BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ 4

Sûre'nin Nüzul Zamanı: 4

Makatta Harfler ve Müteşabih: 5

Mukatta Harflerin Okunuşları: 6

Bu Kitab: 7

Kitap Ne Demektir?. 8

1- Kitapdaki Hidayet: 8

2- Hidayetin Türleri: 9

3- Lafız Olarak "Hidâyet": 9

4- Hidayet Kimlere Verilir?. 9

5- Takvâ'nın Anlamı: 9

6- Takvâ'nın Fazileti: 10

1- Takva Sahiplerinin Nitelikleri: 10

2- Gayb'ın Sözlük Anlamı: 11

3- Kur'ânî Anlamıyle Gayb: 11

4- Takva Sahipleri ve Namaz: 11

5- Namaz İçin Kamet Getirmek: 12

6- Namaz Kılarken Kameti Duyan: 12

7- îmama Yetişemeyip Sonradan Kılınan Rekatlar Edâ mıdır, Kaza mıdır?  13

8- Kamet Getirildiği Takdirde Nafile Kılınmaz: 13

9- Sabah Sünnetini Kılmadan Kameti Duyan: 13

10- Salat'ın Anlamı: 14

11- Kelime ve Terim Olarak Salat (Namaz): 15

12- Bu Buyruktaki "Namaz"dan Kasıt: 15

13-  Namazın Fazileti: 15

14- Namazın Şart ve Farzları: 16

15- Rükû ve Sucûd'da Teşbih: 17

16- Birinci Oturuş ve Teşehhüd: 17

17- Son Oturuş: 18

18- Selâm'ın Hükmü: 18

19- İftitah Tekbiri'nin Hükmü: 19

20- İftitah Tekbiri'nin Sözleri: 19

21- Namazda Niyyet: 20

22- Rızık: 20

23- Kelime Anlamı ile "Rızık": 21

24-"İnfâk'"ın Anlamı: 21

25- "İnfâk"tan Kasıt: 21

Yakînî İman: 22

1- Kâfirin Mühürlü Kalbi ve Kâfir Kalplerin Diğer Nitelikleri: 25

2- Mühürlemek Nasıl Olur?. 26

3- Allah'ın Hidâyet, Dalâleti, Küfür ve İmanı Yaratması ve Kaderiyye: 26

4- Kalp: 26

5- Kalbin Diğer Organların Amelinden Etkilenmesi: 27

6- Kalbin Diğer Adları: 28

7- Kulaklar ve Gözler: 28

8-  Gözlerin Çoğul Gelmesinin Sebebi: 28

9- Perde: 28

10- Kâfirlere Azap: 29

1- Sûre'nin İlk Ayetleri: 29

2- Dilcilere Göre "en-nâs": 29

3- Münafıklar da Bir Çeşit Kâfirdir: 30

4- Mü'min ve Kâfir'in Türleri: 30

5- Mutlak Olarak Sevap Ya da Ceza Göreceğini Söylemek: 30

6- İman ve Amel: 31

7- Münafık'a Bu Adın Veriliş Sebebi: 31

Aldatmak Bozgunculuktur: 32

Hasta Kalpliler: 33

Münafık Niçin Öldürülmez?. 33

Fesat ve Islah: 35

Gerçek Bilgisizler: 37

İkiyüzlülüğün Örnekleri: 37

Allah'ın Alay Ettikleri: 38

Sapıklığı Satın Alanlar: 40

Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar: 40

Sağırlar, Dilsizler, Körler: 42

Dehşet Tabloları: 43

Aldatıcı Işıklar: 46

Ey İnsanlar! İbadet Edin: 47

1- Yaratan Allah: 49

2- Bazı Yeminler: 49

3- Gök Bir Tavandır: 49

4-  Gökten İnen Rızık: 50

5- İnsan Diğer Yaratıklara Muhtaç Değildir: 50

6- Allah'a Eş Koşmayın: 50

7- Kâfir ve Münafıkların Bilgisizliği: 51

Kur'an'ın Benzersizliği Hususunda Meydan Okuma: 51

Yakıtı İnsan ve Taşlar Olan Ateş: 52

1- Mü'minlerin Mükâfatı: 54

2- Müjde ile İlgili Bazı Hükümler: 54

3- İyi Amelliler: 55

Sivrisineğin Misal Verilmesi: 56

1- Ahdi Bozanlar: 58

2- Allah'ın Ahdini Bozanlar: 59

3-  "Allah'ın Ahdini Sağlamlaştırdıktan Sonra.". 59

4- "... keserler..". 59

5- Allah'ın Emrine Aykırılık: 59

6- Fesâd Çıkaranlar: 60

7- Ahdi Bozmanın Hükmü: 60

Hayat ve Ölümün Varlığı Kıyametin Kesin Delilidir: 60

1- Yaratma'nın Anlamı: 61

2- "Eşyada Asıl Mübahlıktır": 62

3- Mahlukat İbret İçindir: 62

4- İnfak Eden, Cimrilik Eden: 63

5- "İstiva" ve Müteşabihler: 64

6- Önce Yaratılan Yer midir, Gök müdür?. 65

7- Yaratıkların Aslı: 66

8- Gökler: 66

9- Semâ: 67

10- Herşeyi Yaratan, Herşeyi Bilen: 68

1- Allah'ın Meleklere Hitabı: 68

2- Melekler: 69

3- Yeryüzündeki Halife: 69

4- Halife Tayini: 70

5- Halife'nin Belirlenme Yolu: 71

6- Hz. Ali'nin İmameti'ne Dair Nass: 72

7- Halife'nin Başa Geçme Yolu: 73

8- Tek Kişinin Bey'ati ile İmam Olunur mu?. 73

9- Zorla (Tegallüb Yoluyla) İmamet: 74

10- İmamet Akdine Tanıklık: 74

11- İmamın Şartları: 74

12- Daha Faziletli Varken Başkasının İmam Yapılması: 75

13-  İmam Fasıklık Yaparsa Azledilir: 75

14- İmamın Kendisini Azli: 75

15- Bir İmama Bey'at Edilmişken İkincisi Ortaya Çıkarsa: 76

16-  Adaletli Bir İmama Karşı Çıkmak: 76

17- Aynı Çağda ve Aynı Bölgede Birden Fazla İmam: 76

Melekler ve Tesbihleri: 77

Kan Dökmek, Fesat Çıkartmak: 78

Meleklerin Tesbihi: 78

1- Hz. Âdem ve Yaratılışı: 80

2- İsimler: 81

3- Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e Öğrettiği İsimler: 81

4- Meleklere Neleri Gösterdi?. 82

5- İlk Olarak Arapça Konuşan: 83

6- Doğru Söyleme Şartı: 83

7- Güç Yetirilemeyenin Teklifi (teklifu mâ lâ yutak): 83

1-Tesbih: 84

2- Soruya Cevap Verme Adabı: 84

3- Subhaneke, Alim ve Hakîm: 85

1- Eşyanın İsimlerini Haber Vermesi: 86

2- Ayete Göre Bilginin ve Bilginlerin Fazileti: 86

3- Melekler mi Daha Faziletlidir, Âdemoğulları mı?: 86

 


BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ

 

Önce sûrenin nüzulü, fazileti ve ona dair varid olmuş haberler ile ilgili açık­lamalarla başlayacağız. Bu konuda rivayet tesbit etmek şartıyla ondan son­ra bütün sûrelerde de aynı usulü takip edeceğiz. [1]

 

Sûre'nin Nüzul Zamanı:

 

Bakara sûresi Medine'de ve değişik sürelerde inmiş bir sûredir. Medine'de nazil olmuş ilk sûre olduğu da söylenmiştir. Ancak yüce Allah'ın: "Kendisin­de Allah'a döndürüleceğiniz bir günden korkunuz." (el-Bakara, 2/281) buy­ruğu semadan son nazil olan âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime Mina'da, Ve­da Haccında Kurban bayramının birinci gününde nazil olmuştur. Yine faizin yasağını belirten âyet-i kerimeler de (el-Bakara, 2/275, 280) Kur'ân-ı Ke-rim'den son nazil  olmuş âyetler arasındadır.

Bu sûrenin fazileti çok, sevabı muazzamdır. Buna Fustatu'l-Kur'ân (Kur'an'ın Otağı) adı verilir. Bu adın verildiğini Halid b. Ma'dan söylemiş­tir. Bu adın veriliş sebebi ise, azameti, gözkamaşürıcı özelliği, çekiciliği, hü­küm ve öğütlerinin çokluğudur. Hz. Ömer bu sûreyi, -daha önceden de be­lirtildiği gibi- ihtiva ettiği fıkhı ve diğer hükümleriyle on iki yılda oğlu Ab­dullah da sekiz yılda öğrenmiştir.

İbnu'l-Arabi der ki: Hocalarımdan birisini şöyle derken dinledim: Bu sûre­de bin tane emir, bin tane nehiy, bin tane hüküm, bin tane haber vardır. /^ Rasûlullah (s.a) belli sayıda askerî birliği belli bir tarafa göndermiş, I ların başına en genç olanını Bakara sûresini ezberlediğinden dolayı komu­ttan tayin etmiş ve ona: "Git, sen onların emirisin" demiştir. Bu hadisi Tirmi-/ zî, Ebu Hureyre'den rivayet etmiş olup sahih olduğunu belirtmiştir.[2] Müslim, Ebu Umame el-Balıili'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bakara sûresini okuyunuz. Onu  öğrenmek bereket, onu terketmek bir hasrettir. Batılcılar da onun altından   ( kalkamazlar." (Hadisin ravilerinden bir tanesi olan) Muaviye der ki: Bana ulaş­tığına göre burada sözü geçen "batılcılar"dan kasıt sihirbazlardır.[3] Yine Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Evlerinizi kabirler haline getirmeyiniz. Çünkü şeytan, içerisinde) Bakara sûresinin okunduğu evden kaçar."[4]

Darimi, Abdullah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bakara sûresi bir ev­de okundu mu mutlaka şeytan oradan seslice osurarak kaçıp gider. Ayrıca şöy­le demiştir: Herşeyin bir zirvesi vardır. Kur'ân'ın zirvesi de Bakara süresidir. Her-şeyin katıksız bir özü vardır. Kur'ân-ı Kerim'in özü de mufassal sûrelerdir.[5]

el-Busti'nin Sahih'mde Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Şüphesiz herşeyin bir zirvesi vardır. Kur'ân'ın zir­vesi de Bakara süresidir. Kim geceleyin evinde okursa, üç gece süre ile şey­tan onun evine girmez. Kim gündüzün onu okursa, şeytan üç gün süre ile evi­ne girmez." Ebu Hatim el-Busti der ki: Peygamber (s.a)'ın: "Şeytan üç gün sü­re ile evine girmez" buyruğu ile kastettiği şeytanların azgın olanlarıdır.

Darimi Müsned'inde eş-Şabi'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdul­lah dedi ki: Her kim bir gecede Bakara sûresinden on âyet-i kerime okur ise sabah olana kadar o gece o eve hiçbir şeytan giremez. Bunlar baştaki ilk dört âyet, Âyetul-Kürsi, ondan sonraki iki âyet ve: "Göklerde ve yerde ne varsa hep­si Allah'ındır" (el-Bakara, 2/284) den itibaren sonundaki üç âyet-i kerimedir. Yine eş-Şabi'nin rivayetine göre Abdullah şöyle demiştir: O gün ona da aile halkına da şeytan yaklaşmaz, hoşuna gitmeyecek birşey de ilişmez. Bunlar bir deliye okundu mu mutlaka kendisine gelir. -Abdullah'ın arkadaşlarından bi­risi olan el-Muğire b. Subey' dedi ki: Kur'ân'ı asla unutmaz. İshak b. İsa der ki: Ezberlemiş olduklarını unutmaz. Ebu Muhammed ed-Darimi der ki: (ravi-lerden) kimisi de el-Muğire b. (Subey' değil de Sumey'dir demiştir.[6]

İbn Abdi'l-Berr'in "el-lstiab" adlı eserinde şöyle denilmektedir: Lebid b. Rabia b. Amir b. Malik b. Cafer b. Kilab b. Rabia b. Âmir b. Sa'saa cahiliyye dönemi şairlerinden birisi idi. İslam'ı da idrak etmiş güzel bir şekilde İslâm'a bağlanmış, müslüman olduktan sonra şiir söylemeye son vermişti. Halifeli­ği döneminde Hz. Ömer ona şiiri hakkında soru sormuş. Şiir okumasını is­temişti. O da Bakara sûresini okumuştu. Hz. Ömer ona: Ben sana kendi şi­irinden okumanı istemiştim. Lebid de: Yüce Allah bana Bakara ve Al-i İm-ran sûrelerini öğrenmeyi nasip ettikten sonra bir beyit olsun şiir söylemedim. Onun bu sözleri Hz. Ömer'in hoşuna gittiğinden dolayı ikibin olan maaşına beşyüz daha ilave etmişti. Haber rivayet edenlerin çoğu şöyle demiştir: Le­bid İslâm'a girdikten sonra şiir söylemedi. Bazıları da: O İslâm'a girdikten son­ra sadece şu beyiti söylemiştir, demektedirler:

"Allah'a hamdolsun çünkü ecelim gelmedi İslâm'dan bir elbiseye bürününceye kadar."

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu beyitin Selul'lu Karade b. Nüfase'ye ait oldu­ğu da söylenmiştir. Bence daha sahih olan görüş budur. Başkası da şöyle der: Hayır, İslâm'a girdikten sonra Lebid'in söylediği beyit şudur:

"Soylu insanı kendi nefsi gibi sigaya çeken olmaz

Kişinin salih arkadaşı kişiyi İslah eder."

Âyetu'l-Kürsi ile Bakara sûresinin sonlarının faziletine dair varid olmuş ha­berler, bunların tefsiri yapılırken gelecektir. Yine Âl-i İmran sûresinin baş ta­raflarında bu sûrenin faziletine dair daha başka açıklamalar da -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir. [7]

 

"Rahman ve Rahim Allah'ın adı ile"

 

1. Elif, Lâm, Mîm.

2. İşte bu kitap; Onda hiçbir şüphe yoktur. Takva sahipleri için hidâ­yettir.

 

Makatta Harfler ve Müteşabih:

 

Tefsir alimleri sûrelerin başlarındaki bu harfler hakkında farklı görüşlere sahiptir. Âmir eş-Şâbi, Süfyan es-Sevri ve bir grup muhaddis şöyle demiştir: Bunlar Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de sakladığı bir sırdır. Yüce Allah'ın, her bir kitabında böyle bir sırrı vardır. Bunlar, yüce Allah'ın bilgisini yalnızca ken­disine sakladığı müteşabih buyruklar arasında yer alırlar. Bunlar hakkında bir-şey söylemek gerekmez. Biz bunlara iman eder ve Allah'tan geldikleri gibi okuruz.

Bu görüş ayrıca Ebu Bekir es-Sıddîk ile Ali b. Ebi Talib (Allah ikisinden de razı olsun )den de rivayet edilmiştir.

Ebu'1-Leys es-Semerkandî, Ömer, Osman ve İbn Mes'ud (r.anhum)dan şöy­le dediklerini kaydetmektedir: Mukatta Harfler ilimleri gizlenmiş buyruklar­dandır. Onlar tefsir edilmezler.

Ebu Hatim de der ki: Biz Mukatta Harfleri Kur'ân-ı Kerim'de yalnızca sûre­lerin baş taraflarında görebiliyoruz. Bunlarla yüce Allah'ın neyi anlatmak is­tediklerini de bilemiyoruz.

Derim ki: Ebu Bekr el-Enbârî'nin zikrettiği şu rivayetler de bu kabilden­dir: Bize el-Hasen b. Hubab anlattı. Bize Ebu Bekr b. Ebi Talib anlattı. Bize Ebu'l-Münzir el-Vasıti, Malik b. Miğvel'den anlattı. Malik, Said b. Mesruk'tan, o er-Rabi b. Huseyn'den rivayetle dedi ki: Yüce Allah bu Kur'ân-ı Kerim'i in­dirdi ve ondan istediği şeylerin bilgisini yalnızca kendisine sakladı. Sizi de dilediğine muttali kıldı, dilediğinin sırrını bildirdi. Kendisi için sakladığı bilgilere herhangi bir şekilde nail olamazsınız. O bakımdan onlara dair soru sormayınız. Sizi muttali kıldığı şeylere gelince, işte hakkında soru soraca­ğınız ve kendisine dair size haber verilecek olan bilgi budur. Bununla bir­likte siz Kur'ân'ın tümünü öğrenemezsiniz ve bütün öğrendiklerinizle de amel edemezsiniz. Ebu Bekr der ki: İşte bu, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan birtakım harflerin anlamlarını yüce Allah'tan bir deneme ve bir imtihan olmak üzere bütün alemden gizli tutulduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunlara iman eden bir kimseye ecir verilir, mutlu olur. Bunları inkar eden ve şüphe ile kar­şılayan da günah kazanır ve haktan uzaklaşır.

Bize Kadı Ebu Yusuf b. Yakub anlattı. Bize Muhammed b. Ebu Bekr an­lattı, bize Abdurahmân b. Mehdi Süfyan'dan rivayetle anlattı. Süfyan, el-A'meş'ten, o Umare'den o Hureys b. Zuhayr'dan o da Abdullah (b. Mes'ûd)'dan rivayetle dedi ki: Hiçbir mümin ğayba imandan daha faziletli bir imana sahip olmaz. Bundan sonra da: "Onlar ğayba inanırlar" (el-Ba-kara, 2/3) buyruğunu okudu.

Derim ki: Bu müteşabih ve müteşabihin hükmü ile ilgili açıklamalardır. İle­ride yüce Allah'ın izniyle Al-i İmran sûresinde de açıklanacağı üzere doğru olan görüş budur. İlim adamlarından büyükçe bir topluluk da şöyle demiş­tir: Hayır, bizim bunlara dair söz söylememiz ve bunların altında saklı olan faydalı hususları araştırmamız, bunlardan çıkartılabilecek anlamlar üzerinde durmamız gerekmektedir. Bu görüşü savunanlar konu ile ilgili pek çok ka­naat  ileri sürmüşlerdir.

İbn Abbas'tan ve yine Hz. Ali'den şöyle dedikleri rivayet edilmektedir: Kur'ân-ı Kerim'de yer alan Mukatta Harfler Allah'ın ism-i a'zamıdır. Şu kadar var ki bizler bu harflerden bu ismin ne şekilde olduğunu çıkartandayız.

Kutrub, el-Ferra ve başkaları der ki: Bunlar heca harflerine işarettir. Al­lah bunlarla bu Kur'ân-ı Kerim'in benzerini meydana getirmek için meydan okuduğunda Kur'ân-ı Kerim'in bu harflerden meydana geldiğini bildirmek­tedir ki onların konuşmalarının temelini bu harfler oluşturmaktadır. Böyle­likle onların Kur'ân-ı Kerim'in benzerini meydana getirmekten yana acze düş­meleri ile onlara karşı getirilen delil daha bir beliğ (açık) olur ve kesinlik ka­zanır. Çünkü Kur'ân-ı Kerim onların dilleri olan Arapçanın dışında değildir. Kutrub der ki: Onlar Kur'ân-ı Kerim'i işittiklerinde kaçıp gidiyorlardı fakat "Elif, Lam, Mim" ve "Elif, Lam, Mim, Sad" buyruklarını işitince böyle bir sö­zü (önce) tepki ile karşıladılar. Ancak Hz. Peygamber'e kulak vermeye baş­ladıklarında onu işitme duyularına ve kulaklarına sağlamca yerleştirmek kas­tı ile onlara telif edici (ısındırıcı) Kur'ân-ı Kerim'i okudu ve onlara karşı de­lilini ortaya koydu.

Başka bir grup da şöyle demektedir: Müşrikler, Mekke'de iken Kur'ân-ı Kerim'i dinlemekten yüzçevirip: "Bu Kur'ân'ı dinlemeyin ve o okunurken an­lamsız sözler söyleyin" (Fussilet, 41/26) demeleri üzerine onlar tarafından ga-rib karşılansın ve kulak kabartsınlar, ondan sonra da Kur'ân'ı dinlesinler, böy­lelikle de onlara karşı kesin bir şekilde delil ortaya konulsun diye bu harf­ler nazil olmuştur.

Bir grup da şöyle demektedir: Bu harfler bir kısmı bırakılmış geri kalan­ları belirtilmemiş bazı isimlere delalet etmektedirler. Nitekim İbn Abbas ve başkalarının şu açıklamaları buna benzer: Elif Allah'tan, Lam Cebrail'den, Mim ise Muhammed (s.a)'den (kısaltma)dır. Şöyle de denilmiştir: Elif Allah adının baş harfi, Lam Latif adını baş harfi, Mim Mecid adının baş harfidir.

Ebu'd-Duha, yüce Allah'ın ( I_ll ) "elif, lam, mim" buyruğu hakkında İbn Abbas'ın şu açıklamayı yaptığını rivayet etmektedir: "Ben Allah'ım bili­rim." Diğer taraftan "elif, lam, ra"nın: Ben Allah'ım görürüm; "elif, lam, mim, sad" buyruğunun: "Ben Allah'ım hakkı batıldan ayıran hükmü veririm" an­lamına geldiğini de söylemişlerdir. Buna göre elif (ben anlamına gelen) "ene" kelimesinin "lam" harfi "Allah" adının, "mim" harfi (bilirim anlamına gelen) "a'lemu"nun yerini tutmaktadır. ez-Zeccac bu görüşü tercih ederek şöyle demiştir: Ben bu harflerden her birisinin bir mana ifade ettiği kanaatin­deyim. Araplar harflerin bir kısmını teşkil ettiği kelimelerin yerini tutmak üze­re hem şiirde hem de o manayı kastetmek üzere (tek başlarına) harfleri kul­lanmış bulunmaktadırlar. Şairin şu sözünde olduğu gibi:

"Ben ona 'dur1 dedim o da 'kâf dedi."

Burada şair: İşte durdum, dediğini kastetmektedir. Zuheyr de şöyle demiş­tir:

"Hayra karşılık hayırlar, fakat şer olursa fâ

Bununla birlikte ben şer istemem ancak tâ."

Şair burada "fâ" ile; "eğer sen kötülük yaparsan ben de kötü karşılık ve­ririm" demek istemiştir. "Fâ" ile de; "sen kötülük istersen ben de kötülük ya­parım," demek istemiştir.

Bir diğer şair de şöyle demiştir:

"Onlara seslendiler yularları takın diye hiç tâ...mısınız? Hep birlikte haydi fâ.. dediler."

"Tâ" ile binmez misiniz, demek istemiş, "fâ" ile de bininiz, demek iste­miştir.

Hadis-i şerifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Her kim bir müslümanın öldürülmesine yarım kelime ile dahi yardımcı olursa..."[8] Şa-kik der ki: Yarım kelime ile yardımcı olması demek Çöldür anlamına gelen) "uktul" kelimesi yerine iki harflik "uk" demektir. Nitekim Peygamber (s.a) de: "Şa.... olarak kılıç kafidir"[9] diye buyurmuştur. Bunun anlamı ise, "şâfiyen" kelimesinin ilk iki harfi olup "şifa veren" demektir.

Zeyd b. Eşlem der ki: Bunlar sûrelerin isimleridir. el-Kelbi de der ki: Bun­lar şerefleri ve faziletleri dolayısıyla yüce Allah'ın kendileriyle kasem ettiği yeminlerdir. Ve bunlar O'nun isimlerindendir. Bu da İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Kimi ilim adamı bu görüşü kabul etmeyerek şöyle demiştir: Bu­nun kasem olması uygun olmaz. Çünkü kasem: gibi edatlar ile birlikte yapılır. Burada ise bu edatlardan herhangi birisi yoktur. Dolayı­sıyla bunun bir yemin olması caiz değildir. Buna şöyle cevap verilebilir: Bu­rada yemin edilen şey yüce Allah'ın: "O'nda hiçbir şüphe yoktur" buyruğu­dur. Bir kimse, yemin ederken: Allah'a yemin ederim bu kitapta hiçbir şüphe yoktur" diyecek olsa onun bu ifadesi doğru olur ve burada yer alan yoktur, yeminin cevabı olur. Böylelikle el-Kelbi'nin bu sözü ile İbn Abbas'tan bu şekilde yapılan rivayetin doğru ve sağlıklı bir açıklama olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.

Eğer: Yüce Allah'ın yemin etmesinde hikmet nedir? Zaten insanlar o dö­nemde ya tasdik eden ya da yalanlayan olmak üzere iki sınıftı. Doğrulayan yeminsiz de doğrulamaktadır. Yalanlayan ise yemin ile birlikte de tasdik et­memektedir, denilecek olursa şu şekilde cevap verilebilir: Kur'ân-ı Kerim Arapça nazil olmuştur. Araplardan herhangi bir kimse sözünü pekiştirmek is­tediği takdirde sözünün doğruluğuna yemin eder. Şanı yüce Allah da onla­ra karşı konulan delile kuvvet kazandırmak istediğinden dolayı Kur'ân-ı Kerim'in kendi katından gönderilmiş olduğuna yemin etmektedir.

Kimisi de der ki: "Elif Lam Mim" yani: Ben bu Kitabı senin üzerine Levh-i Mahfuzdan indirdim demektir. Katade de yüce Allah'ın Elif, Lam, Mim buyruğu hakkında şöyle der: Bu Kur'ân-ı Kerim'in isimlerinden bir tanesidir.

Muhammed b. Ali et-Tirmizî'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yüce Allah bu sûrede bulunan bütün hüküm ve kıssaları sûrenin baş taraflarında sözkonusu ettiği harflere koymuştur. Bunu ise ancak bir peygamber ya da bir Allah dostu bilebilir. Daha sonra bunu insanları bilgilendirmek üzere bü­tün sûrede açıklamaktadır. Konu ile ilgili başka görüşler de ileri sürülmüş­tür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [10]

 

Mukatta Harflerin Okunuşları:  

                                              

Bu harfler sükûnlü okunarak üzerinde vakıf yapılır. Çünkü bunlar nakıs­tır. Ancak bunlar hakkında haber getirir yahut bunları atfeder isek, o takdir­de bunları i'rablı (harekeli) olarak okuyabiliriz. Bu harflerin i'rabda mahal­lerinin olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Bunların irabı yoktur çünkü bunlar, cümle içinde yerleri belli olan isimler değildir, muzari fiil de değildir. Bunlar sadece heca (alfabe harfleri) konumundadır ve bunlar olduk­ları gibi hikaye edilirler (seslendirilirler) denilmiştir. Halil ve Sibeveyh'in gö­rüşü budur. Bu harflerin sûrenin isimleri olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre ise açıklanmayan bir mübtedanın haberi olarak kabul edildiklerinden dolayı i'rabda mahalleri reftir. Yani: Bu "ElifLam Mim"dir, anlamındadır, der­ler. Nitekim: Bu Bakara süresidir derken de böyledir. Veya bu harfler müb-teda kabul edilir, haberi de daha sonra gelen: "Bu..." buyruğudur. "Zeyd iş­te o adamdır" demek gibi. İbn Keysan en-Nahvi der ki: "Elif Lam Mim" nasb mahallindedir. "Elif Lam Mim"i okuyorum demek veya: "Elif Lam Mim"i oku­maya bak, demek gibi. Yemin olarak cer mahallinde oldukları da söylenmiş­tir. Çünkü İbn Abbas: Bunlar yüce Allah'ın kendileriyle yemin ettiği kasem­lerdir, demiştir. [11]

 

Bu Kitab:

 

Yüce Allah'ın: "İşte bu (şu.) kitab" anlamının "bu kitap" ol­duğu söylenmiştir.

Şu" kelimesi aslında gaib olana işaret için olmakla birlikte hazırda bulunana işaret için de kullanılır. Nitekim şanı yüce Allah kendi zatı hakkın­da haber verirken (aynı edatla) şöyle buyurmaktadır: "İşte bu, gizliyi de açı­ğı da bilen aziz ve rahim olandır." (es-Secde, 32/6) Hufaf b. Nudbe'nin şu beyitindeki işaret de böyledir:

"Mızrak(ım) belini bükerken ona dedim ki:

Hufafa iyi bak. îşte o kişi benim!"

Yani; ben buyum demektir.

Burada yer alan şu" ile Kur'ân-ı Kerim'e işaret edilmekte ve (bu anlamına gelen) yerine kullanılmaktadır. Bunun ifade ettiği kısa an­lam şudur: "Elif Lam Mim, İşte bu kitap, onda hiçbir şüphe yoktur." Aynı za­manda bu, Ebu Ubeyde, İkrime ve başkalarının görüşüdür. Yüce Allah'ın şu buyruklarında da kullanılan (bu türden işaret zamirleri) aynı anlamdadır: "İş­te bu bizim İbrahim'e kavmine karşı verdiğimiz delilimizdir" (el-En'am, 6/83); "Bunlar Allah'ın âyetleridir. Sana onları hak ile okuyoruz." (el-Ba-kara, 2/252) Burada geçen (ve uzaktaki veya gaib olan birisini işaret etmek için kullanılan kelimesi, yakın için kullanılan kelimesi anla­mındadır. Fakat artık bunlar zaman itibariyle geçip gittiklerinden dolayı adeta uzaklaşıp gitmiş gibi oldular ve bu bakımdan -uzak için işaret zamiri olan kelimesi kullanıldı. Buharı'de şöyle denilmektedir: Ma'mer de­di ki: İşte bu kitap bu Kur'ân-ı Kerim'dir.

"Takva sahipleri için bir hidâyettir" Bir açıklama ve bir yol göstermedir. Yüce Allah'ın: "Bunlar Allah'ın hükümleridir. Aranızda o hükmeder."(el-Mümtehine, 60/10) buyruğunda olduğu gibidir. Mana bu Al­lah'ın hükmüdür, şeklindedir.[12]

Derim ki: şu" anlamında da kullanılır. Umm Ha-ram'dan rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamber'in Onlar bu denizin ortasında yolculuk yapacaklardır"[13] buyruğundan kasıt, o (görmediğimiz) denizde yolculuk yapacaklardır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ayrıca gaib olana işaret edilerek: "O onun kapısında duruyor" da denilmiştir.

bu, şu" zamirinin gaib hakkında kullanılışı ile ilgili olarak on ay­rı görüş vardır:

1) "İşte bu kitap" yani benim insanlar için takdir ettiğim mutluluk, bed­bahtlık, ecel ve rızık hakkında bir şüphe yoktur, yani onu değiştirecek yok­tur, anlamındadır.

2) "Bu kitap" ile ezelde kendim için takdir ettiğim: "Rahmetim gazabımı geçmiştir" buyruğu kastedilmiştir. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Ebu Hurey-re'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Allah ya­ratmayı hükmettiği zaman kitabında kendisi hakkında kendisinin yanında alı­konulmuş o kitabında: Benim rahmetim gazabıma galib gelir" diye buyurmuş­tur. Bir diğer rivayette de" ....geçer" şeklindedir.[14]

3) Yüce Allah peygamberine suyun silip götüremeyeceği bir kitap indi­receği vadinde bulunmuştur. İşte bununla sözü geçen o vade işaret edilmiş­tir. Nitekim Müslim'in Sahih'inde Mücaşi'li Iyad b. Himar'dan gelen bir riva­yete göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Allah yeryüzü halkına baktı, araplarıyla arap olmayanıyla hepsine gazab etti. Bundan tek istisna kitap eh­linden geriye kalan bir azınlık oldu. Ve buyurdu ki: Seni, seni ve seninle baş­kalarını sınayayım diye peygamber olarak gönderdim. Senin üzerine suyun yıkayamayacağı, uyurken ve uyanıkken okuyacağın bir kitap indirdim...."[15]

 4) Burada işaret Kur'ân-ı Kerim'in Mekke'de nazil olan bölümlerinedir, de denilmiştir.

5) Şanı yüce Allah Peygamberi Muhammed (s.a)'e: "Muhakkak Biz, senin üzerine ağır bir söz bırakacağız." (el-Müzemmil, 73/5) buyruğunu Mek­ke'de iken inzal buyurunca Rasûlullah (s.a) yüce rabbinden kendisine veri­len bu vadin gerçekleştirilmesini gözetleyip duruyordu. Medine'de onun üze­rine: "Elif, Lam, Mim. İşte bu kitap onda hiçbir şüphe yoktur" buyruğunu in­zal buyurunca onun anlamı şunu ifade ediyordu: Medine'de senin üzerine in­dirdiğim Kur'ân-ı Kerim'in bu bölümleri işte Mekke'de iken sana vahyede-ceğimi vadetmiş olduğum o kitaptır.

6) Buradaki "işte bu" ile Tevrat ve İncil'de bulunanlara işaret edilmekte­dir. "Elif, Lam, Mim" ise Kur'ân-ı Kerim'in adıdır. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Bu Kur'ân-ı Kerim Tevrat ve İncil'de açıklaması yapılan kitaptır. Ya­ni Tevrat ile İncil bu kitabın doğruluğuna tanıklık etmekte ve Kur'ân-ı Kerim her ikisinde bulunan manaları kuşattığı gibi onlarda bulunmayan şeyleri de fazladan ihtiva etmektedir.

7) Burada yer alan "işte bu kitap" buyruğu ile Tevrat'a da İncil'e de işaret edilmektedir de denilmiştir. Anlamı şöyle olur: "Elif, Lâm, Mîm. Bu kitap iş­te o iki kitap veya o iki kitap gibidir." Yani Kur'ân-ı Kerim o iki kitapta bu­lunanları kendisinde toplamıştır. Böylelikle "bu" ifadesi Kur'ân-ı Kerim'de yer alan bir delil ile her ikisini ifade etmektedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyur­muştur: "O (inek) ne çok yaşlı ne de çok gençtir. Bunun ikisi arasında dinç bir inektir." (el-Bakara, 2/68) Burada "bunun" buyruğu ile kastedilen yaşlı ile genç arasında demektir. İleride açıklaması gelecektir.

8) Bir diğer görüşe göre burada yer alan "bu" ile Levh-i Mahfuza işaret edil­mektedir. el-Kisai der ki: "Bu" Kur'ân'ın henüz nazil olmamış, semada bulu­nan diğer bölümlerine işarettir.

9) Diğer bir görüşe göre şanı yüce Allah, kitap ehline Muhammed (s.a)ın üzerine bir kitap indireceğini vadetmişti. İşte buradaki işaret, sözü geçen o vâdedir.  el-Müberred der ki: Anlam şudur: Bu Kur'ân-ı Kerim sizin bundan önce kâfirlere karşı gelişi sayesinde  muzaffer olacağınızı ileri sürdüğünüz o kitaptır.

10) Bu buyruk ile "Elif Lam Mim" harfleri, Benim kendilerinden oluştur­duğum bu söz düzeni ile size karşı meydan okuduğum harflerdir, görüşünü kabul edenlere göre, alfabedeki harflere işaret edilmektedir. [16]

 

Kitap Ne Demektir?

 

"Kitap" bir araya derlenip toparlanmayı ifade eden dan mas-dardır. Biraraya gelip toplandığından dolayı askerî birliğe "ketîbe" denilir. Bö­lük bölük olduğu takdirde atlar hakkında da aynı kökten denilir.

Katırın fercinin iki tarafı bir halka veya ince uzun bir deri parçası ile bir ara­ya getirildiği vakit, bu durumu ifade etmek üzere denilir. Şair der ki:

"Yanında konakladığın Fezareli hiçbir kimseye sakın güvenme Develerine karşı ve onları (n ferclerini) bir halka ile bağla." Kâf harfi ötreli okunarak kelimesi, içinden ip geçirmek üzere açı­lan ve ipiyle birlikte olan delikise, böyle bir yerden ip geçirme işleminin adıdır. Şair Zu'r-Rimme der ki:

"Tabaklanmış, delikleri genişçe derinin

Delikleri aralıksız damlayan su ile delikler kaybolmuş."

Kitap: Yazan kimsenin alfabe harflerini birarada veya ayrı ayrı yazmasıdır. Yazılan şey olmakla birlikte buna "kitap" adı verilmiştir. Nitekim şair şöy­le demektedir:

"Benden bir dönüş umar halbuki onda

Tutkalın yapıştırdığına benzer bir kitap (yazı) vardır."

Kitap: Aynı zamanda farz, hüküm, kader anlamına da gelir. el-Ca'di der ki:

"Amcamın kızı, Allah'ın Kitabı çıkardı beni Aranızdan, ben Allah'ın yaptığını önleyebilir miyim?

Rayb: Şüphenin Anlamı:

Yüce Allah'ın "Hiçbir şüphe" buyruğu genel bir nefydir. İşte bundan do­layı burada kelimesi nasbedilmiştir. "er-Rayb" kelimesinin üç anlamı vardır:

1- Şüphe demektir. Abdullah b. ez-Ziba'rî der ki:

"Ey Umeyme, hakta şüphe diye birşey olmaz. Asıl şüphe bilgisizin söylediğinde olur. "

2- Töhmet demektir. Cemil der ki:

"Buseyne dedi ki, ey Cemil beni töhmet altında bıraktın Ben de dedim ki, ikimiz de ey Buseyne töhmetçi kimseleriz."

3- İhtiyaç demektir. Şair (Ka'b b. Malik) der ki:

"Tihame'den her türlü ihtiyacımızı karşıladık

Ve Hayber"den; sonra da kılıçları topladık."

Allah'ın Kitabında şüphe de yoktur tereddüt de olmaz. Bunun anlamı şu­dur: Bu kitap zatı itibariyle haktır ve o, Allah tarafından indirilmiştir. O'nun sıfatlarından bir sıfattır. Yaratılmamıştır, sonradan da var edilmemiştir. İster­se bu konuda kâfirlerin herhangi bir şüphesi bulunsun.

Anlamın şu olduğu da söylenmiştir: İfade haber olmakla birlikte manası yasaklamaktır. Bu konuda şüphe etmeyiniz, demektir. Burada ifade tamam olmaktadır. Sanki: İşte bu kitap, hak bir kitaptır, denilmiş gibidir.

Herhangi bir hususta şüphe veya korkuya kapılmak sözkonusu olduğun­da kişi: Bu iş beni kuşkulandırdı, der. Rayb sahibi olduğu takdirde ( vjIjÎ ) kelimesi kullanılır. Kuşkulanan kimseye denilir. ise, zamanın musibetleri ve başgösteren sıkıntılı olaylar de­mektir.

Yüce Allah'ın: "Onda şüphe yoktur, takva sahipleri için bir hidâyettir" buyruğu ile ilgili açıklamalar altı başlık altında ele alınacaktır: [17]

 

1- Kitapdaki Hidayet:

 

Onda" buyruğunda yer alan "ha" harfi, "fi" sebebiyle cer mahallin-dedir. (Bunun beş türlü okunuşu vardır. En güzeli okuyuşudur.

Bundan sonra "he" harfinden sonra "vav" ilave etmeksizin oku­yuşu gelir. Bu, ez-Zühri ve Sellâm Ebu'l-Münzir'in kıraatidir. Bundan sonra he harfinden sonra uzatan harf olarak yâ ilavesiyle okuyuşudur. Bu İbn Kesir'in kıraatidir. Ayrıca hadan sonra vav ekleyerek kıraati de caizdir. Ha harfini sakin okuyup ondan sonraki ha harfi ile idğam edip şeklindeki okuyuş da caizdir. hidâyet" kelimesi, müb-teda olduğu için ref mahallindedir. Haberi ise, (s4 ) kelimesidir. O taktirde "... onda hidâyet vardır" demek olur.

"Hûda" kelimesinin arapçadaki anlamı doğruluk ve açık seçiklik demek­tir. Yani bu kitapta marifet ehline bir açıklama vardır. Doğru yol gösterilmek­tedir ve onda fazlasıyla açıklama ve hidâyet vardır. [18]

 

2- Hidayetin Türleri:

 

Hûda iki türlüdür: Birisi delalet (yol göstericilik) şeklindeki hidâyettir. Bu peygamberlerin ve onlara tabi olanların yapabilecekleri bir şekildir. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Her bir kavim için de hidâyete ileten bir (yol gösterici) kişi vardır." (er-Rad, 13/7) Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyur­maktadır: "Ve muhakkak ki sen dosdoğru yola hidâyet edersin." (eş-Şura, 42/52) Burada yüce Allah, peygamberlere hidâyete iletme imkanını verdiğin­den sözetmektedir. Burada sözü geçen "huda"nın anlamı ise göstermek, da­vet etmek, dikkat çekip uyarmaktır.

Diğer bir hidâyet şekli ise; te'yid ve başarı (desteklemek ve tevfik) anla­mına gelen ve yalnız yüce Allah'a has olan hidâyettir. Yüce Allah, Peygam­berine hitaben şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki sen sevdiğin kimseyi hi­dâyete erdiremezsin." (el-Kasas, 28/56) Buna göre hidâyet kalpte imanı ya­ratmak anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "İşte bunlar Rablerinden bir hidâyet üzerindedirler." (el-Bakara, 2/5); "Ve o dilediğine hidâyet verir." (Yunus, 10/25)

Hûda aynı zamanda hidâyet bulmak anlamına da gelir. Bunun anlamı ise, ne sekide tasarrufta bulunursan bulun irşad anlamına gelir. Ebu'l-Meâli der ki: Bazan hidâyet müminleri cennete ulaştıran yollara ve cennete götüren yol­lara iletmek anlamında da kullanılır. Mücahidlerin nitelikleri ile ilgili olarak yüce Allah'ın şu buyruğu bu türdendir: "Onların amellerini asla boşa çıkart­maz, onları hidâyete erdirecektir." (Muhammed, 47/4-5) Yüce Allah'ın şu buy­ruğunda da (belli bir yere ulaştıran yollara iletmek) anlamında kullanılmış­tır: "Onları cehennemin yoluna götürün." (es-Saffat, 37/23) Yani onların o yollardan yürümesini sağlayın, demektir. [19]

 

3- Lafız Olarak "Hidâyet":

 

Hidâyet müennes bir lafızdır. el-Ferra der ki: Esedoğullarının bazıları "el-Hüda" kelimesini müennes kabul ederek: Bu güzel bir hidâyettir" derler. el-Lihani de bu müzekker bir lafızdır demektedir.

Bu kelimenin i'rabı kabul etmeyiş sebebi, sonunda maksur elifin bulun­masıdır. Elif ise hareke almaz. Harfli olarak da harf(-i cer)siz olarak da mef ul alır (geçişli olur). Buna dair açıklamalar Fatiha sûresinde yapılmıştı. Yola iletmek, evi tarif etmek için bu kelime kullanılır. Birincisi (yani harfli ge­çiş yapması) Hicazlıların şivesi, ikincisini de el-Ahfeş nakletmiştir.

Kur'ân-ı Kerim'de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bizi dosdoğru yola ilet (lıidâyet eyle)!" (el-Fatiha, 1/6) Bir başka yerde de yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Bizi buna ileten (hidâyet eyleyen) Allah'a hamdolsun." (el-A'raf, 7/43)

"Hüda"nın gündüzün isimlerinden birisi olduğu da söylenmiştir. Çünkü in­sanlar bu zaman süresi içerisinde geçimlerini sağlamak ve bütün maksatla­rını gerçekleştirmek için (aydınlığında) yol bulurlar. İbn Mukbil'in şu beyi-ti de bu anlamdadır:

"Nihayet gün aydınlandı, sahralar ansızın (üstüme) geliyorken;

Aile halklarına bir musibet geleceğinden korkuyor, ya da dua ediyorlar." [20]

 

4- Hidayet Kimlere Verilir?

 

Yüce Allah: "Takva sahipleri için" buyruğunda hidâyetini takva sahiple­rine tahsis ettiğini ifade etmektedir. Her ne kadar bu kitap bütün insanlık için bir hidâyet ise de bununla takva sahiplerinin şerefi arttırılmaktadır. Çünkü takva sahipleri, onun içinde bulunan hakikatlere iman etmiş ve tasdik etmiş, doğrulamışlardır. Ebu Ravk'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir", yani on­lar için bir şereftir dediğine dair bir rivayet gelmiştir. Yani: Yüce Allah on­ları tebcil etmek, şanlarını yüceltmek, üstünlüklerini açıklamak üzere böy­le buyurmuştur.

kelimesinin aslı, şeddesiz iki ya ile olmak üzere şek­lindedir. Birinci ya'dan esre, ağırlığı dolayısıyla hazfedildikten sonra iki sa­kin bir araya geldiğinden dolayı ya'nın birisi hazfedilmiş, vav harfinin yeri­ne de vav ile te'nin bir araya gelmesi halinde vav'ın te harfine dönüştürül­mesi şeklindeki Arapların asıl kaidelerine uygun olarak vav, te harfine dö­nüştürülmüş ve ondan sonra arka arkaya gelen iki te birbirine idgam edile­rek olmuştur. [21]

 

5- Takvâ'nın Anlamı:

 

Takvanın dilde asıl olarak, az söz söylemek demek olduğu söylenmiştir. Bunu nakleden İbn Faris'tir.

Derim ki: Takva sahibi gemlenmiş-tir (fazla konuşmaz) muttaki de mü'min ve itaatkarın üstündedir" hadisinde-ki "muttaki" kelimesi de bu anlamdadır.[22] Salih ameli ve ihlaslı duasıyla yü­ce Allah'ın azabından kendisini koruyan kimseye "muttaki" denir. Bu keli­me, kendin ile hoşlanmadığın şey arasında engel olarak kullandığın hakkın­da hoşlanılmayan şeyden sakınmak" tabirinden alınmıştır. Nitekim en-Nabiğa şöyle demiştir:

"Düştü üzerindeki örtü, fakat düşürmek istemezdi onu Onu yerden aldı ve eliyle bize karşı kendisini korudu." Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Bir örtü attı ki onun ötesinde güneş var ve korudu kendisini

En güzel iki eklem olan: El ve bilek ile."

Hafız Ebu Muhammed Abdülgani, Ebu Ubeyde Said b. Zerbi yoluyla Asım b. Behdele'den, o Zir b. Hubeyş'ten o İbn Mesud'dan şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: İbn Mes'ud birgün yeğenine şöyle dedi: Kardeşimin oğlu, insanların ne kadar çok olduğunu görüyorsun değil mi? Yeğeni: Evet deyin­ce şöyle dedi: Tevbe eden yahut takva sahibi kimse dışında onlarda hayır yok­tur. Kardeşimin oğlu insanların ne kadar çok olduğuğunu görüyorsun değil mi? Ben yine: Evet görüyorum, dedim. Şöyle dedi: Alim veya ilim öğrenen v\^dışında onlarda hayır yoktur.

Ebu Yezid el-Bjstami der ki: Takva sahibi konuştuğu zaman Allah için ko­nuşan, amel ettiği zaman Allah için yapandır.

Ebu Süleyman ed-Darani der ki: Takva sahipleri Allah'ın kalplerinden şeh­vet ve arzuların sevgisini çekip sıyırdığı kimselerdir.

Takva sahibinin şirkten sakınan ve nifaktan uzak kalan kimse olduğu da söylenmiştir. Ancak İbn Atiyye der ki: Bu yersiz bir açıklamadır. Çünkü ki-X şi fasık olduğu halde bu şekilde olabilir.

Ömer b. el-Hattab (r.a), Ubey b. Kab'a takvanın mahiyeti hakkında  soru sorunca Ubey ona: Dikenli bir yolda hiç yürüdün mü? diye sormuş. Hz.  Ömer: Evet demiş. Bu sefer: Peki böyle bir yolda yürürken ne yaptın? diye       sorunca Hz. Ömer: Elbiselerimi topladım ve mümkün olduğu kadar korundum deyince Ubeyy: İşte takva budur, cevabını vermiş. Şair İbnu'l-Mu'tez bu   anlamdan hareket ederek şu beyitleri söylemiştir:

"Bırak günahları küçüğüyle               

Büyüğüyle. işte takva budur              

Dikenli bir yolda, gördüğünden sakınarak Yürüyen kimse gibi davran Küçük günahı önemsiz görme Çünkü dağlar çakıl taşlarından olur." [23]

 

6- Takvâ'nın Fazileti:

 

Takva bütün hayırları toplamıştır. Allah'ın öncekilere de sonrakilere de va­siyeti odur. İnsanın elde edeceği en hayırlı, en büyük fayda takvadır. Nite­kim Ebud-Derda'ya: Senin arkadaşların şiir söylediği halde senden herhan­gi bir şiir bellenmedi denince onlara şöyle der:

"Kişi ister ki dilekleri verilsin kendisine

Allah ise ancak muradını yerine getirir

Kişi der ki: Benim faydam, benim malım

Halbuki Allah korkusu (takva) elde edeceği en üstün faydadır."

İbn Mace'nin Sünen'de Ebu Umame'den rivayetine göre Peygamber (s.a) şöyle dermiş: "Allah korkusundan (takvasından) sonra mü'minin elde ettiği en hayırlı şey, salih zevcedir. Ona bir emir verirse kendisine itaat eder, ona bakarsa kendisini sevindirir. Ona and verdiği takdirde yeminini yerine geti­rir, yanında bulunmayacak olursa hem kendi nefsinde hem de malında ona  karşı hainlik etmez, doğru davranır. "[24]

 Takvanın aslı veznindedır. Onu korudum, önledim anla­mına gelendan vav harfi te'ye dönüştürülmüştür, kor­kan adam demektir. Aslı ise şeklindedir. Aynı şekilde kelime­sinin de aslıdır. Nitekim araplar derler. Halbuki bunun aslı şeklindedir. [25]

 

3. Onlar ğayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar kendilerine rı-zık olarak verdiğimizden de infak ederler.

Bu buyruğa dair açıklamalar yirmi altı başlık halinde sunulacaktır:

 

1- Takva Sahiplerinin Nitelikleri:

 

"Onlar" anlamına gelen kelimesi "takva sahipleri" kelimesinin sı­fatı olarak (mahallen) mecrurdur. Önceki kelime ile ilişkisi olmamak üzere merfu olması da caizdir. Yani: Onlar öyle kimselerdir ki... Övmek kasdıyla nasbedilmesi de caizdir. (Özellikle: Ğayb'a inanan... lan kasdediyorum, an­lamında).

"İnanırlar" tasdik ederler anlamındadır. İman sözlükte tasdik demektir. Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Sera bize iman edici değilsin" (Yu­suf, 12/17); yani bizi doğrulayıcı değilsin. Bu kelime be ve lam harfleri ile

mePul alır (geçişli olur). Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Sizin dininize uyanlardan başkasına inanmayın." (Âl-i İmran, 3/73); "Musa'ya... inanmadı" (Yunus, 10/83)

Haccac b. Haccac el-Ahvel (Zikku'1-Asel lakaplı) rivayetle dedi ki: Katade'yi şöyle derken dinledim: Ey ademoğlu, eğer sen hayrı ancak isteyerek severek yapmak istiyor isen şunu bil ki senin nefsin usanmaya, yorulmaya ve    J tahammülsüzlüğe meyyaldir. Fakat asıl mü'min zor gelse dahi katlanandır. Asıl   L mü'min, buna karşı kendisini güçlendirendir. Asıl mü'min işi sıkı tutandır. Şüp­hesiz ki mü'minler gece ve gündüz telbiye getirerek (Lebbeyk diyerek ve dua ederek) Allah'a yönelenlerdir. Allah'a yemin ederim mü'min gizli ve açık Rabbimiz, Rabbimiz deyip durur ve nihayet Allah da gizli açık dualarını kabul buyurur. [26]                                                                                               

 

2- Gayb'ın Sözlük Anlamı:

 

"Ğayb" Arapçada göremediğin herşey hakkında kullanılır. Kelimenin as­lı ya'lıdır. O bakımdan: Güneş battı, batıyor, denilir. Gaybet (gaib olma hali) anlamı bilinen bir kelimedir. Kadının kocası kaybol­duğunda denilir. Bu şekilde kocası kaybolan kadına da ( denilir. Yerin çukurca bir bölgesine düşüldüğü takdirde: Çukurca bir yere düştük, denilir. İçinde saklanılıp kaybolunan ağaçların toplu olarak bulunduğu yere de (koruluk, ormanlık anlamına) adı verilir. Yerin alçakça olan kısımlarına da "ğayb" denilir. Çünkü gözün gör­mediği bir yerdir. [27]

 

3- Kur'ânî Anlamıyle Gayb:

 

Müfessirler burada yer alan "ğayb"ın ne anlama geldiği hususunda fark­lı görüşlere sahiptir. Kimisi, bu âyet-i kerimede kastedilen ğayb, yüce Allah'tır demektedir. İbn el-Arabi bunu zayıf görmektedir. Kimisi kaza ve kaderdir. Kimisi Kur'ân-ı Kerim ve onda bulunan ğayblerdir demişlerdir. Kimisi de ğayb: Rasûlullah (s.a)'ın haber verdiği ve akıl ile bilinemeyen lıerşeydir: Kıyame­tin alametleri, kabir azabı, haşir, neşir, sırat, mizan, cennet ve cehennem gi­bi. İbn Atiyye der ki: Bu görüşler arasında çelişki yoktur. Aksine ğayb bun­ların hepsi hakkında kullanılabilir.

Derim ki: Bu, Cibril hadisinde (a.s), Peygamber (s.a)'e: Bana imandan haA  ber ver, diye sorduğunda Hz. Peygamber'in kendisine işaret ettiği şer'î ima-j j nı ifade eder. Hz. Peygamber bu soruya cevaben şöyle buyurdu: "(İman) Al-I lah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe iman etmen  ve hayrı ile şerriyle de kadere iman etmendir." Hz. Cebrail: de: Doğru söyyledin, diye cevap verdi...[28]

Abdullah b. Mes'ud der ki: Hiçbir mü'min ğayba imandan daha üstün bir  şeye iman etmiş değildir. Bundan sonra da yüce Allah'ın: "Onlar ğayba iman ederler..." buyruğunu okudu.

Derim ki: Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Bizgaib olanlar de­ğiliz," (el-A'raf, 7/7) Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır: "Onlar ğaybde Rablerinden korkarlar." (el-Enbiya, 21/49) Yüce Rabbimiz, dünya yur­dunda gözle görülmeyen, gaiptir. Ancak dikkatle düşünmek ve istidlal ha­linde gaib olmadığı görülür. O bakımdan mü'minler amellere karşılık veren kadir bir Rablerinin olduğuna iman ederler. İnsanlardan uzaklarda, görülme-yip yalnız kaldıklarında ve gizliliklerde O'ndan korkarlar. Çünkü Allah'ın ken­dilerini görmekte olduğunu bilirler. Böylece âyetlerin açıklaması uygun bir şekilde yapılmış ve aralarında zıtlık kalmamış olur. Bundan dolayı Allah'a hamdederiz.

"Ğayba" buyruğu ile kastın, onlar münafıkların zıddına, vicdanlarında, kalplerinde Allah'tan korkarlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır. Şair der ki:

"Ğayba iman ettik, halbuki bizim kavmimiz Muhammed'den önce putlara ibadet ederlerdi. "[29]

 

4- Takva Sahipleri ve Namaz:

 

"Namazı dosdoğru kılarlar" buyruğu bir cümlenin cümleye atfedilmesi-ni ifade eder. "Namazın dosdoğru kılınması (ikame edilmesi)" rükünleriy-le, sünnetleriyle, vakitlerinde uygun şekilleriyle -ileride açıklanacağı üzere-eda edilmesi demektir. Bu buyruk, devam etti ve sabit oldu anlamına gelen Ot^J' fi» ) dan gelmektedir. Ayak üzerinde durmaktan değildir. Mesela: Hak kaim oldu, denildiğinde açıkça ortaya çıktı ve sabit oldu kastedilir. Şair der ki:

"Ve savaş bizimle - bacağı üzere - ayağa kalktı." Bir diğer şair de şöyle demektedir:

"Onlara: Düşman tarafından basıldınız, denildi mi hiç vakit kaybetmezler

Hemen atlılar mızrak pazarıni kurarlar."

"Dosdoğru kılarlar" buyruğunun devam ettirirler anlamına geldiği de söylenmiştir. Hz. Ömer şu sözleriyle buna işaret etmektedir: "Namazı koruyan T '  ve ona gereken dikkati gösteren dinini korumuş olur. Namazı yitirip kaybe­den kişi ondan başkasını daha çok kaybeder."[30]

 

5- Namaz İçin Kamet Getirmek:

 

Namaz için ikamet (kamet) getirmek bilinen bir husustur. Cumhura görre kamet, sünnettir. Kameti terkedenin (namazı) iade etmesi gerekmez. Evzai, Ata, Mücahid ve İbn Ebi Leyla'ya göre vaciptir. Onu terkedenin namazı ,'   iade etmesi gerekir. Zahiriler de böyle demiştir. Bu görüş İmam Malik'ten de i    rivayet edilmiştir. İbn el-Arabi de bunu tercih ederek şöyle demektedir: Çünkü Bedevi arabın namaz kılması ile ilgili hadiste: "Ve kamet getir" diye buyurarak Hz. Peygamber, tekbir getirmesini, kıbleye yönelmesini ve abdest almasını emrettiği gibi kamet getirmesini de emretmiştir.[31]                         :

Daha sonra şöyle der: Şimdi sizler artık bu hadisi de bildiğinize göre, bu  konuda İmam Malik'e ait iki rivayetten hadise uygun olanını kabul etmeniz   gerekir ki, bu da kamet getirmenin farz olduğu şeklindedir. İbn Abdi'1-Berr, Peygamber (s.a)'ın: "Namazın tahrimesi, tekbirdir"[32] buyruğu tahrime getirmeyen kimsenin namaza girmiş olmayacağının delili­dir. Dolayısıyla bu tahrimeden (iftitah tekbirinden) önce yapılan işlerin hük­mü, terkedilmeleri dolayısıyla namazın iade edilmemesidir. Fukahânın icmâ  ile kabul ettikleri şeyler müstesna.  Bu konuda icma bulunduğundan dola­yı (namazda)  selam verir ve bunları yerine getirir. Taharet, kıbleye yönel­mek, vakit ve benzerleri.

Mezhebimize (Mâliki) mensup kimi ilim adamları şöyle demiştir: Kamet getirmeyi kasten terkeden kimse namazı tekrar iade eder. Ancak bu, kame­tin farz olduğundan dolayı değildir. Çünkü farz olmuş olsaydı kasten veya yanılarak terkedilmesi arasında fark olmazdı. Bu hükmün sebebi sünnetle--^rin hafife alınması(nın önüne geçmek)dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [33]

 

6- Namaz Kılarken Kameti Duyan:

 

"Kamet getirildiğini duyan kimse acele eder mi etmez mi?" hususunda il­im adamları arasında farklı görüşler vardır. Çoğunluk isterse bir rek'ati ka­çıracağından korksun acele etmeyeceği görüşündedir. Çünkü Peygamber (s.a)) {'şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde koşarak namaza gitmeyiniz. Yürüyerek namaza gidiniz ve sükûnetinizi bozmayınız. Yetiştiğinizi kilınız, yetişemediğinizi de tamamlayınız."[34] Bunu Ebu Hureyre rivayet etmiş Müslim de Kitabına almıştır.

Yine Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle bu­yurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde sizden hiçbir kimse namaza koşarak gitmesin. Yürüyerek gitsin ve sükûnetini bozmaksızın ağırbaşlılığını ko-\ rusun. Yetiştiğini (imamla) kıl, yetişemediğini sonradan sen kaza et."[35]

İşte bu hadisler bu konuda birer nastır. Mana yönünden ise, kişi, koşarak yorulur ve nefes nefese yetişirse, namaza girmesi, okuması ve huşuunu bir­birine karıştırır, şaşırır. Aralarında İbn Ömer'in de -bu konuda farklı rivayet gelmekle birlikte -İbn Mes'ud'un da bulunduğu seleften bir grup namazı ge­çireceğinden korktuğu taktirde çabucak gidebileceği görüşündedir. İshak der ki: Rek'ati kaçırmaktan korkarsa acele eder. İmam Malik'ten de buna benzer bir görüş rivayet edilmiştir. İmam Malik der ki: At sırtında olan kimsenin atı­nı dürtüp koşturmasında mahzur yoktur. Bazıları onun bu görüşünü yayan yürüyen ile bineği üzerinde giden arasında fark vardır, şeklinde açıklamış­lardır. Çünkü at sırtında olan bir kimse yürüyen kimse gibi yorulup nefes ne­fese kalmaz.

Derim ki: Her durumda Rasûlullalı (s.a)'ın sünnetine uymak daha uygun­dur. O bakımdan hadis-i şerifte belirtildiği gibi sükûnetini ve ağırbaşlılığını bozmaksızın, yürümesine eskisi gibi devam eder. Çünkü namaza giden de namazdadır. Peygamber (s.a)'in haber verdiği bir hususun haber verdiğinden başka türlü olmasına imkan yoktur. Namaza girmiş, (başlamış) bir kimsenin nasıl sükûnet ve ağırbaşlılığını koruması gerekiyorsa yürüyenin durumu da böyledir. Taki o da bu şekilde namaz kılana benzesin ve onun elde ettiği se­vabı elde edebilsin. Bizim bu görüşümüzün sağlıklı oluşuna delil, belirttiği-rrhiz hadis-i şeriflerdir. Ayrıca Darimi'nin Müsned'inde kaydettiği şu rivayet  de buna delildir: Bize Muhammed b. Yusuf anlattı dedi ki: Bize Süfyan, Mu-~"\ hammed b. Aclan'dan anlattı , o el-Makburi'den o Ka'b b. Ucre'den rivayet- I le dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Abdest alıp mescide doğru yola koyuldun mu parmaklarını biribirine geçirme. Çünkü sen namazdasın."[36] Sa-hih olan bu hadis-i şerifte Peygamber (s.a) acele etmekten daha az olan bir davranışı men etmiş ve mescide gitmekte olan birisini namaz kılan birisi gi­bi değerlendirmiştir. İşte Sünnet-i Seniyye'den bu rivayetler yüce Allah'ın: "Al­lah'ın zikrine koşunuz" (el-Cum'a, 62/9) buyruğunu beyan etmekte ve bu­nunla namaza gitmek için çabukça koşmanın söz konusu olmadığı, aksine bir fiil ve amelin kastedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim İmam Mâlik de bunu böylece açıklamıştır. Bu konuda doğru olan görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [37]

 

7- îmama Yetişemeyip Sonradan Kılınan Rekatlar Edâ mıdır, Kaza mıdır?

 

İlim adamları Peygamber Efendimizin: "Yetişemediğinizi tamamlayınız"

buyruğu ile: "Yetişemediğini kaza et" buyruklarının aynı anlama gelip gel­mediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu iki tabirin aynı anlama gel­diği ve "kaza etmek" tabirinin mutlak olarak kullanılıp tamamlamak kaste­dildiği söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Namaz ka­za edildiğinde (kılındığında)" (el-Cuma, 62/10) Bir başka yerde de: "Hacc iba­detlerinizi kaza ettiğinizde (tamamladığınızda)..." (el-Bakara, 2/200)

Bunların farklı anlamlarda olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Bu farklı görüşler, sonucunda namaza sonradan katılan bir kimsenin imamla kıl­dıkları namazının ilk rek'atleri midir, sonraki rek'atleri midir konusunda da görüş ayrılığına sebep teşkil etmiştir. Birinci görüşü aralarında İbnü'l-Kasım'ın da bulunduğu İmam Mâlik mezhebine mensup bir grup kabul etmiştir. Fa­kat böyle bir kimse kılamadıklarını Fatiha ve zammı sûre okuyarak kaza e-der. Böylelikle bu kişi fiilleriyle önce kılınmış bir namaza bina etmiş fakat söz­leriyle kaza etmiş olur.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Mâliki mezhebinde meşhur olan görüş budur. İbn Huveyzimendad der ki: Bizim mezhep alimlerimizin kabul ettiği görüş bu­dur. Aynı zamanda bu, Evzai'nin, Şafii'nin, Muhammed b. el-Hasan'ın, Ah-med b. Hanbel'in, Taberi'nin ve Davud b. Ali'nin de görüşüdür. İbn Abdi'l-Hakem'in Malik'ten zikrettiği görüş olan Eşheb'in rivâyetiyle İsa'nın İbnu'l-Kasım yoluyla Malik'ten naklettiği rivayete göre, sonradan yetişenin yetişti­ği rek'atler namazının son kısmıdır. Bu durumda o hem fiil hem söz itibariy­le kalanı kaza eder. Kufeli âlimlerin görüşü de budur.

