1- Takva Sahiplerinin Nitelikleri:
6- Namaz Kılarken Kameti Duyan:
7- îmama Yetişemeyip Sonradan Kılınan Rekatlar Edâ mıdır,
Kaza mıdır?
8- Kamet Getirildiği Takdirde Nafile Kılınmaz:
9- Sabah Sünnetini Kılmadan Kameti Duyan:
11- Kelime ve Terim Olarak Salat (Namaz):
12- Bu Buyruktaki "Namaz"dan Kasıt:
16- Birinci Oturuş ve Teşehhüd:
19- İftitah Tekbiri'nin Hükmü:
20- İftitah Tekbiri'nin Sözleri:
23- Kelime Anlamı ile "Rızık":
1- Kâfirin Mühürlü Kalbi ve Kâfir Kalplerin Diğer
Nitelikleri:
3- Allah'ın Hidâyet, Dalâleti, Küfür ve İmanı Yaratması ve
Kaderiyye:
5- Kalbin Diğer Organların Amelinden Etkilenmesi:
8- Gözlerin Çoğul
Gelmesinin Sebebi:
3- Münafıklar da Bir Çeşit Kâfirdir:
4- Mü'min ve Kâfir'in Türleri:
5- Mutlak Olarak Sevap Ya da Ceza Göreceğini Söylemek:
7- Münafık'a Bu Adın Veriliş Sebebi:
Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar:
5- İnsan Diğer Yaratıklara Muhtaç Değildir:
7- Kâfir ve Münafıkların Bilgisizliği:
Kur'an'ın Benzersizliği Hususunda Meydan Okuma:
Yakıtı İnsan ve Taşlar Olan Ateş:
2- Müjde ile İlgili Bazı Hükümler:
3- "Allah'ın
Ahdini Sağlamlaştırdıktan Sonra."
Hayat ve Ölümün Varlığı Kıyametin Kesin Delilidir:
6- Önce Yaratılan Yer midir, Gök müdür?
10- Herşeyi Yaratan, Herşeyi Bilen:
5- Halife'nin Belirlenme Yolu:
6- Hz. Ali'nin İmameti'ne Dair Nass:
7- Halife'nin Başa Geçme Yolu:
8- Tek Kişinin Bey'ati ile İmam Olunur mu?
9- Zorla (Tegallüb Yoluyla) İmamet:
12- Daha Faziletli Varken Başkasının İmam Yapılması:
13- İmam Fasıklık
Yaparsa Azledilir:
15- Bir İmama Bey'at Edilmişken İkincisi Ortaya Çıkarsa:
16- Adaletli Bir
İmama Karşı Çıkmak:
17- Aynı Çağda ve Aynı Bölgede Birden Fazla İmam:
3- Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e Öğrettiği İsimler:
7- Güç Yetirilemeyenin Teklifi (teklifu mâ lâ yutak):
1- Eşyanın İsimlerini Haber Vermesi:
2- Ayete Göre Bilginin ve Bilginlerin Fazileti:
3- Melekler mi Daha Faziletlidir, Âdemoğulları mı?:
Önce sûrenin nüzulü,
fazileti ve ona dair varid olmuş haberler ile ilgili açıklamalarla
başlayacağız. Bu konuda rivayet tesbit etmek şartıyla ondan sonra bütün
sûrelerde de aynı usulü takip edeceğiz. [1]
Bakara sûresi
Medine'de ve değişik sürelerde inmiş bir sûredir. Medine'de nazil olmuş ilk
sûre olduğu da söylenmiştir. Ancak yüce Allah'ın: "Kendisinde Allah'a
döndürüleceğiniz bir günden korkunuz." (el-Bakara, 2/281) buyruğu semadan
son nazil olan âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime Mina'da, Veda Haccında
Kurban bayramının birinci gününde nazil olmuştur. Yine faizin yasağını belirten
âyet-i kerimeler de (el-Bakara, 2/275, 280) Kur'ân-ı Ke-rim'den son nazil olmuş âyetler arasındadır.
Bu sûrenin fazileti
çok, sevabı muazzamdır. Buna Fustatu'l-Kur'ân (Kur'an'ın Otağı) adı verilir. Bu
adın verildiğini Halid b. Ma'dan söylemiştir. Bu adın veriliş sebebi ise,
azameti, gözkamaşürıcı özelliği, çekiciliği, hüküm ve öğütlerinin çokluğudur.
Hz. Ömer bu sûreyi, -daha önceden de belirtildiği gibi- ihtiva ettiği fıkhı ve
diğer hükümleriyle on iki yılda oğlu Abdullah da sekiz yılda öğrenmiştir.
İbnu'l-Arabi der ki:
Hocalarımdan birisini şöyle derken dinledim: Bu sûrede bin tane emir, bin tane
nehiy, bin tane hüküm, bin tane haber vardır. /^ Rasûlullah (s.a) belli sayıda
askerî birliği belli bir tarafa göndermiş, I ların başına en genç olanını Bakara
sûresini ezberlediğinden dolayı komuttan tayin etmiş ve ona: "Git, sen
onların emirisin" demiştir. Bu hadisi Tirmi-/ zî, Ebu Hureyre'den rivayet
etmiş olup sahih olduğunu belirtmiştir.[2]
Müslim, Ebu Umame el-Balıili'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah
(s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bakara sûresini okuyunuz. Onu öğrenmek bereket, onu terketmek bir
hasrettir. Batılcılar da onun altından
( kalkamazlar." (Hadisin ravilerinden bir tanesi olan) Muaviye der
ki: Bana ulaştığına göre burada sözü geçen "batılcılar"dan kasıt
sihirbazlardır.[3] Yine Müslim'in Ebu
Hureyre'den rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Evlerinizi kabirler haline getirmeyiniz. Çünkü şeytan, içerisinde) Bakara
sûresinin okunduğu evden kaçar."[4]
Darimi, Abdullah'tan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bakara sûresi bir evde okundu mu mutlaka
şeytan oradan seslice osurarak kaçıp gider. Ayrıca şöyle demiştir: Herşeyin
bir zirvesi vardır. Kur'ân'ın zirvesi de Bakara süresidir. Her-şeyin katıksız
bir özü vardır. Kur'ân-ı Kerim'in özü de mufassal sûrelerdir.[5]
el-Busti'nin Sahih'mde
Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu
ki: "Şüphesiz herşeyin bir zirvesi vardır. Kur'ân'ın zirvesi de Bakara
süresidir. Kim geceleyin evinde okursa, üç gece süre ile şeytan onun evine
girmez. Kim gündüzün onu okursa, şeytan üç gün süre ile evine girmez."
Ebu Hatim el-Busti der ki: Peygamber (s.a)'ın: "Şeytan üç gün süre ile
evine girmez" buyruğu ile kastettiği şeytanların azgın olanlarıdır.
Darimi Müsned'inde
eş-Şabi'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah dedi ki: Her kim bir
gecede Bakara sûresinden on âyet-i kerime okur ise sabah olana kadar o gece o
eve hiçbir şeytan giremez. Bunlar baştaki ilk dört âyet, Âyetul-Kürsi, ondan
sonraki iki âyet ve: "Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır"
(el-Bakara, 2/284) den itibaren sonundaki üç âyet-i kerimedir. Yine eş-Şabi'nin
rivayetine göre Abdullah şöyle demiştir: O gün ona da aile halkına da şeytan
yaklaşmaz, hoşuna gitmeyecek birşey de ilişmez. Bunlar bir deliye okundu mu
mutlaka kendisine gelir. -Abdullah'ın arkadaşlarından birisi olan el-Muğire b.
Subey' dedi ki: Kur'ân'ı asla unutmaz. İshak b. İsa der ki: Ezberlemiş
olduklarını unutmaz. Ebu Muhammed ed-Darimi der ki: (ravi-lerden) kimisi de
el-Muğire b. (Subey' değil de Sumey'dir demiştir.[6]
İbn Abdi'l-Berr'in
"el-lstiab" adlı eserinde şöyle denilmektedir: Lebid b. Rabia b. Amir
b. Malik b. Cafer b. Kilab b. Rabia b. Âmir b. Sa'saa cahiliyye dönemi
şairlerinden birisi idi. İslam'ı da idrak etmiş güzel bir şekilde İslâm'a
bağlanmış, müslüman olduktan sonra şiir söylemeye son vermişti. Halifeliği
döneminde Hz. Ömer ona şiiri hakkında soru sormuş. Şiir okumasını istemişti. O
da Bakara sûresini okumuştu. Hz. Ömer ona: Ben sana kendi şiirinden okumanı
istemiştim. Lebid de: Yüce Allah bana Bakara ve Al-i İm-ran sûrelerini
öğrenmeyi nasip ettikten sonra bir beyit olsun şiir söylemedim. Onun bu sözleri
Hz. Ömer'in hoşuna gittiğinden dolayı ikibin olan maaşına beşyüz daha ilave
etmişti. Haber rivayet edenlerin çoğu şöyle demiştir: Lebid İslâm'a girdikten
sonra şiir söylemedi. Bazıları da: O İslâm'a girdikten sonra sadece şu beyiti
söylemiştir, demektedirler:
"Allah'a
hamdolsun çünkü ecelim gelmedi İslâm'dan bir elbiseye bürününceye kadar."
İbn Abdi'1-Berr der
ki: Bu beyitin Selul'lu Karade b. Nüfase'ye ait olduğu da söylenmiştir. Bence
daha sahih olan görüş budur. Başkası da şöyle der: Hayır, İslâm'a girdikten
sonra Lebid'in söylediği beyit şudur:
"Soylu insanı
kendi nefsi gibi sigaya çeken olmaz
Kişinin salih arkadaşı
kişiyi İslah eder."
Âyetu'l-Kürsi ile
Bakara sûresinin sonlarının faziletine dair varid olmuş haberler, bunların
tefsiri yapılırken gelecektir. Yine Âl-i İmran sûresinin baş taraflarında bu
sûrenin faziletine dair daha başka açıklamalar da -yüce Allah'ın izniyle-
gelecektir. [7]
"Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile"
1. Elif, Lâm, Mîm.
2. İşte bu kitap; Onda
hiçbir şüphe yoktur. Takva sahipleri için hidâyettir.
Tefsir alimleri
sûrelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir
eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın
Kur'ân-ı Kerim'de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle
bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca kendisine sakladığı
müteşabih buyruklar arasında yer alırlar. Bunlar hakkında bir-şey söylemek
gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz.
Bu görüş ayrıca Ebu
Bekir es-Sıddîk ile Ali b. Ebi Talib (Allah ikisinden de razı olsun )den de
rivayet edilmiştir.
Ebu'1-Leys
es-Semerkandî, Ömer, Osman ve İbn Mes'ud (r.anhum)dan şöyle dediklerini
kaydetmektedir: Mukatta Harfler ilimleri gizlenmiş buyruklardandır. Onlar
tefsir edilmezler.
Ebu Hatim de der ki:
Biz Mukatta Harfleri Kur'ân-ı Kerim'de yalnızca sûrelerin baş taraflarında
görebiliyoruz. Bunlarla yüce Allah'ın neyi anlatmak istediklerini de
bilemiyoruz.
Derim ki: Ebu Bekr
el-Enbârî'nin zikrettiği şu rivayetler de bu kabildendir: Bize el-Hasen b.
Hubab anlattı. Bize Ebu Bekr b. Ebi Talib anlattı. Bize Ebu'l-Münzir el-Vasıti,
Malik b. Miğvel'den anlattı. Malik, Said b. Mesruk'tan, o er-Rabi b. Huseyn'den
rivayetle dedi ki: Yüce Allah bu Kur'ân-ı Kerim'i indirdi ve ondan istediği
şeylerin bilgisini yalnızca kendisine sakladı. Sizi de dilediğine muttali
kıldı, dilediğinin sırrını bildirdi. Kendisi için sakladığı bilgilere herhangi
bir şekilde nail olamazsınız. O bakımdan onlara dair soru sormayınız. Sizi
muttali kıldığı şeylere gelince, işte hakkında soru soracağınız ve kendisine
dair size haber verilecek olan bilgi budur. Bununla birlikte siz Kur'ân'ın
tümünü öğrenemezsiniz ve bütün öğrendiklerinizle de amel edemezsiniz. Ebu Bekr
der ki: İşte bu, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan birtakım harflerin anlamlarını yüce
Allah'tan bir deneme ve bir imtihan olmak üzere bütün alemden gizli tutulduğunu
açıkça ortaya koymaktadır. Bunlara iman eden bir kimseye ecir verilir, mutlu
olur. Bunları inkar eden ve şüphe ile karşılayan da günah kazanır ve haktan
uzaklaşır.
Bize Kadı Ebu Yusuf b.
Yakub anlattı. Bize Muhammed b. Ebu Bekr anlattı, bize Abdurahmân b. Mehdi
Süfyan'dan rivayetle anlattı. Süfyan, el-A'meş'ten, o Umare'den o Hureys b.
Zuhayr'dan o da Abdullah (b. Mes'ûd)'dan rivayetle dedi ki: Hiçbir mümin ğayba
imandan daha faziletli bir imana sahip olmaz. Bundan sonra da: "Onlar
ğayba inanırlar" (el-Ba-kara, 2/3) buyruğunu okudu.
Derim ki: Bu müteşabih
ve müteşabihin hükmü ile ilgili açıklamalardır. İleride yüce Allah'ın izniyle
Al-i İmran sûresinde de açıklanacağı üzere doğru olan görüş budur. İlim
adamlarından büyükçe bir topluluk da şöyle demiştir: Hayır, bizim bunlara dair
söz söylememiz ve bunların altında saklı olan faydalı hususları araştırmamız,
bunlardan çıkartılabilecek anlamlar üzerinde durmamız gerekmektedir. Bu görüşü
savunanlar konu ile ilgili pek çok kanaat
ileri sürmüşlerdir.
İbn Abbas'tan ve yine
Hz. Ali'den şöyle dedikleri rivayet edilmektedir: Kur'ân-ı Kerim'de yer alan
Mukatta Harfler Allah'ın ism-i a'zamıdır. Şu kadar var ki bizler bu harflerden
bu ismin ne şekilde olduğunu çıkartandayız.
Kutrub, el-Ferra ve
başkaları der ki: Bunlar heca harflerine işarettir. Allah bunlarla bu Kur'ân-ı
Kerim'in benzerini meydana getirmek için meydan okuduğunda Kur'ân-ı Kerim'in bu
harflerden meydana geldiğini bildirmektedir ki onların konuşmalarının temelini
bu harfler oluşturmaktadır. Böylelikle onların Kur'ân-ı Kerim'in benzerini
meydana getirmekten yana acze düşmeleri ile onlara karşı getirilen delil daha
bir beliğ (açık) olur ve kesinlik kazanır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim onların
dilleri olan Arapçanın dışında değildir. Kutrub der ki: Onlar Kur'ân-ı Kerim'i
işittiklerinde kaçıp gidiyorlardı fakat "Elif, Lam, Mim" ve
"Elif, Lam, Mim, Sad" buyruklarını işitince böyle bir sözü (önce)
tepki ile karşıladılar. Ancak Hz. Peygamber'e kulak vermeye başladıklarında
onu işitme duyularına ve kulaklarına sağlamca yerleştirmek kastı ile onlara
telif edici (ısındırıcı) Kur'ân-ı Kerim'i okudu ve onlara karşı delilini
ortaya koydu.
Başka bir grup da
şöyle demektedir: Müşrikler, Mekke'de iken Kur'ân-ı Kerim'i dinlemekten
yüzçevirip: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve o okunurken anlamsız sözler
söyleyin" (Fussilet, 41/26) demeleri üzerine onlar tarafından ga-rib
karşılansın ve kulak kabartsınlar, ondan sonra da Kur'ân'ı dinlesinler, böylelikle
de onlara karşı kesin bir şekilde delil ortaya konulsun diye bu harfler nazil
olmuştur.
Bir grup da şöyle
demektedir: Bu harfler bir kısmı bırakılmış geri kalanları belirtilmemiş bazı
isimlere delalet etmektedirler. Nitekim İbn Abbas ve başkalarının şu açıklamaları
buna benzer: Elif Allah'tan, Lam Cebrail'den, Mim ise Muhammed (s.a)'den
(kısaltma)dır. Şöyle de denilmiştir: Elif Allah adının baş harfi, Lam Latif
adını baş harfi, Mim Mecid adının baş harfidir.
Ebu'd-Duha, yüce
Allah'ın ( I_ll ) "elif, lam, mim" buyruğu hakkında İbn Abbas'ın şu
açıklamayı yaptığını rivayet etmektedir: "Ben Allah'ım bilirim."
Diğer taraftan "elif, lam, ra"nın: Ben Allah'ım görürüm; "elif,
lam, mim, sad" buyruğunun: "Ben Allah'ım hakkı batıldan ayıran hükmü
veririm" anlamına geldiğini de söylemişlerdir. Buna göre elif (ben
anlamına gelen) "ene" kelimesinin "lam" harfi
"Allah" adının, "mim" harfi (bilirim anlamına gelen)
"a'lemu"nun yerini tutmaktadır. ez-Zeccac bu görüşü tercih ederek
şöyle demiştir: Ben bu harflerden her birisinin bir mana ifade ettiği kanaatindeyim.
Araplar harflerin bir kısmını teşkil ettiği kelimelerin yerini tutmak üzere
hem şiirde hem de o manayı kastetmek üzere (tek başlarına) harfleri kullanmış
bulunmaktadırlar. Şairin şu sözünde olduğu gibi:
"Ben ona 'dur1
dedim o da 'kâf dedi."
Burada şair: İşte
durdum, dediğini kastetmektedir. Zuheyr de şöyle demiştir:
"Hayra karşılık
hayırlar, fakat şer olursa fâ
Bununla birlikte ben
şer istemem ancak tâ."
Şair burada
"fâ" ile; "eğer sen kötülük yaparsan ben de kötü karşılık veririm"
demek istemiştir. "Fâ" ile de; "sen kötülük istersen ben de
kötülük yaparım," demek istemiştir.
Bir diğer şair de
şöyle demiştir:
"Onlara
seslendiler yularları takın diye hiç tâ...mısınız? Hep birlikte haydi fâ..
dediler."
"Tâ" ile
binmez misiniz, demek istemiş, "fâ" ile de bininiz, demek istemiştir.
Hadis-i şerifte de Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir müslümanın öldürülmesine yarım
kelime ile dahi yardımcı olursa..."[8]
Şa-kik der ki: Yarım kelime ile yardımcı olması demek Çöldür anlamına gelen)
"uktul" kelimesi yerine iki harflik "uk" demektir. Nitekim
Peygamber (s.a) de: "Şa.... olarak kılıç kafidir"[9] diye
buyurmuştur. Bunun anlamı ise, "şâfiyen" kelimesinin ilk iki harfi
olup "şifa veren" demektir.
Zeyd b. Eşlem der ki:
Bunlar sûrelerin isimleridir. el-Kelbi de der ki: Bunlar şerefleri ve
faziletleri dolayısıyla yüce Allah'ın kendileriyle kasem ettiği yeminlerdir. Ve
bunlar O'nun isimlerindendir. Bu da İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Kimi ilim
adamı bu görüşü kabul etmeyerek şöyle demiştir: Bunun kasem olması uygun
olmaz. Çünkü kasem: gibi edatlar ile birlikte yapılır. Burada ise bu edatlardan
herhangi birisi yoktur. Dolayısıyla bunun bir yemin olması caiz değildir. Buna
şöyle cevap verilebilir: Burada yemin edilen şey yüce Allah'ın: "O'nda
hiçbir şüphe yoktur" buyruğudur. Bir kimse, yemin ederken: Allah'a yemin
ederim bu kitapta hiçbir şüphe yoktur" diyecek olsa onun bu ifadesi doğru
olur ve burada yer alan yoktur, yeminin cevabı olur. Böylelikle el-Kelbi'nin bu
sözü ile İbn Abbas'tan bu şekilde yapılan rivayetin doğru ve sağlıklı bir
açıklama olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.
Eğer: Yüce Allah'ın
yemin etmesinde hikmet nedir? Zaten insanlar o dönemde ya tasdik eden ya da
yalanlayan olmak üzere iki sınıftı. Doğrulayan yeminsiz de doğrulamaktadır.
Yalanlayan ise yemin ile birlikte de tasdik etmemektedir, denilecek olursa şu
şekilde cevap verilebilir: Kur'ân-ı Kerim Arapça nazil olmuştur. Araplardan
herhangi bir kimse sözünü pekiştirmek istediği takdirde sözünün doğruluğuna
yemin eder. Şanı yüce Allah da onlara karşı konulan delile kuvvet kazandırmak
istediğinden dolayı Kur'ân-ı Kerim'in kendi katından gönderilmiş olduğuna yemin
etmektedir.
Kimisi de der ki:
"Elif Lam Mim" yani: Ben bu Kitabı senin üzerine Levh-i Mahfuzdan
indirdim demektir. Katade de yüce Allah'ın Elif, Lam, Mim buyruğu hakkında
şöyle der: Bu Kur'ân-ı Kerim'in isimlerinden bir tanesidir.
Muhammed b. Ali
et-Tirmizî'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüce Allah bu sûrede bulunan
bütün hüküm ve kıssaları sûrenin baş taraflarında sözkonusu ettiği harflere
koymuştur. Bunu ise ancak bir peygamber ya da bir Allah dostu bilebilir. Daha
sonra bunu insanları bilgilendirmek üzere bütün sûrede açıklamaktadır. Konu
ile ilgili başka görüşler de ileri sürülmüştür. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. [10]
Bu harfler sükûnlü
okunarak üzerinde vakıf yapılır. Çünkü bunlar nakıstır. Ancak bunlar hakkında
haber getirir yahut bunları atfeder isek, o takdirde bunları i'rablı
(harekeli) olarak okuyabiliriz. Bu harflerin i'rabda mahallerinin olup
olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Bunların irabı yoktur çünkü bunlar,
cümle içinde yerleri belli olan isimler değildir, muzari fiil de değildir.
Bunlar sadece heca (alfabe harfleri) konumundadır ve bunlar oldukları gibi
hikaye edilirler (seslendirilirler) denilmiştir. Halil ve Sibeveyh'in görüşü
budur. Bu harflerin sûrenin isimleri olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre ise
açıklanmayan bir mübtedanın haberi olarak kabul edildiklerinden dolayı i'rabda
mahalleri reftir. Yani: Bu "ElifLam Mim"dir, anlamındadır, derler.
Nitekim: Bu Bakara süresidir derken de böyledir. Veya bu harfler müb-teda kabul
edilir, haberi de daha sonra gelen: "Bu..." buyruğudur. "Zeyd işte
o adamdır" demek gibi. İbn Keysan en-Nahvi der ki: "Elif Lam
Mim" nasb mahallindedir. "Elif Lam Mim"i okuyorum demek veya:
"Elif Lam Mim"i okumaya bak, demek gibi. Yemin olarak cer mahallinde
oldukları da söylenmiştir. Çünkü İbn Abbas: Bunlar yüce Allah'ın kendileriyle
yemin ettiği kasemlerdir, demiştir. [11]
Yüce Allah'ın:
"İşte bu (şu.) kitab" anlamının "bu kitap" olduğu
söylenmiştir.
Şu" kelimesi
aslında gaib olana işaret için olmakla birlikte hazırda bulunana işaret için de
kullanılır. Nitekim şanı yüce Allah kendi zatı hakkında haber verirken (aynı
edatla) şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, gizliyi de açığı da bilen aziz ve
rahim olandır." (es-Secde, 32/6) Hufaf b. Nudbe'nin şu beyitindeki işaret
de böyledir:
"Mızrak(ım) belini
bükerken ona dedim ki:
Hufafa iyi bak. îşte o
kişi benim!"
Yani; ben buyum
demektir.
Burada yer alan
şu" ile Kur'ân-ı Kerim'e işaret edilmekte ve (bu anlamına gelen) yerine
kullanılmaktadır. Bunun ifade ettiği kısa anlam şudur: "Elif Lam Mim,
İşte bu kitap, onda hiçbir şüphe yoktur." Aynı zamanda bu, Ebu Ubeyde,
İkrime ve başkalarının görüşüdür. Yüce Allah'ın şu buyruklarında da kullanılan
(bu türden işaret zamirleri) aynı anlamdadır: "İşte bu bizim İbrahim'e
kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir" (el-En'am, 6/83); "Bunlar
Allah'ın âyetleridir. Sana onları hak ile okuyoruz." (el-Ba-kara, 2/252)
Burada geçen (ve uzaktaki veya gaib olan birisini işaret etmek için kullanılan
kelimesi, yakın için kullanılan kelimesi anlamındadır. Fakat artık bunlar
zaman itibariyle geçip gittiklerinden dolayı adeta uzaklaşıp gitmiş gibi
oldular ve bu bakımdan -uzak için işaret zamiri olan kelimesi kullanıldı.
Buharı'de şöyle denilmektedir: Ma'mer dedi ki: İşte bu kitap bu Kur'ân-ı
Kerim'dir.
"Takva sahipleri
için bir hidâyettir" Bir açıklama ve bir yol göstermedir. Yüce Allah'ın:
"Bunlar Allah'ın hükümleridir. Aranızda o hükmeder."(el-Mümtehine,
60/10) buyruğunda olduğu gibidir. Mana bu Allah'ın hükmüdür, şeklindedir.[12]
Derim ki: şu"
anlamında da kullanılır. Umm Ha-ram'dan rivayet edilen hadis-i şerifte Hz.
Peygamber'in Onlar bu denizin ortasında yolculuk yapacaklardır"[13]
buyruğundan kasıt, o (görmediğimiz) denizde yolculuk yapacaklardır, demektir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ayrıca gaib olana işaret edilerek: "O
onun kapısında duruyor" da denilmiştir.
bu, şu" zamirinin
gaib hakkında kullanılışı ile ilgili olarak on ayrı görüş vardır:
1)
"İşte bu kitap" yani benim insanlar için takdir ettiğim mutluluk, bedbahtlık,
ecel ve rızık hakkında bir şüphe yoktur, yani onu değiştirecek yoktur,
anlamındadır.
2) "Bu
kitap" ile ezelde kendim için takdir ettiğim: "Rahmetim gazabımı
geçmiştir" buyruğu kastedilmiştir. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Ebu
Hurey-re'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Allah yaratmayı hükmettiği zaman kitabında kendisi hakkında kendisinin
yanında alıkonulmuş o kitabında: Benim rahmetim gazabıma galib gelir"
diye buyurmuştur. Bir diğer rivayette de" ....geçer" şeklindedir.[14]
3) Yüce
Allah peygamberine suyun silip götüremeyeceği bir kitap indireceği vadinde
bulunmuştur. İşte bununla sözü geçen o vade işaret edilmiştir. Nitekim
Müslim'in Sahih'inde Mücaşi'li Iyad b. Himar'dan gelen bir rivayete göre
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Allah yeryüzü halkına baktı,
araplarıyla arap olmayanıyla hepsine gazab etti. Bundan tek istisna kitap ehlinden
geriye kalan bir azınlık oldu. Ve buyurdu ki: Seni, seni ve seninle başkalarını
sınayayım diye peygamber olarak gönderdim. Senin üzerine suyun yıkayamayacağı,
uyurken ve uyanıkken okuyacağın bir kitap indirdim...."[15]
4)
Burada işaret Kur'ân-ı Kerim'in Mekke'de nazil olan bölümlerinedir, de
denilmiştir.
5) Şanı yüce
Allah Peygamberi Muhammed (s.a)'e: "Muhakkak Biz, senin üzerine ağır bir
söz bırakacağız." (el-Müzemmil, 73/5) buyruğunu Mekke'de iken inzal
buyurunca Rasûlullah (s.a) yüce rabbinden kendisine verilen bu vadin
gerçekleştirilmesini gözetleyip duruyordu. Medine'de onun üzerine: "Elif,
Lam, Mim. İşte bu kitap onda hiçbir şüphe yoktur" buyruğunu inzal buyurunca
onun anlamı şunu ifade ediyordu: Medine'de senin üzerine indirdiğim Kur'ân-ı
Kerim'in bu bölümleri işte Mekke'de iken sana vahyede-ceğimi vadetmiş olduğum o
kitaptır.
6) Buradaki
"işte bu" ile Tevrat ve İncil'de bulunanlara işaret edilmektedir.
"Elif, Lam, Mim" ise Kur'ân-ı Kerim'in adıdır. Buna göre ifadenin
takdiri şöyle olur: Bu Kur'ân-ı Kerim Tevrat ve İncil'de açıklaması yapılan
kitaptır. Yani Tevrat ile İncil bu kitabın doğruluğuna tanıklık etmekte ve
Kur'ân-ı Kerim her ikisinde bulunan manaları kuşattığı gibi onlarda bulunmayan
şeyleri de fazladan ihtiva etmektedir.
7) Burada
yer alan "işte bu kitap" buyruğu ile Tevrat'a da İncil'e de işaret
edilmektedir de denilmiştir. Anlamı şöyle olur: "Elif, Lâm, Mîm. Bu kitap
işte o iki kitap veya o iki kitap gibidir." Yani Kur'ân-ı Kerim o iki
kitapta bulunanları kendisinde toplamıştır. Böylelikle "bu" ifadesi
Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bir delil ile her ikisini ifade etmektedir. Nitekim
yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O (inek) ne çok yaşlı ne de çok gençtir.
Bunun ikisi arasında dinç bir inektir." (el-Bakara, 2/68) Burada
"bunun" buyruğu ile kastedilen yaşlı ile genç arasında demektir.
İleride açıklaması gelecektir.
8) Bir diğer
görüşe göre burada yer alan "bu" ile Levh-i Mahfuza işaret edilmektedir.
el-Kisai der ki: "Bu" Kur'ân'ın henüz nazil olmamış, semada bulunan
diğer bölümlerine işarettir.
9) Diğer bir
görüşe göre şanı yüce Allah, kitap ehline Muhammed (s.a)ın üzerine bir kitap
indireceğini vadetmişti. İşte buradaki işaret, sözü geçen o vâdedir. el-Müberred der ki: Anlam şudur: Bu Kur'ân-ı
Kerim sizin bundan önce kâfirlere karşı gelişi sayesinde muzaffer olacağınızı ileri sürdüğünüz o
kitaptır.
10) Bu
buyruk ile "Elif Lam Mim" harfleri, Benim kendilerinden oluşturduğum
bu söz düzeni ile size karşı meydan okuduğum harflerdir, görüşünü kabul
edenlere göre, alfabedeki harflere işaret edilmektedir. [16]
"Kitap" bir
araya derlenip toparlanmayı ifade eden dan mas-dardır. Biraraya gelip
toplandığından dolayı askerî birliğe "ketîbe" denilir. Bölük bölük
olduğu takdirde atlar hakkında da aynı kökten denilir.
Katırın fercinin iki
tarafı bir halka veya ince uzun bir deri parçası ile bir araya getirildiği
vakit, bu durumu ifade etmek üzere denilir. Şair der ki:
"Yanında
konakladığın Fezareli hiçbir kimseye sakın güvenme Develerine karşı ve onları
(n ferclerini) bir halka ile bağla." Kâf harfi ötreli okunarak kelimesi,
içinden ip geçirmek üzere açılan ve ipiyle birlikte olan delikise, böyle bir
yerden ip geçirme işleminin adıdır. Şair Zu'r-Rimme der ki:
"Tabaklanmış,
delikleri genişçe derinin
Delikleri aralıksız
damlayan su ile delikler kaybolmuş."
Kitap: Yazan
kimsenin alfabe harflerini birarada veya ayrı ayrı yazmasıdır. Yazılan şey
olmakla birlikte buna "kitap" adı verilmiştir. Nitekim şair şöyle
demektedir:
"Benden bir dönüş
umar halbuki onda
Tutkalın
yapıştırdığına benzer bir kitap (yazı) vardır."
Kitap: Aynı zamanda
farz, hüküm, kader anlamına da gelir. el-Ca'di der ki:
"Amcamın kızı,
Allah'ın Kitabı çıkardı beni Aranızdan, ben Allah'ın yaptığını önleyebilir
miyim?
Rayb: Şüphenin Anlamı:
Yüce Allah'ın
"Hiçbir şüphe" buyruğu genel bir nefydir. İşte bundan dolayı burada
kelimesi nasbedilmiştir. "er-Rayb" kelimesinin üç anlamı vardır:
1- Şüphe
demektir. Abdullah b. ez-Ziba'rî der ki:
"Ey Umeyme, hakta
şüphe diye birşey olmaz. Asıl şüphe bilgisizin söylediğinde olur. "
2- Töhmet
demektir. Cemil der ki:
"Buseyne dedi ki,
ey Cemil beni töhmet altında bıraktın Ben de dedim ki, ikimiz de ey Buseyne
töhmetçi kimseleriz."
3- İhtiyaç
demektir. Şair (Ka'b b. Malik) der ki:
"Tihame'den her
türlü ihtiyacımızı karşıladık
Ve Hayber"den;
sonra da kılıçları topladık."
Allah'ın Kitabında
şüphe de yoktur tereddüt de olmaz. Bunun anlamı şudur: Bu kitap zatı
itibariyle haktır ve o, Allah tarafından indirilmiştir. O'nun sıfatlarından bir
sıfattır. Yaratılmamıştır, sonradan da var edilmemiştir. İsterse bu konuda
kâfirlerin herhangi bir şüphesi bulunsun.
Anlamın şu olduğu da
söylenmiştir: İfade haber olmakla birlikte manası yasaklamaktır. Bu konuda
şüphe etmeyiniz, demektir. Burada ifade tamam olmaktadır. Sanki: İşte bu kitap,
hak bir kitaptır, denilmiş gibidir.
Herhangi bir hususta şüphe
veya korkuya kapılmak sözkonusu olduğunda kişi: Bu iş beni kuşkulandırdı, der.
Rayb sahibi olduğu takdirde ( vjIjÎ ) kelimesi kullanılır. Kuşkulanan kimseye
denilir. ise, zamanın musibetleri ve başgösteren sıkıntılı olaylar demektir.
Yüce Allah'ın:
"Onda şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidâyettir" buyruğu ile
ilgili açıklamalar altı başlık altında ele alınacaktır: [17]
Onda" buyruğunda
yer alan "ha" harfi, "fi" sebebiyle cer mahallin-dedir.
(Bunun beş türlü okunuşu vardır. En güzeli okuyuşudur.
Bundan sonra
"he" harfinden sonra "vav" ilave etmeksizin okuyuşu gelir.
Bu, ez-Zühri ve Sellâm Ebu'l-Münzir'in kıraatidir. Bundan sonra he harfinden
sonra uzatan harf olarak yâ ilavesiyle okuyuşudur. Bu İbn Kesir'in kıraatidir.
Ayrıca hadan sonra vav ekleyerek kıraati de caizdir. Ha harfini sakin okuyup
ondan sonraki ha harfi ile idğam edip şeklindeki okuyuş da caizdir.
hidâyet" kelimesi, müb-teda olduğu için ref mahallindedir. Haberi ise, (s4
) kelimesidir. O taktirde "... onda hidâyet vardır" demek olur.
"Hûda"
kelimesinin arapçadaki anlamı doğruluk ve açık seçiklik demektir. Yani bu
kitapta marifet ehline bir açıklama vardır. Doğru yol gösterilmektedir ve onda
fazlasıyla açıklama ve hidâyet vardır. [18]
Hûda iki türlüdür:
Birisi delalet (yol göstericilik) şeklindeki hidâyettir. Bu peygamberlerin ve
onlara tabi olanların yapabilecekleri bir şekildir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Her bir kavim için de hidâyete ileten bir (yol gösterici)
kişi vardır." (er-Rad, 13/7) Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Ve muhakkak ki sen dosdoğru yola hidâyet edersin." (eş-Şura, 42/52)
Burada yüce Allah, peygamberlere hidâyete iletme imkanını verdiğinden
sözetmektedir. Burada sözü geçen "huda"nın anlamı ise göstermek, davet
etmek, dikkat çekip uyarmaktır.
Diğer bir hidâyet
şekli ise; te'yid ve başarı (desteklemek ve tevfik) anlamına gelen ve yalnız
yüce Allah'a has olan hidâyettir. Yüce Allah, Peygamberine hitaben şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak ki sen sevdiğin kimseyi hidâyete
erdiremezsin." (el-Kasas, 28/56) Buna göre hidâyet kalpte imanı yaratmak
anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "İşte bunlar
Rablerinden bir hidâyet üzerindedirler." (el-Bakara, 2/5); "Ve o
dilediğine hidâyet verir." (Yunus, 10/25)
Hûda aynı zamanda
hidâyet bulmak anlamına da gelir. Bunun anlamı ise, ne sekide tasarrufta
bulunursan bulun irşad anlamına gelir. Ebu'l-Meâli der ki: Bazan hidâyet
müminleri cennete ulaştıran yollara ve cennete götüren yollara iletmek
anlamında da kullanılır. Mücahidlerin nitelikleri ile ilgili olarak yüce
Allah'ın şu buyruğu bu türdendir: "Onların amellerini asla boşa çıkartmaz,
onları hidâyete erdirecektir." (Muhammed, 47/4-5) Yüce Allah'ın şu buyruğunda
da (belli bir yere ulaştıran yollara iletmek) anlamında kullanılmıştır:
"Onları cehennemin yoluna götürün." (es-Saffat, 37/23) Yani onların o
yollardan yürümesini sağlayın, demektir. [19]
Hidâyet müennes bir
lafızdır. el-Ferra der ki: Esedoğullarının bazıları "el-Hüda"
kelimesini müennes kabul ederek: Bu güzel bir hidâyettir" derler.
el-Lihani de bu müzekker bir lafızdır demektedir.
Bu kelimenin i'rabı
kabul etmeyiş sebebi, sonunda maksur elifin bulunmasıdır. Elif ise hareke
almaz. Harfli olarak da harf(-i cer)siz olarak da mef ul alır (geçişli olur).
Buna dair açıklamalar Fatiha sûresinde yapılmıştı. Yola iletmek, evi tarif
etmek için bu kelime kullanılır. Birincisi (yani harfli geçiş yapması)
Hicazlıların şivesi, ikincisini de el-Ahfeş nakletmiştir.
Kur'ân-ı Kerim'de yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Bizi dosdoğru yola ilet (lıidâyet eyle)!"
(el-Fatiha, 1/6) Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bizi
buna ileten (hidâyet eyleyen) Allah'a hamdolsun." (el-A'raf, 7/43)
"Hüda"nın
gündüzün isimlerinden birisi olduğu da söylenmiştir. Çünkü insanlar bu zaman
süresi içerisinde geçimlerini sağlamak ve bütün maksatlarını gerçekleştirmek
için (aydınlığında) yol bulurlar. İbn Mukbil'in şu beyi-ti de bu anlamdadır:
"Nihayet gün
aydınlandı, sahralar ansızın (üstüme) geliyorken;
Aile halklarına bir
musibet geleceğinden korkuyor, ya da dua ediyorlar." [20]
Yüce Allah:
"Takva sahipleri için" buyruğunda hidâyetini takva sahiplerine
tahsis ettiğini ifade etmektedir. Her ne kadar bu kitap bütün insanlık için bir
hidâyet ise de bununla takva sahiplerinin şerefi arttırılmaktadır. Çünkü takva
sahipleri, onun içinde bulunan hakikatlere iman etmiş ve tasdik etmiş,
doğrulamışlardır. Ebu Ravk'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir",
yani onlar için bir şereftir dediğine dair bir rivayet gelmiştir. Yani: Yüce
Allah onları tebcil etmek, şanlarını yüceltmek, üstünlüklerini açıklamak üzere
böyle buyurmuştur.
kelimesinin aslı,
şeddesiz iki ya ile olmak üzere şeklindedir. Birinci ya'dan esre, ağırlığı
dolayısıyla hazfedildikten sonra iki sakin bir araya geldiğinden dolayı ya'nın
birisi hazfedilmiş, vav harfinin yerine de vav ile te'nin bir araya gelmesi
halinde vav'ın te harfine dönüştürülmesi şeklindeki Arapların asıl kaidelerine
uygun olarak vav, te harfine dönüştürülmüş ve ondan sonra arka arkaya gelen
iki te birbirine idgam edilerek olmuştur. [21]
Takvanın dilde asıl
olarak, az söz söylemek demek olduğu söylenmiştir. Bunu nakleden İbn Faris'tir.
Derim ki: Takva sahibi
gemlenmiş-tir (fazla konuşmaz) muttaki de mü'min ve itaatkarın üstündedir"
hadisinde-ki "muttaki" kelimesi de bu anlamdadır.[22] Salih
ameli ve ihlaslı duasıyla yüce Allah'ın azabından kendisini koruyan kimseye
"muttaki" denir. Bu kelime, kendin ile hoşlanmadığın şey arasında
engel olarak kullandığın hakkında hoşlanılmayan şeyden sakınmak"
tabirinden alınmıştır. Nitekim en-Nabiğa şöyle demiştir:
"Düştü üzerindeki
örtü, fakat düşürmek istemezdi onu Onu yerden aldı ve eliyle bize karşı
kendisini korudu." Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Bir örtü attı ki
onun ötesinde güneş var ve korudu kendisini
En güzel iki eklem
olan: El ve bilek ile."
Hafız Ebu Muhammed
Abdülgani, Ebu Ubeyde Said b. Zerbi yoluyla Asım b. Behdele'den, o Zir b.
Hubeyş'ten o İbn Mesud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: İbn Mes'ud
birgün yeğenine şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, insanların ne kadar çok olduğunu görüyorsun
değil mi? Yeğeni: Evet deyince şöyle dedi: Tevbe eden yahut takva sahibi kimse
dışında onlarda hayır yoktur. Kardeşimin oğlu insanların ne kadar çok
olduğuğunu görüyorsun değil mi? Ben yine: Evet görüyorum, dedim. Şöyle dedi:
Alim veya ilim öğrenen v\^dışında onlarda hayır yoktur.
Ebu Yezid el-Bjstami
der ki: Takva sahibi konuştuğu zaman Allah için konuşan, amel ettiği zaman
Allah için yapandır.
Ebu Süleyman ed-Darani
der ki: Takva sahipleri Allah'ın kalplerinden şehvet ve arzuların sevgisini
çekip sıyırdığı kimselerdir.
Takva sahibinin
şirkten sakınan ve nifaktan uzak kalan kimse olduğu da söylenmiştir. Ancak İbn
Atiyye der ki: Bu yersiz bir açıklamadır. Çünkü ki-X şi fasık olduğu halde bu
şekilde olabilir.
Ömer b. el-Hattab
(r.a), Ubey b. Kab'a takvanın mahiyeti hakkında
soru sorunca Ubey ona: Dikenli bir yolda hiç yürüdün mü? diye sormuş.
Hz. Ömer: Evet demiş. Bu sefer: Peki
böyle bir yolda yürürken ne yaptın? diye
sorunca Hz. Ömer: Elbiselerimi topladım ve mümkün olduğu kadar korundum
deyince Ubeyy: İşte takva budur, cevabını vermiş. Şair İbnu'l-Mu'tez bu anlamdan hareket ederek şu beyitleri
söylemiştir:
"Bırak günahları
küçüğüyle
Büyüğüyle. işte takva
budur
Dikenli bir yolda,
gördüğünden sakınarak Yürüyen kimse gibi davran Küçük günahı önemsiz görme
Çünkü dağlar çakıl taşlarından olur." [23]
Takva bütün hayırları
toplamıştır. Allah'ın öncekilere de sonrakilere de vasiyeti odur. İnsanın elde
edeceği en hayırlı, en büyük fayda takvadır. Nitekim Ebud-Derda'ya: Senin
arkadaşların şiir söylediği halde senden herhangi bir şiir bellenmedi denince
onlara şöyle der:
"Kişi ister ki
dilekleri verilsin kendisine
Allah ise ancak
muradını yerine getirir
Kişi der ki: Benim
faydam, benim malım
Halbuki Allah korkusu
(takva) elde edeceği en üstün faydadır."
İbn Mace'nin Sünen'de
Ebu Umame'den rivayetine göre Peygamber (s.a) şöyle dermiş: "Allah
korkusundan (takvasından) sonra mü'minin elde ettiği en hayırlı şey, salih
zevcedir. Ona bir emir verirse kendisine itaat eder, ona bakarsa kendisini
sevindirir. Ona and verdiği takdirde yeminini yerine getirir, yanında
bulunmayacak olursa hem kendi nefsinde hem de malında ona karşı hainlik etmez, doğru davranır. "[24]
Takvanın aslı veznindedır. Onu korudum,
önledim anlamına gelendan vav harfi te'ye dönüştürülmüştür, korkan adam
demektir. Aslı ise şeklindedir. Aynı şekilde kelimesinin de aslıdır. Nitekim
araplar derler. Halbuki bunun aslı şeklindedir. [25]
3. Onlar ğayba
inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar kendilerine rı-zık olarak verdiğimizden de
infak ederler.
Bu buyruğa dair
açıklamalar yirmi altı başlık halinde sunulacaktır:
"Onlar"
anlamına gelen kelimesi "takva sahipleri" kelimesinin sıfatı olarak
(mahallen) mecrurdur. Önceki kelime ile ilişkisi olmamak üzere merfu olması da
caizdir. Yani: Onlar öyle kimselerdir ki... Övmek kasdıyla nasbedilmesi de
caizdir. (Özellikle: Ğayb'a inanan... lan kasdediyorum, anlamında).
"İnanırlar"
tasdik ederler anlamındadır. İman sözlükte tasdik demektir. Kur'ân-ı Kerim'de
şöyle buyurulmaktadır: "Sera bize iman edici değilsin" (Yusuf,
12/17); yani bizi doğrulayıcı değilsin. Bu kelime be ve lam harfleri ile
mePul alır (geçişli
olur). Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Sizin dininize
uyanlardan başkasına inanmayın." (Âl-i İmran, 3/73); "Musa'ya...
inanmadı" (Yunus, 10/83)
Haccac b. Haccac
el-Ahvel (Zikku'1-Asel lakaplı) rivayetle dedi ki: Katade'yi şöyle derken
dinledim: Ey ademoğlu, eğer sen hayrı ancak isteyerek severek yapmak istiyor
isen şunu bil ki senin nefsin usanmaya, yorulmaya ve J tahammülsüzlüğe meyyaldir. Fakat asıl
mü'min zor gelse dahi katlanandır. Asıl
L mü'min, buna karşı kendisini güçlendirendir. Asıl mü'min işi sıkı
tutandır. Şüphesiz ki mü'minler gece ve gündüz telbiye getirerek (Lebbeyk
diyerek ve dua ederek) Allah'a yönelenlerdir. Allah'a yemin ederim mü'min gizli
ve açık Rabbimiz, Rabbimiz deyip durur ve nihayet Allah da gizli açık dualarını
kabul buyurur. [26]
"Ğayb"
Arapçada göremediğin herşey hakkında kullanılır. Kelimenin aslı ya'lıdır. O
bakımdan: Güneş battı, batıyor, denilir. Gaybet (gaib olma hali) anlamı bilinen
bir kelimedir. Kadının kocası kaybolduğunda denilir. Bu şekilde kocası
kaybolan kadına da ( denilir. Yerin çukurca bir bölgesine düşüldüğü takdirde:
Çukurca bir yere düştük, denilir. İçinde saklanılıp kaybolunan ağaçların toplu
olarak bulunduğu yere de (koruluk, ormanlık anlamına) adı verilir. Yerin
alçakça olan kısımlarına da "ğayb" denilir. Çünkü gözün görmediği
bir yerdir. [27]
Müfessirler burada yer
alan "ğayb"ın ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Kimisi, bu âyet-i kerimede kastedilen ğayb, yüce Allah'tır demektedir. İbn
el-Arabi bunu zayıf görmektedir. Kimisi kaza ve kaderdir. Kimisi Kur'ân-ı Kerim
ve onda bulunan ğayblerdir demişlerdir. Kimisi de ğayb: Rasûlullah (s.a)'ın
haber verdiği ve akıl ile bilinemeyen lıerşeydir: Kıyametin alametleri, kabir
azabı, haşir, neşir, sırat, mizan, cennet ve cehennem gibi. İbn Atiyye der ki:
Bu görüşler arasında çelişki yoktur. Aksine ğayb bunların hepsi hakkında
kullanılabilir.
Derim ki: Bu, Cibril
hadisinde (a.s), Peygamber (s.a)'e: Bana imandan haA ber ver, diye sorduğunda Hz. Peygamber'in
kendisine işaret ettiği şer'î ima-j j nı ifade eder. Hz. Peygamber bu soruya
cevaben şöyle buyurdu: "(İman) Al-I lah'a meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine, âhiret gününe iman etmen
ve hayrı ile şerriyle de kadere iman etmendir." Hz. Cebrail: de:
Doğru söyyledin, diye cevap verdi...[28]
Abdullah b. Mes'ud der
ki: Hiçbir mü'min ğayba imandan daha üstün bir
şeye iman etmiş değildir. Bundan sonra da yüce Allah'ın: "Onlar
ğayba iman ederler..." buyruğunu okudu.
Derim ki: Kur'ân-ı
Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Bizgaib olanlar değiliz,"
(el-A'raf, 7/7) Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Onlar ğaybde
Rablerinden korkarlar." (el-Enbiya, 21/49) Yüce Rabbimiz, dünya yurdunda
gözle görülmeyen, gaiptir. Ancak dikkatle düşünmek ve istidlal halinde gaib
olmadığı görülür. O bakımdan mü'minler amellere karşılık veren kadir bir
Rablerinin olduğuna iman ederler. İnsanlardan uzaklarda, görülme-yip yalnız
kaldıklarında ve gizliliklerde O'ndan korkarlar. Çünkü Allah'ın kendilerini
görmekte olduğunu bilirler. Böylece âyetlerin açıklaması uygun bir şekilde
yapılmış ve aralarında zıtlık kalmamış olur. Bundan dolayı Allah'a hamdederiz.
"Ğayba" buyruğu
ile kastın, onlar münafıkların zıddına, vicdanlarında, kalplerinde Allah'tan
korkarlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır. Şair
der ki:
"Ğayba iman
ettik, halbuki bizim kavmimiz Muhammed'den önce putlara ibadet ederlerdi. "[29]
"Namazı dosdoğru
kılarlar" buyruğu bir cümlenin cümleye atfedilmesi-ni ifade eder.
"Namazın dosdoğru kılınması (ikame edilmesi)" rükünleriy-le,
sünnetleriyle, vakitlerinde uygun şekilleriyle -ileride açıklanacağı üzere-eda
edilmesi demektir. Bu buyruk, devam etti ve sabit oldu anlamına gelen Ot^J' fi»
) dan gelmektedir. Ayak üzerinde durmaktan değildir. Mesela: Hak kaim oldu,
denildiğinde açıkça ortaya çıktı ve sabit oldu kastedilir. Şair der ki:
"Ve savaş bizimle
- bacağı üzere - ayağa kalktı." Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Onlara: Düşman
tarafından basıldınız, denildi mi hiç vakit kaybetmezler
Hemen atlılar mızrak
pazarıni kurarlar."
"Dosdoğru
kılarlar" buyruğunun devam ettirirler anlamına geldiği de söylenmiştir. Hz.
Ömer şu sözleriyle buna işaret etmektedir: "Namazı koruyan T ' ve ona gereken dikkati gösteren dinini
korumuş olur. Namazı yitirip kaybeden kişi ondan başkasını daha çok
kaybeder."[30]
Namaz için ikamet
(kamet) getirmek bilinen bir husustur. Cumhura görre kamet, sünnettir. Kameti
terkedenin (namazı) iade etmesi gerekmez. Evzai, Ata, Mücahid ve İbn Ebi
Leyla'ya göre vaciptir. Onu terkedenin namazı ,' iade etmesi gerekir. Zahiriler de böyle
demiştir. Bu görüş İmam Malik'ten de i
rivayet edilmiştir. İbn el-Arabi de bunu tercih ederek şöyle demektedir:
Çünkü Bedevi arabın namaz kılması ile ilgili hadiste: "Ve kamet
getir" diye buyurarak Hz. Peygamber, tekbir getirmesini, kıbleye
yönelmesini ve abdest almasını emrettiği gibi kamet getirmesini de emretmiştir.[31] :
Daha sonra şöyle der:
Şimdi sizler artık bu hadisi de bildiğinize göre, bu konuda İmam Malik'e ait iki rivayetten hadise
uygun olanını kabul etmeniz gerekir ki,
bu da kamet getirmenin farz olduğu şeklindedir. İbn Abdi'1-Berr, Peygamber
(s.a)'ın: "Namazın tahrimesi, tekbirdir"[32]
buyruğu tahrime getirmeyen kimsenin namaza girmiş olmayacağının delilidir.
Dolayısıyla bu tahrimeden (iftitah tekbirinden) önce yapılan işlerin hükmü,
terkedilmeleri dolayısıyla namazın iade edilmemesidir. Fukahânın icmâ ile kabul ettikleri şeyler müstesna. Bu konuda icma bulunduğundan dolayı
(namazda) selam verir ve bunları yerine
getirir. Taharet, kıbleye yönelmek, vakit ve benzerleri.
Mezhebimize (Mâliki)
mensup kimi ilim adamları şöyle demiştir: Kamet getirmeyi kasten terkeden kimse
namazı tekrar iade eder. Ancak bu, kametin farz olduğundan dolayı değildir.
Çünkü farz olmuş olsaydı kasten veya yanılarak terkedilmesi arasında fark
olmazdı. Bu hükmün sebebi sünnetle--^rin hafife alınması(nın önüne geçmek)dir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [33]
"Kamet
getirildiğini duyan kimse acele eder mi etmez mi?" hususunda ilim
adamları arasında farklı görüşler vardır. Çoğunluk isterse bir rek'ati kaçıracağından
korksun acele etmeyeceği görüşündedir. Çünkü Peygamber (s.a)) {'şöyle
buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde koşarak namaza gitmeyiniz.
Yürüyerek namaza gidiniz ve sükûnetinizi bozmayınız. Yetiştiğinizi kilınız,
yetişemediğinizi de tamamlayınız."[34] Bunu
Ebu Hureyre rivayet etmiş Müslim de Kitabına almıştır.
Yine Ebu Hureyre'den
rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Namaz için
kamet getirildiğinde sizden hiçbir kimse namaza koşarak gitmesin. Yürüyerek
gitsin ve sükûnetini bozmaksızın ağırbaşlılığını ko-\ rusun. Yetiştiğini
(imamla) kıl, yetişemediğini sonradan sen kaza et."[35]
İşte bu hadisler bu
konuda birer nastır. Mana yönünden ise, kişi, koşarak yorulur ve nefes nefese
yetişirse, namaza girmesi, okuması ve huşuunu birbirine karıştırır, şaşırır.
Aralarında İbn Ömer'in de -bu konuda farklı rivayet gelmekle birlikte -İbn
Mes'ud'un da bulunduğu seleften bir grup namazı geçireceğinden korktuğu
taktirde çabucak gidebileceği görüşündedir. İshak der ki: Rek'ati kaçırmaktan
korkarsa acele eder. İmam Malik'ten de buna benzer bir görüş rivayet
edilmiştir. İmam Malik der ki: At sırtında olan kimsenin atını dürtüp
koşturmasında mahzur yoktur. Bazıları onun bu görüşünü yayan yürüyen ile bineği
üzerinde giden arasında fark vardır, şeklinde açıklamışlardır. Çünkü at
sırtında olan bir kimse yürüyen kimse gibi yorulup nefes nefese kalmaz.
Derim ki: Her durumda
Rasûlullalı (s.a)'ın sünnetine uymak daha uygundur. O bakımdan hadis-i şerifte
belirtildiği gibi sükûnetini ve ağırbaşlılığını bozmaksızın, yürümesine eskisi
gibi devam eder. Çünkü namaza giden de namazdadır. Peygamber (s.a)'in haber
verdiği bir hususun haber verdiğinden başka türlü olmasına imkan yoktur. Namaza
girmiş, (başlamış) bir kimsenin nasıl sükûnet ve ağırbaşlılığını koruması
gerekiyorsa yürüyenin durumu da böyledir. Taki o da bu şekilde namaz kılana
benzesin ve onun elde ettiği sevabı elde edebilsin. Bizim bu görüşümüzün
sağlıklı oluşuna delil, belirttiği-rrhiz hadis-i şeriflerdir. Ayrıca Darimi'nin
Müsned'inde kaydettiği şu rivayet de
buna delildir: Bize Muhammed b. Yusuf anlattı dedi ki: Bize Süfyan, Mu-~"\
hammed b. Aclan'dan anlattı , o el-Makburi'den o Ka'b b. Ucre'den rivayet- I le
dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Abdest alıp mescide doğru yola
koyuldun mu parmaklarını biribirine geçirme. Çünkü sen namazdasın."[36]
Sa-hih olan bu hadis-i şerifte Peygamber (s.a) acele etmekten daha az olan bir
davranışı men etmiş ve mescide gitmekte olan birisini namaz kılan birisi gibi değerlendirmiştir.
İşte Sünnet-i Seniyye'den bu rivayetler yüce Allah'ın: "Allah'ın zikrine
koşunuz" (el-Cum'a, 62/9) buyruğunu beyan etmekte ve bununla namaza
gitmek için çabukça koşmanın söz konusu olmadığı, aksine bir fiil ve amelin
kastedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim İmam Mâlik de bunu böylece açıklamıştır.
Bu konuda doğru olan görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [37]
İlim adamları
Peygamber Efendimizin: "Yetişemediğinizi tamamlayınız"
buyruğu ile:
"Yetişemediğini kaza et" buyruklarının aynı anlama gelip gelmediği
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu iki tabirin aynı anlama geldiği ve
"kaza etmek" tabirinin mutlak olarak kullanılıp tamamlamak kastedildiği
söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Namaz kaza
edildiğinde (kılındığında)" (el-Cuma, 62/10) Bir başka yerde de:
"Hacc ibadetlerinizi kaza ettiğinizde (tamamladığınızda)..."
(el-Bakara, 2/200)
Bunların farklı
anlamlarda olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Bu farklı görüşler,
sonucunda namaza sonradan katılan bir kimsenin imamla kıldıkları namazının ilk
rek'atleri midir, sonraki rek'atleri midir konusunda da görüş ayrılığına sebep
teşkil etmiştir. Birinci görüşü aralarında İbnü'l-Kasım'ın da bulunduğu İmam
Mâlik mezhebine mensup bir grup kabul etmiştir. Fakat böyle bir kimse
kılamadıklarını Fatiha ve zammı sûre okuyarak kaza e-der. Böylelikle bu kişi
fiilleriyle önce kılınmış bir namaza bina etmiş fakat sözleriyle kaza etmiş
olur.
İbn Abdi'1-Berr der
ki: Mâliki mezhebinde meşhur olan görüş budur. İbn Huveyzimendad der ki: Bizim
mezhep alimlerimizin kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu, Evzai'nin,
Şafii'nin, Muhammed b. el-Hasan'ın, Ah-med b. Hanbel'in, Taberi'nin ve Davud b.
Ali'nin de görüşüdür. İbn Abdi'l-Hakem'in Malik'ten zikrettiği görüş olan
Eşheb'in rivâyetiyle İsa'nın İbnu'l-Kasım yoluyla Malik'ten naklettiği rivayete
göre, sonradan yetişenin yetiştiği rek'atler namazının son kısmıdır. Bu
durumda o hem fiil hem söz itibariyle kalanı kaza eder. Kufeli âlimlerin
görüşü de budur.
Kadı Ebu Muhammed
Abdülvehhab der ki: Maliki mezhebinin meşhur olan görüşü de budur. İbn
Abdi'1-Berr der ki: Sonradan yetişenin yetiştiği bölümleri, namazının
yetiştiği ilki kabul edenler zannederim ihrama (iftitaha) riâyet etmiş, onu
gözönünde bulundurmuşlardır. Çünkü iftitah ancak namazın başında sözkonusudur.
Teşehhüd ve selam ise ancak namazın sonunda sözkonusu olur. İşte burdan
hareketle şöyle demişlerdir: Sonradan yetişenin yetiştiği, namazının başıdır.
Bununla birlikte hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a): "Tamamlayınız"
diye buyruğu da varid olmuştur. Tamamlamak ise sonradan olan bir iştir.
Karşı görüşü
savunanlar ise, Hz. Peygamber'in "Kaza ediniz" buyruğunu delil
gösterirler. Kaza edilen ise kaçırılan, kılınamayandır. Ancak "tamamlayınız"
şeklinde gelen rivayet daha çoktur. İmam ile yetiştiğin, namazının başıdır,
diyenlerin görüşlerine ancak Abdülaziz b. Ebu Seleme el-Macişun ile el-Müzeni,
İshak ve Davud'un şu söyledikleri uygun bir açıklama olur: Sonradan imama
yetişen kişi imam ile birlikte Fatiha'yı ve yetiştiği takdirde bir sûre okur.
Kaza etmek için kalktığı takdirde ise yalnızca Fatiha'yı okur. Bunların bu
açıklamaları, kabul ettikleri asıl ilkeye ve uygulamalarına uygun düşmektedir.
-Allah onlardan razı olsun. [38]
Kamet getirilmesi
nafile namaza başlamayı engeller. Çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Namaz için kamet getirildiğinde farz namazdan başka namaz olmaz."
Bunu Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.[39] Eğer
nafileye başlamış bulunuyor ise bu sefer onu kesmez. Çünkü yüce Allah:
"Amellerinizi iptal etmeyiniz" (Muhammed, 47/33) diye buyurmaktadır.
Özellikle de o nafileden bir rek'at kılmış ise. Konu ile ilgili hadisin
genelliği dolayısıyla başladığı nafileyi keser de denilmiştir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır. [40]
Henüz sabah namazının
iki rek'atini kılmadan mescide gelen ve akabinde de farz için kamet
getirildiğini gören kişinin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır. İmam Malik der ki: İmama uyar ve iki rek'ati (sünneti) kılmaz. Eğer
henüz mescide girmemiş ise şayet bir rek'atin geçeceğinden korkmuyor ise
mescidin dışında iki rek'at sünneti kılıverir. Ancak Cum'a namazının eda
edildiği mescide bitişik mescid avlularından herhangi bir yerde bu iki rek'ati
kılmaz. Şayet ilk rek'ati kaçıracağından kor-karsa imama uysun ve onunla
birlikte namaz kılsın. Daha sonra arzu ettiği takdirde güneş doğduktan sonra bu
iki rek'at sünneti kılar. Hatta güneş doğduktan sonra bu iki rek'at sünneti
kılması onları büsbütün terketmesinden daha iyi ve faziletli bir davranıştır.
Ebu Hanife ve
arkadaşları da der ki: Şayet (farz) iki rek'ati kaçırmaktan ve imamın ikinci
rükûdan başını kaldırmasından önce yetişemeyeceğinden korkarsa o takdirde imama
uyar. Eğer imam ile birlikte bir rek'ata yetişebileceğine kanaat getirir ise,
mescidin dışında sabah namazının iki rekat sünnetini kılar, sonra da imama
uyar. el-Evzai de böyle demiştir. Ancak o, son rek'ati kaçırmaktan korkmadığı
sürece bu iki rek'at sünneti mescidde de kılmayı caiz görmektedir. es-Sevri de
der ki: Bir rek'ati kaçırmaktan korkarsa cemaat ile birlikte namaza durur ve bu
iki rek'at sünneti kılmaz. Aksi taktirde iki rek'ati kılar, isterse mescide
girmiş bulunsun.
el-Hasen b. Hay (b.
Hayyan da denilmektedir) der ki: Kamet getiren kişi, kamete başladığı takdirde
sabahın iki rek'at sünneti dışında farz olmayan hiçbir namaz kılınmaz.
Şafii de der ki:
Mescide girdiğinde namaz için kamet getirildiğini gören bir kimse, imam ile
birlikte namaza durur ve (sabahın) iki rek'at sünnetini mescidin dışında da
içinde de kılmaz. et-Taberi de böyle demiştir. Ahmed b. Han-bel de bu
görüştedir. Bu görüş İmam Malik'ten de nakledilmiştir. Bu konuda sahih olan
görüş de budur. Çünkü Peygamber (s.a): "Namaz için kamet getirildiği
takdirde farz dışında namaz olmaz." diye buyurmaktadır. Sabah namazının
iki rek'ati ya sünnettir, ya fazilettir veya rağibe (kılınması teşvik edilmiş)
bir namazdır. Anlaşmazlık halinde delil ise sünnetten getirilen delildir. İmam
Malik'in meşhur olan görüşü ile Ebu Hanife'nin görüşünün delillerinden bir
tanesi de İbn Ömer'den gelen şu rivayettir: İbn Ömer mescide geldiğinde imamın
sabah namazını kıldığını görür. İbn Ömer bu iki rek'ati Hz. Hafsa'nın odasında
kıldıktan sonra imama uyarak onunla birlikte namazını kılar.
es-Sevri ve
el-Evzai'nin delillerinden birisi de Abdullah b. Mes'ud'dan gelen şu
rivayettir. O mescide girdiğinde namaz için kamet getirildiğini görür. Mesciddeki
direklerden birisinin arkasına çekilerek sabahın iki rek'at sünnetini kılar ve
sonra da namaza durur. Ve bunu ashab-ı kiramdan olan Huzey-fe ile Ebu Musa (r.
anhum)'ın da hazır olduğu bir sırada yapar. Ayrıca bunlar (Sevri ve Evzai ile
onların görüşünde olanlar) şöyle derler: Kişinin mes-cid dışında farza durmayıp
nafile ile uğraşması caiz olduğuna göre mescid-de de bunu yapması caizdir.
Müslim, Abdullah b.
Malik b. Buhayne'den şöyle dediğini rivayet etmekr> Jtedir: Sabah namazı
için kamet getirildi. Rasûlullah (s.a) da müezzinin kameti f getirdiği sırada namaz kılan birisini gördü
ve ona: "Sen sabahı dört rek'at olarak mı kılıyorsun?"dedi.[41] Bu,
Hz. Peygember'in imam namaz kılarken, mesj cid içerisinde sabahın iki rek'at
sünnetini kılan bir kimseye tepki göstererek bu davranışını reddettiğini ifade
etmektedir. Aynı şekilde bu hadis-i şerifi sabahın iki rek'at sünnetinin böyle
bir durumda kılınması halinde sahih olduğuna delil gösterilmesi de mümkündür.
Çünkü Peygamber (s. a) böyle bir şeyi yapmak imkanına sahip olmakla birlikte
onun namazını kestirmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [42]
"es-Salat"
(namaz): Sözlükte dua demektir. Duayı ifade eden (Peygamber'in şu hadis-i
şerifi de böyledir: "Sizden herhangi bir kimse bir yemeğe çağrıldığı
takdirde bu daveti kabul etsin. Eğer oruç-;
suz ise, yemekten yesin. Oruçlu ise, salat getirsin."[43] Yani
dua etsin. Kimi ilim adamları der ki:
Burda kastedilen bildiğimiz namazdır. Oruçlu olan bu '^kişi bu durumda iki
rek'at namaz kılar ve ayrılır gider. Ancak birinci görüş/
daha yaygındır ve daha
çok ilim adamı bu görüşü benimsemiştir. ~ Hz. Esma, Abdullah b. ez-Zübeyr'i
doğurduğu sırada onu Peygamber (s.a)'e
gönderdi. Esma der ki:
Daha sonra Hz. Peygamber eliyle onu sıvazladı ve ona/
salat getirdi.[44] Yani
ona duada bulundu.
Yüce Allah da:
"Ve onlara salat getir" (et-Tevbe, 9/103), diye buyurmuştur. Onlara
dua et, demektir. el-A'şâ der ki:
"Gitmemin
yaklaştığı sırada kızım der ki:
Rabbim her türlü
yorgunluktan, ağrıdan babamı uzak tut
Sen bu duanın
benzerini yapmaya devam et, uyku için yum gözlerini
Çünkü kişinin yanı
uyumak ihtiyacını duyar."
Yine el-A'şâ der ki:
"Küpü içerisinde
rüzgar onunla karşılaştı.
Küpüne dua etti,
tekbir getirdi ve duada bulundu. "
Burada geçen
kelimesinin tekbir getirip dua etmek anlamında olduğu es-Sihhah'ta
belirtilmiştir.
Kimisi de
"salat" lafzı kelimesinden türetilmiştir. Bu ise sırt bölgesinin
ortalarında bir damarın adıdır. Kuyruk sokumunda bu damar bölünür ve onun
etrafını çevirir. At yarışında kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü yarışta
bu kişinin atının başı kendisinden önceki yarışçının atının kıçının yakınında
olur. "es-Salat" kelimesi de buradan türetilmiştir. Ya imandan sonra
ikinci önemli farz olduğundan dolayı bu ismi almıştır ve böylelikle namaz at
yarışında bu şekilde ikinci gelen "el-musalli"ye benzetilmiştir, ya
da rükûa eğilen bir kimsenin iki kaba etini büktüğünden dolayı bu adı almıştır.
Çünkü "es-Salâ" atın kuyruk sokumu anlamındadır. Bunun ikili de şeklinde gelir. "el-Musalli" ise
öne geçenin hemen arkasından gelen demektir. Çünkü ikincisinin başı
birincisinin kıçına yakındır. Hz. Ali de şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) öne
geçti ve arkasından Ebu Bekir vardı (salla) üçüncü olarak da Ömer vardı.
"Salat"
lafzının devamlılık ve ayrılmamaktan alınmış olduğu da söylenmiştir. Kişi
ateşe düştüğü, ateşlik olduğu zaman "Ateşi boyladı" denilir. Yüce
Allah'ın: "Kızgın bir ateşe girecektir" (el-Ğaşiye, 88/4) buyruğunda
da (girecektir anlamına gelen) bu kelime de bu manadadır, el-Haris b. Ubad da
der ki:
"Ben o cinayete
katılanlardan değilim. Allah biliyor ki
Bugün onun ateşinin
hararetine yanıyorum."
Yani onun ateşine
düşmüş bulunuyorum. Bu anlamı ile, sanki ibadete yüce Allah'ın emrettiği şekli
ile devam etmek ve bunu sürdürmek manası kastedilmiş gibidir.
Namaz kelimesinin
ateşte kavurup düzeltip yumuşatıldığı takdirde kullanılan: değneği ateş
üzerinde ısıttım" kökünden alındığı da söylenmiştir. Sanki namaz kılan
"el-musalli" namaz kılmak suretiyle kendisini doğrultur, yumuşatır
ve huşua gelir gibi olduğundan bu isim verilmiş gibidir. el-Hârzencî der ki:
"İşinde acele
etme, onu sürdür
Çünkü devamlı sürdüren
kimse gibi asanı (bir rivayete göre asasını)
doğrultan
bulunmaz."
Salat, dua ve rahmet
anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani
"Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmektedir.
Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçen "salat"
lafzı böyledir: "Onların Beyti Haram'ın yanındaki ibadetleri ıslık çalmaktan
.... başka değildi." (el-Enfal, 8/35) Yine "es-salat" nafile
anlamına da gelir. "Ehline namazı emret." (Taha, 20/İ32) buyruğunda
olduğu gibi. Salat, teşbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Eğer o
gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143) Yani,
musallilerden olmasaydı, anlamı-nadır. Nitekim kuşluk namazını ifade etmek
üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir. "Seni
hamdinle teşbih ederiz." (el-Bakara, 2/30) buyruğu ile ilgili olarak
"namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır.
Salat, okumak anlamına
da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu anlamadır: "Dua yaparken, sesini
pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 17/110) Buna göre
"salat" lafzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan
ev anlamına da gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir. ..""" Salat'm
bu bildiğimiz ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söy-7 lenmiştir.
Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namaz-r Vsız hiçbir
şeriat de yoktur. Bu görüşü Ebu Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir.
Derim ki: Bu görüşe
göre "salaf'ın iştikakı (türetilmişi) yoktur. Cumhurun görüşüne gelince bu
da bir sonraki başlıkta açıklanacaktır: [45]
Bu konuda usulcülerin
farklı iki görüşü vardır. Birisine göre bu kelime ilk olarak konulmuş olduğu
lügavi esası üzere kalmıştır. İman, zekat, siyam (oruç), hac kelimeleri gibi.
Şeriat ise bu konuda yalnızca gerekli şart ve hükümleri açıklamıştır. İkinci
görüşe göre şeriatın getirdiği bu fazlalıklar, bu kelimeleri yeniden konulmuş
kelime haline getirir. Ve tıpkı şeriat tarafından ilk defa konulmuş,
kullanılmış gibi olurlar. Usulcülerin ihtilafı işte bu noktadadır. Birincisi
daha doğrudur. Çünkü şeriat arap diliyle sabit olmuştur. Kur'ân-ı Kerim de
şeriati apaçık bir arapça ile bildirmiştir. Diğer taraftan arapların isimleri
kullanmakta belli bir tasarruf şekilleri vardır. Mesela "ed-dâb-be"
kelimesi debelenen hareket eden her bir varlık için kullanıldığı halde daha
sonra örf bu kelimeyi sadece "el-behaim (yırtıcı hayvanlar dışında kalan
dört ayaklı bütün kara ve deniz hayvanların)"a tahsis etmiş ve örfte sadece
bunlar anlaşılır olmuştur. İşte şeriatın örfünün de isimler üzerinde böyle bir
tasarrufu sözkonusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [46]
Burada sözü geçen
"namaz" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır.
Kasıt farz namazlardır denildiği gibi, hem farz hem nafile namazlardır da
denilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü lafız genel bir lafızdır ve
takva sahibi ise hem farzları hem de nafileleri işler. [47]
Namaz nzık için bir
sebeptir. Nitekim yüce Allah -Allah'ın izniyle- Taha sûresinde de açıklaması
geleceği gibi: "Aile halkına namazı emret." (Taha, 20/132) diye
buyurmaktadır. Yine namaz karın ağrısı ve diğer ağrılara karşı bir şifadır.
İbn Mace'nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Peygamber (s.a) erkenden
namaz kıldı. Ben de erkenden namaz kıldım ve oturdum. Peygamber (s.a) bana
dönüp şöyle dedi: Onun (açlığın) derdinden mi karnın ağınyor? Ben: Evet ey
Allah'ın peygamberi dedim. O da bana: "Kalk namaz kıl, çünkü namazda şifa
vardır" diye buyurdu. Bir rivayette de "açlık derdinden mi karnın
ağınyor?"[48] ifadesini Farsça
olarak şeklinde söylediği
kaydedilmektedir. Farsça: Karnının rahatsızlığından mı şikayet ) ediyorsun?
anlamındadır.
Ayrıca Peygamber (s.a)
herhangi bir işten dolayı sıkılır ise, hemen namaza koşardı.[49]
Namaz ancak birtakım
şart ve farzlar yerine getirildiği takdirde sahih olur. Taharet, namazın
şartları arasındadır. Buna dair hükümler, Nisa[50] ve
Maide[51]
sûrelerinde gelecektir. Bir diğer şart avretin örtülmesidir. Buna dair açıklamalar
da yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde[52]
gelecektir.
Namazın farzlarına
gelince: Kıbleye yönelmek, niyet etmek, tahrim tekbiri (iftitah tekbiri)
getirmek ve bunun için ayakta olmak, Fatiha-sûresini okumak ve bunun için
ayakta bulunmak, rükû ve rükûda itmi'nan, başın rükûdan kaldırılması ve
doğrulmak, sücud ve sücudda itmi'nan, başın secdeden kaldırılması, iki secde
arasında oturmak ve bu oturuşta itmi'nan, ikinci defa secdeye varmak ve bunda
da itmi'nan. Bütün bu hükümlerde asıl delil ise, Ebu Hu-reyre tarafından
rivayet edilen ve Peygamber (s.a)'ın namazını doğru dürüst kılamayan kimseye
namaz kılmayı öğretmesine dair hadis-i şeriftir. Sözü geçen bu hadis-i şerifte
Hz. Peygamber bu kişiye şöyle demiştir: araaz kılmak üzere kalktığın vakit,
abdest azalarını iyice yıka, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir getir, sonra
Kur'ân-ı Kerim'den ezberlediğin bölümilerinden kolayına geleni oku. Sonra
itmi'nan buluncaya kadar rükû et. Sonra doğruluncaya kadar başını kaldır, sonra
secdende itmi'nan buluncaya kadar secde yap. Sonra iyice itmi'nan bulacak
şekilde oturuncaya kadar başını (secdeden) kaldır ve sonra da bunu namazının
bütününde aynen yap." Bu j hadisi Müslim rivayet etmiştir.[53]
Rifâa b. Râfi'in
rivayet ettiği hadis de böyledir. Bunu da Darakutni ve başkaları rivayet
etmiştir.[54]
Mezhep (Maliki
Mezhebi) alimlerimiz der ki: Peygamber (s.a)'ın bu buyruğu namazın rükünlerini
açıklamakta, bu konuda kamet getirmekten, elleri kaldırmaktan, kıraat
miktarından ve intikal tekbirlerinden söz etmemektedir. Yine rükû ve sücudda
teşbih getirmekten, (birinci kadede) arada oturmaktan, teşehhüdden, son
oturuştan ve selam vermekten de söz etmemektedir.
Kamet getirmek ve
muayyen olarak Fatiha'nın okunması ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. Ellerin (intikal tekbirlerde) kaldırılması ise, ilim
adamlarının büyük çoğunluğu ve fukahanın geneline göre vacip değildir. Çünkü
Ebu Hureyre'nin ve Rifâa b. Râfi'in rivayet ettiklerine işaret edilen hadisleri
bunu ifade etmektedir. Davud (ez-Zahiri) ve mezhebine mensup bazı kimseler,
iftitah tekbiri esnasında bunun vücubunu (farz olduğunu) kabul etmişlerdir.
Kimisi de şöyle demiştir: İftitah esnasında, rükû esnasında, rükûdan kalkma
halinde ellerin kaldırılması vaciptir. Kim ellerini kaldırmazsa namazı
batıldır. Bu, el-Humeydi'nin de görüşüdür, el-Evzai'den gelen bir rivayet de
böyledir. Delil olarak Peygamber Efendimizin: "Benim nasıl namaz
kıldığımı gördüyseniz siz de öylece kılınız"[55]
hadisini gösterirler. Sözkonusu bu hadisi de Buharı rivayet etmiştir. Bunu
delil gösterenler derler ki: Buna göre biz onun nasıl yaptığını gördüysek o
şekilde yapmak bizim için vaciptir. Çünkü yüce Allah'tan muradını tebliğ eden
odur.
İftitah tekbiri
dışında kalan tekbirler ise, sözü geçen hadis dolayısıyla cumhura göre
sünnettir. İmam Malik'in arkadaşı İbnu'l-Kasım şöyle derdi: Namazda üç ve daha
fazla tekbiri getirmeyen kimse selam vermeden önce sehiv secdesi yapar. Eğer
sehiv secdesi yapmazsa namazı batıl olur. Bir veya iki tekbiri unutacak olur
ise, yine sehiv secdesi yapar. Yapmayacak olursa, birşey gerekmez.
Yine ondan gelen
rivayete göre sadece, bir tekbiri yanılarak yerine getirmeyen bir kimse için
sehiv secdesi yoktur. İşte bu, onun tekbirin çoğunluğunun ve genelinin yerine
getirilmesini farz kabul ettiğini az bir kısmının yapılmayışının ise affedilip
bağışlanacağı görüşünde olduğunu göstermektedir.
Esbağ b. el-Ferac ile
Abdullah b. Abdulhakem derler ki: Namazın başından sonuna kadar tekbir
getirmeyen bir kimsenin -iftitah tekbirini getirmiş ise- herhangi birşey
yapması gerekmez. Eğer bu tekbirleri yanılarak yapma-mışsa, sehiv secdesi
yapar. Sehiv secdesi yapmazsa ona birşey gerekmez. Bununla birlikte bir
kimsenin tekbiri kasten terketmemesi gerekir. Çünkü bu tekbirler (intikal
tekbirleri, ara tekbirleri) namazın sünnetlerinden bir sünnettir. Kasten bu
tekbirleri terkedecek olursa güzel bir iş yapmamış olur. Bununla birlikte
herhangi bir şey yapması gerekmez ve namazı da geçerlidir.^
Derim ki: Doğrusu
budur. Şafiilerden, Kufelilerden hadis ehli ile -İbnu'l-Kasım'ın görüşünü kabul
edenler dışında- Malikilerden oluşan değişik bölge fakihlerinin görüşü budur.
Buharî, (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bir babına şu başlığı vermektedir:
"Rükû' ve sücudda tekbiri tamamlamak babı. "[56] Daha
sonra Buharî Mutarrif b. Abdullah'ın rivayet ettiği hadisi şöylece
kaydetmektedir. Ben ve İmran b. Husayn, Ali b. Ebi Talib'in arkasında na-'ı
/rîazTkıldık. Secdeye gittiğinde tekbir getirir, başını kaldırdığında tekbir
getirir, ikinci rek'atten (teşehhüdden) kalktığında da tekbir getirirdi.
Namazını bitirince İmran b. Husayn elimden tutup şöyle dedi: Bu bana Muhammed
(s.a)'ın kıldığı namazı hatırlattı. Veya şöyle dedi: Andolsun, bu bizlere
Muhammed (s.a) gibi namaz kıldırdı. ^
Buharî daha sonra
İkrime'nin rivayet ettiği hadisi şöylece kaydetmektedir: Makam-ı İbrahim'in
yanında her eğilip kalktığında, oturuştan kalkıp başını secdeye koyduğunda
tekbir getiren birisini gördüm. İbn Abbas'a haber verince şöyle dedi:
"Anasız kalasıca. Peygamber (s.a)'ın kıldığı namaz da böyle değil
miydi?"[57]
Buharî (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun) bu başlık ile ara tekbirleri getirmenin onlarca yapılan
bir uygulama olmadığını bize göstermektedir.
Ebu İshak es-Sebîî'nin
Yezid b. Ebi Meryem'den onun da Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayetine göre Ebu Musa
şöyle demiştir: Cemel günü Ali bizlere ' öyle bir namaz kıldırdı ki, bununla
bize Rasûlullah (s.a)'ın namazını hatırlattı. Her eğilip doğrulduğunda, kalkıp
oturduğunda tekbir getirdi. Ebu Mu-sa der ki: Biz bu tekbirleri ya unutmuştuk
veya kasten terketmiş idik.[58]
Derim ki: Ne dersiniz?
Onlar hiç namazlarını iade ettiler mi? Buna göre: Ara tekbirleri terkeden
kimsenin namazı batıl olur, nasıl denilebilir? Durum böyle olsaydı sünnet ile
farz arasında fark olmazdı. Birşeyin birimleri farz değil ise hepsi de farz
değil demektir. Başarı Allah'tandır. [59]
Rükû ve sücudda
teşbihte bulunmak, cumhura göre -sözü geçen hadis sebebiyle- farz değildir.
İshak b. Raheveyh bunu farz görmüştür. Ona göre teşbihi bu yerlerde terkeden
namazını iade eder. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Rükûa
gelince orada Rabbinizi ta'zim ediniz, sucuda gelince orada çokça dua etmeye
çalışınız. Çünkü duanızın kabul edilmesi, çokça umulur."[60]
Cülus (birinci oturuş)
ve teşehhüde gelince, bu konuda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Malik
ve mezhebine mensup olan ilim adamları birinci oturuş ve bu oturuşta teşehhüd
getirmek sünnettir, der. Bir grup ilim adamı da birinci oturuşu vacip kabul
eder ve şöyle derler: Bu oturuşun diğer farzlardan ayrı bir özelliği sehiv
secdesinin onun yerini tutmasıdır. Müzabene[61]
satışından araya[62] icare akidlerinden de
kırâd akdinin[63] bedel olarak kabul edilmesi ve imamı rükû
halinde bulan kimsenin iftitah tekbiri aldıktan sonra rükûa durması gibidir.
Ayrıca bu konuda şunu da delil gösterirler: Eğer bu (oturuş ve teşehhüd) sünnet
olsaydı, kasden bunu terkeden kimsenin namazın diğer sünnetlerini terketmek
halinde olduğu gibi namazının batıl olmaması gerekirdi. Diğer taraftan bunu
vacip (farz) görmeyenler şunu delil gösterirler: Eğer bu, namazın farzlarından
birisi olsaydı, unutarak bunu terkeden kimsenin bunu yerine getirmesi için
-bir secde veya bir rükû terkeden gibi- geri dönmesi gerekir ve rükû' ve
sücudda gözetilmesi gereken sıra ve tertibe de riâyet etmesi, ondan sonra da
bir rükû veya bir secde yapmayı terkedip daha sora bunları sırasına göre yerine
getiren kimsenin yaptığı gibi sehiv secdesinde bulunması gerekirdi.[64]
Abdullah b. Buhayne'nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a) iki rek'at kıldıktan
sonra ayağa kalktı ve te- ı_ şehhüdde bulunmayı unuttu. Arkasında bulunan
cemaat oturması için teşbih getirdi (subhanallah dedi) ise de o ayakta kalmaya
devam etti; bunun üze- , rine arkasındaki cemaat da ayağa kalktı. Namazını
bitirince selam vermeden önce sehiv secdesini yaptı.[65]
Şayet birinci oturuş
farz olsaydı unutmak ve yanılmak dolayısıyla sakıt olmazdı. Çünkü namazlardaki
farzların terkedilmesinin - imama uyan kişi müstesna - unutmak veya kasten
olması arasında fark yoktur. [66]
Namazda son oturuşun
hükmü ve bundan maksadın ne olduğu ile ilgili ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır. Bu konu ile ilgili beş ayrı görüş ileri sürülmüştür:
a- İkinci
oturuş da teşehhüd de selam da farzdır. Bu görüş sahiplerinden birisi de
Şafii'dir. Ahmed b. Hanbel'den gelen rivayetlerin birisi de bu doğrultudadır.
