahudilerin «sayılı günler dışında, bize asla ateş dokunmıyacaktır», yani «biz, Cehennemde ancak sayılı bir kaç gün kalacağız» demiş olmala­rında, herhalde bir dayanakları olmak gerekir. Bu sözü neye istinaden söylemişlerdir? Bu hususta Allah'tan aldıkları bir söz vardır da, Allah onlara «ben sizi Cehennem'de, sadece bir kaç gün yakarım» mı demiştir? Eğer böyle bir söz almışlarsa -ki Allah verdiği sözden asla dönmez-, bu sözü hangi peygamberleri vâsıtasıyle elde etmişler ve hangi davranışla­rına karşılık almışlardır? Bu sözü, Aüah'ın şeriatına kusursuz bir ihlâsla tâbi olmanın ve peygamberlerine tam bir itikadia iman etmenin, veya Allah'a olan ahidlerinde sâdık kalmanın bir semeresi olarak mı ele geçir­mişlerdir? Yoksa onlar, sadece boş gururlarının, yahut içlerini dolduran bir takım kuruntuların neticesi olarak, bilmedikleri bir meselede Allah'a iftiramı ediyorlar?

Görüldüğü gibi, yahudîierin «biz, Cehennem'de sadece sayılı bir kaç gün yanarız» derken istinad etmiş olmaları gereken başlıca İki dayanak vardır: Ya Allah'tan bu hususta bir söz almışlardınjyahutta bilemiyecekleri bir konuda kesin konuşmuşlar ve böylece Allah'a iftira etmişlerdir. Birinci dayanağa istinad etmiş, yani Allah'tan herhangi bir söz almış olmaları mümkün değildir; çünkü ellerinde her gün okuyup durdukları kendi kitap­ları bile, onların azgınlıklarını, küfür ve isyanlarını anlatan kıssalarla doiu-dur. Allah'a karşı gelmek, şeriatını çiğneyerek haddi tecavüz etmek, Al­lah'a verdikleri sözlerden her seferinde dönmek, peygamberlerinden ki­mini yalanlayıp kimini öldürmek gibi çeşitli küfür hareketleri, onların baş­lıca Özellikleri olmuştur. Bu özellikleri ortaya koyması bakımından Tev­rat'la Kur'ân arasında tam bir mutabakat vardır. Ha! böyleyken, Allah Ta'âlâ'nın onları Cehennem'de sadece sayılı bir kaç gün yakacağı husu­sunda söz vermiş olması düşünülemez. Bu, Allah'ın bizzat kendi kanunla­rına, kıyamet gününün hikmet-i vücûduna, hesaba, mîzana aykırıdır. Bu,

Allah'ın «zerre miktarı da olsa hayır işleyen, onun karşılığını görecek; zerre miktarı da olsa şerr işleyen, onun cezasını çekecek» hükmüyle tezahür eden. şaşmaz adaletini hiçe sayan cüretkâr bir düşünceden başka bir şey değildir. O halde, yahudîlerin, Allah'tan söz almış olmaları yalandır; bilme­dikleri bir konuda, gururla, kibirle ve inadla Allah'a atılmış bir iftiradır. Hahamların, yahudî ileri gelenlerinin, câhilleri uyutmak ve kendi menfeat-larını korumak için ortaya attıkları bir düzmecedir. Gûyâ Mûsâ (a.s.) nın kırk gün süreyle Allah'a mülâkî olmak için aralarından ayrılmasını fırsat bilip buzağıyı tanrı edinmelerinin cezası olarak, sadece kırk gün Cehen-nem'de kalacaklarmış.. Yahut, dünyanın yaşı yedi bin seneymiş; her bin sene, âhıretin bir senesine müâdilmiş ve yahudîler, her sene için bir gün olmak üzere Cehennem'de sadece yedi gün yanacaklarmış. Yahudiler, hahamların kendilerine telkîn ettikleri bu çeşit düzmecelerle ve kuruntu­larla uyutularak hak yoldan saptırılmışlar ve cürüm üstüne cürüm işlemiş­lerdir. [86]

 

81  Fakat, hayır! Gerçek, bu kuruntulardan ve bu kuruntulara müstenid yanlış zanlardan çok farklıdır. Tarihleri boyunca Allah'a küfretmiş, pey­gamberlerine karşı gelmiş ve hattâ zaman zaman onları öldürmüş, şeriat­larını çiğnemiş olan bu milletin günahları, kendilerini çepeçevre kuşatmış­tır. Böyleleri, Cehennemin dâimîehlindedirler; orada daimî kalacaklardır. Kâfirlerin akıbeti, ne yedi, ne de kırk günlük bir ateş değil, ebediyyen kalacak oldukları Cehennem'e odunluk veya yakıtlık etmektir. [87]

 

82    Halbuki îman edenler ve iyi işlerde bulunanlar böyle midir? Cennet sadece onların hakkıdır. Cennet'in ebedî ehli olmak ve orada ebedî kal­mak, sadece mü'minlere aittir. Onun için kâfirler, üç beş gün Cehen­nem'de kaldıktan sonra Cennet'e girmekten ve mü'minlerle eşit seviyeye gelmekten hiç umutlanmasınlar. Böyle umudun boş hayalden farkı yoktur ve küfürde İsrar etmelerini temînden başka kendilerine hiçbir fayda sağ­lamaz.

Allah Ta'âlâ, yahudîlere ihsan ettiği nimetleri hatırlattıktan, bu nimet­lere karşılık, onların isyan ve inkârlarını gözler önüne serip, böylece tıyneti bozuk bu kavmin, Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a inan­malarının boş bir umuttan ibaret olduğunu delilleriyle ortaya koyduktan sonra, bütün peygamberlerin teblîğinde ittifak ettikleri bir takım emir ve nehiylere uymak hususunda yahudîlerden alınan söze tekrar işaretle, onların davranışlarını anlatmaya devam etmiş ve şöyle buyurmuştur: [88]

 

83. Hani İsrail oğullarından, sizin Allah'tan başkasına ibadet etmiyeceğinize, anaya babaya, bir de akrabaya, yetimlere ve miskinlere iyilik edeceğinize dâir güve­nilir söz almıştık. İnsanlara iyi (söz) söy­leyin; namazı dosdoğru kılıp zekâtı verin. (Fakat) sonra siz, içinizden çok azı müstesna, (bu sözden) döndünüz; halâ da yüz çevirip duruyorsunuz.

84.  Keza sizden (birbirinizin) kanlarını dökmiyeceğinize, (birbirinizi) yurdunuzdan çıkarmıyacağınıza dâir kesin söz almış­tık. Sonra, siz de buna şehadet edip ik­rarda bulunmuştunuz.

85.  Ve buna rağmen, işte siz, birbirinizi öldürüyor ve içinizden bir zümreyi yurtla­rından çıkarıyorsunuz; onların aleyhin­de, günahla ve düşmanlıkla yardımlaşı-yorsunuz; size esîr olarak gelirlerse, onların (yurtlarından) çıkarılması haram olduğu halde, fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz. Siz, kitabın bir kısmına inanıp, bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanla­rın cezası, dünya hayatında, zilletten başka bir şey değildir. Kıyamet gününde de azabın en ağırına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

86. Ahırete mukabil dünya hayatını satın alanlar, işte bunlardır. Onların üzerin­deki azâb hafifletilmiyecek, kendilerine yardım da edilmiyecektir.

 

Allah Teâlâ, yahudîlere ihsan ettiği nimetleri sayarken, 63 üncü âyette «yahudüerden güvenilecek söz aldığım, Turu da üzerlerine kaldırıp, kendilerine verilen kitaba sıkıca tutunmalarını ve içindekileri hatırlamaları­nı» emrettiğini bildirmiş, fakat yahudîlerin, ihsan olunan bu nimetlere dâima küfürle karşılık verdiklerini, çeşitli örnekleriyle gözler önüne sermiş­ti. Ancak, bu âyetlerde, yahudîlerden alındığı bildirilen söz, açıklanmadığı gibi, bu sözün, ne gibi maddeleri şâmil olduğu da bildirilmemiş, fakat sadece, kendilerine verilen kitaba sıkıca tutunmalarının ve kitabın içindeki­leri hatırlamalarının emrediidiğine işaret olunmuştu. Yukarıdaki âyetlerde ise, yahudîlerden alınan bu söze tekrar temas edilmiştir; fakat bu sefer, kitabın içinde yer alan ibâdât ve muamelâtla ilgili ameli ahkâmdan bazı örnekler verilmiş ve yahudîlerin bu ahkâm karşısındaki isyankâr davranış­ları anlatılmıştır.

Bu âyetlerde de hitap, Medine'de, müslümanlann karşısında yer alan yahudîlere yöneltilmiştir. Bununla beraber, Allah Ta'âlâ'nın «İsrail oğullarından... söz almıştık» beyanı, kendilerinden söz alınan yahudîlerin, geç­miş yahudıler olduğuna delâlet eder. Bu sebepledir ki, Medine yahudîleri deT atalarının verdikleri söze bağlı kalmak hususunda, hiç olmazsa, onlar kadar sorumludurlar. Bununla beraber, daha önceki âyetlerde, küfür ve isyanları bütün açıklığıyle ortaya konan selefin, asırlar geçmiş olsa bile, aynı tıynette nesiller yetiştirdiğini görmek dehşet vericidir. Aşağıdaki âyet­lerde bu husus açıkça gösterilmiştir: [89]

 

83. Hani İsrail oğullarından, sizin Allah'tan başkasına ibadet etmiyeceğinize, anaya babaya, bir de akrabaya, yetimlere ve miskinlere iyilik edeceğinize dâir güve­nilir söz almıştık, insanlara iyi (söz) söv-leyin; namazı dosdoğru kılıp zekâtı verin. (Fakat), sonra siz, içinizden çok azı müstesna, (bu sözden) döndünüz; halâ da yüz çevirip duruyorsunuz.

 

83 Ayet-i kerimeden anlaşıldığına göre, Allah Ta'âlâ, muhtemelen Tev­rat'ı Mûsâ (a.s.) ya indirdiği sıralarda, İsrail oğullarından, gerek ibadel hususunda ve gerekse biribirlerine karşı nasıl muamele etmeleri husu­sunda kesin söz almıştı. Yahudiler vermiş oldukları bu söze göre:

1) Allah'tan başkasına ibadet etmiyeceklerdi. Çünkü Allah'tan başka tanrı yoktur ve ibadet edilmeye lâyık olan tek tanrı O'dur. Ayet-i kerimede, Allah'tan başkasına ibadet etmek nehyedilmiş, bununla beraber, tasrih edilmemiş olsa bile, Allah'a ibadet etmek, zaruri bir davranış olarak ortaya konulmuştur.

2) Anaya babaya iyi davranacaklardı. Çünkü ananın babanın evlâd üzerindeki haklan, hiçbir maddi menfeatla ödenemiyecek kadar büyüktür. Bu hakkın belki çok az bir kısmı, onlara iyi davranmak, iyi muamelede bulunmak ve gönüllerini dâima hoş tutmakla karşılanabilir. Bu sebepledir ki, yahudîlerin, halen ellerinde bulunan Tevrat'ta (Çıkış, 21/17) «Ve babası­na, yahut anasına iânet eden mutlaka öldürülecektir» denilmiştir.

3)  Anaya babaya iyi davrandıktan başka, akrabaya, yetimlere ve miskinlere de iyi muamelede bulunacaklardı. Çünkü bir millet, ailelerden teşekkül eder. Bu sebeple milletin salâhı, aileler arasındaki münasebetin iyi olmasına bağlıdır. Aileler arasındaki münasebet ise, akraba da dâhil. bütün aile ferdlerinin birbirleriyle olan iyi münasebetleri ve aralarındaki yetimlerin ve yoksulların korunmastyle salâh bulur.

4) İnsanlara iyi söz söyleyip iyi muamelede bulunacaklardı. Çünkü cemiyetin salâhı, ferdlerin birbirlerine karşı iyi davranmalarına da bağlıdır. Dikkat edilecek otursa, âyet-i kerimede, bu konuyla iligili ibarenin uslûbü değişmiş, daha önceki ibarelerde, yahudîlere hitaben «Allah'tan başka­sına ibadet etmeyeceğinize, anaya, babaya, bir de akrabaya, yetimlere ve miskinlere iyilik edeceğinize dâir söz almıştık» denilmiş olduğu halde, bunu takip eden ibareler emir şeklinde gelmiş ve «insanlara iyi (söz) söyleyin; namazı dosdoğru kılıp zekâtı verin» denilmiştir. Bunun sebebi, Allah'tan başkasına ibadet etmemek, anaya babaya, akrabaya, yetim ve yoksul olanlara iyilik etmek, her ferdin ihmal edemeyeceği bir görev olmasıdır. Oysa bütün insanlara iyi söz söylemenin ve herkese iyi muame­lede bulunmanın, bazan mümkün olmadığı bilinen hususlardandır. Bu­nunla beraber, Allah Ta'âlâ, ferdler arasındaki münasebetlerin güzelleş­mesi ve cemiyetin salâh bulması için, nasihat olarak herkesin birbirine iyi söz söyleyip iyi davranmasını, birbirlerine iyi olanı tavsiye edip kötü olan­dan sakındırmasını emretmiştir.

5)  Ve nihayet, namazı dosdoğru kıhp zekâtı vereceklerdi. Çünkü birinci maddede de açıklandığı gibi, Allah'tan başka tanrı yoktur ve ibadet de yalnız Allah'a yapılır. Ancak bu ibedetin, sadece Allah'a yönelerek sıdkile, ihlâs ve huşu ile yapılması gerekir. Keza zekât da, hahamların iddia ettikleri gibi, sadece bazı günâhların keffareti veya Mısır esaretinden kurtuluşun şükranı olarak değil, Allah Ta'âlâ'nın, çeşitli hikmetlere binâen vacip kılması dolayısıyle ihmal edilmeden ihîâs ile ödenmesi gereken bir borçtur.

İşte, Allah Ta'âlâ, madde madde açıkladığımız bu meselelerde, geç­miş yahudîlerden kesin söz almış ve onların bu söze sâdık kalacaklarını, ellerinde okuyup durdukları Tevrat'larında da tescil etmişti. O halde, ara­dan asırlar geçmiş ve nesiller değişmiş olsa bile, müslümanlarla karşı karşıya olan yahudllerin, ataları tarafından verilen bu söze sâdık kalmaları gerekirdi. Bu, aynı zamanda, asıl yaratılışlarının da icabıydı. Fakat ne çirkin bir gerçektir ki, içlerinden parmakla sayılabilecek kadar az olan bir kaç kişi dışında, hepsi de, verdikleri sözde durmamak yönünden atalarının gittiği yola girmişler ve tıpkı onlar gibi, sadece kendi çıkarlarını düşünen ve bu çıkarlara göre, dilediklerini haram, dilediklerini de helâl kılan hahamla­rın peşinden gitmişlerdir. İstisna teşkil eden üç beş kişi ise, yine ataları arasında Mûsâ <a.s.) ya inanan ve onun gösterdiği yolda giden üç beş yahudl gibi, Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a inanarak İslâm'a girmişler, böylece atalarının verip de tutmadıkları söze sâdık kal­mışlardır.

Maamafih, bu üç beş kişi dışındaki yahudllerin, Allah Ta'âlâ ile olan mlsaklarını bozmaları, onların, esasen bozuk olan tıynetlerinin bir gere­ğiydi. Atalarından söz edilirken, kendilerine ihsan edilen sayısız nimetlere rağmen, Mûsâ (a.s.) nın kısa bir süre yokluğundan faydalanarak buzağı heykelini nasıl tanrı edindikleri, mukaddes saydıkları sığın kesmekten nasıl kaçınmaya çalıştıkları, Allah'ı ayan beyan görmedikçe, Mûsâ (a.s.) ya inanmayacaklarını nasıl söyledikleri ve buna benzer azgınlıkları nasıl yaptıkları daha önce anlatılmıştı. Şimdi, bunların torunları, aşağıdaki âyet­lerde de görüleceği gibi, aynı davranışlar içinde bulunuyorlar ve ataların­dan mîras aldıkları aynı azgınlığı sürdürüyorlar: [90]                                

 

84.  Keza sizden (birbirinizin) kantarını dökmiyeceğinize, (birbirinizi) yurdunuzdan çıkarmıyacağınıza dâir kesin söz, almıştık. Sonra, siz de (buna) şahadet e'flip ikrarda bulunmuştunuz.               

85. Ve buna rağmen, işteşiz, birbirinizi öldürüyor ve içinizden bir zümreyi yurtla­rından çıkarıyorsunuz; onların aleyhin­de, günahla ve düşmanlıkla yardımlaşı-yonunuz; size esir olarak gelirlerse, onların (yurtlarından) çıkarılması haram olduğu halde, fidyelerini verip onları kurtarıyorsunuz. Siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden bunu yapanla­rın cezası, dünya hayatında, zilletten başka bir şey değildir; kıyamet gününde de, azabın en ağırına uğratılacaklardır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

86. Ahirete mukabil dünya hayatını satın alanlar, işte bunlardır. Onların üzerin­deki azâb hafifletilmiyecek, kendilerine yardım da edilmiyecektir.

 

84 Allah Ta'âlâ, Kur'ân'm nazil olduğu sıralarda yaşayan yahudllerle, asırlarca önce Mûsâ (a.s.) nın Mısır'dan çıkardığı yahudîlere tek bir cemaat hüviyetiyle hitap ederek, kendilerinden alınan rnlsaki tekrar hatırlat­mış ve «sizden kesin söz almıştık» demiştir. Bu söz, bundan önceki âyetlerde gördüğümüz aynı uslûb ile beyan edilmiş ve tıpkı «Allah'tan başkasına ibadet etmiyeceğinize, anaya babaya iyilik edeceğinize...»

denildiği gibi, burada da «birbirinizin kanlarını dökmiyeceğinize ve birbiri­nizi yurdunuzdan çıkarmayacağınıza dâir sizden kesin söz almıştık» de­nilmiştir. Tek bir şahıstan alınan söz gibi, yahudllerden alınan bu sözü, yine tek bir şahsın verdiği sözü bizzat kendisinin ikrar etmesi ve onun doğruluğuna şehadette bulunması gibi, yahudîler de, verdikleri sözü ikrar etmişler ve doğruluğuna şehadette bulunmuşlardır. O halde, Kur'ân-ı Kerîm'in hitabına muhatap olan yahudllerin, verdikleri bu söze sâdık kala­rak biribirlerinin kanlarını dökmemeleri ve biribirlerini yurtlarından çıkar­mamaları gerekirdi. Çünkü verilen sözü bozarak bunun aksi davranışta bulunmak, yine tek bir şahsın intihar etmesi veya kendi kendini yurdundan dışarı sürmesi demek olur ki, insanın, kendi nefsine bundan daha büyük bir kötülük yapması düşünülemez. Fakat Allah Ta'âlâ, ikinci âyette, asr-ı sâadetteki yahudîlere hitap ederek vermiş oldukları bu kesin söze rağ­men, biribirlerini öldürdüklerini, içlerinden bir zümreyi yurtlarından çıkar­dıklarını ve onlar aleyhine bir takım oyunlara girdiklerini bütün açıklığıyle ortaya koymuştur. Gerçekten, yahudllerin üç büyük kabilesi olan Benû Kaynûkâ, Benû Kurayza ve Benu'n-Nadlr, İslâmiyetten önce Arap kabile­leri Evs ve Hazrec'le anlaşmalar yapıyorlar ve bu anlaşmalar gereğince harpte ve sulhte, biribirlerine yardım ediyorlardı, Yahudi kabilesi Benû Kaynûkâ, önceleri Evs kabilesiyle, Benû Kurayza veiBenu'n-Nadlrde Hazrec kabilesiyle anlaşmışlardı. Ancak Evs ve Hazrec birbirlerine düş­man iki arap kabllesiydiler ve biribirleriyle dövüşüyorlardı. Bu sebeple ve anlaşma gereğince, Evs'in müttefiki olan Benû Kaynûkâ yahudlleriyie Hazrec'in müttefiki olan Benû Kurayza yahudlleri arasında da ister iste­mez bir düşmanlık belirmişti. Sonraları, bu anlaşmalar bozulmuş, yeni bir anlaşmayla Benu'n Nadir, Hazrec'in dostu kalırken Benû Kurayza da Evs'in dostu olmuş; böylece, önceleri dost olan Benu'n-Nadlr ile Benû Kurayza, Evs ve Hazrec arasındaki düşmanlık sebebiyle biribirlerinin düşmanı olmuşlardı. Evs ve Hazrec, birbirleriyle dövüşürken, bu iki yahudl kabilesi de, anlaşma gereğince, biribirleriyle dövüşüyor ve kendilerinden mlsak alınmış olmasına rağmen, biribirlerini öldürüyorlardı. İşte, âyet-i kerimede işaret olunan öldürme hâdisesi budur.

İki yahudl kabilesinin, ayn ayrı biribirine düşman iki Arap kabilesiyle anlaşmış olması, bir savaştan sonra, iki taraftan birinin diğerine galip gelmesiyle,mağlûp olanların yurtlarından çıkarılması ve bir kısmının da esir edilmesi neticesini doğuruyordu. Başka bir ifadeyle, galip gelen ya­hudl kabilesi, mağlûp olan diğer dindaşlarını yurtlarından çıkartıyor ve böylece, âyet-i kerimede de işaret edildiği gibi, biribirlerini yurtlarından çıkarmamak üzere Allah'a verdikleri sözü ihlâl etmiş oluyorlardı. Fakat daha garibi, mağlûb olan yahudllerden bazıları, kendilerine esir olarak getirildiğinde, yahut kendilerinden bazısı, diğerlerine esir olarak götürül­düğünde, elbirliğiyle bu esirlerin fidyelerini ödeyip onları kurtarmalarıydı. Kendilerine «neden düşmanlarınızın fidyesini verip onları esaretten kurta­rıyorsunuz?» denildiği zaman da,  kitaplarında hiçbir yahudînin esir edilmemesi- esir edilirse, fidyeyle mutlaka kurtarılması hususunda emir bulunduğunu iler sürüyorlar, böylece, güya kitaptaki emirlere uyduklarını göstermiş oluyorlardı. Halbuki onlar, aslinde, bu davranışlarıyle kitabı alaya alıyorlar, onunla istihza ediyorlardı. Çünkü biribirlerini öldürmeleri, yahut yurtlarından çıkarmaları da kitaplarında onlara haram kılınmıştı ve bu haram davranış, fidyeleşmekten çok daha şiddetliydi. Eğer yahudîler kitaplarına gerçekten inanmış olsalardı, fidyeleşmekten önce, birbirlerini öldürmekten ve biribirlerini yurtlarından çıkarmaktan şiddetle kaçınırlardı Oysa bunlar, haramı işlemekten çekinmiyorlar, fakat işledikleri haramın neticesi olarak ortaya çıkan fidyeleşmede kitabın emrine uyduklarını söy­lüyorlardı. İşte, Allah Ta'âla, onların bu çelişkili davranışlarına işaretle «Siz, kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını da inkâr mı ediyorsunuz?» buyurarak istifhama bağlı bir cevapla, kitaplarına asla inanmadıklarını yüzlerine vuruyordu. Böyle inançsızların âkibeti ise, dünyada zillet, âhi-rette de en şiddetli azâbtır. Allah Ta'âlâ böylelerinin yaptıkları işlerden elbette gafil değildir ve hak ettikleri cezayı elbette verecektir. Bunlar, 86bütün bu işleri, sırf dünya menfeatiarına zarar gelmesin diye yapıyorlar; fakat asıl âhıret hayatlarını ziyana uğratıyorlar. Ahiret hayatı ziyana uğra­mış kimseler ise, asla azâbtan kurtulamazlar; kurtulmak için de, hiç kim­seden yardım göremezler.

Allah Ta'âlâ, asr-ı saadetteki yahudllerin atalarından alınan mîsakı nasıl ihlâl ettiklerini ve bu yüzden onların nasıl bir cezaya müstehak olduklarını beyan ettikten sonra, yahudllerin eskiden beri maruf olan tıy­netlerini tekrar yüzlerine vuruyor ve şöyle buyuruyor: [91]

 

87. Musa'ya kitabı vermiş, ondan sonra da, birbiri arkasına  peygamberler gönder­miştik; Meryem oğlu İsa ya da apaçık de­liller vermiş, Rûhu'l Kudüs ile onu teyid etmiştik. (Buna rağmen siz), ne zaman bir peygember, size gönlünüzün hoşlanma­dığı bir şey getirdiyse, kibirlenip bir kıs­mını yalanladınız, bir kısmım da Öldür­mediniz mi?

88. (Bir de kalkıp) «kalplerimiz perdelidir» diyorlar. Hayır, Allah, küfürleri dolayı-sıyle onlara lanet etmiştir. Onlar ne kadar da az inanıyorlar.

89.  Onlara,   Allah  katından  yanlarındaki (Tevrat)    ni   doğrulayan   bir   kitap geldiğinde,-önceden,    kâfirlere   karşı (böyle yardım edici bir kitabın gelmesini) bekleyip duruyorlardı~işte Önceden, (ge­leceğini)  bildikleri  (bu  Kitap) gelince, onu inkâr ettiler. Bu sebepten Allah'ın laneti o inkarcıların üzerine olmuştur.

90. Onlar, Allah'ın fadl u keremiyle kulların­dan dilediğine (Kitap) indirmesine hased ederek O'nun (Muhammed'e) indirdiği (Kur'ân) ni inkâr etmekle,  kendilerini çok kötü bir şey mukabilinde satmış oldu­lar ve bu yüzden de gazab üzerine gazaba uğradılar. Zaten Allah'ın zelil eden azabı kâfirler içindir.

91.  Kendilerine, «Allah'ın indirdiğine iman edin» denildiğinde, «biz,  bize indirilen (Tevrat) e inanırız» diyorlar ve Tevrat'tan başkasını, ellerindekini doğrulayıcı ola­rak (gönderilen) bir hak olmasına rağ­men, inkâr ediyorlar. (Ey Muhammedi

Onlara) de ki: «(Siz, sadece kendinize indirdene)inanıvor idiyseniz, daha önce. Allah 'in eygamberlerini niçin öldürü­yordunuz.?»

92.  Mûsâ, size apaçık mucizeler getirmişti de, sonra siz, zâlimler olarak, onun arkasın­dan buzağıyı (niçin) ianrı edinmiştiniz?

93. Sizden kesin söz almış, Tûr'u da üzerinize dikerek «size verdiğimiz (kitap) e sımsıkı

* tutunun ve (emirlerini) dinleyin (demiş­tik). Onlar da, «dinledik ve isyan ettik» demişlerdi. Buzağı tutkusu, küfürleri yüzünden kalplerine ivice işlemişti. (Ey Muhammedi Onlara) de ki; «Eğer ger­çekten mümin kişiler idiyseniz, îmanınız size ne kötü şevler eınredivormuş!»

94.   (Ve yine) de ki: «Allah katında âhıret yurdu başkalarına değil de sadece size âit ise, (bu inancınızda da) samimi iseniz, haydi ölümü isteyin».

95.  (Fakat) kendi elleriyle işleyip çıkardıkları cürümlerinden dolayı, ölümü asla istemi-yeceklerdir. Allah, elbette zâlim olanları en ivi bilendir.

96. Sen, onların hayata, başkalarından ve hattâ her biri bin sene yaşamayı temenni eden müşriklerden bile çok daha düşkün olduklarını görürsün. Halbuki uzun ya­şamak, hiçbirini azâbtan kurtarmıyacak-tır.   Allah  elbette yaptıklarını  hakkıyle görendir.

97 (Ev Muhammedi Onlara) de ki: «Kim Cebrail'e düşman olursa, (bilsin ki) işte o Cebrail, daha önceki kitapları doğrulu-van.miVminler için hidayet ve müjde olan Kur'ân'ı Allah'ın izniyle senin kalbine indirmiştir».

98. «Kim Allah'a, meleklerim', peygamberle­rine, Cebrail'e ve Mikâil'e düşman olursa, (vinç bilsin ki) Allah, muhakkak ka­firlerin düşmanıdır».

99.  Biz sana apaçık âyetler indirdik; onları /âşıklardan başkası inkâr etmez.

100.  Oysa yahudiler, ne zaman bir ahidde bulunmuşlarsa, onlardan bir zümre bu ahdi bozup atmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.

10İ. Onlara, Allah katından ellerindeki ki­tabı doğrulayan bir peygamber geldiği zaman,  kendilerine kitap  verilenlerden bir zümre, sanki bilmiyorlarmış gibi, Al­lah'ın Kitab'ını arkalarına attılar.

 102. (Sonra  da)  şeytanların,  Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine uydurup söyledik­leri şeylere uydular. Halbuki Süleyman küfretmemişti.  Asıl şeytanlar,  sihri  ve Bâbil'de Hârût ve Mürüt adlı iki meleğe indirilen şeyleri insanlara öğreterek küf-retmişlerdi. Oysa bu iki melek, «biz fitne­yiz; (sakın bize kanıp) küfretme» deme­dikçe, hiç kimseye bir şey öğretmezlerdi. (Buna rağmen, öğrenmek istiyenler) bu ikisinden kişiyle karısı arasını bozacak şeyleri öğreniyorlardı. Gerçi Allah'ın izni olmadıkça, bu Öğrendİkleriyle hiç kim­seye zararlı olamazlar. Onlar ise, kendile­rine, fayda değil zarar vercek şeyleri öğ­renirler. Şüphesiz onlar, bunu satın alan kimselerin ahrette nasibi olmadığını bili­yorlardı.  Keski kendilerini ne kötü bir şeye mukabil satmış olduklarım da bilse­lerdi.

103. Eğer onlar, iman etmiş ve (Allah'tan) sakınmış olsalardı, Allah katından gele­cek sevab (kendileri için) daha havırh olurdu. Keski bunu bilselerdi.

 

Yukarıdaki âyetlerde yahudîlerin küfürleri bir defa daha gözler önüne serilmekte ve bizzat kendi sözlerinden alınan örneklerle, reddedilmesi mumkun olmayan birer delil hukmunae vine Kendi yüzlerine vurulmakla­dır. Bu delillerin, onlan nasıl bir köşeye sıkıştırdığı ve nasıl cevap vermek­ten aciz bir hale getirdiği, bu ayetlerde açık bir şekilde görülecektir.

Bilindiği gibi yahudılere, peygamberleri Musa (a.s.) vâsıtasıyle Allah Ta ala tarafından bir kitap gönderilmişti. Bu kitaba dayanarak, müşriklerle mücadele ediyorlar, ve tevhıd inancının onlar arasında da hâkim olmasını istiyorlardı. Ancak, bu isteklerinin gerçekleşmesi için, ellerinde bulunan kitabın delaletini kuvvetlendirecek, müşriklerle mücadelelerinde kendile­rine yardımcı olacak ve oniarı kuvvetli delilleriyle ikna edecek bir kitabın daha gönderilmesini bekliyorlardı. Gerçekten Allah Ta'âlâ, bir gün, kulu ve peygamberi Muhammed (s.a.s.)'e, yahudllerin bekledikleri bu kitabı gön­derdi. Fakat Hazret-i Muhammed'in peygamberliğini hazmederniyen, ki­tabın ona indirilmesini hasedlikle karşılayan yahudiler, onları red ve inkâr etmekten çekinmediler. Kendilerinden, Hazret-i Peygamber'e indirilen kitaba inanmaları istenince, sadece kendi kitaplarına inandıklarını söylü­yorlardı. Halbuki bu söyledikleri yalandı ve gerçekle herhangi bir münase­beti yoktu. Eğer yahudiler, hakikaten kendi kitaplarına inanmış olsalardı, o kitap ellerindeyken, Allah'ın peygamberlerinden kimini yalanlayıp kimini öldürürler miydi? Mûsâ (a.s.) yanlarında ve Tûr'un eteğindeyken, mucize­lerin akıllarına durgunluk verdiği bir sırada, Allah'a söz vermişlerdi. Eğer gerçekten mü'min olsalardı, verdikleri bu sözden döner, buzağı heykeline tanrı diye taparlar mıydı? Kendilerine bir çok peygamber gönderilmişti. Bu sebepten «Allah'ın milleti» olmakla övünüyorlar ve Cennet'in sadece kendilerine ait olduğunu sanıyorlardı. Fakat bu Cennet'e kavuşmayı dü­şünmüyorlar, aksine hayatta bin sene kalmak isteyen müşriklerden daha çok dünya birsiyle yanıp tutuşuyorlardı. Karıyla koca arasını açacak, in­sanları birbirine düşürüp cemiyetleri târ u mâr edecek her türlü büyünün, hile ve desisenin peşine takılmış, bu işlerde şeytanlarla dostluk kurmuş­lardı. İşte bütün bu delilerle asıL yüzleri, tıynetleri ve karakterleri apaçık ortaya konan yahudllerin, kendi kitaplarına iman ettiklerine inanılabilir mi? Bu sıfatlarıyle, kendi kitaplarını doğrulamak üzere yine Allah tarafından gönderilen Kur'ân'a îman edecekleri umulabilir mi? Bu iki sorunun ceva­bını apaçık delilleriyle görebilmek için ilk âyete tekrar dönelim: [92]

 

87. Musa ya kitabı vermiş, ondan sonra da, birbiri arkasına peygamberler gönder­miştik; Meryem oğlu isa'ya da apaçık deliller vermiş, Rühul-Kudüs ile O'nu teyid etmiştik. (Buna rağmen siz), ne zaman bir peygamber, size gönlünüzün hoşlanmadığı bir şey getirdiyse, kibirle­nip bir kısmım yalanladınız, bir kısmını da öldürmediniz mi?

88. (Bir de kalkıp) «kalplerimiz perdelidir» diyorlar. Hayır, Allah, küfürleri dolayı-sıyle onlara lanet etmiştir. Onlar ne kadar da az inanıyorlar.

 

87 Allah Ta'âlâ yahudilere, Mûsâ (a.s.) yi peygamber olarak göndermiş, içindekilerle amel etmeleri için O'na bir de kitap (Tevrat) indirmişti. Beşe­riyetin başlangıcından beri, zaman zaman peygamberler göndermek ve bu peygamberler vâsıtasıyle insanları doğru yola davet etmek, Allah Taâlânın yeryüzünde câri olan sünnetlerinden biriydi.Ancak, bazan iki peygamber arasında geçen zaman, çok uzun oluyor ve insanlar, bu zaman içinde, kendilerine gönderilen peygamberi unutuyor, şeriatından da yüz çevirip sapıklığa düşüyorlardı. Nitekim Allah Ta'âlâ'nın Hadld sûresinin 16 ncı âyetinde, mü'minlerin Allah'ı anmaları, ve indirdiği kitaba bağlanmaları zamanının artık geldiğine işaret ettikten sonra, kendilerine kitap verilen bazı milletler gibi olmamalarını, zira bunlara peygamber gönderildikten sonra uzun zaman geçtiğini ve bu sebeple kalplerinin kattlaştığını beyan buyurması, uzayan zamanın insanlar üzerindeki menfi tesirini göstermesi bakımından açık bir delil teşkil eder. Fakat yahudllerin durumu böyle değildi. Mûsâ (a.s.) ile İsâ (a.s.) arasında birbiri arkasına ve sık sık peygember gönderilmişti. Bu sebeple yahudlierin peygamberler arasında geçen zamanın uzunluğunu ileri sürmeleri ve küfürlerine maza-ret aramaya kalkışmaları mümkün değildi. Diğer taraftan, çok kısa bir zaman sonra gönderilen İsâ (a.s.) ya, Tevrat ahkâmından bazısını teyld, aynı zamanda nübüvvetinin doğruluğunu ve Allah'ın vahyine mazhar olduğunu isbat eden apaçık deliller ve mucizeler verilmiş, Rûhu'l-Kudüs ile de takviye olunmuştu. Rûhu'l-Kudüs, peygamberlere vahiy getiren Cebrail (a.s.) den başkası değildi. Nitekim Nahl sûresinin 102 nci âyetin­de, Kur'ân-ı Kerlrn'in Rûhu'l-Kudüs tarafından indirildiği beyan edilmiş, Hazret-i Peygamber de, Buhâti ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîsinde, müşrikleri hicveden İslâm şâiri Hassan İbn Sabit için dua ederek «Allah'ım, onu Rûhu'l-Kudüs ile teyıd et» demiştir.[93] Başka bir hadisinde ise, Hassân'a «Onları hicvet; Cebrail seninle» buyurmuştur.[94]

İşte Mûsâ (a.s.) dan sonra peşpeşe ve apaçık delillerle gelen bu Peygamberlere rağmen, yahudllerin tutum ve davranışları ne olmuştur? Bu sorunun cevabı, âyet-i kerimede, yahudllerin yalanlamalarına imkân vermiyecek ve yaptıkları kötü davranışların ağırlığı altında en şiddetli azabı hak etmiş olanların sinmiş halleri içinde, onları köşeye sıkıştıracak ve lanete uğratacak bir istifhamla ortaya konarak «ne zaman bir peygamber, size gönlünüzün hoşlanmadığı bir şey getirdiyse, kibirlenip bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?» denilmiştir. Bu ilâhi hitap, yahudllerin bizzat kendileri tarafından da yaklnen bilinen bozuk karakter­lerini bütün açıklığıyle ortaya koymaktadır. Filhakika yahudîler, kendilerine gönderilen hiçbir peygambere yürekten inanmamışlardı. O peygamberle­rin gölgesinde yaşamışlar, onlar sebebiyle gururlanıp kibirlenmişler ve onlar sayesinde kendilerini «Allah'ın millieti» ilân etmişlerdi, Fakat şehvet­lerinin esiri olmaktan kurtulmaları ve doğru yolu bulmaları için, yine o peygamberler tarafından getirilen emir ve yasaklar karşısında, gururlarına kapılıp onlara karşı gelmekten, emir ve yasaklarını hiçe saymaktan çe­kinmemişlerdi. İsâ (a.s.) Cebrail ile teyid edilerek kendilerine gönderilmiş bir peygamber olduğu halde onu yalanlamışlardı. Ondan önce gönderil­miş olan Zekeriyya (a.s.) ve Yahya (a.s.) peygamberleri ise, öldürerek dünyanın en büyük ve en şeni cinayetini işlemişlerdi. Şimdi onların, işle­dikleri bu şenaatlerden habersiz olmaları mümkün müdür? İşte aynı ya­hudîler, geçmişteki atalarının izinden gitmekte, kendi kitaplarından pey­gamber olarak geleceğini öğrendikleri Muhammed (s.a.s.) i aynı şekilde yalanlamakta ve hattâ öldürmek istemektedirler. Nitekim âyet-i keri­me de, onların bu isteklerine de işaret edilmiştir: «Bir kısmını yalanladınız» ibaresi, geçmiş zaman (mazi) slgasıyle geldiği halde, «bir kısmını da öldürüyorsunuz» ibaresi hâle de delâlet etmek üzere geniş zaman (müzâ-rl) slgasıyle gelmiş ve Hazret-i Peygamber hakkındaki niyetlerine de, bu ifade içinde yer verilmiştir. Gerçekten yahudîler, daha önce işledikleri cinayetlerin bir benzerini daha işlemek istemişler ve Hayber'de Hazret-i Peygamber'e zehirli koyun eti yedirerek onu Öldürmeye teşebbüs etmiş­lerdi. Buhâri tarafından nakledilen bir hadisten öğrendiğimize göre, bu zehirlenme hâdisesinden sonra, üç sene kadar daha yaşamış olan Hazret-i Peygamber, zehirden ileri gelen bir ağrıyı, vücudunda zaman zaman hissetmiş, ölüm hastalığında da, zevcesi Hazret-i Aişe'ye, aynı ağrının verdiği rahatsızlıktan söz etmiştir. [95]

 

88  İşte, bir taraftan peygamberleri yalanlayan, bir taraftan da fırsat bulunca öldürmekten çekinmeyen bu azgın millet, bütün bu yaptıkları yetmiyormuş gibi, gûyâ kendi peygamberlerine sâdık ve inançlarında. samimi olduklarını göstermek, aynı zamanda kendilerine bir mazeret bul­muş olmak için, Hazret-i Peygamber'in, kendilerini İslâm'a davetine karşı­lık, Fussilet sûresinin 5 inci âyetindeki «Bizi davet ettiğin şeye karşı kalple­rimiz kapalıdır; kulaklarımızda ağırlık, bizimle senin aranda da perde vardır. Sen istediğini yap, biz de istediğimizi yapacağız» manâsında, «kalp­lerimiz perdelidir» diyorlar. Fakat, hayır; onlar ne çeşit mazeret bulurlarsa bulsunlar, hepsi de yalandır, sahtedir; onların kalplerinde perde de yoktur. Fakat geçmiş peygamberlerini yalanlamaları ve bazılarını da öldürmeleri dotayısıyle Allah onlara lanet etmiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır.Onlar bu sebeple, Hazret-i Peygamber'in davetine icabet edemezler. Her ne kadar kitap ehlinden olsalar, Allah'a, kendi kitaplarına ve kendi peygamberle­rine inanıyor sayılsalar bile, îmanları azdır, sathidir. Kitapları vâsıtasıyle getirilmiş bir şeriatları da vardır; fakat bu şeriatın ahkâmını düşünüp esra­rını anlamaya çalışmazlar; onlara sarılıp amel etmek istemezler. Bu se­bepledir ki, îman oniarın ağızlarında, sadece kuru bir sözden ibarettir, İşte, Allah Ta'âlâ, yahudîlerde yokluğa karışmış olan bu îmana, bu şekilde işaret ettikten sonra, onların îmandan yoksun bu hallerini, yeniden delil-lendirerek şöyle buyuruyor:[96]

 

89. Onlara,   Allah   katından  yanlarındaki (Tevrat)   ni   doğrulayan   bir   kitap geldiğinde-önceden    kâfirlere    karşı (böyle yardım edici bir kitabın gelmesi­ni) bekleyip duruyorlardı-işte, önceden (geleceğini) bildikleri (bu Kitap) gelin­ce, onu inkâr ettiler. Bu sebepten Al­lah'ın laneti o inkarcıların üzerine ol­muştur.

90. Onlar, Allah'ın faal u keremiyie kulların-

dan dilediğine (Kitap) indirmesine hased ederek O'nun (Muhammed'e) indirdiği (Kur'ân) ni inkâr etmekle, kendilerini çok kötü bir şey mukabilinde satmış oldular ve bu vüzden de, gazab üzerine gazaba uğradılar. Zaten Al­lah'ın zelil eden azabı kâfirler içindir.

 

89-  Yukarıda da işaret edildiği gibi, yahudîler, kitap ehlinden olmakla beraber, iman yönünden çok zayıf bir millet idi. Kitap ehlinden olmaları dolayısıyle, zaman zaman, putperest Araplarla münakaşaya giriyorlar ve tevhld inancının müdafasını yapıyorlardı. Ayrıca kendi kitaplarında bir peygamberin geleceğini bildiren haberlere dayanarak, müşriklere, bir peygamber ve onunla birlikte bir de kitap geleceğini ve bu beklediklerinin gelmesiyle şirkin ortadan kalkıp tevhld inancının galip geleceğini söylüyor­lardı. Gerçekten, Alah Ta'âlâ fadl u keremiyie, hem yahudîlerin ellerindeki Tevrat'ı "doğrulayan, hem de tevhidin zaferi için, onlara müşrikler karşı­sında yardım edecek olan bir peygamber ve bir de kitap (Kur'ân) gönder­di. Fakat onlar, geleceğini önceden bildikleri ve gelmesini bekleyip dur­dukları bu peygamber ve kitap gelince, inançlarının zayıf olması dolayı-sıyle onlara cephe almaktan ve doğruluklarını inkâr etmekten çekinmedi­ler. Onların bu davranışı, son derece iğrenç idi; Allah'ın rahmetinden uzaklaştırıcı ve gadabını celbedici bir küfür haliydi, işte bu sebeple onlar, Allah'ın lanetine müstehak oldular. Zaten O'nun peygamberlerini ve kitap­larını inkâr edenlerin akıbeti de budur. [97]

 

90    Yahudilerin, Hazret-i Peygamberi ve ona indirilen Kitab'ı inkâr etme­lerinin sebebi, iman yokluğu olduğu kadar, Muhammed (s.a.s.) in pey­gamber olarak gönderilmesine ve Kur'ân-i Kerîm'in de ona indirilmesine hased etmeleriydi. Çünkü İsrail lakabıyle anılan Yakûb (a.s.) dan İsa (a.s.) ya kadar peşpeşe gelen peygamberlerin hepsinin kendi kavimlerinden çıkmış olması. Tevrat, Zebur ve İncil gibi üç büyük kitabın da yine kendi peygamberlerine indirilmesi, geleceğini bekledikleri son peygamberin de, yine kendilerinden çıkacağına dâir bir inanca sahip olmalarına yol açmıştı. Fakat bu peygamberin Araplar arasından çıkarılması ve Kitab'ın da ona gönderilmesi, hased damarlarının kabarmasına ve onlara şiddetle karşı koymalarına sebep oldu. Oysa Allah Ta'âlâ, fadl u keremiyie diledi­ğini peygamber seçer ve dilediğine kitap indirir. O'nu dilediği şeyi yap­maktan alıkoyacak, veya dilemediği şeyi yapmaya mecbur edecek her­hangi bir kuvvet düşünülebilir mi? Fakat yahudîler, hasedliklerinin yol açtığı bu düşünceyle, küfrün en karanlık çukuruna düştüler. Daha öncele­ri, kendilerine gönderilen peygamberlerin kimini yalanlıyarak, kimini de öldürerek en büyük azabı hak ettikleri, fakat her seferinde Allah'ın af ve mağfiretine mazhar oldukları halde, son defa gönderilen Hazret-i Pey-gamber'i ve ona indirilen Kur'ân'ı hasedlik yüzünden inkâr etmekle, nefis­lerini yeniden en iğrenç şey mukabilinde satmış oldular ve böylece, işle­dikleri küfür üstüne küfürden sonra, kat kat azabı hak ettiler. Bu azâb, onları hem dünyada, hem âhirette zelil edecek bir azâbtır. Nitekim dünyada bu zillete uğramışlar ve bütün milletlerin nazannda, horlanan, alay. edilen, oradan oraya sürülen ve fırsat çıkınca iğrenç bir hayvan gibi öldürülen bir kavim haline gelmişlerdir. Ahırette çekecekleri azâb ise, bunun kat kat üstünde olacaktır. Zaten Allah'ın, insanları hakir ve zelil eden azabı böyle kâfirler içindir. Her insanın ve her milletin bundan ibret alması gerekir; tâ ki zelîl ve makhûr olan yahudîlerin durumuna düşmesin. Ne garlb bir tecellidir ki, Hazret-i Peygamber henüz gönderilmeden önce, müşrik Arapları, bir peygamberin geleceğini ve putlarını parçalayıp şirki ortadan kaldıracağını söyliyerek tehdid eden bu kavim, Hazret-i Peygam-ber'in gelmesinden sonra ona karşı çıkmış; buna mukabil, tehdid ettikleri müşrik Araplar ise, O peygambere sarılıp onun davasına hizmet yolunda canlarını feda etmekten çekinmemişlerdir. Garlb bir tecelli olarak vasıf­landırdığımız bu durum dahî, onların içine düştükleri sapıklığı göstermeğe yeter bir delil teşkil eder. Oysa buna benzer daha pek çok delil vardır. Kur'ân-ı Kerîm, onların akıl ve mantığa sığmayan davranışlarından başka örnekler vererek onları köşeye sıkıştırmaya ve cevap vermekten aciz kalmış hallerini gözler önüne sermeye devam ediyor ve şöyle buyuruyor: [98]

 

91.  Kendilerine «Allah'ın indirdiğine ima edin» denildiğinde, «biz, bize indirilen (Tevrat) e inanırız» diyorlar ve Tev­rat'tan başkasını, ellerindekini doğrula­yıcı olarak (gönderilen) bir hak olma­sına rağmen inkâr ediyorlar. (Ev Mu­hammedi Onlara) de ki: «(Siz sadece kendinize indirilene) inanıyor idiyseniz, daha önce, A ilah 'in peygamberlerini niçin öldürüyordunuz'.''»

92.  Mûsâ size apaçık mucizeler getirmişti de, sonra siz, zâlimler olarak onun arkasın­dan buzağıyı (niçin) tanrı edinmiştiniz?

93. Sizden kesin söz almış, Tûr'u da üzerinize dikerek «size verdiğimiz (Kitap) e sım­sıkı tutunun ve (emirlerini) dinleyin» (demiştik). Onlar da «dinledik ve isyan ettik» demişlerdi. Buzağı tutkusu, küfür­leri yüzünden, kalplerine iyice işlemişti. (Ev Muhammedi Onlara) de ki: «Eğer gerçekten mümin kişiler idiyseniz, inia-tunız size ne kötü şeyler emrediyormuş!»

 

91- Hazret-i Peygamberin, yahudîleri Kur'ân'a inanmaya davet etmesi, onun bir   eygamberlik göreviydi. Mekke'deyken, şiddetli muhale­fete rağmen müşrikleri nasıl îmana davet etmekten geri kalmamış idiyse, Medine'ye hicretten sonra da bu görevi yürütecek ve İster müşrik olsun, ister yahudl veya hıristiyan olsun, herkesi îmana davet edecekti; çünkü bu görev, kendisine" Allah tarafından verilmişti. Ancak yahudıler, bir evvelki âyette de işaret edildiği gibi, Kitab'ın Hazret-i Muhammed (S.A.S.) e indirilmesine hased ederek ona karşı çıktılar. Aslında Kur'ân, kime indiril­miş olursa olsun, onu indirenin Allah Ta'âlâolması dolayısıyle ona inanma­ları gerekirdi. Nitekim yukarıdaki ilk âyette bu hususa işaret edilerek «kendilerine, Allah'ın indirdiği Kur'ân'a İman edin, denildiğinde, biz, bize indirilene inanırız» demişlerdir» denilmiş, fakat «Allah'ın Muhammed'e indirdiği Kitab'a İman edin» denilmemiştir. Bu sebeple onların Hazret-i Peygamber'e hased etmelerini gerektirecek hiçbir gerekçeleri yoktur. Fakat onlar, Allah'ın indirdiği Kitab'a inanmamakla, aslında, Allah'a olan inançsızlıklarını ortaya koymuşlardır. Her ne kadar kendilerine «Allah'ın indirdiği Kur'ân'a inanın» denildiği zaman, onlar «biz, bize indirilene inanı­rız» diye cevap vermişlerse de. bu sözlerinin de yalan olduğu apaçık meydandadır. Çünkü Allah'ın indirdiği Kur'ân'a inanmamakla Allah'a inançsızlıklarını ortaya koymaları, inançsızlık besledikleri Allah'ın indirdiği bir başka kitaba, yani tevrat'a da inanmadıklarının delilini teşkil eder. Eğer yahudıler, Allah'a karşı inançsızlık göstermeselerdi, O'nun indirdiği Tev­rat'a samimiyetle inandıkları gibi, yine O'nun tarafından indirildiğinde hiç şüphe olmayan ve ellerindeki kitabı aklen ve naklen teyîd ve tasdik etmek için gelen Kur'ân'a da inanırlardı. Fakat Allah'a inançsızlıkları, Tevrat'a yürekten inanmamaları neticesini doğurmuş. Kur'ân'a ise hiç inanmamış­lardır.