Kadı Ebu Muhammed Abdülvehhab der ki: Maliki mezhebinin meşhur olan görüşü de budur. İbn Abdi'1-Berr der ki: Sonradan yetişenin yetiştiği bö­lümleri, namazının yetiştiği ilki kabul edenler zannederim ihrama (iftitaha) riâyet etmiş, onu gözönünde bulundurmuşlardır. Çünkü iftitah ancak nama­zın başında sözkonusudur. Teşehhüd ve selam ise ancak namazın sonunda sözkonusu olur. İşte burdan hareketle şöyle demişlerdir: Sonradan yetişenin yetiştiği, namazının başıdır. Bununla birlikte hadis-i şerifte Hz. Peygamber (s.a): "Tamamlayınız" diye buyruğu da varid olmuştur. Tamamlamak ise sonradan olan bir iştir.

Karşı görüşü savunanlar ise, Hz. Peygamber'in "Kaza ediniz" buyruğunu delil gösterirler. Kaza edilen ise kaçırılan, kılınamayandır. Ancak "tamam­layınız" şeklinde gelen rivayet daha çoktur. İmam ile yetiştiğin, namazının başıdır, diyenlerin görüşlerine ancak Abdülaziz b. Ebu Seleme el-Macişun ile el-Müzeni, İshak ve Davud'un şu söyledikleri uygun bir açıklama olur: Son­radan imama yetişen kişi imam ile birlikte Fatiha'yı ve yetiştiği takdirde bir sûre okur. Kaza etmek için kalktığı takdirde ise yalnızca Fatiha'yı okur. Bunların bu açıklamaları, kabul ettikleri asıl ilkeye ve uygulamalarına uygun düşmektedir. -Allah onlardan razı olsun. [38]

 

8- Kamet Getirildiği Takdirde Nafile Kılınmaz:

 

Kamet getirilmesi nafile namaza başlamayı engeller. Çünkü Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde farz namazdan başka namaz olmaz." Bunu Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.[39] Eğer nafileye baş­lamış bulunuyor ise bu sefer onu kesmez. Çünkü yüce Allah: "Amellerinizi iptal etmeyiniz" (Muhammed, 47/33) diye buyurmaktadır. Özellikle de o na­fileden bir rek'at kılmış ise. Konu ile ilgili hadisin genelliği dolayısıyla baş­ladığı nafileyi keser de denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [40]

 

9- Sabah Sünnetini Kılmadan Kameti Duyan:

 

Henüz sabah namazının iki rek'atini kılmadan mescide gelen ve akabin­de de farz için kamet getirildiğini gören kişinin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmam Malik der ki: İmama uyar ve iki rek'ati (sünneti) kılmaz. Eğer henüz mescide girmemiş ise şayet bir rek'atin geçeceğinden korkmuyor ise mescidin dışında iki rek'at sünneti kılıverir. An­cak Cum'a namazının eda edildiği mescide bitişik mescid avlularından her­hangi bir yerde bu iki rek'ati kılmaz. Şayet ilk rek'ati kaçıracağından kor-karsa imama uysun ve onunla birlikte namaz kılsın. Daha sonra arzu ettiği takdirde güneş doğduktan sonra bu iki rek'at sünneti kılar. Hatta güneş doğ­duktan sonra bu iki rek'at sünneti kılması onları büsbütün terketmesinden daha iyi ve faziletli bir davranıştır.

Ebu Hanife ve arkadaşları da der ki: Şayet (farz) iki rek'ati kaçırmaktan ve imamın ikinci rükûdan başını kaldırmasından önce yetişemeyeceğinden korkarsa o takdirde imama uyar. Eğer imam ile birlikte bir rek'ata yetişebi­leceğine kanaat getirir ise, mescidin dışında sabah namazının iki rekat sünnetini kılar, sonra da imama uyar. el-Evzai de böyle demiştir. Ancak o, son rek'ati kaçırmaktan korkmadığı sürece bu iki rek'at sünneti mescidde de kıl­mayı caiz görmektedir. es-Sevri de der ki: Bir rek'ati kaçırmaktan korkarsa cemaat ile birlikte namaza durur ve bu iki rek'at sünneti kılmaz. Aksi taktir­de iki rek'ati kılar, isterse mescide girmiş bulunsun.

el-Hasen b. Hay (b. Hayyan da denilmektedir) der ki: Kamet getiren ki­şi, kamete başladığı takdirde sabahın iki rek'at sünneti dışında farz olmayan hiçbir namaz kılınmaz.

Şafii de der ki: Mescide girdiğinde namaz için kamet getirildiğini gören bir kimse, imam ile birlikte namaza durur ve (sabahın) iki rek'at sünnetini mes­cidin dışında da içinde de kılmaz. et-Taberi de böyle demiştir. Ahmed b. Han-bel de bu görüştedir. Bu görüş İmam Malik'ten de nakledilmiştir. Bu konu­da sahih olan görüş de budur. Çünkü Peygamber (s.a): "Namaz için kamet getirildiği takdirde farz dışında namaz olmaz." diye buyurmaktadır. Sabah na­mazının iki rek'ati ya sünnettir, ya fazilettir veya rağibe (kılınması teşvik edil­miş) bir namazdır. Anlaşmazlık halinde delil ise sünnetten getirilen delildir. İmam Malik'in meşhur olan görüşü ile Ebu Hanife'nin görüşünün delil­lerinden bir tanesi de İbn Ömer'den gelen şu rivayettir: İbn Ömer mescide geldiğinde imamın sabah namazını kıldığını görür. İbn Ömer bu iki rek'ati Hz. Hafsa'nın odasında kıldıktan sonra imama uyarak onunla birlikte nama­zını kılar.

es-Sevri ve el-Evzai'nin delillerinden birisi de Abdullah b. Mes'ud'dan ge­len şu rivayettir. O mescide girdiğinde namaz için kamet getirildiğini görür. Mesciddeki direklerden birisinin arkasına çekilerek sabahın iki rek'at sünne­tini kılar ve sonra da namaza durur. Ve bunu ashab-ı kiramdan olan Huzey-fe ile Ebu Musa (r. anhum)'ın da hazır olduğu bir sırada yapar. Ayrıca bun­lar (Sevri ve Evzai ile onların görüşünde olanlar) şöyle derler: Kişinin mes-cid dışında farza durmayıp nafile ile uğraşması caiz olduğuna göre mescid-de de bunu yapması caizdir.

Müslim, Abdullah b. Malik b. Buhayne'den şöyle dediğini rivayet etmekr> Jtedir: Sabah namazı için kamet getirildi. Rasûlullah (s.a) da müezzinin kameti f  getirdiği sırada namaz kılan birisini gördü ve ona: "Sen sabahı dört rek'at olarak mı kılıyorsun?"dedi.[41] Bu, Hz. Peygember'in imam namaz kılarken, mesj cid içerisinde sabahın iki rek'at sünnetini kılan bir kimseye tepki göstererek bu davranışını reddettiğini ifade etmektedir. Aynı şekilde bu hadis-i şerifi sa­bahın iki rek'at sünnetinin böyle bir durumda kılınması halinde sahih oldu­ğuna delil gösterilmesi de mümkündür. Çünkü Peygamber (s. a) böyle bir şe­yi yapmak imkanına sahip olmakla birlikte onun namazını kestirmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [42]

 

10- Salat'ın Anlamı:

 

"es-Salat" (namaz): Sözlükte dua demektir. Duayı ifade eden (Peygamber'in şu hadis-i şerifi de böyledir: "Sizden herhangi bir kimse bir yemeğe çağrıldığı takdirde bu daveti kabul etsin. Eğer oruç-;  suz ise, yemekten yesin. Oruçlu ise, salat getirsin."[43] Yani dua etsin. Kimi  ilim adamları der ki: Burda kastedilen bildiğimiz namazdır. Oruçlu olan bu '^kişi bu durumda iki rek'at namaz kılar ve ayrılır gider. Ancak birinci görüş/

daha yaygındır ve daha çok ilim adamı bu görüşü benimsemiştir. ~ Hz. Esma, Abdullah b. ez-Zübeyr'i doğurduğu sırada onu Peygamber (s.a)'e

gönderdi. Esma der ki: Daha sonra Hz. Peygamber eliyle onu sıvazladı ve ona/

salat getirdi.[44] Yani ona duada bulundu.

Yüce Allah da: "Ve onlara salat getir" (et-Tevbe, 9/103), diye buyurmuş­tur. Onlara dua et, demektir. el-A'şâ der ki:

"Gitmemin yaklaştığı sırada kızım der ki:

Rabbim her türlü yorgunluktan, ağrıdan babamı uzak tut

Sen bu duanın benzerini yapmaya devam et, uyku için yum gözlerini

Çünkü kişinin yanı uyumak ihtiyacını duyar."

Yine el-A'şâ der ki:

"Küpü içerisinde rüzgar onunla karşılaştı.

Küpüne dua etti, tekbir getirdi ve duada bulundu. "

Burada geçen kelimesinin tekbir getirip dua etmek anlamında olduğu es-Sihhah'ta belirtilmiştir.

Kimisi de "salat" lafzı kelimesinden türetilmiştir. Bu ise sırt böl­gesinin ortalarında bir damarın adıdır. Kuyruk sokumunda bu damar bölü­nür ve onun etrafını çevirir. At yarışında kelimesi de burdan gel­mektedir. Çünkü yarışta bu kişinin atının başı kendisinden önceki yarışçının atının kıçının yakınında olur. "es-Salat" kelimesi de buradan türetilmiştir. Ya imandan sonra ikinci önemli farz olduğundan dolayı bu ismi almıştır ve böy­lelikle namaz at yarışında bu şekilde ikinci gelen "el-musalli"ye benzetilmiş­tir, ya da rükûa eğilen bir kimsenin iki kaba etini büktüğünden dolayı bu adı almıştır. Çünkü "es-Salâ" atın kuyruk sokumu anlamındadır. Bunun ikili de  şeklinde gelir. "el-Musalli" ise öne geçenin hemen arkasından ge­len demektir. Çünkü ikincisinin başı birincisinin kıçına yakındır. Hz. Ali de şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) öne geçti ve arkasından Ebu Bekir vardı (sal­la) üçüncü olarak da Ömer vardı.

"Salat" lafzının devamlılık ve ayrılmamaktan alınmış olduğu da söylen­miştir. Kişi ateşe düştüğü, ateşlik olduğu zaman "Ateşi boyla­dı" denilir. Yüce Allah'ın: "Kızgın bir ateşe girecektir" (el-Ğaşiye, 88/4) buyruğunda da (girecektir anlamına gelen) bu kelime de bu manadadır, el-Haris b. Ubad da der ki:

"Ben o cinayete katılanlardan değilim. Allah biliyor ki

Bugün onun ateşinin hararetine yanıyorum."

Yani onun ateşine düşmüş bulunuyorum. Bu anlamı ile, sanki ibadete yü­ce Allah'ın emrettiği şekli ile devam etmek ve bunu sürdürmek manası kas­tedilmiş gibidir.

Namaz kelimesinin ateşte kavurup düzeltip yumuşatıldığı takdirde kulla­nılan: değneği ateş üzerinde ısıttım" kökünden alındığı da söylenmiştir. Sanki namaz kılan "el-musalli" namaz kılmak suretiyle ken­disini doğrultur, yumuşatır ve huşua gelir gibi olduğundan bu isim verilmiş gibidir. el-Hârzencî der ki:

"İşinde acele etme, onu sürdür

Çünkü devamlı sürdüren kimse gibi asanı (bir rivayete göre asasını)

doğrultan bulunmaz."

Salat, dua ve rahmet anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani "Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmekte­dir. Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçen "sa­lat" lafzı böyledir: "Onların Beyti Haram'ın yanındaki ibadetleri ıslık çal­maktan .... başka değildi." (el-Enfal, 8/35) Yine "es-salat" nafile anlamına da gelir. "Ehline namazı emret." (Taha, 20/İ32) buyruğunda olduğu gibi. Sa­lat, teşbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Eğer o gerçekten teşbih eden­lerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143) Yani, musallilerden olmasaydı, anlamı-nadır. Nitekim kuşluk namazını ifade etmek üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir. "Seni hamdinle teşbih ederiz." (el-Bakara, 2/30) buy­ruğu ile ilgili olarak "namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır.

Salat, okumak anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda bu anla­madır: "Dua yaparken, sesini pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 17/110) Buna göre "salat" lafzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan ev anlamına da gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir. ..""" Salat'm bu bildiğimiz ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söy-7 lenmiştir. Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namaz-r Vsız hiçbir şeriat de yoktur. Bu görüşü Ebu Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir.

Derim ki: Bu görüşe göre "salaf'ın iştikakı (türetilmişi) yoktur. Cumhurun görüşüne gelince bu da bir sonraki başlıkta açıklanacaktır: [45]

 

11- Kelime ve Terim Olarak Salat (Namaz):

 

Bu konuda usulcülerin farklı iki görüşü vardır. Birisine göre bu kelime ilk olarak konulmuş olduğu lügavi esası üzere kalmıştır. İman, zekat, siyam (oruç), hac kelimeleri gibi. Şeriat ise bu konuda yalnızca gerekli şart ve hü­kümleri açıklamıştır. İkinci görüşe göre şeriatın getirdiği bu fazlalıklar, bu kelimeleri yeniden konulmuş kelime haline getirir. Ve tıpkı şeriat tarafından ilk defa konulmuş, kullanılmış gibi olurlar. Usulcülerin ihtilafı işte bu nok­tadadır. Birincisi daha doğrudur. Çünkü şeriat arap diliyle sabit olmuştur. Kur'ân-ı Kerim de şeriati apaçık bir arapça ile bildirmiştir. Diğer taraftan arapların isimleri kullanmakta belli bir tasarruf şekilleri vardır. Mesela "ed-dâb-be" kelimesi debelenen hareket eden her bir varlık için kullanıldığı halde daha sonra örf bu kelimeyi sadece "el-behaim (yırtıcı hayvanlar dışında ka­lan dört ayaklı bütün kara ve deniz hayvanların)"a tahsis etmiş ve örfte sa­dece bunlar anlaşılır olmuştur. İşte şeriatın örfünün de isimler üzerinde böy­le bir tasarrufu sözkonusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [46]

 

12- Bu Buyruktaki "Namaz"dan Kasıt:

 

Burada sözü geçen "namaz" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüş­ler vardır. Kasıt farz namazlardır denildiği gibi, hem farz hem nafile namaz­lardır da denilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü lafız genel bir lafız­dır ve takva sahibi ise hem farzları hem de nafileleri işler. [47]

 

13-  Namazın Fazileti:

 

Namaz nzık için bir sebeptir. Nitekim yüce Allah -Allah'ın izniyle- Taha sûresinde de açıklaması geleceği gibi: "Aile halkına namazı emret." (Taha, 20/132) diye buyurmaktadır. Yine namaz karın ağrısı ve diğer ağrılara kar­şı bir şifadır. İbn Mace'nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Peygam­ber (s.a) erkenden namaz kıldı. Ben de erkenden namaz kıldım ve oturdum. Peygamber (s.a) bana dönüp şöyle dedi: Onun (açlığın) derdinden mi kar­nın ağınyor? Ben: Evet ey Allah'ın peygamberi dedim. O da bana: "Kalk na­maz kıl, çünkü namazda şifa vardır" diye buyurdu. Bir rivayette de "açlık der­dinden mi karnın ağınyor?"[48] ifadesini Farsça olarak  şeklinde söylediği kaydedilmektedir. Farsça: Karnının rahatsızlığından mı şikayet ) ediyorsun? anlamındadır.

Ayrıca Peygamber (s.a) herhangi bir işten dolayı sıkılır ise, hemen nama­za koşardı.[49]

 

14- Namazın Şart ve Farzları:

 

Namaz ancak birtakım şart ve farzlar yerine getirildiği takdirde sahih olur. Taharet, namazın şartları arasındadır. Buna dair hükümler, Nisa[50] ve Maide[51] sûrelerinde gelecektir. Bir diğer şart avretin örtülmesidir. Buna dair açıkla­malar da yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde[52] gelecektir.

Namazın farzlarına gelince: Kıbleye yönelmek, niyet etmek, tahrim tekbi­ri (iftitah tekbiri) getirmek ve bunun için ayakta olmak, Fatiha-sûresini okumak ve bunun için ayakta bulunmak, rükû ve rükûda itmi'nan, başın rükûdan kaldırılması ve doğrulmak, sücud ve sücudda itmi'nan, başın secdeden kaldı­rılması, iki secde arasında oturmak ve bu oturuşta itmi'nan, ikinci defa secde­ye varmak ve bunda da itmi'nan. Bütün bu hükümlerde asıl delil ise, Ebu Hu-reyre tarafından rivayet edilen ve Peygamber (s.a)'ın namazını doğru dürüst kılamayan kimseye namaz kılmayı öğretmesine dair hadis-i şeriftir. Sözü ge­çen bu hadis-i şerifte Hz. Peygamber bu kişiye şöyle demiştir: araaz kılmak üzere kalktığın vakit, abdest azalarını iyice yıka, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir getir, sonra Kur'ân-ı Kerim'den ezberlediğin bölümilerinden kolayına geleni oku. Sonra itmi'nan buluncaya kadar rükû et. Sonra doğruluncaya kadar başını kaldır, sonra secdende itmi'nan buluncaya kadar secde yap. Sonra iyice itmi'nan bulacak şekilde oturuncaya kadar başını (secdeden) kaldır ve sonra da bunu namazının bütününde aynen yap." Bu j hadisi Müslim rivayet etmiştir.[53]

Rifâa b. Râfi'in rivayet ettiği hadis de böyledir. Bunu da Darakutni ve baş­kaları rivayet etmiştir.[54]

Mezhep (Maliki Mezhebi) alimlerimiz der ki: Peygamber (s.a)'ın bu buy­ruğu namazın rükünlerini açıklamakta, bu konuda kamet getirmekten, elle­ri kaldırmaktan, kıraat miktarından ve intikal tekbirlerinden söz etmemek­tedir. Yine rükû ve sücudda teşbih getirmekten, (birinci kadede) arada otur­maktan, teşehhüdden, son oturuştan ve selam vermekten de söz etmemek­tedir.

Kamet getirmek ve muayyen olarak Fatiha'nın okunması ile ilgili açıkla­malar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Ellerin (intikal tekbirlerde) kal­dırılması ise, ilim adamlarının büyük çoğunluğu ve fukahanın geneline göre vacip değildir. Çünkü Ebu Hureyre'nin ve Rifâa b. Râfi'in rivayet ettiklerine işaret edilen hadisleri bunu ifade etmektedir. Davud (ez-Zahiri) ve mezhebi­ne mensup bazı kimseler, iftitah tekbiri esnasında bunun vücubunu (farz ol­duğunu) kabul etmişlerdir. Kimisi de şöyle demiştir: İftitah esnasında, rükû esnasında, rükûdan kalkma halinde ellerin kaldırılması vaciptir. Kim ellerini kaldırmazsa namazı batıldır. Bu, el-Humeydi'nin de görüşüdür, el-Evzai'den gelen bir rivayet de böyledir. Delil olarak Peygamber Efendimizin: "Benim na­sıl namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öylece kılınız"[55] hadisini gösterirler. Sözkonusu bu hadisi de Buharı rivayet etmiştir. Bunu delil gösterenler der­ler ki: Buna göre biz onun nasıl yaptığını gördüysek o şekilde yapmak bizim için vaciptir. Çünkü yüce Allah'tan muradını tebliğ eden odur.

İftitah tekbiri dışında kalan tekbirler ise, sözü geçen hadis dolayısıyla cum­hura göre sünnettir. İmam Malik'in arkadaşı İbnu'l-Kasım şöyle derdi: Namaz­da üç ve daha fazla tekbiri getirmeyen kimse selam vermeden önce sehiv sec­desi yapar. Eğer sehiv secdesi yapmazsa namazı batıl olur. Bir veya iki tek­biri unutacak olur ise, yine sehiv secdesi yapar. Yapmayacak olursa, birşey gerekmez.

Yine ondan gelen rivayete göre sadece, bir tekbiri yanılarak yerine getir­meyen bir kimse için sehiv secdesi yoktur. İşte bu, onun tekbirin çoğunlu­ğunun ve genelinin yerine getirilmesini farz kabul ettiğini az bir kısmının ya­pılmayışının ise affedilip bağışlanacağı görüşünde olduğunu göstermektedir.

Esbağ b. el-Ferac ile Abdullah b. Abdulhakem derler ki: Namazın başın­dan sonuna kadar tekbir getirmeyen bir kimsenin -iftitah tekbirini getirmiş ise- herhangi birşey yapması gerekmez. Eğer bu tekbirleri yanılarak yapma-mışsa, sehiv secdesi yapar. Sehiv secdesi yapmazsa ona birşey gerekmez. Bu­nunla birlikte bir kimsenin tekbiri kasten terketmemesi gerekir. Çünkü bu tek­birler (intikal tekbirleri, ara tekbirleri) namazın sünnetlerinden bir sünnet­tir. Kasten bu tekbirleri terkedecek olursa güzel bir iş yapmamış olur. Bunun­la birlikte herhangi bir şey yapması gerekmez ve namazı da geçerlidir.^

Derim ki: Doğrusu budur. Şafiilerden, Kufelilerden hadis ehli ile -İbnu'l-Kasım'ın görüşünü kabul edenler dışında- Malikilerden oluşan değişik böl­ge fakihlerinin görüşü budur. Buharî, (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bir ba­bına şu başlığı vermektedir: "Rükû' ve sücudda tekbiri tamamlamak ba­bı. "[56] Daha sonra Buharî Mutarrif b. Abdullah'ın rivayet ettiği hadisi şöyle­ce kaydetmektedir. Ben ve İmran b. Husayn, Ali b. Ebi Talib'in arkasında na-'ı /rîazTkıldık. Secdeye gittiğinde tekbir getirir, başını kaldırdığında tekbir getirir, ikinci rek'atten (teşehhüdden) kalktığında da tekbir getirirdi. Namazını bitirince İmran b. Husayn elimden tutup şöyle dedi: Bu bana Muhammed (s.a)'ın kıldığı namazı hatırlattı. Veya şöyle dedi: Andolsun, bu bizlere Muhammed (s.a) gibi namaz kıldırdı. ^

Buharî daha sonra İkrime'nin rivayet ettiği hadisi şöylece kaydetmekte­dir: Makam-ı İbrahim'in yanında her eğilip kalktığında, oturuştan kalkıp ba­şını secdeye koyduğunda tekbir getiren birisini gördüm. İbn Abbas'a haber verince şöyle dedi: "Anasız kalasıca. Peygamber (s.a)'ın kıldığı namaz da böy­le değil miydi?"[57]

Buharî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu başlık ile ara tekbirleri getir­menin onlarca yapılan bir uygulama olmadığını bize göstermektedir.

Ebu İshak es-Sebîî'nin Yezid b. Ebi Meryem'den onun da Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayetine göre Ebu Musa şöyle demiştir: Cemel günü Ali bizlere ' öyle bir namaz kıldırdı ki, bununla bize Rasûlullah (s.a)'ın namazını hatır­lattı. Her eğilip doğrulduğunda, kalkıp oturduğunda tekbir getirdi. Ebu Mu-sa der ki: Biz bu tekbirleri ya unutmuştuk veya kasten terketmiş idik.[58]

Derim ki: Ne dersiniz? Onlar hiç namazlarını iade ettiler mi? Buna göre: Ara tekbirleri terkeden kimsenin namazı batıl olur, nasıl denilebilir? Durum böyle olsaydı sünnet ile farz arasında fark olmazdı. Birşeyin birimleri farz de­ğil ise hepsi de farz değil demektir. Başarı Allah'tandır. [59]

 

15- Rükû ve Sucûd'da Teşbih:

 

Rükû ve sücudda teşbihte bulunmak, cumhura göre -sözü geçen hadis se­bebiyle- farz değildir. İshak b. Raheveyh bunu farz görmüştür. Ona göre teş­bihi bu yerlerde terkeden namazını iade eder. Çünkü Peygamber (s.a) şöy­le buyurmuştur: "Rükûa gelince orada Rabbinizi ta'zim ediniz, sucuda gelin­ce orada çokça dua etmeye çalışınız. Çünkü duanızın kabul edilmesi, çok­ça umulur."[60]

 

16- Birinci Oturuş ve Teşehhüd:

 

Cülus (birinci oturuş) ve teşehhüde gelince, bu konuda ilim adamları fark­lı görüşlere sahiptir. Malik ve mezhebine mensup olan ilim adamları birin­ci oturuş ve bu oturuşta teşehhüd getirmek sünnettir, der. Bir grup ilim ada­mı da birinci oturuşu vacip kabul eder ve şöyle derler: Bu oturuşun diğer farz­lardan ayrı bir özelliği sehiv secdesinin onun yerini tutmasıdır. Müzabene[61] satışından araya[62] icare akidlerinden de kırâd akdinin[63]  bedel olarak ka­bul edilmesi ve imamı rükû halinde bulan kimsenin iftitah tekbiri aldıktan son­ra rükûa durması gibidir. Ayrıca bu konuda şunu da delil gösterirler: Eğer bu (oturuş ve teşehhüd) sünnet olsaydı, kasden bunu terkeden kimsenin nama­zın diğer sünnetlerini terketmek halinde olduğu gibi namazının batıl olma­ması gerekirdi. Diğer taraftan bunu vacip (farz) görmeyenler şunu delil gösterirler: Eğer bu, namazın farzlarından birisi olsaydı, unutarak bunu ter­keden kimsenin bunu yerine getirmesi için -bir secde veya bir rükû terke­den gibi- geri dönmesi gerekir ve rükû' ve sücudda gözetilmesi gereken sı­ra ve tertibe de riâyet etmesi, ondan sonra da bir rükû veya bir secde yapmayı terkedip daha sora bunları sırasına göre yerine getiren kimsenin yap­tığı gibi sehiv secdesinde bulunması gerekirdi.[64] Abdullah b. Buhayne'nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a) iki rek'at kıldıktan sonra ayağa kalktı ve te- ı_ şehhüdde bulunmayı unuttu. Arkasında bulunan cemaat oturması için teşbih getirdi (subhanallah dedi) ise de o ayakta kalmaya devam etti; bunun üze- , rine arkasındaki cemaat da ayağa kalktı. Namazını bitirince selam vermeden önce sehiv secdesini yaptı.[65]

Şayet birinci oturuş farz olsaydı unutmak ve yanılmak dolayısıyla sakıt ol­mazdı. Çünkü namazlardaki farzların terkedilmesinin - imama uyan kişi müstesna - unutmak veya kasten olması arasında fark yoktur. [66]

 

17- Son Oturuş:

 

Namazda son oturuşun hükmü ve bundan maksadın ne olduğu ile ilgili ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu konu ile ilgili beş ayrı görüş ile­ri sürülmüştür:

a- İkinci oturuş da teşehhüd de selam da farzdır. Bu görüş sahiplerinden birisi de Şafii'dir. Ahmed b. Hanbel'den gelen rivayetlerin birisi de bu doğ­rultudadır. Bunu Ebu Mus'ab, Muhtasar'ında Malik'ten ve Medine halkından bir görüş olarak da rivayet etmiştir. Davud ez-Zahirî de bu görüştedir. Şafiî der ki: Birinci teşehhüdü, Peygamber (s.a)'e salat ve selam getirmeyi terke-den bir kimsenin bunları iade etmesi gerekmez, fakat bunları terkettiği için sehiv secdesi yapması gerekir. Unutarak yahut kasten son teşehhüdü terke-den kimse namazını iade eder. Bu görüş sahipleri Peygamber (s.a)'ın nama­za ait beyanlarının farz olduğunu delil gösterirler. Çünkü namazın asıl deli­li mücmeldir. (Kısa ve veciz ifade edilmiştir). Herhangi bir delil ile istisna edi­lenler dışında beyana ihtiyacı vardır. Peygamber (s.a) da: "Benim nasıl na­maz kıldığımı gördüyseniz siz de öylece namaz kılınız" diye buyurmuştur.[67]

b- İkinci görsün sahiplerine göre ikinci oturuş, teşehhüd ve selam vacip değildir. Bu, Basra alimlerinden birinin görüşüdür. İbrahim b. Uleyye de bu kanaattedir. Ayrıca son oturuşu birinci oturuşa açıktan açığa kıyas etmiş ve böylelikle cumhura da muhalefet etmiş, şaz bir görüş ortaya atmıştır. Şu ka­dar var ki o, bütün bunlardan herhangi birisini terkedenin namazını iade ede­ceği görüşündedir. Bunların delilleri arasında Abdullah b. Amr b. el-As'ın ri­vayet ettiği Peygamber (s.a)ın şu buyruğudur: "İmam namazında başını son secdeden kaldırdığı sonra da abdesti bozulduğu takdirde namazı tamam de­mektir." Ancak bu Ebu Ömer'in (İbn Abdi'l-Berr'in) açıklamasına göre sahih bir hadis değildir.[68] Buna dair açıklamalarımızı "el-Muktebes"[69] de beyan etmiş bulunuyoruz. Ancak hadisin bu lafzı olsa olsa selam verme gereğini kal­dırır, oturmayı değil.

c- Üçüncü görüş: Teşehhüd miktarı oturmak farzdır. Yoksa bizzat teşeh-hüd de selam da farz değildir. Bunu Ebu Hanife ve arkadaşları ile bir grup Küfe alimi ileri sürmüştür. Bunlar İbnu'l-Mübarek'in el-İfrikî Abdurrahmân b. Ziyad'dan -ki zayıf bir ravidir-rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bu ha­diste belirtildiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhan­gi bir kimse namazının sonlarında oturduğu ve selam vermeden önce ab-destini (herhangi bir şekilde) bozduğu takdirde onun namazı tamam olur."[70]

İbnu'l-Arabî der ki: Hocamız Fahrü'l- İslâm ders esnasında bize şu beyi-ti okurdu:

"Bir osurukla namazdan çıkılacağı görüşündedir

Söyleyin bana osuruk ile «es-selâmu aleykum» arasında fark ne kadar büyüktür?"

İbnu'l-Arabî der ki: Mezhebimize mensup kimi ilim adamı bu mes'eleden oldukça zayıf iki fer'î hüküm çıkarmışlardır. Bunlardan birincisi Abdülmelik'in Abdülmelik'ten rivayetine göre şaka ve oyun olsun diye ikinci rek'atin so­nunda selam veren bir kimse ile ilgili açıklama şöyledir: Eğer dört rek'at kı­lıyorsa (iki rekat için) yeterli olur. Bu görüş Iraklıların görüşünün aynısıdır. İkinci mesele: Kabul görmeyen kitablarda belirtildiğine göre imam teşehhüd-den sonra ve selâmdan önce kasten abdestini bozarsa bu ona uyanlar için de yeterli gelir. (Yani onların da namazı tamam olur). Ancak bunlar fetvada iltifat edilmemesi gereken hususlardandır. Meclislerde hatırlamak kastıyla bun­lar sözkonusu edilebilse de.

d- Dördüncü görüş: Ka'de de farzdır, selam da farzdır, fakat teşehhüd va­cip değildir. Bu görüşü savunanlar arasında Malik b. Enes, mezhebine men­sup arkadaşları ve bir rivayette Ahmed b. Hanbel'dir. Bunlar şu sözleriyle de­lil gösterirler: İftitah tekbiri ile Fatiha'yı okumanın dışında hiçbir zikir vacip (farz) değildir.

e- Beşinci görüş: Teşehhüd ve oturuş birer vaciptir, fakat selam vacip de­ğildir. Aralarında İshak b. Raheveyh'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu görüştedir. İshak bunun için Rasûlullah (s.a)'ın Abdullah b. Mes'ud'a teşeh­hüdün nasıl yapılacağını öğrettiği ve şunları söylediği hadisi delil göstermiştir: "Sen bunu bitirdin mi namazın da tamam olur ve üzerindeki mükellefi­yeti eksiksiz yerine getirmiş olursun." Darakutnî der ki: Hz. Peygamber'in: "Onu bitirdiğin takdirde namazın tamam olmuş olur" sözünü bazı raviler Zü-heyr'den naklederek hadise dercetmiş ve Peygamber (s.a)'ın sözüne bitişik gibi göstermiştir. Ancak Şebâbe bunu Züheyr'den yaptığı rivayetinde ayırdet-miş ve İbn Mes'ud'un sözü olarak belirtmiştir. Onun bu ifadesi Peygamber (s.a)'ın hadisine bu sözü dercedenlerden doğruya daha yakındır. Şebâbe ise güvenilir bir ravidir. Ğassan b. er-Rabi' de aynı şekilde ona uygun rivayette bulunmuştur. O da hadisin son kısmını İbn Mes'ud'un söylediği bir söz ola­rak ifade etmiş ve Peygamber (s.a)'e ref-etmemiştir (ulaştırmamıştır.)[71]

 

18- Selâm'ın Hükmü:

 

İlim adamları namazın sonunda selam vermenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Vacip (farz) olduğu söylendiği gibi vacip olmadığı da söylenmiştir. Doğrusu vacip olduğudur. Çünkü Hz. Aişe'den ve Hz. Ali'den ri- vâyet edilen sahih hadis bunun vacip olduğunu  göstermektedir. Bu hadisi şerifi Ebu Davud ve Tirmizî rivayet ettiği gibi Süfyan es-Sevrî, Abdullah b. j Muhammed b. Akîl'den, o Muhammed b. el-Hanefiyye'den, o Hz. Ali'den rivâyet etmektedir. Hz. Ali dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Namazın anahtarı abdest, onun tahrimi tekbir, tahlili ise teslimdir."[72] Bu hadis-i şe­rif, iftitah tekbirini almak ile selam vermenin vacip olduğunu gösteren asıl     ' bir delildir. Ayrıca başka bir şeyin onların yerini tutmayacağını da göstermek-   / tedir. Nitekim başka birşeyin taharetin (abdestin) yerini tutmayacağı da itti-/ fakla kabul edilmiştir.

Abdurrahmân b. Mehdî der ki: Bir kişi namazına aziz ve celil olan Allah'ın isimlerinden yetmiş isim ile başlayıp da tahrim tekbirini getirmeyecek (Al­lah Ekber demeyecek) olsa yeterli olmaz. Selam vermeden önce abdesti bo­zulursa bu da yeterli olmaz. Bu aynı zamanda Abdurrahmân b. Mehdî'nin Hz. Ali'nin hadisini sahih kabul ettiğini göstermektedir. Abdurrahmân b. Mehdî hadis ilminde hadisin sahih olanını olmayanından ayırdedebilmekte imam­dır. Onun bu kanaati de yeterlidir. [73]

 

19- İftitah Tekbiri'nin Hükmü:

 

İlim adamları iftitah esnasında tekbirin vücûbu hususunda farklı görüşle­re sahiptir: İbn Şihab ez-Zühri, Said b. el-Müseyyeb, el-Evzaî, Abdurrahmân ve bir grup ilim adamı: İhram tekbiri (iftitah tekbiri) vacip değildir, demişlerdir. İmam Malik'ten imama uyan kimse hakkında bu görüşe delalet eden ifadeler rivayet edilmiştir. Ancak onun mezhebinde sahih kabul edilen gö­rüş ihram tekbirinin vacip olması ve bunun farz olup namazın rükünlerinden bir rükün olmasıdır. Doğrusu budur, cumhurun kabul etiği görüş de budur. Bundan farklı görüş belirtenlerin görüşlerini ise sünnet reddetmektedir. [74]

 

20- İftitah Tekbiri'nin Sözleri:

 

Namaza girmek için söylenmesi gereken lafız hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik, onun mezhebine mensup arkadaşları ve ilim adamlarının çoğunluğu tekbirden başkası yeterli değildir derler. Bunlara gö­re tehlil (la ilahe illellah), teşbih (sübhanallah), ta'zim (Allahu a'zam), tahmîd (elhamdülillah) demek yeterli değildir. Hicaz alimlerinin ve Irak alimlerinin çoğunluğunun görüşü budur. İmam Malik'e göre ise ancak "Allahu Ekber" de­mek yeterli olur, başkası yeterli değildir. İmam Şafii de böyle demiş ve ayrı­ca: "Allalıu'l Ekber" ile "Allahu'l- Kebir" demenin yeterli olacağını da ekle-(^mektedir. İmam Malik'in lehine delil, Hz. Aişe'nin rivayet ettiği şu hadis-i şeA

riftir: Rasûlullah (s.a) namaza tekbir ile başlar kıraate de "elhamdülillahi rab-L? "5 bil alemin" diyerek başlardı.[75] Ayrıca Hz. Ali'nin rivayet ettiği hadiste yer alan: "Onun tahrimi tekbirdir" hadisi ile (daha önce işaret edilen) Bedevî Arabın nay \ maz kılmasını öğrettiği hadiste: "Tekbir getir" demesidir.

İbn Mace'nin Sünen'inde de şu rivayet yer almaktadır: Bize Ebu Bekr b."\ /Ebi Şeybe ile Ali b. Muhammed et-Tanafisî anlatarak dediler ki: Bize Ebu Üsa-Jme anlattı, dedi ki: Bana Abdülhamid b. Ca'fer anlattı dedi ki: Bize Muham-/ med b. Amr b. Ata anlattı dedi ki: Ben Ebu Humeyd es-Saidî'yi şöyle derken / i dinledim: Rasûlullah (s.a.) namaza kalktığında kıbleye yönelir, ellerini kaldı-/ \rır ve: "Allahu ekber" derdi.[76]

Bu, tekbir lafzının söylenmesi gereken muayyen lafız olduğu hususunda açık bir nas ve sahih bir hadistir. Şair der ki:

"Gördüm ki Allah herşeyden en güçlü, en büyüktür

Ve herşeyden orduları da daha azimdir."

Diğer taraftan "Allahu ekber" lafzı kadîm oluşu da ihtiva etmektedir. An­cak "kebir" ya da "azim" lafızları bu manayı ihtiva etmemektedir. Dolayısıy­la "Allahu ekber" mana itibariyle daha beliğdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebu Hanife de der ki: Eğer kîşT^îa'ilahe illellah" diyerek namaza başla­yacak olsa bu da yeterlidir. Şayet "allahumeğfirli (Allah'ım, bana mağfiret bu­yur)" diyecek olsa bu yeterli olmaz. Muhimmed b. el-Hasen de bu görüştedir. Ebu Yusuf ise der ki: Eğer güzel bir şekilde tekbir alabiliyor ise böyle söy­lemek yeterli olmaz. el-Hakem b. Uteybe şöyle dermiş: Kişi tekbir yerine Al­lah'ı zikredecek olur ise bu da onun için yeterlidir. Ancak İbnu'l-Münzir şöy­le demektedir: Ben güzel bir şekilde Kur'ân okumasını bilen bir kimsenin, bunun yerine tehlil ve tekbir getirip Kur'ân okumayacak olur ise namazının fasid olacağı hususunda (ilim adamlarının) görüş ayrılığı içerisinde oldukla­rını bilmiyorum. Bu görüşü kabul eden bir kimsenin, tekbir yerine başka bir-şeyin söylenmesinin yeterli olmasını da kabul etmemesi ve bu görüşü ileri sürmemesi gerekirdi. Tıpkı kıraatin yerini başka bir şeyin tutmaması gibi. Ebu Hanife der ki: Arapça olarak bu lafzı güzelce söyleyebilse dahi Farsça tek­bir getirmesi yeterlidir. Ancak İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir: Hayır, ye­terli olmaz. Çünkü bu müslüman cemaatlerin kabul ettiği görüşün hilafına-dır. Peygamber (s.a)'ın ümmetine öğrettiğine muhaliftir. Onun kabul ettiği bu görüşüne uygun kanaat belirten kimsenin olduğunu da bilmiyoruz. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır. [77]

 

21- Namazda Niyyet:

 

Ümmet iftitah tekbiri esnasında niyetin vücubu üzerinde ittifak etmiştir. Bundan tek basit istisna bizim mezhebe mensup bazı kimselerden gelen ri­vayettir. Buna dair açıklamalar da taharet ile ilgili âyet-i kerimenin tefsirin­de gelecektir.

Niyetin özü, emri verene emrettiğini kendisinden istenen şekilde yapmak suretiyle yakınlaşmak kastıdır. İbnu'l-Arabî der ki; Her niyette aslolan niyet­te belirtilen fiile başlamakla birlikte bu niyeti yapmaktır. Veya niyeti hatırdan çıkarmamak şartıyla fiile başlamadan önce bu kasdı içinde barındırmaktır. Şa­yet önceden niyet yapılır ve gaflet gelir, dolayısıyla bu halde iken ibadete baş­lanırsa önceki o niyet muteber değildir. Tıpkı fiile başladıktan sonra yapılan niyetin muteber olmayışı gibi. Ancak oruçta niyetin daha önce yapılmasına ruhsat vardır. Çünkü oruca başlamanın ilk vaktinde niyetin de bulunması ol­dukça büyük bir zorluktur.

İbnu'l-Arabî der ki: Bize Ebu'l-Hasen el-Kurevî Askalan serhaddinde de­di ki: İmamu'l-Harameyn'i şöyle derken dinledim: Kişi namaza başlayacağı es­nada niyetini de hatırında, tutar. Sadece yaratıcıyı, alemin sonradan yaratılmış olduğunu ve nübüvveti düşünürN^ihâyet onuri'bu düşüncesi namaza niyete gelir karar bulur. Der ki: Bunun içıh de uzun bir zamana gerek yoktur. Bu, son derece kısa bir an içerisinde gerçekleşebilir. Çünkü cümlelerin öğretilme­si için uzun bir zamana gerek var, ancak bunların hatırlanması kısacık bir an­da olur. Niyetin tamamlayıcı unsurlarından birisi de namazın tümünde niye­tin bulunmasıdır. Ancak bu zor bir iş olduğundan dolayı şeriat namaz esna­sında niyetin hatırdan gitmesini hoşgörü ile karşılamıştır. Hocamız Ebu Bekr el-Fihrî'yi Mescid-i Aksa'da şöyle derken dinledim: Muhammed b. Sahnûn de­di ki: Babam Sahnûn'u kimi zaman namazı bitirdiği halde kalkıp iade ettiği­ni gördüm. Ona: Neden böyle yaptın? dediğimde şu cevabı verirdi: Namaz es­nasında niyet hatırımdan çıktı, işte bunun için namazı iade ettim.

Derim ki: İşte bunlar namaza ait birtakım hükümlerdir. Diğer hükümle­rine dair açıklamalar ise yüce Allah'ın güç ve yardımı ile bu kitabın ilgili yer­lerinde gelecektir. Rükûdan, cemaatle namaz kılmaktan, kıbleden, namazla­rı vakti içerisinde kılmaktan söz edileceği gibi yine bu sûrede korku nama­zından da kısmen söz edilecektir. Ayrıca namazın kısaltılması, korku nama­zı ile ilgili tamamlayıcı açıklamalar Nisa[78] sûresinde, vakitlere ait açıklama­lar Hud[79], İsra[80] ve Rum[81] sûrelerinde, gece namazı ile ilgili açıklamalar el-Müzemmil[82] sûresinde, tilavet secdesiyle ilgili açıklamalar A'raf(6) sûre­sinde, şükür secdesiyle ilgili açıklamalar Sâ'd[83] sûresinde hepsi yeri gelin­ce -yüce Allah'ın izniyle- açıklanacaktır. [84]

 

22- Rızık:                                       

 

"Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler" buyruğuna gelince; rızık, Ehl-i Sünnet'e göre helal veya haram olsun kendisiyle yarar­lanmanın mümkün olabildiği şeydir. Bu görüş "haram rızık değildir, çünkü onun mülk edinilmesi sahih değildir, Allah da haramı rızık olarak vermez, he­lali rızık olarak verir ve rızık ancak mülkiyet manasını taşıması halinde söz-konusu olur" diyen Mu'zetilenin[85] görüşüne muhaliftir.

Derler ki: Küçük bir çocuk hırsızlarla birlikte yetişse ve baliğ olup güç ka­zanıp o da hırsız oluncaya kadar hırsızların yedirdiklerinden başka hiçbir şey yemese, yine hırsızlık yapmaya devam edip ölünceye kadar çaldıklarını yeme­yi sürdürse o şeye malik olmadığından dolayı Allah ona hiçbir rızık vermiş ol­maz ve o Allah'ın rızkından herhangi birşey yememiş olarak ölür gider.

Ancak bu tutarsız bir görüştür. Buna karşı delil ise şudur: Eğer rızık mülk olarak vermek anlamını Vaşısaydı çocuğun rızıklanan bir kimse olma­ması gerekirdi. Yine çöllerde otlayan davarların aynı şekilde kuzu ve oğlak­ların da rızıklandırılanlardan olmamaları gerekirdi. Çünkü bu hayvan yavru­larının analarının sütleri yavruların değil, analarına sahip olanların mülkiye­tindedir.                                       

Ümmet, küçük çocuğun oğlak ve kuzu gibi hayvan yavrularının ve diğer davarların nzıklananlardan oldukları, yüce Allah'ın mülk edinenler olmamak­la birlikte onlara nzık verdiği üzerinde icma ettiğine göre; rızkın gıda demek olduğu anlaşılmış olur. Çünkü ümmet, köle ve cariyelerin rızıklanan kimse­ler oldukları üzerinde ve aynı şekilde mülk edinemeyen kimseler olmakla bir­likte yüce Allah'ın onları nzıklandırdığı üzerinde icma etmişlerdir. Böylelik­le rızkın bizim dediğimiz gibi olduğu, onların ileri sürdükleri gibi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Allah'tan başka rızık veren olmadığının delili ise şu buyruklardır:

"Size gökten ve yerden rızık veren Allah'tan başka herhangi bir yaratı­cı var mıdır?" (Fatır, 35/3); "Bol bol rızık veren şüphe yok ki, o pek çetin ve güç sahibi olan Allah'tır." (ez-Zariyat, 51/58); "Yeryüzünde yürüyen ne ka­dar canlı varsa hepsinin rızkını veren de mutlaka Allah'tır." (Hud, 11/6) Bu husus kesindir. Hakiki anlamda rızık veren Allah'tır, Ademoğlunun rızık verici olması ise kelimenin anlamını zorlamak halinde (mecazen) sözkonu-su olabilir. Çünkü Ademoğlu Fatiha sûresinde de açıkladığımız gibi sonra­dan elinden alınacak bir şekilde malik olur. O da hiçbir şeklide mülk sahi­bi olmayan hayvanlar gibi gerçek anlamda merzûktur (yani Allah'tan rızık alandır). Ancak herhangi bir şeyi alıp kullanmasına izin verilmiş ise onun hük­mü helaldir, alıp kullanmasna izin verilmemiş ise hükmü haramdır ve her iki­si de rızıktır.                                  

Üstün akla sahip kimselerden birisi yüce Allah'ın: "Rabbinizin rızkından yeyin, O'na şükredin. Hoş bir belde ve mağfireti bol bir Rabb.." (Sebe', 34/15) buyruğundan hareketle şunlalrı söylemektedir: Burada mağfiretin söz-konusu edilmesi rızkın kimi zaman paramı olabileceğine işaret etmektedir. [86]

 

23- Kelime Anlamı ile "Rızık":

 

Yüce Allah'ın: "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden" buyruğunda yer alan "rızk" kelimesi dan masdardır. Razk şeklinde masdar rızk şeklinde isimdir. Çoğulu "erzak" şeklinde gelir. Rızk, ata (dev­let tarafından verilen muayyen maaş) anlamına da gelir. "Er-Razıkiyye" be­yaz keten bir kumaştır. askerler azıklarını (maaşlarını) aldı anlamındadır. bir defalık rızık demektir. Dilciler böyle açıklamış­tır. Diğer taraftan İbnu's-Sikkît şöyle demiştir: Rızk Ezdişenue kabilesinin leh­çesinde şükür anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?" (el-Vakıa, 56/82) buyruğunun anlamı, şükrünüzü ya­lanlamaktan ibaret mi kılacaksınız? demektir. Bu manada: Beni rızıklandır-dı, demek bana şükretti, demek olur. [87]

 

24-"İnfâk'"ın Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: "İnfak ederler" buyruğunun anlamı ellerinden çıkartırlar demektir. İnfak malın elden çıkartılmasıdır. Bu anlamda denildi­ği zaman , satılan şey satıcının elinden çıktı, müşterinin eline geçti demek olur. ifadesinden kasıt hayvanın canının çıkmasıdır. Bir taraf­tan takib edildiği takdirde öbür taraftan çıkmasına yarayan ve tarla faresinin yuvasının adı olan "en-nâfika" da burdan gelmektedir. "Münafık" kelimesi de bu köktendir. Çünkü münafık imandan çıkar veya iman onun kalbinden çı­kar. Şalvarın ayakların çıktığı paça kısmına da "neyfak" adı verilir. ise, sahibi azığı tüketti ve elinden çıkardı, anlamındadır. kavmin azıklarının tükendiğini ifade eder. Şanı yüce Allah'ın: "O zaman infak olur (tükenir) korkusuyla şüphesiz cimrilik ederdiniz." (el-İsra, 17/100) buyru­ğunda yer alan "infak" kelimesi de bu anlama gelir. [88]

 

25- "İnfâk"tan Kasıt:

 

Burada sözü geçen "nafaka (infak edilen)"dan neyin kastedildiği husu­sunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun farz olan zekat oldu­ğu söylenmiştir. -Bu görüş İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir.- Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Kişinin aile halkına yaptığı harcamalardır de­nilmiştir. -Bu da İbn Mes'ud'dan rivayet edilmiştir.-Çünkü bu, nafakanın en faziletlisidir. Müslim'in rivayetine göre Ebu Hureyıre şöyle demiş: Rasûlullah j (s.a) buyurdu ki: "Allah yolunda infak ettiğin bir dî)nar ile bir köle azad et-4» "/   mek uğrunda harcadığın bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir di- ı nar ve aile halkına harcadığın bir dinar. Bunlar arasînda^ecri en büyük olan.aile halkına harcadığındır."[89]

y Sevbân'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasûlullah(s.a) buyurdu ki: "Ki­şinin infak ettiği dinarların en faziletlisi aile halkına harcadığı dinar ile azizr ve celil olan Allah yolunda kullanacağı bineğine harcadığı dinar ve Allah yolunda arkadaşlanna harcadığı dinardır." Ebu Kılabe -bu hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi- der ki: Burada önce aile halkından söz edilmiştir. Daha sonra Ebu Kılabe şöyle der: Başkalarına dilenmekten onları koruyan ve-'' ya yüce Allah'ın onlar vasıtasyla kendisine fayda sağlayacağı ve sonra da ken-

i dilerini zengin kılacağı küçük çocuklarına infak eden bir kişiden daha bü­yük ecir sahibi kim olabilir?[90]

Burada sözü geçen "infak"tan kastın nafile sadaka olduğu da söylenmiş­tir. -Bu ed-Dahhâk'tan rivayet edilmiştir.- Bu görüşünü ileri sürerken zekâ­tın ancak kendine has olan lafzı ile -ki o da "zekât" lafzıdır- kullanıldığını gözönünde bulundurmuştur. Eğer zekât başka bir lafız ile sözkonusu edi­lecek olursa hem farzı, hem nafile tasadduku ifade etmesi ihtimal dahilin­dedir. Şayet infak lafzı kullanılmış ise bu sadece nafile sadaka anlamını ifade eder. ed-Dahhâk der ki: Nafaka, önceleri kendi imkanları ölçüsünde yü­ce Allah'a kendisi vasıtasıyla yakınlaştıkları bir yol idi. Bu durum sadaka­ların farz olarak harcama yerlerini belirten Tevbe süresindeki âyet ile yine aynı sûrede yer alan diğer âyetleri nesheden buyruklar nazil oluncaya ka­dar böylece devam etmiştir.[91] Burada nafaka ile zekâtın dışında mallarda arızî olarak yerine getirilmesi gereken haklar olduğu da söylenmiştir. Çün­kü yüce Allah bu hakkı namaz ile birlikte zikrettiğinden dolayı bu farz olur. Ancak zekât lafzı sözkonusu edilmediğinden zekatın dışında bir farz oldu­ğu anlaşılır.

İnfak emrinin genel olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu buyruk, kendilerine verilen azıklardan infakta bulunmayı övmek sadedinde-dir. Bu ise ancak helalden olur. Yani onlar şeriatin ödemelerini emrettiği ze­kât ve zekâtın dışında bazı hallerde yerine getirmelbri teşvik edilen şeyleri verir, infak ederler.                                               

Şöyle de denilmiştir: Ğayba iman kalbin işidir. Namazlolmak bedenin işi­dir. "Kendilerine verdiğimiz azıklardan infak ederler" buyruğu ile kasdedi-len de malın payıdır. Bu da açıkça anlaşılan bir konudur.

Yüce Allah'ın: "Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" buyruğunun te'vili ile ilgili olarak önceki ilim adamlarından kimi­si söyle demiştir: Yani kendilerine öğrettiklerimizden onlar da öğretirler. Bu­nu Ebu Nasr Abdürrahîm b. Abdülkerim el-Kuşeyrî nakletmiştir.

4. Onlar sana indirilene de senden önce indirilene de iman eder­ler. Onlar âhirete de yakîn ile inanırlar. [92]

 

Yakînî İman:

 

Denildiğine göre Abdullah b. Selam gibi kitap ehlinden olup iman eden­ler kastedilmiş ve bu âyet-i kerime onun hakkında nazil olmuştur. Önceki âyet-i kerime ise Araplardan olup iman eden kimseler hakkında inmiştir. Şöy­le de denilmiştir: Her iki âyet-i kerime de mü'mini er hakkındadır. Buna gö­re onlar" kelimesinin i'rabı atıf olmak üzere mecrurdur. İsti'naf (yeni bir cümle başlangıcı) kabul edilerek merfu olması da uygundur; yani: "On­lar o kimselerdir ki..." Bu âyet-i kerimeyi her iki kesimin de mü'minleri hak­kında kabul edenlere göre ise onlar" kelimesinin i'rabı mübteda olarak merfudur, haberi ise: "İşte bunlar Rablerinden bir hidâyet üzerin-dedirler..." buyruğu olur. Bununla birlikte (önceki buyruğa) atıf olmak üze­re mecrur olma ihtimali de vardır.

"Sana indirilene" buyruğu ile kastedilen Kur'ân-ı Kerim'dir; "Senden ön­ce indirilene" buyruğu ile kasıt ise daha önce iiidirilen kitaplardır. Böyle bir iman ise yüce Allah'ın şu buyruğunda kendilerinden haber verdiği yahudi ve Hıristiyanların yaptıklarından farklıdır: "Onlaraı/Allah'ın indirdiğine iman edin' denildiği zaman: 'Biz bize indirilene iman~edertz' derler." (el-Bakara, 2/9 D

Denildiğine göre şu: "Onlar ğayba inanırlar" buyruğu nazil olunca yahudiler ve hıristiyanlar: Biz ğayba iman ettik, demişlerdir. Yüce Allah'ın: "Namazı dosdoğru kılarlar" buyruğunu duyunca da: Biz de namazı dosdoğ­ru kılarız, dediler. Yüce Allah: "Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler" buyruğu hakkında da: Bizler infak eder ve tasaddukta bu­lunuruz, demişlerdir. Ancak: "Onlar sana indirilene de senden önce in­dirilene de iman ederler" buyruğunu işitince bu işten kaçıp uzaklaştılar. Ebu Zer'den rivayet edilen hadiste şöyle denilmektedir:

Ey Allah'ın Rasulü, Allah kaç kitap indirmiştir? diye sordum. O şöyle buyurdu: Yüzdört kitap. Allah Şife elli sahife, Ahnuh'a (İdris'e) otuz sahife, İbrahim'e yirmi sahife, Musa'ya Tevrat'tan önce on sahife indirmiştir. Ayrıca Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan'ı da indirmiştir. Bu hadisi el-Huseyn el-Âcur-ri ile Ebu Hatim el-Busti rivayet etmişlerdir.

Burada şöyle bir soru ortaya atılabilir: Aralarındaki hükümlerin aykırılık­larına rağmen bunların hepsine iman etmek nasıl mümkün olabilir? Bu soruya iki türlü cevap verilebilir: Sözkonusu olan hepsinin Allah tarafından indirildiğine iman etmektir. Bu, İslâm'dan önce indirilmiş şeriatlar gereğin­ce ibadet etmenin sakıt olduğunu söyleyenlerin görüşüdür. İkinci cevap: İman önceden indirilmiş kitapların neshedilmemiş bölümleri hakkında söz-konusudur. Bu ise, önceki şeriatlere bağlanmayı gerekli görenlerin görüşüdür. -Yüce Allah'ın izniyle- buna dair açıklamalar da ileride gelecektir.

Yüce Allah'ın: "Onlar âhirete de yakın ile inanırlar" buyruğundan kasıt, onlar öldükten sonra dirilişi (ba'sı) ve neşri kesin olarak bilirler demektir.

Yakîn: Şüphesiz bilgi demektir.  hepsi aynı anlama (kesinlikle bildim, anlamına) gelir. kelimesinde ya harfinin vav oluş sebebi vav'dan önceki dammedir. Bundan küçültme ismi yapmak istediğimiz takdirde aslına döndürerek deriz. Küçültme ismi, (tasgir) ise kelimeleri asıl şekillerine döndürür. Çoğul yap­mak da böyledir.

"Yakin" kelimesiyle Arapların zannı ifade ettikleri de olur. Lağiv yemini ile ilgili olarak ilim adamlarımızın söyledikleri: Bu, kişinin Allah adına yaki-ni bulunan bir işe (öyle zannettiği bir işe) yemin etmesi sonra da durumun böyle olmadığının ortaya çıkmasıdır ki, o takdirde bu yemini yapanın her­hangi bir sorumluluğu, keffareti yoktur, ifadeleri bu kabildendir. Şair der ki:

"Kızgın bir arslan anlamaya çalıştı ve

Onu kendime feda edeceğimi ve kendisiyle dövüşmeyeceğimi zannetti. "

Şair burada şunu anlatmak istemektedir: Aslan geldi, devemi kokladı. Canımı kurtarmak için onu feda edeceğimi sanıyordu. Kendimi korumak kas-dıyla devemi ona bırakacağımı, onunla çarpışarak kendimi tehlikelere at­mayacağımı sanmıştı.

Yakîn (kesin bilgi) anlamına "zan" kelimesinin kullanılmasına gelince; bu hem Kur'ân-ı Kerim'de varid olmuştur, hem de şiirde bunun örnekleri pek çoktur.

"Âhiret": Bizden sonraya kaldığı ve biz de ondan beride bulunduğumuz­dan dolayı "teehhur"dan türetilmiştir. Nitekim dünya ileride de açıklanacağı şekilde (yakın olmak) anlamına gelen "ed-dunuv"dan türetilmiştir.

 

5. İşte onlar, rablerinden bir hidâyet üzerindedirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridir.

 

en-Nahhas der ki: Necidliler (onlar anlamında) "ulâke derler: Bazıları da "ulâlike derler. Kelimenin sonunda yer alan "kâf" har­fi hitap içindir. el-Kisai der ki: in tekili dır. Diğer taraftan  kelimesinin tekili de ( illi ) kelimesidir. kelimesi, kelimesi gibidir. İbnu's-Sikkît şöyle bir beyit nakletmektedir:

İşte onlar, benim kavmimdir. Onların neseblerinde şaibe yoktur. Oldukça sapık bir kimseden başka bunlara kim öğüt vermeye kalkışır ki?"

ın akıl sahibi olmayanlar hakkında kullanıldığı da olur. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Vadideki konaklama yeri dışında kalan konakları yer

O günlerden sonraki yaşayışı da."

Yüce Allah da şu buyruğunda bu kelimeyi akıl sahibi olmayanlar hakkın­da kullanmıştır: "Çünkü kulak, göz ve kalp bütün bunlar, ondan sorumlu olur­lar." (el-İsra, 17/36)

İlim adamlarımız derler ki: Yüce Allah'ın: "Rablerinden..." buyruğunda Kaderiye'nin; kendi iman ve hidâyetlerini insanların kendileri yaratırlar; şeklindeki görüşleri reddedilmektedir. Zaten yüce Allah onların dediklerin­den yüce ve münezzehtir. Şayet durum dedikleri gibi olsaydı, yüce Allah bu­rada "nefislerinden" diye buyururdu. Kaderiye'nin bu görüşlerine dair açık­lamalar ile (Fatiha sûresi 31- başlık) hidâyete dair açıklamalar (daha önce geçen) yüce Allah'ın: "Takva sahipleri için bir hidâyettir" buyruğu ile ilgili ikinci başlıkta açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bunları tekrarlamanın an­lamı yoktur.

"Ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler" buyruğunda yer alan "onlar" kelimesinin ikinci bir mübteda olması mümkündür. Haberi de "fela­ha erenler" olur. İkinci mübteda ile onun haberi birinci mübtedanın haberi olur. Ayrıca "onlar"ın zaid olması da mümkündür. -Basralılar buna "fasıla" Kûfeliler de buna "imad" adını verirler. "Felaha erenler" kelimesi de "işte onlar" kelimesinin haberidir.

Asıl itibariyle sözlükte yarmak ve kesmek demektir. Şair der ki:

"Gerçek şu ki demir, demir ile yarılır"

Toprağın ekin ekmek için yarılmasını ifade eden  kelimesi de bur-dan türemiştir. Bunu Ebu Ubeyd söylemiştir. İşte bundan dolayı araziyi sürüp yaran kimseye "Fellah" denilmiştir. Alt dudağı yarılmış olan kimseye de "eflah" denilir. Müflih (felaha eren) da sanki arzu etiğini ele geçirinceye kadar bütün zorlukları katetmiş gibi olduğundan dolayı bu adı alır. Fevz ve Beka hakkında da kullanıldığı olur. Bu anlamıyla da yine asıl itibariyle dil­de kullanılmıştır. Bir adamın karısına demesi de böyledir. Anlamı ise: Kendi işini eline geçirmekle umduğuna ulaş, demek olur. Şair de der ki:

"Eğer ki bir kabile halkı felahı elde edecek olursa Onu mızraklarla oynayan elde eder."

Kapkaranlık cahili dönemde bulunan el-Adbat b. Kurey' es-Sa'di de şöy­le demiştir:

"Her kederden sonra bir genişlik vardır. Fakat sabah ve akşamla birlikte felah olmaz. "

Yani gece ve gündüzün gidip gelmesi sözkonusu oldukça dünyada baki kalmak sözkonusu değildir. Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Öyle topraklara yerleşiyoruz ki hepsine de bizden önce yerleşilmiştir.

Âd ve Himyer'den sonra da (hala) felahı umuyoruz. "

Burda felah'tan kasıt da bekadır. Abîd (Ubeyd) de der ki:

"İstediğini alıkoy. Çünkü kimi zaman zayıflık ile nail olunur.

Ve akıllı kimse de mahrum bırakılıp aldatılabilir. "

Demek istediği şudur: Sen istediğin gibi akıllı ol veya ahmak ol. Çünkü bazen ahmaka rızık verilir, akıllı kimsenin mahrum bırakıldığı olur.

Buna göre yüce Allah'ın: "Ki onlar felaha erenlerin ta kendileridir" buy­ruğunun anlamı: Yani onlar cennete girmekle, fevz bulanlar ve orada baki kalacak olanlardır. İbn Ebi İshak da der ki: Felah bulanlar; istediklerini el­de edenler ve kaçıp kurtulmak istedikleri şeylerin kötülüklerinden kur­tulanlardır, demektir. Anlam birdir.

"Felah" kelimesi sahur hakkında da kullanılmıştır. Nitekim hadis-i şerifte şöyle denmiştir:... Neredeyse Rasûlullah (s.a) ile birlikte Felahı kaçıracak­tık? Ben: Felah nedir diye sordum. O bana: Sahurdur, cevabını verdi. Bu ha­disi Ebu Davud rivayet etmiştir.[93] Hadisin anlamı şöyle gibidir: Sahur sayesinde orucun kalıcılığı sözkonusu olur. İşte bundan dolayı sahura "fe­lah" adı verilmiştir. -Lam harfinin şeddelisi ile "el-Fellah" ise şairin şu beyitin-" de olduğu gibi araziyi süren demektir:

"Onun kendisi ile yağı tarttığı bir rıtlı vardır Bir de eşeğini süren bir fellahı vardır. "

Diğer taraftan örtfe "felah"; arzulanan şeyi elde etmek ve kendisinden kor­kulan şeyden de kurtulmak anlamındadır.