Bunu Ebu Mus'ab, Muhtasar'ında Malik'ten ve Medine halkından bir görüş olarak
da rivayet etmiştir. Davud ez-Zahirî de bu görüştedir. Şafiî der ki: Birinci
teşehhüdü, Peygamber (s.a)'e salat ve selam getirmeyi terke-den bir kimsenin
bunları iade etmesi gerekmez, fakat bunları terkettiği için sehiv secdesi
yapması gerekir. Unutarak yahut kasten son teşehhüdü terke-den kimse namazını
iade eder. Bu görüş sahipleri Peygamber (s.a)'ın namaza ait beyanlarının farz
olduğunu delil gösterirler. Çünkü namazın asıl delili mücmeldir. (Kısa ve
veciz ifade edilmiştir). Herhangi bir delil ile istisna edilenler dışında
beyana ihtiyacı vardır. Peygamber (s.a) da: "Benim nasıl namaz kıldığımı
gördüyseniz siz de öylece namaz kılınız" diye buyurmuştur.[67]
b- İkinci görsün
sahiplerine göre ikinci oturuş, teşehhüd ve selam vacip değildir. Bu, Basra
alimlerinden birinin görüşüdür. İbrahim b. Uleyye de bu kanaattedir. Ayrıca son
oturuşu birinci oturuşa açıktan açığa kıyas etmiş ve böylelikle cumhura da
muhalefet etmiş, şaz bir görüş ortaya atmıştır. Şu kadar var ki o, bütün
bunlardan herhangi birisini terkedenin namazını iade edeceği görüşündedir.
Bunların delilleri arasında Abdullah b. Amr b. el-As'ın rivayet ettiği
Peygamber (s.a)ın şu buyruğudur: "İmam namazında başını son secdeden
kaldırdığı sonra da abdesti bozulduğu takdirde namazı tamam demektir."
Ancak bu Ebu Ömer'in (İbn Abdi'l-Berr'in) açıklamasına göre sahih bir hadis
değildir.[68] Buna dair
açıklamalarımızı "el-Muktebes"[69] de
beyan etmiş bulunuyoruz. Ancak hadisin bu lafzı olsa olsa selam verme gereğini
kaldırır, oturmayı değil.
c- Üçüncü
görüş: Teşehhüd miktarı oturmak farzdır. Yoksa bizzat teşeh-hüd de selam da
farz değildir. Bunu Ebu Hanife ve arkadaşları ile bir grup Küfe alimi ileri
sürmüştür. Bunlar İbnu'l-Mübarek'in el-İfrikî Abdurrahmân b. Ziyad'dan -ki
zayıf bir ravidir-rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bu hadiste
belirtildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi
bir kimse namazının sonlarında oturduğu ve selam vermeden önce ab-destini
(herhangi bir şekilde) bozduğu takdirde onun namazı tamam olur."[70]
İbnu'l-Arabî der ki:
Hocamız Fahrü'l- İslâm ders esnasında bize şu beyi-ti okurdu:
"Bir osurukla
namazdan çıkılacağı görüşündedir
Söyleyin bana osuruk
ile «es-selâmu aleykum» arasında fark ne kadar büyüktür?"
İbnu'l-Arabî der ki:
Mezhebimize mensup kimi ilim adamı bu mes'eleden oldukça zayıf iki fer'î hüküm
çıkarmışlardır. Bunlardan birincisi Abdülmelik'in Abdülmelik'ten rivayetine
göre şaka ve oyun olsun diye ikinci rek'atin sonunda selam veren bir kimse ile
ilgili açıklama şöyledir: Eğer dört rek'at kılıyorsa (iki rekat için) yeterli
olur. Bu görüş Iraklıların görüşünün aynısıdır. İkinci mesele: Kabul görmeyen
kitablarda belirtildiğine göre imam teşehhüd-den sonra ve selâmdan önce kasten
abdestini bozarsa bu ona uyanlar için de yeterli gelir. (Yani onların da namazı
tamam olur). Ancak bunlar fetvada iltifat edilmemesi gereken hususlardandır.
Meclislerde hatırlamak kastıyla bunlar sözkonusu edilebilse de.
d- Dördüncü
görüş: Ka'de de farzdır, selam da farzdır, fakat teşehhüd vacip değildir. Bu
görüşü savunanlar arasında Malik b. Enes, mezhebine mensup arkadaşları ve bir
rivayette Ahmed b. Hanbel'dir. Bunlar şu sözleriyle delil gösterirler: İftitah
tekbiri ile Fatiha'yı okumanın dışında hiçbir zikir vacip (farz) değildir.
e- Beşinci
görüş: Teşehhüd ve oturuş birer vaciptir, fakat selam vacip değildir.
Aralarında İshak b. Raheveyh'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu görüştedir.
İshak bunun için Rasûlullah (s.a)'ın Abdullah b. Mes'ud'a teşehhüdün nasıl
yapılacağını öğrettiği ve şunları söylediği hadisi delil göstermiştir:
"Sen bunu bitirdin mi namazın da tamam olur ve üzerindeki mükellefiyeti
eksiksiz yerine getirmiş olursun." Darakutnî der ki: Hz. Peygamber'in:
"Onu bitirdiğin takdirde namazın tamam olmuş olur" sözünü bazı
raviler Zü-heyr'den naklederek hadise dercetmiş ve Peygamber (s.a)'ın sözüne
bitişik gibi göstermiştir. Ancak Şebâbe bunu Züheyr'den yaptığı rivayetinde
ayırdet-miş ve İbn Mes'ud'un sözü olarak belirtmiştir. Onun bu ifadesi
Peygamber (s.a)'ın hadisine bu sözü dercedenlerden doğruya daha yakındır.
Şebâbe ise güvenilir bir ravidir. Ğassan b. er-Rabi' de aynı şekilde ona uygun
rivayette bulunmuştur. O da hadisin son kısmını İbn Mes'ud'un söylediği bir söz
olarak ifade etmiş ve Peygamber (s.a)'e ref-etmemiştir (ulaştırmamıştır.)[71]
İlim adamları namazın
sonunda selam vermenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Vacip (farz)
olduğu söylendiği gibi vacip olmadığı da söylenmiştir. Doğrusu vacip olduğudur.
Çünkü Hz. Aişe'den ve Hz. Ali'den ri- vâyet edilen sahih hadis bunun vacip
olduğunu göstermektedir. Bu hadisi
şerifi Ebu Davud ve Tirmizî rivayet ettiği gibi Süfyan es-Sevrî, Abdullah b. j
Muhammed b. Akîl'den, o Muhammed b. el-Hanefiyye'den, o Hz. Ali'den rivâyet
etmektedir. Hz. Ali dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Namazın
anahtarı abdest, onun tahrimi tekbir, tahlili ise teslimdir."[72] Bu
hadis-i şerif, iftitah tekbirini almak ile selam vermenin vacip olduğunu
gösteren asıl ' bir delildir. Ayrıca
başka bir şeyin onların yerini tutmayacağını da göstermek- / tedir. Nitekim başka birşeyin taharetin
(abdestin) yerini tutmayacağı da itti-/ fakla kabul edilmiştir.
Abdurrahmân b. Mehdî
der ki: Bir kişi namazına aziz ve celil olan Allah'ın isimlerinden yetmiş isim
ile başlayıp da tahrim tekbirini getirmeyecek (Allah Ekber demeyecek) olsa
yeterli olmaz. Selam vermeden önce abdesti bozulursa bu da yeterli olmaz. Bu
aynı zamanda Abdurrahmân b. Mehdî'nin Hz. Ali'nin hadisini sahih kabul ettiğini
göstermektedir. Abdurrahmân b. Mehdî hadis ilminde hadisin sahih olanını
olmayanından ayırdedebilmekte imamdır. Onun bu kanaati de yeterlidir. [73]
İlim adamları iftitah
esnasında tekbirin vücûbu hususunda farklı görüşlere sahiptir: İbn Şihab
ez-Zühri, Said b. el-Müseyyeb, el-Evzaî, Abdurrahmân ve bir grup ilim adamı:
İhram tekbiri (iftitah tekbiri) vacip değildir, demişlerdir. İmam Malik'ten
imama uyan kimse hakkında bu görüşe delalet eden ifadeler rivayet edilmiştir.
Ancak onun mezhebinde sahih kabul edilen görüş ihram tekbirinin vacip olması
ve bunun farz olup namazın rükünlerinden bir rükün olmasıdır. Doğrusu budur,
cumhurun kabul etiği görüş de budur. Bundan farklı görüş belirtenlerin
görüşlerini ise sünnet reddetmektedir. [74]
Namaza girmek için
söylenmesi gereken lafız hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.
Malik, onun mezhebine mensup arkadaşları ve ilim adamlarının çoğunluğu
tekbirden başkası yeterli değildir derler. Bunlara göre tehlil (la ilahe
illellah), teşbih (sübhanallah), ta'zim (Allahu a'zam), tahmîd (elhamdülillah)
demek yeterli değildir. Hicaz alimlerinin ve Irak alimlerinin çoğunluğunun
görüşü budur. İmam Malik'e göre ise ancak "Allahu Ekber" demek yeterli
olur, başkası yeterli değildir. İmam Şafii de böyle demiş ve ayrıca:
"Allalıu'l Ekber" ile "Allahu'l- Kebir" demenin yeterli
olacağını da ekle-(^mektedir. İmam Malik'in lehine delil, Hz. Aişe'nin rivayet
ettiği şu hadis-i şeA
riftir: Rasûlullah (s.a)
namaza tekbir ile başlar kıraate de "elhamdülillahi rab-L? "5 bil
alemin" diyerek başlardı.[75]
Ayrıca Hz. Ali'nin rivayet ettiği hadiste yer alan: "Onun tahrimi
tekbirdir" hadisi ile (daha önce işaret edilen) Bedevî Arabın nay \ maz
kılmasını öğrettiği hadiste: "Tekbir getir" demesidir.
İbn Mace'nin
Sünen'inde de şu rivayet yer almaktadır: Bize Ebu Bekr b."\ /Ebi Şeybe ile
Ali b. Muhammed et-Tanafisî anlatarak dediler ki: Bize Ebu Üsa-Jme anlattı,
dedi ki: Bana Abdülhamid b. Ca'fer anlattı dedi ki: Bize Muham-/ med b. Amr b.
Ata anlattı dedi ki: Ben Ebu Humeyd es-Saidî'yi şöyle derken / i dinledim:
Rasûlullah (s.a.) namaza kalktığında kıbleye yönelir, ellerini kaldı-/ \rır ve:
"Allahu ekber" derdi.[76]
Bu, tekbir lafzının
söylenmesi gereken muayyen lafız olduğu hususunda açık bir nas ve sahih bir
hadistir. Şair der ki:
"Gördüm ki Allah
herşeyden en güçlü, en büyüktür
Ve herşeyden orduları
da daha azimdir."
Diğer taraftan
"Allahu ekber" lafzı kadîm oluşu da ihtiva etmektedir. Ancak
"kebir" ya da "azim" lafızları bu manayı ihtiva
etmemektedir. Dolayısıyla "Allahu ekber" mana itibariyle daha
beliğdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Ebu Hanife de der ki:
Eğer kîşT^îa'ilahe illellah" diyerek namaza başlayacak olsa bu da
yeterlidir. Şayet "allahumeğfirli (Allah'ım, bana mağfiret buyur)"
diyecek olsa bu yeterli olmaz. Muhimmed b. el-Hasen de bu görüştedir. Ebu Yusuf
ise der ki: Eğer güzel bir şekilde tekbir alabiliyor ise böyle söylemek
yeterli olmaz. el-Hakem b. Uteybe şöyle dermiş: Kişi tekbir yerine Allah'ı zikredecek
olur ise bu da onun için yeterlidir. Ancak İbnu'l-Münzir şöyle demektedir: Ben
güzel bir şekilde Kur'ân okumasını bilen bir kimsenin, bunun yerine tehlil ve
tekbir getirip Kur'ân okumayacak olur ise namazının fasid olacağı hususunda
(ilim adamlarının) görüş ayrılığı içerisinde olduklarını bilmiyorum. Bu görüşü
kabul eden bir kimsenin, tekbir yerine başka bir-şeyin söylenmesinin yeterli
olmasını da kabul etmemesi ve bu görüşü ileri sürmemesi gerekirdi. Tıpkı
kıraatin yerini başka bir şeyin tutmaması gibi. Ebu Hanife der ki: Arapça
olarak bu lafzı güzelce söyleyebilse dahi Farsça tekbir getirmesi yeterlidir.
Ancak İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir: Hayır, yeterli olmaz. Çünkü bu
müslüman cemaatlerin kabul ettiği görüşün hilafına-dır. Peygamber (s.a)'ın
ümmetine öğrettiğine muhaliftir. Onun kabul ettiği bu görüşüne uygun kanaat
belirten kimsenin olduğunu da bilmiyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [77]
Ümmet iftitah tekbiri
esnasında niyetin vücubu üzerinde ittifak etmiştir. Bundan tek basit istisna
bizim mezhebe mensup bazı kimselerden gelen rivayettir. Buna dair açıklamalar
da taharet ile ilgili âyet-i kerimenin tefsirinde gelecektir.
Niyetin özü, emri
verene emrettiğini kendisinden istenen şekilde yapmak suretiyle yakınlaşmak
kastıdır. İbnu'l-Arabî der ki; Her niyette aslolan niyette belirtilen fiile
başlamakla birlikte bu niyeti yapmaktır. Veya niyeti hatırdan çıkarmamak
şartıyla fiile başlamadan önce bu kasdı içinde barındırmaktır. Şayet önceden
niyet yapılır ve gaflet gelir, dolayısıyla bu halde iken ibadete başlanırsa
önceki o niyet muteber değildir. Tıpkı fiile başladıktan sonra yapılan niyetin
muteber olmayışı gibi. Ancak oruçta niyetin daha önce yapılmasına ruhsat
vardır. Çünkü oruca başlamanın ilk vaktinde niyetin de bulunması oldukça büyük
bir zorluktur.
İbnu'l-Arabî der ki:
Bize Ebu'l-Hasen el-Kurevî Askalan serhaddinde dedi ki: İmamu'l-Harameyn'i
şöyle derken dinledim: Kişi namaza başlayacağı esnada niyetini de hatırında,
tutar. Sadece yaratıcıyı, alemin sonradan yaratılmış olduğunu ve nübüvveti
düşünürN^ihâyet onuri'bu düşüncesi namaza niyete gelir karar bulur. Der ki:
Bunun içıh de uzun bir zamana gerek yoktur. Bu, son derece kısa bir an
içerisinde gerçekleşebilir. Çünkü cümlelerin öğretilmesi için uzun bir zamana
gerek var, ancak bunların hatırlanması kısacık bir anda olur. Niyetin
tamamlayıcı unsurlarından birisi de namazın tümünde niyetin bulunmasıdır.
Ancak bu zor bir iş olduğundan dolayı şeriat namaz esnasında niyetin hatırdan
gitmesini hoşgörü ile karşılamıştır. Hocamız Ebu Bekr el-Fihrî'yi Mescid-i
Aksa'da şöyle derken dinledim: Muhammed b. Sahnûn dedi ki: Babam Sahnûn'u kimi
zaman namazı bitirdiği halde kalkıp iade ettiğini gördüm. Ona: Neden böyle
yaptın? dediğimde şu cevabı verirdi: Namaz esnasında niyet hatırımdan çıktı,
işte bunun için namazı iade ettim.
Derim ki: İşte bunlar
namaza ait birtakım hükümlerdir. Diğer hükümlerine dair açıklamalar ise yüce
Allah'ın güç ve yardımı ile bu kitabın ilgili yerlerinde gelecektir. Rükûdan,
cemaatle namaz kılmaktan, kıbleden, namazları vakti içerisinde kılmaktan söz
edileceği gibi yine bu sûrede korku namazından da kısmen söz edilecektir.
Ayrıca namazın kısaltılması, korku namazı ile ilgili tamamlayıcı açıklamalar
Nisa[78]
sûresinde, vakitlere ait açıklamalar Hud[79],
İsra[80] ve
Rum[81]
sûrelerinde, gece namazı ile ilgili açıklamalar el-Müzemmil[82]
sûresinde, tilavet secdesiyle ilgili açıklamalar A'raf(6) sûresinde, şükür
secdesiyle ilgili açıklamalar Sâ'd[83]
sûresinde hepsi yeri gelince -yüce Allah'ın izniyle- açıklanacaktır. [84]
"Kendilerine
rızık olarak verdiğimizden de infak ederler" buyruğuna gelince; rızık,
Ehl-i Sünnet'e göre helal veya haram olsun kendisiyle yararlanmanın mümkün
olabildiği şeydir. Bu görüş "haram rızık değildir, çünkü onun mülk
edinilmesi sahih değildir, Allah da haramı rızık olarak vermez, helali rızık
olarak verir ve rızık ancak mülkiyet manasını taşıması halinde söz-konusu
olur" diyen Mu'zetilenin[85]
görüşüne muhaliftir.
Derler ki: Küçük bir
çocuk hırsızlarla birlikte yetişse ve baliğ olup güç kazanıp o da hırsız
oluncaya kadar hırsızların yedirdiklerinden başka hiçbir şey yemese, yine
hırsızlık yapmaya devam edip ölünceye kadar çaldıklarını yemeyi sürdürse o
şeye malik olmadığından dolayı Allah ona hiçbir rızık vermiş olmaz ve o
Allah'ın rızkından herhangi birşey yememiş olarak ölür gider.
Ancak bu tutarsız bir
görüştür. Buna karşı delil ise şudur: Eğer rızık mülk olarak vermek anlamını
Vaşısaydı çocuğun rızıklanan bir kimse olmaması gerekirdi. Yine çöllerde
otlayan davarların aynı şekilde kuzu ve oğlakların da rızıklandırılanlardan
olmamaları gerekirdi. Çünkü bu hayvan yavrularının analarının sütleri
yavruların değil, analarına sahip olanların mülkiyetindedir.
Ümmet, küçük çocuğun
oğlak ve kuzu gibi hayvan yavrularının ve diğer davarların nzıklananlardan
oldukları, yüce Allah'ın mülk edinenler olmamakla birlikte onlara nzık verdiği
üzerinde icma ettiğine göre; rızkın gıda demek olduğu anlaşılmış olur. Çünkü
ümmet, köle ve cariyelerin rızıklanan kimseler oldukları üzerinde ve aynı
şekilde mülk edinemeyen kimseler olmakla birlikte yüce Allah'ın onları
nzıklandırdığı üzerinde icma etmişlerdir. Böylelikle rızkın bizim dediğimiz gibi
olduğu, onların ileri sürdükleri gibi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Allah'tan
başka rızık veren olmadığının delili ise şu buyruklardır:
"Size gökten ve
yerden rızık veren Allah'tan başka herhangi bir yaratıcı var mıdır?"
(Fatır, 35/3); "Bol bol rızık veren şüphe yok ki, o pek çetin ve güç
sahibi olan Allah'tır." (ez-Zariyat, 51/58); "Yeryüzünde yürüyen ne
kadar canlı varsa hepsinin rızkını veren de mutlaka Allah'tır." (Hud,
11/6) Bu husus kesindir. Hakiki anlamda rızık veren Allah'tır, Ademoğlunun rızık
verici olması ise kelimenin anlamını zorlamak halinde (mecazen) sözkonu-su
olabilir. Çünkü Ademoğlu Fatiha sûresinde de açıkladığımız gibi sonradan
elinden alınacak bir şekilde malik olur. O da hiçbir şeklide mülk sahibi
olmayan hayvanlar gibi gerçek anlamda merzûktur (yani Allah'tan rızık alandır).
Ancak herhangi bir şeyi alıp kullanmasına izin verilmiş ise onun hükmü
helaldir, alıp kullanmasna izin verilmemiş ise hükmü haramdır ve her ikisi de
rızıktır.
Üstün akla sahip
kimselerden birisi yüce Allah'ın: "Rabbinizin rızkından yeyin, O'na
şükredin. Hoş bir belde ve mağfireti bol bir Rabb.." (Sebe', 34/15)
buyruğundan hareketle şunlalrı söylemektedir: Burada mağfiretin söz-konusu
edilmesi rızkın kimi zaman paramı olabileceğine işaret etmektedir. [86]
Yüce Allah'ın:
"Kendilerine rızık olarak verdiğimizden" buyruğunda yer alan
"rızk" kelimesi dan masdardır. Razk şeklinde masdar rızk şeklinde
isimdir. Çoğulu "erzak" şeklinde gelir. Rızk, ata (devlet tarafından
verilen muayyen maaş) anlamına da gelir. "Er-Razıkiyye" beyaz keten
bir kumaştır. askerler azıklarını (maaşlarını) aldı anlamındadır. bir defalık
rızık demektir. Dilciler böyle açıklamıştır. Diğer taraftan İbnu's-Sikkît
şöyle demiştir: Rızk Ezdişenue kabilesinin lehçesinde şükür anlamındadır. Yüce
Allah'ın: "Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?"
(el-Vakıa, 56/82) buyruğunun anlamı, şükrünüzü yalanlamaktan ibaret mi
kılacaksınız? demektir. Bu manada: Beni rızıklandır-dı, demek bana şükretti,
demek olur. [87]
Yüce Allah'ın:
"İnfak ederler" buyruğunun anlamı ellerinden çıkartırlar demektir.
İnfak malın elden çıkartılmasıdır. Bu anlamda denildiği zaman , satılan şey
satıcının elinden çıktı, müşterinin eline geçti demek olur. ifadesinden kasıt
hayvanın canının çıkmasıdır. Bir taraftan takib edildiği takdirde öbür
taraftan çıkmasına yarayan ve tarla faresinin yuvasının adı olan
"en-nâfika" da burdan gelmektedir. "Münafık" kelimesi de bu
köktendir. Çünkü münafık imandan çıkar veya iman onun kalbinden çıkar.
Şalvarın ayakların çıktığı paça kısmına da "neyfak" adı verilir. ise,
sahibi azığı tüketti ve elinden çıkardı, anlamındadır. kavmin azıklarının
tükendiğini ifade eder. Şanı yüce Allah'ın: "O zaman infak olur (tükenir)
korkusuyla şüphesiz cimrilik ederdiniz." (el-İsra, 17/100) buyruğunda yer
alan "infak" kelimesi de bu anlama gelir. [88]
Burada sözü geçen
"nafaka (infak edilen)"dan neyin kastedildiği hususunda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun farz olan zekat olduğu
söylenmiştir. -Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.- Çünkü namaz ile
birlikte sözkonusu edilmiştir. Kişinin aile halkına yaptığı harcamalardır denilmiştir.
-Bu da İbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.-Çünkü bu, nafakanın en
faziletlisidir. Müslim'in rivayetine göre Ebu Hureyıre şöyle demiş: Rasûlullah
j (s.a) buyurdu ki: "Allah yolunda infak ettiğin bir dî)nar ile bir köle
azad et-4» "/ mek uğrunda harcadığın
bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir di- ı nar ve aile halkına
harcadığın bir dinar. Bunlar arasînda^ecri en büyük olan.aile halkına
harcadığındır."[89]
y Sevbân'dan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah(s.a) buyurdu ki: "Kişinin infak
ettiği dinarların en faziletlisi aile halkına harcadığı dinar ile azizr ve
celil olan Allah yolunda kullanacağı bineğine harcadığı dinar ve Allah yolunda
arkadaşlanna harcadığı dinardır." Ebu Kılabe -bu hadisin senedinde yer
alan ravilerden birisi- der ki: Burada önce aile halkından söz edilmiştir. Daha
sonra Ebu Kılabe şöyle der: Başkalarına dilenmekten onları koruyan ve-'' ya
yüce Allah'ın onlar vasıtasyla kendisine fayda sağlayacağı ve sonra da ken-
i dilerini zengin
kılacağı küçük çocuklarına infak eden bir kişiden daha büyük ecir sahibi kim
olabilir?[90]
Burada sözü geçen
"infak"tan kastın nafile sadaka olduğu da söylenmiştir. -Bu
ed-Dahhâk'tan rivayet edilmiştir.- Bu görüşünü ileri sürerken zekâtın ancak
kendine has olan lafzı ile -ki o da "zekât" lafzıdır- kullanıldığını
gözönünde bulundurmuştur. Eğer zekât başka bir lafız ile sözkonusu edilecek
olursa hem farzı, hem nafile tasadduku ifade etmesi ihtimal dahilindedir.
Şayet infak lafzı kullanılmış ise bu sadece nafile sadaka anlamını ifade eder.
ed-Dahhâk der ki: Nafaka, önceleri kendi imkanları ölçüsünde yüce Allah'a
kendisi vasıtasıyla yakınlaştıkları bir yol idi. Bu durum sadakaların farz
olarak harcama yerlerini belirten Tevbe süresindeki âyet ile yine aynı sûrede
yer alan diğer âyetleri nesheden buyruklar nazil oluncaya kadar böylece devam
etmiştir.[91] Burada nafaka ile zekâtın
dışında mallarda arızî olarak yerine getirilmesi gereken haklar olduğu da
söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu hakkı namaz ile birlikte zikrettiğinden
dolayı bu farz olur. Ancak zekât lafzı sözkonusu edilmediğinden zekatın dışında
bir farz olduğu anlaşılır.
İnfak emrinin genel
olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu buyruk, kendilerine verilen
azıklardan infakta bulunmayı övmek sadedinde-dir. Bu ise ancak helalden olur.
Yani onlar şeriatin ödemelerini emrettiği zekât ve zekâtın dışında bazı
hallerde yerine getirmelbri teşvik edilen şeyleri verir, infak ederler.
Şöyle de denilmiştir:
Ğayba iman kalbin işidir. Namazlolmak bedenin işidir. "Kendilerine
verdiğimiz azıklardan infak ederler" buyruğu ile kasdedi-len de malın
payıdır. Bu da açıkça anlaşılan bir konudur.
Yüce Allah'ın:
"Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler"
buyruğunun te'vili ile ilgili olarak önceki ilim adamlarından kimisi söyle demiştir:
Yani kendilerine öğrettiklerimizden onlar da öğretirler. Bunu Ebu Nasr
Abdürrahîm b. Abdülkerim el-Kuşeyrî nakletmiştir.
4. Onlar sana
indirilene de senden önce indirilene de iman ederler. Onlar âhirete de yakîn
ile inanırlar. [92]
Denildiğine göre
Abdullah b. Selam gibi kitap ehlinden olup iman edenler kastedilmiş ve bu
âyet-i kerime onun hakkında nazil olmuştur. Önceki âyet-i kerime ise Araplardan
olup iman eden kimseler hakkında inmiştir. Şöyle de denilmiştir: Her iki
âyet-i kerime de mü'mini er hakkındadır. Buna göre onlar" kelimesinin
i'rabı atıf olmak üzere mecrurdur. İsti'naf (yeni bir cümle başlangıcı) kabul
edilerek merfu olması da uygundur; yani: "Onlar o kimselerdir ki..."
Bu âyet-i kerimeyi her iki kesimin de mü'minleri hakkında kabul edenlere göre
ise onlar" kelimesinin i'rabı mübteda olarak merfudur, haberi ise:
"İşte bunlar Rablerinden bir hidâyet üzerin-dedirler..." buyruğu
olur. Bununla birlikte (önceki buyruğa) atıf olmak üzere mecrur olma ihtimali
de vardır.
"Sana
indirilene" buyruğu ile kastedilen Kur'ân-ı Kerim'dir; "Senden önce
indirilene" buyruğu ile kasıt ise daha önce iiidirilen kitaplardır. Böyle
bir iman ise yüce Allah'ın şu buyruğunda kendilerinden haber verdiği yahudi ve
Hıristiyanların yaptıklarından farklıdır: "Onlaraı/Allah'ın indirdiğine
iman edin' denildiği zaman: 'Biz bize indirilene iman~edertz' derler."
(el-Bakara, 2/9 D
Denildiğine göre şu:
"Onlar ğayba inanırlar" buyruğu nazil olunca yahudiler ve
hıristiyanlar: Biz ğayba iman ettik, demişlerdir. Yüce Allah'ın: "Namazı
dosdoğru kılarlar" buyruğunu duyunca da: Biz de namazı dosdoğru kılarız,
dediler. Yüce Allah: "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak
ederler" buyruğu hakkında da: Bizler infak eder ve tasaddukta bulunuruz,
demişlerdir. Ancak: "Onlar sana indirilene de senden önce indirilene de
iman ederler" buyruğunu işitince bu işten kaçıp uzaklaştılar. Ebu Zer'den
rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir:
Ey Allah'ın Rasulü,
Allah kaç kitap indirmiştir? diye sordum. O şöyle buyurdu: Yüzdört kitap. Allah
Şife elli sahife, Ahnuh'a (İdris'e) otuz sahife, İbrahim'e yirmi sahife,
Musa'ya Tevrat'tan önce on sahife indirmiştir. Ayrıca Tevrat, İncil, Zebur ve
Furkan'ı da indirmiştir. Bu hadisi el-Huseyn el-Âcur-ri ile Ebu Hatim el-Busti rivayet
etmişlerdir.
Burada şöyle bir soru
ortaya atılabilir: Aralarındaki hükümlerin aykırılıklarına rağmen bunların
hepsine iman etmek nasıl mümkün olabilir? Bu soruya iki türlü cevap
verilebilir: Sözkonusu olan hepsinin Allah tarafından indirildiğine iman
etmektir. Bu, İslâm'dan önce indirilmiş şeriatlar gereğince ibadet etmenin
sakıt olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. İkinci cevap: İman önceden indirilmiş
kitapların neshedilmemiş bölümleri hakkında söz-konusudur. Bu ise, önceki
şeriatlere bağlanmayı gerekli görenlerin görüşüdür. -Yüce Allah'ın izniyle-
buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.
Yüce Allah'ın:
"Onlar âhirete de yakın ile inanırlar" buyruğundan kasıt, onlar
öldükten sonra dirilişi (ba'sı) ve neşri kesin olarak bilirler demektir.
Yakîn: Şüphesiz bilgi
demektir. hepsi aynı anlama (kesinlikle
bildim, anlamına) gelir. kelimesinde ya harfinin vav oluş sebebi vav'dan önceki
dammedir. Bundan küçültme ismi yapmak istediğimiz takdirde aslına döndürerek
deriz. Küçültme ismi, (tasgir) ise kelimeleri asıl şekillerine döndürür. Çoğul
yapmak da böyledir.
"Yakin"
kelimesiyle Arapların zannı ifade ettikleri de olur. Lağiv yemini ile ilgili
olarak ilim adamlarımızın söyledikleri: Bu, kişinin Allah adına yaki-ni bulunan
bir işe (öyle zannettiği bir işe) yemin etmesi sonra da durumun böyle
olmadığının ortaya çıkmasıdır ki, o takdirde bu yemini yapanın herhangi bir
sorumluluğu, keffareti yoktur, ifadeleri bu kabildendir. Şair der ki:
"Kızgın bir
arslan anlamaya çalıştı ve
Onu kendime feda
edeceğimi ve kendisiyle dövüşmeyeceğimi zannetti. "
Şair burada şunu
anlatmak istemektedir: Aslan geldi, devemi kokladı. Canımı kurtarmak için onu
feda edeceğimi sanıyordu. Kendimi korumak kas-dıyla devemi ona bırakacağımı,
onunla çarpışarak kendimi tehlikelere atmayacağımı sanmıştı.
Yakîn (kesin bilgi)
anlamına "zan" kelimesinin kullanılmasına gelince; bu hem Kur'ân-ı
Kerim'de varid olmuştur, hem de şiirde bunun örnekleri pek çoktur.
"Âhiret":
Bizden sonraya kaldığı ve biz de ondan beride bulunduğumuzdan dolayı
"teehhur"dan türetilmiştir. Nitekim dünya ileride de açıklanacağı
şekilde (yakın olmak) anlamına gelen "ed-dunuv"dan türetilmiştir.
5. İşte onlar,
rablerinden bir hidâyet üzerindedirler ve onlar felaha erenlerin ta
kendileridir.
en-Nahhas der ki:
Necidliler (onlar anlamında) "ulâke derler: Bazıları da "ulâlike
derler. Kelimenin sonunda yer alan "kâf" harfi hitap içindir.
el-Kisai der ki: in tekili dır. Diğer taraftan
kelimesinin tekili de ( illi ) kelimesidir. kelimesi, kelimesi gibidir.
İbnu's-Sikkît şöyle bir beyit nakletmektedir:
İşte onlar, benim
kavmimdir. Onların neseblerinde şaibe yoktur. Oldukça sapık bir kimseden başka
bunlara kim öğüt vermeye kalkışır ki?"
ın akıl sahibi
olmayanlar hakkında kullanıldığı da olur. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Vadideki konaklama
yeri dışında kalan konakları yer
O günlerden sonraki
yaşayışı da."
Yüce Allah da şu
buyruğunda bu kelimeyi akıl sahibi olmayanlar hakkında kullanmıştır:
"Çünkü kulak, göz ve kalp bütün bunlar, ondan sorumlu olurlar."
(el-İsra, 17/36)
İlim adamlarımız
derler ki: Yüce Allah'ın: "Rablerinden..." buyruğunda Kaderiye'nin;
kendi iman ve hidâyetlerini insanların kendileri yaratırlar; şeklindeki
görüşleri reddedilmektedir. Zaten yüce Allah onların dediklerinden yüce ve
münezzehtir. Şayet durum dedikleri gibi olsaydı, yüce Allah burada
"nefislerinden" diye buyururdu. Kaderiye'nin bu görüşlerine dair açıklamalar
ile (Fatiha sûresi 31- başlık) hidâyete dair açıklamalar (daha önce geçen) yüce
Allah'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" buyruğu ile ilgili ikinci
başlıkta açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın anlamı
yoktur.
"Ve onlar felaha
erenlerin ta kendileridirler" buyruğunda yer alan "onlar"
kelimesinin ikinci bir mübteda olması mümkündür. Haberi de "felaha
erenler" olur. İkinci mübteda ile onun haberi birinci mübtedanın haberi
olur. Ayrıca "onlar"ın zaid olması da mümkündür. -Basralılar buna
"fasıla" Kûfeliler de buna "imad" adını verirler.
"Felaha erenler" kelimesi de "işte onlar" kelimesinin
haberidir.
Asıl itibariyle
sözlükte yarmak ve kesmek demektir. Şair der ki:
"Gerçek şu ki
demir, demir ile yarılır"
Toprağın ekin ekmek
için yarılmasını ifade eden kelimesi de
bur-dan türemiştir. Bunu Ebu Ubeyd söylemiştir. İşte bundan dolayı araziyi
sürüp yaran kimseye "Fellah" denilmiştir. Alt dudağı yarılmış olan
kimseye de "eflah" denilir. Müflih (felaha eren) da sanki arzu
etiğini ele geçirinceye kadar bütün zorlukları katetmiş gibi olduğundan dolayı
bu adı alır. Fevz ve Beka hakkında da kullanıldığı olur. Bu anlamıyla da yine asıl
itibariyle dilde kullanılmıştır. Bir adamın karısına demesi de böyledir.
Anlamı ise: Kendi işini eline geçirmekle umduğuna ulaş, demek olur. Şair de der
ki:
"Eğer ki bir
kabile halkı felahı elde edecek olursa Onu mızraklarla oynayan elde eder."
Kapkaranlık cahili
dönemde bulunan el-Adbat b. Kurey' es-Sa'di de şöyle demiştir:
"Her kederden
sonra bir genişlik vardır. Fakat sabah ve akşamla birlikte felah olmaz. "
Yani gece ve gündüzün
gidip gelmesi sözkonusu oldukça dünyada baki kalmak sözkonusu değildir. Bir
başka şair de şöyle demektedir:
"Öyle topraklara
yerleşiyoruz ki hepsine de bizden önce yerleşilmiştir.
Âd ve Himyer'den sonra
da (hala) felahı umuyoruz. "
Burda felah'tan kasıt
da bekadır. Abîd (Ubeyd) de der ki:
"İstediğini
alıkoy. Çünkü kimi zaman zayıflık ile nail olunur.
Ve akıllı kimse de
mahrum bırakılıp aldatılabilir. "
Demek istediği şudur:
Sen istediğin gibi akıllı ol veya ahmak ol. Çünkü bazen ahmaka rızık verilir,
akıllı kimsenin mahrum bırakıldığı olur.
Buna göre yüce
Allah'ın: "Ki onlar felaha erenlerin ta kendileridir" buyruğunun
anlamı: Yani onlar cennete girmekle, fevz bulanlar ve orada baki kalacak
olanlardır. İbn Ebi İshak da der ki: Felah bulanlar; istediklerini elde
edenler ve kaçıp kurtulmak istedikleri şeylerin kötülüklerinden kurtulanlardır,
demektir. Anlam birdir.
"Felah"
kelimesi sahur hakkında da kullanılmıştır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle
denmiştir:... Neredeyse Rasûlullah (s.a) ile birlikte Felahı kaçıracaktık?
Ben: Felah nedir diye sordum. O bana: Sahurdur, cevabını verdi. Bu hadisi Ebu
Davud rivayet etmiştir.[93]
Hadisin anlamı şöyle gibidir: Sahur sayesinde orucun kalıcılığı sözkonusu olur.
İşte bundan dolayı sahura "felah" adı verilmiştir. -Lam harfinin
şeddelisi ile "el-Fellah" ise şairin şu beyitin-" de olduğu gibi
araziyi süren demektir:
"Onun kendisi ile
yağı tarttığı bir rıtlı vardır Bir de eşeğini süren bir fellahı vardır. "
Diğer taraftan örtfe
"felah"; arzulanan şeyi elde etmek ve kendisinden korkulan şeyden de
kurtulmak anlamındadır.
Bir soru: Peki Hamza
kelimelerini he harfi ötreli olarak okuduğu halde, kelimelerini he harfleri
ötreli olarak neden okumamıştır?
Cevap: Birinci grup
kelimede "ya" harfi eliften dönüşmüştür. Ve bunların asılları
şeklindedir. O bakımdan burada he-harfi ötreli haliyle bırakılmıştır. Fakat
öbür grup kelimede böyle bir durum yoktur. el-Kisai de "(üzerlerine
"(el-Bakara, 2/6l)*buyruğu ile: onlara iki..." (Yasin, 36/14)
buyruğunda onun gibi okumuştur. Bu husus onlardan gelen kıraat şekillerine
dair rivayetlerden bilinen bir husustur.
6. Gerçekten o inkâr
edenleri inzâr etsen de etmesen de onlar için birdir. İman etmezler.
Yüce Allah mü'minleri
ve durumlarını sözkonusu ettikten sonra kâfirleri ve onların sonunda
varacakları noktayı sözkonusu etmektedir.
Küfür (inkâr), imanın
zıddıdır. Âyet-i kerime'de kastedilen de odur.
Bazan nimet ve yapılan
iyiliğin inkar edilmesi anlamına da kullanılır. Hz. Peygamber'in küsûf
hadisinde kadınlar hakkındaki şu ifadesi şöyledir: "...ve cehennemi
gördüm. Bugün gibi dehşet verici bir manzarayı hiçbir zaman görmüş değilim.
Cehennem halkının çoğunluğunun da kadınlardan olduğunu gördüm." Niçin böyledir ey Allah'ın
Rasulu? diye sorulunca Hz. Peygamber \ şöyle buyurdu: "Küfürleri
sebebiyle." Ona: Kadınlar Allah'ı inkâr edip kâfir mi oluyorlar? diye sorulunca
şu cevabı verdi: "Onlar kocaya karşı nankörlük ederler, iyiliğe karşı
nankörlük ederler. Onlardan birisine
zaman boyunca iyilik yapsan sonra da senden birşey (eğrilik) görse: Zaten
senden hayır namına birşey görmedim, der." Bunu Buharî ve başkaları
rivayet etmiştir.[94]
Arap dilinde
"el-kefr" asıl itibariyle gizlemek ve üstünü örtmek demektir. Şairin
şu sözünde.olduğu gibi:
"Bir gece içinde
ki (o gecedeki) bulutlar yıldızları gizlemiştir (kefera)." Geceye
"kâfir" denilmesi de burdandır. Çünkü o siyahlığı ile herşeyi örtmüş
olur. Şair der ki:
"Her ikisi de
(erkek ve dişi deve kuşları) güzelce dizilmiş ve sağlam bir şekilde
koruma altına alınmış
yumurtalarını hatırladılar. Güneş ışığını kâfir (gece) içinde bırakmaya
koyulunca." Bu beyitteki "zükâ" güneş demektir. Şairin şu beyiti
de böyledir:
"Tan yerinin
ağarmasından önce geldiler ve Zükâ oğlu (Güneş) bir kefr'de (gece karanlığında)
gizli idi." Denize ve büyük nehire de kâfir denildiği gibi, ekiciye de
kâfir denilir. Çoğulu küffar gelir. Yüce Allah şöyle buyumaktadır: "Ekini
ekincilerin (küf-far) hoşuna giden yağmur gibidir." (e\-Hadid, 57/20)
Burada "küffar" ile ekinciler kastedilmektedir. Çünkü ekinciler
tanelerin üstünü örterler. Rüzgarların üstünü toprakla örttüğü külü anlatmak
için de üstü örtülmüş kül" denir. Hemen hemen hiç kimsenin konaklamadığı
ve yolunun geçmediği yerin uzak bölgelerine de "kâfir" denilir. Bu
gibi yerlere konaklayanlar ise, "ehlü'l-küfür" adını alırlar.
"el-Kufûr" ile köy ve kasabaların kastedildiği de olur.
Yüce Allah'ın:
"Onlar için birdir" buyruğunun anlamı şudur: Uyarman ile uyarmayı
terketmen arasında onlar için bir fark yoktur, eşittir, demektir. Burada soru
edatının gelmesi, arada bir fark olmadığını göstermek içindir. Yüce Allah'ın şu
buyruğu da bunun gibidir: "Sen öğüt versen de vermesen de bizim için
birdir." (eş-Şuarâ, 26/136) Şair de der ki:
"Ve bir gece ki
karanlıklarında insanlar şöyle derler: Gözleri sağlam olan kadınlar da gözleri
kör olanlar da birdir. " Yüce Allah'ın: "Onları inzâr etsen de"
buyruğunda yer alan "inzâr" bildirmek ve tebliğ etmek demektir.
İnzâr ancak korunup sakınmak için elverişli bir sürenin olması halinde yapılan
korkutmalar hakkında kullanılır. Hemen hemen başka hallerde kullanılmaz
gibidir. Eğer korunup sakınmak için gerektiği kadar zaman yoksa bu iş.'ar
(bildirmek) olur, inzâr olmaz. Şair der ki:
"Mühlet olduğu
halde Aiürt inzâr ettin
Sabah vaktinden önce,
fakat Amr itaat etmedi. "
"Filan oğulları
bu işten dolayı biribirlerini inzâr ettiler" ifadesi, o işten dolayı
birbirlerini korkuttukları zaman kullanılır.
İlim adamları bu
âyet-i kerimenin tefsiri hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu âyet umumi
olmakla birlikte, azap sözünün üzerlerine hak olduğu ve yüce Allah'ın kâfir
olarak öleceğine dair ezeli bilgisi bulunduğu kimseler hakkında özel anlam
ifade eder denilmiştir. Bununla yüce Allah, belli bir kimseyi tayin etmeksizin
insanlar arasında durumu bu olan kimselerin bulunduğunu bildiğini anlatmak
istemiştir. İbn Abbas ve el-Kelbi der ki: Bu âyet-i kerime yahudilerin
başkanları hakkında nazil olmuştur. Huyey b. Ahtab, Kâb b. Eşref ve benzerleri
bunlar arasındadır.
er-Rabi' b. Enes de
der ki: Bu âyet-i kerime Bedir günü savaşa katılan kesimlerin komutanları
arasından öldürülenler hakkında nazil olmuştur. Ancak birinci görüş daha
sahihtir. Herhangi bir kimseyi bu şekilde tayin eden kişi, adeta küfür üzere
öleceği hususunda ğaybın perdeleri kendilerine açılan kimseye benzetilmiştir.
İşte bu şekilde küfür üzere ölecekleri Allah tarafından bilinen kimseler bu
âyet-i kerimenin kapsamı içerisindedirler.
"İman
etmezler" buyruğu ın haberi olarak ref mevkindedir. Yani şüphesiz inkar
edenler iman etmezler, demektir.
"( Ol )
Şüphesiz" kelimesinin haberinin birdir" kelimesi olduğu da
söylenmiştir. Bundan sonraki buyruklar ise sılanın yerini tutmaktadır. Bu
görüşü İbn Keysan ileri sürmüştür. Muhammed b. Yezid de der ki: birdir"
mübteda olmak üzere merfudur." Onları inzâr etsen de etmesen de"
buyruğu ise haberdir. Cümle tn haberidir.
en-Nehhas der ki: Yani
onlar işi anlamazlığa vurduklarından dolayı uyarmanın onlara hiçbir faydası
olmuyor.
Kıraat alimleri Onları
inzâr etsen de" kelimesini farklı şekillerde okumuşlardır.
Medineliler, Ebu Amr,
el-A'meş ve Abdullah b. Ebi İshak, birinci hemzeyi tahkik ikincisini de teshil
ile olmak üzere şeklinde okumuşlardır. Halil ve Sibeveyh bu okuyuşu tercih
etmiştir. Bu Kureyş ile Sa'd b. Bekrlilerin okuyuşudur. Şairin şu sözleri de böyledir:
"Ey Cülâcil ile
Neka arasındaki yumuşak kumların ceylanı Sen misin (o), yoksa Um Salim
mi?"
Burada yer alan
kelimesinde tek elif yazılır. Bir başka şair de şöyle demiştir:
"Uzandım, elimi
gözümün üzerinde siper edip baktım ve tanıdım onu;
Ona: Sen
Zeydu'l-Eranib misin dedim."
İbn Muhaysin'in de
bunu daha sonra elif olmaksızın tek hemze ile: şeklinde okuduğu rivayet
edilmiştir. İki hemze bir araya geldiğinden dolayı elif hazf edilmiştir.
Veya kelimesi zaten istifhama delalet
ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Kabileden geçip
gider misin yoksa erken mi yola çıkarsın?
Biraz beklesen sana ne
zararı olur?"
Sözlerinde de
demeyerek hemzesiz olarak bu kelimeyi kullanmış ve ile yetinip ayrıca elif
kullanmamıştır.
İbn Ebi İshak'ın da:
şeklinde iki hemzeyi tahkik ile ve iki hemzeyi yan yana getirmemek için de
aralarına elif sokarak okuduğu rivayet edilmiştir. Ebu Hatim der ki: Aralarına
bir elifin girip ikinci hemzenin hafif okunması caizdir. Ebu Amr ve Nafî' de bu
şekilde çokça okurlar. Hamza, Asım ve Kisai her iki hemzenin tahkiki ile,
şeklinde okurlar. Ebu Ubeyd'in tercihi de budur. Ancak Halil'e göre bu uzak bir
ihtimaldir. Sibeveyh de der ki: Böyle bir okuyuş kelimesinde olduğu gibi ağır
gibi görünüyor. el-Ahfeş der ki: İki hemzeden birisinin hafif olması caizdir.
Ancak bu kötü bir okuyuş şeklidir. Çünkü Araplar ancak söyleyişin ağır
bulunmasından ve bir tanesinin husulünden sonra hafif okumaya yönelirler.
Ebu Hatim de der ki:
Her iki hemzenin de hafifletilmesi caizdir. İşte burada yedi kıraat vechini
gördük. Kur'ân'ın dışındaki söyleyişlerde sekizinci bir vecih de caizdir.
Kur'ân'ın dışında dememizin sebebi, bu sekizinci şeklin çoğunluğun kabul
ettiği okuyuş şekline aykırı düşmesindendir. Said el-Ahfeş der ki: Hemze yerine
he getirilerek dediğin gibi denilir. el-Ahfeş yüce Allah'ın: işte
sizler..." (Âl-i İmran, 3/66 ve 119) buyruğu hakkında: Bunun aslı:
şeklindedir, demiştir.
7. Allah kalplerine de
kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üzerinde perde vardır; onlar için
büyük bir azap da vardır.
Bu buyruk ile ilgili
açıklamalar on başlıkta ele alınacaktır. [95]
"Allah... mühür
vurmuştur." Yüce Allah, bu âyet-i kerimede onların iman etmelerine neyin
engel olduğunu: "mühür vurmuştur" buyruğu ile açıklamaktadır.
kelimesi birşeyi mühürlemek için kullanılan dan mastardır. Mühürlenen şeye
denilir. Mübalağalı ifade etmek istendiği takdirde de kullanılır. Anlamı
birşeyi örtmek ve bir başka şeyin üzerine girmemesini sağlamak kastıyla emin
olunacak hale getirmek demektir. kitabı (mektubu) ve kapıyı mühürledi ve benzeri
ifadeler de buradan gelmektedir. Bununla onun ağzına başka birşeyin ulaşması
ve içine muhteviyatından başka birşeyin konulması önlenmek istenir.
Meani alimleri[96]
şöyle demiştir: Yüce Allah, kâfirlerin kalplerini on nitelik ile nitelemiştir:
Hatm (mühürlemek) tab' (damgalamak) dîk (darlık), maraz (hastalık), reyn
(kabuk bağlamak), mevt (ölüm), kasavet (katılık), insi-raf (haktan
yüzçevirmek), hamiyet (taassub) ve inkâr.
İnkâra dair şöyle
buyurmaktadır: "Onların kalpleri inkâr edicidir. Ve onlar (büyüklük
taslayan) müstekbirlerdir." (en-Nahl, 16/22)
Hamiyete dair de şöyle
buyurmaktadır: "Hani kâfirler kalplerine hamiyeti (taassub ve kibiri)
cahiliyye hamiyetini koymuşlardı." (el-Feth, 48/26).
İnsiraf (yüzçevirmeye)
dair de şöyle buyurmaktadır: "Ve sonra yüzçevi-rip giderler. Allah da
onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar anlamayan bir
toplulukturlar." (et-Tevbe, 9/127)
Kasavet (katılık)
hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı zikretmekten (anmaktan
yüzçevirdikleri için) kalpleri kaskatı olanların vay haline." (ez-Zümer,
39/22); "Bundan sonra yine kalpleriniz taş gibi katılaştı."
(el-Ba-kara, 2/74)
Mevt (ölüm) ile ilgili
olarak şöyle buyurmaktadır: "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz..."
(e\-En'ava, 6/122); "Daveti kabul edenler ancak dinleyenlerdir. Ölüleri
ise Allah diriltecektir." (el-En'am, 6/36)
Reyn (günahların kalbi
örtmesi) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Hayır, aksine onların
kazandıkları kalplerini örtmüştür." (el-Mutaffifin, 83/14)
Maraz (hastalık)
hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kalplerinde hastalık vardır."
(el-Bakara, 2/10)
Dîk (darlık) hakkında
da şöyle buyurmaktadır: "Kimi de dalâlette bırakmak dilerse onun da
göğsünü daralttıkça daraltır." (el-En'am, 6/125)
Tab' (damgalama)
hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Bunun için de kalplerine damga vuruldu.
Bu yüzden onlar anlamazlar." (el-Munafikun, 63/3); "Bilakis Allah,
inkârları yüzünden kalplerinin üzerini damgala-mıştır." {en-Nısz, 4/155)
Hatm (mühürlemek)
hakkında da bu âyet-i kerimede: " Allah kalplerine. . . mühür
vurmuştur." (el-Bakara 2/7) diye buyurmaktadır.
Bütün bu buyrukların
yeri geldikçe -yüce Allah'ın izniyle- açıklamaları da yapılacaktır. [97]
Mühürlemek;
açıkladığımız gibi hissedilir ve maddi olabileceği gibi, bu âyette geçtiği
gibi manen de olabilir. Kalplerin mühürlenmesi yüce Rabbimiz hak Teala'nın
hitaplannın anlamını kavramamak ve âyetleri üzerinde düşünmemektir. Kulakların
mühürlenmesi ise, kendilerine okunduğu zaman Kur'ân-ı Ke-rim'i anlamamaları ya
da yüce Allah'ın vahdaniyyetini kabule çağrıldıkları zaman çağrıyı
anlayamamaları demektir. Gözlerin mühürlenmesi ise, Allah'ın yarattıklarına ve
san'atının hayret verici yönlerine dikkat etmemek, onlara ulaşamamaktır. İbn
Abbas, İbn Mes'ud, Katade ve başkalarının bu âyet-i kerime ile ilgili
açıklamalarının ifade ettiği mana budur. [98]
Bu âyet-i kerimede
hidâyeti, dalaleti, küfrü ve imanı yüce Allah'ın yarattığının en açık bir
delili, en anlaşılır bir ifadesi vardır. İşitenler ibret alınız; düşünenler
hayret ediniz; şu kendilerinin iman ve hidâyetlerini yarattığını söyleyen
Kaderiye'nin akıllarına!... Mühürlemek, tab'etmek (damgalamak)ın kendisidir. Kalplerine,
kulaklarına mühür vurulmuşken, gözleri üzerinde perde çekilmişken, gayretlerini
ortaya koysalar dahi imanı nerede bulabilecekler, ne zaman hidâyeti elde
edebilecekler? Onları saptırmış, sağır etmiş, gözlerfni kör etmişken, Allah'tan
başka onlara kim hidâyet verebilir? "Allah kimi saptırısa artık ona
hidâyet verecek hiçbir kimse yoktur" (er-Rad, 13/33) Allah'ın bu yaptığı
saptırdığı ve yardımsız bıraktığı kimse hakkında adaletin kendisidir..Zira o
saptırdığı kimsenin lehine herhangi bir hak gerçekleşmiş olup da Allah o hakkı
o kişiden alıkoymuyor ki adalet niteliği zail olsun. Aksine onlardan
alıkoyduğu şey kendilerine ihsan etmek imkanına sahip bulunduğu lütfü ve
keremidir. Yoksa onlar için hak olan birşeyi onlardan esirgemiş değildir.
Kaderiyye: Mühür
vurmanın, damgalamanın, perdelemenin anlamı, adlandırmak, hüküm vermek,
onların iman etmeyeceklerini haber vermektir. Yoksa bunun fiilen yapılması
değildir; dese;
Cevabımız şu olur: Bu
tutarsızdır. Çünkü mühürlemenin ve damgalamanın hakikati kalbin kendisi
sebebiyle mühürlenmiş ve damgalanmış hale geldiği fiildir. O bakımdan bu işin
gerçek mahiyetinin adlandırmak ve hüküm olması düşünülemez. Çünkü: "Filan
kişi mektubu damgaladı ve mühürledi" denildiği takdirde bu, hakikatte o
mektubun kendisi sebebiyle damgalanmış ve mühürlenmiş hale geldiği fiildir.
Yoksa öyle bir adın verilmesi ve öyle bir hükmün verilmesi değildir. Dilciler
arasında bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan ümmet
şanı yüce Allah'ın kâfirlerin küfürlerine bir ceza olmak üzere, kâfirlerin
kalplerini mühürlemek ve damgalamakla kendi yüce zatını nitelendirdiği
üzerinde icma etmişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır,
Allah küfürleri yüzünden kalplerini damgalamıştır." (en-Nisa, 4/155)
Ümmet, kâfirlerin
kalplerinin peygamber, melekler ve müminler tarafından mühürlenip
damgalanmasının imkansız olduğu hususunda icma etmişlerdir. Eğer mühürleyip
damgalamak, adlandırmak ve hüküm vermekten ibaret olsaydı, bu işin
peygamberler ve müminler için imkansız olmaması gerekirdi. Çünkü hepsi de
kâfirleri kalpleri mühürlenmiş ve damgalanmış olarak adlandırırlar, onları
dalalet içerisinde iman etmeyenler olarak bilirler ve bu hususta onlar hakkında
hüküm verirler. Böylelikle mühürlemenin ve damgalamanın hüküm ve adlandırmadan
farklı bir mana ifade ettiği kesinlik kazanmış olur. Bu şanı yüce Allah'ın
kendisi sebebiyle iman etmeyi engellediği, Allah'ın kalpte yarattığı bir
manadır. Bunun delili; yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Biz böylece onu
günahkarların kalplerine sokarız. Onlar buna inanmazlar." (el-Hicr,
15/12-13); "Halbuki Biz, onu anlamasınlar diye kalplerine perdeler...
koyduk" (el-En'am, 6/25) ve benzeri başka buyruklar. [99]
"....
kalplerine...." buyruğunda kalbin bütün organlardan üstün olduğunun
delili vardır. Kalp, insan hakkında ve başkaları hakkında da kullanılır.
Herşeyin arısı ve en şerefli bölümü o şeyin kalbidir. Kalb düşünce ve fikir
yeridir. Kelime asıl itibariyle birşeyi başlangıcına doğru döndürüp çevirdiğimiz
takdirde kullanılan o şeyi çevirdim, çeviriyorum, dön-dürüyorum"dan
mastardır. Kabı yüzüstü döndürdüğümüz takdirde şöyle denilir. Daha sonra bu
lafız asıl manasından hareketle canlının en şerefli olan şu organına ad
olmuştur. Buna sebep ise oraya gelen düşüncelerin çok hızlı gelmesi ve dönüp
durması, evirilip çevirilmesidir. Nitekim şöyle denilmiştir:
"Kalbe kalp
adının verilmesi onun evrilip çevirilmesinden dolayıdır. O bakımdan kalbin için
döndürülmekten ve çevirilmekten sakın."
İşte araplar bu
masdarı bu şerefli organın adı olarak kullanmaya başladığından dolayı,
başındaki kaf harfini kalın okuyarak kendisi ile kelimenin aslı arasında fark
olduğunu göstermek istemişlerdir. İbn Mace'nin Ebu Musa el-Eş'ari'den
rivayetine göre, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kalbin mi-/salı geniş
bir arazide rüzgarların evirip çevirdiği bir tüye benzer."[100]
İşte bu " anlam dolayısıyla Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Ey
kalplere sebat veren Allah'ım, Senin itaatin üzre kalplerimize sebat ver."[101] Peygamber
(s.a) kad-rinin büyüklüğüne, makamının yüceliğine rağmen böyle buyurduğuna göre,
ona uyup bizim bu şekilde dua etmemiz öncelikle sözkonusu olmalıdır. Yüce Allah
da şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer."
(el-Enfal, 8/24) Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. [102]
Organlar her ne kadar kalbe tabi ise de
-onların başkanı ve hükümdarı ol-jpaasına rağmen- kalp organların işlediklerinden
etkilenir. Çünkü zahir ile batın arasında bir ilişki vardır. Peygamber (s.a) de
şöyle buyurmaktadır: "KişiV "' doğru söyler. Bunun üzerine onun
kalbine beyaz bir nokta konur. Yine kişi bir yalan söyler ve bunun sebebiyle
kalbi kararır."[103]
Tirmizî'nin Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği ve sahih olduğunu belirttiği ha-,-.
dis-i şerifte de şöyle
buyurulmaktadır: "Kişi bir günah işlediği takdirde kal-___. bi kararır.
Eğer tevbe ederse o zaman onun bu kalbi pürüzsüz olur." Daha sonra şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın
Kur'ân-ı Kerim'de: "Hayır, bilakis onların kazandıkları kalpleri üzerine
bir perde çekmiştir." (el-Mutaffifin, 83/14) buyruğunda sözünü ettiği
"er-rayn" işte budur.[104]
Mücahid de der ki: Kalp avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak
kapanır. Sonra da üzerine mühür basılır.
"Derim ki:
Mücahid'in bu sözü ile Peygamber (s.a)'ın: "Şüphesiz vücutta bir et
parçası vardır. O düzelirse vücudun tümü düzelir, o bozulursa vücudun tümü
bozulur. Dikkat edin o kalptir."[105]
buyruğunda mühürlemenin gerçek anlamda olduğunun delili vardır. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
Denildiğine göre, kalp
bir çeşit çam ağacına benzer. Bu aynı zamanda Mücahid'in sözünü
desteklemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Müslim'in rivayetine
göre Huzeyfe şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bize iki hadis-i şerif söyledi
ki, bunlardan birisinin gerçekleştiğini gördüm ve şu anda ikincisini
beklemekteyim. O bize şunu anlattı: "Gerçek şu ki emanet yiğitlerin
kalplerinin köküne nazil oldu. Sonra Kur'ân-ı Kerim nazil oldu ve Kur'ân'ı da
öğrendiler sünneti de öğrendiler." Daha sonra bizlere emanetin |
kaldırılmasından söz edip şöyle dedi: "Kişi uykuya dalar, kalbinden emanet
i alınır. Geriye ufak bir nokta gibi onun izi kalır. Sonra bir daha uyur.
Kalbin- i den emanet yine alınır ve onun ufak kabarcık gibi bir izi kalır.
Tıpkı ayağın i üzerine yuvarladığın bir kor ateşin deriyi kabartması gibi. Sen
onu kabar-i mış görürsün fakat içinde
hiçbir şey yoktur. -Sonra ufak bir çakıl taşı aldı ve ^ onu ayağının üzerine
yuvarladı- İnsanlar sabah olur alışverişe koyulurlar. Hemen hemen hiç kimse
emaneti yerine getirmez. O kadar k: Filan oğullan ara- i sında güvenilir bir kimse vardır, denilir.
O kadar ki: Bu adam ne kadar ki- , bar, ne kadar akıllı denilir, halbuki
kalbinde hardal tanesi ağırlığında iman- ! dan eser yoktur. Bir zamanlar ben
kiminle alışveriş yaptığıma aldırış dahi etmezdim. Eğer bu kişi müslüman ise,
(ve benim hakkım ona geçmiş ise) mut- ı laka dinine bağlılığı sebebiyle onu
bana geri getirecek, şayet o bir hıristiyan i yahut bir yahudi ise, onun
başındaki kişi o hakkımı bana geri getirir idi. Bu- gün ise, ben sizin
aranızdan ancak filan ve filan ile alışveriş yaparım."[106] y
Hz. Peygamber'in sözünü ettiği şekilde: "Ufak bir eser" ve
"kabarcık" deyip bunu "ayağına yuvarladığın bir kor ateş
gibi" diye açıklaması ve: "Senin onu kabarmış görmen" ifadeleri
bütün bunların kalbe, etki eden ve hissedilir şeyler olduğunu göstermektedir.
İşte mühürlemek ve damga vurmak da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hz. Huzeyfe'nin
rivayet ettiği şu hadiste de durum böyledir. Rasûlullah1^ (s.a)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi çu- \ buk
çubuk olarak aızedilir. Hangi kalbe bu fitneler içirilirse, ona siyah bir nüt-
/ ke konulur. Ve hangi kalp bunlara karşı çıkarsa ona beyaz bir nokta konur. V
Nihayet iki türlü kalp ortaya çıkar: Birisi dümdüz kaya parçası gibi
bembe- j yazdır. Gökler ve yer devam
ettiği sürece hiçbir fitnenin ona zararı olmaz. Diğeri ise, bulanık siyah ve
yana meyletmiş bir testiyi andırır. Hiçbir marufu maruf olarak bilmez. Hiçbir
münkere de karşı çıkmaz. Ancak kendisine/ Hçirilen hevayı bilir..."[107]
Bazan kalpten
"tuâd" ile "sadr (göğüs)" diye de söz edilir. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Biz onu senin kalbine (fuad) iyice yerleştirelim
diye böyle yaptık." (Türkan, 25/32); "Biz, göğsünü senin için
genişletmedik mi?" (el-İnşirah, 94/1) Her iki buyrukta da onun kalbi
kastedilmektedir. Bazan kalp ile aklın da kastedildiği olur. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak bunda kalbi olan... kimse için elbette öğüt
vardır." (Kaf, 50/37) Burada kastedilen akıldır. Çünkü kalp çoğunluğun
kabul ettiği görüşe göre aklın yeridir. Fuâd kalbin yeridir, sadr ise fuâdın
yeridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [108]
İşitmeyi görmeye üstün
tutanlar Yüce Allah'ın: "Kulaklarına" buyruğunu, lehlerine delil
göstermişlerdir. Çünkü burada "kulaklar", "gözler"den önce
zikredilmiştir. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ne
dersiniz? Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alsa...." (el-En'am,
6/46); "Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi." (en-Nah\, 16/78) Bu
görüşü savunanlar der ki: İşitme ile altı yönden de idrak edilir. Aydınlıkta
da karanlıkta da idrak edilir. Fakat ancak karşı tarafta olanlar görülür ve
ışık ve aydınlık vasıtasıyla görmek mümkündür. Kelamcıların çoğunluğu ise
görmenin işitmeden üstün olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü işitme ile ancak
sesler ve sözler idrak edilir. Görme ile cisimler, renkler ve bütün şekiller idrak
edilir. Bunlar derler ki: Görme ile alakalı olanlar daha çok olduğundan dolayı
o daha üstündür. Ayrıca altı yönden görme ile idrakin mümkün olabileceğini de
kabul etmişlerdir.[109]
Neden
"gözler" çoğul geldi de "işitme" tekil gelmiştir diye
sorulacak olursa, şu cevap verilir: Buna sebep bu kelimenin mastar olmasıdır.
Çok hakkında da az hakkında da kullanılır. Aynı zamanda "sem'
(işitmek)" kendisi vasıtasıyla işitilen organın da adıdır. Bu organa
fiilin masdarı isim olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Burada "işitme"
bir topluluğa izafe edildiğinde dolayı bununla topluluğun işitmelerinin
kastedildiği anlaşılmaktadır. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"O (uçsuz
bucaksız) yollarda leşleri vardır kusurlu develerin;
kemiklerine gelince,
(Üzerlerindeki etler
vahşi hayvanlar tarafından sıyrıldığından dolayı) parlak ve beyazdır. Derileri
ise (güneşte suyu çekilmiş) kupkuru kesilmiştir." Şair burada çoğul olarak
"derileri" kastettiği halde"deri" kelimesini tekil olarak
kullanmıştır. Çünkü o topluluğun birtek derisinin olamayacağı bellidir. Bir
başka şair de benzeri bir durum hakkında şöyle demektedir:
"Biz esir
alınmışken öldürülmeyi olmayacak birşey sayma Boğazınızda bir kemik vardır ve
biz kahrolduk."
Burda
"boğazlarınızda" kastediyor. Bir başka şairin şu sözleri de bunun
gibidir:
"Sanki o, kızmış
iki Türk'ün suratı gibidir
Hızlıca atını sürüp
mızrağı için hedef alan gibi."
Burada "iki
yüz" kastettiği halde "iki Türkün suratı" demiştir. Çünkü iki
kişinin tek bir yüzü olmayacağı bilinen bir şeydir. Bunun misali gerçekten
çoktur.
Âyetin bu bölümü çoğul
olarak: onların kulaklarına" şeklinde de okunmuştur. Anlamının
"işitme yerlerine" olması da muhtemeldir. Çünkü işitmeye mühür vurulmaz..
İşitme yerlerine mühür vurulur. Bu şekilde muzaf hazfedilmiş ve muzafun ileyh
onun yerine kullanılmıştır. "Sem': İşitmek" dinlemek anlamında da
kullanılır. Bu bakımdan "senin benim sözlerimi dinlemen hoşuma
gider" anlamında ifadesi kullanılır. Avcının sesine ve köpeklerin
havlamasına kulak veren bir öküzün durumunu anlatan Zu'r-Rimme'nin şu beyiti
de böyledir:
"Uzaktan uzağa
gelen sese büyük bir maharetle kulak verdi O gizli sesi duymak için ve
duyduğunda onun yalan yok, o bir gerçekti." (Sin harfinin esreli mim
harfinin de sakin okunması ile): "es-Sim"1 şeklindeki kelime insanın
güzel bir şekilde sözkonusu edilmesi demektir. Yine kurdun sırtlandan olma
yavrusuna da "sim"' denir.
Burada kelimesi
üzerinde vakıf yapılır. Buna karşılık perde" kelimesi mübteda olarak
merfudur ve ondan önceki ifadeler de haberdir. "Kalpleri" buyruğu
ile ona atfedilen kelimelerdeki zamirler şanı yüce Allah'ın ezelden beri iman
etmeyeceklerini bildiği Kureyş kâfirleri hakkındadır. Bunun münafıklar,
yahudiler hakkında olduğu söylendiği gibi bütün kâfirler hakkında olduğu da
söylenmiştir. Çünkü bu daha geneldir. Buna göre mühürlemek kalpler ve kulaklar,
perdelemek ise gözler hakkında sözkonusudur. Ğişâ, örtü, perde demektir. [110]
Eğer örtüsü anlamına
gelen tabiri de burdan gelmektedir. Bir-şeyi örtüp kapatmak için fiili
kullanılır. en-Nâbiğa der ki:
"Zübyanoğullarma şanımı ne diye sormadın? Saçları ağarmış ve kumara
katılmayıp kavmiyle birlikte etlerinden yiyen kimseyi duman örttüğü
zaman." Bir diğer şair de şöyle demektedir:
"Gözüm üzerinde
perde varken seninle arkadaşlık ettim.
Gözüm açılınca kendimi
parçalarcasına kınadım."
İbn Keysan der ki:
"Gişâve" kelimesinin çoğulunu yapmak isterseniz, sondaki
"h" harfini hazfederek (sonu hemzeli) "ğişâ" dersiniz. el-Ferra,
"edavi" gibi "ğeşavi" şeklinde yapılacağını da
nakletmiştir.
Burada bu kelime
şeklinde nasb ile ve: "Ve gözlerine perde çekti" anlamında da
okunmuştur. O takdirde şairin şu sözlerine benzer:
"Ben ona saman ve
soğuk su yedirdim."
Bir başka şair de buna
benzer şöyle demiştir:
"Keşke senin
kocan gitseydi
Kılıç ve mızrak
kuşanmış olarak."
Burada önceki mısrada
anlam "... ve ona su içirdim" şeklinde sonraki beyitte ise: "Ve
mızrak taşımış olarak" şeklindedir. Çünkü mızrak kuşanılmaz. ei-Farisi der
ki: Normal genişlik ve tercih halinde böyle bir kullanım hemen hemen görülmez
gibidir. Buna göre bu kelimenin ref" halinde okunması daha güzeldir. O
takdirde aradaki "vav" harfi de cümlenin cümleye atfedilmesi olur.
el-Farisi der ki: Ben "el-Ğişave"den gelen ve çekimi yapılan vav'lı
bir fiil bilmiyorum.
Müfessirlerden kimisi
şöyle demiştir: "Gişave: Perde" kulaklar ve gözler üzerindedir. Bu
durumda kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Başkaları da şöyle demiştir:
Mühürlemek hepsi hakkındadır. Gişave (perdelemek) ise mühürlemenin kendisidir.
Buna göre ( iji^i- ) kelimesi üzerinde durak yapılır.
el-Hasen de ğayn
harfinin ötreli okunması suretiyle şeklinde okurken Ebu Hayve de o harfi üstün
olarak okumuştur. Ebu Amr'dan ise, şeklinde masdarın aslına irca ederek okuduğu
rivayet edilmiştir. İbn Keysan der ki: Bunun şekillerinde okunması caizdir.
Fakat en güzel okuyuş şeklindedir. Araplar birşeyi kapsamak, üzerinde olmak anlamında
kullanılan herşey hakkında bu vezin ile bu kelimeleri kullanırlar. İmame
(sarık), kinane (ok torbası), kilade (gerdanlık), isabe (başa bağlanan bez) ve
benzeri şeyler. [111]
Şanı yüce Allah'ın:
"Ve onlar için" buyruğundan kasıt yalanlayan kâfirlerdir.
"Büyük bir azap vardır" buyruğu ile de bu azabın niteliği
belirtilmektedir. Azaba örnek olarak kamçı ile vurmayı, ateş ile yakmayı ve
buna benzer insana acı ve ıstırap veren şeyleri gösterebiliriz. Kur'ân-ı
Kerim'de: "Ve mü'mirilerden bir grup onların azaplarına tanık
olsunlar." (en-Nur, 24/2) diye buyurulmaktadır. Azab kelimesi, alıkoymak
ve engellemekten türetilmiştir. "Onu filan şeyden alıkoyarım ve
engellerim" anlamında: denilir. Suyun tatlılığını ifade etmek üzere
"uzube" denilmesi de bundan ileri gelmektedir. Çünkü suyun arılaşmak
ve ona karışan şeylerin ayrılmasını sağlamak üzere kapta alıkonulmak suretiyle
tatlı olması sağlanmak istenir. Ali (r.a)'ın şu sözü de böyledir: yani
hanımlarınızı dışarıya çıkmaktan alıkoyunuz" demektir. Yine Hz. Ali'nin
bir askerî birliği uğurlarken şöyle dediği nakledilmektedir:
Nefislerinizi kadınları
hatırlamaktan alıkoyunuz. Çünkü bu sizin gaza arzunuzu kırar." Herhangi
bir şeyden alıkoyduğun herkesi "azablandırmış olursun." Meselde şöyle
denilmiştir: "Andolsun ben sana engelleyici bir gem takacağım." Yani
insanlara yüklenmeni önleyecek bir engel takacağım, demektir. Birşeyden imtina
etmek anlamında imtina etti, başkasını alıkoymak anlamında da: başkasını
alıkoydu" denilir. Buna göre bu fiil hem lazım (geçişsiz), hem de
müteaddi (geçişli )dir. Azaba bu adın veriliş sebebi, ona mahkum olan kimseden
insan bedenine uygun gelen her türlü hayırın alıkonulup engellenmesi, bunun
zıddı olan şeylerin ise üzerine yağdırılması, boşaltılmasıdır.
8- İnsanlardan kimisi:
«Allah'a ve âhiret gününe inandık derler.» Halbuki onlar iman etmiş
değillerdir.
Buyruğu ile ilgili
açıklamalar yedi başlık halinde ele alınacaktır: [112]
İbn Cureyc, Mücahid'in
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bakara sûresinde mü'minler hakkında
dört âyet, kâfirlerin nitelikleriyle ilgili iki âyet, münafıklar hakkında da
onüç âyet-i kerime nazil olmuştur." Esbat'ın es-Süddi'den yüce Allah'ın:
"İnsanlardan... " buyruğu hakkında: Onlar münafıklardır, dediğini
rivayet etmektedir. Sufi alimleri der ki: "en-Nas" bir cins ismidir. Veli
(dost) edinilen kimselere ise cins ismiyle hitap edilmez. [113]
Nahivciler
"en-nas" kelimesi hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bunun çoğul
isimlerinden birisi olup "insan" ile "insane" kelimesinin
lafzı değiştirilerek çoğulu olduğu ve bunun küçültülmüş isminin
"nüveys" olduğu belirtilmiştir. Buna göre en-nas kelimesi hareket
anlamına gelen en-nevs'ten gelmektedir. O bakımdan " Hareket etti,
eder" denilir. Umm Zer' ha-"disi diye bilinen hadiste de şu ifadeler
geçmektedir: "Kulaklarıma aşağı doğru sarkan ve hareket eden küpeler
verdi."[114]
Bunun Unuttu"
kökünden geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Âdem (a.s) Allah'ın ahdini
unuttuğundan dolayı "insan" adını almıştır. ^Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: "Adem unuttuğundan (ya da; Âdem'e' îjjnutturulduğundan)
dolayı onun zürriyyeti de unuttu."[115]
Kur'ân-ı Kerim'de de
yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e
vahyettik ve o unuttu." (Taha, 20/115) İleride gelecektir. Buna göre
insan kelimesinin başındaki hemze fazladandır. Şair der ki:
"Bu ahidleri
sakın unutma. Çünkü,
Sen unutkan olduğun
için sana insan adı verildi."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Eğer önceden
sana vermiş olduğum sözleri unutursam
Bağışla. Çünkü ilk
unutan kişi insanların ilkidir."
İnsana bu adın veriliş
sebebinin onun (Hz. Adem'in) Havva ile ünsiyeti olduğu da söylenmiştir.
Rabbiyle ünsiyeti dolayısıyla bu adın verildiği de söylenmiştir. O takdirde
kelimenin başında bulunan hemze aslî harflerden olur. Şair der ki:
"İnsana ancak
ünsiyyeti dolayısıyla bu isim verilmiştir Kalbe ise ancak dönüp durmasından
(niyetleriyle evirilip çevirilmesinden)
bu ad
verilmiştir." [116]
Yüce Allah, önce
müminleri sözkonusu etti. Şeref ve faziletleri dolayısıyla önce onların
niteliklerini belirtti. Daha sonra onların zıddı olarak kâfirleri zikretti.
Çünkü küfür ve iman iki ayrı taraftır. Arkasından münafıkları zikredip az önce
kendilerinden söz ettiği kâfirlere kattı. Çünkü yüce Allah: "Onlar iman
etmiş değillerdir" buyruğu ile mü'min olmadıklarını belirtmektedir. Bu
buyruk ile Kerramiye'nin: "Kalp inanmasa dahi iman dil ile söylemekten
ibarettir." görüşü reddedilmektedir. Buna delil olarak da yüce Allah'ın:
"Allah da onları söylediklerinden dolayı... mükafatlandırdı" (el-Maide,
5/85) buyruğunu delil gösterir ve derler ki: Burada yüce Allah:
"Söylediklerinden ve kalplerinde gizlediklerinden dolayı" diye
buyurmamıştır. Delil. jOİarak Hz. Peygamber'in şu sözlerini de gösterirler:
"Ben insanlarla la ilahem ^'illallah deyinceye kadar savaşmakla
emrolundum. Bunu söyledikleri takdir-, de ise kanlarını ve mallarını bana karşı
korumuş olurlar."[117]
Ancak onların ileri
sürdükleri bu görüş bu konuda kusurlu olduklarını ve donukluklarını ortaya
koymakta: Kur'ân ve Sünnnetin söz ve inanç ile birlikte amelde de bulunmak
gerektiğini belirten buyrukları üzerinde düşünme-('yi terkettiklerini
göstermektedir. Oysa Rasûlullah (s.a) şöyle de buyurmuş-"y tur:
"İman, kalp ile bilmek, dil ile söylemek, azalar ile de amel
etmektir." Bu-Vnu İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir.[118]
Buna göre Sicistanlı
Muhammed b. Kerram'ın ve onun görüşünü kabul edenlerin benimsedikleri kanaat
nifakın kendisi ve bizzat ayrılıktır. Yardımsız bırakılmaktan ve kötü inançtan
Allah'a sığınırız. [119]
Bizim (Mâliki
mezhebine mensup) ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle
demişlerdir: Mü'min iki türlüdür: Birisi Allah'ın sevdiği ve dost edindiği
mümin, diğeri ise Allah'ın sevmediği ve dost edinmediği, aksine buğzedip
düşmanlık ettiği mü'min. İman ile vefat edeceğini bildiği her mü'mini Allah
sever, onu dost edinmiştir, ondan razıdır. Allah küfür üzere öleciğini bildiği
herkese de buğdezer, ona gazap eder, ona düşmandır. Ancak bu onun imanı
sebebiyle değildir. Aksine, vefatı esnasındaki küfür ve dalaleti
dolayısıyladır.
Kâfir de iki türlüdür.
Birisi kaçınılmaz olarak ceza görecek, diğeri ceza görmeyecek kâfirdir. Ceza
görecek olan kâfir, küfür üzere ölen kişidir. Allah böyle bir kimseye gazap
eder ve ona düşmandır. Cezalandırılmayacak kişi ise iman üzere ölen kişidir.
Yüce Allah böyle birisine azap etmez, buğzetmez, aksine onu sever, onu dost
edinir. Hali hazırdaki küfrü sebebiyle değil, iman üzere vefat edeceğinden
dolayı böyledir. [120]
Buna göre mutlak
olarak: "Mü'min, sevap kazanmayı hakeder, kâfir de cezayı hakeder"
demek caiz değildir. Aksine bunun iman ile kayıtlı olarak söylenmesi gerekir.
İşte bundan dolayı şöyle deriz: Putlara taptığı esnada, yüce Allah Hz.
Ömer'den razı idi. Onun sevap kazanmasını murad ediyor, cennete gitmesini
istiyordu. Puta taptığından dolayı değil, fakat mü'min olarak vefat edeceğinden
dolayı böyle idi. Diğer taraftan, ibadet ettiği esnada bile İblis'e gazap etmiş
idi. İbadet ettiği esnadaki halinden dolayı değil, sonunda küfür üzere
öleceğinden dolayı.
Bu hususta Kaderiye
farklı bir kanaat belirterek muhalefet etmiş ve şöyle demiştir: Hayır, ibadeti
esnasında Allah İblis'e gazap etmemiştir. Putlara taptığı vakit de Allah
Ömer'den razı değildi. Ancak bu görüş tutarsızdır. Çünkü şanı yüce Allah
İblis'in (Allah'ın laneti üzerine olsun) ne halde öleceğini bildiği gibi, Hz.
Ömer'in de ne şekilde vefat edeceğini ezelden beri biliyordu. Böylelikle
Allah'ın İblis'e ezelden beri gazap ettiği ve Ömer'i sevdiği sabit olmuş olur.
Buna delil ümmetin şu husus üzerine icma etmiş olmasıdır: Şanı yüce Allah
cehennem ehlinden olduğunu bildiği kimseyi sevmez. Aksine o kimseye gazap eder.
Diğer taraftan cennet ehlinden olduğu kimseleri de sever. Peygamber (s.a) da
şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki amer-ler, son hallere göredir."[121] Bu
bakımdan sûfî ilim adamları şöyle der: İman kulun söz ve fiil olarak kendisiyle
süslenip bezendiği şeyler değildir. İman, ezelden beri kişinin mutluluğuna dair
cereyan etmiş olan hükümdür. Bunun beden üzerinde ortaya çıkması ise, kimi
zaman iğreti olarak sözkonusu olabilir, kimi zaman da bir hakikat olarak
ortaya çıkabilir.[122]
Derim ki: Bu,
Müslim'in Sahih'inde ve başka hadis kaynaklannda =abit olan Abdullah b.
Mes'ud'un şu hadisindeki ifadeyi dile getirmektedir: Al dulları b. Mes'ud dedi
ki: Doğru söyleyen ve doğruluğu tasdik edilen Rasûlulîah bize anlattı:
"Sizden her bir kimsenin yaratılışı annesinin karnında kırl£ gün tutulur.
Sonra bunun kadar bir süre alaka (sülüğü andıran bir kan pıhtısı) olur: \ Sonra
bunun kadar bir süre bir çiğnemlik (et parçası) olur. Sonra Allah me- i leği
gönderir. Bu melek ona ruh üfler. Ona dört husus emredilir: Rızkını, ecelini,
amelini bedbaht mı yoksa mutlu mu olacağını yazması emredilir. Ken- i dişinden
başka hiçbir ilah bulunmayan adına yemin ederim, sizden herhangi bir kimse,
cennet ehlinin amelleriyle amel eder. O kadar ki kendisi ile cennet arasında
sadece bir arşınlık mesafe kalır, fakat onun için takdir edilen hü-' küm onu geçer ve cehennem ehlinin ameli
ile iş yapar ve böylelikle oraya .
girer. Ve yine sizden herhangi bir kimse cehennem ehlinin ameli ile amel eder,
o kadar ki kendisi ile cehennem arasında bir arşınlık mesafe kalır. Fakat onun
hakkında yazılmış olan hüküm onu geçer ve cennet ehlinin ameli ile amelde
bulunarak oraya girer."[123]
Denilse ki: İmam,
hadis hafızı, Ebu Muhammed Abdülğani b. Said el-Mıs-rî'nin zındıklık sebebiyle
asılmış Muhammed b. Said eş-Şami'den -ki bu ; i Muhammed b. Ebu Kays'tır- onun
Süleyman b. Musa'dan -ki bu da el-Eşdak j diye bilinir- onun Mücahid b.
Cebr'den, onun İbn Abbas'tan rivayetine gö- ; re: Bize Ebu Rezin el-Ukayli
haber vererek dedi ki: Rasûlullah (s.a) bana de- / di ki: "Ey Ebu Rezin,
ben ve sen tadı hiçbir şekilde değişmeyen bir sütten/ (cennette) içeceğiz"
Ben dedim ki: Allah ölüleri nasıl diriltir? Bana şu ceva-i' <n bı verdi: "Kurumuş halde sana ait olan
bir araziden hiç geçtin mi, sonra ay- 7
) nı yerden geçerken onun yeşermiş olduğunu, sonra aynı
yerden geçerken \ tekrar kurumuş olduğunu, sonra aynı yerden geçerken yine
yeşermiş olduğunu hiç gördün mü?" Ben: Gördüm, deyince Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "İşte öldükten sonra diriliş de böyledir." Ben yine:
Benim mü'min olduğumu nasıl bilebilirim? dedim şu cevabı verdi: "Bu
ümetten -İbn Ebi Kays der ki: Veya benim ümmetimden diye buyurdu- olan herkes
bir iyilik yapar, bunun iyilik olduğunu bilir ve buna karşılık Allah'ın
kendisine hayır ile karşı-i lık
vereceğini bilirse veya bir kötülük işler, bunun kötülük olduğunu bilir, Allah'ın
buna karşılık ona kötü bir ceza vereceğini yahut o kötülüğü ona bağışlayacağını
bilirse o kişi muhakkak mü'mindir."[124]
Derim ki: Bu hadis-i
şerif senet itibariyle her ne kadar güçlü değil ise de manası doğrudur ve İbn
Mes'ud tarafından rivayet edilen az önce kaydettiğimiz hadis-i şerife aykırı
değildir. Çünkü o hadis-i şerifteki ifade ölüm hali ile alakalıdır, Peygamber
(s.a)'ın: "Ameller ancak sonuçlan iledir" hadisini andırmaktadır. Bu
hadis-i şerif ise, böyle olan kimsenin o haliyle mü'min olacağını
göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [125]
Dil alimleri der ki:
"Münafık"a münafık deniliş sebebi, içinde gizlediğinden başka
birşeyi açığa vurmasıdır. Bu isimin ona verilmesiyle o, yafean faresi denilen
hayvana benzetilmiştir. Bu cerboa (Arap tavşanı, yaban faresi) denilen hayvanın
"en-Nafika (bugünkü diliyle tünel anlamında)" adını alan bir deliği
bulunur. İkinci bir deliği daha vardır ki o deliğin adı da "el-Kâsiâ"dır.