Allah Ta'âlâ, yahudîlerin. yalnız kendilerine indirilen Tevrat'a inandık­larını söylemelerinin nasıl yalan bir iddia olduğunu isbat etmesi ve yalanı yüzlerine vurması için Hazret-i Peygamber'e yol göstermiş ve «Ey Mu­hammedi Onlara de ki: Siz., sadece kendinizi-' indirilen kitaba inanıyor idiyseniz, daha önce, Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz.?» . demiştir. Yahudiler, kendi kitaplarına bile inanmadıklarını isbat eden bu açık beyan karşısında, acaba savunmalarına yardım edecek bir cevap bulabilirler mi? Kendi kitaplarında, acaba oeygamber öldürmeyi emreden, yahut buna cevaz veren hükümler mi bulmuşlardır ki, inançları bu hüküm­lere uymalarını gerektirmiştir? Yoksa bir peygamberin değil, fakat alelade bir insanın bile öldürülmesi haram kilıncJığt halde, onlar, ellerindeki kitaba inanmadıkları için mi bu cürmü işlemekten çekinmemişlerdir? Yahut bütün suçu atalarına yükleyip, inançsız olmaları dolayısıyle, bu cürmü onların işlediklerini mi ileri süreceklerdir? Halbuki onlar, atalarıyle birlikte aynı ahlâk ve aynı seciyeye sahip tek bir millettir. Ataları geçmiş peygamberleri öldürmüş, bunlar da onlara tâbi olup peşlerinden gitmişlerdir. Onların, Allah'ın peygamberlerine yaptıklarını, bunlar da, O'nun başka bir pey­gamberine yapmaktadırlar. Eğer başarabilseîerdi, onu da diğerleri gibi, büyü veya zehirle öldüreceklerdi. O halde, var olduğunu iddia ettikleri îman bu mudur? [99]

 

92-93 Sonra, yine aynı tıynete sahip olan atalarına, Musa (a.s.) apaçık mucizeler getirmişti. Fakat bu mucizelere rağmen o zâlimler, Mûsâ (a.s.) nın bir süre için yokluğunu fırsat bilerek buzağıyı tanrı edinmemişler miydi? Tûr'un eteğinde bulundukları bir sırada, bu koca dağın mucizevî bir şekilde üzerlerine geldiğini hissettikleri zaman, Tevrat'a stmsıkı yapışmak ve emirlerini dinlemek hususunda, Allah'a kesin söz vermiş olmalarına rağmen (âyet 63), bu sözden dönüp isyan etmemişler miydi? Elbette söz olarak «dinledik ve isyan ettik» dememişlerdi; fakat mlsakı anlayıp kabul etmişler, Tevrat'a sımsıkı tutunacaklarına ve emirlerini dinleyeceklerine dâir Allah'a söz vermiş, sonra bu sözden dönerek «isyan ettik» diyenlerin durumuna düşmüşlerdi. Zaten onlardan, başka türlü bir davranış da bek­lenemezdi. Çünkü küfürleri sebebiyle buzağı tutkusu kalplerine iyice işle­mişti. Bu da, Mısır'da asırlarca kalmanın ve sığıra tapan Mısırlıların inanç ve itikadlannı benimsemenin bir neticesiydi. Bu tutkuyu kalplerinden hiçbir zaman atamamışlar, onun tesiriyle Allah'a isyan etmekten, peygamberle­rini öldürmekten ve emirlerine kulak asmamaktan kurtulamamışlardı. İşte şimdi, babadan oğula ve nesilden nesile intikal eden bu tıynet ve bu seciyeyle yahudller, kendilerini îmana davet eden Hazret-i Peygamber'in karşısında bulunuyorlar ve ona, Kur'ân'a değil kendilerine gönderilen Tevrat'a inandıklarını söylüyorlar. Ne kadar sahte bir inanç! Bütün bu cürümleri işledikleri aşikâr iken ve bunu kendileri de bilip dururken, Tev-rat'aîman ettiklerini söyleyebilmeleri ne büyük bir cüret! Demek ki îmanla­rı, onlara bu cürümleri işlemelerini emrediyormuş! İşte bu noktada, Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'in eline bir hüccet daha vermiş ve ona yol göstererek «Ey Muhammed! Onlara de ki: Eğer siz gerçekten mümin kişiler idiyseniz, imanınız size ne kötü şeyler emrediyormuş» buyurmuş­tur. Aslında gerçek îman, insanı cürme değil, hayırlı işlere sevkeden, kotu düşünce ve davranışlardan da uzak tutan İmandır. Bu sebeple, gerçekte.n mü'min olan kişiden de, kötü işler değil, sadece iyi ve güzel işler sudur eder; aynı zamanda kişinin, kendisine vadolunan Cennet nimetlerine kavuşmasına ve ebedî saadete ulaşmasına vesile olur. Halbuki yahudî-lerden, buzağıya tapmaktan, Allah'ın ahdini bozmaktan ve peygamberle­rinden kimini yalanlayıp kimini öldürmekten başka ameller sâdır olmamış­tır. O halde bunlar, hangi inançlarının ve hangi fiil ve davranışlarının karşılığı olarak kendileri için Cennet nimetlerinden bir naslb bekleyebilir­ler? İşte burada da, Allah Ta'âlâ, sevgili Peygamberini yeni bir hüccetle techîz ederek y&hudîlerin karşısına dikmiş ve ona şöyle buyurmuştur: [100]

 

94.  (Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Allah katında âhıret yurdu başkalarına değil de, sadece size ait ise, (bu inancınızda da) samimiyseniz haydi ölümü isteyin».

95. (Fakat) kendi elleriyle işleyip çıkardıkları cürümlerinden dolayı, ölümü asla iste-miyecekl erdir. Allah, elbette, zâlim olanları en iyi bilendir.

96.   Sen, onların, hayata başkalarından ve hattâ her biri bin sene yaşamayı temenni eden müşriklerden bile çok daha düşkün olduklarını görürsün. Halbuki uzun yaşamak, hiçbirini azâbtan kurtarmıya-caktır. Allah, elbette, yaptıklarını hakkıyle görendir.

 

94 80 inci âyette ve tefsirinde gördüğümüz gibi, yahudîler, kendilerine sayılı günler dışında asla ateşin dokunmıyacağını ve bu sebeple, Cen-net'in sadece kendilerine âitölduğunu iddia ediyorlardı. Fakat bu iddia, 81 inci âyette, suçu ve günahları kendilerini çepeçevre kuşatan kimselerin ebediyyen Cehennem'de kalacakları bildirilerek reddedilmişti. Yukarıdaki âyette ise, yine bu iddiadan kaynaklandığı anlaşılan bir inancın, yahudîlen yeniden köşeye sıkıştıran bir hüccetle nasıl çökertildiği apaçık görülecek­tir. Kendilerini «Allah'ın milleti» (şa'bullah) olarak gören ve kendilerine^ indirilen kitaba inandıkları iddiasında bulunan yahudîler, bu iddianın tabiî  bir neticesi olarak, Cennet'in de kendilerine âit olacağına inanıyorlar ve ileride gelecek olan 111 inci âyette de görüleceği gibi, «yahudî olanlardan başkası cennete asla giremiyecektir» diyorlardı. İşte, yukarıdaki âyetle getirilen ve onları bir daha cevap veremez hale düşüren hüccet, bu inançlarının boş bir hayalden ibaret olduğunu kafalarına iyice sokmak içindir. Cennet, şüphesiz, âhırete inanan her insanın girmeye can attığı bir yerdir. İnsan, dünyada ne kadar yaşarsa yaşasın, ölüm er geç gelecek ve onu âhıret yolculuğuna çıkaracaktır. Bu yolculuğun sonu ise, inananlar için Cennetle, inançsızlar için de, Cehennemle noktalanacak ve ebedi hayat bunlardan birisiyle tekrar başlıyacaktır. Dünyanın geçici hayatını, Cennet'in ebedi hayatına tercih edebilecek aklı başında bir insanın (kâfir bile olsa) düşünülemiyeceğine göre, Allah'a kulluk görevini hakkıyle yapıp da Cennet'e girmeyi umud eden her insanın, dünya hayatını bir an evvel terkedip Cennet'e gitmek İstemesi kadar tabiî bir şey tasavvur olunamaz. İslâm târihi, gazveleri ve harpleri fırsat bilerek şehld olmayı ve Allah'ın vadettiği Cennet nimetlerine kavuşmayı temenni eden sayısız mü'minle-rin menkabeleriyle doludur. İşte, şüphe götürmez bu gerçek karşısında, yahudîierin de, görüş ve inançlarının, yahut tutum ve davranışlarının böyle olması ve her fırsatta, bir ân evvel kendilerine âit olduğuna inandıkları Cennet'e gitmeyi ve ebedî saadete kavuşmayı istemeleri Icab ederdi; çünkü her mü'minin tabii isteği bu idi. İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmeyle sevgili Peygamberine bu konuda yol göstermiş ve yahudîlerin, kendilerine âit olduğunu sandıkları Cennet'e gerçekten gitmek İsteyip istemediklerini, istiyorlarsa, bu isteklerinde samimî olup olmadıklarını sı­namak için, onlara şöyle demesini emretmiştir: «Eğer Cennet'in gerçek­ten size âit olduğuna inanıyorsanız ve bu inancınızda da samimiyseniz, .haydi oraya gitmek için ölümü temenni edin de görelim». [101]

 

95 Fakat, hayır! Kâfirlerin içindekileri de dışındakileri de, gizlediklerini de açığa vurdukla­rını da en iyi bilen Allah Ta'âlâ, onların Cennet'e gitmeyi arzu etseler bile, ölümü temenni edemiyeceklerini, çünkü işledikleri hadsiz hesapsız cü-rümleriyle oraya girmeye hak kazanamadıklarını bütün açıklığıyle gözler önüne sermiştir. Ölümü temenni edememeleri ve dünya hayatını kaybet­mekten korkmaları, işledikleri cürümlerden dolayı başlarına gelecek akı­beti, kendilerinin de çok iyi bilmelerinden ileri geliyordu. Eğer dünyada iyi ameller işleyip bu amellerinin karşılığı olarak âhırette kazanacakları cen­net nimetlerinden birazcık emin olsalardı, yeryüzünde tek bir yahudî kal­maz, hepsi de âhıretin yolunu tutardı. Hele dünyada, horlanan, hakir görülen ve her çeşit zillete uğrayan bir millet için, dünya hayatını terkedip Cennet'in en mutena köşesine yerleşmek söz konusu olunca, onları bir saniye bile yeryüzünde tutmak mümkün olmazdı. [102]

 

96. Fakat bunların hepsi, yahudîler için erişemiyecekleri bir hayaldi. Kendilerini böyle avutuyorlar ve dünya nimetlerine sımsıkı sarılarak onlar­dan bir ân da olsa ayrılmak istemiyorlardı. Allah Ta'âlâ, onların bu halini, HazreH Peygamber'e tasvir ederek anlatmış ve onların, hiç ölmek istemi-yen müşriklerden daha çok hayata düşkün olduklarını haber vermiştir. Ayet-i kerîmede müşriklerin bin sene yaşamak istediklerine işaret edil­mişse de, bu rakam, kesretten kinayedir ve Araplar arasında, sayıların sonu sayılması İtibariyledir. Fakat yahudîler, işledikleri büyük cürümlerin tabiî bir neticesi olarak, âhırette uğrayacakları şiddetli azabın korkusuyle, dünyada İster bin sene yaşamak istesinler, ister dünyadan ayrılmayı hiç arzu etmesinler, neticede, her insan gibi, ölümün pençesine düşecekler ve âhırette kendilerini bekleyen akıbete kavuşacaklardır. Uzun yaşamak, onları azâb yüklü bir akıbetten asla kurtaramıyacaktır. Allah, şüphesiz, onların yaptıklarını da, yapacaklarını da çok iyi bilir ve görür. Bu sebeple, hiç kimsenin ve hiçbir kâfirin, fiilini gizleyerek, kendisini O'nun kabzasın­dan kurtarmaya gücü yetmiyecektir.

Yahudîlerin, yalnız kendilerine indirilen kitaba inandıklarını ileri süre­rek Hazret-i Peygamber'in davetine sırt çevirmeleri, müteakip âyetlerde de söz konusu edilmiş ve mazeretlerinin reddi hususunda, Hazret-i Pey­gamber'e yol gösterilerek şöyle buyurulmuştur: [103]

 

97.  (Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Kim Cebrail'e düşman olursa, (bilsin ki) işte o Cebrail, daha önceki kitapları doğru­layan, müminler için hidayet ve müjde olan Kur'ân't Allah'ın izniyle Senin kalbine indirmiştir.

98. «Kim Allah'a, meleklerine, peygamberle-

rine, Cebrail'e ve Mikâiie düşman olur­sa, (yine bilsin ki) Allah, muhakkak kâ­firlerin düşmanıdır.

 

97 Yahudîlerin «Allah'ın milleti» olduklarını ve bu sebeple Cennet'in yalnız kendilerine âit bulunduğunu ileri sürerek Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a îman etmemelerinin, garib olduğu kadar da akıl ve mantık dışı bir başka sebebi daha vardı; o da, Hazret-i Peygamber'e vahiy getiren Cebrail'e akıl almaz bir şekilde düşmanlık beslemeleriydi. Yukarı­daki âyetin, Tirmizl, Nesâî ve Ahmed İbn Hanbel tarafından nakledilen nüzul sebebinden anlaşıldığına göre, yahudîlerden bir gurup, Hazret-iPeygamber'e gelerek bazı sorular soracaklarını, bunları bildiği takdirde kendisinin Peygamber olduğuna inanacaklarını söylemişlerdir. Sordukları ilk sorulara karşılık Hazret-i Peygamber'den aldıkları cevaplar, yahudîleri tatmin etmiş olmakla beraber, kendisine vahiy getiren melek hakkında sordukları son soruya karşılık olarak aldıkları «Cebrail» cevabı, onların Hazret-i Peygamber'den yüz çevirmelerine sebep olmuştur. Konuyle ilgili olarak nakledilen haberlerde, yahudîlerin, Hazret-i Peygamber'e şöyle dedikleri görülür: «Cebrailbizim düşmanımızdır. Çünkü o, harp, kıtal, azâb ve kan dökümü getirir. Eğer sana vahiy getiren meleğin rahmet ve bolluk getiren Mîkâil olduğunu söyleseydin, sana inanır, peşinden gelirdik». (Hadîs için bkz. Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I. 274).

Bu hâdise üzerine, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyeti indirmiş ve Pey­gamberi vâsıtasıyle yahudîtere ihtarda bulunarak şu gerçeği hatırlatmıştır ki, onların düşman oldukları Cebrail, daha önceki peygamberlere indirilen kitapları doğrulayan ve mü'minlere hidayet ve müjde olan Kur'ân'ı, Al­lah'ın izniyle ve Allah katından getiren bir melektir. O ancak bir emir kuludur ve onun kendiliğinden bir şey getirmesi mümkün değildir. Bununla beraber yahudller, utanç verici hallerini ve gizli kalması gerektiğine inan­dıkları sırlarını Hazret-i Peygaber'e haber veriyor diye Cebrail'e düşman olmuşlardı. Allah'ın peygamberlerinden kimini yalanlayıp kimini öldüren, kendilerini diğer milletlerden üstün görüp Cennet'i yalnız kendilerine âit sanan, emir kulu olmaları dolayısıyle sadece Allah'ın kendilerine verdiği emirleri yerine getiren meleklerin kimine muhabbet besleyip kimine düş-ö man kesilen yahudîlerin şunu iyice bilmeleri gerekir ki, [104]

 

98. her kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mîkâil'e düşman olur, küfür isterse, Allah da, böyle kâfirlerin düşmanıdır. Yahudiler, Hazret-i Pey­gamber'e inanmamakla, ondan önceki peygamberleri yalanlayıp öldür­mekle ve vahiy getiren Cebrail'e düşman olmakla, Allah'a inançsızlıklarını ve düşmanlıklarını ortaya koymuşlardır. Bu sebeple, Allah da onlara düş­man muamelesi yapacak ve düşmanlıklarının cezasını en pahalı bir şe­kilde ödetecektir.

Allah Ta'âlâ, yahudîlere bu kötü akıbeti hatırlatıp onları bir daha uyardıktan sonra, Hazret-i Peygamber'e hitap ederek, Kur'ân-ı Kerim'e işaretle, hususî manâda yahudîlerin, umumî manâda da fâsıkların bu Kitap karşısındaki tutumlarını anlatmış ve son defa onların çirkin davranış­larından yeni bir örnek vererek şöyle buyurmuştur: [105]

 

99. Biz Sana apaçık âyetler indirdik; onları /âşıklardan başkası inkâr etmez.

100.-Oysa yahudîler, ne zaman bir ahidde bulunmuşlarsa, onlardan bir zümre bu ahdi bozup atmadı mı? Zaten onların çoğu îmân etmez-

101-Onlara Allah katından ellerindeki kitabı doğrulayan   bir   Peygamber   geldiği zaman, kendilerine kitap verilenlerden bir zümre, sanki bilmiyorlarmış gibi, Allah'ın Kitab'ını arkalarına attılar.                

102. (Sonra da), şeytanların, Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine uydurup söyle­dikleri şeylere uydular. Halbuki Süley­man küfretmemişti. Asıl şeytanlar sihri ve Bâbil'deki Hârût ve Mârût adlı iki meleğe indirilen şeyleri insanlara öğrete­rek küfretmişlerdi. Oysa bu iki melek, «biz fitneyiz; (sakın bize kanıp) küfret­me» demedikçe, hiç kimseye bir şey öğ-retmezlerdi. (Buna rağmen, öğrenmek isteyenler), bu ikisinden, kişiyle karısı­nın arasını bozacak şeyleri öğreniyor­lardı. Gerçi Allah'ın izni olmadıkça, bu öğrendikleriyle hiç kimseye zararlı ola­mazlar. Onlar ise, kendilerine, fayda değil zarar verecek şeyleri öğrenirler. Şüphesiz onlar, bunu satın alan kimsele­rin âhırette nasibi olmadığını biliyorlar­dı. Keski kendilerini ne kötü bir şeye mukabil satmış olduklarını da bilselerdi. 103. Eğer onlar îman etmiş ve (Allah'tan) sakınmış olsalardı, Allah katından gelecek sevap (kendileri için) daha hayırlı olurdu. Keski bunu bilselerdi.

 

99 Kur'ân-ı Kerîm, Allah Ta'âlâ tarafından Hazret-i Peygamber'e vah-yediimiş bir kitaptır. Vahyin yüksek bir makamdan, yani rubûbiyet maka­mından gelmiş olması dolayısıyle, çok defa vahiy, inzal (indirmek) kelime­siyle ifade edilmiştir. Bu sebeple, kelimeyi maddî manâda yüksek bir yerden daha aşağıda olan bir yere indirmek manâsında anlamamak gerekir. Rubûbiyet makamından peygamberlik makamına Cebrail (a.s.) vâsı-tasıyle getirilen Kur'ân-ı Kerîm'in, Bakara sûresinin ilk âyetinde de beyan edildiği gibi, Allah katından geldiğinde hiçbir şüphe yoktur ve bizatihi açık âyetlerden müteşekkil olup, onun Allah katından geldiğini doğrulayacak, veya âyetlerini açıklığa kavuşturacak, başka delil ve âyetlere muhtaç değildir. Bu sebeple, akl-ı selim sahibi olan ve aslî yaratılışı bozulmamış bulunan her insan, herhangi bir delile ihtiyaç duymadan ihtiva ettiği itikadl meseleleri ve delillerini, çeşitli konulardaki edebi ve ameli ahkâmı- ortaya koyusunda insanları âciz bırakan eşsiz uslûb ve tertibiyle onun Allah katından geldiğini kabul ve tasdik eder. [106]

 

100 Buna mukabil, salim bir akıldan yoksun, fıtratları bozulmuş, hakkı arama güçlerini kaybetmiş ve böylece doğru yoldan sapmış, hak yerine bâtıla yönelmiş olanlar ise, hem hased-lıkleri, hem de inadları yüzünden onu inkâr etmekten çekinmezler. İşte, yahudller bunlardandı.Fıtratları bozulmuş,hakkı arayıp bulma güçlerini kaybetmiş,Hazret-i Peygamber'e açıktan cephe alıp Kur'ân-ı Kerlm'i de inkâr etmişlerdir. Zaten onlardan, başka türlü bir davranış da beklene­mezdi. Müslümanlarla peşpeşe yaptıkları ahidieri bile, onlardan bir zümre bozup atmamış mıydı? Ancak bu «zümre» sözünden, ahidieri bozanların az sayıda oldukları, çoğunun ahidlerine sâdık kaldığı anlaşılmamalıdır. Zira ahidieri bozmak, verdikleri sözden dönmek, onların asli tıynetleri olmuş, eski devirlerden beri bu işi yapagelmişlerdir. Bu bakımdan onların büyük çoğunluğunun fıtratları bozuktur ve ahde vefaları yoktur; çünkü çoğu imansızdır. [107]

 

101 Keza ister yahudl olsun, ister hıristiyan olsun, kitap ehlinden yine çoğunluğu teşkil eden bir zümre, kendi kitaplarıyle övünüp müşriklere karşı onu hüccet olarak kullanıp dururken, Allah tarafından, kitaplarını teyld ve tasdik eden bir Peygamber gönderilince, ellerindeki kitabı arkala­rına atıvermişlerdir. Oysa bu peygamberin sıfatları, kitaplarında, İsmail oğullarından geleceği haber verilen peygamberin sıfatlarına tam manâ-sıyle uyuyordu; sözleriyle ve itiraflarıyle Mûsâ (a.s.) nın peygamberliğini, getirdiği şeriatın doğruluğunu tasdik ediyor, aynı zamanda, yahudllerin kitaplarında yaptıkları tahrifleri, kitabın bir kısmiyle amel edip bir kısmını terkettiklerini onlara ihtar ile haber veriyordu. İşte, yahudîler, Allah katın­dan böyle bir Peygamberin gelip kitaplarını doğruladığını görünce, sanki ellerindeki kitabın Allah tarafından peygamberleri Mûsâ (a.s.) ya indirilmiş bir kitap olduğunu bilmiyorlarmış gibi onu arkalarına atıyorlar. Burada şuna işaret etmek gerekir ki, âyet-i kerîmedeki «Allah'ın kitabını arkalarına attılar» ibaresinden, Tevrat'ın tamamını attıkları manâsı anlaşılmamalıdır. Atılan kısım, Hazret-i Peygamber'in geleceğini haber veren ve   onun sıfatlarını açıklayan, ona iman etmeyi ve tâbi olmayı emreden âyetlerdir. Ancak, kitabın bir kısmına inanıp onunla amel etmek, bir kısmını da inkâr edip arkaya atmak, onun tamamını atmak demek olacağından, âyet-i kerîme'de bu manâ ifade edilmiş ve «Allah'ın kitabını arkalarına attılar» denilmiştir.

Netice itibariyle, kendilerine kitap verilenlerden bir zümre, yani yahu­dller, ellerindeki kitabı doğrulayan Hazret-i Peygamber'in gönderilmesi üzerine,, kendi kitaplarını bile inkâr etmekten çekinmediler; sonra da Hazret-i Peygamber'e karşı içlerinde besledikleri hasedliğin sebep ol­duğu bir kin ve düşmanlıkla onun karşısına dikilip onunla mücadeleye giriştiler. [108]

 

102 Yahudllerin Hazret-i Peygaber'e karşı giriştikleri mücadele, âyet-i kerimede «şeytanların, Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine uydurup söy­ledikleri şeylere tâbi oldular» beyanıyle ifade olunmuş ve bununla, onların Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a tâbi olacakları yerde, Hazret-i Süleyman hakkında şeytanlar tarafından uydurulup ileri sürülen bir takım sözlere tâbi oldukları kasdedilmiştir. Ayet-i kerlme'de sözü edi­len şeytanın, Enam sûresinin 112 nci âyetinde tarif edilen insan veya cin şeytanı olduğu anlaşılır. Bu âyette şöyle buyurulmuştur: «Böylece, her peygamber'e, insan ve cin şeytanlarını düşman yaptık. Bunlar, insanları kandırmak için yaldızlı sözlerle bir takım vesveseler telkin ederler». Bu âyetin ışığı altında, şu husus iyice anlaşılmış olmaktadır ki, ister insan şeytanları olsun, ister cin şeytanları olsun, kötü ruhlu bir takım yaratıklar, Hazret-i Süleyman'ın hükümranlığı sırasında, bir takım asılsız iddialarda bulunmuşlar ve bu hükümranlığın sihir ve tılsım esası üzerine kurulduğu­nu, hattâ daha da ileri giderek, Hazret-i Süleyman'ın putperest zevceleri yüzünden dinden çıkıp putlara taptığını ileri sürmüşlerdir. Süleyman {a.s.) m yahudllere gönderilen peygamberlerden biri olduğu ve onun hakkında bu çeşit iftiralarda bulunan şeytanların da, yukarıda mealine işaret ettiği­miz âyet-i kerimeyle belirtilen insan şeytanlarından olduklandüşünülürse: onun aleyhinde asılsız söz söyleyenlerin, yine yahudller olduğu netice­sine varılır. Filhakika, bugün yahudllerin elinde bulunan Tevrat'ta da, Hazret-i Süleyman aleyhine söylenmiş buna benzer iftiraların yer aldığı görülür. (Meselâ Süleyman (a.s.) nın zevcelerine tâbi olarak doğru yoldan uzaklaştığı yolundaki iddialar için bkz. Ahd-i Atik, 1. Krallar, bâb 11).

Kur'ân-ı Kerîm, yukarıdaki âyet-i kerîmeyle, gerek yahudîlerin Hazret-i Süleyman hakkındaki bu asılsız iddilarını ve gerekse bu iddiaların kaynağını teşkil ettiği anlaşılan tahrif edilmiş Tevrat metinlerini «halbuki Süleyman küfretmemişti» diyerek kesin bir şekilde reddetmiştir. O halde asıl küfredenler, Allah'ın bir Peygamberine küfür isnad etmekten çekin­meyen, sihirle uğraşıp onun hakkında edindikleri bilgileri ve bâbil de, Hârut ve Mârût adlı iki melekten öğrendikleri sihir kabilinden şeyleri insanlara öğreten insan kılıklı, fakat şeytan ruhlu bu yahudîlerdir.

Yahudilerin Bâbil'de Hâr'ut ve Mârût adlı iki melekten öğrendikleri şeylerin, sihir kabilinden bir takım şeyler olsa bile, sihir olmadıkları, âyette gerek sihirin ve gerekse bu iki melekten öğrenilen şeylerin, ayrı ayrı zikredilmesinden anlaşılmaktadır; ancak sihirden ayrı olan bu şeylerin ne olduğu açıklanmamıştır. İsmi zikredilen iki melek hakkında da açıklayıcı herhangi bir bilgi mevcut değildir. Müfessirlere göre, Hârût ve Mârût, gerçek iki melek olabileceği gibi, Allah tarafından bazı güçlerle techîz edilmiş melek huylu iki gerçek insan da olabilir. Ancak bunların hüviyetle­rini tesbit etmek mümkün olmadığı için.tefsîr kitaplarında yer alan değişik görüşleri burada tekrar etmekte herhangi bir fayda yoktur. Fakat âyet-i kerime'den anlaşılan manâ şudur ki, şeytan ruhlu bu yahudîler, bir taraf­tan sihiri, bir taraftan da Harût ve Mârufun sahip oldukları birtakım bilgileri öğrenmişler ve bunları halka da öğreterek onlarla amel etmelerini sağla­mışlardır. Hârût ve Mârût, aslında, kendilerine Allah tarafından verilen ve tatbik edildiği takdirde insanlara büyük zararı dokunacak olan bu bilgileri hiç kimseye öğretmiyorlar, Öğrettikleri zaman da, zararını hatırlatıyorlar ve insanları küfre götüreceğini söylüyorlardı; kısacası, öğrenmekte İsrar edenleri, tehlikesiyle ikaz ediyorlardı.

İşte, yahudîler, mahiyeti Kur'ân-t Kerîm'de açıklanmıyan sihir ve sihir cinsinden bir takım bilgilere tâbi olarak, kişiyle karısının arasını bozacak, aileleri ve cemiyetleri birbirine düşürecek davranışlara girişmişlerdir. Her ne kadar yahudîlerin sihir veya büyüye dayanarak giriştikleri bu davranış-İarla, Allah'ın izni olmadıkça herhangi bir kimseye zarar vermeleri müm­kün değilse de, sihre inanarak ve olağan üstü bazı kuvvetlere sahip olduklarını düşünürek bir takım şeyler yapabileceklerini zannetmeleri, aslında, sadece kendileri için zararlıydı; ne var ki yahudîler, bunu anlamı-yacak kadar akıldan yoksun bulunuyorlar, sihir adına öğrendikleri şeyin, kendilerine zararı dokunan, fakat faydası bulunmayan şeyler olduğunu düşünemiyorlardı.

Sihir, sebebi gizli olan ve insan tahayyülünde cereyan eden hakikat dışı bir takım şeylerdir ki, aslı, hile ve hud'aya dayanır. Kur'ân-ı Kerîm'de sihrin tavsifi yapılmış ve Firavunun sihirbazlarıyle Mûsâ (a.s.) arasında cereyan eden bir gösteriden söz edilerek sihirbazlar tarafından atılan ip ve cjeğneklerin, Mûsâ (a.s.) ya koşuyorlarmış gibi göründüğü bildirilmiştir. (Tâhâ sûresi, 66). Aynı hâdiseye işaret edilen Araf sûresinin 116 ncı âyetinde ise, sihirbazların, halkın gözlerini büyüleyip onlara korku saldıkları belirtil­miştir. Bu açıklamaya göre sihir, gözü aldatmak ve olan hâdiseyi gizli bir sebebe dayanarak, olduğundan farklı göstermek şeklinde tarif edilebilir. Ancak, bunu yapabilmek için, bir takım marifetlere, bilgilere sahip olmak gerekir. İşte bu noktada, bilgi ve marifet söz konusu olunca, sihrin de kendine hâs usûl ve metodları bulunan bir ilim dalı olduğu neticesine varılır ki, her çeşit ilimde olduğu gibi, bunda da ona vâkıf olmuş, usûl ve metodlarını kavramış mütehassıslar vardır ve bunlara «sihirbaz» denir. Keza her ilmin, insanların menfeatına kullanıldığı zaman faydalı ve övül­meye lâyık olduğu düşünülürse, sihirin de bu yönden öğrenilmesinde herhangi bir mahzur olmayabilir. Nitekim âyet-i kerîme'de, Hârût ve Mâ-rût'un bu konuda bilgi sahibi olduklarına ve bu bilginin Allah Ta'âlâ tarafın­dan ilham edildiğine işaret olunduğu gibi, bu bilgiyi elde etmek isteyenlere de, onları uyardıktan sonra verdikleri belirtilmiştir. Müfessirlere göre bu uyarma, bilgiyi aldıktan sonda, onunla amel edenler içindir: Kim sihri öğrenir ve onu amelî sahada tatbik ederse, küfür işlemiş olur; fakat onu öğrenmekte, tatbikinden sakınıldığı takdirde, bir mahzur yoktur. Bu, tıpkı kimyevî maddeler arasında yer alan şiddetli bir zehir gibidir ki, eczacılıkta çeşitli hastalıklar için tedavi maddesi olarak kullanıldığı halde, kötü niyetli bir kişinin elinde öldürücü bir silâh olur.

İşte, yahudîler, ellerindeki kitabı doğrulayan bir peygamber gelince, bu peygamber'e ve ona indirilen Kitab'a tâbi olacakları yerde, hasedlik-leri yüzünden, o peygamberi müjdeleyen kitaplarını arkalarına atmışlar, sonra da Hârût ve Mârût'a verilen bir takım bilgilere ve sihire tâbi olarak, insanları birbirine düşüren oyunlara girişmişlerdir. Tevrat, sihiri öğreten ve onu tatbik eden kimseleri uyarmış ve bu gibi kimselerin puta tapanlarla aynı derecede olduklarını bildirmiş olduğu için, yahudîler, kendilerinin âhirette nasîbieri bulunmadığını elbette biliyorlardı. Fakat bunu bilmele­rine rağmen, inadları yüzünden, küfür işlemekten ve âhiretlerini kötü bir 1 şey mukabilinde satmaktan çekinmemişlerdir. [109]

 

103 Halbuki onlar, sihre, hile ve desiseye tâbi olacaklarına, Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a tâbi olsalardı, yahutta hiç olmazsa Hazret-i Peygamber'in gele­ceğini müjdeleyen ve ona uymayı emreden kendi kitaplarına inanmış ve haram kıldığı şeyleri işlemekten sakınarak Allah'a sığınmış olsalardı, âhı-ret için kazanacakları sevap, kendileri için çok daha iyi olurdu. Fakat onlar, kafalarını sihirle meşgul ederek bu gerçeği bilip anlamaktan uzak kaldılar, ve her zaman olduğu gibi bâtılı hakka yeğ tuttular.

İşte, yukarıdan beri, Bakara sûresinin bir hayli yekûn tutan âyetlerini, Allah Ta'âlâ, sırf yahudîlere tahsis ederek, onların Mısır esaretinden kurtuluşundan mukaddes arza gelip yerleşmelerine kadar geçen zaman içeri-sindejnanç yönünden iniş çıkışlarını, isyanlarını, küfürlerini, her isyandan [sonra, akıllarını başlarına alırlar diye yeniden bağışlanıp çeşitli nimetlerle ftaltîf olunmalarını, fakat yine de küfür yolunu seçip peygamberlerinden İkimini yalanlayıp kimini öldürmelerini, son defa gönderilen Hazret-i Pey-iaamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a inanmamak için kendi kitaplarında [yaptıkları tahrifleri, bazan nasîhata. bazan ihtara ve bazan da şiddetli azâb jile tehdide bağlı olarak, bütün açıklığtyle gözler önüne sermiştir. İ: Aşağıdaki âyetlerde ise, müsiümanlara hitap edildiği görülecektir. ^Bununla beraber, hususî manâda İslâm, umumî manâda da din düşmanı [olarak temayüz eden yahudilerden yine söz edilecek, zaman zaman [hiristiyanlar da işaret olunarak, müslümaniartn, onların tasallutundan, (sataşmalarından veya tecavüzlerinden korunmaları için onlara yol gösteri­lecek, düşmanların itham ve iddialarına, onları yine köşeye sıkıştıran, ! akılları olsa sıkıştıkları o köşeden başlarının ucunu bile gösteremez hale | getirecek, yahut îmana gelmelerini sağlayacak cevaplar verilecektir. İşte t bu umumî manâ içerisinde Allah Ta'âiâ, mü'minlere, yahudîlere benze­memek hususunda ilk edeb dersini vererek buyuruyor ki: [110]

 

104.  Ey îman edenler! (Peygamberce) «rai-nâ» demeyin; «unzurnâ» deyin ve   onu dinleyin. Kâfirler için elim bir azâb var­dır.

105.  Ehl-i kitaptan olan kâfirler ve müşrikler, Rabb'ınızdan size bir hayır gelmesini hiç arzu etmezler.  Oysa Allah,  rahmetini dilediği   kimseye   tahsis   eder,   Allah, büvük lütuf ve ihsan sahibidir.

 

Görüldüğü gibi bu iki âyet-i kerîmede hitap, yahudilerden müslüman-(ara intikal etmiş, fakat yahudîierle müslümanlar arasındaki münasebet­lerle ilgili bazı meseleler üzerinde durulmuş olması dolayıstyle, konunun ağırlık noktasını yine yahudîler teşkil etmiştir. Hattâ ikinci âyette, kitap ehlinden olan kâfirlerle müşriklerden söz edilerek hıristiyanlara da işaret edilmiş olsa bile, ağırlığın yine yahudîler üzerinde olduğu anlaşılmaktadır. İlerideki âyetlerde de, bu husus açıkça görülecektir. Bu bakımdan, yukarı­daki iki âyeti ve bundan sonra gelecek olan diğer âyetleri, isyan, küfür, fitne ve fesad halleriyle bozuk tıynetlerini teferruatıyle yüzlerine vuran önceki âyetlerin siyakı İçinde mütalaa etmek gerekir. Buna göre, Allah Ta'âiâ, bu âyetlerde, mü'minlere hitap ederek tıynetlerini ve karakterlerini artık yakından bildikleri yahudîler gibi edebsiz olmamaları, edeb dışı söz ve fiillerden sakınmaları ve o kâfirlerin akıbetine düşmemeleri için uyarıyor ve şöyle buyuruyor: [111]                                                                         

 

104. Ey îman edenler! (Paygamber'e) krâi-nâ» demeyin; «unzurnâ» deyin ve (onu) dinleyin. Kâfirler için elim bir azâb\var-dtr.                                                 

105. Ehl-i kitaptan olan kâfirler ve müşrikler, Rabb'ımzdan size bir hayır gelmesini hiç arzu etmezler. Oysa Allah, rahmetim dilediği kimseve tahsis eder. Allah, büyük lütuf ve ihsan sahibidir,

 

104 Müslümanlara yöneltilen bu hitapta, Hazret-i Peygamber'e karşı «râinâ» sözünün söylenmesinden onları nehiy, fakat bu söz yerine «un­zurnâ» denilmesini ve Hazret-i Peygamber'e kulak verilip sözlerinin din­lenmesini emir vardır. «Râinâ» ne demektir ve Allah Ta'âiâ, müslümanla-rın bu kelimeyi Hazret-i Peygamber'e karşı kullanmalarını niçin yasakla­mıştır?

«Râinâ», Murâât masdarından emir sîgasındaki «râı» ile«nâ» zami­rinden meydana gelmiş bir kelimedir. Murâât, lugatta, murakabe etmek, bir işin nereye varacağını gözetmek, birisine kulak verip dinlemek manâ­larına gelir. Buna göre «râinâ» kelimesinin «bizi gözet», «bizi dinle» manâ­sına geldiği anlaşılır. Ve filhakika Hazret-i Peygamber, ashabına, kendisine nazil olan âyetleri tebliğ ettiği, yahut dîn işlerinden bazı şeyleri onlara öğretmeye başladığı zaman, sahabeden bazısı, «bizi gözet; anlattığın şeyleri iyice anlamamız için bize mühlet ver; soracağımız sorular için bize izin ver» gibi manâlara gelmek üzere râinâ ya Rasûla'llah derlerdi. İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyetle, bu kelimenin kullanılmasını menetmiştir. Bu men'in sebebi de, tefsîrlerde açıklandığına göre, yine yahudllerdir. Çünkü yahudîler, müslümanların Hazret-i Peygamber'e zaman zaman râinâ yâ Rasûla'llah diye hitap ettiklerini farkedince, onlar da Hazret-i Peygamber'in yanında aynı kelimeyi kullanmaya başlamışlardır. Ancak yahudllerin, ağızlarını yayarak ve dillerini bükerek, kelimeyi farklı şekilde söyleyişlerinde çirkin bir kasıd vardı ve bu kasıd, farklı söyleyişle kelimenin kazandığı manâdan da açıkça anlaşılıyordu. Hazret-i Peygamber'e hitap i ederken «râinâ» diyorlar ve kelimeyi riâyet masdarından alarak «çobanı-> mız» , yahut ruûnet masdarından alarak «sözü dinlenmiyecek adam, ahmak» manâsında kullanıyorlar, böylece Hazret-i Peygamber'! küçük düşürmek ve ona hakaret etmek istiyorlardı. Nisa sûresinin 46 ncı âyetin­de, yahudllerin kendi kitaplarında yaptıkları tahriflere işaretle bu konuya da temas edilerek şöyle denilmiştir: «Yahudiler içinde öyleleri var ki, kelimelerin yerlerini değiştirirler ve cfini tahkir etmek için, işittik ve isyan ettik; işit işitemez olası; dillerini bükerek râinâ gibi sözler söylerler». Bura­da, şuna da işaret etmek gerekir ki, «râinâ» kelimesi, murâât masdarının iki kişi arasında müşareket ifade etmesi dolayısıyle riâyetten «bizi gözet, yahut bize kulak ver ki, biz de seni gözetip sana kulak verelim» manâsına gelir ve kelimenin bu manâda kullanılması, sahabenin Hazret-i Peygam­ber karşısındaki mevkileri itibariyle edebe aykırı bir davranış olur. İşte açıklamaya çalıştığımız bu sebepler dolayısıyle, Allah Ta'âlâ müslümanla­rın, Hazret-i Peygamber'e bu kelimeyle hitap etmelerini yasaklamış, onun yerine, yine aynı manâya gelen, fakat yahudîlerin dillerini eğip bükerek ve kelimeyi tahrif ederek onu başka manâda kullanmalarına imkân verme­yen, aynı zamanda müslümanları, Hazret-i Peygamber karşısında edeb dışı bir söz sarfetmiş olmaktan koruyan «unzurnâ» kelimesini kullanmala­rını, ayrıca, Hazret-i Peygamber'in, ister vahiy olsun, ister sünnet olsun, öğrettiiği her şeyi öğrenmelerini ve bunun için de, onu iyi dinlemelerini emretmiştir. Ayet-i kerîmede yer alan «kâfirler için elim bir azâb vardır» ibaresi ise, yahudllerin Hazret-i Peygamber'e edeb dışı hitaplarının küfür eseri olduğunu ve bu yüzden şiddetli bir azabı gerektirdiğini beyan içindir. Müslümanlar cihetinden gelen edeb dışı hitaplar ise, küfür sayılmasa bile, küfre yakın ağır bir günaha yol açacağıdan, müslümanların bu çeşit hitap­lardan men olunmalarındaki hikmeti anlamak da güç değildir. Hattâ «râi­nâ» kelimesi, iki kişi arasında müşareket ifade eden «sen bize kulak ver, dinle, biz de sana kulak verip dinleyelim» manâsında kullanılmış olsa bile, hoca ile talebe, mürşid ile mürid, yahut üstad ile öğrenci arasında, ilim ve amel yönünden eşitliğe delâlet eden bir manâya sahip olması dolayısıyle, talebenin hocadan veya müridin mürşidden istifade etmesini engelleyen ve aradan saygıyı ve ittibayı kaldıran bir davranışa yol açar. Halbuki talebe hocaya, mürid mürşide, ilim ve terbiye yönünden dâima muhtaçtır ve bu ihtiyaç, ancak ve ancak, ilimde ve terbiyede, küçük olanın büyük olana saygı duyması ve ona tâbi olması halinde giderilebilir. Bu sebepten, bütün insanların, Allah Ta'âlâ'nın âlemlere rahmet olarak gönderdiği ve kendi­sinde herkes için usve-i hasene (güzel örnek) bulunduğunu beyan buyur­duğu Hazret-i Peygamber'e saygı duymaları ve aralarındaki talebe-hoca veya mürid-mürşid hududunu muhafaza etmeleri gerekir ki, talebenin hocadan, müridin mürşidden yapabileceği azamî istifadeyi elde edebilsin. Zaten bu sebepten değilmidir ki, Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de herkese Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyi emretmiş, sonra da, Rasûl (s.a.s) e itaati Allah'a itaatla denk ve eşit kılmıştır. O halde kim, Allah'ın Rasûlüne saygıda kusur ederse, veya ona itaattan yüz çevirirse, bu davranışı, Allah'a karşı yapmış olacağından azaba müstehak olur; dünyada ve âhı-rette hak ettiği bu azabı da mutlaka görür. [112]

 

105    Maamafih, kitap ehlinden, başta yahudller olmak üzere, hıristiyanlara ve küfür yönünden bunların erişerek denk hale geldikleri müşrikler, Hazret-i Peygamber'e saygı bir yana, onu hasedlikleri yüzünden en şid­detli bir şekilde inkâr ettikleri gibi,müslümanlaraRab'larından en küçük bir hayır gelmesini bile İstememişlerdir. Hasedlik onların içine bu derece işlemişti. Oysa Allah Ta'âlâ, Kur'ân-ı Kerîm'i göndermekle, mü'minlere en büyük hayrı vermişti. Çünkü Kur'ân, mükemmel bir nizam, her çeşit nimeti şâmil bir lütuf ve mahza hidayetti. Allah Ta'âlâ, müslümanları onunla biraraya getirmiş, kabileleri ve milletleri onunla birbirine yaklaştırmış ve birleştirmiş, akılları yine onunla putperest düşüncelerden temizleyip aslî fıtratları üzerinde korunmalarını temin etmişti. Bu sebeple, yahudllerin ve diğer kâfirlerin Kur'ân-ı Kerîm'e karşı içlerinde besleyip büyüttükleri kin ve hasedi,yine bu yüzden Allah'a karşı duydukları düşmanlığı anlamak güç değildi. Halbuki büyük lütuf ve ihsan sahibi olan Allah Ta'âlâ, rahmetini dilediğine tahsis eder ve kullarından hiçbiri, O'nu dilediği şeyin aksini yapmaya, veya yapmaktan vazgeçirmeye icbar edemez, zorlayamaz. Bununla beraber, bilhassa yahudîlerin ve onlarla birlikte müşriklerin, ha­sedlikleri yüzünden ortaya attıkları iftiraların haddi ve hesabı yoktu. Kur'ân-ı Kerîm onların bu iftiralarını sırası geldikçe cevaplandırmış ve yüzlerine vurmuştur. Aşağıdaki âyetlerde, onların bu iftiralarından birine verilen cevap görülecektir: [113]

 

106. Biz bir âyeti neshe dersek, yahut unuttu-rursakı ondan daha hayırlısını, yahut onun dengini getiririz. Allah'ın her şeye kaadir olduğunu bilmez inisin?

107.  Keza göklerin ve verin hükümranlığının Allah'ın bizzat kendisine ait olduğunu bilmez misin? Sizin için Allah'tan başka hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yoktur.

108.   Yoksa siz, daha önce Musa'dan taleb edildiği gibi, kendi Peygamberinizden de (Bir takım mucizeler) mi taleb etmek istiyorsunuz? Her kim, îmanı küfürle değişirse, dümdüz yoldan sapmış olur.

109.  Kitap ehlinden olanların çoğu, hak ken­dilerine apaçık belirddikten sonra, içle­rindeki hasedlik yüzünden, îmanınızdan sonra  sizi tekrar  küfre  çevirebilmeyi arzulamaktadırlar; (bu hususta) Al­lah'ın emri gelinceye kadar{ onlan)ba-ğışlayın ve kendi hallerine bırakın. Şüp­hesiz, Allah her şeye kaadirdir.

110. Namazı dosdoğru kılın ve zekatı verin. Kendiniz için hayır olarak takdim ettiği­niz şeyin sevabını Allah katında bula­caksınız. Muhakkak Allah, yaptıkları­nızı en iyi görendir.

 

Kitap ehlinden olan yahudîlerin ve müşriklerin, içlerini kaplayan ha-sedlikle İslâm'a ve müslümanlara saldırmalarının ardı arkası kesilmiyor­du. Hem müsiümaniarı İslâm'dan uzaklaştırmak, hem de yakınlık duyup İslâm'a girmek isteyenlerin heves ve arzularını kırmak için çeşitli bahane­ler uyduruyorlar, bir taraftan Hazret-i Peygamber'i bir taraftan da ona indirilen Kur'ân-t Kerîm'i kötüleyerek onlar üzerinde şüphe uyandırmaya çalışıyorlardı. Yukarıdaki âyetlerde, hem Hazret-i Peygamber'i, hem de Kur'ân-ı Kerîm'i hedef alan bu iftiralardan birine cevap verilerek reddedil­miş, müslümanlara yöneltilen hitaplarla da, îmanlarını korumalan ve ya­hudîlerin yatanlarına kapılmamalan için onlara yol gösterilmiştir. Söz ko­nusu edilen bu iftiraların en büyüğü, ehl-i sünnetin Kur'ân-ı Kerîm'de vukuunu ittifakla kabul ettiği nesh keyfiyetiyle ilgilidir ve yahudller, buna istinaden, Hazret-i Peygember'in biribirini tutmayan sözler söylediğini, bir gün emredip ertesi günü bu emri değiştirdiğini ileri sürerek, onu ve Kur'ân'ı yalanlamaya çalışmışlardır. Allah Ta'âlâ, yukarıdaki ilk âyet-i kerîme'de yahudîlerin bu iddiaların) cevaplandırmış ve şöyle buyurmuştur: [114]

 

106. Biz, bir âyeti neshedersek, yahut unuttu-rursak, ondan daha hayırlısını, yahut onun dengini getiririz- Allah'ın her şıye kaadir olduğunu bilmez misin?

107.  Keza göklerin ve yerin hükümranlığı­nın, Allah'ın bizzut kendisine ait oldu­ğunu bilmez misin? Sizin için Allah'tan başka hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yok­tur.

108.   Yoksa siz, daha önce Musa'dan taleb

edildiği gibi, kendi Peygamberinizden de (bir takım mucizeler) mi taleb etmek istiyorsunuz? Her kim, îmanı küfürle değişirse, dümdüz yoldan sapmış olur.

 

106 Yahudîlerin «Muhammecl, ashabına bir şeyi önce emrediyor, sonra da bunu yasaklıyarak ilk emre aykırı bir emir veriyor. Bugün bir söz söylüyor, ertesi günü o sözden dönüyor. Kur'ân onun kendi sözlerinden : başka bir şey değildir; bu sebeple, içinde birbirini nakzeden sözler vardır» ' diyerek Hazreî-i Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatmalarına sebep olan nesh hâdisesi, aslında büyütülecek ve mesele yapılacak bir hâdise değildir. Bu hâdise, ferdierin ve cemiyetin, değişen zaman içinde, geliş­melerine ve örnek bir cemiyet hüviyetini kazanmalarına imkân verecek İslâmî nizamın teessüsünde yardımcı rol oynayan ahkâmdan bazısının yeniden açıklanmasından ibarettir. Bu açıklama, bazan bir hükmün, ihti­yaca binâen değiştirilmesi şeklinde olmuştur.

Nesh, lugatta, bir şeyin, bir yerden diğer bir yere nakli manâsına geldiği gibi, izale ve ibtal manâlarına da gelir. Şeriatta ise, daha önce vazolunan bir hükmün, sonradan gelen bir nassla tatbik sahasından kaldı­rıldığını beyandan ibarettir. Bu bakımdan nesh, ilk nassla gelen hükmün, ikinci bir nassla tatbik şeklinin gösterilmesi manâsına gelen beyanın bir çeşidi sayılırsa da, her beyana nesh demek mümkün değildir.

İlâhî ahkâm tetkik edildiği zaman, bu ahkâmın dâima halkın faydasına paralel olarak vazolunduğu anlaşılır ve esasen hüküm vaz'ından maksat da, insanların menfeatına olanı sağlamaktır. Bu sebepte meselâ Allah Ta'âlâ, önce bazı ahkâmı vazetmiş, sonra maslahat bu ahkâmın değişti­rilmesini gerektirmişse, Allah Ta'âlâ da onları değiştirmiş, veya neshet-miştir. Çünkü bir hüküm, kendisine şiddetle ihtiyaç duyulduğu zaman vazedilmiş, fakat başka bir zamanda, o ihtiyaç ortadan kalkınca, o hük­mün kaldırılmasında da bir beis görülmemiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'de neshin mevcudiyetini kabul etmek, hiçbir surette Kur'ân'a, veya umumî manâda İslâm'a kusur izafe etmek manâsına gel­mez. Çünkü İslâm diniyle ilgili olarak, Kur'ân-ı Kerîm'de yer alan hüküm­ler, tek bir celsede çıkarılan kanunlar gibi bir defada değil, 22 sene ve bir kaç ay içinde, hâdiselerin gerektirdiği şekilde ve biribirinden ayn olarak vazolunmuştur. Bu sebeple, her hükmün bir sudur târihi bulunduğu gibi, kendine hâs bir teşrî sebebi de vardır. Değişen zaman içinde, bu sebebin ortadan kalkması mümkün olduğu gibi, o sebebe istinaden vazolunan hükmün değiştirtmesinde de herhangi bir kusur düşünülemez.

Bununla beraber, cemiyetlerdeki tekâmülü, gelişme ve ilerlemeyi nazarı dikkata almadan, Allah Ta'âlâ'nın önce vazettiği bir hükmü, aradan bir müddet geçdikten sonra kaldırdığını ve onun yerine zamanın şartlarına ve cemiyetin ihtiyaçlarına uygun yeni bir hüküm getirdiğini kabul etmenin, Allah'a cehalet isnad etmek manâsına geleceğini ileri sürenler de yok değildir. Ancak mahdûd sayıda olan bu görüş sahibi müslümanlar, neshi daha umumi manâda alırlar ve sadece şeriatlar arasında cereyan ettiğini ileri sürerler. Bunlara göre, Allah Ta'âlâ, bir şeriat içinde vazettiği bir hükmü, yine aynı şeriat içinde vazettiği diğer bir hükümle değiştirmiş değil fakat bir şeriatı, kendisinden sonra gelen diğer bir şeriatla değiştirmiştir. Yani Mûsâ şeriatı, nasıl İsâ şeriatı tarafından nesholunmuşsa, İslâm şe­riatı da, kendinden önceki diğer şeriatları neshetmiştir. Maamafih, şeriat­lar arasında neshin cereyanı hususunda, müslümanlar arasında herhangi bir görüş ayrılığı mevcut değilse de, İslâm şeriatında bazı ahkâmın toplu­mun tekâmülüne paralel olarak, yine Allah Ta'âlâ tarafından değiştirilme­sinde O'na cehalet isnâd etmeye yol açacak hiçbir sebep ve bu görüşe sahip olanların dayanabilecekleri hiçbir sağlam mesned yoktur.

Nesh hakkında verilen bu kısa ve umumi bilginin ışığı altında, âyeti açıklamak gerekirse, denebilir ki: Allah Ta'âiâ, herhangi bi âyeti veya bu âyetle getirilmiş olan bir hükmü kaldırdığı, yahut onu unutturduğu zaman, onun yerine cemiyet için daha hayırlı olanını, yahut hiç olmazsa diğerinin dengini getirir. O, her şeye kaadir olduğu gibi neshe de kaadirdir ve O'nun bazı ahkâmı neshetmesinde kötü görülecek veya ayıplanacak hiçbir husus yoktur.