Bir soru: Peki Hamza kelimelerini he harfi ötreli olarak okuduğu halde, kelimelerini he harfleri ötreli olarak neden okumamıştır?

Cevap: Birinci grup kelimede "ya" harfi eliften dönüşmüştür. Ve bunların asılları şeklindedir. O bakımdan burada he-harfi öt­reli haliyle bırakılmıştır. Fakat öbür grup kelimede böyle bir durum yoktur. el-Kisai de "(üzerlerine "(el-Bakara, 2/6l)*buyruğu ile: onlara iki..." (Yasin, 36/14) buyruğunda onun gibi oku­muştur. Bu husus onlardan gelen kıraat şekillerine dair rivayetlerden bilinen bir husustur.

6. Gerçekten o inkâr edenleri inzâr etsen de etmesen de onlar için birdir. İman etmezler.

Yüce Allah mü'minleri ve durumlarını sözkonusu ettikten sonra kâfirleri ve onların sonunda varacakları noktayı sözkonusu etmektedir.

Küfür (inkâr), imanın zıddıdır. Âyet-i kerime'de kastedilen de odur.

Bazan nimet ve yapılan iyiliğin inkar edilmesi anlamına da kullanılır. Hz. Peygamber'in küsûf hadisinde kadınlar hakkındaki şu ifadesi şöyledir: "...ve cehennemi gördüm. Bugün gibi dehşet verici bir manzarayı hiçbir zaman görmüş değilim. Cehennem halkının çoğunluğunun da kadınlardan olduğunu  gördüm." Niçin böyledir ey Allah'ın Rasulu? diye sorulunca Hz. Peygamber \ şöyle buyurdu: "Küfürleri sebebiyle." Ona: Kadınlar Allah'ı inkâr edip kâ­fir mi oluyorlar? diye sorulunca şu cevabı verdi: "Onlar kocaya karşı nan­körlük ederler, iyiliğe karşı nankörlük   ederler. Onlardan birisine zaman boyunca iyilik yapsan sonra da senden birşey (eğrilik) görse: Zaten senden hayır namına birşey görmedim, der." Bunu Buharî ve başkaları rivayet etmiştir.[94]

Arap dilinde "el-kefr" asıl itibariyle gizlemek ve üstünü örtmek demektir. Şairin şu sözünde.olduğu gibi:

"Bir gece içinde ki (o gecedeki) bulutlar yıldızları gizlemiştir (kefera)." Geceye "kâfir" denilmesi de burdandır. Çünkü o siyahlığı ile herşeyi ört­müş olur. Şair der ki:

"Her ikisi de (erkek ve dişi deve kuşları) güzelce dizilmiş ve sağlam bir şekilde

koruma altına alınmış yumurtalarını hatırladılar. Güneş ışığını kâfir (gece) içinde bırakmaya koyulunca." Bu beyitteki "zükâ" güneş demektir. Şairin şu beyiti de böyledir:

"Tan yerinin ağarmasından önce geldiler ve Zükâ oğlu (Güneş) bir kefr'de (gece karanlığında) gizli idi." Denize ve büyük nehire de kâfir denildiği gibi, ekiciye de kâfir denilir. Çoğulu küffar gelir. Yüce Allah şöyle buyumaktadır: "Ekini ekincilerin (küf-far) hoşuna giden yağmur gibidir." (e\-Hadid, 57/20) Burada "küffar" ile ekin­ciler kastedilmektedir. Çünkü ekinciler tanelerin üstünü örterler. Rüzgarların üstünü toprakla örttüğü külü anlatmak için de üstü örtülmüş kül" denir. Hemen hemen hiç kimsenin konaklamadığı ve yolunun geçmediği yerin uzak bölgelerine de "kâfir" denilir. Bu gibi yerlere konaklayanlar ise, "ehlü'l-küfür" adını alırlar. "el-Kufûr" ile köy ve kasabaların kastedildiği de olur.

Yüce Allah'ın: "Onlar için birdir" buyruğunun anlamı şudur: Uyarman ile uyarmayı terketmen arasında onlar için bir fark yoktur, eşittir, demektir. Bu­rada soru edatının gelmesi, arada bir fark olmadığını göstermek içindir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunun gibidir: "Sen öğüt versen de vermesen de bizim için birdir." (eş-Şuarâ, 26/136) Şair de der ki:

"Ve bir gece ki karanlıklarında insanlar şöyle derler: Gözleri sağlam olan kadınlar da gözleri kör olanlar da birdir. " Yüce Allah'ın: "Onları inzâr etsen de" buyruğunda yer alan "inzâr" bil­dirmek ve tebliğ etmek demektir. İnzâr ancak korunup sakınmak için elveriş­li bir sürenin olması halinde yapılan korkutmalar hakkında kullanılır. Hemen hemen başka hallerde kullanılmaz gibidir. Eğer korunup sakınmak için gerek­tiği kadar zaman yoksa bu iş.'ar (bildirmek) olur, inzâr olmaz. Şair der ki:

"Mühlet olduğu halde Aiürt inzâr ettin

Sabah vaktinden önce, fakat Amr itaat etmedi. "

"Filan oğulları bu işten dolayı biribirlerini inzâr ettiler" ifadesi, o işten dolayı birbirlerini korkuttukları zaman kullanılır.

İlim adamları bu âyet-i kerimenin tefsiri hususunda farklı görüşlere sahip­tir. Bu âyet umumi olmakla birlikte, azap sözünün üzerlerine hak olduğu ve yüce Allah'ın kâfir olarak öleceğine dair ezeli bilgisi bulunduğu kimseler hak­kında özel anlam ifade eder denilmiştir. Bununla yüce Allah, belli bir kim­seyi tayin etmeksizin insanlar arasında durumu bu olan kimselerin bulun­duğunu bildiğini anlatmak istemiştir. İbn Abbas ve el-Kelbi der ki: Bu âyet-i kerime yahudilerin başkanları hakkında nazil olmuştur. Huyey b. Ahtab, Kâb b. Eşref ve benzerleri bunlar arasındadır.

er-Rabi' b. Enes de der ki: Bu âyet-i kerime Bedir günü savaşa katılan kesimlerin komutanları arasından öldürülenler hakkında nazil olmuştur. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Herhangi bir kimseyi bu şekilde tayin eden kişi, adeta küfür üzere öleceği hususunda ğaybın perdeleri kendilerine açılan kimseye benzetilmiştir. İşte bu şekilde küfür üzere ölecekleri Allah tarafından bilinen kimseler bu âyet-i kerimenin kapsamı içerisindedirler.

"İman etmezler" buyruğu ın haberi olarak ref mevkindedir. Yani şüp­hesiz inkar edenler iman etmezler, demektir.

"( Ol ) Şüphesiz" kelimesinin haberinin birdir" kelimesi olduğu da söylenmiştir. Bundan sonraki buyruklar ise sılanın yerini tutmaktadır. Bu görüşü İbn Keysan ileri sürmüştür. Muhammed b. Yezid de der ki: birdir" mübteda olmak üzere merfudur." Onları in­zâr etsen de etmesen de" buyruğu ise haberdir. Cümle tn haberidir.

en-Nehhas der ki: Yani onlar işi anlamazlığa vurduklarından dolayı uyar­manın onlara hiçbir faydası olmuyor.

Kıraat alimleri Onları inzâr etsen de" kelimesini farklı şekil­lerde okumuşlardır.

Medineliler, Ebu Amr, el-A'meş ve Abdullah b. Ebi İshak, birinci hemzeyi tahkik ikincisini de teshil ile olmak üzere şeklinde okumuşlardır. Halil ve Sibeveyh bu okuyuşu tercih etmiştir. Bu Kureyş ile Sa'd b. Bekrlilerin okuyuşudur. Şairin  şu sözleri de böyledir:

"Ey Cülâcil ile Neka arasındaki yumuşak kumların ceylanı Sen misin (o), yoksa Um Salim mi?"

Burada yer alan kelimesinde tek elif yazılır. Bir başka şair de şöy­le demiştir:

"Uzandım, elimi gözümün üzerinde siper edip baktım ve tanıdım onu;

Ona: Sen Zeydu'l-Eranib misin dedim."

İbn Muhaysin'in de bunu daha sonra elif olmaksızın tek hemze ile: şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. İki hemze bir araya geldiğinden dolayı elif hazf edilmiştir. Veya  kelimesi zaten istifhama de­lalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Kabileden geçip gider misin yoksa erken mi yola çıkarsın?

Biraz beklesen sana ne zararı olur?"

Sözlerinde de demeyerek hemzesiz olarak bu kelimeyi kullan­mış ve ile yetinip ayrıca elif kullanmamıştır.

İbn Ebi İshak'ın da: şeklinde iki hemzeyi tahkik ile ve iki hem­zeyi yan yana getirmemek için de aralarına elif sokarak okuduğu rivayet edil­miştir. Ebu Hatim der ki: Aralarına bir elifin girip ikinci hemzenin hafif okunması caizdir. Ebu Amr ve Nafî' de bu şekilde çokça okurlar. Hamza, Asım ve Kisai her iki hemzenin tahkiki ile, şeklinde okurlar. Ebu Ubeyd'in tercihi de budur. Ancak Halil'e göre bu uzak bir ihtimaldir. Sibeveyh de der ki: Böyle bir okuyuş kelimesinde olduğu gibi ağır gibi görünüyor. el-Ahfeş der ki: İki hemzeden birisinin hafif olması caizdir. Ancak bu kötü bir okuyuş şeklidir. Çünkü Araplar ancak söyleyişin ağır bulunmasından ve bir tanesinin husulünden sonra hafif okumaya yönelirler.

Ebu Hatim de der ki: Her iki hemzenin de hafifletilmesi caizdir. İşte bu­rada yedi kıraat vechini gördük. Kur'ân'ın dışındaki söyleyişlerde sekizinci bir vecih de caizdir. Kur'ân'ın dışında dememizin sebebi, bu sekizinci şek­lin çoğunluğun kabul ettiği okuyuş şekline aykırı düşmesindendir. Said el-Ahfeş der ki: Hemze yerine he getirilerek dediğin gibi denilir. el-Ahfeş yüce Allah'ın: işte sizler..." (Âl-i İmran, 3/66 ve 119) buyruğu hakkında: Bunun aslı: şeklindedir, demiştir.

7. Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üze­rinde perde vardır; onlar için büyük bir azap da vardır.

Bu buyruk ile ilgili açıklamalar on başlıkta ele alınacaktır. [95]

 

1- Kâfirin Mühürlü Kalbi ve Kâfir Kalplerin Diğer Nitelikleri:

 

"Allah... mühür vurmuştur." Yüce Allah, bu âyet-i kerimede onların iman etmelerine neyin engel olduğunu: "mühür vurmuştur" buyruğu ile açık­lamaktadır. kelimesi birşeyi mühürlemek için kullanılan dan mastardır. Mühürlenen şeye denilir. Mübalağalı ifade etmek isten­diği takdirde de kullanılır. Anlamı birşeyi örtmek ve bir başka şe­yin üzerine girmemesini sağlamak kastıyla emin olunacak hale getirmek de­mektir. kitabı (mektubu) ve kapıyı mühürledi ve benze­ri ifadeler de buradan gelmektedir. Bununla onun ağzına başka birşeyin ulaş­ması ve içine muhteviyatından başka birşeyin konulması önlenmek istenir.

Meani alimleri[96] şöyle demiştir: Yüce Allah, kâfirlerin kalplerini on nite­lik ile nitelemiştir: Hatm (mühürlemek) tab' (damgalamak) dîk (darlık), ma­raz (hastalık), reyn (kabuk bağlamak), mevt (ölüm), kasavet (katılık), insi-raf (haktan yüzçevirmek), hamiyet (taassub) ve inkâr.

İnkâra dair şöyle buyurmaktadır: "Onların kalpleri inkâr edicidir. Ve on­lar (büyüklük taslayan) müstekbirlerdir." (en-Nahl, 16/22)

Hamiyete dair de şöyle buyurmaktadır: "Hani kâfirler kalplerine hami­yeti (taassub ve kibiri) cahiliyye hamiyetini koymuşlardı." (el-Feth, 48/26).

İnsiraf (yüzçevirmeye) dair de şöyle buyurmaktadır: "Ve sonra yüzçevi-rip giderler. Allah da onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar an­lamayan bir toplulukturlar." (et-Tevbe, 9/127)

Kasavet (katılık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Allah'ı zikretmek­ten (anmaktan yüzçevirdikleri için) kalpleri kaskatı olanların vay haline." (ez-Zümer, 39/22); "Bundan sonra yine kalpleriniz taş gibi katılaştı." (el-Ba-kara, 2/74)

Mevt (ölüm) ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Bir ölü iken kendisi­ni dirilttiğimiz..." (e\-En'ava, 6/122); "Daveti kabul edenler ancak dinleyen­lerdir. Ölüleri ise Allah diriltecektir." (el-En'am, 6/36)

Reyn (günahların kalbi örtmesi) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Ha­yır, aksine onların kazandıkları kalplerini örtmüştür." (el-Mutaffifin, 83/14)

Maraz (hastalık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kalplerinde hasta­lık vardır." (el-Bakara, 2/10)

Dîk (darlık) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Kimi de dalâlette bırakmak dilerse onun da göğsünü daralttıkça daraltır." (el-En'am, 6/125)

Tab' (damgalama) hakkında da şöyle buyurmaktadır: "Bunun için de kalplerine damga vuruldu. Bu yüzden onlar anlamazlar." (el-Munafikun, 63/3); "Bilakis Allah, inkârları yüzünden kalplerinin üzerini damgala-mıştır." {en-Nısz, 4/155)

Hatm (mühürlemek) hakkında da bu âyet-i kerimede: " Allah kalpleri­ne. . . mühür vurmuştur." (el-Bakara 2/7) diye buyurmaktadır.

Bütün bu buyrukların yeri geldikçe -yüce Allah'ın izniyle- açıklamaları da yapılacaktır. [97]

 

2- Mühürlemek Nasıl Olur?

 

Mühürlemek; açıkladığımız gibi hissedilir ve maddi olabileceği gibi, bu âyet­te geçtiği gibi manen de olabilir. Kalplerin mühürlenmesi yüce Rabbimiz hak Teala'nın hitaplannın anlamını kavramamak ve âyetleri üzerinde düşünmemek­tir. Kulakların mühürlenmesi ise, kendilerine okunduğu zaman Kur'ân-ı Ke-rim'i anlamamaları ya da yüce Allah'ın vahdaniyyetini kabule çağrıldıkları za­man çağrıyı anlayamamaları demektir. Gözlerin mühürlenmesi ise, Allah'ın ya­rattıklarına ve san'atının hayret verici yönlerine dikkat etmemek, onlara ula­şamamaktır. İbn Abbas, İbn Mes'ud, Katade ve başkalarının bu âyet-i kerime ile ilgili açıklamalarının ifade ettiği mana budur. [98]

 

3- Allah'ın Hidâyet, Dalâleti, Küfür ve İmanı Yaratması ve Kaderiyye:

 

Bu âyet-i kerimede hidâyeti, dalaleti, küfrü ve imanı yüce Allah'ın yarat­tığının en açık bir delili, en anlaşılır bir ifadesi vardır. İşitenler ibret alınız; düşünenler hayret ediniz; şu kendilerinin iman ve hidâyetlerini yarattığını söy­leyen Kaderiye'nin akıllarına!... Mühürlemek, tab'etmek (damgalamak)ın kendisidir. Kalplerine, kulaklarına mühür vurulmuşken, gözleri üzerinde perde çekilmişken, gayretlerini ortaya koysalar dahi imanı nerede bulabile­cekler, ne zaman hidâyeti elde edebilecekler? Onları saptırmış, sağır etmiş, gözlerfni kör etmişken, Allah'tan başka onlara kim hidâyet verebilir? "Allah kimi saptırısa artık ona hidâyet verecek hiçbir kimse yoktur" (er-Rad, 13/33) Allah'ın bu yaptığı saptırdığı ve yardımsız bıraktığı kimse hakkında adaletin kendisidir..Zira o saptırdığı kimsenin lehine herhangi bir hak gerçekleşmiş olup da Allah o hakkı o kişiden alıkoymuyor ki adalet niteliği zail olsun. Ak­sine onlardan alıkoyduğu şey kendilerine ihsan etmek imkanına sahip bu­lunduğu lütfü ve keremidir. Yoksa onlar için hak olan birşeyi onlardan esir­gemiş değildir.

Kaderiyye: Mühür vurmanın, damgalamanın, perdelemenin anlamı, adlan­dırmak, hüküm vermek, onların iman etmeyeceklerini haber vermektir. Yoksa bunun fiilen yapılması değildir; dese;

Cevabımız şu olur: Bu tutarsızdır. Çünkü mühürlemenin ve damgalama­nın hakikati kalbin kendisi sebebiyle mühürlenmiş ve damgalanmış hale gel­diği fiildir. O bakımdan bu işin gerçek mahiyetinin adlandırmak ve hüküm olması düşünülemez. Çünkü: "Filan kişi mektubu damgaladı ve mühürledi" denildiği takdirde bu, hakikatte o mektubun kendisi sebebiyle damgalanmış ve mühürlenmiş hale geldiği fiildir. Yoksa öyle bir adın verilmesi ve öyle bir hükmün verilmesi değildir. Dilciler arasında bu hususta herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan ümmet şanı yüce Allah'ın kâfirlerin küfürleri­ne bir ceza olmak üzere, kâfirlerin kalplerini mühürlemek ve damgalamak­la kendi yüce zatını nitelendirdiği üzerinde icma etmişlerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, Allah küfürleri yüzünden kalplerini damgalamıştır." (en-Nisa, 4/155)

Ümmet, kâfirlerin kalplerinin peygamber, melekler ve müminler tarafın­dan mühürlenip damgalanmasının imkansız olduğu hususunda icma etmiş­lerdir. Eğer mühürleyip damgalamak, adlandırmak ve hüküm vermekten iba­ret olsaydı, bu işin peygamberler ve müminler için imkansız olmaması ge­rekirdi. Çünkü hepsi de kâfirleri kalpleri mühürlenmiş ve damgalanmış ola­rak adlandırırlar, onları dalalet içerisinde iman etmeyenler olarak bilirler ve bu hususta onlar hakkında hüküm verirler. Böylelikle mühürlemenin ve damgalamanın hüküm ve adlandırmadan farklı bir mana ifade ettiği kesin­lik kazanmış olur. Bu şanı yüce Allah'ın kendisi sebebiyle iman etmeyi en­gellediği, Allah'ın kalpte yarattığı bir manadır. Bunun delili; yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Biz böylece onu günahkarların kalplerine sokarız. Onlar bu­na inanmazlar." (el-Hicr, 15/12-13); "Halbuki Biz, onu anlamasınlar diye kalplerine perdeler... koyduk" (el-En'am, 6/25) ve benzeri başka buyruklar. [99]

 

4- Kalp:

 

".... kalplerine...." buyruğunda kalbin bütün organlardan üstün olduğu­nun delili vardır. Kalp, insan hakkında ve başkaları hakkında da kullanılır. Herşeyin arısı ve en şerefli bölümü o şeyin kalbidir. Kalb düşünce ve fikir yeridir. Kelime asıl itibariyle birşeyi başlangıcına doğru döndürüp çevirdiği­miz takdirde kullanılan o şeyi çevirdim, çeviriyorum, dön-dürüyorum"dan mastardır. Kabı yüzüstü döndürdüğümüz takdirde şöyle denilir. Daha sonra bu lafız asıl manasından hareketle canlının en şerefli olan şu organına ad olmuştur. Buna sebep ise oraya gelen düşün­celerin çok hızlı gelmesi ve dönüp durması, evirilip çevirilmesidir. Nitekim şöyle denilmiştir:

"Kalbe kalp adının verilmesi onun evrilip çevirilmesinden dolayıdır. O bakımdan kalbin için döndürülmekten ve çevirilmekten sakın."

İşte araplar bu masdarı bu şerefli organın adı olarak kullanmaya başladı­ğından dolayı, başındaki kaf harfini kalın okuyarak kendisi ile kelimenin as­lı arasında fark olduğunu göstermek istemişlerdir. İbn Mace'nin Ebu Musa el-Eş'ari'den rivayetine göre, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kalbin mi-/salı geniş bir arazide rüzgarların evirip çevirdiği bir tüye benzer."[100] İşte bu " anlam dolayısıyla Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Ey kalplere sebat veren Allah'ım, Senin itaatin üzre kalplerimize sebat ver."[101] Peygamber (s.a) kad-rinin büyüklüğüne, makamının yüceliğine rağmen böyle buyurduğuna gö­re, ona uyup bizim bu şekilde dua etmemiz öncelikle sözkonusu olmalıdır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına gi­rer." (el-Enfal, 8/24) Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. [102]

 

5- Kalbin Diğer Organların Amelinden Etkilenmesi:

 

 Organlar her ne kadar kalbe tabi ise de -onların başkanı ve hükümdarı ol-jpaasına rağmen- kalp organların işlediklerinden etkilenir. Çünkü zahir ile batın arasında bir ilişki vardır. Peygamber (s.a) de şöyle buyurmaktadır: "KişiV "' doğru söyler. Bunun üzerine onun kalbine beyaz bir nokta konur. Yine kişi bir yalan söyler ve bunun sebebiyle kalbi kararır."[103]

Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği ve sahih olduğunu belirttiği ha-,-.

dis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Kişi bir günah işlediği takdirde kal-___. bi kararır. Eğer tevbe ederse o zaman onun bu kalbi pürüzsüz olur." Daha  sonra şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın Kur'ân-ı Kerim'de: "Hayır, bilakis on­ların kazandıkları kalpleri üzerine bir perde çekmiştir." (el-Mutaffifin, 83/14) buyruğunda sözünü ettiği "er-rayn" işte budur.[104] Mücahid de der ki: Kalp avuç gibidir. Her bir günah sebebiyle ondan bir parmak kapanır. Son­ra da üzerine mühür basılır.

"Derim ki: Mücahid'in bu sözü ile Peygamber (s.a)'ın: "Şüphesiz vücutta bir et parçası vardır. O düzelirse vücudun tümü düzelir, o bozulursa vücudun tümü bozulur. Dikkat edin o kalptir."[105] buyruğunda mühürlemenin ger­çek anlamda olduğunun delili vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Denildiğine göre, kalp bir çeşit çam ağacına benzer. Bu aynı zamanda Mü­cahid'in sözünü desteklemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Müslim'in rivayetine göre Huzeyfe şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bize iki hadis-i şerif söyledi ki, bunlardan birisinin gerçekleştiğini gördüm ve şu an­da ikincisini beklemekteyim. O bize şunu anlattı: "Gerçek şu ki emanet yi­ğitlerin kalplerinin köküne nazil oldu. Sonra Kur'ân-ı Kerim nazil oldu ve Kur'ân'ı da öğrendiler sünneti de öğrendiler." Daha sonra bizlere emanetin | kaldırılmasından söz edip şöyle dedi: "Kişi uykuya dalar, kalbinden emanet i alınır. Geriye ufak bir nokta gibi onun izi kalır. Sonra bir daha uyur. Kalbin- i den emanet yine alınır ve onun ufak kabarcık gibi bir izi kalır. Tıpkı ayağın i üzerine yuvarladığın bir kor ateşin deriyi kabartması gibi. Sen onu   kabar-i mış görürsün fakat içinde hiçbir şey yoktur. -Sonra ufak bir çakıl taşı aldı ve ^ onu ayağının üzerine yuvarladı- İnsanlar sabah olur alışverişe koyulurlar. Hemen hemen hiç kimse emaneti yerine getirmez. O kadar k: Filan oğullan ara-  i sında güvenilir bir kimse vardır, denilir. O kadar ki: Bu adam ne kadar ki- , bar, ne kadar akıllı denilir, halbuki kalbinde hardal tanesi ağırlığında iman- ! dan eser yoktur. Bir zamanlar ben kiminle alışveriş yaptığıma aldırış dahi et­mezdim. Eğer bu kişi müslüman ise, (ve benim hakkım ona geçmiş ise) mut- ı laka dinine bağlılığı sebebiyle onu bana geri getirecek, şayet o bir hıristiyan i yahut bir yahudi ise, onun başındaki kişi o hakkımı bana geri getirir idi. Bu- gün ise, ben sizin aranızdan ancak filan ve filan ile alışveriş yaparım."[106] y Hz. Peygamber'in sözünü ettiği şekilde: "Ufak bir eser" ve "kabarcık" de­yip bunu "ayağına yuvarladığın bir kor ateş gibi" diye açıklaması ve: "Senin onu kabarmış görmen" ifadeleri bütün bunların kalbe, etki eden ve hissedi­lir şeyler olduğunu göstermektedir. İşte mühürlemek ve damga vurmak da böyledir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hz. Huzeyfe'nin rivayet ettiği şu hadiste de durum böyledir. Rasûlullah1^ (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Fitneler kalplere tıpkı bir hasır gibi çu- \ buk çubuk olarak aızedilir. Hangi kalbe bu fitneler içirilirse, ona siyah bir nüt- / ke konulur. Ve hangi kalp bunlara karşı çıkarsa ona beyaz bir nokta konur. V Nihayet iki türlü kalp ortaya çıkar: Birisi dümdüz kaya parçası gibi bembe-   j yazdır. Gökler ve yer devam ettiği sürece hiçbir fitnenin ona zararı olmaz. Diğeri ise, bulanık siyah ve yana meyletmiş bir testiyi andırır. Hiçbir marufu maruf olarak bilmez. Hiçbir münkere de karşı çıkmaz. Ancak kendisine/ Hçirilen hevayı bilir..."[107]

 

6- Kalbin Diğer Adları:

 

Bazan kalpten "tuâd" ile "sadr (göğüs)" diye de söz edilir. Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Biz onu senin kalbine (fuad) iyice yerleştirelim diye böyle yaptık." (Türkan, 25/32); "Biz, göğsünü senin için genişletmedik mi?" (el-İnşirah, 94/1) Her iki buyrukta da onun kalbi kastedilmektedir. Bazan kalp ile aklın da kastedildiği olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak bunda kalbi olan... kimse için elbette öğüt vardır." (Kaf, 50/37) Burada kastedilen akıldır. Çünkü kalp çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre aklın ye­ridir. Fuâd kalbin yeridir, sadr ise fuâdın yeridir. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır. [108]

 

7- Kulaklar ve Gözler:

 

İşitmeyi görmeye üstün tutanlar Yüce Allah'ın: "Kulaklarına" buyruğunu, lehlerine delil göstermişlerdir. Çünkü burada "kulaklar", "gözler"den önce zik­redilmiştir. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ne dersiniz? Eğer Allah kulaklarınızı ve gözlerinizi alsa...." (el-En'am, 6/46); "Size kulaklar, gözler ve gönüller verdi." (en-Nah\, 16/78) Bu görüşü savunanlar der ki: İşit­me ile altı yönden de idrak edilir. Aydınlıkta da karanlıkta da idrak edilir. Fa­kat ancak karşı tarafta olanlar görülür ve ışık ve aydınlık vasıtasıyla görmek mümkündür. Kelamcıların çoğunluğu ise görmenin işitmeden üstün olduğu­nu kabul etmişlerdir. Çünkü işitme ile ancak sesler ve sözler idrak edilir. Gör­me ile cisimler, renkler ve bütün şekiller idrak edilir. Bunlar derler ki: Gör­me ile alakalı olanlar daha çok olduğundan dolayı o daha üstündür. Ayrıca altı yönden görme ile idrakin mümkün olabileceğini de kabul etmişlerdir.[109]

 

8-  Gözlerin Çoğul Gelmesinin Sebebi:

 

Neden "gözler" çoğul geldi de "işitme" tekil gelmiştir diye sorulacak olursa, şu cevap verilir: Buna sebep bu kelimenin mastar olmasıdır. Çok hak­kında da az hakkında da kullanılır. Aynı zamanda "sem' (işitmek)" kendisi vasıtasıyla işitilen organın da adıdır. Bu organa fiilin masdarı isim olmuştur. Şöyle de denilmiştir: Burada "işitme" bir topluluğa izafe edildiğinde dolayı bununla topluluğun işitmelerinin kastedildiği anlaşılmaktadır. Şairin şu söz­lerinde olduğu gibi:

"O (uçsuz bucaksız) yollarda leşleri vardır kusurlu develerin;

kemiklerine gelince,

(Üzerlerindeki etler vahşi hayvanlar tarafından sıyrıldığından dolayı) parlak ve beyazdır. Derileri ise (güneşte suyu çekilmiş) kupkuru kesilmiştir." Şair burada çoğul olarak "derileri" kastettiği halde"deri" kelimesini tekil ola­rak kullanmıştır. Çünkü o topluluğun birtek derisinin olamayacağı bellidir. Bir başka şair de benzeri bir durum hakkında şöyle demektedir:

"Biz esir alınmışken öldürülmeyi olmayacak birşey sayma Boğazınızda bir kemik vardır ve biz kahrolduk."

Burda "boğazlarınızda" kastediyor. Bir başka şairin şu sözleri de bunun gibidir:

"Sanki o, kızmış iki Türk'ün suratı gibidir

Hızlıca atını sürüp mızrağı için hedef alan gibi."

Burada "iki yüz" kastettiği halde "iki Türkün suratı" demiştir. Çünkü iki kişinin tek bir yüzü olmayacağı bilinen bir şeydir. Bunun misali gerçekten çoktur.

Âyetin bu bölümü çoğul olarak: onların kulaklarına" şeklinde de okunmuştur. Anlamının "işitme yerlerine" olması da muhtemel­dir. Çünkü işitmeye mühür vurulmaz.. İşitme yerlerine mühür vurulur. Bu şe­kilde muzaf hazfedilmiş ve muzafun ileyh onun yerine kullanılmıştır. "Sem': İşitmek" dinlemek anlamında da kullanılır. Bu bakımdan "senin benim söz­lerimi dinlemen hoşuma gider" anlamında ifadesi kul­lanılır. Avcının sesine ve köpeklerin havlamasına kulak veren bir öküzün du­rumunu anlatan Zu'r-Rimme'nin şu beyiti de böyledir:

"Uzaktan uzağa gelen sese büyük bir maharetle kulak verdi O gizli sesi duymak için ve duyduğunda onun yalan yok, o bir gerçekti." (Sin harfinin esreli mim harfinin de sakin okunması ile): "es-Sim"1 şeklin­deki kelime insanın güzel bir şekilde sözkonusu edilmesi demektir. Yine kur­dun sırtlandan olma yavrusuna da "sim"' denir.

Burada kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Buna karşılık perde" kelimesi mübteda olarak merfudur ve ondan önceki ifade­ler de haberdir. "Kalpleri" buyruğu ile ona atfedilen kelimelerdeki zamirler şanı yüce Allah'ın ezelden beri iman etmeyeceklerini bildiği Kureyş kâfirle­ri hakkındadır. Bunun münafıklar, yahudiler hakkında olduğu söylendiği gi­bi bütün kâfirler hakkında olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu daha geneldir. Buna göre mühürlemek kalpler ve kulaklar, perdelemek ise gözler hak­kında sözkonusudur. Ğişâ, örtü, perde demektir. [110]

 

9- Perde:

 

Eğer örtüsü anlamına gelen tabiri de burdan gelmektedir. Bir-şeyi örtüp kapatmak için fiili kullanılır.  en-Nâbiğa der ki: "Zübyanoğullarma şanımı ne diye sormadın? Saçları ağarmış ve kumara katılmayıp kavmiyle birlikte etlerinden yiyen kimseyi duman örttüğü zaman." Bir diğer şair de şöyle demektedir:

"Gözüm üzerinde perde varken seninle arkadaşlık ettim.

Gözüm açılınca kendimi parçalarcasına kınadım."

İbn Keysan der ki: "Gişâve" kelimesinin çoğulunu yapmak isterseniz, son­daki "h" harfini hazfederek (sonu hemzeli) "ğişâ" dersiniz. el-Ferra, "edavi" gibi "ğeşavi" şeklinde yapılacağını da nakletmiştir.

Burada bu kelime şeklinde nasb ile ve: "Ve gözlerine perde çek­ti" anlamında da okunmuştur. O takdirde şairin şu sözlerine benzer:

"Ben ona saman ve soğuk su yedirdim."

Bir başka şair de buna benzer şöyle demiştir:

"Keşke senin kocan gitseydi

Kılıç ve mızrak kuşanmış olarak."

Burada önceki mısrada anlam "... ve ona su içirdim" şeklinde sonraki be­yitte ise: "Ve mızrak taşımış olarak" şeklindedir. Çünkü mızrak kuşanılmaz. ei-Farisi der ki: Normal genişlik ve tercih halinde böyle bir kullanım hemen hemen görülmez gibidir. Buna göre bu kelimenin ref" halinde okunması da­ha güzeldir. O takdirde aradaki "vav" harfi de cümlenin cümleye atfedilme­si olur. el-Farisi der ki: Ben "el-Ğişave"den gelen ve çekimi yapılan vav'lı bir fiil bilmiyorum.

Müfessirlerden kimisi şöyle demiştir: "Gişave: Perde" kulaklar ve gözler üzerindedir. Bu durumda kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Başkala­rı da şöyle demiştir: Mühürlemek hepsi hakkındadır. Gişave (perdelemek) ise mühürlemenin kendisidir. Buna göre ( iji^i- ) kelimesi üzerinde durak ya­pılır.

el-Hasen de ğayn harfinin ötreli okunması suretiyle şeklinde okur­ken Ebu Hayve de o harfi üstün olarak okumuştur. Ebu Amr'dan ise, şeklinde masdarın aslına irca ederek okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Keysan der ki: Bunun şekillerinde okunması caizdir. Fakat en güzel okuyuş şeklindedir. Araplar birşeyi kapsamak, üzerinde olmak an­lamında kullanılan herşey hakkında bu vezin ile bu kelimeleri kullanırlar. İmame (sarık), kinane (ok torbası), kilade (gerdanlık), isabe (başa bağlanan bez) ve benzeri şeyler. [111]

 

10- Kâfirlere Azap:

 

Şanı yüce Allah'ın: "Ve onlar için" buyruğundan kasıt yalanlayan kâfirler­dir. "Büyük bir azap vardır" buyruğu ile de bu azabın niteliği belirtilmekte­dir. Azaba örnek olarak kamçı ile vurmayı, ateş ile yakmayı ve buna benzer insana acı ve ıstırap veren şeyleri gösterebiliriz. Kur'ân-ı Kerim'de: "Ve mü'mirilerden bir grup onların azaplarına tanık olsunlar." (en-Nur, 24/2) diye buyurulmaktadır. Azab kelimesi, alıkoymak ve engellemekten türetilmiş­tir. "Onu filan şeyden alıkoyarım ve engellerim" anlamında: denilir. Suyun tatlılığını ifade etmek üzere "uzube" denilmesi de bundan ileri gelmek­tedir. Çünkü suyun arılaşmak ve ona karışan şeylerin ayrılmasını sağlamak üzere kapta alıkonulmak suretiyle tatlı olması sağlanmak istenir. Ali (r.a)'ın şu sözü de böyledir: yani hanımlarınızı dışarıya çıkmaktan alıkoyunuz" demektir. Yine Hz. Ali'nin bir askerî birliği uğurlar­ken şöyle dediği nakledilmektedir:

Nefislerinizi ka­dınları hatırlamaktan alıkoyunuz. Çünkü bu sizin gaza arzunuzu kırar." Her­hangi bir şeyden alıkoyduğun herkesi "azablandırmış olursun." Meselde şöyle denilmiştir: "Andolsun ben sana engelleyici bir gem takacağım." Yani insanlara yüklenmeni önleyecek bir engel takacağım, demektir. Birşeyden im­tina etmek anlamında imtina etti, başkasını alıkoymak anlamında da: başkasını alıkoydu" denilir. Buna göre bu fiil hem lazım (ge­çişsiz), hem de müteaddi (geçişli )dir. Azaba bu adın veriliş sebebi, ona mahkum olan kimseden insan bedenine uygun gelen her türlü hayırın alıko­nulup engellenmesi, bunun zıddı olan şeylerin ise üzerine yağdırılması, boşaltılmasıdır.

8- İnsanlardan kimisi: «Allah'a ve âhiret gününe inandık derler.» Halbuki onlar iman etmiş değillerdir.

Buyruğu ile ilgili açıklamalar yedi başlık halinde ele alınacaktır: [112]

 

1- Sûre'nin İlk Ayetleri:

 

İbn Cureyc, Mücahid'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Bakara sûresinde mü'minler hakkında dört âyet, kâfirlerin nitelikleriyle ilgili iki âyet, mü­nafıklar hakkında da onüç âyet-i kerime nazil olmuştur." Esbat'ın es-Süddi'den yüce Allah'ın: "İnsanlardan... " buyruğu hakkında: Onlar münafıklardır, dediğini rivayet etmektedir. Sufi alimleri der ki: "en-Nas" bir cins ismidir. Ve­li (dost) edinilen kimselere ise cins ismiyle hitap edilmez. [113]

 

2- Dilcilere Göre "en-nâs":

 

Nahivciler "en-nas" kelimesi hakkında farklı görüşlere sahiptir. Bunun ço­ğul isimlerinden birisi olup "insan" ile "insane" kelimesinin lafzı değiştirile­rek çoğulu olduğu ve bunun küçültülmüş isminin "nüveys" olduğu belirtil­miştir. Buna göre en-nas kelimesi hareket anlamına gelen en-nevs'ten gel­mektedir. O bakımdan " Hareket etti, eder" denilir. Umm Zer' ha-"disi diye bilinen hadiste de şu ifadeler geçmektedir: "Kulaklarıma aşağı doğru sarkan ve hareket eden küpeler verdi."[114]

Bunun Unuttu" kökünden geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Âdem (a.s) Allah'ın ahdini unuttuğundan dolayı "insan" adını almıştır. ^Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Adem unuttuğundan (ya da; Âdem'e' îjjnutturulduğundan) dolayı onun zürriyyeti de unuttu."[115]

Kur'ân-ı Kerim'de de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e vahyettik ve o unuttu." (Taha, 20/115) İleride ge­lecektir. Buna göre insan kelimesinin başındaki hemze fazladandır. Şair der ki:

"Bu ahidleri sakın unutma. Çünkü,

Sen unutkan olduğun için sana insan adı verildi."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Eğer önceden sana vermiş olduğum sözleri unutursam

Bağışla. Çünkü ilk unutan kişi insanların ilkidir."

İnsana bu adın veriliş sebebinin onun (Hz. Adem'in) Havva ile ünsiyeti olduğu da söylenmiştir. Rabbiyle ünsiyeti dolayısıyla bu adın verildiği de söy­lenmiştir. O takdirde kelimenin başında bulunan hemze aslî harflerden olur. Şair der ki:

"İnsana ancak ünsiyyeti dolayısıyla bu isim verilmiştir Kalbe ise ancak dönüp durmasından (niyetleriyle evirilip çevirilmesinden)

bu ad verilmiştir." [116]

 

3- Münafıklar da Bir Çeşit Kâfirdir:

 

Yüce Allah, önce müminleri sözkonusu etti. Şeref ve faziletleri dolayısıy­la önce onların niteliklerini belirtti. Daha sonra onların zıddı olarak kâfirle­ri zikretti. Çünkü küfür ve iman iki ayrı taraftır. Arkasından münafıkları zik­redip az önce kendilerinden söz ettiği kâfirlere kattı. Çünkü yüce Allah: "On­lar iman etmiş değillerdir" buyruğu ile mü'min olmadıklarını belirtmekte­dir. Bu buyruk ile Kerramiye'nin: "Kalp inanmasa dahi iman dil ile söylemek­ten ibarettir." görüşü reddedilmektedir. Buna delil olarak da yüce Allah'ın: "Allah da onları söylediklerinden dolayı... mükafatlandırdı" (el-Maide, 5/85) buyruğunu delil gösterir ve derler ki: Burada yüce Allah: "Söyledikle­rinden ve kalplerinde gizlediklerinden dolayı" diye buyurmamıştır. Delil. jOİarak Hz. Peygamber'in şu sözlerini de gösterirler: "Ben insanlarla la ilahem ^'illallah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum. Bunu söyledikleri takdir-, de ise kanlarını ve mallarını bana karşı korumuş olurlar."[117]

Ancak onların ileri sürdükleri bu görüş bu konuda kusurlu olduklarını ve donukluklarını ortaya koymakta: Kur'ân ve Sünnnetin söz ve inanç ile bir­likte amelde de bulunmak gerektiğini belirten buyrukları üzerinde düşünme-('yi terkettiklerini göstermektedir. Oysa Rasûlullah (s.a) şöyle de buyurmuş-"y tur: "İman, kalp ile bilmek, dil ile söylemek, azalar ile de amel etmektir." Bu-Vnu İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir.[118]

Buna göre Sicistanlı Muhammed b. Kerram'ın ve onun görüşünü kabul edenlerin benimsedikleri kanaat nifakın kendisi ve bizzat ayrılıktır. Yardım­sız bırakılmaktan ve kötü inançtan Allah'a sığınırız. [119]

 

4- Mü'min ve Kâfir'in Türleri:

 

Bizim (Mâliki mezhebine mensup) ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: Mü'min iki türlüdür: Birisi Allah'ın sev­diği ve dost edindiği mümin, diğeri ise Allah'ın sevmediği ve dost edinme­diği, aksine buğzedip düşmanlık ettiği mü'min. İman ile vefat edeceğini bil­diği her mü'mini Allah sever, onu dost edinmiştir, ondan razıdır. Allah kü­für üzere öleciğini bildiği herkese de buğdezer, ona gazap eder, ona düşman­dır. Ancak bu onun imanı sebebiyle değildir. Aksine, vefatı esnasındaki kü­für ve dalaleti dolayısıyladır.

Kâfir de iki türlüdür. Birisi kaçınılmaz olarak ceza görecek, diğeri ceza gör­meyecek kâfirdir. Ceza görecek olan kâfir, küfür üzere ölen kişidir. Allah böy­le bir kimseye gazap eder ve ona düşmandır. Cezalandırılmayacak kişi ise iman üzere ölen kişidir. Yüce Allah böyle birisine azap etmez, buğzetmez, aksine onu sever, onu dost edinir. Hali hazırdaki küfrü sebebiyle değil, iman üzere vefat edeceğinden dolayı böyledir. [120]

 

5- Mutlak Olarak Sevap Ya da Ceza Göreceğini Söylemek:

 

Buna göre mutlak olarak: "Mü'min, sevap kazanmayı hakeder, kâfir de ce­zayı hakeder" demek caiz değildir. Aksine bunun iman ile kayıtlı olarak söy­lenmesi gerekir. İşte bundan dolayı şöyle deriz: Putlara taptığı esnada, yü­ce Allah Hz. Ömer'den razı idi. Onun sevap kazanmasını murad ediyor, cen­nete gitmesini istiyordu. Puta taptığından dolayı değil, fakat mü'min olarak vefat edeceğinden dolayı böyle idi. Diğer taraftan, ibadet ettiği esnada bi­le İblis'e gazap etmiş idi. İbadet ettiği esnadaki halinden dolayı değil, sonun­da küfür üzere öleceğinden dolayı.

Bu hususta Kaderiye farklı bir kanaat belirterek muhalefet etmiş ve şöy­le demiştir: Hayır, ibadeti esnasında Allah İblis'e gazap etmemiştir. Putlara taptığı vakit de Allah Ömer'den razı değildi. Ancak bu görüş tutarsızdır. Çün­kü şanı yüce Allah İblis'in (Allah'ın laneti üzerine olsun) ne halde öleceği­ni bildiği gibi, Hz. Ömer'in de ne şekilde vefat edeceğini ezelden beri bili­yordu. Böylelikle Allah'ın İblis'e ezelden beri gazap ettiği ve Ömer'i sevdi­ği sabit olmuş olur. Buna delil ümmetin şu husus üzerine icma etmiş olma­sıdır: Şanı yüce Allah cehennem ehlinden olduğunu bildiği kimseyi sevmez. Aksine o kimseye gazap eder. Diğer taraftan cennet ehlinden olduğu kim­seleri de sever. Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz ki amer-ler, son hallere göredir."[121] Bu bakımdan sûfî ilim adamları şöyle der: İman kulun söz ve fiil olarak kendisiyle süslenip bezendiği şeyler değildir. İman, ezelden beri kişinin mutluluğuna dair cereyan etmiş olan hükümdür. Bunun beden üzerinde ortaya çıkması ise, kimi zaman iğreti olarak sözkonusu ola­bilir, kimi zaman da bir hakikat olarak ortaya çıkabilir.[122]

Derim ki: Bu, Müslim'in Sahih'inde ve başka hadis kaynaklannda =abit olan Abdullah b. Mes'ud'un şu hadisindeki ifadeyi dile getirmektedir: Al dulları b. Mes'ud dedi ki: Doğru söyleyen ve doğruluğu tasdik edilen Rasûlulîah bi­ze anlattı: "Sizden her bir kimsenin yaratılışı annesinin karnında kırl£ gün tutulur. Sonra bunun kadar bir süre alaka (sülüğü andıran bir kan pıhtısı) olur: \ Sonra bunun kadar bir süre bir çiğnemlik (et parçası) olur. Sonra Allah me- i leği gönderir. Bu melek ona ruh üfler. Ona dört husus emredilir: Rızkını, ece­lini, amelini bedbaht mı yoksa mutlu mu olacağını yazması emredilir. Ken- i dişinden başka hiçbir ilah bulunmayan adına yemin ederim, sizden herhangi bir kimse, cennet ehlinin amelleriyle amel eder. O kadar ki kendisi ile cen­net arasında sadece bir arşınlık mesafe kalır, fakat onun için takdir edilen hü-'     küm onu geçer ve cehennem ehlinin ameli ile iş yapar ve böylelikle oraya  . girer. Ve yine sizden herhangi bir kimse cehennem ehlinin ameli ile amel eder, o kadar ki kendisi ile cehennem arasında bir arşınlık mesafe kalır. Fakat onun hakkında yazılmış olan hüküm onu geçer ve cennet ehlinin ameli ile amelde bulunarak oraya girer."[123]

 

6- İman ve Amel:

 

Denilse ki: İmam, hadis hafızı, Ebu Muhammed Abdülğani b. Said el-Mıs-rî'nin zındıklık sebebiyle asılmış Muhammed b. Said eş-Şami'den -ki bu ; i Muhammed b. Ebu Kays'tır- onun Süleyman b. Musa'dan -ki bu da el-Eşdak j diye bilinir- onun Mücahid b. Cebr'den, onun İbn Abbas'tan rivayetine gö- ; re: Bize Ebu Rezin el-Ukayli haber vererek dedi ki: Rasûlullah (s.a) bana de- / di ki: "Ey Ebu Rezin, ben ve sen tadı hiçbir şekilde değişmeyen bir sütten/ (cennette) içeceğiz" Ben dedim ki: Allah ölüleri nasıl diriltir? Bana şu ceva-i' <n    bı verdi: "Kurumuş halde sana ait olan bir araziden hiç geçtin mi, sonra ay-   7 )  nı yerden  geçerken onun yeşermiş olduğunu, sonra aynı yerden geçerken \ tekrar kurumuş olduğunu, sonra aynı yerden geçerken yine yeşermiş oldu­ğunu hiç gördün mü?" Ben: Gördüm, deyince Hz. Peygamber şöyle buyur­du: "İşte öldükten sonra diriliş de böyledir." Ben yine: Benim mü'min oldu­ğumu nasıl bilebilirim? dedim şu cevabı verdi: "Bu ümetten -İbn Ebi Kays der ki: Veya benim ümmetimden diye buyurdu- olan herkes bir iyilik yapar, bu­nun iyilik olduğunu bilir ve buna karşılık Allah'ın kendisine hayır ile karşı-i     lık vereceğini bilirse veya bir kötülük işler, bunun kötülük olduğunu bilir, Al­lah'ın buna karşılık ona kötü bir ceza vereceğini yahut o kötülüğü ona bağışlayacağını bilirse o kişi muhakkak mü'mindir."[124]

Derim ki: Bu hadis-i şerif senet itibariyle her ne kadar güçlü değil ise de manası doğrudur ve İbn Mes'ud tarafından rivayet edilen az önce kaydet­tiğimiz hadis-i şerife aykırı değildir. Çünkü o hadis-i şerifteki ifade ölüm ha­li ile alakalıdır, Peygamber (s.a)'ın: "Ameller ancak sonuçlan iledir" hadisi­ni andırmaktadır. Bu hadis-i şerif ise, böyle olan kimsenin o haliyle mü'min olacağını göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [125]

 

7- Münafık'a Bu Adın Veriliş Sebebi:

 

Dil alimleri der ki: "Münafık"a münafık deniliş sebebi, içinde gizlediğin­den başka birşeyi açığa vurmasıdır. Bu isimin ona verilmesiyle o, yafean fa­resi denilen hayvana benzetilmiştir. Bu cerboa (Arap tavşanı, yaban faresi) denilen hayvanın "en-Nafika (bugünkü diliyle tünel anlamında)" adını alan bir deliği bulunur. İkinci bir deliği daha vardır ki o deliğin adı da "el-Kâsiâ"dır. Bu hayvan yeri deler, içeri girer. Yerin yüzeyine yakın ve toprağı inceltince-ye kadar deliğini sürdürür. Herhangi bir tehlike sezdiği vakit kafası ile bu top­rağı iter ve dışarı çıkar. O bakımdan bu hayvanın deliğinin dışı toprak, içe­risi ise, kazılmış halde olur. Münafıkın durumu da işte böyledir. Onun dış gö­rünüşü iman, içi ise küfürdür. Bu anlamdaki açıklamalar daha önce geçmiş bulunuyor. [126]

 

9- Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar, halbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar da farkına varmazlar.

 

Aldatmak Bozgunculuktur:

 

İlim adamlarımız der ki: "Allah'ı... aldatmaya çalışırlar" buyruğu, ken­dilerince ve kendi kanaatlerine göre onu aldatmaya çalışırlar demektir. Al­lah'ın bu şekilde buyurmasının sebebi, yaptıkları işin, aldatmak isteyen kimsenin işine benzediğinden dolayıdır. Bu ifadede bir hazf (söylenmemiş bir lafız)ın olduğu da ileri sürülmüştür. Bunlara göre ifadenin takdiri şöyle­dir: "Onlar Rasûlullah (s.a)'ı aldatmaya çalışırlar." Bu görüş el-Hasen ve başkalarından rivayet edilmiştir. Bu şekilde onların Allah'ın Peygamberini al­datmaya çalışmaları bizzat Allah'ı kandırmaya çalışmak gibi değerlendirilmiş olur. Çünkü Allah onları peygamberine verdiği risalet aracılığıyla çağırmak­tadır. Aynı şekilde mü'minleri aldatmaya çalıştıkları vakit de Allah'ı aldatma­ya kalkışmaları demektir.

Onların aldatmaya çalışmaları, içlerinde gizledikleri küfre uymayan açığa vurdukları imanlarıdır. Bu şekilde davranmakla kanlarını ve mallarını korumak isterler. Böylelikle kurtulduklarını ve karşılanndakini aldattıklannı sanırlar. Bu­nu tefsir ilmiyle uğraşan birtakım kimseler söylemiştir. Dil bilginleri de der ki: Arap dilinde aldatma (el-had')ın asıl anlamı, fesat ve bozuluştur. Bunu Saleb İbnu'l-Arabi'den nakletmekte ve şu beyiti buna delil göstermektedir:

"Rengi beyaz tadı lezzetlidir Tükürük bozulursa da yine tükürüğü hoştur."

Derim ki: Buna göre "Allah'ı aldatmaya çalışırlar" buyruğunun anlamı şöyle olur.- Onlar kendileriyle Allah arasındaki hallerde riyakarlıkta bulunmak suretiyle iman ve amellerini bozarlar. Nitekim Peygamber (s.a) den de - ile­ride açıklanacağı üzere- bu şekilde açıklandığına dair rivayet gelmiştir. Kur'ân-ı Kerim'de de: "İnsanlara karşı riyakarlık yaparlar" (en-Nisa, 4/142) diye buyurulmaktadır.

Bunun asıl itibariyle gizlemek demek olduğu da söylenmiştir. Eşyanın içe­risinde bulunduğu evin gizli saklı tarafına da "el-mehda" tabirinin kullanıl­ması da buradan gelmektedir. Bunu İbn Faris ve başkaları nakletmektedir. Araplar da Kertenkele yuvasında gizlendi" derler. Yüce Allah'ın: "Halbuki onlar ancak kendilerini aldatırlar" buyruğun­da bir olumsuz ifade ve bir olumluluk vardır. Yani bu aldatmanın akıbeti yal­nızca kendilerini bulur. "Her kim asla aldatılamayanı aldatmaya kalkışırsa, an­cak kendisini aldatır" diye bir söz de vardır. Bu doğrudur. Çünkü aldatmak ancak gizlilikleri bilemeyen kimseye karşı yapılabilir. Gizlilikleri bilen kim­seyi aldatmaya kalkışan ancak kendisini aldatmış olur.

Bu aynı zamanda Allah'ı tanımadıklarını da göstermektedir. Çünkü onlar Allah'ı tanımış olsalardı O'nun asla aldatılamayacağını da bilirlerdi. Hz.Pey-; 'gamber'in şöyle buyurduğuna daha önce dikkat çekilmişti: "Allah'ı aldatma­ya çalışma. Çünkü her kim Allah'ı aldatmaya kalkışırsa Allah onu aldatır ve yo kişi eğer farkında ise aslında kendisini aldatır." Bunu duyanlar: Ey Allah'ın ( ' peygamberi, Allah nasıl aldatılmaya çalışılabilir ki? deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Sen Allah'ın sana emrettiği şeyi yaparsın, fakat bu işi yaparken O'ndan başkasını amaç olarak gözetirsin."[127]                                

Yüce Allah'ın da ne şekilde aldattığı: "Allah onlarla alay eder" (el-Baka-ra, 2/15) buyruğu tefsir edilirken açıklanacaktır.

Nafi', İbn Kesir ve Ebu Amr, bu kelimeyi her iki yerde de lafızlar arasın­da da cinas olsun diye şeklinde okumuşlardır. Asım, Hamza, Ki-sai ve İbn Amir ise ikinci kelimeyi şeklinde okumuşlardır.

Bu kelimenin mastarı Hı harfinin esreli okunuşu ile ve şeklindedir. Bunu Ebu Zeyd nakletmiştir. Muverrik el-İcli ise, ya harfini öt-reli, hı harfini üstünlü, dal harfini şeddeli olmak üzere ve çoğul ifade ede­cek şekilde Allah'ı çokça aldatmaya çalışırlar" şeklinde okumuştur. Ebû Tâlût Abdüsselâm b. Şeddâd ile el-Cârûd ise, ya harfi ötreli, hı harfi sakin ve dal harfi üstün olmak üzere şeklinde ve: "Ancak ken­dileri tarafından aldatılmaktadırlar" anlamında okumuşlardır. Bu okuyuşa gö­re, aradaki harf-i cer hazfedilmiş olur. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuş­tur: Musa kavmini (n arasından)., seçti" (el-A'râf, 7/155) anlamını ifade eder.

Yüce Allah'ın: "... farkına varmazlar" buyruğunun anlamına gelince, yani onlar bu aldatmalarının vebalinin tekrar kendilerine döneceğini bilmez­ler. Bu aldatmaları sayesinde kurtulduklarını ve amaçlarına ulaştıklarını sa­nırlar. Ancak bu, dünyada böyledir. Âhirette ise, -ileride de görüleceği gibi-onlara: "Geride bıraktığınıza dönün de nur arayın" (el-Hadid, 57/13) deni­lecektir.

Dilciler der ki: birşeyin farkına varıldığı zaman: Farkına vardım" denilir. Şair kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü şair başkasının farkına varamadığı, değişik birtakım anlamların farkına varabilir. Arapların: Keşke bilmiş olsaydım, anlamında kullandıkları şeklindeki de­yimleri de buradan gelmektedir. [128]

 

10. Kalplerinde hastalık vardır. Allah onların hastalıklarını artırdı. Yalan söylediklerinden dolayı onlara acıklı bir azap vardır.

 

Hasta Kalpliler:

 

"Kalplerinde hastalık vardır" buyruğu mübteda ve haberdir. "Hastalık" onların inançlarındaki bozukluğu ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmış bir deyimdir. Bu ise ya şüphe ve münafıklıktır veya inkâr ve yalanlamaktır. Anlamı şudur: Günah işlemek kastı sebebiyle, tevfik, koruma ve destekten uzak olduğundan dolayı kalpleri hastadır. Dil bilgini İbn Faris der ki: Hastalık bir rahatsızlık yahut bir münafıklık veya herhangi bir işteki kusur dolayısıyla in­sanın sıhhat sınırlarının dışına çıkmasına sebep olan herşeyin adıdır.

Kur'ân okuyucuları: hastalık" kelimesindeki "ra" üstün okuna­cağı üzerinde icma etmişlerdir. Ancak el-Esmai'nin Ebu Amr'dan rivayetine göre o "ra" harfini sükûnlu okumuştur.

"Allah onların hastalıklarını artırdı." Bu onlara bir bedduadır, denilmiş­tir. Küfürlerine karşılık ceza olmak üzere Allah onların şüphelerini, münafık­lıklarını, yardımsız kalıp zayıflıklarını, güçsüz kalıp acizliklerini daha da ar-tırsrn, demek olur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Ey rüzgarları güneyden ve saba (doğu)dan gönderen

Zeyd (kabilesi) gazaplandı mı sen de onların gazaplarım artır."

Yani, kendilerini kızdıran şeyin intikamını almak fırsatını verme.

Buna göre bu âyet-i kerimede münafıklara beddua etmenin, onları kovup uzaklaştırmanın caiz olduğuna delil vardır. Çünkü münafıklar Allah'ın yarat­tıklarının en kötüleridir.

Bu buyrukla yüce Allah onların hastalıklarının daha da arttığını haber ver­mektedir. Yani Allah onların hastalıklarına hastalık katmıştır, demek olur. Ni­tekim bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır. "Onların küfürleri­ne küfür katıp artırdı ve onlar kâfir olarak öldüler." (et-Tevbe, 9/125)

Meânî bilginleri de der ki: "Kalplerinde hastalık vardır"ın anlamı: Onlar dünyaya meyledip dünyayı sevmeleri, âhiretten yana gafil olup ondan yüz-çevirmeleri dolayısıyla kalplerinde hastalık vardır. "Allah onların hastalıkla­rını artırdı" buyruğunun anlamı da: Allah onları kendi hallerine bıraktı. Dünyanın bütün keder ve endişelerini onlar için bir araya getirdi. Bunlardan vakit bulup da dinlerine gereken önemi vermeye fırsat bulamadılar. "Onla­ra acıklı bir azap vardır." Fani olanlar sebebiyle kalıcı bir azapları olacaktır.

Cüneyd der ki: Azaların hastalanması bedendeki rahatsızlıklardan dola­yı olduğu gibi, kalplerin hastalıkları da hevâya uymaktan kaynaklanır.

"Onlara acıklı bir azap vardır" buyruğunda yer alan "elim (acıklı)" ke­limesinin arap dilindeki anlamı, acı veren, can yakan demektir.

Nitekim "es-Semî"' kelimesi de işittiren anlamına kullanılır. Zu'r-Rimme bir devenin niteliğini anlatırken, şöyle der:

"Uzun boylu develeri hızlıca koşturturuz

Yüzlerine elim (yakıcı) bir ısı vurarak."

Acı ve ıstırap verdiği takdirde kelimesi kullanılır. Ağrıtmak anlamı­na kelimesi, ağrı anlamına da (kelimesi kullanılır. Acı ve ıs­tırap duymayı ifade etmek ivçin de kelimesi kullanılır. "Elim" kelime­sinin çoğulu, "ulemâ şeklinde gelir, kerim ve kürema gibi. A'lâm da "eşraf" kalıbında acılar anlamındadır.

"Yalan söylediklerinden dolayı....." yani peygamberleri yalanlayıp yü­ce Allah'ın buyruklarını reddedip âyetlerini yalanladıkları için. Bu açıklamayi Ebu Hatim yapmıştır. Asım, Hamza ve Kisai ( oJ>J&ı ) şeklinde okumuş­lardır. "Yalan söylemeleri ve iman etmedikleri halde iman ettik demeleri se­bebiyle..." demek olur. [129]

 

Münafık Niçin Öldürülmez?

 

Peygamber (s.a)in münafıklıklarını bildiği halde münafıkları neden öldür­mediği hususunda ilim adamlarının dört ayrı görüşü vardır:

1- Kimi ilim adamı şöyle demektedir: Onları öldürmeyişinin sebebi ken­disinden başka onların durumunu bilenin olmayışıdır. İlim adamları çok bü­yük bir çoğunlukla Hakim'in kendi bilgisine dayanarak öldürme cezası ver­meyeceğini kabul ederler. Ancak diğer hükümler hususunda farklı görüşle­re sahiptirler. İbnü'l-Arabi der ki: Şu kadar var ki bu görüş çürüktür. Çünkü el-Mücezzer b. Ziyad'a karşılık olarak (kısasen) el-Haris b. Süveyd b. es-Sa-mit öldürülmüştür. Çünkü el-Mücezzer, el-Haris'in babası olan Süveyd'i (ca-hiliyye döneminde Evs ile Hazrecliler arasında cereyan eden) Buas günü sa­vaşında öldürmüştü. Ancak el-Haris İslâm'a girmiş ve Uhud savaşında el-Mü-cezzer'in gafil olduğu bir anı yakalayarak Uhud günü öldürmüştü. Durumu Cebrail, Peygamber (s.a)'a haber verince ona karşılık olmak üzere el-Haris'i öldürdü. Çünkü el-Mücezzer'in öldürülüşü hile (gafil avlayarak) ile olmuş­tur. Gafil avlayarak öldürmek karşılığında ölüm cezası ise, Allah'ın hadlerin­den birisidir.

Derim ki: Böyle bir açıklama İbnü'l-Arabi gibi bir imamın bir yanılmasıdır. Çünkü sözü geçen icma eğer sabit olmuş ise bu, sözü geçen olayın hükmü­nü bozmaz. Çünkü icmaın gerçekleşmesi ve sabit olması, ancak Peygamber (s.a)'ın vefatı ve vahyin kesilmesinden sonra olur. Buna göre bu, vahiy ile mu­ayyen bir olay hakkında verilmiş bir hüküm demektir. O bakımdan bu delil gösterilemez. Veya icma ile neshedilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

2- Şafii mezhebi alimleri der ki: Onları öldürmeyişinin sebebi, küfrünü giz­leyen imanını açığa vuran kişi demek olan, zındıkın tevbe etmesinin istenip öldürülmeyişidir. İbnü'l-Arabi der ki: Ancak bu bir vehimdir. Çünkü Peygam­ber (s.a) münafıkların tevbe etmelerini istemediği gibi, bunu kimse de nak­letmiş değildir. Hiçbir kimse de: Zındıkın tevbe etmesinin istenmesi vacip­tir, demiş değildir.[130] Peygamber (s.a) onların durumlarını bildiği halde on­lardan yüzçeviriyordu. İşte Şafii mezhebi mensuplarından sonradan gelmiş bir kişi şöyle demektedir: Zındıkın tevbe etmesini istemek caizdir, şeklinde­ki bir görüş sahih olarak kimseden nakledilmiş değildir.

3- Peygamber efendimizin onları öldürmeyişi maslahat dolayısıyladır. Bu da kalplerin ondan uzaklaşmayıp ona ısınması içindir. Bu hususa Peygam­ber (s.a) Hz. Ömer'e söylediği: "Benim ashabımı öldürdüğümden insanla­rın söz etmesinden Allah'a sığınırım" buyruğu ile bu hususa işaret etmekte­dir. Bu hadisi Buharı ve Müslim rivayet etmiştir.[131]

Peygamber (s.a) kalplerini İslâm'a ısındırmak istediği kimselere (müelle-fetu'l-kulub) kötü bir inanca sahip olduklarını bilmekle birlikte ısındırmak gayesiyle bağışlarda bulunurdu. Bu hem bizim ilim adamlarımızın (Maliki mezhebi alimlerinin) hem de başkalarının görüşüdür.