Bu hayvan yeri deler, içeri girer. Yerin yüzeyine yakın ve toprağı
inceltince-ye kadar deliğini sürdürür. Herhangi bir tehlike sezdiği vakit
kafası ile bu toprağı iter ve dışarı çıkar. O bakımdan bu hayvanın deliğinin
dışı toprak, içerisi ise, kazılmış halde olur. Münafıkın durumu da işte
böyledir. Onun dış görünüşü iman, içi ise küfürdür. Bu anlamdaki açıklamalar
daha önce geçmiş bulunuyor. [126]
9- Allah'ı ve
mü'minleri aldatmaya çalışırlar, halbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar da
farkına varmazlar.
İlim adamlarımız der
ki: "Allah'ı... aldatmaya çalışırlar" buyruğu, kendilerince ve kendi
kanaatlerine göre onu aldatmaya çalışırlar demektir. Allah'ın bu şekilde
buyurmasının sebebi, yaptıkları işin, aldatmak isteyen kimsenin işine
benzediğinden dolayıdır. Bu ifadede bir hazf (söylenmemiş bir lafız)ın olduğu
da ileri sürülmüştür. Bunlara göre ifadenin takdiri şöyledir: "Onlar
Rasûlullah (s.a)'ı aldatmaya çalışırlar." Bu görüş el-Hasen ve
başkalarından rivayet edilmiştir. Bu şekilde onların Allah'ın Peygamberini aldatmaya
çalışmaları bizzat Allah'ı kandırmaya çalışmak gibi değerlendirilmiş olur.
Çünkü Allah onları peygamberine verdiği risalet aracılığıyla çağırmaktadır.
Aynı şekilde mü'minleri aldatmaya çalıştıkları vakit de Allah'ı aldatmaya
kalkışmaları demektir.
Onların aldatmaya
çalışmaları, içlerinde gizledikleri küfre uymayan açığa vurdukları imanlarıdır.
Bu şekilde davranmakla kanlarını ve mallarını korumak isterler. Böylelikle
kurtulduklarını ve karşılanndakini aldattıklannı sanırlar. Bunu tefsir ilmiyle
uğraşan birtakım kimseler söylemiştir. Dil bilginleri de der ki: Arap dilinde
aldatma (el-had')ın asıl anlamı, fesat ve bozuluştur. Bunu Saleb
İbnu'l-Arabi'den nakletmekte ve şu beyiti buna delil göstermektedir:
"Rengi beyaz tadı
lezzetlidir Tükürük bozulursa da yine tükürüğü hoştur."
Derim ki: Buna göre
"Allah'ı aldatmaya çalışırlar" buyruğunun anlamı şöyle olur.- Onlar
kendileriyle Allah arasındaki hallerde riyakarlıkta bulunmak suretiyle iman ve
amellerini bozarlar. Nitekim Peygamber (s.a) den de - ileride açıklanacağı
üzere- bu şekilde açıklandığına dair rivayet gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de de:
"İnsanlara karşı riyakarlık yaparlar" (en-Nisa, 4/142) diye
buyurulmaktadır.
Bunun asıl itibariyle
gizlemek demek olduğu da söylenmiştir. Eşyanın içerisinde bulunduğu evin gizli
saklı tarafına da "el-mehda" tabirinin kullanılması da buradan
gelmektedir. Bunu İbn Faris ve başkaları nakletmektedir. Araplar da Kertenkele
yuvasında gizlendi" derler. Yüce Allah'ın: "Halbuki onlar ancak
kendilerini aldatırlar" buyruğunda bir olumsuz ifade ve bir olumluluk
vardır. Yani bu aldatmanın akıbeti yalnızca kendilerini bulur. "Her kim
asla aldatılamayanı aldatmaya kalkışırsa, ancak kendisini aldatır" diye
bir söz de vardır. Bu doğrudur. Çünkü aldatmak ancak gizlilikleri bilemeyen
kimseye karşı yapılabilir. Gizlilikleri bilen kimseyi aldatmaya kalkışan ancak
kendisini aldatmış olur.
Bu aynı zamanda
Allah'ı tanımadıklarını da göstermektedir. Çünkü onlar Allah'ı tanımış
olsalardı O'nun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Hz.Pey-; 'gamber'in
şöyle buyurduğuna daha önce dikkat çekilmişti: "Allah'ı aldatmaya
çalışma. Çünkü her kim Allah'ı aldatmaya kalkışırsa Allah onu aldatır ve yo
kişi eğer farkında ise aslında kendisini aldatır." Bunu duyanlar: Ey
Allah'ın ( ' peygamberi, Allah nasıl aldatılmaya çalışılabilir ki? deyince, Hz.
Peygamber şöyle buyurur: "Sen Allah'ın sana emrettiği şeyi yaparsın, fakat
bu işi yaparken O'ndan başkasını amaç olarak gözetirsin."[127]
Yüce Allah'ın da ne
şekilde aldattığı: "Allah onlarla alay eder" (el-Baka-ra, 2/15)
buyruğu tefsir edilirken açıklanacaktır.
Nafi', İbn Kesir ve
Ebu Amr, bu kelimeyi her iki yerde de lafızlar arasında da cinas olsun diye
şeklinde okumuşlardır. Asım, Hamza, Ki-sai ve İbn Amir ise ikinci kelimeyi
şeklinde okumuşlardır.
Bu kelimenin mastarı
Hı harfinin esreli okunuşu ile ve şeklindedir. Bunu Ebu Zeyd nakletmiştir.
Muverrik el-İcli ise, ya harfini öt-reli, hı harfini üstünlü, dal harfini
şeddeli olmak üzere ve çoğul ifade edecek şekilde Allah'ı çokça aldatmaya
çalışırlar" şeklinde okumuştur. Ebû Tâlût Abdüsselâm b. Şeddâd ile
el-Cârûd ise, ya harfi ötreli, hı harfi sakin ve dal harfi üstün olmak üzere
şeklinde ve: "Ancak kendileri tarafından aldatılmaktadırlar"
anlamında okumuşlardır. Bu okuyuşa göre, aradaki harf-i cer hazfedilmiş olur.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: Musa kavmini (n arasından)., seçti"
(el-A'râf, 7/155) anlamını ifade eder.
Yüce Allah'ın:
"... farkına varmazlar" buyruğunun anlamına gelince, yani onlar bu
aldatmalarının vebalinin tekrar kendilerine döneceğini bilmezler. Bu
aldatmaları sayesinde kurtulduklarını ve amaçlarına ulaştıklarını sanırlar.
Ancak bu, dünyada böyledir. Âhirette ise, -ileride de görüleceği gibi-onlara:
"Geride bıraktığınıza dönün de nur arayın" (el-Hadid, 57/13) denilecektir.
Dilciler der ki:
birşeyin farkına varıldığı zaman: Farkına vardım" denilir. Şair kelimesi
de burdan gelmektedir. Çünkü şair başkasının farkına varamadığı, değişik
birtakım anlamların farkına varabilir. Arapların: Keşke bilmiş olsaydım,
anlamında kullandıkları şeklindeki deyimleri de buradan gelmektedir. [128]
10. Kalplerinde
hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını artırdı. Yalan söylediklerinden
dolayı onlara acıklı bir azap vardır.
"Kalplerinde
hastalık vardır" buyruğu mübteda ve haberdir. "Hastalık" onların
inançlarındaki bozukluğu ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmış bir
deyimdir. Bu ise ya şüphe ve münafıklıktır veya inkâr ve yalanlamaktır. Anlamı
şudur: Günah işlemek kastı sebebiyle, tevfik, koruma ve destekten uzak
olduğundan dolayı kalpleri hastadır. Dil bilgini İbn Faris der ki: Hastalık bir
rahatsızlık yahut bir münafıklık veya herhangi bir işteki kusur dolayısıyla insanın
sıhhat sınırlarının dışına çıkmasına sebep olan herşeyin adıdır.
Kur'ân okuyucuları:
hastalık" kelimesindeki "ra" üstün okunacağı üzerinde icma
etmişlerdir. Ancak el-Esmai'nin Ebu Amr'dan rivayetine göre o "ra"
harfini sükûnlu okumuştur.
"Allah onların
hastalıklarını artırdı." Bu onlara bir bedduadır, denilmiştir.
Küfürlerine karşılık ceza olmak üzere Allah onların şüphelerini, münafıklıklarını,
yardımsız kalıp zayıflıklarını, güçsüz kalıp acizliklerini daha da ar-tırsrn,
demek olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Ey rüzgarları
güneyden ve saba (doğu)dan gönderen
Zeyd (kabilesi)
gazaplandı mı sen de onların gazaplarım artır."
Yani, kendilerini
kızdıran şeyin intikamını almak fırsatını verme.
Buna göre bu âyet-i
kerimede münafıklara beddua etmenin, onları kovup uzaklaştırmanın caiz olduğuna
delil vardır. Çünkü münafıklar Allah'ın yarattıklarının en kötüleridir.
Bu buyrukla yüce Allah
onların hastalıklarının daha da arttığını haber vermektedir. Yani Allah
onların hastalıklarına hastalık katmıştır, demek olur. Nitekim bir başka
âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır. "Onların küfürlerine küfür katıp
artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler." (et-Tevbe, 9/125)
Meânî bilginleri de
der ki: "Kalplerinde hastalık vardır"ın anlamı: Onlar dünyaya
meyledip dünyayı sevmeleri, âhiretten yana gafil olup ondan yüz-çevirmeleri
dolayısıyla kalplerinde hastalık vardır. "Allah onların hastalıklarını
artırdı" buyruğunun anlamı da: Allah onları kendi hallerine bıraktı.
Dünyanın bütün keder ve endişelerini onlar için bir araya getirdi. Bunlardan
vakit bulup da dinlerine gereken önemi vermeye fırsat bulamadılar. "Onlara
acıklı bir azap vardır." Fani olanlar sebebiyle kalıcı bir azapları
olacaktır.
Cüneyd der ki:
Azaların hastalanması bedendeki rahatsızlıklardan dolayı olduğu gibi,
kalplerin hastalıkları da hevâya uymaktan kaynaklanır.
"Onlara acıklı
bir azap vardır" buyruğunda yer alan "elim (acıklı)" kelimesinin
arap dilindeki anlamı, acı veren, can yakan demektir.
Nitekim
"es-Semî"' kelimesi de işittiren anlamına kullanılır. Zu'r-Rimme bir
devenin niteliğini anlatırken, şöyle der:
"Uzun boylu
develeri hızlıca koşturturuz
Yüzlerine elim
(yakıcı) bir ısı vurarak."
Acı ve ıstırap verdiği
takdirde kelimesi kullanılır. Ağrıtmak anlamına kelimesi, ağrı anlamına da
(kelimesi kullanılır. Acı ve ıstırap duymayı ifade etmek ivçin de kelimesi
kullanılır. "Elim" kelimesinin çoğulu, "ulemâ şeklinde gelir,
kerim ve kürema gibi. A'lâm da "eşraf" kalıbında acılar anlamındadır.
"Yalan
söylediklerinden dolayı....." yani peygamberleri yalanlayıp yüce Allah'ın
buyruklarını reddedip âyetlerini yalanladıkları için. Bu açıklamayi Ebu Hatim
yapmıştır. Asım, Hamza ve Kisai ( oJ>J&ı ) şeklinde okumuşlardır.
"Yalan söylemeleri ve iman etmedikleri halde iman ettik demeleri sebebiyle..."
demek olur. [129]
Peygamber (s.a)in
münafıklıklarını bildiği halde münafıkları neden öldürmediği hususunda ilim
adamlarının dört ayrı görüşü vardır:
1- Kimi ilim
adamı şöyle demektedir: Onları öldürmeyişinin sebebi kendisinden başka onların
durumunu bilenin olmayışıdır. İlim adamları çok büyük bir çoğunlukla Hakim'in
kendi bilgisine dayanarak öldürme cezası vermeyeceğini kabul ederler. Ancak
diğer hükümler hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbnü'l-Arabi der ki: Şu
kadar var ki bu görüş çürüktür. Çünkü el-Mücezzer b. Ziyad'a karşılık olarak
(kısasen) el-Haris b. Süveyd b. es-Sa-mit öldürülmüştür. Çünkü el-Mücezzer,
el-Haris'in babası olan Süveyd'i (ca-hiliyye döneminde Evs ile Hazrecliler
arasında cereyan eden) Buas günü savaşında öldürmüştü. Ancak el-Haris İslâm'a
girmiş ve Uhud savaşında el-Mü-cezzer'in gafil olduğu bir anı yakalayarak Uhud
günü öldürmüştü. Durumu Cebrail, Peygamber (s.a)'a haber verince ona karşılık olmak
üzere el-Haris'i öldürdü. Çünkü el-Mücezzer'in öldürülüşü hile (gafil
avlayarak) ile olmuştur. Gafil avlayarak öldürmek karşılığında ölüm cezası
ise, Allah'ın hadlerinden birisidir.
Derim ki: Böyle bir
açıklama İbnü'l-Arabi gibi bir imamın bir yanılmasıdır. Çünkü sözü geçen icma
eğer sabit olmuş ise bu, sözü geçen olayın hükmünü bozmaz. Çünkü icmaın
gerçekleşmesi ve sabit olması, ancak Peygamber (s.a)'ın vefatı ve vahyin
kesilmesinden sonra olur. Buna göre bu, vahiy ile muayyen bir olay hakkında verilmiş
bir hüküm demektir. O bakımdan bu delil gösterilemez. Veya icma ile
neshedilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
2- Şafii
mezhebi alimleri der ki: Onları öldürmeyişinin sebebi, küfrünü gizleyen
imanını açığa vuran kişi demek olan, zındıkın tevbe etmesinin istenip
öldürülmeyişidir. İbnü'l-Arabi der ki: Ancak bu bir vehimdir. Çünkü Peygamber
(s.a) münafıkların tevbe etmelerini istemediği gibi, bunu kimse de nakletmiş
değildir. Hiçbir kimse de: Zındıkın tevbe etmesinin istenmesi vaciptir, demiş
değildir.[130] Peygamber (s.a) onların
durumlarını bildiği halde onlardan yüzçeviriyordu. İşte Şafii mezhebi
mensuplarından sonradan gelmiş bir kişi şöyle demektedir: Zındıkın tevbe
etmesini istemek caizdir, şeklindeki bir görüş sahih olarak kimseden nakledilmiş
değildir.
3- Peygamber
efendimizin onları öldürmeyişi maslahat dolayısıyladır. Bu da kalplerin ondan
uzaklaşmayıp ona ısınması içindir. Bu hususa Peygamber (s.a) Hz. Ömer'e
söylediği: "Benim ashabımı öldürdüğümden insanların söz etmesinden
Allah'a sığınırım" buyruğu ile bu hususa işaret etmektedir. Bu hadisi
Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.[131]
Peygamber (s.a)
kalplerini İslâm'a ısındırmak istediği kimselere (müelle-fetu'l-kulub) kötü bir
inanca sahip olduklarını bilmekle birlikte ısındırmak gayesiyle bağışlarda
bulunurdu. Bu hem bizim ilim adamlarımızın (Maliki mezhebi alimlerinin) hem de
başkalarının görüşüdür.
İbn Atiyye der ki: Bu,
Rasûlullah (s.a)'ın münafıkları öldürmekten uzak duruşu ile ilgili olarak
Malikî mezhebine mensup ilim adamlarının izlediği yoldur. Bunu Muhammed b.
el-Cehm, Kadı İsmail, el-Ebheri ve İbnu'l-Macişun açıkça ifade etmişlerdir.
Delil olarak da yüce Allah'ın şu buyruğunu gösterirler. "Eğer münafıklar
ve kalplerinde hastalık bulunanlar.... ve korlukla öldürülürler" (el-Ahzab,
33/60-61)
Katade der ki: Bunun
anlamı, münafıklıklarını açıkça ilan ettikleri takdirde öldürülürler,
şeklindedir.
İmam Malik der ki:
Rasûlullah (s.a) dönemindeki münafıklık bizim günümüzdeki zındıklığın
aynısıdır. Zındıklık ettiğine dair tanıklık edilecek olursa tevbe etmesi
istenmeksizin öldürülür. Aynı zamanda bu Şafii'nin iki görüşünden birisidir.
Yine İmam Malik der ki: Rasûlullah (s.a)'ın münafıkları öldürmekten uzak
durması, ümmetine hakimin kendi bilgisine dayanarak hüküm veremeyeceğini beyan
içindir. Çünkü münafıkların durumları hakkında başkaları tarafından şahitlik
edilmiş değildir.
Kadı İsmail der ki:
Abdullah b.Ubey b. Selam hakkında Zeyd b. Er-kam'dan başkası (münafıklığa dair)
şahitlik etmemiştir. el-Cülas b.Süveyd hakkında da onun himayesinde bulunan
üvey evladı Umeyr b. Sa'd'dan başkası şahitlik etmemişti. Eğer bunlardan
herhangi bir kimseye karşı iki kişi kâfir ve münafık olduğuna dair şahitlik
ederse öldürülür.
İmam Şafii ise öteki
görüşünü delillendirmek üzere şöyle demektedir: Hakkında zındıklık ettiğine
dair şahitlikte bulunulup da bunu inkâr edip iman ettiğini ve İslâm'ın dışında
her dinden uzak olduğunu belirten bir kimse hakkındaki sünnet (uygulama),
kanının akıtılmayacağı şeklindedir. Re'y sahipleri, Ahmed, Taberi ve başkaları
da bu görüştedir.
Şafii ve mezhebine
mensup ilim adamları şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a)'ı münafıklan
öldürmekten alıkoyan -onların münafık olduklarını bilmekle birlikte- müslüman
olduklarını açığa vurmalarıdır. Çünkü onlann açığa vurdukları öncesinin
(gizlediklerinin) hükmünü ortadan kaldırır.
Taberi der ki: Yüce
Allah kullan arasındaki hükümleri zahir esasına göre tesbit etmiş ve
yarattıklarından herhangi bir kimseye böyle bir imtiyaz vermeksizin
gizliliklerine dair hükmü sadece kendisi üstlenmiştir. O bakımdan kimsenin
zahir olana aykırı hüküm verme yetkisi yoktur. Çünkü bu zanlara yakın bir hüküm
olur. Eğer bir kimsenin öyle bir yetkisi olsaydı, herkesten çok Rasûlullah
(s.a)'ın buna göre hüküm vermesi gerekirdi. Halbuki o, münafıklar hakkında
açığa çıkardıkları davranışları sebebiyle müslümanlara uyguladığı hükümlerin
aynısını uygulamış, gizliliklerini ise Allah'a havale etmiştir. Hatta Allahu
Teala şu buyruğunda onların zahir hallerini yalanlamış bulunmaktadır: "Ve
Allah tanıklık eder ki münafıklar şüphesiz yalancıdırlar." (el-Münafıkun,
63/1)
İbn Atiyye der ki:
Malikîler bu konuda benimsedikleri görüş ile ilgili olarak bu âyet-i kerimenin
kendilerini, görüşlerinin aksini kabul etmek açısından bağlayıcı olmayışını
şöyle izah ederler: Bu âyet-i kerimede münafıkların şahıs olarak tayini
yapılmamıştır. Âyet-i kerimede münafıklıkla itham edilen herkes için bir azar
vardır. Bu âyet-i kerimeye rağmen, münafıklıkla itham edilen her kişinin şöyle
demek imkanı yine vardır: Bu âyet-i kerimeyle kastedilen ben değilim, ben
ancak mü'minim. Eğer bu âyet-i kerime ile herhangi bir kimse tayin edilmiş
olsaydı, onun yalanlamasını (yani münafıklığının cezasını) hiçbir şey ortadan
kaldıramazdı.
Derim ki: Böyle bir
açıklama su götürür. Çünkü Peygamber (s.a) onları vaya onların pek çoğunu, isim
ve şahısları ile yüce Allah'ın kendisine bildirmesi suretiyle bilirdi. Huzeyfe
de Peygamber (s.a)'ın kendisine haber vermesi sayesinde bunu biliyordu. O
kadar ki Hz. Ömer ona: Ey Huzeyfe, ben de onlardan birisi miyim, diye sorar
Huzeyfe ona: Hayır, diye cevap verirdi.
4- Şanı yüce
Allah, Peygamberinin ashabına verdiği sebat sayesinde münafıkların onları veya
dinlerini ifsad etmesinden korumuş idi. Dolayısıyla münafıkların kalmalarında
bir zarar yoktu. Bugün durum aynı değildir. Çünkü bizler zındıkların avam
olanlarımızı ve bilgisizlerimizi ifsad etmelerinden emin değiliz. [132]
11. Onlara:
"Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiği zaman "biz ancak ıslah
edicileriz" derler.
Zaman" edatı,
zarf kabul edilerek nasb mahallindedir. Bunda amil dediler" buyruğudur. Bu
buyruk beklenen fiilin gerçekleştiğini haber verir. el-Cevherî der ki: edatı
gelecekteki zamana delalet eden bir isimdir. Ancak bir cümleye izafe edilerek
kullanılır ve: Taze hurma kızarmaya başladığında sana gelirim," ve Filan
kişi geldiğinde..." denilir. Bunun isim olduğunu gösteren ise: Filan
kişinin sana geleceği günü gelirim, anlamını ifade etmesidir. O halde bu
kelime bir zarftır ve karşılık vermek anlamını da ihtiva etmektedir.
Şartın cevabı üçtür:
Fiil, fa harfi ve edatı. Fiil olarak: "Bana gelirsen ben de sana
gelirim" demek gibi. "Fa" harfi ile: " Eğer bana gelirsen
ben de sana iyilikte bulunurum" sözünde olduğu gibidir. (ISI.) edatı ile
de yüce Allah'ın şu buyruğunda şartın cevabı olarak yer aldığını görüyoruz:
"Eğer ellerinin önden gönderdikleri sebebiyle de onlara bir kötülük gelip
çatarsa, bakarsın ki fJ ISI ) onlar ümit kesmişlerdir." (er-Rum, 30/26)
Şiirde bu edat getirilerek şartın cevabının yer aldığı örneklerden birisi de
Kays b. el-Hatîm'in şu sözleridir:
"Kılıçlarımız
erişmezse, eğer onları
Adımlarımız eriştirir
düşmanımıza onlarla öylece vuruşuruz."
Burada görüldüğü gibi,
vuruşuruz" kelimesi, cezm ile (sükûn-lü olarak) üzerine atfedilmiştir.
Çünkü bu da (mahallen) meczumdur. Eğer meczum olmasaydı, o vakit bu kelimenin
sonunu nasb ile söylerdi.
Bazan ya tekid
maksadıyla da eklenir. Yine bu edat ile de cezm edilir. Ferezdak'ın şu beyiti
bu türdendir:
"Bir zalim oğlu
olan Ebu Leyla kalktı ona
Ve o, kılıcı sıyırdı
mı vururdu."
Sibeveyh der ki: Güzel
olan Ka'b b. Züheyr'in şu beyitidir:
"Ve benim devem
istedi mi, (gün boyunca yürüdükten sonra) öyle hızlı yol alır ki Gün batımında,
korkmuş ve dehşete kapılmış bir öküz gibidir (çok hızlıdır)." Bundan kastı
ise, bu beyitte de cezm edilmediği gibi, edatıyla cezm etmemenin daha güzel
olacağıdır.
el-Müberred'den bu
edat müfacee (aniden beklenmedik birşey ile karşılaşmayı) bildiren ifadelerde
mekan zarfı olduğu takdirde cezmetmeyeceği görüşü nakledilmiştir: Çıktım,
aniden Zeyd ile karşılaştım" demek gibi. Çünkü burada "Zeyd"
kelimesi ile onun cüssesi kastedilmektedir ve bu bir mekandır. Ancak bu görüş
reddedilmiştir. Çünkü bu, çıktım, aniden Zeyd'in orada hazır olduğunu gördüm,
anlamındadır. Bu edatta, diğer zaman zarflarındaki gibi masdar manası vardır.
Arapların: Bugün şarap ve yarın bir iştir" şeklindeki sözlerinde olduğu
gibi. Bunun anlamı: Bugün şarap vardır, yarın da bir işin meydana gelmesi
sözkonusudur, şeklindedir.
"Denildi",
demek'ten gelmektedir. Aslı: şeklindedir. Vav'ın kesresi kafa nakledilince vav,
ya harfine dönüştü.
"... onlara
denildi" anlamındaki buyruğun, şeklinde lam'ın lam'a idğamı ile okunması
da caizdir. Burada iki sakinin bir arada bulunmasının caiz oluşu ya'nın hem
harf-i med hem de yumuşak harflerinden olmasındandır.
el-Ahfeş der ki: Kaf
ve ya harfinin ötreli okunuşuyla ( Jj ) okuyuşu da caizdir. el-Kisai der ki:
Fiilin meçhul olduğunu göstermek üzere kaf harfinin üzerinde dammenin işmam
edilmesi caizdir. Bu da Kayslıların şivesidir. Nitekim kelimelerinde de durum
böyledir.
Hişam, İbn Abbas'tan
(bir nüshada İbn Amir'den) ve Ruveys de Yakub'dan da böyle rivayet etmiştir.
Nafi' ise bunlar arasında özellikle kelimelerinde işmam yapmıştır. İbn Zekvan
bunlara kelimelerini de eklemiştir. Diğer kıraat imamları ise, hepsini esreli
olarak okumuştur.
Huzeylliler ile
Esedoğullarından Duyberoğulları ile Fek'asoğulları, sakin bir vav ile derler.
"Fesad
çıkarmayın" buyruğunda yer alan edatı nehiy içindir.
"Fesad":
Salahın zıddıdır. Bunun gerçek mahiyeti doğruluktan onun zıddı olana geçiş
yapmaktır. Âyetteki anlamı, küfür ile ve kâfirlerle dostluk ve yakınlık
ilişkilerinde bulunmak suretiyle, insanları Muhammed (s.a)'e ve Kur'ân-1
Kerim'e imandan uzak tutmakla yeryüzünde fesat çıkartmayınız, şeklindedir.
Şöyle de denilmiştir: Peygamber (s.a)'ın peygamber olarak gönderilişinden önce
yeryüzünde fesat vardı. Orada türlü türlü masiyetler işlenir idi. Peygamber
(s.a.) peygamber olarak gönderilince fesat kalktı ve yeryüzü ıslah oldu. Tekrar
masiyet işleyecek olurlarsa ıslah edildikten sonra yeryüzünde fesat çıkartmış
olurlar. Nitekim başka bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Orası
ıslah edildikten sonra, yeryüzünde fesat çıkarmayın." (el-A'raf, 7/56, 85)
"Yeryüzünde"
Arz kelimesi müennestir, cins ismidir. Aslında bunun tekiline demek gerekirdi
fakat Araplar öyle kullanmamışlardır. Çoğulunun da ( oUijî ) şeklinde olması
gerekir. Çünkü Araplar sonunda mü-enneslik t'si bulunmayan müennes kelimeleri
sonuna "elif ve t" harflerini getirerek çoğul yaptıkları olur:
kelimesinde olduğu gibi. Ancak daha sonra bu kelimeyi "vav ve nun"
harfleriyle çoğul yaparak şeklinde çoğul yapmışlardır. Halbuki müennes olan
bir kelime kelimelerinde olduğu gibi nakıs olmadığı sürece vav ve nun ile cem
edilmez. Ancak Araplar burada elif ile t'yi hazfettiklerinden dolayı yerine vav
ve nun getirmiş ve "ra" harfinin üstünlü okunuşunu da olduğu halde
bırakmışlardır. Ra harfinin sakin olduğu da olur. Bu kelime bazen şeklinde de çoğul
yapılabilir. Ebu'l-Hattab Arapların dedikleri gibi, dediklerini de ileri
sürmektedir. şeklindeki çoğul da aynı şekilde kıyasa uygun değildir. Onlar
sanki bu kelimeyi şeklinde de çoğul yapmış gibidirler.
Aşağıda kalan herşeye
"arz, yer" denilir. Yine tabiri açıktan açığa temiz ve güzel olan
arazi anlamındadır. Arınıp temizlendi anlamına denilir. Ebu Amr der ki:
Gözümüze hoş gelen bir yere konakladık, demek olur. "Annen
olmayasıca" denildiği gibi, yerin olmayasıca" da denilir.
el-Arz:
Bineğin ayaklarının alt tarafı anlamına da gelir. Humeyd bir atı vas-federken
şöyle demektedir:
"Baytar onun
ayağının altını çevirip bakmadı.
Onun iplerinin de
üzerinde hiçbir izi yoktur."
Bu kelime aynı zamanda
bir silkiniş ve titreyiş anlamına da gelir. Hammad b. Seleme'nin Katade'den,
onun Abdullah b. el-Haris'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Basra'da yer
bir defa sarsıntıya uğradı. İbn Abbas da der ki: Allah'a yemin ederim
bilmiyorum, yer mi sarsıntıya uğradı yoksa bende mi titreme var derken (titreme
anlamına) "arz* kelimesini kullanmıştır. Zu'r-Rimme de bir avcıyı
nitelendirirken şöyle demiştir:
"Tırnaklarından
gelen gizli sese kulak kabarttığında Veya bir titreyişi olup ya da zatülcenb
hastalığına yakalandığında..." "Arz" aynı zamanda nezle
demektir. Allah onu nezle etti, demektir. Nezle olan kimseye de
"me'rûd" denilir. kelimeleri hurma fidanlarının yerde köklerinin
bulunması anlamındadır. Eğer bu fidan hurma ağacının gövdesi üzerinde biterse,
o vakit ona "er-râkib" adı verilir.
el-îrâd ise, yün veya
kıldan yapılmış büyükçe kilim demektir. Alçak gönüllü ve çokça hayır yapmak
huyuna sahip kimse hakkında da "erîd" tabiri kullanılır. el-Esmaî der
ki: yani o kişi aralarında bu işi yapmaya en layık kimse" demektir. enu\
rni enli anlamındadır. Bazısı da sadecesemiz, kilolu oğlak, tabirini kullanır.
(Yani ayrıca "arîd" demez.)
Biz" kelimesinin
aslı, şeklindedir. Ha'nın harekesi, nun'a verildi ve ha sakin okundu. Bunu
Hişam b. Muaviye en-Nahvi söylemiştir, ez-Zeccac der ki: Bu kelime çoğul
içindir. Çoğul kelimenin alametlerinden bir tanesi de "vav" harfinin
bulunmasıdır. Ötre ise, "vav" harfi cinsindendir. Araplar, iki
sakinin bir araya gelmesi sebebiyle kelimesini harekeli okumak zorunda
kaldıklarından dolayı çoğul için kullanılan şekilde ona hareke vermişlerdir.
İşte bunun için yüce Allah'ın: İşte onlar, hidâyet karşılığında dalaleti satın
alanlardır" (el-Bakara, 2/16) buyruğunda yer alan "çoğul ifade eden
vav"ı ötreli okumuşlardır. Muhammed b. Yezid de der ki: Bu kelime
kelimeleri gibidir. Çünkü bu kelime de iki ve daha fazla kişi hakkında haber
vermekle alakalıdır. Çünkü Ben, kelimesi tek kişi içindir, Biz kelimesi ise
ikil ve çoğul içindir. Kişi bazen bu kelime ile, biz kalktık, diyerek bizzat
kendisi hakkında da haber verebilir. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Onların maişetlerini aralarında Biz paylaştırdık." (ez-Zuhruf,
43/32) Mütekellim olması halinde bu kelime, müennes için de müzekker için de
aynen kullanılır. Kadın:
Kalktım, gittim,
kalktık, gittik, bunu ben yaptım, biz yaptık, der. Arap dilinde bu böyledir.
(Birinci şahıslarda eril ile dişil kiplerinin aynı olduğunu anlatmaktadır.)
"Islah
edicileriz" kelimesi, fiilinden ism-i faildir. "Salâh" fesadın
zıddıdır. Bu kelime lam harfi üstün ve ötreli olarak iki şekilde okunur. Bunu
İbnu's-Sikkit söylemiştir. kelimesinin masdarıdır. Şair der ki:
"Bana sövdüğün
takdirde başımı önüme eğersem ne yaparsın?
Ana babaya sövmekten
sonra bir düzelme (ıslah) olmaz."
"Salâh"
Mekke'nin isimlerinden birisidir. "es-Silh" bir nehir adıdır.
Münafıkların böyle
(yani biz ıslah edicileriz) demeleri kendi kanaatlerinin böyle olduğunu ifade
etmektedir. Çünkü onlara göre fesat çıkartmak bir ıslahtır. Yani bizim
kâfirlere meyletmekten ve onlarla bulunmamızdan maksadımız, onlarla mü'minler
arasını düzeltmekten ibarettir, başkası değildir. Bu açıklamayı İbn Abbas ve
başkaları yapmıştır.
12. Uyan! Gerçekten
onlar fesatçıların ta kendileridirler. Fakat anlamazlar.
"Uyan! Gerçekten
onlar fesatçıların ta kendileridirler" buyruğu onların kanaatlerini reddetmekte,
söylediklerini yalanlamaktadır. Bu bakımdan şöyle demişlerdir: Her kim, zahiren
iddialarda bulunursa, o kişi yalancıdır. Yüce Allah'ın: "Uyan, gerçekten
onlar fesatçıların ta kendileridirler" dediğine bakmaz mısınız? Bu
açıklama doğrudur.
başta bulunduğundan
dolayı elif esreli olmuştur. Bu açıklamayı en-Nehlıas yapmıştır. Ali b.
Süleyman da: Üstün olması da caizdir, demiştir. Nitekim Sibeveyh anlamında
olmak üzere, gerçekten şüphesiz sen gidicisin, denilmesini caiz kabul
etmiştir.
Onlar, kelimesinin
mübteda olması fesatçılar" kelimesinin de haberi olması caizdir. Mübteda
ve haber de bir arada edatının haberi olur. Ayrıca kelimesi gerçekten onlar" kelimesindeki he ve
mim harfleri için tekid olabilir. Ayrıca fasıla olması da caizdir. -Kuleliler
buna imad derler- Ve kelimesinin haberi olur. Takdiri ise: Yüce Allah'ın:
"İşte onlar felaha erenlerin kendileridir" buyruğunda da açıklandığı
üzere: uyan, gerçekten onlar, fesatçılardır" şeklinde olur.
"Anlamazlar"
buyruğu ile ilgili olarak İbn Keysan der ki: Kendisinin fesatçı olduğunu
bilmeyen kişiyi yermeye gerek yoktur. Fakat fesatçı olduğunu bildiği halde
bilerek fesat çıkaran kimse ancak yerilir denilmektedir. Böyle bir iddiaya iki
şekilde cevap verilir: Evvela bunlar, fesadı gizliden gizliye yapıyor, dışa da
ıslah edici olduklarını gösteriyorlardı. Bununla birlikte bu durumlarının
Peygamber (s.a) için zahir olacağını bilmiyorlardı. Diğer bir açıklama şekli:
Onların yaptıkları fesat, kendilerine göre bir salah (düzeltme) olabilir ve
onlar bunun fesad olduğunu bilmiyor olabilirlerdi. Hakkı açıklamayı ve hakka
uymayı, terkemek suretiyle Allah'a ve Rasûlüne isyan etmişlerdir.
"Fakat"
anlamına gelen bir te'kid ve bir istidrâk (ek açıklamada bulunmak) harfi
(edatı)dır. Böyle bir edatın kullanılması için hem bir nefiy hem de bir isbat
(olumlu ve olumsuz önerme) bulunmalıdır. Eğer ondan öncesi olumsuz ise, ondan
sonrası olumluluk ifade eder. Şayet öncesi olumlu ise sonrası olumsuzluk ifade
eder. Eğer önceden olumlu ifade gelmiş ise, ondan sonra yalnızca tek bir isim
kullanmak caiz değildir. Bunun yerine bu âyet-i kerimede olduğu gibi, bu
edattan öncekine zıt bir cümle zikredilir. "Bana Zeyd geldi, fakat Amr
gelmedi" şeklindeki ifade de böyledir. Ancak: "Bana Zeyd geldi fakat
Amr..." deyip sonra susmak caiz değildir. Çünkü Araplar bu gibi durumlarda
"lakin" kelimesinin yerine ( Jo bilakis, belki" kelimesini
kullanırlar. Fakat bu "lakin" edatından" önce olumsuz ifade yer
almış ise, o takdirde tek bir kelime söylemek caiz olur: "Zeyd bana
gelmedi fakat Amr (geldi)" demek gibi.
13. Onlara:
"İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar: "Biz de
akılsızların inandığı gibi mi iman edelim?" derler. Dikkat et, asıl
akılsızlar onlardır. Fakat bilmezler. [133]
"Onlara... denilince"
buyruğunda kastedilen Mukatil'in ve başkalarının görüşlerine göre
münafıklardır.
"İnsanların iman
ettiği gibi iman edin" yani Muhammed (s.a)'i ve şeriatını muhacirlerin ve
Yesrib ehlinden olup (hiçbir şekilde münafıklık etmeyen) hakiki imana sahip
olanların doğruladığı gibi siz de doğrulayın.
İman edin"
kelimesindeki elif kat' elifidir. Çünkü muzari fiili ( 0-Oi ) şeklinde gelir.
Benzetme edatı olan (kâf) harfi de nasb mahallindedir. Çünkü bu kelime
hazfedilmiş bir masdarın sıfatıdır. Yani; insanların iman ettiği gibi iman
edin, anlamındadır.
"Onlar: Biz de
akılsızların inandığı gibi mi iman edelim derler." İbn Ab-bas'tan gelen
rivayete göre akılsızlarla kastettikleri Muhammed (s.a)'ın ashabıdır. Yine
ondan gelen bir rivayete göre kastettikleri kitap ehlinden iman eden
kimselerdir. Bu sözü söyleyenler münafıklardır. Onlar bunu, gizlice ve alay
yollu söylüyorlardı.
Allah, Peygamberini ve
mü'minleri bundan haberdar etti, asıl sefihliğin (akılsızlığın), hafifliğin ve
basiretsizliğin onlar hakkında sözkonusu olduğunu, onların niteliği olduğunu
tesbit etti ve gerçek sefihlerin (akılsızların) onlar olduğunu haber verdi.
Ancak onlar, kalpleri üzerindeki günah tabakası sebebiyle bunu
bilememektedirler.
el-Kelbi'nin Ebu
Salih'ten onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre bu buyruk yahudiler hakkında
nazil olmuştur. Yani Onlara -yahudilere- insanların, Abdullah b. Selam ve
arkadaşlarının iman ettiği gibi siz de iman edin, denildiğinde onlar: Biz
sefihlerin -yani cahil ve eksik akıllıların- iman ettikleri gibi mi iman
edeceğiz, derler.
Arap dilinde
sefihliğin asıl anlamı: Hafiflik ve inceliktir. Kumaş kötü dokunmuş ise ona
denilir. Veya oldukça eskimiş ve incelmiş ise yine bu tabir kullanılır.
ifadesi, rüzgarlar ağaçları meylettirdi, anlamındadır. Zu'r-Rimme şöyle
demiştir:
"Öyle bir yürüdü
ki o kadınlar, sanki esen meltem rüzgarlarından
dolayı üst tarafları
Hafif eğilen mızraklar gibi sallandılar."
Birşeyi hakir bulan
bir kimse der. Sefeh: Akıllı olmanın zıddı-dır. Kişinin, çokça su içip
susuzluğunun gitmemesi haline "sefeh" denilir de denilmiştir.
Bu buyrukta yer
alan kelimelerinde yan yana gelen iki
hemzede dört okuma şekli caizdir. En güzel şekli birincisinin tahkik edilmesi,
ikincisinin de katıksız bir vav'a dönüştürülmesidir. Bu, Medinelilerin okuyuşudur.
Ebû Amr'ın da böyle okuduğu bilinmektedir. Arzu edildiği takdirde her ikisi de
tahfif edilerek okunur. Ve ilk hemze hemze ile vav arası bir sesle okunur,
ikincisi de katıksız bir vav olarak okunur. Arzu edilirse birincisi hafifletilir,
ikincisi tahkik edilir. Arzu edildiği takdirde de her iki hemze de tahkik ile
okunur.
"Fakat
bilmezler" buyruğu "Fakat anlamazlar" (el-Bakara, 2/12) buyruğu
gibidir. İlim ise bilinen birşeyi olduğu haliyle bilmek demektir.
Bir şeyi bildiğiniz
takdirde: dersiniz. Onu bildim, anlamındadır. Bir kimseyi ilim ile yendiğiniz
takdirde: Adam ile ilim yarışına girdim ve ben ilimde onu mağlup ettim,
demektir. ise, ilimde onu yeneceğim, anlamındadır.
14. İman edenlerle
karşılaştıklarında "iman ettik" derler. Ama şey-tanlarıyla başbaşa
kaldıklarında "muhakkak biz sizinle beraberiz. Biz ancak alay
edicileriz" derler. [134]
"İman edenlerle
karşılaştıklarında: 'İman ettik' derler" buyruğu münafıklar hakkında
nazil olmuştur." karşılaştılar" kelimesinin aslı dır.
Ya harfi üzerindeki
ötre kaf harfine taşındı, ya harfi de iki sakinin bir araya gelmesi
dolayısıyla hazfedildi. Muhammed b. es-Semeyka' el-Yemani, bu buyruğu şeklinde
okumuştur. Bunun aslı, şeklindedir. Ya harfi harekeli ondan önceki harf ise
üstün olduğundan dolayı elife dönüştü. Bu sefer elif ve vav iki sakin olarak
bir araya geldiğinden dolayı elif hazfedildi, daha sonra vav harfi ötre ile
harekelendi.
Eğer vav harfi
kelimesinin başka bir kelime ile bitişik okunması halinde ötreli okunduğu buna
karşılık kelimesinden bunun hazfedil-diği söylenip sebebi sorulacak olursa,
cevap şudur: kelimesinde vav harfinin öncesindeki harf ötredir. Eğer vav ötreli
olarak harekelenecek olursa, bunun söylenişi dile ağır gelir. Bundan dolayı
hazfedildi, fakat kelimesinde hareke verildi, çünkü vav'dan önceki harfin
harekesi fethadır.
"Ama
şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: 'Muhakkak biz sizinle beraberiz..'
derler." buyruğunda yer alan başbaşa kaldılar" kelimesinin vaslı
"be" harfi cerri ile yapıldığı bilinen bir husus olmakla birlikte neden
ile vasledildiği (geçiş yapıldığı) sorulacak olursa cevap şudur: Burada yer
alan Başbaşa kaldılar, buyruğu ayrılıp gitti, anlamındadır. Ferezdak'ın şu
sözlerinde olduğu gibi:
"Kalkanımı
tersine çevirmemi nasıl görürsün?
Ve ben işimi altüst
ederim
Allah benim yerime
Ziyad'ı katletsin."
Burada
"katletsin" kelimesini "bertaraf etsin" yerinde
kullanmıştır.
Bazıları da burada yer
alan kelimesinin "ile, birlikte" anlamına geldiğini söylemişlerdir.
Ancak bu görüş bir derece zayıftır. Kimisi de burada yer alan kelimesi ba harfi
cerrinin anlamını verir, ancak Halil ve Sibeveyh bu görüşü kabul etmezler.
Mananın şu şekilde
olduğu da söylenmiştir: Mü'minlerden ayrılıp şeytanlarının yanına gittiklerinde..
O takdirde burada yer alan edatı, anlamına uygun kullanılmış olur.
"Şeyatîn"
kelimesi şeytan kelimesinin "kırık çoğuF'udur. Bu kelimenin türeyişi ve
anlamı ile ilgili açıklamalar istiaze ile ilgili açıklamalarda daha önceden
yapılmıştı.
Müfessirler burada
"şeytanlar"dan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. İbn Abbas ve es-Suddi'nin açıklamasına göre, bunlar küfrün başkan
ve önderleridir. el-Kelbi de, bunlar cinlerin şeytanlarıdır demektedir.
Müfessirlerden bir grup da şöyle demiştir: Bunlar kahinlerdir. Bununla
birlikte imandan ve hayırdan uzaklık anlamına gelen "şeytanat (şeytanlık)"
lafzı sözü geçen bütün bu açıklama şekillerini kapsamaktadır. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
"Biz ancak alay
edilcileriz, derler." Yani çağnldığımız şeyi yalanlayan kimseleriz.
"Alay eden kimseleriz" anlamına olduğu da söylenmiştir. İstihza, alay
etmek ve oyuncak etmek demektir. Bu kelime, "b" harfi ile müteaddi
(geçişli) kullanıldığı gibi lazım (geçişsiz) olarak da kullanılır. Şair der
ki:
"Taysala'nın
annesi benimle alay etti Ve dedi ki: Ben onu malı yok, yoksul görüyorum."
İstihzâ'nın asıl
anlamının intikam olduğu da söylenmiştir. Bir başka şairin şu beyitınde olduğu
gibi.
"İntikam aldılar
onlardan ikibin silahlı savaşçı ile
Onların bölüğü ağaçsız
kurak bir arazide ve yerlerinden ayrılmadılar." [135]
15. Allah onlarla alay
eder ve azgınlıklarında basiretsizce dolaşmalarına mühlet verir.
"Allah onlarla
alay eder"; yani onlardan intikam alır, onları cezalandırır. Onlarla alay
eder ve bu alaylarına karşılık onları cezalandırır. Burada cezaya işlenen
günahın adı verilmiştir. Çoğu ilim adamının görüşü budur. Araplar bu şekildeki
ifadeleri çokça kullanırlar. Amr b. Külsûm'ün şu beyi-ti bu türdendir:
"Dikkat edin!
Kimse bize karşı bir cahillik etmesin
Bu sefer cahillerin
cahilliklerinden daha fazla cahillik ederiz."
Burada alacağı
intikama o da "cahillik" adını vermiştir. Halbuki akıl sahibi bir
kimse cahillikle övünmez. Onun böyle bir ifade kullanması, aynı kelimeleri
tekrarlamasının farklı kelimeler kullanmaktan dile daha kolay gelsin diyedir.
Araplar bir sözü bir
başka sözün karşıtı ve cevabı veya cezası olarak zikrettiklerinde aynı şekilde
o sözü tekrarlardı. İsterse manası farklı olsun. İşte Kur'ân-ı Kerim ve
Sünnette de aynı durumu görüyoruz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir
kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (eş-Şu-ra, 42/40); "Size
kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi saldırın."
(el-Bakara, 2/194) Kötülüğe karşılık vermek kötülük olamaz. Kısas da bir saldın
olarak değerlendirilemez. Çünkü kısas yerine getirilmesi gereken bir haktır.
Yüce Allah'ın şu
buyrukları da böyledir: "Onlar hilekârlığa saptılar, Allah da
hilekarlıklarına karşılık verdi." (Al-i İmran, 3/54); "Gerçekten
onlar bir hile yapıyorlar, Ben de bir hile yaparım" (et-Târık, 86/15-16);
"Biz ancak alay edicileriz... Allah onlarla alay eder" (el-Bakara,
2/14-15). Şanı yüce Allah'ın hile yapması da alay etmesi de hilekarlık yapması
da sözkonusu değildir. O'nun bunu yapmasının anlamı sadece onların hilelerine,
alaylarına ve hilekarlıklarına bir cezadır.
Yüce Allah'ın şu
buyrukları da böyledir: "Allah'ı aldatmak isterler. Halbuki O, onları
aldatır" (en-Nisa, 4/142); "Onlarla alay ederler, Allah da onlarla
alay eder" (et-Tevbe, 9/79).
Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur:
"Siz bitkinleşmedikçe Allah da bit-)
kinlik göstermez, siz usanmadıkça Allah da usanmaz."[136]
Denildiğine göre "Allah usanmaz, halbuki siz usanırsınız anlamındadır.
Yine asıl usananlar sizlersiniz denildiği gibi, anlamın şu olduğu da
söylenmiştir: Sizler amellerinizi bitirmedikçe, amellerinize devam ettikçe
Allah da sizin sevabınızı kesmez, amellerinizin karşılığını yazar.
Bir grup da şöyle
demiştir: Şanı yüce Allah, onlara öyle birtakım işler yapar ki insanlara göre
bunlar alaydır, aldatmadır ve hiledir. Şu rivayette olduğu gibi: "Yağın
donduğu gibi ateş de donar ve onun üzerinde yürürler. Nihayet kurtulacaklarını
sandıkları bir sırada altlarından yer çöker (ateşe düşerler)."
el-Kelbi'nin Ebu
Salih'ten, onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre onun, yüce Allah'ın:
"İman edenlerle karşılaştıklarında: 'iman ettik' derler" buyruğu
hakkında: Burda sözü edilen kitap ehlinin münafıklarıdır, dediğini rivayet
etmektedir. Yüce Allah burada hem onları hem de onların alaylarını sözkonusu
etmekte, şeytanlarıyla yani küfürde -az önce de geçtiği üzere- önder ve
başkanlarıyla bir araya geldiklerinde: Bizler sizin dininiz üzereyiz.
"Biz ancak alay edicileriz" derler. Yani Muhammed (s.a)'in ashabıy-la
alay ederiz. "Allah" da âhirette "onlarla alay eder."
Cehennemde onlara cennetten bir kapı açar, sonra onlara: Gelin, denilir. Ateş
içerisinde yüzerek oraya doğru giderler.
Mü'minler ise, süslü
çadırlar içerisinde tahtlar üzerinde onlara bakarlar. Kapıya doğru
vardıklarında kapı üzerlerine kapatılır, müminler de onlara gülerler. İşte
"Allah onlarla alay eder" buyruğunda anlatılan budur. Yani âhirette
onlarla alay eder, demektir. Kapılar yüzlerine kapatılınca da müminler onlara
gülerler. Yüce Allah'ın şu buyruğunda anlatılan da işte bu durumdur: "İşte
bugün iman edenler kâfirlere gülerler. Tahtlar üzerinde (cehennem ehline )
bakarlar. O kâfirlere işleyegeldiklerinin cezası verildi mi?"
(el-Mutaf-fifin, 83/34-36)
Bazıları da şöyle
demiştir: Allah'ın onları aldatması ve onlarla alay etmesi, onlara pek çok
dünyevî nimetler vermek suretiyle onları derece derece azaba yaklaştırmasıdır.
Şanı yüce Allah, âhirette onlar için gizlediği azaptan farklı olarak dünyada
onlara birçok lütuf ve ihsanını izhar eder, âhiretteki azaplarını da gizler,
göstermez. Onlar da Allah'ın kendilerinden razı olduğunu sanırlar.
Halbuki yüce Allah,
kesinlikle onlara azap edecektir. İşte bu insanlar tarafından düşünüldüğü
takdirde sanki bir alay, bir hile ve bir aldatma gibi gözükür. Nitekim buna
Peygamber (s.a)'ın şu buyruğundan anlaşılan ifadeler de delil olabilir:
"Aziz ve celil olan Allah'ın kula, Allah'a isyanı sürdürdüğü halde sevdiği
şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu Allah tarafından bir is-tidrâcdır.
(Derece derece azaba yaklaştırmaktır). Sonra şu âyet-i kerimeyi okudu:
"Bunlar kendilerine hatırlatılanları unutunca üzerlerine herşeyin ka- j
pılarını açtık. Nihayet onlara verilenlerle şımarıp sevindiklerinde de ansı- i
zın onları tutup yakalayıverdik. Artık onlar ümitsiz kalıverirler. Zalimler ı
topluluğunun ardı arkası kesilmiş olur. Alemlerin rabbi olan Allah'a ham-J
^dolsun." (el-En'am, 6/44-45)[137]
Kimi ilim adamları da
yüce Allah'ın: "... bilmeyecekleri bir taraftan onları derece derece
helake yaklaştıracağız." (el-A'raf, 7/182) buyruğu hakkında şöyle
demişlerdir: Onlar her yeni bir günah ihdas ettikçe Allah da onlara yeni bir
nimet verir.
"Onlara mühlet
verir"; yani sürelerini uzatır, onlara süre tanır. Yüce Ailah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını
artırmaları içindir." (Al-i İmran, 3/178) Bu kelimenin aslı, fazlalık anlamındadır.
Yunus b. Habib der ki: Kötülükte onlara fazlalık verdi, hayırda fazlalık
verdi" denilir. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Mallarla, oğullarla
sizin imdadınıza yetiştik."(el-İsra, 17/6); "Ve onlara arzu
edecekleri meyve ve etleri fazlasıyla verdik."(et-Tur, 52/22) el-Ahfeş'in
şöyle dediği nakledilmektedir: Birşeyi terkedip bıraktığın takdirde denilir.
Ancak birşeyi vermek halinde ise: denilir. el-Ferra ve el-Lahyani'den
nakledildiğine göre, eğer birşeyin fazlalaştırılması onun mislinden ise,
"( coju ) artırdım" denilir. Mesela, nehir nehre katıldı, denirken
bu kelime kullanılır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Denizden sonra
yedi deniz de ona katılsa" (Lukman, 31/27) Eğer yapılan fazlalık başka
türden olursa o vakit artırdım, denilir. Mesela: "Askere yardım
ulaştırdım, anlamında: denilir. Yüce Allah'ın: "Rabbiniz beş bin melekle
size yardım edecektir." (Al-i İmran, 3/125) buyruğu da böyledir. İrin
yarada başka türden olduğundan dolayı yaranın irin toplamasını ifade etmek
üzere denilir. Orda irin toplandı, demektir.
"Azgınlıklarında"
buyruğundan kasıt küfür ve sapıklıklarıdır. Azgınlık (tuğyan)ın aslı haddi
aşmaktır.
Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz su haddini aştığı zaman Biz..." (el-Hakka, 69/11) buyruğu
da bu anlamdadır. Yani su, yükselip tayin ve tesbit edilen miktarını aştığı
zaman, demektir. Yüce Allah'ın Fir'avn hakkında: "Çünkü o pek
azmıştır" (en-Naziat, 79/17) buyruğu, o ileri sürdüğü iddiasında çok aşırıya
gitmiştir, demektir. Çünkü Fir'avn: "Ben sizin en yüce rabbinizim"
(en-Naziat, 79/24) demişti.
Bu âyet-i kerimedeki
anlamı ise şöyledir: Uzun ömür ile onlara mühlet verir. Ta ki tuğyanlarını
artırsınlar, O da onların azaplarını artırsın, diye.
"Basiretsizce
dolaşmalarına..." yani kör olarak dolaşmalanna mühlet verir. Mücahid der
ki: Küfür içerisinde şaşkın şaşkın gidip gelirler. Dil bilginleri şunu
nakletmektedir: Mazisi muzarii masdarı şeklinde gelir. İsm-i faili ise, şeklindedir.
Bu kelime şaşkınlık ifade eder. Şaşkın ve mütereddit kimse hakkında denilir.
Çoğulu şeklinde gelir. Develerinin nereye gittiğini bilmeyen bir kişi hakkında:
develeri bilmediği yere gitti" tabiri, kullanılır. Körlük, gözde olur.
kalpteki körlüğü (basiretsizliği) ifade eder. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Gerçi gözler kör olmaz, fakat göğüslerdeki kalpler kör
olur." (el-Hac, 22/46) [138]
16. İşte onlar
hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır. Onların ticereti kazanç
sağlayamamış, doğru yola da erememişlerdir.
"İşte onlar
hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır." Sibeveyh der ki:
kelimesindeki "vav" harfinin ötreli olması, bu vav ile kelimenin
aslından olan vav arasındaki farkı göstermek içindir. Yüce Allah'ın: "Eğer
onlar o yol üzere dosdoğru gitseler..." (el-Cinn, 72/16) buyruğunda
olduğu gibi.
İbn Keysan der ki: Vav
harfi üzerinde ötre diğerlerinden daha hafiftir. Çünkü ötre vav'ın
cinsindendir.
ez-Zeccac da der ki:
" Biz" kelimesinde olduğu gibi, ötre ile hareke-lenmiştir.
İbn Ebi İshak ve Yahya
b. Ya'mer, iki sakinin yanyana gelmesi ile ilgili esas ilkeye uygun olarak
"vav" harfini esreli okumuşlardır. Ebu Zeyd el-En-sari'nin Ka'neb Ebu
Simmal el-Adevi'den rivayetine göre, o fetha (üstün)ın hafif olması sebebiyle
vav'ı üstün okuduğunu rivayet etmektedir. İsterse ondan öncesi fethalı olsun.
Kisai ise, vav
harfinin ötreli bir hemze olarak okunmasını caiz görmüştür. kelimesinde olduğu
gibi. kelimesi, satın almak anlamına gelendan gelmektedir. Bu kelime burada
istiare yoluyla kullanılmıştır. Anlamı şudur: Onlar küfrü imana tecih etmişler
ve küfrü imandan daha çok sevmişlerdir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Onlar körlüğü hidâyetten daha çok sevdiler (tercih ettiler)"
(Fussilet, 41/17) Burada "satın almak" tabirinin kullanılması satın
almanın müşteri tarafından sevilen şeyler hakkında sözkonusu olması
do-layısıyladır. Yoksa karşılıklı olarak değiş-tokuş yapmak anlamındaki
"satın almak" manasında değildir.
Çünkü münafıklar
hiçbir zaman mü'min olmazlar ki imanlarını satmaları sözkonusu olsun. İbn Abbas
da der ki: Onlar dalâleti aldılar, hidâyeti bıraktılar.
Yani: Küfrü imana
tercih ettiler ve imanı alacak yerde küfrü aldılar. Alla-hu Teala'nın bu
davranışlarını "satın almak" ile ifade etmesi, kelimeye geniş anlam
kazandırmak itibarıyla olmuştur. Çünkü satın almak ve ticaret kelimeleri
nihâyetinde bir değişim işlemidir. Araplar ise bunu herhangi bir şeyi herhangi
bir şey karşılığında değiştiren her işlem hakkında kullanırlar. Ebu Züeyb de
şöyle der:
"Eğer sen benim
hakkınızda(sana olan sevgimle, meylimle)
cahillik ettiğimi
sanıyorsan
Artık senden sonra ben
cahilliği verip akıllılığı satın aldım."
"Dalâlet"
asıl itibariyle şaşkınlık demektir. Unutkanlığın şaşkınlığa sebep olması
dolayısıyla ona da "dalâlet" denilir. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Ben o işi yaptığımda dalâlette olanlardan idim" (eş-Şuara, 26/20);
yani unutanlardan idim.
Helak ve yok olmaya da
"dalâlet" denilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz
yerde kaybolup (dalalnâ) gittikten sonra mı (diriltileceğiz), dediler"
(es-Secde, 32/10)
"Onların ticareti
kazanç sağlayamamış." Arapların: Satışın karlı oldu, satışın zarar
etti" şeklindeki sözlerinde olduğu gibi, onların adeti üzere yüce Allah da
kârı ticerete isnad etmiştir. Yine araplar: kıyam eden bir gece (kişinin geceyi
namazla geçirmesi anlamında)" oruçlu bir gün (kişinin gününü oruçla
geçirmesi)" derler.
Bu ifadeler
alışverişinde kar ettin, zarar ettin, geceni namazla geçirdin, gündüzünü
oruçla geçirdin, demektir. Yüce Allah'ın bu buyruğu da: Onlar bu ticaretlerinde
kâr sağlayamadılar, demektir. Nitekim şair de bu türden olmak üzere şöyle
demektedir:
"Gündüzün şaşkın,
gecen uyku (ile geçiyor)
İşte hayvanlar da
dünyada böyle yaşıyor."
"Doğru yola da
erememişlerdir." Yani, sapıklığı satın almakla doğruyu bulamamışlardır.
Allah'ın ezelî ilminde onlar hidâyet bulmuş kimseler değildir, şeklinde de
açıklanmıştır.
"Hidâyet
bulmak" dalâlette olmanın zıddıdır. Buna dair açıklamalar daha önce
geçmiş bulunuyor. [139]
17. Onların hali bir
ateş yakanın hali gibidir. O ateş etrafını aydınlatınca Allah onların
nurlarını giderip kendilerini karanlıklar içinde bırakır; görmezler.
Yüce Allah'ın:
"Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir" buyruğunda yer alan :
"( ' ffil ): onların hali" kelimesi mübteda olduğu için merfudur.
Haberi ise, "kâf dadır. Burada bu harf isimdir. el-A'şa'nın şu beyitinde
olduğu gibi:
"Vazgeçer
misiniz? Zalimlik edeni vazgeçiremez hiçbir şey Yağı da fitilleri de karnın içine
geçiren bir mızrak yarası gibi." İmru'l-Kays'ın şu beyitinde de böyledir:
"Öyle bir atla
geri döndük ki, sanki su kuşu idi aramızda, uzaklaşıp gidiyordu.
Göz bir onun olduğu
tarafa bakıyor, bir dalıp gidiyordu."
Burada şairler
(birinci beyitte) "mızrak yarası gibi" ikinci beyitte de "su kuşu
gibi" demek istemiştir. Haberin hazfedilmiş olması da caizdir. O vakit ifadenin
takdiri şöyle olur: Onların hali ateş yakan bir kimsenin halini andırır. Burada
"kâf" harfi bir harf (benzetme edatı) olur.
kelimeleri aynı
anlamdadır. Benzer, misal demektir. Mütemasil iki şey, birbirini andıran iki
şey demektir. Dil bilginleri böyle demektedir.kimse" kelimesi, tekil için
de çoğul içinde kullanılır. İbnu'ş-Şe-ceri Hibetullah b. Ali der ki: Araplar
arasında tekil lafız ile çoğulu kastedenler vardır. Şairin şu sözünde olduğu
gibi:
"O kimseler ki
kanları Felç vadisinde akıp gitti
İşte asıl yiğitler
onlara denir, ey Halid'in anası."
Yüce Allah'ın: O sıdk
ile gelen ve onu doğrulayandır) işte ontar sakınanların ta kendileridir."
(ez-Zümer, 39/33) buyruğunun bu söyleyişe uygun olduğu belirtilmektedir. Aynı
şekilde yüce Allah'ın: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir"
buyruğu da böyledir. Anlamı: "Bir ateş yakan kimselerin hali
gibidir" şeklindedir de denilmiştir. Bundan dolayı daha sonra yüce Allah:
"Allah onların nurunu giderip..." diye buyurmuştur. Birincisinde söz
tekil iken, ikincisinde çoğul olarak gelmektedir.
Yüce Allah'ın: Onların
daldıkları gibi siz de daldınız" (et-Tevbe, 9/69) buyruğunda yer alan
kelimesi, burada hazfedilmiş bir masdarın sıfatıdır. Bunun takdiri de
şöyledir: Siz de onların dalışı gibi bir dalış ile daldınız.
Şöyle de denilmiştir:
Burada yer alan kimse ile, ( Jtfy-Î ) Ateş yakan" kelimesinin tekil
gelmesi, ateş yakmak isteyenin, onlar adına ateş yakmayı üstlenenin topluluk
arasındaki bir kişi olmasından dolayıdır. Ateşin ışığı gidince, karanlıkta
kalmak hepsi için sözkonusu olduğundan dolayı yüce Allah: "Onların
nurlarını" diye buyurmuştur. Burada yer alan (kelimesi, anlamındadır.
kelimesinin anlamına gelmesi gibi. (İkisi de kabul etti anlamında) Birinci
kelimede sin ve te fazladan gelmiştir.Bu el-Ahfeş'in görüşüdür. Şairin şu
sözünde de böyledir:
"Ve bir davetçi
çağırdı: Ey çağrıya cevap verenler diye
O çağrısı esnasında
kimse onun çağrısını kabul etmedi."
Nahiv bilginleri
âyet-i kerimede yer alan cevabı ile: "nurları" kelimesindeki zamirin
nereye ait olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu edatının cevabı
mahzuftur. Bu da "söndü" anlamında kelimesidir. nurları" kelimesindeki
zamir de münafıklara aittir. Böylece haber vermek ise, âhirette olacak bir
durumu belirtmektedir. Yüce Allah'ın: "Aralarında kapısı olan bir duvar
çekilmiş olacaktır." (el-Hadid, 57/13) buyruğunda olduğu gibi. Bu edatın
cevabının: "Giderdi" olduğu "nurları" kelimesindeki zamirin
de "yakan" kimseyi ifade eden olduğu da söylenmiştir.
Buna göre münafıka
dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak tamamlanmış olur. Çünkü
ateşi yakanın görmez bir halde karanlıklar içerisinde kalması münafıkın
şaşkınlık ve tereddüt içerisinde kalışını andırır. Ây^t-i kerime ile anlatılmak
istenen ise, münafıklara bir misal vermektir. Şöyle }tv.
Evlilik, mirasçıhk,
ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının canlarının güven altına alınması,
mallarının dokunulmaz olması gibi müslümanlar ile ilgili olan hükümlerin
kendileri için de sabit olmasını sağlayan, açığa vurdukları imanlarıdır.
Bununla da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vasıtası ile aydınlananın,
sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şeyleri görenin durumuna
benzerler. Bu ateş, sönüp yahut ortadan kalkınca, yine onu rahatsız edici
şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya devam eder. İşte münafıkların
durumu da böyledir. Onlar iman edince İslam'a girdiklerini belirten sözlerine
aldandılar. Fakat ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya
kalacaklardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği gibi: "Şüphesiz
münafıklar, cehennemin en aşağı tabakasında-dırlar." (en-Nisa, 4/145) Ve
Allah onların nurlarını giderir. İşte bundan dolayı şöyle diyeceklerdir:
"Bize bakın da sizin nurunuzdan aydınlanalım." (el-Hadid, 57/13)
Bu buyruk şöyle de
açıklanmıştır: Münafıkların müslümanlara yönelmesi, onlarla konuşması ateşe
benzer. Onlara duydukları sevgiden yüzçevirip onlar önünde tökezlemeleri ise,
bu ateşin ışığının gitmesi gibidir. Bu konuda başka açıklamalar da
yapılmıştır.
"Ateş"
anlamına gelen kelimesi müennesdir. Nur" dan gelmektedir. Aydınlatmak
anlamına da gelir. "Nar" kelimesinin orta harfi asıl itibariyle
"vav"dır. Çünkü bu kelimeyi küçültmek istediğimiz takdirde (»y.y)
çoğulunu yapmak istediğimiz takdirde ise deriz. Burada görüldüğü gibi, önceki
harfin esreli olması dolayısıyla "vav" harfi ya'ya dönüşmüştür.
Aydınlattı anlamına
gelen kelimesinin ikinci bir söyleyişi de şeklindedir. O bakımdan: Ay
aydınlattı, aydınlatır, aydınlatmak ve aydınlattı, aydınlatır," denilir.
Bu kelime hem lazım (geçişsiz) hem müteaddi (geçişli) olur. Muhammed b.
es-Su-meya', başta elif'siz olarak şeklinde okumuştur. Ancak herkes elif ile
okur. Şair der ki:
"Soyları ve ileri
gelenleri aydınlattı onlara
Gecenin karanlığını, o
kadar ki boncuğunu delen kişi onu ipine de dizdi." "Etrafını"
anlamına gelen kelimesindeki edatı fazla ve te-kid içindir. kelimesi ile meful
olduğu da söylenmiştir. "Etrafını" anlamına gelen (kelimesi mekan
zarfıdır. Kelimenin sonunda yer alan "h" harfi de izafet dolayısıyla
cer mahallindedir. Giderdi" kelimesi dan türemekte olup birşeyin yok
olması zail olması anlamındadır.
Karanlıklar"
kelimesi kelimesinin çoğuludur.
el-A'meş de kelimenin
aslını bozmadan lam harfini sakin olarak şeklinde okumuştur. Lam harfini ötreli
olarak okuyan ise, isim ile sıfat arasındaki fark dolayısıyla bu şekilde okur.
Eşheb el-Ukayli de lam harfini fet-halı olarak: şeklinde okumuştur. Basralılar
der ki: Daha hafif olduğundan dolayı damme yerine fethalı okumuştur. el-Kisai
de der ki: kelimesi çoğulun çoğuludur. İlk çoğul ise kelimesidir.
"Görmezler"
hal mahallinde muzârî' bir fiildir: Görmeyenler olarak denilmiş gibidir. Buna
göre karanlıklar" kelimesi üzerinde durak yapmak caiz olmaz. [140]
18. Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.
"Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler." Yani gizli bir mübtedanın haberi olarak: onlar
sağırdırlar... Abdullah b. Mes'ud'la Hafsa kıraatinde şeklindedir. Yermek
maksadıyla bu şekilde nasb ile okumak caizdir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Onlara lanet edilmiştir. Nerede ele ge-çirilirlerse..."
(el-Ahzab, 33/61) Yine bir başka yerde yüce Allah:
Karısı da odun
taşıyısıcı olarak.." (Tebbet, 111/4) diye buyurmaktadır. Şair de şöyle
demiştir:
"Önce şarap
içirdiler bana, sonra sardılar çevremi
Allah'ın düşmanları,
yalan ve dolan ile."
Şair burada ibaresini
onları yermek istediğinden dolayı nasb ile okumuştur. Bu görüşe göre üzerinde
vakıf yapmak doğru ve güzeldir. Aynı şekilde sağırdırlar" kelimesinin
onları bıraktı, terketti," kelimesiyle nasbedilmesi de caizdir. Şöyle
denilmiş gibidir: Onları sağır, dilsiz ve kör olarak terketti. Bu görüşe göre ise,
üzerinde vakıf güzel değildir.
Sağırlık, arap dilinde
aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı ise, bir kanal ve boru hakkında
denilir. Şişenin ağzını kapatıp tıkadığımız takdirde Şişenin ağzını
kapattım," denilir. Sağır, buna göre işitmesini sağlayan deliklerin tıkalı
olduğu kimse demek olur.
Dilsiz (el-ebkem) ise
konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kimsedir. Eğer konuşulanı anlıyor ise
buna ahras denilir. İkisi arasında bir fark olmadığı da söylenilmiştir. Kişinin
sağır olduğu anlatılmak istenildiğinde denilir. Yani açıkça dilsiz olduğu belli
olan kimse demek olur. Şair der ki:
"Keşke benim
dilim onlardan dolayı iki parça olsaydı
Ve bekim (konuşamayan)
olsaydım ve diğer yarısı da yıldızların akıp gittiği yerde (bulunsaydı)."
Körlük (el-amâ): Görmenin
gitmesi, yokolması demektir, Kör oldu kör," körler şeklinde çoğulu gelir.
Başkası tarafından kör edildiği anlatılmak istendiğinde mesela: Allah onu kör
etti," denilir. tabiri ile kişi kör olmadığı halde körmüş gibi davrandı,
anlamına gelir. İşin içinden çıkılamadığı zaman tabiri kullanılır. Yüce
Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "O günde haberler onlar için
karmakarışık bir hal alır." (el-Kasas, 28/66)
Sözü geçen bu
açıklamalarımızdan maksat, onların bütün duyularının idrak etmediğini anlatmak
değildir. Maksat, herhangi bir açıdan onların idrak etmediklerini ifadedir.
Mesela: Filan kişi kötü sözlere karşı sağırdır derken, böyle bir özel
durumu anlatmış oluruz. Şair şu mısrayı
çok güzel söylemiştir:
"Hoşuna gitmeyen
şeylere karşı sağırdır. Halbuki o işiten kimsedir." Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Ve ben bir gözü
kör çirkin sözlere karşı sağır oldum İsteseydim eğer onları işitirdim."
Darimi der ki:
"Hanım komşum
dışarı çıktı mı gözüm kör olur Ta ki duvarlar onu saklayıncaya kadar."
Şairin birisi de çokça
hükümdarların yanına girip çıkan birisine
yaptığı tavsiyelerinde şunları da söylemektedir:
"Gir, fakat
girdiğin vakit, kör gir Çıktığın zaman da dilsiz çık."
Katade der ki: Onlar
hakkı işitmeyen "sağırlar" hakkı dile getirip söyle-meyen
"dilsizler" ve hakkı göremeyen "körler" dir.
Derim ki: Pegamber
(s.a)'ın Cibril hadisinde ahir zamandaki yöneticileri şu şekilde
nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir: "Ve sen çıplak ayaklı,
elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün hükümdarları olduğunu
gördüğün vakit, işte bu da Kıyametin aiametlerindendir."[141]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Artık onlar
dönmezler." Şanı yüce Allah'ın onlar hakkındaki bilgisi dolayısıyla onlar
hakka geri dönmezler. Arapçada: Bizzat kendisi dönen için denilir. Başkası
tarafından döndürülen için Onu döndürdü," denilir. Huzeyl kabilesi ise:
Başkası onu döndürdü" derler.
Yüce Allah'ın:
"Sözü biribirlerine döndürürler" (Sebe', 34/31) Yani biri-birlerini
kınarlar demektir. -Yüce Allah'ın sözü geçen sûrede (buyrukta) beyan ettiği
budur. [142]
19- Yahut gökten
boşanan yağmur gibi. Onun içinde karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü vardır.
Ölüm korkusu ile yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah
kâfirleri çepeçevre kuşatandır.
"Yahut gökten
boşanan yağmur gibi." Taberi der ki: Burada Yahut "ve"
anlamındadır. el-Ferrâ da böyle demiş ve delil olarak da şu beyiti göstermiştir:
"Leyla zannetti
ki ben kötü iş yapıyorum Kendimedir nefsimin takvası yahut kötülüğü."
Bir başka şair de şöyle
demektedir:
"Hilafete nail
oldu yahut onun için bir kaderdi
Nitekim Musa da
Rabbinin huzuruna kader gereği çıkmıştı."
Buralarda
"yahut" kelimesi: "ve" anlamındadır.
Burada yer alan
"yahut" kelimesinin, muhatabı istediğini seçmek hususunda serbest
bırakmak için kullanıldığı da söylenmiştir.Yani siz münafıkların durumunu
ister buna ister buna benzetin. Sadece bu iki halden birisine münhasır değil.
Buyruk, yahut onlar yağmura tutulmuş kimsenin haline benzerler, demektir.
kelimesi yağmur
anlamını taşır. Bu kelimenin iştikakı
ise: şeklindedir ve yağmurun yağması hakkında kullanılır. Alka-me der ki:
"Yağmur yüklü
bulutlar, bol bol seni sulayasıca
Beni cahil bir kimse
ile eş tutma!"
Kelimenin aslı
şeklindedir. Ya ve vav bir araya gelmiş, ya harfi vav'dan önce esreli
bulunmuştur. O bakımdan vav ya'ya dönüştürülüp idğam yapılmıştır.
Nitekim kelimelerinde
de aynı şey yapılmıştır.
Kimi Kuleliler de
şöyle demiştir: Bu kelimenin aslı, vezninde şeklindedir. en-Nehhas da der ki:
Eğer durum onların dediği gibi olsaydı, bu iki harfin birbirine idğam edilmesi
caiz olmazdı. Nitekim kelimesinin de idğamı caiz değildir. kelimesinin çoğulu,
"Onların misali, bir ateş yakan kimsenin misaline benzer. Yahut yağmura
tutulmuş kimsenin halini andırır..."
"Gökten" Gök
anlamına gelen "sema" kelimesi müzekker ve müennes olarak gelir ve
şekillerinde çoğulları yapılır. el-Accac der ki:
"Onu rüzgarlar ve
gökler (yani: yağmurlar) sarar"
Üst tarafta bulunup da
seni gölgelendiren her şeye "sema" denilir. O bakımdan (Arapçada)
evin tavanına "sema" denilmiştir. Aynı şekilde "sema" yağmur
anlamında da kullanılır; çünkü yağmur semadan (yukardan) gelir. Hassan b.
Sabit der ki:
"Hashâs
oğullarının bazı toprakları var ki kurudur Oraları topraklar ve sema gizleyip
örter." Bir başka şair de şöyle demişir:
"Sema (yağmur)
bir kavmin arzına yağdı mı
İsterse onlar
kızsınlar biz orada otlatırız."
Çamur ve ota da
"sema" adı verilir. Mesela: "Sizin yanınıza gelene kadar semayı
çiğneyip durduk" denirken kastettikleri otları ve çamurları çiğneyip
durdukları şekildedir. Yine yüksekte kaldığı için atın sırtına da
"sema" adı verilir. Şair der ki:
"Atlas gibi
kırmızı semasına gelince
Hep ıslaktır. Arzı ise
kuru mu kuru.."
Üstte kalan şeye
"sema", aşağıda kalan şeye de "arz" denildiği önceden de
açıklanmıştır.
"Onun içinde
karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü vardır."
Yüce Allah burada
çoğul şeklinde "karanlıklar" buyurarak bir taraftan gecenin
karanlığına, diğer taraftan bulutun karanlığına işaret etmektedir. Bulutlar
üst üste yığılıp arttığından dolayı çoğul gelmiştir. Bu kelimenin söyleyiş
şekillerine dair açıklamalar önceden (17. âyetin tefsirinde) geçmiştir. Burada
tekrarlamaya gerek yoktur. Yüce Allah'ın izniyle daha önce açıklaması geçmiş
bütün hususlara dair tutumumuz bu olacaktır.
"Gökgürültüsü"
hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. yr Tirmizî'deki rivayete göre
İbn Abbas şöyle demiştir: Yahudiler
Peygamber (s.a)'e gökgürültüsünün ne olduğu hakkında soru sordular, o da şöyle
buyurdu: "Meleklerden bir melek olup bulutlarla görevlidir. Onunla
birlik-î ' te yüce Allah'ın dilediği yere kendileri vasıtasıyla bulutları
sürdüğü kamçılan vardır." Bu sefer: Peki bu işittiğimiz ses ne oluyor?
diye sorunca; Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Bu da onun bulutlara
bağırdığı zamanki sesidir. Ve bu Allah'ın dilediği yere kadar ulaşır."
Yahudiler: Doğru söyledin, diye cevap verdiler..[143]
İlim adamlarının
çoğunluğu da bu görüşü benimsemiştir. Buna göre "gökgürültüsü"
işitilen sesin adıdır. Hz. Ali de böyle demiştir. Arap dilinde bilinen de
budur. Cahiliyye döneminde Lebid şöyle demiştir:
"Gökgürültüsü ve
yıldırım bana o süvariyi kaybetmenin acısını tattırdı
Baş edilemez o savaş
gününde."
İbn Abbas'tan şöyle
dediği de rivayet edilmiştir: Gökgürültüsü bulutlar arasında sıkışıp kalan bir
rüzgardır. İşte işittiğiniz o sesin çıkması bundan dolayıdır.
"Şimşek"
hakkında da müf'essirler farklı görüşlere sahiptir. Ali, İbn Mes'ud ve İbn
Abbas (Allah onlardan razı olsun)dan şimşeğin meleğin elinde kendisiyle
bulutları sürdüğü demir bir kılıç olduğu rivayet edilmiştir.
Derim ki: Tirmizî'nin
rivayet ettiği hadisin zahirinden anlaşılan odur. Yine İbn Abbas'tan rivayet
edildiğine göre bu, kendisi vasıtasıyla bulutları sürüklediği, meleğin elinde
nurdan bir kamçıdır. Ondan gelen bir başka rivayete göre şimşek, görünür gibi
olan bir melektir.
Felsefeciler de derler
ki: Gökgürültüsü, bulut parçalarının birbirleriyle sürtüşmesinden çıkan
sestir. Şimşek ise, bu sürtüşmeden dolayı parlayan , çakan ateştir. Ancak bu
görüşün doğruluğunu belirten sahih bir metin yoktur. O bakımdan reddedilir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Gökgürültüsü"
(anlamına gelen "er-Ra'd") kelimesinin asıl itibariyle hareket
manasına geldiği ifade edilmiştir. Nitekim korkak kimseye "er-Ri'did
(çokça titreyen)" denilir. Çalkalanıp sallanan birşey hakkında da Titredi
kelimesi kullanılır. Hadis-i şerifte yer alan şu ifade de buradan gelmektedir:
İkisi bütün eklemleri titreyerek getirildiler."[144] Bu
hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.
"el-Berk
(şimşek)" : kelimesinin aslı
parlaklık ve ışık anlamına gelen kelimelerinden gelmektedir. Burak
kelimesi de burdan gelmektedir. Burak, Rasulullah (s.a)'ın İsra gecesinde
bindiği binektir. Ondan önce diğer peygamberler de bu bineğe binmiştir.
"Gök gürledi"
Ra'd kökünden; (Gökte) şimşek çaktı" da Berk kökündendir. Yine: tabiri,
kadın güzel-leşip süslendi, anlamındadır. Araplar, erkek hakkında denildiğinde
tehditte bulundu ve korkuttu, denmek istenir. İbn Ahmer der ki:
"Ey ülkemiz
kendisinden uzak olan ve ey bizi uzaktan takip edip yetişemeyen Sen bulunduğun
yerde şimşek gibi çak ve gök gibi gürle." Belde halkına gök gürültüsü ve
şimşekler isabet ettiğinde denilir.
Gökteki gürültü ve
şimşek için denilirken, tehditte
bulunduğu ve korkuttuğu zaman bir kişinin durumunu anlatmak üzere de: denilir.
Ancak el-Esmaî bunu kabul etmez. Esmaî'nin görüşüne karşı el-Kumeyt'in şu
beyiti delil gösterilmiştir:
"Ey Yezid, gürle
ve tehditte bulun.
Senin tehdidin bana
dokunmaz." -- Ancak el-Esmaî: Kumeyt'in sözleri delil değildir, diye cevap
verir.
İbn Abbas'ın şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Medine ile Şam arasında Ömer b. Hattab ile bir
yolculukta idim. Beraberimizde Ka'b el-Ahbar da vardı. Şiddetli bir rüzgar
çıktı. Ondan sonra gök gürültüsü ve oldukça şiddetli bir yağmur yağdı. Soğuk da
oldu. İnsanlar korkmaya başladı. Ka'b bana şöyle dedi: Her kim gökgürültüsünü
işittiği vakit:
"Gökgürültüsünün
hamdiyle, meleklerin de korkusundan dolayı teşbih ettiği zatın şanı ne
yücedir!" derse bu bulut soğur ve gök gürültüsünden dolayı meydana
gelecek zararlardan esenliğe kavuşturulur. İbn Abbas der ki: Bu sözü ben ve
Ka'b birlikte söyledik. Sabah olup da insanlar bir araya gelince Ömer'e şöyle
dedim: Ey mü'minlerin emiri. Sanki biz insanların içinde bulunduğu durumdan
farklı bir haldeydik. Bana, bu nasıl oldu? diye sorunca ben ona Ka'b'ın
söylediklerini naklettim. Hz. Ömer şöyle dedi: Sübhanallah siz, niye bunu bize
söylemediniz, biz de söylediğiniz gibi söylerdik. Bir rivayette de Hz.Ömer'in
burnuna isabet eden ve burnunda iz bırakan bir dolu tanesi çarptı. Bu rivayet
inşaallah er-Ra'd sûresinde (13- âyetin tefsirinde) gelecektir.
Her iki rivayeti de
Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib, tabiinin as-hab-ı kiramdan naklettiği
rivayetler arasında zikretmektedir. (Allah'ın rahmeti hepsine olsun). İbn
Ömer'den rivayete göre Peygamber (s.a) Gökgürül-tüsü ve yıldırımları işitip
gördüğünde şöyle derdi:
Allah'ım, gazabınla
bizi öldürme, azabınla bizi helak etme, bundan önce bize afiyet ver."[145]
"Yıldırımlardan
parmaklarını kulaklarına tıkarlar." Parmaklarını kulaklarına
tıkamalarının sebebi Kur'ân-ı Kerim'i işitmemek, ona ve Muhammed (s.a)'a iman
etmemek içindir. Çünkü bu onlar açısından bir küfürdür. parmaklar"
kelimesinin tekili beş şekilde söylenir:
1. şeklinde
hemze esre, be üstün
2. şeklinde hemze üstün, be esreli
3- Hemze ve be üstün,
4. Hemze ve
be ötreli,
5. Hemze ve
be esreli. Kelime müennestir. "Kulak" anlamına gelen
"uzun"un küçültme ismi "uzeyne"dir. Bunu bir erkeğe ad
verip küçültecek olursak "uzeyn" denilir.
"Kulak" anlamına
gelen, "üzün" kelimesinin çoğulu "âzân" gelir. Herkesin
sözüne kulak veren kimse hakkında: denilir. Tekili ile çoğulu aynıdır.
Kulakları büyük kimseyedenilir. Böyle olan koyuna: koça v. de çocuğun kulağını
büktüm, demektir.
"Yıldırımlardan"
buyruğu ile yıldırımlar dolayısıyla parmaklarıyla kulaklarını tıkadıklarına
işaret edilmektedir. Âyet-i kerimede yer alan "savâik" yıldırımlar
"saika" kelimesinin çoğuludur. İbn Abbas, Mücahid ve başkaları der
ki: Melek olan er-Ra'd (gökgürültüsü)ın hiddeti ileri dereceye vardığı takdirde
ağzından ateş saçar. İşte yıldırımlar bunlardır. el-Halil de böyle söylemiştir.
Yine el-Halil der ki: Yıldırım: Gökgürültüsü sesinden gelen oldukça şiddetli
bir şekilde düşen birşeydir. Kimi zaman onunla beraber değdiği şeyi yakan bir
ateş parçası da bulunur. Ebu Zeyd de der ki: Yıldırım, şiddetli gökgürültüsü
esnasında semadan düşen bir ateştir. el-Halil de bir grup kimseden bu
kelimenin "sin" harfi ile "es-saika" şeklinde söylediğini
nakletmektedir. Ebu Bekr en-Nekkaş da der ki: "Saika, sa'ka ve
sakia" aynı anlamdadır. el-Hasen bu kelimeyi (kaf harfini öne alarak):
"es-savaki" şeklinde okumuştur. Ebu'n-Necm'in şu beyitinde de durum
böyledir:
"Keskin ve dümdüz
kılıçlarla anlatırlar
Şimşeğin gök
gürültüsünden yarılmasını."