Ayet-i kerîme'de yer alan «Allah'ın her şeye kaadir olduğunu bilmez misin?» hitabı, Hazret-i Peygamber'e ve dotayısıyle bütün müslümanla-radır. Bu hitapla, yahudîlerin neshi ele alarak Hazret-i Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerim'e dil uzatmalarından ve onları birbirini nakzeden sözler söylemekle itham etmelerinden müteessir olan müslümanlar teselli edilir­ken, İslâm'a yeni girmiş ve kalplerindeki İmanları henüz kuvvet kazan­mamış olanlar da îman yönünden takviye olunmuşlardır. [115]

 

107 Hazret-i Peygamber'e ve dolayısıyle müslümanlara yöneltilen hitap, ikinci âyette de tekrarlanmış ve Allah Ta'âlâ'nın, göklerin ve yerin yegâne sahibi ve hükümdarı olduğu belirtilerek, bu kudret ve hükümranlığın aza­meti karşısında bütün mahlûkatm, O'nun emir ve yasaklarına tâbi olmaları gerektiğine işaret edilmiştir. O halde, Allah'a inanan ve O'nun emir ve yasaklarına tâbi olan mü'minler için, yine Allah'tan başka dost, Allah'tan başka yardımcı yoktur. Bu sebeple, hiçbir müslüman, yahudîlerin neshi inkâr etmelerinden ve ona dayanarak Hazret-i Peygamber'! ve Kur'ân-ı Kerim'i ayıplayıp onlarda kusur bulmalarından müteessir olup endişeye kapılmasın; hele bu yüzden, kalbine en ufak bir şüphe kırıntısının düşmesine ve îmanının zedelenmesine hiçbir surette fırsat vermesin. Şunu iyice bilsin ki, Allah'ın dostu olarak kaldığı ve O'ndan yardım gördüğü sürece, yahudîler, inkârlanyle kendisine hiçbir zarar veremiyecekierdir. Bununla beraber, eğer o din düşmanlarına kulak verip onların sözlerine kapılır ve şüpheye düşer, sonra da bu şüpheyle, bir zamanlar yahudîlerin, peygam­berleri Mûsâ (a.s.) ya «Rabbını bize göster de sana öyle iman edelim» dedikleri gibi, Hazret-i Peygamberden birtakım âyetler, veya mucizeler istemeye kalkışırsa, işte o zaman, imanını küfürle değişmiş ve gitmekte olduğu o dümdüz yolun ortasından sapmış olur. [116]

 

103 Görüldüğü gibi, âyet-i kerîme'de, önce bir nasihat, sonra da bir ikaz, ihtar ve tehdid manâsı vardır. Tehdide sebep teşkil eden mesele, Mûsâ (a.s.) dan peygamberliğini isbat edecek bir takım mucizeler istendiği gibi, Hazret-i Peygamberden de, buna benzer şeylerin istenmesidir. Ancak, Hazret-i Peygamber'den bu türlü isteklerde bulunulmuş mudur; eğer bulunulmuş ise, bunu yapanlar kimlerdir? Önce şunu belirtmek gerekir ki, ilk iki âyetteki «Allah'ın her şeye kaadir olduğunu bilmez misin?» ve «keza göklerin ve yerin hükümranlığının Allah'a ait olduğunu bilmez misin?» hitaplarının Hazret-i Peygamber'e ve dolayısıyle müslümanlara yöneltil­diği anlaşılmakta ve müfessirler de, bu görüş üzerinde birleşmekte iseler de, «yoksa siz, daha önce Musa'dan talep edildiği gibi, Peygamberiniz­den de (bir takım mucizeler) mi taleb etmek istiyorsunuz?» mealindeki üçüncü âyette, hitabın kimlere yöneltildiği ihtilâf konusu olmuştur. Bazı müfessirlere göre, Hazret-i Peygamber'den mucize taieb edenler, müşrik­lerdir. Bazılarına göre, yahudîler, bazılarına göre de müslümanlardır. Bun­ların müşrikler olduğunu söyliyenler, İsrâ sûresinin 90-93 üncü âyetlerini delil olarak ileri sürerler. Bu âyetlerde: «Onlar derler ki: Bize yerden bir pınar fişkırtmadıkça, yahut senin hurmalardan, asmalardan bir bahçen olup ortasından güzel ırmaklar akmadıkça, yahu! dediğin gökyüzünü üze­rimize parça parça düşürmedikçe, yahut Allah ile melekleri karşımıza ge­tirmedikçe, yahut altından bir evin olmadıkça, yahut göğe çıkmadıkça, sana hiçbir zaman inanmayız; (Bununla beraber) bize gökten okuyacağımız bir kitap indirmedikçe, göğe çıktığına da inanacak değiliz» denilmiştir.

Hazret-i Peygamber'den mucize isteyenlerin yahudîler olduğunu söyliyenler ise, -ki bunların başında müfessir Râzî gelir- âyet-i kerîmede, Hazret-i Peygamber'den taleb olunan şeyin açıklanmadığı görüşünden hareketle, eğer istenen şey, mucizeyse, bunun küfür sayılmaması gerek­tiğini, ahkâm neshiyle ilgili bir açıklama isteğiyse, bunun da küfür sayılamıyacağını ileri sürmüşler; küfür sayılacak bir isteğin, ya inad olsun diye mucize istemek, yahutta müşrik kavimlerin sahip oldukları ilâhlar gibi, kendileri için de ilâhlar bulmasını taleb etmek olduğuna işaretle, bu istek sahiplerinin de, yahudîler olabileceğini söylemişlerdir. Râzî'ye göre doğru olan görüş budur,

Kanaatımızca, âyet-i kerimedeki muhatap, ilk iki âyette olduğu gibi, yine müslümanlardır. Çünkü âyette, «her kim îmanı küfürle değişirse, dümdüz yoldan sapmış olur» denilmiş olması, bu sözün, ancak mü'min-lere yöneltilebileceğine delâlet eder ve mü'min olmayanlar için, imanın küfürle değiştirilmesinin söz konusu edilemîyeceği aşikârdır. Keza «Mû-sâ'dan taleb edildiği gibi, peygamberinizden de mi taleb etmek istiyorsu­nuz?» ibaresindeki «peygamberiniz» sözüyle, Hazret-i Peygamber kas-dedilmiştir. Ancak, gerek müşrikler ve gerekse yahudîler, ona inanmadık­ları ve onu peygamber olarak tanımadıkları için, Allah Ta'âiâ'nın onu yahudîlere veya müşriklere izafe ederek «peygamberiniz» demiş olmasını düşünmek güçtür. Hitap müslümanlara olmalıdır ki, yahudîlerin Mûsâ (a.s.) dan bir takım şeyler taleb ettikleri gibi «siz de, peygamberinizden mi böyle şeyler taleb etmek istiyorsunuz?» denilmiş olsun. Ancak bu hitabın, müslümanlara yöneltildiği kabul edildiği zaman, yahudîlerin, Mûsâ (a.s.) ,dan kendilerini küfre götüren taleblerde bulundukları gibi, müslümanların ;da Hazret-i Peygamber'den buna benzer talebleri olup olmadığı sorusunu açıklığa kavuşturmak gerekir. Kur'ân-ı Kerîm'de, bu hususu açıklayacak herhangi bir âyet bulunmadığına göre, karşımızda iki ihtimal belirmektedir. Bu ihtimalleri, üzerinde durduğumuz âyet-i kerîmenin nesih âyetiyle ilgisi yönünden şöyle açıklamak mümkündür: Yahudilerin, Kur'ân ayetlerinin Hazret-i Peygamberin sözleri olduğunu ileri sürerek ve nesih keyfiyetini de gözönünde bulundurarak, bu sözlerde tenakuzlar olduğu iddiasında bulunduklarına ve bu iddialarla müslümaniarın kalbinde, Hazret-i Pey­gamber ve Kur'ân-ı Kerîm hakkında şüphe uyandırmak istediklerine, nesih âyetinin tefsirinde işaret etmiştik. İşte bu durum karşısında, sözünü ettiğimiz iki ihtimali şöylece ortaya koyabiliriz:

1) Her ne kadar yahudîler, müslümanların kalplerine şüphe sokmak için nesih keyfiyetini istismar etmek istemişlerse de, bunda muvaffak olamamışlar ve dolayısıyle, müs-lümanlar, yahudîlerin Mûsâ (a.s.) dan taleb ettikleri gibi, Hazret-i Pey­gamber'den herhangi bir şey taleb etmemişlerdir. Bununla beraber, Allah Ta'âlâ, bu âyet-i kerimeyle müslümanlan yine de uyarmış ve kendilerini dümdüz yoldan saptıracak bir takım taleblerde bulunmamalarını onlara emretmiştir. Nitekim âyet-İ kerimede bunu takip eden ibare bu gibi taleble-rin, îmanın küfürle değiştirilmesi manâsına geleceğini göstermiş ve müslümanlar bununla ikaz edilmişlerdir.

 2) İkinci ihtimal, herhangi bir delil bulunmamakla beraber, İslâm'a yeni girmiş, kalplerine îman henüz iyice yerleşmemiş olan bazı müslümanların, yahudîlerin iftiralarına kanarak Hazret-i Peygamber"! sınamak maksadıyle ondan bir takım isteklerde bulunmuş olmalarıdır. Allah Ta'âlâ, bu gibi müslümanlara hitap etmiş ve «her kim îmanı küfürle değişirse, dümdüz yoldan sapmış olur» ihtarında bulunmuştur. Zaten yahudîlerin müslümanları kandırarak İslâm'dan dön­dürmek için başvurdukları oyunların, hile ve desiselerin ardı arkası hiçbir zaman kesilmiyordu. Nitekim Allah Ta'âlâ müteakip âyetlerde yine müs-İümanlara hitap ederek yahudîlerin giriştikleri bu oyunları gözler önüne sermiş ve müslümanlara, bu oyunlara düşmemeleri için yol göstermiştir. Müslümanlara yöneltilen bu hitap dahî, biraz önce üzerinde durduğumuz âyet-i kerîmedeki muhatabın müslümanlar olduğuna delâlet eder. Allah Ta'âlâ, yahudîlerin müslümanlara karşı besledikleri niyet ve arzuları, buna karşılık müslümanlartn yapmaları gereken şeyleri aşağıdaki âyetlerde şöyle açıklamıştır: [117]

 

109. Kitap ehlinden olanların çoğu, hak ken­dilerine apaçık belirdikten sonra, içle­rindeki hasetlik yüzünden, imanınızdan sonra  sizi tekrar  küfre  çevirebilmeyİ arzulamaktadırlar.   (Bu   hususta)   Al­lah'ın emri gelinceye kadar (onları) ba­ğışlayın ve kendi hallerine bırakın. Şüp­hesiz Allah, her şeye kaadirdir.

110.  Namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin. Kendiniz için hayır olarak takdim ettiği­niz şeyin sevabını Allah katında bula­caksınız- Muhakkak Allah, yaptıkları­nızı en iyi görendir.

 

109 Başta yahudîler olmak üzere kitap ehlinin çoğu, yakarıda da işaret ettiğimiz gibi, iftira ederek, çeşitli hile ve desiselere başvurarak, müslü­manları dinlerinden döndürmeyi, îman ettikten sonra, eskiden olduğu gibi tekrar küfre düşürmeyi istiyorlardı. Bunu da, hak, kendilerine apaçık belirt­tikten sonra yapıyorlardı. Yani inandıkları ve ondan başkasına inanmıya-caklarını kesinlikle ifade ederek sabah akşam okudukları kitaplarından, âhir zaman Peygamberinin geleceğini öğrendikleri ve gerçekten bu Pey­gamberin, kitaplarının bildirdiği sıfatlara sahip olarak geldiğini gördükleri halde yapabiliyorlardı. Müslümanları dînlerinden uzaklaştırmak için giriş­tikleri bu oyunlar, ulvî bir gaye uğruna değildi. İslâm'ı bâtıl sayıp onları bu bâtıldan kurtarmak ve hak bildikleri yola çekmek için değildi, Fakat sırf hasedlik yüzündendi; müslümanların sahip oldukları İslâm gibi bir nimet­ten, onları mahrum etmek ve tekrar eski karanlık günlerine döndürmek içindi. Halbuki kendileri de Hazret-i Peygamber'e îman ederek ve ona tabî olarak aynt nimete diğer müsümanlarla birlikte ortak olabilirlerdi. Fakat hasedlik, içlerini o derece kaplamıştı ki, onların Hazret-i Peygamber'e iman etmelerini de engelliyordu. Çünkü hasedlik, başkalarının sahip ol­duğu nimetin aynısına sahip olmayı arzulamak değil, kendisi ister sahip olsun ister olmasın, başkalarının elindeki nimetin yok olmasını, elden çıkmasını istemektir. İşte yahudîler de bu duygu içinde İslâm'ın yok olma­sını istiyorlar ve bu sebeple müslümanları ondan uzaklaştırmaya çalışıyor­lardı.

Maamafih Allah Ta'âlâ, ahlâk yönünden tefessüh etmiş olan bu kav­min arzu ve niyetlerini müslümanlara apaçık gösterdikten sonra, umumî bir İfadeyle onları ve onlar gibi olanları bağışlamalarını ve onlara şimdilik dokunmamalarını emretmiştir.

Ayet-i kerîme'de geçen bağışlama (afv), suçlunun suçundan geçmek ve üzerine terettüp eden cezayı vermemektedir. «Kendi haline bırakmak» manâsında ifade ettiğimiz «safh» kelimesi ise.terketmek ve uzaklaşmak manâlarına gelir. Allah Ta'âlâ'nın yeni bir emri gelinceye kadar, hâsidleri bağışlamak ve kendi hallerine bırakmak hususundaki emrinde, müslü­manların sayıca az olsalar bile, düşmanlarından kuvvetli olduklarına delâ­let eden bir manâ vardır; çünkü suçu bağışlamak ve suçluyu kendi haline bırakmak, ancak, kuvvetli olanlara mahsus bir atıfettir. Keza bu emir, Allah'ın yardımının dâima hak yolda olanlarla beraber olduğuna delâlet ettiği gibi, Allah'ın yeni bir emri gelinceye kadar afv ve safh'a devam edilmesi de, bu yardımın kesilmeyeceğine bir işarettir. Allah'ın emri geldiği zaman, onlar elbette lâyık oldukları akıbete uğrayacaklardır; çünkü Allah Ta'âlâ her şeye kaadirdir. Eğer bu emir, azdıkça azan ve hasedlikleriyte müslümanları hak yoldan ayırmaya çalışan yahudîlerle bir savaş emri olursa, Allah bu savaşta da müslümanların yardımcısı olacak ve yahudî-Iiolere na^ ettikleri cezayı verecektir. [118]

 

110 Onun için ey müslümanlar! Şimdilik onları kendi hallerine bırakın ve namazı dosdoğru kılarak, zekâtı vererek yalnız ibadetlerinizle meşgul olun. Yapacağınız her hayırlı işin karşılığını AİJah katında bulacağınızı aklınızdan hiç çıkarmayın. Çünkü Allah, ne yaparsanız yapın, hepsini görür. Şunu da unutmayın ki, sizi dininizden uzaklaştırmak ve Allah'ın size bahşettiği bu eşsiz nimeti kalbinizden kopa­rıp yok etmek isteyen hâsidlere karşı size vadedilen yardım, ancak namaz ve zekât gibi ibadetleriniz vesilesiyle tahakkuk eder. Çünkü namaz, îma­nın kalplerde gelişip kuvvetlenmesine, Allah'a güvenin artmasına vesile olduğu gibi, nefsin, kötü ve çirkin olan düşünce ve davranışlara meylet­mesine de engel olur. Namaz için mescidlerde biraraya gelen mü'minlerin kalplerinde biribirlerine karşı sevgiyi ve saygıyı, biribirlerine yakınlaşmayı artırır, pekiştirir; böylece cemiyeti Allah'ın yardımına daha iâyık bir topluluk haline getirir. Zekât ise, zenginle fakir arasındaki bağın kuvvetlenmesine, cemiyet ferdlerinin biribirine bağlanmasına ve tek vücut haline gelmesine, yardım eder; öyle ki, vücut azalarından biri rahatsız olduğu zaman, diğer azalar bu rahatsızlığın acısını hissederler. Bu sebeple dir ki, Kur'ân-ı Kerîm'de, namaz ve zekât, dâima bir arada zikderilmiş ve birincisiyle ferdin, ikincisiyle de cemiyetin ıslâhı gaye edinilmiştir. Bu iki ibadetle salâh bulan ve hak yola giren cemiyetten, artık hayırlı olan amellerden başka bir şey çıkmayacağı için, dünyada Allah'ın yardımını, âhırette de amellerinin sevabını hak eder ve «her kim zerre miktarı hayır işlerse, onun karşılığını görür» hükmü gereğince, hak ettiği mükâfata nail olur. Şuna da işaret etmek gerekir ki, hiçbir kul, işlediği hayrın karşılıksız kalacağından endi­şeye kapılmamalıdır; çünkü yapılan her iş, zerre miktarı da olsa Allah'ın bilgisi içindedir ve kim ne yaparsa yapsın, yaptığını gizlemiş bile olsa, Allah, onu görmekten âciz değildir.

Allah Ta'âlâ, namaz ve zekâta devam eden müslümanlartn dünya ve âhırette hak edecekleri mükâfata böylece işaret ettikten sonra, kitap eh­linden olan yahudî ve hıristiyanların bir takım iddialarını da ele alarak durumlarını açıklamaya ve bu iddiaların ne kadar asılsız olduğunu gös­termeye devam etmiş ve şöyle buyurmuştur: [119]

 

111. «Yahudi yahut hıristiyan olanlardan] başkası asla Cennet'e giremez» demişlerdir. Bu, onların kuruntularıdır. (Ey  Muhammed! Onlara) de ki: «Eğer sö­zünüzde sâdık iseniz, delilinizi getirin», ,

112. Hayır! Kim ihlâs ile yüzünü Allah'a çevirirse, iste onun bu amelinin, Rabb'ı^ katında sevabı  vardır.   Onlara  hiçbiri korku yoktur;  mahzun  olacaklar  da onlar değildir.

113.  Hepsi de (kendilerine indirilen) kitabı okuyup   durdukları  halde,  yahudiler, hıristiyanların (doğru) bir şey üzerinde olmadıklarım söylerken, hırisiiyanlar da yahudilerin (doğru) bir şey üzerinde olmadıklarım söylemektedirler. Bilme­yenler de aynen onların sözlerini söylü­yorlar. Fakat Allah, kıyamet günü ihti­lâfa düştükleri bu meselede, aralarında elbette hükmünü verecektir.                 

 

Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde yahudilerin iki ayrı özelliği daha tanı­tılmıştır. Birinicisi, nübüvvetin kendilerine hâs bir gelenek olduğu inancın­dan hareketle, Cennet'in de yalnız kendilerine tahsis edilmiş bir yer iddia­sında bulunmak. İkincisi ise, yahudîlerin elinde bulunan Tevrat'ın, hıristi­yanların elindeki İncil'in aslı olmasına ve İncil'in Tevrat'ı tamamlamak için gönderilmesine rağmen, yahudîlerin hıristiyanları, hıristiyanların da yahu-dîleri dalâlete nisbet etmeleri ve her birinin yalnız kendilerini hak yolda görmeleridir. Bu iddtalarıyle onlar, kendi hevâ ve heveslerine tâbi olmak suretiyle, ne kendileri hakkında ileri sürdükleri hak dâvasında ve ne de muhaliflerine karşı ileri sürdükleri dalâlet nisbetinde, hiçbirinin sözüne itimat edilmez bir duruma düşmüşlerdir. Bu sebeple   onların, Hazret-iPeygamber'e inanmamaları ve her fırsatta çeşitli yalan ve iftiralara başvu­rarak onatân etmeleri, hiçbir surette Hazret-i Peygamber'in hakka aykırt bir yolda olduğu şeklindeki iddiaların doğruluğunu isbat etmez. Nitekim yahudîler bekledikleri ve kendilerine gönderileceğini bildikleri İsâ (a.s.) yi tekfîr ettikleri gibi, hıristiyanlar da Mûsâ (a.s.) yi tekfir etmişler ve kendi (dinlerinin en sağlam delillerinden biri sayılan Tevrat'ı da reddetmekten İçekinmemişlerdir. Hal böyleyken, onların, kendi kavimlerinden olmayan, üstelik getirdiği şeriatla kendi şeriatlarını neshederek hükümsüz kılan f: Hazret-i Peygamber hakkındaki görüşlerine itimad etmek ve hattâ bu görüşlerde bir takım gerçek kırıntıları bulunabileceğini sanmak bile, akıl sahibi kişilerin işi değildir.

Rivayet olunduğuna göre, Medine yahudllerinden bir grupla Necran  hıristiyanianndan bir heyet, Hazret-i Peygamber'in huzurunda münaka­şaya girişmişler ve biribirlerini şiddetli bir dille kötülemişierdir. Bu arada yanudller, kendilerinden başkasının Cennet'e girmeyeceği iddiasında bulunmuşlar; buna mukabil hıistiyanlar da aynı iddiayı kendileri için ileri sürmüşlerdir. Bu hâdise üzerine yukarıdaki âyetler nazil olmuştur.

Tefsirlerde yer alan bu rivayet, ister sahih olsun, ister olmasın, yahudî ve hıristiyanların biribirleri hakkındaki görüş ve iddiaları budur, ve Allah Ta'âlâ da Kur'ân-ı Kerlm'de buna işaret ederek şöyle buyurmuştur: [120]

 

111. «Yahudî yahut hıristiyan olanlardan başkası asla Cennet'e giremez» demiş­lerdir. Bu, onların kuruntularıdır, (Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Eğer sö­zünüzde   sâdık iseniz,delilinizi getirin».

 

111 Kur'ân-ı Kerîm'in veciz üslûbunu bu âyetin ilk ibaresinde hemen farketmemek mümkün değildir. «Yahudiler, yahudî olanlardan başkası asla Cennet'e giremez; hıristiyanlar da, hıristiyan olanlardan başkası asla Cennet'e giremez, demişlerdir» şeklinde uzun bir cümleyle ifade edilebi­lecek bir söz, âyet-İ kerlme'de kısaltılarak «yahudî, yahut hıristiyan olan­lardan başkası asla Cennet'e giremez, demişlerdir» ibaresiyle ifade olunmuştur.

Yahudilerin hiristiyanlar, hıristiyanların da yahudlier hakkındaki bu inançları, İsâ (a.s.) nın peygamber olarak gelişinden buyana hiç değiş­memiştir. Asr-ı saadette nazil olan Kur'ân-ı Kerîm buna şehadet ettiği gibi, zamanımızda bütün din mensupları da aynı gerçeği kendi gözleriyle müşahede etmektedirler.

Ancak, her iddianın bir delili olmak icab eder. Bu sebeple yahudllerin hıristiyanlan, hıristiyanların da yahudlleri itham ile dalâlete nisbet ederken ve Cennet'e yalnız kendilerinin girebileceklerini ileri sürerken dayandıkları bir delil olmalıdır. Oysa kendi kitaplarında bile, bu iddialarını kuvvetlendi­recek bir delil, yahut Allah Ta'âlâ tarafından mutlaka Cennet'e girecekle­rine dâir verilmiş bir söz veya garanti mevcut değildir. İşte, bu sebeple, Allah Ta'âlâ onların bu iddialarını, âyet-i kerlme'de erişemiyecekleri boş bir hayal olarak tavsif etmiş ve «bu, onların kuruntularıdır» buyurduktan sonra, Hazret-i Peygamber'e hitap ederek, onlardan, iddilarını isbat ede­cek delil istemesini emretmiştir.                                                            \

İddialara karşı delil istemek, Kur'ân-ı Kerîm'in özelliklerinden ve müs-lümanlara kazandırdığı hasletlerden biridir. Geçmiş kavimlere hitap eden diğer semavi kitapların hiçbirinde bu özelliğe rastlanmaz. Bu kavimler, fikir hürriyetine müstaid ve eşyayı delilleriyle bilip anlama kabiliyetine henüz sahip değillerdi. Bu sebeple eski kitaplar, indirildikleri kavimlere, Pey­gamberlerini taklid etmeyi emretmekle yetinmişler, fakat emrolunan hu­susları herhangi bir delile bağlamaya lüzum görmemişlerdir. Kitap sahip­len de, niçin emrolunduğunu ister bilsinler ister bitmesinler, sadece kendi-lenne emroiunanı yapmakla mükellef tutulmaşlardır. Oysa Kur ân-ı Kerim, diğer kitaplardan farklı olarak, bütün emir ve nehiylerini aklı ve nazarî delillerle teyld etmiş, bu emir ve nehiylerin karşısına dikilecek olanlardan da aynı şekilde deliller istemiş, onları, getirebilecekleri bu delillerle iddiala­rını isbata davet etmiştir. Meselâ Allah'ın birliğinden şüphe edenlere karşı Kur'ân-ı Kerîm'in getirdiği «yerde ve gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, o yer ve gök birbirine girerdi» mealindeki âyet-i kerime, akıl sahiplerini düşündürecek ve onların gerçeği bulmalarını sağlayacak eşsiz bir delildir ve Kur'ân-ı Kerîm'de buna benzer pek çok delile rastlanır. Oysa diğer kitaplarda böyle deliller mevcut değildir.

İşte, İslâm'ın delile gösterdiği bu büyük ihtimam sebebiyledir ki, yuka­rıdaki âyet-i kerlme'de, Cennet'in, sadece kendilerine âit olduğu iddia­sında bulunan yahudî ve hıristiyanlardan, iddialarını isbat için delil istemiş ve «eğer sözünüzde sâdık iseniz ve iddianızın doğruluğuna gerçekten inanıyorsanız, haydi, bu iddiayı isbat edecek bir delil getirin» denilmiştir. Fakat, hayır! Onlar, kendilerinden istenen bu delili asla bulup getiremiye-ceklerdir. Nitekim Allah Ta'âlâ, müteakip âyette buna şehadet ederek şöyle buyurmuştur: [121]

 

112. Hayır! Kim ihlâs ile yüzünü Allah'a çevirirse, işte onun bu amelinin, Rabb't katında sevabı  vardır.   Onlara  hiçbir korku  yoktur;  mahzun  olacaklar  da onlar değildir.

 

112 Yahudilerin «yahudî olanlardan başkası Cennet'e giremez», hıristi-yanlann da, «hıristiyan olanlardan başkası Cennet'e giremez» iddialarına karşı, Allah Ta'âlâ'nın cevabı açık ve kesindir: Hayır! Gerçek sizin iddia ettiğiniz gibi değildir. Allah, Cennet'i ne yahudîlere ve ne de hıristiyanlara tahsis etmiştir. Cennet, ancak oraya girmeye hak kazananlarındır, ve oraya girmenin de yolu ve şartları vardır: Kim, muhsin olarak Allah'a yüzünü çevirirse, işte bu amelinin karşılığı olarak, Cennet'e o girecektir. Ayet-i kerîme'de yer alan İslâmul-vechi IVilahi (yüzünü Allah'a çe­virmek) sözü, yalnız O'na yönelerek ibadet etmek manâsindadır. Nitekim insan, Fatiha sûresinde de ifade edildiği gibi, Allah'a yönelerek «ancak sana ibadet eder ve ancak sana sığınırız» der ve O'ndan başka ibadet edilmeye lâyık bir varlık olmadığını ikrar ve itiraf eder. Buna göre, tslâmu'l-vech sözünde, insanın bütün kalbiyle Allah'a teslim olması ve inkıyad etmesi manâsı vardır ki, bu, O'na ibadetle tevhidini isbat etmek demektir. Ancak Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîmede bu ibadeti vehuve muhsi-nun ibaresiyle tavsif etmiş ve onun ihlâs iie yapılması gerektiğini bildirmiş­tir. Nitekim Hazret-i Peygamber, Müsiim tarafından nakledilen sahih bir hadisinde ihsân'ı, insanın «Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmesi» manâ­sında tarif etmiş ve «her ne kadar sen Allah'ı görmesen bile, O seni muhakkak görür» buyurmuştur. (Hadîs için bkz. Müslim, Sahih, ı.37). O halde kul, ihlâs iie Allah'a ibadet ettiği, yani O'nun huzuruna çıkmış ve karşı­sında O'nu görüyormuş gibi kulluk görevini yerine getirdiği zaman Cen­net'e girmeyi hak edebilir. Bu sebepledir ki, İslâm'da iman ve ibadet birbirinden hiçbir surette ayrılmaz ve ibadet, imanın gereği ve mütemmimi sayılır. Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de, imanın zikredildiği her âyette, onu, amel-i sâlihin takip ettiği görülür. Nisa sûresinin 123 üncü âyeti, buna bir misal olarak zikredilebilir: «Erkek ve kadın her kim mü'min olarak sâlih ameller işlerse, işte böyle kimseler Cennet'e girerler ve zerre kadar kadre uğramazlar». Buna göre şu husus iyice bilinmelidir ki, ister yahudî olsun, ister hıristiyan ve hattâ müslüman olsun, Cennet'e girmek için kalbinde ümid besleyen herkesin, iman ile mücehhez olarak içinde ibadetin de yer aldığı bütün iyi amelleri yapması şartdır. İman olmadan başta ibadet olmak üzere birtakım iyi amellerin yapılması nasıl mümkün değilse, Allah'a ibadet edilmeden îmanın varlığından veya var olsa bite mükemmelliğinden söz etmek de mümkün değildir. Bu sebeple, böyle kimseler, Allah'ın rızasını kazanamamış ve dolayısıyle Cennet'e girme şansını yitirmiş olan bedbahtlardır.

İşte, yukarıdaki âyet-i kerimede, bir taraftan yahudîlerin ve hıristiyan-ların, Cennet'in yalnız kendilerine âit olduğu iddiası reddedilirken, bir taraftan da, Cennet'e ancak mü'min olan ve ihlâs ile Allah'a ibadet eden kimselerin girebileceği açık bir şekilde ifade edilmiştir. Cennet'e girmeye hak kazanan böyle mü'minler için, artık, hiçbir korku ve endişe yoktur. Bunlar mahzun da olmıyacaklardır. Asıl korku, Allah'a, meleklerine, kitap­larına, Peygamberlerine, kadere ve âhıret gününe inanrrnyan kimseler içindir. Kıyamet günü, hesap vermek için Rab'larıntn huzuruna çıktıkların­da, başlarına gelecek akıbetten astl mahzun olacaklar da bunlardır. Başta müşrikler olmak üzere, yahudîler ve hf ristiyantar, ya Allah'a hiç inanmadık­ları, yahutta inansalar bile, kitaplarından ve Peygamberlerinden bir kıs­mına inanıp bir kısmını da reddetikleri için hak yolda olmadıkları açık ve kesindir. Zaten onların birıbirlerini sapıklıkla itham etmeleri de bunun bir delilidir. Nitekim Allah Ta'âlâ, takip eden âyette bu hususa işaret etmiş ve şöyle buyurmuştur: [122]

 

113. Hepsi de (kendilerine indirilen) kitabı okuyup durdukları halde, yahudîler ht-ristiyanların (doğru) bir şey üzerinde olmadıklarım söylerken, hıristiyanlar da yahudîlerin (doğru) bir şey üzerinde olmadıklarını söylemektedirler. Bilme­yenler de aynen onların sözlerini söylü­yorlar. Fakat Allah, kıyamet günü ihti­lâfa düştükleri bu meselede, aralarında elbette hükmünü verecektir.

 

113 Yahudilerin htristiyanları din konusunda doğru bir yol üzerinde olma­makla itham etmeleri, hıristiyanlann da yahudîlere aynı ithamı yöneltme-leri,buna karşılık, kitap ve şeriat hususunda hiç bilgileri olmayan müşrik Arapların ve diğer milletlerin ise, öbürlerinin söylediklerini aynen tekrar etmeieri,sapıklıkta biribirlerine nasıl tâbi olduklarının apaçık delilini teşkil . eder. Aslında bunlar, kendi sapık inançlarına tâbi olup onun müdafasını yapacakları yerde, dînin hâlis îman ile sâlih amelden müteşekkil olduğunu kabul etselerdi-zaten ellerinde okuyup durdukları kitapları da, kendilerine sadece bu gerçeği telkin ediyordu-Allah'ın gönderdiği kitaplar ve Pey­gamberler arasında hiçbir ayırım yapmadan onlara iman ederler; bu îman ise, onları, ihtilâfa değil ittifaka, tefrikaya değil vahdete götürür, dünya ve âhırette gerçek saadete ulaştırırdı. Oysa yahudîler, hem kendi kitaplarının müjdelediği yine kendilerinden olan İsa (a.s.) yi, hem de Muhammed (s.a.s)'i inkâr ederek, aynı zamanda kendi kitaplarının tamamlayıcısı ve doğrulayıcısı olarak indirilen İncil ve Kur'ân'a sırt çevirerek dînin iman ve amel prenseplerini çiğnemişler, böylece, en büyük ihtilaf ve tefrika kapı­sını açmışlardır. Hıristiyanlar da aynı sapık yolu takip etmişler, bir taraftan Mûsâ (a.s.) yi tekfir edip kendi kitaplarının aslı olan Tevrat'a sırt çevirirken, diğer taraftan, kitaplarının müjdelediği Muhammed (s.a.s)e ve ona indiri­len Kur'ân'a da aynı davranışı sürdürerek, yahudîlerin başlattıkları tefri­kayı körüklemişlerdir. Bu bakımdan yahudî ve hıristiyanlaria, bunların hepsini birden inkâr eden câhil müşrikler arasında büyük bir fark kalma­mıştır. Bununla beraber Allah Ta'âlâ, mürşrik, yahudî, hıristiyan ve müs-lüman, kim olursa olsun, kıyamet günü, bunların ihtilâf ettikleri konularda, aralarında hükmünü verecek, hak yolda olanlarla bâtıla saplanıp kalmış olanları biribirinden ayırarak, Cennet ve Cehennem'den hak ettikleri yere koyacaktır. Çünkü O, kimin hâk yolda olduğunu, kimin hak yolda olması gerekirken o yoldan saptığını herkesten çok daha iyi bilir.

Allah Ta'âlâ müşriklere de işaret ederek yahudî ve hıristiyanların dîn konusundaki hallerini ve biribirlerine karşı olan davranışlarını böylece açıkladıktan sonra, bütün kitap ehline şâmil olmak üzere, hem geçmişteki karakterlerini kınayıp kötülemek, hem de gelecekte benzen hareketlerden sakındırmak için onlara ihtar ile hitap ediyor ve şöyle buyuruyor: [123]

 

114.  Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını engelleyenlerden ve onların tahribine çalışanlardan daha zâlim kim olabilir? Onların oralara ancak korka­rak girmeleri gerekir. Dünyada onlar için  rüsvayhk  vardır;  âhırette de en büyük azâb yine onlar içindir.

115. Doğu da batı da Allah'a aittir: Ne tarafa yönelirseniz   yönelin,   Allah'ın   vechi oradadır. Şüphesiz, Allah, (her yönü) kaplar ve (her şeyi) hakkıyle bilir.

116.  Allah'ın bir çocuk edindiğini söylüyor­lar.   Hâşâ!   O,   bundan   münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa O'na aittir; hepsi de O'na boyun eğerler.

117. Göklerin ve yerin yoktan varedicisi (O'dur). Ve bir işin olmasına hükmettiği zaman,   ona  sadece   «ol»   der;   o   da (hemen) olur.

118. Bilmeyenler «Allah bizimle konuşsaydı, yahut bize bir mucize gelsevdi (ne olur­du)» demektedirler. Onlardan öncekiler de tıpkı onların söyledikleri gibi söyle­mişlerdi; kalpleri (nasıl da) biribirine benzemiş. Oysa bizyakinen bilmek iste­yenlere âyetleri apaçık bildirmişizdir.

119. (Ey Muhammedi) Biz seni hem müjdeci hem de korkutucu olarak hak ile gön­derdik. (Bu sebeple) Cehennem asha­bından sen sorumlu tutulmıyataksın.

120. Ne yahudîler ve ne de Hıristiyanlar, sen onların dînine tâbi olmadıkça, senden asla  hoşnud  olmıyacaklardır.   De  ki: Allah'ın yolu, işte asıl yol odur.  Eğer sen,  sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ ve heveslerine tâbi olursan, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.

121. Kendilerine verdiğimiz kitabı hakkıyle okuyanlar, işte bunlar, ona îman eder­ler; ona küfredenler ise, işte asıl hüsrana uğrayacaklar da bunlardır.

 

Yukarıdaki âyetlerde, müslümanlar da dâhil bütün kitab ehli söz konusu edilmiş; bazan hıristiyanların bir davranışına işaretle bunun kötü­lüğü açıklanmış, bazan yahudîler sözün ağırlık noktasını teşkil etmiş, bazan da Hazret-i Peygamber'e hitap edilerek, onun şahsında bütün müslümanlar, yapacakları ters bir hareketin ve tutacakları yanlış bir yolun başlarına getireceği büyük felâketlerle tehdid olunmuşlardır. Bu âyetlerin, daha önceki âyetlerle olan irtibatı açık ve kesindir. Nitekim yahudî ve hıristiyanlann biribirlerini hak yolda olmamakla nasıl itham ettiklerini, kendi kavimlerinden birbiri arkasına gönderilen Peygamberleri dolayısıye dînleri aynı ve birbirinin tamamlayıcısı olduğu halde- nasıl bunda ayrılığa düştüklerini- daha önce açıkladığımız âyetlerde görmüştük. Yahudî ve hıristiyaniarın, dînleri üzerindeki bu ihtilâfları sebebiyledir ki, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyetlerin ilkinde, hıristiyanlar tarafından gerçekleştirilen bir hareketi ortaya koymuş ve bunu şiddetle kötüleyerek, sorumluların dünya ve âhıretteki akıbetlerine ve uğrayacakları büyük azaba işaret etmiştir. Hıristiyanlar tarafından gerçekleştirildiğini belirttiğimiz bu hareket, Yahudi mabedlerinde Allah isminin anılmasını engellemek ve bu maksatla, ma-bedierin tahribine çalışmaktır. Allah Ta'âlâ, her zaman ve zeminde, hük­münün geçerli olduğunu bütün akıl sahiplerine gösteren Kur'ân uslûbü içinde bu hâdiseye işaret ederek şöyle buyurmuştur: [124]

 

114. Allah'ın mescidlerinde O'nun isminin anılmasını engelleyenlerden ve onların tahribine çalışanlardan daha zâlim kim olabilir? Onların oralara ancal korka­rak girmeleri gerekir. Dünyada onlar için rüsvaylık vardır; Ahirette de en büyük azâb yine onlar içindir.

 

114 Allah'ın mescidlerinde, O'nun isminin anılmasını engelleyenler ve bu mescidlerin tahribine çalışanlar kimlerdir ve hangi devrin insanlarıdır? Ayet-i kerîmede bu sorunun cevabı açıklanmamıştır ve esasen ona cevap aramak da lüzumsuzdur. Çünkü Allah'ın emirlerine karşı gelenler, O'na düşman olup, kitaplarına, peygamberlerine, isminin anıldığı mescidiere tecavüz edenler, her devirde yaşamış ve ellerinden geldiğince bu teca­vüzü sürdürmeye ve ondan zevk almaya çalışmışlardır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, hükümlerinin, kıyamete kadar geçerli oluşunun tabiî bir neticesi olarak, Allah isminin anılmasını engelleyen ve bu ismin anıldığı mescidleri tahribe çalışan kimseleri tayin etmemiş, fakat her devirde, bu şenaati işleyecek kimselerin çıkabileceğini gözönünde bulundurarak, bunların hepsi hakkındaki hükmünü umuma şâmil bir uslûb ile bildirmiştir. Bununla beraber, önceki âyetlerde söz konusu edilen yahudî ve hıristiyaniarın, dînleri hususundaki ihtilâflarını ve biribirlerine yönelttikleri hak yolda olmama ithamlarını gözönünde bulun­durarak konunun gerektirdiği siyaka uygun bir sebebi tesbit etmek müm­kündür.

Her ne kadar açık ve kesin bir delil mevcut değilse de, yukarıdaki âyet-i kerlme'yle, isa (a.s.) dan yetmiş sene sonra, Roma hükümdarlığına getirilmiş olan Titus'un Kudüs'ü zaptederek şehri yakıp yıkmasına, Sü­leyman (a.s.) mabedini tahrip etmesine ve bütün Tevrat nüshalarını yak­masına işaret edilmiştir. Romalıların o sıralarda, müşrik oldukları ve semavi dînlerden hiçbirine intisab etmedikleri bilinmektedir Ancak, yine ) sıralarda, sayıları çok az olan ve dînlerini gizlemek zorunda kalan hırislı-yanların, yahudîler tarafından devamlı takip edildikleri ve yakalananların yurtlarından çıkarıldıkları ve hattâ öldürüldükleri de malumdur. Her ne kadar yahudîleri, daha önceki âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi, hak yolda görmeyen müşrik Romalılar, onlarla dîn savaşı yapmamış, sadece ülkelerini genişletmek için istîlâ hareketine girişmiş iseler de, mabedlerini yıkmaları ve dîn kitaplarını yakmaları, hareketlerine dîn savaşı görüntü­lünü vermiştir. Bunun ise, yahudîlerden intikam alma fırsatını eide eden "hıristiyaniarın teşvik ve tahrikiyle meydana geldiği anlaşılmaktadır; zîra Romalıların böyle bir istîlâ hareketinde, mabedleri tahrib etmelerine ve Tevrat nüshalarını yakmalarına hiç gerek yoktu. Maamafih bir önceki âyet-i kerîmede belirtildiği gibi, yahudîlerin hıristiyanlan, hıristiyaniarın da yahudîleri doğru bir yol üzerinde olmamakla itham etmelerinin, müşrikle­rin de diğerleri hakkında aynı görüşü ileri sürmelerinin tabiî bir neticesi olarak, Allah isminin anıldığı mescidler tahrib edilmiş ve o yüce ismin anılması engellenmiştir. Şu da var ki, târihte buna benzer hâdiselerin zaman zaman tekerrür ettiği görülmektedir. Nitekim müşrik Araplar. Mekke devrinde ve Hudeybiye'den sonra, Hazret-i Peygamber ve asha­bının Kabe'yi ziyaret etmelerine ve orada Allah ismini anmalarına engel olmuşlardır. Daha sonraki devirlerde ise, haçlıların istilâsına maruz kalan İslâm ülkelerinde, pek çok mescid tahrib edilmiş ve müslümanlar, Allah'ın ismini anmaktan menedilrnişlerdir. Bu sebepledir ki, âyet-i kerimede belirli bir hâdise zikredilmemiş, fakat ileride vukubulabilecek hâdiselere de şâmil olan bir ifade kullanılmıştır.

Allah Ta'âlâ, bu umumî manâ içerisinde, vukubulan ve vukuu muh­temel bulunan bu gibi hâdiselere işaret ederken, mütecavizlerin halini de açıklamış ve onların, dünyanın en zâlim insanları olduklarını, bu işi yapan­lardan daha zâlim bir kimsenin bulunamıyacağınt beyan etmiştir. Çünkü mescidlerin tahribinde ve Allah isminin anılmasını engellemede, dinin yok edilmesi ve Allah isminin unutturulmast, böylece fesadın yeryüzünde yayılması gayesine hizmet vardır. Bu hizmeti yüklenenler ise, elbette en zâlim kimselerdir. Halbuki, eğer bu kimselerin akılları olsaydı, yahut akılla­rını kullanıp doğru düşünebilselerdi, Allah'a ibadet etmenin ve Allah ismini anmanın zararı değil faydası olduğunu görecekler ve o mescidlere, onları tahrib etmek ve Allah isminin anılmasını engellemek İçin değil, fakat korkarak, huşu ve hudû içinde girmek gerektiğini anlayacaklardı. Kurul­duğu günden itibaren, fetih hareketlerini sürdüren ve asırlarca Avrupanın yansına hâkim olan Müslüman Türk orduları, dâima bu anlayışa sahip olmuşlar, girdikleri hiçbir ülkede kiliseleri tahrib etmeyi ve oralarda Allah

isminin anılmasına engel olmayı hiçbir zaman düşünmemişlerdir. Bu şe-nâatı işleyenler ise, ister müşrik olsun, ister yahudî veya hıristiyan olsun, hem akılsızlıklarının ve hem de işledikleri bu büyük zulmün cezasını, dünyada rezîl ve rüsvay olarak, âhırette de en şiddetli azaba uğrayarak mutlaka çekeceklerdir. Bundan hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Ancak, âyet-i kerimede, Allah isminin anıldığı ve O'na ibadet edildiği mescidlerin tahribi, en büyük zulüm olarak tavsîf ve buna yeltenecek olan kimseler, en şiddetli azâb ile tehdid edilmiş olsalar bile, bu ifadeden yanlış bir netice çıkarmamak ve bu mescidlerden başka hiçbir yerde Allah'a ibadet edilemiyeceği vehmine kapılmamak gerekir. Çünkü bazı kimseler zannedebilirler ki, mescidlerin tahribi ve Allah isminin anılmasının engel­lenmesi, âyet-i kerîmeyle bu derece kötülendiğirte göre, mescidler tehrib edildikten ve ibadetler engellendikten sonra, artık hiçbir yerde ibadet edilmez ve hiçbiryerde Allah'ın adı anılmaz... Hayır. Bu, yanlış bir zan ve yanlış bir düşüncedir. Nitekim Allah Ta'âlâ, takip eden âyette, böyle bir düşüncenin ne kadar yanlış ve bâtıl olduğunu göstermek için şöyle bu­yurmuştur: [125]                                                                                            

 

115. Doğu da batı da Allah'a aittir: Ne tarafa yönelirseniz yönelin, Allah'm vechi oradadır. Şüphesiz Allah, (her yöt,ui) kaplar ve (her şeyi) hakkıyle bilir.

 

115 Ayet-i kerimede yalnız doğuyla batı zikredilmiş olmakla beraber, bununla yeryüzü üzerindeki bütün yönler kasdedilmiştir. Nitekim Rahman sûresinin i 7 net âyetinde de, güneşin yaz ve kış aylarındaki doğuş ve batış yerleri de gözönünde bulundurularak, Allah Ta'âlâ'nın iki doğunun ve iki batının Rabb'ı olduğu belirtilmiş ve bununla O'nun bütün âlemlerin Rabb'ı olduğu kasdedilmiştir. Halk diline girmiş olan «şarktan garba...» sözünün de, dünyanın her tarafını içine alan bir manâya sahip olarak kullanıldığı herkesçe malûmdur. İşte bu manâda, insan, nerede olursa olsun ve yönünü ne tarafa çevirirse çevirsin, karşısında Allah Ta'âlâ'nın vechini, yani kendisine yönelik olduğunu bulur. Çünkü O, her tarafı kaplamıştır; varlığı herhangi bir hududla tahdid, belirli bir yöne tahsis edilmiş değildir. Bu sebeple O, nerede ve hangi halde olursa olsun, kendisine ibadet etmek için yönelen her insanı görür ve ne yaptığını hakkıyle bilir.

Ayet-i kerime'nin daha önceki âyetle olan bağlantısına yukarıda işa­ret etmiştik. Ancak, onu sadece,bu bağlantının gerektirdiği manâ içerisinde ve dar bir çerçevede ele alıp açıklamak, hem Kur'ân-ı Kerim'in uslûbüne aykırı düşer, hem de âyetten hâsıl olan faydaların yok olmasına yol açar. Çünkü Kur'ân'daki bir âyet, bazan kendinden önceki âyet veya âyetlerle bağlantılı olarak gelmesine rağmen, bu âyetler gurubunun delâ­let ettiği manâ dışında müstakil bir hüküm getirir; yahut ibret alınacak bir hâdiseyi, veya bir nasihati sergiler ki, bu,Allah kelâmı olan Kur!ân-ı Ke-rîm'i, beşer kelâmından ayıran en mühim özelliklerden birini teşkil eder. Nitekim müfessirler, Kur'ân-ı Kerîm'İn uslûbündeki bu özelliğe dayana­rak, yukarıdaki âyet-i kerîmeyle kıble tayini arasında bir bağlantı kurmuş­lar ve bazıları, âyetin, belirli bir kıbleye yönelme emrinin gelmesinden önce nazil olduğu görüşünü benimseyerek, namaz kılmak için ne tarafa yönelinirse yönelinsin, Allah'a yönelmiş olunacağını ileri sürmüşlerdir. Bazılarına göre âyet, kıblenin Beytu'l-Makdis (Kudüs)ten Kabe'ye değişti­rilmesi münasebetiyle, bazıları da, yolculuk esnasında kıbleye yönelme­nin şart olmadığını belirtmek maksadıyle nazil olduğunu söylemişlerdir ki, ileri sürülen bütün bu sebepler, âyet-i kerimenin delâlet ettiği manâya uygundur; çünkü namaz kılan insan, ne tarafa yönelirse yönelsin, na­mazda sadece Allah'a yönelmiş olur ve Mabûd olarak O'ndan başkasını kasdetmemiştir. Ancak, müslümanların yalnız Kabe'ye yönelmeleri ve bu yönelmenin namazın şartlarından sayılması, içtimaî bir gayeye matuftur ve ümmetin vahdetini sağlamak içindir. Esasen bütün müslümanlann Kabe'ye yönelmeleri halinde, Kabe'nin dört bir cihetine düşen müslüman-lardan kiminin güneye, kiminin kuzeye, kiminin doğuya, kiminin de batıya yönelmelerini gerektirir ki, bu farklı yöneliş, âyet-i kerimenin de delâlet ettiği gibi, onların Allah'a yönelmiş olmalarına aykırı düşmez.

Burada, şuna da işaret etmek gerekir ki, âyet-i kerîme, İslâm akaidi­nin en önemli kaidelerinden birini de manâsı içinde getirmiş bulunmakta­dır. Bu kaide, Allah Ta'âlâ'nın herhangi bir cihet ve herhangi bir mekânla tahdid edilemiyeceği ve O'na yaklaşarak kulluk görevinin îfa edilmesi için belirli bir mekânın şart olamıyacağı, yahut başka bir ifadeyle, ibadetin mescid, cami veya kiliselere inhisar edemiyeceğidir.

Kur'ân-ı Kerîm, Allah'ın mescidlerini tahrib ederek O'nun isminin anılmasını engelleyenleri en şiddetli azâb ile tehdid, bununla beraber, mescidler tahrib olunsa bile , her yerde O'na ibâdet edilebileceğini itikadî bir kaideye bağlı olarak beyan ettikten sonra, kitap ehlinin ve müşriklerin dünyada rezil ve rüsvay, âhırette de büyük azaba müstahak olmalarına sebep teşkil eden sapık inançlarını saymaya devam etmiş ve bu inançları reddederek gerçek îman esaslarını açıklamıştır: [126]

 

116.  Allah'ın bir çocuk edindiğim söylüyor­lar.   Hâşâ!   O,   bundan   münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa O'na aittir. Hepsi de O'na boyun eğerler.

117.  Göklerin ve yerin yoktan var edicisi (O'dur). Ve bir işin olmasına hükmettiği zaman, ona sadece, «ol» der, o da hemen olur.

 

116 Ayet-i kerime, 111 inci âyete matuf olup, Allah Ta'âlâ'nın bir çocuk edindiği iddiasında bulunanların, bu âyette sözü edilen ve Cennet'e kendi­lerinden başkasının giremiyeceğini İleri süren yahudî ve hıristiyanlarla, 113 üncü âyette işaret olunan ve bunların sözlerini tekrarlayan müşrikler oldukları anlaşılmaktadır. Ayet-i kerimede, yahudî ve hıristiyanlarla müş­riklerin birbirinden ayırt edilmeksizin hepsine şâmil umumî bir ifade kulla­nılması, tevhîd İnancına sahip olması gereken kitap ehlinin, nasıl müşrikler derekesine düşmüş olduğunu gösteren açık bir delil teşkil eder. Filhakika Tövbe sûresinin 30 ncu âyetinde de bildirildiği gibi, yahudller Uzeyr'in, hıristiyanlar da mesîh (İsâ) in Allah'ın oğullan olduklarını söylemişler, müşrikler ise, Zuhruf sûresinin 19. âyetinde görüldüğü gibi, bir taraftan Allah'ın kullan olan melekleri dişi kılarken, bir taraftan da, Nahl sûresinin 57 nci âyetine göre, bunların Allah'ın kızları olduklarını iddia etmişlerdir. Kitap ehlinin müşriklere paralel olarak Allah'a çocuk isnad ve O'nu sadece mahiûkâta hâs olan doğma ve doğurma sıfatlarıyle tavsif etmeleri son derece büyük bir şirk idi. Çünkü doğmak ve doğurmak, yok olması mukadder olan mahlûkâtm, yok olacağı güne kadar neslini devam ettire­bilmesi için vazolunmuş ilâhi bir kanun idi. Nitekim insanın bir çocuk doğurması, insan cinsinin ve neslinin devamını sağlamak içindir. Keza hayvan ve nebatlar için de durum aynıdır. Halbuki Allah Ta'âlâ, başlangıcı ve sonu bulunmayan ve herhangi bir zaman ölçüsüyle varlığı sınırlandın-lamıyacak olan yegâne yaratıcıdır. Hiç bir şey yok iken, O, ezelden vardı; her şey yok olduktan sonra da ebede kadar var olacaktır; herhangi bir cins olmadığı için oğula ve kıza da muhtaç değildir. O'na çocuk nisbet edilmesi, o çocuğun da O'nun cinsinden olmasını gerektireceği için, bu nisbet Allah'tan başka ilâhlar olması sonucunu doğurur. Nitekim hıristiyanlar. Mesih İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanmışlar ve bu inancın netices olarak, bir taraftan Allah'a babalık isnad edip O'nu «baba» diye çağırırken bir taraftan da İsa'yı ulûhiyet mertebesine yükseltip Allah'a şirk koşmuşlardır. Oysa İsa (a.s.) da diğer bütün Peygamberler gibi bir beşerdir ve Allah'ın kuludur.