İbn Atiyye der ki: Bu, Rasûlullah (s.a)'ın münafıkları öldürmekten uzak duruşu ile ilgili olarak Malikî mezhebine mensup ilim adamlarının izlediği yol­dur. Bunu Muhammed b. el-Cehm, Kadı İsmail, el-Ebheri ve İbnu'l-Macişun açıkça ifade etmişlerdir. Delil olarak da yüce Allah'ın şu buyruğunu göste­rirler. "Eğer münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunanlar.... ve korlukla öldürülürler" (el-Ahzab, 33/60-61)

Katade der ki: Bunun anlamı, münafıklıklarını açıkça ilan ettikleri takdir­de öldürülürler, şeklindedir.

İmam Malik der ki: Rasûlullah (s.a) dönemindeki münafıklık bizim günü­müzdeki zındıklığın aynısıdır. Zındıklık ettiğine dair tanıklık edilecek olur­sa tevbe etmesi istenmeksizin öldürülür. Aynı zamanda bu Şafii'nin iki gö­rüşünden birisidir. Yine İmam Malik der ki: Rasûlullah (s.a)'ın münafıkları öl­dürmekten uzak durması, ümmetine hakimin kendi bilgisine dayanarak hü­küm veremeyeceğini beyan içindir. Çünkü münafıkların durumları hakkın­da başkaları tarafından şahitlik edilmiş değildir.

Kadı İsmail der ki: Abdullah b.Ubey b. Selam hakkında Zeyd b. Er-kam'dan başkası (münafıklığa dair) şahitlik etmemiştir. el-Cülas b.Süveyd hak­kında da onun himayesinde bulunan üvey evladı Umeyr b. Sa'd'dan başka­sı şahitlik etmemişti. Eğer bunlardan herhangi bir kimseye karşı iki kişi kâ­fir ve münafık olduğuna dair şahitlik ederse öldürülür.

İmam Şafii ise öteki görüşünü delillendirmek üzere şöyle demektedir: Hak­kında zındıklık ettiğine dair şahitlikte bulunulup da bunu inkâr edip iman et­tiğini ve İslâm'ın dışında her dinden uzak olduğunu belirten bir kimse hak­kındaki sünnet (uygulama), kanının akıtılmayacağı şeklindedir. Re'y sahip­leri, Ahmed, Taberi ve başkaları da bu görüştedir.

Şafii ve mezhebine mensup ilim adamları şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a)'ı münafıklan öldürmekten alıkoyan -onların münafık olduklarını bilmek­le birlikte- müslüman olduklarını açığa vurmalarıdır. Çünkü onlann açığa vur­dukları öncesinin (gizlediklerinin) hükmünü ortadan kaldırır.

Taberi der ki: Yüce Allah kullan arasındaki hükümleri zahir esasına gö­re tesbit etmiş ve yarattıklarından herhangi bir kimseye böyle bir imtiyaz ver­meksizin gizliliklerine dair hükmü sadece kendisi üstlenmiştir. O bakımdan kimsenin zahir olana aykırı hüküm verme yetkisi yoktur. Çünkü bu zanlara yakın bir hüküm olur. Eğer bir kimsenin öyle bir yetkisi olsaydı, herkesten çok Rasûlullah (s.a)'ın buna göre hüküm vermesi gerekirdi. Halbuki o, mü­nafıklar hakkında açığa çıkardıkları davranışları sebebiyle müslümanlara uyguladığı hükümlerin aynısını uygulamış, gizliliklerini ise Allah'a havale et­miştir. Hatta Allahu Teala şu buyruğunda onların zahir hallerini yalanlamış bulunmaktadır: "Ve Allah tanıklık eder ki münafıklar şüphesiz yalancıdır­lar." (el-Münafıkun, 63/1)

İbn Atiyye der ki: Malikîler bu konuda benimsedikleri görüş ile ilgili ola­rak bu âyet-i kerimenin kendilerini, görüşlerinin aksini kabul etmek açısın­dan bağlayıcı olmayışını şöyle izah ederler: Bu âyet-i kerimede münafıkla­rın şahıs olarak tayini yapılmamıştır. Âyet-i kerimede münafıklıkla itham edi­len herkes için bir azar vardır. Bu âyet-i kerimeye rağmen, münafıklıkla it­ham edilen her kişinin şöyle demek imkanı yine vardır: Bu âyet-i kerimey­le kastedilen ben değilim, ben ancak mü'minim. Eğer bu âyet-i kerime ile her­hangi bir kimse tayin edilmiş olsaydı, onun yalanlamasını (yani münafıklı­ğının cezasını) hiçbir şey ortadan kaldıramazdı.

Derim ki: Böyle bir açıklama su götürür. Çünkü Peygamber (s.a) onları vaya onların pek çoğunu, isim ve şahısları ile yüce Allah'ın kendisine bil­dirmesi suretiyle bilirdi. Huzeyfe de Peygamber (s.a)'ın kendisine haber ver­mesi sayesinde bunu biliyordu. O kadar ki Hz. Ömer ona: Ey Huzeyfe, ben de onlardan birisi miyim, diye sorar Huzeyfe ona: Hayır, diye cevap verir­di.

4- Şanı yüce Allah, Peygamberinin ashabına verdiği sebat sayesinde mü­nafıkların onları veya dinlerini ifsad etmesinden korumuş idi. Dolayısıyla mü­nafıkların kalmalarında bir zarar yoktu. Bugün durum aynı değildir. Çünkü bizler zındıkların avam olanlarımızı ve bilgisizlerimizi ifsad etmelerinden emin değiliz. [132]

 

11. Onlara: "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiği zaman "biz an­cak ıslah edicileriz" derler.

 

Fesat ve Islah:

 

Zaman" edatı, zarf kabul edilerek nasb mahallindedir. Bunda amil dediler" buyruğudur. Bu buyruk beklenen fiilin gerçekleştiğini ha­ber verir. el-Cevherî der ki: edatı gelecekteki zamana delalet eden bir isimdir. Ancak bir cümleye izafe edilerek kullanılır ve: Taze hurma kızarmaya başladığında sana gelirim," ve Filan kişi geldiğinde..." denilir. Bunun isim olduğunu gösteren ise: Filan kişinin sa­na geleceği günü gelirim, anlamını ifade etmesidir. O halde bu kelime bir zarf­tır ve karşılık vermek anlamını da ihtiva etmektedir.

Şartın cevabı üçtür: Fiil, fa harfi ve edatı. Fiil olarak: "Bana gelir­sen ben de sana gelirim" demek gibi. "Fa" harfi ile: " Eğer bana gelirsen ben de sana iyilikte bulunurum" sözünde olduğu gibidir. (ISI.) edatı ile de yüce Allah'ın şu buyruğunda şartın cevabı olarak yer aldı­ğını görüyoruz: "Eğer ellerinin önden gönderdikleri sebebiyle de onlara bir kötülük gelip çatarsa, bakarsın ki fJ ISI ) onlar ümit kesmişlerdir." (er-Rum, 30/26) Şiirde bu edat getirilerek şartın cevabının yer aldığı örnekler­den birisi de Kays b. el-Hatîm'in şu sözleridir:

"Kılıçlarımız erişmezse, eğer onları

Adımlarımız eriştirir düşmanımıza onlarla öylece vuruşuruz."

Burada görüldüğü gibi, vuruşuruz" kelimesi, cezm ile (sükûn-lü olarak) üzerine atfedilmiştir. Çünkü bu da (mahallen) meczumdur. Eğer meczum olmasaydı, o vakit bu kelimenin sonunu nasb ile söylerdi.

Bazan ya tekid maksadıyla da eklenir. Yine bu edat ile de cezm edilir. Ferezdak'ın şu beyiti bu türdendir:

"Bir zalim oğlu olan Ebu Leyla kalktı ona

Ve o, kılıcı sıyırdı mı vururdu."

Sibeveyh der ki: Güzel olan Ka'b b. Züheyr'in şu beyitidir:

"Ve benim devem istedi mi, (gün boyunca yürüdükten sonra) öyle hızlı yol alır ki Gün batımında, korkmuş ve dehşete kapılmış bir öküz gibidir (çok hızlıdır)." Bundan kastı ise, bu beyitte de cezm edilmediği gibi, edatıyla cezm etmemenin daha güzel olacağıdır.

el-Müberred'den bu edat müfacee (aniden beklenmedik birşey ile karşılaşmayı) bildiren ifadelerde mekan zarfı olduğu takdirde cezmetmeyeceği gö­rüşü nakledilmiştir: Çıktım, aniden Zeyd ile karşılaştım" demek gibi. Çünkü burada "Zeyd" kelimesi ile onun cüssesi kastedilmekte­dir ve bu bir mekandır. Ancak bu görüş reddedilmiştir. Çünkü bu, çıktım, ani­den Zeyd'in orada hazır olduğunu gördüm, anlamındadır. Bu edatta, diğer zaman zarflarındaki gibi masdar manası vardır. Arapların: Bugün şarap ve yarın bir iştir" şeklindeki sözlerinde olduğu gibi. Bunun an­lamı: Bugün şarap vardır, yarın da bir işin meydana gelmesi sözkonusudur, şeklindedir.

"Denildi", demek'ten gelmektedir. Aslı: şeklindedir. Vav'ın kesresi kafa nakledilince vav, ya harfine dönüştü.

"... onlara denildi" anlamındaki buyruğun, şeklinde lam'ın lam'a idğamı ile okunması da caizdir. Burada iki sakinin bir arada bulunmasının caiz oluşu ya'nın hem harf-i med hem de yumuşak harflerinden olma­sındandır.

el-Ahfeş der ki: Kaf ve ya harfinin ötreli okunuşuyla ( Jj ) okuyuşu da caizdir. el-Kisai der ki: Fiilin meçhul olduğunu göstermek üzere kaf harfinin üzerinde dammenin işmam edilmesi caizdir. Bu da Kayslıların şivesidir. Ni­tekim kelimelerinde de durum böyledir.

Hişam, İbn Abbas'tan (bir nüshada İbn Amir'den) ve Ruveys de Yakub'dan da böyle rivayet etmiştir. Nafi' ise bunlar arasında özellikle kelimelerinde işmam yapmıştır. İbn Zekvan bunlara kelimeleri­ni de eklemiştir. Diğer kıraat imamları ise, hepsini esreli olarak okumuştur.

Huzeylliler ile Esedoğullarından Duyberoğulları ile Fek'asoğulları, sakin bir vav ile  derler.

"Fesad çıkarmayın" buyruğunda yer alan edatı nehiy içindir.

"Fesad": Salahın zıddıdır. Bunun gerçek mahiyeti doğruluktan onun zıddı olana geçiş yapmaktır. Âyetteki anlamı, küfür ile ve kâfirlerle dostluk ve ya­kınlık ilişkilerinde bulunmak suretiyle, insanları Muhammed (s.a)'e ve Kur'ân-1 Kerim'e imandan uzak tutmakla yeryüzünde fesat çıkartmayınız, şeklindedir. Şöyle de denilmiştir: Peygamber (s.a)'ın peygamber olarak gönderilişinden ön­ce yeryüzünde fesat vardı. Orada türlü türlü masiyetler işlenir idi. Peygamber (s.a.) peygamber olarak gönderilince fesat kalktı ve yeryüzü ıslah oldu. Tek­rar masiyet işleyecek olurlarsa ıslah edildikten sonra yeryüzünde fesat çıkart­mış olurlar. Nitekim başka bir âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Ora­sı ıslah edildikten sonra, yeryüzünde fesat çıkarmayın." (el-A'raf, 7/56, 85)

"Yeryüzünde" Arz kelimesi müennestir, cins ismidir. Aslında bunun teki­line demek gerekirdi fakat Araplar öyle kullanmamışlardır. Çoğu­lunun da ( oUijî ) şeklinde olması gerekir. Çünkü Araplar sonunda mü-enneslik t'si bulunmayan müennes kelimeleri sonuna "elif ve t" harflerini getirerek çoğul yaptıkları olur: kelimesinde olduğu gibi. Ancak da­ha sonra bu kelimeyi "vav ve nun" harfleriyle çoğul yaparak şek­linde çoğul yapmışlardır. Halbuki müennes olan bir kelime ke­limelerinde olduğu gibi nakıs olmadığı sürece vav ve nun ile cem edilmez. Ancak Araplar burada elif ile t'yi hazfettiklerinden dolayı yerine vav ve nun getirmiş ve "ra" harfinin üstünlü okunuşunu da olduğu halde bırakmışlardır. Ra harfinin sakin olduğu da olur. Bu kelime bazen şeklinde de ço­ğul yapılabilir. Ebu'l-Hattab Arapların dedikleri gibi, dediklerini de ileri sürmektedir. şeklindeki çoğul da aynı şekilde kıyasa uygun değildir. Onlar sanki bu kelimeyi şeklinde de çoğul yapmış gibidirler.

Aşağıda kalan herşeye "arz, yer" denilir. Yine tabiri açık­tan açığa temiz ve güzel olan arazi anlamındadır. Arınıp temizlendi anlamı­na denilir. Ebu Amr der ki: Gözümüze hoş ge­len bir yere konakladık, demek olur. "Annen olmayasıca" denildiği gibi, yerin olmayasıca" da denilir.

el-Arz: Bineğin ayaklarının alt tarafı anlamına da gelir. Humeyd bir atı vas-federken şöyle demektedir:

"Baytar onun ayağının altını çevirip bakmadı.

Onun iplerinin de üzerinde hiçbir izi yoktur."

Bu kelime aynı zamanda bir silkiniş ve titreyiş anlamına da gelir. Hammad b. Seleme'nin Katade'den, onun Abdullah b. el-Haris'ten şöyle dediği riva­yet edilmektedir: Basra'da yer bir defa sarsıntıya uğradı. İbn Abbas da der ki: Allah'a yemin ederim bilmiyorum, yer mi sarsıntıya uğradı yoksa bende mi titreme var derken (titreme anlamına) "arz* kelimesini kullanmıştır. Zu'r-Rimme de bir avcıyı nitelendirirken şöyle demiştir:

"Tırnaklarından gelen gizli sese kulak kabarttığında Veya bir titreyişi olup ya da zatülcenb hastalığına yakalandığında..." "Arz" aynı zamanda nezle demektir. Allah onu nez­le etti, demektir. Nezle olan kimseye de "me'rûd" denilir. kelimeleri hurma fidanlarının yerde köklerinin bulunma­sı anlamındadır. Eğer bu fidan hurma ağacının gövdesi üzerinde biterse, o vakit ona "er-râkib" adı verilir.

el-îrâd ise, yün veya kıldan yapılmış büyükçe kilim demektir. Alçak gö­nüllü ve çokça hayır yapmak huyuna sahip kimse hakkında da "erîd" tabiri kullanılır. el-Esmaî der ki: yani o kişi aralarında bu işi yapmaya en layık kimse" demektir. enu\ rni enli anlamındadır. Bazısı da sadecesemiz, kilolu oğlak, tabirini kullanır. (Yani ayrıca "arîd" demez.)

Biz" kelimesinin aslı, şeklindedir. Ha'nın harekesi, nun'a verildi ve ha sakin okundu. Bunu Hişam b. Muaviye en-Nahvi söylemiştir, ez-Zeccac der ki: Bu kelime çoğul içindir. Çoğul kelimenin alametlerinden bir tanesi de "vav" harfinin bulunmasıdır. Ötre ise, "vav" harfi cinsindendir. Arap­lar, iki sakinin bir araya gelmesi sebebiyle kelimesini harekeli okumak zorunda kaldıklarından dolayı çoğul için kullanılan şekilde ona hareke ver­mişlerdir. İşte bunun için yüce Allah'ın: İşte onlar, hidâyet karşılığında dalaleti satın alanlardır" (el-Bakara, 2/16) buyru­ğunda yer alan "çoğul ifade eden vav"ı ötreli okumuşlardır. Muhammed b. Yezid de der ki: Bu kelime kelimeleri gibidir. Çünkü bu kelime de iki ve daha fazla kişi hakkında haber vermekle alakalıdır. Çünkü Ben, kelimesi tek kişi içindir, Biz kelimesi ise ikil ve çoğul içindir. Ki­şi bazen bu kelime ile, biz kalktık, diyerek bizzat kendisi hakkında da ha­ber verebilir. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Onların maişet­lerini aralarında Biz paylaştırdık." (ez-Zuhruf, 43/32) Mütekellim olması ha­linde bu kelime, müennes için de müzekker için de aynen kullanılır. Kadın:

Kalktım, gittim, kalktık, gittik, bunu ben yaptım, biz yaptık, der. Arap dilinde bu böyledir. (Birinci şa­hıslarda eril ile dişil kiplerinin aynı olduğunu anlatmaktadır.)

"Islah edicileriz" kelimesi, fiilinden ism-i faildir. "Salâh" fesadın zıddıdır. Bu kelime lam harfi üstün ve ötreli olarak iki şekilde okunur. Bu­nu İbnu's-Sikkit söylemiştir. kelimesinin masdarıdır. Şair der ki:

"Bana sövdüğün takdirde başımı önüme eğersem ne yaparsın?

Ana babaya sövmekten sonra bir düzelme (ıslah) olmaz."

"Salâh" Mekke'nin isimlerinden birisidir. "es-Silh" bir nehir adıdır.

Münafıkların böyle (yani biz ıslah edicileriz) demeleri kendi kanaatleri­nin böyle olduğunu ifade etmektedir. Çünkü onlara göre fesat çıkartmak bir ıslahtır. Yani bizim kâfirlere meyletmekten ve onlarla bulunmamızdan mak­sadımız, onlarla mü'minler arasını düzeltmekten ibarettir, başkası değildir. Bu açıklamayı İbn Abbas ve başkaları yapmıştır.

 

12. Uyan! Gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler. Fakat an­lamazlar.

 

"Uyan! Gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler" buyruğu onla­rın kanaatlerini reddetmekte, söylediklerini yalanlamaktadır. Bu bakımdan şöyle demişlerdir: Her kim, zahiren iddialarda bulunursa, o kişi yalancıdır. Yüce Allah'ın: "Uyan, gerçekten onlar fesatçıların ta kendileridirler" de­diğine bakmaz mısınız? Bu açıklama doğrudur.

başta bulunduğundan dolayı elif esreli olmuştur. Bu açıklamayı en-Nehlıas yapmıştır. Ali b. Süleyman da: Üstün olması da caizdir, demiştir. Ni­tekim Sibeveyh anlamında olmak üzere, gerçekten şüp­hesiz sen gidicisin, denilmesini caiz kabul etmiştir.

Onlar, kelimesinin mübteda olması fesatçılar" keli­mesinin de haberi olması caizdir. Mübteda ve haber de bir arada eda­tının haberi olur. Ayrıca kelimesi  gerçekten onlar" kelimesin­deki he ve mim harfleri için tekid olabilir. Ayrıca fasıla olması da caizdir. -Kuleliler buna imad derler- Ve kelimesinin ha­beri olur. Takdiri ise: Yüce Allah'ın: "İşte onlar felaha erenlerin kendileri­dir" buyruğunda da açıklandığı üzere: uyan, gerçek­ten onlar, fesatçılardır" şeklinde olur.

"Anlamazlar" buyruğu ile ilgili olarak İbn Keysan der ki: Kendisinin fe­satçı olduğunu bilmeyen kişiyi yermeye gerek yoktur. Fakat fesatçı olduğu­nu bildiği halde bilerek fesat çıkaran kimse ancak yerilir denilmektedir. Böyle bir iddiaya iki şekilde cevap verilir: Evvela bunlar, fesadı gizliden giz­liye yapıyor, dışa da ıslah edici olduklarını gösteriyorlardı. Bununla birlikte bu durumlarının Peygamber (s.a) için zahir olacağını bilmiyorlardı. Diğer bir açıklama şekli: Onların yaptıkları fesat, kendilerine göre bir salah (düzeltme) olabilir ve onlar bunun fesad olduğunu bilmiyor olabilirlerdi. Hakkı açıkla­mayı ve hakka uymayı, terkemek suretiyle Allah'a ve Rasûlüne isyan etmiş­lerdir.

"Fakat" anlamına gelen bir te'kid ve bir istidrâk (ek açıklamada bu­lunmak) harfi (edatı)dır. Böyle bir edatın kullanılması için hem bir nefiy hem de bir isbat (olumlu ve olumsuz önerme) bulunmalıdır. Eğer ondan öncesi olumsuz ise, ondan sonrası olumluluk ifade eder. Şayet öncesi olumlu ise son­rası olumsuzluk ifade eder. Eğer önceden olumlu ifade gelmiş ise, ondan son­ra yalnızca tek bir isim kullanmak caiz değildir. Bunun yerine bu âyet-i kerimede olduğu gibi, bu edattan öncekine zıt bir cümle zikredilir. "Bana Zeyd geldi, fakat Amr gelmedi" şeklindeki ifade de böyledir. Ancak: "Bana Zeyd gel­di fakat Amr..." deyip sonra susmak caiz değildir. Çünkü Araplar bu gibi du­rumlarda "lakin" kelimesinin yerine ( Jo bilakis, belki" kelimesini kullanır­lar. Fakat bu "lakin" edatından" önce olumsuz ifade yer almış ise, o takdirde tek bir kelime söylemek caiz olur: "Zeyd bana gelmedi fakat Amr (geldi)" de­mek gibi.

 

13. Onlara: "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar: "Biz de akılsızların inandığı gibi mi iman edelim?" derler. Dik­kat et, asıl akılsızlar onlardır. Fakat bilmezler. [133]

 

Gerçek Bilgisizler:

 

"Onlara... denilince" buyruğunda kastedilen Mukatil'in ve başkalarının görüşlerine göre münafıklardır.

"İnsanların iman ettiği gibi iman edin" yani Muhammed (s.a)'i ve şeri­atını muhacirlerin ve Yesrib ehlinden olup (hiçbir şekilde münafıklık etme­yen) hakiki imana sahip olanların doğruladığı gibi siz de doğrulayın.

İman edin" kelimesindeki elif kat' elifidir. Çünkü muzari fiili ( 0-Oi ) şeklinde gelir. Benzetme edatı olan (kâf) harfi de nasb mahallindedir. Çün­kü bu kelime hazfedilmiş bir masdarın sıfatıdır. Yani; insanların iman ettiği gibi iman edin, anlamındadır.

"Onlar: Biz de akılsızların inandığı gibi mi iman edelim derler." İbn Ab-bas'tan gelen rivayete göre akılsızlarla kastettikleri Muhammed (s.a)'ın asha­bıdır. Yine ondan gelen bir rivayete göre kastettikleri kitap ehlinden iman eden kimselerdir. Bu sözü söyleyenler münafıklardır. Onlar bunu, gizlice ve alay yollu söylüyorlardı.

Allah, Peygamberini ve mü'minleri bundan haberdar etti, asıl sefihliğin (akılsızlığın), hafifliğin ve basiretsizliğin onlar hakkında sözkonusu olduğu­nu, onların niteliği olduğunu tesbit etti ve gerçek sefihlerin (akılsızların) on­lar olduğunu haber verdi. Ancak onlar, kalpleri üzerindeki günah tabakası sebebiyle bunu bilememektedirler.

el-Kelbi'nin Ebu Salih'ten onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre bu buy­ruk yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yani Onlara -yahudilere- insanların, Abdullah b. Selam ve arkadaşlarının iman ettiği gibi siz de iman edin, denil­diğinde onlar: Biz sefihlerin -yani cahil ve eksik akıllıların- iman ettikleri gi­bi mi iman edeceğiz, derler.

Arap dilinde sefihliğin asıl anlamı: Hafiflik ve inceliktir. Kumaş kötü do­kunmuş ise ona denilir. Veya oldukça eskimiş ve incelmiş ise yi­ne bu tabir kullanılır. ifadesi, rüzgarlar ağaçları meylet­tirdi, anlamındadır. Zu'r-Rimme şöyle demiştir:

"Öyle bir yürüdü ki o kadınlar, sanki esen meltem rüzgarlarından

dolayı üst tarafları Hafif eğilen mızraklar gibi sallandılar."

Birşeyi hakir bulan bir kimse der. Sefeh: Akıllı olmanın zıddı-dır. Kişinin, çokça su içip susuzluğunun gitmemesi haline "sefeh" denilir de denilmiştir.

Bu buyrukta yer alan  kelimelerinde yan yana gelen iki hem­zede dört okuma şekli caizdir. En güzel şekli birincisinin tahkik edilmesi, ikin­cisinin de katıksız bir vav'a dönüştürülmesidir. Bu, Medinelilerin okuyuşu­dur. Ebû Amr'ın da böyle okuduğu bilinmektedir. Arzu edildiği takdirde her ikisi de tahfif edilerek okunur. Ve ilk hemze hemze ile vav arası bir sesle oku­nur, ikincisi de katıksız bir vav olarak okunur. Arzu edilirse birincisi hafif­letilir, ikincisi tahkik edilir. Arzu edildiği takdirde de her iki hemze de tah­kik ile okunur.

"Fakat bilmezler" buyruğu "Fakat anlamazlar" (el-Bakara, 2/12) buyru­ğu gibidir. İlim ise bilinen birşeyi olduğu haliyle bilmek demektir.

Bir şeyi bildiğiniz takdirde: dersiniz. Onu bildim, an­lamındadır. Bir kimseyi ilim ile yendiğiniz takdirde: Adam ile ilim yarışına girdim ve ben ilimde onu mağlup ettim, demektir. ise, ilimde onu yeneceğim, anlamındadır.

 

14. İman edenlerle karşılaştıklarında "iman ettik" derler. Ama şey-tanlarıyla başbaşa kaldıklarında "muhakkak biz sizinle berabe­riz. Biz ancak alay edicileriz" derler. [134]

 

İkiyüzlülüğün Örnekleri:

 

"İman edenlerle karşılaştıklarında: 'İman ettik' derler" buyruğu müna­fıklar hakkında nazil olmuştur." karşılaştılar" kelimesinin aslı dır.

Ya harfi üzerindeki ötre kaf harfine taşındı, ya harfi de iki sakinin bir ara­ya gelmesi dolayısıyla hazfedildi. Muhammed b. es-Semeyka' el-Yemani, bu buyruğu şeklinde okumuştur. Bunun aslı, şeklin­dedir. Ya harfi harekeli ondan önceki harf ise üstün olduğundan dolayı eli­fe dönüştü. Bu sefer elif ve vav iki sakin olarak bir araya geldiğinden dola­yı elif hazfedildi, daha sonra vav harfi ötre ile harekelendi.

Eğer vav harfi kelimesinin başka bir kelime ile bitişik okunması halinde ötreli okunduğu buna karşılık kelimesinden bunun hazfedil-diği söylenip sebebi sorulacak olursa, cevap şudur: kelimesinde vav harfinin öncesindeki harf ötredir. Eğer vav ötreli olarak harekelenecek olur­sa, bunun söylenişi dile ağır gelir. Bundan dolayı hazfedildi, fakat kelimesinde hareke verildi, çünkü vav'dan önceki harfin harekesi fethadır.

"Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: 'Muhakkak biz sizinle bera­beriz..' derler." buyruğunda yer alan başbaşa kaldılar" kelimesi­nin vaslı "be" harfi cerri ile yapıldığı bilinen bir husus olmakla birlikte ne­den ile vasledildiği (geçiş yapıldığı) sorulacak olursa cevap şudur: Bu­rada yer alan Başbaşa kaldılar, buyruğu ayrılıp gitti, anlamındadır. Ferezdak'ın şu sözlerinde olduğu gibi:

"Kalkanımı tersine çevirmemi nasıl görürsün?

Ve ben işimi altüst ederim

Allah benim yerime Ziyad'ı katletsin."

Burada "katletsin" kelimesini "bertaraf etsin" yerinde kullanmıştır.

Bazıları da burada yer alan kelimesinin "ile, birlikte" anlamına gel­diğini söylemişlerdir. Ancak bu görüş bir derece zayıftır. Kimisi de burada yer alan kelimesi ba harfi cerrinin anlamını verir, ancak Halil ve Sibeveyh bu görüşü kabul etmezler.

Mananın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: Mü'minlerden ayrılıp şeytan­larının yanına gittiklerinde.. O takdirde burada yer alan edatı, anla­mına uygun  kullanılmış olur.

"Şeyatîn" kelimesi şeytan kelimesinin "kırık çoğuF'udur. Bu kelimenin tü­reyişi ve anlamı ile ilgili açıklamalar istiaze ile ilgili açıklamalarda daha ön­ceden yapılmıştı.

Müfessirler burada "şeytanlar"dan neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas ve es-Suddi'nin açıklamasına göre, bunlar küfrün başkan ve önderleridir. el-Kelbi de, bunlar cinlerin şeytanlarıdır de­mektedir. Müfessirlerden bir grup da şöyle demiştir: Bunlar kahinlerdir. Bu­nunla birlikte imandan ve hayırdan uzaklık anlamına gelen "şeytanat (şey­tanlık)" lafzı sözü geçen bütün bu açıklama şekillerini kapsamaktadır. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Biz ancak alay edilcileriz, derler." Yani çağnldığımız şeyi yalanlayan kim­seleriz. "Alay eden kimseleriz" anlamına olduğu da söylenmiştir. İstihza, alay etmek ve oyuncak etmek demektir. Bu kelime, "b" harfi ile müteaddi (geçiş­li) kullanıldığı gibi lazım (geçişsiz) olarak da kullanılır. Şair der ki:

"Taysala'nın annesi benimle alay etti Ve dedi ki: Ben onu malı yok, yoksul görüyorum."

İstihzâ'nın asıl anlamının intikam olduğu da söylenmiştir. Bir başka şairin şu beyitınde olduğu gibi.

"İntikam aldılar onlardan ikibin silahlı savaşçı ile

Onların bölüğü ağaçsız kurak bir arazide ve yerlerinden ayrılmadılar." [135]

 

15. Allah onlarla alay eder ve azgınlıklarında basiretsizce dolaşma­larına mühlet verir.

 

Allah'ın Alay Ettikleri:

 

"Allah onlarla alay eder"; yani onlardan intikam alır, onları cezalandı­rır. Onlarla alay eder ve bu alaylarına karşılık onları cezalandırır. Burada ce­zaya işlenen günahın adı verilmiştir. Çoğu ilim adamının görüşü budur. Araplar bu şekildeki ifadeleri çokça kullanırlar. Amr b. Külsûm'ün şu beyi-ti bu türdendir:

"Dikkat edin! Kimse bize karşı bir cahillik etmesin

Bu sefer cahillerin cahilliklerinden daha fazla cahillik ederiz."

Burada alacağı intikama o da "cahillik" adını vermiştir. Halbuki akıl sa­hibi bir kimse cahillikle övünmez. Onun böyle bir ifade kullanması, aynı ke­limeleri tekrarlamasının farklı kelimeler kullanmaktan dile daha kolay gel­sin diyedir.

Araplar bir sözü bir başka sözün karşıtı ve cevabı veya cezası olarak zik­rettiklerinde aynı şekilde o sözü tekrarlardı. İsterse manası farklı olsun. İş­te Kur'ân-ı Kerim ve Sünnette de aynı durumu görüyoruz. Yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür." (eş-Şu-ra, 42/40); "Size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi sal­dırın." (el-Bakara, 2/194) Kötülüğe karşılık vermek kötülük olamaz. Kısas da bir saldın olarak değerlendirilemez. Çünkü kısas yerine getirilmesi gereken bir haktır.

Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "Onlar hilekârlığa saptılar, Al­lah da hilekarlıklarına karşılık verdi." (Al-i İmran, 3/54); "Gerçekten onlar bir hile yapıyorlar, Ben de bir hile yaparım" (et-Târık, 86/15-16); "Biz ancak alay edicileriz... Allah onlarla alay eder" (el-Bakara, 2/14-15). Şanı yüce Al­lah'ın hile yapması da alay etmesi de hilekarlık yapması da sözkonusu de­ğildir. O'nun bunu yapmasının anlamı sadece onların hilelerine, alaylarına ve hilekarlıklarına bir cezadır.

Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "Allah'ı aldatmak isterler. Hal­buki O, onları aldatır" (en-Nisa, 4/142); "Onlarla alay ederler, Allah da on­larla alay eder" (et-Tevbe, 9/79).

 Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Siz bitkinleşmedikçe Allah da bit-)  kinlik göstermez, siz usanmadıkça Allah da usanmaz."[136] Denildiğine göre "Allah usanmaz, halbuki siz usanırsınız anlamındadır. Yine asıl usananlar siz­lersiniz denildiği gibi, anlamın şu olduğu da söylenmiştir: Sizler amellerini­zi bitirmedikçe, amellerinize devam ettikçe Allah da sizin sevabınızı kesmez, amellerinizin karşılığını yazar.

Bir grup da şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, onlara öyle birtakım işler ya­par ki insanlara göre bunlar alaydır, aldatmadır ve hiledir. Şu rivayette oldu­ğu gibi: "Yağın donduğu gibi ateş de donar ve onun üzerinde yürürler. Ni­hayet kurtulacaklarını sandıkları bir sırada altlarından yer çöker (ateşe dü­şerler)."

el-Kelbi'nin Ebu Salih'ten, onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre onun, yüce Allah'ın: "İman edenlerle karşılaştıklarında: 'iman ettik' derler" buyruğu hakkında: Burda sözü edilen kitap ehlinin münafıklarıdır, de­diğini rivayet etmektedir. Yüce Allah burada hem onları hem de onların alay­larını sözkonusu etmekte, şeytanlarıyla yani küfürde -az önce de geçtiği üze­re- önder ve başkanlarıyla bir araya geldiklerinde: Bizler sizin dininiz üze­reyiz. "Biz ancak alay edicileriz" derler. Yani Muhammed (s.a)'in ashabıy-la alay ederiz. "Allah" da âhirette "onlarla alay eder." Cehennemde onlara cennetten bir kapı açar, sonra onlara: Gelin, denilir. Ateş içerisinde yüzerek oraya doğru giderler.

Mü'minler ise, süslü çadırlar içerisinde tahtlar üzerinde onlara bakarlar. Kapıya doğru vardıklarında kapı üzerlerine kapatılır, müminler de onlara gü­lerler. İşte "Allah onlarla alay eder" buyruğunda anlatılan budur. Yani âhi­rette onlarla alay eder, demektir. Kapılar yüzlerine kapatılınca da müminler onlara gülerler. Yüce Allah'ın şu buyruğunda anlatılan da işte bu durumdur: "İşte bugün iman edenler kâfirlere gülerler. Tahtlar üzerinde (cehennem eh­line ) bakarlar. O kâfirlere işleyegeldiklerinin cezası verildi mi?" (el-Mutaf-fifin, 83/34-36)

Bazıları da şöyle demiştir: Allah'ın onları aldatması ve onlarla alay etme­si, onlara pek çok dünyevî nimetler vermek suretiyle onları derece derece azaba yaklaştırmasıdır. Şanı yüce Allah, âhirette onlar için gizlediği azaptan farklı olarak dünyada onlara birçok lütuf ve ihsanını izhar eder, âhiretteki azaplarını da gizler, göstermez. Onlar da Allah'ın kendilerinden razı olduğu­nu sanırlar.

Halbuki yüce Allah, kesinlikle onlara azap edecektir. İşte bu insanlar ta­rafından düşünüldüğü takdirde sanki bir alay, bir hile ve bir aldatma gibi gö­zükür. Nitekim buna Peygamber (s.a)'ın şu buyruğundan anlaşılan ifadeler de delil olabilir: "Aziz ve celil olan Allah'ın kula, Allah'a isyanı sürdürdüğü halde sevdiği şeyleri verdiğini görürseniz, bilin ki bu Allah tarafından bir is-tidrâcdır. (Derece derece azaba yaklaştırmaktır). Sonra şu âyet-i kerimeyi oku­du: "Bunlar kendilerine hatırlatılanları unutunca üzerlerine herşeyin ka- j pılarını açtık. Nihayet onlara verilenlerle şımarıp sevindiklerinde de ansı- i zın onları tutup yakalayıverdik. Artık onlar ümitsiz kalıverirler. Zalimler ı topluluğunun ardı arkası kesilmiş olur. Alemlerin rabbi olan Allah'a ham-J ^dolsun." (el-En'am, 6/44-45)[137]

Kimi ilim adamları da yüce Allah'ın: "... bilmeyecekleri bir taraftan onla­rı derece derece helake yaklaştıracağız." (el-A'raf, 7/182) buyruğu hakkın­da şöyle demişlerdir: Onlar her yeni bir günah ihdas ettikçe Allah da onla­ra yeni bir nimet verir.

"Onlara mühlet verir"; yani sürelerini uzatır, onlara süre tanır. Yüce Ailah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlara mühlet vermemiz ancak günah­larını artırmaları içindir." (Al-i İmran, 3/178) Bu kelimenin aslı, fazlalık an­lamındadır. Yunus b. Habib der ki: Kötülükte onlara fazlalık verdi, hayırda fazlalık verdi" denilir. Yüce Allah da şöyle bu­yurmaktadır: "Mallarla, oğullarla sizin imdadınıza yetiştik."(el-İsra, 17/6); "Ve onlara arzu edecekleri meyve ve etleri fazlasıyla verdik."(et-Tur, 52/22) el-Ahfeş'in şöyle dediği nakledilmektedir: Birşeyi terkedip bıraktığın takdir­de denilir. Ancak birşeyi vermek halinde ise: denilir. el-Ferra ve el-Lahyani'den nakledildiğine göre, eğer birşeyin fazlalaştırılma­sı onun mislinden ise, "( coju ) artırdım" denilir. Mesela, nehir nehre ka­tıldı, denirken bu kelime kullanılır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "De­nizden sonra yedi deniz de ona katılsa" (Lukman, 31/27) Eğer yapılan fazla­lık başka türden olursa o vakit artırdım, denilir. Mesela: "Askere yardım ulaştırdım, anlamında: denilir. Yüce Allah'ın: "Rabbiniz beş bin melekle size yardım edecektir." (Al-i İmran, 3/125) buyru­ğu da böyledir. İrin yarada başka türden olduğundan dolayı yaranın irin top­lamasını ifade etmek üzere denilir. Orda irin toplandı, demektir.

"Azgınlıklarında" buyruğundan kasıt küfür ve sapıklıklarıdır. Azgınlık (tuğyan)ın aslı haddi aşmaktır.

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz su haddini aştığı zaman Biz..." (el-Hakka, 69/11) buyruğu da bu anlamdadır. Yani su, yükselip tayin ve tesbit edilen mik­tarını aştığı zaman, demektir. Yüce Allah'ın Fir'avn hakkında: "Çünkü o pek azmıştır" (en-Naziat, 79/17) buyruğu, o ileri sürdüğü iddiasında çok aşırı­ya gitmiştir, demektir. Çünkü Fir'avn: "Ben sizin en yüce rabbinizim" (en-Na­ziat, 79/24) demişti.

Bu âyet-i kerimedeki anlamı ise şöyledir: Uzun ömür ile onlara mühlet verir. Ta ki tuğyanlarını artırsınlar, O da onların azaplarını artırsın, diye.

"Basiretsizce dolaşmalarına..." yani kör olarak dolaşmalanna mühlet verir. Mücahid der ki: Küfür içerisinde şaşkın şaşkın gidip gelirler. Dil bilginleri şunu nakletmektedir: Mazisi  muzarii masdarı  şeklin­de gelir. İsm-i faili ise, şeklindedir. Bu kelime şaşkınlık ifade ed­er. Şaşkın ve mütereddit kimse hakkında denilir. Çoğulu şeklinde gelir. Develerinin nereye gittiğini bilmeyen bir kişi hakkında: develeri bilmediği yere gitti" tabiri, kullanılır. Körlük, gözde olur. kalpteki körlüğü (basiretsizliği) ifade eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçi gözler kör olmaz, fakat göğüs­lerdeki kalpler kör olur." (el-Hac, 22/46) [138]

 

16. İşte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır. Onların ticereti kazanç sağlayamamış, doğru yola da erememişlerdir.

 

Sapıklığı Satın Alanlar:

 

"İşte onlar hidâyete karşılık dalâleti satın almışlardır." Sibeveyh der ki: kelimesindeki "vav" harfinin ötreli olması, bu vav ile kelimenin aslından olan vav arasındaki farkı göstermek içindir. Yüce Allah'ın: "Eğer on­lar o yol üzere dosdoğru gitseler..." (el-Cinn, 72/16) buyruğunda olduğu gibi.

İbn Keysan der ki: Vav harfi üzerinde ötre diğerlerinden daha hafiftir. Çünkü ötre vav'ın cinsindendir.

ez-Zeccac da der ki: " Biz" kelimesinde olduğu gibi, ötre ile hareke-lenmiştir.

İbn Ebi İshak ve Yahya b. Ya'mer, iki sakinin yanyana gelmesi ile ilgili esas ilkeye uygun olarak "vav" harfini esreli okumuşlardır. Ebu Zeyd el-En-sari'nin Ka'neb Ebu Simmal el-Adevi'den rivayetine göre, o fetha (üstün)ın hafif olması sebebiyle vav'ı üstün okuduğunu rivayet etmektedir. İsterse on­dan öncesi fethalı olsun.

Kisai ise, vav harfinin ötreli bir hemze olarak okunmasını caiz görmüştür. kelimesinde olduğu gibi. kelimesi, satın almak anlamına gelendan gelmektedir. Bu kelime burada istiare yoluyla kullanılmıştır. Anlamı şudur: Onlar küfrü ima­na tecih etmişler ve küfrü imandan daha çok sevmişlerdir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar körlüğü hidâyetten daha çok sevdiler (ter­cih ettiler)" (Fussilet, 41/17) Burada "satın almak" tabirinin kullanılması sa­tın almanın müşteri tarafından sevilen şeyler hakkında sözkonusu olması do-layısıyladır. Yoksa karşılıklı olarak değiş-tokuş yapmak anlamındaki "satın almak" manasında değildir.

Çünkü münafıklar hiçbir zaman mü'min olmazlar ki imanlarını satmaları sözkonusu olsun. İbn Abbas da der ki: Onlar dalâleti aldılar, hidâyeti bırak­tılar.

Yani: Küfrü imana tercih ettiler ve imanı alacak yerde küfrü aldılar. Alla-hu Teala'nın bu davranışlarını "satın almak" ile ifade etmesi, kelimeye ge­niş anlam kazandırmak itibarıyla olmuştur. Çünkü satın almak ve ticaret ke­limeleri nihâyetinde bir değişim işlemidir. Araplar ise bunu herhangi bir şe­yi herhangi bir şey karşılığında değiştiren her işlem hakkında kullanırlar. Ebu Züeyb de şöyle der:

"Eğer sen benim hakkınızda(sana olan sevgimle, meylimle)

cahillik ettiğimi sanıyorsan

Artık senden sonra ben cahilliği verip akıllılığı satın aldım."

"Dalâlet" asıl itibariyle şaşkınlık demektir. Unutkanlığın şaşkınlığa sebep olması dolayısıyla ona da "dalâlet" denilir. Nitekim yüce Allah da şöyle bu­yurmaktadır: "Ben o işi yaptığımda dalâlette olanlardan idim" (eş-Şuara, 26/20); yani unutanlardan idim.

Helak ve yok olmaya da "dalâlet" denilir. Nitekim yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Biz yerde kaybolup (dalalnâ) gittikten sonra mı (diriltileceğiz), dediler" (es-Secde, 32/10)

"Onların ticareti kazanç sağlayamamış." Arapların: Satışın karlı oldu, satışın zarar etti" şeklindeki sözlerinde olduğu gibi, onların adeti üzere yüce Allah da kârı ticerete isnad etmiştir. Yine araplar: kıyam eden bir gece (kişinin geceyi namaz­la geçirmesi anlamında)" oruçlu bir gün (kişinin gününü oruçla geçirmesi)" derler.

Bu ifadeler alışverişinde kar ettin, zarar ettin, geceni namazla geçirdin, gün­düzünü oruçla geçirdin, demektir. Yüce Allah'ın bu buyruğu da: Onlar bu ti­caretlerinde kâr sağlayamadılar, demektir. Nitekim şair de bu türden olmak üzere şöyle demektedir:

"Gündüzün şaşkın, gecen uyku (ile geçiyor)

İşte hayvanlar da dünyada böyle yaşıyor."

"Doğru yola da erememişlerdir." Yani, sapıklığı satın almakla doğruyu bulamamışlardır. Allah'ın ezelî ilminde onlar hidâyet bulmuş kimseler değil­dir, şeklinde de açıklanmıştır.

"Hidâyet bulmak" dalâlette olmanın zıddıdır. Buna dair açıklamalar da­ha önce geçmiş bulunuyor. [139]

 

17. Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir. O ateş etrafını aydın­latınca Allah onların nurlarını giderip kendilerini karanlıklar içinde bırakır; görmezler.

 

Ateşin Önünde Karanlıkta Kalanlar:

 

Yüce Allah'ın: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir" buyruğunda yer alan : "( ' ffil ): onların hali" kelimesi mübteda olduğu için merfudur. Haberi ise, "kâf dadır. Burada bu harf isimdir. el-A'şa'nın şu beyitinde ol­duğu gibi:

"Vazgeçer misiniz? Zalimlik edeni vazgeçiremez hiçbir şey Yağı da fitilleri de karnın içine geçiren bir mızrak yarası gibi." İmru'l-Kays'ın şu beyitinde de böyledir:

"Öyle bir atla geri döndük ki, sanki su kuşu idi aramızda, uzaklaşıp gidiyordu.

Göz bir onun olduğu tarafa bakıyor, bir dalıp gidiyordu."

Burada şairler (birinci beyitte) "mızrak yarası gibi" ikinci beyitte de "su ku­şu gibi" demek istemiştir. Haberin hazfedilmiş olması da caizdir. O vakit ifa­denin takdiri şöyle olur: Onların hali ateş yakan bir kimsenin halini andırır. Burada "kâf" harfi bir harf (benzetme edatı) olur.

kelimeleri aynı anlamdadır. Benzer, misal demektir. Mütemasil iki şey, birbirini andıran iki şey demektir. Dil bilginleri böyle de­mektedir.kimse" kelimesi, tekil için de çoğul içinde kullanılır. İbnu'ş-Şe-ceri Hibetullah b. Ali der ki: Araplar arasında tekil lafız ile çoğulu kasteden­ler vardır. Şairin şu sözünde olduğu gibi:

"O kimseler ki kanları Felç vadisinde akıp gitti

İşte asıl yiğitler onlara denir, ey Halid'in anası."

Yüce Allah'ın: O sıdk ile gelen ve onu doğrulayandır) işte ontar sakınanların ta kendileridir." (ez-Zümer, 39/33) buyruğunun bu söyleyişe uygun olduğu belirtilmektedir. Ay­nı şekilde yüce Allah'ın: "Onların hali bir ateş yakanın hali gibidir" buy­ruğu da böyledir. Anlamı: "Bir ateş yakan kimselerin hali gibidir" şeklinde­dir de denilmiştir. Bundan dolayı daha sonra yüce Allah: "Allah onların nu­runu giderip..." diye buyurmuştur. Birincisinde söz tekil iken, ikincisinde çoğul olarak gelmektedir.

Yüce Allah'ın: Onların daldıkları gibi siz de dal­dınız" (et-Tevbe, 9/69) buyruğunda yer alan kelimesi, burada haz­fedilmiş bir masdarın sıfatıdır. Bunun takdiri de şöyledir: Siz de onların da­lışı gibi bir dalış ile daldınız.

Şöyle de denilmiştir: Burada yer alan kimse ile, ( Jtfy-Î ) Ateş yakan" kelimesinin tekil gelmesi, ateş yakmak isteyenin, onlar adına ateş yak­mayı üstlenenin topluluk arasındaki bir kişi olmasından dolayıdır. Ateşin ışı­ğı gidince, karanlıkta kalmak hepsi için sözkonusu olduğundan dolayı yü­ce Allah: "Onların nurlarını" diye buyurmuştur. Burada yer alan (kelimesi, anlamındadır. kelimesinin anlamına gel­mesi gibi. (İkisi de kabul etti anlamında) Birinci kelimede sin ve te fazladan gelmiştir.Bu el-Ahfeş'in görüşüdür. Şairin şu sözünde de böyledir:

"Ve bir davetçi çağırdı: Ey çağrıya cevap verenler diye

O çağrısı esnasında kimse onun çağrısını kabul etmedi."

Nahiv bilginleri âyet-i kerimede yer alan cevabı ile: "nur­ları" kelimesindeki zamirin nereye ait olduğu hususunda farklı görüşlere sa­hiptir. Bu edatının cevabı mahzuftur. Bu da "söndü" anlamında kelimesidir. nurları" kelimesindeki zamir de münafıklara aittir. Böy­lece haber vermek ise, âhirette olacak bir durumu belirtmektedir. Yüce Al­lah'ın: "Aralarında kapısı olan bir duvar çekilmiş olacaktır." (el-Hadid, 57/13) buyruğunda olduğu gibi. Bu edatın cevabının: "Giderdi" olduğu "nurları" kelimesindeki zamirin de "yakan" kimseyi ifade eden ol­duğu da söylenmiştir.

Buna göre münafıka dair verilen misal ateşi yakanın durumu açıklanarak tamamlanmış olur. Çünkü ateşi yakanın görmez bir halde karanlıklar içeri­sinde kalması münafıkın şaşkınlık ve tereddüt içerisinde kalışını andırır. Ây^t-i kerime ile anlatılmak istenen ise, münafıklara bir misal vermektir. Şöyle }tv.

Evlilik, mirasçıhk, ganimet almak, kendilerinin, çocuklarının canlarının gü­ven altına alınması, mallarının dokunulmaz olması gibi müslümanlar ile il­gili olan hükümlerin kendileri için de sabit olmasını sağlayan, açığa vurduk­ları imanlarıdır. Bununla da karanlık bir gecede bir ateş yakıp onun vasıta­sı ile aydınlananın, sakınması ve kendisini güven altına alması gereken şey­leri görenin durumuna benzerler. Bu ateş, sönüp yahut ortadan kalkınca, yi­ne onu rahatsız edici şeyler gelir, onu bulur ve şaşkın şaşkın kalmaya devam eder. İşte münafıkların durumu da böyledir. Onlar iman edince İslam'a gir­diklerini belirten sözlerine aldandılar. Fakat ölümden sonra can yakıcı acıklı azap ile karşı karşıya kalacaklardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ha­ber verdiği gibi: "Şüphesiz münafıklar, cehennemin en aşağı tabakasında-dırlar." (en-Nisa, 4/145) Ve Allah onların nurlarını giderir. İşte bundan do­layı şöyle diyeceklerdir: "Bize bakın da sizin nurunuzdan aydınlanalım." (el-Hadid, 57/13)

Bu buyruk şöyle de açıklanmıştır: Münafıkların müslümanlara yönelme­si, onlarla konuşması ateşe benzer. Onlara duydukları sevgiden yüzçevirip onlar önünde tökezlemeleri ise, bu ateşin ışığının gitmesi gibidir. Bu konu­da başka açıklamalar da yapılmıştır.

"Ateş" anlamına gelen kelimesi müennesdir. Nur" dan gelmektedir. Aydınlatmak anlamına da gelir. "Nar" kelimesinin orta harfi asıl itibariyle "vav"dır. Çünkü bu kelimeyi küçültmek istediğimiz takdirde (»y.y) çoğulunu yapmak istediğimiz takdirde ise deriz. Burada görüldüğü gibi, önceki harfin esreli olması dolayısıyla "vav" harfi ya'ya dö­nüşmüştür.

Aydınlattı anlamına gelen kelimesinin ikinci bir söyleyişi de şeklindedir. O bakımdan: Ay aydınlattı, aydınlatır, aydınlatmak ve aydınlattı, aydınlatır," denilir. Bu keli­me hem lazım (geçişsiz) hem müteaddi (geçişli) olur. Muhammed b. es-Su-meya', başta elif'siz olarak şeklinde okumuştur. Ancak herkes elif ile okur. Şair der ki:

"Soyları ve ileri gelenleri aydınlattı onlara

Gecenin karanlığını, o kadar ki boncuğunu delen kişi onu ipine de dizdi." "Etrafını" anlamına gelen kelimesindeki edatı fazla ve te-kid içindir. kelimesi ile meful olduğu da söylenmiştir. "Etrafını" anlamına gelen (kelimesi mekan zarfıdır. Kelimenin sonunda yer alan "h" harfi de izafet dolayısıyla cer mahallindedir. Giderdi" kelimesi dan türemekte olup birşeyin yok olması zail olması anlamındadır.

Karanlıklar" kelimesi kelimesinin çoğuludur.

el-A'meş de kelimenin aslını bozmadan lam harfini sakin olarak şeklinde okumuştur. Lam harfini ötreli olarak okuyan ise, isim ile sıfat ara­sındaki fark dolayısıyla bu şekilde okur. Eşheb el-Ukayli de lam harfini fet-halı olarak: şeklinde okumuştur. Basralılar der ki: Daha hafif oldu­ğundan dolayı damme yerine fethalı okumuştur. el-Kisai de der ki: kelimesi çoğulun çoğuludur. İlk çoğul ise kelimesidir.

"Görmezler" hal mahallinde muzârî' bir fiildir: Görmeyenler olarak denil­miş gibidir. Buna göre karanlıklar" kelimesi üzerinde durak yap­mak caiz olmaz. [140]

 

18. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.

 

Sağırlar, Dilsizler, Körler:

 

"Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler." Yani gizli bir mübtedanın haberi ola­rak: onlar sağırdırlar... Abdullah b. Mes'ud'la Hafsa kıraatinde şeklindedir. Yermek maksadıyla bu şekilde nasb ile okumak caizdir. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlara lanet edilmiştir. Nerede ele ge-çirilirlerse..." (el-Ahzab, 33/61) Yine bir başka yerde yüce Allah:

Karısı da odun taşıyısıcı olarak.." (Tebbet, 111/4) diye buyurmaktadır. Şair de şöyle demiştir:

"Önce şarap içirdiler bana, sonra sardılar çevremi

Allah'ın düşmanları, yalan ve dolan ile."     

Şair burada ibaresini onları yermek istediğinden dolayı nasb ile okumuştur. Bu görüşe göre üzerinde vakıf yapmak doğru ve gü­zeldir. Aynı şekilde sağırdırlar" kelimesinin onları bırak­tı, terketti," kelimesiyle nasbedilmesi de caizdir. Şöyle denilmiş gibidir: On­ları sağır, dilsiz ve kör olarak terketti. Bu görüşe göre ise, üzerin­de vakıf güzel değildir.

Sağırlık, arap dilinde aslında tıkanıklık demektir. Eğer tıkalı ise, bir kanal ve boru hakkında denilir. Şişenin ağzını kapatıp tıkadı­ğımız takdirde Şişenin ağzını kapattım," denilir. Sağır, buna göre işitmesini sağlayan deliklerin tıkalı olduğu kimse demek olur.

Dilsiz (el-ebkem) ise konuşamayan ve konuşulanı da anlayamayan kim­sedir. Eğer konuşulanı anlıyor ise buna ahras denilir. İkisi arasında bir fark olmadığı da söylenilmiştir. Kişinin sağır olduğu anlatılmak istenildiğinde denilir. Yani açıkça dilsiz olduğu belli olan kimse demek olur. Şair der ki:

"Keşke benim dilim onlardan dolayı iki parça olsaydı

Ve bekim (konuşamayan) olsaydım ve diğer yarısı da yıldızların akıp gittiği yerde (bulunsaydı)."

Körlük (el-amâ): Görmenin gitmesi, yokolması demektir, Kör ol­du kör," körler şeklinde çoğulu gelir. Başkası tarafından kör edildiği anlatılmak istendiğinde mesela: Allah onu kör etti," denilir. tabiri ile kişi kör olmadığı halde körmüş gibi davran­dı, anlamına gelir. İşin içinden çıkılamadığı zaman tabiri kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "O günde haberler on­lar için karmakarışık bir hal alır." (el-Kasas, 28/66)

Sözü geçen bu açıklamalarımızdan maksat, onların bütün duyularının id­rak etmediğini anlatmak değildir. Maksat, herhangi bir açıdan onların idrak et­mediklerini ifadedir. Mesela: Filan kişi kötü sözlere karşı sağırdır derken, böy­le bir özel durumu  anlatmış oluruz. Şair şu mısrayı çok güzel söylemiştir:

"Hoşuna gitmeyen şeylere karşı sağırdır. Halbuki o işiten kimsedir." Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ve ben bir gözü kör çirkin sözlere karşı sağır oldum İsteseydim eğer onları işitirdim." Darimi der ki:

"Hanım komşum dışarı çıktı mı gözüm kör olur Ta ki duvarlar onu saklayıncaya kadar."

Şairin birisi de çokça hükümdarların yanına girip çıkan birisine  yaptığı tavsiyelerinde şunları da söylemektedir:

"Gir, fakat girdiğin vakit, kör gir Çıktığın zaman da dilsiz çık."

Katade der ki: Onlar hakkı işitmeyen "sağırlar" hakkı dile getirip söyle-meyen "dilsizler" ve hakkı göremeyen "körler" dir.

Derim ki: Pegamber (s.a)'ın Cibril hadisinde ahir zamandaki yöneticileri şu şekilde nitelendirirken bu anlamı dile getirmek istemiştir: "Ve sen çıplak ayaklı, elbisesiz, sağır ve dilsiz kimselerin yeryüzünün hükümdarları oldu­ğunu gördüğün vakit, işte bu da Kıyametin aiametlerindendir."[141] Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır.

"Artık onlar dönmezler." Şanı yüce Allah'ın onlar hakkındaki bilgisi dolayısıyla onlar hakka geri dönmezler. Arapçada: Bizzat kendisi dönen için denilir. Başkası tarafından döndürülen için Onu döndürdü," denilir. Huzeyl kabilesi ise: Başkası onu döndürdü" derler.

Yüce Allah'ın: "Sözü biribirlerine döndürürler" (Sebe', 34/31) Yani biri-birlerini kınarlar demektir. -Yüce Allah'ın sözü geçen sûrede (buyrukta) beyan ettiği budur. [142]

 

19- Yahut gökten boşanan yağmur gibi. Onun içinde karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü vardır. Ölüm korkusu ile yıldırımlar­dan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçev­re kuşatandır.

 

Dehşet Tabloları:

 

"Yahut gökten boşanan yağmur gibi." Taberi der ki: Burada Yahut "ve" anlamındadır. el-Ferrâ da böyle demiş ve delil olarak da şu beyiti gös­termiştir:

"Leyla zannetti ki ben kötü iş yapıyorum Kendimedir nefsimin takvası yahut kötülüğü."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Hilafete nail oldu yahut onun için bir kaderdi                               

Nitekim Musa da Rabbinin huzuruna kader gereği çıkmıştı."        

Buralarda "yahut" kelimesi: "ve" anlamındadır.

Burada yer alan "yahut" kelimesinin, muhatabı istediğini seçmek husu­sunda serbest bırakmak için kullanıldığı da söylenmiştir.Yani siz münafıkla­rın durumunu ister buna ister buna benzetin. Sadece bu iki halden birisine münhasır değil. Buyruk, yahut onlar yağmura tutulmuş kimsenin haline benzerler, demektir.

kelimesi yağmur anlamını taşır.  Bu kelimenin iştikakı ise: şeklindedir ve yağmurun yağması hakkında kullanılır. Alka-me der ki:

"Yağmur yüklü bulutlar, bol bol seni sulayasıca

Beni cahil bir kimse ile eş tutma!"

Kelimenin aslı şeklindedir. Ya ve vav bir araya gelmiş, ya harfi vav'dan önce esreli bulunmuştur. O bakımdan vav ya'ya dönüştürülüp idğam yapılmıştır.

Nitekim kelimelerinde de aynı şey yapılmıştır.

Kimi Kuleliler de şöyle demiştir: Bu kelimenin aslı, vezninde şeklindedir. en-Nehhas da der ki: Eğer durum onların dediği gibi ol­saydı, bu iki harfin birbirine idğam edilmesi caiz olmazdı. Nitekim kelimesinin de idğamı caiz değildir. kelimesinin çoğulu, "Onların misali, bir ateş ya­kan kimsenin misaline benzer. Yahut yağmura tutulmuş kimsenin halini an­dırır..."

"Gökten" Gök anlamına gelen "sema" kelimesi müzekker ve müennes ola­rak gelir ve şekillerinde çoğulları yapılır. el-Accac der ki:

"Onu rüzgarlar ve gökler (yani: yağmurlar) sarar"

Üst tarafta bulunup da seni gölgelendiren her şeye "sema" denilir. O ba­kımdan (Arapçada) evin tavanına "sema" denilmiştir. Aynı şekilde "sema" yağ­mur anlamında da kullanılır; çünkü yağmur semadan (yukardan) gelir. Has­san b. Sabit der ki:

"Hashâs oğullarının bazı toprakları var ki kurudur Oraları topraklar ve sema gizleyip örter." Bir başka şair de şöyle demişir:

"Sema (yağmur) bir kavmin arzına yağdı mı

İsterse onlar kızsınlar biz orada otlatırız."

Çamur ve ota da "sema" adı verilir. Mesela: "Sizin yanınıza gelene kadar semayı çiğneyip durduk" denirken kastettikleri otları ve çamurları çiğneyip durdukları şekildedir. Yine yüksekte kaldığı için atın sırtına da "sema" adı ve­rilir. Şair der ki:

"Atlas gibi kırmızı semasına gelince

Hep ıslaktır. Arzı ise kuru mu kuru.."

Üstte kalan şeye "sema", aşağıda kalan şeye de "arz" denildiği önceden de açıklanmıştır.

"Onun içinde karanlıklar, şimşek ve gök gürültüsü vardır."

Yüce Allah burada çoğul şeklinde "karanlıklar" buyurarak bir taraftan ge­cenin karanlığına, diğer taraftan bulutun karanlığına işaret etmektedir. Bu­lutlar üst üste yığılıp arttığından dolayı çoğul gelmiştir. Bu kelimenin söy­leyiş şekillerine dair açıklamalar önceden (17. âyetin tefsirinde) geçmiştir. Bu­rada tekrarlamaya gerek yoktur. Yüce Allah'ın izniyle daha önce açıklama­sı geçmiş bütün hususlara dair tutumumuz bu olacaktır.

"Gökgürültüsü" hakkında ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. yr Tirmizî'deki rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir:  Yahudiler Peygam­ber (s.a)'e gökgürültüsünün ne olduğu hakkında soru sordular, o da şöyle buyurdu: "Meleklerden bir melek olup bulutlarla görevlidir. Onunla birlik-î ' te yüce Allah'ın dilediği yere kendileri vasıtasıyla bulutları sürdüğü kamçı­lan vardır." Bu sefer: Peki bu işittiğimiz ses ne oluyor? diye sorunca; Hz. Pey­gamber de şöyle buyurdu: "Bu da onun bulutlara bağırdığı zamanki sesidir. Ve bu Allah'ın dilediği yere kadar ulaşır." Yahudiler: Doğru söyledin, diye ce­vap verdiler..[143]

İlim adamlarının çoğunluğu da bu görüşü benimsemiştir. Buna göre "gökgürültüsü" işitilen sesin adıdır. Hz. Ali de böyle demiştir. Arap dilin­de bilinen de budur. Cahiliyye döneminde Lebid şöyle demiştir:

"Gökgürültüsü ve yıldırım bana o süvariyi kaybetmenin acısını tattırdı

Baş edilemez o savaş gününde."

İbn Abbas'tan şöyle dediği de rivayet edilmiştir: Gökgürültüsü bulutlar ara­sında sıkışıp kalan bir rüzgardır. İşte işittiğiniz o sesin çıkması bundan do­layıdır.

"Şimşek" hakkında da müf'essirler farklı görüşlere sahiptir. Ali, İbn Mes'ud ve İbn Abbas (Allah onlardan razı olsun)dan şimşeğin meleğin elinde ken­disiyle bulutları sürdüğü demir bir kılıç olduğu rivayet edilmiştir.