En-Nahhas der ki: Bu
şekildeki söyleyiş Temimliler ile Rabia oğullarının bir kısmının söyleyiş
şeklidir. Gökten bir topluluk üzerine yıldırım düştüğü vakit, "üzerlerine
gökten yıldırım düştü," denir.
Saika, aynı zamanda
azap sayhası (feryadı) anlamındadır. Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kazandıkları sebebiyle , horlayıcı azabın yıldırımı onları
yakaladı." (Fussilet, 41/17) Bayılan hakkında: adam bayıldı, baygınlık
ifadeleri (bu kökten) kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu anlamdadır:
"Mûsâ da baygın düşüverdi." (el-A'raf, 7/143) İbn Mukbil der ki:
"Mavi at
sineklerini göğsünün altında görürsün
Teker teker çifter
çifter kişnemeleri o atların, onları baygın (ölü) düşürmüştür."
Yüce Allah'ın:
"Göklerde ve yerde olanların hepsi baygın düşer." (ez-Zu-mer, 39/68)
buyruğundaki baygınlıktan kasıt ölümdür.
Yüce Allah bu âyet-i
kerimede münafıkların durumunu, şiddetli yağmur esnasında bulunan karanlıklara,
gökgürültüsü, şimşek ve yıldırımlara benzemektedir. Karanlıklar onların
inandıkları küfrün misali, gökgürültüsü ve şimşek kendisi ile korkutuldukları
buyrukların misalidir.
Şöyle de denilmiştir:
Allah Kur'ân-ı Kerim'i yağmura benzetmiştir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in
anlaşılması onlar için içinden çıkılamaz birşeydir. Körlük ise karanlıklar
demektir. Onun içerisinde bulunan tehdit, azar da gökgürül-tüsüdür. Kur'ân-ı
Kerim'de bulunan nur ve kimi zaman neredeyse gözlerini kamaştıracak dereceye
varan apaçık deliller ise, şimşeği andırmaktadır. "Yıldırımlar" ise
Kur'ân-ı Kerim'de bulunan dünya hayatında savaşa çağrının ve âhiretteki
tehditlerin misalini ifade eder. "Yıldırımların hoşlarına gitmeyen cihat,
zekat ve benzeri diğer şer'i mükellefiyetler olduğu da söylenmiştir.
"Ölüm korkusu
ile." Burada (korkuyu ifade eden) kelimesi, aynı anlamda olmak üzere
şeklinde de okunmuştur.
Sibeveyh der ki:
Burada kelimenin nasb halinde gelmesi, mef'ulu leh olması dolayısıyladır.
Hakikatte ise bu masdardır. Sibeveyh şu beyiti örnek göstermiştir:
"Asil bir kimse
bana karşı bir cahillikte bulunursa onun bu halini (asaletini)
korumak üzere
affederim onu Ve seviyesine düşmeyeyim diye adi ve bayağı kimsenin sövmesinden
yüzçeviririm."
el-Ferrâ da, bu
kelimenin temyiz olmak üzere nasb edildiğini söylemiştir. Ölüm (el-mevt)
hayatın zıddıdır. şekillerinde gelir. Şair der ki:
"Kızcağızım, ey
kızların efendisi
Çok yaşa fakat
ölmeyeceğinden yana emin olunmaz."
Ölü kimse için
şeklinde kullanılır. Bu kelimenin çoğulu ise şeklinde gelir. Cansız varlıklar
hakkında "el-mevat" denilir. Yine bu kelime, sahipsiz ve
yararlanılmayan arazi anlamına gelir. "Mevetan" hayatta olmanın
zıddıdır. "İki ölüyü al, fakat iki yaşayanı alma" denilir. Yani
arazileri evleri al, fakat köle ve hayvan satın alma. Davarların karşıkarşıya
kaldıkları bir hastalıktan ölmelerine denilir. Davarlarda ölüm salgını
görüldü," demektir. Öldürmek anlamını ifade etmek üzere denilir. Allah onu
öldürdü, anlamındadır. Son kelimenin şeddeli gelmesi mübalağa içindir. Şair
der ki:
"Urve çok rahat
bir şekilde öldü
İşte şimdi ben her gün
öldürülüyorum."
Dişi devenin yavrusu
öldüğü takdirde hakkında tabiri kullanılır. Ebu Ubeyd der ki: Kadının da
durumu böyledir. Bu durumda olanın çoğulu şeklinde gelir. İbnu's-Sikkit der ki:
Bir kişinin oğlu veya oğulları öldüğü takdirde denilir. kendisini ölü gibi
gösteren riyakar zahidin niteliklerindendir. ifadesi ise, demene benzer.
(Öldürücü mü öldürücü bir ölüm ve kapkaranlık bir gece demektir). Bu şekilde
onun lafzından tekit edici bir ifade kullanılır. ise, bir işe kendisini
alabildiğine veren demektir. Şair Ru'be der ki:
"Ve deniz
köpüğünün hışırtısı var
Gece ise su üstünde
ölü gibidir."
Yine kelimesi, savaşta
ölümden hiçbir şekilde korkmayan, ölüme aldırış etmeyen, ölürcesine çarpışan
kimse anlamına gelir. Hadis-i şerifte şu ifade kullanılmaktadır:" Ben
bunların ölesiye çarpıştıklarını (çarpışacaklarını) görüyorum."[146]
kelimesi insanda
görülen bir çeşit delilik ve sara nöbeti demektir. Kendisine geldiği zaman
tekrar aklı tam anlamıyla başına gelir. Uyuyan ve sarhoşun durumunda olduğu
gibi.
Mu'te ise, Ebu
Talib'in oğlu Ca'ferin (selam ona) öldürüldüğü bir beldenin adıdır.
"Allah kâfirleri
çepeçevre kuşatandır." İfadesi mübteda ve haberdir. Yani onun elinden
kurtulamazlar, demektir. Bir kişiyi dört bir yandan kuşatıp yakaladığı takdirde
Sultan filanı çepeçevre kuşattı," denilir. Şair der ki:
"Onları kuşattık,
nihayet gördüklerine onlar da inanınca
Hep birlikte barışa
meylettiler."
Yüce Allah'ın:
"Onun bütün mahsulü, kuşatıldı (yok edildi)" (el-Kehf, 18/42) buyruğu
da bu kökten gelmektedir.
Şanı yüce Allah, bütün
mahlukatı muhit (kuşatıcı)dır. Yani bütün yaratıklar O'nun egemenliği ve
buyruğu altındadır, emri altındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Arz bütünüyle Kıyamet gününde O'nun kabzasındadır." (ez-Zumer,
39/67) Yani O'nun egemenlik ve tasarrufu altındadır, demektir.
"Allah kâfirleri
çepeçevre kuşatandır." Onların durumlarını çok iyi bilendir, anlamına
geldiği de söylenmiştir. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Ve muhakkak Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşatmış olduğunu gerçekten
bilesiniz diye." (et-Talak, 65/12)
Onları helak edip yok
edecek ve onları bir araya getirip toplayacaktır, anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Etrafınızın
kuşatılması hariç..."(Yusuf, 12/66) Hep birlikte helak edilmeniz hali
müstesna, demektir. Özellikle kâfirlerin kuşatılmasının sözkonusu ediliş
sebebi ise, âyet-i kerimede daha önce kendilerinden söz edilmiş olmasıdır.
Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [147]
20. O şimşek neredeyse
gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydınlattıkça da ışığında yürürler.
Başlarına karanlık çökünce dikilip kalırlar. Allah dileseydi işitmelerini ve
görmelerini giderirdi. Şüphesiz ki Allah herşeye gücü yetendir.
"O şimşek
neredeyse gözlerini kapıp alıverecek" buyruğundaki" neredeyse"
kelimesi birşeyin gerçekleşmesinin yakın olduğunu ifade eder. Yapmasının
yaklaşıp yapmaması halinde denilir. Kur'ân-ı Kerim'in dışındaki sözlerde
kullanılabilir. Nitekim Ru'be şöyle demiştir:
"Uzun zamandan
beri eskidiğinden dolayı neredeyse tamamıyle yok olacaktı." Ancak
getirmeden kullanılması daha güzeldir. Çünkü bu edat ifadeye "gelecek
zaman" anlamını kazandmr. Bu ise uygun değildir. Nitekim (bu edat
kullanılmaksızın) yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şimşeğinin şiddetli
ışığı gözlerin nurunu neredeyse alıp gidecektir." (en-Nur, 24/43)
Araplarda: Devekuşu neredeyse uçacak, damat neredeyse prens olacak"
tabirlerini kullanır. Çünkü her ikisi de belirtilen hallere oldukça yaklaşırlar.
fiili çekimi yapılabilen ba-bındandır. Burada bu fiilin haberi, isim ile
gelmiştir jki bu da oldukça azdır.
Arapçada bu kelime
gibikelimeleri de vardır. Ve bunların da haberi (jf)sız gelir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Üzerlerine cennet yapraklarından koyarak örtmeye
başladılar." (el-A'râf, 7/22; Taha, 20/121) Çünkü bütün bu fiiller, hali
ve onun yakınlığını ifade eder. Hal ile birlikte ise ( oî ) bulunmaz.
"Gözlerini kapıp
alıverecek.." Kapıp alıverme; el-hatf: Hızlıca almak demektir. Hızı
dolayısıyla uçan kuşa "huttâf" denilmesi bundan dolayıdır. Kur'ân-ı
Kerim'in korkutmasına misal olduğunu kabul edenlere göre, bunun anlamı da şöyle
olur: Onların başlarına geleceklerden korkmaları, neredeyse gözlerini
alıverecek. Eunu Kur'ân-ı Kerim'de bulunan beyana misal kabul edenlere göre de
anlamı şöyle olur: Onlara gözlerini iyice kamaştıracak şekilde açıklamalar
gelmiş bulunmaktadır.
Bu kelime, şeklinde
kullanılır. Her şekilde de okunmuştur. O söyleyişi güzeldir. Diğer söyleyişi
ise, el-Ahfeş şeklinde nakletmiştir. el-Cevheri, bunun az ve sıradan bir söyleyiş
olduğunu hemen hemen hiç bilinmediğini kaydetmektedir. Yüce Allah'ın: O şimşek
neredeyse gözlerini kapıp alıverecek" buyruğunu bu şekilde Yunus
okumuştur. en-Nehhas ise, okuyuşunda yedi şekil olduğunu söylemiştir.
Fasih
okuyuş:şeklindedir. Ali b. el-Huseyn ile Yahya b. Vessab şeklinde okumuştur.
Said el-Ahfeş, bu bir şivedir demiştir. el-Ha-sen, Katade ve Asım el-Cahderi
ile Ebu Reca el-Utaridi şeklinde okumuşlardır. Yine el-Hasen'den gelen rivayete
göre de "hı" harfini üstün okumuştur. el-Ferra der ki: Bazı
Medineliler hı harfini sakin ve ta harfini şeddeli okumuşlardır. el-Kisai,
el-Ahfeş ve el-Ferra der ki: Ya, hı ve ta harflerini es-reli okuyarak şeklinde
okumak caizdir. Bu üç okuma şekli yazıya uygundur. Yedincisini ise Abdülvaris
nakletmiş ve şöyle demiştir: Ben Ubey b. Ka'b mushafında şeklinde yazıldığını
gördüm.
Sibeveyh ile
el-Kisai'nin iddiasına göre şeklinde hı ve ta harflerinin esreli okuyan
kimseye göre bu kelimenin aslı şeklindedir. Daha sonra "t" harfini
"ta" harfine idğam etti. İki sakin harf bir araya geldiğinden dolayı
hı harfi esreli okunmuştur. Sibeveyh der ki: Hı harfini üstün okuyan kimse,
t'nin harekesini o harfe vermiş demektir. el-Kisai der ki: Ya harfini esreli
okuyan kimse kelimesindeki elifin esreli oluşu dolayısıyla böyle okur.
Ferra'nın hı harfini sakin okuyup ta harfini de idğamlı okunuşu şeklinde Medine
halkından yaptığı nakle gelince, bu bilinen bir ki raat şekli de değildir.
Mümkün de değİLdir (caiz değildir). Çünkü iki ayrı sakini bir arada
bulundurmaktadır. Bunu da en-Nehhas ve başkaları söylemiştir.
Derim ki: Yine
el-Hasen'den ve Ebu Reca'dan şeklinde bir okuyuş da rivayet edilmiştir. İbn
Mücahid: Bunun yanlış olduğunu zannederim, demektedir. Buna dair de yüce
Allah'ın: Meğer ki hırsızlayıp kapan olsun" (es-Saffat, 37/10) buyruğunu
hiçbir kimsenin (ti harfini) üstün olarak okumadığını delil göstermiştir.
"Gözleri"
anlamındaki buyruğun tekili. Basar, görme duyuşudur. Anlamı şudur: Kur'ân'ın
delilleri ve apaçık burhanları neredeyse gözlerini kamaştıracak şekildedir.
Şimşeği korkutmanın misali kabul edene göre ise, anlam şöyle olur: Başlarına
geleceklerden dolayı korkmaları neredeyse gözlerini alıve-recek demektir.
"Onları
aydınlattıkça da ışığında yürürler." buyruğunda " her ... ça",
zarf olduğundan mensubtur. Bu kelime zaman edatı anlamında olursa, o taktirde
ism-i mevsul olup âmili de ışığında yürürler" buyruğu alır. Bu aynı
zamanda cevabıdır. Bunda aydınlattı, amel etmez, çünkü bu da sıla cümlesi
bünyesindedir. el-Müberred'e göre, ifadenin takdiri şöyledir: Şimşek yollarını
aydınlattığında yürürler. Buna göre "yol" anlamındaki kelime mePul
olur. Fiillerin bablarının aynı anlama gelmesinin caiz olduğu da söylenmiştir.
Bu durumda takdire gerek kalmaz. Buna göre mana şöyle olur: Onlar Kur'ân'ı
işittikleri ve delillerini açıkça gördükleri her seferinde alışkanlık
kazanırlar ve onunla birlikte yol alırlar. Kur'ân-ı Kerim'den anlayamadıkları
ve kendisi sebebiyle sapacakları birşey nazil olduğu zaman, yahut kendilerine
bir mükellefiyet verildiğinde "dikilip kalırlar." Yani münafıklıkları
üzerinde sebat ederler. Bu açıklama şekli İbn Abbas'tan nakledilmiştir.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Ekinlerinde, davarlarında halleri iyi gidip de nimetler ardı
arkasına geldiği her seferinde şöyle demektedirler: Muhammed'in dini mübarek
bir dindir. Fakat onlara bir musibet gelip çattığında, bir kıtlıkla karşı
karşıya kaldıklarında bu işe kızarlar ve münafıklıklarını sürdürürler,
münafıklıklarından vazgeçmezler. Bu açıklama şekli de İbn Mesud ve Katade'den
nakledilmiştir.
en-Nehhas der ki: Bu
güzel bir açıklama şeklidir. Bunun doğruluğuna da yüce Allah'ın şu buyruğu
delildir: "İnsanlardan kimisi, Allah'a inhiraf (ye tereddüt) üzere ibadet
eder. Ona bir hayır isabet ederse, bununla mutmain olur. Eğer ona bir fitne
(sıkıntı) isabet ederse, yüzüstü gerisin geri döner." (el-Hacc, 22/11)
Sufi ilim adamları da
der ki: Bu yüce Allah'ın, başından beri irade ile ilgili doğru dürüst sahih bir
hali bulunmayan kimselere verdiği bir misalidir. Bu kişi bu hallerden birtakım
asılsız iddialarla büyük kimselerin hallerine intikal eder. Eğer bunların
adabına sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle bu iddialarını tashih etmiş
olsaydı, bu irade halleri onu aydınlatırdı. Ancak bu iddialar ile bu halleri
biribirine karıştırınca Allah, ondan bu hallerin nurlarını giderdi ve bu kişi
bu karanlıklardan çıkış yolunu görmeyecek halde iddialarının karanlıklarında
kalakaldı.
İbn Abbas'tan gelen
rivayete göre, bunlarla kastedilen yahudilerdir. Peygamber (s.a) Bedir'de
muzaffer olunca umutlandılar ve şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, Musa'nın
bizlere geleceğini müjdelediği peygamber budur. Bunun hiçbir sancağı geri
dönmez. Ancak Uhud'da bozgun sözkonsu olunca ir-tidat ettiler ve şüpheye
düştüler. Bu açıklama şekli zayıftır, âyet münafıklar hakkındadır. Ancak, İbn
Abbas'tan bu rivayet daha sahih bir şekilde gelmiştir. Bununla birlikte mana
hepsini (kâfirleri de münafıkları da) kapsamaktadır.
"Allah dileseydi
işitmelerini ve görmelerini giderirdi." Yani eğer Allah dilemiş olsaydı,
müminleri onların durumlarından haberdar eder ve böylelikle istilaya
uğratarak, öldürterek, mü'minleri aralarından çıkartarak İslam'ın kendilerine
kazandırdığı izzetleri ellerinden giderirdi. Burada özellikle "işitmek ve
görmek"den söz edilmesi, âyet-i kerimede daha önce bunların sözkonusu
edilmesidir veya insanda bulunan en şerefli azalan olduklarından dolayıdır. Bu
kelime, şeklinde çoğul olarak da okunmuştur. Buna dair açıklamalar daha
önceden (el-Bakara, 2/7. âyet, 8. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Şüphesiz ki
Allah herşeye gücü yetendir." Genellik ifade eder. Kelâm-cılara göre bunun
anlamı, şanı yüce Allah'ın kendisine güç yetirmekle nitelendirilebileceği
herşey hakkında caizdir. Ümmet yüce Allah'ın "kadîr (gücü yeten)"
diye adlandırılabileceği üzerinde icma etmiştir. Şanı yüce Allah kadîr, kadir
ve muktedirdir. Kadîr, kâdir'den daha beliğdir. Bunu ez-Zeccac söylemiştir.
el-Herevi de der ki: Kadîr ile kadir aynı anlamdadır. Bir şeye muktedir olmak,
O şeye gücü yetmek demektir. Yüce Allah var olması da yok olması da mümkün
olabilen herşeye kadîr, muktedir ve kadirdir. O bakımdan her mükellefin şanı
yüce Allah'ın kadir olduğunu bilmesi gerekir: Bu kudretiyle o, dilediğini
bilgi ve seçimine uygun olarak dilediği şekilde yapar. Yine her mükellefin
şunu da bilmesi gerekir: Kulun da kendisine göre bir kudreti vardır. Bu
kudreti sayesinde o, ilahi adetin cereyan şekline uygun olarak Allah'ın
kendisini muktedir kıldığı şeyleri yapabilir. Bununla birlikte yüce Allah,
kendi kudreti ile kullarını istibdadı altında tutmamaktadır. (Yani onları
belli bir işi yapmak üzere zorlamamaktadır.) Burada yüce Allah'ın "kudret"
sıfatının sözkonusu ediliş sebebi ise, tehdit ve korkutma anlamını ihtiva eden
bir fiilden daha önce söz edilmiş olmasıdır. O bakımdan burada "kudref'in
anılması uygun düşmektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.
Kûfelilere göre buraya
kadar yirmi âyettir. Bu yirmi âyetin dört âyeti müminlerin niteliği ile
ilgilidir. Arkasından kâfirlerin niteliği ile ilgili iki âyet-i kerime
gelmektedir. Geri kalanı ise münafıklar hakkındadır. Buna dair rivayet İbn
Cüreyc'den daha önce geçmiş bulunmaktadır. Yine Mücahid de bu görüşü
belirtmiştir. [148]
21. Ey İnsanlar, sizi
de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin. Ta ki sakınasınız.
"Ey insanlar,
sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin." Alkame ve
Mücahid dedi ki: "Ey insanlar" diye başlayan her bir âyet, Mekke'de
inmiştir. "Ey iman edenler" diye başlayan her bir âyet de Medine'de
inmiştir.
Ancak bu görüşü
reddeden birtakım hususlar vardır: Bu sûre ve Nisa sûresi, Medenidir yani
Medine'de inmiştir ve bunlarda da "Ey insanlar" hitabı yer
almaktadır. "Ey iman edenler" ile ilgili görüşleri ise doğrudur. Urve
b. ez-Zubeyr der ki: Herhangi bir had (belli bir suçun cezası) yahut bir farz
belirten buyruklar Medine'de inmiştir. Geçmiş ümmetlerden ve azaptan söz eden
buyruklar ise Mekke'de inmiştir. Bu da açıktır.[149]
Burada
"insanlar" ile kimlerin kastedildikleri hususunda iki farklı görüş
vardır:
Birinci görüş: Bunlar
yüce Allah'a ibadet etmeyen kâfirlerdir. Buna da yüce Allah'ın bundan sonra
gelecek: "Eğer kulumuza... indirdiğimizden şüphe içinde iseniz."
(el-Bakara, 2/23) buyruğu delalet etmektedir.
İkinci görüş: Bu bütün
insanlara yönelik genel bir hitaptır. Buna göre, müminlere yönelik olan
tarafıyla ibadetin devamı, kâfirlere yönelik olan kısmıyla da ibadet etmeye
başlamaları şeklinde bir hitap olur. Bu da güzel bir açıklamadır. '
"İbadet
edin" buyruğu ona ibadet etmek emrini vermektedir. Burada ibadet onu
tevhid etmek ve dininin şer'i hükümlerine bağlanmaktan ibarettir. İbadet asıl
itibariyle boyun eğmek ve önünde zilleti arzetmektir. Eğer bir yol ayaklar ile
çiğnenip oradan gidip geliniyor ise, o yola denilir. Taraf e der ki:
"Ön ayağını
attığı yere arka ayağını attı, peş peşe gidip gelinen bir yol üstünde."
İbadet itaat, taabbud
de kendini ibadete vermek ve ibadet için çekilmek, birisini abd edinmek de onu
köle edinmek, demektir.
"Sizi de...
yaratan" Şanı yüce Allah, diğer sıfatları arasından onları yaratmış
olduğunu özellikle zikretmektedir. Çünkü Araplar yüce Allah'ın kendilerini
yarattığını kabul ediyorlardı. Bunu onlara karşı bir delil olmak ve ibadet
etmemelerine karşılık da onları azarlamak için zikretmiştir. Bununla
üzerlerindeki nimetini hatırlatmak istediği de söylenmiştir.
Asıl itibariyle
"yaratmak (halk)" iki şekilde olur:
Birincisi; takdir
etmektir. Mesela: Eğer bir hayvan derisini kesip parçalamadan önce, gerekli
şekilde ölçüp tasarlanmış ise, kişi." Deriyi su kırbası olmak üzere
halkettim" der. Şair der ki:
"Sen takdir ettin
mi hemen onu yaparsın
Kimisi ise, takdir
eder daha sonra hiç yapmaz."
el-Haccac da şöyle
demiştir: Ben neyi takdir ettimse, (halaktu) mutlaka onu kesinlikle sonuca
ulaştırdım. Neye söz verdimse de mutlaka onu yerine getirdim.
İkincisi; varetmek,
meydana getirmek, icad etmek ve yoktan varetmek. Yüce Allah da şöyle
buyurmaktadır: "Ve yalan halkediyorsunuz. (Olmayan birşeyi
uyduruyorsunuz)" (el-Ankebut, 29/17.)
"... Sizden
öncekileri de.." Kendilerinin Allah tarafından yaratıldıklarını kabul
ettiklerine göre, başkalarının da o Allah tarafından yaratıldığını kabul ediyorlar
demektir. (O halde bunu da ayrıca söylemenin anlamı nedir?) diye bir soru
sorulursa, şu şekilde cevap verilir: Böyle bir ifade verilen öğüdün daha beliğ
ve etkileyici olması için dikkat çekmek ve hatırlatmak içindir. Yüce Allah,
onlara kendilerinden öncekileri hatırlattı. Böylelikle kendilerinden öncekilerini
öldürenin aynı şekilde Allah olduğunu bilsinler ve kendilerini de yarattığı
gibi öldüreceğini anlasınlar. Kendilerinden önce geçip gidenlerin ne şekilde
oldukları ve helak olanlann ne sebeplerden dolayı helak edildikleri üzerinde
düşünsünler, onların da imtihan edildikleri gibi kendilerinin de imtihan
edilmekte olduklarını bilsinler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Ta ki
sakınasuuz." Yüce Allah'ın burada yer alan Ta ki, olur ki" edatı
"ibadet edin" ile alakalıdır. Yoksa "yaratan" buyruğu ile
alakalı değildir. Çünkü Allah'ın cehennem için yaratmış olduğu kimseler,
Allah'tan sakınsınlar diye yaratılmış değildir. Bu vö buna benzer yüce
Allah'ın buyrukları arasında yer alan (ve aynı edatın kullanıldığı): "Ta
ki akıl edesiniz, ta ki şükredesiniz, ta ki öğüt alasınız, ta ki hidâyet
bulaşınız" buyrukları ile ilgili üç ayrı açıklama şekli yapılmıştır:
1- Bu
kelimesi, asıl kullanılış amacına uygun olarak, umut ve beklenti ifade eder.
Umut ve beklenti insanlardandır. Onlara şöyle denilmiş gibidir: Sizler bunu
yapınız. Çünkü sizden beklenen ve umulan aklınızı kullanmanız, öğüt almanız ve
takva sahibi olmanızdır. Sibeveyh'in ve dil alimlerinin ileri gelenlerinin
görüşü budur. Sibeveyh yüce Allah'ın: "İkiniz de Fir'avn'a gidin, çünkü o
azmıştır. Fir'avn'a yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır yahut korkar"
(Taha, 20/43-44) buyruğu hakkında şöyle demektedir. Bunun anlamı şudur: Sizler
Fir'avn'ın öğüt alacağını umarak ve bekleyerek ona gidiniz. Ebu'l-Meali de bu
görüşü tercih etmiştir.
2- Araplar
bu edatı, edatının anlamını ifade eden "lam" (ile ve için) anlamında
ve tereddütten uzak bir manada kullanmışlardır. O vakit bu gibi buyrukların
anlamı: Aklınızı kullanmanız için, öğüt almanız için, takva sahibi olmanız
için., şeklinde olur. Şairin şu sözü bunun delilidir.
"Bize dediniz ki:
Bizim savaşı bırakmamız için siz de savaşları bırakın Ve bu konuda her türlü
teminatı verdiniz Fakat biz savaşı bırakınca sizin verdiğiniz sözler Çölde
parlayıp kaybolan bir serabın parıltısını andırırdı." Burada bu edat
dolayısıyla: Bizim savaştan vazgeçmemiz için siz de savaşları kesiniz,
anlamındadır. Şayet burada eğer şüphe ve tereddüt ifade etseydi, onlara her
türlü teminatı vermeleri sözkonusu olmazdı. Bu görüş Kutrub ve Taberi'den
nakledilmiştir.
3- Bu edat,
bir şeye maruz kalmak anlamında kullanılır. Şöyle denilmiş gibidir: Akıl
etmek, yahut öğüt almak veya takva sahibi olmak ile, karşı karşıya kalmak
üzere, (için) bunu yapınız. Buna göre yüce Allah'ın: Ta ki sakınasınız"
buyruğu şu anlama gelir: Belki sizler Allah'ın size emrettiklerini kabul etmek
suretiyle bunu kendiniz ile cehennem arasında bir koruyucu haline
getirirsiniz. Bu da bir kişiye hemen hakkını ödeyerek karşılık verdiği
takdirde: Hakkı ile ondan korundu" denilmesi kabilin-dendir. Sanki o
kişinin karşılaştığı bu kişiye hakkını ödemesi suretiyle o karşılaştığı
kişinin hakkını ondan istemesine karşı kendisini korumuş gibi olur. Hz. Ali'nin
şu sözleri de bu türdendir: Yani, savaş kızıştığında biz Peygamber ile
korunurduk. Düşmana karşı biz onunla kendimizi korurduk,"[150]
demektir. Şair Antere de şöyle demiştir:
"Göğsünden kan
aka aka, atımı sürüp durdum Nihayet at(h)lar iki keskin (kılıç) ile benden
korundu."
22.0 ki; yeryüzünü
sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapü. Gökten bir su indirip onunla
sizin için rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde
Allah'a eşler koşmayınız.
"O ki yeryüzünü
sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı.." buyruğu ile ilgili
açıklamalarımızı altı başlık[151]
halinde ele alacağız: [152]
"O ki...
yaptı." Buradaki kelimesinin anlamı, -iki mef ule geçişli olduğundan
dolayı- "yaptı, meydana getirdi" şeklindedir. Bazı yerlerde yarattı
anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Allah ne
bahire, ne şaibe, ne vasile... kılmıştır (yaratmıştır)" (el-Maide, 5/103);
"Karanlıkları ve aydınlığı yaratan" (el-Maide, 6/1)
Bu fiil kimi yerde
"adlandırdı" anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu
gibi:
"Hâ, Mim. Apaçık
(yol gösteren) kitap hakkı için. Muhakkak Biz onu akıl edesiniz diye Arapça bir
Kur'ân kıldık." (ez-Zuhruf, 43/1-3); "Onun kullarından bazısı O'na
bir kısım isnad ettiler." (ez-Zuhruf, 43/15); "Ve onlar Allah'ın
kulları olan melekleri de dişiler kıldılar." (ez-Zuhruf, 43/19) Yani onlara
dişi adlan taktılar.
Bu fiil kimi zaman
"almak" anlamına da gelir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Onların
ısırılmaları hoşuma gidiyor
"Onlar öyle bir
ısırıldılar ki onları ısıran azı dişi, eti kemiklerinden ayırıyor." Kimi
zaman bu kelime fazladan da gelebilir. Bir başka şairin şu sözlerinde olduğu
gibi:
"İkiyi dört kişi
görmeye başladım
Biri de iki, yaşlılık
beni yıkınca."
Yüce Allah'ın:
Karanlıkları ve aydınlığı yarattı" (el-En'am, 6/1) buyruğunda yer alan bu
kelimenin fazladan geldiği de söylenmiştir.
aynı anlamına gelir.
Şair der ki:
"Zayıfların işini
aşarak; gece boyu yol aldı;
Geceyi oldukça eski
(Ad kavminden kalma) derin kuyuya dümdüz sarkıtılan
ip gibi kıldı
(durmaksızın yol aldı)
"Döşek"
demek, yeryüzünü üzerinde yattıkları, karar ve rahat buldukları yer kıldığı
anlamına gelir. Dağlar, sert kayalıklar ve denizler gibi döşek durumunda
olmayan ise, yeryüzünün döşek gibi kullanılan yerlerinin faydasına var olan
bölgelerdir. Çünkü dağlar, kazıklar gibidir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Biz yeri bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı?"
(en-Nebe, 78/6-7) Denizlerde ise, birçok faydasının yanında yolculuk yapılır.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve denizlerde insanlar için faydalı
şeylerle (yüklü) akıp giden gemilerde..." (el-Bakara, 2/164) [153]
Şafii mezhebi ilim
adamları derler ki: Bir kişi bir döşek üzerinde geceleyin yatıp uyumamak üzere
yemin etse, yahut bir kandilin aydınlığında kalmamak üzere yemin etse ve yerin
üzerinde yatıp uyuşa veya güneşin aydınlattığı bir yerde otursa yeminini
bozmuş olmaz. Çünkü örfen kullanılan bu ifadeler (Kur'ân-ı Kerim'de kendilerine
bu ismin verilmesine rağmen) bu nesneleri anlatmıyor.
Malikiler ise, bu gibi
hususları da yeminler ile ilgili kabul ettikleri asıl ilkeye göre hükme
bağlamışlardır. Onlara göre yeminlerde kullanılan ifadeler niyete yahut sebebe
veya yeminin hakkında sözkonusu olduğu o döşek ve yaygıya hamledilir
(yorumlanır.) Şayet bunlardan herhangi birisi sözkonusu değilse, o vakit örfe
başvurulur. [154]
"Göğü de bir bina
yaptı." Göğün yeryüzüne göre durumu, ev için tavanın durumu gibidir. Bu
bakımdan buyruğu hak olan yüce Rabbimiz şöyle buyurmuştur: "Ve Biz
gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık." (el-Enbiya, 21/32)
Üstte kalan ve gölge
yapan herşeye "sema (gök)" adı verilir. Buna dair açıklamalar daha
önceden geçmişti. Burada yer alan : Bina" kelimesi üzerinde durak yapmak
bir önceki âyetin sonunda yer alan kelimesi üzerinde durak yapmaktan daha
güzeldir. Çünkü yüce Allah'ın: "O ki yeryüzünü sizin için bir
döşek..." buyruğu yüce Rabbın bir sıfatıdır.
Meselâ Filân kişi bir
ev yaptı" denilir. tabi-ride hanımı ile zifafa girdi, demektir. Bu
ifadenin kullanılışının asıl sebebi şu olabilir: Hanımı ile zifafa giren kimse,
gireceği gece hanımı için bir çadır kurardı. O bakımdan (sonraları) hanımı ile
birlikte bulunan herkese: "bina eden" anlamına "bani"
denilirdi. Duvarın bina edilmesi ise, asıl itibariyle iyice sağlamlaşıncaya
kadar kerpiç kerpiç üstüne koymaktır.[155]
"Gökten bir su
indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çıkardı." Âyet-i
kerimede "meyveler" anlamındaki kelimesinin tekili dur. Çoğunluğun:
şeklinde geldiği de söylenmiştir şeklinde geldiği de, ve in çoğuludur. Buna
dair geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle En'âm sûresinde (6/99. âyet 4.
başlıkta) gelecektir. Kamçının yan taraflarındaki düğümler" demektir.
Buyruğun anlamı da
şudur: Biz sizin için çeşitli meyvelerden ve türlü türlü bitkilerden size
"rızık" olmak üzere çıkardık. Yani, sizin için yiyecek, hay-vanlannız
için de yem olmak üzere. Nitekim yüce Allah şu buyruğunda bu hususu şöylece
açıklamaktadır: "Şüphesiz Biz suyu bol bol dökeriz. Sonra da yeri gereği
gibi yararız. Böylece orda taneler bitiririz. Üzümler ve sebzeler, zeytinler ve
hurmalar, sık ve bol ağaçlı bahçeler, çeşitli meyve ve otlaklar. Hem sizin
için, hem de davarlarınız için bir fayda olmak üzere." (Abese, 80/25-32)
Rızık ile ilgili
açıklamalar daha önceden yeteri kadar yapılmış bulunmak-tadır.[156]
Hamd Allah'adır.
Eğer: "Rızk"
kelimesi, mülk edinmekten önce çıkan meyve ve mahsuller hakkında nasıl
kullanılmıştır diye sorulacak olursa, şu şekilde cevap verilir:
Çünkü bunlar mülk
edinmeye hazır hale getirilir ve bunlardan yararlanmak mümkündür. Bu bakımdan
bunlar bir rızıktır. [157]
Bu âyet-i kerime şanı
yüce Allah'ın insanı bütün yaratıklara muhtaç olmaktan kurtardığının
delilidir. Bu bakımdan Peygamber (s.a) bu hususa işaretle şöyle buyurmuştur:
"Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimsenin I y ipini alıp sırtı
üzerinde odun taşıması, ister versin ister vermesin, herhangi bir kimseden
dilenmesinden onun için daha hayırlıdır." [158] Bu
hadisi Müslim rivayet etmiştir.
Türlü sanat ve benzeri
meslekler bütünüyle bu odun toplamanın kapsamı içerisine girer. Hırs, emel,
dünya süsüne duyduğu rağbet sebebiyle kendisi gibi bir insana nefsini muhtaç
eden bir kimse, Allah'a eş koşmanın yolunun ağzına gelmiş demektir. Bazı sufi
ilim adamları şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyet-i kerimede fakrın yolunu
göstermektedir. Bu ise yeri yatılacak, çiğnenecek bir döşek, semayı örtü, suyu
koku, bitkiyi de yiyecek edinmek, dünyada da dünya sebebiyle mahlukattan
hiçbir kimseye ibadet etmemektir. Çünkü şanı yüce Allah, senin için kaçınılmaz
olan şeyleri başka herhangi bir kimsenin sana minnet etmesine fırsat
vermeksizin vermiş, bağışlamış bulunmaktadır.
Nevf el-Bikalî der ki:
Bir gün Ali b. Ebi Talib'in çıktığını ve yıldızlara doğru baktığını gördüm.
Bana şöyle dedi: Ey Nevf! Uyuyor musun uyanık mısın? Ben: Hayır, müminlerin
emiri, uyumuyorum dedim. Şöyle dedi: Dünyaya karşı zahid, âhirete rağbet
duyanlara ne mutlu. İşte onlar yeryüzünü bir yaygı, toprağı yatak, suyunu koku,
Kur'ân'ı, duayı büründükleri elbise ve şiarları haline getirmişlerdir. Dünyayı
tıpkı Mesih (as.) gibi reddetmişlerdir... dedikten sonra bu haberin geri kalan
kısımlarını da bildirdi. Bunun geri kalan kısımları bu sûrede yüce Allah'ın
"Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim" (el-Bakara,
2/186) buyruğunu açıklarken -inşaallah- gelecektir. [159]
"Artık siz de
bildiğiniz halde Allah'a eşler koşmayınız" buyruğu bir yasak
bildirmektedir. Ona denk, emsal ve benzer kimseler koşmayınız, demektir. Çoğul
olan bu kelimenin tekili şeklindedir. Muhammed b. es-Semey-ka işte bu şekilde
bu kelimeyi tekil olarak şeklinde okumuştur. Şair der ki:
"Allah'a hamd
ederiz ve onun eşi yoktur Hayır onun elindedir ve O dilediğini yapar."
Hassan da şöyle
demiştir:
"Sen ona eş
(denk) olmadığın halde onu nasıl hicvedersin İkinizin kötü olanı hayırlı
olanınıza feda olsun."
Bu kelimenin mübalağa
ifade eden şekilleri ile şeklinde gelir. Şair Lehid der ki:
"Ta ki Senderî
benim dengi m olmasın
Ve ta ki toplu
kimseleri darmadağın edeyim."
Ebu Ubeyde der ki:
zıtlar demektir. en-Nehhâs der ki: "Zıtlar" anlamındaki kelime
birinci mef ul, "Allah'a" anlamındaki kelime ikinci mef ul
mahallindedir.
el-Cevherî der ki:
kelimesi, yukarılara doğru yüselen tepe demektir. Bir koku adı olan
"en-nedd", Arapça değildir. Yüzü doğrultusunda kaçıp giden deve
hakkında da bu kelimeden türemiş olan fiil kullanılır. Bazıları (bu kökten
gelen kelimeyi bundan dolayı: O kaçışma günü" (el-Mu'min, 40/32) şeklinde
okumuşlardır. Bir kimseyi teşhir etmek ve kusurlarını belirtmek için de aynı
kökten olmak üzere ifadesi kullanılır. [160]
"Artık siz de
bildiğiniz halde" buyruğu mübteda ve haberdir. Cümle hal mahallindedir.
Burada hitap İbn Abbas'tan gelen rivayete göre kâfirlerle münafıklaradır.
Daha önce mühür
vurulmak, damgalamak, sağırlık ve körlük gibi buna aykırı niteliklerle
onlardan söz etmişken, burada nasıl olur da onları "bilgi sahibi
olmak" ile nitelendirmektedir? Buna iki türlü cevap verilebilir:
"Siz de
bildiğiniz halde" buyruğu ile yüce Allah'ın yaratıklan yarattığı, suyu
indirdiğine ve rızık olan mahsulleri yeşerttiğine dair bilgi kastedilmektedir.
Onlar, bütün bu nimetleri kendilerine verenin Allah olduğunu, ortak koştukları
kimselerin olmadığını bilirler.
İkinci cevap: Mana şu
şekilde de olabilir: Sizler düşünüp tetkik ettiğiniz takdirde güç ve imkan
yönüyle O'nun vahdaniyetini bileceksinizdir. İşte bu buyrukta aklın kabul
ettiği delillerin kullanılarak taklidin terkedilmesine, çü-rütülmesinin
emredildiğine dair delil vardır. İbn Fûrek der ki: Âyet-i Kerimenin mü'minleri
kapsaması ihtimali de vardır. O vakit anlamı şöyle olur: Ey mü'minler, dini
bırakıp irtidat etmeyin. Allah'ın bir ve tek olduğunu bildikten ve konu ile
ilgili bilgisizliğiniz sona erdikten sonra Allah'a eşler, ortaklar koşmayınız. [161]
23. Eğer kulumuza
parça parça indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi siz de onun türünden
bir sûre getirin. Allah'tan başka şahidlerinizi de çağırın. Eğer doğru
söyleyen kimseler iseniz.
"Eğer
kulumuza" yani Muhammed (s.a)'a "indirdiğimizden" yani Kur'ân-ı
Kerim'den "şüphe içinde iseniz.." Kasıt kendilerine meydan okunulan
müşriklerdir. Bu müşrikler Kur'ân-ı Kerim'i işittiklerinde: "Bu sözler
Allah'ın sözlerine benzemiyor. Biz bu hususta ondan yana şüphe içerisindeyiz"
demeleri üzerine bu âyet-i kerime indi.
Bunun kendisinden
önceki âyet-i kerime ile ilişki yönü şudur: Şanı yüce Allah, birinci âyet-i
kerimede kendi birlik ve kudretine dair delilleri zikrettikten sonra gelen bu
âyet-i kerime ile Peygamberinin nübüvvetine ve onun getirdiği Kur'ân-ı
Kerim'in kendisi tarafından uydurulmadığına delili ortaya koydu.
"Kulumuza"
buyruğu ile kastedilen Muhammed (s.a)'dır. Kul (abd) kelimesi taabbüdden
gelmektedir. Taabbüd ise zillet göstermek, boyun eğmek demektir. Köleye
-yaptığının türünden olmak üzere- "abd" adı verilmiştir. Ta-rafe der
ki:
"Nihayet bütün
aşiret benden uzak durdu Ve zelil kılınmış (uyuz) bir deve gibi tek başıma
bırakıldım." Kimi ilim adamı şöyle demiştir: İbadet hasletlerin en şereflisi,
ibadet etmek manasını ihtiva eden bir isim almak şereflerin en yücesi
olduğundan dolayı yüce Allah Peygamberine "abd (kul)" adını
vermiştir. Bunu ifade eden şu beyitleri de delil göstermiştir:
"Kavmim,
Zehra'nın yanındadır kalbim Bunu görüp işiten herkes bilir
Bana ancak: "Ey
onun kölesi" diye seslenin,
Çünkü o benim en
şerefli ismimdir."
"Haydi siz de
onun türünden bir sûre getirin." Bu emrin anlamı, muhatapların aczini
ortaya çıkarmaktır. Çünkü şanı yüce Allah, bu işin altından kalkmaktan aciz
olduklarını biliyor.
"Sûre"
kelimesi, "suver" kelimesini tekilidir. Sûre ile ilgili ve Kur'ân-ı
Ke-rim'in i'cazına dair açıklamalar daha önceden[162] yapıldığından dolayı bunları tekrarlamanın
anlamı yoktur.
"Onun
türünden" buyruğunda, zamir ilim adamlarının çoğunluğuna göre Kur'ân-ı
Kerim'e aittir. Katade, Mücahid ve benzeri müfessirler bu görüştedir. Bu
zamirin Tevrat ve İncil'e ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana şöyle
olur: Sizler bu kitabın benzeri olan bir kitaptan bir sûre getiriniz. O sûre,
bu kitapta bulunanları tasdik edecektir.
Zamirin Peygamber
(s.a)'a ait olduğu da söylenmiştir. O zaman mana şöyle olur: Okuması yazması
olmayan bunun gibi ümmi bir insan tarafından ortaya konmuş bir sûre getiriniz.
Bu iki açıklama şekline göre, tab'id
(kıs-milik) ifade eder. Birinci açıklamaya göre ise fazladan gelmiştir
(zaiddir).
Âyet-i kerimede yer
alan üzerinde durak yapmak tam bir vakıf değildir. Çünkü buyruğu bunun üzerine
atfedilmiştir.
"Allah'tan başka
şahitlerinizi de çağırın." Şahitlerin anlamı, sizin yardımcı ve
destekçileriniz demektir. el-Ferra, ilahlarınız diye açıklamıştır. İbn Keysan
da der ki: "Burada şahitlerden nasıl söz edilmiştir. Halbuki, şahitler,
ancak herhangi bir işe tanık olmak için ya da tanık olduklan herhangi bir hususu
bildirmek için sözkonusu edilirler. Oysa burada onlara: "Siz de onun
türünden bir sûre getirin" denilmiştir" diye sorulacak olursa
cevabımız şöyle olur: Bunun anlamı şudur: Sizler bulduğunuz bütün ilim
adamlarınızın yardımını alınız ve onları huzura getiriniz ki getirdiklerinizi
görsünler, tanık olsunlar. Böylelikle hepsine karşı verilecek olan bu cevap
onlara karşı delil getirmek açısından son derece sağlam bir konumda olsun.
Mücahid'in
açıklamasından da anlaşılan budur. Mücahid der ki: "Allah'tan başka
şahitlerinizi de çağırın". Yani sizin lehinize tanıklık edecek insanları
çağırın. Sizin Kur'ân-ı Kerim'e karşı çıktığınızı görsünler, tanık olsunlar,
demektir.
en-Nehhâs der ki:
"şahitler" anlamındaki "şühedâ" kelimesi,
"çağırın" anlamındaki fiil ile nasbedilmiştir ve çoğuldur. Tekili,
"kadir" ve "kadîr" gibi, "şâhid" ve
"şehîd" diye gelir.
Allah'tan başka";
yani O'nun dışında demektir. kelimesi, üst anlamına gelen kelimesinin zıddıdır.
Bu ise, gayeden (nihaî noktadan) geri kalmak demektir. Bu kelime zarf olur.
Aynı zamanda hakir ve bayağı anlamına da gelir. Şair bu anlamda olmak üzere der
ki:
"Kişi }rüceldi
mi, yüceliklere talip olur.
Dûn (aşağılık) olan da
dûna (aşağılığa) kani olur."
Bu kelimeden bir fiil
türetilmez.
Kimisi de çekiminin
bundan türediğini söylemektedir. ile: Bu ondan daha yakındır, demek istenir.
Birşeye teşvik edilmek (iğrâ yapılmak) istendiği zaman: Haydi o senin olsun,
denilir.
Temimliler, (Haccac'ın
katipliğini yapan ve asarak idam ettiği) Salih b. Ab-durrahman'ı kendilerine
teslim edip kazdıkları mezara gömmek üzere Salih'i kendilerine teslim etmesini
istemişler, Haccac da onlara: Onu size bırakıyorum" diye cevap vermişti.
"Eğer doğru
söyleyen kimseler iseniz"; sizler Kur'ân'a karşı çıkabilme gücüne sahip
olmak iddiasında doğru söylüyor iseniz, anlamındadır. Çünkü bir başka âyet-i
kerimede onların şöyle dedikleri nakledilmektedir: "Eğer dilersek biz de
elbet bunun benzerini söylerdik." (el-Enfal, 8/3D
Doğruluk (sıdk),
yalanın zıddı dır. "Sa.dk" mızrakların çelik ucu demektir. Ciddi bir
şekilde bir topluluğa karşı savaşanlar hakkında:"Onlara karşı samimi bir
şekilde candan savaştılar" denilir. Sıddîk: Doğruluktan ayrılmayan kimse
demektir. Doğru sözlü bir adam olduğunu anlatmak üzere Doğru adam,"
denilir. "Sadakat" da öğüt ve iyiliğini isteyip sevgi duymakta
samimiyeti ifade etmek üzere "sıdk"dan türetilmiştir. [163]
24. Eğer yapamazsanız
-ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık yakıtı insanlarla taşlar olan o
ateşten sakının. O, kâfirler için hazırlanmıştır.
"Eğer"
bundan önce yapamadı iseniz "ki hiçbir zaman" gelecekte de yapamayacaksınız.
Bu açıklama şekline göre bundan önceki âyetin sonunda vakıf yapmak tam bir
vakıftır. Müfessirlerden bir grup da şöyle demiştir: Bu âyetin anlamı şudur:
Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi de
çağırınız. Fakat bunu hiçbir zaman yapamayacaksınız. Bunu yapamadığınıza göre
artık ateşten korkun.. Bu açıklama şekline göre ise, önceki âyet-i kerimenin
sonunda vakıf, tam vakıf olmaz.
Eğer: Amil, amil
üzerine kullanılmadığına göre, peki amilinden önce edatı nasıl gelmiştir?
denilirse şöyle cevap verilir: Burada yer alan lafızda amel etmiyor (kelimenin
son harekesini etkilemiyor). O bakımdan edatının başına tıpkı mazi (di'li
geçmiş) fiilin başına gelmiş gibidir. Çünkü bu edat, mazi fiilde amel etmediği
gibi de de amel etmemektedir. Buna göre "yapamazsanız" buyruğunun
anlamı: Yapmayı terkettiyseniz, yapmaktan vazgeçtiyseniz, şeklinde olur.
"Ki hiçbir zaman
yapamayacaksınız." Bu ifadeyle benzerini meydana getirmek için gayrete
gelmeleri istenmekte ve tahrik edilmektedirler. Böylelikle, benzerini
getirmekten aciz oldukları apaçık bir şekilde ortaya çıkması sağlanmaktadır.
Bu ifade Kur'ân-ı Kerim'in, meydana gelmesinden önce gerçekleşeceğini haber
verdiği gaybi haberler arasındadır. İbn Keysan der ki: uKi hiçbir zaman
yapamayacaksınız" buyruğu, onları Kur'ân-ı Kerim'in hak olduğunu kabul
etmek zorunda bırakmakta ve Kur'ân'ın yalan olduğu, uydurulmuş, sihir, şiir,
öncekilerin masalları olduğu şeklindeki iddialarında doğru olmadıklarını
ortaya koymaktadır. Onlar yeterli bilgiye sahip olduklarını iddia etmekle
birlikte, onun benzeri bir sûreyi getiremediklerine göre, bu iddialarında
doğru söyleyen kimseler olamazlar.
"Artık yakıtı
insanlarla taşlar olan o ateşten sakının." buyruğu "eğer yapamazsanız"
buyruğunun cevabıdır. Yani Peygamber (s.a)'ı tasdik etmekle, yüce Allah'a da
itaat etmek suretiyle sakınınız (takva sahibi olunuz). Takvaya dair açıklamalar
önceden yapılmıştır, tekrara gerek yoktur.[164]
O'dun anlamındadır,
"vav" harfi ötreli olarak; alevle yanmak anlamındadır.
İnsanlar: Genel olarak
bütün insanları ifade etmekle birlikte cehennem için odun olacağına dair
ezelden hüküm verilmiş kimseler hakkında özel anlam ifade eder. Yani özellikle
onlar kastedilmektedir. Allah bizi o cehenneme odun olmaktan muhafaza buyursun.
Burada sözü geçen
"taşlar"da.n kasıt, İbn Mes'ud ve el-Ferrâ'dan nakledildiğine göre
siyah kibrit (kükürt taşı)tir. Burada sözkonusu edilmesi diğer bütün taşlardan
beş ayrı azap türünü de fazladan ihtiva etmesi dolayısıyla-dır: Çabuk
alevlenmesi, pis kokması, çok dumanlı olması, bedenlere oldukça yapışması ve
kızdığı takdirde oldukça ileri derecede ısı vermesi.
Yüce Allah'ın:
"Yakıtı insanlarla taşlar olan o ateş..." (et-Tahrim, 66/6)
buyruğunda cehennemde
insanlarla taşlardan başka kimse olmadığına dair delil yoktur. Çünkü bir başka
yerde yüce Allah cehennemde cinlerin ve şey-tanlann da bulunacağını
zikretmektedir. Taşlardan kasıt putlar olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten siz ve Allah'tan başka
taptıklarınız cehennemin odunusunuz..." (el-Enbiya, 21/98) Buna göre
taşlar ve insanlar ateşe odun olacaktır. Bunun sözkonusu edilmesi, cehennemin
ne kadar azametli olduğunu ifade etmek içindir. Çünkü cehennem insanları
yakmakla birlikte taşlan da yakacaktır. /~ Birinci açıklama şekline göre,
insanlar hem ateş ile hem de taşlarla azap î edileceklerdir. Hadis-i şerifte
Peygamber (s.a)'ın şöyle dediği varid olmuş-/ <tur: "Her eziyet veren
(işkenceci) cehennemdedir."[165] Bu
hadis iki şekilde açıklanmıştır: 1-
Dünya hayatında insanlara eziyet veren, işkence yaparı^ herkese Allah Teala
âhirette ateş ile azap edecektir. 2- Dünyada insanlara eziyet veren yırtıcı
hayvan, haşere ve buna benzer yaratıklar cehennemde cehennemliklerin
cezalandırılması için hazırlanmıştır. Kimi müfessirler, yakıcı taşlarının
bulunması özelliğine sahip bu ateşin özel olarak kâfirlerin kendisi ile azap
göreceği ateş olduğu görüşündedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
/"" Müslim'in rivayetine göre, Abbas b. Abdülmuttalib (r.a) şöyle
demiştir: Ey i JAllah'ın rasulü, dedim. Ebu Talib seni himaye ediyor, sana
yardımcı oluyor- i ? du. Bu ona bir fayda verdi mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Evet, ben onu \ cehennemde adamın
boyundan yüksek çukurlarda buldum. Onu topukları / y ancak bulan yerlere çıkardım. - Bir
rivayette de- : Ben olmasaydım cehen-/ Vemin en alt çukurunda olacaktı."[166]
el-Hasen, Mücahid ve
Talha b. Musarrif Yakıtı" kelimesini -vav harfini ötreli olarak şeklinde
okumuştur. Ubeyd b. Umeyr ise, şeklinde okumuştur. el-Kisai ve el-Ahfeş der ki:
"Vav" harfi üstün olarak: "el-vekud" şeklinde okumak odun
anlamındadır, "el-vukud" (vav harfini ötreli okuyuşu ile) şeklinde
ise, kelimenin fiil kökünü ifade eder. Ateşin yakıldığı yere
"mevkid" denilir. Yanmakta olan ateş için de denilir. On gün veya
onbeş gün süre ile devam eden aşırı derecedeki sıcakla-ra da denilir.
en-Nehhas der ki: Buna
göre, bu kelimenin (vav harfinin üstün okunması ile): şeklinden başka türlü
okunmaması gerekir. Çünkü burda anlatılmak istenen cehennemin odunudur. Şu
kadar var ki el-Ahfeş şöyle demiştir: Arapların bazısı vav harfinin üstün ve
ötreli okunuşunu hem odun anlamına kullanmakta hem de kelimenin masdarı olarak
kabul etmektedirler. en-Nehhas der ki: Ancak el-Ahfeş birinci kullanımın daha
çok olduğu görü-
simdedir. Nitekim:
"vedu" denildiği zaman abdest suyu kastedilir "vudu"' denildiği
zaman da abdest almak şeklinde masdar yapılır.
"Kafirler için
hazırlanmıştır." Bu buyruğun zahirinden kâfir olmayanların cehenneme
girmeyecekleri anlaşılmaktadır. Ancak durum böyle değildir. Buna delil ise
yüce Allah'ın başka yerde günah işleyen kimseler için yaptığı tehditler ile
şefaat hakkında -ileride geleceği üzere- sabit olmuş hadis-i şeriflerdir. Bu
buyrukta hak ehlinin kabul ettiği cehennem halı hazırda vardır ve
yaratılmıştır, şeklindeki görüşlerine delil vardır. Halbuki bid'atçiler buna
aykırı olarak: Cehennem şu ana kadar yaratılmamıştır, demektedirler. Endülüslü
kadı Münzir b. Said el-Balluti de bu konuda yanılmış ve bu görüşü
benimsemiştir.
Müslim'in Abdullah b. Mesud'dan rivayetine
göre o şöyle demiştir: Biz Ra^J sulullah (s.a) ile birlikte idik. O esnada
düşen bir şeyin gürültüsünü duydu.
Peygamber (s.a): "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye
sordu. Bizler: Allah ve Rasulu daha iyi
bilir, dedik. O da şöyle buyurdu: "Bu yetmiş yıldan / beri cehenneme
atılmış bir taştır. İşte bu taş (cehennemin) dibine şu anda ula-/ şıncaya kadar
yuvarlanıp durdu."[167]
Buharî'nin rivayetine
göre de Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: RasûluA lalı (s.a) buyurdu ki:
"Cehennem ve cennet tartıştılar. Cehennem dedi ki: İşte bana zorbalar ve
büyüklük taslayanlar girecektir. Cennet de dedi ki: Ba- na ise, zayıflar,
yoksullar girecektir. Aziz ve celil olan Allah cehenneme: Sen benim azabımsın,
seninle dilediğime azab ederim, dedi: Cennete de dedi ki: Sen de Benim
rahmetimsin, seninle dilediğim kimseye merhamet ederim. Ve / sizin her birinizi
de dolduracağım." Müslim de bu
anlamda bu hadisi rivâyet etmiştir.[168]
Hadis-i şerifte geçen
"davalaştı" ifadesinin davalaşacak anlamında olduğu da söylenmiştir.
Çünkü İbn Mesud'un (doğrusu işaret ettiğimiz gibi Ebû Hureyre'nin) daha önce
geçen hadisi bunun böyle olmasını gerektirmektedir. Diğer taraftan (cehennemin
el'an yaratılmış olduğunu ifade eden hususlar arasında) Peygamber (s.a)'a
küsuf namazında cennet ve cehennem gösterilmiş olması da vardır. Yine Hz.
Peygamber İsra'da cennet ve cehennemi görmüş, cennete girmiştir. Dolayısıyla
buna uymayan rivayetlerin bir anlam ifade etmeleri sözkonusu değildir. Başarı
Allah'tandır.
"Hazırlanmıştır"
(anlamına gelen): ( ölp| ) buyruğunun hazırlanmış olduğunu ifade etmek üzere
"ateş"in halini ifade etmesi mümkündür. Bu arada (muhakkak anlamına
gelen kelimesi hazfedilmiştir. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: Yahut göğüsleri daralarak size
gelenler" (en-Nisa, 4/90) buyruğunun anlamı göğüsleri daralmış halde, şeklindedir.
Burada Daralmış" ile birlikte edatının da hazfedildiği kabul edilmelidir.
Çünkü mazi bir fiil (di'li geçmiş) ancak bu edat ile birlikte hal olur. Buna
göre, Taşlar" kelimesi üzerinde vakıf yapılırsa eksik olur.
Bununla birlikte
kendisinden önceki buyruklarla ilgisi olmayan bir söz olması da caizdir. Yüce
Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "İşte sizin Rabbiniz hakkındaki bu
zannınız sizi helak etti.." (Fussilet, 41/23)
es-Sicistanî der ki:
"Kâfirler için hazırlanmıştır" buyruğu O ateş ki., kelimesinin sılasının bir
parçasıdır. Nitekim Âl-i İmran sûresinde de yüce Allah: "Kâfirler için
hazırlanmış olan o ateşten de sakının." (Al-i İmran, 3/13D diye
buyurmuştur.
İbnu'l-Enbârî der ki:
Ancak bu yanlıştır. Çünkü Bakara sûresinde yer alan bu ifade yüce Allah'ın:
"Yakıtı insanlarla taşlar olan" buyruğu ile vasledilmiş (sıla
yapılmıştır.) Dolayısıyla bunun ikinci bir sılaya bitiştirilme-si caiz olamaz.
Âl-i İmran sûresinde yer alan buyruğun ise " Hazırlanmıştır"
buyruğundan başka sılası yoktur. [169]
25. İman edip de salih
amel işleyenlere şunu müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan
cennetler vardır. Kendilerine orada o meyvelerden bir rızık verildikçe her
defasında: "Ha, bu bizim daha önce rızıklandığımız şeydi" derler. Ve
o kendilerine biri birinin benzeri gibi getirilir. Orada onlar için temiz kılınmış
zevceler de vardır ve onlar orada temelli kalıcıdırlar.
"İman edip de
salih amel işleyenlere şunu müjdele.." buyruğuna dair açıklamalar üç
başlıkta ele alınacaktır: [170]
Yüce Allah kâfirlerin
cezasını sözkonusu ettikten sonra mü'minlerin de görecekleri mükafatı
sözkonusu etmektedir.
Müjdeleme (tebşir):
-derinin dış tarafı anlamına gelen- el-beşere üzerinde etkisi ortaya çıkan
şeyleri haber vermek demektir. Çünkü tenin bu üst tarafı alınan ilk haber ile
değişiklik gösterir. Diğer taraftan "müjdelemek" çoğunlukla müjdesi
verilen hayırlı haber ile kayıtlı olarak sevindirici şeylerde kullanıldığı
gibi, böyle bir kayıt olmaksızın da kullanılır. Ancak keder ve kötü şeylerin
haber verilmesi halinde sadece müjdesi (haberi) verilen kötülük de açıkça
belirtilmek suretiyle, kayıtlı olarak kullanılır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlara acıklı bir azabın müjdesini ver." (Âl-i İmran, 3/21; et-Tevbe,
9/38; el-İnşikak, 84/24)
Güzel ve güleç bir yüz
için: "vechun beşirun" denilir. el-Büşra: Müjde getiren (mübeşşir)e
verilen müjdelik. Birşeyin ilk ve başlangıcına da "tebâşiru'ş-şey"
denilir. [171]
İlim adamları icma ile
şunu kabul etmişlerdir: Mükellef bir kimse: Her kim kullarımdan bana şu müjdeyi
getirirse o kişi hürdür, diyecek olsa ve kullarından bir ve daha fazla sayıda
kişi ona bu müjdeyi verecek olsa, aralarından ilk müjdeyi veren kişi hür olur,
ikincisi ve diğerleri olmaz. Ancak ilim adamları: Kullarımdan bana bunu haber
veren kişi hürdür, diyecek olsa, ikincisinin de birincisi gibi hür olup
olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şafii mezhebine mensup ilim
adamları, evet demişlerdir. Çünkü her birisi haber veren durumundadır. Bizim
(Maliki) mezhebimize mensup ilim adamları ise: Hayır olmaz demişlerdir. Çünkü
mükellef bundan sadece müjde olmak özelliğine sahip bir haberi kastetmiştir.
Bu da birincisine has bir durumdur. Bu örfen bilinen birşeydir. Bu bakımdan
sözün örfe göre açıklanması ve anlaşılması gerekir.
Muhammed b. el-Hasen
ise, mükellefin: Bana haber veren (ahbaranî) yahut bana söyleyen (haddeseni)
arasında fark gözetip şöyle demiştir: Adam: Benim herhangi bir kölem bana şunu
haber verse yahut bana bunu bunu söylese o kişi hürdür, sözünü muayyen bir
niyeti olmaksızın söylese ve ona ait olan bir köle bu hususa dair bir mektup,
bir söz veya bir elçinin geldiği haberini verse, o köle azad olur. Çünkü bu
bir haberdir. Şayet bundan sonra yine bir başka köle yine ona bunu haber verse
bu da hür olur. Çünkü o: "Hangi köle bana haber verirse o hürdür"
demiştir. Hepsi bu haberi ona verecek olurlarsa, hepsi de hür olurlar. Şayet
yemin ettiği zaman eğer karşılıklı olarak söz söylemek yoluyla haber vermeyi
kastetmiş ise, bu haberi karşılıklı ve sözlü olarak ona bildirmedikçe onlardan
hiçbir kimse azad olmaz. Eğer:
Hangi kölem bana
söylerse (haddeseni) diye söylemişse, o vakit onun bu ifadesi sözlü olarak
söylemek hakkındadır ve (sözlü olarak söylemeyen) kölelerinden hiç birisi azat
olmaz. [172]
"Salih amel
İşleyenler" buyruğu: İman, mücerred iman olması dolayısıyla itaatleri de
gerektirir, diyenlerin görüşünü reddetmektedir. Çünkü durum böyle olsaydı, bunu
ayrıca tekrar etmesine gerek olmazdı. Buna göre cennete, iman ve salih amel
ile kavuşulur. Cennet, iman ile elde edilir, fakat cennetteki derecelere salih
amellerle hak kazanılır da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Onlar için"
buyruğunun anlamı şudur: İman edenlere müjde ver ki, onlar için... vardır;
veya: Onlar için... olduğundan dolayı onları müjdele; anlamındadır.
"Cennetler"
bahçeler demektir. (Cennet örten ve kapatan anlamına gelmektedir.) Cennetler
adının veriliş sebebi içinde bulunan kimseleri ağaçlarıyla örtüp sakladığından
dolayıdır. (Kalkan anlamına gelen) el-micenne, anne karnındaki yavru anlamına
gelen "cenin" ve bahçe anlamına gelen "cennet" aynı
köktendir.
"Altından"
yani ağaçlarının altından demektir. Ağaçların ayrıca sözkonu-su edilmemesi,
"cennetler" (bahçeler) kelimesinin zaten ağaçlara delalet etmesinden
dolayıdır.
"Irmaklar
(el-enhâr)": Irmakların, nehirlerin suyu demektir. Akmanın nehirlere
nisbet edilmesi, kelimenin kullanımında bir genişliktir. Çünkü akan sadece
sudur. İfadenin kısaltılması için "su" kelimesi hazfedilmiştir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kasabaya sor." (Yusuf,
12/82); kasaba halkına sor, demektir. Şair de şöyle demektedir:
"Haber verildi
bana ki, senden sonra ateş tutuşturuldu Ve yine senden sonra ey Küleyb!
Meclis(tekiler) söğüştü." Burda mecliste bulunanları kastetmektedir.
Nehir,
"genişlettim" anlamına gelen: kelimesinden türetilmiştir. Kays b.
el-Hatim'in şu sözleri bu türdendir:
"Elimle darbeyi
güçlüce indirdim ve yarasını genişlettim Ön tarafında duran arkasını
görürdü."
Şair burada indirdiği
mızrak darbesiyle yarayı genişlettiğini belirterek nitelendirmektedir.
Peygamberimizin: Kanı akıtan ve üzerinde Allah'ın anıldığı şeyden (hayvandan)
yeyiniz."[173] buyruğunun
anlamı şudur: Kan nehir gibi akıncaya kadar kesmeyi genişleten şey ile
kesilen...
Bu kelimenin çoğulu
nuhr ve enhar şeklinde gelir. ise, suyu bol, akarsu demektir. Ebu Zueyb der ki:
"İkamet etti orda
ve bir çadır kurdu
Sazlıklar yanında suyu
bol ve tatlı bir su kıyısında."
Rivayet edildiğine
göre cennetin ırmakları kendilerine has yataklarda olmayacaktır. Irmaklar
cennetin sathı üzerinde cennetliklerin dilediği şekilde ve diledikleri yerde
tutulan ve akıtılan şeklindedir.
(Irmaklar anlamına gelen):
kelimesi üzerinde vakıf güzel olmakla birlikte, tam bir vakıf değildir. Çünkü
bundan sonra gelen: "Kendilerine orada o meyvelerden bir rızık
verildikçe.." buyruğu cennetlerin niteliklerini sıralamaya devam
etmektedir.
"Rızk" a
dair açıklalamalar daha önceden yapılmıştı.[174]
"Daha önce
rızıklandığımız şeydi." Dünyada iken rızıklandığımız şeydi, demektir. Bu
iki şekilde açıklanabilir: Onlar şöyle diyeceklerdir: Dünyada iken bize
va'dolunan bu idi,
Dünyada iken bize
verilen rızık bu idi. Çünkü, cennetteki meyvelerin, rı-zıkların rengi dünyadaki
meyvelerin rengini andırmaktadır. Ancak onu yiyecekler de tadının farklı
olduğunu göreceklerdir.
Âyet-i kerimede yer
alan: "Daha önce" buyruğunun cennetten rızıklandığımız şey anlamına
geldiği de söylenmiştir. Çünkü onlara peş peşe rızık verilecektir. Bunun
başlangıcında kendilerine yiyecek ve meyveler getirildiği vakit, ondan yerler.
Sonra günün bitimine doğru, yine o meyveler ve yiyecekler onlara getirilince
şöyle diyecekler: Bu daha önce rızıklandığımız bir-şeydir. Yani günün başında
bundan biz yedik. Çünkü rengi onu andırmaktadır. Fakat ondan yedikleri vakit
de ilk aldıkları tattan değişik bir tadının bulunduğunu göreceklerdir.
"Getirilir"
anlamına gelen kelimesi, Harun el-A'ver tarafından: şeklinde okunmuştur.
Birinci okuyuş şeklinde zamir cennet ehline gider. (Buna göre anlamı şöyle
olur: "O cennet ehline bir rızık getirildiği her seferinde..") İkinci
okuyuşa göre ise, zamir cennetteki hizmetçilere gider. O takdirde anlamı:
Hizmetçiler kendilerine bir rızık getirdikleri her seferinde...
"O kendilerine
biribirinin benzeri gibi getirilir." Yani görünüş itibariyle birbirini
andırır, fakat tadı farklı farklıdır. Bu açıklamayı İbn Abbas, Mücahid,
el-Hasen ve başkaları yapmıştır. İkrime der ki: Dünya meyvelerini andırmakla
birlikte diğer bütün nitelikleriyle ondan farklıdır. İbn Abbas şunu da
söylemektedir: Onlar bu sözlerini hayret ifade etmek üzere söyleyeceklerdir.
Zaten cennette bulunan şeylerden dünyada isimlerin dışında birşey yoktur.
Adeta onlar, görecekleri meyvelerin güzelliği büyüklük ve iriliğinden dolayı
hayrete kapıldıklarından bu sözleri söyleyecekler gibi.
Katade de der ki:
Hepsi, kaliteli ve güzeldir. Onlarda bayağı ve adi bir ürün olmayacaktır. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Müteşabih (biri birine benzer
özelliklerde) bir kitap.." (ez-Zumer, 39/23) Cennetteki meyveler, dünyada
biri ötekini andırmayan meyveler gibi olmayacaktır. Çünkü dünyadaki meyveler
arasında iri olanları da var, olmayanları da vardır.
"Orada onlar için
temiz kılınmış zevceler de vardır." Zevceler (ezvâc): Zevcin çoğuludur.
Kadın erkeğin zevci (eşi)dir. Erkek de kadının zevci (eşi)dir. el-Esmaî der ki:
Araplar (kadın için) hemen hemen (zevce) kelimesini kullanmazlar. el-Ferrâ
ise, "zevce" denildiğini de nakletmektedir. el-Fe-rezdak der ki:
"Benim zevcemi
baştan çıkarmaya çalışan kişi,
(Fırat kenarında
bulunan arslanı bol yer olan) eş-Şerâ'daki aslanlara varıp da
onların avucuna
işemesini isteyen gibidir."
Ammar b. Yasir de,
mü'minlerin annesi Aişe (r.anha) hakkında şöyle demiştir: Allah'a yemin
ederim, kesinlikle biliyorum ki, Aişe, Peygamber'in dün- j yada da âhirette de
zevcesidir. Fakat Allah sizi böyle bir imtihan ile karşı karşıya bırakmıştır.
Bunu Buharî nakletmiştir.[175]
Zevce tabirinin kullanılmasını Kisa'ide tercih
etmiştir.
"Temiz
kılınmış" ifadesi zevceler için sıfattır. Sözlükte "temiz kılınmış
(mu-tahhara)" tabiri, temiz (tahire) tabirinden daha kapsamlı ve daha
beliğdir. Böyle bir temizliğin ifade ettiği anlam, ay halinden, tükürükten ve
buna benzer ademoğlu kadınlarının birtakım pisliklerinden uzak olmak demektir.
Abdürrezzak der ki:
Bana, es-Sevri, İbn Ebi Necih'ten, o Mücahid'den naklederek, "temiz
kılınmış (mutahhara)" kelimesiyle ilgili olarak şöyle dedi: Küçük abdest,
büyük abdest yapmazlar. Çocuk doğurmazlar, ay hali olmazlar, menileri gelmez
ve tükürmezler.
Biz bütün bu
açıklamaları, "et-Tezkire" adını verdiğimiz eserimizin cennetlikler,
cennet ve nimetlerinin niteliklerine dair bölümde yapmış bulunuyoruz. Allah'a
hamdolsun.
"Ve onlar orada temelli
kalıcıdırlar." Hulûd (temellilik, ebedilik): Kalıcılık demektir.
"Cennetü'1-huld" tabiri de buradan gelmektedir. Mecazi olarak bu
kelime uzun zaman sürüp giden şey hakkında da kullanılır. Arapların dua
ederken: Allah, mülkünü daimî kılsın derken, anlatmak iste-, dikleri mülk
süresini, hükümdarlık süresini uzatsındır. Züheyr der ki:
"Dikkat et,
hadiselere rağmen, kalıcı birşey göremiyorum
Ve ebedî birşey de;
sadece kazık gibi çakılmış bağları böyle görüyorum."
Âyet-i kerimedeki
hulûd ise, gerçek manasıyla ebedîliği ifade eder. [176]
26. Gerçekten Allah
bir sivrisineği ya da (küçüklükte) ondan daha üstün herhangi birşeyi misal
vermekten çekinmez. İman edenler, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu
bilirler. Ama kâfirler: "Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir?"
derler. Allah bununla bir çoğunu saptırır ve bir çoğunu da hidâyete eriştirir.
O, bununla fasıklardan başkasını saptırmaz.
"Gerçekten Allah bir sivrisineği., misal
vermekten çekinmez." Ebu
Salih'ten gelen rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: Şanı yüce Allah münafıklara
şu iki örneği verince, yani: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir.."
(el-Bakara, 2/17) buyruğu ile: "Yahut gökten boşalan yağmur gibi..."
(el-Bakara, 2/19) buyruklarını indirince münafıklar: Allah misaller vermekten
daha yüce ve azametlidir, dediler. Bunun üzerine Allah, bu âyet-i kerimeyi
indirdi.
Atâ yoluyla gelen
rivayete göre de İbn Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah müşriklerin tanrılarını
sözkonusu edip onlar hakkında: "Eğer sinek, onlardan birşey alsa, bunu
ondan geri alamazlar." (el-Hacc, 22/73) diye buyurup, putların ilah
edinilmesini örümcek yuvasına benzetince, müşrikler şöyle dediler: Allah'ın
kulu Muhammed'e Kur'ân'ı indirdikleri arasında sinekten ve örümcekten
sözettiğini görüyor musun? Acaba o (bunları sözkonusu etmekle) ne yapmış
oluyor? Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi indirdi.
el-Hasen ve Katade der
ki: Yüce Allah Kitab-ı Kerim'inde sinek ve örümcekten söz edip bunları
müşriklere misal olarak gösterince yahudiler güldüler ve şöyle dediler: Bu,
Allah'ın sözüne hiç de benzemiyor. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi
indirdi.
utanır"
kelimesinin aslı şeklinde ayn el-fi'li ile lâm el-fi'li illet harfidir. Lâm
el-fi'li'nin (yani son harfinin) üzerinde damme ağır geldiğinden (harf-i med
şeklinde) sakin okunmuştur. Buna göre ism-i şeklinde çoğulu ise şeklinde gelir.
"Gerçekten Allah
bir sivrisineği., misal vermekten çekinmez" buyruğunda İbn Muhaysın
(mastar olarak çekinmek, utanmak anlamlarına gelen) âyet-i kerimede yer alan
kelimesini şeklinde okumuştur. Bu okuyuş şekli İbn Kesir'den de rivayet
edilmiştir. Temim ve Bekr b. Vailo-ğulları'nın da şivesi böyledir. Burada
birinci yâ harfinin harekesi hâ harfine nakledilerek, yâ harfi sakin oldu.
Arkasından ikinci yâ harfi üzerindeki damme ağır geldiğinden sakin kılındıktan
sonra ve (iki sakinin) iltikâ (sı, arka arkaya gelmesi) dolayısıyla, birileri
hazf edilmiştir. Bunun ism-i faili çoğulu ise gelir. Bu açıklamalar
el-Cevheri'ye aittir.
Müfessirler bu âyet-i
kerimede yer alan "çekinmez" buyruğunun anlamının ne olduğu
hususunda farklı görüşlere sahiptir. "Korkmaz" anlamında olduğu
söylenmiştir. Taberi bu açıklama şeklini tercih etmiştir. Âyet-i kerimede yer
alan ve: "Ve insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha
uygundur." (el-Ahzab, 33/37) Buyruğunda "korkmak" utanmak, çekinmek
anlamlarındadır. Başkası ise: Terketmez, vazgeçmez şeklinde açıklamışlardır.
Geri kalmaz, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Haya etmek (utanmak,
çekinmek); aslında çirkin bir iş işlemek korkusuyla birşeyden uzak durmak ve
geri kalmak demektir. Yüce Allah için ise böyle birşey imkansızdır. Müslim'in
Sahihinde Umm Süleym (r.anhâ)'dan gelen] Çhadis-i şerifte şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Umm Süleym, Peygamber (s.a)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey
Allah'ın peygamberi, muhakkak Allah haktan çekinmez (haya etmez)...[177]
Yani kendi dini uğrunda haya edilmesini em-/ [ retmez ve bu hususun sözkonusu
edilmesinden imtina etmez.
"Herhangi bir
şeyi misâl vermek." Bunun anlamı, beyan etmek demektir.
"Sivrisinek"
anlamına gelen kelimesinin iki üstün ile okunuş sebebiyle ilgili dört açıklama
şekli yapılmıştır:
1- şey,
zaide, "sivrisinek" anlamındaki kelime, "bir misal" anlamındaki
kelimeden bedeldir. (Buna göre anlam: Allah bir misali vermekten yani
sivrisineği dahi misal göstermekten çekinmez... şeklinde olur).
2- Allah, az
dahi olsa, herhangi bir şeyi (mesela) sivrisineği misal vermekten çekinmez...
anlamına gelmesi. Bu açıklamayı el-Ferra, ez-Zeccac ve Sa'leb yapmıştır.
3- Allah,
sivrisinek olsun daha yukarısını olsun, herhangi birşeyi misal vermekten
çekinmez anlamında olması. el-Kisai'nin ve yine el-Ferra'nın görüşüdür.
Ebu'l-Abbas delil olarak şunu gösterir:
"Ey tepeden
tırnağa kadar insanların iyisi,
Seven ve sevdiğini
gözetenin bağlarını bağlayan ip yoktur."
4- Allah,
herhangi bir şeyi, bir sivrisineği misal vermekten çekinmez, anlamına gelmesi.
ed-Dahhâk, İbrahim b.
Ebi Able ve Ru'be b. el-Accac Sivrisinek" kelimesini ötreli olarak
okumuştur. Bu, Temimlilerin şivesidir. Buna göre, ifadenin takdiri anlamı şöyle
olur: Allah sivrisinekten ibaret olan bir misal vermekten çekinmez. Yüce
Allah'ın: Güzelce uygulayan üzerine (nimetlerimizi) tamamlamak üzere..."
(el-En'am, 6/154) şeklindeki buyruğunu bazı kimselerin: şeklinde yani "o
en güzel olan kimse üzerinde nimetimizi tamamlamak üzere" anlamına gelecek
şekildeki kıraatleri de bunu andırmaktadır.
Arapçada "misal
darbetmek (vurmak)" tabiri misal vermek anlamında kullanılır. Yine Arap
dilinde: "Bu binalar, tek darb üzeredir" denildiği zaman tek bir
örnek ve tek bir türdür, denilmek istenir. Darp tür anlamındadır.
Sivrisinek anlamına
gelen kelimesi et kesmek anlamına gelen kelimesinden türemiştir. Aynı anlamda
olmak üzere: şeklinde de kullanılır. onu kısım kısım ayırdım,
parçaladım," demektir. el-Cevherî ve başkalarının açıklamasına göre
(sivrisineğe) "baûda" adının verilişi küçüklüğü dolayısıyladır.
"Daha üstün"
el-Kisai, Ebu Ubeyde ve başkalarının açıklamalarına göre "daha üstün"
buyruğunun anlamı, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- ondan daha aşağı
demektir. Yani küçüklük itibariyle ondan daha üstün denilmiş oluyor. el-Kisai
der ki: Bu bizim günlük konuşmamızda: Sen bunu kısa mı görüyorsun? dediğimiz
vakit, muhatabımızın: Bundan da ileri, bundan da üstün, demesine benzer ki
yani gördüğünden de daha kısa demek istiyor.
Katade ve İbn Cüreyc
der ki: Büyüklük itibariyle daha üstün demektir.
"Bunun"
kelimesindeki zamir, misale aittir. Yani o misalin hak olduğunu bilirler,
demektir.
Hak ise batılın zıddıdır.
Hakk, hukukun tekilidir. ondan da daha özel bir anlam ifade eder. Mesela
"bu benim hakkımdır," anlamında denilir.
"Ama kâfirler:
Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir? Derler. Ama" harfini Temimliler
şeklinde söyler ve aynı harfi tekrarlamamak için mim'lerden birisini yâ'ya
değiştirirler. Ömer b. Ebi Rabîa'nın şu beyiti de buna göre şöylece
nakledilmektedir:
"Güneş tepeye
çıktığında bir adam gördü ki;
(Kuşluk vakti) çıkar
ortaya, ama akşam oldu mu da (zayıflıktan) üşür." Nahivciler ne" edatı
hakkında farklı açıklamalarda bulunmuşlardır. Bir görüşe göre tek isim
konumundadır ve anlamı şöyle olur: Allah bu misal ile, neyi anlatmak
istemiştir? İbn Keysan, bu güzel olan açıklama şeklidir, demektedir.
Bir diğer görüşe göre,
tam bir isimdir ve mübtedâ olarak ref mahal-lindedir. (li ) ise, ism-i mevsûl
anlamında olup mübtedâ'nın haberidir. Buna göre; Allah'ın misal olarak
anlatmak istediği nedir? demek olur. Bu sözleriyle de, soru sorarak inkar
etmektedir yani, böyle birşeye olumsuz bir tepki göstermektir. misal"
kelimesi ise mansub olup, sonraki cümle ile ilgisi yoktur. İfadesinin takdiri -
Sa'leb'e göre - : Allah bununla nasıl bir misal vermeyi murad etmiştir?
şeklindedir. İbn Keysân ise bu, hal konumunda temyiz olarak nasbedilmiştir. (Yani:
Allah böyle bir misal ile neyi murad etmiştir?)
"Allah bununla
bir çoğunu saptırır ve birçoğunu da hidâyete eriştirir." Denildiğine göre
bu, kâfirlerin söyledikleri sözlerdendir. Yani, kendisi sebebiyle insanları
sapıklığa ve hidâyete olmak üzere ikiye ayırdığı bu misal ile Allah, neyi
anlatmak istemiştir?
Bir başka görüşe göre
bu buyruk, yüce Allah'ın verdiği bir haberdir. Daha uygun görülen açıklama
şekli de budur. Çünkü onlar hidâyetin Allah tarafından olduğunu kabul
ediyorlardı. Buna göre anlam şöyle olur: De ki: Allah bu misal ile pekçok
kimseyi saptırır, pek çok kimseyi de hidâyete iletir. Yani muvaffak kılar veya
yardımsız bırakır. Buna göre, bu buyruk daha önce kendilerinden söz edilen
Mu'tezile ve benzerlerinin şu şekildeki görüşlerine de bir reddiye ihtiva
etmektedir: Çünkü Mutezile ve onların kanaatlerini kabul edenlere göre Allah,
sapıklığı ve hidâyeti yaratmaz. Derler ki: "Bir çoğunu saptırır"
buyruğunun anlamı, burada ad vermektir. Yani birçoğuna sapık adını verir.
Nitekim "filan kişiyi fasık kıldım" denirken, ona fasık adını verdim,
denmek istenir. Çünkü yüce Allah, hiçbir kimseyi saptırmaz. Saptırma ile ilgili
izledikleri yol budur. Ancak onların bu açıklamaları müfes-sirlerin görüşlerine
aykırıdır ve dil açısından da böyle bir açıklamaya ihtimal yoktur. Çünkü bir
kimseye sapık (dâl) adı verildiği zaman onu sapıklıkla adlandırdı"
denilir. Yoksa, bir kimseye sapık adı verildiği takdirde bunu anlatmak üzere
(âyet-i kerimedeki şekliyle): denilmez.
Bu buyruğun anlamı
Mu'tezile ve onların yolundan gidenlerin verdiği şekilde değil de hak ehline
mensup müfessirlerin belirttiklerine göre şöyledir: Allah, kâfirliklerine bir
ceza olmak üzere insanlardan birçok kimseyi bu misal sebebiyle yardımsız
bırakır (hidâyete eriştirmez).
Diğer taraftan yüce
Allah'ın: "O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz" buyruğunun yüce
Allah'ın söylediği buyruk olduğunda (yani başkasının söylediği sözü nakleden
bir ifade olmadığında) görüş ayrılığı yoktur. Bu buyruğun takdirî anlamı
şöyledir: Allah, bu misal ile ancak ezelî ilminde kendilerine hidâyet
vermeyeceğini takdir etmiş olduğu fasıkları saptırır.
Burada
"fasıklardan başkasını saptırmaz" buyruğunda yer alan Ancak"
edatını istisna edatı, "fasıklar" kelimesini de istisna kabul etmek
doğru değildir. Çünkü istisna ancak kullanılan ifadenin tam bir anlama gelmesinden
sonra sözkonusu olur.
Nevf el-Bikâlî der ki:
Uzeyr, yüce Rabbine yaptığı münacaatından birisinde şöyle demiştir: İlahi, sen
birtakım mahluklar yaratırsın, dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete
erdirirsin. Ona: Ey Uzeyr, böyle bir şekilde dua etmekten vazgeç denildi. Ya
bu işten vazgeçersin ya da seni peygamberlik makamından silerim. Çünkü Ben
yaptığımdan dolayı sorumlu tutulmayanım. Onlar ise yaptıklarından sorumlu
tutulurlar.