Burada, yeri gelmişken, dikkatsiz bazı müslümanların bilhassa ço­cuklarını bazı şeylerden sakındırmak istedikleri zaman, onlara yönelttikleri çok tehlikeli bir söze işaret etmek gerekir. Bunlar, çocuklarının hoşa gitmiyecek bir davranışını gördüklerinde «bunu bir daha yapma; sonra Allah baba kızar» gibi sözler sarfederler. Bu gibi Müslümanların Allah'a babalık isnad etmeleri herhangi bir kasda dayalı olmasa bile, insanın farkına varmadan şirke düşmesine sebeb olacağı gibi, çocuk terbiyesi yönünden de son derece tehlikeli neticeler doğurabilir. Çünkü bu gibi tabirlerin çocuğun kafasında yerleşmesine sebep olmak, müslüman bir ana ve babanın, ona sapık bir hıristiyan inancını telkin etmelerinden başka bir   manâya gelmez.

Allah'a evlâd isnad edenler, ister müşrik olsun, ister yahudî veya hıristiyan olsun, ve hattâ ister O'na «baba» diyerek diğerlerine benzemek gafletine düşen müslüman olsun, Allah Ta'âlâ, bu isnadda bulunanlara karşı kendisini tenzih ederek, onları şiddetle reddetmiş ve hayret manâsını da ihtiva eden bir ifadeyle Subhânehû buyurmuştur, yani: Hâşâ! Allah, sizin ileri sürdüğünüz iddialardan ne kadar uzaktır. O, size çocuğu oldu­ğunu söyleyerek kendi cinsinden biri bulunduğunu haber vermediğine, yahut bu manâya gelebilecek bir söz kendisinden sâdır olmadığına göre, siz O'nun bir çocuğu olduğunu nereden biliyor, ve bilmediğiniz bir şeyi O'na nasıi isnad ediyorsunuz? Sizin kötü bir zanna ve kötü bir yalana dayanarak O'na nisbet ettiğiniz evlâd, ya gökyüzüne delâlet eden ulvi bir âlemden, yahutta arza delâlet eden suflî bir âlemden olmalıdır. Halbuki bunların hiçbirisi de Allah Ta'âlâ'nın cinsinden değildir. Fakat göklerde ve yerde ne varsa, hepsi de O'nun mülküdür; O'nun hükmüne tâbi olup O'nun iradesine boyun eğmiştir. Hal böyle olunca, gökteki ve yerdeki varlıklardan herhangi birini alıp onu Allah'a cins kılmakta ve O'na oğulluk ve kızlık isnad etmekte hiçbir manâ yoktur. Meryem sûresinin 92 nci âyetinde de bildirildiği gibi, «göklerde ve yerde olan herkes, istisnasız, Allah'a kul olarak gelecektir». Bununla beraber Allah Ta'âlâ, dilediği bazı kimselere dilediği bazı işleri tahsis etmiştir. Meselâ bazı kutlarına vahiy göndererek, onu diğer kullarına tebliğ etmeleri için elçilik görevi vermiştir. Fakat böyle bir görevin, mahlûku hâlık mertebesine çıkarmıyacağı aşikâr­dır.

Allah Ta'âlâ, âyeti kerîmede «göklerde ve yerde ne varsa O'na aittir» buyurarak, önce cansız ve akıl sahibi olmayan bütün varlıkları murad etmiş, sonra da bütün bu varlıkların O'nun iradesine ve hükmüne boyun eğdiklerini bildirirken akıl sahipleri için kullanılan cemî slgasıyle ktmitûn diyerek mülkiyetini insanlara da teşmil etmiştir. Buna göre, ister gökler­deki güneş, ay ve yıldızlar olsun, ister yerdeki insan, hayvan v.s. varlıklar olsun, bunların hepsi de, Allah'ın mülkü olup O'nun iradesine tâbidir. Bu sebeple, bunlardan herhangi birisini Allah'a çocuk olarak nisbet etmek mümkün olmadığı gibi, güneşe, aya ve yıldızlardan birine ulûhiyet isnad edip onları mabûd edinmek de mümkün değildir. [127]

 

117 Allah Ta'âlâ, gerek kendisine çocuk isnad edenlerin reddine ve ge­rekse göklerde ve yerde ne varsa hepsinin kendi mülkü olduğu ve hepsi­nin kendi iradesine boyun eğdiği beyanına kuvvet kazandırmak için, ikinci âyette, göklerin ve yerin yoktan var edicisi olduğunu ve bir işin olmasına hükmettiği zaman, ona sadece «ol» dediğini, onun da hemen olduğunu açık ve kesin bir ifadeyle beyan etmiştir.

Ayet-i kerîmede, «göklerin ve yerin yaratıcısı» manâsına gelen Hâlık ismi yerine «yoktan var edicisi veya mucidi» manâsında Bedî ismi kulla­nılmış ve böylece, Allah Ta'âlâ'nın bir çocuk edindiği yolundaki düşünce­lere imkân verebilecek bütün kapılar kapatılmıştır. Zira halk (yaratma) fiili, bazan var olan bir maddeden örneği bulunan bir şeyin benzerini vücuda getirmek manâsına da şâmildir. Meselâ ana karnında çocuğun yaratılma­sı, baba sulbündeki bir maddeye dayanır. Keza yeryüzündeki nebatın vücut bulması da, tohuma ve toprağa verilen özellikler dolayısıyledir ve hepsi de, mensup oldukları cinslerin birbirine benzeyen özelliklerini taşır. Bütün bunlar, Allah Ta'âlâ'nın, yerde ve gökte bulunan her şeyi, eşsiz bir sanatkâr eliyle birbirine denkleştirerek kendi iradesine uygun bir şekilde yarattığını gösterir. Ancak «yoktan var etmek, veya icad etmek» manâ­sında kullanılan ibda kelimesi ise, halk (yaratmak) manâsına da şâmil olmak üzere, maddesi ve örneği bulunmayan bir şeye vücut vermek demektir ki, Allah Ta'âlâ, bu manâda göklerin ve yerin Bedî'ı, yani hiç yoktan var edicisi, yani mucidi ve yaratıcısıdır. O, bu sifatıyle, bir şeyin icadını murad ettiği zaman, ona olmasını emreder ve o şey de hemen vücut bulur. Ancak, maddesi ve modeli olmayan bir şeyin vücut bulmasına ilâhi iradenin taalluk etmesi halinde, onun nasıl vücut bulduğu bir sırdır ki, insan aklının bu sırra vâkıf olması mümkün değildir.

Burada, şuna da işaret etmek gerekir ki, bir şeyin vücut bulması için, Allah Ta'âiâ'nin ona kun (ol) emrini yöneltmesi, İslâm âlimleri arasında değişik şekillerde izah edilmiştir. Çoğunluğun görüşü, emrin temsilî ol­duğu yönündedir; yani hakikatte Allah Ta'âlâ'dan böyle bir emir sâdır olmaz; fakat bir şeyin vücut bulmasına Allah Ta'âlâ'nın iradesi taalluk edince, bunu, o şeyin hemen vücut bulması takip eder. Ne var ki, âyet-i

kerîmede, meselenin daha iyi anlaşılması için bir şeyin icadına ilâhi irade­nin taalluku, kun (ol) emriyle ifade edilmiştir. Bazı âlimler ise, emrin hakikî olduğunu, Allah Ta'âlâ bir şeyin icadını murad ettiği zaman, ona bu emri verdiğini, onun da hemen vücud bulduğunu ileri sürmüşlerdir ki, âyet-i kerimenin zahirî manâsı da buna delâlet eder. Şurası bir gerçektir ki, kun (ol) emri, ister ilâhî iradenin ilk icada taallukuna delâlet eden bir manâda kullanılmış olsun, ister hakîkî manâda kullanılmış olsun, insan aklının erişemiyeceği bir sır, bundan daha açık bir söz ile ifade edilemezdi. Allah Ta'âlâ'nın göklerin ve yerin, aynı zamanda göklerdeki ve yerdeki her şeyin ilk mucidi ve yaratıcısı olduğu bu açık ve kesin beyanla anlaşıldıktan sonra, O'nunla mahlûkâtı arasında baba-evlâd münasebeti kurmak kadar abes bir düşünce tasavvur olunamaz. O, her şeyi yoktan var etmiştir; fakat hiçbir şey O'ndan veya O'nun zâtından bölünüp ayrılmış değildir.

Allah Ta'âlâ, kitap ehlinden bilhassa yahudl ve hıristiyanların Allah'a çocuk isnad etmek suretiyle nasıl şirke düştüklerini ve böylece, nasıl müşriklerle aynı derekeye indiklerini beyan ettikten ve iddialarını göklerin ve yerin yoktan var edilişini delil getirerek kesin bir şekilde çürüttükten sonra, sözü müşriklere intikal ettirmiş ve bu sefer, onların hallerini geçmiş milletîerin hallerine benzeterek akıl sahiplerine ibret alacakları bir ders vermiştir.[128]

 

118. Bilmeyenler «Allah bizimle konuşsaydı; yahut bize bir mucize gelseydi (ne olur­du?)» demektedirler. Onlardan önceki­ler de tıpkı onların söyledikleri gibi soy-. lemislerdi; kalpleri (nasıl da) biribirine benzemiş! Oysa biz, yakînen bilmek is­teyenlere âyetleri apaçık bildirmisizdir.

 

118 113 üncü âyette, yahudî ve hıristiyanların biribirlerini doğru yol üze­rinde olmamakla itham ederken, bilmiyenlerin de, onların sözlerini tekrar-lıyarak yahudî ve hıristiyanları itham ettikleri bildirilmiş, biz de bu âyetin tefsirinde, söz konusu edilen «bilmiyenler» in, kitap ve şeriattan haberi bulunmayan müşrikler olduklarını açıklamıştık. Yukarıdaki âyet-i keri­mede zikredilen «bilmiyenler» in deyine müşrikler oldukları anlaşılmakta­dır. Bunlar da, yahudî ve hıristiyanlar gibi, hem Hazret-i Peygamber'e inanmamışlar, hem de ona indirilen Kur'ân'ı inkâr ederek Hazret-i Pey-gamber'den, başka âyetler ve mucizeler istemişlerdir. Nitekim İsrâ sûresinin 90-93 üncü âyetlerinde, müşriklerin bu isteklerine daha açık bir şekilde işaret edilmiş, «bizim için şu yerden bir pınar akıtma-dıkça sana asla inanmıyacağız», Furkân sûresinin 21 inci âyetinde ise, «bizim üzerimize melekler indirmeli değilmiydi; yahut hiç olmazsa, Rabb'ımızı görmeli değil miydik» dedikleri bildirilmiştir. Müşriklerin, yuka­rıdaki âyet-i kerîmede işaret olunan «Allah bizimle konuşsaydı; yahut bize bir mucize gelseydi» şeklindeki istekleri de, diğerleri gibi, Hazret-i Pey­gamber'e ve ona indirilen Kitab'a inanmamak için başvurdukları bahane­lerdendi. Geçmiş milletler arasında da, kendilerine gönderilen peygam­berlere inanmamak için bu çeşit bahanelere başvuranlar vardı, ve onların söyledikleriyle bunların söyledikleri arasında tam bir benzerlik bulunuyor­du. Meselâ yahudîler, daha önce de zikredildiği gibi, «Ey Mûsâ! Allah'ı ayan beyan görmedikçe sana asla inanmayacağız» {Bkz. âyet 55) demişler; bir çeşit yiyeceğe sabredemiyeceklerini ileri sürerek, yine Mûsâ (a.s.) dan sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan gibi yiyecekler çıkarması için Rabbına duâ etmesini istemişlerdi (bkz. âyet, 61). Hıristiyanlar ise, Mâide sûresinin 112 nci âyetinde de belirtildiği gibi, İsâ (a.s.) ya «Ey Meryem oğlu İsâ! Rabb'tn bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?» demişler ve bu isteklerini, kendisine daha çok inanmak için ileri sürdüklerini bildir­mişlerdir.

Geçmiş kavimler gibi ve hattâ bu kavimlerden inançlarını yitirmiş bazı yahudl ve hıristiyanların kendi peygamberlerinden istedikleri mucizeler gibi, müşriklerin de Hazret-i Peygamber'den birtakım mucizeler istemele­ri, yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, sırf bir bahaneydi ve ona inanmamak hususunda başvurulan bir oyundu. Nitekim Allah Ta'âlâ, En'âm sûresinin 7 nci âyetinde, onların bu oyunlarını açık bir şekilde gözler önüne sermiş ve «(Ey Muhammedi) Eğer sana kâğıt içinde yazılı bir kitap göndermiş olsaydık, kendileri de elleriyle ona dokunmuş olsalardı, o küfredenler, (yine de inanmazlar ve) bu, apaçık büyüden başka bir şey değil, derlerdi» buyurmuştur.

Müşriklerin Hazret-i Peygamber'e inanmamak için ondan bir takım mucizeler istemeleriyle, geçmiş kavimlerden yahudî ve hıristiyanların kendi peygamberlerinden bu çeşit isteklerde bulunmaları arasında tam bir benzerlik vardı ve bu benzerlik, aslında, onların Allah'a ve peygamberle­rine karşı olan inançsızlıkları arasındaki benzerlikten başka bir şey değildi. Çünkü inanan ve inanacak olan insanlar için Allah'ın mucizeleri pek çoktu ve başka mucizelere de ihtiyaç yoktu. İnançsızlar ise, kendilerine yeni mucizeler verilmiş olsa bile, arkasından, küfürleri dolayısıyle, başkalarını isteyecekleri şüphesizdi.

İnanç ve inançsızlığın yerleşip kök saldığı yer, insanın kalbidir. Bu sebepledir ki, insan bir şeye ya kalpten inanır, yahutta inançsızlık, onun bütün kalbini doldurur. Bundan dolayı, birtakım isteklerle Hazret-i Pey-gamber'e karşı inançsızlıklarını ortaya koyan müşriklerle, aynt durumda olan yahudî ve hıristiyanlartn kalpleri arasında bu yönden tam bir benzerli­ğin bulunduğu anlaşılır. İşte bu sebeple Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmede müşriklerle eski kavimlerin kalpleri arasındaki bu benzerliğe işaret etmiş; yolları ve yönleri ayrı olsa bile, netice itibariyle hepsinin tuttuğu yolun küfür olduğunu ortaya koyarak el-kufru nülletun vahide (küfür tek bir millettir) hükmünün delilini göstermiştir.

Müşriklerin eski kavimler gibi Hazret-i Peygamber'den bir takım âyet ve mucizeler istemeleri, şüphesiz, kalplerine îmanın hiç girmemiş olması doîayısıyledir. Halbuki Allah Ta'âlâ, hakkı arayan ve delilleriyle kalplerinde sağlam ve sarsılmaz bir imanın yerleşmesi için akıllarını kullanan kimsele­re, âyet ve mucizelerini öyle beyan etmiştir ki, bunlar, başka âyet ve mucizeler istemek bir yana, Allah'ın beyan ettiklerinde bile zerre miktarı da olsa kalplerinde herhangi bir şüpheye yer vermezler. İşte gerçek îman budur. Kalblerinde, herhangi bir illet veya maraz bulunmayanların, yalnız hakka yönelen ve yalnız hak peşinde gidenlerin îmanı... Halbuki hak nurunun kalplerine nüfuz etmesini engelleyen ve küfür üzerinde inat ve ısrar eden akılsızların, âyet ve mucizeler istemeleri, ne kadar boş ve faydasızdır! Bunlara, Allah'ın beyan ettiği âyetlerden sonra, daha binlerce âyet verilse, onların yine îman edecekleri yoktur.

Allah Ta'âlâ, müşriklerle kitap ehli arasında küfre ve bâtıla yönelme yönünden bu açık benzerliğe böylece işaret ettikten ve kitap ehlinden olmaları dolayısıyle îmana müşriklerden daha yakın olmaları gereken yahudî ve hıristiyanların dehşet verici bu menfi davranışlarını açıkladıktan sonro, onların bu davranışlarından son derece müteessir olan Hazret-i Peygamber'e hitap etmiş ve onu teselli etmek için şöyle buyurmuştur: [129]

 

119. (Ey Muhammedi) Biz seni hem müjdeci hem de korkutucu olarak hak ile gön­derdik.  (Bu sebeple) Cehennem asha­bından sen sorumlu tutulmayacaksın.

120. Ne yahudîler ve ne de hıristiyanlar, sen onların dînine tâbi olmadıkça, senden asla hoşnud olmıyacaklardır.  De ki: Allah'ın yolu; işte asıl yol odur. Eğersen, sana gelen bunca ilimden sonra, onların hevâ ve heveslerine tâbi olursan, Allah'tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı olur.

121. Kendilerine verdiğimiz kitabı hakkıyle okuyanlar; işte bunlar, ona îman eden­ler. Ona küfredenler ise, işte asıl hüsrana uğrayacaklar da bunlardır.

 

119 Yahudi ve hıristiyanların, kendilerine peygamber gönderilmiş ve kitap verilmiş bir kavim olmalarına ve bu sebepten Allah tarafından gönderile­cek bütün peygamberlere ve onlara indirilecek bütün kitaplara inanmak durumunda bulunmalarına rağmen, Hazret-i Peygamber'in davetine sırt çevirmeleri ve hattâ küfür yönünden müşriklere benzer hale düşmeleri, gerçekten esef edilecek bir şeydi ve bundan, Hazret-i Peygamber'in büyük bir üzüntü duymamış olması mümkün değildi. Çünkü o, ister müşrik olsun, ister yahudî veya hıristiyan olsun, her inanca sahip olan insanlara Allah'ın emirlerini tebliğ etmek ve onları Allah'ın hak olarak bildirdiği tek bir inanç ve tek bir şerîat üzerinde birleşmeğe davet etmek üzere görevlendi­rilmiş bir memur idi. Görevinin idraki içinde bulunan her memurun, göre­vinde başarılı olmayı arzu etmesi ve onu istenildiği şekilde tamaiamaya çalışması, onun, elbette ki en tabii hakkıydı ve bunu yapabildiği nisbette kendisini huzurlu hissedebilirdi. Başaramadığı bazı hususlarda ise, bu  huzurun yok olması ve onun yerini huzursuzlukla birlikte büyük bir üzün­tüsünün alması da çok tabiiydi.

Hazret-i Peygamber'in Mekke'de müşriklerden gördüğü sert tepki­den sonra, Medine'de, kitap ve peygamber tanıyan, yahut tanıması gere­ken yahudî ve hıristiyanlardan da aynı muameleyi görmesi, onu son derece müteessir etmişti ve bu teessür, hiç şüphesiz, onun, yahudî ve hıristiyanları doğru yola getirmede başarısız olduğu düşüncesinden kay­naklanıyordu. Fakat bu değişik inanç sahiplerini saf İslâm inancı etrafında toplamak, yahut başka bir tâbirle onlara hidayet ederek tek bir inançta toplanmalarını sağlamak, acaba onun görevi miydi? Yoksa kendisinin bu işte başarısız olması, yahut kendisini böyle görerek teessüre kapılması, aslında kendisine böyle bir görevin verilmemiş olmasından mı ileri geli­yordu? İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmede, akla gelebilecek bu çeşit sualleri cevaplandırmış ve Hazret-i Peygamber'in asıl görevinin ne olduğunu kendisine hitap ederek hatırlatmıştır: Ey Muhammed! Biz seni, temelini İslâm akaidiyle İslâm şeriatının teşkil ettiği bir hak ile gönderdik.

Kim bu iki temele dayanır ve onlara tâbi olursa, dünya ve âhıret saadetine nail olur. Kim onlardan uzak düşerse, doğru yoldan ayrılmış ve bâtıla sapmış olur. İşte, senin görevin, hakikatin ta kendisi olan bu akaidi ve şeriatı insanlara duyurarak, onlara tâbi olanların nail olacaklan iki saadeti müjdelemek, onlardan uzaklaşanların kötü akıbetiyle de onları korkutmak­tır. Bunun dışında, doğru yoldan sapmış olanları hidayet etmek senin görevin değildir. Ve bunlar, doğru yoldan sapıp Cehennem ashabından oldukları takdirde, bunun sorumlusu da sen olmıyacaksın.

Hazret-i Peygamber'in, müşrik, yahudî ve hıristiyanlann bu davranış­ları karşısında duyduğu teessürün büyük ve devamlı olduğu, Kur'ân-ı Kerîm'in muhtelif sûrelerinde- onu teselli etmek ve hidayetin- ancak-Ailah'a mahsus bir iş olduğunu hatırlatmak maksadıyle sık sık gelen âyetlerden anlaşılmaktadır. Bu âyetlerden biri, Hazret-i Peygamber'in, bilhassa Mekke müşriklerinden kendi kabilesi olan Kureyş'in tutumundan duyduğu teessür sebebiyle nazil olmuştur. Bu âyet-i kerîmede, Allah Ta'âlâ'nın Hazret-i Peygamber'e meâlen şöyle hitap ettiği görülür: «Demek, Kur'ân'a inanmazlarsa üzüntü duyarak arkalarından kendini âdeta harab edeceksin». Bu âyet-i kerîme'de, Mekkeli müşrikler kadar, ondan önceki dördüncü âyette, Allah'ın evlâd edindiği iddiasında bulun­duğuna işaret olunan yahudî ve hıristiyanlann da kasdedildiği anlaşılmak­tadır. Yine Mekke'de nazil olan Fâtır sûresinin 8 inci âyetinde, Allah'ın dilediği kimseyi dalâlette bırakıp dilediğine hidayet edeceği işaret olun­duktan sonra, Hazret-i Peygamber'e hitaben «O halde (Ey Muhammedi), nefsin onlar yüzünden üzüntüyle tükenip gitmesin» denilmiştir. Keza Mekkî olduğu kadar Medenî olduğu da söylenen Ra'd sûresinin 40 inci âyetinde, Hazret-i Peygamber'e görevi hatırlatılarak «Ey Muhammedi Onlara vadettiğimiz azabın bir ktsmını sana göstersek de, yahut senin ruhunu daha önce kabzetsek de, senin vazifen sadece tebliğ etmektir; hesap görmek ise bize düşer» denilmiştir. Bakara sûresinin 272 nci âye­tinde ise, hidayete erdirmenin sadece Allah'a mahsus olduğu bildirilmiş ve şöyle buyurulmuştur «Ey Muhammedi Onları hidayete erdirmek senin üstüne borç değildir; ancak Allah, hidayeti kime dilerse ona verir». [130]

 

210 Örnek olarak sadece bir kaçını zikrettiğimiz bu âyetlerden açıkça anla­şılmaktadır ki, Hazret-i Peygamber'in görevi, akaid ve şeriat olarak kendi­sine bildirilen «hakk»ı insanlara tebliğ ederek doğru yolu göstermektir. Bundan sonra, isteyen bu yolu seçer, isteyen de kendisini Cehennem azabına götürecek olan yolu seçer; fakat şurası muhakkaktır ki, bâtıl yolu seçerek Cehennem ashabı arasında yer alacak olan kimselerden, Hazret-i Peygamber asla sorumlu değildir ve onlar adına üzülmenin de

hiçbir faydası yoktur. Zira o, üzülse de üzülmese de, ikinci âyette de belirtildiği gibi, ne yahudîier ve ne de hıristiyanlar Hazret-i Peygamber den asla hoşnud olmıyaçaklar ve onun kendi dinlerine tâbi olmasını ve kendi /ollarına girmesini istiyeceklerdir. Halbuki onlar, biribirlerini hak yolda olmamakla itham ederek, aslında tek ve aynı şey olması gereken dini de hevâ ve heveslerine uydurmuşlar, sonra da, Hazret-i Peygamber'in, dîn olmaktan çıkardıkları bu bâtıl yola tâbi olmasını istemek cüretinde bulun­muşlardır. Hazret-i Peygamber'in onlara tâbi olması ve onların peşinden gitmesi!.. Bu, düşünülebilecek bir şey midir? Allah Ta'âlâ, bunu şiddetle reddetmesi için sevgili Peygamberine yol göstermiş ve «Ey Muhammedi Onlara de ki: Allah'ın yolu; işte asıl tâbi olunacak en doğru yol budur.» buyurmuştur. Bu yol, sadece yahudî peygamberlerine değil, fakat ilk peygamberden son peygambere kadar akaidiyle ve şerîatıyle derece derece geliştirilmiş ve mükemmelleştirmiş olarak indirilen İslâm'ın yolu­dur. Bununla beraber, ey Muhammedi Onların, kitaplarına izafe ederek dînlerinin asıllarından saydıkları bu hevâ ve heveslerine tâbi olursan, ve bunu da ilâhî vahiy geldikten ve ilm-i yakın hâsıl olduktan sonra yaparsan, bilesin ki, Allah'ın dostluğunu bulamaz, yardımını göremezsin.

Allah Ta'âlânın bu âyet-i kerîmeyle, önce Hazret-i Peygamber'e yol göstermesi, sonra da, yahudî ve hıristiyanlann sapık yollarına tâbi olması halinde, onu şiddetle tehdit etmesi, Hazret-i Peygamber'in şahsında bütün insanlara yöneltilmiş bir ihtardır. Zira Allah Ta'âlâ, sevgili Peygam­berinin, yahudî ve hıristiyanlann bâtıl yollarına asla tâbi olmtyacağını elbette biliyordu. Bununla beraber, Kurân-ı Kerîm'in kendine hâs usiûbü içinde Hazret-i Peygaber'e yöneltilen bu hitapla, hem hak yola tâbi olanlar için Allah'ın dostluğunun ve yardımının devam edeceğine işaret olunmuş, hem de hak belli olduktan sonra, yahudî ve hıristiyanların «dîn» adt altında tâbi oldukları hevâ ve hevesleri peşinden gitmenin ve onları taklid etmenin getireceği büyük tehlikeler gösterilmiştir.[131]

 

211 Allah Ta'âlâ, ehl-i kitaptan yahudî ve hıristiyanların,tâbi oldukları bâtıl yolu nasıl «dîn» adı altında maskeleyip onunla başkalarını idlâl etmek İstediklerine işaret ettikten ve onlara kanarak, artık belli olan hak yoldan ayrılıp onların yoluna gidenlerin akıbetini apaçık gösterdikten sonra, kitap ehli arasında bulunan bazı kimseleri tanıtmış ve bunların, kendilerine verilen Tevrat'ı hakkıyle okuyup manâsını anladıklarını ve akıllarını kulla­nıp hakkı görmekte güçlük çekmediklerini açıklamıştır. İşte bunlar, kendi­lerinden öncekilerin kitaplarında yaptıkları tahriflere itibar etmiyen; dîndeki gelişmeyi ve mükemmelleşmeyi gözden uzak tutmayarak kitaplarının esrarını anlayan ve bu anlayış içinde Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân'a da inanan yahudî ve hıristiyanlardır. Nitekim bunlar Hazret-i Peygamber'in daveti üzerine, kendi dînlerini terkedip İslâm'a girmekte hiç tereddüt göstermemişler ve böylece Allah Ta'âlân'ın Kur'ân-ı Kerîm'de tavsif ettiği mü'min kimselerden olmuşlardır. Fakat atalarının ve bilhassa onlardan ileri gelenlerin tahrif ederek hevâ ve heveslerine uydurdukları ve din adı altında tâbi oldukları bâtıl yolu takip eden, kitaplarını okusalar bile içindekileri anlamayan, yahut akıllarını kullanıp anlamak zahmetine kat­lanmayan ve bu sebeple dînin esrarına vâkıf olamıyan bir çok kitap ehli ise, kitaplarına gerçekten inanmıyan ve dolayısıyle Hazret-i Peygamber'e ve Kur'ân-ı Kerîm'e inanmak için kendilerine bir yol bulamıyan bedbaht­lardır ki, dünya ve âhıretîe hüsrana uğrayacak olanlar da, işte bunlardır.

Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, âyet-i kerîmede, kendilerine verilen kitabı hakkıyle okuyan ve bu sebeple mü'min vasfını kazananlarla, onu inkâr edip hüsrana uğrayanların kimler olduğu açıklanmamıştır. Bir çok müfessir, bizim de tercih ettiğimiz bir görüş olarak, bunların, kitap ehlinden yahudî ve hıristiyan olduklarını söylemiş, bazı müfessirler ise, âyet-i kerîmeyle müslümanların kasdedildiğini ileri sürmüşlerdir. Maama-fih âyeti, müslümanlar da dâhil, kendilerine kitap verilen bütün dîn men­suplarına teşmil etmek, kendisinden daima ibret alınması gereken Kur.'ân-ı Kerîm'in eşsiz uslûbüne aykırı düşmez.

Allah Taâlâ, zaman zaman müşriklere de işaret ederek, yahudî ve hıristiyanların,geçmişteki düşünce ve davranışlarıyle nasıl müşriklerle aynı seviyeye geldiklerini açıkladıktan ve hepsinin birden İslâm karşısın­daki tutum ve davranışlarını gösterip bu yüzden müstehak oldukları kötü akıbeti belirttikten sonra, dinde tefrikanın ilk ve en büyük müsebbibleri olan yahudîlere tekrar dönüyor ve daha önce olduğu gibi, kendilerine bahşedilen nimetleri hatırlatarak, belki ibret alıp doğru yolu bulurlar diye, geçmiş Peygamberlerden İbrahim (a.s.) in kıssasından örnekler verip vâz ve nasihatta bulunuyor ve şöyle buyuruyor: [132]

 

122.  Ey İsrail oğullan! Size ihsan ettiğim nimetlerimi ve (bilhassa) sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

123. Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemiyeceği, hiç kimseden fidyenin kabul edilmiyeceği, hiç kimseye şefaatin fayda vermiyeceği ve (nihayet) kendile­rine yardım bile editmiyecek bir günden (hesap gününden) sakının.

124.  (Ve hatırlayın:) Hani Rabb'ı İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etmiş, o da onları tamamlayınca, «ben seni insan­lara imam kılacağım» buyurmuş; (İbra­him de O'na) «soyumdan da» deyince, (Rabb'ı şöyle) cevap vermişti: Zâlimlere ahdim ulaşmaz.

125. Beyt (Kabe) i insanlar için bir toplanma yeri ve emniyet mahalli kılmış ve «İbra­him'in makamım bir namazgah edinin» (demiştik):  İbrahim   ve   İsmail'e   de, evimi tavaf edenler, (orada) kalanlar, rükû ve sücûd edenler için temiz tutma­larını tavsiye etmiştik.

126. İbrahim: «Rabb'ım» Burasını emniyetli bir şehir kıl; ahalisinden, Allah'a ve âhı-ret gününe inananları ürünlerle rızık-landır» demiş, (Rabb'ı da O'na) «Küf­redeni de.. Onu da kısa bir süre için faydalandıracak, sonra da  Cehennem azabına mecbur tutacağım. Ne kötü bir akıbet!» diye buyurmuştu.

127. İbrahim İsmail ile birlikte, Beyt'in temel­lerini yükseltiyor (ve şöyle dua ediyor­lardı:)«Rabb'imiz!   Bizden   (duamızı)kabul buyur; şühhesiz, hakkıylc işiten, hakkıyle bilen ancak sensin»

128. «Rabb'ımız! Bizi sana teslim olan iki kul  ve zürüyelimizden de sana teslim olan

bir ümmet eyle. Bize ibadet yollarımızı göster ve tövbelerimizi kabul et; zira tövbeleri kabul edip bağışlayan ancak sensin»

129.  «Rabb'ımız! Onlara kendi içlerinden, kendilerine   senin   âyetlerini   okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve onları (şirk­ten) arındıran bir Peygamber gönder. Şüphesiz, Aziz ve Hakim olan ancak sensin».

130. İbrahim'in dîninden, kendini bilmeyen­den başka kim yüz çevirir? Biz dünyada onu seçtik; âhırette de o, şüphesiz sâlih kullardandır.

131.  Rabb'ı ona «teslim ol» buyurduğunda, o,c<âlemterin  Rabb'ına  teslim  oldum» demişti.

132.  İbrahim bunu oğullarına vasiyet etmiş, Yakûp da aynı şeyi yapmış ve «Oğulla­rım! Allah sizin için bu dinî seçti; onun için ancak müslüman olarak ölün» (de­mişlerdi).

133. Yoksa (ey yahudiler!) Yakûb'a ölüm yaklaşıp da oğullarına: «Ey oğullarım! Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?» diye sorduğu ve onların da: «Senin ilâhına, babaların İbrahim'in, İsmail ve İshak'ın bir tek ilâhına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız» dediklerinde, siz buna şâhid mi olmuştunuz?

134. Bunlar gelip geçmiş bir ümmettir. Kendi kazandıkları kendilerine, sizin kazandı­ğınız da size aittir. Onların yapmış ol­duklarından siz sorulmûyacaksınız-

 

Görüldüğü gibi yukarıdaki âyet-i kerîmelerle yine yahudîlere hitap edilmiş ve onlara geçmişten yeni ibret sahneleri gösterilerek bazı gerçek­ler yeniden hatırlatılmıştır. «Ey İsrail oğullan» hitabıyle başlayan ilk iki âyet, 47 ve 48 inci âyetlerin tekrarı olarak görülürse de, bundan sonra hatırlatı­lan nimetler ve yahudîlerin gözleri önüne serilen tablolar, birbirinden çok farklıdır. Daha önceki âyetlerde, Mûsâ {a.s.) nın yahudîleri Firavun hane­danının zulmünden kurtarışıyle başlayan ve mukaddes topraklara gelişle­rine kadar devam eden zaman içinde, kendilerine bahşedilen sayısız nimetlere rağmen, onların nasıl isyan ve küfür içinde bocaladıkları anlatıl­mış; böyle olduğu halde, yine de gurur ve inaddan vazgeçemedikleri, bunu asr-ı saadete kadar devam ettirip aynı gurur ve inadla Hazret-i Peygamber'e ve ona indirilen Kur'ân-ı Kerîm'e sırt çevirdikleri, hal böy­leyken, yine de, Cennet'in kendilerine ait olduğu iddiasında bulunabildik­leri, bütün açıklığıyle gözler önüne serilmiştir. Yukarıdaki âyet-i kerîme­lerde ise, Mûsâ (a.s.) dan daha önceki devirler anlatılmış ve yahudîferin de, ataları olan İbrahim ve İsmail'in, İslâm'ın temelini teşkil eden bir tevhîd inancı içinde Kabe'yi nasıl bina ettikleri, kendilerini Allah'a teslîm edip nasıl niyazda bulundukları ve bu teslimiyeti oğullarına ve torunlarına nastl vasiyet edip onları hak yola tevcih ettikleri belirtilmiştir. Böylece, bir taraf­tan İbrahim'in dîni olan İslâm ile, Hazret-i Peygamber'in tebliğine memur edildiği İslâm'ın aynı olduğu, aralarında ayrılık ve gayrılık bulunmadığı gösterilirken, bir taraftan da, atalarıyle gururlanıp Cennet'in kendilerine âit olduğu iddiasında bulunan yahudîlerin, Hazret-i Peygaber'e sırt çevir­mekle nasıl kendileriyle övündükleri atalarının hak olan yolundan saptıkla­rı, aklı başındaki hiç kimsenin reddedemiyeceği bir açıklıkla isbat edilmiş­tir.

Gerçekten, yukarıdaki âyet-i kerîmeler, Hazret-i Peygamber'e ve dolayısıyle İslâm'a sırt çeviren kitap ehline ve bilhassa yahudîlere karşı bir hüccet olarak gelmiş ve onların gurur, küfür ve inada dayanan davranışla-rındaki çelişkiyi bütün açıklığıyle ortaya koymuştur, Yahudîlerin İsrail la-kabıyle tanınan Yakûb (a.s.) soyundan geldikleri bu sebeple kendilerine İsrail oğulları denildiği daha önce açıklanmıştı. Yakûb'un babası İshak ise, İsmail (a.s.) in kardeşi olup, her ikisi de İbrahim (a.s.) in oğullarıydılar. Bu bakımdan yahudîler, hem İbrahim (a.s.) e mensubiyetleriyle, hem de daha sonra gelen Peygamberlerin İsrail soyundan gelmiş olmalarıyle övünü­yorlar ve bunun tabiî bir neticesi olarak da, Cennet'e sadece kendilerinin girebileceği iddiasında bulunuyorlardı. Fakat daha önce de açıkladığımız gibi, kendi Peygamberler'inin ve kitaplarının, geleceğini müjdeledikleri Hazret-i Peygamber'in, İsmail (a.s.) in soyundan gelmiş olması, onları hayal sükûtuna uğratmış ve ona şiddetle karşı gelmelerine sebep olmuş­tu. Ne var ki yahudîlerin bu davranışı, inaddan ve boş bir gururdan kaynak­lanıyordu; zira mensub oldukları Yakûb (İsrail) ile Hazret-i Peygamber'in veya kabilesinin mensub olduğu İsmail (a.s.) arasında kardeş çocuğu yakınlığı vardı ve her ikisinin nesebi, yahudîlerin mensub olmakla övün­dükleri İbrahim(a.s.) de birleşiyordu. O halde, ehl-i kitapla Araplar, İbra­him (a.s.) in milletinden ve nesebinden geliyorlardı ve aralarında hiçbir ayrılık ve gayrılık mevcut değildi. Bu sebeple yahudîlerin, kendilerini Arap­lardan üstün görmeleri için de herhangi bir sebep yoktu. Ancak bir üstün­lük söz konusu olmak gerekirse, bu, ister yahudî olsun ister hıristiyan, veya müslüman olsun ve hatta ister müşrik olsun, çeşitli inançlara sahip olan bu insanların, fazîletini hiçbir zaman inkâr etmedikleri, aksine, men­sub olmakla övündükleri İbrahim (a.s.) e ne derecede bağlı kaldıkları ve O'nun dînine ne derecede tâbi oldukları yönünden söz konusu olabilir­di.İşte Allah Ta'âlâ, bu konuda kitap ehline ve müşriklere karşı bir hüccet olarak yönelttiği bu âyet-i kerîmelerde, İbrahim (a.s.) in dînini tanıtmış ve bu dînin, müşrik, yahudî ve hıristiyanların sırt çevirdikleri İslâm dîni oldu­ğunu bütün açıklığıyle ortaya koymak için yahudîlere hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur: [133]

 

122. Ey İsrail oğullan! Size ihsan ettiğim nimetlerimi ve (bilhassa) sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

123.Hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey ödeyemiyeceği, hiç kimseden fidyenin kabul edilmiyeceği, hiç kimseye şefaatin fayda vermiyeceği ve (nihayet) kendile­rine yardım bile edilmiyecek bir günden (hesap gününden) sakının.

 

122 47 ve 48inci âyetlerin tekrarı olarak geldiğine yukarıda işaret ettiğimiz bu iki âyet, farklı bir siyaka delâlet etmeleri yönünden ayrıca üzerinde durulması gerekir. Daha önceki âyetlerde, yahudîlerden hatırlamaları is­tenen nimetler, Mûsâ (a.s.) nın, onları Firavunun zulmünden kurtarışıyle başlayan ve mukaddes arza gelinceye kadar arkası kesilmeksizin devam eden ilâhi yardımlardı. Halbuki yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, bunları takip eden âyetlerle zikredilecek olan ve Mûsâ (a.s.) dan çok daha önce gelip geçmiş bulunan İbrahim (a.s.) ile oğullarının ve torunlarının Allah'a teslimiyetleri, hatırlanması gereken bir nimet olarak gösterilmiştir. İşte bu siyaka göre, yahudîlere denilmektedir ki: Ey İsrail oğulları! Size, cedleriniz arasında, bütün insanlara imam kılınan, oğlu İsmail ile birlikte Kabe'yi bina edip namazgah kılan, Allah'a teslimiyette eşi bulunmıyan ve bu teslimiyeti oğullarına ve torunlarına da tavsiye ederek onları İslâm'a yöneiten. İbra­him gibi bir Peygamber gönderilmiş ve böylece siz, âlemlere üstün kılın­mıştınız. İşte bu nimeti hatırlayın. [134]

 

123 Hem hiç kimsenin hiç kimse adına bir şey söyliyemiyeceği, hiç kimseden fidyenin kabul edilmiyeceği, hiç kimseye şefaatin fayda vermiyeceği ve nihayet, hiç kimsenin kendisi için bir yar­dımcı bulamıyacağı o korkunç hesap gününden sakınarak bu hâtıranızı tazeleyin. Bunu hatırladığınız takdirde, elinizdeki kitabı hakkıyle okumak, onda yapılan tahrifata itibar etmemekjböylece, ceddiniz İbrahim'in dînine yönelmek gerektiğini kolayca anlayacaksınız. Zira Allah'ın, böyle pey­gamberler gönderip kitap indirerek bütün âlemlere üstün kıldığı bir kavme, kitabını hakkıyle okumamak, ondan ibret almamak ve bir takım kâfirlerin hevâ ve heveslerine uyarak onda yaptıkları tahrifatın peşine düşmek yaraşmaz.

İşte Allah Taâlâ, yahudîlere geçmişi ve geçmişte kendilerine ihsan olunan nimetleri hatırlamaları için bu ikazı yaptıktan sonra, onların, 121 inci âyette de işaret olunduğu gibi, kitaplarını inkâr edip hüsrana uğrayan­lardan değil, fakat onu hakkıyle okuyup İslâm'a yönelenlerden olmaları için cedleri İbrahim (a.s.) i ve onun hak yolunu onlara hatırlatmaya başla­mış ve şöyle buyurmuştur: [135]

 

124. (Ve haürlayın:) Hani Rabb'ı, ibrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etmiş, o da onları tamamlayınca «ben seni insanlara imam kılacağım» buyurmuş; (İbrahim de O'na:) «Soyumdan da» deyince, (Rabb'ı şöyle) cevap vermişti: «Zâlim­lere ahdim ulaşmaz»-

 

124 Ayet-i kerîme'de, İbrahim (a.s.)in bütün insanlara nasıl kendisine tâbi olunan ve yolundan gidilen bir «imam» kılındığı anlatılmış; bunun için de, önce Rabb'ı tarafından, bazı kelimelerle imtihana tâbi tutulduğu açıklan­mıştır. Ancak imtihana konu teşkil eden «kelimeler» in ne olduğu ve İbrahim (a.s.) in bu imtihanı nasıl tamamladığı bildirilmemiştir. Her ne kadar müfessirler, değişik görüşler ileri sürerek bunu, hac menâsiki, îman hasletleri, vahdaniyetin isbatı gibi bazı inanç ve ibadetlerle tefsîr etmişlerse de, gerçek olan husus, Allah Ta'âlâ'nın yükleyeceği büyük bir görev dolayısıyle İbrahim (a.s.) i bazı emir ve yasaklarla terbiye etmesi ve bu göreve hazırlamasıdır. Bu görev, âyet-i kerîmede «bütün insanlara imam kılınmak» la ifade edilmiştir ki, bununla, insanlara rehberlik etmek, doğru yolu göstermek ve onları Allah'ın vahdaniyeti inancına davet etmek ma­nâsında peygamberlik görevinin kasdoiunduğuna şüphe yoktur. Ancak, İbrahim (a.s.) in birtakım kelimelerle imtihana tâbi tutulması, bu imtihanda başarılı olması, sonra da ona peygamberlik görevi verilmesi, elbette bugün bizim anladığımız manâda bir imtihan ve neticesi olarak mütalâ edilmemek gerekir. Zira böyle bir mütalâa, Peygamberliğin, ancak kesbl bir meslek olduğu ve bu işe sadece yeteneğini isbat eden kimselerin getirilebileceği neticesine götürür ki, bunun gerçekle hiçbir ilgisi bulunma­dığı aşikârdır. Peygamberlik, Allah'ın kullarından bazısına ihsanıdır ve bunların peygamber olarak seçilişlerinde kendi irade ve isteklerinin hiçbir rolü yoktur. Bu sebeple, âyet-i kerîmede mahiyeti açıklanmıyan «kelime­ler»!, imtihana konu teşkil eden bir takım sorular şeklinde değil, fakat, Allah'ın sonsuz ihsanına nail olan İbrahim (a.s.) in bazı vecîbelerden sorumlu tutulduğunun ve bunları hakkıyle îfa ettiğinin beyanı ve peygam­ber olarak seçilen bir insanın tanıtılması manâsında anlamak gerekir. Nitekim Hazret-i İbrahim'in peygamber olarak imamlığı, bütün insanları tevhîde davet etmekle gerçekleşmiş ve onun zamanında İslâm'ın başlıca esasları tezahür etmiştir. Allah'ın vahdaniyetine inanmak, şirkten uzak olmak ve risaleti kabul etmek şeklinde ifade edebileceğimiz bu esaslar, İbrahim (a.s.) in zürriyeti boyunca hiç değişmeden devam edegelmiştir. Nitekim Allah Ta'âlâ'nın, İslâm'ı, milletu İbrahim (İbrahim dîni) olarak tarif etmesi de bundandır.

Allah Ta'âlâ'nın, İbrahim (a.s.) e, kendisine bütün insanlara imam yapacağını müjdelemesi üzerine, İbrahim'in Rabb'ına duâ etmesi ve «zür-riyetimden, yani benden sonra gelecek olan çocuk ve torunlarımdan da imam kıl» demesi, hak yolda olan bir insanın, kendi neslinin de o yolda olmasını Rabb'ından niyaz etmesi demektir ki, bu, onun en tabiî hakkı olmak gerekir. Ancak İbrahim (a.s.), bu niyazında, kendi neslinden gele­cek olan bütün ferdlerin,imam olmasını değil, fakat min zurriyyeû diyerek bazısının imam yapılmasını istemiştir. Zira Hazret-i İbrahim, bir peygam­ber olarak kendi zürriyetinden gelecek olan herkesin imam yapılmasının mümkün olmadığını, bunun Allah'ın sünnetine aykırı düşeceğini ve im­kânsız olan bir şeyi O'ndan istemenin bir peygambere yaraşmıyacağını elbette biliyordu. Nitekim Allah Ta'âlâ,   onun bu duasına karşılık, onu teyid etmiş ve «ahdim zâlimlere ulaşmaz» buyurmuştur. Yani: Senin istediğin şeyi sana verir ve zürriyetinden ehil olanları insanlara imam yaparım. Fakat buna ehi! olmıyanlar, bilhassa küfrederek zulüm işleyen­ler, benim imamiık hususunda verdiğim bu söze nail olamazlar.

Filhakika Allah Ta'âlâ'nın Hazret-i İbrahim'e veriği bu söz gerçek­leşmiş ve onun zürriyetinden ve torunu Yakûb (İsrail) kolundan bir çok kimse imam olmuş, insanlara hak yolu göstermiştir. Ancak, yine bu kol­dan, yani İsrail oğullarından pek çok kimse de, kendi içlerinden çıkan bu imamlara, yahut peygamberlere kulak asmamaya ve onları dinlememeye başlamıştır. Bilhassa Mûsâ <a.s.) dan sonra, bir taraftan buzağıyı tanrı edinmek, bir taraftan da kendilerine imam olan peygamberlerden bazısını inkâr edip bazısını da öldürmek suretiyle küfre dalıp zulüm işlemişler ve böylece, imamlıktaki ehliyetlerini tamamıyle yitirmişlerdir. İşte bundan sonradır ki, Allah Ta'âlâ, imamlık görevini İsrail oğullarından almış, fakat yine Hazret-i İbrahim'in zürriyetinden, oğlu ve İsrail'in amcası olan İsmail oğullarına vermiştir ki, bu nesilden gelen ilk ve son imam, Allah Ta'âlâ'nın âlemlere rahmet olarak müjdelediği İslâm Peygamberi Hazret-i Muham-med (s.a.s.) dir.

Ayet-i kerîmenin «ahdim zâlimlere ulaşmaz» mealindeki son ibaresi, İslâm hukukçuları tarafından imamlık veya liderlik hususunda hüküm kay­nağı olarak kullanılan delillerden biri olmuştur: Ayetin zahirinden anlaşıl­dığı gibi, zâlim olanlar, imamet ve hilâfet gibi dînî veya siyasî liderliklere nasbedilmezler. Eğer bir lider, adaletini yitirir ve halka zulmetmeye baş­larsa, onun bu görevden uzaklaştırılması gerekir. Ancak, âyet-i kerîme­deki zâlim kelimesi, müfessirler tarafından değişik şekillerde tefsîr edilmiş, bazısı kelimenin kökü olan zulm'ü, Lukmân sûresinin «şirk, elbette en büyük zulümdür» mealindeki 13 üncü âyetine göre şirk ve küfür ile tahsis ederken, diğer bazısı, âyette tahsise delâlet edecek bir husus bulunmadı­ğını, risaleti ikrar eden tevhîd ehli arasında da halka zulmeden kimseler bulunduğu cihetle, bunların da zâlim sayılacaklarını ileri sürmüşlerdir. Bu sebeple bazı fakîhler, şirkini ve küfrünü izhar ile halkı bu yola davet etmedikçe, fitne ve fesada yol açmamak için zâlim bir lidere karşı ayak­lanmayı caiz görmemişler, bazıları ise, şirk ve küfür ehlinden olmasa bile, halka zulmeden bir liderin görevinden uzaklaştırılmasını gerekli saymış­lardır.

İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmeyle, başta yahudîler olmak üzere, bütün insanlara Hazret-i İbrahim'i bir imam, peşinden gidilecek bir lider ve şeriat sahibi bir peygamber yaptığını ve bunu unutulmaması gereken bir esas olarak hatırlattıktan sonra, Hazret-i Peygamber'in davet ettiği dînin İbrahim dîninin temelleri üzerine bina edildiğini göstermek ve küfürlerinde inad edip bu gerçeği görmek istemeyenlerin gözleri önüne onu bir defa daha sermek için, İbrahim'in yolunu açıklamaya başlamış ve şöyle buyurmuştur: [136]

 

125.  Beyt (Kabe) i insanlar için bir toplanma veri ve emniyet mahalli kılmış ve «İbra­him'in makamım bir namazgah edinin» (demiştik).   İbrahim   ve   İsmail'e   de, evimi tavaf edenler, (orada) kalanlar, rükû ve sücûd edenler için temiz tutma­larım tavsiye etmiştik.

126.  İbrahim: «Rabfrım! Burasını emniyetli bir şehir kıl; ahalisinden Allah'a ve âhı~ ret gününe inananları ürünlerle rızık-landır» demiş, (Rabb'ı da ona:) «Küfre­deni de,. Onu da kısa bir süre için fayda­landıracak, sonra da,  Cehennem aza­bına mecbur tutacağım; ne kötü bir akı­bet!» diye buyurmuştu.

 

125 Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, Allah Ta'âlâ'nın İbrahim dîninin en önemli asıllarından ve insanlara bahşedilen en büyük nimetlerden biri olmak üzere hatırlattığı ilk husus, îman birliği içerisinde toplanmalarına vesîle olan, toplandıkları zaman da, emniyetle Allah'a ibadet etmelerine imkân sağlayan Beyt (Kabe) ile ilgili meselelerdir. Beyt'in inşasından sonra, Allah Ta'âlâ orasını haccederek ve ibadette bulunarak sevap ka­zanmak isteyenler için bir toplanma yeri,ayrıca onun kadrini bilen, ona hürmet eden ve tazimde bulunan kimseler için de her türlü tecavüzden emîn olacakları bir yer kılmış, insanlara da «İbrahim'in Makamını bir na­mazgah edinmelerini» emretmiştir.

Dikkat edilecek olursa, âyet-i kerîmede «Beyt1 i insanlar için bir top­lanma yeri ve emniyet mahalli kılmıştık» denildiği halde, bunu takip eden ibarede «demiştik» sözü hazfedilerek haldeki emre delâlet etmek üzere «İbrahim'in makamını bir namazgah edinin» denilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm'in eşsiz uslûbündaki îcaza delâlet eden bu kısaltma, Makam-ı İbrahim'in namazgah edinilmesi hususundaki emrin, sadece İbrahim'e ve onunla birlikte yaşayan geçmiş insanlara değil, aynı zamanda, bu emri İşiten, okuyan ve ileride okuyacak ve işitecek olan bütün insanlara müteveccih olduğunu gösterir. Bu sebeple âyet-i kerîme, geçmişten hikâye uslûbünde görünse bile, emir, Kur'ân'ı okuyan herkese şâmildir.