Derim ki: Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisin zahirinden anlaşılan odur. Yi­ne İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre bu, kendisi vasıtasıyla bulutları sü­rüklediği, meleğin elinde nurdan bir kamçıdır. Ondan gelen bir başka riva­yete göre şimşek, görünür gibi olan bir melektir.

Felsefeciler de derler ki: Gökgürültüsü, bulut parçalarının birbirleriyle sür­tüşmesinden çıkan sestir. Şimşek ise, bu sürtüşmeden dolayı parlayan , ça­kan ateştir. Ancak bu görüşün doğruluğunu belirten sahih bir metin yoktur. O bakımdan reddedilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Gökgürültüsü" (anlamına gelen "er-Ra'd") kelimesinin asıl itibariyle hareket manasına geldiği ifade edilmiştir. Nitekim korkak kimseye "er-Ri'did (çokça titreyen)" denilir. Çalkalanıp sallanan birşey hakkında da Titredi kelimesi kullanılır. Hadis-i şerifte yer alan şu ifade de buradan gel­mektedir: İkisi bütün eklemleri titreyerek getiril­diler."[144] Bu hadisi Ebû Dâvûd rivayet etmiştir.

"el-Berk (şimşek)" : kelimesinin aslı  parlaklık ve ışık anlamına gelen kelimelerinden gelmektedir. Burak kelimesi de burdan gel­mektedir. Burak, Rasulullah (s.a)'ın İsra gecesinde bindiği binektir. Ondan önce diğer peygamberler de bu bineğe binmiştir.

"Gök gürledi" Ra'd kökünden; (Gökte) şimşek çaktı" da Berk kökündendir. Yine: tabiri, kadın güzel-leşip süslendi, anlamındadır. Araplar, erkek hakkında de­nildiğinde tehditte bulundu ve korkuttu, denmek istenir. İbn Ahmer der ki:

"Ey ülkemiz kendisinden uzak olan ve ey bizi uzaktan takip edip yetişemeyen Sen bulunduğun yerde şimşek gibi çak ve gök gibi gürle." Belde halkına gök gürültüsü ve şimşekler isabet ettiğinde denilir.

Gökteki gürültü ve şimşek için  denilirken, tehditte bulunduğu ve korkuttuğu zaman bir kişinin durumunu anlatmak üzere de: denilir. Ancak el-Esmaî bunu kabul etmez. Esmaî'nin gö­rüşüne karşı el-Kumeyt'in şu beyiti delil gösterilmiştir:

"Ey Yezid, gürle ve tehditte bulun.

Senin tehdidin bana dokunmaz." -- Ancak el-Esmaî: Kumeyt'in sözleri delil değildir, diye cevap verir.

İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Medine ile Şam arasında Ömer b. Hattab ile bir yolculukta idim. Beraberimizde Ka'b el-Ahbar da var­dı. Şiddetli bir rüzgar çıktı. Ondan sonra gök gürültüsü ve oldukça şiddetli bir yağmur yağdı. Soğuk da oldu. İnsanlar korkmaya başladı. Ka'b bana şöy­le dedi: Her kim gökgürültüsünü işittiği vakit:

"Gökgürültüsünün hamdiyle, meleklerin de korkusundan dolayı teşbih ettiği zatın şanı ne yücedir!" derse bu bulut soğur ve gök gürültüsünden do­layı meydana gelecek zararlardan esenliğe kavuşturulur. İbn Abbas der ki: Bu sözü ben ve Ka'b birlikte söyledik. Sabah olup da insanlar bir araya gelince Ömer'e şöyle dedim: Ey mü'minlerin emiri. Sanki biz insanların içinde bulun­duğu durumdan farklı bir haldeydik. Bana, bu nasıl oldu? diye sorunca ben ona Ka'b'ın söylediklerini naklettim. Hz. Ömer şöyle dedi: Sübhanallah siz, niye bu­nu bize söylemediniz, biz de söylediğiniz gibi söylerdik. Bir rivayette de Hz.Ömer'in burnuna isabet eden ve burnunda iz bırakan bir dolu tanesi çarp­tı. Bu rivayet inşaallah er-Ra'd sûresinde (13- âyetin tefsirinde) gelecektir.

Her iki rivayeti de Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib, tabiinin as-hab-ı kiramdan naklettiği rivayetler arasında zikretmektedir. (Allah'ın rahme­ti hepsine olsun). İbn Ömer'den rivayete göre Peygamber (s.a) Gökgürül-tüsü ve yıldırımları işitip gördüğünde şöyle derdi:

Allah'ım, gazabınla bizi öldürme, azabınla bizi helak etme, bundan önce bize afiyet ver."[145]

"Yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar." Parmaklarını kulak­larına tıkamalarının sebebi Kur'ân-ı Kerim'i işitmemek, ona ve Muhammed (s.a)'a iman etmemek içindir. Çünkü bu onlar açısından bir küfürdür. parmaklar" kelimesinin tekili beş şekilde söylenir:

1. şeklinde hemze esre, be üstün

2. şeklinde hemze üstün, be esreli

3- Hemze ve be üstün,

4. Hemze ve be ötreli,

5. Hemze ve be esreli. Kelime müennestir. "Kulak" anlamına gelen "uzun"un küçültme ismi "uzeyne"dir. Bunu bir erkeğe ad verip küçültecek olursak "uzeyn" denilir.

"Kulak" anlamına gelen, "üzün" kelimesinin çoğulu "âzân" gelir. Herke­sin sözüne kulak veren kimse hakkında: denilir. Tekili ile çoğulu ay­nıdır. Kulakları büyük kimseyedenilir. Böyle olan koyuna: koça v. de çocuğun kulağını büktüm, demektir.

"Yıldırımlardan" buyruğu ile yıldırımlar dolayısıyla parmaklarıyla kulak­larını tıkadıklarına işaret edilmektedir. Âyet-i kerimede yer alan "savâik" yıl­dırımlar "saika" kelimesinin çoğuludur. İbn Abbas, Mücahid ve başkaları der ki: Melek olan er-Ra'd (gökgürültüsü)ın hiddeti ileri dereceye vardığı takdir­de ağzından ateş saçar. İşte yıldırımlar bunlardır. el-Halil de böyle söylemiş­tir. Yine el-Halil der ki: Yıldırım: Gökgürültüsü sesinden gelen oldukça şid­detli bir şekilde düşen birşeydir. Kimi zaman onunla beraber değdiği şeyi ya­kan bir ateş parçası da bulunur. Ebu Zeyd de der ki: Yıldırım, şiddetli gök­gürültüsü esnasında semadan düşen bir ateştir. el-Halil de bir grup kimse­den bu kelimenin "sin" harfi ile "es-saika" şeklinde söylediğini nakletmek­tedir. Ebu Bekr en-Nekkaş da der ki: "Saika, sa'ka ve sakia" aynı anlamda­dır. el-Hasen bu kelimeyi (kaf harfini öne alarak): "es-savaki" şeklinde oku­muştur. Ebu'n-Necm'in şu beyitinde de durum böyledir:

"Keskin ve dümdüz kılıçlarla anlatırlar

Şimşeğin gök gürültüsünden yarılmasını."

En-Nahhas der ki: Bu şekildeki söyleyiş Temimliler ile Rabia oğullarının bir kısmının söyleyiş şeklidir. Gökten bir topluluk üzerine yıldırım düştüğü vakit, "üzerlerine gökten yıldırım düştü," denir.

Saika, aynı zamanda azap sayhası (feryadı) anlamındadır. Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Kazandıkları sebebiyle , horlayıcı azabın yıldırımı onları yakaladı." (Fussilet, 41/17) Bayılan hakkında: adam bayıldı, baygınlık ifadeleri (bu kökten) kullanılır. Yüce Allah'ın şu buy­ruğu da bu anlamdadır: "Mûsâ da baygın düşüverdi." (el-A'raf, 7/143) İbn Mukbil der ki:

"Mavi at sineklerini göğsünün altında görürsün

Teker teker çifter çifter kişnemeleri o atların, onları baygın (ölü) düşürmüştür."

Yüce Allah'ın: "Göklerde ve yerde olanların hepsi baygın düşer." (ez-Zu-mer, 39/68) buyruğundaki baygınlıktan kasıt ölümdür.

Yüce Allah bu âyet-i kerimede münafıkların durumunu, şiddetli yağmur esnasında bulunan karanlıklara, gökgürültüsü, şimşek ve yıldırımlara benze­mektedir. Karanlıklar onların inandıkları küfrün misali, gökgürültüsü ve şimşek kendisi ile korkutuldukları buyrukların misalidir.

Şöyle de denilmiştir: Allah Kur'ân-ı Kerim'i yağmura benzetmiştir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in anlaşılması onlar için içinden çıkılamaz birşeydir. Körlük ise karanlıklar demektir. Onun içerisinde bulunan tehdit, azar da gökgürül-tüsüdür. Kur'ân-ı Kerim'de bulunan nur ve kimi zaman neredeyse gözlerini kamaştıracak dereceye varan apaçık deliller ise, şimşeği andırmaktadır. "Yıl­dırımlar" ise Kur'ân-ı Kerim'de bulunan dünya hayatında savaşa çağrının ve âhiretteki tehditlerin misalini ifade eder. "Yıldırımların hoşlarına gitmeyen cihat, zekat ve benzeri diğer şer'i mükellefiyetler olduğu da söylenmiştir.

"Ölüm korkusu ile." Burada (korkuyu ifade eden) kelimesi, aynı anlamda olmak üzere şeklinde de okunmuştur.

Sibeveyh der ki: Burada kelimenin nasb halinde gelmesi, mef'ulu leh ol­ması dolayısıyladır. Hakikatte ise bu masdardır. Sibeveyh şu beyiti örnek gös­termiştir:

"Asil bir kimse bana karşı bir cahillikte bulunursa onun bu halini (asaletini)

korumak üzere affederim onu Ve seviyesine düşmeyeyim diye adi ve bayağı kimsenin sövmesinden

yüzçeviririm."

el-Ferrâ da, bu kelimenin temyiz olmak üzere nasb edildiğini söylemiştir. Ölüm (el-mevt) hayatın zıddıdır. şekillerinde ge­lir. Şair der ki:

"Kızcağızım, ey kızların efendisi

Çok yaşa fakat ölmeyeceğinden yana emin olunmaz."

Ölü kimse için şeklinde kullanılır. Bu kelimenin çoğulu ise şeklinde gelir. Cansız varlıklar hakkında "el-mevat" denilir. Yine bu kelime, sahipsiz ve yararlanılmayan arazi anlamına gelir. "Mevetan" hayatta olmanın zıddıdır. "İki ölüyü al, fakat iki yaşayanı al­ma" denilir. Yani arazileri evleri al, fakat köle ve hayvan satın alma. Davar­ların karşıkarşıya kaldıkları bir hastalıktan ölmelerine denilir. Davarlarda ölüm salgını görüldü," demektir. Öldürmek anlamını ifade etmek üzere denilir. Allah onu öldürdü, an­lamındadır. Son kelimenin şeddeli gelmesi mübalağa içindir. Şair der ki:

"Urve çok rahat bir şekilde öldü

İşte şimdi ben her gün öldürülüyorum."

Dişi devenin yavrusu öldüğü takdirde hakkında tabiri kul­lanılır. Ebu Ubeyd der ki: Kadının da durumu böyledir. Bu durumda olanın çoğulu şeklinde gelir. İbnu's-Sikkit der ki: Bir kişinin oğlu ve­ya oğulları öldüğü takdirde denilir. kendisini ölü gi­bi gösteren riyakar zahidin niteliklerindendir. ifadesi ise, demene benzer. (Öldürücü mü öldürücü bir ölüm ve kapkaranlık bir gece demektir). Bu şekilde onun lafzından tekit edici bir ifade kullanı­lır. ise, bir işe kendisini alabildiğine veren demektir. Şa­ir Ru'be der ki:

"Ve deniz köpüğünün hışırtısı var

Gece ise su üstünde ölü gibidir."

Yine kelimesi, savaşta ölümden hiçbir şekilde korkmayan, ölüme aldırış etmeyen, ölürcesine çarpışan kimse anlamına gelir. Hadis-i şe­rifte şu ifade kullanılmaktadır:" Ben bunların ölesiye çarpıştıklarını (çarpışacaklarını) görüyorum."[146]

kelimesi insanda görülen bir çeşit delilik ve sara nöbeti demek­tir. Kendisine geldiği zaman tekrar aklı tam anlamıyla başına gelir. Uyuyan ve sarhoşun durumunda olduğu gibi.

Mu'te ise, Ebu Talib'in oğlu Ca'ferin (selam ona) öldürüldüğü bir belde­nin adıdır.

"Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır." İfadesi mübteda ve haberdir. Ya­ni onun elinden kurtulamazlar, demektir. Bir kişiyi dört bir yandan kuşatıp yakaladığı takdirde Sultan filanı çepeçevre kuşattı," de­nilir. Şair der ki:

"Onları kuşattık, nihayet gördüklerine onlar da inanınca

Hep birlikte barışa meylettiler."

Yüce Allah'ın: "Onun bütün mahsulü, kuşatıldı (yok edildi)" (el-Kehf, 18/42) buyruğu da bu kökten gelmektedir.

Şanı yüce Allah, bütün mahlukatı muhit (kuşatıcı)dır. Yani bütün yaratık­lar O'nun egemenliği ve buyruğu altındadır, emri altındadır. Nitekim yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Arz bütünüyle Kıyamet gününde O'nun kabzasındadır." (ez-Zumer, 39/67) Yani O'nun egemenlik ve tasarrufu altındadır, de­mektir.

"Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır." Onların durumlarını çok iyi bi­lendir, anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buy­ruğudur: "Ve muhakkak Allah'ın ilmiyle herşeyi kuşatmış olduğunu gerçek­ten bilesiniz diye." (et-Talak, 65/12)

Onları helak edip yok edecek ve onları bir araya getirip toplayacaktır, an­lamına geldiği de söylenmiştir. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Etrafınızın kuşatılması hariç..."(Yusuf, 12/66) Hep birlikte helak edilme­niz hali müstesna, demektir. Özellikle kâfirlerin kuşatılmasının sözkonusu edi­liş sebebi ise, âyet-i kerimede daha önce kendilerinden söz edilmiş olması­dır. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. [147]

 

20. O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydın­lattıkça da ışığında yürürler. Başlarına karanlık çökünce diki­lip kalırlar. Allah dileseydi işitmelerini ve görmelerini giderir­di. Şüphesiz ki Allah herşeye gücü yetendir.

 

Aldatıcı Işıklar:

 

"O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek" buyruğundaki" neredeyse" kelimesi birşeyin gerçekleşmesinin yakın olduğunu ifade eder. Yap­masının yaklaşıp yapmaması halinde denilir. Kur'ân-ı Kerim'in dışındaki sözlerde kullanılabilir. Nitekim Ru'be şöyle demiştir:

"Uzun zamandan beri eskidiğinden dolayı neredeyse tamamıyle yok olacaktı." Ancak getirmeden kullanılması daha güzeldir. Çünkü bu edat ifa­deye "gelecek zaman" anlamını kazandmr. Bu ise uygun değildir. Nitekim (bu edat kullanılmaksızın) yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şimşeğinin şiddet­li ışığı gözlerin nurunu neredeyse alıp gidecektir." (en-Nur, 24/43) Araplarda: Devekuşu neredeyse uçacak, damat neredeyse prens olacak" tabirlerini kullanır. Çünkü her ikisi de belir­tilen hallere oldukça yaklaşırlar. fiili çekimi yapılabilen ba-bındandır. Burada bu fiilin haberi, isim ile gelmiştir jki bu da oldukça azdır.

Arapçada bu kelime gibikelimeleri de vardır. Ve bunların da haberi (jf)sız gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Üzer­lerine cennet yapraklarından koyarak örtmeye başladılar." (el-A'râf, 7/22; Taha, 20/121) Çünkü bütün bu fiiller, hali ve onun yakınlığını ifade eder. Hal ile birlikte ise  ( oî ) bulunmaz.

"Gözlerini kapıp alıverecek.." Kapıp alıverme; el-hatf: Hızlıca almak de­mektir. Hızı dolayısıyla uçan kuşa "huttâf" denilmesi bundan dolayıdır. Kur'ân-ı Kerim'in korkutmasına misal olduğunu kabul edenlere göre, bunun anlamı da şöyle olur: Onların başlarına geleceklerden korkmaları, neredey­se gözlerini alıverecek. Eunu Kur'ân-ı Kerim'de bulunan beyana misal kabul edenlere göre de anlamı şöyle olur: Onlara gözlerini iyice kamaştıracak şe­kilde açıklamalar gelmiş bulunmaktadır.

Bu kelime, şeklinde kullanılır. Her şekilde de okun­muştur. O söyleyişi güzeldir. Diğer söyleyişi ise, el-Ahfeş şeklinde nakletmiştir. el-Cevheri, bunun az ve sıradan bir söy­leyiş olduğunu hemen hemen hiç bilinmediğini kaydetmektedir. Yüce Allah'ın: O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek" buyruğunu bu şekilde Yunus okumuştur. en-Nehhas ise, okuyu­şunda yedi şekil olduğunu söylemiştir.

Fasih okuyuş:şeklindedir. Ali b. el-Huseyn ile Yahya b. Vessab şeklinde okumuştur. Said el-Ahfeş, bu bir şivedir demiştir. el-Ha-sen, Katade ve Asım el-Cahderi ile Ebu Reca el-Utaridi şeklinde okumuşlardır. Yine el-Hasen'den gelen rivayete göre de "hı" harfini üstün oku­muştur. el-Ferra der ki: Bazı Medineliler hı harfini sakin ve ta harfini şedde­li okumuşlardır. el-Kisai, el-Ahfeş ve el-Ferra der ki: Ya, hı ve ta harflerini es-reli okuyarak şeklinde okumak caizdir. Bu üç okuma şekli yazıya uygundur. Yedincisini ise Abdülvaris nakletmiş ve şöyle demiştir: Ben Ubey b. Ka'b mushafında şeklinde yazıldığını gördüm.

Sibeveyh ile el-Kisai'nin iddiasına göre şeklinde hı ve ta harf­lerinin esreli okuyan kimseye göre bu kelimenin aslı şeklindedir. Daha sonra "t" harfini "ta" harfine idğam etti. İki sakin harf bir araya geldi­ğinden dolayı hı harfi esreli okunmuştur. Sibeveyh der ki: Hı harfini üstün okuyan kimse, t'nin harekesini o harfe vermiş demektir. el-Kisai der ki: Ya harfini esreli okuyan kimse kelimesindeki elifin esreli oluşu do­layısıyla böyle okur. Ferra'nın hı harfini sakin okuyup ta harfini de idğamlı okunuşu şeklinde Medine halkından yaptığı nakle gelince, bu bilinen bir ki raat şekli de değildir. Mümkün de değİLdir (caiz değildir). Çünkü iki ayrı sa­kini bir arada bulundurmaktadır. Bunu da en-Nehhas ve başkaları söylemiş­tir.

Derim ki: Yine el-Hasen'den ve Ebu Reca'dan şeklinde bir oku­yuş da rivayet edilmiştir. İbn Mücahid: Bunun yanlış olduğunu zannederim, demektedir. Buna dair de yüce Allah'ın: Meğer ki hırsızla­yıp kapan olsun" (es-Saffat, 37/10) buyruğunu hiçbir kimsenin (ti harfini) üs­tün olarak okumadığını delil göstermiştir.

"Gözleri" anlamındaki buyruğun tekili. Basar, görme duyuşudur. Anlamı şudur: Kur'ân'ın delilleri ve apaçık burhanları neredeyse gözlerini kamaştı­racak şekildedir. Şimşeği korkutmanın misali kabul edene göre ise, anlam şöy­le olur: Başlarına geleceklerden dolayı korkmaları neredeyse gözlerini alıve-recek demektir.

"Onları aydınlattıkça da ışığında yürürler." buyruğunda " her ... ça", zarf olduğundan mensubtur. Bu kelime zaman edatı anlamın­da olursa, o taktirde ism-i mevsul olup âmili de ışığında yürür­ler" buyruğu alır. Bu aynı zamanda cevabıdır. Bunda aydınlattı, amel etmez, çünkü bu da sıla cümlesi bünyesindedir. el-Müberred'e göre, ifade­nin takdiri şöyledir: Şimşek yollarını aydınlattığında yürürler. Buna göre "yol" anlamındaki kelime mePul olur. Fiillerin bablarının aynı anla­ma gelmesinin caiz olduğu da söylenmiştir. Bu durumda takdire gerek kal­maz. Buna göre mana şöyle olur: Onlar Kur'ân'ı işittikleri ve delillerini açık­ça gördükleri her seferinde alışkanlık kazanırlar ve onunla birlikte yol alır­lar. Kur'ân-ı Kerim'den anlayamadıkları ve kendisi sebebiyle sapacakları birşey nazil olduğu zaman, yahut kendilerine bir mükellefiyet verildiğinde "dikilip kalırlar." Yani münafıklıkları üzerinde sebat ederler. Bu açıklama şekli İbn Abbas'tan nakledilmiştir.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Ekinlerinde, davarlarında halleri iyi gidip de nimetler ardı arkasına geldiği her seferinde şöyle demektedirler: Muhammed'in dini mübarek bir dindir. Fakat onlara bir musibet gelip çattı­ğında, bir kıtlıkla karşı karşıya kaldıklarında bu işe kızarlar ve münafıklık­larını sürdürürler, münafıklıklarından vazgeçmezler. Bu açıklama şekli de İbn Mesud ve Katade'den nakledilmiştir.

en-Nehhas der ki: Bu güzel bir açıklama şeklidir. Bunun doğruluğuna da yüce Allah'ın şu buyruğu delildir: "İnsanlardan kimisi, Allah'a inhiraf (ye tereddüt) üzere ibadet eder. Ona bir hayır isabet ederse, bununla mutmain olur. Eğer ona bir fitne (sıkıntı) isabet ederse, yüzüstü gerisin geri döner." (el-Hacc, 22/11)

Sufi ilim adamları da der ki: Bu yüce Allah'ın, başından beri irade ile ilgili doğru dürüst sahih bir hali bulunmayan kimselere verdiği bir misalidir. Bu kişi bu hallerden birtakım asılsız iddialarla büyük kimselerin hallerine in­tikal eder. Eğer bunların adabına sıkı sıkıya bağlı kalmak suretiyle bu iddi­alarını tashih etmiş olsaydı, bu irade halleri onu aydınlatırdı. Ancak bu id­dialar ile bu halleri biribirine karıştırınca Allah, ondan bu hallerin nurlarını giderdi ve bu kişi bu karanlıklardan çıkış yolunu görmeyecek halde iddiala­rının karanlıklarında kalakaldı.

İbn Abbas'tan gelen rivayete göre, bunlarla kastedilen yahudilerdir. Pey­gamber (s.a) Bedir'de muzaffer olunca umutlandılar ve şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, Musa'nın bizlere geleceğini müjdelediği peygamber budur. Bu­nun hiçbir sancağı geri dönmez. Ancak Uhud'da bozgun sözkonsu olunca ir-tidat ettiler ve şüpheye düştüler. Bu açıklama şekli zayıftır, âyet münafıklar hak­kındadır. Ancak, İbn Abbas'tan bu rivayet daha sahih bir şekilde gelmiştir. Bu­nunla birlikte mana hepsini (kâfirleri de münafıkları da) kapsamaktadır.

"Allah dileseydi işitmelerini ve görmelerini giderirdi." Yani eğer Allah dilemiş olsaydı, müminleri onların durumlarından haberdar eder ve böyle­likle istilaya uğratarak, öldürterek, mü'minleri aralarından çıkartarak İs­lam'ın kendilerine kazandırdığı izzetleri ellerinden giderirdi. Burada özellik­le "işitmek ve görmek"den söz edilmesi, âyet-i kerimede daha önce bunla­rın sözkonusu edilmesidir veya insanda bulunan en şerefli azalan oldukla­rından dolayıdır. Bu kelime, şeklinde çoğul olarak da okunmuş­tur. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/7. âyet, 8. başlıkta) geç­miş bulunmaktadır.

"Şüphesiz ki Allah herşeye gücü yetendir." Genellik ifade eder. Kelâm-cılara göre bunun anlamı, şanı yüce Allah'ın kendisine güç yetirmekle nite­lendirilebileceği herşey hakkında caizdir. Ümmet yüce Allah'ın "kadîr (gü­cü yeten)" diye adlandırılabileceği üzerinde icma etmiştir. Şanı yüce Allah ka­dîr, kadir ve muktedirdir. Kadîr, kâdir'den daha beliğdir. Bunu ez-Zeccac söy­lemiştir. el-Herevi de der ki: Kadîr ile kadir aynı anlamdadır. Bir şeye muk­tedir olmak, O şeye gücü yetmek demektir. Yüce Allah var olması da yok ol­ması da mümkün olabilen herşeye kadîr, muktedir ve kadirdir. O bakımdan her mükellefin şanı yüce Allah'ın kadir olduğunu bilmesi gerekir: Bu kud­retiyle o, dilediğini bilgi ve seçimine uygun olarak dilediği şekilde yapar. Yi­ne her mükellefin şunu da bilmesi gerekir: Kulun da kendisine göre bir kud­reti vardır. Bu kudreti sayesinde o, ilahi adetin cereyan şekline uygun ola­rak Allah'ın kendisini muktedir kıldığı şeyleri yapabilir. Bununla birlikte yü­ce Allah, kendi kudreti ile kullarını istibdadı altında tutmamaktadır. (Yani on­ları belli bir işi yapmak üzere zorlamamaktadır.) Burada yüce Allah'ın "kud­ret" sıfatının sözkonusu ediliş sebebi ise, tehdit ve korkutma anlamını ihti­va eden bir fiilden daha önce söz edilmiş olmasıdır. O bakımdan burada "kudref'in anılması uygun düşmektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

Kûfelilere göre buraya kadar yirmi âyettir. Bu yirmi âyetin dört âyeti mü­minlerin niteliği ile ilgilidir. Arkasından kâfirlerin niteliği ile ilgili iki âyet-i kerime gelmektedir. Geri kalanı ise münafıklar hakkındadır. Buna dair riva­yet İbn Cüreyc'den daha önce geçmiş bulunmaktadır. Yine Mücahid de bu görüşü belirtmiştir. [148]

 

21. Ey İnsanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize iba­det edin. Ta ki sakınasınız.

 

Ey İnsanlar! İbadet Edin:

 

"Ey insanlar, sizi de sizden öncekileri de yaratan Rabbinize ibadet edin." Alkame ve Mücahid dedi ki: "Ey insanlar" diye başlayan her bir âyet, Mekke'de inmiştir. "Ey iman edenler" diye başlayan her bir âyet de Medine'de inmiştir.

Ancak bu görüşü reddeden birtakım hususlar vardır: Bu sûre ve Nisa sû­resi, Medenidir yani Medine'de inmiştir ve bunlarda da "Ey insanlar" hita­bı yer almaktadır. "Ey iman edenler" ile ilgili görüşleri ise doğrudur. Urve b. ez-Zubeyr der ki: Herhangi bir had (belli bir suçun cezası) yahut bir farz be­lirten buyruklar Medine'de inmiştir. Geçmiş ümmetlerden ve azaptan söz eden buyruklar ise Mekke'de inmiştir. Bu da açıktır.[149]

Burada "insanlar" ile kimlerin kastedildikleri hususunda iki farklı görüş vardır:

Birinci görüş: Bunlar yüce Allah'a ibadet etmeyen kâfirlerdir. Buna da yü­ce Allah'ın bundan sonra gelecek: "Eğer kulumuza... indirdiğimizden şüp­he içinde iseniz." (el-Bakara, 2/23) buyruğu delalet etmektedir.

İkinci görüş: Bu bütün insanlara yönelik genel bir hitaptır. Buna göre, mü­minlere yönelik olan tarafıyla ibadetin devamı, kâfirlere yönelik olan kısmıy­la da ibadet etmeye başlamaları şeklinde bir hitap olur. Bu da güzel bir açık­lamadır. '

"İbadet edin" buyruğu ona ibadet etmek emrini vermektedir. Burada ibadet onu tevhid etmek ve dininin şer'i hükümlerine bağlanmaktan ibarettir. İbadet asıl itibariyle boyun eğmek ve önünde zilleti arzetmektir. Eğer bir yol ayaklar ile çiğnenip oradan gidip geliniyor ise, o yola denilir. Taraf e der ki:

"Ön ayağını attığı yere arka ayağını attı, peş peşe gidip gelinen bir yol üstünde."

İbadet itaat, taabbud de kendini ibadete vermek ve ibadet için çekilmek, birisini abd edinmek de onu köle edinmek, demektir.

"Sizi de... yaratan" Şanı yüce Allah, diğer sıfatları arasından onları yarat­mış olduğunu özellikle zikretmektedir. Çünkü Araplar yüce Allah'ın kendi­lerini yarattığını kabul ediyorlardı. Bunu onlara karşı bir delil olmak ve ibadet etmemelerine karşılık da onları azarlamak için zikretmiştir. Bununla üzerlerindeki nimetini hatırlatmak istediği de söylenmiştir.

Asıl itibariyle "yaratmak (halk)" iki şekilde olur:

Birincisi; takdir etmektir. Mesela: Eğer bir hayvan derisini kesip parça­lamadan önce, gerekli şekilde ölçüp tasarlanmış ise, kişi." Deriyi su kırbası olmak üzere halkettim" der. Şair der ki:

"Sen takdir ettin mi hemen onu yaparsın

Kimisi ise, takdir eder daha sonra hiç yapmaz."

el-Haccac da şöyle demiştir: Ben neyi takdir ettimse, (halaktu) mutlaka onu kesinlikle sonuca ulaştırdım. Neye söz verdimse de mutlaka onu yerine ge­tirdim.

İkincisi; varetmek, meydana getirmek, icad etmek ve yoktan varetmek. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve yalan halkediyorsunuz. (Olmayan birşeyi uyduruyorsunuz)" (el-Ankebut, 29/17.)

"... Sizden öncekileri de.." Kendilerinin Allah tarafından yaratıldıklarını ka­bul ettiklerine göre, başkalarının da o Allah tarafından yaratıldığını kabul edi­yorlar demektir. (O halde bunu da ayrıca söylemenin anlamı nedir?) diye bir soru sorulursa, şu şekilde cevap verilir: Böyle bir ifade verilen öğüdün daha beliğ ve etkileyici olması için dikkat çekmek ve hatırlatmak içindir. Yüce Al­lah, onlara kendilerinden öncekileri hatırlattı. Böylelikle kendilerinden önce­kilerini öldürenin aynı şekilde Allah olduğunu bilsinler ve kendilerini de ya­rattığı gibi öldüreceğini anlasınlar. Kendilerinden önce geçip gidenlerin ne şe­kilde oldukları ve helak olanlann ne sebeplerden dolayı helak edildikleri üze­rinde düşünsünler, onların da imtihan edildikleri gibi kendilerinin de imtihan edilmekte olduklarını bilsinler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ta ki sakınasuuz." Yüce Allah'ın burada yer alan Ta ki, olur ki" edatı "ibadet edin" ile alakalıdır. Yoksa "yaratan" buyruğu ile alakalı de­ğildir. Çünkü Allah'ın cehennem için yaratmış olduğu kimseler, Allah'tan sa­kınsınlar diye yaratılmış değildir. Bu vö buna benzer yüce Allah'ın buyruk­ları arasında yer alan (ve aynı edatın kullanıldığı): "Ta ki akıl edesiniz, ta ki şükredesiniz, ta ki öğüt alasınız, ta ki hidâyet bulaşınız" buyrukları ile il­gili üç ayrı açıklama şekli yapılmıştır:

1- Bu kelimesi, asıl kullanılış amacına uygun olarak, umut ve bek­lenti ifade eder. Umut ve beklenti insanlardandır. Onlara şöyle denilmiş gi­bidir: Sizler bunu yapınız. Çünkü sizden beklenen ve umulan aklınızı kul­lanmanız, öğüt almanız ve takva sahibi olmanızdır. Sibeveyh'in ve dil alim­lerinin ileri gelenlerinin görüşü budur. Sibeveyh yüce Allah'ın: "İkiniz de Fir'avn'a gidin, çünkü o azmıştır. Fir'avn'a yumuşak söz söyleyin. Olur ki öğüt alır yahut korkar" (Taha, 20/43-44) buyruğu hakkında şöyle demekte­dir. Bunun anlamı şudur: Sizler Fir'avn'ın öğüt alacağını umarak ve bekleye­rek ona gidiniz. Ebu'l-Meali de bu görüşü tercih etmiştir.

2- Araplar bu edatı, edatının anlamını ifade eden "lam" (ile ve için) anlamında ve tereddütten uzak bir manada kullanmışlardır. O vakit bu gibi buyrukların anlamı: Aklınızı kullanmanız için, öğüt almanız için, takva sahi­bi olmanız için., şeklinde olur. Şairin şu sözü bunun delilidir.

"Bize dediniz ki: Bizim savaşı bırakmamız için siz de savaşları bırakın Ve bu konuda her türlü teminatı verdiniz Fakat biz savaşı bırakınca sizin verdiğiniz sözler Çölde parlayıp kaybolan bir serabın parıltısını andırırdı." Burada bu edat dolayısıyla: Bizim savaştan vazgeçmemiz için siz de sa­vaşları kesiniz, anlamındadır. Şayet burada eğer şüphe ve tereddüt ifade etseydi, onlara her türlü teminatı vermeleri sözkonusu olmazdı. Bu gö­rüş Kutrub ve Taberi'den nakledilmiştir.

3- Bu edat, bir şeye maruz kalmak anlamında kullanılır. Şöyle denilmiş gi­bidir: Akıl etmek, yahut öğüt almak veya takva sahibi olmak ile, karşı kar­şıya kalmak üzere, (için) bunu yapınız. Buna göre yüce Allah'ın: Ta ki sakınasınız" buyruğu şu anlama gelir: Belki sizler Allah'ın size emret­tiklerini kabul etmek suretiyle bunu kendiniz ile cehennem arasında bir ko­ruyucu haline getirirsiniz. Bu da bir kişiye hemen hakkını ödeyerek karşılık verdiği takdirde: Hakkı ile ondan korundu" denilmesi kabilin-dendir. Sanki o kişinin karşılaştığı bu kişiye hakkını ödemesi suretiyle o kar­şılaştığı kişinin hakkını ondan istemesine karşı kendisini korumuş gibi olur. Hz. Ali'nin şu sözleri de bu türdendir: Yani, savaş kızıştığında biz Peygamber ile korunurduk. Düşmana karşı biz onun­la kendimizi korurduk,"[150] demektir. Şair Antere de şöyle demiştir:

"Göğsünden kan aka aka, atımı sürüp durdum Nihayet at(h)lar iki keskin (kılıç) ile benden korundu."

22.0 ki; yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yapü. Gök­ten bir su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a eşler koşmayınız.

"O ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı.." buyru­ğu ile ilgili açıklamalarımızı altı başlık[151] halinde ele alacağız: [152]

 

1- Yaratan Allah:

 

"O ki... yaptı." Buradaki kelimesinin anlamı, -iki mef ule geçişli olduğundan dolayı- "yaptı, meydana getirdi" şeklindedir. Bazı yerlerde ya­rattı anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Allah ne bahire, ne şaibe, ne vasile... kılmıştır (yaratmıştır)" (el-Maide, 5/103); "Ka­ranlıkları ve aydınlığı yaratan" (el-Maide, 6/1)

Bu fiil kimi yerde "adlandırdı" anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu buyruk­larında olduğu gibi:

"Hâ, Mim. Apaçık (yol gösteren) kitap hakkı için. Muhakkak Biz onu akıl edesiniz diye Arapça bir Kur'ân kıldık." (ez-Zuhruf, 43/1-3); "Onun kulla­rından bazısı O'na bir kısım isnad ettiler." (ez-Zuhruf, 43/15); "Ve onlar Al­lah'ın kulları olan melekleri de dişiler kıldılar." (ez-Zuhruf, 43/19) Yani on­lara dişi adlan taktılar.

Bu fiil kimi zaman "almak" anlamına da gelir. Şairin şu sözlerinde oldu­ğu gibi:

"Onların ısırılmaları hoşuma gidiyor

"Onlar öyle bir ısırıldılar ki onları ısıran azı dişi, eti kemiklerinden ayırıyor." Kimi zaman bu kelime fazladan da gelebilir. Bir başka şairin şu sözlerin­de olduğu gibi:

"İkiyi dört kişi görmeye başladım

Biri de iki, yaşlılık beni yıkınca."

Yüce Allah'ın: Karanlıkları ve aydınlığı yarattı" (el-En'am, 6/1) buyruğunda yer alan bu kelimenin fazladan geldiği de söy­lenmiştir.

aynı anlamına gelir. Şair der ki:

"Zayıfların işini aşarak; gece boyu yol aldı;

Geceyi oldukça eski (Ad kavminden kalma) derin kuyuya dümdüz sarkıtılan

ip gibi kıldı (durmaksızın yol aldı)

"Döşek" demek, yeryüzünü üzerinde yattıkları, karar ve rahat buldukla­rı yer kıldığı anlamına gelir. Dağlar, sert kayalıklar ve denizler gibi döşek du­rumunda olmayan ise, yeryüzünün döşek gibi kullanılan yerlerinin faydası­na var olan bölgelerdir. Çünkü dağlar, kazıklar gibidir. Yüce Allah'ın şu buy­ruğunda olduğu gibi: "Biz yeri bir beşik, dağları da kazıklar yapmadık mı?" (en-Nebe, 78/6-7) Denizlerde ise, birçok faydasının yanında yolculuk yapı­lır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve denizlerde insanlar için fay­dalı şeylerle (yüklü) akıp giden gemilerde..." (el-Bakara, 2/164) [153]

 

2- Bazı Yeminler:

 

Şafii mezhebi ilim adamları derler ki: Bir kişi bir döşek üzerinde gecele­yin yatıp uyumamak üzere yemin etse, yahut bir kandilin aydınlığında kal­mamak üzere yemin etse ve yerin üzerinde yatıp uyuşa veya güneşin aydın­lattığı bir yerde otursa yeminini bozmuş olmaz. Çünkü örfen kullanılan bu ifadeler (Kur'ân-ı Kerim'de kendilerine bu ismin verilmesine rağmen) bu nes­neleri anlatmıyor.

Malikiler ise, bu gibi hususları da yeminler ile ilgili kabul ettikleri asıl il­keye göre hükme bağlamışlardır. Onlara göre yeminlerde kullanılan ifade­ler niyete yahut sebebe veya yeminin hakkında sözkonusu olduğu o döşek ve yaygıya hamledilir (yorumlanır.) Şayet bunlardan herhangi birisi sözkonusu değilse, o vakit örfe başvurulur. [154]

 

3- Gök Bir Tavandır:

 

"Göğü de bir bina yaptı." Göğün yeryüzüne göre durumu, ev için tava­nın durumu gibidir. Bu bakımdan buyruğu hak olan yüce Rabbimiz şöyle bu­yurmuştur: "Ve Biz gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık." (el-Enbiya, 21/32)

Üstte kalan ve gölge yapan herşeye "sema (gök)" adı verilir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti. Burada yer alan : Bina" kelime­si üzerinde durak yapmak bir önceki âyetin sonunda yer alan keli­mesi üzerinde durak yapmaktan daha güzeldir. Çünkü yüce Allah'ın: "O ki yeryüzünü sizin için bir döşek..." buyruğu yüce Rabbın bir sıfatıdır.

Meselâ Filân kişi bir ev yaptı" denilir. tabi-ride hanımı ile zifafa girdi, demektir. Bu ifadenin kullanılışının asıl sebebi şu olabilir: Hanımı ile zifafa giren kimse, gireceği gece hanımı için bir çadır ku­rardı. O bakımdan (sonraları) hanımı ile birlikte bulunan herkese: "bina eden" anlamına "bani" denilirdi. Duvarın bina edilmesi ise, asıl itibariyle iyice sağlamlaşıncaya kadar kerpiç kerpiç üstüne koymaktır.[155]

 

4-  Gökten İnen Rızık:

 

"Gökten bir su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çı­kardı." Âyet-i kerimede "meyveler" anlamındaki kelimesinin teki­li dur. Çoğunluğun: şeklinde geldiği de söylenmiştir şeklinde geldiği de, ve in çoğuludur. Buna dair geniş açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle En'âm sûresinde (6/99. âyet 4. başlıkta) ge­lecektir. Kamçının yan taraflarındaki düğümler" demektir.

Buyruğun anlamı da şudur: Biz sizin için çeşitli meyvelerden ve türlü tür­lü bitkilerden size "rızık" olmak üzere çıkardık. Yani, sizin için yiyecek, hay-vanlannız için de yem olmak üzere. Nitekim yüce Allah şu buyruğunda bu hu­susu şöylece açıklamaktadır: "Şüphesiz Biz suyu bol bol dökeriz. Sonra da ye­ri gereği gibi yararız. Böylece orda taneler bitiririz. Üzümler ve sebzeler, zeytinler ve hurmalar, sık ve bol ağaçlı bahçeler, çeşitli meyve ve otlaklar. Hem sizin için, hem de davarlarınız için bir fayda olmak üzere." (Abese, 80/25-32)

Rızık ile ilgili açıklamalar daha önceden yeteri kadar yapılmış bulunmak-tadır.[156] Hamd Allah'adır.

Eğer: "Rızk" kelimesi, mülk edinmekten önce çıkan meyve ve mahsuller hakkında nasıl kullanılmıştır diye sorulacak olursa, şu şekilde cevap verilir:

Çünkü bunlar mülk edinmeye hazır hale getirilir ve bunlardan yararlanmak mümkündür. Bu bakımdan bunlar bir rızıktır. [157]

 

5- İnsan Diğer Yaratıklara Muhtaç Değildir:

 

Bu âyet-i kerime şanı yüce Allah'ın insanı bütün yaratıklara muhtaç olmak­tan kurtardığının delilidir. Bu bakımdan Peygamber (s.a) bu hususa işaret­le şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin ederim sizden herhangi bir kimsenin I y ipini alıp sırtı üzerinde odun taşıması, ister versin ister vermesin, herhangi bir kimseden dilenmesinden onun için daha hayırlıdır." [158] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Türlü sanat ve benzeri meslekler bütünüyle bu odun toplamanın kapsamı içerisine girer. Hırs, emel, dünya süsüne duyduğu rağbet sebebiyle kendisi gi­bi bir insana nefsini muhtaç eden bir kimse, Allah'a eş koşmanın yolunun ağ­zına gelmiş demektir. Bazı sufi ilim adamları şöyle demiştir: Yüce Allah bu âyet-i kerimede fakrın yolunu göstermektedir. Bu ise yeri yatılacak, çiğnenecek bir döşek, semayı örtü, suyu koku, bitkiyi de yiyecek edinmek, dünyada da dün­ya sebebiyle mahlukattan hiçbir kimseye ibadet etmemektir. Çünkü şanı yü­ce Allah, senin için kaçınılmaz olan şeyleri başka herhangi bir kimsenin sana minnet etmesine fırsat vermeksizin vermiş, bağışlamış bulunmaktadır.

Nevf el-Bikalî der ki: Bir gün Ali b. Ebi Talib'in çıktığını ve yıldızlara doğ­ru baktığını gördüm. Bana şöyle dedi: Ey Nevf! Uyuyor musun uyanık mısın? Ben: Hayır, müminlerin emiri, uyumuyorum dedim. Şöyle dedi: Dünyaya kar­şı zahid, âhirete rağbet duyanlara ne mutlu. İşte onlar yeryüzünü bir yaygı, toprağı yatak, suyunu koku, Kur'ân'ı, duayı büründükleri elbise ve şiarları haline getirmişlerdir. Dünyayı tıpkı Mesih (as.) gibi reddetmişlerdir... dedik­ten sonra bu haberin geri kalan kısımlarını da bildirdi. Bunun geri kalan kı­sımları bu sûrede yüce Allah'ın "Bana dua ettiğinde dua edenin duasını ka­bul ederim" (el-Bakara, 2/186) buyruğunu açıklarken -inşaallah- gelecektir. [159]

 

6- Allah'a Eş Koşmayın:

 

"Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a eşler koşmayınız" buyruğu bir ya­sak bildirmektedir. Ona denk, emsal ve benzer kimseler koşmayınız, demek­tir. Çoğul olan bu kelimenin tekili şeklindedir. Muhammed b. es-Semey-ka işte bu şekilde bu kelimeyi tekil olarak şeklinde okumuştur. Şair der ki:

"Allah'a hamd ederiz ve onun eşi yoktur Hayır onun elindedir ve O dilediğini yapar."

Hassan da şöyle demiştir:

"Sen ona eş (denk) olmadığın halde onu nasıl hicvedersin İkinizin kötü olanı hayırlı olanınıza feda olsun."

Bu kelimenin mübalağa ifade eden şekilleri ile şeklin­de gelir. Şair Lehid der ki:

"Ta ki Senderî benim dengi m olmasın

Ve ta ki toplu kimseleri darmadağın edeyim."

Ebu Ubeyde der ki: zıtlar demektir. en-Nehhâs der ki: "Zıtlar" an­lamındaki kelime birinci mef ul, "Allah'a" anlamındaki kelime ikinci mef ul mahallindedir.

el-Cevherî der ki: kelimesi, yukarılara doğru yüselen tepe demek­tir. Bir koku adı olan "en-nedd", Arapça değildir. Yüzü doğrultusunda kaçıp giden deve hakkında da bu kelimeden türemiş olan fiil kullanılır. Bazıları (bu kökten gelen kelimeyi bundan dolayı: O kaçışma günü" (el-Mu'min, 40/32) şeklinde okumuşlardır. Bir kimseyi teşhir etmek ve kusurla­rını belirtmek için de aynı kökten olmak üzere ifadesi kullanılır. [160]

 

7- Kâfir ve Münafıkların Bilgisizliği:

 

"Artık siz de bildiğiniz halde" buyruğu mübteda ve haberdir. Cümle hal mahallindedir. Burada hitap İbn Abbas'tan gelen rivayete göre kâfirlerle mü­nafıklaradır.

Daha önce mühür vurulmak, damgalamak, sağırlık ve körlük gibi buna ay­kırı niteliklerle onlardan söz etmişken, burada nasıl olur da onları "bilgi sa­hibi olmak" ile nitelendirmektedir? Buna iki türlü cevap verilebilir:

"Siz de bildiğiniz halde" buyruğu ile yüce Allah'ın yaratıklan yarattığı, su­yu indirdiğine ve rızık olan mahsulleri yeşerttiğine dair bilgi kastedilmekte­dir. Onlar, bütün bu nimetleri kendilerine verenin Allah olduğunu, ortak koş­tukları kimselerin olmadığını bilirler.

İkinci cevap: Mana şu şekilde de olabilir: Sizler düşünüp tetkik ettiğiniz takdirde güç ve imkan yönüyle O'nun vahdaniyetini bileceksinizdir. İşte bu buyrukta aklın kabul ettiği delillerin kullanılarak taklidin terkedilmesine, çü-rütülmesinin emredildiğine dair delil vardır. İbn Fûrek der ki: Âyet-i Kerime­nin mü'minleri kapsaması ihtimali de vardır. O vakit anlamı şöyle olur: Ey mü'minler, dini bırakıp irtidat etmeyin. Allah'ın bir ve tek olduğunu bildik­ten ve konu ile ilgili bilgisizliğiniz sona erdikten sonra Allah'a eşler, ortak­lar koşmayınız. [161]

 

23. Eğer kulumuza parça parça indirdiğimizden şüphe içinde ise­niz, haydi siz de onun türünden bir sûre getirin. Allah'tan baş­ka şahidlerinizi de çağırın. Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz.

 

Kur'an'ın Benzersizliği Hususunda Meydan Okuma:

 

"Eğer kulumuza" yani Muhammed (s.a)'a "indirdiğimizden" yani Kur'ân-ı Kerim'den "şüphe içinde iseniz.." Kasıt kendilerine meydan oku­nulan müşriklerdir. Bu müşrikler Kur'ân-ı Kerim'i işittiklerinde: "Bu sözler Allah'ın sözlerine benzemiyor. Biz bu hususta ondan yana şüphe içerisin­deyiz" demeleri üzerine bu âyet-i kerime indi.

Bunun kendisinden önceki âyet-i kerime ile ilişki yönü şudur: Şanı yüce Al­lah, birinci âyet-i kerimede kendi birlik ve kudretine dair delilleri zikrettikten sonra gelen bu âyet-i kerime ile Peygamberinin nübüvvetine ve onun getirdi­ği Kur'ân-ı Kerim'in kendisi tarafından uydurulmadığına delili ortaya koydu.

"Kulumuza" buyruğu ile kastedilen Muhammed (s.a)'dır. Kul (abd) keli­mesi taabbüdden gelmektedir. Taabbüd ise zillet göstermek, boyun eğmek demektir. Köleye -yaptığının türünden olmak üzere- "abd" adı verilmiştir. Ta-rafe der ki:

"Nihayet bütün aşiret benden uzak durdu Ve zelil kılınmış (uyuz) bir deve gibi tek başıma bırakıldım." Kimi ilim adamı şöyle demiştir: İbadet hasletlerin en şereflisi, ibadet et­mek manasını ihtiva eden bir isim almak şereflerin en yücesi olduğundan do­layı yüce Allah Peygamberine "abd (kul)" adını vermiştir. Bunu ifade eden şu beyitleri de delil göstermiştir:

"Kavmim, Zehra'nın yanındadır kalbim Bunu görüp işiten herkes bilir

Bana ancak: "Ey onun kölesi" diye seslenin,

Çünkü o benim en şerefli ismimdir."

"Haydi siz de onun türünden bir sûre getirin." Bu emrin anlamı, muha­tapların aczini ortaya çıkarmaktır. Çünkü şanı yüce Allah, bu işin altından kalk­maktan aciz olduklarını biliyor.

"Sûre" kelimesi, "suver" kelimesini tekilidir. Sûre ile ilgili ve Kur'ân-ı Ke-rim'in i'cazına dair açıklamalar daha önceden[162]  yapıldığından dolayı bun­ları tekrarlamanın anlamı yoktur.

"Onun türünden" buyruğunda, zamir ilim adamlarının çoğunluğuna gö­re Kur'ân-ı Kerim'e aittir. Katade, Mücahid ve benzeri müfessirler bu görüş­tedir. Bu zamirin Tevrat ve İncil'e ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre ma­na şöyle olur: Sizler bu kitabın benzeri olan bir kitaptan bir sûre getiriniz. O sûre, bu kitapta bulunanları tasdik edecektir.

Zamirin Peygamber (s.a)'a ait olduğu da söylenmiştir. O zaman mana şöy­le olur: Okuması yazması olmayan bunun gibi ümmi bir insan tarafından or­taya konmuş bir sûre getiriniz. Bu iki açıklama şekline göre,  tab'id (kıs-milik) ifade eder. Birinci açıklamaya göre ise fazladan gelmiştir (zaiddir).

Âyet-i kerimede yer alan üzerinde durak yapmak tam bir vakıf de­ğildir. Çünkü buyruğu bunun üzerine atfedilmiştir.

"Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırın." Şahitlerin anlamı, sizin yardım­cı ve destekçileriniz demektir. el-Ferra, ilahlarınız diye açıklamıştır. İbn Keysan da der ki: "Burada şahitlerden nasıl söz edilmiştir. Halbuki, şahitler, ancak herhangi bir işe tanık olmak için ya da tanık olduklan herhangi bir hu­susu bildirmek için sözkonusu edilirler. Oysa burada onlara: "Siz de onun türünden bir sûre getirin" denilmiştir" diye sorulacak olursa cevabımız şöy­le olur: Bunun anlamı şudur: Sizler bulduğunuz bütün ilim adamlarınızın yar­dımını alınız ve onları huzura getiriniz ki getirdiklerinizi görsünler, tanık ol­sunlar. Böylelikle hepsine karşı verilecek olan bu cevap onlara karşı delil ge­tirmek açısından son derece sağlam bir konumda olsun.

Mücahid'in açıklamasından da anlaşılan budur. Mücahid der ki: "Al­lah'tan başka şahitlerinizi de çağırın". Yani sizin lehinize tanıklık edecek insanları çağırın. Sizin Kur'ân-ı Kerim'e karşı çıktığınızı görsünler, tanık ol­sunlar, demektir.

en-Nehhâs der ki: "şahitler" anlamındaki "şühedâ" kelimesi, "çağırın" anlamındaki fiil ile nasbedilmiştir ve çoğuldur. Tekili, "kadir" ve "kadîr" gi­bi, "şâhid" ve "şehîd" diye gelir.

Allah'tan başka"; yani O'nun dışında demektir. kelimesi, üst anlamına gelen kelimesinin zıddıdır. Bu ise, gayeden (ni­haî noktadan) geri kalmak demektir. Bu kelime zarf olur. Aynı zamanda hakir ve bayağı anlamına da gelir. Şair bu anlamda olmak üzere der ki:

"Kişi }rüceldi mi, yüceliklere talip olur.

Dûn (aşağılık) olan da dûna (aşağılığa) kani olur."

Bu kelimeden bir fiil türetilmez.

Kimisi de çekiminin bundan türediğini söylemektedir. ile: Bu ondan daha yakındır, demek istenir. Birşeye teşvik edil­mek (iğrâ yapılmak) istendiği zaman: Haydi o senin olsun, denilir.

Temimliler, (Haccac'ın katipliğini yapan ve asarak idam ettiği) Salih b. Ab-durrahman'ı kendilerine teslim edip kazdıkları mezara gömmek üzere Salih'i kendilerine teslim etmesini istemişler, Haccac da onlara: Onu si­ze bırakıyorum" diye cevap vermişti.

"Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz"; sizler Kur'ân'a karşı çıkabilme gücüne sahip olmak iddiasında doğru söylüyor iseniz, anlamındadır. Çünkü bir başka âyet-i kerimede onların şöyle dedikleri nakledilmektedir: "Eğer di­lersek biz de elbet bunun benzerini söylerdik." (el-Enfal, 8/3D

Doğruluk (sıdk), yalanın zıddı dır. "Sa.dk" mızrakların çelik ucu demek­tir. Ciddi bir şekilde bir topluluğa karşı savaşanlar hakkında:"Onlara karşı samimi bir şekilde candan savaştılar" denilir. Sıddîk: Doğruluk­tan ayrılmayan kimse demektir. Doğru sözlü bir adam olduğunu anlatmak üze­re Doğru adam," denilir. "Sadakat" da öğüt ve iyiliğini isteyip sevgi duymakta samimiyeti ifade etmek üzere "sıdk"dan türetilmiştir. [163]

 

24. Eğer yapamazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık ya­kıtı insanlarla taşlar olan o ateşten sakının. O, kâfirler için hazırlanmıştır.

 

Yakıtı İnsan ve Taşlar Olan Ateş:

 

"Eğer" bundan önce yapamadı iseniz "ki hiçbir zaman" gelecekte de ya­pamayacaksınız. Bu açıklama şekline göre bundan önceki âyetin sonunda va­kıf yapmak tam bir vakıftır. Müfessirlerden bir grup da şöyle demiştir: Bu âye­tin anlamı şudur: Eğer doğru söyleyen kimseler iseniz, Allah'tan başka şahitlerinizi de çağırınız. Fakat bunu hiçbir zaman yapamayacaksınız. Bunu ya­pamadığınıza göre artık ateşten korkun.. Bu açıklama şekline göre ise, ön­ceki âyet-i kerimenin sonunda vakıf, tam vakıf olmaz.

Eğer: Amil, amil üzerine kullanılmadığına göre, peki amilinden ön­ce edatı nasıl gelmiştir? denilirse şöyle cevap verilir: Burada yer alan lafızda amel etmiyor (kelimenin son harekesini etkilemiyor). O bakım­dan edatının başına tıpkı mazi (di'li geçmiş) fiilin başına gelmiş gibi­dir. Çünkü bu edat, mazi fiilde amel etmediği gibi de de amel et­memektedir. Buna göre "yapamazsanız" buyruğunun anlamı: Yapmayı terkettiyseniz, yapmaktan vazgeçtiyseniz, şeklinde olur.

"Ki hiçbir zaman yapamayacaksınız." Bu ifadeyle benzerini meydana ge­tirmek için gayrete gelmeleri istenmekte ve tahrik edilmektedirler. Böylelik­le, benzerini getirmekten aciz oldukları apaçık bir şekilde ortaya çıkması sağ­lanmaktadır. Bu ifade Kur'ân-ı Kerim'in, meydana gelmesinden önce gerçek­leşeceğini haber verdiği gaybi haberler arasındadır. İbn Keysan der ki: uKi hiçbir zaman yapamayacaksınız" buyruğu, onları Kur'ân-ı Kerim'in hak ol­duğunu kabul etmek zorunda bırakmakta ve Kur'ân'ın yalan olduğu, uydu­rulmuş, sihir, şiir, öncekilerin masalları olduğu şeklindeki iddialarında doğ­ru olmadıklarını ortaya koymaktadır. Onlar yeterli bilgiye sahip olduklarını iddia etmekle birlikte, onun benzeri bir sûreyi getiremediklerine göre, bu id­dialarında doğru söyleyen kimseler olamazlar.

"Artık yakıtı insanlarla taşlar olan o ateşten sakının." buyruğu "eğer ya­pamazsanız" buyruğunun cevabıdır. Yani Peygamber (s.a)'ı tasdik etmekle, yüce Allah'a da itaat etmek suretiyle sakınınız (takva sahibi olunuz). Takva­ya dair açıklamalar önceden yapılmıştır, tekrara gerek yoktur.[164]

O'dun anlamındadır, "vav" harfi ötreli olarak; alevle yanmak an­lamındadır.

İnsanlar: Genel olarak bütün insanları ifade etmekle birlikte ce­hennem için odun olacağına dair ezelden hüküm verilmiş kimseler hakkın­da özel anlam ifade eder. Yani özellikle onlar kastedilmektedir. Allah bizi o cehenneme odun olmaktan muhafaza buyursun.

Burada sözü geçen "taşlar"da.n kasıt, İbn Mes'ud ve el-Ferrâ'dan nakle­dildiğine göre siyah kibrit (kükürt taşı)tir. Burada sözkonusu edilmesi diğer bütün taşlardan beş ayrı azap türünü de fazladan ihtiva etmesi dolayısıyla-dır: Çabuk alevlenmesi, pis kokması, çok dumanlı olması, bedenlere olduk­ça yapışması ve kızdığı takdirde oldukça ileri derecede ısı vermesi.

Yüce Allah'ın: "Yakıtı insanlarla taşlar olan o ateş..." (et-Tahrim, 66/6)

buyruğunda cehennemde insanlarla taşlardan başka kimse olmadığına dair delil yoktur. Çünkü bir başka yerde yüce Allah cehennemde cinlerin ve şey-tanlann da bulunacağını zikretmektedir. Taşlardan kasıt putlar olduğu da söy­lenmiştir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten siz ve Al­lah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz..." (el-Enbiya, 21/98) Buna göre taşlar ve insanlar ateşe odun olacaktır. Bunun sözkonusu edilme­si, cehennemin ne kadar azametli olduğunu ifade etmek içindir. Çünkü ce­hennem insanları yakmakla birlikte taşlan da yakacaktır. /~ Birinci açıklama şekline göre, insanlar hem ateş ile hem de taşlarla azap î edileceklerdir. Hadis-i şerifte Peygamber (s.a)'ın şöyle dediği varid olmuş-/ <tur: "Her eziyet veren (işkenceci) cehennemdedir."[165] Bu hadis iki şekilde  açıklanmıştır: 1- Dünya hayatında insanlara eziyet veren, işkence yaparı^ herkese Allah Teala âhirette ateş ile azap edecektir. 2- Dünyada insanlara ezi­yet veren yırtıcı hayvan, haşere ve buna benzer yaratıklar cehennemde ce­hennemliklerin cezalandırılması için hazırlanmıştır. Kimi müfessirler, yakıcı taşlarının bulunması özelliğine sahip bu ateşin özel olarak kâfirlerin kendi­si ile azap göreceği ateş olduğu görüşündedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. /"" Müslim'in rivayetine göre, Abbas b. Abdülmuttalib (r.a) şöyle demiştir: Ey i JAllah'ın rasulü, dedim. Ebu Talib seni himaye ediyor, sana yardımcı oluyor- i ? du. Bu ona bir fayda verdi mi? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Evet, ben onu  \ cehennemde adamın boyundan yüksek çukurlarda buldum. Onu topukları   / y ancak bulan yerlere çıkardım. - Bir rivayette de- : Ben olmasaydım cehen-/ Vemin en alt çukurunda olacaktı."[166]

el-Hasen, Mücahid ve Talha b. Musarrif Yakıtı" kelimesini -vav harfini ötreli olarak şeklinde okumuştur. Ubeyd b. Umeyr ise, şeklinde okumuştur. el-Kisai ve el-Ahfeş der ki: "Vav" harfi üstün olarak: "el-vekud" şeklinde okumak odun anlamındadır, "el-vukud" (vav harfini ötreli okuyuşu ile) şeklinde ise, kelimenin fiil kökünü ifade eder. Ate­şin yakıldığı yere "mevkid" denilir. Yanmakta olan ateş için de de­nilir. On gün veya onbeş gün süre ile devam eden aşırı derecedeki sıcakla-ra da denilir.

en-Nehhas der ki: Buna göre, bu kelimenin (vav harfinin üstün okunma­sı ile): şeklinden başka türlü okunmaması gerekir. Çünkü burda an­latılmak istenen cehennemin odunudur. Şu kadar var ki el-Ahfeş şöyle de­miştir: Arapların bazısı vav harfinin üstün ve ötreli okunuşunu hem odun an­lamına kullanmakta hem de kelimenin masdarı olarak kabul etmektedirler. en-Nehhas der ki: Ancak el-Ahfeş birinci kullanımın daha çok olduğu görü-

simdedir. Nitekim: "vedu" denildiği zaman abdest suyu kastedilir "vudu"' de­nildiği zaman da abdest almak şeklinde masdar yapılır.

"Kafirler için hazırlanmıştır." Bu buyruğun zahirinden kâfir olmayan­ların cehenneme girmeyecekleri anlaşılmaktadır. Ancak durum böyle değil­dir. Buna delil ise yüce Allah'ın başka yerde günah işleyen kimseler için yap­tığı tehditler ile şefaat hakkında -ileride geleceği üzere- sabit olmuş hadis-i şeriflerdir. Bu buyrukta hak ehlinin kabul ettiği cehennem halı hazırda var­dır ve yaratılmıştır, şeklindeki görüşlerine delil vardır. Halbuki bid'atçiler bu­na aykırı olarak: Cehennem şu ana kadar yaratılmamıştır, demektedirler. En­dülüslü kadı Münzir b. Said el-Balluti de bu konuda yanılmış ve bu görüşü benimsemiştir.

 Müslim'in Abdullah b. Mesud'dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Biz Ra^J sulullah (s.a) ile birlikte idik. O esnada düşen bir şeyin gürültüsünü duydu.  Peygamber (s.a): "Bunun ne olduğunu biliyor musunuz?" diye sordu. Bizler:  Allah ve Rasulu daha iyi bilir, dedik. O da şöyle buyurdu: "Bu yetmiş yıldan / beri cehenneme atılmış bir taştır. İşte bu taş (cehennemin) dibine şu anda ula-/ şıncaya kadar yuvarlanıp durdu."[167]

Buharî'nin rivayetine göre de Ebu Hureyre (r.a) şöyle demiştir: RasûluA lalı (s.a) buyurdu ki: "Cehennem ve cennet tartıştılar. Cehennem dedi ki: İş­te bana zorbalar ve büyüklük taslayanlar girecektir. Cennet de dedi ki: Ba- na ise, zayıflar, yoksullar girecektir. Aziz ve celil olan Allah cehenneme: Sen benim azabımsın, seninle dilediğime azab ederim, dedi: Cennete de dedi ki: Sen de Benim rahmetimsin, seninle dilediğim kimseye merhamet ederim. Ve / sizin her birinizi de  dolduracağım." Müslim de bu anlamda bu hadisi rivâyet etmiştir.[168]                                                                                    

Hadis-i şerifte geçen "davalaştı" ifadesinin davalaşacak anlamında oldu­ğu da söylenmiştir. Çünkü İbn Mesud'un (doğrusu işaret ettiğimiz gibi Ebû Hureyre'nin) daha önce geçen hadisi bunun böyle olmasını gerektirmekte­dir. Diğer taraftan (cehennemin el'an yaratılmış olduğunu ifade eden husus­lar arasında) Peygamber (s.a)'a küsuf namazında cennet ve cehennem gös­terilmiş olması da vardır. Yine Hz. Peygamber İsra'da cennet ve cehennemi görmüş, cennete girmiştir. Dolayısıyla buna uymayan rivayetlerin bir anlam ifade etmeleri sözkonusu değildir. Başarı Allah'tandır.