Dalâlet (sapıklık)ın
asıl anlamı helak olmak, fena bulmak, yok olmaktır. İşte bu anlamdan hareketle
su, sütün içerisinde kaybolduğu, yok olduğu zaman denilir. Yüce Allah'ın: Biz
yerde kaybolduğumuz vakit..." (es-Secde, 32/10) buyruğundaki ifade de
buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar Fatiha sûresinde daha önceden
yapılmıştır.[178]
Fısk, Arap dilinde
asıl anlamı itibariyle birşeyin dışına çıkmak demektir. Mesela, taze hurma
kabuğundan, fare deliğinden çıktığı zaman bu tabir kullanılır. (Yiyecek ve
içecekleri ifsad ettiğinden dolayı) fareye: "el-fuveysi-ka
(fasıkçık)" denilir. Hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir: "Beş
fasık var-] Vdır ki bunlar harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler:
Yılan, ala*^ ~? karga, fare, uyuz köpek ve çaylak." Bu hadisi Hz. Âişe
Peygamber (s.a)'dany \rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır.[179]
Bir başka rivayette de
"yılan" yerine akrep zikredilmiştir. Peygamber (s.a) bunlar hakkında
"fısk" tabirini verdikleri eziyetler sebebiyle kullanmıştır. Nitekim
inşaallah ileride bu kitapta buna dair açıklamalar gelecektir.
Kişinin fasıklık
etmesi, -el-Ahfeş'ten nakledildiğine göre- facirlik etmesi, yani günah işlemesi
demektir. Yüce Allah'ın: "Rabbinin emrine karşı fasıklık etti"
(el-Kefh, 18/50) buyruğu ise Rabbinin emri dışına çıktı demektir.
İbnu'l-A'râbi'nin
iddiasına göre bu kelime, (Allah'ın emri dışına çıkmak anlamında) cahiliyye
arapları dilinde olsun, şiirinde olsun kullanılmamıştır. (İbnu'l-A'râbi) der
ki: Bu ise hayret edilecek birşeydir. Halbuki bu kelime Arapça bir kelimedir.
Bu sözleri İbnu'l A'râbi'den İbn Faris ve el-Cevherî nak-letmişlerdir.
Derim ki: Ebu Bekr
el-Enbârî "ez-Zâhir" adlı eserinde "fısk"ın anlamı ile
ilgili açıklamalarda bulunurken şairin şu beyitini de nakletmektedir:
"Necid'de
giderler ve aşağıların da aşağısındaki yolu izlerler Maksatlarından uzaklaşmış
fasıklar olarak."
Fıssîk: Fasıklığı
sürekli olan demektir. "Yâ fusak, yâ hubes!" nidası "ey fâsık,
ey habis (murdar)!" demektir. Şer'î bir terim olarak fısk: Yüce Allah'a
itaatin dışına çıkmaktır. Bu kelime küfür ve inkar ile dinden çıkan hakkında
kullanıldığı gibi, isyan ederek Allah'ın emri dışına çıkan hakkında da kullanılır. [180]
27- Onlar ki Allah'ın
ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar, Allah'ın birleştirilmesini emrettiği
şeyi keserler ve yeryüzünde fe-sad çıkarırlar. İşte onlar zarara uğrayanlardır.
Bu buyruğu yedi başlık
halinde açıklayacağız:
"Onlar ki"
bu buyruk bir önceki âyet-i kerimede geçen "fasık-lar"ın sıfatı
olarak nasb mahallindedir. (Yani o fasıklar ki. . JArzu edildiği takdirde
mahzuf bir mübtedanın haberi olarak merfu da kabul edilebilir. Yani: Onlar
öyle kimselerdir ki... Buna dair açıklamalar daha önceden de yapılmıştı.[181]
"Allah'ın
ahdini., bozarlar" buyruğundaki bozmak, (nakzetmek): Sağlam bir şekilde
yapmış olduğun bir binayı, yahut büktüğün bir ipi veya verdiğimiz bir ahdi
ifsad etmek, yani bozmaktır.
Kıldan yapılmış olan
kendirler, çözüldüğü zaman bunlara "en-nukâda" denilir. Söylenen
sözlerde "munakaza (çelişki)" ise söylenen sözler arasında anlam
bakımından tutarsızlık ve çelişki olması demektir. Nakz etmek için söylenen
şiire de "nakîda" denilir. Nakz edilmiş (bozulmuş) şeye de
"en-Nikd" adı verilir.
İlim adamları, sözü
geçen ve sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan bu ahdin hangisi olduğunu tesbit
etmek hususunda farklı görüşlere sahiptirler:
a- Bu, yüce
Allah'ın âdemoğullarından onları babaları Âdem'in sırtından çıkardığında aldığı
sözdür.
b- Yüce
Allah'ın peygamberleri aracılığıyla kitaplarında insanlara yaptığı tavsiyeler,
onlara kendisine itaat etmeleri ile ilgili vermiş olduğu emirler ile kendisine
isyanı yasaklamasıdır. Bu buyruklar gereğince amel etmeyi ter-ketmeleri bu ahdi
bozmaları demektir.
c- Yüce
Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasıyla diğer mahlukatındaki vahdaniyetini
gösteren delilleri koymuş olması, onlardan ahit almak konumundadır. Bu ahdi
terketmeleri, bu ilahi san'at delillerine bakıp düşünmeyi ter-ketmektir.
d- Şanı yüce
Allah'ın kitap ehlinden almış olduğu ahiddir. O, bunlara Peygamber (s.a)'ın
peygamberliğini açıklamalarını ve bunu gizlememelerini emretmiş idi. Bu
açıklama şekline göre âyet-i kerime kitap ehli hakkındadır.
e- Ebu İshak
ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın ahdi, peygamberlerden ve ona iman edenlerden
son peygamber Muhammed (s.a)'ı inkâr etmeyeceklerine dair almış olduğu sözdür.
Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Hani Allah,
peygamberlerden size verdiği Kitap ve hikmetten sonra beraberinizdekini
doğrulayıcı bir peygamber gelince ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz
diye söz aldığı zaman dedi ki: İkrar edip kabul ettiniz mi ve bu yükümü alıp
yüklendiniz mi?" (Al-i İmran, 3/81) Burada sözü geçen "yükümü"
buyruğu ile kastedilen "benim ahdimi"dir.
Derim ki: Ancak bu
âyet-i kerimenin öncesi ile sonrasında yer alan buyrukların zahiri, âyetin
kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. İşte bu husus ile ilgili görüşlerin
toplamı beşi bulmuş olmaktadır. İkinci görüş bunların hepsini kapsamına alacak
özelliktedir. [182]
el-Mîsâk: Yemin ile
pekiştirilmiş ahid demektir. Düğüm ve bağlama işinin oldukça sağlam yapıldığını
ifade etmek için kullanılır. Bu kelimenin çoğulu "el-Mevâsîk"
şeklinde gelir. Meyâsik ve meyâsîk şeklinde de gelir. İbnu'l-A'râbî şu beyiti
nakletmektedir;
"Öyle bir bölge
ki, ebediyyen konulmaz oraya iznimiz olmadıkça
Ve biz başka kavimlere
sormayız söz ve ahitleri!"
Mevsik, müsâk
anlamındadır. Muvâsaka, muahede anlamındadır. Yüce Al-lah'ın şu buyruğu da
buradan gelmektedir: Sizi kendisi ile bağladığı andınızı (ahdinizi sözünüzü)
hatırlayın." (el-Maide, 5/7) [183]
Kesmek, bilinen bir
eylemin adıdır. Akrabalık bağı ile ilgili olarak da kullanılır. İp ve benzeri
şeyleri kesmek, nehir gibi şeyleri karşıdan karşıya geçmek (katetmek) anlamında
kullanıldığı gibi, göçmen kuşlar bir ülkeden bir başka ülkeye çıkıp gittikleri
vakit de bu kelime kullanılır. Suların azalmasını, bitkin ve yorgun düşmüş bir
kimsenin durumunu ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. [184]
"Allah'ın
birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler." Burada Şeyi kelimesi,
keserler" fiili dolayısıyla nasb mahallinde (nesnesi)dir. Âyetin bu
bölümünün: "Bitiştirilmemesi" şeklinde yani bitiştirilmesinden hoşlanmadıkları
şeyi keserler anlamında olması da mümkündür.
Bitiştirilmesi
emredilen şeyin ne olduğu hususunda da farklı görüşler vardır:
a- Burada
bitiştirilmesi istenen akrabalık bağlarıdır (sıla-i rahim).
b- Sözün
amel ile bir arada olmasını emretmektedir. Fakat onlar amel etmedikleri halde
söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden kopardılar.
c-
Kesintisiz olarak bütün peygamberlerin tasdik edilmesini emretmektedir. Ancak
onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle
bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş oldular.
d- Burada
Allah'ın dinine, yeryüzünde O'na ibadet etmeye, şer'î hükümlerini uygulamaya
ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dolayısıyla bu, yüce Allah
tarafından bitiştirilmesi emredilen herşey hakkında genel bir ifadedir.
Cumhurun görüşü budur. Akrabalık bağlarını bitiştirmek de bunun bir parçasıdır. [185]
"Ve yeryüzünde
fesad çıkarırlar." Yani Yüce Allah'tan başkasına taparlar, yaptıkları
işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Çünkü onların işleri şehvet ve arzularına
göredir. Fesadın en ileri derecesi de işte budur.
"İşte onlar
zarara uğrayanlardır" anlamındaki buyruk mübtedâ ve haberdir. onlar"
zâiddir. Bununla birlikte ikinci mübtedâ da kabul edilebilir. İkinci mübtedâ
ile onun haberi (bir arada), birincisinin haberidir. Önceden (benzeri
el-Bakara, 2/5 te) geçmiş bulunmaktadır. Kendi nefsinin felah ve kurtuluştan
payını azaltan kimseye "hâsir (zarara uğrayan)" denilir. İster
terazideki, ister başka birşeydeki eksiklik ve zararın adı da
"hüsrân"dır. Cerîr der ki: "Şüphesiz Selît bir hüsrandadır.
Çünkü
Onlar atalarından beri
köle olarak yaratılmış bir topluluğun soyundan geliyorlar." Burada
hüsrandan kastı, onların şeref ve paylarının eksikliğine sebep olan şeylerdir.
el-Cevherî'nin açıklamasına göre aynı kökten gelen: "el-hasâr, el-hasâre
ve el-haysara" kelimeleri sapıklık ve yokolma demektir. O bakımdan helak
olan kimseye "hâsir (hüsrana uğrayan, zarar eden)" denilir. Çünkü böyle
bir kişi Kıyamet gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek ve cennette
kendisi için ayrılmış olan yere gidemeyecektir. [186]
Bu âyet-i kerime ahde
vefa gösterip ona bağlı kalmaya, aynı şekilde kişinin bağlı kalmakla kendisini
yükümlü tuttuğu caiz olan her türlü ahdi bozmanın helal olmadığına bir
delildir. Bu ahidlerin müslüman ile müslüman olmayan arasında olması
farketmez. Çünkü yüce Allah, ahdini bozan kimseyi burada yermiştir. Ayrıca:
"Ahidlerinizi eksiksiz olarak yerine getiriniz" (el-Maide, 5/1) diye
buyurduğu gibi, Peygamberine de şu emri vermiştir: "Eğer bir kavmin
hainliğinden endişeye düşersen, adalet üzere (ahidlerini gerisin geri)
kendilerine at." (el-Enfal, 8/58) diye buyurarak ahdinde durmamayı yasaklamıştır.
Ahdinde durmamak ise ancak verilen sözü bozmakla olur. Nitekim ileride yeri
gelince[187] -inşaallah-
açıklanacaktır. [188]
28. Nasıl oluyor da
Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki daha önce ölüler idiniz de sizi O, diriltti.
Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda da yalnız O'na
döndürüleceksiniz.
"Nasıl"
anlamına gelen hale dair bir sorudur. Yani, bunlar öyle kimselerdirler ki,
kendilerine karşı susturucu deliller sabit olduğu halde, inkâra saptıkları
için, durumlarına hayret edilmesi gereken kimselerdir.
Kitap ehli, Allah'ı
inkâr etmemekle birlikte onlara bu şekilde bir hitap nasıl yerinde olur? diye
sorulacak olursa cevap şudur: Onlar Muhammed (s.a)'ın durumunu olduğu gibi
kabul etmeyip getirdiklerini tasdik etmediklerinden dolayı Allah'a şirk koşmuş
oluyorlar. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in Allah tarafından gönderildiğini kabul
etmiyorlar. Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu iddia eden kimse, Allah'a
şirk koşmuş ve ahdini bozmuş olur.
Şöyle de denilmiştir:
"Nasıl" anlamına gelen kelimesi, aslında soru edatı olmakla birlikte
burada böyle değildir. Burada bu kelime gerçeği söyletmek ve azarlamak için
gelmiştir. Yani: O bunlara kadir iken nasıl olur da üzerinizdeki nimetlerini
inkâr edebilirsiniz, demektir. el-Vâsıtî der ki: Yüce Allah, bu buyruğu ile
onları en ileri derecede azarlamış bulunmaktadır. Çünkü ölüler ve cansızlar
hiçbir hususta kendilerini var eden ile tartışmazlar. Aksine, bu konuda
tartışma canlı iskeletler tarafından yapılmaktadır.
"Halbuki siz daha
önce ölüler idiniz" buyruğu yaratılıştan önceki hallerini ifade
etmektedir.
"... de sizi O
diriltti, sonra sizi öldürecek." Burada vakıf tam bir vakıf olur. Ebu
Hatim böyle demiştir. Daha sonra yüce Allah: "... sonra sizi
diriltecek..." diye buyurmaktadır.
Tefsir alimleri, bu
iki ayrı ölüm ile iki ayrı hayatın sırası ve insan için kaç defa ölümün ve kaç
defa hayatın sözkonusu olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn
Abbas ve İbn Mes'ud der ki: Yani sizler yaratılmadan önce, yok ve var
olmayanlar anlamında "ölüler" idiniz. Sonra sizi diriltti. Yani
yarattı. Daha sonra ecellerinizin sona ermesiyle sizi öldürecek, sonra Kıyamet
gününde sizi tekrar diriltecektir.
İbn Atiyye der ki: Bu
âyet-i kerime ile anlatılmak istenen işte budur. Kâfirlerin kaçış yolu
bulamayacakları delil de budur. Çünkü ölüm ve hayatı kabul etmektedirler. Eğer
kâfirler, daha önce varlığı sözkonusu olmayan ölüler olduklarına, sonra
dünyada hayat bulmaya, sonra yine dünyada ölüme dikkat edecek olsalar, ondan
sonraki son dirilişin gereğine dair kanaatleri pekişir ve güç kazanır, buna
bağlı olarak ölümden sonraki dirilişi inkâr etmeleri de herhangi bir delil
getiremedikleri bir iddiadan ibaret kalır.
Bir başkası da şöyle
demiştir: Bu açıklamaya göre, kabirdeki hayat dünya hayatı hükmünde demektir.
Dünya hayatında öldürüp sonra yine dünyada iken dirilmesi, kişinin ilk ölümü
sayılmadığı gibi, kabir hayatı da sayılmaz denilmiştir.
Bu buyruğun
açıklanmasıyla ilgili şöyle de denilmiştir: Sizler Adem'in sulbünde ölüler
idiniz. Sonra onun sırtından toz zerrecikleri gibi sizi çıkardı. Sonra sizi,
dünyada öldürür sonra sizi tekrar diriltecektir.
Bir başka açıklama
şekli de şöyledir: Sizler erkeklerin sulblerinde, kadınların rahmlerinde ölüler
-yani nutfeler- idiniz. Sonra sizleri rahimlere taşıdı, orada sizi diriltti.
Daha sonra bu hayattan sonra sizi öldürür, sonra soru sormak üzere kabirde sizi
diriltir. Sonra kabirde sizi öldürür. Daha sonra mahşere gitmek üzere
kabirlerinizde diriltir. İşte ardında ölümün sözkonusu olmadığı hayat da
budur.
Derim ki: Bu
açıklamaya göre üç ölüm ve üç dirilme sözkonusudur. Âdem'in sulblerinde ölüler
olmaları, onun sırtından çıkartılıp kendileri hakkında tanıklıkta bulunmaları,
erkeklerin sulbleriyle kadınların rahimlerinde nutfeler halinde bulunmalarından
farklı bir durumdur. Buna göre, dört ölüm ve dört hayat sözkonusudur.
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah onları, Âdem'i yaratmadan önce toz zerrecikleri gibi varetti, sonra
da öldürdü. Buna göre, beş ölüm ve beş diriltme sözkonusu olur. Muhammed
(s.a)'in ümmetinden günahkar kimseler için cehenneme girdiklerinde sözkonusu
olacak altıncı bir ölüm vardır. Çünkü Ebu Said el-Hudrî tarafından rivayet
edilen hadiste şöyle denilmek- i tedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki:
"Cehennemlik olan cehennem ehline ge-j /linçe, onlar orada asla ölmeyecek
ve dirilmeyeceklerdir. Fakat bir takım in-ı j sanlar vardır ki onlara günahları
sebebiyle ateş isabet edecektir. Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir.
Nihayet, kömür haline geleceklerinde hak-/ larında şefaate izin verecektir.
Ayrı ayrı topluluklar halinde getirilecek ve cennet nehirleri üzerine
saçılacaklardır. Sonra şöyle denilecek: Ey cennet halkı, bunlara (su) akıtın.
Selin sürüklediği şeyler arasında bulunan bakla tohumu gibi
biteceklerdir." Bunu dinleyenler arasında bulunanlardan birisi şöyle
dedi: Sanki Rasulullah (s.a) çölde çobanlık etmiş gibidir. Bu hadisi Müs-
rivayet etmiştir.[189]
Derim ki: Hadis-i
şerifte geçen: "Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir"
buyruğunda kastedilen hakiki mahiyetiyle ölümdür. Çünkü burada mas-dar ile
te'kid edilmiştir. Bu ise onlar için bir ikramdır. Şöyle de denilmiştir:
"onları... öldürür" ifadesinin uyumak suretiyle cehennemin acılarını
duymayacak hale gelmelerin de olabilir. Ve bu hakiki manada bir ölüm değildir.
Ancak birinci görüş daha sağlıklıdır. Nahivciler fiili masdar ile tekid
ettiğimiz takdirde (mef'ûl-u mutlak) mecaz anlamını ifade etmeyeceğini bunun hakikat
anlamını dile getireceğini sözbirliği halinde kabul etmişlerdir. Yüce Allah'ın:
"Allah Musa ile de konuştu." (en-Nisa, 4/164) buyruğu da bu
türdendir. Yüce Allah'ın izniyle yeri gelincede bunun da açıklaması
yapılacaktır.
Bu buyruğun anlamı ile
ilgili olarak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sizler etkisiz ve hareketsiz
olduğunuz için ölü gibi idiniz. Bu din ve size gelen Peygamber sayesinde
şanınızı, şerefinizi yükselterek sizi diriltti. Sonra sizi öldürecek ve
sözünüz edilmeyerek öleceksiniz. Sonra da öldükten sonra diriliş için sizi
tekrar diriltecektir.
"Ve sonunda da
yalnız O'na döndürüleceksiniz." Küfür ve inkârınız sebebiyle O'nun azabına
döneceksiniz. Tekrar hayat bulacak ve sorguya çekileceksiniz, anlamında olduğu
söylenmiştir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Daha önce ilk yaratmayı başlattığımız gibi, onu iade ederiz."
(el-Enbiya, 21/104) Buna göre onların tekrar iade edilmeleri, di-riltilmeleri
ilk yaratılışları gibidir. Bu da bir dönüş demektir.
Çoğunluk bunu: "
döndürüleceksiniz" şeklinde okumuştur. Ancak Yahya b. Ya'mer, İbn Ebi
İshak, Mücahid, İbn Muhaysin, Sellam b. Ya'kub, bu kelimenin geldiği yerlerde
muzaraat harfini üstün, cim harfini de esreli yani"...dönerler"
şeklinde okurlar. [190]
29. Yerde ne varsa
hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yö-nelip de onları yedi gök
halinde düzenledi. O her şeyi bilendir.
"Yerde ne varsa
hepsini sizin için yaratan O'dur..." buyruğu ile ilgili açıklamalarımızı
on başlık halinde ele alacağız:
"Yaratmak",
yokluktan sonra icad etmek, meydana getirmek, var etmek demektir. Bazan
herhangi bir işi yapması halinde insan hakkında da "yarattı"
kullanıldığı olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Söylediğini
yaratan kimseye karşı
Benim yapabileceğim
çok azdır."
Buna dair açıklamalar
daha önceden de yapılmıştı.[191]
İbn Keysan der ki:
"Sizin için yaratan" buyruğu sizden dolayı, size sebep yaratan
demektir. Bunun anlamı şudur: Yeryüzünde her ne varsa sizin için bir nimettir,
o bakımdan bunlar sizin içindir. Aynı zamanda bunlar, tevhide ve ibrete
delildir, şeklinde de açıklama yapılmıştır.
Derim ki: İleride de
açıklayacağımız üzere doğru olan açıklama şekli budur. Bununla insanların
ihtiyaçları olan herşeyi kastetmiş olması da mümkündür. [192]
Haramlığına dair delil
bulunmadıkça, kendileri ile yararlanılan eşyada as-lolan mübahlıktır, diyenler
bu ve buna benzer diğer âyetleri delil gösterirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu
gibi: "Göklerde ve yerde bulunan şeylerin hepsini de kendi nezdinden size
müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu kanaati ortaya atanlar, şu
sözleriyle de delillerini desteklerler: İnsanın hoşuna giden, canının çektiği
güzel yiyeceklerin yaratılmaması mümkün olmakla birlikte yaratılmıştır. O
halde bunlar boşuna yaratılmış olamazlar. Dolayısıyla bunların bir faydasının
olması da kaçınılmazdır. Bu faydanın yüce Allah hakkında sözkonusu olması ise
doğru olamaz. Çünkü O, bizatihi müstağnidir. Yani böyle şeye de başka şeye de
muhtaç değildir. Dolayısıyla sözü geçen bu fayda bize aittir. Bizim bunlardan
fayda sağlamamız; ya bunlardan lezzet almak şeklindedir veya bu yolla
denenmemiz için onlardan kaçınmamız şeklinde ortaya çıkar yahut bizim
bunlardan gereken şekilde ibret almamız ile gerçekleşir. Bütün bu hususların
elde edilmesi ancak bu güzel ve lezzetli şeylerin tadına bakmakla mümkün olur.
O bakımdan bunların mubah olması gerekmektedir.
Fakat bu iddia,
tutarsızdır. Çünkü bizler, bir menfaat için yaratılmadıkları takdirde boşu
boşuna yaratılmış olmaları gereğini kabul etmiyoruz. O bunları bu şekilde
yaratmıştır. Çünkü asıl olarak menfaatlerini yaratmak, O'nun için vacip
değildir. Aksine vacip kılan O'dur. Diğer taraftan sözü geçen menfaatin
belirttikleri hususlara münhasır olmasını da kabul etmiyoruz ve bu gibi
menfaatlerden herhangi birisinin yiyeceklerin tadına bakmadıkça meydana
gelemeyeceği tezini de reddediyoruz. Aksine bazan, tabiat ve karakterler
üzerinde araştırma yapanlarca bilindiği gibi, tadları ne şekilde olduğunu başka
birtakım hususlarla da anlamak mümkündür. Bu iddiaya karşı bu tadına bakılacak
şeyin öldürücü zehirler olmasından korkulması ile de görüşleri reddedilir.
Diğer taraftan bunların haram olduklarını kabul eden kimselerin ileri
sürdükleri birtakım şüpheler de bunların tezlerine karşıdır.
Başkaları bu konuda
hüküm vermeyip şöyle demişlerdir: Bizim kendisinin, güzel veya çirkin (hasen
veya kabili.) olduğunu idrak edebildiğimiz her bir fiilin aynı zamanda bizatihi
güzel olması da mümkündür. Bunun ne olduğunu şer'î hüküm gelmedikçe tayin
edecek bir delilimiz yoktur. O halde bu konuda şer'î hüküm gelmedikçe durmak ve
karar vermemek gerekir.
Bu üç görüş de
Mu'tezileye aittir.
Şeyh Ebu'l Hasen
(el-Eş'arî) ve onun mezhebini kabul edenlerle Malikî mezhebine mensup ilim
adamlarının çoğunluğu ile es-Sayrafî bu mes'ele ile ilgili olarak hüküm
vermemeyi (tevakkufu) mutlak olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre, tevakkufun
(karar ve hüküm vermemenin) anlamı şudur: Böyle bir durumda eşya hakkında
hüküm verilemez. Şeriat (şer'î hüküm geldiği takdirde) onlarla ilgili dilediği
hükmü verebilir. Akıl, vücup ve benzeri bir hükmü (değer yargısını) veremez.
Aklın bu konudaki payı; işleri ve eşyayı olduğu gibi tanımaya çalışmaktan
ibarettir.
İbn Atiyye der ki: İbn
Fûrek, İbnu's-Sâiğ'den şöyle dediğini nakletmektedir: Akıl hiçbir şekiftje
sem'i (peygamber vasıtasıyla gelen) delilden uzak kalmamıştır. Hakkında sem'i
delil bulunmayan hiçbir olay yoktur. Eğer sem'i delil doğrudan doğruya onunla
ilgili değilse, dolaylı olarak onunla ilgilidir veya o olayın sem'i delil
hükmünü alacak kendisine göre uygun bir hali vardır. İşte bu konularda bu
hususa güvenip dayanmak gerekir. Bu ise, bir şeyin mahzur (haram) veya mubah
olduğunu tetkik etmeye, düşünmeye veya bu konuda hiçbir hüküm belirtmeyip
kararsız kalmaya ihtiyaç bırakmaz. [193]
"Yerde ne varsa
hepsini sizin için yaratan O'dur." buyruğunun anlamı hakkında doğru
açıklama şekli, bunları ibret için yarattığıdır. Buna delil daha önce gelen
buyruklar ile daha sonra gelen çeşitli ibretli durumların söz-konusu edilmiş
olmasıdır: Hayat vermek, öldürmek, yaratmak, göğe yönelmek ve orayı düzenlemek
gibi. Yani sizleri diriltmeye, yaratmaya, gökleri ve yeri yaratmaya k^dir
olanın tekrar sizi diriltmeye kadir olması, aklın kabul edemeyeceği bir iş
değildir.
Eğer "sizin
için" denilmesinin anlamı yararlanmaktır; yani bütün bunlarla
yararlanmanız için bunları yaratmıştır, denilecek olursa cevabımız şu olur:
Yararlanmaktan kasıt, açıkladığımız gerekçeler dolayısıyla ibret almaktır.
Eğer: Akreplerin, yılanların yaratılışında ibret alınacak taraf neresidir?
denilecek olsa şöyle deriz: İnsan görmüş olduğu eziyet verici bir takım
varlıklar sebebiyle Allah'ın cehennemde kâfirler için hazırlamış olduğu bir
takım cezaları hatırlayabilir. Bu, iman etmesine ve masiyetleie terketme-sine
sebep teşkil edebilir. Bu ise ibretin en büyüğüdür, İbnu'l-Arabi der ki: Yüce Allah'ın bu buyruk
ile bu kudretini bizlere haber vermesinde haramlığı, mübahlığı veya bu konuda
kararsızlığı gerektiren herhangi bir durum yoktur. Bu âyet-i kerime sadece,
Allah'ın vahdaniyetine delil olarak görülsün diye dikkat çekmek ve yol
göstermek sadedinde zikredilmiştir.
Meani (el-Kur'ân'a
dair eser yazmış) ilim adamları da yüce Allah'ın: "Yerde ne varsa hepsini
sizin için yaratan O'dur." buyruğu hakkında şu açıklamayı yapmışlardır:
Bunlarla O'na itaat etmek için güç sahibi olasınız diye yaratmıştır, yoksa O'na
isyan yollarında sizin için bu yaratılan şeyleri tüke-tesiniz diye değil. Ebu
Osman der ki: Herşeyi sana bağışladı, herşeyi sana mü-sahhar kıldı ki, o
herşeyi O'nun uçsuz bucaksız cömertliğine delil göresin ve böylelikle âhirette
sana vereceğini va'dettiği uçsuz bucaksız şeylere kendini kaptırasın, O'nun
yaptığı çokça iyilikleri karşısında azıcık amellerini çok görmeyesin diye. O,
sana herhangi bir amelde bulunmadan önce, ilk olarak nimetlerin en büyüğü olan
tevhidi vermiş bulunmaktadır. [194]
Zeyd b. Eşlem,
babasından, o da Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan şunu rivayet etmektedir: Adam'ın
birisi Rasulullah (s.a)'a geldi ve kendisine birşeyler vermesini istedi.
Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Yanımda herhangi birşey i , yok. Fakat git, benim adıma birşeyler satın al. Ödeyecek birşeyler bize
ge'ünce o borcumuzu öderiz." Bunun üzerine Hz. Ömer ona şöyle dedi:
Hadi j yanında birşeyler varken
veriyorsun. Allah seni güç yetiremeyeceğin şeylerle mükellef tutmamış ki.
Rasulullah (s.a) Hz. Ömer'in bu sözünden hoşlanmadı. Ensardan birisi: Ey
Allah'ın Rasulü dedi ve: "İnfak et ve yüce Arş sahibinin azaltacağından
korkun olmasın" anlamında bir mısra okudu. Rasulullah (s.a) bunun üzerine
gülümsedi. Ensardan olan bu kişinin söylediği bu söz dolayısıyla sevindiği
yüzünden anlaşıldı. Daha sonra Rasulullah şöyle yurdu: "Ben, böyle
davranmakla emrolundum."[195]
İlim adamlarımız
-Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Mal azlığı korkusu,
Allah'a karşı sui zan beslemektendir. Çünkü yüce Allah içindekilerle birlikte,
arzı Âdemoğulları için yaratmıştır. Ayrıca Kitab-ı keriminde de şöyle
buyurmuştur: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan
O'dur." Bir başka
âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır. "Göklerde ve yerde bulunanların
hepsini kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câ-siye, 45/13) Bu
gördüğümüz herşey Ademoğluna müsahhar kılınmıştır. Böylelikle onun mazeretine
son verilmek istenmiş, ona karşı delil ortaya konulmuştur. Ta ki Allah'a,
kendilerini kul olarak yarattığı gibi kul olsunlar diye. Eğer kul, Allah'a
karşı hüsnü zan besliyor ise, malının azalacağından korkmaz. Çünkü verdiğinin
yerine başkası gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Her ne
harcarsanız, O bunun yerine verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır."
(Sebe, 34/39) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki benim
Rabbim ganîdir (muhtaç olmayandır), kerimdir (bol bol verendir)"
(en-Neml, 27/40)
Rasûlullah (s.a) da şöyle buyurmaktadır: Yüce
Allah buyurdu ki: "BeninO c
rahmetin gazabımı geçmiştir. Ey Âdemoğlu, infak et ki Ben de sana infak
edeyim. Allah'ın sağ eli bol bol verir ve dopdoludur. Gece ve gündüz hiçbir
şey onu eksiltmez."[196]
-Bir başka hadisinde
yüce Rasul şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabah et-n tiği her bir günde
mutlaka iki melek (dünya semasına) iner. Onlardan biri- \" si: Allah'ım
infak edene infak ettiğinin yerine geçecek servet ver, der, diğe-_y ri de:
Allah'ım cimrilik edenin de servetini telef et," der.[197]
Aynı şekilde bu melekler, güneşin batımı esnasında da böylece seslenirO rler.
Bütün bu hadisler sahihtir ve hadis imamları tarafından rivayet edilmiştir.
Hamd yalnız Allah'adır.
Her kimin kalbi,
aydınlığı bulur ve Rabbinin zenginlik ve keremini bilir ise, infak eder,
servetinin azalacağından korkmaz. Dünyaya karşı arzuları ölen ve kendisini
hayatta tutacak kadar azıcık bir gıdayı almakla yetinen, kendi adına talepte
bulunmayan bir kimse zenginken de fakir iken de verip durur, vermekle
servetinin azalacağı korkusunu duymaz. Servetinin azalacağından korku duyan,
sadece eşyayı isteyen ona talip olan kimselerdir. Bugün birşey-ler verirken,
yarın onunla birtakım şeyleri yapmak istiyor ise (verdiği takdirde) o şeyi
yarın yapamayacağından korkar. O bakımdan azalacağından korktuğu için bugünkü
infakında (harcamasında) elini sıkı tutar. r"~ Müslim'in rivayetine göre
Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Esma şöyle demiştir: I fRasulullah (s.a) bana şöyle
dedi: "Ver, yahut bağışla veya infak et. Fakat vediğini sayma. O vakit
Allah da senin bu saymana karşı sayar. Cimrilik edip/ Ve malını kaplarda
doldurma. O vakit sana karşı da cimrilik edilir."[198]
Nesai'nin rivayetine
göre Hz. Aişe de şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)'ın yanımda bulunduğu bir
sırada yanıma bir dilenci geldi. Ben ona birşeyler ve-H \ rilmesini emrettim.
Sonra da ona verilen şeyin yanıma getirilmesini istedim, Ona baktım. Rasulullah
(s.a) şöyle buyurdu: "Sen, senin bilgin olmadıkça evine birşeyin girmesini
ve çıkmasını istemiyor musun yoksa?" Ben: Evet, de- J yince Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "Yavaş ol, ey Aişe, sen sayma (sayarak/ /erme). O takdirde
yüce Allah da sana karşı sayarak verir (az verir)."[199]
"Sonra göğe
yönelip de..." Buyruğunda "sonra" kelimesi haber verilen şeyin
sıralaması dolayısıyla gelmiştir. Yoksa bizzat işin yapılış sırasını anlatmak
için değildir.
İstiva (yönelmek):
Dilde bir şeyin üstüne çıkmak ve üzerine yükselmek demektir. Nitekim yüce Allah
(aynı kökten kelimeler ile) şöyle buyurmaktadır: "Sen ve seninle birlikte
olanlar gemiye bindiğinizde (isteveyte)..." (el-Mu'minun, 23/28);
"Sonra onların sırtları üzerine binip yerleşince (istevey-tum)..."
(ez-Zuhruf, 43/13) Şair de şöyle demektedir:
"Ipıssız bir
çölde onları bir su başında götürdüm
Güney (Yemen) yıldızı
alabildiğine yükselmiş idi (istevâ)"
Güneş başımın üzerinde
istiva etti, kuş tepeme istiva etti, tabirleri ile anlatılmak istenen bunların
yükseldiğidir.
Bu âyet-i kerime
müşkil (anlaşılması zor) âyetlerdendir. İlim adamları bu ve benzeri âyetlerde
üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. Kimisi: Biz bunları okur, bunlara iman eder
ve tefsir etmeyiz, derler. İmamların pekçoğu bu görüştedir. Bu, İmam Malik'ten
gelen şu rivayete benzemektedir: Adamın birisi ona yüce Allah'ın: "Rahman
(olan Allah) Arşa istiva etti." (Ta-ha, 20/5) buyruğu hakkında soru
sormuş, İmam Malik de şöyle demiştir:
-İstiva bilinmeyen
birşey değildir. Ancak keyfiyeti akıl ile bilinemez. Buna iman ise farzdır.
Bunun nasıl olduğuna dair soru sormak bid'attir. Ben senin kötü bir adam
olduğunu görüyorum. Hadi bunu buradan çıkartınız.
Bir kısım ilim adamı
da şöyle demiştir: Bu âyetleri okuruz ve dildeki zahiri anlamına uygun düşecek
şekilde yorumlarız. Bu Müşebbihe'nin görüşüdür.
Kimisi de şöyle
demiştir: Bu gibi âyetleri okuruz, te'vilini yaparız ve bunları zahirlerine
hamlederiz.
el-Ferra, yüce
Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi"
buyruğu ile ilgili olarak şöyle demiştir: İstiva Arap dilinde iki anlama
gelir: Birincisi: Kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün son noktasına
ermesi demektir. Yahut eğrilikten kurtulup düzelmesi demektir. İşte bu
Arap dilindeki iki
anlamıdır. Üçüncü bir anlamı da şöyle olur: Filan kişi, filana doğru gidiyor
iken daha sonra bana yöneldi ve bana sövmeye koyuldu. Burada bu kelime
(istiva) bana doğru yönelmek, bana karşı gelmek anlamında kullanılmıştır. İşte
yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." buyruğunun anlamı budur. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
İbn Abbas şöyle
demiştir: "Sonra semaya yöneldi:" Yükseldi. Bu konuşma esnasında:
Önce oturuyor iken ayağa kalktı, doğruldu (istiva) ve önce ayakta iken dosdoğru
oturdu (istiva) demene benzer. Bütün bu kullanış şekilleri arap dilinde uygun ve yerindedir.
el-Beyhakî Ebu Bekr
Ahmed b. Ali b. el-Huseyn şöyle demiştir: "İstiva etti (yöneldi)"
buyruğuna yönelmek anlamını vermek, doğru ve yerindedir. Çünkü yönelmek göğü
yaratmayı kastetmektir. Kastetmek de irade etmek, dilemek demektir. Allah için
de bu sıfatlar caizdir.
"Sonra"
kelimesi iradeye değil yaratmaya taalluk etmektedir. İbn Abbas'tan (iradeye
taalluk ettiğine dair) rivayette bulunan kişi aslında bu rivayeti el-Kel-bî'nin
Tefsir'inden almıştır. el-Kelbî ise zayıf bir ravidir.
Süfyan b. Uyeyne ve
İbn Keysan, yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." buyruğu, orayı
kastetti, yani yaratmak ve varetmek kasdıyla oraya yöneldi demektir,
demişlerdir. Bu da bir görüştür.
Şöyle de denilmiştir:
Allah oraya yöneldi, ancak bu konuda herhangi bir keyfiyet veya sınırlandırma
sözkonusu değildir. Bu görüşü Taberi tercih etmiştir. Ebu'l-Aliye
er-Reyahi'den bu âyet-i kerime hakkında şöyle denilebileceği nakledilmektedir:
İstiva etti, yükseldi anlamındadır. el-Beyhakî der ki: Bundan kastı -doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır- emrinin yücelmesi, yükselmesidir. Bu da kendisinden
semanın yaratıldığı suyun buharıdır.
İstiva edenin
(yükselenin) duman olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak kullanılan
ifadeler buna uygun değildir. Bunun anlamının istila etmek, kuşatmak olduğu da
söylenmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Bişr Irak'ı
istila etti (istiva)
Kılıçsız ve kan
akıtmaksızın."
ibn Atiyye der ki:
Böyle bir açıklama Allah'ın: Rahman (olan Allah) Arşın üzerine istiva
etti" (Taba, 20/5) buyruğu hakkında uygundur.
Ben derim ki: Bundan
önce el-Ferrâ'nın görüşünü açıklarken edatlarının aynı anlama geldiğine işaret
edilmişti.
Bu konuya dair daha
fazla bilgiler yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir.[200]
Bu ve benzeri
âyetlerde kural, hareketin ve bir yerden başka bir yere intikalin sözkonusu
olmamasıdır. (Yani hareket ve intikal anlamını verecek şekilde açıklamalarda
bulunmamaktır.)[201]
Bu âyet-i kerimeden
yüce Allah'ın yeri gökten önce yarattığı anlamı çıkmaktadır. Aynı şekilde
Hâ-Mîm es-Secde sûresinden de anlaşılan budur. (bk. Fussilet, 41/9-12)
en-Nâziât sûresinde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi yaratmak mı
daha zordur, yoksa gök mü; onu bina etmiştir.." (en-Naziat, 79/27)
buyruğunda önce semanın yaratılışını sözkonusu etti, daha sonra da yer hakkında
şöyle buyurdu: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (en-Nâziât,
79/30) Bu buyruklara göre de gök sanki yerden önce yaratılmış gibidir. Yüce
Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hamd gökleri ve yeri yaratan...
Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) Katade'nin görüşünce sema yaratılmıştır. Bu
görüşü Taberi ondan nakletmektedir. Mücahid ve onun dışındaki diğer
müfessirler ise şöyle demiştir: Yüce Allah Arşının üzerinde bulunduğu suyu
kuruttu. Orayı yer olarak halketti. Bu sudan bir duman çıktı ve yükseldi. Bunu
da sema (gök) olarak yarattı. Böylelikle yerin yaratılması gökten önce
gerçekleşmiş oldu. Daha sonra emrini semaya yönelterek onları yedi sema halinde
düzenledi. Bundan sonra ise, yeryüzünü yayıp genişletti. Çünkü ilk yarattığında
henüz yayılmış ve genişletilmiş bir halde değildi.
Derim ki: Yüce
Allah'ın izniyle Katade'nin görüşünün doğruluğu açıkça ortadadır. Bu görüşe
göre yüce Allah, önce semanın dumanını, sonra da yeri halketti, sonra da göğe
-henüz duman halinde iken- yöneldi ve orayı düzenledi. Bundan sonra da yeri
genişletip yaydı.
Dumanın yerden önce
yaratılmış olduğunu gösteren hususlardan birisi de es-Süddi'nin Ebu Malik ve
Ebu Salih'ten, onun İbn Abbas'tan, ayrıca Murre el-Hemdani'nin İbn Mesud'dan ve
Rasulullah (s.a)'ın bir grup ashabından, yüce Allah'ın: "Yerde ne varsa
hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde
düzenledi" buyruğu ile ilgili açıklamalarını aktararak dedi ki: Şanı yüce
Allah'ın Arşı su üstünde idi. Sud^an önce hiçbir şey yaratmadı. Allah
yaratıkları yaratmayı murad edince sudan bir duman çıkarttı ve bu duman suyun
üstünde yükseldi (sema). O bakımdan ona "semâ" adını verdi. Daha
sonra suyu kuruttu, onu tek bir arz halinde yarattı. Sonra bu arzı birbirinden
ayırarak iki günde, pazar ve pazartesi günlerinde yedi arz haline getirdi.
Arzı balık üstüne koydu. -Balık ise, şanı yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de:
"Nûn. Ve Kalemle, yazmakta olduklarına yemin olsun" (el-Kalem, 68/1)
buyruğunda sözü geçen "nun"dur. Balık su içerisindedir, su da dümdüz
bir kayalık üstündedir. Dümdüz kayalık da bir meleğin sırtı üzerindedir. Melek
bir başka kayanın üstündedir. Kaya ise, rüzgara maruzdur. Burada sözü geçen
kaya, Lukman sûresinde kendisinden söz edilen ve yerde de gökte de olmayan
kayadır. (Bk. Lukman, 31/16) Balık harekete geçti ve kıpırdadı. O bakımdan yer
de sarsıldı. Allah yere dağlan bırakınca yer kararını buldu. O bakımdan dağlar
yere karşı öğünür. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunda kastedilen budur: "O
sizi çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sağlam dağlar....
bıraktı."(en-Nahl, 16/15; Lukman, 31/10)
Allah yerde dağları,
orada yaşayacak olanların gıdalarını yerin ağaçlarını ve orası için gerekli
olanları da iki günde, yani salı ve çarşamba günlerinde yarattı. İşte yüce
Allah şu buyruklarında bunu anlatmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri
yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musunuz? İşte O
alemlerin Rabbidir. Ve orda üstünden sabit dağlar yarattı. Orda bereketler
kıldı ve gıdalarını takdir etti. Bütün bunları soranlar için müsavi olarak
dört günde yaptı." (Fussilet, 41/9-10) Yani soran kimseler bilsin ki durum
işte böyledir. "Sonra semaya yöneldi. O vakit o duman halinde
idi."(Fussilet, 41/11) Sözü geçen bu duman ise, suyun teneffüs etmesi ile
(buharlaşması) ile meydana gelmiştir. Allah ondan sonra (buharın yükselmesi sonucu)
bir tek sema halinde göğü yarattı. Sonra onu ayırarak iki günde, Perşembe ve
Cuma günlerinde yedi sema haline getirdi. Cuma gününe bu ismin veriliş sebebi
ise, göklerin ve yerin yaratılışının bu günde tamamlanmasıdır.[202]
"Ve her bir gökte de ona ait olan emri vahyetti." (Fussilet, 41/12)
Yani her bir semada oraya has olan melekleri yarattı. Yerde de bulunan dağları,
denizleri, dolu ve bilinmeyen daha pek çok şeyleri varetti. Sonra dünya
semasını yıldızlarla süsledi. Bu yıldızları hem bir süs hem de şeytanlara
karşı bir koruma aracı kıldı. Yüce Allah dilediğini yaratmayı bitirdikten
sonra bu sefer Arşa istiva etti. İşte buna da yüce Allah'ın şu buyruğu işaret
etmektedir: "Gökleri ve yeri altı günde yarattı." (el-A''raf', 7/54;
Yunus, 10/3-..) Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Göklerle yer bitişik idi de Biz onları ayırdık." (el-Enbiya, 21/30)
Daha sonra (ravi) Âdem (a.s)'ın yaratılışını yine bu sûrede yüce Allah'ın
izniyle açıklanacak şekilde zikretti.
Vekî, el-A'meş'ten, o
Ebu Zabyan'dan, o da İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yüce
Allah'ın ilk yarattığı şey "kalem"dir. Ona: Yaz, diye buyurdu.
Kalem: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Yüce Allah: Kaderi yaz, diye buyurdu.
Kalem o günden Kıyamet gününe kadar meydana gelecek her-şeyi yazdı. Bundan
sonra yüce Allah "Nun"u yarattı ve onun üzerinde arzı yayıp döşedi.
Suyun buharı yükseldi ve ondan semavatı ayırdı. Nun, çalkandı, bunun üzerine
yer de sarsıldı, dağlarla sağlamlaştırıldı, yere sebat verildi. O bakımdan
dağlar Kıyamet gününe kadar yere karşı övünürler.
Bu rivayette ise,
yerin yaratılışı (âyet-i kerimede) duman diye ifade edilen su buharının
yükselişinden önce sözkonusu edilmektedir. Ancak yine İbn Abbas'tan ve
başkalarından gelen ilk rivayet daha uygundur. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (en-Naziat,
79/30.) Allah neyi nasıl yarattığını en iyi bilendir. Konu ile ilgili görüşler
farklı farklı bize kadar gelmiştir. Ve bu konuda içtihada yer yoktur.
Ebu Nuaym'ın Ka'b
el-Ahbar'dan naklettiğine göre İblis, bütün arzı sırtında taşıyan balığın
içine doğru nüfuz etti, onun kalbine vesvese verdi, dedi ki: Ey Lûsiya, senin
sırtında ne kadar ümmet, ne kadar ağaç, ne kadar canlı hayvan, ne kadar insan,
ne kadar dağ bulunduğunu biliyor musun? Eğer sen onları bir silkeleyecek
olursan bunların hepsini sırtından bırakırsın. Bunun üzerine Lûsiya bunu
yapmak istedi. Allah bir hayvan varetti ve bu onun burun deliğine girdi. Bundan
dolayı Allah'a dua etti yalvardı ve bu hayvan burun deliğinden çıktı. Ka'b der
ki: Nefsim elinde olana yemin ederim. Bu hayvan balığın önünde durmakta o ona
öteki buna bakmaktadır. Eğer balık böyle birşey yapmak isteyecek olursa tekrar
o yere geri gider. [203]
Bütün eşyanın asıl
yaratıldıkları şey sudur. Çünkü İbn Mace'nin Sünen'in-de ve Ebu Hatim
el-Büsti'nin Sahih Müsned'inde kaydettiğine göre, Ebu Hu-reyre şöyle demiştir:
Ey Allah'ın Rasulü dedim, seni görünce nefsim hoş olur, gözüm aydın olur. Sen
bana herşeyin haberini ver. Hz. Peygamber: "Herşey sudan yaratıldı."
diye buyurdu. Ben: İşlediğim takdirde kendisi vasıtasıyla cennete girmeme
sebep olacak birşeyi bana bildir, dedim. Şöyle buyurdu: "Yemek yedir,
selamı yaygınlaşür, akrabalık bağlarını gözet, insanlar uyurken sen kalk (namaz
kıl), esenlikle cennete girersin."[204]
Ebu Hatim dedi ki: Ebu
Hureyre: "Bana herşeyden haber ver" sözü ile: Sudan yaratılmış her
şeye dair haber ver, demek istemiştir. Bunun doğruluğuna delil ise, -henüz
yaratılmamış olsa dahi-: "herşeyi sudan yaratmıştır" şeklinde cevap
vermesidir.
Said b. Cübeyr'in
rivayetine göre İbn Abbas, Rasulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu naklederdi:
"Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona emir verdi, o da olacak
herşeyi yazdı." Aynı buyruk, Ubade b. es-Samit'den merfu olarak da
rivayet edilmektedir. el-Beyhakî der ki: İlk yarattığı şeyden kastı -doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır ya- su, rüzgar ve Arştan sonra ilk yarattığı şey
"kalemdir" şeklinde olmalıdır. Bu ise İmran b. Husayn'ın rivayet
ettiği hadisten açıkça anlaşılan bir husustur. Kalemin yaratılmasından sonra
ise gökleri ve yeri yaratmıştır.
Abdürrezzak b. Ömer b.
Habib el-Mekki, Humeyd b. Kays el-A'rec'den, o Tavus'tan rivayetle dedi ki:
Adamın biri Abdullah b. Amr b. el-As'a gelip: Yaratıklar neden yaratılmıştır?
diye sordu, o da şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve
topraktan. Peki bunlar neden yaratıldı? Abdullah: Bilmiyorum, dedi. Tavus der
ki: Daha sonra aynı adam Abdullah b. ez-Zü-beyr'e gitti, ona da aynı şeyleri
sordu. O da Abdullah b. Amr'ın söylediklerinin benzerini söyledi. Bu sefer
adam Abdullah b. Abbas'a gitti. Ona da aynı soruyu sorarak: Yaratıklar neden
yaratıldı? diye sordu. Abdullah b. Abbas şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan,
karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Adam yine: Peki bütün bunlar neden yaratıldı?
diye sorunca Abdullah b. Abbas ona şu âyet-i kerimeyi okudu: "Göklerde ve
yerde bulunanların hepsini kendi (rah-metOndera size müsahhar kılmıştır."
(el-Casiye, 45/43) Bunun üzerine adam şöyle dedi: Böyle bir cevabı ancak
Peygamber (s.a)'ın Ehl-i Beytinden olan bir adam verebilirdi.
el-Beyhakî der ki:
(İbn Abbas) bununla herşeyin O'nun tarafından yaratıldığını anlatmak
istemiştir. Yani herşeyi O yaratmış, O yoktan varetmiş ve O icad etmiştir. Önce
suyu yarattı. Veya suyu ve yaratmak istediği şeyleri yarattı. Bunları herhangi
bir aslî madde veya malzemeden yaratmadığı gibi önceden herhangi bir örneğe
göre de yaratmış değildir. Daha sonra da suyu bilahare yaratılan şeylerin aslı
kıldı. Yoktan vareden O'dur. Herşeyin yaratıcısı O'dur. O'ndan başka ilah
yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O her türlü eksiklikten münezzehtir,
yücedir, azizdir. [205]
"Onları yedi gök
halinde düzenledi" buyruğunda yüce Allah, göklerin yedi tane olduğunu
sözkonusu etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de yerin sayısı ile ilgili olarak tevil
ihtimali bulunmayan açıkça yerin sayısını belirten sadece yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talak,
65/12) Ancak bu buyruk hakkında da farklı görüşler vardır. "Yerden onlar
gibisi"nden kasıt sayıca gökler gibi demektir, denilmiştir. Çünkü,
keyfiyet ve niteliklerin birbirlerinden farklı olduğu hem gözlem ile hem de
konu ile ilgili gelen haberlerde ortadadır. O halde buradan kasıt, sayıca
onlar gibi demektir. "Yerden de onlar gibi" buyruğundan kasıt, yani
kabalık ve sertlikleri itibariyle, oralarda bulunanlar itibariyle onlar gibi,
demek olduğu da söylenmiştir.
Bir başka görüşe göre
yerlerin sayısı yedi tanedir. Şu kadar var ki bunlar biribirlerinden
ayrılmamışlardır. Bu görüş ed-Davudî'ye nisbet edilmiştir. Doğrusu birinci
görüştür ve yerlerin de gökler gibi yedi tane olduğu şeklindedir. Müslim'in
rivayetine göre Said b.Zeyd şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Her kim haksızca yerden bir karış alacak olursa yedi (kat) arza
kadar olan kısmı onun boynuna dolanır."[206] Hz. Aişe'den de bunun benzeri bir hadis
rivayet edilmiştir, ancak o hadiste "dyl).... a kadar" yerine
"(ı>*)den" ifadesi yer almaktadır.[207]
Ebu Hureyre'den gelen
rivayette ise şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse hakkı olmayarak
yerden bir karış alacak olursa, mutlaka yüce Allah -Kıyamet gününde- yedi (kat)
arza kadar olan kısmını boynuna dolayacaktır."[208]
Nesaî'nin rivayetine
göre, Ebu Said el-Hudri, Rasulullah (s.a)'ın şöyle bu^. yurduğunu
nakletmektedir: Musa (a.s) dedi ki: Rabbim, bana kendisini söy-j leyerek Seni
anacağım ve kendisiyle sana dua edeceğim birşey öğret. Yüce' Allah buyurdu ki:
"Ey Musa, la ilahe illellah" de. Hz.Musa dedi ki: Rabbim, Senin bütün
kulların bunu söylüyor. O zaman yüce Allah şöyle buyurdu: "Sen la ilahe
illallah" de. Yine Hz.Musa şöyle buyurdu: Senden başka hiçbir ilah yoktur,
ancak ben bana özel birşey vermeni istiyorum. Yüce Allah şöyle buyurdu:
"Ey Musa, eğer yedi gök ve Benden başka onlarda bulunanlar ve yedi (kat)
arz bir kefeye konsa la ilahe illallah da öteki kefeye konsa la ilahe illallah
onlardan daha ağır basacaktır."[209]
Tirmizi'nin rivayetine
göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Allah'ın peygamberi ve ashab-ı kiram
birlikte otururlarken bir bulutun geldiğini görürler. Allah'ın peygamberi
(salat ve selam ona) şöyle buyurdu: "Bunun ne olduğunu biliyor
musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir deyince Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Bu bulut, işte bunlar yerin sulayıcıla-rıdırlar.
Allah, bu bulutu kendisine şükretmeyen, kendisine de dua etmeyen bir topluluğun
bulunduğu yere sürükler. -Devamla Hz. Peygamber şöyle buyurdu-: Üstünüzde
neyin olduğunu biliyor musunuz?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Üstünüzdeki er-raki' (dünya seması)dır. Bu korunmuş bir tavan ve etrafı
birleştirilmiş bir dalgadır. Daha sonra şöyle sordu: Sizinle bu sema arasındaki
uzaklığın ne kadar olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve
Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sizinle bu
sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Sonra şöyle sordu:
"Bunun da üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram yine:
Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hz.Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun
üstünde aralarında beşyüzer yıllık mesafe bulunan iki sema daha vardır."
Hz. Peygamber bu şekildeki açıklamalarını yedi semaya kadar sürdürdü. Ve her iki
sema arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki uzaklık kadardır. Hz. Peygamber
daha sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde neyin olduğunu biliyor
musunuz?" Onlar: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "Bunun da üstünde Arş vardır. Arş ile sema arasında ise her
iki sema arasındaki uzaklık kadar vardır." Daha sonra şöyle buyurdu:
"Peki altınızda ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah
ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hz.Peygamber şöyle buyurdu: "Altında
bulunan yerdir. Sonra şöyle dedi: Bunun da altında neyin olduğunu biliyor
musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: Arzın altında diğer arz vardır ve ikisi arasında
beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Hz. Peygamber bu şekilde yedi arz
sayıncaya kadar sözlerine devam etti ve her iki arz arasındaki uzaklığın
beşyüz yıllık olduğunu beyân buyurdu. "Muhammed'in canını elinde
bulunduran Allah'a yemin ederim. Eğer sizler en aşağı arza doğru bir iple
sarkıtılacak olursanız Allah'ın üzerine düşer" diye buyurduktan sonra Hz.
Peygamber şu âyet-i kerimeyi okudu: "O, hem ilktir, hem âhirdir, hem
zahirdir, hem de batındır. O, herşeyi en iyi bilindir." (el-Hadid, 57/3)
Ebu İsa (Tirmizi) der
ki: Rasulullah(s.a)'ın bu âyet-i kerimeyi okuması onun (düşmek ile) Allah'ın
ilmi, kudreti ve sultanı (O'nun egemenliği altında bulunan alanı) üzerine
düşmesini kastettiğini göstermektedir. Yani, Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı
her yerdedir. O Kitab-ı Kerim'inde kendi zatını nitelendirdiği şekilde Arşı
üzerindedir. (Yine Tirmizi) dedi ki: Bu hadis garib bir hadistir. el-Hasen
(hadisin ravilerinden birisi), Ebu Hureyre'den hadis dinlememiştir.[210]
Yerlerin sayısının
yedi olduğuna dair rivayetler pek çoktur. Bizim kaydettiğimiz bu rivayetler bu
konuda yeterlidir.
Ebu'd-Duha (ki adı
Müslim'dir) İbn Abbas'tan rivayet etmektedir: "Allah yedi göğü ve yerden
de onlar gibisini yaratandır." (et-Talak, 65/12) buyruğu hakkında dedi
ki: Yedi arz yaratmıştır. Her birisinde sizin peygamberiniz gibi bir peygamber
ve Âdem gibi bir Âdem, Nuh gibi bir Nuh, İbrahim gibi bir İbrahim ve İsa gibi
bir İsa vardır. el-Beyhakî der ki: Bu rivayetin İbn Abbas'tan gelen senedi
sahihtir. Ancak bu başından itibaren şâz bir rivayettir. Ebu'd-Duha'nın lehine
buna dair bir delil bilmiyorum. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [211]
"Yerde ne varsa
hepsini sizin için yaratan O'dur" anlamındaki buyruk, mübtedâ ve haberdir.
ne" nasb mahallindedir. hepsini" Si-beveyh'e göre hal olarak nasb
edilmiştir. sonra yönelip" buyruğunu Necidliler kelimenin "yâî"
olduğuna delâlet etsin diye imâle ile okurlar. Hicâzlılar ise tefhîm ile
okurlar. yedi" kelimesi, "onları düzenledi" buyruğundaki
zamirden bedeldir. Yedi gök düzenledi, anlamındadır. "Aralarında yedi
semâ düzenler" takdiri ile mefûl olması da caizdir. Yüce Allah'ın: Mûsâ
kavminifn arasından) yetmiş adam seçti" (el-A'râf, 7/155) buyruğunda
olduğu gibi. Bu açıklamalan en-Neh-hâs yapmıştır. el-Ahfeş ise hal olarak masb
edilmiştir, der.
"O, herşeyi
bilendir." Mübtedâ ve haberdir." O" zamirinde aslolan
"he" harfinin harekeli okunmasıdır. Sakin olunması daha hafif
olduğundandır.
"Sema"
kelimesi tekil ve müennes gelir. Onun müzekker bir kelime olarak gelmesi,
istisnaîdir. el-Ahfeş'in görüşüne göre "semave" kelimesinin, ez-Zeccac'ın
görüşüne göre ise "semae" kelimesinin çoğuludur. Çoğulun çoğulu
(cem'u'1-cem') ise semâvât ve semâât gelir. Buna göre "onları., düzenledi"
buyruğu ya semâ kelimesi çoğul olduğu için gelmiştir veya tekil olmakla
birlikte cins isim olduğundan dolayı bu şekilde çoğul gelmiştir.
"Onları.... düzenledi" buyruğu ise, satıhlarını pürüzsüz yaptı
demektir. Onları birbirine eşit ve eş kıldı, anlamında olduğu da söylenmiştir. [212]
"O, herşeyi
bilendir." Yani neyi yarattığını bilir ve herşeyi de O yaratmıştır. O
bakımdan O'nun herşeyi bildiğini kabul etmek gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Yaratan (Allah) bilmez mi?" (el-Mülk, 64/14) O ezelî,
tek ve kendi zatı ile kaim, kadim, ilmi ile bilgiye konu olan herşeyi bilendir
(âlimdir) ve herşeyi bütün incelikleriyle bilendir (alimdir). Bu konuda
Mu'tezile Allah'ın âlim olduğunu kabul edip bize uygun görüş belirtmekle
birlikte, alîm olduğunu, neşeyi bütün incelik ve teferruatıyla bildiğini kabul
etmek konusunda bize muvafakat etmemişlerdir.
el-Cehmiyye der ki:
Allah herhangi bir yer ile kaim olmayan bir bilgi ile bilendir. Ancak yüce
Allah bu sapık ve dalalet ehlinin görüşlerinden yücedir. Bu gibi kimselerin
görüşlerinin reddine dair açıklamalar "ed-Diyanat"a (çeşitli mezhep
ve fırkaların görüşlerine) dair yazılmış kitaplarda yer almaktadır. Diğer
taraftan yüce Allah, kendi zatını ilim sahibi olmakla nitelendirirken şöyle
buyurmaktadır: "Fakat Allah sana indirdiğini kendi ilmiyle indirdiğine
dair şahitlik eder. Melekler de (buna) şehadet ederler." (en-Nisa, 4/166);
"Bilin ki, muhakkak o, Allah'ın ilmiyle indirilmiştir."(Hud, 11/14);
"Ve Biz onlara karşı herhalde bir bilgi ile anlatacağız." (el-A'raf,
7/7) "O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır ne de doğurur."
(Fatır, 35/11); "Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, O'ndan başka
bunları kimse bilmez."(el-En'am, 6/59)...
Şanı yüce Allah'ın
ilminin ve diğer sıfatlarının sübûtunu bu sûrede yer alan:
"Allah size
kolaylık diler, güçlük dilemez" (el-Bakara, 2/185) buyruğunu açıklarken
-inşaallah- delilleriyle birlikte göstereceğiz.
el-Kisaî ve Kalun,
Naf'i'den eğer daha önce fa, yahut vav veya lam ya da sonra bulunuyor ise, O
(erkek ve dişi içi) kelimelerinde yer alan "hâ" harfini sakin
okumuştur. Ebu Amr da (li ) dışındaki hallerde böyle okumuştur. Ebu Avn
el-Hulvanî'den, o Kalun'dan bunlara ayrıca (el-Bakara, 2/282) buyruğundaki
he'yi de sakin okumuştur. Diğerleri ise, bu zamirlerdeki (erkek ve dişi
"için o" zamiri erindeki) he'leri harekeli okumuşlardır. [213]
30. Hani Rabbin
meleklere: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti.
Onlar da: "Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken orada fesad
çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi.
"Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.
Yüce Allah'ın:
"Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratcağım'
demişti..." buyruğuna dair açıklamalarımız onyedi başlık halinde
yapılacaktır:
Yüce Allah'ın: Hani Rabbin
meleklere... demişti"
buyruğunda hani"
edatı yer almaktadır. Bu edat ile birlikte zaman belirlemek için kullanılan
harflerdir. Birincisi mazi (di'li geçmiş) ikincisi gelecek zaman içindir. Kimi
zaman biri ötekinin yerine de kullanıldığı olur. el-Müberred der ki kelimesi,
gelecek bildiren bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa bunun anlamı di'li
geçmiş (mazi) olur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: Hani bir
zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı. "(el-Enfal, 8/30);
"Hani Allah'ın kendisine nimet verdiği... kimseye... diyordun"
(el-Ahzab, 33/37) Görüldüğü gibi buradaki (muza-ri) fiillerin anlamı
"koruyorlardı ve diyordun" şeklindedir. Diğer taraftan edatı di'li geçmiş bir fiil ile birlikte
kullanılacak olursa, gelecek anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu
buyruklarındaki gibi: Fakat o en büyük belâ geleceğinde...." (en-Nâziât,
79/34); O kulakları sağır edici ( ikinci üfürüş ) geleceğinde" (Abese,
8O/33); Allah'ın yardımı geleceğinde" Cen-Nasr, 110/1) Görüldüğü gibi
bütün bu örneklerde (fiil di'li geçmiş olduğu halde) gelecek anlamını ifade
etmektedir.
Ma'mer b. el-Müsennâ
Ebû Ubeyde, (bu âyet-i kerimede yer alan): edatının fazla (zaid) olduğunu
söylemektedir. Buna göre ifade: "Ve Rabbin dedi ki.." şeklinde olur.
Buna delil olarak da el-Esved b. Yakub'un şu beyi-tini delil göstermektedir:
"O vakit ve bunun
anılmasının güzel bir tarafı da yoktur.
Zaman iyinin
arkasından kötüyü getirir."
Ancak ez-Zeccac,
en-Nahhas ve bütün müfessirler böyle bir görüşü reddetmiştir. en-Nehhas der
ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü "( il ): Hani" bir isimdir ve zaman
zarfıdır. Fazladan getirilen kelimelerden olamaz. ez-Zeccac da der ki: Bu Ebu
Ubeyde'nin içine düştüğü bir hatadır. Şanı yüce Allah, burada insanların ve
başkalarının yaratılışını sözkonusu etmektedir. Buyruğun takdirî ifadesi
şöyledir: Ve hani Rabbin meleklere., dediğinde sizin yaratılışınızı
başlatmıştı... İşte bu, kullanılan ifadeden anlaşılan ve hazfedilen bir takdirdir.
Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Gerçek şu ki
ölüm kendisinden korkanı
Her nerede olursa
onunla karşılaşır.
Şair burada nereye
giderse onunla karşılaşacaktır, demek istemektedir.
Burada yer alan edatının "hatırla" anlamındaki
mukadder bir fiile taalluk etmesi de muhtemeldir. Bu buyruk yüce Allah'ın:
"Ey insanlar...sizi yaratan Rabbinize ibadet edin" (el-Bakara, 2/21)
buyruğu ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur:
"Sizi yaratmıştır. Hani Rabbin meleklere .. demişti"
Yüce Allah'ın
meleklere söz söylemesi ve hitap etmesi, onların var olmaları ve hitabı
anlamaları şartına bağlı olarak ezelden beri kararlaştırılmış kadim bir
husustur. Yüce Allah'ın bütün emir yasak ve hitaplarında da aynı durum
sözkonusudur. Ebu'l-Hasan el-Eş'ari'nin görüşü budur. Ebu'l-Meâlî'nin beğendiği
görüş de budur. Biz "Kitabu'l-Esnâ, Fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüs-na ve
Sıfatillahi'l-Ulâ: Yüce Allah'ın güzel isimlerini ve yüce sıfatları" adlı
eserimizde buna dair açıklamalar yapmış bulunuyoruz.
Rabb: Malik, sahip,
efendi, ıslah edip düzelten, cebreden yani düzelten demektir. Buna dair
açıklamalar daha önce yapılmıştır. [214]
"....
Meleklere..."Melekler (el-Melaike) kelimesnin tekili "melek"
şelinde-dir. İbn Keysan ve başkaları bu kelimenin "mülk"den
türediğini söylemişlerdir. Ebu Ubeyde ise bu kelimenin göndermek anlamını
ifade eden Gönderdi" kelimesinden türetildiğini söylemiştir,
"el-elûke, el-me'leke ve el-me'luke ise, risalet (göndermek, haber
vermek....) demektir. Lebid der ki:
"Ve bir delikanlı
ki annesi onunla bir mesaj göndermiştir Biz de ona istediğini
vermişizdir." Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Numan'a benden
şu mesajı bildir ki:
Benim alıkonulmam ve
bekleyişim oldukça uzadı."
Beni gönder, anlamında
de denilmektedir. Buna göre bu kelime-
nin aslı Me'lek
şeklindedir. Ancak bu hemze ile lam harflerinin yer-
leri değiştirip Mel'ek
şekline getirmiş daha sonra kolaylaştırarak
Melek demişlerdir. Aslının dan olduğu da söylenmiştir. Buna göre
aradaki hemze zaiddir. Yine bu da İbn Keysan'dan rivayet edilmiştir. Şiirde
bazan asıl şeklinde geldiği de olur. Şair şöyle demektedir:
"Sen insandan
gelme değilsin, fakat şüphesiz bir meleksin
Gök boşluğundan yağmur
gibi iniyorsun."
en-Nadr b. Şumeyl der
ki: "Melek" kelimesinin Araplarca bilinen bir iştikakı (türeyişi)
yoktur. Melâike" kelimesinin sonunda yer alan "yuvarlak te"
çoğulun müennesliğini te'kid içindir. Mübalağa için olduğu da söylenmiştir.
Meanî bilginleri der
ki: Yüce Allah'ın meleklere hitap etmesi onlarla danışmak için değildir. Fakat
onlarda sözkonusu olan hareketlerin, ibadet, teşbih ve takdisin ortaya
çıkarılması içindir. Daha sonra onları asıl sahib oldukları değerlerine irca
ederek yüce Allah onlara: "Âdem'e secde ediniz" emrini vermiştir. [215]
"Muhakkak Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyruğunda yer alan kılan," kelimesinin anlamı, yaratıcı
(yaratan) anlamındadır. Bunu Taberî, Ebu Ravk'tan nakletmektedir. Diğer
taraftan bu kelimenin bir tek mePule geçişli olması da bunu gerektirmektedir.
Buna dair açıklama daha önce yapılmıştır. Burada sözü geçen "arz"
(yeryüzü)den kastın, Mekke olduğu söylenmiştir. İbn Sâbit'ın Peygamber
(s.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Yeryüzü Mekke'den döşenmeye
başlanmıştır." İşte Mekke'ye (şehirlerin anası anlamına gelen)
"Ummu'1-Kura" bundan dolayı verilmiştir. - (İbn Sabit) der ki:
"Nuh, Hud, Salih ve Şuayb (hepsine selam olsun)'ın kabirleri zemzem,
rükün (Hacer-i Esved'in rüknü) ile Makam-ı İbrahim arasındadır. "[216]
"Halife"
kelimesi fail anlamındadır. Yani kendisinden önce yeryüzünde bulunan
meleklerin yerine geçen veya yine -rivayet edilenlere göre- kendisinden önce
meleklerin dışında bulunanların yerine geçen demektir. "Halife" kelimesinin
mef ul anlamında olması da mümkündür. Yani halef olarak bırakılan demek olur.
Nitekim "kesilen hayvan" anlamına (aynı vezinde): Zebiha da
denilmektedir.
Sonradan gelen kimse
eğer salihlerden ise: "Halef denilir. Eğer salih kimselerden değilse
"half denilir. Bu da bilinen bir husustur. Buna dair fazla açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle el-A'raf sûresinde (7/169- tefsirinde) gelecektir.
"Halife"
kelimesi çoğunluğun kıraatiyle "f" harfi iledir (yani halife şeklindedir).
Ancak Zeyd b. Ali'den rivayet edildiğine göre o bu kelimeyi kaf harfiyle
"Halika: yaratık" şeklinde okumuştur.
. Burada sözü geçen
"Halife" kelimesi ile kastedilen -İbn Mes'ud, İbn Ab-bas ve bütün
tefsir ve te'vil alimlerinin görüşüne göre- Âdem aleyhisselam-dır. O hüküm ve
emirlerini yerine getirmek hususunda Allah'ın halifesidir. Çünkü Ebu Zerr'in
hadisinde belirtildiği gibi Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber odur.
Ebu Zerr der ki: Ey Allah'ın Rasulü, o gönderilmiş bir peygamber miydi? diye
sordum. O da: "Evet" diye buyurdu...[217]
Yeryüzünde hiçbir
kimse olmadığı halde o kime peygamber olarak gönderildi diye sorulacak olursa;
o soyundan gelen çocuklarına peygamber olarak gönderilmiştir, denilir. Hz.
Âdem'in çocukları her bir batında biri erkek biri dişi olmak üzere yirmi
batında kırk çocuk idi. Ve kalabalıklaşınca-ya kadar nesilleri artıp durdu.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi tek bir candan yaratan,
ondan da eşini var eden, her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten
Rabbinizden sakının." (en-Nisa, 4/1)
Yüce Allah onlara
meytenin (leşin), kanın ve domuz etinin haram olduğu hükmünü indirmiştir. Hz.
Âdem, Tevrat ehlinin (yalıudilerin) zikrettiğine göre 930 yıl yaşamıştır.[218]
Vehb b. Munebbih'ten ise onun bin yıl yaşadığına dair rivayet gelmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [219]
Bu âyet-i kerime
ümmetin sözbirliğinin gerçekleştirilmesi ve kendsi vasıtasıyla halifenin
hükümlerini uygulamaya konulacağı , sözünün dinlenilip emrine itaat edilen bir
imamın, bir halifenin başa geçirilmesi gereği hususunda asıl delillerden
birisidir. Böyle birisinin tayin edilmesinin gereği hususunda ümmet ve imamlar
arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Bunun tek istisnası, şeriate karşı sağır
olan (ve sağır anlamına gelen) el-A'sam unvanlı Mu'te-zileye mensup ilim
adamlarından olan Ebu Bekr el-Asam'dan gelen rivayettir. Onun görüşünü kabul
edip benimseyen ve izinden gidenlerin hepsinin durumu da böyledir. el-Asam der
ki: Halife tayini dinde vacip değildir. Ancak böyle birşey uygundur. Ümmet
eğer, haclarını eda eder, cihadlarını yerine getirir, kendi aralarında
adaletle hareket eder, kendiliklerinden üzerlerindeki haklan ifa eder,
ganimetleri, fey'i ve zekâtları hak sahiplerine paylaştırır, gereken kimselere
hadleri uygularlarsa bu kadarı onlar için yeterlidir ve bütün bu işleri yerine
getirmekten sorumlu olan bir imam (devlet başkanı) tayin etmeleri gerekmez.
Ancak bizim delilimiz ise (açıklamasını yaptığımız) yüce Allah'ın:
"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyruğu ile başka
yerlerde yer alan şu âyet-i kerimelerdir: "Ey Davud, Biz seni yeryüzünde
halife kıldık..." (Sa'd, 38/26); "Sizden iman edip salih amel
işleyenlere Allah onları yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti."
(en-Nur, 24/55) Yani onların arasından halife kimseler yaratacağını va'detti.
Ve buna benzer başka birçok âyet-i kerime.
Ashab-ı kiram, kimin
halifelik makamına tayin edileceği hususunda, Beni Saide Sakifesinde
Muhacirler ile Ensar arasındaki görüş ayrılığından sonra Ebu Bekr es-Sıddîk'i
icma ile halife seçmişlerdir. Bu görüş ayrılığı esnasında ensar şöyle demişti:
Bizden bir emir olsun, sizden bir emir olsun. Ancak Ebu Bekir, Ömer ve diğer
muhacirler onların bu görüşlerini reddedip onlara şöyle demişlerdi: Araplar
ancak şu Kureyşlilere itaat edip boyun eğerler. Diğer taraftan bu hususa dair
haberi rivayet edip hatırlatmışlardı. Bunun üzerine Ensar, görüşlerinden
vazgeçtiler ve Kureyş'e itaat ettiler.
Eğer imamet
Kureyşlilerden olsun veya olmasın vacip (tayini farz) bir emir olmasaydı, bu
konuda Ensar ile Muhacirler arasında böyle bir tartışma ve konuşmanın
uygunluğundan sözedilemezdi. Onlardan birisinin şöyle demesi gerekirdi: Bu
imamet, ister Kureyşlilerden olsun ister başkalarından olsun yerine
getirilmesi gereken bir görev değildir. Sizin bu konudaki anlaşmazlığınızın
açıklanabilir bir tarafı yoktur ve farz olmayan birşey hakkında da tartışmanın
faydası yoktur.
Diğer taraftan Ebû
Bekr es-Sıddîk (r.a), vefatı esnasında yerine imam olarak geçmek üzere Ömer'i
tavsiye etmişti. Hiçbir kimse Hz. Ebu Bekir'e, bu sizin için de bizim için de
farz olan birşey değildir, dememiştir. İşte bütün bunlar imametin (veya halife
tayininin) vacip olduğunu ve müslümanların işlerinin rayına oturmasını
sağlayan dinin rükünlerinden bir rükün olduğunu göstermektedir. Alemlerin Rabbi
olan Allah'a hamdolsun.
Rafızîler der ki:
Halifenin tayin edilmesi aklen vaciptir. Bu konudaki sem'i deliller (Kitap ve
Sünnet'in delilleri) aklın gerekli gördüğü bu hükmü pekiştirmek için varid
olmuştur. Ancak imamın kim olduğunun bilinmesi ise akıl ile değil, sem' ile
(nakil yoluyla) idrak edilebilir. Böyle bir iddia ise tutarsızdır. Çünkü akıl
tek başına ne birşeyi vacip kılabilir, ne de yasaklayabilir, ne birşeyin
çirkin olduğunu söyleyebilir, ne de güzel olduğuna hüküm verebilir. Durum böyle
olduğuna göre imametin akıl tarafından değil şeriat tarafından vacip olduğu
sabit olur. Bu ise apaçık bir gerçektir. [220]
İmam tayin etmenin
vacip olduğu nakil yoluyla sabit olduğu kabul edilmekle birlikte denilseki:
Bize söyleyiniz, Rasulullah(s.a) tarafından nas yoluyla imamın tayin edilmesi
şeklinde imam tespiti nakil ile mi vacip olur yoksa ehl-i hal ve'l akd'ın onu
seçmesi ile mi olur, yoksa imamet şartlarını tam anlamıyla taşımakla beraber
kendisinin imamlığının kabul edilmesi istemesiyle mi olur?
Bu sorunun cevabı
şudur: İnsanların bu hususta farklı görüşleri vardır. İma-miye ve başka
mezheplerin görüşüne göre imamın tanınmasını sağlayan şey, Rasulullah (s.a)'dan
gelen nassdır. Seçimin bu konuda herhangi bir müdahalesi sözkonusu değildir.
Bize göre ise, durum
şöyledir: Gerekli incelemeyi yapmak, imamı tanımanın yolu olduğu gibi, ictihad
ehlinin icmaı da aynı şekilde onu tanımanın bir yoludur. Onu tanımanın nasstan
başka bir yolu yoktur, diyen bu kimseler ise, bu konudaki aslî delillerine
dayanırlar. Onlar derler ki, kıyas, re'y ve ictihad batıldır. Bu yolla hiçbir şey
bilinmez. Bunlar asıl olarak da ferî hüküm olarak da kıyası geçersiz kabul
ederler. Ancak bu konuda üç ayrı fırkaya ayrılmışlardır: Bir grup Hz. Ebu
Bekir'in nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Bir diğer grup Hz.
Abbas'ın nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Üçüncü bir grup ise
Ali b. Ebi Talib'in nass ile tayin edildiğini iddia etmektedir (Allah üçünden
de razı olsun). Muayyen bir imamın Hz. Peygamber tarafından nass ile tayin
edilmediğini, böyle bir nassın bulunmadığını gösteren delil şudur: Şayet Hz.
Peygamber ümmete muayyen olarak itaat etmeyi, onu bırakıp başkasının itaatine
girmeye fırsat ve imkan tanımayacak, caiz kılmayacak şekilde tesbit etmiş
olsaydı, elbette ki bu bilinirdi. Çünkü muayyen olmayan bir kimse hakkında
ümmetin tümünün Allah'ın emrine itaat etmekle mükellef tutulmasına imkan
yoktur. Böyle olmadıkça onların bu tür bir mükellefiyeti bilmeleri de mümkün
değildir. Böyle birşey olsaydı bilinmesi gerektiğine göre, sözü geçen bu
bilginin ya aklî deliller veya haber yoluyla gelen deliller yoluyla bilinmesi
sözkonusu olurdu. Muayyen bir kimsenin imamlığının sübûtuna delalet eden aklî
herhangi bir gerekçe ve delil yoktur. Aynı şekilde Hz. Peygamber'den gelen
haberler arasında da muayyen bir imamın sübûtuna dair birbilgiyi gerektiren
birşey de yoktur. Çünkü sözü geçen bu haberin ya zorunlu (kesin) ya da
istidlâlen bilgi sahibi olmayı gerektiren bir tevatür olması veya ahad bir
haber olması sözko-nusudur.
Zarurî (kesin) veya
delaleten bilgiyi gerektiren tevatür yoluyla bu haberin gelmesi mümkün
değildir. Çünkü böyle olsaydı, her bir mükellefin bu muayyen kişiye itaatin
vücubunu ve bunun kendisi tarafından bilinmesi gereken Allah'ın dininin bir
hükmü olduğunu bilmekle mükellef olduğunu bilmesi gerekirdi. Nitekim her bir
mükellef kendisi tarafından yerine getirilmesi gereken Allah'ın dininin bir
hükmü olarak beş vakit namazı, ramazan orucunu, Beytullahı hacccetmeyi ve
benzeri hükümleri bilip kabul etmektedir. Hiçbir kimse böyle bir şeyi (muayyen
kişinin imam oluşunu) kendiliğinden zarurî (kesin) olarak bilmemektedir.
Dolayısıyla böyle bir iddia batıl olur. Aynı şekilde bu muayyen kişinin
imamlığının ahad haberlerle bilindiği iddiası da batıl olmaktadır
(çürütülmektedir); çünkü bu gibi haberlerle (kat'i) bilginin vukuuna imkan
yoktur.
Yine eğer hangi
şekilde olursa olsun bir imamın hakkında nassın nakline başvurmak gerekli ise,
o takdirde Ebu Bekir ve Abbas'ın (Allah ikisinden de razı olsun) imametinide
kabul etmek icab eder. Çünkü bunlardan her birisinin imametine dair açık
naslar nakleden bir grup taraftarı vardır. Aynı anda -ileride açıklanacağı
üzere- üç ayrı kişinin nass ile imamlığını sabit kabul etmek sözkonusu
olamayacağına göre tek kişi için de durum böyledir. Çünkü fırkalardan herhangi
birisinin ötekine göre -bu açıdan- tercih edilir bir tarafı yoktur. Bu sonuca
ulaştıran yol bulunmadığına, nassın sabit olması sözkonusu olmadığına
göre, imamlık seçim ve ictihad ile sabit
olur, demektir.
Delilleri alabildiğine
zorlayan bir kimse ortaya çıkıp konu ile ilgili tevatürün bulunduğunu ve
nassın bu konuda zorunlu bilgiyi gerektirdiğini ileri sürecek olursa, hemen
bunlara karşı Hz. Ebu Bekir'e dair nassın varlığı, ayrica bu konuda toplam
olarak nass seviyesine çıkan haberlerin sözkonusu edilerek iddialarının zıttı
olan bir iddia ile karşılık verilmesi gerekir. Diğer taraftan, İmamiye dışında
olup bu konuda nassın bulunmadığını kabul edenlerin bulunduğunda şüphe yoktur.
Hatta çoğunluk ve büyük kalabalık bunlardır. Zorunlu bir bilgi (zaruri ve
kesin bilgüyi reddetmek hususunda ise, İmamiyye'ye muhalefet edenlerin toplam
sayılarının onda birinden daha az sayıdaki kimseler dahi görüş birliği
etmezler. Eğer bu konuda zorunlu bilgiyi reddetmek mümkün olabilseydi bir
kısmın ortaya çıkıp Bağdat'ı, Uzak Çin'i ve buna benzer başka yerleri inkâr
etmesi de caiz olurdu. [221]
Ali (r.a)'ın imametine
dair nassın varlığını delil gösteren ve ümmetin bu nassı inkâr edip irtidat
ettiğini, inat yoluyla Allah'ın Rasulü'nün emrine muhalefet ettiğini söyleyen
İmamiye'nin ileri sürdüğü -ve reddedilen- birtakım hadis-i şerifler vardır.
Bunlardan birisi Hz. Peygamber'in şu sözüdür: "Ben kimin mevlası isem, Ali
de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu veli edineni sen de veli edin, ona düşmanlık
edene sen de düşman ol."[222]
İmamiye der ki: Mevla sözlük kelimesi itibariyle evla (öncelikli) anlamındadır.
Hz. Peygamber -fa-i takib'i kullanarak- "Ali de onun mevlasıdır"
dediğine göre "mevla" kelimesi ile Hz. Ali'nin daha bir hak sahibi ve
daha öncelikli olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamberin bu
ifadesiyle imameti kastetmiş olması ve ona itaatin farz olduğunu belirtmesi
sözkonusudur. Diğer bir delil ise, Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye: "Senin
bana karşı olan durumun, Harun'un Musa'ya karşı olan durumu gibidir. Şu kadar
var ki benden sonra peygamber yoktur."[223]
hadis-i şerifi de vardır. Derler ki: Hz. Harun'un konumu bilinen bir konumdur.
O da peygamberlikte Hz. Musa'ya ortak olmaktır. Ancak Hz. Ali için böyle
birşey sözkonusu değildir. Diğer taraftan Hz. Harun, Hz. Musa'nın kardeşi idi.
Ancak Hz. Ali hakkında böyle birşey sözkonusu değildir. Hz. Ali bir halife
idi. Buna göre bu hadis-i şeriften kastın halifelik olduğu anlaşılmaktadır...
İmamiye buna benzer
başka bir takım deliller daha göstermektedir ki yüce Allah'ın izniyle bu
kitapta yeri geldikçe bunlar sözkonusu edilecektir.
Birinci hadise dair cevap: Bu hadis mütevatir değildir. Hatta sıhhati hususunda
da farklı görüşler vardır. Ebu Davud es-Sicistanî, Ebu Hakim er-Ra-zi bu hadisi
tenkid etmiş ve Peygamber (s.a)'ın şu buyruğunu hadisin batıl olduğuna delil
göstermiştir: "Muzeyne, Cuheyne, Gifar ve Eslemliler, bütün insanlar
arasında benim mevlalarımdır. Bunların Allah ve Rasulünden başka mevlaları
yoktur."[224] İmamiye'nin bu hadisine
cevap verenler derler ki: Eğer Hz. Peygamber: "Ben kimin mevlası isem Ali
de onun mevlasıdır" demiş olsaydı, bu iki haberden birisinin yalan olması
gerekirdi.