Makam-ı İbrahim, bazılarına göre, Hazret-i İbrahim'in Kabe'yi bina ederken üzerine çıktığı taştır. Bazılarına göre, Beyt-i Haram'ın tamamı, diğer bazılarına göre de, bütün hac mahallidir. Namazgah (musalla) ise, umumi manâda Allah'a yönelip duâ ve ibadet edilecek yer demektir.

Allah Ta'âlâ, Makam-ı İbrahim'de kendisine yönelip duâ ve niyazda bulunmayı ve yalnız kendisine ibadet etmeyi emrettikten sonra, İbrahim ve İsmail'e de, Beyt'in, tavaf edenler, orada kalanlar, rükû ve sücûd edenler, kısaca Allah'a ibadet etmek için oraya gelenler için temiz tutul­ması, şirk ve küfür gibi manevi, kötü söz, kavga, münakaşa ve itişip kakışma gibi hissi pisliklerle kirletilmernesi tavsiyesinde bulunmuştur. Ayet-i kerimede, İbrahim'in ve ondan sonra gelecek olanların, bir takım' İbadetlerle mükellef kılındıklarını gösteren bir işaret varsa da, bu ibadetleri edâ ediş tarzlarını gösteren herhangi bir delil mevcut değildir. [137]

 

126 İkinci âyet, kendinden öncekine matuftur ve müstakil bir manâya sahiptir. Muhtemelen Hazret-i İbrahim'in, eşini ve oğlu İsmail'i Mekke vadisine getirdiği zamanki duasını hatırlatmaktadır. Nitekim İbrahim sûre­sinin 37 nci âyetinde de onun şu mealde bir duası zikredilmiştir: «Rabb'ımız! Ben çocuklarımdan kimini namaz kılabilmeleri için senin kut­sal evinin yanında ziraata elverişsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabb'ımız! İnsanların gönüllerini onlara meylettir; şükretmeleri için onları ürünlerle rızf klandır».

Hazret-i İbrahim yukarıdaki duasında Rabb'ından, ileride üzerine bir şehir kurulacak olan bu vadiyi her çeşit tehlikeden emin kılmasını niyaz etmiştir. Bir önceki âyet-i kerimede de, Beyt'in İnsanlar için emin kılındığı bildirilmişti. Ancak, Beyt'in emin kılınmasıyle beldenin emin kılınması is­teği arasındaki fark aşikardır. Birincisinde, Allah Ta'âlâ Beyt'i oraya sığı­nan kimseler için emin bir yer kılmış ve onlara yöneltilebilecek her türlü tecavüzün haram olduğunu bildirmiştir. İkincisinde ise, Hazret-i İbrahim, Rabb'ına niyazda bulunarak, Beyt'in bulunduğu Mekke vadisinin çeşitli tecavüzlerden ve zelzele gibi felâketlerden korunmasını istemiştir.

Hazret-i İbrahim'in âyet-i kerimede işaret olunan bu duasının, Allah Ta'âlâ tarafından kabul edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim «Burasını emni­yetli bir şehir kıl» dedikten sonra, duasına devam ederek «ahalisinden Allah'a ve âhıret gününe inananları rızıklandırmasını» isteyince, Rabb'ı, «küfredeni de..» rızıklandıracağını bildirmiştir ki, bu, duanın Allah katında müstecab olduğunu gösterir.

Hazret-i İbrahim'in duasında, Rabb'ından yalnız mü'minler için nztk istemesi, 124 üncü âyette kendisinin insanlara imam yapılacağının bildi­rilmesi üzerine, «soyumdan da..» demesi, buna karşılık Aiiah Ta'âlâ'nın «zâlimler ahdime nail olamaz» buyurarak kâfirlerin imam olamıyacağını hatırlatması sebebiyledir. Muhtemelen İbrahim (a.s.) Rabb'ının ğadabına müstahak olan kâfirler için nzık talebinde bulunmuş olmamak için duasını yalnız mü'minlere tahsis etmiş olacaktır. Fakat Allah Ta'âlâ, yarattığı bütün varlıkların Rabb'tdır ve rahmeti, mü'min olsun kâfir olsun bütün insanlara şâmildir. O'nun Rahim sıfatıdır ki, kâfirler, yalnız âhırette bu sıfatıyle ihsan ettiği rahmetinden mahrum kalacaklardır. İşte bundan do­layı Allah Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerimede kâfirleri de yaşadıkları sürece rahmetiyle rızıklandıracağını, fakat öldükten sonra, arttk rahmetini onlar­dan keseceğini ve küfürlerinin cezası olarak onları Cehennem azabına uğratacağını bildirmiştir. Düşünülse, bu, ne feci bir akıbettir.

Allah Ta'âlâ, Beyt'in insanlara sevab kazandıran bir toplantı yeri ve emniyet mahalli kılındığını ve İbrahim (a.s.) in duâsıyle Beyt'in bulunduğu şehrin çeşitli tecavüzlerden ve âfetlerden salim bulunduğunu, ayrıca in­sanlarının da nzıklandırıldıklarını bildirdikten sonra, bu nimetlere vesile olan Beytu'llah'ın İsmail'in yardımıyle İbrahim (a.s.) tarafından inşa edildi­ğini belirtmiş ve inşa sırasında onların İslâm'ın özüne taalluk eden duala­rını açıklayarak şöyle buyurmuştur: [138]

 

127. İbrahim, İsmail ile birlikte Beyt'in temel­lerini yükseltiyor (ve şöyle duâ ediyor­lardı): «Rabb'ımız! Bizden (duamızı) kabul buyur; şüphesiz, hakkıyle işiten, hakkıyle bilen ancak Sensin».

128.  «Rabb'ımız! Bizi Sana teslim olan iki kul, ve zürriyetimizden de Sana teslim olan bir ümmet eyle. Bize ibadet yolla­rımızı göster ve tövbemizi kabul et; zira tövbeleri kabul edip bağışlayan ancak Sensin».

129.  «Rabb'ımız! Onlara kendi içlerinden kendilerine  Senin   âyetlerini  okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve onları (şirk­ten) arındıran bir peygamber gönder. Şüphesiz, Azız ve Hakim olan ancak Sensin».

 

127 Birinci âyetin ilk ibaresi, Kabe'nin İbrahim ve oğlu tarafından inşa edildiğini ve temelinin ilk defa onlar tarafından atıldığını hiç şüpheye yer vermiyecek bir açıklıkta ortaya koymuştur. Bu sebeple, bazı tefsirlerde ve vâz kitaplarında anlatılan ve Beyt'in Âdem (a.s.) zamanında inşa olun­duğu yahut gökten indiği ve Âdem'in   onu tavaf ettiği şeklinde gelen haberlere itibar etmemek gerekir. Ayet-i kerîmede bunu takip eden ibare-'ler ve diğer iki âyet, Beyt'in temelleri yükselirken, İbrahim ve oğlu İsmail'in Rab'tarına yönelttikleri duadan ibarettir. Bu duada, İbrahim ve oğlu, Al­lah'a ibadet etmek için Kabe'yi inşa ederken, fiillerinin Allah'ın rızasına muvafık ve niyetlerinin hâlis olduğuna işaretle yaptıkları işin Allah tarafın­dan kabul edilmesini istemişler, sonra da Allah Ta'âlâ'yı sena ederek «şüphesiz, dualarımızı hakkıyle işiten ve niyetlerimizi hakkıyle bilen ancak sensin» demişlerdir. [139]

 

128  İkinci âyette «Rabb'ımız! Bizi Sana teslim olan iki kul eyle» dedikleri görülür. Teslim olmak, Allah'ın tevhidini ikrar ile, amel ve itikadda ihlâsı gerektiren bir manâya şâmil olup, müslim, müsellim veya müsteslim keli­melerinin karşılığıdır. Allah'ın tevhidi, O'ndan başka tanrı, O'ndan başka yaratıcı bulunmadığını, hiçbir şeyin O'nun eşi ve benzeri olmadığına kalb ile inanıp dil ile ikrar etmektir. İtikadda ihlâs, yine kalb ile yalnız O'na» yönelmek ve yalnız O'ndan yardım istemek; amelde ihlâs ise, yapılan işi sırf Allah'ın rızasını kazanmak için yapmaktır. Buna göre İbrahim ve oğlu­nun «Rabb'ımız! Bizi sana teslim olan iki kul eyle» derken kasdettikleri manânın «Rabb'ımız! Bizi, senin birliğine ve senden başka ilâh olmadı­ğına inanan, yalnız sana yönelen ve yalnız senden yardım isteyen, yaptı­ğımız işlerde yalnız senin rızana muvafık işler yapan kullar eyle»; kısacası «bizi kâmil birer müslüman kıl» demek olduğu anlaşılır. İbrahim ve İsmail, dualarına devam ederek kendi zürriyetlerinden de aynı şekilde müslüman bir ümmet çıkarmasını Rab'larından istemişlerdir. Dikkat edilecek olursa âyet-i kerîme'de, «zürriyet» kelimesinin «bizi iki müslüman kıl» ibaresin-deki tesniye zamirine atfedildiği görülecektir. Bu atıf, hem İbrahim'den ve hem de İsmail'den gelecek olan zürriyete delâlet eder. Nitekim Allah Ta'âlâ, onların dualarını kabul etmiş ve her ikisinin zürriyetinden İslâm ümmetini çıkardığı gibi, bu ümmete de, Hâtemu'l-Enbiyâ sallallahu aleyhi ve sellemi peygamber olarak göndermiştir.

İbrahim ve oğlu İsmail, dualarına devam ederek, Allah Ta'âlâ'dan ibadet yollarını göstermesini ve tövbelerini kabul etmesini istemişlerdir. «İbadet yolları» olarak ifade ettiğimiz menâsik, mensek'in cem'i olup, ibadet edilecek ve kurban kesilecek mahallere delâlet eder ve umumiyetle hac ibadeti hakkında kullanılır. Buna göre İbrahim ve İsmail'in Rab'larından söz ve fiil olarak, hac İbadetinin bütün safhalarını öğretmesini istedik­leri anlaşılmaktadır. «Tövbemizi kabul et» sözünde ise, «tövbe etmemizde bize yardım et ki, sana tövbe edelim ve bizi senden ayıran her çeşit hal ve hareketten uzaklaşarak sana dönelim» manâsı vardır. Çünkü günah iş­lemeye alışmış olan insana tövbe etmek ne kadar güç gelirse, tövbe etmediği için günah işlemekten sakınması da o derecede imkânsızdır. Bu sebeple insanın, Allah'tan dâima tövbe gücü istemesi ve sonra tövbeye yönelmesi gerekir. Her ne kadar Hazret-i İbrahim'in ve oğlu İsmail'in birer peygamber olmaları dolayisıyle, günahtan masun oldukları düşünülebi-lirse de, tövbelerinin, ya günah sayılmayacak bazı unutkanlıklar ve kusur­lar sebebiyle olması mümkündür; yahutta ümmetlerini irşad etmek ve tövbenin günahtan sakınıp Allah'a rücû etmek için gerekli olduğunu onlara öğretmek için tövbe etmişlerdir. İbrahim ve İsmail, Rab'iarından tövbele­rini kabul etmesini istedikten sonra «tövbeleri en çok kabul eden ve bağışlayan ancak sensin» diyerek O'nu medh u sena etmişlerdir. Çünkü insanlar, Allah'ın yolundan sık sık uzaklaştıkları halde, Allah onların tövbe etmelerine yardımcı olmuş, sonra da, tövbelerini kabul ederek günahlarını bağışlamıştır. [140]

 

129 Hazret-i İbrahim ve oğlu İsmail, dualarına devamla «Rabb'ımız! On­lara kendi içlerinden, kendilerine senin âyetlerini okuyan, kitap ve hikmeti öğreten ve onları arındıran bir peygamber gönder» demişlerdir. Filhakika Allah Ta'âlâ, onların bu duasını kabul etmiş ve âlemlere rahmet olmak üzere, en sevgili kulu Muhammed (s.a.s.)'i göndermiştir. Ahmed İbn Hanbel'in Müsned'te rivayet ettiği bir hadisten öğrendiğimize göre (bkz. iv. 262), Hazret-i Peygamber «Ben, babam İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi, anamın da rüyasıyım» buyurmuştur ki, onun bu hadisinde söz konusu ettiği duanın, âyet-i kerîmedeki İbrahim'in bu duası olduğu anla­şılmaktadır.

İbrahim ve İsmail'in, ümmetlerine gönderilmesini istedikleri Pey­gamberin, bazı sıfatlarını da zikrettikleri ve onun, Allah'ın âyetlerini oku­yan, kitap ve hikmeti öğreten ve onları şirk, küfür ve benzer kötülüklerden arındıran bir peygamber olmasını istedikleri görülür. Ancak âyet-i kerî­mede geçen Allah'ın âyetferi, kitap ve hikmet sözleri, açıklanmadığı için, bu kelimeler, müfessirler arasında farklı tefsirlere, yol açmıştır. Bazılarına göre, Allah'ın âyetlerinden maksat, vahiy yoluyla inzal olunan âyetler, kitaptan maksat, Kur'ân-ı Kerîm, hikmet ise, Peygamberin sünnetidir. Ancak bu görüşe göre, Kur'ân'ın âyetlerden müteşekkil olması dolayısıy-le, biribirini takip eden ibarelerde aynı şeyin tekrar edildiği anlaşılır ki, böyle bir tekerrür ihtimaline meydan vermemek için, başka tefsir yollanaramaK awa aaha uygun gelmektedir. Buna göre, Allah'ın âyetlerinden maksat, O'nun vahdaniyetine, noksan sıfatlardan tenzihine, azametine ve gönderdiği peygamberlerin sıdkına delâlet eden akli ve kevnl alâmetlerdir ve bu tefsir, gerçeğe daha yakın gelmektedir. Kitabın, Kur'ân-ı Kerim olduğu kadar, arapçada kitabet masdanyle birlikte kullanılan ve türkçede okuma yazma denilen manâda kullanılmış olması ihtimali vardır. Hazret-i Peygamber, her ne kadar okuma yazma bilmiyor idiyse de, ashabını yazıyı öğrenmeye teşvik ettiği ve bunun için çeşitli imkânlardan geniş ölçüde faydalandığı bilinen hususlardandır. Ayet-i kerimede geçen hikmet kelimesi ise, her şeyin sırrı manâsındadır ve dinî ahkâmın veya şeriatın esrarı ve incelikleri manâsında kullanılmıştır. Kelimelerin bu manâları gözönünde bulundurularak duayı açıklamak gerekirse, denebilir ki: Rabb'tmız! Onlara, kendi içlerinden senin vahdaniyetine, tenzihine, aza­metine ve peygamberlerinin stdkına delâlet eden âyet ve alâmetlerini açıklayan, okuyup yazmayı ve dîni ahkâmın esrarını öğreten ve her türlü kötülükten arındıran bir peygamber gönder. Çünkü Aziz olan, yani yaptığı her şeyi yalnız kendi gücü ve kuvvetiyle yapan ve hiçbir iş karşısında mağlûp olmayan, aynı zamanda Hakîm olan, yani yaptıklarını yerli yerinde ve en güzel biçimde yapan ancak sensin.

Hazret-i İbrahim'in ve oğlu İsmail'in, Beyt'in temellerini yükseltirken Rab'larına yönelttikleri duâ burada tamamlanmış olmaktadır. Bu duanın en büyük özelliği, İbrahim dînini bize tanıtmış olmasıdır. Buna göre, duayı gözönünde bulundurarak, bu dinin esaslarını bir kaç maddede şöyle tesbit edebiliriz:

 1) Allah'ın tevhidi,

 2) Kalbin O'na teslimi,

 3) Amellerde ihlâs,

 4) Beyt'i temiz tutarak gereken hürmeti ona göstermek,

 5) Hac menâsikini ifa etmek. İşte bu beş esas, Allah Ta'âlâ'nın Milletu İbrahim olarak isimlen­dirdiği İbrahim dîninin ihmal edilmemesi gereken temelleridir. Nitekim Allah Ta'âlâ, aşağıdaki âyetlerde, bunların önemine dikkati çekerek şöyle buyurmuştur: [141]

 

130. İbrahim'in dîninden, kendini bilmeyen­den başka kim yüz çevirir? Biz, dünyada onu seçtik; âhırette de o, şüphesiz sâlih kullardandır.

131.  Rabb'ı ona «teslim ol» buyurduğunda, o, «âlemlerin Rabb'ına teslim oldum» demişti.

132.  İbrahim bunu oğullarına vasiyet etmiş, Yakûb da (aynı şeyi yapmış ve): « Oğul­larım! Allah sizin için (bu) dîni seçti. Onun   için   ancak   müslüman   olarak ölün» (demişlerdi).

133.  Yoksa (ey yahudiler!) Yakûb'a ölüm yaklaşıp da oğullarına: «Ey oğullarım! Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?» diye sorduğu ve onların da: «Senin ilâ­hına; babaların İbrahim, İsmail ve İs-hak'ın bir tek ilâhına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olanlarız» dediklerinde, siz buna şâhid mi olmuştunuz?

134. Bunlar gelip geçmiş bir ümmettir. Kendi kazandıkları kendilerine, sizin kazandı­ğınız da size aittir. Onların yapmış ol­duklarından siz sorulmıyacaksınız.

 

130 Allah Ta'âlâ, İbrahim dîninin esaslarını açtk bir şekilde ortaya koyduk­tan sonra, başta yahudîler olmak üzere, hıristiyanları ve müşrikleri kasde-derekjbrahim'in bu dîninden aklı başında olan ve kendini bilen hiç kimse­nin yüz çeviremiyeceğini ve ona inançsızlık gösteremiyeceğinî beyan etmiş, yüz çevirenlerin ise, ancak nefislerini tahkir ve tezlîl eden kendini bilmezler olduğunu bildirmiştir. Hitabın Arap müşrikleriyie kitap ehlinden yahudî ve hıristiyanlan hedef alması, bunların, bir taraftan Hazreî-i İbra­him'e mensub olmakla iftihar etmeleri, bir taraftan da onun dininden yüz çevirmeleri sebebiyledir. Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, yahudiler, Hazret-i İbrahim'in torunu İsrail lakabıyle bilinen Yakûb zürriyetinden geliyorlardı. Hıristiyanların da, İsa (a.s.) nın yahudîlere gönderilmiş bir peygamber ve anasının yahudî olması dolayısıyle yahudllerden ayrılan bir yönleri yoktu. Kureyşli müşrikler ise, câhiliye devrinde Kabe'yi tazim ediyorlar ve İbrahim'in oğlu İsmail'e mensûb olmakla övünüyorlardı. Ne­tice itibariyle, hem kitap ehli, hem de müşrik Araplar, Hazret-i İbrahim'e intisab etmede bileşiyorlardı. O halde, hepsinin de İbrahim dinine inan­ması ve onun yolunda gitmesi gerekirdi. Fakat ne garibtir ki onlar, İbrahim dînine inanmadıkları gibi, İbrahim'in duası neticesi gönderilmiş olan Hâtemu'İ-Enbiyâ sallallahu aleyhi veselieme de inanmamışlar ve ondan yüz çevirmişlerdir. Halbuki yukarıda da işarat edildiği gibi, İbrahim dîninin asılları, Hazret-i Peygamberin tebliğ ettiği İslâm dîninin asıllarıdır ve aralarında hiçbir ayrılık ve gaynlık yoktur. O halde İbrahim'e mensub olmakla iftihar aden bu yahudî, hıristiyan ve müşrikler, nasıl olur da onun dîninden ve aslen o dînden farkı bulunmayan İslâm'dan yüz çevirirler? Fakat yüz çevirdiklerine göre, bunlar, kendilerini ve nefislerini tahkîr ve tezlîl eden­lerdir. Oysa âyet-i kerîmenin devamında da belirtildiği gibi, İbrahim (a.s.), Allah Ta'âlâ tarafından bu dîn için seçilmiş ve bütün insanlara imam kılınmıştır. Ayrıca, zürriyetinden peygamberler çıkarılmış ve onlara kitaplar verilmiştir. Kendi diniyle amel etmesi ve insanları da bu dîne davetle irşadda bulunması dolayısıyle o, âhırette de Allah'ın sâlih kulları arasında bulunmaktadır. İşte bu sebepler dolayısıyledir ki, onun dîninden, ancak kendini bilmezler yüz çevirirler. [142]

 

131 Hazret-i İbrahim'in bu dîn için seçilmiş ve insanlara imam kılınmış olmasının, âhırette ise, Allah'ın yanında, O'nun sâlih kulları arasında bulunmasının bir sebebi de, ikinci âyette açıklandığı gibi, Rabb'ı ona, «teslim ol» diyerek onu islâm'a davet ettiği zaman, onun «âlemlerin Rabb'ına teslim oldum» deyip bu davete icabet etmesiydi. Halbuki o., yıldızlara tapap, putları ilâh edinen bir kavim içinde büyümüştü. Fakat Allah ona tefekkür gücü vermiş, basiretini açmış ve kıssası En'âm sûresi­nin 74 vd. âyetlerinde de anlatıldığı gibi, bu tefekkür gücüyle bütün âlemle­rin tek bir yaratıcısı olduğuna inanmıştı. [143]

 

132 Hattâ yalnız kendisi buna inan­makla kalmamış, bütün insanları bu inanca davet ettiği gibi, oğullarına da aynı inanç tavsiyesinde bulunmuştu. Oğulları İsmail ve İshak, bu tavsi­yeyle babalarının yolunda gitmişler, İshak'fn oğlu Yakûb da, keza aynı yolda yürümüş ve tıpkı dedesi İbrahim gibi oğullarına «Ey oğullarım! Allah sizin için bu dîni seçti; onun için ancak müslüman olarak ölün; İslâm'ı iyi muhafaza edin; Allah'a itaat hususunda ihlâsı elden bırakmayın ve bu hali bir an da olsa terketmeyin ki gayr-i müslim olarak ölmeyesiniz» demişti. Dikkat edilecek olursa, âyet-i kerîmede, bu nasihati veren İbrahim'le birlikte Yakûb'un da ismi zikredilmiş ve onun da, oğullarına aynı nasihatta bulunduğu açıklanmıştır. Yahudîlerin ceddi olan Yakûb'un, İbrahim'den sonra burada zikredilişinin özel bir manâsı vardır ve bu, sadece Arapların değil, aynı zamanda yahudîlerin de İslâm'a davet edildiklerini gösteren açık bir delildir. Bu sebeple, ne müşriklerin ve ne de kitap ehlinden olan yahudî ve hıristiyanların, bir taraftan mensub oldukları peygamberleriyle iftihar edip, diğer taraftan onların davetlerinden yüz çevirmelerini, her­hangi bir mazeretle izah etmeleri mümkün değildir. Hele Hazret-i Pey-gamber'den ve onun davet ettiği,aslı İbrahim'in, İsmail, İshak ve Ya­kûb'un dîni olan, İslâm'dan yüz çevirirken, sülük ettikleri yahudîliğin veya hıristiyanlığın, kendilerine cedleri Yâkûb tarafından tavsiye edildiğini hiç-ilerî süremezler. [144]

 

133 işte du sebepledir ki Allah Ta'âlâ, kitap ehline karşı bir hüccet olmak üzere, dînlerinin kendilerine atalarından intikal ettiği yolun­daki bir iddiayı, onlara soru yönelterek reddetmiş ve «Yakûb ölürken oğullarına, benden sonra neye ibadet edeceksiniz? dediği zaman, siz oradamıydınız? Böyle dediğine şâhid mi olmuştunuz?» buyurmuştur. O sırada Yakûb'un yanında bulunmadıklarına göre, onun, oğullarına yahudî-liği veya hıristiyanlığı tavsiye ettiğini ileri sürebilirler mi? Nitekim biraz ileride gelecek olan 140. inci âyette «Yoksa siz, İbrahim, İsmail, İshak, Yakûb ve torunlarının yahudî ve hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz? Peki siz mi, yoksa Allah mı daha iyi bilir?» denilmiştir ki, yukarıdaki âyet-i kerîmeye sebep yönünden açıklık getirmektedir. Kitap ehlinin sahip ol­duğu böyle bir inanç, bu âyetle reddedilmiş ve «Siz, Yakûb'un ölümünden önce, oğullarına nasihat ederken orada bulunmadığınıza ve nasihatına şâhid olmadığınıza göre, onun, yahudîliği veya hıristiyanlığı tavsiye ettiğini nereden bileceksiniz?» denilmiştir. Halbuki Yakûb, oğullarına «Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?» diye sorduğu zaman, onlar «Senin ilâhına; babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir tek ilâhına ibadet edece­ğiz. Biz O'na teslim olanlarız» cevabını vermişlerdi. O halde, İbrahim, İsmail, İshak ve Yakûb'un mensub oldukları tek bir dîn vardı ve bu da, tevhîd esasına dayanan, Allah'a teslimiyeti ve amelde ihlâsı gerektiren Hanlf dîni, yahut İslâm dîni idi. İbrahim de, İsmail de, İshak ve Yakûb d£ oğullarına bu dini tavsiye ettikleri gibi, Mûsâ da İsâ da, son Peygamber Muhammed (s.a.s.) de insanları bu dîne davet etmişlerdi. O halde yahudî-lik ve Hıristiyanlık diyerek, Allah'ın size gönderdiği, bütün peygamberlerin davet ettikleri bu dini nasıl bölüp parçalıyor ve atalarınızın bir tek dîni olan İslâm'dan nasıl yüz çeviriyorsunuz? Siz ondan yüz çevirmekle nefisleri­nizi tahkîr ve tezlîl ediyorsunuz; kendinizi bilmiyorsunuz. Çünkü en büyük atanız İbrahim'in dîninden kendini bilmeyenden başkası yüz çevirmez. [145]

 

134 Ne var ki, bu dîne bağlı kalan İbrahim, oğulları ve torunları İsmail, İshak ve Yakûb, hepsi de bir ümmet, bir cemaat idi ki, bu âlemden göçüp gittiler; hem de kendi amellerinin karşılığını kazanarak... Çünkü onların kazancı onlara ait olduğu gibi, sizin kazancınız da size aittir ve hesap günü, onların yaptıklarından size sorulmıyacağı gibi, sizin yaptıklarınızdan da onlara sorulmıyacaktır. Fakat herkes kendi amelinden sorumlu olacaktır. Bu sebeple, ey kitap ehli, ey yahudîler ve ey hıristiyanlar! Siz, atalarınız olan İbrahim ve Yakûb ile gerçekten iftihar etmek istiyorsanız, onların size tavsiye ettikleri İslâm dînine gelin ve onların yoluna girin. Yok, eğer inadı­nızda israr eder ve küfrünüzden dönmezseniz, iftihar ettiğiniz atalarınızın Allah katında ulaştıkları mertebeden istifade edemez, onların şefaatına mazhar olamazsınız ve sadece küfre dayalı amellerinizin karşılığını görür­sünüz.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde İbrahim dîninin aslını açık-lıyarak, kitap ehline ve müşriklere temelini bu dîninin teşkil ettiği İslâm'ı bir daha anlattıktan sonra, yahudî ve hıristiyanlann, dîni nasıl parçaladıklarına ve başkalarını da nasıl kendi sapık yollarına çekmeye çalıştsklarına işaret ederek Hazret-i Peygamber'! ve mü'minieri bunlara karşı uyarmış ve gerçek dînin, bütün peygamberlerin, üzerinde ittifak ettikleri İsâm dîni olduğunu açıklıyarak şöyie buyurmuştur: [146]

 

135. (Yahudiler ve Hıristiyanlar) «Yahudi veya hıristiyan olun ki hidayete eresiniz» demektedirler. (Ey Muhammedi Sen de) de ki: «Hayır, dosdoğru olan İbra­him'in dînine tâbi olun; o, müşrikler­den de değildi».

136. (Ey Müslümanlar! Siz de) deyin ki: «Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakûb ve torunlarına indirilenle­re, Musa'ya, îsaya ve (bütün) peygam­berlere Rab'lan tarafından verilenlere

îman ettik. Bunlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Biz, Allah'a teslim olanlarız».

137.  Eğer (yahudî ve hıristiyanlar da) sizin îman ettiğiniz gibi îman ederlerse, şüp­hesiz hidayete ererler. Yok, eğer yüz çe­virirlerse, onlar muhakkak düşmanlık içindedirler. (Ey Muhammedi) Allah, onlara karşı sana yeter. O, hakkıyle işi­ten, hakkıyle bilendir.

138.  (İşte) Allah'ın boyası.. Allah'tan daha güzel boyası olan kim vardır? Biz yalnız O'na kulluk ederiz.

 

Allah Ta'âlâ yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, yahudî ve hıristiyanlann, aslında tek olan ilâhî dîni nasıl parçaladıklarını, parçaladıkları bu dînden hisselerine düşen kısmı, nasıl hak yol sayıp diğerlerine ta'n ettiklerini belirttikten sonra, asıl dînin İbrahim'in dîni olduğunu ve bütün peygamber­lerin bu dîn üzerinde ittifak ettiklerini açıklamıştır. Buna göre, hidayete ermek için, yahudî veya hıristiyan olmak değil, fakat, İbrahim, İsmaı», İshak, Yakûb ve torunları Mûsâ, İsa ve Muhammed (a.s.) e indirilenlere, aralarında hiçbir ayırım yapmadan inanmak gerekir; çünkü ilâhî dînin esası budur; kısacası vahdettir. Ne var ki yahudîler ve hıristiyanlar, ilâhî dîndeki bu vahdeti ve bütün peygamber lerin dînin özüne taalluk eden ittifaklarını anlayamamışlar ve dînin sadece İncil'i Tevrat'tan, veya Kur'ân'ı bu ikisinden ayıran bazı cüz'î ve feri meselelerden ibaret oldu­ğunu sanıp kendi kitapları dışındaki kitaplara inanmamışlardır. Oysa hep­sinin de, hem peygamberleri, hem kitapları ve hem de dînleri bir ve aynıdır. İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîmelerde bu gerçeği ortaya koymuş, şöyle buyurmuştur: [147]

 

135 (Yahudiler ve hıristiyanlar) «yahudî veya hıristiyan olun ki hidayete eresiniz» demektedirler. (Ey Muhcmmed! Sen de) de ki: «Hayır, dosdoğru olan İbra­him'in dînine tâbi olun: O, müşrikler­den de değildi».

136. (t,y müslümantar! biz de) deyin ki: «Biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, ismail, İshak, Yakûb ve (orunlarına in­dirilenlere, Musa'ya, İsâya ve (bütün) peygamberlere Rab'ları tarafından veri­lenlere iman ettik. Bunlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız- Biz, Allah'a teslim olanlarız».

 

135 Birinci âyetin ilk ibaresinde «Yahudi ve hıristiyan olun ki hidayete eresiniz» denilmek suretiyle, yahudî ve hıristiyanların Allah'ın dîninde nasıl tefrikaya düştükleri ve tek olması gereken dini kendi heveslerine göre nasıl bölüp parçaladıkları açık bir şekilde görülmektedir. «Yahudi veya hıristiyan» manâsına gelen hûden ev nasârâ ibaresindeki ev harfi, yahudî ve hıristiyanlardan gelen davetin çeşidini göstermek için kullanıl­mış ve yahudîlerin, yahudî olmayanları yahudîliğe davet ederek «yahudî olun».» hıristiyanların da»hıristiyan olmayanları hıristiyanlığa davet ederek «hıristiyan olun» dedikleri ifade olunmuştur. Böylece, bir tarafta yahudîler hidayeti yalnız kendilerine hasredip diğerlerini hidayet dışı olmakla itham ederken, diğer tarafta da hıristiyanlar, aynı işi kendi hesaplarına yapmak­tadırlar. Halbuki yahudî ve hıristiyanlardan herhangi birinin bu iddiasında doğru olduğu kabul edilse, bu takdirde, İbrahim (a.s.) in hidayete erenler­den olmaması gerekirdi. Çünkü Al-i İmran sûresinin 67 nci âyetinde de açıklandığı gibi, İbrahim, ne yahudî ve ne de hıristiyan idi; fakat o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir müslüman idi; müşriklerden değildi. İşte, Allah Ta'âlâ, yahudî ve hıristiyanların akıl ve mantık dışı bu iddialarını reddet­mesi için sevgili Peygamberine yol göstermiş ve onların yahudîliğe veya hıristiyanlığa davet ettikleri kimseleri uyarmasını ve onlara gerçeği bildir­mesini emretmiştir. Bu gerçek, ne yahudî ve ne de hıristiyan olmakla değil, fakat İbrahim'in dînine tâbi olmakla tezahür eder. Onun için, yahudî ve hıristiyanların davetlerine kulak asmayın ve muvahhid olan, mü'min ve müslimolan İbrahim'in dînine tâbi olun. O, putperestliğin her tarafa yayıl­dığı bir zamanda, tevhld ve ihlâstan hiç sapmadığı ve Allah'ın gösterdiği doğru yoldan hiç ayrılmadığı gibi şirke de düşmemişti. [148]

 

136 Allah Ta'âlâ, hitabını, Hazret-i Peygamber'den sonra mü'minlere yönelterek, kendilerini yahudîliğe veya hıristiyanlığa davet eden kitap ehline verecekleri cevabı öğretmiş ve şöyle emretmiştir: Ey mü'minler! Siz de deyiniz ki: Biz, yalnız Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakûb ve torunlarına indirilenlere, Mûsâ, İsâ ve bütün peygamberlere Rab'lart tarafından verilenlere îman ettik. Bunlardan hiçbiri arasıhda ayı­rım yapmayız. Biz, Allah'a teslim olanlarız.

Allah Ta'âlâ'nın mü'minlere yönelttiği bu emirde, çeşitli dîn sahipleri arasındaki tefrikayı yok eden, onları tek bir dînin aslında;rûhunda birleş­meye çağıran bir manâ vardır. Bu birleşme, âlemlerin Rabb'ı olan Allah'a teslimiyetle, O'nun tarafından gönderilen bütün peygamberlere, bu pey­gamberlerden bazısına verilmiş olan kitaplara, kitap verilmemiş olanlara da vahiy inzal olunduğuna, aralarında hiçbir ayırım yapmadan inanmakla gerçekleşebilir. Ancak, peygamberlere verilen kitaplar hususundaki bu inancın, dîndeki tekâmül gözönünde bulundurularak en son verilen kitap hakkında tafsili, kendinden önceki kitaplar hakkındaysa icmali olması gerekir. Başka bir ifadeyle, insan, peygamberlere indirilen bütün kitaplara icmali olarak inanmak, fakat amel söz konusu olduğu zaman, usûlünden fürûuna kadar yalnız en son nazil olan kitapla amel etmek zorundadır. Allah Ta'âlâ'nın, mü'minlere «biz, peygamberlerinden hiçbirini ayırmayız» demelerini emrettikten sonra, sahih îmanın bir gereği olarak, «biz O'na teslim olanlarız» demek hususunda da yol göstermesinde bu manâ vardır, ve Allah'a teslimiyet, ancak en son kitabiyle amel etmeyi gerektiren bir inançla gerçekleşir.

Allah Ta'âlâ, yahudî ve hıristiyanların, insanları, kendi sapık yol ve mezheblerine davet etmekle asıl dîni nasıl parçalamaya çalıştıklarına ve müslümanların bu davet karşısında nasıl bir tavır almaları gerektiğine işaret ettikten ve tek dinin İbrahim ve onun zürriyetinden gelen peygam­berlerin dîni olduğunu ve insanları ancak bu dînin hidayete erdireceğini belirttikten sonra, yahudî ve hıristiyanların da hidayete ermek için müslü-manlar gibi îman etmek zorunda olduklarını bildirerek şöyle buyurmuştur: [149]

 

137.  Eğer (yahudî ve hıristiyanlar da) sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, şüp­hesiz hidayete ererler. Yok, eğer yüz çe­virirlerse, onlar, muhakkak, düşmanlık içindedirler.  (Ey Muhammedi) Allah, onlara karşı sana yeter. O, hakkıyle işi­ten, hakkıyle bilendir.

138.  (İşte) Allah'ın boyası... Allah'tan daha güzel boyası olan kim vardır? Biz, yal­nız O'na kulluk ederiz.

 

137 Yahudi ve hıristiyanlar da, şüphesiz, Allah'a ve peygamberlere indiri-ien kitaplara inanıyorlardı. Fakat bu inançları, müslümanlann inançları gibi saf ve gerçek değildi. İnançlarında, Allah'ın mahlûkâtmdan bazısına huiûl ettiği, peygamberlerinin ilâh (tanrı), yahut Allah'ın oğlu olduğu yolunda bir takım putperest izlere rastlamak mümkündü, ve bunlar, tevhld esasına dayanan gerçek dîne zıt düşen inançlardı. Diğer taraftan, peygamberler arasında ayınm yapıyorlar, bir kısmını tasdik ederken, diğer bir kısmını inkâr etmekten çekinmiyoriardı. İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerî­mede, onların bu sakat inançtan vazgeçmelerini hidayete ermeleri için şart koşmuş ve bir önceki âyette de açıklandığı gibi, «biz, Allah'a, bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakûb ve torunlarına indirilenlere, Mû-sâ'ya, İsa'ya ve bütün peygamberlere Rab'ları tarafından verilenlere iman ettik. Bunlardan hiçbiri arasında ayırım yapmayız. Biz, Allah'a teslim olan­larız» diyen müslümanların sahih îmanlarını onlara örnek göstererek «eğer yahudl ve hıristiyanlar da böyle iman ederlerse hidayete ererler» demiştir. Fakat sapık inançlarında israf eder, Allah'a şirk koşmaktan, peygamberleri arasında ayırım yapmaktan ve bazısını tasdîk, bazısını da inkâr etmekten vasgeçmezierse, düşmanlıktan, ihtilâftan ve çekişmeden hiç bir zaman kurtulamazlar. Ne var ki, ey Muhammed, onların bu düş­manlıkları, ihtilâf ve çekişmeleri, hiçbir surette sana zarar vermiyecek ve onlara karşı Allah dâima senin yanında ve seninle birlikte olacak, O sana yetecektir. Çünkü O, sizin dualarınızı hakkıyie işiterek yardım elini uzatır; fiil ve hareketlerinizdeki niyeti ve işferinizdeki ihlâsı hakkıyie bilerek sizi zafere ulaştırır. [150]

 

138 İşte Allah'ın boyası budur; O'nun, gelmiş geçmiş bütün peygamberle­rini, İbrahim'i, İsmail'i, İshak'ı, Yakûb'u, Mûsâ, İsa ve Muhammed (aleyhimu's-selâm) i ve bütün mü'minleri boyadığı bir iman boyasıdır ki, bu boyayla boyanmış olanlar, Allah'tan başka ilâh tanımazlar; Allah'ın, peygamberleri vasıtasıyle bildirdiğinden başkasına kulak asmazlar. İşte bu boyadır ki, Allah'ın mü'min kullarını küfür pisliğinden temizler, şirk çirkefinden kurtarır; nefisleri tezkiye edip kalpleri birleştirir; milletleri kay­naştırır. Kitap ehlinden olan yahudl hahamların ve hıristiyan papazların kitaplarını tahrif ederek dine soktukları asıl ve esası olmayan bir takım şeyler, beşerî boyanın bir tezahürüdür ki, tek olan dini birbirinden farklı mezheblere ayırmış, İbrahim'in ümmetini birbirine düşman milletlere böl­müştür. Bu sebeple, Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan hiç kimse yoktur. Biz, bu boya sayesinde yalnız Allah'a ibadet eder ve yalnız O'nun kulu oluruz. Dînimizden olmayan şeyleri dînimize sokan, yahut dînden olan şeyleri ondan çıkarıp atan, helâli haram, haramı helâl kılan,

gönüllerimizden tevhld boyasını silerek, onun yerine bizi küfre ve şirke götürecek olan beşerî boyayla boyayan haham ve papaz gibi kimseleri kendimize asla rehber edinmeyiz.

Allah Ta'âlâ bu âyetiyle, İslâm'da, hıristiyanhkta olduğu gibi dînî görev yapan bazı kimselerin, bu görevleriyle diğer insanlardan ayrı ve üstün tutuiamıyacaklanna işaret ettikten sonra, kitap ehline yeni bir hüc­cetle karşı çıkıyor ve şöyle buyuruyor: [151]                           

 

139.  (Ey Muhammed! O kitap ehline) de ki: «Siz,   Allah  hakkında   bizimle delilli mücadeleye mi girişiyorsunuz? Halbuki O,   bizim   de Rabb'unızdır, sizinde Rabb'ınızd/r. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size âitîir ve biz, (Tna ihlâs ile sarıl mışızdır».

140. « Yoksa siz, İbrahim 'in, İsmail'in, îshak, Yakûb ve torunlarının yahudî, yahut hıristiyan  olduklarını  mı söylüyorsu­nuz?» (Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah'tan gelen bir şâhidliği ya­nında gizleyenden daha zâlim kim olabi­lir? Allah sîzin yaptıklarınızdan gafil değildir».

141. Bunlar gelip geçmiş bir ümmettir. Kendi kazandıkları kendilerine, sizin kazandı­ğınız da size aittir. Onların yapmış ol­duklarından siz sorulmayacaksınız.

 

Allah Ta'âlâ, daha önceki âyet-i kerîmelerde, sahih olan dînin İbrahim dîni olduğunu, bunun, ne yahudîlik ve ne de hıristiyanlıkla hiçbir ilgisi bulunmadığını, hiç kimsenin eli değmemiş, sırf Allah yapısı bir boya otup insanların vazettikleri ıstılahlardan, veya bir takım seçkin kişilerin taklidle-rinden beri bulunduğunu, bu sebeple uyulması gereken yegâne dîn oldu­ğunu bildirdikten sonra, yukarıdaki âyetlerde, yahudî ve hıristiyanlar tara­fından uyandırılan şüpheleri iptal ve ileri sürülen bir takım isnad ve iftiraları reddetmek için, sevgili Peygamberini açık ve kesin delillerle takviye etmiş­tir. Tefsirlerde işaret olunduğuna göre, yahudî ve hıristiyanlar, ileri sürdük­leri bu isnad ve iftiralarında şöyle diyorlardı: «Bütün insanların din husu­sunda bize tâbi olmaları gerekir; çünkü peygamberler hep bizden gelmiş­tir; şeriat yalnız bize gönderilmiştir. Ne peygamber ve ne de şeriat husu­sunda Araplara verilmiş herhangi bir söz mevcut değildir.» İşte kitap ehlinin bu iddiasına karşı, Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'i, onları cevap vermekten âciz bırakacak bir hüccet İle teçhiz etmek maksadıyle şöyle buyurmuştur: [152]

 

139.(Ey Muhammedi O kitap ehline) de ki: «Siz, Allah hakkında   bizimle  delilli mücadeleye mi girişiyorsunuz? Halbuki O, bizim de Rabb'ımızdır, sizin de Rabb'ınızdır. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız da size aittir ve biz O"na ihlâs ile sarıhmşızdır».

140. «Yoksasiz, İbrahim'in, İsmail'in, İshak, Yakûb  ve torunlarının yahudî, yahut hıristiyan   olduklarım     söylüyorsu­nuz?» (Ey Muhammedi Onlara) de ki: «Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Allah'tan gelen  bir şâhidliği  va-nında gizleyenden daha zâlim kim olabi­lir? Allah, sizin yaptıklarınızdan gafil değildir».

 

139 Allah Ta'âlâ'nın.Peygamber'i vâsıtasıyle kitap ehline yönelttiği bu hüccet, yukarıda da işaret edildiği gibi, gerçekten onları cevap vermekten âciz bırakacak bir manâya sahiptir. Allah Ta'âlâ, kitap ehline şöyle hitap etmektedir: Siz, gerçekten hak dînin yahudîlik veya hıristiyanlık olduğunu mu iddia ediyorsunuz? Bazan «yahudî yahut hıristiyan olandan başkası asla Cennet'e giremiyecektir» diyorsunuz; bazan da- «hidayete ermek için yahudî yahut hıristiyan olunuz» deyip başkalarını kendi yolunuza davet ediyorsunuz. Pekiyi ama, bizim dışımızda, sizin Allah'a olan bu yakınlığınız nereden ileri geliyor? Sizin, kendinizi Allah katında bizden farklı görmenizin sebebi nedir? Oysa Allah, sizin Rabb'tnız olduğu gibi bizim de Rabo'ımızdır. Sizin gibi bizi de O yaratmıştır. Ancak, bizim bildiğimiz, Allah katında muteber bir kaide vardır. Bu kaideye göre insan­lar, yalnız amellerine göre biribirlerinden ayrılırlar ve en iyi amel sahipleri, Allah katında en iyi dereceyi alırlar. Buna göre amellerimiz, ister hayırlı olsun, ister şer olsun, karşılığı bize aittir. Keza sizin amellerinizin karşılığı da size aittir. Ancak biz, bütün amellerimizde Allah'a ihiâs ile bağlanmış ve yaptığımız her şeyi yalnız O'nun için yapmışızdır. Siz ise, sırtınızı sadece geçmişlerinize dayadınız; fakat onların gittiği yoldan ayrıldığınız ve onlara tâbi olmadığınız halde, zannettiniz ki onlar, Rabb'ınız katında sizin için şefaatçi olacaklardır. Halbuki onlar, Allah'a yalnız sâlih amel ve sâdık iman ile yaklaşıyorlardı. Siz ise, onların hak olan bu yolundan saparak Allah'a yaklaştığınızı sanıyor, sonra da, tuttuğunuz bu sapık yola yahudîlik veya hıristiyanlık diyorsunuz. [153]

 

140 Yoksa siz, ey yahudîler ve ey hıristiyanlar, İbrahim'in, İsmail'in, İshak, Yakûb ve torunlarının da yahudî, yahut hıristi­yan olduklarını mı söylüyorsunuz? Yahut başka bir ifadeyle, sizin, üze­rinde bulunduğunuz yahudîlik veya hıristiyanlıkla imtiyaz kazanmış oldu­ğunuzu sanmanız, adı geçen bu peygamberlerin yahudîlik veya hıristiyan­lık üzerinde olmaları dolayısıyle midir ve siz böyle mi zannediyorsunuz? Eğer zannınız ve iddianız bu ise, siz büyük bir yalancısınız. Zira yahudîlik ve hıristiyanlık tabirleri, adı geçen bu peygamberlerden çok daha sonraları ortaya çıkmış; yahudîlik ancak Musa'dan, hıristiyanlık da İsa'dan sonra şöhret kazanmıştır. O halde, İbrahim'in, yahudî yahut hıristiyan olduğunu nasıl iddia edebilirsiniz? Aklın bu basit muhakemesi bile, sizin yalanınıza şehadet etmiyor mu?

Şu da var ki, Allah, sizin itiraf, kitabınızın da tasdik ettiği gibi, bütün insanlar için İbrahim dînini seçmiş ve ondan razı olmuştur ki, bu, elbette yahudîlik ve hıristiyanitğın zuhurundan çok daha önceydi. O halde siz, niçin İbrahim'in bu dîninden razı olmuyorsunuz da yahudîlik veya hıristi­yanlık peşinde koşturuyorsunuz? Allah'ın rızasına uygun olan dinin, İbrahim dîni mi, yoksa başkası rnı olduğunu, siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Şüphesiz bunu, Allah daha iyi bilir ve siz O'ndan daha iyi bildiğinizi iddia edemezsiniz. Ö halde, ey kitap ehli, Allah'tan size gelen şehadeti, sırf İslâm'a düşmanlık otsun diye gizlemeyin. Bu şehadet, kita­bınızın, Allah tarafından, kardeşiniz oğullarından birinin Peygamber ola­rak gönderileceğini müjdelemesidir ki, siz Tevrat'ı bilmeyenlere karşı bu müjdeyi inkâr ederek, bilenlere karşı da müjde âyetlerini tahrif ederek bu şehadeti gizlemeye çalışıyorsunuz. Halbuki Allah'tan gelen bir şehadeti gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki iki âyet-i kerimede kitap ehlinin «insanların dîn hususunda bize tâbi olmaları gerekir» iddiasına karşı üç delil getirerek onların bu iddiasını çürütmüş ve onları, bu deliller karşısında cevap ver­mekten âciz bir hale düşürmüştür. Yukarıda açıklanan bu delillere kısaca şöyle işaret edebiliriz:

1) O, bizim de Rabb'ımız, sizin de Rabb'ınızdır.

2) Yoksa siz, İbrahim'in, İsmail'in, İshak, Yakûb ve torunlarının yahudî yahut hıristiyan olduklarını mı söylüyorsunuz?

3) Bir şehadeti gizleyenden daha zâlim kim olabilir? Bu açık ve kesin deliller karşısında, insanın, ya gerçeği' kabul edip doğru yola gelmesi gerekir; yahutta o, akıl ve mantığını yitirmiş olarak apaçık bir düşmanlık içinde bulunduğunu kabul etmek zorundadır; bu takdirde, davranışının karşılığını da mutlaka görecektir. Nitekim Allah Ta'âlâ, ortaya konan bu deliller karşısında, yine de gerçeği görmiyenlere, değişmez bir kaideyi bir daha hatırlatmış ve şöyle buyurmuştur. [154]

 

141. Bunlar gelip geçmiş bir ümmettir. Kendi kazandıktan kendilerine, sizin kazandı­ğınız da size aittir. Onların yapmış ol­duklarından siz sorulmıyacaksınız.

 

141 İşte bu kaideye ve Allah'ın bu değişmez sünnetine göre, siz de sadece amellerinizden sorulacak ve bu ameller üzerine cezalandırılacak­sınız. Başkalarının amelleri, ister iyi olsun, ister kötü olsun, size hiçbir fayda veya zarar sağlamıyacağı gibi, sizin iyi veya kötü amelleriniz de başkalarına fayda veya zarar getirmiyecektir. Onun için, geçmişlerinizle övünmeyi, iftihar etmeyi ve başkalarına bu yüzden çalım satmayı bırakın da, sizin kendi amellerinizin neler kazandırıp kazandıramıyacağını hesap edin. Zira siz, iftihar ettiğiniz geçmişlerinizin yolundan ayrılmakla, gerekdîn yönünden ve gerekse amel yönünden onlarla eşitliğinizi kaybettiniz. Aranızdaki eşitlik bozulunca, ceza yönünden de onlardan farklı olacağınızı ve sadece yaptıklarınızın karşılığını göreceğinizi unutmamanız gerekir. Tabiatıyle müslümanlar da bu kaideyi unutmamalı ve kurtuluşlarını sırf babalarının ve dedelerinin, yahut iyi olan geçmişlerinin şefaatianna bağ­lamamalılardır; çünkü geçmiş olanlar da, gelecek olanlar da, yalnız kendi amellerinden hesap vereceklerdir.

Bu âyet-i kerîmeyle, Kur'ân-ı Kerîm'in birinci cüz'ü tamamlanmış olmaktadır. Bu ilk cüzde, umumiyetle kitap ehlinin ve bilhassa yahudîlerin İslâm dîni ve İslâm cemaatı karşısındaki menfî tutumları üzerinde durul­muş, İslâm akaidine karşı giriştikleri mücadeleler, çelişkili, akıl ve mantığa sığmayan dînî yaşayışları kıssalar halinde nakledilerek ibret almaları, sonra da hak yola.girmeleri istenmiştir. Fakat yahudîlere yöneltilen hitap­lar, yahudîierden çok müslümanîar için hidayet kaynağı olmuş, yahudîle­rin inanç tarihinden nakledilen kıssalar da, yine müslümanlar için ibret sahneleri vücuda getirmiştir. Böylece, Mekke'deyken müşrik zulmünden Allah'ın ismini yüceltmek ve yaymak imkânını butamıyan müslümanîar, Medine'ye hicret edip Bakara sûresinin ilhamlartyle karşılaşmaya başla­yınca, yahudîierin inanç keşmekeşine düşmemek ve onlar gibi âlemlerin Rabb'ı olan Allah Ta'âlâ'nın şiddetti İhtar ve tehdidlerine muhatap olma­mak için İslâmî itikada daha kuvvetle sarılmışlar ve bu itikad etrafında daha kesîf ve daha sağlam bir cemaat teşkil etmişlerdir. Bakara sûresin­den nazil olan âyetler, birbirini takip ettikçe, kalplerindeki İslâmî şuur kuvvetlenmiş, küçük bir cemaat yerine, dünyanın her bir cihetine kol atmış koca bir ümmetin, bir şehir devleti yerine, bu ümmeti çekip çevirecek kuvvetli bir imparatorluğun plân ve programlan da belirmeye başlamıştır. Bundan sonraki âyetlerde, kıblenin değiştirilmesiyle birlikte, müslüman-lara bütün dünyanın sorumluluğunu yükleyen bir ümmet olma yolundaki bu plân ve programların safha safha nasıl gerçekleştiği, buna paralel olarak, İslâm ibadet ve akaidinin nastl gelişip mükemmeüeştiği görülecektir-[155]             

 

142. İnsanlardan birtakım beyinsizler: «Üze­rinde bulundukları kıblelerinden onları döndüren  nedir?»  diyeceklerdir.   (Ey Muhammedi   O   beyinsizlere)   de   ki: «Doğu da batı da Allah'a aittir. O, dile­diği kimseyi doğru yola iletir».