"Hazırlanmıştır" (anlamına gelen): ( ölp| ) buyruğunun hazırlanmış ol­duğunu ifade etmek üzere "ateş"in halini ifade etmesi mümkündür. Bu ara­da (muhakkak anlamına gelen  kelimesi hazfedilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: Yahut göğüsleri daralarak size gelenler" (en-Nisa, 4/90) buyruğunun anlamı göğüsleri daral­mış halde, şeklindedir. Burada Daralmış" ile birlikte eda­tının da hazfedildiği kabul edilmelidir. Çünkü mazi bir fiil (di'li geçmiş) an­cak bu edat ile birlikte hal olur. Buna göre, Taşlar" kelimesi üze­rinde vakıf yapılırsa eksik olur.

Bununla birlikte kendisinden önceki buyruklarla ilgisi olmayan bir söz ol­ması da caizdir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "İşte sizin Rabbiniz hakkındaki bu zannınız sizi helak etti.." (Fussilet, 41/23)

es-Sicistanî der ki: "Kâfirler için hazırlanmıştır" buyruğu  O ateş ki., kelimesinin sılasının bir parçasıdır. Nitekim Âl-i İmran sûresinde de yü­ce Allah: "Kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten de sakının." (Al-i İmran, 3/13D diye buyurmuştur.

İbnu'l-Enbârî der ki: Ancak bu yanlıştır. Çünkü Bakara sûresinde yer alan bu ifade yüce Allah'ın: "Yakıtı insanlarla taşlar olan" buyruğu ile vasledilmiş (sıla yapılmıştır.) Dolayısıyla bunun ikinci bir sılaya bitiştirilme-si caiz olamaz. Âl-i İmran sûresinde yer alan buyruğun ise " Hazır­lanmıştır" buyruğundan başka sılası yoktur. [169]

 

25. İman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Kendileri­ne orada o meyvelerden bir rızık verildikçe her defasında: "Ha, bu bizim daha önce rızıklandığımız şeydi" derler. Ve o kendile­rine biri birinin benzeri gibi getirilir. Orada onlar için temiz kı­lınmış zevceler de vardır ve onlar orada temelli kalıcıdırlar.

"İman edip de salih amel işleyenlere şunu müjdele.." buyruğuna dair açıklamalar üç başlıkta ele alınacaktır: [170]

 

1- Mü'minlerin Mükâfatı:

 

Yüce Allah kâfirlerin cezasını sözkonusu ettikten sonra mü'minlerin de gö­recekleri mükafatı sözkonusu etmektedir.

Müjdeleme (tebşir): -derinin dış tarafı anlamına gelen- el-beşere üzerin­de etkisi ortaya çıkan şeyleri haber vermek demektir. Çünkü tenin bu üst ta­rafı alınan ilk haber ile değişiklik gösterir. Diğer taraftan "müjdelemek" ço­ğunlukla müjdesi verilen hayırlı haber ile kayıtlı olarak sevindirici şeylerde kullanıldığı gibi, böyle bir kayıt olmaksızın da kullanılır. Ancak keder ve kö­tü şeylerin haber verilmesi halinde sadece müjdesi (haberi) verilen kötülük de açıkça belirtilmek suretiyle, kayıtlı olarak kullanılır. Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Onlara acıklı bir azabın müjdesini ver." (Âl-i İmran, 3/21; et-Tevbe, 9/38; el-İnşikak, 84/24)

Güzel ve güleç bir yüz için: "vechun beşirun" denilir. el-Büşra: Müjde ge­tiren (mübeşşir)e verilen müjdelik. Birşeyin ilk ve başlangıcına da "tebâşiru'ş-şey" denilir. [171]

 

2- Müjde ile İlgili Bazı Hükümler:

 

İlim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Mükellef bir kimse: Her kim kullarımdan bana şu müjdeyi getirirse o kişi hürdür, diyecek olsa ve kulla­rından bir ve daha fazla sayıda kişi ona bu müjdeyi verecek olsa, araların­dan ilk müjdeyi veren kişi hür olur, ikincisi ve diğerleri olmaz. Ancak ilim adamları: Kullarımdan bana bunu haber veren kişi hürdür, diyecek olsa, ikin­cisinin de birincisi gibi hür olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahip­tirler. Şafii mezhebine mensup ilim adamları, evet demişlerdir. Çünkü her bi­risi haber veren durumundadır. Bizim (Maliki) mezhebimize mensup ilim adamları ise: Hayır olmaz demişlerdir. Çünkü mükellef bundan sadece müj­de olmak özelliğine sahip bir haberi kastetmiştir. Bu da birincisine has bir durumdur. Bu örfen bilinen birşeydir. Bu bakımdan sözün örfe göre açıklan­ması ve anlaşılması gerekir.

Muhammed b. el-Hasen ise, mükellefin: Bana haber veren (ahbaranî) ya­hut bana söyleyen (haddeseni) arasında fark gözetip şöyle demiştir: Adam: Benim herhangi bir kölem bana şunu haber verse yahut bana bunu bunu söy­lese o kişi hürdür, sözünü muayyen bir niyeti olmaksızın söylese ve ona ait olan bir köle bu hususa dair bir mektup, bir söz veya bir elçinin geldiği ha­berini verse, o köle azad olur. Çünkü bu bir haberdir. Şayet bundan sonra yine bir başka köle yine ona bunu haber verse bu da hür olur. Çünkü o: "Han­gi köle bana haber verirse o hürdür" demiştir. Hepsi bu haberi ona verecek olurlarsa, hepsi de hür olurlar. Şayet yemin ettiği zaman eğer karşılıklı ola­rak söz söylemek yoluyla haber vermeyi kastetmiş ise, bu haberi karşılıklı ve sözlü olarak ona bildirmedikçe onlardan hiçbir kimse azad olmaz. Eğer:

Hangi kölem bana söylerse (haddeseni) diye söylemişse, o vakit onun bu ifa­desi sözlü olarak söylemek hakkındadır ve (sözlü olarak söylemeyen) köle­lerinden hiç birisi azat olmaz. [172]

 

3- İyi Amelliler:

 

"Salih amel İşleyenler" buyruğu: İman, mücerred iman olması dolayısıy­la itaatleri de gerektirir, diyenlerin görüşünü reddetmektedir. Çünkü durum böyle olsaydı, bunu ayrıca tekrar etmesine gerek olmazdı. Buna göre cen­nete, iman ve salih amel ile kavuşulur. Cennet, iman ile elde edilir, fakat cen­netteki derecelere salih amellerle hak kazanılır da denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Onlar için" buyruğunun anlamı şudur: İman edenlere müjde ver ki, on­lar için... vardır; veya: Onlar için... olduğundan dolayı onları müjdele; anla­mındadır.

"Cennetler" bahçeler demektir. (Cennet örten ve kapatan anlamına gel­mektedir.) Cennetler adının veriliş sebebi içinde bulunan kimseleri ağaçla­rıyla örtüp sakladığından dolayıdır. (Kalkan anlamına gelen) el-micenne, an­ne karnındaki yavru anlamına gelen "cenin" ve bahçe anlamına gelen "cen­net" aynı köktendir.

"Altından" yani ağaçlarının altından demektir. Ağaçların ayrıca sözkonu-su edilmemesi, "cennetler" (bahçeler) kelimesinin zaten ağaçlara delalet et­mesinden dolayıdır.

"Irmaklar (el-enhâr)": Irmakların, nehirlerin suyu demektir. Akmanın ne­hirlere nisbet edilmesi, kelimenin kullanımında bir genişliktir. Çünkü akan sadece sudur. İfadenin kısaltılması için "su" kelimesi hazfedilmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kasabaya sor." (Yusuf, 12/82); kasaba halkına sor, demektir. Şair de şöyle demektedir:

"Haber verildi bana ki, senden sonra ateş tutuşturuldu Ve yine senden sonra ey Küleyb! Meclis(tekiler) söğüştü." Burda mecliste bulunanları kastetmektedir.

Nehir, "genişlettim" anlamına gelen: kelimesinden türetilmiştir. Kays b. el-Hatim'in şu sözleri bu türdendir:

"Elimle darbeyi güçlüce indirdim ve yarasını genişlettim Ön tarafında duran arkasını görürdü."

Şair burada indirdiği mızrak darbesiyle yarayı genişlettiğini belirterek nitelendirmektedir. Peygamberimizin: Kanı akıtan ve üzerinde Allah'ın anıldığı şeyden (hayvandan) yeyiniz."[173] buyruğunun anlamı şudur: Kan nehir gibi akıncaya kadar kesmeyi genişle­ten şey ile kesilen...

Bu kelimenin çoğulu nuhr ve enhar şeklinde gelir. ise, suyu bol, akarsu demektir. Ebu Zueyb der ki:

"İkamet etti orda ve bir çadır kurdu

Sazlıklar yanında suyu bol ve tatlı bir su kıyısında."

Rivayet edildiğine göre cennetin ırmakları kendilerine has yataklarda ol­mayacaktır. Irmaklar cennetin sathı üzerinde cennetliklerin dilediği şekilde ve diledikleri yerde tutulan ve akıtılan şeklindedir.

(Irmaklar anlamına gelen): kelimesi üzerinde vakıf güzel olmak­la birlikte, tam bir vakıf değildir. Çünkü bundan sonra gelen: "Kendilerine orada o meyvelerden bir rızık verildikçe.." buyruğu cennetlerin nitelikle­rini sıralamaya devam etmektedir.

"Rızk" a dair açıklalamalar daha önceden yapılmıştı.[174]

"Daha önce rızıklandığımız şeydi." Dünyada iken rızıklandığımız şey­di, demektir. Bu iki şekilde açıklanabilir: Onlar şöyle diyeceklerdir: Dünya­da iken bize va'dolunan bu idi,

Dünyada iken bize verilen rızık bu idi. Çünkü, cennetteki meyvelerin, rı-zıkların rengi dünyadaki meyvelerin rengini andırmaktadır. Ancak onu yiye­cekler de tadının farklı olduğunu göreceklerdir.

Âyet-i kerimede yer alan: "Daha önce" buyruğunun cennetten rızıklan­dığımız şey anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü onlara peş peşe rızık ve­rilecektir. Bunun başlangıcında kendilerine yiyecek ve meyveler getirildiği vakit, ondan yerler. Sonra günün bitimine doğru, yine o meyveler ve yiye­cekler onlara getirilince şöyle diyecekler: Bu daha önce rızıklandığımız bir-şeydir. Yani günün başında bundan biz yedik. Çünkü rengi onu andırmak­tadır. Fakat ondan yedikleri vakit de ilk aldıkları tattan değişik bir tadının bu­lunduğunu göreceklerdir.

"Getirilir" anlamına gelen kelimesi, Harun el-A'ver tarafından: şeklinde okunmuştur. Birinci okuyuş şeklinde zamir cennet ehline gider. (Buna göre anlamı şöyle olur: "O cennet ehline bir rızık getirildiği her seferinde..") İkinci okuyuşa göre ise, zamir cennetteki hizmetçilere gider. O takdirde anlamı: Hizmetçiler kendilerine bir rızık getirdikleri her seferinde...

"O kendilerine biribirinin benzeri gibi getirilir." Yani görünüş itibariyle birbirini andırır, fakat tadı farklı farklıdır. Bu açıklamayı İbn Abbas, Mücahid, el-Hasen ve başkaları yapmıştır. İkrime der ki: Dünya meyvelerini an­dırmakla birlikte diğer bütün nitelikleriyle ondan farklıdır. İbn Abbas şunu da söylemektedir: Onlar bu sözlerini hayret ifade etmek üzere söyleyecek­lerdir. Zaten cennette bulunan şeylerden dünyada isimlerin dışında birşey yok­tur. Adeta onlar, görecekleri meyvelerin güzelliği büyüklük ve iriliğinden do­layı hayrete kapıldıklarından bu sözleri söyleyecekler gibi.

Katade de der ki: Hepsi, kaliteli ve güzeldir. Onlarda bayağı ve adi bir ürün olmayacaktır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Müteşabih (biri bi­rine benzer özelliklerde) bir kitap.." (ez-Zumer, 39/23) Cennetteki meyve­ler, dünyada biri ötekini andırmayan meyveler gibi olmayacaktır. Çünkü dün­yadaki meyveler arasında iri olanları da var, olmayanları da vardır.

"Orada onlar için temiz kılınmış zevceler de vardır." Zevceler (ezvâc): Zevcin çoğuludur. Kadın erkeğin zevci (eşi)dir. Erkek de kadının zevci (eşi)dir. el-Esmaî der ki: Araplar (kadın için) hemen hemen (zevce) kelime­sini kullanmazlar. el-Ferrâ ise, "zevce" denildiğini de nakletmektedir. el-Fe-rezdak der ki:

"Benim zevcemi baştan çıkarmaya çalışan kişi,

(Fırat kenarında bulunan arslanı bol yer olan) eş-Şerâ'daki aslanlara varıp da

onların avucuna işemesini isteyen gibidir."

Ammar b. Yasir de, mü'minlerin annesi Aişe (r.anha) hakkında şöyle de­miştir: Allah'a yemin ederim, kesinlikle biliyorum ki, Aişe, Peygamber'in dün- j yada da âhirette de zevcesidir. Fakat Allah sizi böyle bir imtihan ile karşı karşıya bırakmıştır. Bunu Buharî nakletmiştir.[175]

Zevce  tabirinin kullanılmasını Kisa'ide tercih etmiştir.

"Temiz kılınmış" ifadesi zevceler için sıfattır. Sözlükte "temiz kılınmış (mu-tahhara)" tabiri, temiz (tahire) tabirinden daha kapsamlı ve daha beliğdir. Böy­le bir temizliğin ifade ettiği anlam, ay halinden, tükürükten ve buna benzer ademoğlu kadınlarının birtakım pisliklerinden uzak olmak demektir.

Abdürrezzak der ki: Bana, es-Sevri, İbn Ebi Necih'ten, o Mücahid'den nak­lederek, "temiz kılınmış (mutahhara)" kelimesiyle ilgili olarak şöyle dedi: Küçük abdest, büyük abdest yapmazlar. Çocuk doğurmazlar, ay hali ol­mazlar, menileri gelmez ve tükürmezler.

Biz bütün bu açıklamaları, "et-Tezkire" adını verdiğimiz eserimizin cen­netlikler, cennet ve nimetlerinin niteliklerine dair bölümde yapmış bulunu­yoruz. Allah'a hamdolsun.

"Ve onlar orada temelli kalıcıdırlar." Hulûd (temellilik, ebedilik): Kalıcılık demektir. "Cennetü'1-huld" tabiri de buradan gelmektedir. Mecazi olarak bu kelime uzun zaman sürüp giden şey hakkında da kullanılır. Arapların dua ederken: Allah, mülkünü daimî kılsın derken, anlatmak iste-, dikleri mülk süresini, hükümdarlık süresini uzatsındır. Züheyr der ki:

"Dikkat et, hadiselere rağmen, kalıcı birşey göremiyorum

Ve ebedî birşey de; sadece kazık gibi çakılmış bağları böyle görüyorum."

Âyet-i kerimedeki hulûd ise, gerçek manasıyla ebedîliği ifade eder. [176]

 

26. Gerçekten Allah bir sivrisineği ya da (küçüklükte) ondan daha üs­tün herhangi birşeyi misal vermekten çekinmez. İman edenler, bunun Rablerinden bir gerçek olduğunu bilirler. Ama kâfirler: "Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir?" derler. Allah bunun­la bir çoğunu saptırır ve bir çoğunu da hidâyete eriştirir. O, bu­nunla fasıklardan başkasını saptırmaz.

 

Sivrisineğin Misal Verilmesi:

 

"Gerçekten Allah bir sivrisineği., misal vermekten çekinmez." Ebu Salih'ten gelen rivayete göre İbn Abbas şöyle demiştir: Şanı yüce Allah mü­nafıklara şu iki örneği verince, yani: "Onların hali bir ateş yakanın hali gi­bidir.." (el-Bakara, 2/17) buyruğu ile: "Yahut gökten boşalan yağmur gibi..." (el-Bakara, 2/19) buyruklarını indirince münafıklar: Allah misaller vermek­ten daha yüce ve azametlidir, dediler. Bunun üzerine Allah, bu âyet-i keri­meyi indirdi.

Atâ yoluyla gelen rivayete göre de İbn Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah müşriklerin tanrılarını sözkonusu edip onlar hakkında: "Eğer sinek, onlar­dan birşey alsa, bunu ondan geri alamazlar." (el-Hacc, 22/73) diye buyu­rup, putların ilah edinilmesini örümcek yuvasına benzetince, müşrikler şöyle dediler: Allah'ın kulu Muhammed'e Kur'ân'ı indirdikleri arasında sinekten ve örümcekten sözettiğini görüyor musun? Acaba o (bunları sözkonusu et­mekle) ne yapmış oluyor? Bunun üzerine yüce Allah, bu âyet-i kerimeyi in­dirdi.

el-Hasen ve Katade der ki: Yüce Allah Kitab-ı Kerim'inde sinek ve örüm­cekten söz edip bunları müşriklere misal olarak gösterince yahudiler güldü­ler ve şöyle dediler: Bu, Allah'ın sözüne hiç de benzemiyor. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi.

utanır" kelimesinin aslı şeklinde ayn el-fi'li ile lâm el-fi'li illet harfidir. Lâm el-fi'li'nin (yani son harfinin) üzerinde damme ağır geldiğinden (harf-i med şeklinde) sakin okunmuştur. Buna göre ism-i şeklinde çoğulu ise şeklinde gelir.

"Gerçekten Allah bir sivrisineği., misal vermekten çekinmez" buyru­ğunda İbn Muhaysın (mastar olarak çekinmek, utanmak anlamlarına gelen) âyet-i kerimede yer alan kelimesini şeklinde okumuştur. Bu okuyuş şekli İbn Kesir'den de rivayet edilmiştir. Temim ve Bekr b. Vailo-ğulları'nın da şivesi böyledir. Burada birinci yâ harfinin harekesi hâ harfi­ne nakledilerek, yâ harfi sakin oldu. Arkasından ikinci yâ harfi üzerindeki damme ağır geldiğinden sakin kılındıktan sonra ve (iki sakinin) iltikâ (sı, ar­ka arkaya gelmesi) dolayısıyla, birileri hazf edilmiştir. Bunun ism-i faili çoğulu ise gelir. Bu açıklamalar el-Cevheri'ye aittir.

Müfessirler bu âyet-i kerimede yer alan "çekinmez" buyruğunun anlamı­nın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. "Korkmaz" anlamında ol­duğu söylenmiştir. Taberi bu açıklama şeklini tercih etmiştir. Âyet-i kerime­de yer alan ve: "Ve insanlardan korkuyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha uygundur." (el-Ahzab, 33/37) Buyruğunda "korkmak" utanmak, çekin­mek anlamlarındadır. Başkası ise: Terketmez, vazgeçmez şeklinde açıklamış­lardır. Geri kalmaz, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Haya etmek (utanmak, çekinmek); aslında çirkin bir iş işlemek korkusuy­la birşeyden uzak durmak ve geri kalmak demektir. Yüce Allah için ise böy­le birşey imkansızdır. Müslim'in Sahihinde Umm Süleym (r.anhâ)'dan gelen] Çhadis-i şerifte şöyle dediği rivayet edilmektedir: Umm Süleym, Peygamber (s.a)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, muhakkak Allah haktan çekinmez (haya etmez)...[177] Yani kendi dini uğrunda haya edilmesini em-/ [ retmez ve bu hususun sözkonusu edilmesinden imtina etmez.

"Herhangi bir şeyi misâl vermek." Bunun anlamı, beyan etmek de­mektir.

"Sivrisinek" anlamına gelen kelimesinin iki üstün ile okunuş sebebiyle ilgili dört açıklama şekli yapılmıştır:

1- şey, zaide, "sivrisinek" anlamındaki kelime, "bir misal" anlamın­daki kelimeden bedeldir. (Buna göre anlam: Allah bir misali vermekten ya­ni sivrisineği dahi misal göstermekten çekinmez... şeklinde olur).

2- Allah, az dahi olsa, herhangi bir şeyi (mesela) sivrisineği misal vermek­ten çekinmez... anlamına gelmesi. Bu açıklamayı el-Ferra, ez-Zeccac ve Sa'leb yapmıştır.

3- Allah, sivrisinek olsun daha yukarısını olsun, herhangi birşeyi misal ver­mekten çekinmez anlamında olması. el-Kisai'nin ve yine el-Ferra'nın görü­şüdür. Ebu'l-Abbas delil olarak şunu gösterir:

"Ey tepeden tırnağa kadar insanların iyisi,

Seven ve sevdiğini gözetenin bağlarını bağlayan ip yoktur."

4- Allah, herhangi bir şeyi, bir sivrisineği misal vermekten çekinmez, an­lamına gelmesi.

ed-Dahhâk, İbrahim b. Ebi Able ve Ru'be b. el-Accac Sivri­sinek" kelimesini ötreli olarak okumuştur. Bu, Temimlilerin şivesidir. Buna göre, ifadenin takdiri anlamı şöyle olur: Allah sivrisinekten ibaret olan bir mi­sal vermekten çekinmez. Yüce Allah'ın: Güzelce uy­gulayan üzerine (nimetlerimizi) tamamlamak üzere..." (el-En'am, 6/154) şek­lindeki buyruğunu bazı kimselerin: şeklinde yani "o en güzel olan kimse üzerinde nimetimizi tamamlamak üzere" anlamına ge­lecek şekildeki kıraatleri de bunu andırmaktadır.

Arapçada "misal darbetmek (vurmak)" tabiri misal vermek anlamında kul­lanılır. Yine Arap dilinde: "Bu binalar, tek darb üzeredir" denildiği zaman tek bir örnek ve tek bir türdür, denilmek istenir. Darp tür anlamındadır.

Sivrisinek anlamına gelen kelimesi et kesmek anlamına gelen kelimesinden türemiştir. Aynı anlamda olmak üzere: şeklin­de de kullanılır. onu kısım kısım ayırdım, parçaladım," de­mektir. el-Cevherî ve başkalarının açıklamasına göre (sivrisineğe) "baûda" adının verilişi küçüklüğü dolayısıyladır.

"Daha üstün" el-Kisai, Ebu Ubeyde ve başkalarının açıklamalarına göre "daha üstün" buyruğunun anlamı, -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- ondan daha aşağı demektir. Yani küçüklük itibariyle ondan daha üstün denilmiş olu­yor. el-Kisai der ki: Bu bizim günlük konuşmamızda: Sen bunu kısa mı gö­rüyorsun? dediğimiz vakit, muhatabımızın: Bundan da ileri, bundan da üs­tün, demesine benzer ki yani gördüğünden de daha kısa demek istiyor.

Katade ve İbn Cüreyc der ki: Büyüklük itibariyle daha üstün demektir.

"Bunun" kelimesindeki zamir, misale aittir. Yani o misalin hak olduğunu bilirler, demektir.

Hak ise batılın zıddıdır. Hakk, hukukun tekilidir. ondan da da­ha özel bir anlam ifade eder. Mesela "bu benim hakkımdır," anlamında denilir.

"Ama kâfirler: Allah bu misal ile ne anlatmak istemiştir? Derler. Ama" harfini Temimliler şeklinde söyler ve aynı harfi tekrarla­mamak için mim'lerden birisini yâ'ya değiştirirler. Ömer b. Ebi Rabîa'nın şu beyiti de buna göre şöylece nakledilmektedir:

"Güneş tepeye çıktığında bir adam gördü ki;

(Kuşluk vakti) çıkar ortaya, ama akşam oldu mu da (zayıflıktan) üşür." Nahivciler ne" edatı hakkında farklı açıklamalarda bulunmuş­lardır. Bir görüşe göre tek isim konumundadır ve anlamı şöyle olur: Allah bu misal ile, neyi anlatmak istemiştir? İbn Keysan, bu güzel olan açıklama şek­lidir, demektedir.

Bir diğer görüşe göre, tam bir isimdir ve mübtedâ olarak ref mahal-lindedir. (li ) ise, ism-i mevsûl anlamında olup mübtedâ'nın haberidir. Bu­na göre; Allah'ın misal olarak anlatmak istediği nedir? demek olur. Bu söz­leriyle de, soru sorarak inkar etmektedir yani, böyle birşeye olumsuz bir tep­ki göstermektir. misal" kelimesi ise mansub olup, sonraki cümle ile ilgisi yoktur. İfadesinin takdiri - Sa'leb'e göre - : Allah bununla nasıl bir mi­sal vermeyi murad etmiştir? şeklindedir. İbn Keysân ise bu, hal konumunda temyiz olarak nasbedilmiştir. (Yani: Allah böyle bir misal ile neyi murad et­miştir?)

"Allah bununla bir çoğunu saptırır ve birçoğunu da hidâyete eriştirir." Denildiğine göre bu, kâfirlerin söyledikleri sözlerdendir. Yani, kendisi sebe­biyle insanları sapıklığa ve hidâyete olmak üzere ikiye ayırdığı bu misal ile Allah, neyi anlatmak istemiştir?

Bir başka görüşe göre bu buyruk, yüce Allah'ın verdiği bir haberdir. Da­ha uygun görülen açıklama şekli de budur. Çünkü onlar hidâyetin Allah ta­rafından olduğunu kabul ediyorlardı. Buna göre anlam şöyle olur: De ki: Al­lah bu misal ile pekçok kimseyi saptırır, pek çok kimseyi de hidâyete iletir. Yani muvaffak kılar veya yardımsız bırakır. Buna göre, bu buyruk daha ön­ce kendilerinden söz edilen Mu'tezile ve benzerlerinin şu şekildeki görüşle­rine de bir reddiye ihtiva etmektedir: Çünkü Mutezile ve onların kanaatle­rini kabul edenlere göre Allah, sapıklığı ve hidâyeti yaratmaz. Derler ki: "Bir çoğunu saptırır" buyruğunun anlamı, burada ad vermektir. Yani birçoğu­na sapık adını verir. Nitekim "filan kişiyi fasık kıldım" denirken, ona fasık adını verdim, denmek istenir. Çünkü yüce Allah, hiçbir kimseyi saptırmaz. Saptırma ile ilgili izledikleri yol budur. Ancak onların bu açıklamaları müfes-sirlerin görüşlerine aykırıdır ve dil açısından da böyle bir açıklamaya ihtimal yoktur. Çünkü bir kimseye sapık (dâl) adı verildiği zaman onu sa­pıklıkla adlandırdı" denilir. Yoksa, bir kimseye sapık adı verildiği takdirde bu­nu anlatmak üzere (âyet-i kerimedeki şekliyle):  denilmez.

Bu buyruğun anlamı Mu'tezile ve onların yolundan gidenlerin verdiği şe­kilde değil de hak ehline mensup müfessirlerin belirttiklerine göre şöyledir: Allah, kâfirliklerine bir ceza olmak üzere insanlardan birçok kimseyi bu mi­sal sebebiyle yardımsız bırakır (hidâyete eriştirmez).

Diğer taraftan yüce Allah'ın: "O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz" buyruğunun yüce Allah'ın söylediği buyruk olduğunda (yani başkasının söylediği sözü nakleden bir ifade olmadığında) görüş ayrılığı yoktur. Bu buy­ruğun takdirî anlamı şöyledir: Allah, bu misal ile ancak ezelî ilminde kendi­lerine hidâyet vermeyeceğini takdir etmiş olduğu fasıkları saptırır.

Burada "fasıklardan başkasını saptırmaz" buyruğunda yer alan Ancak" edatını istisna edatı, "fasıklar" kelimesini de istisna kabul etmek doğ­ru değildir. Çünkü istisna ancak kullanılan ifadenin tam bir anlama gelme­sinden sonra sözkonusu olur.

Nevf el-Bikâlî der ki: Uzeyr, yüce Rabbine yaptığı münacaatından birisin­de şöyle demiştir: İlahi, sen birtakım mahluklar yaratırsın, dilediğini saptırır, dilediğini hidâyete erdirirsin. Ona: Ey Uzeyr, böyle bir şekilde dua etmek­ten vazgeç denildi. Ya bu işten vazgeçersin ya da seni peygamberlik maka­mından silerim. Çünkü Ben yaptığımdan dolayı sorumlu tutulmayanım. On­lar ise yaptıklarından sorumlu tutulurlar.

Dalâlet (sapıklık)ın asıl anlamı helak olmak, fena bulmak, yok olmaktır. İşte bu anlamdan hareketle su, sütün içerisinde kaybolduğu, yok olduğu za­man denilir. Yüce Allah'ın: Biz yerde kaybolduğumuz vakit..." (es-Secde, 32/10) buyruğundaki ifade de buradan gelmektedir. Buna dair açıklamalar Fatiha sûresinde daha önceden yapılmıştır.[178]

Fısk, Arap dilinde asıl anlamı itibariyle birşeyin dışına çıkmak demektir. Mesela, taze hurma kabuğundan, fare deliğinden çıktığı zaman bu tabir kullanılır. (Yiyecek ve içecekleri ifsad ettiğinden dolayı) fareye: "el-fuveysi-ka (fasıkçık)" denilir. Hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir: "Beş fasık var-] Vdır ki bunlar harem bölgesinin içinde de dışında da öldürülürler: Yılan, ala*^ ~? karga, fare, uyuz köpek ve çaylak." Bu hadisi Hz. Âişe Peygamber (s.a)'dany \rivâyet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır.[179]

Bir başka rivayette de "yılan" yerine akrep zikredilmiştir. Peygamber (s.a) bunlar hakkında "fısk" tabirini verdikleri eziyetler sebebiyle kullanmış­tır. Nitekim inşaallah ileride bu kitapta buna dair açıklamalar gelecektir.

Kişinin fasıklık etmesi, -el-Ahfeş'ten nakledildiğine göre- facirlik etmesi, yani günah işlemesi demektir. Yüce Allah'ın: "Rabbinin emrine karşı fasık­lık etti" (el-Kefh, 18/50) buyruğu ise Rabbinin emri dışına çıktı demektir.

İbnu'l-A'râbi'nin iddiasına göre bu kelime, (Allah'ın emri dışına çıkmak anlamında) cahiliyye arapları dilinde olsun, şiirinde olsun kullanılmamıştır. (İbnu'l-A'râbi) der ki: Bu ise hayret edilecek birşeydir. Halbuki bu kelime Arapça bir kelimedir. Bu sözleri İbnu'l A'râbi'den İbn Faris ve el-Cevherî nak-letmişlerdir.

Derim ki: Ebu Bekr el-Enbârî "ez-Zâhir" adlı eserinde "fısk"ın anlamı ile ilgili açıklamalarda bulunurken şairin şu beyitini de nakletmektedir:

"Necid'de giderler ve aşağıların da aşağısındaki yolu izlerler Maksatlarından uzaklaşmış fasıklar olarak."

Fıssîk: Fasıklığı sürekli olan demektir. "Yâ fusak, yâ hubes!" nidası "ey fâsık, ey habis (murdar)!" demektir. Şer'î bir terim olarak fısk: Yüce Allah'a itaatin dışına çıkmaktır. Bu kelime küfür ve inkar ile dinden çıkan hakkın­da kullanıldığı gibi, isyan ederek Allah'ın emri dışına çıkan hakkında da kul­lanılır. [180]

 

27- Onlar ki Allah'ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar, Al­lah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde fe-sad çıkarırlar. İşte onlar zarara uğrayanlardır.

Bu buyruğu yedi başlık halinde  açıklayacağız:

 

1- Ahdi Bozanlar:

 

"Onlar ki" bu buyruk bir önceki âyet-i kerimede geçen "fasık-lar"ın sıfatı olarak nasb mahallindedir. (Yani o fasıklar ki. . JArzu edildiği takdirde mahzuf bir mübtedanın haberi olarak merfu da kabul edilebilir. Ya­ni: Onlar öyle kimselerdir ki... Buna dair açıklamalar daha önceden de ya­pılmıştı.[181]

 

2- Allah'ın Ahdini Bozanlar:

 

"Allah'ın ahdini., bozarlar" buyruğundaki bozmak, (nakzetmek): Sağlam bir şekilde yapmış olduğun bir binayı, yahut büktüğün bir ipi veya verdiği­miz bir ahdi ifsad etmek, yani bozmaktır.

Kıldan yapılmış olan kendirler, çözüldüğü zaman bunlara "en-nukâda" de­nilir. Söylenen sözlerde "munakaza (çelişki)" ise söylenen sözler arasında an­lam bakımından tutarsızlık ve çelişki olması demektir. Nakz etmek için söy­lenen şiire de "nakîda" denilir. Nakz edilmiş (bozulmuş) şeye de "en-Nikd" adı verilir.

İlim adamları, sözü geçen ve sağlamlaştırıldıktan sonra bozulan bu ahdin hangisi olduğunu tesbit etmek hususunda farklı görüşlere sahiptirler:

a- Bu, yüce Allah'ın âdemoğullarından onları babaları Âdem'in sırtından çıkardığında aldığı sözdür.

b- Yüce Allah'ın peygamberleri aracılığıyla kitaplarında insanlara yaptı­ğı tavsiyeler, onlara kendisine itaat etmeleri ile ilgili vermiş olduğu emirler ile kendisine isyanı yasaklamasıdır. Bu buyruklar gereğince amel etmeyi ter-ketmeleri bu ahdi bozmaları demektir.

c- Yüce Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasıyla diğer mahlukatındaki vah­daniyetini gösteren delilleri koymuş olması, onlardan ahit almak konumun­dadır. Bu ahdi terketmeleri, bu ilahi san'at delillerine bakıp düşünmeyi ter-ketmektir.

d- Şanı yüce Allah'ın kitap ehlinden almış olduğu ahiddir. O, bunlara Pey­gamber (s.a)'ın peygamberliğini açıklamalarını ve bunu gizlememelerini emretmiş idi. Bu açıklama şekline göre âyet-i kerime kitap ehli hakkındadır.

e- Ebu İshak ez-Zeccâc der ki: Yüce Allah'ın ahdi, peygamberlerden ve ona iman edenlerden son peygamber Muhammed (s.a)'ı inkâr etmeyecek­lerine dair almış olduğu sözdür. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyrukla­rıdır: "Hani Allah, peygamberlerden size verdiği Kitap ve hikmetten sonra beraberinizdekini doğrulayıcı bir peygamber gelince ona mutlaka iman edecek ve yardım edeceksiniz diye söz aldığı zaman dedi ki: İkrar edip ka­bul ettiniz mi ve bu yükümü alıp yüklendiniz mi?" (Al-i İmran, 3/81) Burada sözü geçen "yükümü" buyruğu ile kastedilen "benim ahdimi"dir.

Derim ki: Ancak bu âyet-i kerimenin öncesi ile sonrasında yer alan buy­rukların zahiri, âyetin kâfirler hakkında olduğunu göstermektedir. İşte bu hu­sus ile ilgili görüşlerin toplamı beşi bulmuş olmaktadır. İkinci görüş bunla­rın hepsini kapsamına alacak özelliktedir. [182]

 

3-  "Allah'ın Ahdini Sağlamlaştırdıktan Sonra."

 

el-Mîsâk: Yemin ile pekiştirilmiş ahid demektir. Düğüm ve bağlama işinin oldukça sağlam yapıldığını ifade etmek için kullanılır. Bu kelimenin çoğu­lu "el-Mevâsîk" şeklinde gelir. Meyâsik ve meyâsîk şeklinde de gelir. İbnu'l-A'râbî şu beyiti nakletmektedir;

"Öyle bir bölge ki, ebediyyen konulmaz oraya iznimiz olmadıkça

Ve biz başka kavimlere sormayız söz ve ahitleri!"

Mevsik, müsâk anlamındadır. Muvâsaka, muahede anlamındadır. Yüce Al-lah'ın şu buyruğu da buradan gelmektedir: Sizi ken­disi ile bağladığı andınızı (ahdinizi sözünüzü) hatırlayın." (el-Maide, 5/7) [183]

 

4- "... keserler.."

 

Kesmek, bilinen bir eylemin adıdır. Akrabalık bağı ile ilgili olarak da kul­lanılır. İp ve benzeri şeyleri kesmek, nehir gibi şeyleri karşıdan karşıya geç­mek (katetmek) anlamında kullanıldığı gibi, göçmen kuşlar bir ülkeden bir başka ülkeye çıkıp gittikleri vakit de bu kelime kullanılır. Suların azalması­nı, bitkin ve yorgun düşmüş bir kimsenin durumunu ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. [184]

 

5- Allah'ın Emrine Aykırılık:

 

"Allah'ın birleştirilmesini emrettiği şeyi keserler." Burada Şeyi ke­limesi, keserler" fiili dolayısıyla nasb mahallinde (nesnesi)dir. Âye­tin bu bölümünün: "Bitiştirilmemesi" şeklinde yani bitiştirilmesinden hoş­lanmadıkları şeyi keserler anlamında olması da mümkündür.

Bitiştirilmesi emredilen şeyin ne olduğu hususunda da farklı görüşler var­dır:

a- Burada bitiştirilmesi istenen akrabalık bağlarıdır (sıla-i rahim).

b- Sözün amel ile bir arada olmasını emretmektedir. Fakat onlar amel et­medikleri halde söyleyip durduklarından dolayı bu iki şeyi birbirinden ko­pardılar.

c- Kesintisiz olarak bütün peygamberlerin tasdik edilmesini emretmekte­dir. Ancak onlar peygamberlerin bir kısmını tasdik etmek, bir kısmını yalanlamak suretiyle bitiştirilmesi emredilen şeyi kesmiş oldular.

d- Burada Allah'ın dinine, yeryüzünde O'na ibadet etmeye, şer'î hüküm­lerini uygulamaya ve koyduğu sınırları korumaya işaret edilmektedir. Dola­yısıyla bu, yüce Allah tarafından bitiştirilmesi emredilen herşey hakkında ge­nel bir ifadedir. Cumhurun görüşü budur. Akrabalık bağlarını bitiştirmek de bunun bir parçasıdır. [185]

 

6- Fesâd Çıkaranlar:

 

"Ve yeryüzünde fesad çıkarırlar." Yani Yüce Allah'tan başkasına tapar­lar, yaptıkları işlerde haksızlık ve zulüm işlerler. Çünkü onların işleri şehvet ve arzularına göredir. Fesadın en ileri derecesi de işte budur.

"İşte onlar zarara uğrayanlardır" anlamındaki buyruk mübtedâ ve ha­berdir. onlar" zâiddir. Bununla birlikte ikinci mübtedâ da kabul edi­lebilir. İkinci mübtedâ ile onun haberi (bir arada), birincisinin haberidir. Ön­ceden (benzeri el-Bakara, 2/5 te) geçmiş bulunmaktadır. Kendi nefsinin fe­lah ve kurtuluştan payını azaltan kimseye "hâsir (zarara uğrayan)" denilir. İs­ter terazideki, ister başka birşeydeki eksiklik ve zararın adı da "hüsrân"dır. Cerîr der ki: "Şüphesiz Selît bir hüsrandadır. Çünkü

Onlar atalarından beri köle olarak yaratılmış bir topluluğun soyundan geliyorlar." Burada hüsrandan kastı, onların şeref ve paylarının eksikliğine sebep olan şeylerdir. el-Cevherî'nin açıklamasına göre aynı kökten gelen: "el-hasâr, el-hasâre ve el-haysara" kelimeleri sapıklık ve yokolma demektir. O bakımdan helak olan kimseye "hâsir (hüsrana uğrayan, zarar eden)" denilir. Çünkü böy­le bir kişi Kıyamet gününde hem kendisini hem aile halkını kaybedecek ve cennette kendisi için ayrılmış olan yere gidemeyecektir. [186]

 

7- Ahdi Bozmanın Hükmü:

 

Bu âyet-i kerime ahde vefa gösterip ona bağlı kalmaya, aynı şekilde ki­şinin bağlı kalmakla kendisini yükümlü tuttuğu caiz olan her türlü ahdi boz­manın helal olmadığına bir delildir. Bu ahidlerin müslüman ile müslüman ol­mayan arasında olması farketmez. Çünkü yüce Allah, ahdini bozan kimseyi burada yermiştir. Ayrıca: "Ahidlerinizi eksiksiz olarak yerine getiriniz" (el-Maide, 5/1) diye buyurduğu gibi, Peygamberine de şu emri vermiştir: "Eğer bir kavmin hainliğinden endişeye düşersen, adalet üzere (ahidlerini gerisin geri) kendilerine at." (el-Enfal, 8/58) diye buyurarak ahdinde durmamayı ya­saklamıştır. Ahdinde durmamak ise ancak verilen sözü bozmakla olur. Nite­kim ileride yeri gelince[187] -inşaallah- açıklanacaktır. [188]

 

28. Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki daha önce ölüler idiniz de sizi O, diriltti. Sonra sizi öldürecek, sonra sizi diriltecek ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz.

 

Hayat ve Ölümün Varlığı Kıyametin Kesin Delilidir:

 

"Nasıl" anlamına gelen hale dair bir sorudur. Yani, bunlar öyle kim­selerdirler ki, kendilerine karşı susturucu deliller sabit olduğu halde, inkâ­ra saptıkları için, durumlarına hayret edilmesi gereken kimselerdir.

Kitap ehli, Allah'ı inkâr etmemekle birlikte onlara bu şekilde bir hitap na­sıl yerinde olur? diye sorulacak olursa cevap şudur: Onlar Muhammed (s.a)'ın durumunu olduğu gibi kabul etmeyip getirdiklerini tasdik etmedik­lerinden dolayı Allah'a şirk koşmuş oluyorlar. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in Al­lah tarafından gönderildiğini kabul etmiyorlar. Kur'an-ı Kerim'in insan sözü olduğunu iddia eden kimse, Allah'a şirk koşmuş ve ahdini bozmuş olur.

Şöyle de denilmiştir: "Nasıl" anlamına gelen kelimesi, aslında so­ru edatı olmakla birlikte burada böyle değildir. Burada bu kelime gerçeği söy­letmek ve azarlamak için gelmiştir. Yani: O bunlara kadir iken nasıl olur da üzerinizdeki nimetlerini inkâr edebilirsiniz, demektir. el-Vâsıtî der ki: Yüce Allah, bu buyruğu ile onları en ileri derecede azarlamış bulunmaktadır. Çünkü ölüler ve cansızlar hiçbir hususta kendilerini var eden ile tartışmaz­lar. Aksine, bu konuda tartışma canlı iskeletler tarafından yapılmaktadır.

"Halbuki siz daha önce ölüler idiniz" buyruğu yaratılıştan önceki halle­rini ifade etmektedir.

"... de sizi O diriltti, sonra sizi öldürecek." Burada vakıf tam bir vakıf olur. Ebu Hatim böyle demiştir. Daha sonra yüce Allah: "... sonra sizi diriltecek..." diye buyurmaktadır.

Tefsir alimleri, bu iki ayrı ölüm ile iki ayrı hayatın sırası ve insan için kaç defa ölümün ve kaç defa hayatın sözkonusu olduğu hususunda farklı görüş­lere sahiptirler. İbn Abbas ve İbn Mes'ud der ki: Yani sizler yaratılmadan ön­ce, yok ve var olmayanlar anlamında "ölüler" idiniz. Sonra sizi diriltti. Ya­ni yarattı. Daha sonra ecellerinizin sona ermesiyle sizi öldürecek, sonra Kı­yamet gününde sizi tekrar diriltecektir.

İbn Atiyye der ki: Bu âyet-i kerime ile anlatılmak istenen işte budur. Kâfirlerin kaçış yolu bulamayacakları delil de budur. Çünkü ölüm ve hayatı ka­bul etmektedirler. Eğer kâfirler, daha önce varlığı sözkonusu olmayan ölü­ler olduklarına, sonra dünyada hayat bulmaya, sonra yine dünyada ölüme dik­kat edecek olsalar, ondan sonraki son dirilişin gereğine dair kanaatleri pe­kişir ve güç kazanır, buna bağlı olarak ölümden sonraki dirilişi inkâr etme­leri de herhangi bir delil getiremedikleri bir iddiadan ibaret kalır.

Bir başkası da şöyle demiştir: Bu açıklamaya göre, kabirdeki hayat dün­ya hayatı hükmünde demektir. Dünya hayatında öldürüp sonra yine dünya­da iken dirilmesi, kişinin ilk ölümü sayılmadığı gibi, kabir hayatı da sayıl­maz denilmiştir.

Bu buyruğun açıklanmasıyla ilgili şöyle de denilmiştir: Sizler Adem'in sul­bünde ölüler idiniz. Sonra onun sırtından toz zerrecikleri gibi sizi çıkardı. Son­ra sizi, dünyada öldürür sonra sizi tekrar diriltecektir.

Bir başka açıklama şekli de şöyledir: Sizler erkeklerin sulblerinde, kadın­ların rahmlerinde ölüler -yani nutfeler- idiniz. Sonra sizleri rahimlere taşı­dı, orada sizi diriltti. Daha sonra bu hayattan sonra sizi öldürür, sonra soru sormak üzere kabirde sizi diriltir. Sonra kabirde sizi öldürür. Daha sonra mah­şere gitmek üzere kabirlerinizde diriltir. İşte ardında ölümün sözkonusu ol­madığı hayat da budur.

Derim ki: Bu açıklamaya göre üç ölüm ve üç dirilme sözkonusudur. Âdem'in sulblerinde ölüler olmaları, onun sırtından çıkartılıp kendileri hak­kında tanıklıkta bulunmaları, erkeklerin sulbleriyle kadınların rahimlerinde nutfeler halinde bulunmalarından farklı bir durumdur. Buna göre, dört ölüm ve dört hayat sözkonusudur.

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah onları, Âdem'i yaratmadan önce toz zerrecikleri gibi varetti, sonra da öldürdü. Buna göre, beş ölüm ve beş di­riltme sözkonusu olur. Muhammed (s.a)'in ümmetinden günahkar kimseler için cehenneme girdiklerinde sözkonusu olacak altıncı bir ölüm vardır. Çünkü Ebu Said el-Hudrî tarafından rivayet edilen hadiste şöyle denilmek- i tedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Cehennemlik olan cehennem ehline ge-j /linçe, onlar orada asla ölmeyecek ve dirilmeyeceklerdir. Fakat bir takım in-ı j sanlar vardır ki onlara günahları sebebiyle ateş isabet edecektir. Allah onları bir çeşit ölümle öldürecektir. Nihayet, kömür haline geleceklerinde hak-/ larında şefaate izin verecektir. Ayrı ayrı topluluklar halinde getirilecek ve cennet nehirleri üzerine saçılacaklardır. Sonra şöyle denilecek: Ey cennet hal­kı, bunlara (su) akıtın. Selin sürüklediği şeyler arasında bulunan bakla tohu­mu gibi biteceklerdir." Bunu dinleyenler arasında bulunanlardan birisi şöy­le dedi: Sanki Rasulullah (s.a) çölde çobanlık etmiş gibidir. Bu hadisi Müs-

 rivayet etmiştir.[189]

Derim ki: Hadis-i şerifte geçen: "Allah onları bir çeşit ölümle öldürecek­tir" buyruğunda kastedilen hakiki mahiyetiyle ölümdür. Çünkü burada mas-dar ile te'kid edilmiştir. Bu ise onlar için bir ikramdır. Şöyle de denilmiştir: "onları... öldürür" ifadesinin uyumak suretiyle cehennemin acılarını duyma­yacak hale gelmelerin de olabilir. Ve bu hakiki manada bir ölüm değildir. An­cak birinci görüş daha sağlıklıdır. Nahivciler fiili masdar ile tekid ettiğimiz tak­dirde (mef'ûl-u mutlak) mecaz anlamını ifade etmeyeceğini bunun hakikat anlamını dile getireceğini sözbirliği halinde kabul etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Allah Musa ile de konuştu." (en-Nisa, 4/164) buyruğu da bu türdendir. Yü­ce Allah'ın izniyle yeri gelincede bunun da açıklaması yapılacaktır.

Bu buyruğun anlamı ile ilgili olarak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Siz­ler etkisiz ve hareketsiz olduğunuz için ölü gibi idiniz. Bu din ve size gelen Peygamber sayesinde şanınızı, şerefinizi yükselterek sizi diriltti. Sonra sizi öl­dürecek ve sözünüz edilmeyerek öleceksiniz. Sonra da öldükten sonra di­riliş için sizi tekrar diriltecektir.

"Ve sonunda da yalnız O'na döndürüleceksiniz." Küfür ve inkârınız sebebiyle O'nun azabına döneceksiniz. Tekrar hayat bulacak ve sorguya çe­kileceksiniz, anlamında olduğu söylenmiştir. Nitekim yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Daha önce ilk yaratmayı başlattığımız gibi, onu iade ederiz." (el-Enbiya, 21/104) Buna göre onların tekrar iade edilmeleri, di-riltilmeleri ilk yaratılışları gibidir. Bu da bir dönüş demektir.

Çoğunluk bunu: " döndürüleceksiniz" şeklinde okumuştur. An­cak Yahya b. Ya'mer, İbn Ebi İshak, Mücahid, İbn Muhaysin, Sellam b. Ya'kub, bu kelimenin geldiği yerlerde muzaraat harfini üstün, cim harfini de esreli yani"...dönerler" şeklinde okurlar. [190]

 

29. Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yö-nelip de onları yedi gök halinde düzenledi. O her şeyi bilendir.

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur..." buyruğu ile ilgili açık­lamalarımızı on başlık halinde ele alacağız:

 

1- Yaratma'nın Anlamı:

 

"Yaratmak", yokluktan sonra icad etmek, meydana getirmek, var etmek demektir. Bazan herhangi bir işi yapması halinde insan hakkında da "yarat­tı" kullanıldığı olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Söylediğini yaratan kimseye karşı

Benim yapabileceğim çok azdır."

Buna dair açıklamalar daha önceden de yapılmıştı.[191]

İbn Keysan der ki: "Sizin için yaratan" buyruğu sizden dolayı, size se­bep yaratan demektir. Bunun anlamı şudur: Yeryüzünde her ne varsa sizin için bir nimettir, o bakımdan bunlar sizin içindir. Aynı zamanda bunlar, tev­hide ve ibrete delildir, şeklinde de açıklama yapılmıştır.

Derim ki: İleride de açıklayacağımız üzere doğru olan açıklama şekli bu­dur. Bununla insanların ihtiyaçları olan herşeyi kastetmiş olması da mümkün­dür. [192]

 

2- "Eşyada Asıl Mübahlıktır":

 

Haramlığına dair delil bulunmadıkça, kendileri ile yararlanılan eşyada as-lolan mübahlıktır, diyenler bu ve buna benzer diğer âyetleri delil gösterirler. Yüce Allah'ın şu buyruğu gibi: "Göklerde ve yerde bulunan şeylerin hepsi­ni de kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câsiye, 45/13) Bu ka­naati ortaya atanlar, şu sözleriyle de delillerini desteklerler: İnsanın hoşuna giden, canının çektiği güzel yiyeceklerin yaratılmaması mümkün olmakla bir­likte yaratılmıştır. O halde bunlar boşuna yaratılmış olamazlar. Dolayısıyla bunların bir faydasının olması da kaçınılmazdır. Bu faydanın yüce Allah hak­kında sözkonusu olması ise doğru olamaz. Çünkü O, bizatihi müstağnidir. Ya­ni böyle şeye de başka şeye de muhtaç değildir. Dolayısıyla sözü geçen bu fayda bize aittir. Bizim bunlardan fayda sağlamamız; ya bunlardan lezzet al­mak şeklindedir veya bu yolla denenmemiz için onlardan kaçınmamız şek­linde ortaya çıkar yahut bizim bunlardan gereken şekilde ibret almamız ile gerçekleşir. Bütün bu hususların elde edilmesi ancak bu güzel ve lezzetli şey­lerin tadına bakmakla mümkün olur. O bakımdan bunların mubah olması ge­rekmektedir.

Fakat bu iddia, tutarsızdır. Çünkü bizler, bir menfaat için yaratılmadıkla­rı takdirde boşu boşuna yaratılmış olmaları gereğini kabul etmiyoruz. O bun­ları bu şekilde yaratmıştır. Çünkü asıl olarak menfaatlerini yaratmak, O'nun için vacip değildir. Aksine vacip kılan O'dur. Diğer taraftan sözü geçen menfaatin belirttikleri hususlara münhasır olmasını da kabul etmiyoruz ve bu gibi menfaatlerden herhangi birisinin yiyeceklerin tadına bakmadıkça mey­dana gelemeyeceği tezini de reddediyoruz. Aksine bazan, tabiat ve karakter­ler üzerinde araştırma yapanlarca bilindiği gibi, tadları ne şekilde olduğunu başka birtakım hususlarla da anlamak mümkündür. Bu iddiaya karşı bu ta­dına bakılacak şeyin öldürücü zehirler olmasından korkulması ile de görüş­leri reddedilir. Diğer taraftan bunların haram olduklarını kabul eden kimse­lerin ileri sürdükleri birtakım şüpheler de bunların tezlerine karşıdır.

Başkaları bu konuda hüküm vermeyip şöyle demişlerdir: Bizim kendisi­nin, güzel veya çirkin (hasen veya kabili.) olduğunu idrak edebildiğimiz her bir fiilin aynı zamanda bizatihi güzel olması da mümkündür. Bunun ne ol­duğunu şer'î hüküm gelmedikçe tayin edecek bir delilimiz yoktur. O halde bu konuda şer'î hüküm gelmedikçe durmak ve karar vermemek gerekir.

Bu üç görüş de Mu'tezileye aittir.

Şeyh Ebu'l Hasen (el-Eş'arî) ve onun mezhebini kabul edenlerle Malikî mezhebine mensup ilim adamlarının çoğunluğu ile es-Sayrafî bu mes'ele ile ilgili olarak hüküm vermemeyi (tevakkufu) mutlak olarak kabul etmişlerdir. Onlara göre, tevakkufun (karar ve hüküm vermemenin) anlamı şudur: Böy­le bir durumda eşya hakkında hüküm verilemez. Şeriat (şer'î hüküm geldi­ği takdirde) onlarla ilgili dilediği hükmü verebilir. Akıl, vücup ve benzeri bir hükmü (değer yargısını) veremez. Aklın bu konudaki payı; işleri ve eşyayı olduğu gibi tanımaya çalışmaktan ibarettir.

İbn Atiyye der ki: İbn Fûrek, İbnu's-Sâiğ'den şöyle dediğini nakletmek­tedir: Akıl hiçbir şekiftje sem'i (peygamber vasıtasıyla gelen) delilden uzak kalmamıştır. Hakkında sem'i delil bulunmayan hiçbir olay yoktur. Eğer sem'i delil doğrudan doğruya onunla ilgili değilse, dolaylı olarak onunla ilgilidir veya o olayın sem'i delil hükmünü alacak kendisine göre uygun bir hali var­dır. İşte bu konularda bu hususa güvenip dayanmak gerekir. Bu ise, bir şe­yin mahzur (haram) veya mubah olduğunu tetkik etmeye, düşünmeye veya bu konuda hiçbir hüküm belirtmeyip kararsız kalmaya ihtiyaç bırakmaz. [193]

 

3- Mahlukat İbret İçindir:

 

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." buyruğunun anlamı hakkında doğru açıklama şekli, bunları ibret için yarattığıdır. Buna delil da­ha önce gelen buyruklar ile daha sonra gelen çeşitli ibretli durumların söz-konusu edilmiş olmasıdır: Hayat vermek, öldürmek, yaratmak, göğe yönel­mek ve orayı düzenlemek gibi. Yani sizleri diriltmeye, yaratmaya, gökleri ve yeri yaratmaya k^dir olanın tekrar sizi diriltmeye kadir olması, aklın kabul edemeyeceği bir iş değildir.

Eğer "sizin için" denilmesinin anlamı yararlanmaktır; yani bütün bunlar­la yararlanmanız için bunları yaratmıştır, denilecek olursa cevabımız şu olur: Yararlanmaktan kasıt, açıkladığımız gerekçeler dolayısıyla ibret al­maktır. Eğer: Akreplerin, yılanların yaratılışında ibret alınacak taraf neresi­dir? denilecek olsa şöyle deriz: İnsan görmüş olduğu eziyet verici bir takım varlıklar sebebiyle Allah'ın cehennemde kâfirler için hazırlamış olduğu bir takım cezaları hatırlayabilir. Bu, iman etmesine ve masiyetleie terketme-sine sebep teşkil edebilir. Bu ise ibretin en büyüğüdür,  İbnu'l-Arabi der ki: Yüce Allah'ın bu buyruk ile bu kudretini bizlere ha­ber vermesinde haramlığı, mübahlığı veya bu konuda kararsızlığı gerektiren herhangi bir durum yoktur. Bu âyet-i kerime sadece, Allah'ın vahdaniyeti­ne delil olarak görülsün diye dikkat çekmek ve yol göstermek sadedinde zik­redilmiştir.

Meani (el-Kur'ân'a dair eser yazmış) ilim adamları da yüce Allah'ın: "Yer­de ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur." buyruğu hakkında şu açık­lamayı yapmışlardır: Bunlarla O'na itaat etmek için güç sahibi olasınız diye yaratmıştır, yoksa O'na isyan yollarında sizin için bu yaratılan şeyleri tüke-tesiniz diye değil. Ebu Osman der ki: Herşeyi sana bağışladı, herşeyi sana mü-sahhar kıldı ki, o herşeyi O'nun uçsuz bucaksız cömertliğine delil göresin ve böylelikle âhirette sana vereceğini va'dettiği uçsuz bucaksız şeylere kendi­ni kaptırasın, O'nun yaptığı çokça iyilikleri karşısında azıcık amellerini çok görmeyesin diye. O, sana herhangi bir amelde bulunmadan önce, ilk olarak nimetlerin en büyüğü olan tevhidi vermiş bulunmaktadır. [194]

 

4- İnfak Eden, Cimrilik Eden:

 

Zeyd b. Eşlem, babasından, o da Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan şunu riva­yet etmektedir: Adam'ın birisi Rasulullah (s.a)'a geldi ve kendisine birşeyler vermesini istedi. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Yanımda herhangi birşey   i , yok. Fakat git, benim adıma  birşeyler satın al. Ödeyecek birşeyler bize ge'ünce o borcumuzu öderiz." Bunun üzerine Hz. Ömer ona şöyle dedi: Hadi     j yanında birşeyler varken veriyorsun. Allah seni güç yetiremeyeceğin şeyler­le mükellef tutmamış ki. Rasulullah (s.a) Hz. Ömer'in bu sözünden hoşlanmadı. Ensardan birisi: Ey Allah'ın Rasulü dedi ve: "İnfak et ve yüce Arş sahibinin azaltacağından korkun olmasın" anlamında bir mısra okudu. Rasulullah (s.a) bunun üzerine gülümsedi. Ensardan olan bu kişinin söylediği bu söz dolayısıyla sevindiği yüzünden anlaşıldı. Daha sonra Rasulullah şöyle yurdu: "Ben, böyle davranmakla emrolundum."[195]

İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle demişlerdir: Mal azlığı korkusu, Allah'a karşı sui zan beslemektendir. Çünkü yüce Allah için­dekilerle birlikte, arzı Âdemoğulları için yaratmıştır. Ayrıca Kitab-ı keriminde de şöyle buyurmuştur: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan

O'dur." Bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır. "Göklerde ve yer­de bulunanların hepsini kendi nezdinden size müsahhar kılmıştır." (el-Câ-siye, 45/13) Bu gördüğümüz herşey Ademoğluna müsahhar kılınmıştır. Böy­lelikle onun mazeretine son verilmek istenmiş, ona karşı delil ortaya konul­muştur. Ta ki Allah'a, kendilerini kul olarak yarattığı gibi kul olsunlar diye. Eğer kul, Allah'a karşı hüsnü zan besliyor ise, malının azalacağından kork­maz. Çünkü verdiğinin yerine başkası gelir. Nitekim yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Her ne harcarsanız, O bunun yerine verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe, 34/39) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Şüp­hesiz ki benim Rabbim ganîdir (muhtaç olmayandır), kerimdir (bol bol ve­rendir)" (en-Neml, 27/40)

 Rasûlullah (s.a) da şöyle buyurmaktadır: Yüce Allah buyurdu ki: "BeninO c   rahmetin gazabımı geçmiştir. Ey Âdemoğlu, infak et ki Ben de sana infak edeyim. Allah'ın sağ eli bol bol verir ve dopdoludur. Gece ve gündüz hiçbir şey  onu eksiltmez."[196]

-Bir başka hadisinde yüce Rasul şöyle buyurmaktadır: "Kulların sabah et-n tiği her bir günde mutlaka iki melek (dünya semasına) iner. Onlardan biri- \" si: Allah'ım infak edene infak ettiğinin yerine geçecek servet ver, der, diğe-_y ri de: Allah'ım cimrilik edenin de servetini telef et," der.[197] Aynı şekilde bu melekler, güneşin batımı esnasında da böylece seslenirO rler. Bütün bu hadisler sahihtir ve hadis imamları tarafından rivayet edilmiştir. Hamd yalnız Allah'adır.

Her kimin kalbi, aydınlığı bulur ve Rabbinin zenginlik ve keremini bilir ise, infak eder, servetinin azalacağından korkmaz. Dünyaya karşı arzuları ölen ve kendisini hayatta tutacak kadar azıcık bir gıdayı almakla yetinen, kendi adına talepte bulunmayan bir kimse zenginken de fakir iken de verip durur, vermekle servetinin azalacağı korkusunu duymaz. Servetinin azalacağından korku duyan, sadece eşyayı isteyen ona talip olan kimselerdir. Bugün birşey-ler verirken, yarın onunla birtakım şeyleri yapmak istiyor ise (verdiği takdir­de) o şeyi yarın yapamayacağından korkar. O bakımdan azalacağından korktuğu için bugünkü infakında (harcamasında) elini sıkı tutar. r"~ Müslim'in rivayetine göre Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Esma şöyle demiştir: I fRasulullah (s.a) bana şöyle dedi: "Ver, yahut bağışla veya infak et. Fakat vediğini sayma. O vakit Allah da senin bu saymana karşı sayar. Cimrilik edip/ Ve malını kaplarda doldurma. O vakit sana karşı da cimrilik edilir."[198]

Nesai'nin rivayetine göre Hz. Aişe de şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)'ın yanımda bulunduğu bir sırada yanıma bir dilenci geldi. Ben ona birşeyler ve-H \ rilmesini emrettim. Sonra da ona verilen şeyin yanıma getirilmesini istedim, Ona baktım. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Sen, senin bilgin olmadıkça evine birşeyin girmesini ve çıkmasını istemiyor musun yoksa?" Ben: Evet, de- J yince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yavaş ol, ey Aişe, sen sayma (sayarak/ /erme). O takdirde yüce Allah da sana karşı sayarak verir (az verir)."[199]

 

5- "İstiva" ve Müteşabihler:

 

"Sonra göğe yönelip de..." Buyruğunda "sonra" kelimesi haber verilen şe­yin sıralaması dolayısıyla gelmiştir. Yoksa bizzat işin yapılış sırasını anlatmak için değildir.

İstiva (yönelmek): Dilde bir şeyin üstüne çıkmak ve üzerine yükselmek demektir. Nitekim yüce Allah (aynı kökten kelimeler ile) şöyle buyurmakta­dır: "Sen ve seninle birlikte olanlar gemiye bindiğinizde (isteveyte)..." (el-Mu'minun, 23/28); "Sonra onların sırtları üzerine binip yerleşince (istevey-tum)..." (ez-Zuhruf, 43/13) Şair de şöyle demektedir:

"Ipıssız bir çölde onları bir su başında götürdüm

Güney (Yemen) yıldızı alabildiğine yükselmiş idi (istevâ)"

Güneş başımın üzerinde istiva etti, kuş tepeme istiva etti, tabirleri ile an­latılmak istenen bunların yükseldiğidir.