İkinci cevap:
Bu haber sika bir kimsenin sika bir kimseden rivayet ettiği sahih bir haber
olsa dahi Hz. Ali'nin imametine delalet eden bir ifade taşımamaktadır. Bu
sadece Hz. Ali'nin faziletine delildir. Çünkü "mevla" kelimesi,
"veli (dost)" anlamındadır. Bu takdirde hadis-i şerifin anlamı: Ben
kimin velisi isem Ali de onun velisidir, şeklinde olur. "Muhakkak ki Allah
onun mevlasıdır. " (et-Tahrim, 66/4) diye buyurulmaktadır. Onun
velisidir, demektir.
Diğer taraftan bu
haber ile anlatılmak istenen insanların Hz. Ali'nin dışının da içi gibi
olduğunu bilmeleridir. Bu ise Hz. Ali için büyük faziletin bir ifadesidir.
Üçüncü cevap:
Bu haberin bir vürud sebebi vardır. O da şudur. Usame ile Ali (Allah ikisinden
de razı olsun) arasında bir tartışma çıkar. Hz. Ali Hz. Usa-me'ye: Sen benim
mevlamsın der. Ancak Üsame: Ben senin mevlan değilim, ben Rasulullah (s.a)'ın
mevlasıyım, cevabını verir. Durumu Peygamber (s.a)'a nakledince Hz. Peygamber
şöyle buyurur: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır."
Dördüncü cevap:
Ali (r.a)nin ifk olayında Âişe (r.anhâ) hakkında Peygamber (s.a)'a: Ondan
başka kadın pek çoktur, demesi Hz. Âişe'ye ağır gelmişti. Bu bakımdan Hz.
Ali'yi tenkid edecek bir fırsat ellerine geçirdiler, Hz. Ali'yi tenkid etmeye
koyuldular ve ondan beri olduklarını açığa vurmaya başladılar. Bunun üzerine
Peygamber (s.a) de onların bu konudaki sözlerini reddetmek üzere sözü geçen
ifadeleri kullanmıştır. Böylelikle onların daha önce ileri sürdükleri Hz.
Ali'den uzak kalma ve onu tenkid etme şeklindeki iddialarını yalanlamış oldu.
Bundan dolayı ashab-ı kiramdan bir grubun: Bizler Rasulullah(s.a)'ın dönemindeki
münafıkları ancak onların Hz. Ali'ye duydukları kinlerinden tanıyabilirdik,
dedikleri rivayet edilmektedir.
İkinci hadise gelince;
Peygamber (s.a)'ın Hz. Harun'un Hz. Musa'ya karşı durumu ile Hz. Musa'dan
sonra Hz. Harun'un halifeliğini kastetmediği hususunda görüş birliği vardır.
Yine aynı şekilde Hz. Harun'un Hz. Musa'dan önce vefat ettiğinde de görüş
birliği vardır. -Bu iki peygamberin vefatı ile ilgili açıklamalar Maide
sûresinde gelecektir.[225]
Ayrıca Hz. Harun, Hz. Musa'dan sonra halife olmamıştır. Hz. Musa'dan sonraki
halife Yûşa' b. Nûn idi. Eğer Hz. Peygamber: "Senin bana karşı durumun
Harun'un Musa'ya karşı olan durumu gibidir" sözleriyle halifeliği
kastetmiş olsaydı: "Senin bana karşı durumun Yûşa'ın Musa'ya karşı olan
durumu gibidir" demeliydi. Hz. Peygamber böyle söylemediğine göre bu, onun
böyle birşeyi kastetmediğini göstermektedir. Aksine Hz. Peygamber: "Ben
hayatta olduğum sürece seni - aile halkımın yanında bulunmadığım takdirde-
aile halkıma benim yerime halife tayin ettim," demek istemiştir. Nitekim
Hz. Mûsâ, yüce Rabbi ile münacaat için Tûrusina'ya çıkıp gittiğinde Hz. Hârûn
onun yerine kavmi üzerindeki halifesi olmuştu.
Şöyle de denilmiştir:
Bu hadisin bir söyleniş sebebi vardır: Peygamber (s.a) Tebuk gazvesine çıkınca
Hz. Ali'yi Medine'de aile halkına ve kavmine kendisinin yerine halife tayin
eder. Ancak münafıklar bunu dillerine dolayıp if-sad edici şayialar yaymaya ve
şöyle demeye koyuldular: Peygamber Ali'ye olan buğzu dolayısıyla ve ondan uzak
kalmak istediğinden dolayı geriye bıraktı. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'den
çıkar ve Peygamber (s.a)'e yetişip şöyle der: Münafıklar şöyle şöyle demeye
başladılar. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Yalan söylemişlerdir. Ben
aksine seni Musa'nın Harun'u yerine halife bıraktığı gibi yerime halife
bıraktım." dedikten sonra şunları da ekler: "Harun'un Musa'ya karşı
konumu ne ise sen de bana karşı aynı konumda olmaya razı değil misin?"[226]
Hz. Peygamber'in,
onların iddialarına göre bu sözleriyle Hz. Ali'yi halife tayin etmeyi murad
ettiği sabit ise, o takdirde bu fazilette başkası da Hz. Ali ile ortak
demektir. Çünkü Peygamber (s.a) çıktığı gazaların her birisinde ashabından
birisini yerine tayin etmiştir. Bunlar arasında İbn Umm Mektum, Mu-hammed b.
Mesleme ve başka sahabiler de vardır. Üstelik bu haberin ravi-si, (ashab-ı
kiram arasından) yalnızca Sa'd b. Ebi Vakkas'tır ve bu da ahad bir haberdir.
Buna karşılık Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer lehine ondan daha öncelikle kabul
edilmesi gereken rivayetler de gelmiştir. Peygamber (s.a)'ın Mu-az b. Cebel'i
Yemen'e gönderdiği vakit ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: Niye Ebu Bekir
ile Ömer'i göndermiyorsun? Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Benim onlara
ihtiyacım vardır. Benim onlara ihtiyacım vardır. Onlarsız olamam. Çünkü onların
bana karşı olan konumlan baştaki kulak ve göz gibidir."[227]
Yine Hz.Pegamber şöyle buyurmuştur: "Onlar yeryüzü halkı arasında benim
vezirlerimdir."[228]
Yine Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ebu Bekir ve
Ömer'in konumu Musa'ya karşı Harun'un konumu gibidir."[229] Bu
haber herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın (ibtidaen) varid olduğu halde Hz.
Ali'nin durumunu anlatan haber bir sebebe bağlı olarak varid olmuştur.
Dolayısıyla Hz. Ebu Bekir'in imamette Hz. Ali'ye öncelikli olması gerekir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [230]
İmamın hangi yolla
imam olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Bunun üç yolu vardır:
Birincisi nasstır. Bu
hususa dair görüş ayrılıklarına az önce değinilmişti. Bu görüşü aynı şekilde
Hanbelîler ve hadis ashabından bir grup ile Ha-san-ı Basrî, Abdulvahid'in
kızkardeşinin oğlu Bekr ve onun görüşünü kabul edenler ile bir grup Haricî
ileri sürmüştür.
İkinci görüş,
Peygamber (s.a) işaret yoluyla Hz. Ebu Bekir'in halifeliğine dair nassta
bulunmuş, Hz. Ebu Bekir de Hz. Ömer'in halifeliğine dair nass-ta bulunmuştur.
Eğer Hz. Ebu Bekir'in yaptığı gibi kendisinden sonraki halifeyi nas ile tesbit
eden kişi muayyen bir kimseyi belirtirse veya Hz. Ömer'in yaptığı şekilde bir
grubun ismini tesbit ederse -ki bu da ikinci yoldur- o takdirde aralarından
muayyen bir kimseyi seçme hususunda onlara serbestlik verilmiş olur. Nitekim
-Osman b. Affan (r.a)'ın tayini hususunda-ashab-ı kiramın yaptığı budur.
Üçüncü yol ise, ehl-i
hal ve'1-akd'ın icmaldir. Şöyle ki müslüman beldelerden herhangi birisinde
bulunan müslüman cemaatin imamı vefat eder ve onların imamları yoksa, vefat
eden bu imam başkasını da halife tayin etmemiş ise, imamın bulunduğu o şehir
ve belde halkı kendilerine bir imam tayin edip onun imam olması üzerinde icma
edip onun imamlığını kabul etseler, diğer müslüman beldelerinde bulunan sair
müslümanların da sözü geçen bu imamın itaati altına girmeleri gerekir. Ancak
bu imamın açıktan açığa fasıkhk işlememesi, fesatta bulunmaması gerekir. Çünkü
bu, kabul edilmesi gereken ve kendilerini de kuşatan bir davettir. Herhangi
bir kimsenin böyle bir daveti kabul etmemek şeklinde geri kalmaya imkanı
yoktur. Çünkü iki ayrı imamın tayin edilmesinde sözbirliği ortadan kalkar,
insanların arasındaki ilişkiler bozulur. Rasulullah (s.a) ise şöyle
buyurmuştur: "Üç şey vardır ki hiçbir mü'minin kalbinde bu konuda
herhangi bir hile ve münafıklık yer almaz: Amelin yalnızca Allah için ihlasla
yapılması, cemaate bağlı kalmak ve yöneticilere samimi öğüt vermek (ve
bağlılık). Çünkü bunların arkasında müslümanların daveti kuşatıcıdır."[231]
Hal ve akd ehlinden
bir tek kişi eğer imamet akdinde bulunacak olursa bu -bazılarının görüşlerine aykırı
olarak- sabit olur ve başkasının da bunu yerine getirmesi gerekir. Çünkü
bazısı: İmamet akdi ancak hal ve akd ehlinden bir topluluğun bu akdi
gerçekleşmesiyle olur, demişlerdir. Ancak bizim bu görüşe karşı delilimiz
şudur: Hz. Ömer, Ebu Bekir'e bey'at akdini yapmış ve ashab-ı kiramdan herhangi
bir kimse bunu reddetmemişti. Diğer taraftan imamet akdi de bir akittir.
Dolayısıyla diğer akitler gibi bunu gerçekleştirecek bir topluluğa ihtyiaç
yoktur. İmam Ebu'l-Meâli der ki: Tek bir kimsenin akdi ile imamlık akdi
gerçekleşen kimsenin artık bu akdi bağlayıcı olur. Ge-rektirici herhangi bir
sebep olmadıkça ve durumunda bir değişikik görülmedikçe hal' edilmesi
(görevden alınması) caiz değildir. Ebû'l-Meâli şunu da ekler: Bu konuda icma
vardır. [232]
İmamet ehliyetine
sahip olan kimse, üstünlük sağlayarak (teğallub) zorla ve galip gelerek
imameti ele geçirirse bunun dördüncü bir yol olacağı da söylenmiştir: Sehl b.
Abdullah et-Tusteri'ye: Bizim ülkelerimize üstünlük sağlayarak imam olan
kimseye karşı görevlerimiz nedir? diye sorulunca şu cevabı verir: Onun
isteğini kabul edersin ve senden istediği haklarını yerine getirirsin. Onun
yaptıklarına karşı çıkmaz ve ondan kaçmazsın. Din ile ilgili herhangi bir
sırrı sana güvenip de emanet ederse onu yaymazsın.
İbn Huveyzimendad da
der ki: Ehli ile istişare etmeden ve seçilmeden imamete elverişli bir kimse
imameti ele geçirecek olsa ve insanlar da buna bey'at eder ve bey'ati
gerçekleşirse (imam olur) demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [233]
İmamet akdine tanıklık
hakkında farklı görüşler vardır. Mezhep alimlerimizden kimisi şöyle demiştir:
Tanıklara ihtiyaç yoktur. Çünkü tanıklık ancak konu ile ilgili kesin sem'i bir
delilin varlığı halinde gerekli görülebilir. Bu hususta ise, tanıklığın
gerektiğini belirten, buna delalet eden kesin sem'i bir delil yoktur.
Kimisi de şöyle
demiştir: Bunun için tanıklara ihtiyaç vardır. Bu görüşü kabul eden kimseler
şunu delil gösterirler: Eğer imamet akdinde şahit tutulmayacak olursa bu sefer
herkes gizlice kendisine imamet akdinde bulunulduğunu iddia eder. Bu da kan
dökmeye ve fitneye götürür. Dolayısıyla şahitliğin bu konuda muteber olması
gerekir ve bu hususta iki şahit yeterlidir. Bu hususta el-Cübbaî farklı kanaate
sahiptir. O bu konuda dört şahit, akdi yapan bir kimse ve kendisine akid
yapılan bir diğer kimsenin bulunması gerektiğini söylemektedir. Çünkü Hz.
Ömer'in kendisinden sonraki halifeyi tayin etmek üzere altı kişi tesbit etmesi
bunun delilidir.
Bizim delilimiz ise
şudur: Bizim ile el-Cübbaî arasında iki kişinin şahitliğinin muteber olduğu
hususunda görüş ayrılığı yoktur. İki kişiden fazlası ile ilgili olarak ise
görüş ayrılığı vardır. Ve bundan'fazlası hakkında delil bulunmamaktadır. Dolayısıyla
fazlasına itibar etmemek gerekmektedir. [234]
İmamda aranan şartlar
onbir tanedir:
1-
Kureyş'ten olmak. Çünkü Peygamber (s.a): "İmamlar Kureyş'tendir"[235]
diye buyurmaktadır. Ancak bu şart ihtilaflıdır.
2- Olaylar
ile ilgili fetva almak hususunda başkasına ihtiyaç duymayacak şekilde ictihad
edebilen, müslümanlara hakimlik yapabilecek nitelikte olmak. Bu şart ittifakla
kabul edilmiştir.
3- Savaş,
orduların düzenlenmesi, serhadlerin korunması, müslüman cemaatin himaye
edilmesi, ümmetin kötülüklerden alıkonulması, zalimin cezalandırılması,
mazlumun hakkının alınması hususunda, sağlam ve güçlü görüş ve bilgi sahibi
olmak.
4- Hadlerin
uygulanmasında yumuşama göstermeyecek, (gerektiğinde) boyunların
vurulmasından, organların kesilmesinden dolayı korkuya kapılmayacak
kimselerden olmak. Bütün bunlara dair delil ashab-ı kiramın icmaldir. Çünkü
halifede bütün bu şartların bulunmasının kaçınılmaz olduğu hususunda
aralarında, görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan kadıları ve yöneticileri atayacaktır.
Ayrıca kendisi de bizzat davalarda, anlaşmazlıklarda hüküm verme işini üzerine alabilir.
Vekillerinin, hakimlerinin işlerini tetkik eder. Bütün bunların üstesinden ise
ancak bütün bunları bilen ve yerine getirebilen kimseler gelebilir.
5, 6- Hür ve
müslüman olmak. İmamın hür ve müslüman olmasının şart koşulmasında
anlaşılmayacak, kapalı bir taraf yoktur.
7, 8- Erkek
olmak ve azaları itibariyle kusursuz olmak. Kadının imam olmasının caiz
olmadığı üzerinde fukahâ icmâ' etmişlerdir. Bununla birlikte kadının şahitlik
yapmasının caiz olduğu şeyler hakkında hakimliğinin caiz olup olmadığı
hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
9, 10- Baliğ
ve akıllı olmak. Bunda da görüş ayrılığı yoktur.
11- Adaletli
olmak. Çünkü fasık bir kimsenin imamlık akdiyle başa getirilmesinin caiz
olmayacağı hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde ümmet,
imamın ilim itibariyle en üstünleri olması gerektiğini de kabul etmektedir.
Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Sizin imamlarınız, sizin
şefaatçilerinizdir. Kimler vasıtasıyla şefaat dilediğinize iyi bakınız."[236]
Kur'an-ı Kerim'de de
Talut'un nitelikleri belirtilirken şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz Allah,
onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim itibariyle de vücutça da bir üstünlük
vermiştir." (el-Bakara, 2/247) Burada "ilim itibariyle"
özelliği öncelikle sözkonusu edilmiştir. Bundan sonra ise, güçlü ve organlarının
sağlıklı olduğuna delalet edecek ifade kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Onu
seçmiştir" buyruğunun anlamı ise, açıktır. Ayrıca bu neseb şartına da
delalet etmektedir. Diğer taraftan küçük hatalardan ve yanılgılardan korunmuş
olması şartı yoktur. Gaybı bilmesi de şart değildir. Ümmetin en ferasetlisi ve
en kahramanı olması da gerekmez. Kureyş kabilesinin sadece Haşi-moğullarından
olması da şart değildir. Çünkü Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r. anhumVın
imamlıkları üzerinde icma gerçekleşmiştir. Bunlar ise Haşimoğullarından
değildirler. [237]
Daha üstün faziletli
bulunmakla birlikte fazileti daha az olan kimsenin fitne ve ümmetin işlerinin
düzene girmemesi korkusuyla başa getirilmesi caizdir. Çünkü imamın başa
getiriliş amacı düşmanı savması, İslam cemaatini koruması, gevşeklikleri
önlemesi, hakları sahiplerine vermesi, hadleri uygulaması, beytü'1-mal adına
gerekli malları toplayıp hak sahiplerine dağıtma-sıdır. Eğer daha faziletli
olanın başa getirilmesiyle kan dökülmesinden, fesattan ve kendisi sebebiyle
imamın tayin edildiği amaçların gerçekleşmeme-sinden korkulacak olursa, bu daha
üstün faziletliyi bırakıp daha az faziletliyi başa geçirmeyi haklı kılan açık
bir mazeret olur. Buna Hz. Ömer'in ve ümmetin diğer fertlerinin şura esnasında
altı kişi arasında kimisinin daha faziletli kimisinin daha az faziletli
olduğunu bilmeleri, delil olarak gösterilebilir. Maslahatın gerektirmesi ve
herhangi bir kimsenin reddi sözkonusu olmaksızın sözbirliği halinde birisini
tercih etmeleri halinde Hz. Ömer onlardan herhangi birisine imamet akdinin
yapılmasını caiz görmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [238]
İmam başa getirilip
akdin yapılmasından sonra fasıklık edecek olursa, cumhurun görüşüne göre
imameti fesholur ve bilinen zahir fasıklığı sebebiyle imamlıktan uzaklaştırılır.
Çünkü imamın ancak hadleri uygulamak, hakları sahiplerine vermek, yetimlerin,
delilerin mallarını korumak, onların görülmesi gereken işlerine nezaret etmek
ve buna benzer sözü geçen işleri yerine getirmek için tayin edileceği
sabittir. Fasık olan bir kimsenin ise fasıklığı bütün bu işleri yerine
getirmesine engel olur, bunları ifa etmesine fırsat vermez. Eğer bizler imamın
fasık olmasını caiz görecek olursak bu, imamın tayin ediliş gayesini iptal
eder. Nitekim imamın tayin ediliş sebebini iptal edeceğinden dolayı fasık olan
herhangi kimseye imamet akdinin yapılması baştan beri caiz değildir. Sonradan
fasıldık eden de onun gibidir.
Bir başka kesim ise
şöyle demektedir: İmam ancak küfür ile yahut namazı kıldırmayı terketmekle
veya namaza çağırmayı terketmekle yahut şeriat-ten herhangi bir şeyi
terketmekle azledilir. Çünkü Peygamber (s.a) Ubade b. Samit tarafından rivayet
edilen hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Ve yönetime ehil olan
kimselerle o hususta münazaa etmemek üzere (bey'at ettik). (Hz. Peygamber
buyurdu ki:.) "Ancak sizin elinizde Allah tarafından gelmiş bir delil
bulunan apaçık bir kâfirlik görmeniz hali müstesna."[239]
Avf b. Malik
tarafından rivayet edilen hadiste ise Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Aranızda namazı kıldırdıkları sürece hayır.."[240] Bu
iki hadis-i şerifi de Müslim rivayet etmiştir.
Umm Seleme'nin
rivayetine göre de Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki,
başınıza birtakım emirler tayin edilecektir. Sizler (onların yap-tıklan
birtakım işleri) ma'ruf (şeriate uygun) göreceksiniz, birtakım işleri mün-ker
göreceksiniz. (Münker gördüklerini) hoş görmeyen kimse bu münkerden beri olur.
Bu münkere karşı çıkan kimse kurtulur. Fakat razı olup tabi olanlar
ise..." Ashab-ı kiram sordu: Ey Allah'ın Rasulü, bu yöneticilerle savaşmayalım
mı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Namaz kıldıkları sürece hayır." (i)
Yani kalbi ile o münkerden tiksinen ve kalbi ile onu inkâr eden kimse kurtulur,
demektir. Yine bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir. [241]
İmamlığına etki edecek
şekilde kendisinde bir eksiklik bulduğu takdirde kendi kendisini azletmesi
üzerine vaciptir. Şayet bir eksiklik görmüyor ise, kendi kendisini azledip
başkasına imamet akdini yapması hakkına sahip midir? Bu konuda ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi, böyle bir iş yapamaz. Yapacak olsa
dahi imamlıktan azledilmiş olmaz derken, kimisi de böyle birşeyi yapabilir,
demiştir. İmamın kendisini azletmesi halinde azlola-cağının delili Ebu Bekir
es-Sıddîk (r.a)'ın: Beni görevimden uzaklaştırınız, beni görevimden
uzaklaştırınız, demesi buna karşılık ashab-ı kiramın, seni ne görevinden
azlederiz, ne de kendini azletmeni kabul ederiz, Rasulullah (s.a) dinimiz için
öne geçirmişken, seni geriye bırakabilecek kimdir? Rasulullah (s.a) seni
dinimiz için seçmişken biz nasıl olur da seni seçmeyiz? diye cevap
vermeleridir.
Şayet Hz. Ebu Bekir'in
kendisini azletme imkanı bulunmamış olsaydı, ashab-ı kiram onun böyle bir
teklifini reddeder ve ona şu cevabı verirlerdi: Senin böyle bir söz söylemeye
hakkın yoktur, böyle bir iş de yapamazsın. Ashab-ı kiram onun bu sözüne karşı
çıkmadığına göre imamın kendi kendisini azletme yetkisinin olduğu da
anlaşılmış olur. Diğer taraftan imam hazır bulunmayanların da haklarına
nezaret eder. Dolayısıyla onun da tıpkı hakimin ve kendisini azletmesi halinde
vekilin durumunda olması gerekir. Çünkü imam, aynı zamanda ümmetin vekilidir ve
naibidir. Vekilin de hakimin de herhangi bir hususta başkasına naiblik eden
herkesin de kendisini azletmek hakkı ittifakla kabul edildiğine göre, imamın
da böyle olması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[242]
Hal ve akd ehlinin
ittifakı ile veya -daha önce geçtiği üzere- tek bir kimsenin akidde bulunması
ile bir kimsenin imamet akdi gerçekleşecek olursa bütün insanların dinleyip
itaat etmek, Allah'ın Kitabını ve Rasulü'nün Sünnetini uygulamak üzere ona
bey'atta bulunmaları icab eder. Herhangi bir mazeret dolayısıyla bey'at
edemeyen kimsenin özrü kabul edilir. Ancak bir mazereti olmaksızın bey'at
etmek istemeyen kimse bey'at etmek için mecbur edilir ve bu konuda ona baskı
uygulanır. Böylelikle müslümanların sözbirliği-nin bozulması önlenmiş olur. İki
halifeye bey'at edilecek olursa halife birincisidir. Diğeri ise öldürülür. Bu
öldürmenin fiilen mi yoksa manen mi olacağı hususunda farklı görüşler vardır.
Onun azledilmesi manen öldürülmesi ve ölümü demek olur. Ancak birinci görüş
daha güçlüdür. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İki halifeye bey'at
edildiği takdirde onlardan ikincisini öldürünüz." Bu hadisi ashab-ı
kiramdan Ebu Said el-Hudri rivayet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır.[243]
Abdullah b. Amr'ın
rivayetine göre; Peygamber (s.a)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Her kim
bir imama bey'at eder, ona eli ile bey'at ettiğini belirtir, kalbinden ona
bağlanırsa gücü yettiği takdirde ona itaat etsin, bir başkası gelip bu hususta
onunla anlaşmazlık çıkaracak olursa ikincisinin boynunu vurunuz." Bu
hadisi de yine Müslim rivayet etmiştir.[244]
Arfece'den gelen
rivayette ise: "Kim olursa olsun kılıçla boynunu vurunuz" diye
buyurulmaktadır.[245]
İki imam tayininin
yasaklandığının en açık delillerinden birisi de budur. Çünkü iki imam tayin
etmek münafıklığa, ayrılığa, bölücülüğe götürür. Fitnelerin başgöstermesine,
ni'metlerin ortadan kalkmasına sebep teşkil eder. Fakat Endülüs ve Horasan gibi
bölgeler arasında uzak mesafeler bulunacak ve bu bölgeler birbirinden ayrı
olacak olursa ileride -yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- caiz olur. [246]
Haricî (isyankâr) bir
kimse, adaleti ile bilinen bir imama karşı çıkacak olursa, insanların böyle
bir kimseye karşı cihad etmeleri icab eder. Şayet imam fasık, haricî kimse olup
adaletli olduğunu izhar ediyor ise, haricî kimsenin adil olduğu açıkça ortaya
çıkmadıkça veya birincisinin görevden alınması üzerinde cemaatin sözbirliği
gerçekleşmedikçe isyan eden bu hariciye yardımcı olmak, taraftar olmakta
insanların acele etmemeleri gerekir. Çünkü böyle bir işe talib olan herkes,
kendisinin salih bir kimse olduğunu izhar eder. Fakat iktidarı eline geçirdiği
takdirde daha önce izhar ettiğinin hilafına eski adetlerine geri döner. [247]
Aynı çağda ve aynı
bölgede, iki veya üç imamın görev başına getirilmesi ise -önceden açıkladığımız
gerekçeler sebebiyle- icma ile caiz değildir. İmam Ebu'l-Meâli der ki: Bizim
mezhep alimlerimiz, dünyanın iki ucunda iki ayrı kişiye imamet akdinin
yapılmayacağı görüşündedirler. Daha sonra şöyle demişlerdir: Eğer iki ayrı
kişiye imamet akdinde bulunulur ise, bu durum tıpkı bir tek kadının iki ayrı
velisinin, birinin ötekinin yaptığı akdin farkına varmadan her ikisinin de o
kadını iki ayrı kocaya evlendirmesi gibi değerlendirilir. (Ebu'l Meali devamla)
der ki: Bu hususta benim kabul ettiğim görüşe göre ise, dar ve birbirinden uzak
bulunmayan bir tek bölgede iki kişiye imamet akdine bulunmak caiz değildir. Bu
hususta icma gerçekleşmiştir. Şayet mesafeler uzak olur ve her iki imam
arasında geniş topraklar bulunursa, bunun caiz olma ihtimali vardır. Bununla
beraber böyle bir ihtimal konu ile ilgili katî nasların dışında kalmaktadır.
İmam Ebu İshak ise, insanların haklarının yerini bulması, hükümlerinin askıya
alınmaması için biribirinden alabildiğine uzak iki ayrı bölgede bu işin caiz
olduğunu kabul ediyordu.
Kerramiye ise, konu
ile ilgili herhangi bir tafsilata girişmeksizin iki imamın tayin edilmesinin
caiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onların tek bir beldede de bunu caiz kabul
etmeleri gerekir. Nihayet onlar, Ali ile Muaviye'nin aynı dönemde birer imam
olduğu görüşünü dahi kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: İki ayrı beldede
veya iki ayrı bölgede iki kişi imam olursa onların her birisi kendi eli
altındakileri daha doğru bir şekilde yönetir ve çevresini daha iyi disiplin
altında tutar. Diğer taraftan aynı çağda iki ayrı peygamberin gönderilmesi
caiz olduğuna göre ve iki peygamberin bulunması birisinin peygamberliğini iptal
etme sonucunu vermediğine göre, imamette bunun böyle olması öncelikle sözkonusudur
ve birinin ötekinin imametini çürütmemesi gerekir. Buna verilecek cevap şudur:
Aslında şeriat bu işi yasaklamamış olsaydı, böyle birşey caiz olurdu. Ancak
Hz. Peygamber: "İki imamın ikincisini öldürünüz" buyruğuyla bunu
yasaklamış ve ümmet de bu kanaati benimsemiştir. Muaviye ise, kendi adına
imamlık iddiasında bulunmamıştır. O kendisinden önce gelen imamların kendisini
tayin etmeleri sebebiyle Şam (Suriye) bölgesinin valisi olduğu iddiasında
bulunmuştur. Buna delil olan hususlardan birisi ise, onların dönemlerinde
bulunan ümmetin onlardan yalnız birisinin imam olduğu üzerinde icma etmesidir.
O ikisinden birisi de: Ben de imamım, bana muhalefet eden de imamdır,
dememiştir. Eğer onlar (Kerra-miye): Akıl iki imamın bulunmasını imkansız
görmemektedir. Diğer taraftan sem'i deliller arasında bunu yasaklayan birşey
yoktur, diyecek olurlarsa şu cevabı veririz: Sem'i delillerin en kuvvetli olanı
icmadır ve icmada da bunun olamayacağına dair delil vardır. [248]
"Onlar da: ...
orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın
demişlerdir" buyruğuna gelince; bizler kesinlikle şunu biliyoruz ki
melekler ancak kendilerine bildirilenleri bilirler ve onlar sözleriyle
(Allah'ın) önüne geçmezler. Bu hüküm bütün melekler hakkında geneldir. Çünkü yüce
Allah'ın: "Sözde onun önüne geçmezler" (el-Enbiya, 21/27) buyruğu melekleri
övmek sadedinde söylenmiştir. Peki nasıl olur da melekler: "Biz seni.,
orada fesad çıkartacak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Şu cevap
verilir: Bunun anlamı şu ki: Melekler "halife" sözünü işitince
Âdemoğulları arasında fesat çıkartacak kimselerin de bulunacağını
anlamışlardır. Çünkü halifeden gözetilen maksat ıslah ve fesadı terketmektir.
Ancak melekler bütün Âdemoğulları hakkında isyan hükmünü genel olarak
kullanmışlardır. Şanı yüce Allah ise onların arasında fesat çıkartanın da
çıkartmayanın da bulunacağını beyan ederek onların da gönüllerini hoş etmek
için: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben bilirim" diye
buyurmuştur. Ve bunu yüce Allah, Hz. Âdem'e bütün isimleri öğreterek
gerçekleştirmiş ve bilgisinin gizliliklerini meleklere açık bir şekilde
göstermiştir.
Bir görüşe göre de
melekler, cinlerin fesat çıkartmalarını ve kan dökmelerini görmüş ve
bilmişlerdi. Şöyle ki, çünkü yeryüzünde Âdem'in yaratılışından önce cinler
vardı. Onlar orada fesat çıkartmış ve kan dökmüşlerdi. Allah, onlara
meleklerden bir ordu ile İblis'i göndermiş, İblis onları öldürüp denizlere ve
dağların başlarına kaçmak zorunda bırakmıştı. İşte İblis o andan itibaren gurura
kapılmıştı. İşte meleklerin: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir
kimse mi yaratacaksın?" sorusunu sadece durumu anlamak üzere sormuşlardı.
Yani acaba bu halife bundan önce gördüğümüz cinler gibi mi olacaktır, olmayacak
mıdır demek istemişlerdir. Bu şekildeki açıklama Ahmed b. Yahya Sa'leb
tarafından yapılmıştır.
İbn Zeyd ve başkaları
da der ki: Şanı yüce Allah, onlara halifenin soyundan gelecek kimseler
arasında yeryüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimselerin bulunacağını
bildirmişti. İşte bundan dolayı melekler de böyle demişlerdir. Bu sözleriyle
onlar ya yüce Allah'ın kendisine isyan edecek kimseleri halifelik makamına
geçirmekten hayrete düştüklerini ifade etmek istediklerinden veya şanı yüce
Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği ve böylelikle kendisine ni'met verdiği
kimsenin buna rağmen isyan etmesini hayretle karşıladıklarından dolayıdır. Ya
da onu hem halifelik makamına getirmeyi hem de isyan etmesini çok büyük bir
olay ve büyük bir iş gördüklerinden dolayı bu soruyu sormuşlardır. Katade der
ki: Şanı yüce Allah, onlara yeryüzünde birtakım kimseleri yaratacak olursam,
bunlar fesat çıkartıp kanlar dökecektir, diye bildirmiştir. İşte yüce Allah:
"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurunca
melekler, acaba bu kişi Allah'ın kendilerine yaratacağını belirttiği kimse
midir, yoksa başkası mıdır, öğrenmek üzere bu soruyu sormuşlardır.
Bu güzel bir
açıklamadır. Bunu Abdürezzak rivayet ederek demiştir ki: Bize Ma'mer,
Katade'den yüce Allah'ın: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir
kimse mi yaratacaksın?" buyruğu hakkında dedi ki: Allah, daha önce
onlara, eğer yeryüzünde birtakım yaratıklar varedersem bunlar orada fesat
çıkartacak ve kanlar dökecektir, demişti. Bundan dolayı melekler: "Orada
fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" diye
sormuşlardı. Onun bu açıklamasına göre ifadede birtakım kısaltmalar (hazf)
vardır. Buna göre anlam şöyle oluyor: "Ben yeryüzünde şunları şunları yapacak
bir halife yaratacağım" deyince melekler: Sen orada bize daha önce
bildirdiğin kimseyi mi yoksa başkasını mı yaratacaksın? demişlerdi. Birinci
görüş de gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü o görüşe göre, lafızların ihtiva
ettiği anlamdan birtakım bilgi ve çıkarımlar sözkonusudur. Bu ise ancak ilim
adamlarının yapabilecekleri bir iştir. Her iki görüş arasında sunulan görüş de
güzeldir. Onun üzerinde de dikkatle düşünmelidir. Şöyle de denilmiştir. Şanı
yüce Allah'ın meleklere -Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olduğuna
göre-: "Kullarımı ne halde bıraktınız?"[249]
diye sorması, aslında: "Orada fesat çıkartacak.." diyen kimselere
(yani meleklere) bir azar ve ezelden beri bilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkarmak
içindir. Çünkü yüce Allah, bu şekilde soran meleklere: "Sizin
bilmediklerinizi şüphesiz ben bilirim" diye cevap vermiştir. [250]
"Biz seni
hamdinle teşbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek
bir kimse mi yaratacaksın?" buyruğundaki kimse, "yaratacaksın"
anlamındaki fiilin birinci mefulü olarak nasb mahallindedir. orda"
kelimesi de ikinci mef ülün yerini tutmaktadır. Fesat çıkartacak"
anlamındaki fiilin tekil olması, "kimse" anlamındaki edatın lafzı
gözönünde bulundurulması do-layısıyladır. Kur'ân dışında bu fiilen çoğul
getirilmesi de mümkündür. Yine Kur'ân-ı Ker'îm'de: içlerinden seni dinleyen
vardır" (el-En'âm, 6/25) buyruğunda fiil, en" lafzına göre tekil
gelmiştir." Aralarından seni dinleyenler vardır" (Yunus, 10/42)
buyruğunda ise fiil, mana gözönünde bulundurularak çoğul gelmiştir.
Dökecek" fiili de
bir önceki fiile atfedilmiştir. Burada da bu fiilin her iki şekilde (tekil ve
çoğul) gelmesi caizdir. Esîd, el-A'rec'den ibaresinde fiili nasb ile okuyup
fiilin başındaki "vav" ile sonunun cevabı kabul etmiştir. (Yani:
orada fesat çıkartacak birisini mi yaratacaksın? (o taktirde) o kanlar
dökecektir, demek olur). Nitekim şair şöyle demektedir:
"Ben komşunuz
değil miydim? Aramızda
Sevgi ve kardeşlik
vardı, hem."
Âyet-i kerimede yer
alan "es-sefk" kelimesi dökmek demektir. Bu kelime -İbn Faris ve
el-Cevherî'nin de açıkladıklarına göre- gözyaşı dökmeyi ifade etmek için de
kullanılır. es-Seffâk ise, söz söyleme yeteneğine sahip anlamına gelen
"es-seffah" demektir. el-Mehdevî der ki: Sefk tabiri, sadece kan dökmek
hakkında kullanılır. Bazen şiir olmayan düz nesir hakkında da kullanıldığı da
olur.
ed-dimâ, kanlar
anlamına gelir. Tekili ise, -son harfi düşmüş olarak-"dem"
şeklindedir. Bu kelimeni aslıdır denildiği gibi, şeklinde olduğu da
söylenmiştir. Arapçada bu şekilde iki harfli bütün isimlerin mutlaka son harfi
hazfedilmiştir. Ve bu hazfedilen son harf ise yâ harfidir. Bazen bu aslî
şekline uygun olarak bu yâ harfinin söylendiği de olur. Şair der ki:
"Bizler bir taş
üstünde boğazlanacak olsak Kanlar kesin haberi verecek şekilde akar." Yüce
Allah'ın: "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken"
buyruğunda yer alan
"teşbih etmek", O'nu sıfatlarına layık olmayan şeylerden tenzih
etmek demektir. Arap dilinde "teşbih" tazim etmek suretiyle
kötülüklerden tenzih etmek, berî ve uzak görmek demektir. Sa'lebeoğullarına
mensub A'şa'nın şu beyiti de bu anlamdadır:
"Onun övüncü bana
gelince derim ki:
O övünen Alkame'den
(bunlar) uzaktır."
Talha b. Ubeydullalfın
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a)'dan "Sübhanallah"ı
açıklamasını istedim, şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Allah'ı her
türlü kötülükten tenzih etmek demektir."[251]
Bu kelime, yürümek ve
gitmek anlamına gelen dan türetilmiştir. Nitekim yüce Allah (bu kökü aynı
şekilde kullanarak), şöyle buyurmaktadır: "Çünkü gündüzün senin için
upuzun bir meşguliyet (sebh yani gidip gelmek) vardır. "(el-Müzzemmil,
73/7)
Teşbih eden kimseye
ise, şanı yüce Allah'ı kötülüklerden tenzih edip uzak kılmakta akıp giden bir
kimse olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Bu âyet-i kerimede yer alan ve biz
anlamına gelen kelimesinin sonundaki nûn harfinin kendisinden sonra gelen ve
teşbih ederiz anlamına gelen kelimesinin başındaki nun harfi ile idğam
yapılması -iki sakinin biribir-leriyle bitişmemesi için- caiz değildir. [252]
Tefsir alimleri,
meleklerin teşbihinin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn
Mes'ud ve İbn Abbas'ın açıklamalarına göre, meleklerin teşbihi onların namaz
kılmalarıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda da "teşbih
edenler" kelimesi bu anlama kullanılmıştır: "Eğer o gerçekten teşbih edenlerden olmasaydı"
(es-Saffat, 37/143); namaz kılanlardan olmasaydı, demektir.
Meleklerin tesbih
etmelerinin yüce Allah'ı zikredip seslerini yüksletmek anlamına geldiği de
söylenmiştir. Bu görüş el-Mufaddal'a aittir. Bu görüşüne delil olarak da
Cerir'in şu beyitini göstermiştir:
"İlahımız
Tağliblilerin yüzlerini kara etsin
Hacılar teşbih
ettiklerinde ve lebbeyk derken tekbir getirdikleri her seferinde."
Katade der ki:
Meleklerin tesbihi dilde bilindiği şekliyle "sübhanallah" demektir.
Doğru olanı da budur. Çünkü Ebu Zerr'in rivayetine göre Rasulullah (s.a)'a:
Sözün en faziletlisi hangisidir? diye sorulmuş, Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın melekleri yahut kullan için seçtiği söz
olan: Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı hamdiyle tesbih ederim)
demektir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[253]
Abdurrahman b.
Kurt'tan da rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a) İsra'ya götürüldüğü gecede
en yüce semalarda şu şekilde bir teşbih işitmiştir"Yüceler yücesini teşbih
ederim. O her türlü eksiklikten münezzehtir ve yücedir." Bunu da Beyhakî
zikretmiştir.[254]
Şanı yüce Allah'ın:
"Hamdinle" buyruğunun anlamı da şudur: Yani bizler teşbih ile
birlikte hamdde de bulunuyoruz ve bunu birbirinin ardı arkasına söylüyoruz.
Hamd'in övmek, senada bulunmak anlamına geldiğine dair açıklamalar daha
önceden geçmişti.[255]
Meleklerin: "Hamdinle" şeklindeki sözlerinin iki söz arası bir ara
cümlesi olma ihtimali de vardır. Onlar şöyle demiş gibidirler: Bizler hem
teşbih ediyoruz, hem takdis ediyoruz. Daha sonra Allah Teala'ya teslimiyet
göstermek üzere bu ara cümleyi söylemişlerdir. Yani bizi buna ilettiğin, bu
yolu bize gösterdiğin için hamde layık olan, övülen Sensin demek olur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Ve takdis edip
dururken" buyruğunun anlamı seni ta'zim eder, şanını yüceltir, senin
zikrini inkarcıların Sana nisbet ettikleri, Sana yakışmayan şeylerden
arındırarak yaparız. Bu açıklamayı Mücahid, Ebu Salih ve başkaları yapmıştır.
ed-Dahhak ve başkaları da şöyle der: Bunun anlamı şudur: Bizler Senin rızanı
arayıp umarak, nefislerimizi senin için arındırır ve temizleriz. Aralarında
Katade'nin bulunduğu bir topluluk da şöyle demektedir: "Seni takdis
ederiz" buyruğu namaz kılarız, demektir. Takdis namazdır. İbn Atiyye de:
Bu açıklama zayıftır, demektedir.
Derim ki: Ancak bunun
anlamı doğrudur. Çünkü namaz hem ta'zimi, hem takdisi ve hem de teşbihi
kapsamaktadır. Rasulullah (s.a) da rükû ve sücu-dunda şöyle derdi: "O
sübbûhtur, kuddûstür, meleklerin ve ruhun Rabbidir." Bunu Hz. Aişe'den
Müslim rivayet etmiştir.[256]
"(.
u""1* )Takdis etmek"; kökün hangi tipe sokulursa sokulsun manası
temizlemek ve arındırmak ile ilgili olur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu
gibi: "Mukaddes arza giriniz." (el-Maide, 5/21) Yani temiz kılınmış
arza giriniz. ".. meliktir, kuddûstür" (e\-Ha.şr, 59/23); yani temiz
olandır. "Muhakkak sen Tuva adındaki mukaddes vadidesin." (Ta-ha,
20/12) "Beytü'1-Mak-dis"e de bu adın veriliş sebebi, içi günahlardan
takdis olunan yani arındırılan bir mekân olduğundan dolayıdır. Kendisinden
abdest alınıp temizlenilen (çukur, kova ve buna benzer yerlere)
"kades" adı verilir. "el-Kâdus" (kova, su dolabı ve bu)
gibi kelimeler de bu kökten gelmektedir. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:
"Güçlü olanından zayıf olanının lehine (hakkının) alınmadığı bir ümmet
takdis olunmaz (veya olunmasın)".[257]
Yani Allah onu arındırmaz (veya arındırmasın). Bu hadisi İbn Mace Sünen'inde
rivayet etmiştir. Buna göre "el-kuds" herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu
olmaksızın temizlik, arılık demektir. Şair de şöyle demiştir:
"(Kurtlar) ona
(öküze) yetiştiler, bacağından ve baldırından yakaladılar Tıpkı küçük
çocukların mukaddes rahibin elbiselerini yırttıkları gibi" Burada
"mukaddes" temizlenmiş ve arındırılmış anlamındadır. Namaz da kulu
günahlardan arındırır. Namaz kılan kimse, amellerin en faziletlisi olduğundan
dolayı en mükemmel halleriyle namaza durur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Sizin
bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim." Burada yer alan
"Ben en iyi
bilenim" buyruğu iki şekilde açıklanmıştır. Bunun geleceği ifade eden bir
fiil anlamında olduğu söylendiği gibi, fail anlamında isim olduğu da
söylenmiştir. Nitekim "büyüktür" anlamında "Allahu ekber; Allah
en büyüktür" denilmektedir. Şairin de söylediği gibi:
"Ömrün hakkı için
bilmiyorum ve şüphesiz ki ben korkarım Ölümün hangimize daha erken hücum
edeceğinden yana." Birinci açıklama şekline göre eğer bu kelime fiil kabul
edilir ise anlamı: "Sizin bilmediklerinizi bilirim" anlamına gelir.
Eğer bu kelime isim kabul edilir ise, o takdirde anlamı: "Sizin
bilmediğiniz şeyleri bilenim" anlamına gelir. «İpi ) kelimelerinde
yeralan mim harflerini birbirine idğam etmek caizdir.[258]
"Sizin
bilmedikleriniz" buyruğundan yüce Allah'ın neyi kastettiği hakkında
tefsir alimleri farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbas der ki: İblis -Allah'ın
laneti üzerine olsun- Allah kendisini semanın bekçisi tayin edip onu şereflendirince
böbürlenmiş ve büyüklenmişti. Bunun, sahip olduğu bir meziyet dolayısıyla
kendisine verildiğine inanmaya koyulmuştu. O bakımdan Âdem (a.s)e rağmen küfre
girmeyi, isyan etmeyi hafif görme noktasına kadar gitti. Melekler ise:
"Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken.." demeyi tercih
ettiler. Melekler bu sözlerini söylediklerinde ise İblis'in içinde bundan
farklı bir kanaat gizlediğini bilmiyorlardı. O bakımdan yüce Allah onlara:
"Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" diye buyurdu.
Katade de der ki:
Melekler: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın?" deyince
şanı yüce Allah, yeryüzünde halife tayin edeceği kimseler arasında birtakım
peygamberlerin, fazilet ve itaat ehlinin de bulunacağını bildiğinden dolayı
onlara: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.
Derim ki: Bunun
anlamının şu şekilde olma ihtimali de vardır: Olmuş, olacak ve olmakta olan
şeyler arasından sizin bilmediklerinizi Ben en iyi bilenim. O takdirde bu
buyruk genel bir anlam ifade ediyor demektir. [259]
31. Âdem'e bütün
isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterdi ve dedi ki: "Eğer doğru
söyleyenler iseniz bunların isimlerini Bana bildirin."
Bu buyruk ile ilgili
açıklamalarımız yedi başlık halinde verilecektir:
"Âdem'e bütün
isimleri öğretti." buyruğunda "öğretti" kelimesi tarif etti,
kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona öğretmek kesin bir şekilde o bilgiyi ona
ilham etmek anlamındadır. Bunun bir melek aracılığıyla olma ihtimali de
vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de açıklanacağı üzere Cebrail
(a.s)'dır.
Bu ayet-i kerimede yer
alan Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamında şeklinde de
okunmuştur. Ancak birinci okuyuş şekli ileride de görüleceği üzere daha
uygundur ve izah edilebilir bir okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hz. Âdem
bu isimleri Hakk'ın ona öğretmesi vasıtasıyla öğrenmiştir. Bu isimleri
bellemesini istemiş, ancak Hz. Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu
konuda onu kendi nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah buna işaret etmek
üzere şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e vahyettik
(emir verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha kasıt) bulmadık."
(Ta-ha, 20/115)
İbn Ata der ki: Eğer
Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı, eşyanın isimlerini haber
vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu. Bunun böyle olduğu gayet
açıktır.
Hz. Âdem'in künyesi
Ebu'l-Beşer (yani insanlann atası)dır. Künyesinin "Ebu Muhammed"
olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son peygamber Muham-med (s.a)'ın adı ile
künyelenmiş olmaktadır. Bunu es-Süheylî söylemiştir. Hz. Âdem'in cennetteki
künyesinin Ebu Muhammed, yeryüzündeki künyesinin de Ebu'l-Beşer olduğu da
söylenmiştir.
"Âdem"
kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yu-muşatfarak
uzaOmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiyacı duyulduğu
takdirde ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği
takdirde "evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş yapmıştır. -
Bu kelimenin türeyişi
hakkında farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü anlamına gelen dan türediği söylenmiştir.
Böylelikle Hz. Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş olmaktadır.
Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den
türediği de söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı
hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına göre bunun
anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına göre ise beyazlıktır. Âdem (a.s) da
beyaz idi. Buna göre bu kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları
tabirinden alınmış olur. Eğer bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu
"üdm(un)" ve "evâ-dim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin
"edeme"den türemiş olduğu kabul edilirse o takdirde "Âdem"
kelimesinin çoğulu "Âdemûne" şeklinde gelir.
Derim ki: Doğrusu bu
kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen
Edîmu'l-ard'den türediğidir. Said b. Cübeyr der ki: Âdem'e bu adın
veriliş sebebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan"
denilmesinin sebebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında
zikretmiştir. es-Sud-di'nin Ebu Malik ve Ebu Salih'ten, onların İbn Abbas'tan
ve Murre el-Hem-dani'den, onun İbn Mes'ud'dan Hz. Âdem'in yaratılış kıssası ile
ilgili yaptıkları nakile göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Yüce Allah
Cebrail (a.s)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi. Yer dedi ki:
Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a
sığınıyorum. Bunun üzerine Hz. Cebrail birşey almaksızın geri döndü ve şöyle
dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de onun sığınmasını kabul ederek ona
ilişmedim. Bu sefer yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde ondan da
Allah'a sığındı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve Hz.
Cebrail'in söyledikleri gibi söyledi. Bu sefer yüce Allah ölüm meleğini
gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini yerine
getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir miktar
aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve siyah
topraklardan ayrı ayrı aldı. İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik
ortaya çıktı. Ve işte o (mayası) yeryüzünden alındığından dolayı ona
"Âdem" adı verildi. (Ölüm meleği alacağını aldı) ve onları yüce
divana çıkardı. Şanı yüce Allah, ona: "Sana yalvarıp yakardığında yere
şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı verdi: Ben, Senin emrini
yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gördüm. Bunun üzerine yüce
Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in çocuklarının canlarını almana sen'uygun bir
kimsesin." Daha sonra (yüce Allah) toprağı yapışkan bir çamur haline
(tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı. Lâzib ise birbirine yapışan çamur
demektir. Daha sonra kokuncaya kadar bırakıldı. İşte yüce Allah bu aşama
hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kokuşmuş çamurdan..." (el-Hicr,
15/26-28, 33) Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle buyurdu: "Muhakkak
Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhumdan üflediğimde
onun için secdeye kapanın."(Sâd, 38/71-72) İblis ona karşı büyüklenmesin
diye yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle yarattı. Yüce Allah şöyle buyurmuş
gibi oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde ellerimle yarattığıma karşı sen
nasıl büyüklenirsin? Yüce Allah Hz. Âdem'i bir insan şeklinde yarattı. Önce o
Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk yıl süre kadar çamurdan bir ceset halinde
idi. Melekler onun yanından geçip de onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında
Hz. Âdem'den en çok korkan İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu
ceset tıpkı testinin ses çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce
Allah'ın şu buyruğu buna işaret etmektedir: "O, insanı testi gibi ses
veren kupkuru çamurdan yarattı." (er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi
işitince de: Sen ne için yaratıldın? diye söyledi. Bu arada ağzından girdi,
arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis meleklere şöyle dedi: Bundan
korkmayınız, çünkü o ecveftir (içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem
şüphesiz onu helak ederim.
Denildiğine göre İblis
meleklerle birlikte Âdem'in çamurdan suretinin yanından geçerken şöyle dermiş:
Şu mahlukat arasında benzerini görmediğiniz bu yaratık size üstün kılınıp da
ona itaat etmeniz emrolunursa ne yaparsınız? Melekler: Rabbimizin emrine itaat
ederiz, diye cevap verirlerdi. İblis kendi içinde gizlice şu karan verdi:
Andolsun o bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona
üstün kılınırsam onu helak edeceğim. Hz. Âdem'e ruhun üflenmesinin murad
edildiği vakit gelince, yüce Allah meleklere şöyle dedi: Ben ona kendi
ruhumdan üflediğimde onun için secdeye kapanınız. Âdem'e ruh üflenince ruh Hz.
Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı, melekler ona: Elhamdülillah de,
dediler. O da elhamdülillah deyince yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet
buyurdu, dedi. Ruh, Hz. Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı.
Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele ederek
cennetin meyvelerine doğru kalkmak istedi. İşte yüce Allah'ın şu buyrukları
buna işarettir: "İnsan aceleden yaratıldı." (el-Enbiya, 21/37);
"Bunun üzerine meleklerin hepsi ona topluca secde ettiler, ancak İblis
dayattı, secde edenlerle beraber olmak istemedi." (el-Hicr, 15/30-31) ve
devamla Abdullah b. Mes'ud Hz. Âdem'in yaratılış kıssasını zikretti.
Tirmizi'nin rivayetine
göre Ebu Musa el-Eş'arî şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Aziz ve celil olan Allah Âdem'i yerin tümünden aldığı bir avuç
(toprak)dan yarattı. İşte bundan dolayı Âdemoğul-ları yer gibi (değişik renkte)
olmuşlardır. Onlardan kimisi kırmızı, kimisi beyaz, kimisi siyah, kimisi de
bunlar arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve
kimisi de iyidir." Ebu İsa (et-Tirmizi) der ki: Bu ha-sen -sahih bir
hadistir.[260]
Edîm kelimesi edem'in
çoğuludur. Şair der ki:
"İnsanlar şekil
ve huy itibariyle farklı farklıdır. Karakterleri de değişiktir.
Onların hepsini
yeryüzü bir araya getirecektir."
Buna göre
"Âdem"' kelimesi "edme"den değil de "edîm" ve
"edem"den türemiş olur. Hepsinden türemiş olma ihtimali de vardır.
Bu hususa dair daha fazla bilgiler -Yüce Allah'ın izniyle- En'am süresiyle[261]
başka buyruklarda Hz. Âdem'in yaratılışına dair buyruklar açıklanınca
gelecektir. "Âdem" kelimesi munsarıf değildir. Ebu Cafer en-Nehhas
der ki: Âdem, nahivcilerin icmai ile özel isim olduğu takdirde munsarıf olmaz
(yani esre ve tenvin kabul etmez)... Çünkü bu hem "ef'alu" vezninde
hem de özel isimdir. Başarılı nahivcilere göre bir ismin gayr-i munsarif
olması için iki sebeb gereklidir. Şayet bu isim nekre gelir ve sıfat da
değilse el-Halil ve Sibeveyh'e göre yine gayr-i munsarıf olur; el-Alıfeş Said'e
göre ise munsarıf olur. Çünkü bu durumda o hem sıfat olur, hem de fiil vezninde
olur. Eğer sıfat olmazsa yine munsarıf kabul eder. Ebû İshah ez-Zeccâc: Doğru
görüş Sibeveyh'in görüşüdür, der ve sıfat ile başka şey olması arasında fark
gözetmez. Çünkü her durumda, kelime aynı kelimedir. [262]
"Bütün isimleri
öğretti" buyruğun "isimler" ifade ve ibareler anlamındadır.
Çünkü mutlak olarak kullanılmakla birlikte "isim" ile musemma
kas-tedilebilir. Mesela, Zeyd ayaktadır, aslan atılgandır demek gibi. Kimi
zaman da onunla bizatihi adlandırmanın kendisi kastedilebilir.
"Aslan" kelimesi şu kadar harftir, elemek gibi. Birincisiyle ilgili
olarak şöyle denilir: İsim, musem-manın kendisidir. Yani onunla müsemma
kastedilir. İkincisi île ilgili olarak da isim ile müsemma anlatılmak
istenmemektedir, denilir. Dilde "isim"in bizzat ibareler gibi
değerlendirildiği de olur. Çoğunlukla kullanılan da bu şekildedir. İşte yüce
Allah'ın: "Âdem'e bütün isimleri öğretti" buyruğu konu ile ilgili
açıklama şekillerinin en meşhuruna göre böyledir. Peygamber (s.a)'in:
"Muhakkak Allah'ın 99 tane ismi vardır"[263] hadisi de böyledir. İsim "kişinin
kendisi" (zat) yerinde de kullanılır. Mesela, aynı anlamda olmak üzere:
Zat, Nefs, Ayn ve İsim kelimeleri kullanılır. İlim adamlarının büyük çoğunluğu
yüce Allah'ın: "O, en yüce Rabbinin ismini teşbih et" (el-A'la,
87/1); "Rabbinin adı ne mübarektir!" (er-Rahmân, 55/78); "Bunlar
ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığınız isimlerdir." (en-Necm, 53/23)
buyruklarını bu şekilde açıklamışlardır. [264]
Tefsir alimleri, yüce
Allah'ın Hz. Âdem'e isimleri öğretmiş olmasının ne anlama geldiği hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas, İkrime, Ka-tade, Mücahid ve İbn Cübeyr
şöyle demişlerdir: Yüce Allah, Hz. Âdem'e önemli önemsiz bütün eşyanın
isimlerini öğretmiştir. Asım b. Küleyb, el-Ha-sen b. Ali'nin azadlı kölesi
Sa'd'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: İbn Ab-bas'ın yanında oturuyordum.
Mecliste oturanlar kap kaçağın ve kamçının isimlerini sözkonusu ettiler, bunun
üzerine İbn Abbas şöyle dedi: "Âdem'e bütün isimleri öğretti."
Derim ki: Bu anlamda bazı
ifadeler ileride de geleceği üzere, merfu' (hadis olarak) da rivayet
edilmiştir. İşte "bütün" kelimesinin gerektirdiği anlam da budur.
Çünkü bu kelime kuşatıcılık ve genellik ifade etmek için kullanılır. Buhari'de
Enes (r.a)'den gelen rivayete göre Peygamber (s.a) de şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet gününde mü'minler bir araya gelip şöyle derler: Rab-bımızın
huzurunda bize şefaat edecek birisini bulsak. Bunun üzerine Âdem'e giderler ve
ona şöyle derler: Sen insanların atasısın, Allah seni kendi eliyle yarattı,
melekleri sana secde ettirdi ve sana herşeyin ismini öğretti..."[265]
İbn Huveyzimendad der
ki: Bu âyet-i kerimede dilin tevkifî olarak öğrenildiğinin delili vardır. Yani
Allah tarafından vahiy yoluyla öğretildiği gösterilmektedir. Ve aynı şekilde
yüce Allah'ın bu dili Âdem aleyhisselam'a geneliyle özeliyle bütün
teferruatıyla öğrettiğini göstermektedir. İbn Abbas da böyle söylemiştir. O
der ki: Yüce Allah, ona tencereye, süt sağılan kaba varıncaya kadar herşeyin
ismini öğretmiştir. Seyhan'ın Katade'den rivayetine göre o şöyle demiştir:
Allah Âdem'e, meleklerin bilmediği, yaratıklarının birtakım isimlerini
öğretmiştir. Her bir şeyi kendi adı ile söylemiş ve her bir şeyin menfaatini
kendi türüne nisbet etmiştir. en-Nehhas der ki: Bu açıklama bu hususta gelen
rivayetlerin en güzelidir. Anlamı şudur: Şanı yüce Allah türlerin isimlerini
ona öğretmiş ve neye yaradıklarını -bu böyledir ve şunun için yarar şeklinde -
bildirmiştir. Taberi de şöyle demiştir: Yüce Allah, Hz.Âdem'e meleklerin ve
soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir. Taberi bunu benimseyip
tercih etmiştir. Bunu yaparken de yüce Allah'ın: "Sonra onları meleklere
gösterdi ( arzetti).." buyruğuna dayanmaktadır.
İbn Zeyd de der ki:
Allah, Hz. Âdem'e bütün soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir.
er-Rabî' b. Huseym de der ki: Yalnızca meleklerin isimlerini ona öğretmiştir.
el-Kutebi de şöyle demektedir: Yeryüzünde yarattığı eşyanın isimlerini ona
öğretmiştir. Ona cins ve türlerin isimlerini öğretmiştir, de denilmiştir.
Derim ki: Az önce
açıkladığımız ve yüce Allah'ın izniyle ileride de açıklayacağımız gerekçeler
dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir. [266]
Yine tefsir alimleri,
meleklere kişilerin isimlerini mi yoksa kişilerden ayrı olarak sadece isimleri
mi gösterdiği hususunda farklı kanaatlere sahiptirler. İbn Mes'ud ve başkaları
der ki: Hz. Âdem, onlara kişileri gösterdi, çünkü yüce Allah: Onları
gösterdi" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan yüce Allah şöyle
buyurmaktadır Bunların isimlerini Bana bildiriniz". Araplar birşeyi
ortaya çıkarmayı ifade etmek üzere derler. (Yani: Birşeyi gösterdim, o da
göründü) Birşeyi satışa arzetmek (göstermek) de buradan gelmektedir. Hadis-i
şerifte şöyle buyurulmuştur: Allah onları toz zerrecikleri gibi arzetti
(gösterdi)."[267]
İbn Abbas ve başkaları
ise, O'nun azrettiği isimlerdir, demişlerdir.
İbn Mes'ud'un
okuyuşuna göre şeklindedir. (Onları arzetti anlamında olup ancak buradaki
zamir dişilere ait bir zamirdir.) Böylelikle bu zamir şahıslara değil de sadece
isimlere ait olur. Çünkü arapçada bu tür zamir daha özellikli olarak dişiler
hakkında kullanılır. Ubey b. Ka'b'ın kıraatinde ise şeklindedir. (Onları
arzetti anlamında olup buradaki zamir müfred dişi zamirdir ve ağırlıklı olarak
cansız çoğul için kullanılır.)
Mücahid der ki: Burada
gösterilen (arzedilen)ler, isimlerin sahipleridir.
İsimler ile ilgili
olarak: Onlar adlandırmalardır, diyenin açıklaması, Ubeyy b. Kab'ın kıraatine
uygundur. Bu kelimeyi Onları gösterdi" şeklindeki okuyuş ile ilgili olarak
şöyle denilir: İsimler kelimesi, şahıslara delalet etmektedir. Bundan dolayı
isimler hakkında onları gösterdi" demek uygun düşmüştür. Diğer taraftan :
bunlar" denilerek işaret ile anlatılmak istenen isimleri taşıyan
şahıslardır. Fakat bunlar her ne kadar gaib iseler de herhangi bir sebep
dolayısıyla onların bir kısmı hazır olmuştur. İşte onlar bu hazır olanların
isimleridir. (Yani bu hazır olanların isimleri Âdem'e öğretilmiştir.)
İbn Atiyye der ki:
Açıkça görülen şu ki: Şanı yüce Allah, Hz. Âdem'e isimleri öğretmiş ve bu
cinslerle birlikte şahısları ile beraber bunları ona göstermiştir. Daha sonra
bunları meleklere göstermiş ve meleklerin bilmesi mümkün olan isimlerini
onlara sormuş, sonra da Hz. Âdem onlara şu cevabı vermiştir: Bunun adı şudur,
bunun adı da budur, diye
el-Maverdi de der ki:
En doğrusu gösterme işinin adlandırılan şeylere yönelik olmasıdır. Diğer
taraftan bu göstermenin zamanı ile ilgili olarak iki görüş vardır. Bunlardan
birisine göre bu eşyayı yarattıktan sonra göstermişti. İkinci görüşe göre ise,
Allah Teala bu eşyayı meleklerin tasavvurlarında canlandırmış, sonra da bunları
arzetmiş (göstermiş)tir. [268]
İlk olarak kimin
arapça konuştuğu hakkında farklı görüşler vardır. Ka'b el-Ahbar'dan rivayet
edildiğine göre Arapça, Süryanice yazıyı ve bütün yazıları ilk ortaya atan ve
bütün dillerle ilk konuşan kimse Âdem (a.s)'dır. Ka'b el-Ahbar'dan başkaları da
böyle demiştir.
Denilse ki: Yine Ka'b
el-Ahbar'dan hasen bir rivayet ile şöyle dediği kaydedilmektedir: Arapça ilk
konuşan kişi Cebrail (a.s)'dır. Hz. Nuh'a Arap-çayı o öğretmiştir. Hz. Nuh da
bunu oğlu Şam'a öğretmiştir. Bunu Sevr b. Zeyd, Halid b. Ma'dan'dan, o da Ka'b
yoluyla rivayet etmiştir. Peygamber (s.a)'dan ise şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "Açık seçik Arapçayı ilk konuşma imkanı verilen kişi
İsmail'dir. O vakit o on yaşında idi."[269]
Yine Arapça ilk konuşan kişinin Kahtan oğlu Ya'rub olduğu da rivayet
edilmiştir. Başka rivayetler de vardır.
Buna karşılık biz de
deriz ki: Doğrusu, insanlar arasında bütün dilleri ilk konuşan kişinin Âdem
(a.s) olduğudur. Kur'an-ı Kerim de buna tanıklık etmektedir. Nitekim yüce
Allah: "Âdem'e bütün isimleri öğretti" diye buyurmaktadır. Bütün
diller ise isimlerden ibarettir. Dolayısıyla bu diller, "isimler"
tabirinin kapsamına girmektedir. Sünnetteki rivayetler de bunu ifade etmektedir.
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Tencere ve küçük kaba varıncaya kadar
(Allah) Hz. Âdem'e bütün isimleri öğretmiştir."[270]
Başkalarının kaydettikleri diğer rivayetlerden İbrahim (a.s) soyundan ilk
Arapça konuşanın Hz. İsmail olduğu kastedilmiş olabilir. Aynı şekilde eğer
bunun dışındaki diğer rivayetler sahih ise, bu da sözü geçen o kimsenin
kabilesi arasında ilk Arapça konuşan kişi olduğu şeklinde yorumlanır. Buna
delil ise belirttiğimiz bu gerekçelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Melekler arasında da
aynı şekilde Hz. Cebrail Arapça konuşan ilk melektir. O Arapçayı yüce Allah,
Hz. Âdem'e veya Hz. Cebrail'e -az önceki açıklamalara göre- öğrettikten sonra
Hz. Nuh'a öğretmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
Bunlar" buyruğu esreli olarak mebnidir. Temim-liler, Kays'lıların bir
kısmı ile Esed'liler bunu kasr ile okurlar. el-A'şa; der ki:
"Bunlara da
diğerlerine de: Hepsine verdin; Kesilip biçilmiş aynı evsafta
ayakkabılar."
Araplardan elif ile
hemzeyi hazfederek şeklinde telaffuz edenler de vardır. [271]
"Eğer doğru
söyleyenler iseniz" buyruğu bir şart cümlesidir. Cevabı ise
zikredilmemiştir, takdiri ise şöyledir: Eğer sizler Âdemoğullarının yeryüzünde
fesat çıkartacağı iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz siz, de bana (bu
isimleri) bildiriniz. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. "Doğru söyleyenler
iseniz" buyruğu bilenler iseniz, demektir. Bundan dolayı melekler için
ictihad sözkonusu değildir. O bakımdan onlar da "Seni tenzih ederiz"
diye cevap vermişlerdir. Bunu da en-Nekkaş naklederek şöyle demiştir: Eğer yüce
Allah bu konuda verecekleri haberde doğru olmak şartını koşmamış olsaydı şanı
yüce Allah'ın yüz yıl süreyle ölü bıraktığı kimse için sözkonusu olduğu gibi
onlar için de ictihad caiz olurdu. Yüce Allah bu kişiye: "Ne kadar kaldın?"
(el-Bakara, 2/259) diye sormuş, ancak doğruyu isabet ettirmesi şartını
koşmamıştı. O da cevap vermiş, fakat isabet etmemişti. Buna karşılık da herhangi
bir şekilde azarlanmamıştı. Bu açıkça anlaşılan bir husustur.
Taberi ve Ebu Ubeyd'in
anlattıklanna göre müfessirlerden birisi yüce Allah'ın: "Eğer.,
iseniz" buyruğunun anlamı "... idiniz"diye açıklamıştır. Ancak
Taberi ve Ebu Ubeyd böyle bir açıklamanın yanlış olduğunu söylemişlerdir.
buyruğu haber verin, bildirin demektir. Çünkü Arapçada "nebe"' haber
demektir. Hemzeli olarak Nebi de burdan gelmektedir. Yüce Allah'ın izniyle
buna dair açıklama ileride gelecektir.[272]
Kimi ilim adamı şöyle
demiştir: Bu şekilde haber vermek; güç yetirileme-yen birşeyin teklif
edilebileceği sonucu çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah onların bunları
bilmediklerini biliyordu. Ancak tefsir alimlerinin muhakkikleri şöyle
demişlerdir: Burada bu buyruk teklif kasdıyla verilmemiştir. Bundan kasıt
sadece onların gerçeği görüp kabul etmeleri ve işin bilgisini Allah'a havale
etmeleridir. Güç yetirilemeyen şeyin teklifi olmuş mudur olmamış mıdır hususuna
dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonunda gelecektir.[273]
32. Dediler ki:
"Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz.
Gerçekten Sen Alimsin, Hakimsin."
Yüce Allah'ın:
"Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka
birşey bilmeyiz..." buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde
sunacağız:
Seni tenzih
ederiz": Yani gaybı senden başka bir kimsenin bilmesinden yana seni
tenzih ederiz.Bu meleklerin yüce Allah'ın: "Bunların isimlerini bana
bildirin.." buyruğuna verdikleri cevabdır. Onlar yüce Allah'a kendilerine
öğrettiğinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve - biz insanlar arasında
bilgisizlerin yaptıkları gibi - bilgileri olmadık şeyler üzerinde görüş beyan
etmediklerini belirterek cevap verdiler. "Senin bize öğrettiğin..."
anlamındaki buyrukta yer alan burada anlamında olup "bize öğrettiğin
şey..." demek olur. Masdar anlamını veren türden olup: "Senin bize
öğretmenden başka..." anlamına gelmesi de mümkündür. [274]
Herhangi bir husus
hakkında bilgi edinmek üzere kendisine soru sorulan kimseye düşen, eğer cevabı
bilmiyor ise, meleklere, peygamberlere ve faziletli ilim adamlarına uyarak:
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve ben bilmiyorum, diye cevap vermektir. Şu
kadar var ki doğru sözlü yüce Peygamberimiz ilim adamlarının ölümü ile ilmin
de kaldırılacağını, geriye kendilerinden fetva sorulacak ve görüşlerine göre
fetva verecek cahil birtakım insan
lann kalacağım bunun
sonucunda bunların da sapacağını, başkalarını da saptıracaklarını beyan
buyurmuştur.[275]
Bu âyet-i kerimenin
anlamı ile ilgili olarak Peygamber (s.a)'dan ashab-ı kiramdan, tabiin'den ve
onlardan sonra gelenlerden rivayet edilen haberlere gelince; el-Büstî, Sahih
Müsned'inde İbn Ömer'den şunu rivayet etmektedir: Adamın birisi Rasulullah
(s.a)'a: En kötü bölge hangisidir? diye sormuş, Hz. Peygaber:
"Bilemiyorum, Cebrail'e soruncaya kadar (bana mühlet ver)" diye cevap
verdi, Cebrail'e sordu. Hz.Cebrail de: Bilemiyorum, Mikâil'e soruncaya kadar
bana mühlet ver. Daha sonra Hz. Cebrail gelerek şöyle dedi: Bölgelerin en
hayırlısı mescidler, en kötüsü ise pazarlardır.[276]
Hz. Ebu Bekir de ölen
torununun mirasını isteyen nineye şu cevabı verdi: Geri dön, ben istişare edip
insanlara sorayım, durumu öğreneyim.[277]
Hz. Ali de: Ne kadar
da yürek soğutucudur (hayırlı bir iştir!) sözlerini üç defa tekrarlardı.
Çevresinde bulunanlar: Neden söz ediyorsunuz ey mü'min-lerin emiri? diye
sorunca Hz. Ali şu cevabı verdi: Kişiye bilmediği birşey hakkında soru sorulur
da o da doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, diye cevap vermesi.[278]
Adamın birisi, İbn
Ömer'e bir mes'ele hakkında soru sorar, o da şu cevabı verir: Ben bunu
bilmiyorum. Adam geri dönüp gidince İbn Ömer ona şöyle der: İbn Ömer'in
söylediği söz çok güzeldir. Ona bilmediği şey hakkında soru soruldu da o da:
Ben bunu bilmiyorum, diye cevap verdi. Bunu Dari-mî Müsned'inde zikretmektedir.[279]
Müslim'in Salıih'inde,
Buhayye'nin sahibi Ebu Akil, Yahya b. el-Mütevek-kil'in şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Kasım b. Ubeydullah ile Yahya b. Sa-id'in yanında oturuyor idim.
Yahya Kasım'a şöyle dedi: Muhammed'in babası, senin gibi büyük bir kimseye bu
dine dair bir husus hakkında soru sorulur da senin bu hususta herhangi bir
bilgin olmaz ve çıkar yol gösteremez-sen -veya: Bu konuda bir bilgin bulunmaz,
bir çıkış yolu da gösteremezsen-bu çok çirkin bir iş olur. Bunun üzerine
el-Kasım ona, neden böyle diyorsun diye sorunca şu cevabı verir: Çünkü sen bir
taraftan Ebu Bekir, diğer taraftan Ömer gibi iki hidâyet imamının oğlusun.[280]
el-Kasım ona şu cevabı verir: Allah'tan gelmiş olan buyrukları akledip kavramış
bir kimse açısından bundan da daha çirkin olan iş bilgisizce birşey söylemem
veya güvenilir (sika) olmayan birisinden rivayet derlememdir. Bunun üzerine
Yahya susar ve ona cevap vermez.[281]
Malik b. Enes de der
ki: İbn Hürmüz'ü şöyle derken dinledim: İlim adamı olan bir kimsenin kendisi
ile birlikte oturup kalkanlara kendisinden sonra "bilmiyorum" demeyi
miras bırakması gerekir ki bu, onların önünde asıl bir kaide olarak kalsın.
Onlardan herhangi birisine bilmediği şey hakkında sorulacak olursa o da;
bilmiyorum, desin.
el-Heysem b. Cemil der
ki: Ben Malik b. Enes'e kırksekiz mes'ele hakkında soru sorulduğuna ve
bunların otuz iki tanesi hakkında; bilmiyorum diye cevap verdiğine tanık oldum.
Derim ki: Ashab-ı
kiram'dan tabiinden ve müslümanların fakihlerinden buna benzer rivayetler pek
çoktur. Bunun aksi davranışlara iten ancak riyaset sevdası ve ilimde insaf
sahibi olmamaktır. İbn Abdi'1-Berr der ki: İlmin bereketinden ve adabından
birisi de ilimde insaf sahibi olmaktır. İnsaf sahibi olmayan bir kimse, ne
kendisi birşey anlar, ne de başkasına birşey anlatabilir.
Yunus b. Abdi'1-A'la
rivayetle dedi ki: İbn Vehb'i şöyle derken dinledim: Ben Malik b. Enes'in şöyle
dediğini dinledim: Bizim çağımızda insaftan daha az hiçbir şey yoktur.
Derim ki: Bu İmam
Malik'in zamanında böyle idiyse, fesadın yaygınlaştığı ve bayağılıkların
çoğaldığı, ilmin, anlayıp kavramak için değil de başkanlık için talep edildiği
zamanımızda durum nasıldır? Günümüzde ilim, dünyada üstünlük sağlamak, kalbe
katılık veren, kinleri yerleştiren, tartışma ve münazaralar ile akranlara
galip gelmek için tahsil edilir birşey oldu. Bu tür maksatlar ve davranışlar
ise takvasızlığa ve yüce Allah'tan korkmayı terketmeye iter. Günümüzün bu
durumları nerede, Ömer (r.a)'dan gelen şu rivayetin ifade ettiği gerçek
nerede? Hz. Ömer dedi ki: Kadınlara vereceğiniz mehirler kırk ukiyeden fazla
olmasın . İsterse Zu el-Asaba -yani Yezid b. el-Husayn el-Ha-risi'nın kızı olsun.
Her kim bundan daha fazla mehir verecek olursa, bu fazlalık beytü'l-mal'e
konulacaktır. Kadınların bulunduğu taraftan uzunca boylu burnu bir parça basık
bir kadın kalktı ve: Senin böyle bir şeye yetkin yoktur, dedi. Hz. Ömer, o da
nedenmiş? deyince kadın şu cevabı verdi: Çünkü yüce Allah: "Onlardan
birisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan geri hiçbir şey
almayın." (en-Nisa, 4/20) diye buyurmaktadır. Bunun üzerine Hz. Ömer dedi
ki: Bir kadın isabet etti, bir adam da yanıldı.
Veki', Ebu Ma'şer'den,
o Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Adamın
birisi, Ali (r.a)'a bir mes'eleye dair soru sorar.
Hz. Ali de o hususta
cevabını verince adam şöyle der: Durum böyle değil ey mü'minlerin emiri, aksine
durum şöyle şöyle olmalıdır. Hz. Ali şu cevabı verir: Evet sen isabet ettin ve
ben hata ettim. Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır.
Ebu Muhammed Kasım b.
Esbağ der ki: Doğu tarafına yolculuk yaptığım sırada Kayrevan'da konakladım.
Bekr b. Hammad'dan Müsedded yoluyla gelen hadisleri aldım. Daha sonra oradan
Bağdat'a yolculuk yaptım. İnsanlarla (alimlerle) karşılaştım. Geri döndüğümde
tekrar Bekr b. Hammad'ın yanına gidip Müsedded yoluyla gelen hadisleri
tamamlamak istedim. Günün birinde ona Peygamber (s.a)'ın şu hadisini okudum:
"Peygamber (s.a)'ın huzuruna Mudarlılardan çizgili elbiseleri
yakalarından delerek giyinmiş kimseler
geldi.[282] O bana: Bu ifade böyle değil şeklindedir. Ben
ona: Hayır buşeklindedir, dedim. Endülüs'te olsun Irak'ta olsun kime bu hadisi
okudumsa böylece okudum. Bana şu cevabı verdi: Irak'a girmekle bize karşı
çıkıyor ve öğünüyor musun? Veya buna benzer bir ifade kullandı. Daha sonra
bana şöyle dedi: Kalk seninle birlikte -mescidde bulunan bir hocayı
göstererek- şu hocaya gidelim, dedi. Bu gibi şeyleri bilen birisidir. Onun
yanına vardık ve bu hususta sorumuzu sorduk. O da benim dediğim gibi buradaki
ifade şeklindedir dedi. Bunlar kumaşları yararak giyen kimselerdi, yakaları ön
taraflarına gelir idi. Burada sözü geçen kelimesi ise, kelimesinin çoğuludur.
(Bu da bedevi Arapların sardıkları çizgili peştemal demektir). Bekr b. Ham-mad
burnunu yakalayarak: Burnum hakkın önünde yere sürtülmüştür. Burnum hakkın
önünde yere sürtülmüştür, dedi ve gitti.
Yezid b. el-Velid b.
Abdülmelik'in şu beyitleri ne kadar güzeldir:
"Bir mecliste
konuşacak olur isem Konuşmamın varacağı nokta bilgimin son noktasıdır Ben
bildiğimi aşarak başka şeyler söylemem Bilgim sona erdiği yerde de
susarım." [283]
"Subhane"
kelimesi Halil ve Sibeveyh'e göre masdar olarak mansuptur. Seni şanına layık
bir şekilde teşbih ederiz, demektir. el-Kisaî'nin açıklamasına göre ise bu
izafet yapılmış bir nida olduğu için mansuptur.
"Alîm":
Bilinen şeylere dair mübalağalı bilgi sahibi olduğunu ifade eder. Şanı yüce
Allah'ın yaratıkları hakkındaki sonsuz bilgisini anlatmaktadır.
"Hakîm"in
anlamı hükmeden demektir. Kelimenin bu şekli, mübalağa ifade etmek içindir.
Bunun herşeyi muhkem ve sağlam kılan anlamına geldiği de söylenmiştir.
Buna göre
"Hakîm" yüce Allah'ın fiilî sıfatlanndandır. Nasılki (işittirici anlamına
gelen:) müsmi' kelimesi semî' şekline ve (acı veren can yakan anlamına gelen:)
mü'lim kelimesi elîm şekline dönüştürülmüş ise burada da (sağlam yapan
anlamına gelen) muhkim kelimesi hakîm'e dönüştürülmüştür. Bu açıklamalar
İbnu'l-Enbârî'ye aittir.
Kimisine göre de
"hakîm" bozuluşu engelleyen anlamındadır. Bundan dolayı maksada
aykırı yürüyüp gitmekten atı engellediğinden dolayı geme "hakemetü'l-licam"
adı verilmiştir. Cerir der ki:
"Ey Hanife
oğulları, ayak takımlarınızı iyi gemleyiniz Çünkü ben size karşı gazaplanmaktan
korkuyorum."
Cerir ayak
takımlarınızı kötülük yapmaktan engelleyiniz, demek istemektedir. Züheyr de
der ki:
"Atları süren
kişi toynakları aşılıncaya kadar alıp götürür,
Deriden ve
kendirlerden onlara gemler yapılmıştır. "
Araplar belli bir işi
yapmaktan engellenmesini kastetmek üzere; yetimi şu şu işlerden ihkam et
(alıkoy) derler.
"Muhkem
sûre" ise, her türlü değişikliklerden ve değiştirmelerden korunmuş, ona
ait olmayan bir şeyin kedisine eklenmesi, ondan olmayan bir şeyin de ona ilave
edilmesi önlenmiş sûre demektir.
Hikmet de buradan
gelmektedir. Çünkü hikmet, kişiyi cahillikten alıko-yar. Birşeyi sağlam yapıp
da isteğinin dışına çıkmasını önlediği vakit, "o şeyi muhkem yaptı"
denilir. "Hakîm" ise, mübalağa ifade eder. [284]
33. "Ey Âdem,
onlara isimlerini haber ver" diye buyurdu. O da onlara isimlerini haber
verdi. (Allah) buyurdu ki: "Size demedim mi ki gerçekten Ben göklerin ve yerin
gizliliklerini de bilirim, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de
bilirim?"
Yüce Allah'ın bu
buyruğuna dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
"Onlara
isimlerini haber ver" buyruğu ile yüce Allah, isimleri meleklere
arzettikten sonra eşyanın isimlerini meleklere bildirmesini emretmiştir. Böylelikle
meleklerin, yüce Allah'ın kendilerine sorduğu şeyler hakkında (Âdem'in) daha
bilgili olduğunu bilsinler ve bununla Âdem'in faziletine, şanının yüceliğine,
dikkatleri çekilmiş olsun. Yüce Allah, Âdem'i meleklerin önüne geçirmek,
Âdem'e secde etmelerini sağlamak, onları Âdem'in öğrencisi yapmak ve ondan
öğrenmelerini emretmek suretiyle Âdem onlardan daha faziletli olmuştur.
Böylelikle Hz. Âdem kendisine secde edilmek ve bilginin tahsis edilmesi
suretiyle üstünlük ve büyüklük rütbesini elde etmiş oldu. [285]
Bu âyet-i kerimede
bilginin ve bilginlerin faziletine delil vardır. Hadis-i şerifte de şöyle
buyurulmuştur: "Melekler, ilim taleb edene hoşnutlukları dolayısıyla
kanatlarını (onun önüne) serer."[286]
Yani ona boyun eğip alçakgönüllülük gösterirler. Yüce Allah'ın diğer kulları
arasından özellikle ilim ehline bunları yapmalarının sebebi, şanı yüce
Allah'ın, Âdem (a.s) hakkında melekleri böyle bir tavır takınmak zorunda
bırakmasıdır. Ondan bu yana melekler bu şekildeki bir davranışı kendilerine
bir edep haline getirmişlerdir. İşte bundan dolayı, melekler ilme ve alimlere
tazimleri dolayısıyla ilmin talebine ve ilimle uğraşmaya razı olduklarından
dolayı bir insanın bilgi sahibi olduğunu gördükleri vakit, o kimseye karşı
alçakgönüllülük gösterir, boyun eğer ve tezellül gösterirler. İnsanlar
arasından ilim taliplerine karşı durumları bu olduğuna göre ya gerçekten büyük
ilim sahiplerine ve aralarından rabbani olanlara karşı tavırlan ne olur?
Allah, bizleri bunlardan kılsın, bunlar arasında bulundursun. Şüphesiz ki O,
büyük bir lütuf sahibidir. [287]
Burdan hareketle ilim
adamları: Melekler mi daha faziletlidir, yoksa Âdemoğulları mı daha
faziletlidir, hususunda iki farklı, görüşe sahip olmuşlardır.
Bir kesime göre,
insanların arasındaki rasuller, meleklerin rasullerinden üstündür. İnsanların
velileri, meleklerin velilerinden üstündür.
Diğer bir kesime göre
Mele-i A'lâ daha üstündür. Melekleri daha üstün kabul edenler, yüce Allah'ın
şu buyruklarını delil gösterirler:
"Melekler,
Allah'ın mükerrem kullarıdır. Sözleriyle O'nuh önüne geçmezler ve O'nun emriyle
amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27); "Onlar kendilerine verdiği
emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa yaparlar."
(et-Tahrim, 66/6); "Mesih de Allah'a kul olmaktan asla çekinmez, mukarreb
melekler de." (en-Nisa, 172); "De ki: Ben size, benim yanımda Allah'ın
hazineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı bilirim, de demiyorum. Hiç şüphesiz ben
bir meleğim de demiyorum." (el-En'am, 6/50)
Buhari'de de şu ifade
yer almaktadır: "Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Her kim beni bir
topluluk arasında anarsa Ben de o kimseyi onun topluluğundan daha hayırlı bir
topluluk arasında anarım."[288] Bu
ise bu konuda açık bir nastır.