143. Nitekim insanlara şâhid olmanız, Pey­gamberin de size şâhid olması için, biz sizi orta (vasat) bir ümmet kıldık. Senin

i üzerinde bulunduğun kıbleyi ise, sırf Peygambere uyanları ökçesi üzerinde dönenlerden (ayırıp) bilelim diye kıble yaptık. Gerçi (kıblenin değiştirilmesi), Allah'ın hidayet ettiği kimselerden baş­kasına bir hayli ağır gelecektir; fakat Allah imanınızı zayi edecek değildir; O, şüphesiz, insanlara çok şefkatli ve mer­hametlidir.

144. Senin, yüzünü çok defa, gökyüzüne çe­virip durduğunu elbette görüyoruz. İşte, şimdi hoşnud olacağın bir kıbleye seni döndürüyoruz: Yüzünü Mescid-i Haram tarafına (Kabe'ye) çevir. (Ey müslümanlar!) Nerede bulunursanız, siz de yüzlerinizi onun tarafına çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun, Rab'larından gelen bir hak olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıkla-

rından gafil değildir.

145.-Kendilerine kitap verilenlere her delili getirsen, senin kıblene yine uymazlar; sen de onların kıblesine uyacak değilsin. Onlar da biribirlerinin kıblelerine uy­muyorlar.  (Faraza) sana gelen bunca ilimden sonra, (yine de) onların hevâ ve heveslerine uysan,  işte o zaman,  sen muhakkak zâlimlerden olursun.

146.  Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi, oğullarım tanıdıkları gibi tanırlar ve onlardan bir gurup da, hakkı bile bile gizlerler.

147.  Oysa hak Rabb'ındandır; öyleyse, sakın şüphecilerden olma.

148.  Herkesin (yüzünü) kendisine çevirdiği bir yön vardır. O halde, yarışırcasına hayır işlerine koşuşun; nerede bulunur­sanız bulunun, Allah sizi bir araya geti­recektir. Şüphesiz Allah, her şeye kaa-dirdir.

149. Nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına dön­dür.  Bu,  şüphesiz  Rabb'ından gelen haktır, Allah, yaptıklarınızdan gafil de­ğildir.

İ50. Nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de (ey müslümanlar) nerede olursa­nız olun, yüzünüzü onun tarafına çevi­rin ki, içlerinden zulmedenler dışında, insanların aleyhinize (kullanabilecekle­ri) hır delilleri bulunmasın; -zaten on­lardan korkmayıp benden korkun- bir de, size olan nimetimi tamamlayayım; böylece, umulur ki siz de hidayete erer­siniz.

151. Nitekim size, kendi içinizden âyetleri­mizi size okuyan, sizi arındıran, size

kitap ve hikmeti belleten ve bitmediğiniz şeyleri öğreten bir de Peygamber gön­derdik.

152. O halde, beni zikredin ki, ben de sizi zikredeyim; bana şükredin,(fakat) nan­körlük etmeyin.

 

Yukarıdaki âyet-i kerimelerde, kıblenin Mescid-i Aksâ'dan Mescid-i Harâm'a, yani Kudüs yönünden Mekke'deki Kabe yönüne değiştirilme­sinden sözed;lmiş ve bu değişiklik, vukuundan önce müslümanlara haber verilmiştir. Ayrıca, yahudî ve müşriklerden birtakım beyinsizlerin, ksbienin değiştirilmesi karşısında başlatacakları dedikodulara ve ileri sürecekleri isnad ve iftiralara karşı, müslümaniar uyarılmış, kendilerine bu beyinsizleri susturabilecek ikna edici deliller telkin edilmiştir.

Kıblenin Mescid-i Haram tarafına değiştirilmesinden önce ve Mekke devrinde müslümanlar, Kudüs tarafına, Mescid-i Aksâ'ya yönelerek namaz kılmışlardı. İsrail Peygamberleri de o tarafa yönelmişlerdi. Ku­düs'teki Beytu'l-Makdis veya Beyt'teki bir kaya onların kıblesiydi. Ancak Hazret-i Peygamber, ibadetlerinde, Kudüs tarafına yönelmekle birlikte, Aliah Ta'âlâ'nın kıbleyi değiştirmesi ve Kabe'yi müslümanlara kıble yap­ması hususunda içinde büyük bir arzu duyuyor ve bu arzusunu Rabb'ına yönelttiği dualarında sık sık diie getiriyordu. Hattâ ibadetlerinde, kuzeye, yani Kudüs İstikametine döndüğü zaman, kendisi Kabe'nin güneyinde duruyor ve böylece, kıble olarak Beytu'l Makdis'e yönelirken Kabe'ye de yönelmiş oluyordu. Ancak, Medine'ye hicret edince, iki kıbleyi birleştirme İmkânı ortadan kalkmış, Hazret-i Peygamber de kıblenin Kabe'ye değişti­rilmesi için Allah'a yonelip dua etmekten başka yapacak bir şey bulama­mıştı. Ne ise ki, bu bekleyiş uzun sürmemiş ve yukarıdaki âyet-i kerîmele­rin ilkinde bu değişikliğe âit ilk müjde haberi gelmiştir. Bu âyette Allah Ta'âiâ, kıblenin değiştirilmesi halinde, yahudllerden gelebilecek olan iti­razlara karşı Hazret-i Peygamberin vereceği cevaba işaret ederek şöyle buyurmuştur: [156]

 

142.İnsanlardan birtakım beyinsizler; «Üze­rinde bulundukları kıblelerinden onları döndüren nedir?» diyeceklerdir. (Ey Muhammedi O beyinsizlere) de ki: «Doğu da batı da Allah'a aittir. O, dile­diği kimseyi doğru yola iletir.»

143. Nitekim insaniara şâhid olmanız. Pey­gamber'in de size şâhid olması için, biz sizi, orta (vasat) bir ümmet kıldık. Sen'in üzerinde bulunduğun kıbleyi ise, sırf, Peygamber'e uyanları ökçesi üze­rinde dönenlerden (ayırıp) bilelim diye kıble yaptık. Gerçi (kıblenin değiştiril­mesi), Allah'ın hidayet ettiği kimseler­den başkasına bir hayli ağır gelecektir; fakat Allah îmanınızı zayi edecek değil­dir; O, şüphesiz, insaniara çok şefkatli ve merhametlidir.

 

142    Sefihler, yani görüş, düşünce ve ahlâk yönünden noksan olan, akılla­rını kullanmayan ve sadece başkalarını taklid ederek hayatlarını sürdüren yahudî, münafık ve müşriklerden bir takım beyinsizler, kıblenin değiştiril­mesi üzerine, «bu müslümanlara ne oldu ki, şimdiye kadar üzerinde bulundukları ve ibadetlerinde yönelip durdukları, daha önceki peygam-ber'in de kıblesi olan Beytu'l-Makdis kayasından yüz çevirdiler» diyecek­lerdir. Oysa bu beyinsizler düşünmüyorlar ki, Beytu'l-Makdis kayasının madde ve teşekkül yönünden diğer kayalardan herhangi bir üstünlüğü buiunmadığ gibi, onlardan farklı bir takım özellikleri, yahut insanlara fayda sağlayan herhangi bir yanıda yoktur. Netice itibariyle bir taştır ve taş olmak yönünden Kabe'ye yerleştirilmiş Hacer-i Esved'den farklı değildir. Ne var ki Allah Ta'âlâ, insanları ibadetlerinde birlik ve beraberliğe sevketmek, tek kbir düşünce ve tek bir inanç etrafında toplamak için, onların belirli bir yöne yönelmelerini emretmiş ve bu yönü de, insanların bilip anlayabilecekleri bir noktaya işaretle bizzat kendisi tesbit etmiştir. O halde, bu akılsızların zannettikleri gibi, herhangi bir yöndeki herhangi bir taş, veya bina, kıble olmuştur diye, dinin asıllarından olacak değildir. Zira bu taş veya bina, ister doğuda olsun ister batıda, ne tarafta olursa olsun, o yine taş veya binadır ve onların bulunduğu doğu da batı da Allah'a aittir. Ne doğunun batıya ve ne de batının doğuya üstünlüğü yoktur. Ancak Allah Ta'âlâ, dilediği bir yönü seçer ve dilediği kimseleri o yöne yönelterek hidayete sevkeder. [157]

 

143  Allah Ta'âlâ, yahudî, münafık ve müşriklerden gelebilecek itirazlara karşı sevgili Peygamber'ini böylece uyardıktan ve onlara vereceği cevabı ona bu şekilde telkin ettikten sonra, her şeyin kendi meşiyyet (istek) ve iradesine tâbi olduğunu göstermek İçin «O, dilediği kimseyi doğru yola iletir» buyurmuş ve bu kesin hükmün bir tezahürünü müslümanlara gös­termek için de, «nitekim sizi de biz orta bir ümmet kıldık» demiştir. Orta (vasat) ümmet, ifrat ve tefrite düşmeyen, her şeyde mutedil olan, hak ve adaletten ayrılmayan ferdlerden müteşekkil bir dinin mensuplarıdır. Orta yoldan ayrılarak ifrat ve tefrite düşen feralerin veya cemiyetlerin hak ve adalet duygusunu nasıl yitirdikleri ve bu sebeple insanlık vasıflarını nasıl yok ettikleri her devirde görülür. Bunların bir kısmı maddecidirler; madde­nin esiri olmuş ve onu mabûd edinmişlerdir. Bu sebeple onların ruhla ve ruhani hayatla hiç bir ilgileri yoktur. Dinsizdirler; Allah, Peygamber tanı­mazlar. Diğer bir kısmı ise, bütün hayatın ruhani hayattan ibaret olduğunu sanarak dünyayı terk, veya maddi hayatın ihtiyaçlarına karşı harp ilân etmişlerdir. Dindar görünürlerse de, inançları dinin asıllarından olmayan görüş ve düşüncelere dayanır. Bu iki zıt kutupta yer alan insanların, hak ve adalet duygularına sahip olmaları mümkün değildir; çünkü hak ve adaleti, dâima kendi taraflarında görürler. Halbuki ortada olan bir insanın durumu diğerlerine göre çok farklıdır; ne ifrata ve ne de tefrite temayül gösterme­diğinden her iki taraf hakkında da hak ve adalet ölçüleri içinde hareket eder.

İslâm dini, ne yalnız maddeye ve ne de yalnız ruha önem veren bir dindir. Eğer insanın, madde ve ruh olmak üzere iki yönü bulunduğu düşünülürse, İslâm'ın bu iki yönden birini alıp diğerini ihmal etmesinin mümkün olamıyacağı kolayca anlaşılır. Bu sebeble İslâm, insanın bu iki yönden terbiyesini gaye edinmiş, bütün emir ve yasaklarını, yine bu yön­lere göre düzenlemiştir. O halde, şu gerçek bütün açıklığıyle belirmiş olmaktadır ki, gerçek bir müslüman, her zaman ifrat ve tefritten uzak olan, dâima ortada buiunan ve böyle olduğu için de, hiçbir vakit hak ve adalet duygusunu yitirmeyen insandır. İşte, Allah Ta'âlâ, «sizi orta bir ümmet kıldık» derken, murad ettiği manâ budur ve bunu «sizi müslüman bir ümmet kıldık» sözüyle kısaca ifade etmek de mümkündür.

Müslümanların, ifrat ve tefrite düşmeyen, hak ve adalet duygusuna sahip, orta bir ümmet kılınması, orta yoldan sapan, yahut ifrat ve tefrite düşen diğer ümmetlere, Hazret-i Peygamber'in de, müslüman ümmete şâhidlik etmeleri içindir. Bu şâhidliğin, kıyamette Allah Ta'âlâ'nın huzu­runda olabileceği gibi, dünyada bir numune-i imtisal, yani peşinden gidile­cek ve taklid edilecek bir örnek manâsında olması da mümkündür. Çünkü şahidin vasfı, haktan olmak ve adaletli davranmaktır. Bu vasıfta olan her insan, bir taraftan kendi nefsinin ve cisminin hukukuna riayet eder, onlara haklarını verirken, diğer taraftan da.yakınlarının ve diğer insanların huku-kana riayet eder. Fakat bütün bu hakları öderken, Rabb'ının hukukuna riayetkar olmayı da ihmal etmez. İşte bu vasıf, âhırette ona, Rabb'ının huzurunda, diğer insanlar hakkında şâhidlik etme imtiyazını kazandırır­ken, dünyada da, sahibini kemal mertebesine yükseltir ve diğer insanlara örnek olmasını sağlar. Bu vasıftaki bir ümmetin diğer milletler nezdindeki mevki ve mertebesi ne ise, Hazret-i Peygamberin bu ümmet nezdindeki mevki ve mertebesi de odur; çünkü Hazret-i Peygamber de, kemal merte­besinin en üst noktasında olmakla bu ümmetin şahidi, aynı zamanda, numune-i imtisalidir. Nitekim Ahzâb sûresinin 21 inci âyetinde «Allah'ı ve âhıret gününü uman ve Allah'ı çok zikreden kimselerle birlikte, sizin için, Allah'ın Rasûlünde bir usve-i hasene (güzel bir örnek) vardııİjenilmiştir ki, böyle bir örneğin, yukarıdaki âyet-i kerîmede de işaret edildiği gibi, ancak Allah'ın, orta bir ümmet kıldığı müslümanlara mahsus olduğu anlaşılmak­tadır.

Allah Ta'âlâ, doğunun da batının da kendisine âit olduğunu ve müs-lümanları nasıl kendi meşiyyetiyle vasat bir ümmet kılmışsa, yine kendi meşiyyetiyle herhangi bir yönü kıble yapmaya muktedir bulunduğunu beyan ettikten sonra, kıblenin değiştirilmesindeki asıl sebebi açıklamış ve «biz, senin üzerinde bulunduğun kıbleyi, Peygamber'e uyanları, ökçesi üzerinde dönenlerden ayırıp bilelim diye kıble yaptık» demiştir. Filhakika âyet-i kerîme'nin takip eden ibaresinde de belirtildiği gibi, bir kıblenin neshedilip onun yerine başka bir kıblenin getirilmesi, eski kıbleye yönel­miş ve ona alışmış olan kimselere, ondan vazgeçip yenisine yönelmenin bir hayli güç gelmesi dolayısıyle büyük bir iştir. Bununla beraber, kıblenin değiştirilmesi hususundaki emrin Allah Ta'âlâ'dan geldiği ve Hazret-i Peygamber tarafından tebliğ edildiği düşünülürse, kalpleri imanla dolu olan kimseler için bu değişiklikte hiçbir güçlüğün bulunmaması gerekir. Eğer bu îman, Allah'ın vazettiği hükümlerin hikmetini ve fıkhl değerini anlayan, anlamak için çalışan akıl ve tefekkür sahibi kimselerin îmanı olursa, yahut âyet-i kerîmede de ifade edildiği gibi, Allah'ın, ahkâmın teşrîî hikmetini bilmek ve anlamak hususunda hidayetine mazhar olan kimsele­rin imanı ise, böyle bir güçlükten hiç söz edilemez. Bununla beraber, müslümanlar arasına girmiş, müslüman görünen, Hazret-i Peygamber'e inandığını söyleyen, fakat hakikatta îmanı hazmedememiş olan, yahut münafıklığı meslek haline getiren bazı kimselerin bulunduğu ve bunların kıblenin değiştirilmesinden şaşkına dönüp ne yapacaklarını bilemedikleri de gözden uzak tutulmamalıdır. İşte Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'in öteden beri kıble olmasını arzu ettiği ceddi Hazret-i İbrahim'in kıblesi olan Kâbeyi yeniden kıble yapmakla, hem sevgili Peygamberinin duasına icabet etmiş, hem de ona gerçekten tâbi olanlarla, tâbi olduklarını söyleyip de kıblenin tahvili üzerine, ökçeleri üstünde dönüş yapıp ondan yüz çevi­renleri biribirinden ayırmış ve hallerini müslümanlara teşhir etmiştir.

Burada bir hususa daha işaret etmek gerekir: Ayet-i kerîmede «üze­rinde bulunduğun kıbleyi, sırf, Peygambere uyanları ökçesi üzerinde dö­nenlerden ayırıp bilelim diye kıble yaptık» denilmiştir. Hazret-İ Peygam­ber'in üzerinde bulunduğu kıble hangisidir? Tefsirlerde bu hususta iki görüş belirmiştir. Birincisine göre, ibarenin zahirinden de anlaşıldığı gibi, değiştirilmesine kadar Hazret-i Peygamber'in yöneldiği kıble, Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'tir. Buna göre âyetin manâsı, «üzerinde bulunduğun Beytu'İ-makdis'i, Rasûl'e tâbi olanları ökçeleri üzerinde dönenlerden ayırmak için kıble yaptık» demek olur. Diğer görüşe göre ise, Hazret-i Peygamber'in, üzerinde bulunduğu kıble Kabe'dir ve bu görüş, Kudüs istikametine yönelinmeden önce Kabe'nin kıble olması esasına dayanır. Tefsirlerde de âyet-i kerîmenin ibaresi bu manâya göre te'vll edilmiştir. Fakat ibaredeki ca'ale fiilinin tebdîl ve tahvil, yani değiştirmek manâsında kullanıldığını kabul ederek, ibareyi «üzerinde bulunduğun kıbleyi, rasûle tâbi olanları, ökçeleri üzerinde dönenlerden ayırıp bilelim diye tebdîl ve tahvil ettik, değiştirdik» manâsında anlamak daha doğru görünmektedir. Aynı zamanda bu manâ, ibarenin zahirine de uygun düşmektedir. Zira Hazret-i Peygamber, kıblenin Kabe'ye değiştirilmesinden önce Medi­ne'de 16 veya 17 ay Kudüs istikametine yönelmiştir ve bu bakımdan, Hazret-i Peygamber'in, değişikliğe kadar üzerinde bulunduğu kıble Ku­düs'teki Beytu'l-Makdis'tir. Ca'ale fiili ise, Kur'ân-ı Kerîmde onüç değişik manâda kullanılmıştır. Bu manâlardan birinin de tebdil ve tahvil (değiştir­mek) olduğu gözönünde bulundurulursa, ibareyi doğru manâsıyle anla­mak kolaylaşmış olur.

Allah Ta'âlâ, kıble olarak belirli bir yöne alışmış olanlara, o yönü değiştirmenin bir hayli ağır geleceğini, bununla beraber kalplerine îmanın iyice yerleşmiş ve Allah'tan hidayet bulmuş kimseler için herhangi bir ağırlığın söz konusu olmıyacağını beyan ettikten sonra, Hazret-i Peygam­ber'e tâbi olarak ve tam bir îmanla yeni kıbleye yönelecek olanların bu îmanlarının zayi olmıyacağını ve bunun mükâfatını göreceklerini müjde­lemiştir. Tefsirler umumiyetle, âyet-i kerîmede zikredilen «îman» kelime­sini, «salât - namaz» manâsında almışlar ve Allah Ta'âlâ'nın «imanın zayi edilmiyeceği» hususundaki vadini- eski kıbleye yönelerek kılınan namaz­ların Allah katında makbul olacağı manâsında açıklamışlardır. Kanaatı-mızca böyle bir te'vîle gerek yoktur ve «îman» kelimesini hakîkî manâsıyle almak daha doğru görülmektedir. Kıblenin değiştirilmesinden önce Kudüs istikametine yönelerek kılınan namazların sıhhati hakkında bir tereddüt hâsıl olsaydı, belki âyetin, bu tereddüdün izalesi maksadıyle nazil olduğu düşünülebilir ve «iman» kelimesinin «namaz» manâsında te'vîli ancak o zaman doğru görülebilirdi. Oysa değişiklikten önce, Hazret-i Peygamber de Kudüs'e yönelerek namaz kılmıştı ve bu, Kur'ân-ı Kerîm'de nassı bulunmasa bile, Rabb'ının emrine, yahut iznine dayanıyordu; kısacası o kıble de şer'î idi ve bu husustaki şeriat hükmüne uymak, müslümanların üzerine vâcibti. Bu hüküm kaldırıldıktan ve yeni bir emirle kıble değiştiril­dikten sonra, geçmişte vâcib olanı yapmaktan dolayı endişeye kapılmala­rına elbette gerek yoktu. İşte bu sebeple, âyet-i kerimedeki «İman» keli­mesini hakîkî manâsında almak ve âyetteki ibareyi «Hazret-i Peygam-ber'e tam bir îmanla tâbi olarak yeni kıbleye yönelmeniz halinde, Allah bu îmanınızı zayi edecek değildir; elbette bunun mükâfatını göreceksiniz» manâsında anlamak gerekir. Allah'ın, gerçek mü'minlerin îmanlarını zayi etmemesi, ecir ve mükâfatlarını vermesi, O'nun şefkat ve merhametinin çokluğundan ve hâlis kullarından bu rahmetini hiç esirgememesindendir; çünkü O, Ra'ûf ve Rahîm'dir.

Allah Ta'alâ, kıblenin değiştirilmesinden önce, sevgili Peygambe-rin'e, bu değişiklikle ilgili ilk işaretlerde bulunduktan ve değişiklik üzerine bir takım beyinsizlerden geleceği muhakkak olan itirazlara karşı onu ve ashabını uyarıp buna hazıladıktan sonra, Hazret-i Peygamber'in eskiden beri bekleyip durduğu değiştirme emrini büyük bir müjde olarak vermiş ve şöyle buyurmuştur: [158]

 

144. Sen'in, yüzünü çok defa gökyüzüne çe­virip durduğunu elbette görüyoruz. İşte şimdi, hoşnud olacağın bir kıbleye seni döndürüyoruz: Yüzünü Mescid-i Haram tarafına (Kabe'ye) çevir. (Ey müslümanlar!) Nerede bulunursanız, siz de yüzlerinizi onun tarafına çevirin. Kendilerine kitap verilenler, bunun, Rab'lanndan gelen bir hak olduğunu çok iyi bilirler. Allah, onların yaptıkla­rından gafil değildir.

145. Kendilerine kitap verilenlere her delili getirsen, senin kıblene yine uymazlar; sen de onların kıblesine uyacak değilsin.

Onlar da, biribirlerinin kıblelerine uymuyorlar. (Faraza) sana gelen bunca ilimden sonra, (yine de) onların hevâ ve heveslerine uysan, işte o zaman sen, muhakkak zâlimlerden olursun. 146. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Peygamberi, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar ve onlardan bir gurup da hakkı bile bile gizlerler.

147. Oysa hak, Rabb'ındandır; öyleyse sakın şüphecilerden olma.

 

144 Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, Hazret-i Peygamber, kendinden önceki peygamberlerin kıblesi olan Kudüs'teki Beytu'l-Makdis'e yönelmiş olmakla beraber, bu kıblenin, ceddi Hazret-i İbrahim'in inşa ettiği ve kendisine kıble yaptığı Kabe'yle değiştirilmesini şiddetle arzu ediyor ve bu hususta, Rabb'ından gelecek bir emri sabırsızlıkla bekliyordu. Kendisi,, onun dînini ihya etmek ve davetini yenilemek için gönderilmişti. Her ne kadar daha önceki peygamberlerin de görevi bu idi; fakat kavimleri bu peygamberleri dinlememişler, onların yolundan uzaklaşarak büyük öl­çüde şirke düşmüşlerdi. Bu sebeple onların birlik ve beraberliği sağlaya­cak olan Beytu'l-Makdis de aynı ölçüde fonksiyonunu yitirmişti. Diğer taraftan yahudîler, bu Beyt'i istismar ediyorlar, ve müslümanların kıblesi olarak o tarafa yönelmeleriyle yahudîliği kabul etmemeleri arasında çelişki görüyorlar ve bunu fırsat düştükçe onlara hatırlatmaktan çekinmiyorlardı. Bu ise, Hazret-i Peygamber'e ağır geliyor ve kıblenin değiştirilmesi husu­sundaki arzusunu daha da artırıyordu. Bunlara ilâveten, Kabe'nin kıble olması, onu eskiden beri hürmet duygularıyle yücelten Arapların îmana davetini kolaylaştıracak, bunu diğer kavimlerin davetindeki kolaylıklar takip edecekti; çünkü davette esas, yakın akrabadan başlamak üzere dâireyi giderek genişletmek ve onu, kabile, kavim ve diğer milletlere teşmil etmekti. Bu bakımdan Araplar, davet hususunda diğer milletlerin önünde yer alıyorlardı. İşte bu sebepler dolayısıyle, Hazret-i Peygamber, kıblenin değiştirilmesini arzu ediyor ve zaman zaman yüzünü gökyüzüne çevire­rek Rabb'ından geleceğini umduğu bir vahyî, yahut değiştirme emrini bekliyordu. Nihayet Allah Ta'âlâ, onun beklediği bu vahyi «Sen'in, yüzünü gökyüzüne çevirip durduğunu görüyoruz. İşte şimdi, hoşnud olacağın bir kıbleye seni döndürüyoruz» buyurarak göndermiş ve bu vahiyle «Yüzünü Mescid-i Haram'a, yani Kabe'ye çevirmesini» emretmiştir. Değişiklikle ilgili bu emir, İbn Hacer'in Bühâri şerhinde açıkladığına göre, Hicretin ikinci senesi Receb ayının ortasında gelmiştir. Berâ İbn Azib'ten rivayet edilen bir hadîste de şöyle denilmiştir: «Hazret-i Peygamber Medine'ye ilk geldi­ğinde, ensârdan bazı yakınlarının yanına inmişti. On altı yahut on yedi ay boyunca Beytu'l-Makdis'e dönerek namaz kıldı. Fakat kıblenin Beytu'l-Haram olmasını arzu ediyordu. Değişiklikten sonraki kıldığı ilk namaz ikindi namazıydı ve onunla birlikte başkaları da kılmışlardı. Bunlardan birisi, Mescidten çıkıp başka bir mescide uğramış ve orada cemaatın rükûda olduğu görmüştü. Bunun üzerine cemaata, Hazret-i Peygamberle birlikte Kabe'ye yönelmiş olarak namaz kıldıklarını haber vermiş, cemaat da yönünü O tarafa çevirmiştir...» (Buhârî'nin bu hadisi ve İbn Hacer'in şerhi için bkz. Fethu'1-bâri, I. 72).

Ayet-i kerimede, Mescid-i Haram tarafına yönelmek hususundaki ilk emir, Hazret-i Peygamber'e yöneltilmiş, bunu, bütün müslümanları da içine alan ikinci emir takip etmiş ve «Siz de nerede bulunursanız bulunun, namaz kılarken yüzlerinizi Mescid-i Haram tarafına çevirin» denilmiştir. Aslında emrin, sadece Hazret-i Peygamber'e yöneltilmiş olması da, müs-lümanların aynı emre uymalarını gerektirirdi. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, hâs lafzıyle gelen, fakat amma delâlet eden bir çok âyet vardır. Bununla beraber, âyet-i kerlme'de, Mescid-i Harâm'a yönelmek hususundaki emrin, önce Hazret-i Peygamber'e, sonra da müslümanlara yöneltilerek tekrar edilmesi, kıble değişikliğinin Allah katında ne büyük bir manâ ifade ettiğine delâlet ettiği gibi, Hazret-i Peygamber'den sonra müslümaniarın da aynı hitaba muhatap olmakla, nasıl şereflendirdiklerini gösterir.

Kıble değişikliğinin kitap ehli arasında uyandırdığı tedirginlik de, bu işin büyüklüğünü göstermeye yeterlidir. Nitekim daha bu değişiklik ger­çekleşmeden önce, onlardan bir takım beyinsizlerin, «üzerinde bulunduk­ları kıblelerinden onları döndüren nedir?» diyerek buna itiraz edecekleri, 142 nci âyette açıklanmıştı. Oysa yukarıdaki âyette de belirtildiği gibi, «Kendilerine kitap verilen bu beyinsizler, kıblenin değiştirilmesi hususun­daki emrin, Rab'larından gelen bir hak olduğunu çok iyi biliyorlardı». Çünkü Kabe'nin, cedleri. İbrahim tarafından inşa edildiği ve onu kıble yaptığı onlarca meçhul değildi. Keza kitap ve şeriat sahibi olmaları dolayı-sıyle, bazı ahkâmın Allah tarafından neshedilip değiştirildiğine de vâkıf idiler. Bunlara ilâveten, kendi kitaplarının, geleceğini haber verdiği bir peygamber gelmiş ve yeni bir şeriat getirmişti. Bu Peygamber'in, Rabb'ının emirlerini tebliğ ve tatbik etmekle mükellef olduğunu da biliyor­lardı. O halde, bu beyinsizlerin bütün bunları bile bile yine de inançsızlık göstermeleri, inadlıktan ileri geliyordu. Kıblenin değiştirilmesine itiraz

etmekle, imanları henüz kuvvet kazanmamış olan bazı müslümanlartn kalplerine şüphe sokabileceklerini ve müslümanlar arasında fitne çıkara­bileceklerini düşünüyorlardı. Fakat gizliyi de açığı da en iyi bilen Allah, onların bu yaptıklarından elbette gafil değildir ve onları elbette cezasız bırakmtyacakti;. [159]

 

145  Allah Ta'âlâ, kıblenin değiştirilmesini emrettikten ve kitap ehlinin, bu emrin Rab'larından gelen bir hak olduğunu çok iyi bildiklerine, bununla beraber, küfürleri dolayısıyle bunu bilmemeziikten geldiklerine, fakat bu davranışlarının bir gün cezasını çekeceklerine işaret ettikten sonra, onla­rın ve özellikle yahudîlerin kıble hakkındaki tutumlarını açıklamaya devam etmekte ve Hazret-i Peygamber'e hitap ederek şöyle buyurmaktadır; Zaten onlar inadlarında ve küfür üzerindeki İsrarlarında o kadar katıdırlar ki, kendilerine ne kadar delil getirirsen getir, ne senin peygamberliğine ve doğruluğuna inanırlar, ne de kıblene tâbi olurlar. Bu sebeple, âyetlerimizin ve delillerimizin onları ikna edip inadlarından vazgeçireceğini zannetme. Bununla beraber, elbette sen de onların kıblesine tâbi olacak değilsin. Çünkü sen, hak olan ve onların dahi itibar ettikleri ve mensûb olmakla övündükleri İbrahim'in kıblesine tâbisin. Ancak onların, İbrahim'e mensûb olmaları, onları taasuplarından ve inadlarından vazgeçiremiyorsa, alış­kanlıkları ve taklidçilikleri, kıblenin gerçek manâsını araştırıp bulmak ve onun, bölünmek ve ayrılmak değil, fakat birleşmek ve yekvücûd olmak hususundaki faydasını anlamalarına engel oluyorsa, hiçbir delil ve hiçbir âyet onları kıblelerinden döndüremez, ve senin de onların kıblelerine tâbi olmanda hiçbir fayda yoktur. Nitekim kitap ehli de, biribirlerinin kıblelerine tâbi olmamış ve hıristiyanlar kendilerine, yahudîlerin tâbi oldukları kıble­den başka bir yönü kıble edinmişlerdir.

Diğer taraftan, sen ey Peygamber, faraza bütün yönlerin Allah'a âit olduğunu bilip anladıktan, yüzünü ne tarafa çevirsen, Allah'ı o tarafta bulacağına inandıktan ve bununla beraber Allah'ın, sizin birlik ve beraber­liğinizi sağiamak için ceddiniz İbrahim'in kıblesine sizi yönelttiğine şâhid olduktan sonra, kitap ehlinin sana inanması ve senin dinine meyletmesi için, onların hevâ ve heveslerine uyup kıblelerine tâbi olsan, işte o zaman, . sen de onlar gibi zâlimler arasında yer alırsın. Çünkü onlar, kıblelerini biraz önce açıklanan akıl ve mantığa dayalı esaslara göre değil, hevâ ve heves­lerine göre seçmişler ve taklid üzere o tarafa yönelmişlerdir. Hakkı gör­memeleri, inadları ve onu görmek istememeleri yüzündendir. [160]

 

146  Allah Ta'âlâ, kitap ehlinin, kıble meselesindeki tutum ve davranışla­rını açıkladıktan sonra, bunun asıl sebebini, onların Hazret-i Peygamber'i oğullarını tanıdıkları gibi tanımış olmalarına bağlamıştır. Nitekim 144 üncü âyette belirtildiği gibi, onlar, kıble değişikliğiyle ilgili emrin, Rab'larından gelen bir hak olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu bilgileri ise, Hazret-i Pey­gamber'i, oğullarını tanıdıkları gibi tanımış olmalarından ileri geliyordu. Çünkü kitapları Hazret-i Peygamber'in geleceğini haber vermiş, ayrıca, bir peygamberde bulunması gereken bütün sıfatları ve Hazret-i Peygam­ber'in kendine hâs sıfatlarını ayrı ayrı zikretmişti. Yahudiler bu sıfatları çok iyi öğrenmişler ve onlarla sıfatlanmış bir kimse görseler, onun, kitapla­rında zikredilen peygamber olduğunu hemen anlayabilecek bir yeteneğe sahip olmuşlardı. Bu sebeble, Hazret-i Peygamber geldiği zaman, hiç kimsede bulunmayan kendine hâs Peygamberlik sıfatlarıyle onu tanı­makta güçlük çekmemişlerdi. Nitekim tefsirlerde nakledilen bir haberden öğrenildiğine göre, Ömer İbnu'l-Hattâb, hicretten önce yahudî ileri gelen­lerinden sayılan, fakat hicrette Hazret-i Peygamber'i görünce müslüman olan Abdullah İbn Selâm'a «sen Peygamberi oğlunu tanıdığın gibi tanır mısın?» diye sorduğu zaman, İbn Selâm, «evet, belki daha fazla; çünkü Hazret-i Peygamber'i kendi sıfatlarıyle hemen tanıdım; ondan asla şüphe etmem; fakat oğlumun benden olup olmadığını kesin olarak bilemem» cevabını vermiştir ki, bu haberin doğruluğundan şüphe edilse bile, yahudl-lerin Hazret-i Peygamber'i bu haberde ifade edildiği şekilde tanıdıklarında şüphe etmek mümkün değildir. [161]

 

147 İşte, yahudller, Hazret-i Peygamber'i bu derece tanıdıktan sonra, ona inanmak ve onun Rabb'ından tebliğ ettiği her şeyi kabul etmek zorunday-dırlar. Kıble hususunda da şüphe etmeden ona uymaları gerekirdi. Fakat kıskançlıkları buna fırsat vermedi. İçlerinden bazıları, hakkı görüp itiraf etmiş olsalar bile, büyük çoğunluğu onu inkâr etmekten ve bile bile gizle­mekten çekinmediler. Oysa bu hak, Hazret-i Peygamber'e Rabb'ından gelen vahiydir; tümüyle dindir. Bu sebeple inkarcıların evhamına kapılıp şüphecilerden olmamak gerekir. Bu gereklilik, âyet-i kerimede, Allah Ta'âiâ'nın, Hazret-i Peygamber'e yönelttiği hitap içinde ifade edilmiştir. Bu hitap, şüphesiz O'nun bütün ümmetine ve özellikle, her devirde örnek­lerine sık sık rastlanan imanı zayıf kimseleredir. Halk dilinde «kızım sana söylüyorum, gelinim sen işit» sözüyle ifade edilen bu çeşit hitaplara Kur'ân-ıKerîm'de çok rastlanır. Zira Allah Ta'âlâ, din hususunda, Hazret-i Peygamber'in kalbine zerre miktarı da olsa, bir şüphenin arız olmıyacağını elbette biliyordu. Bununla beraber, müslüman olmuş, fakat imanları cılız kalmış bazı kişiler, kıble değişikliği sırasında, yahudllerin ateşledikleri fitnede, onların evhamına kapılıp irtidat etmişler, dinden çıkmışlardı. Daha sonraki devirlerde de buna benzer hâdiseler cereyan edebilir ve cılız imanlı kimseler, haktan yüz çevirebilirlerdi. Allah Ta'âlâ, Hazret-i Peygamber'e yönelttiği bu hitabıyle, her devirde bulunabilecek bu çeşit insan­ları hak karşısında şüpheci olmaktan nehyetmiştir. Nehyedilen şeyin ya­pılması, emrolunanın terki gibidir ve her iki davranış da Allah'ın ağır cezasını cerektirir. Allah ise, 144 üncü âyette de işaret edildiği gibi, ister gizli olsun ister açık olsun, kullarının yaptıklarından ve yapacak oldukla­rından gafil değildir.

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimelerde, kıble değişikliğini inadla ve kıskançlıkla inkâr eden kitap ehline karşı, bunun, Rab'larından gelen bir hak olduğunu ve onların, Hazret-i Peygamber'i oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıklarını beyan ederek bunu inkâr etmemeleri gerektiğini gösteren açık ve kesin deliller getirdikten sonra, hitabını müslümanlara yöneltmiş ve kitap ehlinin de ders alması gereken bir uslûb ile şöyle buyurmuştur[162]

 

148. Herkesin (yüzünü) kendisine çevirdiği bir yön vardır. O halde, yarışırcasına hayır işlerine koşusun; nerede bulunur­sanız bulunun, Allah sizi bir araya geti­recektir. Şüphesiz Allah her şeye kaa-dirdir.

149. Nereden (yola) çıkarsançık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına dön­dür.   Bu,  şüphesiz  Rabb'ından  gelen haktır. Allah yaptıklarınızdan gafil de­ğildir.

150.  Nereden (yola) çıkarsan çık, (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Siz de (ey müslümanlar!), nerede olur­sanız olun, yüzünüzü  O'nun  tarafına çevirin ki, içlerinden zulmedenler dışın­da, insanların aleyhinize (kullanabile­cekleri) bir delilleri bulunmasın. -Zaten onlardan  korkmayın  benden  korkun-bir de, size olan nimetimi tamamlaya­yım; böylece umulur ki, siz de hidayete erersiniz.

151.  Nitekim size, kendi içinizden, âyetleri­mizi size okuyan, sizi arındıran, size kitap ve hikmeti belleten ve bilmediğiniz şeyleri öğreten bir de Peygamber gön­derdik.

152. O halde, ben i zikredin ki, ben de sizi zikredeyim; bana şükredin; (fakat) nankörlük etmeyin.

 

148 Her dînde kıble olarak çeşitli yönlerden birine yönelmek, Allah'ın birliğine, yahut öldükten sonra dirilmeye ve hesap gününe inanmak gibi sabit rükünlerden biri olmamıştır. İbrahim ve İsmail peygamberler Ka­be'ye yönelmişler, yahudîler Beytu'l-Makdis kayasını kıble edinmişler, hıristiyanlar da bu kaya istikametini terkedip şarka dönmüşlerdir. İlk pey­gamberler ise, başka taraflara yöneliyorlardı. Belirli bir yönün kıble olması, çeşitli dinlerde sabit bir rükün ve dînin asıllarından biri olmadığına göre, değişmesi mümkün olan fer'î meselelerden biri sayılması gerekir. Böyie olunca da, kitap ehlinin kıble değişikliğini ele alıp Hazret-i Peygamber'e ve İslâm şerîatına dil uzatmamaları, müslümaniarın içlerine şüphe sokmak ve onları dînlerinden döndürmek için fitnecilik yapmamaları icab ederdi. Önemli olan, ve her insanın bilmesi gereken husus, vahyin kabulünde ve onunla gelen emir ve yasaklara uyulmasında herkesin aynı derecede sorumlu olmasıdır. Kıble bir vahiyle değiştirilmiştir ve onu değiştiren de Allah Ta'âlâ'dır. O halde, niçin Beytu'l-Makdis, yahut başka bir Beyî, yahutta Şark tarafı olmayıp da Kabe'nin kıble yapıldığı önemli değil, fakat önemli olan, onun Allah tarafından kıble yapılmasıdır ve bu husustaki Allah'ın emrine uymak gerekir.

İşte, Allah Ta'âlâ, «herkesin yüzünü kendisine çevirdiği bir yönü vardır» sözüyle bu gerçeğe işaret ettikten sonra, bütün insanları hayır işlemekte yarışa davet etmiştir; çünkü hayır işinde yarışmak, ister kıble meselesinde olsun, ister dînin diğer aslî ve fer'î meselelerinde olsun, nefislerin hevâ ve heveslerine değil, fakat Allah'ın emirlerine uymakla olur. Bu itibarla insanlar, hangi ülkede ve hangi yönde bulunurlarsa bulun­sunlar, Allah onları, hesap günü toplayıp bir araya getirecek ve O'nun emirlerine.uydukları ölçüde mükâfatlandıracaktır. Ayet-i kerîme'de işaret olunan hayırlı iş, Bakara sûresinin 177 nci âyetinde geniş bir şekilde açıklanmış ve şöyle denilmiştir: «İyilik, yüzünüzü doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl iyilik, o kimselerin (iyiliği) dir ki, Allah'a, âhıret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere îman etmişlerdir. Mal sevgi­sine rağmen, onu yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolda kalmışlara ve kölelerin kurtuluşuna vermişlerdir. Namazı dosdoğru kılmış, zekâtı vermiş, ahidieştikıeri zaman, ahidlerini verine getirmişlerdir. Zorda, darda ve savaşta sabırlıdırlar. İşte, doğruyu söyleyenler onlardır; takva sahibi olan­lar da onlardır».

İşte bu yolu benimseyen ve bu yolda başkalarıyle yarış eden kimse, hesap günü, diğer insanlarla bir araya getirilip hesaba çekildiği zaman, iyiliklerinin ve tabiatıyle bu yarıştaki başarısının mükafatını görecektir. İnsanlar, nerede ve hangi yönde bulunurlarsa bulunsunlar, kıyamet günü, Allah onların hepsini biraraya getirmeye muktedirdir. O, her şeye kaadirdir. [163]

 

149 Allah Ta'âlâ, gerek kıble meselesinde olsun ve gerekse diğer mesele­lerde olsun, bütün insanların Allah'ın emirlerine uymaları gerektiğine işa­ret ettikten sonra, kıbleyle ilgili olarak 144 üncü âyette yer alan ilk emrini değişik bir şekilde tekrar etmiş ve «Nereden yola çıkarsan çık, yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir» buyurmuştur. Bu tekrarla, namazlarda Mescid-i Harâm'a yönelmek, bir şeriat olarak vazedilmiş olduğu gibi, muhtemel bazı yanlış anlamalar da önlenmiş ve ilk emrin, sadece Hazret-i Peygamber'e ve bu emrin geldiği sırada Hazret-i Peygamberle birlikte namaz kılan müslümaniara, o namazın kılındığı mescide, şehre veya ülkeye, yahut sadece o ülkenin bulunduğu kara parçasına ve sadece orada oturanlara değil, fakat ister karada, İster denizde bulunsun, ister mukîm ister musafir olsun, dünyanın neresinde ve hangi devirde yaşarsa yaşasın, bütün insanlara şâmil olduğu beyan edilmiş ve bütün insanların namazlarında yalnız Mescid-i Harâm'a yönelmeleri gerektiği bildirilmiştir. Buna göre her insan, Allah'ın bu emrine uymak ve namazda Mescid-i Harâm'a yönelmek zorundadır. Artık bunun dışında bir kıble yoktur ve hiç kimse kendi hevesine uyarak bundan başka bir kıble ihdas edemez. Zira Allah Ta'âlâ, kim ne yaparsa, onun yaptığı şeyi bilir ve görür; O, yapılan­lardan gafil değildir.[164]

 

150  Bunu takip eden âyette, aynı emrin, üçüncü defa tekrar edildiği   ve Hazret-i Peygamber'den sonra, o'nun, müslümaniara da yöneltildiği gö­rülmektedir. Ancak buradaki tekrarın sebepleri, yine aynt âyet içinde açıklanmış ve «içlerinden zulmedenler dışında, insanların aleyhinize kul­lanabilecekleri bir delilleri bulunmasın» ve «bir de, size olan nimetimi tamamlayayım» denilmiştir. Buna göre, emrin üçüncü defa tekrar edilme­sinin başlıca iki sebebe dayandığı anlaşılmaktadır. Birincisi, fitnecilerin, müslümanlar aleyhine olmak üzere ileri sürebilecekleri delilleri ortadan kaldırmak; ikincisi ise. kıble değişikliğiyle, müsiümanlan nimetlendirmek-tir.

Zâlim olanları dışındaki yahudl ve hıristiyanların, müslümaniar aley­hinde ileri sürebilecekleri başlıca delil, Hazret-i Peygamber'in, halâ Ku­düs'teki Beytu'l-Makdis'e yönelmiş olmasıydı. Çünkü onlar, kendi kitapla­rından biliyorlardı ki, İsmail soyundan gelecek olan Peygamber, kendi ceddinin evini, yani Kabe'yi kıble yapacak ve o tarafa yönelecektir. Ehl-i kitaba göre, işte, İsmail soyundan geldiğini ve Peygamber olduğunu söyleyen bir kimse çıkmıştır. Kitaplarının verdiği haber bu yönden doğru görülse bile, bu Peygamber'in kıbleyi değiştireceğine dâir haber gerçek­leşmemiştir; çünkü halâ o, Kudüs tarafına yönelmektedir. O halde, kitapla­rında geleceği bildirilen Peygamber o değildir; eğer o olsaydı, kıblesini değiştirirdi. İşte, kitap ehli tarafından müslümanlara karşı ileri sürülebile­cek delil bu idi ve akla dayalı olduğu için kuvvetliydi. Diğer taraftan Kur'ân-ı Kerim, kendinden önceki kitapların, İsmail soyundan bir Pey­gamber'in geleceğini haber verdiklerine şehadet ediyor ve gelen Pey­gamber'in sıfatlarının, bu kitaplarda bahsedilen Peygamber'in sıfatlarına uyduğunu bildiriyordu. Oysa kıble meselesinde bu uygunluktan söz etmek mümkün değildi. Müşriklerin de buna yakın bir delilleri vardı ve onlar da, İbrahim soyundan bir peygamberin geleceğine ve onun milletini ihya edeceğine inanıyorlardı. İbrahim ve oğlu İsmail, Kabe'yi inşa etmişler ve kıble olarak ona yönelmişlerdi. Gelecek olan peygamberin de, Kabe'yi kıble edinmesi gerekirdi. Halbuki gelen Peygamber Kudüs'e yönelmişti. Kitap ehlinin ve müşriklerin bu delilleri yabana atılır cinsten değildi ve müslümanlara karşı kullanıldığı zaman, onları müşkil durumlarda bırakabi­lir ve hattâ imanı zayıf olanların dinden uzaklaşmalarına bile sebep olabi­lirdi. İşte Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerîme'de, Hazret-i Peygamber'e ve müslümanlara, yüzlerini Mescid-i Harâm'a çevirmeleri hususundaki emrini tekrarlamış ve «o tarafa yönelin ki, zâlimler dışındaki kimselerin, size karşı kullanabilecekleri bir delilleri bulunmasın» buyurmuştur.

Bununla beraber, kitap ehlinden, müşriklerden ve münafıklardan olan bazı kimseler de vardır ki, Allah Ta'âlâ bunları diğerlerinden ayırarak zulmedenler diye isimlendirmiştir. İşte bunların da müslümanlara karşı ileri sürdükleri bir takım deliller vardır; ancak bunlar, küfür, inad ve düş­manlık sebebiyle ileri sürülmüş bir takım isnad ve iftiralardır ki, hiçbirine delil demek mümkün değildir. Kıble değişikliğine itirazda bulunan ve 142 nci âyette sufehâ diye isimlendirilen beyinsizler de işte bunlardır.

Allah Ta'âlâ, kitap ehlinin ve müşriklerin, müslümaniar aleyhinde ileri sürebilecekleri delil bulunmaması için, Beytu'l-Harâm'a yönelmeyi emret­tikten sonra, müslümanlara yönelttiği yeni bir emirle, «onlardan korkma­yın, benden korkun» buyurmuştur. Çünkü onların delilleri ne olursa olsun,

ilâhi bir emre müstenid değildir ve hiçbir kıymeti yoktur. İlâhi emir, Ka­be'nin kıble yapılması şeklinde tecelli etmiş ve böylece, ellerinde müslü­maniar aleyhine kullanabilecekleri bir delil de kalmamıştır. Artık müslü-rnanların, bu emre muhalefetle Allah'a isyan etmemeleri gerekir. Çünkü hesap gününün yegâne sahibi O'dur ve kendi emirlerine uyanları mükâfat­landıracak, veya isyan edenleri cezalandıracak O'ndan başkası yoktur. Bu sebeple, yalnız O'ndan korkmak gerekir.

Mescid-i Harâm'a yönelmek hususundaki emrin üçüncü defa tekrar edilmesindeki diğer sebep ise, âyet-i kerîme'de de açık bir şekilde görül­düğü gibi, Allah Ta'âlâ'nın müslümaniara tahsis ettiği nimetini tamamla­mak gayesine matuftur. Bu nimet, İbrahim ve İsmail tarafından inşa olu­nan Kabe'nin, müslümanlara müstakil bir kıble yapılması ve diğer milletle­rin onlara tâbi kılınmasıdır. Böyle bir kıblenin gerçekleşmesiyle, hem şeriat tamamlanmış, hem de diğer milletlerin müslümanlara tâbi kılınmasıye, İslâm ümmetine şeref kazandırılmıştır ki, her ikisi de, bu nimetin büyüklü­ğünü göstermeye yeterlidir.

İşte bu iki sebebin gerçekleşmesi için, yani hem ehli kitabın müslü­maniar aleyhine kullanabilecekleri delillerinin bulunmaması ve hem de müslümanlara ihsan edilen nimetin tamamlanması için, Allah Ta'âlâ, önce Hazret-i Peygamber'e, sonra da müslümanlara Kabe tarafına yönelmele­rini emretmiş ve «umulur ki sız de hidayete erersiniz» buyurmuştur. Bu ibareyi, hem Kabe'nin kıble yapılmasının sebep ve hikmetlerinden üçün­cüsü, hem de yukarıda açıkladığımız iki sebebin neticesi olarak kabul etmek mümkündür. Çünkü Allah Ta'âlâ, bu emriyle, önce kitap ehlinin delillerini çürütmüş, sonra da, şeriatının bir noksanını tamamlayarak hida­yet yolunu açmıştır.[165]

 

151 Nitekim Allah Ta'âlâ, gerek müslümaniar üzerindeki nimetini tamam­lamak ve gerekse, bu nimetin tamamlanmasının tabii bir neticesi olarak insanların hidayete ermelerini sağlamak için, daha önce de bu ümmetin içinden birini Peygamber olarak göndermişti. İşte bu Peygamber, Allah'ın vahdaniyetine, Muhammed (s.a.s.) in Allah'ın Peygamber'i olduğuna, Kur'ân'ın Allah tarafından vahiyle bu Peygamber'e gönderildiğine, kıya­met gününe, kısacası dinin usûl ve fürûuna dâir bir insanın hidayete ermesini sağlayacak ne kadar Kur'ân âyeti varsa bu âyetleri onlara oku­yup izah ediyor; en basit sebeplerle biribirlerini öldürmek, biribirlerinin mallarını gasbetmek, geçindirememek korkusuyla kendi çocuklarını bile telef etmek gibi içlerine işlemiş en kötü âdetlerden ve en çirkin ahlâktan onları arındırıp temizliyor, onlara, Kitap (Kur'ân)ı, bu Kitab'ın okunup yazılmasını, Kitap'taki ahkâmın esrar ve hikmetini, kısacası, onların bilmedikleri her şeyi onlara öğretiyordu. [166]

 

152 O halde, bülün bu nimetlere karşı, her insanın Rabb'ına şükretmesi gerekir. İşte, Allah Ta'âiâ, insanları hidayete erdirmek için, büyük bir nimet olmak üzere, Mescid-i Harâm'ı onlara kıble yaptıktan ve bu nimetin değe­rinin, Hazret-i Peygamber'in gönderilişiyle eş değerde olduğuna işaret ettikten sonra kendisine şükredilmesini istemiş ve «Ben'.i zikredin ki, ben de sizi zikredeyim; bana şükredin, fakat nankörlük etmeyin» buyurmuştur.

Zikir, Allah Ta'âlâ'yı hiçbir ân hatırdan çıkarmamak ve O'nu dâima anmaktır. O'nun esmâ-i husnâsını (güzel isimlerini) dil ile tekrarlamak, zikir olduğu gibi, yatarken, otururken, gezerken veya iş görürken, çevrede gözün görebildiği mahlûkata bakarak onların Hâhk'ını, bu Hâhk'ın kudreti­ni, iradesini ve diğer sıfatlarını kalben düşünmek de bir zikirdir. Bütün ibadetler, Allah'ın zikrine birer vesile olduğu için, insanı, O'nun huzuruna çıkarması bakımından namaz,zikirlerin en büyüğüdür. İnsan, ancak zikir sayesinde Allah'a yaklaşabilir. Nitekim Buhârî ve Müslim tarafından riva­yet edilen bir kudsl hadîste şöyle buyurufmuştur: «Ben, kulumun beni zannı yanındayım.Beni nefsinde zikrettiği zaman, ben de onu nefsimde zikrederim. Beni bir toplulukta zikrettiği zaman, ben onu daha hayırlı bir toplulukta zikrederim. O bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım, bana bir kulaç yaklaşırsa, ben ona iki kulaç yaklaşırım. O bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak giderim»[167].