Bu âyet-i kerime müşkil (anlaşılması zor) âyetlerdendir. İlim adamları bu ve benzeri âyetlerde üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. Kimisi: Biz bunları okur, bunlara iman eder ve tefsir etmeyiz, derler. İmamların pekçoğu bu görüşte­dir. Bu, İmam Malik'ten gelen şu rivayete benzemektedir: Adamın birisi ona yüce Allah'ın: "Rahman (olan Allah) Arşa istiva etti." (Ta-ha, 20/5) buy­ruğu hakkında soru sormuş, İmam Malik de şöyle demiştir:

-İstiva bilinmeyen birşey değildir. Ancak keyfiyeti akıl ile bilinemez. Bu­na iman ise farzdır. Bunun nasıl olduğuna dair soru sormak bid'attir. Ben se­nin kötü bir adam olduğunu görüyorum. Hadi bunu buradan çıkartınız.

Bir kısım ilim adamı da şöyle demiştir: Bu âyetleri okuruz ve dildeki zahi­ri anlamına uygun düşecek şekilde yorumlarız. Bu Müşebbihe'nin görüşüdür.

Kimisi de şöyle demiştir: Bu gibi âyetleri okuruz, te'vilini yaparız ve bunları zahirlerine hamlederiz.

el-Ferra, yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" buyruğu ile ilgili olarak şöyle demiştir: İstiva Arap dilinde iki an­lama gelir: Birincisi: Kişinin olgunlaşması, gençliğinin ve gücünün son nok­tasına ermesi demektir. Yahut eğrilikten kurtulup düzelmesi demektir. İşte bu

Arap dilindeki iki anlamıdır. Üçüncü bir anlamı da şöyle olur: Filan kişi, fi­lana doğru gidiyor iken daha sonra bana yöneldi ve bana söv­meye koyuldu. Burada bu kelime (istiva) bana doğru yönelmek, bana kar­şı gelmek anlamında kullanılmıştır. İşte yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..."  buyruğunun anlamı budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Abbas şöyle demiştir: "Sonra semaya yöneldi:" Yükseldi. Bu konuş­ma esnasında: Önce oturuyor iken ayağa kalktı, doğruldu (istiva) ve önce ayakta iken dosdoğru oturdu (istiva) demene benzer. Bütün bu kullanış şe­killeri arap  dilinde uygun ve yerindedir.

el-Beyhakî Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. el-Huseyn şöyle demiştir: "İstiva et­ti (yöneldi)" buyruğuna yönelmek anlamını vermek, doğru ve yerindedir. Çün­kü yönelmek göğü yaratmayı kastetmektir. Kastetmek de irade etmek, dile­mek demektir. Allah için de bu sıfatlar caizdir.

"Sonra" kelimesi iradeye değil yaratmaya taalluk etmektedir. İbn Abbas'tan (iradeye taalluk ettiğine dair) rivayette bulunan kişi aslında bu rivayeti el-Kel-bî'nin Tefsir'inden almıştır. el-Kelbî ise zayıf bir ravidir.

Süfyan b. Uyeyne ve İbn Keysan, yüce Allah'ın: "Sonra göğe yönelip de..." buyruğu, orayı kastetti, yani yaratmak ve varetmek kasdıyla oraya yöneldi de­mektir, demişlerdir. Bu da bir görüştür.

Şöyle de denilmiştir: Allah oraya yöneldi, ancak bu konuda herhangi bir keyfiyet veya sınırlandırma sözkonusu değildir. Bu görüşü Taberi tercih et­miştir. Ebu'l-Aliye er-Reyahi'den bu âyet-i kerime hakkında şöyle denilebi­leceği nakledilmektedir: İstiva etti, yükseldi anlamındadır. el-Beyhakî der ki: Bundan kastı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- emrinin yücelmesi, yüksel­mesidir. Bu da kendisinden semanın yaratıldığı suyun buharıdır.

İstiva edenin (yükselenin) duman olduğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Ancak kullanılan ifadeler buna uygun değildir. Bunun anlamının istila et­mek, kuşatmak olduğu da söylenmiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Bişr Irak'ı istila etti (istiva)

Kılıçsız ve kan akıtmaksızın."

ibn Atiyye der ki: Böyle bir açıklama Allah'ın: Rahman (olan Allah) Arşın üzerine istiva etti" (Taba, 20/5) buyruğu hak­kında uygundur.

Ben derim ki: Bundan önce el-Ferrâ'nın görüşünü açıklarken edatlarının aynı anlama geldiğine işaret edilmişti.

Bu konuya dair daha fazla bilgiler yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde ge­lecektir.[200]

Bu ve benzeri âyetlerde kural, hareketin ve bir yerden başka bir yere in­tikalin sözkonusu olmamasıdır. (Yani hareket ve intikal anlamını verecek şe­kilde açıklamalarda bulunmamaktır.)[201]

 

6- Önce Yaratılan Yer midir, Gök müdür?

 

Bu âyet-i kerimeden yüce Allah'ın yeri gökten önce yarattığı anlamı çık­maktadır. Aynı şekilde Hâ-Mîm es-Secde sûresinden de anlaşılan budur. (bk. Fussilet, 41/9-12) en-Nâziât sûresinde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Si­zi yaratmak mı daha zordur, yoksa gök mü; onu bina etmiştir.." (en-Naziat, 79/27) buyruğunda önce semanın yaratılışını sözkonusu etti, daha sonra da yer hakkında şöyle buyurdu: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (en-Nâ­ziât, 79/30) Bu buyruklara göre de gök sanki yerden önce yaratılmış gibidir. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hamd gökleri ve yeri yaratan... Allah'ındır." (el-En'âm, 6/1) Katade'nin görüşünce sema yaratılmış­tır. Bu görüşü Taberi ondan nakletmektedir. Mücahid ve onun dışındaki di­ğer müfessirler ise şöyle demiştir: Yüce Allah Arşının üzerinde bulunduğu su­yu kuruttu. Orayı yer olarak halketti. Bu sudan bir duman çıktı ve yükseldi. Bunu da sema (gök) olarak yarattı. Böylelikle yerin yaratılması gökten önce gerçekleşmiş oldu. Daha sonra emrini semaya yönelterek onları yedi sema ha­linde düzenledi. Bundan sonra ise, yeryüzünü yayıp genişletti. Çünkü ilk ya­rattığında henüz yayılmış ve genişletilmiş bir halde değildi.

Derim ki: Yüce Allah'ın izniyle Katade'nin görüşünün doğruluğu açıkça ortadadır. Bu görüşe göre yüce Allah, önce semanın dumanını, sonra da ye­ri halketti, sonra da göğe -henüz duman halinde iken- yöneldi ve orayı dü­zenledi. Bundan sonra da yeri genişletip yaydı.

Dumanın yerden önce yaratılmış olduğunu gösteren hususlardan birisi de es-Süddi'nin Ebu Malik ve Ebu Salih'ten, onun İbn Abbas'tan, ayrıca Murre el-Hemdani'nin İbn Mesud'dan ve Rasulullah (s.a)'ın bir grup ashabından, yü­ce Allah'ın: "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur. Sonra göğe yönelip de onları yedi gök halinde düzenledi" buyruğu ile ilgili açıklama­larını aktararak dedi ki: Şanı yüce Allah'ın Arşı su üstünde idi. Sud^an önce hiçbir şey yaratmadı. Allah yaratıkları yaratmayı murad edince sudan bir du­man çıkarttı ve bu duman suyun üstünde yükseldi (sema). O bakımdan ona "semâ" adını verdi. Daha sonra suyu kuruttu, onu tek bir arz halinde yarat­tı. Sonra bu arzı birbirinden ayırarak iki günde, pazar ve pazartesi günlerin­de yedi arz haline getirdi. Arzı balık üstüne koydu. -Balık ise, şanı yüce Al­lah'ın Kur'an-ı Kerim'de: "Nûn. Ve Kalemle, yazmakta olduklarına yemin ol­sun" (el-Kalem, 68/1) buyruğunda sözü geçen "nun"dur. Balık su içerisin­dedir, su da dümdüz bir kayalık üstündedir. Dümdüz kayalık da bir mele­ğin sırtı üzerindedir. Melek bir başka kayanın üstündedir. Kaya ise, rüzgara maruzdur. Burada sözü geçen kaya, Lukman sûresinde kendisinden söz edilen ve yerde de gökte de olmayan kayadır. (Bk. Lukman, 31/16) Balık ha­rekete geçti ve kıpırdadı. O bakımdan yer de sarsıldı. Allah yere dağlan bı­rakınca yer kararını buldu. O bakımdan dağlar yere karşı öğünür. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunda kastedilen budur: "O sizi çalkalayıp sallar diye yer­yüzünde sağlam dağlar.... bıraktı."(en-Nahl, 16/15; Lukman, 31/10)

Allah yerde dağları, orada yaşayacak olanların gıdalarını yerin ağaçları­nı ve orası için gerekli olanları da iki günde, yani salı ve çarşamba günlerin­de yarattı. İşte yüce Allah şu buyruklarında bunu anlatmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar koşuyor musu­nuz? İşte O alemlerin Rabbidir. Ve orda üstünden sabit dağlar yarattı. Or­da bereketler kıldı ve gıdalarını takdir etti. Bütün bunları soranlar için mü­savi olarak dört günde yaptı." (Fussilet, 41/9-10) Yani soran kimseler bilsin ki durum işte böyledir. "Sonra semaya yöneldi. O vakit o duman halinde idi."(Fussilet, 41/11) Sözü geçen bu duman ise, suyun teneffüs etmesi ile (bu­harlaşması) ile meydana gelmiştir. Allah ondan sonra (buharın yükselmesi so­nucu) bir tek sema halinde göğü yarattı. Sonra onu ayırarak iki günde, Per­şembe ve Cuma günlerinde yedi sema haline getirdi. Cuma gününe bu ismin veriliş sebebi ise, göklerin ve yerin yaratılışının bu günde tamamlanmasıdır.[202] "Ve her bir gökte de ona ait olan emri vahyetti." (Fussilet, 41/12) Yani her bir semada oraya has olan melekleri yarattı. Yerde de bulunan dağları, denizle­ri, dolu ve bilinmeyen daha pek çok şeyleri varetti. Sonra dünya semasını yıl­dızlarla süsledi. Bu yıldızları hem bir süs hem de şeytanlara karşı bir koru­ma aracı kıldı. Yüce Allah dilediğini yaratmayı bitirdikten sonra bu sefer Ar­şa istiva etti. İşte buna da yüce Allah'ın şu buyruğu işaret etmektedir: "Gök­leri ve yeri altı günde yarattı." (el-A''raf', 7/54; Yunus, 10/3-..) Yine yüce Al­lah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Göklerle yer bitişik idi de Biz on­ları ayırdık." (el-Enbiya, 21/30) Daha sonra (ravi) Âdem (a.s)'ın yaratılışını yine bu sûrede yüce Allah'ın izniyle açıklanacak şekilde zikretti.

Vekî, el-A'meş'ten, o Ebu Zabyan'dan, o da İbn Abbas'tan şöyle dediği­ni rivayet etmektedir: Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey "kalem"dir. Ona: Yaz, di­ye buyurdu. Kalem: Rabbim neyi yazayım? diye sordu. Yüce Allah: Kaderi yaz, diye buyurdu. Kalem o günden Kıyamet gününe kadar meydana gelecek her-şeyi yazdı. Bundan sonra yüce Allah "Nun"u yarattı ve onun üzerinde arzı ya­yıp döşedi. Suyun buharı yükseldi ve ondan semavatı ayırdı. Nun, çalkan­dı, bunun üzerine yer de sarsıldı, dağlarla sağlamlaştırıldı, yere sebat verildi. O bakımdan dağlar Kıyamet gününe kadar yere karşı övünürler.

Bu rivayette ise, yerin yaratılışı (âyet-i kerimede) duman diye ifade edi­len su buharının yükselişinden önce sözkonusu edilmektedir. Ancak yine İbn Abbas'tan ve başkalarından gelen ilk rivayet daha uygundur. Çünkü yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi" (en-Naziat, 79/30.) Allah neyi nasıl yarattığını en iyi bilendir. Konu ile ilgili görüşler fark­lı farklı bize kadar gelmiştir. Ve bu konuda içtihada yer yoktur.

Ebu Nuaym'ın Ka'b el-Ahbar'dan naklettiğine göre İblis, bütün arzı sırtın­da taşıyan balığın içine doğru nüfuz etti, onun kalbine vesvese verdi, dedi ki: Ey Lûsiya, senin sırtında ne kadar ümmet, ne kadar ağaç, ne kadar can­lı hayvan, ne kadar insan, ne kadar dağ bulunduğunu biliyor musun? Eğer sen onları bir silkeleyecek olursan bunların hepsini sırtından bırakırsın. Bu­nun üzerine Lûsiya bunu yapmak istedi. Allah bir hayvan varetti ve bu onun burun deliğine girdi. Bundan dolayı Allah'a dua etti yalvardı ve bu hay­van burun deliğinden çıktı. Ka'b der ki: Nefsim elinde olana yemin ederim. Bu hayvan balığın önünde durmakta o ona öteki buna bakmaktadır. Eğer ba­lık böyle birşey yapmak isteyecek olursa tekrar o yere geri gider. [203]

 

7- Yaratıkların Aslı:

 

Bütün eşyanın asıl yaratıldıkları şey sudur. Çünkü İbn Mace'nin Sünen'in-de ve Ebu Hatim el-Büsti'nin Sahih Müsned'inde kaydettiğine göre, Ebu Hu-reyre şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü dedim, seni görünce nefsim hoş olur, gözüm aydın olur. Sen bana herşeyin haberini ver. Hz. Peygamber: "Herşey sudan yaratıldı." diye buyurdu. Ben: İşlediğim takdirde kendisi vasıtasıyla cen­nete girmeme sebep olacak birşeyi bana bildir, dedim. Şöyle buyurdu: "Ye­mek yedir, selamı yaygınlaşür, akrabalık bağlarını gözet, insanlar uyurken sen kalk (namaz kıl), esenlikle cennete girersin."[204]

Ebu Hatim dedi ki: Ebu Hureyre: "Bana herşeyden haber ver" sözü ile: Su­dan yaratılmış her şeye dair haber ver, demek istemiştir. Bunun doğruluğu­na delil ise, -henüz yaratılmamış olsa dahi-: "herşeyi sudan yaratmıştır" şek­linde cevap vermesidir.

Said b. Cübeyr'in rivayetine göre İbn Abbas, Rasulullah (s.a)'ın şöyle bu­yurduğunu naklederdi: "Yüce Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona emir ver­di, o da olacak herşeyi yazdı." Aynı buyruk, Ubade b. es-Samit'den merfu ola­rak da rivayet edilmektedir. el-Beyhakî der ki: İlk yarattığı şeyden kastı -doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır ya- su, rüzgar ve Arştan sonra ilk yarattığı şey "kalemdir" şeklinde olmalıdır. Bu ise İmran b. Husayn'ın rivayet ettiği hadis­ten açıkça anlaşılan bir husustur. Kalemin yaratılmasından sonra ise gökle­ri ve yeri yaratmıştır.

Abdürrezzak b. Ömer b. Habib el-Mekki, Humeyd b. Kays el-A'rec'den, o Tavus'tan rivayetle dedi ki: Adamın biri Abdullah b. Amr b. el-As'a gelip: Yaratıklar neden yaratılmıştır? diye sordu, o da şöyle dedi: Sudan, aydınlık­tan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Peki bunlar neden yaratıldı? Abdullah: Bilmiyorum, dedi. Tavus der ki: Daha sonra aynı adam Abdullah b. ez-Zü-beyr'e gitti, ona da aynı şeyleri sordu. O da Abdullah b. Amr'ın söyledikle­rinin benzerini söyledi. Bu sefer adam Abdullah b. Abbas'a gitti. Ona da ay­nı soruyu sorarak: Yaratıklar neden yaratıldı? diye sordu. Abdullah b. Abbas şöyle dedi: Sudan, aydınlıktan, karanlıktan, rüzgar ve topraktan. Adam yine: Peki bütün bunlar neden yaratıldı? diye sorunca Abdullah b. Abbas ona şu âyet-i kerimeyi okudu: "Göklerde ve yerde bulunanların hepsini kendi (rah-metOndera size müsahhar kılmıştır." (el-Casiye, 45/43) Bunun üzerine adam şöyle dedi: Böyle bir cevabı ancak Peygamber (s.a)'ın Ehl-i Beytinden olan bir adam verebilirdi.

el-Beyhakî der ki: (İbn Abbas) bununla herşeyin O'nun tarafından yara­tıldığını anlatmak istemiştir. Yani herşeyi O yaratmış, O yoktan varetmiş ve O icad etmiştir. Önce suyu yarattı. Veya suyu ve yaratmak istediği şeyleri ya­rattı. Bunları herhangi bir aslî madde veya malzemeden yaratmadığı gibi ön­ceden herhangi bir örneğe göre de yaratmış değildir. Daha sonra da suyu bi­lahare yaratılan şeylerin aslı kıldı. Yoktan vareden O'dur. Herşeyin yaratıcı­sı O'dur. O'ndan başka ilah yoktur. O'ndan başka yaratıcı yoktur. O her tür­lü eksiklikten münezzehtir, yücedir, azizdir. [205]

 

8- Gökler:

 

"Onları yedi gök halinde düzenledi" buyruğunda yüce Allah, göklerin yedi tane olduğunu sözkonusu etmektedir. Kur'an-ı Kerim'de yerin sayısı ile ilgili olarak tevil ihtimali bulunmayan açıkça yerin sayısını belirten sadece yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini ya­ratandır." (et-Talak, 65/12) Ancak bu buyruk hakkında da farklı görüşler var­dır. "Yerden onlar gibisi"nden kasıt sayıca gökler gibi demektir, denilmiştir. Çünkü, keyfiyet ve niteliklerin birbirlerinden farklı olduğu hem gözlem ile hem de konu ile ilgili gelen haberlerde ortadadır. O halde buradan kasıt, sa­yıca onlar gibi demektir. "Yerden de onlar gibi" buyruğundan kasıt, yani ka­balık ve sertlikleri itibariyle, oralarda bulunanlar itibariyle onlar gibi, demek olduğu da söylenmiştir.

Bir başka görüşe göre yerlerin sayısı yedi tanedir. Şu kadar var ki bunlar biribirlerinden ayrılmamışlardır. Bu görüş ed-Davudî'ye nisbet edilmiştir. Doğrusu birinci görüştür ve yerlerin de gökler gibi yedi tane olduğu şeklin­dedir. Müslim'in rivayetine göre Said b.Zeyd şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim haksızca yerden bir karış alacak olursa yedi (kat) arza kadar olan kısmı onun boynuna dolanır."[206]  Hz. Aişe'den de bunun benzeri bir hadis rivayet edilmiştir, ancak o hadiste "dyl).... a ka­dar" yerine "(ı>*)den" ifadesi yer almaktadır.[207]

Ebu Hureyre'den gelen rivayette ise şöyle denilmektedir: "Herhangi bir kimse hakkı olmayarak yerden bir karış alacak olursa, mutlaka yüce Allah -Kıyamet gününde- yedi (kat) arza kadar olan kısmını boynuna dolayacaktır."[208]

Nesaî'nin rivayetine göre, Ebu Said el-Hudri, Rasulullah (s.a)'ın şöyle bu^. yurduğunu nakletmektedir: Musa (a.s) dedi ki: Rabbim, bana kendisini söy-j leyerek Seni anacağım ve kendisiyle sana dua edeceğim birşey öğret. Yüce' Allah buyurdu ki: "Ey Musa, la ilahe illellah" de. Hz.Musa dedi ki: Rabbim, Senin bütün kulların bunu söylüyor. O zaman yüce Allah şöyle buyurdu: "Sen la ilahe illallah" de. Yine Hz.Musa şöyle buyurdu: Senden başka hiçbir ilah yoktur, ancak ben bana özel birşey vermeni istiyorum. Yüce Allah şöyle bu­yurdu: "Ey Musa, eğer yedi gök ve Benden başka onlarda bulunanlar ve ye­di (kat) arz bir kefeye konsa la ilahe illallah da öteki kefeye konsa la ilahe illallah onlardan daha ağır basacaktır."[209]

Tirmizi'nin rivayetine göre de Ebu Hureyre şöyle demiştir: Allah'ın pey­gamberi ve ashab-ı kiram birlikte otururlarken bir bulutun geldiğini görür­ler. Allah'ın peygamberi (salat ve selam ona) şöyle buyurdu: "Bunun ne ol­duğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir de­yince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bu bulut, işte bunlar yerin sulayıcıla-rıdırlar. Allah, bu bulutu kendisine şükretmeyen, kendisine de dua etmeyen bir topluluğun bulunduğu yere sürükler. -Devamla Hz. Peygamber şöyle bu­yurdu-: Üstünüzde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Hz. Peygamber şöy­le buyurdu: "Üstünüzdeki er-raki' (dünya seması)dır. Bu korunmuş bir tavan ve etrafı birleştirilmiş bir dalgadır. Daha sonra şöyle sordu: Sizinle bu sema arasındaki uzaklığın ne kadar olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Al­lah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sizinle bu sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe vardır." Sonra şöyle sordu: "Bu­nun da üstünde ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram yine: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hz.Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun üstün­de aralarında beşyüzer yıllık mesafe bulunan iki sema daha vardır." Hz. Pey­gamber bu şekildeki açıklamalarını yedi semaya kadar sürdürdü. Ve her iki sema arasındaki uzaklık gök ile yer arasındaki uzaklık kadardır. Hz. Peygam­ber daha sonra şöyle sordu: "Bunun da üstünde neyin olduğunu biliyor musunuz?" Onlar: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Bunun da üstünde Arş vardır. Arş ile sema arasında ise her iki se­ma arasındaki uzaklık kadar vardır." Daha sonra şöyle buyurdu: "Peki altı­nızda ne olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dediler. Hz.Peygamber şöyle buyurdu: "Altında bulunan yerdir. Son­ra şöyle dedi: Bunun da altında neyin olduğunu biliyor musunuz?" Ashab-ı kiram: Allah ve Rasulü daha iyi bilir, dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: Arzın altında diğer arz vardır ve ikisi arasında beşyüz yıllık bir mesafe var­dır." Hz. Peygamber bu şekilde yedi arz sayıncaya kadar sözlerine devam et­ti ve her iki arz arasındaki uzaklığın beşyüz yıllık olduğunu beyân buyurdu. "Muhammed'in canını elinde bulunduran Allah'a yemin ederim. Eğer sizler en aşağı arza doğru bir iple sarkıtılacak olursanız Allah'ın üzerine düşer" di­ye buyurduktan sonra Hz. Peygamber şu âyet-i kerimeyi okudu: "O, hem ilk­tir, hem âhirdir, hem zahirdir, hem de batındır. O, herşeyi en iyi bilindir." (el-Hadid, 57/3)

Ebu İsa (Tirmizi) der ki: Rasulullah(s.a)'ın bu âyet-i kerimeyi okuması onun (düşmek ile) Allah'ın ilmi, kudreti ve sultanı (O'nun egemenliği altında bu­lunan alanı) üzerine düşmesini kastettiğini göstermektedir. Yani, Allah'ın il­mi, kudreti ve sultanı her yerdedir. O Kitab-ı Kerim'inde kendi zatını nitelen­dirdiği şekilde Arşı üzerindedir. (Yine Tirmizi) dedi ki: Bu hadis garib bir ha­distir. el-Hasen (hadisin ravilerinden birisi), Ebu Hureyre'den hadis dinleme­miştir.[210]

Yerlerin sayısının yedi olduğuna dair rivayetler pek çoktur. Bizim kaydet­tiğimiz bu rivayetler bu konuda yeterlidir.

Ebu'd-Duha (ki adı Müslim'dir) İbn Abbas'tan rivayet etmektedir: "Allah yedi göğü ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (et-Talak, 65/12) buyru­ğu hakkında dedi ki: Yedi arz yaratmıştır. Her birisinde sizin peygamberiniz gibi bir peygamber ve Âdem gibi bir Âdem, Nuh gibi bir Nuh, İbrahim gibi bir İbrahim ve İsa gibi bir İsa vardır. el-Beyhakî der ki: Bu rivayetin İbn Ab­bas'tan gelen senedi sahihtir. Ancak bu başından itibaren şâz bir rivayettir. Ebu'd-Duha'nın lehine buna dair bir delil bilmiyorum. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır. [211]

 

9- Semâ:

 

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur" anlamındaki buyruk, mübtedâ ve haberdir. ne" nasb mahallindedir. hepsini" Si-beveyh'e göre hal olarak nasb edilmiştir. sonra yönelip" buy­ruğunu Necidliler kelimenin "yâî" olduğuna delâlet etsin diye imâle ile okurlar. Hicâzlılar ise tefhîm ile okurlar. yedi" kelimesi, "onları dü­zenledi" buyruğundaki zamirden bedeldir. Yedi gök düzenledi, anlamında­dır. "Aralarında yedi semâ düzenler" takdiri ile mefûl olması da caizdir. Yü­ce Allah'ın: Mûsâ kavminifn arasından) yetmiş adam seçti" (el-A'râf, 7/155) buyruğunda olduğu gibi. Bu açıklamalan en-Neh-hâs yapmıştır. el-Ahfeş ise hal olarak masb edilmiştir, der.

"O, herşeyi bilendir." Mübtedâ ve haberdir." O" zamirinde aslolan "he" harfinin harekeli okunmasıdır. Sakin olunması daha hafif olduğundan­dır.

"Sema" kelimesi tekil ve müennes gelir. Onun müzekker bir kelime ola­rak gelmesi, istisnaîdir. el-Ahfeş'in görüşüne göre "semave" kelimesinin, ez-Zeccac'ın görüşüne göre ise "semae" kelimesinin çoğuludur. Çoğulun ço­ğulu (cem'u'1-cem') ise semâvât ve semâât gelir. Buna göre "onları., düzen­ledi" buyruğu ya semâ kelimesi çoğul olduğu için gelmiştir veya tekil olmak­la birlikte cins isim olduğundan dolayı bu şekilde çoğul gelmiştir. "Onları.... düzenledi" buyruğu ise, satıhlarını pürüzsüz yaptı demektir. Onları birbi­rine eşit ve eş kıldı, anlamında olduğu da söylenmiştir. [212]

 

10- Herşeyi Yaratan, Herşeyi Bilen:

 

"O, herşeyi bilendir." Yani neyi yarattığını bilir ve herşeyi de O yaratmış­tır. O bakımdan O'nun herşeyi bildiğini kabul etmek gerekir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yaratan (Allah) bilmez mi?" (el-Mülk, 64/14) O ezelî, tek ve kendi zatı ile kaim, kadim, ilmi ile bilgiye konu olan herşeyi bi­lendir (âlimdir) ve herşeyi bütün incelikleriyle bilendir (alimdir). Bu konu­da Mu'tezile Allah'ın âlim olduğunu kabul edip bize uygun görüş belirtmek­le birlikte, alîm olduğunu, neşeyi bütün incelik ve teferruatıyla bildiğini ka­bul etmek konusunda bize muvafakat etmemişlerdir.

el-Cehmiyye der ki: Allah herhangi bir yer ile kaim olmayan bir bilgi ile bilendir. Ancak yüce Allah bu sapık ve dalalet ehlinin görüşlerinden yüce­dir. Bu gibi kimselerin görüşlerinin reddine dair açıklamalar "ed-Diyanat"a (çeşitli mezhep ve fırkaların görüşlerine) dair yazılmış kitaplarda yer almak­tadır. Diğer taraftan yüce Allah, kendi zatını ilim sahibi olmakla nitelendirir­ken şöyle buyurmaktadır: "Fakat Allah sana indirdiğini kendi ilmiyle in­dirdiğine dair şahitlik eder. Melekler de (buna) şehadet ederler." (en-Nisa, 4/166); "Bilin ki, muhakkak o, Allah'ın ilmiyle indirilmiştir."(Hud, 11/14); "Ve Biz onlara karşı herhalde bir bilgi ile anlatacağız." (el-A'raf, 7/7) "O'nun ilmi dışında hiçbir dişi ne hamile kalır ne de doğurur." (Fatır, 35/11); "Gaybın anahtarları O'nun nezdindedir, O'ndan başka bunları kimse bilmez."(el-En'am, 6/59)...

Şanı yüce Allah'ın ilminin ve diğer sıfatlarının sübûtunu bu sûrede yer alan:

"Allah size kolaylık diler, güçlük dilemez" (el-Bakara, 2/185) buyruğunu açık­larken -inşaallah- delilleriyle birlikte göstereceğiz.

el-Kisaî ve Kalun, Naf'i'den eğer daha önce fa, yahut vav veya lam ya da sonra bulunuyor ise, O (erkek ve dişi içi) kelimelerinde yer alan "hâ" harfini sakin okumuştur. Ebu Amr da (li ) dışındaki hallerde böy­le okumuştur. Ebu Avn el-Hulvanî'den, o Kalun'dan bunlara ayrıca (el-Bakara, 2/282) buyruğundaki he'yi de sakin okumuştur. Diğerleri ise, bu zamirlerdeki (erkek ve dişi "için o" zamiri erindeki) he'leri harekeli okumuş­lardır. [213]

 

30. Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" demişti. Onlar da: "Biz Seni hamdinle teşbih ve tak­dis edip dururken orada fesad çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.

 

Yüce Allah'ın: "Hani Rabbin meleklere: 'Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratcağım' demişti..." buyruğuna dair açıklamalarımız onyedi baş­lık halinde yapılacaktır:

 

1- Allah'ın Meleklere Hitabı:

 

Yüce Allah'ın: Hani Rabbin meleklere... demişti"

buyruğunda hani" edatı yer almaktadır. Bu edat ile birlikte za­man belirlemek için kullanılan harflerdir. Birincisi mazi (di'li geçmiş) ikincisi gelecek zaman içindir. Kimi zaman biri ötekinin yerine de kullanıldığı olur. el-Müberred der ki kelimesi, gelecek bildiren bir fiil ile birlikte kullanı­lacak olursa bunun anlamı di'li geçmiş (mazi) olur. Yüce Allah'ın şu buyruk­larında olduğu gibi: Hani bir zamanlar o kâfirler... senin için tuzak kuruyorlardı. "(el-Enfal, 8/30); "Hani Allah'ın kendisine nimet verdi­ği... kimseye... diyordun" (el-Ahzab, 33/37) Görüldüğü gibi buradaki (muza-ri) fiillerin anlamı "koruyorlardı ve diyordun" şeklindedir. Diğer taraftan   edatı di'li geçmiş bir fiil ile birlikte kullanılacak olursa, gelecek anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu buyruklarındaki gibi: Fakat o en büyük belâ geleceğinde...." (en-Nâziât, 79/34); O kulakları sağır edici ( ikinci üfürüş ) geleceğinde" (Abese, 8O/33); Allah'ın yardımı geleceğinde" Cen-Nasr, 110/1) Görüldüğü gibi bütün bu örneklerde (fiil di'li geçmiş olduğu halde) gelecek anlamını ifa­de etmektedir.

Ma'mer b. el-Müsennâ Ebû Ubeyde, (bu âyet-i kerimede yer alan): edatının fazla (zaid) olduğunu söylemektedir. Buna göre ifade: "Ve Rabbin dedi ki.." şeklinde olur. Buna delil olarak da el-Esved b. Yakub'un şu beyi-tini delil göstermektedir:

"O vakit ve bunun anılmasının güzel bir tarafı da yoktur.

Zaman iyinin arkasından kötüyü getirir."

Ancak ez-Zeccac, en-Nahhas ve bütün müfessirler böyle bir görüşü red­detmiştir. en-Nehhas der ki: Bu bir yanlışlıktır. Çünkü "( il ): Hani" bir isim­dir ve zaman zarfıdır. Fazladan getirilen kelimelerden olamaz. ez-Zeccac da der ki: Bu Ebu Ubeyde'nin içine düştüğü bir hatadır. Şanı yüce Allah, bura­da insanların ve başkalarının yaratılışını sözkonusu etmektedir. Buyruğun tak­dirî ifadesi şöyledir: Ve hani Rabbin meleklere., dediğinde sizin yaratılışını­zı başlatmıştı... İşte bu, kullanılan ifadeden anlaşılan ve hazfedilen bir tak­dirdir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Gerçek şu ki ölüm kendisinden korkanı

Her nerede olursa onunla karşılaşır.

Şair burada nereye giderse onunla karşılaşacaktır, demek istemektedir.

Burada yer alan  edatının "hatırla" anlamındaki mukadder bir fiile ta­alluk etmesi de muhtemeldir. Bu buyruk yüce Allah'ın: "Ey insanlar...sizi ya­ratan Rabbinize ibadet edin" (el-Bakara, 2/21) buyruğu ile alakalı olduğu da söylenmiştir. Buna göre anlam şöyle olur: "Sizi yaratmıştır. Hani Rabbin meleklere .. demişti"

Yüce Allah'ın meleklere söz söylemesi ve hitap etmesi, onların var olma­ları ve hitabı anlamaları şartına bağlı olarak ezelden beri kararlaştırılmış ka­dim bir husustur. Yüce Allah'ın bütün emir yasak ve hitaplarında da aynı du­rum sözkonusudur. Ebu'l-Hasan el-Eş'ari'nin görüşü budur. Ebu'l-Meâlî'nin beğendiği görüş de budur. Biz "Kitabu'l-Esnâ, Fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüs-na ve Sıfatillahi'l-Ulâ: Yüce Allah'ın güzel isimlerini ve yüce sıfatları" adlı eserimizde buna dair açıklamalar yapmış bulunuyoruz.

Rabb: Malik, sahip, efendi, ıslah edip düzelten, cebreden yani düzelten demektir. Buna dair açıklamalar daha önce yapılmıştır. [214]

 

2- Melekler:

 

".... Meleklere..."Melekler (el-Melaike) kelimesnin tekili "melek" şelinde-dir. İbn Keysan ve başkaları bu kelimenin "mülk"den türediğini söylemişler­dir. Ebu Ubeyde ise bu kelimenin göndermek anlamını ifade eden Gönderdi" kelimesinden türetildiğini söylemiştir, "el-elûke, el-me'leke ve el-me'luke ise, risalet (göndermek, haber vermek....) demektir. Lebid der ki:

"Ve bir delikanlı ki annesi onunla bir mesaj göndermiştir Biz de ona istediğini vermişizdir." Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Numan'a benden şu mesajı bildir ki:

Benim alıkonulmam ve bekleyişim oldukça uzadı."

Beni gönder, anlamında de denilmektedir. Buna göre bu kelime-

nin aslı Me'lek şeklindedir. Ancak bu hemze ile lam harflerinin yer-

leri değiştirip Mel'ek şekline getirmiş daha sonra kolaylaştırarak  Melek demişlerdir. Aslının dan olduğu da söy­lenmiştir. Buna göre aradaki hemze zaiddir. Yine bu da İbn Keysan'dan ri­vayet edilmiştir. Şiirde bazan asıl şeklinde geldiği de olur. Şair şöyle demek­tedir:

"Sen insandan gelme değilsin, fakat şüphesiz bir meleksin

Gök boşluğundan yağmur gibi iniyorsun."

en-Nadr b. Şumeyl der ki: "Melek" kelimesinin Araplarca bilinen bir işti­kakı (türeyişi) yoktur. Melâike" kelimesinin sonunda yer alan "yuvarlak te" çoğulun müennesliğini te'kid içindir. Mübalağa için olduğu da söylenmiştir.

Meanî bilginleri der ki: Yüce Allah'ın meleklere hitap etmesi onlarla da­nışmak için değildir. Fakat onlarda sözkonusu olan hareketlerin, ibadet, teş­bih ve takdisin ortaya çıkarılması içindir. Daha sonra onları asıl sahib olduk­ları değerlerine irca ederek yüce Allah onlara: "Âdem'e secde ediniz" emri­ni vermiştir. [215]

 

3- Yeryüzündeki Halife:

 

"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyruğunda yer alan  kılan," kelimesinin anlamı, yaratıcı (yaratan) anlamındadır. Bunu Taberî, Ebu Ravk'tan nakletmektedir. Diğer taraftan bu kelimenin bir tek mePule geçişli olması da bunu gerektirmektedir. Buna dair açıklama daha ön­ce yapılmıştır. Burada sözü geçen "arz" (yeryüzü)den kastın, Mekke olduğu söylenmiştir. İbn Sâbit'ın Peygamber (s.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: "Yeryüzü Mekke'den döşenmeye başlanmıştır." İşte Mekke'ye (şehirle­rin anası anlamına gelen) "Ummu'1-Kura" bundan dolayı verilmiştir. - (İbn Sa­bit) der ki: "Nuh, Hud, Salih ve Şuayb (hepsine selam olsun)'ın kabirleri zem­zem, rükün (Hacer-i Esved'in rüknü) ile Makam-ı İbrahim arasındadır. "[216]

"Halife" kelimesi fail anlamındadır. Yani kendisinden önce yeryüzünde bu­lunan meleklerin yerine geçen veya yine -rivayet edilenlere göre- kendisin­den önce meleklerin dışında bulunanların yerine geçen demektir. "Halife" ke­limesinin mef ul anlamında olması da mümkündür. Yani halef olarak bırakı­lan demek olur. Nitekim "kesilen hayvan" anlamına (aynı vezinde): Zebiha da denilmektedir.

Sonradan gelen kimse eğer salihlerden ise: "Halef denilir. Eğer salih kim­selerden değilse "half denilir. Bu da bilinen bir husustur. Buna dair fazla açık­lamalar yüce Allah'ın izniyle el-A'raf sûresinde (7/169- tefsirinde) gelecektir.

"Halife" kelimesi çoğunluğun kıraatiyle "f" harfi iledir (yani halife şeklin­dedir). Ancak Zeyd b. Ali'den rivayet edildiğine göre o bu kelimeyi kaf har­fiyle "Halika: yaratık" şeklinde okumuştur.

. Burada sözü geçen "Halife" kelimesi ile kastedilen -İbn Mes'ud, İbn Ab-bas ve bütün tefsir ve te'vil alimlerinin görüşüne göre- Âdem aleyhisselam-dır. O hüküm ve emirlerini yerine getirmek hususunda Allah'ın halifesidir. Çünkü Ebu Zerr'in hadisinde belirtildiği gibi Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk peygamber odur. Ebu Zerr der ki: Ey Allah'ın Rasulü, o gönderilmiş bir peygamber miydi? diye sordum. O da: "Evet" diye buyurdu...[217]

Yeryüzünde hiçbir kimse olmadığı halde o kime peygamber olarak gön­derildi diye sorulacak olursa; o soyundan gelen çocuklarına peygamber olarak gönderilmiştir, denilir. Hz. Âdem'in çocukları her bir batında biri er­kek biri dişi olmak üzere yirmi batında kırk çocuk idi. Ve kalabalıklaşınca-ya kadar nesilleri artıp durdu. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi tek bir candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden bir çok erkekler ve kadınlar türeten Rabbinizden sakının." (en-Nisa, 4/1)

Yüce Allah onlara meytenin (leşin), kanın ve domuz etinin haram oldu­ğu hükmünü indirmiştir. Hz. Âdem, Tevrat ehlinin (yalıudilerin) zikrettiğine göre 930 yıl yaşamıştır.[218] Vehb b. Munebbih'ten ise onun bin yıl yaşadığı­na dair rivayet gelmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [219]

 

4- Halife Tayini:

 

Bu âyet-i kerime ümmetin sözbirliğinin gerçekleştirilmesi ve kendsi va­sıtasıyla halifenin hükümlerini uygulamaya konulacağı , sözünün dinlenilip emrine itaat edilen bir imamın, bir halifenin başa geçirilmesi gereği hususun­da asıl delillerden birisidir. Böyle birisinin tayin edilmesinin gereği hususun­da ümmet ve imamlar arasında bir görüş ayrılığı yoktur. Bunun tek istisna­sı, şeriate karşı sağır olan (ve sağır anlamına gelen) el-A'sam unvanlı Mu'te-zileye mensup ilim adamlarından olan Ebu Bekr el-Asam'dan gelen rivayet­tir. Onun görüşünü kabul edip benimseyen ve izinden gidenlerin hepsinin durumu da böyledir. el-Asam der ki: Halife tayini dinde vacip değildir. An­cak böyle birşey uygundur. Ümmet eğer, haclarını eda eder, cihadlarını ye­rine getirir, kendi aralarında adaletle hareket eder, kendiliklerinden üzerle­rindeki haklan ifa eder, ganimetleri, fey'i ve zekâtları hak sahiplerine pay­laştırır, gereken kimselere hadleri uygularlarsa bu kadarı onlar için yeterli­dir ve bütün bu işleri yerine getirmekten sorumlu olan bir imam (devlet baş­kanı) tayin etmeleri gerekmez. Ancak bizim delilimiz ise (açıklamasını yap­tığımız) yüce Allah'ın: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" buyruğu ile başka yerlerde yer alan şu âyet-i kerimelerdir: "Ey Davud, Biz seni yeryüzünde halife kıldık..." (Sa'd, 38/26); "Sizden iman edip salih amel işleyenlere Allah onları yeryüzünde mutlaka halife yapmayı va'detti." (en-Nur, 24/55) Yani onların arasından halife kimseler yaratacağını va'detti. Ve buna benzer başka birçok âyet-i kerime.

Ashab-ı kiram, kimin halifelik makamına tayin edileceği hususunda, Be­ni Saide Sakifesinde Muhacirler ile Ensar arasındaki görüş ayrılığından son­ra Ebu Bekr es-Sıddîk'i icma ile halife seçmişlerdir. Bu görüş ayrılığı esna­sında ensar şöyle demişti: Bizden bir emir olsun, sizden bir emir olsun. An­cak Ebu Bekir, Ömer ve diğer muhacirler onların bu görüşlerini reddedip on­lara şöyle demişlerdi: Araplar ancak şu Kureyşlilere itaat edip boyun eğer­ler. Diğer taraftan bu hususa dair haberi rivayet edip hatırlatmışlardı. Bunun üzerine Ensar, görüşlerinden vazgeçtiler ve Kureyş'e itaat ettiler.

Eğer imamet Kureyşlilerden olsun veya olmasın vacip (tayini farz) bir emir olmasaydı, bu konuda Ensar ile Muhacirler arasında böyle bir tartışma ve konuşmanın uygunluğundan sözedilemezdi. Onlardan birisinin şöyle demesi ge­rekirdi: Bu imamet, ister Kureyşlilerden olsun ister başkalarından olsun ye­rine getirilmesi gereken bir görev değildir. Sizin bu konudaki anlaşmazlığı­nızın açıklanabilir bir tarafı yoktur ve farz olmayan birşey hakkında da tar­tışmanın faydası yoktur.

Diğer taraftan Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a), vefatı esnasında yerine imam ola­rak geçmek üzere Ömer'i tavsiye etmişti. Hiçbir kimse Hz. Ebu Bekir'e, bu sizin için de bizim için de farz olan birşey değildir, dememiştir. İşte bütün bunlar imametin (veya halife tayininin) vacip olduğunu ve müslümanların iş­lerinin rayına oturmasını sağlayan dinin rükünlerinden bir rükün olduğunu göstermektedir. Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun.

Rafızîler der ki: Halifenin tayin edilmesi aklen vaciptir. Bu konudaki sem'i deliller (Kitap ve Sünnet'in delilleri) aklın gerekli gördüğü bu hükmü pekiştirmek için varid olmuştur. Ancak imamın kim olduğunun bilinmesi ise akıl ile değil, sem' ile (nakil yoluyla) idrak edilebilir. Böyle bir iddia ise tu­tarsızdır. Çünkü akıl tek başına ne birşeyi vacip kılabilir, ne de yasaklayabi­lir, ne birşeyin çirkin olduğunu söyleyebilir, ne de güzel olduğuna hüküm verebilir. Durum böyle olduğuna göre imametin akıl tarafından değil şeriat tarafından vacip olduğu sabit olur. Bu ise apaçık bir gerçektir. [220]

 

5- Halife'nin Belirlenme Yolu:

 

İmam tayin etmenin vacip olduğu nakil yoluyla sabit olduğu kabul edil­mekle birlikte denilseki: Bize söyleyiniz, Rasulullah(s.a) tarafından nas yo­luyla imamın tayin edilmesi şeklinde imam tespiti nakil ile mi vacip olur yok­sa ehl-i hal ve'l akd'ın onu seçmesi ile mi olur, yoksa imamet şartlarını tam anlamıyla taşımakla beraber kendisinin imamlığının kabul edilmesi isteme­siyle mi olur?

Bu sorunun cevabı şudur: İnsanların bu hususta farklı görüşleri vardır. İma-miye ve başka mezheplerin görüşüne göre imamın tanınmasını sağlayan şey, Rasulullah (s.a)'dan gelen nassdır. Seçimin bu konuda herhangi bir müdaha­lesi sözkonusu değildir.

Bize göre ise, durum şöyledir: Gerekli incelemeyi yapmak, imamı tanıma­nın yolu olduğu gibi, ictihad ehlinin icmaı da aynı şekilde onu tanımanın bir yoludur. Onu tanımanın nasstan başka bir yolu yoktur, diyen bu kimseler ise, bu konudaki aslî delillerine dayanırlar. Onlar derler ki, kıyas, re'y ve ictihad batıldır. Bu yolla hiçbir şey bilinmez. Bunlar asıl olarak da ferî hüküm ola­rak da kıyası geçersiz kabul ederler. Ancak bu konuda üç ayrı fırkaya ay­rılmışlardır: Bir grup Hz. Ebu Bekir'in nass ile halife tayin edildiğini iddia et­mektedir. Bir diğer grup Hz. Abbas'ın nass ile halife tayin edildiğini iddia etmektedir. Üçüncü bir grup ise Ali b. Ebi Talib'in nass ile tayin edildiğini iddia etmektedir (Allah üçünden de razı olsun). Muayyen bir imamın Hz. Peygamber tarafından nass ile tayin edilmediğini, böyle bir nassın bulunma­dığını gösteren delil şudur: Şayet Hz. Peygamber ümmete muayyen olarak itaat etmeyi, onu bırakıp başkasının itaatine girmeye fırsat ve imkan tanıma­yacak, caiz kılmayacak şekilde tesbit etmiş olsaydı, elbette ki bu bilinirdi. Çün­kü muayyen olmayan bir kimse hakkında ümmetin tümünün Allah'ın emri­ne itaat etmekle mükellef tutulmasına imkan yoktur. Böyle olmadıkça on­ların bu tür bir mükellefiyeti bilmeleri de mümkün değildir. Böyle birşey ol­saydı bilinmesi gerektiğine göre, sözü geçen bu bilginin ya aklî deliller ve­ya haber yoluyla gelen deliller yoluyla bilinmesi sözkonusu olurdu. Muay­yen bir kimsenin imamlığının sübûtuna delalet eden aklî herhangi bir gerek­çe ve delil yoktur. Aynı şekilde Hz. Peygamber'den gelen haberler arasında da muayyen bir imamın sübûtuna dair birbilgiyi gerektiren birşey de yoktur. Çünkü sözü geçen bu haberin ya zorunlu (kesin) ya da istidlâlen bilgi sa­hibi olmayı gerektiren bir tevatür olması veya ahad bir haber olması sözko-nusudur.

Zarurî (kesin) veya delaleten bilgiyi gerektiren tevatür yoluyla bu habe­rin gelmesi mümkün değildir. Çünkü böyle olsaydı, her bir mükellefin bu muayyen kişiye itaatin vücubunu ve bunun kendisi tarafından bilinmesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olduğunu bilmekle mükellef olduğunu bilmesi gerekirdi. Nitekim her bir mükellef kendisi tarafından yerine getiril­mesi gereken Allah'ın dininin bir hükmü olarak beş vakit namazı, ramazan orucunu, Beytullahı hacccetmeyi ve benzeri hükümleri bilip kabul etmek­tedir. Hiçbir kimse böyle bir şeyi (muayyen kişinin imam oluşunu) kendili­ğinden zarurî (kesin) olarak bilmemektedir. Dolayısıyla böyle bir iddia ba­tıl olur. Aynı şekilde bu muayyen kişinin imamlığının ahad haberlerle bilin­diği iddiası da batıl olmaktadır (çürütülmektedir); çünkü bu gibi haberlerle (kat'i) bilginin vukuuna imkan yoktur.

Yine eğer hangi şekilde olursa olsun bir imamın hakkında nassın nakli­ne başvurmak gerekli ise, o takdirde Ebu Bekir ve Abbas'ın (Allah ikisinden de razı olsun) imametinide kabul etmek icab eder. Çünkü bunlardan her bi­risinin imametine dair açık naslar nakleden bir grup taraftarı vardır. Aynı an­da -ileride açıklanacağı üzere- üç ayrı kişinin nass ile imamlığını sabit ka­bul etmek sözkonusu olamayacağına göre tek kişi için de durum böyledir. Çünkü fırkalardan herhangi birisinin ötekine göre -bu açıdan- tercih edilir bir tarafı yoktur. Bu sonuca ulaştıran yol bulunmadığına, nassın sabit olması söz­konusu olmadığına göre,  imamlık seçim ve ictihad ile sabit olur, demektir.

Delilleri alabildiğine zorlayan bir kimse ortaya çıkıp konu ile ilgili teva­türün bulunduğunu ve nassın bu konuda zorunlu bilgiyi gerektirdiğini ileri sürecek olursa, hemen bunlara karşı Hz. Ebu Bekir'e dair nassın varlığı, ayrica bu konuda toplam olarak nass seviyesine çıkan haberlerin sözkonusu edi­lerek iddialarının zıttı olan bir iddia ile karşılık verilmesi gerekir. Diğer ta­raftan, İmamiye dışında olup bu konuda nassın bulunmadığını kabul eden­lerin bulunduğunda şüphe yoktur. Hatta çoğunluk ve büyük kalabalık bun­lardır. Zorunlu bir bilgi (zaruri ve kesin bilgüyi reddetmek hususunda ise, İmamiyye'ye muhalefet edenlerin toplam sayılarının onda birinden daha az sayıdaki kimseler dahi görüş birliği etmezler. Eğer bu konuda zorunlu bil­giyi reddetmek mümkün olabilseydi bir kısmın ortaya çıkıp Bağdat'ı, Uzak Çin'i ve buna benzer başka yerleri inkâr etmesi de caiz olurdu. [221]

 

6- Hz. Ali'nin İmameti'ne Dair Nass:

 

Ali (r.a)'ın imametine dair nassın varlığını delil gösteren ve ümmetin bu nassı inkâr edip irtidat ettiğini, inat yoluyla Allah'ın Rasulü'nün emrine mu­halefet ettiğini söyleyen İmamiye'nin ileri sürdüğü -ve reddedilen- birtakım hadis-i şerifler vardır. Bunlardan birisi Hz. Peygamber'in şu sözüdür: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım, onu veli edineni sen de veli edin, ona düşmanlık edene sen de düşman ol."[222] İmamiye der ki: Mevla sözlük kelimesi itibariyle evla (öncelikli) anlamındadır. Hz. Peygam­ber -fa-i takib'i kullanarak- "Ali de onun mevlasıdır" dediğine göre "mevla" kelimesi ile Hz. Ali'nin daha bir hak sahibi ve daha öncelikli olduğu anlaşıl­maktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamberin bu ifadesiyle imameti kastetmiş ol­ması ve ona itaatin farz olduğunu belirtmesi sözkonusudur. Diğer bir delil ise, Hz. Peygamber'in Hz. Ali'ye: "Senin bana karşı olan durumun, Ha­run'un Musa'ya karşı olan durumu gibidir. Şu kadar var ki benden sonra pey­gamber yoktur."[223] hadis-i şerifi de vardır. Derler ki: Hz. Harun'un konumu bilinen bir konumdur. O da peygamberlikte Hz. Musa'ya ortak olmaktır. An­cak Hz. Ali için böyle birşey sözkonusu değildir. Diğer taraftan Hz. Harun, Hz. Musa'nın kardeşi idi. Ancak Hz. Ali hakkında böyle birşey sözkonusu de­ğildir. Hz. Ali bir halife idi. Buna göre bu hadis-i şeriften kastın halifelik ol­duğu anlaşılmaktadır...

İmamiye buna benzer başka bir takım deliller daha göstermektedir ki yü­ce Allah'ın izniyle bu kitapta yeri geldikçe bunlar sözkonusu edilecektir.

Birinci hadise dair cevap: Bu hadis mütevatir değildir. Hatta sıhhati hu­susunda da farklı görüşler vardır. Ebu Davud es-Sicistanî, Ebu Hakim er-Ra-zi bu hadisi tenkid etmiş ve Peygamber (s.a)'ın şu buyruğunu hadisin batıl olduğuna delil göstermiştir: "Muzeyne, Cuheyne, Gifar ve Eslemliler, bütün insanlar arasında benim mevlalarımdır. Bunların Allah ve Rasulünden başka mevlaları yoktur."[224] İmamiye'nin bu hadisine cevap verenler derler ki: Eğer Hz. Peygamber: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" de­miş olsaydı, bu iki haberden birisinin yalan olması gerekirdi.

İkinci cevap: Bu haber sika bir kimsenin sika bir kimseden rivayet ettiği sahih bir haber olsa dahi Hz. Ali'nin imametine delalet eden bir ifade taşı­mamaktadır. Bu sadece Hz. Ali'nin faziletine delildir. Çünkü "mevla" kelime­si, "veli (dost)" anlamındadır. Bu takdirde hadis-i şerifin anlamı: Ben kimin velisi isem Ali de onun velisidir, şeklinde olur. "Muhakkak ki Allah onun mev­lasıdır. " (et-Tahrim, 66/4) diye buyurulmaktadır. Onun velisidir, demektir.

Diğer taraftan bu haber ile anlatılmak istenen insanların Hz. Ali'nin dışı­nın da içi gibi olduğunu bilmeleridir. Bu ise Hz. Ali için büyük faziletin bir ifadesidir.

Üçüncü cevap: Bu haberin bir vürud sebebi vardır. O da şudur. Usame ile Ali (Allah ikisinden de razı olsun) arasında bir tartışma çıkar. Hz. Ali Hz. Usa-me'ye: Sen benim mevlamsın der. Ancak Üsame: Ben senin mevlan değilim, ben Rasulullah (s.a)'ın mevlasıyım, cevabını verir. Durumu Peygamber (s.a)'a nakledince Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır."

Dördüncü cevap: Ali (r.a)nin ifk olayında Âişe (r.anhâ) hakkında Peygam­ber (s.a)'a: Ondan başka kadın pek çoktur, demesi Hz. Âişe'ye ağır gelmiş­ti. Bu bakımdan Hz. Ali'yi tenkid edecek bir fırsat ellerine geçirdiler, Hz. Ali'yi tenkid etmeye koyuldular ve ondan beri olduklarını açığa vurmaya başladı­lar. Bunun üzerine Peygamber (s.a) de onların bu konudaki sözlerini reddet­mek üzere sözü geçen ifadeleri kullanmıştır. Böylelikle onların daha önce ileri sürdükleri Hz. Ali'den uzak kalma ve onu tenkid etme şeklindeki iddi­alarını yalanlamış oldu. Bundan dolayı ashab-ı kiramdan bir grubun: Bizler Rasulullah(s.a)'ın dönemindeki münafıkları ancak onların Hz. Ali'ye duyduk­ları kinlerinden tanıyabilirdik, dedikleri rivayet edilmektedir.

İkinci hadise gelince; Peygamber (s.a)'ın Hz. Harun'un Hz. Musa'ya kar­şı durumu ile Hz. Musa'dan sonra Hz. Harun'un halifeliğini kastetmediği hu­susunda görüş birliği vardır. Yine aynı şekilde Hz. Harun'un Hz. Musa'dan önce vefat ettiğinde de görüş birliği vardır. -Bu iki peygamberin vefatı ile il­gili açıklamalar Maide sûresinde gelecektir.[225] Ayrıca Hz. Harun, Hz. Musa'dan sonra halife olmamıştır. Hz. Musa'dan sonraki halife Yûşa' b. Nûn idi. Eğer Hz. Peygamber: "Senin bana karşı durumun Harun'un Musa'ya karşı olan du­rumu gibidir" sözleriyle halifeliği kastetmiş olsaydı: "Senin bana karşı duru­mun Yûşa'ın Musa'ya karşı olan durumu gibidir" demeliydi. Hz. Peygamber böyle söylemediğine göre bu, onun böyle birşeyi kastetmediğini göstermek­tedir. Aksine Hz. Peygamber: "Ben hayatta olduğum sürece seni - aile hal­kımın yanında bulunmadığım takdirde- aile halkıma benim yerime halife ta­yin ettim," demek istemiştir. Nitekim Hz. Mûsâ, yüce Rabbi ile münacaat için Tûrusina'ya çıkıp gittiğinde Hz. Hârûn onun yerine kavmi üzerindeki hali­fesi olmuştu.

Şöyle de denilmiştir: Bu hadisin bir söyleniş sebebi vardır: Peygamber (s.a) Tebuk gazvesine çıkınca Hz. Ali'yi Medine'de aile halkına ve kavmine ken­disinin yerine halife tayin eder. Ancak münafıklar bunu dillerine dolayıp if-sad edici şayialar yaymaya ve şöyle demeye koyuldular: Peygamber Ali'ye olan buğzu dolayısıyla ve ondan uzak kalmak istediğinden dolayı geriye bı­raktı. Bunun üzerine Hz. Ali Medine'den çıkar ve Peygamber (s.a)'e yetişip şöyle der: Münafıklar şöyle şöyle demeye başladılar. Hz. Peygamber şöyle bu­yurur: "Yalan söylemişlerdir. Ben aksine seni Musa'nın Harun'u yerine hali­fe bıraktığı gibi yerime halife bıraktım." dedikten sonra şunları da ekler: "Ha­run'un Musa'ya karşı konumu ne ise sen de bana karşı aynı konumda olma­ya razı değil misin?"[226]

Hz. Peygamber'in, onların iddialarına göre bu sözleriyle Hz. Ali'yi halife tayin etmeyi murad ettiği sabit ise, o takdirde bu fazilette başkası da Hz. Ali ile ortak demektir. Çünkü Peygamber (s.a) çıktığı gazaların her birisinde as­habından birisini yerine tayin etmiştir. Bunlar arasında İbn Umm Mektum, Mu-hammed b. Mesleme ve başka sahabiler de vardır. Üstelik bu haberin ravi-si, (ashab-ı kiram arasından) yalnızca Sa'd b. Ebi Vakkas'tır ve bu da ahad bir haberdir. Buna karşılık Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer lehine ondan daha ön­celikle kabul edilmesi gereken rivayetler de gelmiştir. Peygamber (s.a)'ın Mu-az b. Cebel'i Yemen'e gönderdiği vakit ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ni­ye Ebu Bekir ile Ömer'i göndermiyorsun? Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Be­nim onlara ihtiyacım vardır. Benim onlara ihtiyacım vardır. Onlarsız olamam. Çünkü onların bana karşı olan konumlan baştaki kulak ve göz gibidir."[227] Yine Hz.Pegamber şöyle buyurmuştur: "Onlar yeryüzü halkı arasında benim vezirlerimdir."[228] Yine Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmek­tedir: "Ebu Bekir ve Ömer'in konumu Musa'ya karşı Harun'un konumu gi­bidir."[229] Bu haber herhangi bir sebebe bağlı olmaksızın (ibtidaen) varid ol­duğu halde Hz. Ali'nin durumunu anlatan haber bir sebebe bağlı olarak va­rid olmuştur. Dolayısıyla Hz. Ebu Bekir'in imamette Hz. Ali'ye öncelikli ol­ması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [230]

 

7- Halife'nin Başa Geçme Yolu:

 

İmamın hangi yolla imam olacağı hususunda farklı görüşler vardır. Bunun üç yolu vardır:

Birincisi nasstır. Bu hususa dair görüş ayrılıklarına az önce değinilmiş­ti. Bu görüşü aynı şekilde Hanbelîler ve hadis ashabından bir grup ile Ha-san-ı Basrî, Abdulvahid'in kızkardeşinin oğlu Bekr ve onun görüşünü kabul edenler ile bir grup Haricî ileri sürmüştür.

İkinci görüş, Peygamber (s.a) işaret yoluyla Hz. Ebu Bekir'in halifeliğine dair nassta bulunmuş, Hz. Ebu Bekir de Hz. Ömer'in halifeliğine dair nass-ta bulunmuştur. Eğer Hz. Ebu Bekir'in yaptığı gibi kendisinden sonraki ha­lifeyi nas ile tesbit eden kişi muayyen bir kimseyi belirtirse veya Hz. Ömer'in yaptığı şekilde bir grubun ismini tesbit ederse -ki bu da ikinci yol­dur- o takdirde aralarından muayyen bir kimseyi seçme hususunda onlara serbestlik verilmiş olur. Nitekim -Osman b. Affan (r.a)'ın tayini hususunda-ashab-ı kiramın yaptığı budur.

Üçüncü yol ise, ehl-i hal ve'1-akd'ın icmaldir. Şöyle ki müslüman belde­lerden herhangi birisinde bulunan müslüman cemaatin imamı vefat eder ve onların imamları yoksa, vefat eden bu imam başkasını da halife tayin etme­miş ise, imamın bulunduğu o şehir ve belde halkı kendilerine bir imam ta­yin edip onun imam olması üzerinde icma edip onun imamlığını kabul et­seler, diğer müslüman beldelerinde bulunan sair müslümanların da sözü ge­çen bu imamın itaati altına girmeleri gerekir. Ancak bu imamın açıktan açı­ğa fasıkhk işlememesi, fesatta bulunmaması gerekir. Çünkü bu, kabul edil­mesi gereken ve kendilerini de kuşatan bir davettir. Herhangi bir kimsenin böyle bir daveti kabul etmemek şeklinde geri kalmaya imkanı yoktur. Çün­kü iki ayrı imamın tayin edilmesinde sözbirliği ortadan kalkar, insanların ara­sındaki ilişkiler bozulur. Rasulullah (s.a) ise şöyle buyurmuştur: "Üç şey var­dır ki hiçbir mü'minin kalbinde bu konuda herhangi bir hile ve münafıklık yer almaz: Amelin yalnızca Allah için ihlasla yapılması, cemaate bağlı kalmak ve yöneticilere samimi öğüt vermek (ve bağlılık). Çünkü bunların arkasın­da müslümanların daveti kuşatıcıdır."[231]

 

8- Tek Kişinin Bey'ati ile İmam Olunur mu?

 

Hal ve akd ehlinden bir tek kişi eğer imamet akdinde bulunacak olursa bu -bazılarının görüşlerine aykırı olarak- sabit olur ve başkasının da bunu ye­rine getirmesi gerekir. Çünkü bazısı: İmamet akdi ancak hal ve akd ehlin­den bir topluluğun bu akdi gerçekleşmesiyle olur, demişlerdir. Ancak bizim bu görüşe karşı delilimiz şudur: Hz. Ömer, Ebu Bekir'e bey'at akdini yapmış ve ashab-ı kiramdan herhangi bir kimse bunu reddetmemişti. Diğer taraftan imamet akdi de bir akittir. Dolayısıyla diğer akitler gibi bunu gerçekleştire­cek bir topluluğa ihtyiaç yoktur. İmam Ebu'l-Meâli der ki: Tek bir kimsenin akdi ile imamlık akdi gerçekleşen kimsenin artık bu akdi bağlayıcı olur. Ge-rektirici herhangi bir sebep olmadıkça ve durumunda bir değişikik görülme­dikçe hal' edilmesi (görevden alınması) caiz değildir. Ebû'l-Meâli şunu da ek­ler: Bu konuda icma vardır. [232]

 

9- Zorla (Tegallüb Yoluyla) İmamet:

 

İmamet ehliyetine sahip olan kimse, üstünlük sağlayarak (teğallub) zor­la ve galip gelerek imameti ele geçirirse bunun dördüncü bir yol olacağı da söylenmiştir: Sehl b. Abdullah et-Tusteri'ye: Bizim ülkelerimize üstünlük sağ­layarak imam olan kimseye karşı görevlerimiz nedir? diye sorulunca şu ce­vabı verir: Onun isteğini kabul edersin ve senden istediği haklarını yerine ge­tirirsin. Onun yaptıklarına karşı çıkmaz ve ondan kaçmazsın. Din ile ilgili her­hangi bir sırrı sana güvenip de emanet ederse onu yaymazsın.