Âdemoğullarının üstün
olduğunu söyleyenler ise, yüce Allah'ın şu buyruğunu delil gösterirler: "îman
edip salih amel işleyenler şüphesiz bunlar yaratılanların en
hayırlılarıdır." (el-Beyyine, 98/7) Peygamber efendimizin şu buyruğunu da
delil gösterirler: "Şüphesiz melekler, ilim talep edenden hoşnutlukları
kanatlarını (önüne) sererler."[289] Bu
hadisi Ebu Davud rivayet etmiştir. Ayrıca yüce Allah'ın meleklere karşı
Arafat'ta vakfe yapan hacılarla öğündüğünü belirten hadisleri de delil
gösterirler.[290] Ancak daha faziletli
olanla öğünüleceği ise bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: Peygamberlerin meleklerden daha faziletli olduğunu kesin
olarak söylemeye imkan olmadığı gibi, meleklerin de onlardan daha hayırlı
olduğunu kesin olarak söylemeye imkan yoktur. Çünkü bu konuda kanaat
belirtmenin yolu; yüce Allah'ın ve Rasulünün haberi veya ümmetin icma
etmesidir. Bu hususta bunlardan herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu konuda
Kaderiye'ye ve kadı Ebu Bekr (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'a muhalefet
sözkonusudur. Çünkü bunlar: Melekler daha faziletlidir, demişlerdir. Kadı Ebu
Bekir der ki: Bizim mezhep alimlerimizden ve Şia'dan: Peygamberler daha
faziletlidir, çünkü yüce Allah meleklere Âdem'e secde etmeleri emrini
vermiştir, diyenlere karşılık ise şu cevap verilir: Kendisine secde edilen,
secde edenden daha faziletli olmayabilir. Çünkü Ka'be'nin önünde
peygamberlerin secde ettiğini gördüğümüz gibi, bütün yaratıklar da onun
etrafında ona doğru secde ederler. Şüphesiz peygamberler -ümmetin ittifakı
ile- Ka'be'den hayırlıdır. Secdenin Allah'tan başka hiçbir kimseye
yapılmayacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Çünkü secde etmek bir
ibadettir. İbadet ise ancak yüce Allah'a yapılır. Durum böyle olduğuna göre,
herhangi bir tarafa secde etmek o cihetin secde edip ibadet edenden daha
hayırlı olduğunu göstermez. Ve bu da açık bir husustur.
Bundan sonraki âyet-i
kerimede buna dair ek açıklamalar gelecektir. [291]
Yüce Allah'ın: "Gerçekten göklerin ve yerin
gizliliklerini de Ben bilirim"
buyruğunda yüce
Allah'ın -Peygamber gibi- bildirdiği kimseler veya yüce Allah'ın bildirdiği
kimselerin bildirdikleri dışında hiçbir kimsenin gaybı bilemeyeceğinin delili
vardır. Buna göre (gaybı bilmek iddiasında bulunan) müneccimler, kâhinler ve
benzerleri yalancıdırlar. Buna dair etraflı açıklamalar yüce Allah'ın:
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır.Kendisinden başkası bunları
bilmez." (el-En'am, 6/59) buyruğunu tefsir ederken gelecektir. [292]
Yüce Allah'ın:
"Neyi açıklarsanız, neyi gizlerseniz yine de bilirim"; yani
melekler: "Orada fesat çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?"
şeklindeki sözlerini açığa vurmuşlardır. "Neyi açıklarsanız" buyruğu
ile buna işaret edilmektedir. Bu açıklamayı Mekkî ve el-Maverdî nakletmiştir.
ez-Zehrâvî de der ki: Onların açığa vurdukları Hz. Âdem'e vakit kaybetmeksizin
secde etmeleridir. "Neyi
gizlerseniz" buyruğundan kastedilen ise İbn Abbas, İbn Mes'ud ve Said
b. Cübeyr'in açıklamalarına göre İblis'in kendi içinde gizlediği büyüklük ve
masiyet kararıdır. İbn Atiyye de der ki: "Gizlerseniz"
buyruğunun bu görüşe göre gizleyen tek bir kişi olmakla birlikte çoğul gelmesi,
Arapların, bu konudaki üslupları ve gerektiğinde kuralları aşmalarıdır. Nitekim
bir toplulukta bayağı bir kimse bir cinayet işleyecek olursa, o topluluğa: Bu
işi siz yaptınız, denilir, ancak kastedilen: Bunu yapan kimse sizin aranızdan
bir kimsedir, şeklindedir. Bu şekilde bir ifade azarlamak kasdıyla kullanılır.
Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "Muhakkak odaların
arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez." (el-Hucurat, 49/4)
Halbuki onlar arasından Hz. Peygamber'e bu şekilde seslenen sadece Uyeyne (b.
Hısn el-Fezarî)'dir. Bir görüşe göre ise Akra' (b. Habis)dir.
Bir grup müfessir de
şöyle demiştir: Burada sözü geçen açıklamak da gizlemek de onların tümünün
bütün gizliliklerinin ve açıkladıklarının bilindiğini genel olarak ifade
etmektedir.
Mehdi b. Meymun der
ki: el-Hasen'in yanında bulunuyorduk. Ona el-Hasen b. Dinar, meleklerin
gizlediği neydi, diye sorunca şu cevabı verdi: Yüce Allah, Âdem'i yarattığında
melekler hayret edilecek bir yaratık görmüş oldular. Sanki bundan dolayı
içlerine birşey düşmüş gibidir. Devamla dedi ki: Sonra biribirlerine döndüler
ve bunu kendi aralarında gizli tutmaya çalışarak: Bu yaratık ne diye sizi
endişelendirsin ki? Şüphesiz yüce Allah, neyi yaratırsa yaratsın, mutlaka biz
o yarattığından Allah katında daha üstün ve değerli olacağızdır, dediler.
"Neyi açıklarsanız" buyruğundaki "Ne",
"Bilirim" anlamındaki fiil ile nasb mahallinde olabilir. Bunun:
"Bilen" anlamına ism-i tafdil olması ve "ne" anlamındaki
edatın onunla mansup kabul edilmesi de mümkündür. O taktirde buyruk (bu
yönüyle) "Allah'ın Evi'ni ziyaret edenler" tabirine benzer. Buna
dair açıklamalar daha önceden (.2/30. âyetin sonlarında) geçmiş bulunmaktadır. [293]
34. Hani Biz,
meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dışında derhal
secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlenerek kâfirlerden oldu.
Buna dair
açıklamalarımız on başlık halinde verilecektir:
Yüce Allah'ın “Ve iz
kulna” buyruğu: "Hatırla ki Biz" anlamındadır. Ebu Ubeyde'nin burada
yer alan “İz” edatı fazladır, şeklindeki açıklaması uygun değildir. Çünkü bu
kelime zarftır. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/30. âyet birinci
başlıkta) yapılmıştır. "Demiştik" diye buyurulup da
"demiştim" buyurulmamasının sebebi, yüce ve cebbar olan Allah'ın
kendi zatı hakkında; zatını yüceltmek ve zikrini yükseltmek için çoğul zamiri
kullanmasıdır.
"Melâike"
kelimesi "melek" kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da
daha önceden geçmiş bulunmaktadır.[294]
Aynı şekilde Âdem kelimesine dair açıklamalar ve bunun türediği kök hakkındaki
bilgiler de önceden verilmiştir.[295]
tekrarlanmasının anlamı yoktur.
Ebu Cafer b.
el-Ka'ka'ın "li'l-melâiketi" kelimesini daha sonra gelen
"uscu-dû" kelimesinde yer alan cim harfinin ötreli (cu) şeklinde
okunduğu için ona rivayetle "li'1-melaiketu" şeklinde okuduğu rivayet
edilmiştir. "Elhamdülillahi" ibaresini "elhamdülüllahi" [296]
şeklinde okumak da buna benzemektedir. [297]
"Secde edin"
emri sücud kökünden gelmektedir. Arap dilinde bunun ifade ettiği anlam boyun
eğdiğini ve zilletle itaat ettiğini göstermektir. Şair der ki:
"Ve öyle bir
toplulukla ki, beyaz çizgili siyah atlar etraflarında kayboluyor Küçük
tepelerin toynakları altında secde ettiğini görürsün." Şair, burada
tepelerin atların toynaklarına secde ettiğini söylemektedir. Çünkü toynaklar
tepeleri çiğnemekte ve tepeler kendilerini onlara karşı koruyamamaktadır.
"Secde eden
göz" tabiri, bakmaktan çekinen göz demektir. Secde etmenin en ileri
derecesi yüzü yere koymaktır. İbn Faris der ki: Eğilme söz-konusu olduğu zaman
"secde etti" denilir. Secde eden herkes alçalmış olur.
"İscad" bakışı sürdürmek demektir. Ebu Amr der ki: Başını önüne
eğdiği zaman "escede" denilir. Şair der ki:
"Secde ettirildi
develerinin yularlarına
Hıristiyanların,
hahamlarının önünde secde edişi gibi."
Ebu Ubeyde der ki:
Esedoğullarından bir bedevî Arap bana şunu okudu:
"Ve ona: Leyla'ya
secde et, dediler, o da secde etti."
Şair, burada başını önüne
eğen deveyi kastetmektedir. "İscad dirhemleri" ise, üzerlerinde
onlara karşı secde ettikleri birtakım resimler bulunan dirhemler demektir.
Şair der ki:
"İscad dirhemleri
gibi onunla karşılaştı." [298]
Adem'i ve onun
soyundan gelenleri üstün kabul edenler, yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e
secde edin" buyruğunu delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu, Hz. Âdem'in
meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur: "Âdem'e secde
edin" buyruğunun anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin,
demektir. Bu, yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Güneşin
kaymasından dolayı namaz kıl" (el-İsra, 17/78); güneşin kayması esnasında
namaz kıl, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Ona ruhumdan
üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29;
Sad, 38/72); onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya
geldiğiniz vakit Benim için secdeye kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen
kimsenin, secde edenden daha faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede
bulunmayı delil göstererek açıklamış bulunuyoruz.
Eğer: Âdem onlardan
daha faziletli değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti
nedir, diye sorulacak olursa; şu şekilde cevap verilir: Meleker teşbih ve
takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi olunca, Allah, onlara
kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip kendilerine muhtaç
olmadığını, ibadetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Kimi ilim
adamı da şöyle demektedir: Melekler Âdem (a.s)'ı kusurlu buldular, onu küçük
gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini bilmiyorlardı. Bundan dolayı
onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde etmekle emrolundular. Yüce
Allah'ın onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak
Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dediğinde meleklerin: "Orada
fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın" demelerine bir ceza olarak
Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması da ihtimal dahilindedir. Şanı yüce
Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği vakit onların bu şekilde cevap
vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce Allah onlara: "Şüphesiz Ben
çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona
kendi ruhumdan üflediğim vakit siz de ona secdeye kapanınız, diye emir
buyurdu. Yani, bu sizin şu anda bana söylediğinize ceza olmak üzere böyle olacaktır, demektir.
Denilse ki: İbn Abbas,
insanların daha faziletli oluşuna şunları delil gösterir: Şanı yüce Allah,
yüce Rasulünün hayatına şu buyruğuyla kasem etmiştir: "Hayatın hakkı için
onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir haldedirler."
(el-Hicr, 15/72) Diğer taraftan şu buyruğuyla da Hz. Peygam-ber'e Allah'ın
azabından yana güvenlik vermiştir: "Ta ki Allah, geçmiş ve gelecek
günahlarını mağfiret etsin." (el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de
şöyle buyurmaktadır: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz
onu cehennemle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) diye buyurmuştur.
Böyle sorana cevabımız
şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendi hayatına kasem ederek: "Hayatıma
andolsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da kasem etmemiştir. Buna
karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise onların Arştan ve sekiz cennetten
daha üstün ve değerli olduğunun delili değildir. Yine yüce Allah, incire ve
zeytine de yemin etmiştir.
Şanı yüce Allah'ın:
"Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.." buyruğu ise, yüce
Allah'ın Peygamberine şu buyruğunu andırmaktadır: "Andolsun eğer sen şirk
koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz ziyan edenlerden
olursun" (ez-Zumer, 39/65) Buna göre, İbn Abbas'ın bu açıklamalarında,
(Hz. Âdem'in ve oğullarının meleklere) üstünlüğüne delalet edecek ifadeler
yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [299]
İlim adamları,
meleklerin Âdem'e secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak
etmekle birlikte, secdelerinin keyfiyeti hakında farklı görüşlere sahiptirler.
Cumhur der ki: Bu, namazda alışılmış secdede olduğu gibi alnı yere koymak
şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi. Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun,
secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna dayanılarak şöyle denilmiştir: Bu
secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini açıkça ortaya koyuş, yüce Allah'a
da itaat mahiyetinde idi. Hz. Âdem de bu durumda bizim için kıblenin konumuna
benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı
"Âdem'e doğru secde edin" demektir. Nitekim kıbleye namaz kıldı,
denilirken kıbleye doğru namaz kıldı denilmek istenir.
Bir başka kesim de
şöyle demiştir: O secde, günümüzde alışılmış olan alnın yere konulması
şeklinde değil idi. Sözü geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası
üzerinde bırakılmıştır. Bu aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir.
Buna göre "Âdem'e secde edin" buyruğu; "Âdem'e boyun eğip itaat
edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin" demektir. "Derhal secde
ettiler" buyruğu da onlara verilen emri yerine getirdiler, demektir.
Yine şu hususta da
farklı görüşler ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde secde etmek, Âdem (a.s)'a
ait bir özellik mi idi? Buna göre, yüce Allah dışında bütün kainatta ondan
başkasına secde caiz olmaz mı demektir, yoksa Hz. Âdem'den sonra da Hz. Yakub
zamanına kadar yaratıklara secde etmek caiz mi idi? Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkarttı (oturttu),
hepsi de ona secdeye kapandılar" (Yusuf, 12/100) Buna göre acaba
yaratıklara secdenin mubah kılındığı son hal bu mudur? Çoğunluğun kabul ettiği
görüşe göre yaratıklara da secde Rasulullah (s.a)'ın dönemine kadar mubah idi.
Ashabı; ağaç ve deve Rasulullah'a secde ettiğinde şöyle demişti: Ağaçtan ve
ürküp kaçan deveden sana secde etmeye biz daha layıkız. Bunun üzerine Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Alemlerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir
kimseye secde edilmemelidir."
İbn Mace Sünen'inde,
el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Muaz
b. Cebel, Şam'dan gelince Rasulullah (s.a)'ın önünde secdeye kapandı. Bunun
üzerine Rasulullah (s.a): "Bu da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi:
Ey Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve
büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle birşey yapma, çünkü ben herhangi
bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam, kadına kocasına
secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin
hakkını yerine getirmiş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan eğere çıkmış olsa
dahi kocası yanına gelmesini isteyecek olursa ona karşı çıkmamalıdır."[300]
Hadisin bu lafzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer (el-kateb)ın anlamı
şudur: Arapların yanında doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O
bakımdan doğum esnasında hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan
eyerlere (el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz yoluyla gelen
rivayetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber insanlara secde
etmeyi yasakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti.
Derim ki: Sûfilerin
cahilleri semaları, şeyhlerinin huzuruna girmeleri ve istiğfarda bulunmaları
esnasında yapılması yasaklanan bu şekilde secde etmeyi adet haline
getirmişlerdir. Onlardan herhangi birisi kendinden geçip cezbe haline
geldiğinde iddiasına göre daha kıdemli olanların önünde secde edermiş. Ancak bu
onun bilgisizliğinden dolayıdır. Bilgisizliğinden dolayı kıbleye doğru mu
başka tarafa doğru mu secde ettiğine de dikkat etmez. Onların bu şekildeki
amelleri bir sapıklıktır ve boşa çıkmıştır. [301]
"İblis dışında
derhal secde ettiler" buyruğunda yer alan İblis kelimesinin mansub olması
(yani sin harfinin üstün olması) istisnanın muttasıl olması dolayısıyladır. [302]
Çünkü İblis, cumhurun görüşüne göre meleklerden idi. Bunlar arasında İbn Abbas,
İbn Mes'ud, İbn Cüreyc, İbnu'l-Müseyyeb, Kata-de ve başkaları da vardır. Şeyh
Ebû'l-Hasen'in benimsediği görüş de budur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.
Âyetin zahirinden anlaşılan da budur. İbn Abbas der ki: İblis'in adı Azâzîl
idi, meleklerin en şereflilerindendi. O dört kanatlı bir melekti, bundan sonra
ise, bunlardan mahrum bırakıldı.
Simak b. Harb'ın
İkrime'den rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: İblis meleklerden idi,
yüce Allah'a asi olunca Allah, ona gazab etti, ona lanet etti ve şeytan oldu.
el-Maverdî'nin
Katade'den naklettiğine göre ise İblis meleklerin en üstün türlerinden idi. Bu
türe "el-cinne" denilir.
Said b. Cübeyr der ki:
Cinler meleklerden bir koldur. Bunlar ateşten yaratılmıştır. İblis de
bunlardandır. Diğer melekler ise nurdan yaratılmışlardır.
İbn Zeyd, el-Hasen ve
yine Katade der ki: Âdem nasıl insanların babası ise İblis de cinlerin
babasıdır. O bir melek değildir. Buna yakın bir ifade İbn Abbas'tan da rivayet
edilmiştir. O der ki: Onun asıl adı "el-Hâris"dir.
Şehr b. Havşeb ve bazı
usulcüler der ki: İblis yeryüzünde yaşayan ve meleklerin kendileri ile
savaştığı cinlerden idi. Melekler onu küçükken esir almış, o da meleklerle
birlikte ibadet edip durmuş ve meleklerle birlikte ona da hitap edilmiştir.
Ayrıca bunu Taberi, İbn Mes'ud'dan da rivayet etmiştir. Buna göre buradaki
istisna munkatı'dır.[303]
Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Onların bir zanna uymaktan
başka buna dair hiçbir.bilgileri yoktur." (en-Nisa, 4/157) Konu ile
ilgili iki görüşten birisine göre şu âyet-i kerimedeki istisna da böyledir:
"... kestikleriniz hariç olmak üzere" (el-Maide, 5/3) Şairin şu
sözleri de bu tür bir istisnadır:
"Senin için
susuzluk da açlık da yoktur
Uyumaktan başka ve
uyumak da yasaktır."
Bu görüşü savunanlardan
kimisi şunu da delil göstermektedir: Yüce Allah, melekleri nitelendirirken
şöyle buyurmuştur: "Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla
isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa yaparlar." (et-Tahrim, 66/6) Diğer
taraftan İblise dair şu âyet-i kerimeyi de görüşlerine delil
göstermektedirler: "İblis müstesna, hemen secde etmişlerdi, o ise cinlerdendi."
(el-Kehf', 18/50) Cinler ise meleklerden ayrı yaratıklardır.
Birinci görüşün
savunucuları buna şu şekilde cevap verirler: Şanı yüce Allah, bedbaht
olacağını ezelden beri bildiğinden dolayı İblis'in meleklerin dışına çıkması
-yüce Allah'ın adaleti gereği- imkansız birşey değildir. Ve O, yaptığından
sorumlu tutulmaz. Diğer taraftan onun ateşten yaratılmış olması da Allah'ın
kendisine gazap ettiği esnada, yapısına şehvet ve arzunun yerleştirilmesi de
onun meleklerden olmasını reddetmek özelliğinden değildir.
İblis, yeryüzünde
bulunan cinlerden idi, sonradan esir alındı, diyenlerin görüşlerine gelince, bu
rivayete karşılık olarak İblisin meleklerle birlikte yeryüzünde bulunan
cinlere karşı savaştığına dair rivayetler de gelmiştir. Bunu da el-Mehdevî ve
başkası nakletmiştir. es-Salebî de İbn Abbas'tan şunu nakletmektedir: İblis,
Semûm ateşinden yaratılmış bulunan ve "cin" diye adlandırılan taifeden
olup bunlar meleklere mensup bir kabile idiler. Ancak melekler nurdan
yaratılmışlardır. İblis'in Süryanice adı "Azâzîl" Arapça adı
"el-Hâris" idi. Cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin
başı idi. Oranın ve yeryüzünün etki ve otoritesi elinde idi. Melekler arasında
en çok ibadet eden ve en bilgili olanlarındandı. Göklerle yer arasındakileri
idare ederdi. O bundan dolayı kendisinin üstün bir şeref ve azamet sahibi
olduğu görüşüne kapıldı. İşte onu küfre iten budur. Bunun sonucunda yüce Allah'a
asi oldu, Allah da onu kovulmuş bir şeytana dönüştürdü. Bir adamın işlediği günah
eğer kibir ile birlikte ise, ondan pek birşey umma. Eğer onun günahı bir
masiyet ise, ondan hayır umabilirsin. İşte Hz. Âdem'in günahı bir masiyet idi,
İblisin günahı ise kibirden kaynaklanıyordu. Ayrıca -gözle görülmedikleri
için-meleklere cin adı da verildiği olur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle
buyurul-matadır: "Onlar kendisiyle cinler arasında bir nesep
uydurdular" (es-Saffat, 37/158). Şair de Hz. Süleyman'ı sözkonusu ederken
şöyle demektedir:
"Meleklerin
cinlerinden (görünmeyenlerinden) dokuz tanesini müsahhar kıldı,
Onun huzurunda ayakta
dururlar, ücretsiz çalışırlardı."
Diğer taraftan İblis cennetin
bekçilerinden olduğundan dolayı ona nisbet edilmiş ve böylelikle onun ismi
(cin), cennetin adından türetilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İblis kelimesi,
Allah'ın rahmetinden ümit kesmek anlamına gelen "iblâs" kökünden
türemiştir. Bu görüş Ebû Ubeyde ve başkalarına aittir. Zayıf bir görüşe göre
bu kelime Arapça olmadığından dolayı Arapça bir kökten de türemiş değildir. Bu
görüş de ez-Zeccac ve başkalarına aittir. [304]
"O ise dayattı" buyruğu kendisine verilen emri yapmayı kabul etmedi,
demektir. Ebû Hureyre'den gelen sahih hadiste de bu durum ifade edilmektedir.
Peygamber (s.a) buyurdu ki: "İbn Âdem secde (âyetini) okur da secde ettiği
takdirde şeytan uzaklaşıp ağlar ve: Vay benim halime, der. Âdemoğlu-na secde
etmesi emrolundu, o da secde etti, buna karşılık ona cennet verilecektir. Ben
de secde etmekle emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da
cehennem var." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [305]
"Ve kibirlenerek
kafirlerden oldu." îstikbâr; kişinin kendisini büyük görmesi demektir.
İblis kendisinin secde etmesini hoş karşılamamış, Âdem'e secde yapılmasını da
büyük bir iş gibi görmüş gibidir. Dolayısıyla Âdem'e secde etmeyi terketmesi,
yüce Allah'ın emir ve bu emirdeki hikmetini anlamsız görmesi demektir. İşte bu
şekildeki bir büyüklenmeyi Hz. Peygamber şöylece ifade etmektedir:
"Kalbinde bir hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulunan bir kimse
cennete girmeyecektir."[306] Bir
diğer rivayete göre de adamın birisi şöyle demiş: Kişi elbisesinin güzel,
ayakkabısının güzel olmasını ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle der:
"Şüphesiz Allah güzeldir, güzel olanı sever. Kibir ise hakka karşı çıkmak
ve insanları hakir görmektir." Bu hadis Müslim tarafından rivayet
edilmiştir.[307] Hakka karşı çıkmanın
anlamı ise onu anlamsız görmek, onu batıl kabul etmektir. "İnsanları küçük
görmek" de onları hakir görmek, onları küçümseyerek alay etmektir. Yani
bir kimseyi küçük görmek, önemsiz ve değersiz bulmaktır. Nimete şükür
edilmediği zaman da nimet önemsiz bulunmuş olur. İşte o lanetlik yaratığın bu
hususu, açık bir şekilde dile getirmiş olduğunu da şu âyet-i kerimeler bize
aktarmaktadır: "Ben O'ndan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise
çamurdan yarattın." (el-Araf, 7/12); "Ben, çamurdan yarattığın bir
kişiye secde eder miyim?" (el-İsra, 17/61); "Ben, kuru bir çamurdan,
şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek değilim"
(el-Hicr, 15/33). Bu şekilde büyüklük tasladığı için Allah da onun kafir
olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre, yüce Allah'ın emirlerinden yahut onun
Rasulünün emirlerinden herhangi bir şeyi anlamsız ve basit gören herkesin
hükmü İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, hakkında ihtilaf edilmeyen
hususlardandır.
İbnü'l-Kasım'ın İmam
Malik'ten rivayetine göre o şöyle demiştir: Bana ulaştığına göre, ilk masiyet,
kıskançlık ve kibirdir. İblis Âdem'i kıskandı ve ağaçtan yemeyi onu teşvik
etti.
Katade de der ki:
İblis Âdem'i Allah Teala'nın ona verdiği lütuflara karşı kıskandı ve şöyle
dedi: Ben ateşten yaratıldım, bu ise çamurdan.
Günahların başlangıcı
kibirlenmektir. Bundan sonra ise hırstır. Nihayet Âdem ağaçtan yedi. Daha sonra
ise, kıskançlıktır. Çünkü Âdem'in oğlu, kardeşini kıskanmıştır.[308]
Yüce Allah'ın:
"Kafirlerden idi" buyruğunun; Kâfirlerden oldu, anlamında olduğu
söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "O da suda boğulanlardan oldu" (Hud,
11/43) buyruğu da bu türdendir. Şair de şöyle demektedir:
"Uçsuz bucaksız
kupkuru bir çöldeki binektir sanki
Ele avuca gelmez ve
yumurtalarından çıkıp yavru olmuş kekliğe benzer."
İbn Fûrek der ki:
Burada yer alan "Kâne: idi," kelimesinin "Sâre: Oldu"
anlamına alınması yanlıştır ve bu konudaki asıl kaidelere aykırıdır.
Tefsirci-lerin çoğunluğu ise şöyle demiştir: Anlamı şudur: Yani yüce Allah'ın
ezelî ilminde onun kafir olacağı bilinen bir husustu. Çünkü gerçek manada
kafir ve gerçek manada mü'min şanı yüce Allah'ın vefat halinde ne şekilde
öleceğini bildiği kimsedir.
Derim ki: Bu açıklama
şekli doğrudur. Çünkü Buhârî'de yer aldığına göre Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Ameller ancak sonuçları ile değerlendirilir." [309]
Denildiğine göre
İblis, yüce Allah'a seksenbin yıl ibadet etmiş, ona başkanlık ve cennet
bekçiliği -istidrac olmak üzere- verilmiştir. Tıpkı münafıklara dillerinin
ucundan la ilahe illellah şehadetinde bulunma imkanı verildiği gibi, tıpkı
Bel'am (b. Baura)'ya yine dilinin ucundan İsm-i A'zam'ı söylemek imkanı
verildiği gibi. Bu başkanlığı sebebiyle İblis'in içinde büyüklük, kibir iyice
yer etmişti. İbn Abbas der ki: İblis kendisinin sahip olduğu bu imkanlar
sebebiyle, meleklerden üstün olduğu görüşünde idi. Bundan dolayı "ben
ondan daha hayırlıyım" demişti. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu sebep
dolayısıyladır: "Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni alıkoyan nedir?
Sen büyüklendin mi, yoksa yücelerden mi oldun (zannediyorsun)?" (Sad,
38/75) Yani sen bizzat büyük olmadığın halde büyüklük tasladın (is-tikbâr) .
Halbuki Ben, bizzat büyük olduğum halde onu kendi ellerimle yarattığımda
herhangi bir şekilde büyüklenmedim. İşte bundan dolayı yüce Allah
"kafirlerden oldu" diye buyurmaktadır. Onun yaratılışının aslı izzet
ateşiydi. Bundan dolayı yüce Allah'ın izzetine yemin ederek şöyle demişti:
"Senin izzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım." (Sad, 38/82)
İşte bu izzet dolayısıyla o, kibirlendi ve nihayet kendisinin Âdem'den üstün
olduğu görüşüne kapıldı.
Ebû Salih'ten gelen
rivayete göre o şöyle demiştir: Melekler izzetin nurundan İblis de izzetin
narından (ateşinden) yaratılmıştır.[310]
İlim adamlarımız -yüce
Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Peygamber olmayanların elleri
vasıtasıyla şanı yüce Allah'ın izhar ettiği birtakım kerametlerle olağanüstü
haller, o kişinin veli oluşunun delili değildir. İlim adamlarımız, bu
görüşleriyle kimi mutasavvıflara ve rafızîlere muhalefet ederler. Çünkü bunlar
şöyle der: Bu gibi haller o kişinin veli olduğunun delilidir. Çünkü o kişi,
veli olmasaydı şanı yüce Allah, bu gibi şeyleri onun elleri vasıtasıyla izhar
etmezdi.
Bizim delilimiz,
bizden bir kimsenin (yani bir insanın) şanı yüce Allah'ın velisi olduğunu
bilmek, ancak onun mü'min olacağını bilmekten sonra sahih bir delil olabilir. O
kişinin mü'min olarak öleceği bilinmeyeceğine göre, bizim o kişinin yüce
Allah'ın bir velisi olduğunu kesinlikle söylemek imkanımız olmaz. Çünkü yüce
Allah'ın gerçek velisi, yüce Allah tarafından mutlaka iman ile öleceği bilinen
kimsedir. Böyle bir kimsenin iman üzere öleceğini kesinlikle söylemek imkanına
sahip olmadığımızı ittifakla kabul ettiğimize göre, hatta o kişinin kendisi
dahi iman üzere öleceğini kesinlikle söyleyemediğine göre, onun bu harikulade
halinin yüce Allah'ın velisi olduğunun delili olmadığı ortaya çıkar. İlim
adamlarımız devamla derler ki: Bununla birlikte şanı yüce Allah'ın bazı
velilerini (gerçek dostlarını) güzel akıbetine ve amelinin nihaî haline
kendisi ile birlikte başkalarının da durumuna muttali kılması imkansız birşey değildir.
Bu görüşü şeyh Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ve başkaları ortaya koymuştur.
Taberi'nin görüşüne
göre ise şanı yüce Allah, bu İblis kıssası ile, Âdemoğullarından ona benzeyen
kimseleri azarlamak istemiştir. Bunlar ise, peygamberliğini bilmelerine ve çok
eskiden beri Allah'ın üzerlerine ve geçmişlerine olan ni'metlerini bilmelerine
rağmen Muhammed (s.a)'ı inkar eden yahudilerdir. [311]
İblisten önce kafirin
olup olmadığı hususu ile ilgili farklı görüşler belirtilmiştir. Kimisine göre,
yoktur, İblis, inkar edip kafir olan ilk kişidir. Kimisine göre ise, ondan
önce cinlerden kafirler vardı ve bunlar yeryüzünde yaşıyorlardı.
Yine İblisin küfrü
cehlî (bilgisizlikten) miydi, yoksa inadî miydi konusunda da Ehl-i Sünnet âlimleri
arasında iki ayrı görüş vardır. Bununla birlikte kafir olmadan önce onun yüce
Allah'ı bilen bir kimse olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İblisin cehlî
olarak kafir olduğunu kabul edenler şöyle der: O kafir olduğu vakit, ilimden
mahrum bırakıldı. İblisin küfrünün inadî olduğunu söyleyenler de şöyle der: O,
bilgiye sahip olmakla birlikte kafir oldu. İbn Atiyye der ki: İlmi kalmakla
birlikte inadî olarak kafir olmak uzak bir ihtimaldir. Ancak bana göre bu
caizdir (mümkündür). Yüce Allah'ın dilediği kimseyi tevfikinden mahrum
kılmasıyla birlikte imkansız değildir. [312]
35. Ve dedik ki:
"Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş ve ondan istediğiniz gibi
bol bol, afiyetle yeyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız-, yoksa ikiniz de
zulmedenlerden olursunuz."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onüç başlık halinde yapacağız:
"Dedik ki: Ey
Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş." Kafir olması ile birlikte
yüce Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp uzaklaştırdığında görüş aynlığı
yoktur. Onun çıkartılmasından sonra da yüce Allah, Hz. Âdem'e: "yerleş"
emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı mesken tut. Mesken sükûn bulma
yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki:
"O (mızrak) seken
(ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir."
Yine seken, kendisiyle
huzur bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek üzere)
sikkîn" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıyla kesilen
hayvanın hareketinin durdurulması (teskin edilmesi)dir. Tasarrufunun ve
hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula (aynı kökten gelmek üzere)
"miskîn" denilir. Geminin dümenine de "sükkân" denilir.
Çünkü geminin çalkalanmasını önler ve ona bir sükûnet kazandırır. [313]
Yüce Allah'ın
"yerleş (uskun)" diye buyurması, oradan zamanla çıkacağına dikkat
çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk edinmek değildir. Bundan dolayı, arifin
birisi şöyle demiştir: Sükna (mesken edinip yerleşmek) belli bir süreye
kadardır, sonra sona erer. Âdem ile Havva'nın cennete girişleri işte böyle bir
giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi.
Derim ki: Durum böyle
olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğunun şu sözlerine de delalet
etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir meskende iskan ettirse,
iskan edilen kişi orayı süknâsıyla mülk edinmiş olmaz. Bu iskan süresi sona
erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çıkartabilir. eş-Şa'bi şöyle
dermiş: Bir adam: Sen ölene kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa,
hayatı boyunca ve ölümü halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu
evimde iskan ol diyecek olur ise, ölmesi halinde o ev asıl sahibine döner.
"Umrâ" da
süknâya benzemektedir. Şu kadar var ki umrâ hakkındaki görüş ayrılıkları süknâ
hakkındaki görüş ayrılıklarından daha güçlüdür. "Um-râ"ya dair
açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hud sûresinde[314]
gelecektir.
el-Harbî der ki:
İbnu'l-A'rabî'yi şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin
elinde mülk kaldığı, menfaatlerinin ise kendisine umrâ ve rukbâ, ifkâr, ihbâl,
minha, ariyye, süknâ ve itrak kime verilirse onlara ait olacağı hususunda
Araplar arasında görüş ayrılıkları yoktur. Bu, İmam Ma-lik'in ve onun mezhebini
kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sadece menfaatlerine malik
olunacağı, kendilerine (rakabelerine) malik olunamayacağı şeklindeki
görüşlerine bir delildir. Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b.
Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da görüşüdür.
"Umrâ":
Senin bir kimseyi sana ait olan bir evde senin yahut onun ömrü boyunca iskân
ettirmektir. Rukbâ da böyledir. Bu da bir kimsenin bir diğerine: Bu ev sen
benden önce ölürsen bana dönecek, ben senden önce ölürsem, senin olacaktır. Bu
kelime "(gözetlemek anlamına gelen) muraka-be"den gelmektedir,
demesidir. Murakabe ise, onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi
demektir. Bundan dolayı bunun caiz olup olmadığı hususunda fukahanın farklı
görüşleri vardır. Ebû Yusuf ve Şafii bunu caiz kabul etmişlerdir. Onlara göre
bu, bir vasiyet gibidir. İmam Malik ve diğer Küfe âlimleri ise bunu caiz kabul
etmemektedir. Çünkü onların her birisi kendisi lehine gerçekleşip
gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı maksat olarak gözetmekte ve her
birileri arkadaşının ölümünü adeta temenni etmektedir. Bu konuda, hem caiz
gören hem de men'eden iki hadis-i şerif vardır ki bu ikisini de İbn Mace
Sünen'inde kaydetmektedir. Birincisini Câbir b. Abdullah rivayet etmiştir. Buna
göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Um-râ, kendisine verilen kimse
için caizdir, rukbâ da kendisine verilen kimse için caizdir." [315]
Bu hadis-i şerifte
umrâ ile rukbâ arasında hüküm bakımından bir eşitlik sözkonusudur.
İkinci hadis ise, İbn
Ömer'den gelmektedir. Buna göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Rukbâ diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey rukbâ diye verilecek
olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onundur." İbn Ömer der
ki: Rukbâ kişinin ötekine: "İkimizden hangisi daha önce ölürse ötekinin
olsun" demesidir.[316]
Hadis-i şerifte
"rukbâ yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını ifade eden bir
nehiydir. "Her kime rukbâ olarak birşey verilirse o onundur" buyruğu
ise bunun caiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda Nesai de
rivayet etmiştir. İbn Abbas'ın şöyle dediğini de nakletmektedir: Umrâ ve rukbâ
aynı şeylerdir.
İbn Münzir der ki:
Rasulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Umrâ kime verilirse
caizdir, rukbâ da kime verilirse cazdir." Buna göre İbn Münzir bu hadis-i
şerifi sahih kabul etmektedir. Ayrıca bu, umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir diyen
kimseler lehine bir delildir. Hz. Ali'den de bu kanaat rivayet edilmiştir.
es-Sevrî ve İmam Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye bir daha
dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Tavus der ki: Her
kim rukbâ olarak birşey verirse o aynen miras gibidir.
Ifkâr ise, (omurga
anlamına gelen) fekaru'z zahr'dan gelmektedir. Bir kimse birisine: Ben bu
devemi sana ifkâr ediyorum diyecek olursa, sırtına binmek üzere sana ariyeten
veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı tarafından sırtından vurularak avlanılmak
üzere fırsat verdiği takdirde de bu tabir kullanılır.
İhbal (noktalı hı ile)
da ifkâr gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi deve, yahut üzerinde
savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu tabir kullanılır. Züheyr
der ki:
"İşte oracıkta
onlardan malı ihbal etmeleri istenirse ederler Onlardan istenirse verirler,
zenginlikleri artarsa da (vermekte) aşırı giderler."
Minha: Bağış demektir.
Bu ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meni-ha ise, bir kişinin bir başkasına
sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere dişi deveyi ya da koyunu vermesi
demektir. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ariyet alınan şey geri
ödenir, minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde)
öder" Bu hadis, Ebû Umame tarafından rivayet edilmiştir, Tirmizi,
Darakutnî ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir. Sahih bir
hadistir. [317]
Itrâk ise, erkek
deveyi ariyet olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi
develeri arasında yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek devenin dişi deve
ile ilişki Kurması anlamındadır. "Tarûkatu'1-fahP ise dişi deve
anlamındadır. Erkek deve tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen
dişi deveye "nakatun tarukatu'1-fahl" denilir. [318]
"Sen zevcenle birlikte..."
buyruğundaki "sen" zamirinin ayrıca kullanılması, (yerleş)
fiilindeki zamiri tekid içindir. "Sen ve Rabbinle birlikte git"
(el-Maide, 5/24) buyruğu da bunun gibidir. "Sen" zamiri
kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi,
"Rabbinle birlikte git" demek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş
(yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki vezin zarureti dolayısıyla olur.
Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Parlak beyaz ile
o çölde kumlar üzerinde yürüyen
Yaban öküzleri gibi
seke seke gelince (ona) dedim ki. . ."
Burada "parlak
beyaz" kelimesi "gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu
zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifadelerde
bulunmak Kur'an dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte
kalk, demek gibi. [319]
"Sen zevcenle
birlikte" buyruğundaki "zevce" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de
"zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden
geçmişti.[320] Müslim'in Sahih'inde yer
alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b.
Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammad b. Seleme, Sabit
el-Bünânî'den, o Enes'ten rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) hanımlarından
birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hz. Peygamber, o adamı çağırdı.
Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevcenidir."
Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşey-ler
zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle
buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar." [321]
Âdem (a.s)'ın zevcesi
Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yine Hz. Âdem'dir. Hz. Havva,
Hz. Âdem'in kaburga kemiğinden farkına varmaksızın yaratılmıştır. Eğer bundan
dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir erkek hanımına şefkat göstermezdi.
Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hz. Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını
vermiş. Ona: Adı nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır
(imrâe) dedin diye sorulunca o: Çünkü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır.
Bu sefer: Neden peki Havva adını verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den
yaratılmıştır. Cevabını vermiş.
Rivayet edildiğine
göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıyla melekler sormuşlardır.
Yine rivayete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bunu seviyor musun deyince o:
Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Havva, ya sen bunu seviyor musun
diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbindeki sevginin katlarca fazlasını
kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını vermiş. Derler ki: Eğer bir kadın
kocasına olan sevgisini samimi olarak dile getirseydi, şüphesiz ki Havva bunu
dile getirirdi. İbn Mes'ud ve İbn Abbas der ki: Hz. Âdem, cennete
yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca
Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden yaratıldı ki, onunla sükûn
bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hz. Âdem uyanıp da onu görünce
sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadınım, benimle sükûn bulasın diye,
senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu
buyruğunun anlamı da budur: "Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan
da onunla sükûn bulsun diye eşini yaratmıştır." (el-A'raf, 7/189)
İlim adamları derler
ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zira kadın eğri olan
kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'nin şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Kadın, kaburga
kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivayette şu da vardır: Kaburga kemiğinin en
eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana karşı hiçbir zaman
aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile
birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu
kırmak ise onu boşamaktır." [322]
Şair de buna işaretle şöyle demektedir:
"O, eğri olan
kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin Şunu bil ki kaburga kemiklerini
düzeltmek onların kırılması demektir. (Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem
zayıf hem de iktidar sahibidir? Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak
birşey değil midir?" İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme
ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini
kendisinde taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini
delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemiklerinden
eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hz. Ali'den rivayet
edilmiştir.- Çünkü Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiklerinden yaratılmıştır.
Mirasa dair açıklamalarda bu hususta etraflı bilgiler -inşaallah- gelecektir. [323]
"... cennette yerleş..." buyruğunda geçen cennet bahçe demektir. Buna dair
açıklamalar daha önceden de geçmişti. [324]
Mu'tezile ve Kaderiye'nin, Hz. Âdem ebedîlik cennetinde değil, Aden
topraklarındaki bir cennette (bahçede) idi, şeklindeki kanaatlerinin
önemsenecek bir tarafı yoktur. Mu'tezile veya Kaderiye, bid'at kabilinden bu
görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer yerleştirildikleri ebedîlik cenneti
olsaydı, İblis'in Hz. Âdem'e ulaşmaması gerekirdi. Çünkü Allah, şöyle
buyurmaktadır. "Orada ne bir boş söz, ne de günah gerektiren bir iş
vardır." (et-Tur, 52/23); "Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir
yalan" Cen-Nebe', 78/35); "Orada ne boş bir söz, ne de günahı gerektiren
bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak "selam selam"
sözüdür." (el-Va-kıa, 56/25-26) Diğer taraftan yüce Allah'ın şu buyruğu
dolayısıyla da cennetlikler cennetten çıkmazlar: "Onlar oradan
çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr, 15/48) Ayrıca ebedîlik cenneti,
kutsallık yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden uzak tutularak takdis
edilmiş ve bu gibi şeylerden temizlenmiştir. İblis ise orada boş söz söylemiş,
yalan söylemiştir. Âdem ve Havva da masiyetleri sebebiyle cenneten
çıkartılmışlardır.
Bu şekilde görüşlerini
delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve Kaderiye devamla derler ki: Hz. Âdem'in
Allah katındaki makamının yüceliğine ve aklının mükemmelliğine rağmen,
ebedîlik yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte,
ebedîlik ağacını araması nasıl mümkün olabilir?
Cevap şudur: Şanı yüce
Allah, âyet-i kerimede geçen "cennet" kelimesini elif lam'lı ile
belirtili (marife) yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, diyen kimsenin
sözünden bütün insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebedîlik cennetni
istediğidir. Başka birşey anlaşılmaz. İblis'in Hz. Âdem'i aldatmak üzere
cennete girmesi ise, aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hz. Musa, Hz Âdem
ile karşılaşmış ve Hz. Musa ona: "Sen kendi soyundan gelenlerin bedbaht
olmasına sebep oldun, onları (lam-ı tarifli olarak) cennetten çıkarttın."
demiştir.[325] Burada (cennet
kelimesinin başına) elif lam'ın geliş sebebi onun bilinen ebedîlik cenneti
olduğuna delil olsun diyedir. Hz. Âdem, Hz. Musa'nın bu sözlerine itiraz
etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hz. Musa'ya cevap verirdi. Hz.
Âdem, Hz.Musa'nın söylediklerine cevap vermeyip sustuğuna göre yüce Allah'ın
onları çıkarttığı cennetin, cennetten çıktıktan sonra götürüldükleri yerden
farklı olduğu kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Bunların delil olarak
gösterdikleri âyetlere gelince; bu gibi hususlar şanı yüce Allah tarafından
Kıyamet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden sonra gerçekleşecek şeylerdir.
Yüce Allah'ın orada ebedi kılmak istediği kimseler için, oranın ebedilik yurdu
olması ile birlikte, ölümüne hükmettiği kimseleri de oradan çıkartması
arasında bir çelişki yoktur ve bu imkansız birşey değ-lidir. Tefsir âlimleri,
meleklerin cennet ehlinin yanına girip yine oradan çıkacaklarını ittifakla
kabul etmişlerdir. Diğer taraftan cennetin anahtarları İblisin elinde
bulunuyordu. İsyan ettikten sonra bu anahtarlar ondan alındı. Peygamber (s.a)
da İsra gecesi cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber vermiş ve bunun
gerçekten ebedîlik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir.
Mu'tezile ve
Kaderiye'nin; cennet kutsal bir yurttur, yüce Allah orayı günahlardan
arındırmıştır, şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir. Çünkü yüce
Allah İsrail oğullarına Arz-ı Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise,
bildiğimiz Şam topraklarıdır. Şeriat sahibi milletler yüce Allah'ın orayı
kutsallaştırdığını ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü
ma-siyetlere, küfür ve yalana tanık olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada birtakım
masiyetlerin işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan cennetin
durumu da böyledir.
Ebû'l-Hasen b. Battal
der ki: Bazı hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sünnet ebedilik yurdu olan
cennetin Âdem (a.s)'ın çıkartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir.
Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin görüşlerinin bir anlamı
yoktur.
Aksi görüş
savunanların: Aklının mükemmelliğine rağmen ebedilik yurdunda olduğu halde
ebedilik ağacına talib olmak, Âdem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki
sözlerine gelince; bu soru tersinden onlara şöyle sorulabilir: Peki aklının
mükemmelliğine rağmen yokluk yurdunda ebedilik ağacına talip olması Âdem için
nasıl düşünülebilir? Asgari aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki
düşünülemez. Peki -Ebû Umame'nin ileride gelecek sözüne göre- insanların en
üstün akıllısı olan Hz. Âdem hakkında böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz?[326]
"Ondan bol bol,
afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz" buyruğunda yer alan
"Afiyetle" kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile (üstünlü)
okunmuştur. Nehaî, İbn Vessab ise sükûnlu okumuştur.
"Reğed" elde
edilmesinde zorluk çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim demektir. Şair der ki:
"Kişiyi nimet içinde
görürsün,
Afiyetle dolu bir
yaşayış ile ve türlü musibetlerden emin olarak." Bir topluluğun eğer
verimi bol, geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını anlatmak üzere bu kökten
gelen kelimeler kullanılır. "Afiyette" anlamındaki kelimenin nasb
ile kullanılması, hazf edilmiş bir mastara sıfat olmasıyladır. [327]
"Yalnız bu ağaca
yaklaşmayınız." Yani, yemek suretiyle ona yaklaşmayınız. Çünkü başka
ağaçlardan yemek mubah kılınmıştı. İbnu'l-Arabî der ki: eş-Şâşî'yi, en-Nadr b. Şumeyl'in
meclisinde şöyle derken, dinledim[328]:
Eğer (ra harfi üstün okunarak): Yaklaşma denilecek olursa, bunun anlamı o
fiili işleme demektir. Şayet aynı harf ötreli okunacak olursa, ona yakın olma,
demek olur. es-Sihah'âa. belirtildiğine göre, (ra harfinin ötreli okunuşu ile)
bir şeye yaklaşmak anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile
su arasında bir günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün
şekilleri kullanılır. Bu şekilde, suya yaklaşmaya da denilir. el-Esmaî der ki:
Bedevi bir araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir, diye sordum. Bana:
Ertesi günü su almak üzere geceleyin yol almak demektir, dedi.
İbn Atiyye der ki: Söz
inceliğine vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, ağacın
meyvesinden yenilmesini yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona
yakın olmak gibi yemeye iten bir işi yasaklamayı gerektiren bir lafız
kullanmıştır ki o da "yaklaşmak" lafzıdır. Yine İbn Atiyye der ki:
İşte bu seddüzzerai'e[329]
dair apaçık bir misaldir.
Kimi meânî âlimi de
şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye buyurması,
onların bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Âdem'in cennette
yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedî olarak bir yerde
bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez, yasak
konulmaz. Buna delil de aynı zamanda yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara 2/30) diye buyurmasıdır.
İşte bu da onun cennetten çıkarılacağının delilidir. [330]
"Bu ağaca
yaklaşmayınız." tabiri Arapçada müphem (belirtisiz) olan bir isim yalnızca
elif lam'lı kelimeler ile nitelendirilir. İbn Muhaysın (î^Iill «Ju )ı ( ij=^i\
l5i* ) şeklinde okumuştur. Asıl olan da bu şekildir. Çünkü bu kelimenin
sonundaki "h" harfi yâ harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin
esreli olması da bundan dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve
müenneslik "he"si bulunan başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise
bu kelmenin, aslının ya oluşudur.
Şecere
"ağaç": Yeryüzü bitkilerinden sapı olanlara denilir. [331] Bu
kökten olarak "meşcere" ağaçlık yer demektir.[332]
Tefsir âlimleri, Hz.
Âdem'e yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın hangisi olduğu hususunda farklı
görüşler belirtmişlerdir. İbn Mes'ud, İbn Abbas, Said b. Cübeyr ve Cafer b.
Hubeyre'nin görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bize şarabın haram kılınış sebebi
de işte budur.
Yine İbn Abbâs, Ebû
Mâlik ve Katâde'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir tanesi, sığırın böbreği gibi
idi, baldan tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Ve-hb b. Münebbih'e aittir.
Yüce, Allah Hz. Âdem'in tevbesini kabul edince sün-bülü (başağı) soyundan
gelenlere gıda kıldı.
İbn Cüreyc'in bazı
sahabilerden rivayet ettiğine göre o, incir ağacı idi. Said de Katâde'den bu şekilde
rivayet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir yediğini gören bir kimsenin bu
tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumlanır. Çünkü Hz. Âdem onu yediği için
pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de es-Süheylî zikretmektedir.
İbn Atiyye der ki:
Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivayetler arasında Hz. Peygamber'den
gelen bir haber ile desteklenen bir rivayet yoktur. Bu konuda takınılacak en
doğru tutum, şanı yüce Allah'ın Hz. Âdem'e bir ağaçtan yemeyi yasakladığı ve
Hz.Âdem'in bu emre uymayıp oradan yediği, ondan yemek suretiyle de asi
olduğudur.
Ebû Nasr el-Kuşeyrî de
der ki: İmam olan babam -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- şöyle derdi: Genel
olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Âdem'in sınanması için yasak kılınmış bir
ağaçtı. [333]
Yine tefsir âlimleri,
yasak ile birlikte yer alan "zulmedenlerden olursunuz" tehdidine
rağmen Hz. Âdem'in o ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere
sahiptirler. Bazıları şöyle demektedir: Kendisine işaret edilen ağacın dışında
başka bir ağaçtan yediler. Onlar konu ile ilgili bu nehyin o türden olan bütün
ağaçları kapsadığı şeklinde bir yorum yapamamışlardı. Sanki İblis, bu konuda
emrin zahirini esas alıp hareket etmek şeklinde Hz. Âdem'i aldatmış gibidir.
İbn Arabî der ki: Bu görüşe göre bu ağaçtan yemek yüce Allah'a karşı ilk
isyandır.
(İbnü'l- Arabî
devamla) der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere yemin edip de
onun cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olacağına dair bir delil
vardır. Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur: İlim adamlarının
çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir. İmam Malik ve
mezhebine mensup olanlar ise, şöyle demektedirler: Eğer yemin esnasında
yapılan işaret ile kendisine işaret edilen ekmeğin tayini söz-konusu ise, o
takdirde o ekmeğin cinsinden yemekle yeminini bozmuş olmaz. Şayet yeminin
yapılması, yahut sebebi veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş ise, yemin
o ekmeğin cinsine hamledilir ve o ekmekten başkasını yemek suretiyle yeminini
bozmuş olur. İşte Âdem (a.s) kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hz.
Âdem'e tayin edilen bir ağaçtan yemesi yasak kılınmakla birlikte ağacın cinsi
kastedilmiştir. O ise sözü, anlamına (yani cinsin anlatılmak istendiğine)
değil de lafza göre yorumlamıştır.
Bizim mezhebimize
mensup ilim adamları, buna dair ferî bir mesele hakkında farklı görüşlere
sahip olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek üzere yemin etse,
ondan yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır.
"el-Kitab"da denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden
dolayı, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur.
İbnu'1-Mevvâz ise der ki: Bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o
buğday yemiş değildir. Sadece ekmek yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvâz) hem
ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş olur. Yemin eden kişi: Ben bu buğdaydan
yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yediği takdirde yeminini
bozmuş olur.
O buğdayın bedeli ile
yiyecek birşey alıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan
bitenlerden yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır.
Başkaları da şöyle
demiştir: Âdem ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade
edecek şekilde yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu her ne kadar usul-u
fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus burada sözkonusu edilmiştir.
Çünkü yüce Allah burada: "Yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz"
diye buyurmuş ve nehiy ile tehdidi bir arada zikretmiştir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda da aynı şey sözkonusudur: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın,
sonra sıkıntıya uğrarsın." (Ta-ha, 20/117)
İbnu'l-Müseyyeb der
ki: Âdem o ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı
başından gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi
de, Allah adına yemin ederek, Hz. Âdem'in aklı başında olduğu halde o ağaçtan
yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Arabî der ki: Ancak böyle bir iddia
hem aklî bakımdan tutarsızdır, hem de nak-lî bakımdan. Naklî bakımdan tutarsız
olması herhangi bir şekilde buna dair sahih bir rivayetin gelmemesinden
dolayıdır. Diğer taraftan yüce Allah, cennetteki şarabın niteliklerini
belirtirken: "Onda herhangi bir zarar yoktur"(es-Saffat, 37/47) diye
buyurmaktadır. Aklî açıdan bunun tutarsız olmasına gelince, peygamberler
peygamber olduktan sonra farzları yerine getirmelerine imkan vermeyecek ve
günahları işleme cesaretini kazandıracak şeylerden korunmuşlardır. [334]
Derim ki: Bazı ilim
adamları, Hz. Âdem'in cennette yerleştirilmesinden önce peygamber olduğu
hükmünü yüce Allah'ın: "O da onlara isimlerini haber verince.."
(el-Bakara 2/33) buyruğundan çıkarmışlardır. Şanı yüce Allah, ona meleklerin
sahib olmadığı, yüce Allah'ın ilminden birtakım bilgileri haber vermesini
emretmeştir.
Hz. Âdem'in unutarak
yasak ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yemeleri halinde karşı karşıya
kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür.
Derim ki: Doğrusu da
budur. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerim'inde bunu çok kesin ve açık bir
ifadeyle dile getirerek şöyle buyurmuştur: "Andol-sun ki bundan önce biz
Âdem'e vahyettik, o da unuttu, biz onun (.günaha) kastettiğini görmedik.
" (Ta-ha, 20/115) Fakat peygamberlerin marifetlerinin çokluğu,
makamlarının yüksekliği dolayısıyla başkaları için gerekmeyen fakat kendileri
için gereken bir dikkat ve uyanıklığa sahip olmaları gerekir. O bakımdan
Hz.Âdem'in bu şekilde kendisine yapılan yasağı hatırlamasını engelleyecek
başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir ve bundan dolayı o asi yani emre
aykırı hareket eden bir kişi konumuna düşmüştür. Ebû Umame der ki: Eğer şanı
yüce Allah'ın insanları yarattığı günden Kıyamet gününe kadar bütün
Âdemoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir kefeye, Âdem'in de kendisini
dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa, Âdem'in kendisini dizginlemesi
onlardan daha ağır basar. Nitekim yüce Allah: "Biz onda (günaha karşı)
bir kasıt görmedik." (Ta-ha, 20/115) diye buyurmaktadır.
Derim ki: Ebû
Umame'nin bu sözü bütün Âdemoğulları hakkında genel bir ifadedir. Aralarından
peygamberimiz Muhammed (s.a)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi ihtimali
vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı itibariyle
insanların en ileri derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde
peygamberler dışında kalan Âdemoğullarının kendilerini dizginlemesi şeklinde
bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Derim ki: Konu ile
ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna göre, onlar yasak kılınan
ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmışlar, halbuki kasıt o ağacın
türünden olan bütün ağaçlan da kapsamakta idi. Peygamber Efendimizin, bir parça
altın ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu ikisi ümmetimin erkeklerine
haramdır"[335] bir
başka rivayete göre de: "Bu ikisi ümmetimi helak edecektir" demesi
gibi. Hz. Peygamber bu ifadeleriyle muayyen olarak o iki parçayı değil,
onların cinsini kastetmiştir. [336]
Denilir ki: Yasak
ağaçtan ilk yiyen -ileride de açıklanacağı şekilde- İblisin aldatması ile
Havva olmuştur. Ve ilk olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva
yastığın vesvesecisidir. (Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır).
Kadınlar aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fitne de budur.
İblis, Havva'ya şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonulmanızın tek sebebi
bunun ebedîlik ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedî kalmayı
sevdiklerini öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gidecek sevdikleri bir şeyi
öne sürdü. "Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder."[337] Havva,
Hz. Âdem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini reddetti ve Allah'ın
kendilerine verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar, etti, o da Âdem'e
ısrar etti. Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan
dolayı bana bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Havva ağaçtan yediği
halde bir zararını görmedi. Hz. Âdem'e gelip: Ye, ben yedim ve bana bir zararı
olmadı, deyince Hz. Âdem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye
başladı; her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hükmüne maruz kaldılar. Çünkü
yüce Allah, her ikisine hitaben: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız"
diye emir vermiş ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakımdan her ikisi de yasağı
işlemediği sürece sadece Havva o ağaçtan yediğinden dolayı, günahın işlenmesi mukabilinde
sözkonusu olan ceza sadece Havva'ya verilmedi. Hz. Âdem ise bu inceliği
farkedememişti.
İşte bundan dolayı
kimi ilim adamı şöyle demiştir: İki hanımına veya iki cariyesine birisi: İkiniz
bu eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut hürsünüz diyecek olur ise,
boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tanesinin o eve girmesiyle
gerçekleşmez. Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, bu hususta üç ayrı görüş
ortaya atmışlardır. İbnû'l-Kâsım der ki: Her ikisi de girmedikleri sürece
hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu
asıl kaideyi benimsemiş ve lafzın mutlak ifadesinin bunu gerektirdiği
esasından hareket etmiştir. Sulınûn da bu görüştedir. İbnu'l-Kâsım bir başka
seferinde de şöyle demiştir: Onlardan, herhangi birisinin eve girmesiyle
birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her iki cariyesi de azat olur.
Çünkü yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulması demektir. Nitekim şu iki
ekmeği yememek üzere yemin etse, bunlardan birisini yemekle yeminini bozmuş
olur. Hatta ikisinden bir lokma yese dahi yeminini bozmuş olur.
Eşheb de der ki: Tek
başına giren hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her
birisinin girmesi, boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır.
İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü şartın bir kısmı, icmâ
ile şartın tümü değildir.
Derim ki: Doğrusu
birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik edilmiş (bağlanmış)
ise ancak ikisi tarafından işlenmesiyle bu yasağa muhalefet gerçekleşmiş olur.
Çünkü herhangi bir kimse: İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan
birisi girse her ikisi birlikte o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü
yüce Allah'ın: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız'' buyruğu Âdem ile Havva'ya
yapılan bir yasağı, "yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz"
buyruğu ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde karşı karşıya kalınacak cezayı
ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de bu yasağı işlemedikleri sürece
zalimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek başına yasak ağacın meyvesini
yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çünkü yasak kılınan şey, tam ve
eksiksiz olarak işlenmemişti. Hz. Âdem ise bu inceliği farkedememiş, o bakımdan
o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi. Yüce Allah'ın: "Andolsun ki
bundan önce biz Âdem'e vahyet-tik. O ise unuttu" (Ta-ha, 20/115)
buyruğunun anlamı budur.
Denildiğine göre, Hz.
Âdem'in unuttuğu ise şu buyruğunda dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir:
"Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın,
sonra sıkıntıya uğrarsınız" (Tâ-hâ, 20/117) Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. [338]
Bu hususta ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Acaba peygamberlerin -Allah'ın selamı
hepsine olsun- kendileri sebebiyle sorgulanacakları ve siteme maruz kaldıkları
küçük günahları işledikleri olmuş mudur, olmamış mıdır? Bununla birlikte bütün
ilim adamları peygaberlerin büyük günahları işlemekten, aynı şekilde
ayıplanmayı, eksikliği ve düşüklüğü gerektiren her türlü alçaltıcı işten de
masum olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Kadı Ebû Bekr (el-Bakıllanî)'ye
göre bu, icma ile böyledir. Üstad Ebû İshak el-İsrefa-inî'ye göre ise, bunun
böyle olması mucize delilinin bir gereğidir. Mu'zeti-le'ye göre ise, bu durum -kendi
delillendirme usullerine göre- aklın konu ile ilgili delilinin bir gereğidir.
Taberi ve bazı
fakihler, kelamcılar ve hadis bilginleri der ki: Peygamberlerden küçük
günahlar sadır olur. Bu konuda: Peygamberler bütün bunlardan korunmuşlardır
(masumdurlar). Rafızîlere muhalefet ederler. Delil olarak ise, Kur'an-ı
Kerim'de konu ile ilgili delilleri ve bunu ifade eden anlamları çıkardıkları
hadis-i şerifleri gösterirler. Bu husus açıktır ve bunun anlaşılmayacak bir
tarafı yoktur. Malik, Ebû Hanife ve Şafii mezhebine mensup fukahâ-nın cumhuru
ise şöyle demektedirler: Peygamberler, tüm büyük günahlardan nasıl korunmuş
iseler, bütün küçük günahlardan da öylece korunmuşlardır. Çünkü bizler
fiillerinde, uygulamalarında ve yaşayışlarında herhangi bir karineyi göz
önünde bulundurmaksızın mutlak olarak onlara uymakla emrolun-muşuzdur. Onların
küçük günahı işleyebileceklerini caiz kabul edersek onlara uymak mümkün olmaz.
Çünkü onların işledikleri herhangi bir fiilin maksadı, ya Allah'a
yakınlaştırıcıdır ve mubahtır yahut da yasak veya masi-yettir. Fakat bir kişiye
masiyet olma ihtimali olan bir işi yerine getirmesini emretmek doğru değildir.
Özellikle usul âlimleri arasında, çatışma olması halinde uygulamayı sözden
öncelikli kabul edenlerin görüşüne göre bu, böyledir.
Üstad Ebû İshak
el-İsferainî der ki: İlim adamları küçük günahlar hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre peygamberlerin küçük günah
işlemeleri caiz değildir. Kimisi de caiz kabul etmiştir. Ancak bu meselede dayanak
teşkil edecek aslî bir delil yoktur. Birinci görüşü kabul eden sonraki
âlimlerden kimisi şöyle demiştir: Söylenmesi gereken şudur: Şanı yüce Allah,
onların bir kısmının birtakım günahları işlediklerini haber vermiş, bu
günahları kendilerine nisbet etmiş, bundan dolayı da onlara sitem etmiştir.
Yine onlar, kendilerinin bu tür hataları işlediklerini haber vermiş, ancak
onlardan sıyrılmış, ondan kopmuş ve tevbe etmişlerdir. Bütün bu hususlar -bir
iki tanesini te'vil etmek mümkün olsa bile- tamamını te'vil etmek mümkün
olmayacak şekilde birçok yerde vârid olmuştur. Ancak bunların hepsi de
peygamberlerin makamlarını küçültecek özellikte değildir. Onların işledikleri
bu küçük hatalar, nadiren sadır olmuştur ve hata yoluyla veya unutarak
olmuştur. Ya da böyle bir işi işlemelerine götürecek bir te'vil sonucu meydana
gelmiştir. Ve onların bu hataları başkalarınınkine nisbetle hasenattır.
Onların mevkilerine, kıymet ve kadirlerinin yüksekliğine nisbetle ise onlar
hakkında bir günahtır. Çünkü seyisin mükafat görebileceği bir işi yaptığından
dolayı vezir sorumlu tutulabilir. O bakımdan peygamberler güvenlik içinde
olduklarını, esenlik içinde olduklarını, bilmekle birlikte Kıyamet gününde
bunlardan dolayı sorguya çekileceklerinden çekinmişlerdir. Ebû İs-hak der ki:
İşte doğrusu da budur.
Cüneyd'in şu sözleri
güzeldir: İyiler için hasenat olan şeyler mukarrebler için seyyiat olabilir. O
bakımdan naslar, peygamberlerin -Allah'ın salat ve selamları üzerine olsun-
birtakım günahları işlediklerine delil teşkil etseler bile bu, onların makam
ve mevkilerini sarsmaz, rütbelerini düşürmez. Aksine yüce Allah, onların bu
hallerini telafi etmiş, seçmiş, hidâyete iletmiş, övmüş, arındırmış, üstün
tutmuştur. Allah'ın salât ve salamları üzerlerine olsun.[339]
"Yoksa ikiniz de
zulmedenlerden olursunuz." Zulüm, asıl anlamı itibariyle bir şeyi olması
gereken yerden başka bir yere koymaktır. Hiçbir şekilde kazılmamış, fakat
sonradan kazılan yere de "mazlum yer" denilir. en-Nâ-biga der ki:
"Akşam vakitleri
durup orada ona sorarak;
Cevap veren olmadı,
orada kimse de yoktu zaten;
Sadece hayvanların
bağlandığı seçemediğim kazıklar vardı,
Bir de hiç kazılmamış
toprağa kazılmış çukurlar gibi etrafını çeviren eşikler."
Kazıdan çıkarılan
toprağa da "ez-zalîm" denilir. Şair der ki:
"Korkudan sonra
bir çukurda (kabirde) buldu kendini O çukura (önceden alınmış) toprakları
(zalim) geri konarak." Herhangi bir hastalığı olmaksızın deve kesildiği
takdirde "zulmedilmiş" olur, denilir. Şairin: "Develere
zulmedicidirler" ifadesi de bu türdendir.
Erken sağılan süte de
"zalime" denilir. İçinde yağ ve sütün konulduğu tulumdan tereyağını
çıkarmadan önce başkasına süt içirdiği vakit de "zulmetti" tabiri
kullanılır. O süt için de "mazlum ve zalîm" denilir. Şairin şu sözleri
de bu türdendir:
"Ve bir kadın ki
şöyle der: Ben kırbama zulmettim Damak hiç bu yağı alınmamış sütün farkına
varmaz olur mu?" Çok zulmeden kimseye "zalîm" denilir, aynı
zamanda zulüm: Şirk anlamındadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz şirk büyük bir zulümdür." (Lukman, 31/13) [340]
"... ve ondan bol
bol, afiyetle istediğiniz gibi yeyiniz." Ordan hesapsız olarak yeyiniz
demektir. Herhangi bir şekilde sıkıntıya maruz kalmaksızın bol bol yeyiniz.
Genişlik, bolluk ve bol verim sözkonusu olan topluluk hakkında -âyet-i
kerimedeki kökten gelen denilir. Bunun anlamına dair açıklamalar daha önceden
de (altıncı başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [341]
36. Bunun üzerine
şeytan, onları oradan kaydırıp içinde bulundukları halden çıkardı. Biz de
dedik ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir
süreye kadar duracak bir yer ve faydalanacak şeyler vardır."
Bu buyruğun: "
Bunun üzerine şeytan, onları ordan kaydırıp içinde bulundukları halden
çıkardı" bölümüne dair açıklamalarımızı on başlık halinde ele alacağız:
"Bunun üzerine
şeytan onları oradan kaydırıp" buyruğunda yeralan ve "onları
kaydırdı" anlamına gelen ( L^Jjlî ) kelimesini çoğunlukla günah anlamına
gelen "zelle" kökünden türeyen bir kelime olarak ve elif'siz okumuşlardır.
Yani şeytan onları yanılttı, ayaklarını kaydırıp o günaha düşmelerini sağladı.
Hamza ise, bu kelimeyi uzaklaştırmak anlamını ifade eden kökten elifli olarak
şeklinde okumuştur. Bu, onları oradan uzaklaştırdı, izale etti demektir. İbn
Keysan der ki: Onları izale etti, anlamındaki okuyuş zevalden gelir. Onları
içinde bulundukları itaatten alıkoydu, masiyete yöneltti demek olur.
Derim ki: O vakit bu
iki okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Ancak çoğunluğun okuyuşu mana itibariyle
daha sağlamdır. Şu iki âyet-i kerimenin ifade ettiği anlam da bunun delilidir:
"Onları, kazandıklarının bir kısmı yüzünden ancak şeytan kaydırmak
istemiştir." (Al-i İmran, 3/155); "Şeytan onlara vesvese
verdi."(el-A'raf, 7/20; Ta-ha, 20/12). Burada sözü geçen vesvese ise
masiyeti işlemelerini sağlayarak onların ayaklarını kaydırmaktır. Yoksa
şeytanın bizatihi herhangi bir kimseyi bir yerden başka bir yere izale etme
gücü yoktur. Onun gücü ancak o kimseyi yanılmanın çerçevesine sokmaktan
ibarettir. Bu ise kişinin günahı sebebiyle bir yerden bir başka yere izale
edilmesine sebep teşkil eder. Bunun anlamı ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir:
Burada onların zelle'ye düşürülmesi bir yerden ayrılmak halinde ku-lanılan kelimeden
gelmektedir. O vakit mana Hamza'nın kıraatinde olduğu gibi zevalden gelir.
Nitekim İmruu'1-Kays da şu beyitte bu kelimeyi aynı anlamda kullanmıştır:
"(At) ağır
olmayan genç(i), sırt tarafındaki yelesinin yakınından kayar(kaydırır)
Ata binmesini beceremeyen
ağır kimsenin ise elbisesi uçar, gider."
Yine İmruu'1-Kays (bu
kelimeyi aynı anlama kullanarak) şöyle demektedir:
"Ve kırmızı bir
at ki sırtından eyeri kayar
Dümdüz kaya parçası
üzerinde ayağı kayanın kaydığı gibi."[342]
"İçinde
bulundukları halden çıkardı" buyruğuna gelince, eğer bundan önceki ifadeyi
bir yerden izale etmek şeklinde anlayacak olursak "onları çıkardı"
ifadesi bu izale edilişi te'kid etmekte ve açıklamaktadır. Çünkü cennette
bulundukları yerden (yine cennette) bir başka yere çıkarılmış olmaları
şeklinde anlaşılması da mümkündür. Oysa durum böyle değildir. Onlar cennetten
çıkartılıp yere indirildiler. Çünkü oradan yaratılmışlardır. Diğer taraftan
Âdem'in yeryüzünde halife olması için yere indirilmişlerdir İblis -Allah'ın
laneti üzerine olsun- Hz. Âdem'i cennetten çıkartmak kastında değildi. Onun
maksadı Hz. Âdem'i yüksek mertebesinden düşürmek ve kendisi uzaklaştırıldığı
gibi onun da uzaklaştırılmasını sağlamaktı. Ancak maksadına ulaşamadı, muradı
gerçekleşmedi. Aksine emelini yitirdi, kini arttı ve hesapları boşa çıktı.
Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçti,
tevbesini kabul etti ve hidâyete erdirdi." (Ta-Ha, 20/122) Bunun sonucunda
Hz. Âdem, cennet yurdunda yüce Allah'a komşu iken arzında Allah'ın halifesi
oldu. Halbuki komşu ile halife arasında çok büyük bir fark vardır. Allah'ın
salat ve selamı üzerine olsun.
Âdem'in cennetten
çıkartılmasının İblise nisbet ediliş sebebi, bunun İblisin sebebi ve aldatması
dolayısıyla olduğundandır. Tefsir âlimleri ile başkaları arasında, İblisin Hz.
Âdem'i aldatmayı üstlendiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak bunun
keyfiyeti ile ilgili farklı görüşler vardır. İbn Mes'ud, İbn Abbas ve âlimlerin
çoğunluğuna göre, onları aldatması karşılıklı konuşma ile olmuştur. Bunun
delili ise, yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Bir de onlara: Şüphesiz ki ben
size öğüt verenlerdenim diye yemin etti." (el-A'raf, 7/21) Onlara yemin
etmesi, ifadesinin zahirinden anlaşılan, bunun karşılıklı konuşarak olduğudur.
Bazılan da -ki bunu Abdürrezzak, Vehb b. Münebbih'ten nakletmektedir- şöyle
demektedir: İblis, yılanın ağzında cennete girdi. O sırada yılan dört ayaklı
deveyi andıran ve yüce Allah'ın yarattığı en güzel hayvanları andıran bir
şekilde idi. Daha önce İblis, aynı teklifi birçok hayvana yaptığı halde
yılandan başka onu içeri sokma teklifini kabul eden olmamıştı. Yılan İblis'i
cennete sokunca, İblis, karnından dışarı çıktı ve Hz. Âdem ile eşine yasak
kılınan ağaçtan meyve alıp Havva'ya getirdi ve şöyle dedi: Şu ağaca bir bak.
Kokusu ne kadar hoş, ne kadar lezzetli, rengi ne kadar güzel. İblis bu
aldatmalarını Havva, o meyveyi alıp yeyinceye kadar devam ettirdi. Arkasından
Âdem'i aldattı. Havva Âdem'e de şöyle dedi: Ye, ben ondan yedim, bana herhangi bir
zararı dokunmadı. Âdem onu yeyince her ikisinin de avret yerleri açığa çıktı
ve böylelikle günahı işlemenin cezasına çarpıldılar. Âdem ağacın içine girdi,
Rabbi ona: Neredesin? diye nida edince, Buradayım Rab-bim, dedi. Niye
çıkmıyorsun? diye sorunca; Senden utanıyorum Rabbim, dedi. Yüce Allah, bunun
üzerine şöyle buyurdu: Haydi kendisinden yaratılmış olduğun yeryüzüne in. Daha
sonra yılana lanet okundu, ayaklan karnına doğru çekildi, kendisiyle Âdemoğlu
arasında düşmanlık halkedildi. Bundan dolayı -ileride de açıklanacağı üzere-
onu öldürmemiz de emredildi.
Havva'ya da şöyle
denildi: Sen bu ağacı kanattığın (meyvesini keserek yaraladığın gibi) sen de
her ay bu şekilde kanama göreceksin. Zorluk ve sıkıntı ile gebe kalacak ve
doğumunu yapacaksın. Defalarca ölmek noktasına kadar geleceksin.[343]
Taberi ve en-Nekkaş
şunu da eklerler: Daha önce vakur ve ağırbaşlı ol-
duğun halde bu sefer
hafif olacaksın.
Bir grup da şöyle
demiştir: İblis, cennetten çıkartıldıktan sonra Âdem'in yanına cennete
girebilmiş değildir. O şeytanlığı ile bu konuda kendisine verilen imkan ile
yüce Allah'ın kendisine verdiği vesvese gücü ile bunu yapmıştır. Nitekim
Peygamber efendimiz de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan kanın akması
gibi insanın içinde akar." [344]
İleride A'raf sûresinde de geleceği üzere, Hz. Âdem çıplak kalınca ve
kendisini örtecek birşeyler arayınca, ağaçlar ondan uzaklaştı ve günahı
sebebiyle onu azarladı. İncir ağacı ona merhamet etti, o da incir yaprağından
alıp kendisini örttü. Ve bu şekilde Hz. Âdem ağaçların önünde çıplak kalmak ile
mübtela oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hz. Âdem'in cennetten
çıkartılma hikmetinin yeryüzünü imar etmek olduğu da söylenmiştir. [345]
Nakledildiğine göre
yılan cennette Âdem (a.s)'in hizmetiçisi idi. Allah'ın düşmanı İblise böyle bir
imkân vererek cennette Hz. Âdem'e karşı düşmanlığını açıkça ortaya koyarak Hz.
Âdem'e ihanet etmiştir. Cennetten yeryüzüne indirilmeleri üzerine aralarındaki
düşmanlık pekişti ve rızık olarak ona toprak verildi. Ona şöyle denildi: Sen
Âdemoğlunun düşmanısın, onlar da senin düşmanındır. Onlardan seni kim görürse
başını ezer. [346]
İbn Ömer Rasulullah
(a.s)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Beş (haşere) vardır ki onları
ihramlı olan da ihramsız olan da öldürür..." [347] Bunlar
arasında yılanı da zikreder.
Rivayete göre İblis,
yılana şöyle demiş: Sen beni cennete sok, buna karşılık seni himayeme
alacağım. O bakımdan İbn Abbas şöyle derdi: İblisin verdiği ahid ve emanı
bozunuz.
Sakine bint el-Ca'd,
Serrâ bint Nebhân el-öaneviye'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a)'ı şöyle derken dinledim: "Küçük olsun büyük olsun, siyah
olsun beyaz olsun yılanları öldürünüz. Çünkü kim yılan öldürürse bu onun
cehennemden kurtulmalık fidyesi olur. Ve her kim yılan tarafından öldürülürse
o da şehid olur."[348]
Mezhep âlimlerimiz der
ki: Yılanın onu öldüren için cehennemden kurtulmalık fidyesi oluş sebebi İblis
ile ortak hareket etmesi ve Âdem'e ve onun çocuklarına zarar vermek üzere
onunla yardımlaşmasıdır. Bundan dolayı bir yılanı öldüren bir kimse bir kafir
öldürmüş gibidir.[349]
Nitekim Rasulullah (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Bir kafir ve onun katili
cehennemde ebediyyen bir araya gelmezler." Bunu Müslim ve başkaları
rivayet etmiştir.[350]
İbn Cüreyc, Amr b.
Dinar'dan, o Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud'dan dedi ki: Peygamber (s.a) ile
birlikte Mina'da bulunuyorduk. Yanımızdan bir yılan geçti. Rasulullah (s.a):
"Onu öldürünüz" diye buyurdu. Ancak biz onu öldüremeden bir delik bulup
girdi. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Kuru hurma yapraklan ve ateş
getiriniz ve bu delikte yılanın üzerinde ateş yakınız."[351]
Mezhebimize mensup
ilim adamları der ki: Bu hadis-i şerif, Hz. Peygamberin müsleyi (savaşta
azaların kesilmesi) ve herhangi bir kimsenin yüce Allah'ın azabı türünden azap
yapmasını yasaklayan hadis-i şerifleri tahsis etmektedir. Devamla derler ki:
Bu hadis-i şerif bu düşmanın saygı duyulmaya değer bir tarafının kalmadığını
belirtmektedir. Çünkü bu düşmana güç ye-tirilen her bakımdan, onu helak edip
yok etmenin her türlü yolu denenmiş olmaktadır. Denilse ki, İbrahim
en-Nehai'nin akreplerin ateşte yakılmasından hoşlanmadığı ve: Bu bir müsledir,
dediği rivayet edilmiştir. Şu cevap verilir: Peygamber (s.a)'dan gelen bu
rivayetin ona ulaşmamış olması ve bundan dolayı da "Allah'ın azabı ile
azaplandırmayınız" [352]
şeklindeki rivayet gereğince amel etmiş olması muhtemeldir. Buna göre onun
öngördüğü uygulama bu rivayete uygun olur.
Denilse ki: Müslim'de
Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) ile
bir mağarada bulunuyorduk. Üzerine: "Yemin olsun peyderpey
gönderilenlere" (el-Mürselat, 77/1) sûresi nazil oldu. Ve biz henüz bunu
taptaze haliyle Hz. Peygamber'den öğreniyorken bulunduğumuz yerde bir yılan
görünüverdi. Bize: "Onu öldürünüz" dedi. Onu öldürmek için hareket
ederken bizden önce deliğine kaçtı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle
buyurdu: "Allah sizi onun şerrinden koruduğu gibi, onu da sizin şerrinizden
korumuştur." [353]
Görüldüğü gibi bu rivayette ateş yakıldığından da onu öldürmek için herhangi
bir çareye başvurulduğundan da sözedilmiyor. Bu itiraza şu şekilde cevap
verilir. Ateş bulamamış olması muhtemeldir. O bakımdan onu bırakmıştır. Veya
yılanın girdiği deliğin ateşin fayda sağlayamayacağı, dumanın zarar
veremeyeceği ve hayvana ulaşamayacağı bir şekilde olması da muhtemeldir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hz. Peygamber'in: "Allah onu sizin
şerrinizden korumuştur" buyruğundan kastettiği, sizin onu öldürmenize
karşı o yılanı korumuştur, demektir. "Sizi onun şerrinden koruduğu
gibi" ifadesi, onun sizi sokmasına karşı sizi korumuştur demektir. [354]
Yılanları öldürme
emri, yılanlardan gelmesinden korkulan zararı bertaraf etmeye irşad etmek
türündendir. Eğer onlardan gelecek olan zarar kesinlik kazanırsa, o yılanın
öldürülmesi için elin çabuk tutulması vaciptir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Yılanların hepsini öldürünüz. Bilhassa engerek ve kısa kuyruklu
olanlarını öldürünüz. Çünkü bunlar gözleri kör eder ve gebe kadınlara düşük
yaptırır."[355]
Bu iki türün yılanların
kapsamına girmelerine rağmen özellikle onları söz-konusu edip buna dikkat
çekmesi, zararlarının büyüklüğünden dolayıdır. Evlerin dışında kalan yerlerde,
zarar verecekleri muhakkak olmayanlar da konu ile ilgili genel emrin
zahirinden anlaşılan hüküm dolayısıyla yine öldürülürler. Çünkü tür olarak
yılanlar, çoğunlukla zarar verirler. O bakımdan bu zararlılık hepsinde
(istishab yoluyla) var kabul edilir. Çünkü şekli ve görünüşü itibariyle bütün
yılanlar, kalbe korku verir. Ayrıca insanın nefsinde onlara karşı bir tiksinti
vardır. Bundan dolayı Peygamber (s. a) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak
Allah, bir yılanı öldürmeye karşı dahi olsa kahramanlığı sever."[356]
Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, yılanı öldürmeyi teşvik etmiştir. Ebû Davud'un,
Abdullah b. Mes'ud'dan merfu olarak yaptığı rivayette de Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur. "Bütün yılanları öldürünüz. Onların intikam alacağından
korkan kişi benden değildir."[357]
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [358]
Evlerde bulunan
yılanlar, üç gün kendilerine bu konuda ilan yapılmadıkça öldürülmezler. Çünkü
Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş
cinler vardır. Onlardan herhangi bir şey görecek olursanız üç gün süreyle ona
ilanda bulununuz."[359]
Bazı ilim adamları, bu
hadis-i şerifi cinlerin orada İslam'a girmeleri sebebiyle yalnızca Medine-i
Münevvere ile ilgili kabul etmişler ve şöyle demişlerdir: Bizler, Medine-i
Münevvere dışında bulunan şehirlerdeki cinlerden İslam'a giren var mıdır yok
mudur bilemiyoruz. İmam Malik de şöyle demektedir: Bu buyruk, bütün şehirlerde bulunup evlerde
görülen küçük (zehirsiz) ve "el-can" diye bilinen yılanların
öldürülmesini yasaklamaktadır. Doğru olan görüş de budur. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Hani cinlerden bir taifeyi Kur'an işitsinler diye
sana doğru yöneltmiş idik." (el-Ahkaf, 46/29). Müslim'in Sahih'inde de
Abdullah b. Mes'ud'dan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Cinlerin davetçisi yanıma geldi. Onlarla birlikte gittim ve onlara
Kur'an-ı Kerim okudum." Bu hadis-i şerifte şu ifadeler de yer almaktadır:
Hz. Peygamber'den azık istediler. Bunlar Cezire cinlerinden idiler.[360] Bu
hadis-i şerif, yüce Allah'ın izniyle bütünüyle kaydedilecektir.
Bu husus sabit
olduğuna göre, konu ile ilgili sakındırma yapılmadıkça ve uyarılmadıkça,
yılanın öldürülemeyeceği sabit olur. Nitekim yüce Allah'ın izniyle buna dair
ek açıklamalar gelecektir. [361]
(Hadis) İmamlannın,
Hişam b. Zühre'nin azatlısı Ebû's-Sâib'den rivayet ettiklerine göre, bir
seferinde, evinde bulunan Ebû Said el-Hudri'nin yanına girer. Ebû's-Saib der
ki: Ebû Said el-Hudri'nin namaz kılmakta olduğunu gördüm. Namazını bitirinceye
kadar beklemek üzere oturdum. Evin bir tarafında bulunan hurma salkımları
arasında bir kıpırdanma sesi işittim. Dönüp baktığımda bir yılan ile
karşılaştım. Onu öldürmek üzere atıldım. Bana "otur" diye işaret edince
oturdum. Namazını bitirince evde bulunan bir odaya işaret edip şöyle dedi: Şu
odayı görüyor musun? Evet dedim. Şöyle dedi: Orada bizden henüz yeni evlenmiş
bir genç delikanlı vardı. Rasulullah (s.a) ile birlikte Hendek gazasına
çıktık. Bu genç, Rasulullah (s.a)tan günün ortalarında izin alır ve evine
gelirdi. Bir gün ondan izin alınca Rasulullah (s.a) ona şöyle dedi: Beraberine
silahını al, Kurayzalıların sana bir zarar vermelerinden korkuyorum. Adam
silahını aldı ve (evine) döndü. Hanımının iki kapı arasında ayakta dikildiğini
görünce, ona saplamak üzere mızrağıyla yürüdü. Bu esnada kıskançlığı harekete
gelmişti. Hanım ona: Mızrağını yerinde tut. İçeriye gir de benim dışarıya
çıkmama sebebin ne olduğunu sen de gör, dedi. Delikanlı içeriye girince yatak
üzerinde toplu vaziyette, büyük bir yılanın olduğunu gördü. Mızrağıyla üzerine
atılıp mızrağını ona sapladı. Evden çıkınca mızrağını avlunun ortasına sapladı
yılanda çırpınıp onun üzerine atıldı. Yılan mı yoksa genç delikanlı mı daha
çabuk öldü bilinemiyor. Bunun üzerine Rasulullah (s.a)'ın yanına vardık, ona
durumu anlattık ve dedik ki: Allah'a dua et de onu bizim için diriltsin. Hz.
Peygamber: "Kardeşinize Allah'tan mağfiret isteyiniz" dedikten sonra
şöyle devam etti: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır.