Bu kudsı hadisten anlaşılan gerçek manâ şudur ki, insan, kul olarak, Rabb'ına ne türlü muamelede bulunursa, Rabb'ı da ona; o türlü muameie yapar: Kul O'nu zikrederse, O da kulunu zikreder; fakat kul O'nu unutursa, O da onu unutur. Ne var ki, her şey ve herkes Ona muhtaç olduğu halde,O,her şeyden ve herkesten müstağnidir ve bu sebepledir ki, O'nun kulunu unutması, o kul için en büyük hüsrandır.

Kulun Rabb'ını zikri, kendisine veriien nimetlere karşı, O'na şükret-meyi gerektirir. Çünkü insan, bu nimetlerin çokluğunu ve değerini, ancak, Rabb'ını zikrettiği zaman anlayabilir ve O'na şükreder. Rabb'ını zikretme­yen ve zikir için kendisini zorlamayan kimse ise, elbette O'nun kendisine ihsan ettiği nimetleri düşünemez. Düşünülmeyen ve hatırlanmayan nimet­lere de teşekkür etmek hiç mümkün değildir. İşte, Allah Ta'âiâ, Hazret-i Peygamber'i ve ümmetini, Mescid-i Harâm'ayönelttikten sonra, bu büyük nimet için Allah'ı zikretmelerini, sonra da, nankörlük etmeyip şükür bor­cunu ödemelerini emretmiştir.

Bu âyet-i kerîmeyle, insanlar için büyük bir nimet olan ve gerçek bir hidayet kaynağı sayılan ve bu sebeple Allah'ı şükretmeyi gerektiren kıble konusu tamamlanmış olmaktadır. Nerede bulunulursa bulunulsun, namaz kılarken Mescid-i Harâm'a yönelmek hususunda tekrar edilen emirler, kıble meselesine tam bir açıklık getirmiş ve bu sebeple Mescid-i Harâm'a yönelmek, bütün müslümanların ittifakıyle farz olmuştur. Ayrıca, kıble bilinip dururken ve o tarafa yönelmek imkânı varken, bir başka tarafa yönelerek kılınan namazların da butlanına, yani geçersizliğine hükmedil-miştir. Yine bu sebepledir ki, kıbleyle ilgili bu emirlerden sonra, bilhassa Mekke dışındaki şehirlerde ve daha sonraları İslâm Devletinin hududlan içine giren ülkelerde kıble tayini, yahut başka bir ifadeyle Mescid-i Ha-râm'ın bulunduğu yönün tesbiti, başlıbaşına bir iş olmuş ve bu işte gösteri­len itina ve ihtimam, müslümanlar arasında coğrafi bilginin artmasında ve Astronomi ilminin gelişmesinde belli başlı âmillerden sayılmıştır.

Allah Ta'âiâ, kıble hakkındaki hükmünü böylece bildirdikten sonra, hitabını mü'minlere yönelterek şövle buyurmuştur: [168]      

 

153. Ey  îman  edenler! Sabrederek  ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dile­yin; şüphesiz Allah sabredenlerle bera­berdir.

154. Allah yolunda öldürülen kimseler hak­kında «Ölüler» demeyin; aksine onlar diridirler; fakat siz anlamazsınız.

155. Sizi, herhalde, biraz korkuyla, biraz aç­lıkla ve biraz da mal, can ve ürünlerden yana   eksiltmekle   deneriz.    Öyleyse ,        (buna) sabredenleri müjdele.

156.  Nitekim bunlar, kendilerine bir musibet geldiği zaman, »biz Allah'a aidiz ve el­bette O'na döneceğiz» derler.

157.  Raflarından gelen mağfiret ve rahmet, işte onların üzerinedir; hidayete ermiş olanlar da onlardır.

 

Allah Ta'âlâ, daha önceki âyetleriyle kıbleyi değiştirmiş ve Mescid-i Harâm'ı kıble yapmıştı. Ancak, kıblenin değiştirilmesi, kitap ehli arasında itirazlara yol açmış ve onların müslümaniara karşı bir takım mesnedsiz deliller ileri sürmelerine ve bu delillerle aralarında fitne çıkarmak hevesine kapılmalarına sebep olmuştur. Ancak Allah Ta'âlâ, onların delillerini çü­rütmüş, mü'minle kâfirin, müslümanla münafığın birbirinden ayırt edilme­sine yardımcı olacak ölçüler getirmiş ve bunlara ilâveten, kıble olan Ka­be'yi, içinde barındıran Mekke'nin fethine ve kıble olması hasebiyle Ka­be'nin putlardan temizlenmesine götürecek olan yola da ışık tutmuştur. Çünkü İbrahim (a.s.) zamanında, vahdaniyet inancının timsali olarak inşa edilen ve şimdi de tekrar kıble yapılmak suretiyle yine bu inancın merkezi haline getirilen Kabe'nin, şirk yuvası olarak kalmasına artık müsade edi­lemezdi. Mekke'nin ve dolayısıyle Kabe'nin müşriklerden ve şirk alâmet­lerinden temizlenmesi gerekirdi. Kıble değişikliğiyle, şimdiye kadar olan ve bundan sonra olacağı iyice belirmiş bulunan hâdiseler, müslümanlar için son derece büyük nimetlere delâlet ettiği kadar, aynı derecede külfet­leri de beraberinde getiriyordu. Esasen külfetsiz nimet olması da düşünü­lemezdi. Bu sebeple, müslümaniara düşen iş, nimete karşı şükretmek, külfete karşı da sabır göstermekti. İşte bunun içindir ki, Allah Ta'âlâ, kıble âyetlerinin sonunda, nimetlerine karşı zikirle birlikte şükrü emretmiş, yu­karıdaki âyetlerin başında ise, bu nimetlerle birlikte gelmesi mukadder olan külfetlere karşı da sabrederek Allah'tan yardım dilenmesini istemiştir. Bu külfetin içerisinde, belki Mekke'nin, belki de bir başka yerin veya ülkenin fethi sırasında, fakat herhalde Allah yolunda öldürülmek bulun­duğu kadar, korku, açlık ve mal kaybı gibi insana katlanması zor gelen felâketler de olabilir. Binaanaleyh bütün bunlara sabretmek ve bu sabrın mükâfatına hak kazanmak gerekir. İşte, Allah Ta'âlâ, kıblenin değiştiril­mesinden sonra, müslümaniara ihsan edilmiş olan nimetlere karşılık, yüklenmeleri gereken külfetlere işaret etmek ve onların, bu külfetler karşısında sabır göstermeleri gerektiğini göstermek maksadıyle şöyle buyur­muştur: [169]  

  

153. Ey îman edenler! Sabrederek ve namaz kılarak (Allah'tan) yardım dileyin; şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.,

 

153-  Ayet-i kerîme'de mü'minlere yöneltilen ilk emir, Allah'tan yardım dilemekle ilgilidir. İnsan, ne çeşit iş peşinde olursa olsun, bu işin tamam­lanması için Allah'ın yardımına muhtaçtır. Bu yardım olmaksızın işin neti­ceye ulaşması mümkün değildir. Bu sebepledir ki, Fatiha sûresinin ilk âyetlerinde hamdin yalnız Allah'a mahsus olduğu ve yalnız O'na hamde-dilmesi gerektiği bildirildikten sonra, bu gerçeği kabul eden insanın, yalnız O'na ibadet edip yalnız O'ndan yardım istediği belirtilmiştir. Yalnız Allah'a ibadet etmek ve yalnız Allah'tan yardım istemek.. İşte İslâm'ın temel kaidesi budur. Nitekim daha önce üzerinde durduğumuz 43-45 inci âyet­lerde de, yahudîlere yöneltilen nasihatlarda ve emirlerde, namaz kılıp zekât vermeleri ve rükû edenlerle birlikte rükû etmeleri istendikten sonra, sabırla ve zekâtla Allah'tan yardım dilemeleri emredilmiş, bununla bera­ber bu işin, Allah'tan korkanlardan başkasına güç geleceği belirtilmiştir. Allah'tan korkanlar, yani mü'minler için böyle bir güçlüğün artık söz ko­nusu olmaması gerekir. Nitekim namazlarını hiç terketmeyen ve her va­kitte müteaddit defalar Fatiha sûresini okuyan mü'minler, her seferinde «yalnız Allah'a ibadet eder ve yalnız Allah'tan yardım dileriz» derler.

Allah'ın yardımını dilemek, mücerred bir yardım isteği değildir. Yuka­rıdaki âyet-i kerîme'den de anlaşıldığı gibi bu istek, sabır ve namaza bağlı olan bir istektir. Çünkü insan, gerçekleşmesini istediği bir işin çeşitli güç­lüklerini ancak sabrederek göğüsleyebilir ve bu esnada da Allah'tan yar­dım dileğinde bulunur. Bu dilek ise, ibadetlerin en büyüğü olan namazla gerçekleşir. Allah Ta'âlâ, Meâric sûresinin 19-23 üncü âyetlerinde «İnsa­nın hırsına düşkün yaratılmış olduğunu, kendisine şer dokunduğu zaman feryadı basıp sabırsızlık gösterdiğini, hayır dokununca da cimrilik ettiğini» beyan buyurduktan sonra «namaz kılanların ve namazlarına devam eden­lerin böyle olmadıklarını» bildirmiştir ki, bu beyan, namazla birlikte sabrın ne derece kolaylaşmış olduğunu göstermeye yeterlidir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'in rivayet ettiği (Musned, iv. 388) bir hadîsten öğrendiğimize göre, Hazret-i Peygamber, kendisine bir şey isabet ettiği zaman, hemen namaz kılardı. Bu namaz, şüphesiz, mücerred yatıp kalkmaktan ve bazı âyet ve duaları okumaktan ibaret değildir. Bu namaz, Allah Ta'âlâ'nın Ankebût sûresinin 45 inci âyetinde de tavsif ettiği gibi, insanları her türlü kötülükten alıkoyan bir namazdır. Eğer kılınan namaz, insanı bu kötülük­lerden alıkoymazsa, onun faydası nedir?

İşte Allah Ta1 âlâ, dinde sebatı sağlamak ve onu düşmanların her türlü tecavüz ve tasallutlarından korumak için, maruz kahnabilecek çeşitli teh­like ve güçlüklere karşı koyabilmek maksadıyle, mü'minlere, sabrederek ve namaz kılarak Allah'tan yardım dilemeleri tavsiyesinde bulunmuş, sonra da, ancak namazla teyid olunan bir sabrın mü'minleri başarıya ulaştıracağını göstermek için, «Allah, muhakkak sabredenlerle beraber­dir» buyurmuştur. Bundan anlaşılan manâ şudur ki, siz, sabrederek ve namazla bu sabrınızı takviye edip Allah'ın yardımını dilediğiniz takdirde, Allah mutlaka sizin bu duanızı kabul edecek ve sizi yardımsız bırakmıya-caktır. Allah'ın yardımına nail olan kimse ise, sabrının mükâfatını görecek, arzu ettiği neticeye ulaşacaktır; çünkü kimin yardımcısı Allah olursa, hiçbir güçlük onu mağlup edemez.

Bazan sabrı gerektiren güçlük çok daha ağır ve şiddetli olabilir ve dinin düşmanlara karşı korunmasında bir çok kimse hayatını kaybedebilir. Allah Ta'âlâ, müteakip âyette, din uğrunda hayatlarını kaybedenlerden sözederek şöyle buyurmuştur: [170]

 

154. Allah yolunda öldürülen kimseler hak­kında «ölüler» demeyin; aksine onlar diridirler; fakat siz anlamazsınız.

 

154 Ölüm... Bu, jşüphesiz, bir insanın başına gelmesi mukadder olan bir akıbettir. Bazılarına göre bir musibet, bazılarına göre de, dünyanın diğer musibetlerinden bir kurtuluş olarak değerlendirilir. Fakat Allah yolunda ölmek veya öldürülmek, ne bir musibet ve ne de çeşitli musibetler altında ezilmiş olan bir insanın bu musibetlerden kurtuluş çaresidir. Aksine, Allah yolunda ölen kimsenin yine Allah katında hiç kimseye sunulmamış olan erişilmesi güç bir mevkiye getirilip oturtulmasıdır ki, biz bu mevkiye veya mertebeye şehldtik mertebesi diyoruz.

Kur'ân-ı Kerîm'in hiçbir sûresinde «şehîd» veya «şehâdet» kelimeleri bu manâda kullanılmamıştır. Şehld kelimesine delâlet etmek üzere dâima «Allah yolunda öldürülen» tabiri tekrar edilmiştir. Meselâ yukarıdaki âyet­ten başka Al-i İmrân sûresinin 169 uncu âyetinde «Allah yolunda öldürülenleri ölüler sanma»; yine aynı sûrenin 157 nci âyetinde «eğer Allah yolunda öldürülür, ya da ölürseniz, Allah'ın bağışlaması ve rahmeti, topla­dıkları dünyalıktan çok daha iyidir»; Muhammed sûresinin 4 üncü âyetinde de «Allah yolunda öldürülenlerin amellerini Allah zayi etmiyecektir» de­nilmiştir.

«Şehld» kelimesi, Hazret-i Peygamber'den rivayet edilen bir çok sahih hadiste kullanılmış ve kelime, bu hadisler vasıtasıyle şöhret kazan­mıştır. Hazret-i Peygamber'in, Allah yolunda öldürülenleri «şehld» diye isimlendirmesi, ya rahmet meleklerinin şehidin gasil ve naklinde hazır bulunmaları dolayısıyledir; çünkü «şehâdet» kelimesi âlimu'l-gaybi ve'ş-schâde ibaresinde olduğu gibi, gayb'm zıddı olan hazır manâsındadır. Nitekim Müslim tarafından rivayet edilen bir hadîste (Sahîh, iv. 191S), Uhud savaşında düşman tarafından burnu ve kulakları kesilerek zâlimce öldürü­len Câbir'in babası Abdullah'ın başında ağlayan kızına veya kızkardeşine Hazret-i Peygamber şöyle demiştir: «Niçin ağlıyorsun? O, kaldırılıncaya kadar melekler onu kanatlarıyle gölgelendirmişlerdir». Yahut, Allah'ın ve meleklerinin, şehidin Cennet nimetlerinden faydalanmasına şehâdet etmeleri, yahutta ölmeyip Allah katında zinde bir şekilde hazır olması dolayısıyle ona şehld denilmiştir.

Şehldlerin Allah katında kazanmış oldukları mertebe, Hazret-i Pey­gamber tarafından muhtelif hadîslerinde belirtilmiştir. Bu hadîslerden biri şöyledir: «Hiçkimse, Cennet'e girdikten sonra, yeryüzünde sahip olacağı bir takım şeyler bulunsa bile, dünyaya tekrar dönmek istemez; ancak şehld bundan müstesnadır. Çünkü o, görmekte bulunduğu kerametten dolayı tekrar tekrar dünyaya dönmeyi ve on kerre öldürülmeyi temenni

eder[171]

Hazret-İPeygamber bizzat kendisi de aynı temennide bulunmuş ve «nefsim yed-i kudretinde olan Allah'a yemin ederim ki, ben, Allah yolunda öldürülmeyi, sonra diriltilmeyi, sonra öldürülmeyi, sonra diriltilmeyi, sonra öldürülmeyi sonra diriltilmeyi, sonra tekrar öldürülmeyi ne kadar isterdim[172] demiştir.

Başka bir hadîsi de şöyledir: «Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda şehîdin vücudunda açılan her bir yara, kıyamet gününde, yeni açıldığı andaki şekli üzere gelecektir: Rengi kan rengi, fakat kokusu misk kokusudur[173]

«Şehi­din Allah katında altı hasleti vardır: Vurulup da birden kanı boşandığı zaman günahları affolunur; Cennet'te kendisine ayrılan yeri görür; kabir azabından kurtulur; haşirkorkusundan emin olur ve iman zinetine bürünür; hûr-i lyn ile evlendirilir; akrabasından yetmiş kişiye şefaat olunur».

Şehîdler için vadolunan bu mükâfat, şüphesiz, Allah yolunda vuru­şurken ölen kimseler içindir. Nitekim bir bedevi, Hazret-i Peygamber'e şu soruyu sorar: «Yâ Rasûlallah! Bir kısım insan, ganimet için savaşa katılır; bir kısım insan, halk arasında anılmak için, bir kısım insan da, kahramanlık­taki derecesi görülsün diye savaşır. Şu halde, Allah yolunda cihad eden kimdir?» Hazret-i Peygamber ona şu cevabı verir: «Kim Allah'ın kelimesi yüce olsun diye cihad ederse, o mücahidin cihadı Allah yolundadır[174]. (Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, in. 206; Müslim, Sahîh, m. 1512). Bu hadis, yapılan işin, onu yapanın niyetine göre değerlendirileceğini göstermektedir. Nitekim Müs­lim de, kitabında «ameller niyete göredir» hadisini biraz ileride zikretmiş ve «cihad ve diğer ameller de buna dâhildir» sözünü bâb başlığı yapmıştır,

Hazret-i Peygamber başka bir hadisinde de, şehldlerin çeşidlerini bildirerek şöyle buyurmuştur: «Şehîdler beştir: Tâ'ûn (veba)dan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan, yıkık altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehld olan[175]

Başka bir hadisinde de «kim malını korumak uğrunda öldürülürse, o şehîdtir; dini ve ırzı uğrunda Ölenier de şehldtir[176] demiş

bir hadisinde de zâtulcenbten ölenleri, yanarak ölenleri ve karnındaki çocukla ölen kadınları şehld olarak zikretmiştir.

Ancak, Allah yolunda öldürülüp şehld olanlarla, diğer şehîdler ara­sında fark vardır. Bu fark, onların, gasil ve defin işlerinde de açıkça görülür. Allah yolunda ve savaş alanında ölen kimse, yıkanmadan, kanı ve elbise­siyle defnolunur; Hanefîlere göre namazı da kılınır; fakat Mâlikllere ve Şâfiîlere göre namazı kılınmaz. Hazret-i Peygamber'in hadislerinde zik­redilen diğer şehîdler ise, ecelleriyle ölen müslümanlar gibi, yıkanıp kefen­lendikten ve namazları kılındıktan sonra defnolunurlar.

Burada şunu da belirtmek gerekir ki, şehld olmak için, insanın bile bile kendisini ölüme atması doğru değildir. Çünkü onun görevi, her şeyden önce dînini ve vatanını düşmana karşı korumaktır. Bu görevi yaparken öldürülürse şehldlik mertebesine erişir; aksi halde görevden kaçmış olur ki, Allah'a karşı sorumlu olur.

İşte, Allah Ta'âlâ, gerek hakka davet ve gerekse bu hakkın müdafası yolunda öldürülen ve böylece şehldlik mertebesini kazanan mü'minlerin faziletlerine işaret ettikten sonra, umumi olarak bütün mü'minlerin başına gelebilecek musibetlerin, onları imtihan etmek gayesine matuf olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: [177]

 

155. Sizi, herhalde, biraz korkuyla, biraz\aç-lıkla ve biraz da mal, can ve ürünlerden yana    eksiltmekle   deneriz;   öyleyse (buna) sabredenleri müjdele.        

156. Nitekim bunlar, kendilerine bir musibet geldiği zaman, «biz, Allah'a aidiz ve el­bette ö'na döneceğiz» derler.

157. Rab'larından gelen mağfiret ve rahmet, işte onların üzerinedir; hidayete erimiş olanlar da, yine onlardır.

 

155  Yukarıdaki âyetler, Allah Ta'âiâ'nın kulları hakkında koymuş olduğu bir sünnetin açık ve kesin ifadesidir. Değişmesi mümkün olmayan bu ilâhi sünnete göre, her insan, yaşamakta olduğu dünya hayatında, bir takım belâ ve musibetlere maruz kalacak ve her insan, bunların acısını az veya çok, kendi nefsinde hissedecektir. Ayet-i kerlmelerdeki hitap mü'minlere yöneltilmiş olduğu cihetle, onların da bu belâ ve musibetlerden hisselerine düşeni alacakları muhakkaktır; yani onlara mü'min oldukları için bir imti­yaz tanınmamıştır; imanlarına rağmen, dünya hayatının çeşitli acılarıyle karşılaşacak ve onları tadacaklardır. Bu acılara, yukarıdaki âyet-i kerîme­lerde bazı örnekler verilmiştir. Bunlardan birincisi korkudur ve umumiyet­le, bir musibet gelmeden önce, onun geleceği endişesinin sebep olduğu ruh halidir. Savaş korkusu, salgın hastalık korkusu, açlık korkusu, deprem korkusu ve buna benzer diğer felâketlerin sebep olduğu korkular. İnsan, varoluşundan itibaren, ister mü'min olsun, ister kâfir olsun, bu çeşit felâ­ketlerle karşı karşıya gelmenin, veya bu felâketlerin içinde yaşamanın korkusunu dâima hissetmiş, acısını çekmiştir. Ayet-i kerlme'de zikredilen açlık da, korku gibi, mü'min veya kâfir, her insanın başına gelebilecek musibetlerdendir. Keza savaş, hastalık, yangın, deprem ve sel gibi felâ­ketlerin sebep olduğu mal ve can kaybıyle elverişsiz hava şartlarının yol açtığı kıtlık da, aynı musibetlerdendir ve bunların hiçbirinden mü'minler muaf tutulmamışlardır. İşte, Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de, çeşitli felâket­lerin sebep olduğu bu musibetleri birbiri arkasına sayarken, bunların, mü'minleri denemek ve imtihana tâbi tutmak, onların, bu gibi felâketler karşısında, ne derecede sabır gösterip imanlarını muhafaza edebilecekle­rini ölçmek maksadına matuf olduğunu bildirmiştir. Eğer mü'minler, sa­dece mü'min oldukları için bu çeşit felâketlerden muaf tutulmuş olsalardı, îmanın değerini anlamaktan âciz kalırlar, onu müdafa ve muhafaza etmek hususunda hiçbir gayret göstermezlerdi. Oysa bilinen bir gerçektir ki,

insanların hepsi de İman etmiş değillerdir ve îman etmiş olanlar, dâima, iman etmemişlerin düşmanı olmuşlardır. Bu düşmanlığın hiçbir zaman ortadan kalkmiyacağı gözönünde bulundurulursa, îman, veya daha geniş ifadesiyle dîn, bu düşmanlığın tabiî bir neticesi olarak, düşmanların saldırı­sına maruz kalacak, çeşitli vesilelerle ortadan kaldırılıp yok edilmesine çalışılacaktır. O halde, mü'min, bunlara karşı dînini ve îmanını korumak mecburiyetindedir. Onun bu mecburiyeti hissetmesi ise, ancak dînine bağlı kaldığı sürece mümkündür. Aksi halde, can ve mal korkusu, onun, saldırıya uğrayan dininden yüz çevirmesine sebep olur ki, işte bu hâdise, âyet-i kerîme'de sözü edilen deneme veya imtihanın aslî konusunu teşkii eder. O halde insan, dînini ve imanını korumak için, düşmanlarının çeşitli saldırıları neticesinde ortaya çıkabilecek felâketleri sabırla karşılamak ve onlara mukavemet etmek zorundadır. Ancak bu sabır, sadece düşmanla­rın sebep oldukları felâketlere değil, fakat Allah Ta'âlâ'nın deneme mak-sadıyle verdiği her çeşit musibete karşı da gösterilmelidir; çünkü bunun hedefi de diğerinde olduğu gibi, imanın korunmasıdır ve insan, ne çeşit musîbet olursa oisun, ancak ona sabredebildiği zaman îmanını koruyabi­lir. İşte, Allah Ta'âlâ, âyet-i kerîme'de bu gerçeğe işaret ettikten sonra, Hazret-i Peygamber'e hitapla, çeşitli musibetler karşısında sabredip îmanlarını koruyanları, zaferle ve güzel akıbetle müjdelemesini emretmiş­tir. [178]

 

156 Çünkü bunlar, kendilerine herhangi bir musibet eriştiği zaman, «biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz» derler. Onların bu sözü; hiçbir musibetin sarsamadığı, fakat peşpeşe gelen felâketlerin daha çok kuvvet­lendirdiği bir îmanın eseridir. Bu söz, elbette, manâsı anlaşıimaksızın ağızlardan kuru kuruya dökülen birtakım kelimelerden de ibaret değildir. Aksine bu söz, Allah'ı bütün âlemlerin yaratıcısı ve hesap gününün tek sahibi olarak bilen ve buna bütün kalbiyle inanan mü'minin sözüdür. O mü'min, şuna da inanır ki, kâinatta ne varsa, hepsi Allah'ın elindedir ve hepsini de dilediği gibi kullanır. Eğer bir kulunun başına bir musîbet vermişse, bu, Onun değişmez sünnetinin bir neticesidir ve kendisince bilinen bir hikmeti vardır. Mademki bizi yaratan, yaşatan öldürecek olan, sonra tekrar diriltip huzurunda hesaba çekecek olan O'dur; kısacası biz O'na aidiz ve bizim asıl sahibimiz O'dur; o halde, O'nun bizim hakkımız­daki tasarrufuna biz ne diyebiliriz? Yahut buna sabretmekten başka ne yapabiliriz? Eğer O, bizim hakkımızda bin musibete razı olmuşsa, bizim buna rıza göstermememiz, îmanımızı yitirip yok etmekten başka, bize ne kazandırır? İşte insan, kendisine-bu soruları yönelttiği zaman, musibetler karşısında sabretmesi gerektiğini anlar ve bu musibetlerin, kendisi hakkında hayra dönüşmesi ve akıbetinin güzel olması için yaradanına dua eder. Nitekim Müslim tarafından rivayet edilen (Sahîh, ıs. 632) bir hadîsinde, Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: «Kendisine bir musibet geldiği zaman, biz Allah'a aidiz ve elbette O'na döneceğiz, diyen ve Allah'ım, bu musibetimin ecrini bana ver ve beni ondan daha hayırlı bir neticeye ulaştır, diye duâ eden hiçbir kul yoktur ki, Allah onun ecrini vermemiş ve iyi bir neticeye ulaştırmamış olsun».

Burada şunu da hatırlatmak gerekir ki, bir musîbet karşısında gösteri­len sabra, o musibetten dolayı insanın duymuş olduğu üzüntü, hiçbir surette aykırı değildir; çünkü mü'minin kalbi rikkat ve rahmetle doludur ve herhangi bir musîbet karşısında hissiz ve katı kalması mümkün değildir. Buhârî ve Müslim tarafından nakledilen bir hadîse göre, oğlu İbrahim'in ölümüne ağlayan Hazret-i Peygamber'e «sen bunu bize menetmemiş miydin?» denildiği zaman, Hazret-i Peygamber, ağlamasının bir rahmet eseri olduğunu bildirmiş ve «göz, yaş döker; kalp, hüzünlenir. Biz, Allah'ın razı olduğu şeyden başkasını söylemeyiz. Ey İbrahim, biz, senin ayrılığın dolayısıyle mahzunuz[179] demiştir.

Bundan da anlaşılmaktadır ki sabtr, musibetler karşısında katı kalplilik, yahut duygusuzluk değil, fakat rahmet ve rikkatten ileri gelen bir üzüntüyle birlikte Allah'ın takdirine rıza göstermektir. Ancak bu üzün­tünün aşırı dereceye ulaşmaması ve insana dini vecîbelerini unutturup onu ilâhi takdire isyan eder bir hale getirmemesi gerektiğini de unutma­mak lâzımdır. Zira büyük tehlike buradadır ve çeşitli musibetler karşısında bazan îmanın yok olması da bu sebeptendir.

O halde, gerçek sabır, âyet-i kerîme'de de belirtildiği gibi, bir musibet

karşısında, kalp hüzünlense bile, bunun Allah'tan geldiğini bilerek, «biz, Allah'a aidiz ve zâten O'na döneceğiz» diyebilmektir. [180]

 

157 İşte, Rab'larından gelen mağfiret ve rahmet, bu sözü kalpten söyleyipde sabredebilenleredir. Bunların, hem Rab'ları katında, hem de diğer insanlar nazarında yüksek mertebeleri vardır. Bu mertebe sayesinde,

günahları mağfiret olunacağı gibi, kendilerine tahsis edilen rahmetle de,maruz kaldıkları musibet, dünyada eşine rastlanmayan bir nimete dönü şür. Sabrın kendilerine kazandırdığı selâmetle, hak olan, Allah'ın rızasına

uygun bulunan yola yöneltilmiş olanlar da işte bunlardır.

Allah Ta'âlâ, daha önceki âyetlerinde yer alan açık ve kesin emirlerle, Kabe'yi kıble yaptıktan ve böylece müslümanlara Mekke'nin fethini işaret ederek, karşılaşabilecekleri çeşitli felâketler karşısında sabrı tavsiye ettik­ten sonra. İbrahim dininin ihyasına vesile ve bunun gerçekleşmesi yolunda i!k büyük müjde olmak üzere, Safa ve Merve tepelerinin tavafını İslâm'ın alâmeti olarak belirtmiş ve şöyle buyurmuştur: [181]

 

158. Safa ve Merve, Allah'ın alâmetlerinden-dir. Bundan-dolayı kim Beyt (Kabe) i hacceder, yahut umre yaparsa, her iki­sini tavaf etmesinde bir beis yoktur. Kim gönlünden bir iyilik yaparsa, şüphesiz ki Allah, (iyiliğe) iyilikle mukabele eden ve (bunu hak edeni) hakkıyle bilendir.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, Allah Ta'âlâ, kıbleyi değiştirdikten ve müslümaniara o tarafa yönelmelerini emrettikten sonra, bunu kitap ehlinin ve bilhassa yahudlierin müsiümanlar aleyhine kullanabilecekleri delilleri hükümsüz kılmak, aynı zamanda müsiümanlara ihsan ettiği nimetini ta­mamlamak için yaptığını açıklamış, bununla beraber, müslümanların elde ettikleri bu nimetlere karşı, bazı külfetlere ve bilhassa kendilerini denemek maksadıyle üzerlerine gönderilen bir takım musibetlere katlanmalarını ve sabır göstermelerini onlara tavsiye etmiştir.

Kıblenin değiştirilmesinde, müsiümanlar için büyük bir müjde vardı. Bu müjdeyle, Mekke'nin fethedileceği ve Kabe'nin putlardan temizlene­ceği haber veriliyordu. Her ne kadar geçtiğimiz âyetlerde, bu husus açıkça beyan edilmemiş ise de, Kabe'nin kıble yapılmasından bu manâyı çıkar­mamak mümkün değildir. Çünkü esası tevhld olan bir dînin kıblesi, içi şirk alâmeti olan putlarla dolu bir ev olamazdı. Bununla beraber Allah Ta'âlâ, böyle bir evi yine de kıble yapmış ve müsiümanlara yüzlerini o tarafa çevirmelerini emretmiştir. Bundan sonra bu kıblenin değiştirilmesi düşü-nülemiyeceğine göre, değişmesi gereken başka bir şey vardı ve o da, Kabe'nin şirk alâmetlerinden temizlenip tevhide alâmet yapılmasıydı. Bu da ancak, Mekke'nin fethiyle müşriklerden ve müşrikpisliklerinden temiz­lenmesine bağlıydı. Bu sebepledir ki, Kabe'nin kıble yapılmasında, Mek­ke'nin fethine açık bir işaret bulunduğunu kabul etmemek mümkün değil­dir. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerimeyle, Mekke'de bulunan Safa ve Merve tepelerinin tavafı hakkında gelen yeni bir hüküm, Mekke'nin fethiyle ilgili işareti daha çok kuvvetlendirmiş ve daha belirli bir şekle sokmuştur. Bu iki tepe hakkında Allah Ta'âlâ şöyle buyurmuştur: [182]

 

158. Safa ve Merve, Allah'ın alâmetlerinden-dir. Bundan dolayı kim Beyt (Kabe) i hacceder, yahut umre yaparsa, her iki­sini tavaf etmesinde bir beis yoktur. Kim s,  gönlünden bir iyilik yaparsa, şüphesiz ki

Allah, (iyiliğe) iyilikle mukabele eden ve (bunu hak edeni) hakkıyle bilendir1.

 

158  Safa ve Merve, Mekke'de, Kabe'nin hemen yanında ve bugünkü haliyle ravaklar altına alınmış iki tepeciktir, tepeler arasında 760 zira, veya takriben 500 metrelik bir mesafe vardır. Bu iki tepeciğin, İbn Abbâs'tan rivayet edilen bir kıssası Buhârl tarafından nakledilmiştir. Bu kıssa özetle şöyledir: İbrahim (a.s.), emzikli olan eşini ve küçük oğlu İsmail'i Mekke'ye getirip Kabe'nin yanındaki Zemzem suyunun bulunduğu yere, büyük bir ağacın altına bırakır. Tabii o sıralarda, ne Kabe inşa edilmiştir ve ne de Zemzem suyu vardır. Hattâ Mekke diye bir şehir olmadığı gibi, oradan gelip geçen bir insan bile yoktur. İbrahim (a.s.), eşini ve oğlunu bu ıssız vadide, yanlarında bir miktar hurma ve biraz da su ile bırakıp onlardan ayrılır. Ayrılırken eşinin «ey İbrahim! Bizi hiçbir insanın ve hiçbir şeyin bulunmadığı bu ıssız vadide bırakıp nereye gidiyorsun?» sorusunu cevap­sız bırakır. Fakat eşi, «bunu sana Allah mı emretti?» dediği zaman, İbra­him, «evet» der ve ellerini kaldırarak İbrahim sûresinin 37 nci âyetinde de zikredilen şu duayı yapar: «Rabb'ımız! Zürriyetimden bazısını, senin Beyt-i Harâm'ıntn yanındaki ekinsiz bir vadiye, namazı kılsınlar diye yer­leştirdim. Sana şükretmeleri için insanların onları sevmelerini ve çeşitli meyvelerle rızıklanmalarını sağla». İbrahim (a.s.), yanlarından ayrıldıktan sonra, eşi, hurma ile bir süre idare ettiği gibi, oğlunu da emzirerek ve su vererek besler. Fakat su bitince, hem kendisi, hem oğlu susuzluktan kıvranmaya başlarlar. Çaresizlik içinde ve bir şey bulmak ümidiyle, bulun­dukları yere en yakın olan Safa tepesine çıkar; fakat bir şey göremez. Oradan iner ve bir şeyler arayan ve bulmak için koştururcasına yürüyen bir insan haliyle Safâ'nın karşı tarafında bulunan Merve tepesine yönelir. Tepeye çıkar, kimseyi göremez. Oradan tekrar Safâ'ya döner ve böylece iki tepe arasında yedi defa koştururcasına, fakat üçüncü seterden sonra takati iyice kesilmiş olarak gider gelir. Yedinci seferinde ve Merve üze­rinde bulunduğu sırada bir ses işitir; oğlunun bulunduğu tarafa yönelir. İşte o zaman, bir meleğin kanatlarıyle kumu kazdığını ve oradan Zemzem suyunun kaynadığını görür[183]

Buhârî tarafından nakledilen bu hâdise, öyle anlaşılıyor ki, İbrahim'in tekrar Mekke'ye dönmesinden ve oğlu İsmail'in büyüyüp Kabe'yi bera­berce inşa etmelerinden sonra, bir hatıranın ihyası olarak hafızalardan silinmemiş ve Allah'ın verdiği nimete şükran borcunun ödenmesine vesile olması için, iki tepenin tavafı hac menâsikinden biri sayılmıştır. Çünkü böyle bir hâdise olmaksızın, İslâmiyetten çok önceleri câhiliye Araplarının bu tepeleri tavaf etmelerini başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir. Mekkeli müşriklerin her iki tepeye kendi putlarını dikmeleri ve böylece İbrahim devrinde hac menâsiki arasındalfa edilen bir işi putlar için yapma­ları daha sonraki devirlere aittir. Bu yüzdendir ki, Medînetiler, Kabe'yi ziyaret ettikleri zaman bu tepeleri tavaf etmekten vazgeçmişlerdir; çünkü onlar, Mekkelilerin putlarına itibar etmiyorlardı. İslâmiyetin gelişinden sonra ve hac henüz farz kılınmadan önce de müslümanlar, Kabe'yi ziyaret ediyorlar, fakat Safa ve Merve'nin tavafına cesaret edemiyorlardı. Çünkü bu iki tepe, Buhârî tarafından rivayet edilen bir haberden de anlaşıldığı gibi, üzerlerine dikilen putlar sebebiyle, câhiliye alâmetlerinden biri olmuş­tu. Buhârî'de yer alan bu habere göre, Enes İbn Mâlik, «siz, Safa ve Merve arasında sa'yetmeyi hoş karşılamaz mıydınız?» diyen Asım İbn Süley­man'a «evet, çünkü câhiliye alâmetlerinden oldu» cevabını vermiştir[184].

İslâm, şirki ortadan kaldırmak ve İbrahim dînini ihya etmek için gel­miş, bütün hazırlıklar da bu gayeye matuf olarak yürütülmüştür. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ilk iş olarak şirkin merkezi olan Mekke'nin fethi ve şirk pisliğinden temizlenmesi gerekiyordu. Allah Ta'âlâ, bu işin gerçekleş­tirilmesi için ilk işaretini vermiş ve Mekke'deki Kabe'yi müslümanlara kıble yapmıştır. İkinci işaret ise; yukarıdaki âyet-i kerîmeyle, müslümanların îfasında tereddüt gösterdikleri Safa ve Merve'nin tavafına izin vermekle belirdi. Allah Ta'âlâ, bu tavafın câhiiiye alâmetlerinden değil, aksine Al­lah'ın, yahut İbrahim dininin, yahutta İslâmiyetin alâmetlerinden olduğu­nu, binâanaleyh bu tavafı yapmakta hiçbir beis, hiçbir günah bulunmadı­ğını bildirerek, önce müslümanlan bunu yapmakta serbest bırakmış, sonra da, kim gönlünden bir iyilik, yahut hayırlı bir iş yaparsa, bunun karşılıksız kalmıyacağını bildirmek suretiyle, bu tavafın yapılmasının yapılmamasından çok daha hayırlı olduğuna işaret etmiştir. İşte bu işaret sebebiyledir ki, Hanefîter dışında, müslümanların çoğunluğu, Safa ve Merve arasındaki Sa'y'i haccın rüknü olarak kabul etmişler ve hacceden kimseye sa'y farzdır, demişlerdir. Hanefîler ise, sa'y'irı vâcib olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu vücûb, mevsiminde yapılan hac menâsiki için olduğu kadar, âyet-i kerîme'den de anlaşıldığı gibi, mevsim dışında yapılan ve ziyaret manâsına gelen umre için de söz konusudur.

Allah Ta'âlâ, gerek hac esnasında olsun, gerek umrede olsun, Safa ve Merve'yi gönülden tavaf edenlerin ve hattâ daha umumî manâda, bu ibadetler dışında fazladan hayır işleyenlerin amellerini hiçbir surette karşı­lıksız bırakmaz. Kimin ne yaptığını O'ndan daha iyi bilen yoktur.

Ayet-i kerîme'de Allah Ta'âlâ, gönülden iyilik yapanlara karşı kendi­sini Şâkir olarak isimlendirmiştir. Şâkir, şükreden manasınadır ve bir nimete karşılık, o nimeti ihsan edene teşekkür etmek manâsındaki şükür­den ism-i faildir. Buna göre Şâkir'm, âyet-i kerîme'de mecazî manâda kullanıldığı anlaşılır. Çünkü kulların işlemiş oldukları her çeşit iyiliğin, Allah Ta'âlâ'ya değil, ancak kendilerine faydası vardır ve Allah Ta'âlâ, kulların­dan hiçbirine hiçbir hususta muhtaç değildir. Bununla beraber O, kendisini Şâkir olarak isimlendirmekle, aklını kullanabilenlere yüksek bir edeb ve terbiye dersi vermiştir. Evet; Allah Ta'âlâ, kullarının yapacakları iyiliklere muhtaç olmadığı ve bu iyiliklerin kendisine hiçbir faydası bulunmadığı halde, kendisini bu iyiliklere karşı şükreden olarak gösterirse, kullarının O'nun ihsan ettiği bunca nimetlere şükretmeyip nankörlük etmeleri nasıl mümkün olur?

Allah Ta'âlâ kıbleyi değiştirerek ve Safa ile Merve'yi dînin alâmeti olmak üzere yeniden ihya ederek şirkin yok edilmesi için Mekke yolunu müslümanlara gösterdikten ve bu arada, kıble değişikliği üzerine, umumî olarak kâfirler, hususî olarak da yahudller tarafından ileri sürülen itiraz ve delilleri çürütüp hükümsüz bıraktıktan sonra, kitap ehline karşı yönelttiği hamlelere devam etmiş ve şöyle buyurmuştur: [185]

 

159. İndirdiğimiz, apaçık delilleri ve irşadyol­larını,  Kitapta insanlara açıklamamız­dan sonra gizleyenler... İşte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecek olanlar lanet eder.

160.  Ancak tövbe edenler, ıslâh olanlar ve (doğruyu) açıklayanlar müstesna. Bun-lann tövbelerini kabul ederim. (Çünkü dâima) tövbeleri kabul eden, bağışlayan benim.

161- Küfredenler ve kâfir olarak ölenlere ge­lince, Allah'ın, meleklerin ve bütün in­sanların laneti bunların üzerinedir.

162. Bu lanette daimîdirler; onlardan azâb hafifletilmiyeceğı gibi, onlara (kurtula­bilirler ümidiyle de) bakılmaz.

 

Daha önceki âyetlerin tefsirinde de müteaddit defalar işaret olunduğu gibi, kitap ehli âlimleri, hahamları ve râhibleri, kendi kitaplarında, Hazret-i Peygamber'in geleceğini müjdeleyen ve sıfatlarını açıklayan metinleri, Mâide sûresinin tefsirinde (âyet 44) zikri geçecek olan zaninin recmi gibi bazı seri nasslan, herhangi bir ihtiyaç ânında, veya bunlardan sorulduğu zamanlarda gizliyorlar, kitaplarında böyle şeylerin olmadığını ileri sürerek inkâr ediyorlardı. Bazan da, bu gizlemeyi, ya yazılı metinleri tahrif ederek yapıyorlar, yahutta bu metinleri açıklarken, onları asil manâları dışında tevil ederek manâlandırıyorlar ve dinleyenlere gerçekle ilgisi olmayan, yalan yanlış bilgiler aktarıyorlardı. Kıblenin değiştirilmesinden sonra or­taya çıkardıkları fitne ve fesad da böyle bir tahrifin ve gerçeği ters göster­menin bir netİcesiydi.Nitekim kıbleyle ilgili olarak gelen 144- âyette, kendi-lerine kitap verilenlerin, kıble değişikliği keyfiyetini Rab'larından gelen bir gerçek olarak çok iyi bildiklerine işaret edildiği gibi, 146 ncı âyette de, yine bu kitap ehlinin Hazret-i Peygamber'i, öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıdık­ları belirtilerek, onların, yine de hakkı bile bile gizledikleri açıklanmıştı. O halde, hakka bu derece düşman olan bu kâfirlerin yaptıkları yanlarına elbette kâr kalmıyacak ve yaptıklarının cezasını elbette çekeceklerdir. Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyetlerinde, bu cezanın daimî lanet olduğunu açıklamış ve şöyle buyurmuştur: [186]

 

159. İndirdiğimiz apaçık delilleri ve irşad yol­larını Kitapta insanlara açıklamamız­dan sonra gizleyenler... İşte onlara, hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilecek olanlar lanet eder.

160.  Ancak tövbe edenler, ıslâh olanlar ve (doğruyu)   açıklayanlar   müstesna... Bunların   tövbelerini   kabul   ederim. (Çünkü dâima) tövbeleri kabul eden, bağışlayan benim.

161.  Küfredenler ve kâfir olarak ölenlere ge­lince, Allah'ın, meleklerin ve bütün in­sanların laneti bunların üzerinedir.

162.  Bu lanette dâimidirler; onlardan azâb hafifletilmiyeceğı gibi, onlara, (kurtula­bilirler ümidiyle de) bakılmaz.

 

159 Kitap ehli, Tevrat'ta olsun İncil'de olsun, açık bir şekilde yazılı bulu­nan Allah'ın hükümlerini, İslâm ve İslâm'ın son Peygamberi hakkındaki müjdeli haberlerini gizlemekten, yahut gizlemek maksadıyle tahrif etmek­ten çekinmemişlerdir. Yaptıkları bu iş, küçümsenecek ve üzerinde durul­masına lüzum görülmeyecek bir iş değildir. Çünkü onlar, bu hareketleriy­le, kendilerine tâbi olan gelip geçmiş milyonlarca insanın gerçeği görmele­rine ve doğru yolu bulmalarına engel oldukları gibi, bundan sonra gelecek olan nesillere de aynı kötülüğü yapmışlardır. Suçlarının ağırlığı dolayısıyle haklarında takdir olunacak cezanın da aynı derecede ağır olması gerekir. İşte bu ceza, yukarıdaki âyet-i kerîmelerle takdir olunmuş ve önce Al­lah'ın, sonra da meleklerin ve insanların ebedî lanetine mahkûm edilmişlerdir. Lanet, dünya ve âhırette, Allah'ın mü'minlere teşmil ettiği rahmetin­den mahrum kalmaktır ki, bu mahrumiyete uğrayanların akıbeti ebedi Cehennem ateşidir. [187]

 

160 Bununla beraber, ne olursa olsun, vakit henüz geçmiş değildir. Ger­çekleri gizlemek cürmünü işleyenler, bu işten vazgeçip yaptıklarından tövbe ederlerse, Hazret-i Peygamber'e ve O'nun Rabb'ından getirdiği mahzâ hidayet olan dine samimiyetle inanıp hak yola girerlerse, daha önce gizledikleri gerçekleri açıklar, yahut ıslah-ı hâl ettiklerini fiil ve hare­ketleriyle açıklamaktan çekinmezlerse, Allah, şüphesiz, onların bu tövbe­lerini kabul ederek üzerlerine indirdiği lanetinden vazgeçer. Çünkü Al­lah'tan başka tövbeleri kabul eden yoktur.

Dikkat edilecek olursa, Allah Ta'âlâ, ilk âyette gerçeği gizleyenler hakkında «Allah onlara iânet eder» buyurmak suretiyle üçüncü şahıs sîgası kullanmışken, ikinci âyette, tövbelerin kabulü söz konusu olduğu zaman «Allah onların tövbelerini kabul eder» buyurmamış, fakat kabul keyfiyetini kendi yüksek zâtına isnad ederek «onların tövbelerini ben kabul ederim» demiştir. Bu uslûb, ilâhi tedibin en güzel örneklerinden birini teşkil eder. Nitekim bundan sonraki ibarede de aynı uslûb devam etmiş ve Allah Ta'âlâ, suçluların tövbeye rağbetini artırmak ve içlerinde herhangi bir şüphe kırıntısı bırakmamak için «muhakkak tövbeleri kabul eden ve tövbe edenleri bağışlayan benim» buyurmuştur. Bu beyan, Allah Ta'âlâ'nın, kul her seferinde tövbe edip tekrar günah işlese bile, tövbesini kabul edip onu bağışladığının açık bir ifadesidir. Nitekim Zumer sûresinin 53 üncü âye­tinde de, bu gerçeğe işaret edilmiş ve Allah Ta'âlâ «ey kendi aleyhlerine günah işlemekte haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü O, bütün günahları bağışlar» buyurmuştur. O halde, günah işleyenler için tövbe kapısı dâima açıktır. Allah Ta'âlâ. yukarıdaki âyet-i kerlmesiyie, peygamberlerine indirmiş olduğu apaçık delilleri gizle­yen, yahut tahrif ederek başkaları tarafından bilinip öğrenilmesini engelle­yen kâfirler için bile tövbe kapısını açık tuttuğuna göre, günahkâr mü'min-ler için bu kapıdan girmekten daha kolay ne olabilir?[188]

 

161 Fakat Allah'ın peygamberlerini ve bu peygamberlerin Allah katından getirdikleri kitapları inkâr ederek küfür işleyenler, küfürlerinde inad ve ısraı edenler, sonra da bu halde iken ölenler ise. işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti, artık bunların üzerinedir. Bu lanet, onların üzerine tescil edilmiş olup, dünya ve âhırette bundan kurtuluş yoktur. Günahkâr mü'minler için, kıyamette şefaat bir kurtuluş vesilesi olsa bile. bu kâfirlere ne bir melek ve ne de bir insan şefâatta bulunmıyacaktır. Çünkü bunlar. bütün meleklerin ve bütün insanların lanetine uğramışlardır. Lanet edenin lanet ettiğine şefâatta bulunması nasıl mümkün olur? Bir insanın dünya ve âhırette hüsrana uğraması için yalnızca Allah Ta'âlâ'nın laneti yeterli olduğu halde, âyet-i kerlme'de, meleklerin ve insanların lanetine de yer verilmiş ve böylece kâfirlerin, kıyamet günü, şefaâtdan bile mahrum kala­caklarına işaret edilmiştir. [189]

 

162 Küfürlerinde İsrar edip tövbeye yanaşmıyanlar, sonra da küfür içinde ölüp gidenler üzerindeki bu lanet, üzerlerinden hiçbir zaman kalkmıyacak, ebediyen bu lanetin altında kalacaklardır. Bu lanetin, üzerlerinde ebedi­yen devamı ise, onların ebediyen Cehennem ateşinde kalmaları demektir. Bu sebeple, hem lanet ve hem de bu lanetle birlikte gelen azâb sürüp gidecek ve hiçbir zaman bundan kurtuluş ümidi bulunmıyacağı gibi, aza­bın hafifletilmesi de söz konusu olmıyacaktır. Zaten Allah'ın, meleklerin ve insanların onlar üzerindeki lanetleri devam edip giderken, azabın hafifle­tilmesi, yahut onlara mühlet verilip kurtulabileceklerinin beklenmesi nasıl mümkün olur? Artık onlar, tövbe vaktini kaçırmışlar ve küfürlerinin acı meyvesini toplamaya başlamışlardır.

Allah Ta'âlâ, küfürlerinde inad edenlerin elim akıbetlerini böylece açıkladıktan sonra, mü'min olsun kâfir olsun, bütün insanlara ilâhlarının bir ve dolayısıyle şeriatın veya dînin de bir olduğunu hatırlatarak, artık gerçek­leri gizlemekten vazgeçmeleri, dış âlemde Allah'ın varlığını ve birliğini isbat eden delillere gözlerini çevirerek akıllarını kullanmaları, sonra da tevhld inancı üzerinde birleşmeleri için şöyle buyurmuştur; [190]

 

163.   ilâhınız  tek  bir ilâhtır;  Rahman   ve Rahim olan O ilâhtan başka ilâh yoktur.

164,  Göklerin ve yerin yaratılışında, geee ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlar için faydalı olan şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allah gökyüzünden indirip de kendisiyle ölümünden sonra yeryüzüne hayat verdiği ve her türlü can­lıyı orada yaydığı suda, rüzgârı dilediği yöne sevkedisinde ve gökyüzüyle yer­yüzü arasında (rüzgâra) tâbi olan bulut­larda aklını kullanan kimseler için delil­ler vardır.

 

Allah Ta'âlâ, yukarıdaki iki âyet-i kerîme'de. önce ulûhiyet yönünden kendisini tavsif ederek vahdaniyetini ve rahmetinin genişliğini ortaya koymuş, sonra da bu vahdaniyete ve rahmete delâlet eden ve her akıl sahibinin aklını kullandığı takdirde, bu iki temel inanca ulaşmasını sağla­yacak olan delilleri zikretmiştir. Bu deliller karşısında, insanın, artık Allah'ı bilmesi, tanıması ve hiçbir şeyi O'na ortak kılmaması gerekir. Zira insan­lar, çok defa O'na, ya ulûhiyetinde ortaklar edinip O'nunla birlikte bu ortaklara da ibadet etmişlerdir; yahutta Allah Ta'âlâ'nın rubûbiyetinde O'na ortaklar bulup, O'nun kulları hakkındaki tasarruflarını, emir ve yasak­larını, bunları bütünüyle içinde açıklayan Kitab'ından değil, fakat bu ortak­ların hevâ ve heveslerine dayanan ve helâli haram, haramı da helâl kılan sapık fikirlerinden alıp onlarla hükmetmişlerdir. Böylece, bir taraftan Al­lah'ın şeriatını bölüp parçalamışlar bir taraftan da bu şeriata, Allah'ın Kitab'ında olmayan ve Peygamberi tarafından getirilmiyen bir takım sapık fikirleri sokarak Allah'ın rubûbiyetine vaya Rab'lığına ortak çıkmışlardır. Nitekim Allah Ta'âlâ, Tövbe sûresinin 31 inci âyetinde kitap ehlinden söz ederken, «onların, Allah'ı bırakıp hahamlarını rahiplerini ve Meryem'in oğlu İsâ Mesih'i tanrı edindiklerini» açıklamış, sonra da şöyle buyurmuş­tur: «Halbuki hahamlar da, rahipler ve İsâ Mesih de, ancak bir olan ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O'ndan başka ilâh yoktur; O, onların ortak koştukları her şeyden münezzehtir».