Onlardan birşey görecek olursanız üç gün süreyle ona mühlet verip ilan ediniz.
Şayet bundan sonra bir daha onları görecek olursanız onu öldürünüz, çünkü o
bir şeytandır."[362]
Hadisin başka yoldan
gelen bir rivayetinde Rasulullah (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Bu evlerde
yaşayan birtakım yılanlar vardır. Bunlardan herhangi birisini görecek
olursanız, üç gün süreyle onu uyarıp mühlet veriniz. Eğer giderse mesele yok,
değilse onu öldürünüz. Çünkü o kafir (bir cin)dir." Devamla onlara:
"Haydi gidiniz, arkadaşınızı defnediniz" diye buyurdu.[363]
Mezhebimize mensup
ilim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle derler: Bu hadis-i
şeriften, bu gencin öldürdüğü (yılan suretindeki) cinnin müslüman olduğu ve
onun kabilesi olan diğer cinlerin de o genci kısas yoluyla öldürdükleri manası
çıkmaz. Çünkü eğer bizim ile cinler arasında kısasın meşru olduğu kabul
edilecek olsa dahi, bu kısas ancak katıksız kasten öldürmelerde sözkonusu
olur. Bu genç ise, müslüman bir canı kasten öldürmek istememiştir. Çünkü o,
bunun durumunu bilmiyordu. Aksine o, sadece şer'an öldürülmesi meşru kılınan
bir varlığı öldürmeyi kastetmiştir. O takdirde bu (öldürülen yılan eğer
müslüman cinlerden ise) hata yoluyla öldürme olur. Hata yoluyla öldürmelerde
ise kısas yoktur. O bakımdan, daha uygunu şöyle demektir: Cinlerin kafirleri
veya fasıkları, kendilerinden birisi öldürüldüğü için haksızca ve intikam almak
için genç delikanlıyı öldürmüşlerdir. Nitekim bunların Sa'd b. Ubade'yi
öldürdükleri de rivayet edilmektedir. Çünkü Sa'd b. Ubade, banyo yaptığı yerde
ölü olarak ve cesedi morarmış halde bulundu. Onun yakınları, herhangi bir
kimseyi görmeksizin şu beyitleri okuyan birisinin sesini işitinceye kadar
öldüğünü farketmemişlerdi:
"Öldürdük
Hazreclilerin efendisi
Olan Sa'd b. Ubade'yi
Ona iki ok attık
Ve kalbine isabet
ettirdik."
Diğer taraftan
Peygamber: "Medine'de İslam'a girmiş birtakım cinler vardır"
buyururken, bizlere onların müslüman olanlardan herhangi bir kimseyi
öldürmekten sakınmanın bir yolunu beyan etmektedir. Aynı zamanda cinlerden
kafir olanları öldürmenin yolunu da bize göstermektedir.
Peygamber (s.a)'ın
hanımı Hz. Aişe'den değişik yollardan rivayet edildiğine göre o, küçük bir
yılanı öldürmüş idi. Rüyasında birisinin ona: Sen müslüman birisini öldürdün,
denilince şu cevabı verir: Eğer o, müslüman biri olsaydı, Peygamber (s.a)'ın
hanımlarının yanına girmezdi. Ona şu cevap verilir: O, senin yanına sen ancak
elbiseli iken girmiştir. Sabah olunca Hz. Ai-şe, on iki bin dirhemin Allah
yolunda dağıtılmasını emretti. Bir rivayete göre de ona şöyle denilmiştir: O
ancak sen tesettür içerisinde iken bulunduğun yere girmiştir. Bunun üzerine Hz.
Aişe sadakalar verdi ve birkaç köle azad etti. er-Rabi' b. Bedr der ki:
Peygamber (s.a)'ın öldürülmelerini emrettiği küçük yılanlar (canan) dosdoğru
yürüyen ve yürürken sağa sola bükülmeyen yılandır. Alkame'den de buna benzer
bir rivayet gelmiştir. [364]
Şehirde görülen
yılanların uyarılma şekliyle ilgili olarak İmam Malik şöyle demiştir: Üç gün
süreyle uyarılmalarını daha çok tercih ederim. Aynı zamanda İsa b. Dinar da bu
görüştedir. İsterse bir günde defalarca görülsün. Aynı günde üç defa uyarmakla
yetinilmez. Uyarı üç gün süreyle yapılır. Üç defa uyarmanın yeterli olacağı da
söylenmiştir. Çünkü Peygamber (s.a) "onu üç defa uyarsın" diye
buyurmuştur. Bir başka hadiste de: "Ona üç defa uyarıda bulununuz"
buyurmuştur. Bundan da maksadın üç defa uyarma olduğu anlaşılmaktadır. Ancak
İmam Malik'in görüşü daha uygundur. Çünkü Peygamber efendimiz: "Üç
gün" ifadesini de kullanmıştır. Bu ise sahih bir nas olup diğer mutlak
rivayetleri kayıtlamaktadır. "Üç" ifadesi ile de üç günün gecesinin
kastedildiği şeklinde de yorumlanabilir. Çünkü Araplar genelde gün ile tarih
verdikleri zaman "gece" kelimesini çoğunlukla kullanırlar. Malik der
ki: Uyarmak için şöyle demek yeterlidir: Allah adına ve âhiret günü hakkı için
seni uyarıyorum, bize gözükmeyiniz, bizi rahatsız etmeyiniz.
Sabit el-Bunanî'nin,
Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan naklettiğine göre, Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın
huzurunda evlerde bulunan yılanlar sözkonu-su olunca şöyle der: Evlerinizde
bunlardan herhangi birisini görecek olursanız şöyle deyiniz: Nuh (a.s)'ın
sizden aldığı sözü, Süleyman (s.a)'ın sizden aldığı sözü hatırlatıyorum. Yine
onları görecek olursanız artık gördüğünüzü öldürünüz.[365]
Derim ki: Bu ifadenin
zahiri bir defa uyarmanın yeterli olduğunu göstermektedir. Hadis-i şerif ise
bunu reddeder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Habib, Peygamber
(s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Süleyman (a.s)'ın sizden
aldığı ahdi size hatırlatıyorum ki, bizlere herhangi bir şekilde eziyet
vermeyiniz, bizlere hiçbir şekilde gözükmeyiniz." [366]
Cübeyr b. Nufeyr, Ebû
Sa'lebe el-Huşeni -ki adı Cursum'dur-den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a)
şöyle buyurmuştur: "Cinler üç bölüktür. Bunların üçte birinin kanatlan
vardır, havada uçarlar. .Diğer üçte biri yılan ve köpektir. Diğer üçte biri
ise konar ve göçerler."[367]
Ebu'd-Derda'nın (adı
Umeymir'dir) rivayetine göre de Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Cinler, üç bölük halinde yaratılmıştır. Üçte biri köpek, yılan ve yer
haşereleridir. Üçte biri hızlı esen rüzgardır, üçte biri de Âdemo-ğulları
gibidir. Onlar hakkında sevap sözkonusudur (kusurları için) cezalandırılmaları
sözkonusudur. Diğer taraftan Allah, insanları da üç bölük halinde yaratmıştır.
Onların üçte birinin kalpleri vardır fakat onlarla birşey anlamazlar, gözleri
vardır fakat onlarla birşey görmezler, kulakları vardır onlarla birşey işitmezler.
Bunlar ancak hayvanlar gibidirler, hatta yolca onlardan da sapıktırlar. Diğer
üçte birinin Âdemoğulları gibi vücutları vardır, fakat kalpleri şeytan
kalbidir. Öbür üçte biri ise, gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı
bir günde Allah'ın gölgesi altında olacaklardır."[368]
Aslı itibariyle eziyet
veren, insanı rahatsız eden hayvanlar bir uyarı söz-konusu olmakszın doğrudan
öldürülür. Buna sebep ise eziyet verici oluşlarıdır. Yılan, akrep, fare, keler
ve benzeri hayvanlar böyledir. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Beş
bozguncu (fevasık) vardır ki, bunlar ihramlı iken de ihramsız iken de
öldürülürler..."[369]
Yılan, İblisi çeneleri
arasına alıp cennete sokmak suretiyle Hz. Âdem'e ihanet ettiğinde asıl karakterini
ortaya koymuştur. Eğer İblisi içeri sokarken açığa çıkarmış olsaydı, cennetin
bekçisi olan Rıdvan, onu sokmasına imkan vermezdi. İblis bu sırada yılan: Ben
seni himayeme alıyorum demişti. O bakımdan Rasulullah (s.a) yılanın
öldürülmesini emretmiş ve: "Namazda olsanız dahi onu öldürünüz" diye
buyurmuştur. Bununla Hz. Peygamber, yılanı ve akrebi kastetmektedir.
Keler ise diğer bütün
canlı hayvanlar arasında Hz. İbrahim'in içine atıldığı ateşi üflemiştir.[370] O
bakımdan, ona lanet edilmiştir. Bu konudaki rivayet de yapılan rivayet
kabilindendir. Rasulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:
"Her kim bir keler öldürürse, sanki bir kafir öldürmüş gibidir."
Müslim'in Sahih'inde
yer alan rivayete göre Ebû Hureyre Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Her kim ilk darbede bir keler öldürürse ona yüz hasene
yazılır. İkincisinde öldürürse daha az, üçüncüsünde öldürürse daha az (hasene)
yazılır." Bir rivayette de: "İlk darbede öldürürse yetmiş hasene
yazılır" diye buyurmuştur.[371]
Fare ise, Hz. Nuh'un
gemisinin iplerini kemirip kesmek suretiyle gerçek karakterini ortaya
koymuştur. Abdurrahman b. Ebi Nu'm'un Ebû Said el-Hud-ri'den rivayetine göre
Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İhramlı kişi yılanı, akrebi,
çaylağı, saldırgan yırtıcı hayvanı, kuduz köpeği ve fasıkcığı (fareyi)
öldürür."[372]
Rasulullah (s.a), farenin yanan kandilin ipini sürüklerken evi yakmak üzere
olduğunu uyanıp görmüş, bunun üzerine de farenin öldü-' rülmesini emretmiştir.
Karga ise, Allah'ın
peygamberi Nuh'un, onu yeryüzünde durumun ne şekilde olduğunu görüp haber
vermek üzere gemiden salıverdiğinde Hz. Nuh'un verdiği emri yerine getirmeyi
bir kenara itmiş ve bir leşe konmak suretiyle karakterinin ne olduğunu ortaya
çıkarmıştır.[373] Bütün bunlar bir bakıma
yılan gibidirler. İşte bundan dolayı onları burada sözkonusu ettik. Bu hususa
dair ve onların öldürülmelerinin mubah kılınması sebebine dair ek açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle Maide sûresinde[374] ve
başka yerlerde gelecektir. [375]
"Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak
inin" bölümüne dair
açıklamalarımızı da yedi başlık halinde vereceğiz:
Yüce Allah'ın:
"Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin"
buyruğunda hitap, İbn
Abbas'ın görüşüne göre Âdem'e, Havva'ya, yılana ve şeytanadır. el-Hasen der ki:
Burda hitap Âdem'e, Havva'ya ve vesveseyedir. Mücahid ve yine el-Hasen der ki:
Hitap Âdemoğullarına ve İblisin oğulları-nadır.
İnmek (hubût),
yukarıdan aşağıya doğru inmektir. Hz. Âdem Hint'te, Se-rendib'deki Büz adındaki
bir dağa indirildi. Hz. Âdem üzerinde cennetin kokusunu taşıyordu. Bu koku
oranın ağaçlarına ve vadilerine de bulaştı, orada bulunan ne varsa hoş koku ile
doldu. İşte oradan gelen hoş ve güzel kokular Âdem (a.s)'ın kokusundandır.
Bulutlar, Hz. Âdem'in başına sürtünüyordu. O bakımdan kafasının üst tarafındaki
saçlar döküldü. Onun soyundan gelenlere de bu kalıtım yoluyla geçti..
Buhârî'de, Ebû Hureyre'den, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet
edilmektedir: "Allah, Âdem'i altmış zira' boyunda yaratmıştır."[376] Bu
hadisi Müslim de rivayet etmiştir. İleride gelecektir. Hz. Havva ise Cüdde'ye,
İblis Ubulle'ye, yılan Beysan'a indirildi. Sicistan'a indirildiği de
söylenmiştir. Sicistan Allah'ın arzında yılanı en bol olan bir yerdir. Eğer bu
yılanları yiyen pek çoğunu yok eden ve (üfürmekle birlikte insanlara zarar
vermeyen) el-İrbed adındaki tür olmasaydı, yılanlardan dolayı Sicistan
boşaltılırdı. Bunu Ebu'l-Hasen el-Mes'udî zikretmiştir. [377]
Yüce Allah'ın: "Kiminiz kiminize düşman olarak"
buyruğu (mealde de gösterildiği gibi) hal konumundadır. Yani, bu halde ininiz,
demektir.
Düşman (aduv), dostun
zıddıdır. Zulmetmek halinde kullanılanden türemiştir. İnsanlara saldırıp hücum
eden kurt hakkında da tabiri kullanılır. Udvan da apaçık zulüm ve haksızlık
demektir. Bu kelimenin aynı kökten ve haddi aşmak anlamına geldiği de
söylenmiştir. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı
düşmana "aduv" adı verilmiştir. Ayakla koşmak için de bu kelimenin
kullanılış sebebi, koşarak bir şeyin aşılması dolayısıyladır. Her iki anlam
birbirine yakındır. Çünkü haksızlık yapan, zulmeden bir kimse haddi aşmış
demektir.
Kimi ilim adamı, yüce
Allah'ın: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin" buyruğunu insanın
kendisi hakkındadır, diye yorumlamışlardır. Ancak bu, anlam itibariyle doğru
olmakla birlikte uzak bir ihtimaldir. Buna delil Peygamber Efendimizin şu
buyruğudur: "Kul sabahı ettiğinde azaları diline şöyle der: Bizim
hakkımızda Allah'tan kork. Çünkü sen doğru olduğun takdirde biz de doğru
oluruz. Sen eğrilirsen biz de eğriliriz."[378]
Eğer: Neden
"düşmanlar" denilmeyip de "düşman" denilmiştir, diye sorulacak
olursa buna iki şekilde cevap verilebilir:
Birinci cevap:
Arapçada "bazı" ve "kül (bütün)" kelimeleri hakkında hem
lafız itibariyle hem mana itibariyle tekil kelimeler ile haber verilebilir.
Kur'an-ı Kerim'de bu görülen birşeydir. Mesela yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
"Onların hepsi Kıyamet gününde O'na yalnız gelir." (Meryem, 19/95)
buyruğunda lafıza uygun olarak "gelir" fiili tekil gelmiştir. Bir
başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hepsi de O'na hor ve hakir olarak
geleceklerdir" (en-Neml, 27/87) buyruğunda da anlam göz önünde
bulundurularak "gelirler" kelimesi çoğul gelmiştir.
İkinci cevap:
"Düşman (aduv)" kelimesi çoğul kullanılan yerde tekil gelebilir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sizin için düşmandır. Zalimler
için ne çirkin bir değiş-tokuştur bu." (el-Kehf, 18/50) Burada
"düşmanlar" anlamındadır. Yüce Allah, bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman
onlardır." (el-Münafıkun, 63/4) İbn Faris der ki: "Aduv"
kelimesi aynı zamanda hem bir kişiyi hem iki kişiyi hem üç. kişiyi, hem de
dişi olanı bir arada ifade eder, bazan çoğul olarak da gelebilir. [379]
Yüce Allah'ın Hz.
Âdem'i cennetten çıkartması ve onu yeryüzüne indirmesi bir ceza değildi. Çünkü
tevbesini kabul ettikten sonra, yeryüzüne indirmiştir. Hz.Âdem'i yeryüzüne
indirmesi, ya onu te'dip içindi veya sıkıntısını (mihnetini) ağırlaştırmak
için idi. Hz. Âdem'in yeryüzüne indirilmesi ve oraya yerleştirilmesi ile ilgili
doğru açıklama şekli budur: Bunda yüce Allah'ın ezelî hikmeti açıkça ortaya
çıkmıştır. Bu ise, soyundan gelecek olanları şe-riati ile mükellef kılmak,
onları sınamak kastı ile, soyunun üremesidir. Bu teklif ve sınamaya bağlı
olarak, onlar, âhirette ecir veya ceza ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü
cennet ile cehennem teklif yurdu değildirler. O bakımdan Hz. Âdem'in cennetten
indirilişine sebep onun yasak ağaçtan yemesi olmuştur. Ve Allah, dilediğini
yapmak hakkına sahiptir. Diğer taraftan yüce Allah: "Muhakkak Ben
yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurmuştu. İşte bu Hz. Âdem için
büyük bir menkıbe (övülecek olay), büyük bir fazilet ve üstün bir ikramdır.
Hz. Âdem'in yeryüzünden yaratıldığına dair işaret de daha önceden geçmişti.
Bizim, Hz. Âdem'in yüce Allah tarafından tevbe-sinin kabul edilişinden sonra
yeryüzüne indirildiğini söylememizin sebebi ise, ileride de geleceği üzere
ikinci olarak "hepiniz oradan inin" (âyet, 38) diye buyurulmuş
olmasıdır. [380]
Yüce Allah'ın:
"yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer... vardır."
Yani sizler, orada belli bir süre kalacaksınız, karar bulacaksınız. Bu
açıklamayı Ebu'l-Âliye ve İbn Zeyd yapmıştır. es-Süddî de der ki: "Duracak
bir yer"den kasıt kabirlerdir.
Derim ki: Yüce
Allah'ın: "Yeri sizin için bir karar (yerleşme mekanı) kılmıştır."
(el-Mü'min, 40/64) buyruğunda bu kelime her iki manaya da gelebilir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır. [381]
Meta' (faydalanılan
şey); kendisi ile faydalanılan yiyecek, giyecek, hayat, söz, ünsiyet ve buna
benzer hususlardır. Nikahlandıktan sonra boşanan kadına verilen şey ile
yararlanıldığı için de "mut'atü'n-nikâh" adı verilir. Süleyman b.
Abdülmelik defnedildikten sonra oğlu Eyyûb'un kabri başında durarak şu
beyitleri söylemişti:
"Kurak bir yerde
yabancı bir kabrin başında durdum
Ayrılan bir sevgiliden
çok az bir fayda (meta') gördüm." [382]
Tefsir âlimleri âyet-i
kerimede geçen "bir süreye kadar" anlamını ifade eden buyruğunu
değişik şekillerde açıklamışlardır. Bir kesime göre bundan kasıt ölüme kadar
demektir. Bu: "Duracak bir yer (müstakar)" kelimesini, dünyada
ikamet süresi olarak kabul edenlerin görüşüdür.
"Bir süreye
kadar"dan, kasıt Kıyametin kopacağı zamana kadardır da denilmiştir. Bu
ise: "Duracak bir yer"den kasıt kabirlerdir, diyenlerin görüşüdür.
er-Rabi' der ki: "Bir süreye kadar" demek tayin edilen bir vakte
kadar demektir. Bu kelime ise uzun süre anlamına gelir.. Nitekim O vakit,"
kelimesi "el'ân: şimdi" kelimesinin, uzak zaman için kullanılan şeklidir.
Huveylid der ki:
(Çokça ziyafet
verenden kinaye olarak:)
"Külü bol tencere
ve kazanları çok, büyük kimse gibi
Kış süresince tıpkı
alt tarafları genişleyen havuzlar gibi."
Bu kelimenin baş
harfine "te" getirilerek şeklinde söylendiği de olur. Şair Ebû Vecze
(şu beyitinde), böyle kullanmıştır:
"Şefkat
gösterecek kimse olmadığında şefkat gösterenler (dir onlar);
Nerde yemek yediren,
(denildiği bir) zamanda da yemek yedirenler (dir)."
kelimesi, aynı şekilde
süre anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "İnsan
üzerinden uzun devirden öyle bir süre geçti ki..." (el-İnsan, 76/1.)
Yine bu kelime, kısa
süre (saat) anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Veya azabı
göreceği anda... diyecektir." (ez-Zümer, 39/58)
İbn Arefe der ki:
"Hîn: Süre" kısa bir an ve daha fazlası türünden bir zaman
dilimidir. Şanı yüce Allah'ın: "Şimdi sen onları sapıklıklarında bir süreye
kadar bırak" (el-Mü'minun, 23/54) buyruğundan kasıt ecelleri gelene kadar
onları bırak demektir. "Her süre (hîn)yemişini verir." (İbrahim,
14/25) buyruğundan kasıt ise her senedir. Hayır, her altı ayda bir de denildiği
gibi, sabah akşam yemişini verir de denilmiştir.
el-Ezherî der ki:
"Hîn" kelimesi "vakit" kelimesi gibidir. Uzun yahut kısa
olsun bütün zaman süreleri hakkında kullanılmaya elverişli bir kelimedir.
Bu (İbrahim, 14/25) âyet; onun
yemişlerinden her vakit faydalanılır ve onun faydası hiçbir şekilde kesintiye
uğramaz, demektir. Yine el-Ezherî der ki: Bu kelime, Kıyamet günü anlamına da
gelir, sabah akşam anlamına da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Akşamı ve sabahı ettiğiniz vakitlerde Allah'ı teşbih
ediniz." (er-Rum, 30/17) Belli bir yerde bir süre ikamet edildiği
takdirde: O o yerde bir süre ikamet ettim" denilir. Herhangi bir şeyin
vakti yaklaştığı zaman denilir. Buseyne der ki:
"Gerçek şu ki
Cemil'den ayrılıktan sonra bir an dahi teselli bulduğum Bir vakit geçmedi ve
onun geçeceği zaman da yaklaşmadı." [383]
Dilciler
"hîn:süre" kelimesinin kapsamı hakkında farklı görüşlere sahip olduklarından
dolayı bizim mezhep âlimlerimiz ile başkaları arasında bu konuda farklı
görüşler ortaya çıkmıştır. el-Ferra der ki: Hîn iki türlüdür. Birincisinin
sınırı sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın: "Rabbinin izniyle her süre
yemişini verir."(İbrahim, 14/25) buyruğunda sözkonusu ettiği hîn: süre, altı
aydır. İbnu'l-Arabî der ki: Süresi bilinmeyen hîn (süre) lafzına herhangi bir
hüküm taalluk etmez. Hükümlerin kendisine taalluk ettiği ve mükellefiyetlerin
alakalı olduğu hîn ise süresi belli olandır. Bunun azami süresi ise bir yıldır.
İmam Malik, hükümlerde ve yeminlerde isimlerin ve zamanın en kapsamlı olanın
esas alınacağı görüşündedir. Şafii ise asgarisinin alınacağı görüşünü kabul
eder. Ebû Hanife ise, orta yolu tutarak altı aylık sürenin muteber olacağı
görüşündedir. Ancak bu görüşün anlamı yoktur. Çünkü ona göre miktarları tesbit
edilen şeyler kıyas ile sabit olmaz. Şeriat sahibinden (Peygamber'den) ise bu
konuda herhangi bir nas yoktur. Bu hususta esas alınacak olan ise, kelimenin
sözlükteki anlamı bilindikten sonraki manadır. Buna göre bir kimse bir süre
(hîn) namaz kılmayı adayacak olursa, Şafii'ye göre bu bir rek'at kabul edilir.
Çünkü nafilenin asgari miktarı -vitirdeki tek rek'ate kıyasen- bir rek'attir.
İmam Malik ve mezhebine menbsup ilim adamlarına göre ise, nafilenin en az
miktarı iki rek'attir. O bakımdan buna dair süre böyle bir fiilin (yani iki
rek'at namaz kılmanın) süresi esas alınarak tesbit edilir. İbn Huveyzimendad
"Ahkamu’-Kur'ân)" adlı eserinde şunu kaydeder: Filan kimse ile bir
süre (hîn) konuşmamaya veya bir süre şu işi yapmamaya yemin eden kimsenin
sözünü ettiği "hîn" bir senedir. Devamla der ki: Fukahâ, ahkam ile
ilgili hususlarda şu işi bir süre yapmamak üzere veya filan ile bir süre
konuşmamak üzere yemin eden kimsenin bir seneden fazla bir sürenin yemininin
kapsamına girmeyeceği hususu üzerinde ittifak etmişlerdir.
Derim ki: Sözünü ettiği
bu ittifak mezhebimizdeki (Maliki mezhebindeki) ittifaktır. Malik der ki:
Herhangi bir kimse hîn: zaman yahut dehr boyunca birşeyi yapmamak üzere yemin
ederse bütün bu şekildeki ifadeleri bir sene için geçerli kabul edilir. İbn
Vehb'in Malik'den rivayetine göre: O, deh-rin bir sene olup olmayacağı
hususunda şüphe etmiştir. İbnu'l-Münzir'in, Ya-kub ile İbnu'l-Hasen'den nakline
göre ise "dehr" altı aylık bir süredir. İbn Ab-bas ile rey
sahiplerinden, İkrime, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Şa'bî ve Abî-de'den ise yüce
Allah'ın: "Rabbinin izniyle her süre yemişini verir" (İbrahim, 14/25)
buyruğunda geçen "hîn" kelimesinin altı ay olduğunu söyledikleri
rivayet edilmiştir.
el-Evzaî ve Ebû Ubeyd
ise, hîn altı aylık bir süredir, demişlerdir. İmam Şafii'ye göre ise, bu kelime
ile ilgili belli bir süre takdiri sözkonusu değildir, bunun nihaî süresi de
belli değildir. Ona göre "hîn" kelimesi, dünya kaldığı sürece devam
edebilir. İmam Şafii der ki: Böyle bir kimsenin hanis (yeminini bozan) olduğuna
ebediyyen hükmedemeyiz. Ancak takvaya uygun hareket bir gün geçmeden önce onun
yemininin keffaretini yerine getirmesidir. Ebû Said ve başkaları ise şöyle der:
Hîn ve zaman kelimeleri dilin ihtimal verdiği manalara göre açıklanır. Mesela:
Ben sana bir süreden (hîn)den beri geldim derken, belki de yarım günlük bir
süreden beri gelmemiş de olabilir. Şafii mezhebine mensup el-Kiya et-Taberî der
ki: Genel olarak "hîn" kelimesi değişik şekillerde yorumlanabilir.
Ancak Şafii, bu yorum
şekillerinden herhangi birisini tayin etmek gerektiği görüşünde olmamıştır.
Çünkü bu kelime mücmel, bir kelimedir ve dilde muayyen bir manayı kastetmek
üzere kullanılmamıştır. Kimi ilim adamı da der ki: Yüce Allah'ın: "Bir
süreye kadar" buyruğunda şöyle bir anlam vardır: Bununla Âdem'e, onun
yeryüzünde ebediyyen kalmayacağına dair ve kendisine döneceği vadolunan
cennete geçeceğine dair bir müjde vardır. Âdem'den başka kimseler için ise bu
ifade, yalnızca öldükten sonra dirilmek şartına bağlıdır. [384]
37. Derken Âdem,
Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı, O da tevbesi-ni kabul etti. Çünkü O,
tevvâb olandır, rahîm olandır.
Bu buyruktaki:
"Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı..." bölümüne
dair açıklamalarımızı sekiz başlık
altında yapacağız:
Yüce Allah'ın: "Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler
belleyip aldı" buyruğunda geçen "telakki (belleyip alma)";
kavradı, farkına vardı, belledi anlamındadır, denildiği gibi, kabul etti ve
aldı anlamındadır, da denilmiştir. Çünkü Hz. Âdem, vahiy telakki eder, yani onu
karşılar, alır ve bellerdi. Mesela, "hacıları telakki etmek üzere
çıktık" demek, onları karşılamak üzere çıktık, demektir. Telakki etmenin,
yapılan telkini anlayıp bellemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlam
itibariyle böyle bir açıklama doğrudur. Ancak kelime kökü itibariyle
telakki'nin telkin'den gelmesi mümkün değildir. Çünkü aynı cinsten gelen iki
harften birisi değiştirilir ise bu yâ'ya dönüşür. O bakımdan telakki kelimesi
ile telkin kelimesinin aynı kökten gelmesi sözkonu-su değildir. Mekkî'nin naklettiğine
göre Hz. Âdem'e bu kelimeler ilham yoluyla verilmiş, o da bu kelimelerin
faydasını görmüştür. el-Hasen de der ki: O, bu kelimeleri alıp kabul etti, yani
onları öğrendi ve gereğince amel etti, demektir. [385]
Tefsir alimleri, bu
"keUmeler'Mn ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas,
el-Hasen, Said b. Cübeyr, Dahhâk ve Mücahid, yüce Allah'ın "Rabbimiz, biz
nefislerimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize merhamet etmezsen şüphesiz
zarara uğrayanlardan oluruz" (el-A'raf, 7/23) buyruğundaki sözler olduğunu
söylemişlerdir.
Yine Mücahid'den gelen
rivayete göre sözkonusu kelimeler:
"Allah'ım Seni tenzih
ederiz, Senden başka hiçbir ilah yoktur. Rabbim, ben kendi nefsime zulmettim,
günahımı bağışla, şüphesiz Sen gafursun, rahîm-sin" sözleridir.
Bir kesime göre, Hz.
Âdem Arşın bacağı üzerinde "Muhammedurrasulul-lah" ifadesini yazılı
görmüş, o da bunun hakkı için kendisine şefaat edilmesini istemiştir. İşte
sözü geçen kelimeler bunlardır.
Bir başka kesim şöyle
demektedir: "Kelimeler"den kasıt, ağlaması, utanması ve dua edip
yalvarmasıdır. Pişmanlık, mağfiret dilemek ve keder olduğu da söylenmiştir.
İbn Atiyye der ki: Bu, Hz. Âdem'in bilinen mağfiret talebinden başka birşey
söylemediğini gerektirmektedir. Seleften birisine günahkâr bir kimsenin neyi
söylemesi gerektiğine dair soru sorulunca şöyle demiştir: Anne ve babasının
söylediği sözler olan: "Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik"
(el-A'raf, 7/23) âyetinde söylenen sözlerdir diye cevap vermiştir.
Hz. Musa da şöyle dua
etmişti: "Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmettim, bana mağfiret
buyur" (Kasas, 28/16). Hz. Yunus da şöyle demişti:
"Senden başka
hiçbir ilah yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden
oldum." (el-Enbiya, 21/87)
İbn Abbas ile Vehb b.
Münebbih'ten rivayet edildiğine göre sözü geçen kelimeler şunlardır:
"Seni hamdinle
tenzih ederim Allah'ım, senden başka hiçbir ilah yoktur, ben kötülük yaptım,
nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur, çünkü Sen mağfiret edenlerin en hayırhsısın.
Seni hamdinle teşbih ederim Allah'ım, Senden başka hiçbir ilah yoktur, ben bir
kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen tevbemi kabul buyur. Çünkü Sen
tevbeleri çokça kabul edensin, merhameti sonsuz olansın."
Muhammed b. Ka'b da
sözü geçen bu kelimelerin şunlar olduğunu söylemektedir: "Senden başka
ilah yoktur, seni hamdinle tenzih ederim, teşbih ederim. Bir kötülük işledim ve
nefsime zulmettim. Sen benim tevbemi kabul buyur. Şüphesiz sen çokça tevbeleri
kabul eden, çokça merhametli olansın. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni
hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, Sen
bana merhamet buyur. Çünkü şüphesiz Sen gafursun, rahimsin. Senden başka
hiçbir ilah yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük
işledim, nefsime zulmettim, bana merhamet buyur. Şüphesiz sen merhametlilerin
merhametlisisin." Sözü geçen bu "kelimeler"in aksırdığı zaman
söylediği "elhamdülillah" sözleri olduğu da söylenmiştir.
"Kelimât"
kelime'nin çoğuludur. Kelime ise, çok söz hakkında da kullanılır, az söz
hakında da kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.[386]
Yüce Allah'ın Âdem'in
tevbesini kabul etmesinin anlamı, tevbe etme başarısını ihsan etmesi yahut
onun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu ise ileride yüce Allah'ın izniyle
açıklanacağı gibi, Cuma gününe rastlayan, aşure gününde gerçekleşmiş idi.
Kişi, Rabbine itaate döndüğü vakit, "tevbe etti" denilir. Tevvâb bir
kul: Çokça itaate dönen kul demektir. Tevbe asıl itibariyle dönmek demektir. [387]
Yüce Allah, burada:
"O da tevbesinl kabul etti" diye buyurarak "ikisinin tevbesini
kabul etti" dememiştir. Halbuki o günahta Havva'nın da Hz. Âdem ile ortak
olduğu icmâ ile kabul edilmiştir. Diğer taraftan yüce Allah: "Bu ağaca
yaklaşmayınız" (âyet, 35) diye buyurmuştur. Başka yerde de:
"Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" (el-A'raf, 7/23) dedikleri
bildirilmektedir denilecek, olursa cevabımız şudur:
Kıssanın baş
tarafında: "Sera zevcenle birlikte cennette yerleş" (âyet, 35) diye
Hz. Âdem'e hitap edildiğinden dolayı, kelimeler belleyip almakta da özellikle
ondan söz edilmiştir. Böylelikle bu kıssanın sonu sadece o sözko-nusu edilerek
gelmektedir. Diğer taraftan kadının saygınlığı ve setredilme-si esas olduğundan
yüce Allah da burada onu setretmek istemiştir. Bundan dolayı: "Âdem
Rabbinin emrine karşı geldi de şaşırıp kaldı" (Ta-ha, 20/121) buyruğundada
Havva'dan söz edilmemiştir. Diğer taraftan çoğu hususlarda kadın erkeğe tabi olduğundan
dolayı ondan ayrıca söz edilmemiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ben sana....
demedim mi" (el-Kehf, 18/75) buyruğunda Hz. Musa ile birlikte bulunan
delikanlıdan söz edilmeyip sadece Hz. Musa'dan söz edilmiştir.
Hz. Âdem'in tevbesinin
kabulünün sözkonusu edilmesi, Havva'nın da tevbesinin kabul edildiğini
göstermektedir. Çünkü her ikisi aynı durumda idi. Bu açıklama el-Hasen'den
rivayet edilmiştir. Bir diğer görüşe göre bu buyruk yüce Allah'ın: "Onlar
bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler."
(el-Cum'a, 62/11) buyruğunu andırmaktadır. Burada kasıt ticarettir. Çünkü
yönelenlerin maksadı odur. O bakımdan burdaki tekil zamir ticarete aittir.
"O ikisine" denilmemiştir. Bununla birlikte mana arasında büyük bir
fark yoktur. Şair de şöyle demiştir:
"Beri olduğum(uz)
halde bana ve babama iftirada bulundu O bana (anlaşmazlığımıza sebep olan) kör
kuyudan dolayı iftira etti." Kur'an-ı Kerim'de de yüce Allah: "Allah
ve Rasûlü'nü, onu razı etmeleri daha uygundur." (et-Tevbe, 9/62) (şeklinde
tekil zamir kulanılması) daha kısa ve daha veciz ifade kullanmak içindir. [388]
Yüce Allah, kendi
zatını "çünkü O, tevvâb olandır, rahim olandır" diye vasfetmektedir.
Kur'an-ı Kerim'de bu kelime, hem elif lam'lı (marife) olarak hem nekre
(belirtisiz) olarak, hem isim hem de fiil olarak tekrarlanmıştır. Ba-zan
"tevvâb" kelimesi kul hakkında da kullanılabilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri (tevvâbîn) ve çokça temiz-
lenenleri sever."
(el-Bakara, 2/222)
İbnu'l-Arabî der ki:
Yüce Rabbimizin "tevvâb" olmakla nitelendirilmesi ile ilgili olarak
bizim mezhep âlimlerimizin üç görüşü vardır:
1- Şanı yüce
Rabbimiz hakkında, bu sıfatın, kullanılması caizdir. O bakımdan Kitap ve
Sünnette olduğu gibi O'na dua ederken tevvâb diye çağırılır ve ayrıca tevilde
bulunulmaz.
2-
Başkalarına göre bu, şanı yüce Allah hakkında hakiki bir sıfattır. Allah'ın
kula tevbesi ise, kulun masiyet halinden dönüp Allah'a itaat haline dönmesi
demektir.
3- Başka bir
grubun görüşüne göre ise, Allah'ın kuluna tevbesi, kulunun tevbesini kabul
etmesi demektir. Bu sıfatın yüce Allah'ın: "Ben senin tevbe-ni kabul
ettim" şeklindeki sözü ile alakalı olması, onun yarattığı günahkâr kullarının
kalbinin ise Allah'a dönüşe yönelmesi ve zahir azalarının da itaat etmelerini
sağlaması şeklinde olması da muhtemeldir. [389]
Tevbe etmek fiilinden
özne olarak "tâib: tevbe eden" kelimesinin yüce Allah hakkında
kullanılması caiz değildir. Çünkü bizim, yüce Allah hakkında bizzat kendisinin
zatı hakkında kullandığı, yahut Hz. Peygamber'in kullandığı ya da
müslümanların tümümün icmâ' ile kullandığı isim ve sıfatlardan başkasını
kullanmak hak ve yetkimiz yoktur. İsterse dildeki kullanımı açısından caiz ve
ihtimal dahilinde olsun, değişen birşey olmaz. Bu konuda sağlıklı ve doğru
tutum budur. Buna dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esna fi Şerhi
Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şanı yüce
Allah: "Andolsun ki Allah Peygamberinin., muhacirlerle ensarın tevbesini
kabul etti." (et-Tevbe, 9/117); "O, kullarının tevbesini kabul
edendir." (eş-Şura, 42/25) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'a
"tevvâb" denilmesi fiilin mübalağalı olduğunu ifade etmek için ve
O'na tevbe edip dönenlerin çokluğu dolayısıyla kullarının tevbesini çokça
kabul ettiğinden dolayıdır. [390]
Şunu bil ki, Allah'tan
başka hiçbir kimsenin tevbeyi yaratma kudreti yoktur. Çünkü -Mu'tezile ile
onların görüşlerini kabul edenlerin hilafına- amelleri yaratan yalnız O'dur.
Kendi aleyhine günah işleyerek aşırıya giden bir kimsenin tevbesini hiçbir
kimse kabul etmek veya onu affetmek yetkisine sahip değildir. İlim adamlarınız
der ki: İşte yahudiler ve hrıstiyanlar dinin, bu çok önemli esasını, inkar
ederek kâfir olmuşlardır. Onlar "Allah'ı bırakıp alimlerini ve
rahiplerini rabler edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31.). Bunun yanında onlar,
günah işleyen kimsenin alime yahut rahibe giderek ona birşeşler vermesi
karşılığında günahını bağışlamak gibi dinde olmayan bir şeyi uydurmuşlardır.
Yüce Allah bunu: "...Allah'a karşı iftira ederek Allah'ın kendilerine
verdiği rızkı haram kılanlar; şüphesiz onlar sapıtmışlardır ve doğru yolu da
bulamamışlardır" (el-En'am, 6/140) diye dile getirmektedir. [391]
İbn Kesir, bu âyetin:
"derken Âdem Rabbinden bazt kelimeler belleyip aldı" bölümünü
"Âdem'in karşısına Rabbinden bazı kelimeler çıktı" anlamını verecek
şekilde diye okumuştur. Her iki kıraat şekli ise aynı manayı vermektedir. Çünkü
Âdem'in kelimelerle karşılaşması, kelimelerin de onun karşısına çıkması
demektir. Şöyle de denilmiştir: Hz. Âdem'i kurtaran - yüce Allah'ın tevfiki ile
- kullandığı kelimeler olduğundan ve o, duasında bu kelimeleri zikrettiğinden
burada kelimeler fail (özne) olmuştur. Buna göre, İbn Kesir'in bu kıraati
Rabbinden gelen birtakım kelimeler Âdem'in karşısına çıktı" şeklinde
gibidir. Ancak, dişi olan "kelimler" ile onun fiili arasında başka
kelimeler girip bir uzaklık meydana geldiğinden dolayı, fiilin sonundaki
müenneslik alametinin hazfedilmesi güzel kaçmıştır. Bu ise, müennes fiil
alametsiz geldiği takdirde, Kur'an-ı Kerim'de olsun konuşma halinde olsun,
kullanılan bir şekildir. Şöyle de açıklanmıştır: "Kelimeler"
lafzının müennesliği hakiki müenneslik olmadığından dolayı müzekker gibi kabul
edilmiştir.
el-A'meş ise, şeklinde
idğamh okumuştur. Ebû Nevfel b. Ebi Akreb ise Çünkü o, kelimesini şeklinde
okumuştur. Diğerleri de isti'nâf (cümle başı) olmak üzere birinci şekilde okumuşlardır.
Ebû Amr İsa ve Talha ise, Ebû Hatim'in kendilerinden rivayet ettiğine göre,
kelimesindeki ha ile ondan sonra gelen kelimesindeki ha'ları birbirine idğam-h
olarak okumuşlardır. Bunun caiz olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bunların
aralarında yazıda belirtilmese bile lafzen söylenen bir "vav" vardır.
en-Neh-hâs der ki: Sibeveyh böyle bir vav'ın hazfedilmesini caiz kabul eder ve
buna delil olarak da şu beyiti gösterir:
"Onun, deveye
şarkı söyleyenin sesini andıran bir sesi vardır (Yabani eşek) dişisini
çağırdığı zaman; yahut o sesi bir çalgı sesini andırır." Buna göre bu iki
harfin idğam edilmesi caiz olur. Ve mübteda olarak mer-fu olur.
"et-Tevvâb" lafzı da onun haberi olur.
Cümle ise bütünüyle
nin haberidir. O zamirinin önceki "he"nin tekidi olması da mümkündür.
Fasıla da olabilir.
Said b. Cübeyr der ki:
Âdem (a.s) yeryüzüne indirilince orada sadece karada kartal, denizde de balık
varmış. Kartal ise geceleyin balığın yanına gider, geceyi orada geçirirdi.
Kartal Hz. Âdem'i görünce; ey balık dedi. Bugün yeryüzüne iki ayağı üzerinde
yürüyen, elleriyle yakalayan birşey indirildi. Bunun üzerine balık şöyle dedi:
Eğer doğru söylüyor isen, ben denizde ondan kurtulamayacağım, sen de karada
ondan kurtulamayaksın. [392]
38. "Hepiniz
oradan inin" dedik. "Şayet Benden size bir hidâyet gelirse, kim
Benim hidâyetime uyarsa, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar asla
üzülmezler."
"Hepiniz oradan
inin dedik" emri, ikinci bir defa vurgulamak ve pekiştirmek için
tekrarlanmıştır. Birisine: Kalk kalk, demek gibi. Bir diğer görüşe göre burada
emir, her birisi ile ilgili ötekinden farklı bir hüküm sözkonu-su edildiği için
tekrarlanmıştır. Birinci emir ile düşmanlık, ikinci emir ile hidâyet sözkonusu
edilmiştir. Bir diğer görüşe göre birinci iniş, cennetten semâya, ikinci iniş
ise semâdan yeryüzüne olmuştur. Buna göre bu buyrukta cennetin yedinci semâda
olduğuna dair delil vardır. Nitekim ileride de geleceği üzere İsrâ Hadisi de
buna delildir.
Vehb b. Münebbih der
ki: Âdem (a.s) yeryüzüne inince, İblis yırtıcı hayvanlara: Bu sizin
düşmanınızdır, onu yokediniz dedi. Yırtıcı hayvanlar bir araya geldiler ve bu
konuda yetkiyi köpeğe verip onu başlarına geçirdiler; Sen bizim en
kahramanımızsın diyerek onu başkan yaptılar. Âdem (a.s) durumu görünce ne
yapacağını şaşırdı. Cebrail (a.s) ona gelip: Elinle köpeğin başını sıvazla,
dedi. Hz. Âdem bunu yaptı. Diğer yırtıcı hayvanlar, köpeğin Hz. Âdem'e
alıştığını görünce dağıldılar. Köpek Hz. Âdem'den eman istedi, o da bu emanı
verdi. O günden bu yana köpek Hz. Âdem ile ve çocuklarıyla birlikte kalmaya
devam etti.
Tirmizi el-Hakîm de
buna yakın bir rivayet kaydetmektedir. Ona göre Âdem (a.s) yeryüzüne inince,
İblis yırtıcı hayvanlara varmış, onları Âdem'i rahatsız etsinler diye ona karşı
kışkırtmıştır. Âdem'e karşı en şiddetli düşmanlığı yapan köpek idi. Ancak
kalbindeki yiğitlik öldürüldü. Gelen haberdeki rivayete göre Hz. Cebrail
Âdem'e: Elini köpeğinin başı üzerine koymasını emretmiş, o da başına koymuş,
köpek de bunun üzerine sükûn bulmuş, Hz. Âdem'e alışmış. Bunun sonucunda Hz.
Âdem'i ve onun soyundan gelenleri koruyan, onlara alışan hayvanlardan olmuş.
Köpeğin kalbindeki yiğitlik öldürüldüğünden dolayı köpek insanlardan korkar.
Köpek insanların bulunduğu bir yere bırakılsa önce kaçar, sonra onlara alışarak
geri döner. Buna göre köpekte İblisten bir parça ve Âdem (a.s)'ın başını
sıvazlamasından bir parça vardır. O, İblisin etkisinde olan yönü ile havlar,
hırlar, insana saldırır; Hz. Âdem'in başını sıvazlaması sebebiyle de kalbindeki
yiğitlik ölmüştür. O kadar ki insanoğlu önünde alçalmış, ona itaatkâr olmuş,
ona alışmıştır. Âdem'in çocuklarına karşı durumu da böyledir, onları korur.
Köpeğin dilini çıkartıp soluması bütün hallerde yüreğindeki yiğitliğin
öldürülmesinden dolayıdır. Bu bakımdan şanı yüce Allah -inşaallah- A'raf
süresinde açıklanacağı üzere kötü alimleri köpeğe benzetmiştir.[393] Hz.
Âdem'e yüce Allah'ın Musa'ya mucize kıldığı asa indirilmiştir. O bu asa
vasıtasıyla kendisine saldıran yırtıcı hayvanları kovup uzaklaştırıyordu. [394]
"Şayet Benden
size bir hidâyet gelirse.." "bir hidâyef'in anlamı hakkında farklı
görüşler vardır. es-Süddî'ye göre bu, Allah'ın Kitabıdır. Bunun, hidâyeti
bulmak için Allah'tan ihsan edilen başarı demek olduğu da söylenmiştir. Bir
kesime göre ise, hidâyetten kasıt risâletlerdir. Bu ise, Âdem'e, melek-ler'in
elçiliği, onun soyundan gelenlere ise, insanların elçiliği ile gerçekleşmiştir.
Nitekim el-Âcurrî tarafından rivayet edilen Ebû Zer'den gelen hadiste de böyle
ifade edilmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Benden" buyruğu ile kulların fiillerinin -Kaderiyye'ye ve
başkalarına muhalif olarak- yüce Allah tarafından yaratıldığına işaret edilmektedir.
Nitekim bu hususa daha önceden değinmiş bulunuyoruz.[395]
el-Cahde-rî burada kelimesini şeklinde okumuştur. Huzeyllilerin şivesinde bu
kelime böyledir. Meselâ denir. Nahivciler de Ebû Zueyb'in çocukları için yazmış
olduğu meriyesinden şu beyiti örnek olarak zikrederler:
"Benim arzumu
bırakıp kendi arzularına boyun eğdiler; Tek tek ölüm aldı onları; zaten
herkesin ölüp yıkılacağı bir yeri var." en-Nehhâs der ki: Halil ve
Sibeveyh'e göre, böyle bir okuyuşun sebebi şudur: İzafet yâ'sından önceki
harfin, esreli olması gerekir. Elifin hareke alması caiz olmadığından dolayı
yâ'ya dönüştürülmüş ve kendisinden sonraki yâ ile idğam edilmiştir. Yüce
Allah'ın: şayet" buyruğunda fazladan şart edatı olan ( 00 ile bir araya
gelmiştir. Şartın cevabı ise yüce Allah'ın: "Kim... uyarsa"
buyruğunda yer alan "fâ" ile birlikteki ikinci şahıstır.
"Kim" anlamındaki edat da mübtedâ olarak ref mahallindedir.
uyar" ise, şart dolayısıyla cezm mahallindedir. "Korku yoktur"
anlamındaki buyruk ise, onun cevabıdır. Sibeveyh der ki: İkinci şart ve cevabı,
birincisinin cevabıdır. el-Kisâî de der ki: "onlar için korku yoktur"
anlamındaki buyruk her iki şartın da cevabıdır. [396]
"Kim Benim
hidâyetime uyarsa onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar asla
üzülmezler." Burada sözü geçen korku, ancak gelecekte olur. (Havf:korku) kökünden
gelen tehavvuf: Eksilmek demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda aynı şekildeki
kelime, bu anlama gelir: "Yoksa onları azaltarak cezalandıracağından emin
mi oldular?" (en-Nahl, 16/47)
ez-Zührî, el-Hasen,
İsa b. Ömer, İbn Ebi İshak ve Ya'kub kelimesini şeklinde okumuşlardır. Ancak
nahivcilerin tercihine göre bu kelime (bizim kıraatte olduğu gibi) mübteda
olarak ötreli ve tenvinli-dir... Çünkü ikincisi (isim hükmündeki kelime) de
marifedir, ancak merfû' olması mümkündür. Zira "lâ" edatı marifede
amel etmez. O bakımdan ifadelerin yeknesak olması için birinci ismin de merfu'
olmasını tercih etmişlerdir. Ayrıca burada yer alan edatının, Yoktur, değildir
edatı anlamında olması da mümkündür. [397]
Sevincin zıddıdır.
(Üzülmek, kederlenmek demektir.) Bu ise, ancak geçmişte sözkonusu olur. Âyet-i
kerimedeki anlam şudur: Hidâyete tabi olan kimseler için, âhirette gelecekte
karşı karşıya kalacakları şeyler hususunda korkulacak bir şeyleri yoktur.
Dünyada geri bıraktıkları şeyler için de üzülmezler.
Denildiğine göre, bu
buyrukta itaat edenler hakkında da Kıyamet gününün dehşetli hallerinin ve
bugünün korkularının nefyedildiğine dair bir delil yoktur. Çünkü şanı yüce
Allah ve O'nun Rasulü, bu Kıyamet gününün şiddetli sıkıntılarını nitelendirmiş
bulunuyorlar. Şu kadar var ki yüce Allah, bunu itaat edenlere hafifletebilir.
Ve nihayette onlar Allah'ın rahmetine kavuşacaklarında sanki hiç korkmamış
gibi olurlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [398]
39- İnkâr edip
âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte bunlar ateşin arkadaşlarıdırlar. Ve
onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.
"İnkâr edip"
şirk koşup "âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bunlar ateşin
arkadaşlarıdırlar."
Arkadaşlık (sohbet):
Herhangi bir durumda herhangi bir zamanda bir şey ile birlikte olmak demektir.
Eğer bu sürekli olur ve herşeyleriyle içice olurlarsa işte bu arkadaşlığın en
mükemmel derecesidir. İşte cehennem ehlinin cehennemle arkadaşlıkları bu
şekilde olacaktır. Bu açıklama ile ashâb-ı kirama (ashâb) adının verilmesi ile
ilgili görüş ayrılığı ortadan kalkmaktadır. Çünkü ileride inşaallah Tevbe
sûresinde[399] de açıklayacağımız gibi
onların mertebeleri farklı farklıdır.
Âyet-i kerimede yer
alan diğer lafızlann ne anlama geldikleri önceden açıklanmış bulunmaktadır.
Allah'a lütfundan dolayı hamdederiz. [400]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/391.
[2] Tirmizî, Fedâilu'l-Kıır'ân 2.
[3] Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn 252; Dâriml,
Fedâilu'l-Kur'ân 13, Müsned, V, 249, 251, 255.
[4] Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn 212.
[5] Dârimî, Fedâihri-Kur'ân 13.
[6] Dârimî, Fednilu'l-Kur'ân 14.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/391-393.
[8] "... Allah'ın huzuruna alnının ortasında:
'Allah'ın rahmetinden ümit kesmiştir' diye yazı yazılmış olarak çıkar."
(İbn Mâce, Diyât 1). Hadisin oldukça zayıf hatta uydurma olduğu
belirtilmiştir. (ez-Zehebî, Mizan, XI, 99).
[9] İbn Mâce, Hııdud 34'te: "... şâhiden= şahit
olarak" şeklinde. Ayrıca bk. Müslim, Liân 17.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/395-398.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/399.
[12] Ma'mer b. el-Müsennâ Ebû Ubeyde'dir. Ona ait bu
açıklama ile Kur'ân'dan benzer diğer örnekler: Buharı, Tevhîd 46'da
geçmektedir.
[13] Buhârî, Cihâd 3, İstizan 41, Ta'bir 12; Müslim, İmare
160-163; Tirmizl, Fedâilu'l-Cihâd 15; Nesaî, Cihad 40...
[14] Buhârl, Tevhîd 15, 22, Bed'ıı'l-halk 1; Müslim, Tevbe
14-16, Deavât 99; îbn Mâce 13, Zühd 35.
[15] Müslim, Cennet 63.
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/399-401.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/401-403.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/403.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/403-404.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/404-405.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/405.
[22] Hadis olarak tesbit edemedik.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/405-406.
[24] Ebû DâvÛd, Zekât 32; îbn Mâce, Nikâh 5.
[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/406-407.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/407-708.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/408.
[28] Buhârî, İman 37, Tefsîr 31. sûre 2; Müslim, İman 1, 5,
7; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tirmi-zî, İmân 4; Nesâî, İman 5, 6; İbn Mâce, Mukaddime
9, Fiten 6; Müsned, II, 426.
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/408-409.
[30] Hz. Ömer'in valilerine yazdığı mektuptan bir bölüm,
Muvatta, Vukûtu's-salât 6.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/409.
[31] Buhârl, Ezan 95, 122, Eymân 15; Müslim, Salât 45;
Nesat, İstiftâh 7, Tatbik 15, Sehv 67; îbn Mâce, İkame 67'de hep "Tekbir
getir!" şeklinde; yalnız Tirmizî, Salât 110'da "kamet getir!"
şeklinde.
[32] Ebû Dâvûd, Tahâre 31, Salât 73; Tirmizî, Tahâre 3,
Salât 62; İbn Mâce, Tahâre 3; Dâ-rimt, Vudû' 22.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/410.
[34] Buhârl, Cumua 18; Müslim, Mesâcid 151, 153; Ebû Dâvûd,
Salât 127; Nesâl, İmame 57...
[35] Müslim, Mesâcid, 152, 154; Muvatta', Nida 4; Müsned,
H, 427, 460, 529.
[36] Dârimî, Salât 121. Ayrıca: Ebû Dâvûd, Salât 50;
Tirmizl, Mevâkit 167; Müsned, III, 43, 54, IV, 241, 244.
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/410-411.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/411-412.
[39] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 64; Ebû Dâvûd, Tetavvu' 5;
Tirmizî, Salât 195; Nesai, İmamet 65; İbn Mâce, İkametu's-salât 103; Dâriml,
Salât 149.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/413.
[41] Buhârî, Ezan 38; Müslim, Salatu'l-Müsâfirîn 65, 66;
İbn Mâce, İkâmetu's-salât 103.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/413-414.
[43] Ebû Dâvûd, Eti'me 1.
[44] Buharı, Akika l'de; Hz. Esmâ'dan şöyle dediği
kaydedilmektedir: "... Küba'da doğum yaptım, onu alıp Rasûlullah'a
getirdim... sonra ona dua (salât lafzı ile değil) buyurdu..."
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
1/414-416.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/416-417.
[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/417.
[48] İbn Mâce, Tıb 10; Müsned, II, 390, 403.
[49] Müsned, V, 388; Ebû Dâvûd, Tetavvıf 22.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/417.
[50] Bk. en-Nisâ, 4/43. âyet 9. Başlık.
[51] Bk. el-Mâide, 5/6. âyetin tefsiri.
[52] Bk. el-A'raf, 7/26 âyetinin tefsiri.
[53] Buhârî, Ezan 122, Eymân 15; Müslim, Salât 45; Ebû
Dâvûd, Salât 144; Nesâî, İftitah 7; İbn Mâce, tkametu's-salât 72; Müsned, II,
437
[54] Tirmizî, Salât 110; Nesâî, Tatbik 77; Darakutni, I,
95.
[55] Buhârî, Ezan 18; Müsned, V, 53.
[56] Buhâri, Ezan 115: "Rükû'da tekbiri
tamamlamak"; 116: "Sücûdda tekbiri tamamlamak"
şeklindedir.
[57] Her iki hadis: Buharî, Ezan 116.
[58] Müsned, IV, 392, 400, 412, 415.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/417-420.
[60] Müslim, Salât 207; Ebû Dâvûd, Salât 148; Nesâî, Tatbik
62; Dârimî, Salât 77.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/420.
[61] Mûzâbene: Dalındaki taze hurmayı ölçekle kum hurma
karşılığında satmak
[62] Yoksullara bağışlanan meyvelerin, yoksullar tarafından
olgunlaşmaları beklenemediğin-den, dilediklerini diledikleri kadar hurma
karşılığında satmaları için ruhsat verilen satış. Mezheblerin farklı görüşleri
için bk. Dr. Vehbe ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l-lslami, Beyrut, 1408/1989, IV,
439-440.
[63] Kırâd: Hanefi mezhebinde mudarebe diye bilinen kârdan
belli bir oran almak üzere sermaye-emek ortaklığı.
[64] Bu ifadelerin daha iyi anlaşılması için Maliki
Mezhebi'nin Sehiv Secdesi'ne dair görüşlerini aktaralım: Kasten namazın bir
rüknünü eksik kılarsa o rüknün asıl yeri kaçırılma-dıkça onu telafi eder. Eğer
yerini kaçırırsa, rek'ati kılmamış kabul ederek kaza eder (tamamlar). Dr.
V.ez-Zuhaylî, a.g.e., II, 95.
[65] Buharı, Sehv 1; Müslim, Mesâcid 85; Ebû Dâvûd, Salât
194; Tirmizî, Salât 171; Nesâl, Tatbik 106, Sehv 21.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/420-421.
[67] Ondördüncü başlıkta geçti
[68] İbn
Abdi'1-Berr, et-Temhîd, X, 214
[69] Müellife ait bu eserin tam adı: "el-Muktebes fi
Şerhi Muvattai Mâlik İbn Enes"ür.
[70] İbn Abdi'1-Berr, a.g.e., X, 213.
[71] Dârakutnl, I, 353.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/421-423.
[72] Ebû Dâvûd, Tahâre 31; Salât 73; Tirmizî, Tahâre 3; İbn
Mâce, Tahâre 3; Dârimi, Vııdû 22; Müsned, I, 123, 129; Darakutnî, I, 358'de hep
müellifin belirttiği senetle ayrıca İbn Mâce, Tahâre 3'de; Darakutnî, I,
359'da; Ebû Said el-Hııdrî yoluyla başka bir senedle.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/423.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/423-424.
[75] Müslim, Salât24O.
[76] İbn Mâce, İkametu's-salât 1.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
1/424-425.
[78] Bk. en-Nisâ, 4/101. âyetin tefsi.
[79] Bk. Hûd, 11/114. âyetin tefsiri.
[80] Bk. el-İsrn, 17/78. âyetin tefsiri.
[81] Bk. el-Müzzemınil, 73/20. âyetin tefsiri.
[82] Bk. el-A'râf, 7/106. âyetin tefsiri.
[83] Bk. Sâd, 38/24. âyetin tefsiri
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/425-426.
[85] Bk. Ebu'l-Hasen el-Eş'arî, Malakâtu'l-lslâmiyyîn,
Beyrut, 1411/1990, I, 322.
[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/426-427.
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/427.
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/427-428.
[89] Müslim, Zekât 39.
[90] Müslim, Zekât 38.
[91] Burada zekâtın harcama yerlerini gösteren et-Tevbe,
9/60. âyet ile zekâtın farziyetini belirten aynı surenin 103- âyetine işaret
edilmektedir.
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/428-429.
[93] Ebû Dâvûd, Ramadân 1; Nesâi, Seiıv 103, Kıyâmu'1-leyl
4; İbn Mâce, İkametu's-salât 173; Dâriml, Savın 54.
[94] Buhârî, Küsûf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsûf 17; Nesâî,
Küsûf 17; Muvatta', Küsûf. 2; Müs-ned, I, 298, 358-359.
[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/429-437.
[96] Meâni âlimlerinden kasıt, "Meâni'l-Kur'an" a
dair eser yazanlardır. ez-Zeccâc ve ondan öncekiler gibi. el-Vahidî, el-Ferrâ,
ez-Zeccâc ile İbnu'l-Enbârî'yi bunlara örnek gösterilir. (ez-Zerkeşî,
el-Burhânfi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1408/1988, I, 365).
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/438-439.
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/439.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/439-440.
[100] İbn Mâce, Mukaddime 10; Müsned, IV, 408, 419.
[101] "... dinin üzere..." şeklinde: Tirmizl,
Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13; Müsned, III, 112, 257, IV, 182, VI, 91, 294,
302, 315; -dinin ve itaatin üzere..." şeklinde de: Müsned, VI, 251.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/440-441.
[103] Hadisi bu lafızlarla tesbit edemedik ancak Muvatta',
Kelâm 18'de; "kul yalan söyleye söyleye kalbi büsbütün kararıncaya kadar
kalbine siyah bir nokta konur ve sonunda Allah nezdinde yalancılardan diye
yazılır" diye bir rivayet yer almaktadır.
[104] Yakın ifadelerle, Tirmizî, Tefsir 83. sûre 1. hd.; İbn
Mâce, Zühd, 29; Müsned, II, 297 1
[105] Buharı, İman 39; Müslim, Musakat 107; İbn Mace, Fiten
14; Dârimî, Buyu' 1
[106] Buharı, Rikâak 35, Fiten 13; Müslim, İmân 230;
Tirmizî, Fiten 17; Müsned, V, 383.
[107] Müslim, İman 231; Müsned, V, 386, 405.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/441-442.
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/442-443.
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/443.
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/443-444.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/444-446.
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/446.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/446-447.
[114] Buharı, Nikâh 82; Müslim, Fedâilu's-sahâbe 92.
[115] Tirmizi,Tefsir 7. sûre 3.
[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/447-448.
[117] Buhârî, İman 17, Zekât 1, İtisâm 2, 28, Cihâd 107;
Müslim, İman 32-37; Ebû Dâvûd, Zekât 1. Cihâd 95; Tirmizî, İman 1, 2 v.s...
[118] İbn Mâce, Mukaddime, 9. Ancak hadisin mevzu' olduğu da
söylenmiştir. Bk. eş-Şevkâ-nî, el-Fevâidu'l-Mecmûa, s. 452
[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/448.
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/448-449.
[121] Buhârî, Kader 5, Rikaak 33; Müsned, V, 335.
[122] Müvâfât"; yani kişinin vefatı itibariyle Allah'ın
rızasına mazhar olup olmamasını gö-zönünde bulundurmak diye bilinen bu mesele
ile ilgili olarak; Allah'ın ilminde değişme sözkonusu olmaksızın malumatta
değişiklik olacağını, malumatın haline göre Allah'ın o halden razı olup ya da
gazap edeceğini savunan görüşün açıklaması için: İbn Hazm, el-Fisal fi'l-Milel ve'n-Nihal,
Beyrut, 1395/1975, IV, 58 v.d. na bakılabilir.
[123] Buharı, Bed'u'l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Tevhîd 28;
Müslim, Kader 1; Ebû Dâvûd, Sün-
ne 16; Tirmizî, Kader 4; İbn Mâce, Mukaddime 10; Müsned, I, 382, 414,
430.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/449-450.
[124] Müsned, IV, 11.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/450.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/451.
[127] Ahmed b. Menî, Müsned'inde znyıf bir sened ile rivnyet
etmiştir. (Celâleddin es-Süyû-tî, ed-Durru'l-Mensûr, Beyrut, 1403/1983, I, 74).
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/451-453.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/453-455.
[130] İbnu'l-Arabi'nin Ahkâmu'l-Kur'ân (Daru'1-Fikr
el-Arnbi, tarihsiz, I. 12) de ifade: "Zındıkın tevbe etmesini istemek
vacip değildir, diyen yoktur" şeklindedir. Tevbe istemenin eniz, hatta müstehab
olduğu söylenmiştir. Ancak bunun vncip olduğunu söyleyen olmamıştır.
[131] Buhârî, Edeb 95; Müslim, Zekât 142.
[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/455-457.
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/458-463.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/463-464.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/465-466.
[136] Birinci bölümü: Müslim, Salâtu'l-müsâfirin 215 ve
221'de; ikinci bölümü de Salâtu'1-mü-sâfirin 220'de.
[137] Müsned, IV, 145.
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/466-470.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/470-472.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/472-475.
[141] Cibril hndisi" diye meşhur olan hadis, temel
hadis kaynaklarında çok yerde geçmekle birlikte; bu ifadeleri ancak, Müslim,
İman 7'de tesbit edebildik.
[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/475-477.
[143] Tirmizî, Tefsir 13. sûre 1. hadis; Müsned, I, 274.
[144] Ebû Dâvûd, Salât 56; Tirmizî, Snlnt 49; Nesâî, İmame
54; Dârimî, Salât 97; Müsned, IV, 160-161.
[145] Tirmizî, Deavât 49; Müsned, II, 100.
[146] Müsned, I, 117.
[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/477-485.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/485-489.
[149] Burada "yâ eyyuhâ" ile ilgili lügavi ve
nahiv açıklamalar ihtiva eden bir paragraf gerek görülmediğinden ve esasen
Türkçe'de harf-i nida olmadığından çevirilmemiştir.
[150] Müslim, Cihâd 79'da el-Berâ'nın sözü olarak.
[151] Ancak başlıkların sayısı "yedi"dir.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/489-492.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/492-493.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/493-494.
[155] Mâ: Su kelimesine dair açıklamaların yer aldığı bir
paragraf gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/494.
[156] Bk. el-Bakara, 2/5. âyet 22. başlık.
[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/494-495.
[158] Buhârî, Zekât 50, Buyu' 15, Musakât 13; Müslim, Zekât
106, 107; Tirmizî, Zekât 38; Ne-sâî, Zekât 85.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/495.
[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/495-496.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/496.
[162] Giriş bölümünde ilgili başlıklarda...
[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/497-499.
[164] el-Bakara, 2/1-2. âyet, 4 ve 5. başlık. Bundan sonra
Nahive dair bazı açıklamalar ile "el-leti" edatıyla ilgili bir takım
açıklamalar yapılmaktadır. Gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir.
[165] Süyûti, el-Câmiu's-Sağir şerhi es-Sirâcu'l-Münir, III,
87. Süyûti, Hatib el-Bağdâdi ile İbn Asâkir tarafından Hz. Ali yoluyla rivayet
edildiğine işaret etmektedir.
[166] Müslim, İman 357, 358.
[167] Müslim, Cennet 31. Ancak sahabe olan râvî, Abdullah b.
Mes'ud değil, Ebû Hureyre'dir.
[168] Durum merhum müfessirin dediğinden farklıdır. Hadisi
Müslim, Cennet 34 ve 35'te bu lafızla; Buharı de Tefsir 50. sûre l'de buna
yakın ifadelerle zikretmektedir.
[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/499-503.
[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/503.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/504.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/504-505.
[173] Buhârl, Şirket 3 ayrıca bk. Zebâih ve Sayd 15, 18,
Cihâd 191; Müslim, Edâhî 35; Ebû
Dâvûd, Edâhi, 14, 15; Tirmizî, Sayd 18...
[174] el-Bakara, 2/3. âyet, 22. başlık
[175] Buhârî, Fedâilu Ashâbin-Nebiyy 30.
[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/505-508.
[177] Buhârî, Gusl 22, Edeb 68, 79; Müslim, Hayz 32, 33; Ebû
Dâvûd, Taharet 95; Nesâî, Taharet 131.
[178] el-fatiha. 1/7. âyet, 33. Başlık.
[179] Müslim, Hacc 67; JVesâî, Hacc 114; îbn Mâce, Menâsik
91; Müsned, VI, 97.
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/508-513.
[181] Bk. el-Bakara, 2/3. âyet birinci başlık.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/514.
[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/514-515.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/515.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/515.
[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/515-516.
[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/516.
[187] Bk. el-Enfnl, 8/58. âyetin tefsiri.
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/516.
[189] Müslim, İmân, 306 İbn Mâce, Ziihd 37; Müsned, III, 11,
79; Dârimî, Riknak 96.
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/517-519.
[191] Bk. el-Bakara, 2/21. âyetin tefsiri.
[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/520.
[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/520-521.
[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/521-522.
[195] Tirmizî, Şemail tercümesi, Şemâil-i Şerife, Hilâl
Yayınları, tarihsiz, s. 357; Kadı tyâd, eş-Şifâ, Dersaadet, 1324, I, 86-87; Ali
el-Kârî, Şerhu's-Şifâ, Derseâdet, 1316, I, 251.
[196] Benzer rivayetler: Buharı, Tefsir 11 sûre 2; Tevhid
19, 22; Müslim, Zekat 37.
[197] Buharı, Zekât 27; Müslim, Zekât 57
[198] Müslim, Zekât 88,
[199] Nesai, Zekât 62.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/522-524.
[200] Bk. el-A'râf, 7/54. âyetin tefsiri.
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/524-526.
[202] Merhum müellif gereksiz bilgi ve güvenilir olmaynn
rivayetleri tefsirine almayacağını söylemiş idi. Ancak özellikle kâinatın
yaratılışı ile ilgili bu bilgiler ile Kur'ân'da ve Sünnette haklarında
tafsilat bulunmayan kıssalara dair dayanaksız rivayetleri yer yer
nak-letmiştir. Kemâl Allah'a mahsustur.
[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/526-528.
[204] Müsned, II, 323.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/528-529.
[206] Müslim, Musâkât 137.
[207] Müslim, Musâkât 142.
[208] Müslim, Musâkât 141.
[209] Yalnızca uLâ ilahe illallah" a dair son bölüm
anlamında olmak üzere bk. Müsned, II, 170, 186, 225.
[210] Tirmizî, Tefsir 57. sûre; Müsned, II, 370.
[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/529-531.
[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/531-532.
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/532-533.
[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/533-535.
[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/535.
[216] Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr,
I, 113'te: "İbn Cerîr (Câmiu'l-Beyân, Beyrut, 1408/1988, I, 199), İbn Ebî
Hatim ve İbn Asâkir tarafından rivayet edilmiştir" demektedir. İbn
Sâbit'in de: "Sika bir ravi olmakla birlikte, çokça mürsel hadis rivayet
ettiği" belirtilmektdir. (İbn Hacer, Takrib, I, 480). Nitekim bu rivayet
de İbn Cerîr'de belirtilen yerde verilen senediyle mürsel bir rivayettir.
[217] "Nebiyy-i mürsel" yani risâletle gönderilmiş
(rasûl) peygamber demektir. İfade Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde (V, 178, 179 ve
265'te de) "nebiyyun mukellem" yani kendisi ile konuşulmuş,
söyleşilmiş peygamber, şeklindedir.
[218] Bk. Tekvin 5.
[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/535-537.
[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/537-538.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/538-540.
[222] Tirmizî, Menakıb 19, İbn Mace, Mukaddime 11; Müsned,
I, 84,118, 119; IV, 281, 368; V, 370.
[223] Buhârt, Fedâilu'l-Ashâb 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe
30; Tirmizi, Menakıb 20; İbn Mâ-ce, Mukaddime 11.
[224] Buhârî, Menâkıb 2.
[225] Bk. el-Mâide, 5/19 âyetin tefsiri
[226] Bk. Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 31, 32.
[227] Yakın anlamda kullandığı meçhul kip de, hadisin
tennkide uğramış olduğunu belirten bir ifadedir (temrîd sigasıdır). hadis için
bk. Tirmizî, Menâkıb 16, hadis no: 3671.
[228] Tirmizî, Menâkıb 16, hadis no: 3680.
[229] Kaynağını tesbit edemedik.
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/540-542.
[231] İbn Mâce, Mukaddime 18, Menâsik 76, Darımı, Mukaddime
24.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/543.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/543-544.
[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/544.
[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/544.
[235] Müsned, II, 129, 183; IV, 431.
[236] Hadisi bu lafızlarla tesbit edemedik. Yakın anlamda şu
hadisi kaydedebiliriz: Ebû Mer-sed el-Ganevî dedi ki: Rasûlullah (sa) şöyle
buyurdu: "Namazınızın kabul edilmesini istiyorsanız, en hayırlılarınız
size iınam olsun. Çünkü onlar, sizlerle Rabbiniz arasındaki
elçilerinizdir." (Müstedrek, III, 222; Dârakutnî, II, 88, zayıf olduğunu
kaydederek; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, Beyrut, 1414/1994, III, 129'da İbn
Ömer'den yine zayıf olduğunu kaydederek).
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/545-546.
[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/546.
[239] Buhârî, Fiten 2; Müslim, İmâre 43.
[240] Müslim, İmare 65, 66 (3.) Müslim, İmâre, 163.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
1/546-547.
[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/547-548.
[243] Müslim, İmâre 61
[244] Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvûd, Fiten 1; Nesâl, Bey'at
25; İbn Mâce, Fiten 9.
[245] Müslim, İmâre 59.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/548.
[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/549.
[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/549-550.
[249] Yüce Allah bu soruyu meleklere, kullar üzerinde
görevli olup sabah ve ikindi namazlarında görev devir teslimi yapıp Rabbin
huzuruna çıkanlara sorar. Onlar da: "Onları namaz kılarken bulduk, namaz
kılarken bıraktık" diye cevap verirler. (Buhari, Bedu'l-Halk, 6;Nesâl,
Salât 21)
[250] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/550-553.
[251] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 94-5; "senedi
zayıftır" kaydıyla.
[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/552-553.
[253] Müslim, Zikr 84.
[254] Bk. el-Fâtiha, 1/2 âyet, 4. bnşlık.
[255] Müslim, Salât 223.
[256] Yakın bir rivayet için bk. Mecmau'z-Zevâid, I, 78.
[257] İbn Mace, Sadakat 17; Fiten 20.
[258] Burada "ef’alu" veznindeki kelimelerin
munsnrıf olma halleri ile ilgili olarak dil bilginlerinin görüş ayrılıklarına dair
bir paragraf gereksiz görüldüğünden çevirilmemiştir.
[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/553-556.
[260] Tirmizi, Tefsir 2. sûre 1; Ebû Dâvûd, Sünne 16;
Müsned, IV, 400, 406.
[261] Bk. el-En'âm, 6/2. âyet ile A'râf, 7/11. âyetin tefsiri.
[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/556-559.
[263] Buharı, Şurût 18. Deavât 68; Tevhîd 12; Müslim, Zikr
5, 6; Tirmizî, Deavât 82; İbn Mâ-ce, Duâ 10.
[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/559-560.
[265] Buharı, Tevhid 19, 24, 37, Tefsir 2, sûre 1; Müsned,
III, 116, 244; hadisi Müslim de İman 322'de zikretmekle birlikte, "sana
herşeyin ismini öğretti..." ibaresi geçmemektedir.
[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/560-561.
[267] Müsned, I, 272.
[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/561-562.
[269] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-MünirŞerhu'l-Câmi'i's-Sağir, II,
83-84'te: "... onbeş yaşında idi." şeklinde ve zayıf olduğu kaydıyla;
ayrıca benzer bir hadis, Müstedrek, II, 553.
[270] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, I, 120.
[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/562-563.
[272] Bk. el-Bakara, 2/61. âyetin tefsiri.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/563.
[273] Bk. el-Bakara, 2/286. âyet 5. başlık
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/564.
[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/564.
[275] Bk. Buharı, Ilın 34; Müslim, İlin 13,14; Tirmizi, İlm
5; İbn Mâce, Mukaddime 8.
[276] Müslim, Mesâcid 288'de; ancak sorma ile ilgili bölüm
yok.
[277] Dârimî, Ferâiz 19; Ebû Dâvûd, Ferâiz 5; Tirmizi,
Ferâiz 10; İbn Mâce, Ferâiz 4.
[278] Dârîmî, Mukaddime 21, hod. no: 181-182, 184.
[279] Dârîmî, Mukaddime 21, had. no: 185, 187.
[280] Burada sözü geçen el-Kâsım'ın babası, Ömer b.
el-Hattab'ın oğlu Abdullah'ın oğlu Ubey-dullah'ın oğludur. Annesi ise, Hz. Ebu
Bekir'in oğlu Muhammed'in oğlu el-Kasım'ın kızı Uının Abdullah'tır. Buna göre
Hz. Ebu Bekir onun anne tarafından dedesinin babası; Hz. Ömer de baba
tarafından dedesinin babasıdır. Abdullah b. Ömer de onun baba tarafından
dedesi olur. (Ahıned Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, İstanbul,
1977, I, 46).
[281] Müslim, Mukaddime 5.
[282] Müslim, Zekât 69-70; Müsned, IV, 358, 361.
[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/564-567.
[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/567-568.
[285] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/569.
[286] Ebû Dâvûd, İlm 1; Tirmuî, tim 19; Nesâî, Taharet 113;
İbn M6.ce, Mukaddime 17; Müs-ned, IV, 239-241, V, 196.
[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/569.
[288] Buhari, Tevhid 15.
[289] Az önce geçti.
[290] Bk. Müslim. Hacc 436; Nesai, Hncc 194; îbn Mace,
Mennsik 56 v.s.
[291] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/569-570.
[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/571.
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/571-572.
[294] Bk. el-Bnkara, 2/30 âyet 2. başlık
[295] Bk. el-Bakara 2/31. âyet 1. başlık
[296] Bk. Fatiha Sûresi tefsiri 7. başlık.
[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/572.
[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/572-573.
[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/573-574.
[300] Müsned, IV, 381; İbn Mace, Nikâh 4; ayrıca bk. Ebû
Davud, Nikâh 40; Tirmizî, Radâ' 10.
[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/574-576.
[302] Yani kendilerinden istisna edilen melekler ile istisna
edilen İblis aynı türden varlıklar kabul edildiği için böyle olmuştur.
[303] Yani kendisinden istisna edilen ile istisna yapılan
aynı cinsten değildir.
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/576-578.
[305] Müslim, İman 133; İbn Mâce, İkâme 70; Müsned, II, 443.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/578.
[306] Müslim, İman 148; Ebû Dâuûd, Libâs 26; Tirmizî, Birr
61
[307] Müslim, İman 147; Tirmizî, Birr 61.
[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/578-579.
[309] Buhârî, Kader 5, Rikaak 33; Tirmizi, Kader 4; Müsned, V, 335.
[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/579-580.
[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/580-581.
[312] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/581.
[313] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/581-582.
[314] Bk. Hûd, 11/61. âyet 4. başlık
[315] İbn Mace, Hibât 4; Nesâî Rukbâ, 2
[316] İbn Mace, Hibât 4; Nesâî, Rukbâ, 1, 2
[317] Tirmizi, Buyu' 39, Vasaya 5; Ebû Davud, Buyu' 88;
Darakutnî, III, 41.
[318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/582-584.
[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/584.
[320] Bk. el-Bakara, 2/25'in tefsiri
[321] Müslim, Selâm 23, 24; ayrıca bk. Buhârî, Ahkâm 21,
Bedu'1-halk 11; İ'tikâf 11, 12; Ebû Dâvûd, Savm 78, Sünne 17; Edeb 81 v.s.
[322] Buhârî, Enbiyâ 1; Müslim, Radâ' 61-62.
[323] Bk. en-Nisâ, 4/11-14. âyetlerin tefsiri 12. başlık
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/584-586.
[324] Bk. el-Bakara, 2/25. âyet 3. başlık.
[325] Buhârî, Tefsir 20. sûre 1, 2; Müsned, II, 287, 448.
[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/586-588.
[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/588.
[328] eş-Şaşi 429-507 H. tarihleri arasında yaşamıştır. en-Nadir
b. Şümeyl ise 203 ya da 204 H. yılında vefat etmiştir. Olayı nakleden
İbnu'l-Arabî ise 468-543 H. tarihleri arasında yaşamıştır. Dolayısıyla böyle
bir "dinleme" mümkün olamaz. Ancak "Nadr b. Şumeyl'in
Meclisi" diye bilinen bir yer kast ediliyorsa müstesna. (Arapça baskıda
Ebû Hayyaân'a istinaden düşülen nottan)
[329] Seddü'z-Zerai' vesilenin maksadın hükmünü alması
demektir.
[330] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/588-589.
[331] Şecere kökünden kelimelerin kullanımına dair açıklamaların yer aldığı beş satırlık bir bölüm gerek görülmediğinden çevirilmemiştir.
[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/589.
[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/589-590.
[334] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/590-591.
[335] Ebû Dâvûd, Libas 11; İbn Mâce, Libas 19.
[336] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/591-592.
[337] Müsned, V, 194, VI, 450; Ebû Dâvûd, Edeb 115, 116.
[338] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/592-594.
[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 1/594-595.
[340] "Eki; yemek" kelimesine dair lügat
açıklamaları gerek görülmediğinden tercüme edilmedi.
[341] Bu başlıkta "ekele"; "haysü";
"hâzihi" kelimelerine dair lügat açıklamaları gerek görülmediğinden
tercüme edilmemiştir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/595-596.
[342] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/596-597.
[343] Vehb b. Münebbih'ten nakledilen bu rivayetin kabul
edilmesini gerektirecek aklî ve nak-lî hiçbir delil bulunmadığı gibi,
reddedilmesini gerektirecek birçok sebeb de vardır. Diğer taraftan yılanın
öldürülebileceğini bu olaya bağlamanın kabul edilebilecek bir tarafı
görülmemektedir. Bu anlatılanlar ile Tevrat, Tekvin 3'te anlatılanların
arasında büyük bir benzerlik bulunması, bu kıssanın menşeinin İsrailiyyât
olduğu tezini güçlendirmektedir.
[344] Müslim, Selâm 23, 24.
[345] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/597-599.
[346] Burada anlatılanlar da Tevrat, Tekvin 3'te
anlatılanlarla örtüşmektedir.
[347] Müslim, Hac, 73-76; ayrıca bk. Hacc 66-72; Ebû Davud,
Menasik 39; Nesai, Hacc 83 v.s...
[348] Hadisi Taberânî, el-Mu'cemu'1-Kebir'de rivayet
etmektedir. Ancak senedinde metruk bir râvi vardır. Mecmau'z-Zevâid, IV, 45.
Yılanların öldürülmesini emreden hadisler için bk. Buharı, Bedu'l Halk 14;
Müslim, Selam 127 v.d.
[349] İleride gelecek açıklamalardan da anlaşılacağı üzere
böyle bir hükme varmak mümkün değildir.
[350] Müslim, İmâre 130; Ebû Davud, Cihad 10.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/599-600.
[351] Nesâî, Menâsik 114. Merhum Kurtubî'nin hadisin
senedindeki, "Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud" ibaresinin, Arapça baskıya
hazırlayanın da ifade ettiği gibi ve Nesâîde belirtilen yerde geçtiği üzere
"Ebû Ubeyde, babası Abdullah'tan.." şeklinde olması gerekir.
[352] Buhârî, Cihâd 149; Ebû Dâvûd, Hudud 1; Tirmizi, Hudûd 25; Nesâi, Tahrimu'd-dem 14.
[353] Müslim, Selâm 137.
[354] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/600-601.
[355] Buharı, Bed'u'1-halk 14; Ebû
Dâvûd, Edeb 161-162; Müslim, Selâm 128.
[356] Kaynnğını tesbit edemedik.
[357] Ebû Davud, Edeb 162.
[358] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/601.
[359] Müslim, Selâm 139.
[360] Müslim, Salât 150; Müsned,
I, 436.
[361] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/601-602.
[362] Müslim, Selâm 39; Ebû Dâvûd,
Edeb 162; Muvatta', İsti'zân 33; Müsned, III, 41.
[363] Müslim, Selâm 140.
[364] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/602-604.
[365] Ebû Dâvûd, Edeb 162.
[366] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/604.
[367] es-Sirâcu'l-Münir,
Şerhu'l-Câmi'i's-Sağir, II, 203.
[368] A.g.e., II, 134'te yakın
ifadelerle senedi zayıftır, kaydıyla.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/604-605.
[369] Müslim, Hacc 67-69; Nesâî,
Menâsik 113, 114; Ebn Mâce, Menâsik 91; Muvatta; Hacc 90; Müsned, VI, 33, 87,
97 v.s.
[370] Bk. îbn Mace, Sayd 12.
[371] Müslim, Selâm 146; Ebû
Davud, Edeb 163; Tirmizi, Sayd 14.
[372] İbn Mâce Menâsik 91.
[373] Bu başlıkta buraya kadar
kaynakları işaret edilen rivayetler dışında yer alan hadis diye zikredilen
rivayetler ile bazı hayvanların karakterlerine dair bilgiler; el-Hakîra
et-Tir-mizî, Nevâdiru'l-Usûl, I, 542 v.d.'dan nakledilmiştir.
[374] el-Mâide, 5/95. âyeti
tefsiri.
[375] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/605-606.
[376] Buhârî, Enbiya 1; Müslim,
Cennet 28.
[377] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/606-607.
[378] Tirmizî, Zühd 61; Müsned,
III, 96.
[379] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/607-608.
[380] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/608.
[381] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/608.
[382] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/608-609.
[383] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/609-610.
[384] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/610-611.
[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/612.
[386] Bk. Mukaddime, "sûre,
âyet, kelime ve harfin anlamı"na dair açıklamalar.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 1/612-613.
[387] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/613.
[388] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/614.
[389] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/614-615.
[390] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/615.
[391] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/615-616.
[392] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/616-617.
[393] Bk. el-A'râf, 7/176-177.
âyetin tefsiri.
[394] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/617-618.
[395] Bk. el-Bakara, 2/7. âyet, 3.
Başlık.
[396] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/618-619.
[397] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/619.
[398] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/619.
[399] Bk. et-Tevbe, 9/40. âyetin
tefsiri.
[400] İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/619-620.