O halde, her insana ve özellikle dîn âlimlerine düşen iş, Allah'ın kitabında indirdiği her şeyi, ona hiçbir şey ilâve etmeden ve ondan hiçbir şey çıkarmadan, yahut hiçbir şey gizlemeden insanlara açıklamaktır. Çünkü çıkartılan veya gizlenen, yahutta ilâve edilen her şey, bunu yapa­nın. Allah'a, rubûbiyetinde ortaklık ettiğini gösterir. Halbuki Allah Ta'âlâ birdir ve O'ndan başka ilâh yoktur. İşte bu gerçeği ortaya koymak ve daha

önceki âyetlerde, Allah'ın apaçıK delillerini gizlemek suretiyle ünün lane­tine müstehak olan kitap ehlinin, bu işi yapmakla, nasıl Allah'a şirk koştuk­larına bir daha işaret etmek için şöyle buyurmuştur: [191]

 

163.   İlâhınız,  tek  bir ilâhtır;  Rahman  ve Rahim olan O ilâhtan başka ilâh yoktur.

 

163  Bütün insanların ibadet etmek mecburiyetinde oldukları tek bir ilâh, tek bir mabûd vardır. Kim O'ndan başkasını ilâh kılıp ona ibadet ediyorsa, bilmelidir ki, ibadet ettiği şey, ilâh olmaya lâyık bir şey değildir; sahtedir; bâtıldır; çünkü ibadet edilmeye lâyık bir tek ilâh vardır ve O da, bütün mahlûkatın sahip olduğu noksan sıfatlardan münezzeh, kendi zâtiyle kaim Allah Ta'âlâ'dır. Her ne kadar O'nun güze! isimleri, kusursuz, noksan olmayan sıfatları varsa da ve biz O'nu   bu isim ve sıfatlarıyle bilebilirsek de, O'nun zâtını idrak etmemiz, künhüne vâkıf olmamız mümkün değildir. O, yukarıdaki âyet-i kerîme'de ve Kur'ân-ı Kerlm'in bir çok âyetlerinde, kendi zâtına delâlet etmek üzerehuve lafzını kullanmış ve ohuve'ye, bütün isim ve sıfatlarına şâmil olan Allah ismini lâyık görmüştür, Binâanaleyh, işte ohuve, yani zât-ı bari, her şeyden önce, Rahman ve Rahim sıfatlarıyle muttasıftır ki, bu, O'nun rahmetinin hududsuz genişliğine delâlet ettiği gibi, insanların, O'ndan başkasının rahmetinden müstağni olduklarına, O'ndan başkasının rahmetine ihtiyaçları bulunmadığına da bir delil teşkil eder. O halde insan, şunu iyice bilmek zorundadır ki, rahmetini umduğu kimseyi terkedip yalnız Allah'ın rahmetine sığınır ve yalnız ona ümid beslerse, ulûhiyetinde tek olan ve şeriki bulunmayan Allah, terkedilen kimseden gelebilecek zarara karşı kâfidir. Fakat başkasının rahmetine bel bağlıya­rak Allah'ın rahmetinden yüz çeviren kimse, O'nun rubûbiyetine başkasını ortak kıldığı için, Allah'ın rahmetinden mahrum ve başına geleceği mu­hakkak olan her türlü felâket karşısında yalnız kalır. İşte Allah Ta'âlâ, böyle geniş rahmeti olan bir ilâhtır ve O'ndan başka rahmet sahibi bir ilâh yoktur. İnsanın bunu anlaması için gözlerini etrafa çevirip şöyle bir bak-. ması ve biraz da aklını çalıştırması yeterlidir. Bunu yaptığı takdirde, ilâhının tek bir ilâh olduğunu, Rahman ve Rahim sıfatlarıyle hudutsuz rahmetini bütün âlemlerin üzerine yaymış O'ndan başka bir ilâh bulunmadığını kolayca anlayacaktır. İnsanı, bu gerçeği isbat yolunda irşad eden şu ilâhi hitap bile, O:nun rahmetinin genişliğine ve sonsuzluğuna delâlet eder: [192]

 

164. Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ve gündüzün birbiri ardınca gelişinde, in­sanlar için faydalı olan şeylerle denizde yüzen gemilerde, Allah'ın gökyüzünden indirip de kendisiyle ölümünden sonra yeryüzüne hayat verdiği ve her türlü can­lıyı orada yaydığı suda, rüzgârları dile­diği yöne sevkedisinde ve gökyüzüyle yeryüzü arasında (rüzgâra) tâbi olan bulutlarda, aklını kullanan kimseler için deliller vardır.

 

164 Şüphesiz şu âlem, akimi kullanan insanlar için, Allah'tan başka ilâh olmadığını isbat eden sayısız delillerle doludur ve bu delillerin hepsine yedi madde halinde işaret edilmiştir:

1) Göklerin yaratılışı, Allah'ın vahdaniyetine bir delildir. Nasıl olmasın ki, ucu bucağı olmayan şu boşlukta, kocaman bir güneş sistemiyle milyon­larca yıldız yüzmektedir. Her birinin kendine hâs bir nizamı bulunduğu gibi, hepsinin de bağlı olduğu başka bir nizam vardır ve her biri, kendi nizamı içerisinde nasıl hareket ediyorsa, hepsi birden bağlı bulundukları nizamın dışına da çıkmamaktadır. Bize en yakın olan ve ıştğıyle dünyayı aydınla­tan, aynı zamanda, insan, hayvan ve bitki gibi bütün canlılara hayat veren güneş, kendisine uzaklıkları ne olursa olsun, kendisine bağlı diğer yıldızla­rın hareketlerini de düzenlemekte ve kontrol görevi yapmaktadır. Bütün bunlar, göklerde görülen bu nizam ve İntizamın, yaratmada, takdirde ve tedbirde eşi, ortağı bulunmayan tek bir ilâhtan sâdır olduğunu ve sadece O'nun eseri olarak meydana geldiğini isbat eder. Tedbir ortadan kalkarsa, yerle göğün, güneşle yıldızların birbirine girip atılmış pamuk gibi boşlukta uçuşmalarına kim engel olabilir? Fakat kudreti sonsuz olan O tek ilâhtır ki, tedbiriyle göklere bir nizam verip, insanların faydalanmaları, hem de ibret almaları için onları başlan üzerine sermiştir.

2) Allah'ın vahdaniyetini isbat eden ikinci delil, arzın yaratılışıdır. Büyüklüğünde, taş, toprak, su ve çeşitli madenlerden meydana gelmiş maddesinde, şeklinde ve insanların istifadesine sunulmuş bitki, hayvan ve her çeşit mahsulünde Allah'ın birliğini gösteren deliller vardır.

3) Geceyle gündüzün birbiri arkasında gelişinde, zamana ve bölge­lere göre uzayıp kısalışında, güneşe bağlı olarak mevsimlerin değişişinde, insanlar için çeşitli faydalar vardır. İsrâ sûresinin 12 nci âyetinde bu faydalardan birine işaret edilerek şöyle buyurulmuştur: «Biz, geceyle gündüzü iki âyet (delil) kıldık. Geceyi giderip, yerine aydınlık gündüzü getirdik ki, böylece, Rabb'ınızdan geçiminiz için rızkınızı arar, yılların sayısını, günlerin hesabını bilirsiniz»». Fürkan sûresinin 62 nci âyetinde ise, geceyle gündüzün, düşünüp ibret almak, yahut Allah'a şükretmek iste­yenler için, birbiri arkasına Atlah Ta'âiâ tarafından getirildiği açıklanmıştır. Bütün bunlar, bu nizamı koyan ve hepsini kullarına birer nimet olarak ihsan eden Allah'ın birliğine delildir.

4)  İnsanlar için faydalı olan şeyleri oradan oraya taşıyan, ticaret ve seyahatları kolaylaştıran gemilerde ve bu gemilerin deniz üzerinde gidip gelişini sağlayan deniz, göl ve ırmaklarda Allah'ın birliğini isbat eden deliller vardır. Hacmi küçük, ağır bir cismin suda batmasına rağmen, gemilerin su üzerinde kalmasının ve itici bir güçle hareket etmesinin kanunlara bağlanmasında da aynı delilleri görmek mümkündür. Bütün bunlar, insanların faydalanması için, kendisinden başka ilâh olmayan Allah Ta'âlâ'nın onlara ihsan ettiği nimetlerin bolluğunu göstermeye de yeterlidir. O derecede ki, En'âm sûresinin 97 nci âyetinde de açıklandığı gibi, «Allah Ta'âiâ, karanın ve denizin karanlıkları içinde yollarını doğrult­maları için yıldızları yaratmış» ve onları, hem kaıada, hem denizde, zifiri karanlıkta yolculuk eden kimselerin istifadesine sunmuştur.

5) Allah Ta'âlâ'nın gökten indirdiği suda da O'nun birliğini isbatlayan deliller vardır. Rûm sûresinin 48 inci âyetinde «rüzgârları gönderip bulut­ları harekete geçirenin, sonra bunları dilediği şekilde yayıp parçalayanın, sonra da bunlardan yağmur çıkararak dilediği yere yağdıranın ve bununla insanları sevindirenin Allah Ta'âiâ olduğu» açıklanmıştır ki, bu keyfiyet, yağmurun teşekkülü hakkında bugünkü ilmin ortaya koyduğu gerçekler­den farklı değildir. Yeryüzündeki su birikintilerinin güneşin hararetiyle buharlaşıp gökyüzüne çıkması, orada meydana gelen bulutların rüzgârın itişiyle belirli bir yerde toplanıp soğuk hava tesiriyle tekrar su haline dönmesi ve yeniden yeryüzüne düşmesi.. İşte bu devr u dâim, Allah'ın koyduğu kanunlar çerçevesi içinde cereyan eder ve bundan, insanların yaşayışlarını sürdürmelerine yarayan neticeler hâsıl olur:

a) Allah Ta'âiâ, yağmur olarak gökyüzünden tekrar indirdiği bu su ile, ölmüş olan toprağa yeniden hayat verir; kurumuş olan bitkiler yeşerir; meyveden kesilmiş olan ağaçlar, yeniden meyvelerini vermeye başlarlar. Hacc sûresinin 5 inci âyetinde de işaret edildiği gibi, «sen yeryüzünü kupkuru ve ölü görürsün; fakat biz, onun üzerine suyu indirdiğin ıiz zaman, o, harekete geçer, kabarır; her güzel çiftten nice güzel nebat bitirir».

Topraktaki bitkiler, hayat kaynağı olan ve gökyüzünden yağmur olarak dökülen tek bir su ile sulanır; fakat sonradan görülür ki, toprak üze­rinde bu bitkilerin rengi, kokusu, tadı birbirinden farklıdır. Bir tarafta karpuz yetişmiştir; onun yantbaşında, şekli ona benzese bile, tadıyle kokusuyle ondan aynian bir kavun belirmiştir. Bir tarafta son derece tatlı meyve veren hurma ağacı vardır; onun yanıbaşında aynı derecede ekşi limon ağacına rastlanır. Keza gökten inen su, bir tarafta çeşitli renklen ve güzel kokula-rıyte gü! fidanına hayat verirken, onun yanı başında kötü kokusuyle başka bir bitkiyi canlandırır.

b) Gıdasını sudan ve topraktan alan bu bitkiler, insanlar için faydalı olduğu kadar, yeryüzüne yayılmış olan çeşit çeşit hayvanların da gıdasını teşkil eder. Bu bakımdan su, bitkiler için ne derecede hayat kaynağı ise, hayvanlar için da aynı derecede önemlidir ve bütün bunlar, Allah'ın birli­ğine delâlet ettiği gibi, O'nun insanlar üzerine yaydığı rahmetinin genişli­ğini de gösterir.

6)  Allah Ta'âlâ'nın gökle yer arasında rüzgârları dilediği tarafa yö­neltmesinde de, O'nun birliğini isbat eden deliller ve insanlar için sayısız faydalar vardır. Hicr sûresinin «biz, aşılayıcı rüzgârlar gönderdik» mealin­deki 22 nci âyetinde de işaret edildiği gibi, bitkilerin meyve vermesi, çok defa, çiçek tozlarının biribirlerini aşılamasına bağlıdır. Bu ise, hem kuşların ve böceklerin, o tozlan diğer çiçeklere taşıması, hem de rüzgârın, onları uçurup diğerlerine bırakmasıyle mümkün olur. Rüzgârın değişik yönlere doğru esmesiyse, aşı işinden, her yönde bulunan bitkilerin aynı derecede istifade etmesini sağiar.

7)  Nihayet çeşitli yönlere esen rüzgâra tâbi kılınarak bulutların da çeşitli yönlere sevkedilişinde, Allah'ın birliğini isbat eden deliller vardır. Çünkü yeryüzünün her tarafı, üzerinde yaşayan bitkileri ve hayvanları besleyebilmek için, yağmura ve suya muhtaçtır. Bu ihtiyaç ise, bulutların sadece bir yöne değil, fakat muhtelif yönlere sevkedilip yağmur yağdırıl-masıyle karşılanabilir. İşte, âyet-i kerîmede yedi madde içinde işaret olunan bu hususlar, bir evvelki âyetle ortaya konan «İlâhınız tek bir ilâhtır: Rahman ve Rahim olan O ilâhtan başka ilâh yoktur» hükmünü isbat eden delillerdir.. Ancak, bunların birer delil olması, aklını kullanan, düşünen, sebeple müsebbibi birbirinden ayıran ve nihayet bir sonuca ulaşarak, bütün bunları icad edenin kudretine, hikmetine ve rahmetinin genişliğine hükmedip O'ndan başka ibadet edilmeye lâyık bir .ilâh bulunmadığına inanan kimseler içindir. Öyle kimseler de vardır ki, çevrelerinde her gün cereyan eden bu olayları görürler de, akıllarını kullanıp bunların sebep ve hikmetlerini araştırmazlar; İnanç sahibi olmaktan korkarcasına, bunlara, tabiat olaylarıdır, deyip geçerler. Bunlar, kendilerine akıl verilmemiş bir takım yaratıklar derekesindedir ki, Allah Ta'âlâ bu gibileri hakkında şöyle buyurmuştur: [193]                             

 

165.  insanlar içinde bir takım kimseler de vardır ki, Allah'tan başkasını O'na or­taklar kılıp onları Allah'ı sever gibi se­verler; gerçi İman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok daha kuvvetlidir; fakat o zulmedenler,   azabı   görürken   bütün kuvvetin Allah'a mahsus  ve Allah'ın şiddetli azâb sahibi olduğunu bir bilse­ler...

166.  (Yine o zaman) peşlerinden gidilenler, azabı   görüp  peşlerinden   gelenlerden kaçıp kurtulmuşlar; kendileriyle arala­rındaki münasebetler kesilmiş...

167.   Ve peşlerinden gidenler «keski bizim için dünyaya bir defa daha dönüş ol­saydı da, onların bizden kaçıp kurtul­dukları gibi, biz de onlardan kurtulsay-dık»  demekteler...  İşte,  Allah  onlara amellerini, üzerlerine yığılmış pişmanlıklar"halinde böyle gösterecektir. Fakat onlar ateşten çıkacak değillerdir.

 

Yukarıdaki âyet-i kerimeler, Ailah Ta'âlâ'nın birliğine ve rahmetinin genişliğine delâlet etmek üzere, daha önceki âyetlerde zikredilen delilleri akıl etmeyen, bu deliller üzerinde durup düşünmeyen ve bu sebepten, Allah'a ortaklar bulup onlara sığınan, onlardan hayır ve rahmet bekleyen, dinlerini ve şeriatlarını onlardan alan bir takım beyinsizlerin halini açıkla­mıştır. Ayet-i kerîmede geçen ve bizim «ortaklar» manâsını verdiğimiz endâd (müfredi: nidd), bazı meal ve tefsirlerde görüldüğü gibi, ilim, irade, kudret vs. sıfatlar yönünden Allah'a denk, eş, benzer olan şeyler değil, fakat Allah ile kul arasında vâsıta olan ve kendilerini Allah'a yaklaştırdıkla­rına inanılan şeyler veya kimselerdir. Bu, tıpkı hükümdarlara, devlet baş­kanlarına, yahut makam sahiplerine yaklaşmaktan âciz, zayıf kişilerin, kendilerini onlara yaklaştıracak vâsıtalara sığınmaları gibidir. Bu âciz ve zayıf kişilerin nazarında, devlet başkanı, yine devlet başkanıdır; sığındık­ları vâsıtalara ise, devlet başkanı nazariyle bakmazlar. İşte, nidd (veya cem'i endâd) da böyledir ve arada vâsıta olan kimselerdir. Nitekim Kur'ân-i Kerlm'de buna delâlet eden muhtelif âyetler vardır. Yûnus sûre­sinin 18 inci âyetinde şöyle denilmiştir: «Allah'ı bırakıp kendilerine ne zararı, ne de faydası dokunan şeylere ibadet ederler ve sonra da, bunlar, Allah yanında bizim şefâatçılarımızdır, derler...» Zümer sûresinin 3 üncü âyetinde de, «Allah'tan başkasını dost edinenlerin, biz bunlara, ancak bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz, dedikleri» açıklan­mıştır. Buna göre, Allah'tan başka şeyleri endâd, yani O'na ortak kılanlar, bazan Allah'a ve O'nun kudretine inansalar bile, Allah'tan istenecek şeyleri, O'na ortak kıldıkları kimselerden isterler; yahut yalnızca Allah'tan alınması gereken şeyleri, yine onlardan almaya kalkışırlar. O halde âyet-i kerîme'de zikredilen endâd kelimesinin, taştan, tahtadan veya çamurdan yapılmış putlardan daha geniş bir manâya şâmil olduğu ve bu manâ içerisine ister dinî hüviyeti olsun, ister olmasın, reis veya lider mevkiinde olan ve halk üzerinde tesiri bulunan insanların da girdiği anlaşılır. İkinci âyette, peşinden gidilenlerle gidenlerden ve bunların, kıyamet günü göre­cekleri azabı anlayınca birbirlerinden kaçıp kurtulmak istemelerinden söz edilmesi de buna delâlet eder. Keza tövbe sûresinin 31 inci âyetinde sözü edilen kitap ehlinin, Allah'ı bırakıp hahamları, rahipleri ve Meryem'in oğlu İsa'yı kendilerine erbâb (müfredi rab) edinmeleri de, bunların kitap ehli tarafından endâd (Allah'a ortak) kılındıklarını gösterir. Burada, şunu da

gözden uzak tutmamak gerekir ki, Allah'a ortak kılınan bu kimselerin, peşlerinden gidenlere, Allah yanında şefaatçi olduklarına inanıldığı gibi, Allah'ın Kitabına ve Peygamberinin sünnetine zıd düşen görüş ve düşün­celerine de itibar edüir ve onlara, terki caiz olmayan dînî birer nass nazariyle bakılır.

İşte, Allah Ta'âlâ, Allah'ın birliğini ve sonsuz rahmetini gösteren sayısız delillerden intibaha gelmeyen, akıllarını kullanıp bu deliller üze­rinde durmayan, sonra da Allah'tan başka kimseleri O'na ortak kılarak onların peşinden giden beyinsizlerin, kıyamet günü, uğrayacakları azabı görünce, nasıl pişmanlık duyacaklarını ve nasıl dünyaya geri dönüp bir daha Allah'a ortak koşmamak hasreti içinde kıvranacaklarını göstermek için bu âyet-i kerîmeleri indirmiş ve şöyle buyurmuştun[194]

 

165.  İnsanlar içinde bir takım kimseler de vardır ki, Allah'tan başkasını O'na or­taklar kılıp, onları, Allah'ı sever gibi severler; gerçi îman edenlerin Allah'a olan sevgileri çok  daha  kuvvetlidir; fakat o zulmedenler, azabı görürken, bütün kuvvetin Allah'a mahsus ve Al­lah'ın şiddetli azâb sahibi olduğunu bir  bilseler...

166.  (Yine o zaman) peşlerinden gidilenler, azabı  görüp  peşlerinden   gelenlerden  kaçıp kurtulmuşlar; kendileriyle aralarındaki münasebetler kesilmiş...

167.  Ve peşlerinden gidenler, «keski bizim  için dünyaya bir defa daha dönüş olsaydı da, onların bizden kaçıp kurtul­dukları gibi, biz de onlardan kurtulsay-dık»  demekteler...  İsje, Allah onlara amellerini, üzerlerine yığılmış

pişmanklar halinde böyle gösterecektir. Fakat onlar ateşten çıkacak değillerdir.

 

165 - Allah'tan başka    ilâh olmadığını    ve O'nun kuvvet, kudret ve rahmetiyle her şeyi kapladığını içlerine bir türlü sindiremiyen, hem göklerin ve yerin yaratılışında, hem de göklerde ve yerde mevcut her şeyde Al­lah'ın birliğini ve rahmetinin genişliğini gösteren sayısız deliller bulunma­sına rağmen, akıllarını kullanıp bu delilleri değerlendiremiyen bir takım kimseler vardır ki, bunlar, Allah'ın kuvvet ve kudretindeki büyüklüğü kav­rayamamışlar; bunun tabii bir neticesi olarak da, O'nun yarattığı bazı kimseleri, O'na hâs bir takım meselelerde O'nun benzeri yaparak ve O'nun mertebesine yükselterek, Allah'a beslenmesi gereken sevgiyi, onlar için beslemişlerdir. Ancak, beşerî sevginin çeşitli sebeplen vardır ve bu sebeplerin değişmesiyle sevginin arttığı veya eksildiği görülür. Bir insan, herhangi bir şahsa karşı büyük sevgi besleyebilir. Bu sevginin de, o şahsın sahip olduğu kuvvet ve kudretin, kendisininkinden çok daha üstün olduğuna ve herhangi bir müşkilin onsuz halledilemiyeceğine inanmış olmasından ileri gelmesi mümkündür. Böyle bir misal, sevenle sevilen arasında mevcut olan sevginin, sebep ve müsebbib çerçevesi içinde teşekkül ettiğini gösterdiği gibi, sevgideki eksilme veya artmanın da, sevilenin sıfatlarına bağlı olarak değişeceğini gösterir: Bir insan, işini yaptıracağı kimseye ne derece güvenirse, ona karşı içinde duyduğu sevgi de, o derece büyük olur; fakat daha az güvendiği kimseyi daha çok sevmesi mümkün değildir.

Burada şu hususu da belirtmek gerekir ki, insanın Allah'tan başka herhangi bir kimseye nidd olarak, yani Allah'ın ortağıyrnış gibi beslediği sevgi, ondan beklediği bir menfaatin karşılığıdır. Bu karşılık, ya üzerine gelebilecek bir zararın, onun vâsıtasıyle defi, ya da herhangi bir zarar söz konusu olmasa bile, yine onun vâsıtasıyle bir takım menfaatların temini içindir. Bu sebepledir ki, insanın böyle bir şahsa karşı duyduğu sevginin, bu menfaatların sağlandığı sürece devam ettiği, fakat bunların kesilmesi halinde, sevginin de sarsıldığı ve kısa bir süre sonra ondan hiçbir eser kalmadığı görülür. Bu andan itibaren de o insan, kendisine bu menfaatlan sağlayacak başka şahtslar aramaya koyulur. Müşriklerin çe­şitli putları, veya kendilerine sığındıkları ve yardımlarını umdukları muhtelif erbâb ve reisleri olması bu sebeptendir. Herhangi bir tehlikeyle karşılaştık­ları, yahut kendilerine bir zarar geleceğini hissettikleri zaman, taştan yapılmış bir puta, ondan fayda göremedikleri zaman bir hayvana, o da olmazsa, kendileri gibi bir insana sığınmalarının sebebi yine budur. Sevgi­lerini, faydasını göremedikleri birm^'ten, yani Allah'a ortak kıldıkları bir şeyden veya şahıstan, bir başkam<We kolayca aktarabilme aolayısıyledir ki, nidd'\er\n\ Allah'ı sever gibi sevmiş olmalarına rağmen, bu sevgileri, sağlam ve sabit değildir.

Halbuki Allah'tan başka ilâh olmadığına inanan ve yalnız O'na ibadet edip yalnız O'ndan yardım isteyen mü'minlerin Allah sevgisi böyle değil­dir; bu sevgi, tam ve sabittir; onun değişmesi, azalması veya yok oimast mümkün değildir. Çünkü mü'min bilir ki, her şey Allah'tandır. Kâinatta her ne varsa, onlar üzerindeki kuvvet, kudret ve hâkimiyet yalnız O'nun elin­dedir. İnsana isabet eden her hayır, kendi kesbi veya kazancıyle olup Allah'ın yardımı ve hidayetiyledir. Başına gelebilecek şerr de yine kesbiy-iedir; bu takdirde, Allah'a tövbe eder ve zararın defi için O'na sığınır. Bu sebepledir ki mü'minin Allah sevgisi, çok daha sağlam ve kuvvetlidir.

Fakat Allah'ın vahdaniyetini, kuvvet ve kudretini, sayısız delillere rağmen idrak edememiş ve bu sebepten Allah'tan başkasın! O'na ortak kılıp şirke bulanmış, böylece en büyük zulmü işlemiş olan o beyinsizler, Allarva şirk koşmanın cezasını kıyamet günü şiddetli azâb görerek çeke­cekler ve işte o zaman, asıl kuvvet ve kudretin, onların Allah'a ortak kıldıkları ve Allah'ı sever gibi sevdikleri kimselere değil, yalnız Allah'a mahsus olduğunu anlayacaklardır. Bunu anladıkları zaman da, en büyük pişmanlığı duyacaklardır. [195]

 

166. Onları pişmanlığa sevmeden başka şeyler de olacaktır. Kendilerini Allah'a ortak kılıp peşlerinden gittikleri kimseler, yani cndâd, insanları kandırarak kendi hevâ ve heveslerine tâbi kılmanın ve onları şirk çirkefine düşürmenin cezası olmak üzere hak ettikleri azabı çekeceklerdir. Fakat daha önce, bu azabın büyüklüğünü anlayınca, dünyada iken kandırıp peşlerine'taktıklan kimselerden kaçıp uzaklaşmak ve onlarla hiçbir müna­sebetleri olmadığını, onları kendilerinin dalâlete sevketmediğini göster­mek isteyecekler, böylece, bir zamanlar kendileriyle onlar arasında var olan yakınlık, dostluk ve menfaata dayalı ahbablık münasebetleri kesile­cek, birbirlerinin düşmanı olacaklardır. [196]

 

167 Ahirette, onların kendilerinden uzaklaştığını gören o beyinsiz uydular ise, büyük pişmanlığın uç noktasına varmış olarak dövünecekler ve «ah, ne olurdu, dünyaya bir daha dönüş mümkün olsaydı da, biz de peşlerin­den gittiğimiz ve yalanlarına kanıp tanrı gibi kendilerine bel bağladığımız bu kimselerden, şimdi onların bizden uzaklaştıkları gibi uzaklaşıp doğru yolu bulsaydık» diyeceklerdir.

İşte, Allah Ta'âlâ, dünyada iken, Allah'ın birliğine, kuvvet ve kudre-, tine inanmayıp O'ndan başkalarını O'na ortak kılanların amellerini, âhıret-te, böyle birbiri üzerine yığılmış pişmanlıklar tablosu halinde onların göz­leri önüne serecektir. Fakat âhırette duyulan bu pişmanlığın hiçbir faydası olmıyacak ve onlar hak ettikleri Cehennem ateşi içinde ebedî kalacaklar­dır. İşte, Allah'ın kuvvet ve kudretinde başkalarını O'na ortak kılanların akıbeti budur. Bundan, elbette müslümanların da almaları gereken dersler vardır. Öyle müslümanlar ki, sadece Allah'tan istemeleri gereken hidayeti, rahmeti ve her türiü yardımı, şeyhlerden, dedelerden, yatırlardan, yahut kendileriyle Allah arasında rabıta kılıp kendilerini Allah'a yaklaştırdığını iddia ettikleri kimselerden isterler. İşlerinin olması için, şan, şeref ve mevki sahibi kimselere ubudiyet derecesinde eğilip eteklerine yüz sürerler ve böylece, Allah'ı bırakıp, hahamlarını, rahiplerini kendilerine erbâb (rablar) edinen kitap ehlinin durumuna düşerler. Bu müslümanlar, şüphesiz, Al­lah'a, O'nun kuvvet ve kudretine inanırlar; fakat cehaletleri, onları, işle­rinde başkalarını Allah'a ortak kılmaya sevkeder, ve farkına varmadan şirk çirkefine düşerler. Müslümanların bu tehlikeli oyunlara girişmemek ve âhırette o büyük pişmanlığa düşmemek için çok dikkatli olmaları gerekir. Zira o pişmanlık ne derece büyük olursa olsun, insanı Cehennem ateşin­den kurtaramaz.

Allah Ta'âtâ, tevtYîd inancına yüz çevirerek, başkalarını Allah'a ortak kılanların halterini, âhırette düşecekleri büyük pişmanlığa rağmen, bu pişmanlığın fayda etmiyeceğini ve hak ettikleri elîm azâbt mutlaka göre­ceklerini beyan ettikten sonra, bütün insanlara hitap ederek, Allah'a ortak kılınan ve rab edinilen kimselerin, kendi hevâ ve hevesleri istikametinde verdikleri hükümlere, haramı helâl, helâli haram kılan görüşlerine uyma­malarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: [197]

 

168. Ey insanlar: Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yeyin. Şeytanın adımlarına uymayın; zira o, sizin için apaçık bir düşmandır.

169. Size, sadece kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söy­lemenizi emreder.

170.  Onlara «Allah'ın indirdiklerine uyun» denildiği zaman, «hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeylere  uyanz» derler. O halde, ya ataları hiçbir şeyi akıl edememiş ve doğru yolu bulamamış ise­ler!..

171.   Küfredenlerin hali, sadece çağım ve bağırış olarak işitenlere haykıran çoba­nın hali gibidir. Onlar, öyle sağır, dilsiz ve körlerdir ki, akıllarım kullanamazlar.

 

Bu âyet-i kerimelerin daha önceki âyetlerle irtibatı açık bir şekilde görülmektedir. Yukarıda da açıklandığı gibi, akıllarını kullanmaktan âciz olan bir takım beyinsizler, kendilerini, sonradan büyük pişmanlığa sevke-decek olan bazı işler yapıyorlar ve sığınıp yardımını isteyecekleri, aynı zamanda emirlerine sıkı sıkıya tâbi olacakları bir takım kimseleri Allah'a ortak kılarak, Allah'a karşı beslenmesi gereken sevgiyi bu kimseler için besliyorlardı. Onları, Allah'ı sever gibi sevmeleri ise, onların emir ve yasak­larına, Allah'ın emir ve yasaklarına uyar gibi uymalarını gerektiriyordu. Bu sebeple, Allah'a ortak kılınanların, kendi hevâ ve heveslerine uygun ola­rak helâl kıldıkları bir şey, bu beyinsizler için helâl, haram kıldıkları şey de, keza onlar için haram oluyordu. Fakat onların, bir şeyi nasıl helâl veya haram kıldıklarını bilmiyorlar, sebebini sormuyorlar, delillerini araştırmıyor­lardı. Çünkü, kendileriyle Allah'a ortak koştukları kimseler arasında men-feata dayalı bağlar vardı ve bu bağlar, onlara böyle bir araştırma imkânı vermiyordu.

İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimelerde, bütün insanları ve bilhassa Allah'a ortaklar kılarak bu ortakların emir ve yasaklarına akılsızca uyanları bir daha uyarmış; onları bu davranışlarıyle, şeytanın telkinlerine kapılan ve bu sebeple hak yoldan uzaklaşan kâfirlere benzeterek şeytana ayak uydurmamalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: [198]

 

168. Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yeyin. Şeytanın adımlarına uymayın; zira o, sizin için apaçık bir düşmandır.

169. Size, sadece kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söy­lemenizi emreder.

 

168 Allah Ta'âlâ, bu âyet-i kerimelerle, insanlara yalnız helâl ve temiz olan şeylerden yemelerini, insanın en büyük düşmanı olan şeytana da ayak uydurmamalarını emretmiştir.

Şeriat dilinde helâl, haram olmayan şeydir. Haram ise, yiyeceklerle ilgili olarak^En'âm sûresinin 145 inci âyetinde şöyle açıklanmıştır:«De ki: Bana vahyolunanlar arasında yenecek şeylerden ölü, dökülmüş kan, domuz eti -ki zaten murdardır- ve bir de, Allah'tan başkasının adına kesildiği için fısk olanlar dışında haram kılınmış bir şey görmüyorum». Allah Ta'âlâ bu âyetinde, zâtı itibariyle yenmesi haram olan şeyleri açık­lamış, hattâ aynı âyetin devamında, açlık halinde ve ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalındığında, haram olan bu maddelerden haddi asmamak üzere bir miktar yenmesine bile izin vermiştir. O halde, haram kılman bu şeyler dışındaki bütün yiyecekler, temiz olmak şartıyle helâldir ve yenme­sinde herhangi bir mahzur yoktur.

Şu var ki, biraz önce zikredilen âyette haram olarak sayılan madde­ler, sadece yiyeceklerle İlgilidir ve bunların arasında, başkalarının hakkı olan şeyden söz edilmemiştir. Oysa, Kur'ân-ı Kerım'in muhtelif âyetlerin­de, başkalarına âit malların haram yollarla yenmemesi emredilmiştir ki, o malın, onu yemeğe hakkı olmayan kimse için haram olduğu anlaşılır. Buna göre, haramı iki kısma ayırmak mümkündür. Birincisi, yukarıdaki âyette sayılan ve zâtı itibariyle haram olan yiyecekler; ikincisi de, başkalarına âit olması dolayısıyle yenmesi arızî olarak haram sayılan şeylerdir. İşte, Allah'tan başkasını endâd edinen, yani O'na ortak kılıp peşlerinden giden­lerle, peşlerinden gittikleri kimseler arasında menîeata dayalı münâsebe­tin sağladığı haksız kazanç, ikinci kısımda işaret edilen haram cinsi ara­sında yer alır; çünkü Allah'a ortak kılınan ve peşlerinden gidilen kimseler, gerek mevkileri ve gerekse bu mevkinin sağladığı güçle peşlerinden ge­lenleri sörnürürler; kendilerine haram olmasına rağmen onların mallarını yerler. Allah'a ortak kıldıkları kimselerin peşinden gidenler ise, onların mevkilerinden istifadeyle haklan olmayan mallara sahip olurlar. 116 ncı âyette, kıyamet günü tâbi olunanların, tâbi olanlardan teberrî edecekleri, başka bir ifadeyle, kendilerini onlardan sıyırıp kurtaracakları ve böylece aralarındaki münasebetlerin kesileceği açıklanırken, işaret olunan müna­sebet, işte bu menfeat birliği ve karşılıklı kazanç tutkusudur. Yukarıdaki âyet-i kerîmelerde, helâl ve temiz olan şeylerin yenmesiyle ilgili olarak gelen emir ise, menfeata dayalı münasebetler yardımıyle ve haksız yolla elde edilen malların haram olduğunu ve bunları yemekten şiddetle kaçın­mak gerektiğini beyan içindir. [199]

 

169 İnsanın, hakkı olmayan bir malı yemesi, onun ancak şeytana ayak uydurması ve onun peşinden gitmesi halinde mümkün olur. Zira şeytan, insanın dostu değil, aksine en büyük düşmanıdır. Bu sebepledir ki, insana dâima kötülüğü, hayasızlığı ve insanın Allah'a karşı bilmediği şeyleri söy­lemesini emreder.

Ayet-i kerlme'de geçen fuhuş (cem'i fahşâ) kelimesi, bazılarının an­ladıkları manâda, sadece zina manâsında kullanılan bir kelime değildir. Fakat daha geniş manâda, çirkinliği insanların yüzlerini kızartacak ve onları dehşete düşürecek derecedeki edepsizliklerdir ki, mealde hayasız-iık manâsını verdiğimiz bu kelime, âyet-i kerîmede «kötülük» manâsında zikredilen M/'den daha şiddetli ve daha çirkin fiillere delâlet eder. İşte, şeytan, insanlara bu çeşit kötülükleri ve edebsizlikleri yapmalarını emre­der; onları bu yollara sevketmeye çalışır. Fakat o, bununla da yetinmez, Allah'a karşı insanların bilmedikleri şeyleri söylemelerini emreder. İster ki insanlar, Allah'ın şeriatına rağmen şeriat koysunlar ve bununla helâli haram, haramı da helâl kılsınlar. Bir takım inanç esasları vazedip diğerle­rini bunlara inanmaya çağırsınlar. Bir takım fiil ve hareketleri ibadet yerine koyup, uydurdukları sözleri duâ yapsınlar.

İşte, şeytanların insanlara telkin ettikleri bu çeşit kötülükler, bazı beyinsizlerin, önce Allah'a ortak kıldıkları, sonra da peşlerinden gidip telkinlerine tâbi oldukları kimselerin Öğrettikleri kötülüklerden başkası de­ğildir. O halde, şeytanla Allah'a ortak kılınan kimseler arasında, insanları kandırıp Allah'ın-yolundan uzaklaştırmak yönünden tam bir benzerlik var­dır. Hattâ bu benzerliği, Allah'a ortaklar kılıp onların peşinden giden beyin­sizlerde bile görmek mümkündür. Nitekim Allah Ta'âlâ, aşağıdaki âyet­lerde bu benzerliğe işaret ederek şöyle buyurmuştur: [200]

 

170. Onlara «Allah'ın indirdiklerine uyun» denildiği zaman, «hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeylere uyarız» derler. O halde, ya ataları hiçbir şeye akıl edememiş ve doğru yolu bulamamış iseler!..

171. Küfredenlerin hali, sadece çağırış ve bağırış olarak işitenlere haykıran çoba­nın hali gibidir. Onlar, öyle sağır, dilsiz ve körlerdir ki, akıllarını kullanamazlar.

 

170 Şeytana ayak uydurup da, onun telkinleriyle Allah hakkında bilmedik­lerini söyleyenlere, Allah'ın vahiy yoluyla Peygamberine indirdiği dine veya şeriata uyun, denildiği zaman, onlar, buna karşı çıkarlar ve hayır, biz, atalarımızı hangi yol üzerinde bulmuşsak, onlar neye uymuşlarsa, biz de, sadece o yolda gider ve sadece onların uydukları şeye uyarız, derler. Böylece, akıllarını kullanıp doğruyu eğriden ayırt etmek yerine taklidi tercih ederler. Oysa taklid, çok defa insanları doğru yoldan saptırır da, onlar, bunun farkına varmazlar. Nitekim her devirde ve her millette, atalarından gördüklerini taklid ederek Allah'ın dîninden yüz çevirmiş pek çok zümreler görmek mümkündür. Halbuki akıl sahibi olanlar ve akıllarını kullanmasını bilenler, taklid ettikleri şeyin, Allah'ın indirdiklerine uygun olup olmadığını araştırabilen ve âyet-i kerimede de işaret edildiği gibi, kendilerine «ya atalarımız da akıl edip Allah'ın indirdikleriyle amel etmemiş ve doğru yolu buiamamışlarsa, biz de, onları taklid etmekle, onların sapık yoluna girmiş olmaz mıyız?» sorusunu yönetebilenlerdir. Çünkü insan, ancak bu soruyu kendisine yönelttiği zaman, atalarından öğrendiği akaid ve ibadetlerin hak olup olmadığını tesbit edebilir. Eğer bunlar hak ise, o zaman atalarını taklid etmiş değil, fakat Allah'ın indirdiklerine uymuş olur; eğer hak değilse, atalarını taklid etmekten vazgeçer ve Allah'ın indirdiklerine tâbi olur.

Bu manâsıyle âyet-i kerimenin, içtihada kudreti olanlara taklidi yasak­ladığı anlaşılır. İçtihada kudreti olmıyaniarın ise, hakkı arayan kimseler olarak, bir müetehide tâbi olmaları, Nahl sûresinin «eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun» mealindeki 43 üncü âyetine göre taklid sayılmamak gerekir. Çünkü delilleriyle hakkı araştırıp bulmaya en yakın olanlar müete-hidler olduğu gibi, araştırma ehliyetine sahip olmayan câhillerin ietihad ehlinden sorup öğrenmeleri de, hakkı araştırmak manâsına gelir. [201]

 

171 Yukarıdaki âyet-i kerimede söz konusu edilen taklid ise, atalarının inanç ve ibadetlerini, hak olup olmadığını araştırmadan, hak olmadığını söyleyenlere de kulak asmadan benimsemektir ki, bu yolda gidenler, aslında şeytana ayak uyduran ve onu kendilerine rehber edinen inançsız­lardır. Bu gibilerin hali, çobanın seslenişiyle hareket eden, fakat bu sesin ifade ettiği manâyı anlamayan ve onu sadece bir gürültü, yahut bağırış veya çağırış olarak işiten hayvanların halinden farksızdır. Kendi iradesiyle hareket etmekten, hareket ettiği zaman da, belli bir maksatla hareket ettiğini bilmeyen bir koyun sürüsü, nasıl çobanın söz ve kelimelerini anla­madığı halde, sesine sadece bir alışkanlık sâikiyle cevap verir, suya veya yiyeceğe gelir, önü kesilen yoldan geri dönerse, kâfirler de tıpkı bu sürü gibi kendi iradeleriyle hareket etmekten âciz, akıl ve düşünceden yoksun, ancak başkalarının sevk ve idaresiyle hareket eden bir takım yaratıklardır. Bu bakımdan, kâfirler ve kendilerini idare eden reisleriyle, koyun veya herhangi bir hayvan sürüsünü güden çoban arasında tam bir benzerlik vardır. Bu benzerlik, hayvan sürüsüyle kâfir sürüsünün, bilhassa akıl ve düşünce eseri olmayan ve sadece alışkanlıktan ileri gelen hareketlerinde görülür ki, bu, daha önce işaret ettiğimiz taklidden başka bir şey değildir. Bu bakımdan, akla dayanmtyan ve insanı doğru yola sevketmiyen taklid-ler, sadece kâfirlerin işidir. Zira insan, dînine akıl erdirip kendini tatmin edecek bilgiye sahip olmadıkça, gerçek bir mü'min olamaz. İmandan maksat, Allah'ı bilerek, emir ve yasaklarının sebep ve hikmetlerini düşün­mek ve kendisine O'nun rızasını kazandıracak hayrı işlemek, kötü akıbeti dolayısıyle de şerri terketmektir. Ancak böyle bir îman insan aklını geliştirir ve nefsini terbiye eder. Eğer kâfirler, akıllarını kullanıp bu gerçeği anlaya-bilselerdi, şeytana ayak uydurmaktan, yahut Allah'tan başkalarını O'na ortak kılıp Allah'ı sever gibi onları sevmekten ve peşlerine düşmekten sakınırlardı. Fakat onlar, akıllarını kullanmaktan âciz bir takım sağırlardır: Kendilerini iyiye, doğruya ve güzele davet eden sözleri anlayacak dere­cede işitmezler. Hem dilsizdirler: İyiden, doğrudan ve güzelden bilerek ve inanarak söz etmezler. Hem de kördürler: Gözlerini önce kendi vücutları­na, sonra da dış âleme çevirip, iyinin, güzelin ve doğrunun belirmesi için Allah'ın sayısız âyet ve delillerine bakmazlar; baksalar da görmezler; kısacası bunlar, akıllarını kullanmazlar. Bu sebepten hayvandan farkları yoktur ve bu sebepten şeytana ayak uydururlar veya şeytan kılıklı akılsız­ları Allah'a ortak kılıp rab edinirler ve onların peşlerinden giderler.

Allah Ta'âlâ, Allah'tan başkasını O'na ortak kılanların halini açıkladık­tan, bütün insanlara helâl ve temiz olması şartıyle arzda yetişen her şeyi yiyebileceklerini belirttikten ve nihayet çobanın hayvan sürüsünü yeddiği gibi, şeytan kılıklı endâdın yeddiği taklidci kâfirlerin halini de gözler önüne serdikten sonra, akıl, düşünce ve idrak bakımından diğerlerinden çok daha üstün olduklarına şüphe bulunmayan mü'minlere hitap ederek şöyle buyurmuştur: [202]

 

172. Ey îman edenler! Size rızık olarak verdi­ğimiz temiz şeylerden yeyin ve eğer Al­lah'a kulluk ediyorsanız, (Tna şükredin.

173. O, size ölüyü, kanı, domuz elini ve Al­lah'fan başkası için kesilen (hayvan) i haram kıldı. Bununla beraber, kim mecbur kalırsa, haris olmamak ve haddi aşmamak üzere (bunlardan yemesinde) herhangi bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.

Aliah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerimelerle, hitabını yalnız mü'minlere tahsis etmiş ve onlara rızık olarak verdiği temiz yiyecekleri helâl olmak şarîıyle mubah kılmıştır. 168 inci âyette de bu husus belirtilmiş ve yalnız helâl ve temiz olan yiyeceklerin yenilmesi emredilmişti. Ancak bu âyetteki hitap umumî idi ve bütün insanlara yöneltilmişti. Şu var ki, bu insanlar arasında gerçekten mü'min olanlar bulunduğu gibi, şeytana, yahut şeytan kılıklı reislere ayak uyduran ve onların peşinden giderek Allah'ın indirdiği şeriattan yüz çeviren kâfirlerde bulunuyordu. Nitekim aynı âyette, bunlara hitap edilerek şeytanın adımlarına uymamaları da istenmişti. Ne var ki bunlar, söz dinleyecek cinsten kimseler değillerdi: Onlara, Allah'ın indir­diklerine uyun denildiğinde, buna karşı çıkıyorlar ve atalarının yolundan ayrılmıyacaklarını söylüyorlardı. Bu halleriyle onlar, akıldan yoksun, hay­van sürülerinden farksızdırlar. İşte, Allah Ta'âlâ, yukarıdaki âyet-i kerime­lerde, akıllarını kullanmadıkları için, sağır, dilsiz ve kör olan ve bu sebeple hakkı kabul etmekten uzak bulunan bu sürüyü bir tarafa itmiş ve gerçekten hitap edilmeye lâyık olan, hitap edildiği zaman, onun sebep ve hikmetini düşünen, sonra da hak olduğunu anlayarak ona yönelen mü'minlere hitap etmiş ve şöyle buyurmuştur: [203]

 



[1] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/27.

[2] Hadîsin metni için bkz. Müslim, Sahîh, 1.539; Tirmizî, Sünen, V. 157

[3] Hadîsin metni için bkz. Müslim, Sahîh, I. 553.

Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/28-29.

[4] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/30-31.

[5] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/31-33.

[6] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/33-35.

[7] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/35-37.

[8] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/37-38.

[9] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/38-39.

[10] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/39-40.

[11] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/40.

[12] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/40-42.

[13] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/45.

[14] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/46-47.

[15] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/47-48.

[16] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/48-49.

[17] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/49-50.

[18] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/50.

[19] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/50-53.

[20] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/53.

[21] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/53-54.

[22] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/54-55.

[23] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/55-56.

[24] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/56-57.

[25] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/57.

[26] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/57-59.

[27] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/59-60.

[28] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/60-62.

[29] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/62-64.

[30] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/64-66.

[31] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/66-68.

[32] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/68-69.

[33] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/69-70

[34] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/70-71.

[35] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/72-73.

[36] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/73-75.

[37] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/75-78.

[38] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/78-79.

[39] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/79-80.

[40] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/80-83.

[41] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/85-87.

[42] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/87-89.

[43] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/90-91.

[44] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/91-92.

[45] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/92-93.

[46] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/93-95.

[47] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/95-98.

[48] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/98-99.

[49] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/99-100.

[50] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/101-103.

[51] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/104-105.

[52] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/105-107.

[53] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/107-108.

[54] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/108-110.

[55] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/110-111.

[56] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/111-113.

[57] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/113-114.

[58] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/121-122.

[59] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/122-123.

[60] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/123-124.

[61] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/124-125.

[62] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/125.

[63] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/126.

[64] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/126.

[65] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/126-128.

[66] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/128-129.

[67] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/129-130.

[68] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/130-131.

[69] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/131.

[70] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/132-133.

[71] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/134-136.

[72] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/136-137.

[73] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/138.

[74] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/138.

[75] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/139

[76] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/140.

[77] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/141-143.

[78] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/143-144.

[79] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/144-145.

[80] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/145-146.

[81] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/148.

[82] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/148-150.

[83] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/150-151.

[84] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/151-152.

[85] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/152.

[86] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/153-154.

[87] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/154.

[88] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/154.

[89] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/156-157.

[90] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/157-159.

[91] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/159-161.

[92] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/166-167.

[93] Hadîs için bkz. Buhâri, Sahih, 1.116; Müslim, Sahih iv.1933.

[94] Hadis için bkz. Müslim, Sahih.IV.1933.

[95] Hadis için bkz. Buhâri, sahih, v.137.

Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/168-169.

[96] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/169-170.

[97] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/171

[98] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/171-172.

[99] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/173-174.

[100] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/174-175.

[101] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/175-176.

[102] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/176.

[103] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/176-177.

[104] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/177-178.

[105] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/178.

[106] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/179-180.

[107] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/180.

[108] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/180-181.

[109] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/181-183.

[110] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/183-184.

[111] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/185.

[112] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/185-187.

[113] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/187.

[114] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/189.

[115] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/190-191.

[116] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/191-192.

[117] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/192-194.

[118] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/194-195.

[119] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/195-196.

[120] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/197-198.

[121] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/198-199.

[122] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/200-201.

[123] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/201-202.

[124] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/204-205.

[125] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/205-207.

[126] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/207-208.

[127] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/209-211.

[128] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/211-212.

[129] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/212-214.

[130] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/215-216.

[131] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/216-217.

[132] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/217-218.

[133] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/222-223.

[134] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/223-224

[135] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/224.

[136] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/224-227.

[137] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/227-228.

[138] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/228-229.

[139] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/230.

[140] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/230-231.

[141] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/231-232.

[142] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/233-234.

[143] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/234.

[144] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/234-235.

[145] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/235.

[146] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/235-236.

[147] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/237.

[148] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/238.

[149] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/238-239.

[150] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/240.

[151] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/240-241.

[152] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/242.

[153] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/243.

[154] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/243-244.

[155] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/244-245.

[156] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/249.

[157] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/250.

[158] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/250-254.

[159] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/255-257.

[160] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/257.

[161] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/257-258.

[162] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/258-259.

[163] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/260-261.

[164] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/261.

[165] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/261-263.

[166] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/263-264.

[167] Hadis için bkz. Buhârî, Sahîh-vııı. 71; Müslim, Sahîh- iv, 2067.

[168] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/264-265.

[169] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/266-267.

[170] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/267-268.

[171] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahih, 111. 208; Müslim, Sahîh, III. 1498.

[172] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, İli. 203; Müslim, Sahîh, III. 1495.

[173] Hadîs için bkz. Buhârî, Sahîh, IV. 204; Müslim, Sahîh, ili. 1495

[174] Hadîs için bkz. Tirmizî, Sünen, IV. 187; İbn Mâce, Sünen, II. 184; Ahmed İbn Hanbel,Musned, İV. 131.

[175] Hadîs için bkz. Buharı, Sahîh, III. 211; Müslim, Sahih, İli. 1521

[176] hadîs için bkz. Tirmizî Sünen, iv. 30

[177] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/268-270.

[178] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/271-272.

[179] Hadis için bkz. Buhârî, Sahîh, il. 85; Müslim, Sahih, ıv. 1807.

[180] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/272-273.

[181] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/273

[182] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/274-275.

[183] İbn Abbâs'ın bu haberi İçin bkz. Buhârî, Sahîh, IV. 113-116.

[184] Ha­disin metni için bkz. Buhârî, Sahîh, II. 171.

[185] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/275-277.

[186] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/278-279.

[187] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/279-280.

[188] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/280.

[189] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/280-281.

[190] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/281.

[191] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/282-283.

[192] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/283.

[193] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/284-287.

[194] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/288-289.

[195] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/288-291.

[196] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/291.

[197] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/291-292.

[198] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/293.

[199] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/294-295.

[200] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/295.

[201] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/296.

[202] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/296-297.

[203] Prof. Dr. Talat Koçyiğit, Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Kur’an-ı Kerim Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 1/298.