İbn Huveyzimendad da der ki: Ehli ile istişare etmeden ve seçilmeden ima­mete elverişli bir kimse imameti ele geçirecek olsa ve insanlar da buna bey'at eder ve bey'ati gerçekleşirse (imam olur) demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [233]

 

10- İmamet Akdine Tanıklık:

 

İmamet akdine tanıklık hakkında farklı görüşler vardır. Mezhep alimleri­mizden kimisi şöyle demiştir: Tanıklara ihtiyaç yoktur. Çünkü tanıklık ancak konu ile ilgili kesin sem'i bir delilin varlığı halinde gerekli görülebilir. Bu hu­susta ise, tanıklığın gerektiğini belirten, buna delalet eden kesin sem'i bir de­lil yoktur.

Kimisi de şöyle demiştir: Bunun için tanıklara ihtiyaç vardır. Bu görüşü ka­bul eden kimseler şunu delil gösterirler: Eğer imamet akdinde şahit tutulma­yacak olursa bu sefer herkes gizlice kendisine imamet akdinde bulunuldu­ğunu iddia eder. Bu da kan dökmeye ve fitneye götürür. Dolayısıyla şahit­liğin bu konuda muteber olması gerekir ve bu hususta iki şahit yeterlidir. Bu hususta el-Cübbaî farklı kanaate sahiptir. O bu konuda dört şahit, akdi ya­pan bir kimse ve kendisine akid yapılan bir diğer kimsenin bulunması ge­rektiğini söylemektedir. Çünkü Hz. Ömer'in kendisinden sonraki halifeyi ta­yin etmek üzere altı kişi tesbit etmesi bunun delilidir.

Bizim delilimiz ise şudur: Bizim ile el-Cübbaî arasında iki kişinin şahitli­ğinin muteber olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İki kişiden fazlası ile ilgili olarak ise görüş ayrılığı vardır. Ve bundan'fazlası hakkında delil bulun­mamaktadır. Dolayısıyla fazlasına itibar etmemek gerekmektedir. [234]

 

11- İmamın Şartları:

 

İmamda aranan şartlar onbir tanedir:

1- Kureyş'ten olmak. Çünkü Peygamber (s.a): "İmamlar Kureyş'tendir"[235] diye buyurmaktadır. Ancak bu şart ihtilaflıdır.

2- Olaylar ile ilgili fetva almak hususunda başkasına ihtiyaç duymayacak şekilde ictihad edebilen, müslümanlara hakimlik yapabilecek nitelikte olmak. Bu şart ittifakla kabul edilmiştir.

3- Savaş, orduların düzenlenmesi, serhadlerin korunması, müslüman ce­maatin himaye edilmesi, ümmetin kötülüklerden alıkonulması, zalimin ce­zalandırılması, mazlumun hakkının alınması hususunda, sağlam ve güçlü gö­rüş ve bilgi sahibi olmak.

4- Hadlerin uygulanmasında yumuşama göstermeyecek, (gerektiğinde) bo­yunların vurulmasından, organların kesilmesinden dolayı korkuya kapılma­yacak kimselerden olmak. Bütün bunlara dair delil ashab-ı kiramın icmaldir. Çünkü halifede bütün bu şartların bulunmasının kaçınılmaz olduğu hususun­da aralarında, görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan kadıları ve yöneticileri ata­yacaktır. Ayrıca kendisi de bizzat davalarda, anlaşmazlıklarda  hüküm ver­me işini üzerine alabilir. Vekillerinin, hakimlerinin işlerini tetkik eder. Bütün bunların üstesinden ise ancak bütün bunları bilen ve yerine getirebilen kimseler gelebilir.

5, 6- Hür ve müslüman olmak. İmamın hür ve müslüman olmasının şart koşulmasında anlaşılmayacak, kapalı bir taraf yoktur.

7, 8- Erkek olmak ve azaları itibariyle kusursuz olmak. Kadının imam ol­masının caiz olmadığı üzerinde fukahâ icmâ' etmişlerdir. Bununla birlikte ka­dının şahitlik yapmasının caiz olduğu şeyler hakkında hakimliğinin caiz olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

9, 10- Baliğ ve akıllı olmak. Bunda da görüş ayrılığı yoktur.

11- Adaletli olmak. Çünkü fasık bir kimsenin imamlık akdiyle başa geti­rilmesinin caiz olmayacağı hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde ümmet, imamın ilim itibariyle en üstünleri olması gerektiğini de kabul etmektedir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Sizin imam­larınız, sizin şefaatçilerinizdir. Kimler vasıtasıyla şefaat dilediğinize iyi bakı­nız."[236]

Kur'an-ı Kerim'de de Talut'un nitelikleri belirtilirken şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz Allah, onu sizin üzerinize seçmiştir. Ona ilim itibariyle de vücutça da bir üstünlük vermiştir." (el-Bakara, 2/247) Burada "ilim itibariy­le" özelliği öncelikle sözkonusu edilmiştir. Bundan sonra ise, güçlü ve organ­larının sağlıklı olduğuna delalet edecek ifade kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Onu seçmiştir" buyruğunun anlamı ise, açıktır. Ayrıca bu neseb şartına da delalet etmektedir. Diğer taraftan küçük hatalardan ve yanılgılardan korun­muş olması şartı yoktur. Gaybı bilmesi de şart değildir. Ümmetin en feraset­lisi ve en kahramanı olması da gerekmez. Kureyş kabilesinin sadece Haşi-moğullarından olması da şart değildir. Çünkü Ebu Bekir, Ömer ve Osman (r. anhumVın imamlıkları üzerinde icma gerçekleşmiştir. Bunlar ise Haşimoğullarından değildirler. [237]

 

12- Daha Faziletli Varken Başkasının İmam Yapılması:

 

Daha üstün faziletli bulunmakla birlikte fazileti daha az olan kimsenin fit­ne ve ümmetin işlerinin düzene girmemesi korkusuyla başa getirilmesi ca­izdir. Çünkü imamın başa getiriliş amacı düşmanı savması, İslam cemaatini koruması, gevşeklikleri önlemesi, hakları sahiplerine vermesi, hadleri uygu­laması, beytü'1-mal adına gerekli malları toplayıp hak sahiplerine dağıtma-sıdır. Eğer daha faziletli olanın başa getirilmesiyle kan dökülmesinden, fe­sattan ve kendisi sebebiyle imamın tayin edildiği amaçların gerçekleşmeme-sinden korkulacak olursa, bu daha üstün faziletliyi bırakıp daha az fazilet­liyi başa geçirmeyi haklı kılan açık bir mazeret olur. Buna Hz. Ömer'in ve üm­metin diğer fertlerinin şura esnasında altı kişi arasında kimisinin daha fazi­letli kimisinin daha az faziletli olduğunu bilmeleri, delil olarak gösterilebi­lir. Maslahatın gerektirmesi ve herhangi bir kimsenin reddi sözkonusu olmak­sızın sözbirliği halinde birisini tercih etmeleri halinde Hz. Ömer onlardan her­hangi birisine imamet akdinin yapılmasını caiz görmüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [238]

 

13-  İmam Fasıklık Yaparsa Azledilir:

 

İmam başa getirilip akdin yapılmasından sonra fasıklık edecek olursa, cum­hurun görüşüne göre imameti fesholur ve bilinen zahir fasıklığı sebebiyle imamlıktan uzaklaştırılır. Çünkü imamın ancak hadleri uygulamak, hakları sa­hiplerine vermek, yetimlerin, delilerin mallarını korumak, onların görülme­si gereken işlerine nezaret etmek ve buna benzer sözü geçen işleri yerine ge­tirmek için tayin edileceği sabittir. Fasık olan bir kimsenin ise fasıklığı bü­tün bu işleri yerine getirmesine engel olur, bunları ifa etmesine fırsat vermez. Eğer bizler imamın fasık olmasını caiz görecek olursak bu, imamın tayin edi­liş gayesini iptal eder. Nitekim imamın tayin ediliş sebebini iptal edeceğin­den dolayı fasık olan herhangi kimseye imamet akdinin yapılması baştan beri caiz değildir. Sonradan fasıldık eden de onun gibidir.

Bir başka kesim ise şöyle demektedir: İmam ancak küfür ile yahut nama­zı kıldırmayı terketmekle veya namaza çağırmayı terketmekle yahut şeriat-ten herhangi bir şeyi terketmekle azledilir. Çünkü Peygamber (s.a) Ubade b. Samit tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte şöyle buyurmaktadır: "Ve yö­netime ehil olan kimselerle o hususta münazaa etmemek üzere (bey'at ettik). (Hz. Peygamber buyurdu ki:.) "Ancak sizin elinizde Allah tarafından gelmiş bir delil bulunan apaçık bir kâfirlik görmeniz hali müstesna."[239]

Avf b. Malik tarafından rivayet edilen hadiste ise Hz. Peygamber şöyle bu­yurmaktadır: "Aranızda namazı kıldırdıkları sürece hayır.."[240] Bu iki hadis-i şerifi de Müslim rivayet etmiştir.

Umm Seleme'nin rivayetine göre de Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, başınıza birtakım emirler tayin edilecektir. Sizler (onların yap-tıklan birtakım işleri) ma'ruf (şeriate uygun) göreceksiniz, birtakım işleri mün-ker göreceksiniz. (Münker gördüklerini) hoş görmeyen kimse bu münkerden beri olur. Bu münkere karşı çıkan kimse kurtulur. Fakat razı olup tabi olan­lar ise..." Ashab-ı kiram sordu: Ey Allah'ın Rasulü, bu yöneticilerle savaşma­yalım mı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Namaz kıldıkları sürece hayır." (i) Yani kalbi ile o münkerden tiksinen ve kalbi ile onu inkâr eden kimse kur­tulur, demektir. Yine bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir. [241]

 

14- İmamın Kendisini Azli:

 

İmamlığına etki edecek şekilde kendisinde bir eksiklik bulduğu takdirde kendi kendisini azletmesi üzerine vaciptir. Şayet bir eksiklik görmüyor ise, kendi kendisini azledip başkasına imamet akdini yapması hakkına sahip mi­dir? Bu konuda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi, böyle bir iş yapamaz. Yapacak olsa dahi imamlıktan azledilmiş olmaz derken, kimisi de böyle birşeyi yapabilir, demiştir. İmamın kendisini azletmesi halinde azlola-cağının delili Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a)'ın: Beni görevimden uzaklaştırınız, be­ni görevimden uzaklaştırınız, demesi buna karşılık ashab-ı kiramın, seni ne görevinden azlederiz, ne de kendini azletmeni kabul ederiz, Rasulullah (s.a) dinimiz için öne geçirmişken, seni geriye bırakabilecek kimdir? Rasu­lullah (s.a) seni dinimiz için seçmişken biz nasıl olur da seni seçmeyiz? di­ye cevap vermeleridir.

Şayet Hz. Ebu Bekir'in kendisini azletme imkanı bulunmamış olsaydı, as­hab-ı kiram onun böyle bir teklifini reddeder ve ona şu cevabı verirlerdi: Se­nin böyle bir söz söylemeye hakkın yoktur, böyle bir iş de yapamazsın. Ashab-ı kiram onun bu sözüne karşı çıkmadığına göre imamın kendi kendisi­ni azletme yetkisinin olduğu da anlaşılmış olur. Diğer taraftan imam hazır bu­lunmayanların da haklarına nezaret eder. Dolayısıyla onun da tıpkı hakimin ve kendisini azletmesi halinde vekilin durumunda olması gerekir. Çünkü imam, aynı zamanda ümmetin vekilidir ve naibidir. Vekilin de hakimin de her­hangi bir hususta başkasına naiblik eden herkesin de kendisini azletmek hak­kı ittifakla kabul edildiğine göre, imamın da böyle olması gerekir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır.[242]

 

15- Bir İmama Bey'at Edilmişken İkincisi Ortaya Çıkarsa:

 

Hal ve akd ehlinin ittifakı ile veya -daha önce geçtiği üzere- tek bir kim­senin akidde bulunması ile bir kimsenin imamet akdi gerçekleşecek olursa bütün insanların dinleyip itaat etmek, Allah'ın Kitabını ve Rasulü'nün Sün­netini uygulamak üzere ona bey'atta bulunmaları icab eder. Herhangi bir ma­zeret dolayısıyla bey'at edemeyen kimsenin özrü kabul edilir. Ancak bir ma­zereti olmaksızın bey'at etmek istemeyen kimse bey'at etmek için mecbur edi­lir ve bu konuda ona baskı uygulanır. Böylelikle müslümanların sözbirliği-nin bozulması önlenmiş olur. İki halifeye bey'at edilecek olursa halife birin­cisidir. Diğeri ise öldürülür. Bu öldürmenin fiilen mi yoksa manen mi olaca­ğı hususunda farklı görüşler vardır. Onun azledilmesi manen öldürülmesi ve ölümü demek olur. Ancak birinci görüş daha güçlüdür. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İki halifeye bey'at edildiği takdirde onlardan ikincisini öldürünüz." Bu hadisi ashab-ı kiramdan Ebu Said el-Hudri rivayet etmiş ve Müslim bunu kitabına almıştır.[243]

Abdullah b. Amr'ın rivayetine göre; Peygamber (s.a)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Her kim bir imama bey'at eder, ona eli ile bey'at ettiğini belir­tir, kalbinden ona bağlanırsa gücü yettiği takdirde ona itaat etsin, bir başka­sı gelip bu hususta onunla anlaşmazlık çıkaracak olursa ikincisinin boynu­nu vurunuz." Bu hadisi de yine Müslim rivayet etmiştir.[244]

Arfece'den gelen rivayette ise: "Kim olursa olsun kılıçla boynunu vurunuz" diye buyurulmaktadır.[245]

İki imam tayininin yasaklandığının en açık delillerinden birisi de budur. Çünkü iki imam tayin etmek münafıklığa, ayrılığa, bölücülüğe götürür. Fit­nelerin başgöstermesine, ni'metlerin ortadan kalkmasına sebep teşkil eder. Fakat Endülüs ve Horasan gibi bölgeler arasında uzak mesafeler bulunacak ve bu bölgeler birbirinden ayrı olacak olursa ileride -yüce Allah'ın izniyle açık­lanacağı üzere- caiz olur. [246]

 

16-  Adaletli Bir İmama Karşı Çıkmak:

 

Haricî (isyankâr) bir kimse, adaleti ile bilinen bir imama karşı çıkacak olur­sa, insanların böyle bir kimseye karşı cihad etmeleri icab eder. Şayet imam fasık, haricî kimse olup adaletli olduğunu izhar ediyor ise, haricî kimsenin adil olduğu açıkça ortaya çıkmadıkça veya birincisinin görevden alınması üze­rinde cemaatin sözbirliği gerçekleşmedikçe isyan eden bu hariciye yardım­cı olmak, taraftar olmakta insanların acele etmemeleri gerekir. Çünkü böy­le bir işe talib olan herkes, kendisinin salih bir kimse olduğunu izhar eder. Fakat iktidarı eline geçirdiği takdirde daha önce izhar ettiğinin hilafına es­ki adetlerine geri döner. [247]

 

17- Aynı Çağda ve Aynı Bölgede Birden Fazla İmam:

 

Aynı çağda ve aynı bölgede, iki veya üç imamın görev başına getirilmesi ise -önceden açıkladığımız gerekçeler sebebiyle- icma ile caiz değildir. İmam Ebu'l-Meâli der ki: Bizim mezhep alimlerimiz, dünyanın iki ucunda iki ayrı ki­şiye imamet akdinin yapılmayacağı görüşündedirler. Daha sonra şöyle demiş­lerdir: Eğer iki ayrı kişiye imamet akdinde bulunulur ise, bu durum tıpkı bir tek kadının iki ayrı velisinin, birinin ötekinin yaptığı akdin farkına varmadan her ikisinin de o kadını iki ayrı kocaya evlendirmesi gibi değerlendirilir. (Ebu'l Meali devamla) der ki: Bu hususta benim kabul ettiğim görüşe göre ise, dar ve birbirinden uzak bulunmayan bir tek bölgede iki kişiye imamet akdine bu­lunmak caiz değildir. Bu hususta icma gerçekleşmiştir. Şayet mesafeler uzak olur ve her iki imam arasında geniş topraklar bulunursa, bunun caiz olma ih­timali vardır. Bununla beraber böyle bir ihtimal konu ile ilgili katî nasların dı­şında kalmaktadır. İmam Ebu İshak ise, insanların haklarının yerini bulması, hükümlerinin askıya alınmaması için biribirinden alabildiğine uzak iki ayrı böl­gede bu işin caiz olduğunu kabul ediyordu.

Kerramiye ise, konu ile ilgili herhangi bir tafsilata girişmeksizin iki ima­mın tayin edilmesinin caiz olduğu görüşündedir. Bu durumda onların tek bir beldede de bunu caiz kabul etmeleri gerekir. Nihayet onlar, Ali ile Muaviye'nin aynı dönemde birer imam olduğu görüşünü dahi kabul etmişler ve şöyle de­mişlerdir: İki ayrı beldede veya iki ayrı bölgede iki kişi imam olursa onların her birisi kendi eli altındakileri daha doğru bir şekilde yönetir ve çevresini daha iyi disiplin altında tutar. Diğer taraftan aynı çağda iki ayrı peygambe­rin gönderilmesi caiz olduğuna göre ve iki peygamberin bulunması birisinin peygamberliğini iptal etme sonucunu vermediğine göre, imamette bunun böy­le olması öncelikle sözkonusudur ve birinin ötekinin imametini çürütmeme­si gerekir. Buna verilecek cevap şudur: Aslında şeriat bu işi yasaklamamış ol­saydı, böyle birşey caiz olurdu. Ancak Hz. Peygamber: "İki imamın ikinci­sini öldürünüz" buyruğuyla bunu yasaklamış ve ümmet de bu kanaati benimsemiştir. Muaviye ise, kendi adına imamlık iddiasında bulunmamıştır. O kendisinden önce gelen imamların kendisini tayin etmeleri sebebiyle Şam (Su­riye) bölgesinin valisi olduğu iddiasında bulunmuştur. Buna delil olan hu­suslardan birisi ise, onların dönemlerinde bulunan ümmetin onlardan yalnız birisinin imam olduğu üzerinde icma etmesidir. O ikisinden birisi de: Ben de imamım, bana muhalefet eden de imamdır, dememiştir. Eğer onlar (Kerra-miye): Akıl iki imamın bulunmasını imkansız görmemektedir. Diğer taraftan sem'i deliller arasında bunu yasaklayan birşey yoktur, diyecek olurlarsa şu cevabı veririz: Sem'i delillerin en kuvvetli olanı icmadır ve icmada da bunun olamayacağına dair delil vardır. [248]

 

Melekler ve Tesbihleri:

 

"Onlar da: ... orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi ya­ratacaksın demişlerdir" buyruğuna gelince; bizler kesinlikle şunu biliyoruz ki melekler ancak kendilerine bildirilenleri bilirler ve onlar sözleriyle (Allah'ın) önüne geçmezler. Bu hüküm bütün melekler hakkında geneldir. Çünkü yü­ce Allah'ın: "Sözde onun önüne geçmezler" (el-Enbiya, 21/27) buyruğu me­lekleri övmek sadedinde söylenmiştir. Peki nasıl olur da melekler: "Biz se­ni., orada fesad çıkartacak bir kimse mi yaratacaksın?" dediler. Şu cevap verilir: Bunun anlamı şu ki: Melekler "halife" sözünü işitince Âdemoğulları arasında fesat çıkartacak kimselerin de bulunacağını anlamışlardır. Çünkü ha­lifeden gözetilen maksat ıslah ve fesadı terketmektir. Ancak melekler bütün Âdemoğulları hakkında isyan hükmünü genel olarak kullanmışlardır. Şanı yüce Allah ise onların arasında fesat çıkartanın da çıkartmayanın da buluna­cağını beyan ederek onların da gönüllerini hoş etmek için: "Sizin bilmedik­lerinizi şüphesiz Ben bilirim" diye buyurmuştur. Ve bunu yüce Allah, Hz. Âdem'e bütün isimleri öğreterek gerçekleştirmiş ve bilgisinin gizliliklerini me­leklere açık bir şekilde göstermiştir.

Bir görüşe göre de melekler, cinlerin fesat çıkartmalarını ve kan dökme­lerini görmüş ve bilmişlerdi. Şöyle ki, çünkü yeryüzünde Âdem'in yaratılışın­dan önce cinler vardı. Onlar orada fesat çıkartmış ve kan dökmüşlerdi. Al­lah, onlara meleklerden bir ordu ile İblis'i göndermiş, İblis onları öldürüp de­nizlere ve dağların başlarına kaçmak zorunda bırakmıştı. İşte İblis o andan itibaren gurura kapılmıştı. İşte meleklerin: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" sorusunu sadece durumu anlamak üze­re sormuşlardı. Yani acaba bu halife bundan önce gördüğümüz cinler gibi mi olacaktır, olmayacak mıdır demek istemişlerdir. Bu şekildeki açıklama Ahmed b. Yahya Sa'leb tarafından yapılmıştır.

İbn Zeyd ve başkaları da der ki: Şanı yüce Allah, onlara halifenin soyun­dan gelecek kimseler arasında yeryüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimselerin bulunacağını bildirmişti. İşte bundan dolayı melekler de böyle de­mişlerdir. Bu sözleriyle onlar ya yüce Allah'ın kendisine isyan edecek kim­seleri halifelik makamına geçirmekten hayrete düştüklerini ifade etmek is­tediklerinden veya şanı yüce Allah'ın yeryüzünde halife tayin ettiği ve böy­lelikle kendisine ni'met verdiği kimsenin buna rağmen isyan etmesini hay­retle karşıladıklarından dolayıdır. Ya da onu hem halifelik makamına getir­meyi hem de isyan etmesini çok büyük bir olay ve büyük bir iş gördüklerin­den dolayı bu soruyu sormuşlardır. Katade der ki: Şanı yüce Allah, onlara yer­yüzünde birtakım kimseleri yaratacak olursam, bunlar fesat çıkartıp kanlar dökecektir, diye bildirmiştir. İşte yüce Allah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurunca melekler, acaba bu kişi Allah'ın ken­dilerine yaratacağını belirttiği kimse midir, yoksa başkası mıdır, öğrenmek üze­re bu soruyu sormuşlardır.

Bu güzel bir açıklamadır. Bunu Abdürezzak rivayet ederek demiştir ki: Bi­ze Ma'mer, Katade'den yüce Allah'ın: "Orada fesat çıkartacak, kanlar döke­cek bir kimse mi yaratacaksın?" buyruğu hakkında dedi ki: Allah, daha ön­ce onlara, eğer yeryüzünde birtakım yaratıklar varedersem bunlar orada fe­sat çıkartacak ve kanlar dökecektir, demişti. Bundan dolayı melekler: "Ora­da fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" diye sormuşlardı. Onun bu açıklamasına göre ifadede birtakım kısaltmalar (hazf) vardır. Buna göre anlam şöyle oluyor: "Ben yeryüzünde şunları şunları ya­pacak bir halife yaratacağım" deyince melekler: Sen orada bize daha önce bildirdiğin kimseyi mi yoksa başkasını mı yaratacaksın? demişlerdi. Birinci görüş de gerçekten güzel bir açıklamadır. Çünkü o görüşe göre, lafızların ih­tiva ettiği anlamdan birtakım bilgi ve çıkarımlar sözkonusudur. Bu ise ancak ilim adamlarının yapabilecekleri bir iştir. Her iki görüş arasında sunulan gö­rüş de güzeldir. Onun üzerinde de dikkatle düşünmelidir. Şöyle de denilmiş­tir. Şanı yüce Allah'ın meleklere -Müslim'in Sahih'inde ve başkalarında sabit olduğuna göre-: "Kullarımı ne halde bıraktınız?"[249] diye sorması, aslında: "Ora­da fesat çıkartacak.." diyen kimselere (yani meleklere) bir azar ve ezelden beri bilmiş olduğu gerçeği ortaya çıkarmak içindir. Çünkü yüce Allah, bu şe­kilde soran meleklere: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz ben bilirim" diye cevap vermiştir. [250]

 

Kan Dökmek, Fesat Çıkartmak:

 

"Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacak­sın?" buyruğundaki kimse, "yaratacaksın" anlamındaki fiilin birin­ci mefulü olarak nasb mahallindedir. orda" kelimesi de ikinci mef ülün yerini tutmaktadır. Fesat çıkartacak" anlamındaki fiilin tekil olması, "kimse" anlamındaki edatın lafzı gözönünde bulundurulması do-layısıyladır. Kur'ân dışında bu fiilen çoğul getirilmesi de mümkündür. Yine Kur'ân-ı Ker'îm'de: içlerinden seni dinleyen vardır" (el-En'âm, 6/25) buyruğunda fiil, en" lafzına göre tekil gelmiştir." Aralarından seni dinleyenler vardır" (Yunus, 10/42) buyruğunda ise fiil, mana gözönünde bulundurularak çoğul gelmiştir.

Dökecek" fiili de bir önceki fiile atfedilmiştir. Burada da bu fi­ilin her iki şekilde (tekil ve çoğul) gelmesi caizdir. Esîd, el-A'rec'den ibaresinde fiili nasb ile okuyup fiilin başındaki "vav" ile so­nunun cevabı kabul etmiştir. (Yani: orada fesat çıkartacak birisini mi yara­tacaksın? (o taktirde) o kanlar dökecektir, demek olur). Nitekim şair şöyle de­mektedir:

"Ben komşunuz değil miydim? Aramızda

Sevgi ve kardeşlik vardı, hem."

Âyet-i kerimede yer alan "es-sefk" kelimesi dökmek demektir. Bu kelime -İbn Faris ve el-Cevherî'nin de açıkladıklarına göre- gözyaşı dökmeyi ifade etmek için de kullanılır. es-Seffâk ise, söz söyleme yeteneğine sahip anlamı­na gelen "es-seffah" demektir. el-Mehdevî der ki: Sefk tabiri, sadece kan dök­mek hakkında kullanılır. Bazen şiir olmayan düz nesir hakkında da kullanıl­dığı da olur.

ed-dimâ, kanlar anlamına gelir. Tekili ise, -son harfi düşmüş olarak-"dem" şeklindedir. Bu kelimeni aslıdır denildiği gibi, şeklin­de olduğu da söylenmiştir. Arapçada bu şekilde iki harfli bütün isimlerin mut­laka son harfi hazfedilmiştir. Ve bu hazfedilen son harf ise yâ harfidir. Bazen bu aslî şekline uygun olarak bu yâ harfinin söylendiği de olur. Şair der ki:

"Bizler bir taş üstünde boğazlanacak olsak Kanlar kesin haberi verecek şekilde akar." Yüce Allah'ın: "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken"

buyruğunda yer alan "teşbih etmek", O'nu sıfatlarına layık olmayan şeyler­den tenzih etmek demektir. Arap dilinde "teşbih" tazim etmek suretiyle kötülüklerden tenzih etmek, berî ve uzak görmek demektir. Sa'lebeoğullarına mensub A'şa'nın şu beyiti de bu anlamdadır:

"Onun övüncü bana gelince derim ki:

O övünen Alkame'den (bunlar) uzaktır."

Talha b. Ubeydullalfın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a)'dan "Sübhanallah"ı açıklamasını istedim, şöyle buyurdu: "O aziz ve celil olan Allah'ı her türlü kötülükten tenzih etmek demektir."[251]

Bu kelime, yürümek ve gitmek anlamına gelen dan türetilmiş­tir. Nitekim yüce Allah (bu kökü aynı şekilde kullanarak), şöyle buyurmak­tadır: "Çünkü gündüzün senin için upuzun bir meşguliyet (sebh yani gidip gelmek) vardır. "(el-Müzzemmil, 73/7)

Teşbih eden kimseye ise, şanı yüce Allah'ı kötülüklerden tenzih edip uzak kılmakta akıp giden bir kimse olduğundan dolayı bu ad verilmiştir. Bu âyet-i kerimede yer alan ve biz anlamına gelen kelimesinin sonun­daki nûn harfinin kendisinden sonra gelen ve teşbih ederiz anlamına gelen kelimesinin başındaki nun harfi ile idğam yapılması -iki sakinin biribir-leriyle bitişmemesi için- caiz değildir. [252]

 

Meleklerin Tesbihi:

 

Tefsir alimleri, meleklerin teşbihinin mahiyeti hakkında farklı görüşlere sahiptirler. İbn Mes'ud ve İbn Abbas'ın açıklamalarına göre, meleklerin teş­bihi onların namaz kılmalarıdır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda da "teş­bih edenler" kelimesi bu anlama kullanılmıştır: "Eğer o gerçekten teşbih eden­lerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143); namaz kılanlardan olmasaydı, de­mektir.

Meleklerin tesbih etmelerinin yüce Allah'ı zikredip seslerini yüksletmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüş el-Mufaddal'a aittir. Bu görüşüne delil olarak da Cerir'in şu beyitini göstermiştir:

"İlahımız Tağliblilerin yüzlerini kara etsin

Hacılar teşbih ettiklerinde ve lebbeyk derken tekbir getirdikleri her seferinde."

Katade der ki: Meleklerin tesbihi dilde bilindiği şekliyle "sübhanallah" de­mektir. Doğru olanı da budur. Çünkü Ebu Zerr'in rivayetine göre Rasulullah (s.a)'a: Sözün en faziletlisi hangisidir? diye sorulmuş, Hz. Peygamber de şöy­le buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın melekleri yahut kullan için seçtiği söz olan: Sübhanallahi ve bihamdihi (Allah'ı hamdiyle tesbih ederim) demektir." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[253]

Abdurrahman b. Kurt'tan da rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a) İsra'ya götürüldüğü gecede en yüce semalarda şu şekilde bir teşbih işitmiştir"Yüceler yücesini teşbih ederim. O her tür­lü eksiklikten münezzehtir ve yücedir." Bunu da Beyhakî zikretmiştir.[254]

Şanı yüce Allah'ın: "Hamdinle" buyruğunun anlamı da şudur: Yani biz­ler teşbih ile birlikte hamdde de bulunuyoruz ve bunu birbirinin ardı arka­sına söylüyoruz. Hamd'in övmek, senada bulunmak anlamına geldiğine da­ir açıklamalar daha önceden geçmişti.[255] Meleklerin: "Hamdinle" şeklindeki sözlerinin iki söz arası bir ara cümlesi olma ihtimali de vardır. Onlar şöyle demiş gibidirler: Bizler hem teşbih ediyoruz, hem takdis ediyoruz. Daha son­ra Allah Teala'ya teslimiyet göstermek üzere bu ara cümleyi söylemişlerdir. Yani bizi buna ilettiğin, bu yolu bize gösterdiğin için hamde layık olan, övü­len Sensin demek olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ve takdis edip dururken" buyruğunun anlamı seni ta'zim eder, şanını yü­celtir, senin zikrini inkarcıların Sana nisbet ettikleri, Sana yakışmayan şeyler­den arındırarak yaparız. Bu açıklamayı Mücahid, Ebu Salih ve başkaları yapmıştır. ed-Dahhak ve başkaları da şöyle der: Bunun anlamı şudur: Bizler Senin rızanı arayıp umarak, nefislerimizi senin için arındırır ve temizleriz. Ara­larında Katade'nin bulunduğu bir topluluk da şöyle demektedir: "Seni tak­dis ederiz" buyruğu namaz kılarız, demektir. Takdis namazdır. İbn Atiyye de: Bu açıklama zayıftır, demektedir.

Derim ki: Ancak bunun anlamı doğrudur. Çünkü namaz hem ta'zimi, hem takdisi ve hem de teşbihi kapsamaktadır. Rasulullah (s.a) da rükû ve sücu-dunda şöyle derdi: "O sübbûhtur, kuddûstür, meleklerin ve ruhun Rabbidir." Bunu Hz. Aişe'den Müslim rivayet etmiştir.[256]

"(. u""1* )Takdis etmek"; kökün hangi tipe sokulursa sokulsun manası te­mizlemek ve arındırmak ile ilgili olur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında oldu­ğu gibi: "Mukaddes arza giriniz." (el-Maide, 5/21) Yani temiz kılınmış arza giriniz. ".. meliktir, kuddûstür" (e\-Ha.şr, 59/23); yani temiz olandır. "Muhak­kak sen Tuva adındaki mukaddes vadidesin." (Ta-ha, 20/12) "Beytü'1-Mak-dis"e de bu adın veriliş sebebi, içi günahlardan takdis olunan yani arındırılan bir mekân olduğundan dolayıdır. Kendisinden abdest alınıp temizlenilen (çukur, kova ve buna benzer yerlere) "kades" adı verilir. "el-Kâdus" (kova, su dolabı ve bu) gibi kelimeler de bu kökten gelmektedir. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Güçlü olanından zayıf olanının lehine (hakkının) alınmadığı bir ümmet takdis olunmaz (veya olunmasın)".[257] Yani Allah onu arındırmaz (veya arındırmasın). Bu hadisi İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiş­tir. Buna göre "el-kuds" herhangi bir görüş ayrılığı sözkonusu olmaksızın te­mizlik, arılık demektir. Şair de şöyle demiştir:

"(Kurtlar) ona (öküze) yetiştiler, bacağından ve baldırından yakaladılar Tıpkı küçük çocukların mukaddes rahibin elbiselerini yırttıkları gibi" Burada "mukaddes" temizlenmiş ve arındırılmış anlamındadır. Namaz da kulu günahlardan arındırır. Namaz kılan kimse, amellerin en fa­ziletlisi olduğundan dolayı en mükemmel halleriyle namaza durur. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır.

"Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim." Burada yer alan

"Ben en iyi bilenim" buyruğu iki şekilde açıklanmıştır. Bunun geleceği ifa­de eden bir fiil anlamında olduğu söylendiği gibi, fail anlamında isim oldu­ğu da söylenmiştir. Nitekim "büyüktür" anlamında "Allahu ekber; Allah en büyüktür" denilmektedir. Şairin de söylediği gibi:

"Ömrün hakkı için bilmiyorum ve şüphesiz ki ben korkarım Ölümün hangimize daha erken hücum edeceğinden yana." Birinci açıklama şekline göre eğer bu kelime fiil kabul edilir ise anlamı: "Sizin bilmediklerinizi bilirim" anlamına gelir. Eğer bu kelime isim kabul edilir ise, o takdirde anlamı: "Sizin bilmediğiniz şeyleri bilenim" an­lamına gelir. «İpi ) kelimelerinde yeralan mim harflerini birbirine idğam etmek caizdir.[258]

"Sizin bilmedikleriniz" buyruğundan yüce Allah'ın neyi kastettiği hak­kında tefsir alimleri farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbas der ki: İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Allah kendisini semanın bekçisi tayin edip onu şeref­lendirince böbürlenmiş ve büyüklenmişti. Bunun, sahip olduğu bir meziyet dolayısıyla kendisine verildiğine inanmaya koyulmuştu. O bakımdan Âdem (a.s)e rağmen küfre girmeyi, isyan etmeyi hafif görme noktasına kadar git­ti. Melekler ise: "Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken.." de­meyi tercih ettiler. Melekler bu sözlerini söylediklerinde ise İblis'in içinde bun­dan farklı bir kanaat gizlediğini bilmiyorlardı. O bakımdan yüce Allah onla­ra: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" diye buyurdu.

Katade de der ki: Melekler: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi ya­ratacaksın?" deyince şanı yüce Allah, yeryüzünde halife tayin edeceği kim­seler arasında birtakım peygamberlerin, fazilet ve itaat ehlinin de bulunaca­ğını bildiğinden dolayı onlara: "Sizin bilmediklerinizi şüphesiz Ben en iyi bilenim" demişti.

Derim ki: Bunun anlamının şu şekilde olma ihtimali de vardır: Olmuş, ola­cak ve olmakta olan şeyler arasından sizin bilmediklerinizi Ben en iyi bile­nim. O takdirde bu buyruk genel bir anlam ifade ediyor demektir. [259]

 

31. Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere göster­di ve dedi ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz bunların isimleri­ni Bana bildirin."

Bu buyruk ile ilgili açıklamalarımız yedi başlık halinde verilecektir:

 

1- Hz. Âdem ve Yaratılışı:

 

"Âdem'e bütün isimleri öğretti." buyruğunda "öğretti" kelimesi tarif et­ti, kelimesiyle eş anlamlıdır. Burada ona öğretmek kesin bir şekilde o bil­giyi ona ilham etmek anlamındadır. Bunun bir melek aracılığıyla olma ihti­mali de vardır. Sözkonusu bu melek ise ileride de açıklanacağı üzere Ceb­rail (a.s)'dır.

Bu ayet-i kerimede yer alan Öğretti" kelimesi, "öğretildi" anlamın­da şeklinde de okunmuştur. Ancak birinci okuyuş şekli ileride de gö­rüleceği üzere daha uygundur ve izah edilebilir bir okuyuştur. Sûfi ilim adamları der ki: Hz. Âdem bu isimleri Hakk'ın ona öğretmesi vasıtasıyla öğ­renmiştir. Bu isimleri bellemesini istemiş, ancak Hz. Âdem kendisine verilen emri unutmuştur. Çünkü bu konuda onu kendi nefsiyle başbaşa bırakmıştır. Yüce Allah buna işaret etmek üzere şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki bundan önce biz Adem'e vahyettik (emir verdik) o ise unuttu. Biz onda bir azim (günaha kasıt) bulmadık." (Ta-ha, 20/115)

İbn Ata der ki: Eğer Âdem'e bu isimlerin bilgisi açıklanmamış olsaydı, eş­yanın isimlerini haber vermek hususunda Âdem, meleklerden daha aciz olurdu. Bunun böyle olduğu gayet açıktır.

Hz. Âdem'in künyesi Ebu'l-Beşer (yani insanlann atası)dır. Künyesinin "Ebu Muhammed" olduğu da söylenmiştir. Böylelikle o, son peygamber Muham-med (s.a)'ın adı ile künyelenmiş olmaktadır. Bunu es-Süheylî söylemiştir. Hz. Âdem'in cennetteki künyesinin Ebu Muhammed, yeryüzündeki künyesinin de Ebu'l-Beşer olduğu da söylenmiştir.

"Âdem" kelimesinin aslı başta iki hemzelidir. Ancak ikinci hemzeyi yu-muşatfarak uzaOmışlardır. O bakımdan ikinci hemzeyi harekelemek ihtiya­cı duyulduğu takdirde ikinci hemze vav'a dönüştürülür ve bu kelime çoğul yapılmak istendiği takdirde "evâdim" denilir. -Bu açıklamaları el-Ahfeş yap­mıştır. -

Bu kelimenin türeyişi hakkında farklı görüşler vardır. Bunun yeryüzü an­lamına gelen dan türediği söylenmiştir. Böylelikle Hz. Âdem'e yaratıldığı asıldan gelen bir isim verilmiş olmaktadır. Bu kelimenin "esmerlik" anlamına gelen "el-udme"den türediği de söylenmiştir. Ancak "el-udrae" kelimesinin anlamı hakkında farklı görüşler ortaya atılmıştır, ed-Dahhak'ın iddiasına göre bunun anlamı esmerlik; en-Nadr'ın açıklamasına gö­re ise beyazlıktır. Âdem (a.s) da beyaz idi. Buna göre bu kelime Arapların beyaz deve hakkında kullandıkları tabirinden alınmış olur. Eğer bu kelime bu kökten gelir ise o takdirde bunun çoğulu "üdm(un)" ve "evâ-dim(un)" şeklinde gelir. Bu kelimenin "edeme"den türemiş olduğu kabul edi­lirse o takdirde "Âdem" kelimesinin çoğulu "Âdemûne" şeklinde gelir.

Derim ki: Doğrusu bu kelimenin "yeryüzü" anlamına gelen  Edîmu'l-ard'den türediğidir. Said b. Cübeyr der ki: Âdem'e bu adın veriliş se­bebi onun yeryüzünden yaratılmış olmasıdır. Ona "insan" denilmesinin se­bebi ise unutkanlığıdır. Bunu İbn Sa'd Tabakat'ında zikretmiştir. es-Sud-di'nin Ebu Malik ve Ebu Salih'ten, onların İbn Abbas'tan ve Murre el-Hem-dani'den, onun İbn Mes'ud'dan Hz. Âdem'in yaratılış kıssası ile ilgili yaptık­ları nakile göre Abdullah b. Mes'ud şöyle demiştir: Yüce Allah Cebrail (a.s)'ı oradan bir çamur getirmek üzere yere gönderdi. Yer dedi ki: Benden birşey eksiltmenden yahut bana çirkin bir iş yapmandan Allah'a sığınıyorum. Bu­nun üzerine Hz. Cebrail birşey almaksızın geri döndü ve şöyle dedi: Rabbim, o benden Sana sığındı ben de onun sığınmasını kabul ederek ona ilişmedim. Bu sefer yüce Allah, Mikail'i gönderdi. Aynı şekilde ondan da Allah'a sığın­dı, o da onun bu sığınmasını kabul etti, geri döndü ve Hz. Cebrail'in söyle­dikleri gibi söyledi. Bu sefer yüce Allah ölüm meleğini gönderdi. Bundan da Allah'a sığınınca ölüm meleği de: Ben de emrini yerine getirmeksizin geri dönmekten Allah'a sığınırım, dedi ve yeryüzünden bir miktar aldı ve karıştırdı. Alacağını tek bir yerden almadı. Kırmızı, beyaz ve siyah topraklardan ayrı ay­rı aldı. İşte bunun için Âdemoğulları değişik değişik ortaya çıktı. Ve işte o (ma­yası) yeryüzünden alındığından dolayı ona "Âdem" adı verildi. (Ölüm me­leği alacağını aldı) ve onları yüce divana çıkardı. Şanı yüce Allah, ona: "Sa­na yalvarıp yakardığında yere şefkat etmedin mi?" diye sorunca şu cevabı ver­di: Ben, Senin emrini yerine getirmeyi onun sözlerinden daha gerekli gör­düm. Bunun üzerine yüce Allah şöyle buyurdu: "Âdem'in çocuklarının can­larını almana sen'uygun bir kimsesin." Daha sonra (yüce Allah) toprağı ya­pışkan bir çamur haline (tînun lâzib) getirinceye kadar ıslattı. Lâzib ise bir­birine yapışan çamur demektir. Daha sonra kokuncaya kadar bırakıldı. İşte yüce Allah bu aşama hakkında şöyle buyurmaktadır: "Kokuşmuş çamurdan..." (el-Hicr, 15/26-28, 33) Daha sonra yüce Allah meleklere şöyle buyurdu: "Mu­hakkak Ben çamurdan bir beşer yaratacağım, onu tamamlayıp içine ruhum­dan üflediğimde onun için secdeye kapanın."(Sâd, 38/71-72) İblis ona kar­şı büyüklenmesin diye yüce Allah Âdem'i bizzat kendi eliyle yarattı. Yüce Al­lah şöyle buyurmuş gibi oldu: Ben ona karşı büyüklenmediğim halde elle­rimle yarattığıma karşı sen nasıl büyüklenirsin? Yüce Allah Hz. Âdem'i bir in­san şeklinde yarattı. Önce o Cum'a gününün bir bölümünde ve kırk yıl sü­re kadar çamurdan bir ceset halinde idi. Melekler onun yanından geçip de onu gördüklerinde korkuya kapıldılar. Aralarında Hz. Âdem'den en çok korkan İblis idi. Onun yanından geçer, ona vurur ve bu ceset tıpkı testinin ses çıkardığı gibi bir ses çıkartırdı. İşte şanı yüce Allah'ın şu buyruğu buna işaret etmektedir: "O, insanı testi gibi ses veren kupkuru çamurdan yarat­tı." (er-Rahmân, 55/14) İblis bu sesi işitince de: Sen ne için yaratıldın? diye söyledi. Bu arada ağzından girdi, arkasından çıktı. Bunun üzerine İblis me­leklere şöyle dedi: Bundan korkmayınız, çünkü o ecveftir (içi boştur) ve eğer ben ona musallat edilirsem şüphesiz onu helak ederim.

Denildiğine göre İblis meleklerle birlikte Âdem'in çamurdan suretinin ya­nından geçerken şöyle dermiş: Şu mahlukat arasında benzerini görmediği­niz bu yaratık size üstün kılınıp da ona itaat etmeniz emrolunursa ne yapar­sınız? Melekler: Rabbimizin emrine itaat ederiz, diye cevap verirlerdi. İblis ken­di içinde gizlice şu karan verdi: Andolsun o bana üstün kılınacak olursa ona itaat etmeyeceğim ve eğer ben ona üstün kılınırsam onu helak edeceğim. Hz. Âdem'e ruhun üflenmesinin murad edildiği vakit gelince, yüce Allah melek­lere şöyle dedi: Ben ona kendi ruhumdan üflediğimde onun için secdeye ka­panınız. Âdem'e ruh üflenince ruh Hz. Âdem'in başından girdi. Aksırmaya başladı, melekler ona: Elhamdülillah de, dediler. O da elhamdülillah deyin­ce yüce Allah ona: Rabbin sana merhamet buyurdu, dedi. Ruh, Hz. Âdem'in gözlerine girince cennetin meyvelerine baktı. Karnına girince canı yemek çekti. Ruh daha ayaklarına ulaşmadan acele ederek cennetin meyvelerine doğ­ru kalkmak istedi. İşte yüce Allah'ın şu buyrukları buna işarettir: "İnsan ace­leden yaratıldı." (el-Enbiya, 21/37); "Bunun üzerine meleklerin hepsi ona top­luca secde ettiler, ancak İblis dayattı, secde edenlerle beraber olmak isteme­di." (el-Hicr, 15/30-31) ve devamla Abdullah b. Mes'ud Hz. Âdem'in yaratı­lış kıssasını zikretti.

Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu Musa el-Eş'arî şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Aziz ve celil olan Allah Âdem'i yerin tü­münden aldığı bir avuç (toprak)dan yarattı. İşte bundan dolayı Âdemoğul-ları yer gibi (değişik renkte) olmuşlardır. Onlardan kimisi kırmızı, kimisi be­yaz, kimisi siyah, kimisi de bunlar arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert tabiatlıdır. Kimisi kötü ve kimisi de iyidir." Ebu İsa (et-Tirmizi) der ki: Bu ha-sen -sahih bir hadistir.[260]

Edîm kelimesi edem'in çoğuludur. Şair der ki:

"İnsanlar şekil ve huy itibariyle farklı farklıdır. Karakterleri de değişiktir.

Onların hepsini yeryüzü bir araya getirecektir."

Buna göre "Âdem"' kelimesi "edme"den değil de "edîm" ve "edem"den tü­remiş olur. Hepsinden türemiş olma ihtimali de vardır. Bu hususa dair daha fazla bilgiler -Yüce Allah'ın izniyle- En'am süresiyle[261] başka buyruklarda Hz. Âdem'in yaratılışına dair buyruklar açıklanınca gelecektir. "Âdem" kelimesi munsarıf değildir. Ebu Cafer en-Nehhas der ki: Âdem, nahivcilerin icmai ile özel isim olduğu takdirde munsarıf olmaz (yani esre ve tenvin kabul etmez)... Çünkü bu hem "ef'alu" vezninde hem de özel isimdir. Başarılı nahivcilere gö­re bir ismin gayr-i munsarif olması için iki sebeb gereklidir. Şayet bu isim nek­re gelir ve sıfat da değilse el-Halil ve Sibeveyh'e göre yine gayr-i munsarıf olur; el-Alıfeş Said'e göre ise munsarıf olur. Çünkü bu durumda o hem sıfat olur, hem de fiil vezninde olur. Eğer sıfat olmazsa yine munsarıf kabul ed­er. Ebû İshah ez-Zeccâc: Doğru görüş Sibeveyh'in görüşüdür, der ve sıfat ile başka şey olması arasında fark gözetmez. Çünkü her durumda, kelime aynı kelimedir. [262]

 

2- İsimler:

 

"Bütün isimleri öğretti" buyruğun "isimler" ifade ve ibareler anlamın­dadır. Çünkü mutlak olarak kullanılmakla birlikte "isim" ile musemma kas-tedilebilir. Mesela, Zeyd ayaktadır, aslan atılgandır demek gibi. Kimi zaman da onunla bizatihi adlandırmanın kendisi kastedilebilir. "Aslan" kelimesi şu kadar harftir, elemek gibi. Birincisiyle ilgili olarak şöyle denilir: İsim, musem-manın kendisidir. Yani onunla müsemma kastedilir. İkincisi île ilgili olarak da isim ile müsemma anlatılmak istenmemektedir, denilir. Dilde "isim"in biz­zat ibareler gibi değerlendirildiği de olur. Çoğunlukla kullanılan da bu şekil­dedir. İşte yüce Allah'ın: "Âdem'e bütün isimleri öğretti" buyruğu konu ile ilgili açıklama şekillerinin en meşhuruna göre böyledir. Peygamber (s.a)'in: "Muhakkak Allah'ın 99 tane ismi vardır"[263]  hadisi de böyledir. İsim "kişinin kendisi" (zat) yerinde de kullanılır. Mesela, aynı anlamda olmak üzere: Zat, Nefs, Ayn ve İsim kelimeleri kullanılır. İlim adamlarının büyük çoğunluğu yü­ce Allah'ın: "O, en yüce Rabbinin ismini teşbih et" (el-A'la, 87/1); "Rabbinin adı ne mübarektir!" (er-Rahmân, 55/78); "Bunlar ancak sizin ve atalarını­zın adlandırdığınız isimlerdir." (en-Necm, 53/23) buyruklarını bu şekilde açıklamışlardır. [264]

 

3- Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e Öğrettiği İsimler:

 

Tefsir alimleri, yüce Allah'ın Hz. Âdem'e isimleri öğretmiş olmasının ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. İbn Abbas, İkrime, Ka-tade, Mücahid ve İbn Cübeyr şöyle demişlerdir: Yüce Allah, Hz. Âdem'e önemli önemsiz bütün eşyanın isimlerini öğretmiştir. Asım b. Küleyb, el-Ha-sen b. Ali'nin azadlı kölesi Sa'd'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: İbn Ab-bas'ın yanında oturuyordum. Mecliste oturanlar kap kaçağın ve kamçının isim­lerini sözkonusu ettiler, bunun üzerine İbn Abbas şöyle dedi: "Âdem'e bü­tün isimleri öğretti."

Derim ki: Bu anlamda bazı ifadeler ileride de geleceği üzere, merfu' (ha­dis olarak) da rivayet edilmiştir. İşte "bütün" kelimesinin gerektirdiği anlam da budur. Çünkü bu kelime kuşatıcılık ve genellik ifade etmek için kullanı­lır. Buhari'de Enes (r.a)'den gelen rivayete göre Peygamber (s.a) de şöyle bu­yurmuştur: "Kıyamet gününde mü'minler bir araya gelip şöyle derler: Rab-bımızın huzurunda bize şefaat edecek birisini bulsak. Bunun üzerine Âdem'e giderler ve ona şöyle derler: Sen insanların atasısın, Allah seni kendi eliyle yarattı, melekleri sana secde ettirdi ve sana herşeyin ismini öğretti..."[265]

İbn Huveyzimendad der ki: Bu âyet-i kerimede dilin tevkifî olarak öğre­nildiğinin delili vardır. Yani Allah tarafından vahiy yoluyla öğretildiği göste­rilmektedir. Ve aynı şekilde yüce Allah'ın bu dili Âdem aleyhisselam'a gene­liyle özeliyle bütün teferruatıyla öğrettiğini göstermektedir. İbn Abbas da böy­le söylemiştir. O der ki: Yüce Allah, ona tencereye, süt sağılan kaba varıncaya kadar herşeyin ismini öğretmiştir. Seyhan'ın Katade'den rivayetine gö­re o şöyle demiştir: Allah Âdem'e, meleklerin bilmediği, yaratıklarının birta­kım isimlerini öğretmiştir. Her bir şeyi kendi adı ile söylemiş ve her bir şe­yin menfaatini kendi türüne nisbet etmiştir. en-Nehhas der ki: Bu açıklama bu hususta gelen rivayetlerin en güzelidir. Anlamı şudur: Şanı yüce Allah tür­lerin isimlerini ona öğretmiş ve neye yaradıklarını -bu böyledir ve şunun için yarar şeklinde - bildirmiştir. Taberi de şöyle demiştir: Yüce Allah, Hz.Âdem'e meleklerin ve soyundan gelecek olanların isimlerini öğretmiştir. Taberi bu­nu benimseyip tercih etmiştir. Bunu yaparken de yüce Allah'ın: "Sonra on­ları meleklere gösterdi ( arzetti).." buyruğuna dayanmaktadır.

İbn Zeyd de der ki: Allah, Hz. Âdem'e bütün soyundan gelecek olanla­rın isimlerini öğretmiştir. er-Rabî' b. Huseym de der ki: Yalnızca meleklerin isimlerini ona öğretmiştir. el-Kutebi de şöyle demektedir: Yeryüzünde yarat­tığı eşyanın isimlerini ona öğretmiştir. Ona cins ve türlerin isimlerini öğret­miştir, de denilmiştir.

Derim ki: Az önce açıkladığımız ve yüce Allah'ın izniyle ileride de açık­layacağımız gerekçeler dolayısıyla birinci görüş daha sahihtir. [266]

 

4- Meleklere Neleri Gösterdi?

 

Yine tefsir alimleri, meleklere kişilerin isimlerini mi yoksa kişilerden ay­rı olarak sadece isimleri mi gösterdiği hususunda farklı kanaatlere sahiptir­ler. İbn Mes'ud ve başkaları der ki: Hz. Âdem, onlara kişileri gösterdi, çün­kü yüce Allah: Onları gösterdi" diye buyurmaktadır. Diğer taraf­tan yüce Allah şöyle buyurmaktadır Bunların isimleri­ni Bana bildiriniz". Araplar birşeyi ortaya çıkarmayı ifade etmek üzere derler. (Yani: Birşeyi gösterdim, o da göründü) Birşe­yi satışa arzetmek (göstermek) de buradan gelmektedir. Hadis-i şerifte şöy­le buyurulmuştur: Allah onları toz zerrecikleri gibi arzetti (gösterdi)."[267]

İbn Abbas ve başkaları ise, O'nun azrettiği isimlerdir, demişlerdir.

İbn Mes'ud'un okuyuşuna göre şeklindedir. (Onları arzetti an­lamında olup ancak buradaki zamir dişilere ait bir zamirdir.) Böylelikle bu zamir şahıslara değil de sadece isimlere ait olur. Çünkü arapçada bu tür za­mir daha özellikli olarak dişiler hakkında kullanılır. Ubey b. Ka'b'ın kıraatin­de ise şeklindedir. (Onları arzetti anlamında olup buradaki zamir müfred dişi zamirdir ve ağırlıklı olarak cansız çoğul için kullanılır.)

Mücahid der ki: Burada gösterilen (arzedilen)ler, isimlerin sahipleridir.

İsimler ile ilgili olarak: Onlar adlandırmalardır, diyenin açıklaması, Ubeyy b. Kab'ın kıraatine uygundur. Bu kelimeyi Onları gösterdi" şeklindeki okuyuş ile ilgili olarak şöyle denilir: İsimler kelimesi, şahıslara dela­let etmektedir. Bundan dolayı isimler hakkında onları gösterdi" demek uygun düşmüştür. Diğer taraftan : bunlar" denilerek işaret ile anlatılmak istenen isimleri taşıyan şahıslardır. Fakat bunlar her ne kadar gaib iseler de herhangi bir sebep dolayısıyla onların bir kısmı hazır olmuş­tur. İşte onlar bu hazır olanların isimleridir. (Yani bu hazır olanların isimle­ri Âdem'e öğretilmiştir.)

İbn Atiyye der ki: Açıkça görülen şu ki: Şanı yüce Allah, Hz. Âdem'e isim­leri öğretmiş ve bu cinslerle birlikte şahısları ile beraber bunları ona göster­miştir. Daha sonra bunları meleklere göstermiş ve meleklerin bilmesi müm­kün olan isimlerini onlara sormuş, sonra da Hz. Âdem onlara şu cevabı ver­miştir: Bunun adı şudur, bunun adı da budur, diye

el-Maverdi de der ki: En doğrusu gösterme işinin adlandırılan şeylere yö­nelik olmasıdır. Diğer taraftan bu göstermenin zamanı ile ilgili olarak iki gö­rüş vardır. Bunlardan birisine göre bu eşyayı yarattıktan sonra göstermişti. İkinci görüşe göre ise, Allah Teala bu eşyayı meleklerin tasavvurlarında canlandırmış, sonra da bunları arzetmiş (göstermiş)tir. [268]

 

5- İlk Olarak Arapça Konuşan:

 

İlk olarak kimin arapça konuştuğu hakkında farklı görüşler vardır. Ka'b el-Ahbar'dan rivayet edildiğine göre Arapça, Süryanice yazıyı ve bütün ya­zıları ilk ortaya atan ve bütün dillerle ilk konuşan kimse Âdem (a.s)'dır. Ka'b el-Ahbar'dan başkaları da böyle demiştir.

Denilse ki: Yine Ka'b el-Ahbar'dan hasen bir rivayet ile şöyle dediği kaydedilmektedir: Arapça ilk konuşan kişi Cebrail (a.s)'dır. Hz. Nuh'a Arap-çayı o öğretmiştir. Hz. Nuh da bunu oğlu Şam'a öğretmiştir. Bunu Sevr b. Zeyd, Halid b. Ma'dan'dan, o da Ka'b yoluyla rivayet etmiştir. Peygamber (s.a)'dan ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Açık seçik Arapçayı ilk ko­nuşma imkanı verilen kişi İsmail'dir. O vakit o on yaşında idi."[269] Yine Arap­ça ilk konuşan kişinin Kahtan oğlu Ya'rub olduğu da rivayet edilmiştir. Baş­ka rivayetler de vardır.

Buna karşılık biz de deriz ki: Doğrusu, insanlar arasında bütün dilleri ilk konuşan kişinin Âdem (a.s) olduğudur. Kur'an-ı Kerim de buna tanıklık et­mektedir. Nitekim yüce Allah: "Âdem'e bütün isimleri öğretti" diye buyur­maktadır. Bütün diller ise isimlerden ibarettir. Dolayısıyla bu diller, "isimler" tabirinin kapsamına girmektedir. Sünnetteki rivayetler de bunu ifade et­mektedir. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Tencere ve küçük kaba va­rıncaya kadar (Allah) Hz. Âdem'e bütün isimleri öğretmiştir."[270] Başkalarının kaydettikleri diğer rivayetlerden İbrahim (a.s) soyundan ilk Arapça konuşa­nın Hz. İsmail olduğu kastedilmiş olabilir. Aynı şekilde eğer bunun dışında­ki diğer rivayetler sahih ise, bu da sözü geçen o kimsenin kabilesi arasında ilk Arapça konuşan kişi olduğu şeklinde yorumlanır. Buna delil ise belirtti­ğimiz bu gerekçelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Melekler arasında da aynı şekilde Hz. Cebrail Arapça konuşan ilk melek­tir. O Arapçayı yüce Allah, Hz. Âdem'e veya Hz. Cebrail'e -az önceki açık­lamalara göre- öğrettikten sonra Hz. Nuh'a öğretmiştir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

Yüce Allah'ın: Bunlar" buyruğu esreli olarak mebnidir. Temim-liler, Kays'lıların bir kısmı ile Esed'liler bunu kasr ile okurlar. el-A'şa; der ki:

"Bunlara da diğerlerine de: Hepsine verdin; Kesilip biçilmiş aynı evsafta ayakkabılar."

Araplardan elif ile hemzeyi hazfederek şeklinde telaffuz eden­ler de vardır. [271]

 

6- Doğru Söyleme Şartı:

 

"Eğer doğru söyleyenler iseniz" buyruğu bir şart cümlesidir. Cevabı ise zikredilmemiştir, takdiri ise şöyledir: Eğer sizler Âdemoğullarının yeryüzün­de fesat çıkartacağı iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz siz, de bana (bu isimleri) bildiriniz. Bu açıklamayı el-Müberred yapmıştır. "Doğru söyleyen­ler iseniz" buyruğu bilenler iseniz, demektir. Bundan dolayı melekler için ictihad sözkonusu değildir. O bakımdan onlar da "Seni tenzih ederiz" diye cevap vermişlerdir. Bunu da en-Nekkaş naklederek şöyle demiştir: Eğer yü­ce Allah bu konuda verecekleri haberde doğru olmak şartını koşmamış olsay­dı şanı yüce Allah'ın yüz yıl süreyle ölü bıraktığı kimse için sözkonusu oldu­ğu gibi onlar için de ictihad caiz olurdu. Yüce Allah bu kişiye: "Ne kadar kal­dın?" (el-Bakara, 2/259) diye sormuş, ancak doğruyu isabet ettirmesi şartını koşmamıştı. O da cevap vermiş, fakat isabet etmemişti. Buna karşılık da her­hangi bir şekilde azarlanmamıştı. Bu açıkça anlaşılan bir husustur.

Taberi ve Ebu Ubeyd'in anlattıklanna göre müfessirlerden birisi yüce Allah'ın: "Eğer., iseniz" buyruğunun anlamı "... idiniz"diye açıklamıştır. Ancak Tabe­ri ve Ebu Ubeyd böyle bir açıklamanın yanlış olduğunu söylemişlerdir. buyruğu haber verin, bildirin demektir. Çünkü Arapçada "nebe"' haber demektir. Hemzeli olarak Nebi de burdan gelmektedir. Yü­ce Allah'ın izniyle buna dair açıklama ileride gelecektir.[272]

 

7- Güç Yetirilemeyenin Teklifi (teklifu mâ lâ yutak):

 

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu şekilde haber vermek; güç yetirileme-yen birşeyin teklif edilebileceği sonucu çıkmaktadır. Çünkü yüce Allah on­ların bunları bilmediklerini biliyordu. Ancak tefsir alimlerinin muhakkikle­ri şöyle demişlerdir: Burada bu buyruk teklif kasdıyla verilmemiştir. Bundan kasıt sadece onların gerçeği görüp kabul etmeleri ve işin bilgisini Allah'a ha­vale etmeleridir. Güç yetirilemeyen şeyin teklifi olmuş mudur olmamış mı­dır hususuna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle sûrenin sonunda gele­cektir.[273]

 

32. Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz. Gerçekten Sen Alimsin, Hakimsin."

Yüce Allah'ın: "Dediler ki: "Seni tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka birşey bilmeyiz..." buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halin­de sunacağız:

 

1-Tesbih:

 

Seni tenzih ederiz": Yani gaybı senden başka bir kimsenin bil­mesinden yana seni tenzih ederiz.Bu meleklerin yüce Allah'ın: "Bunların isimlerini bana bildirin.." buyruğuna verdikleri cevabdır. Onlar yüce Allah'a kendilerine öğrettiğinden başka hiçbir şeyi bilemeyeceklerini ve - biz insan­lar arasında bilgisizlerin yaptıkları gibi - bilgileri olmadık şeyler üzerinde gö­rüş beyan etmediklerini belirterek cevap verdiler. "Senin bize öğrettiğin..." anlamındaki buyrukta yer alan burada anlamında olup "bize öğ­rettiğin şey..." demek olur. Masdar anlamını veren türden olup: "Senin bize öğretmenden başka..." anlamına gelmesi de mümkündür. [274]

 

2- Soruya Cevap Verme Adabı:

 

Herhangi bir husus hakkında bilgi edinmek üzere kendisine soru sorulan kimseye düşen, eğer cevabı bilmiyor ise, meleklere, peygamberlere ve fazi­letli ilim adamlarına uyarak: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve ben bilmi­yorum, diye cevap vermektir. Şu kadar var ki doğru sözlü yüce Peygambe­rimiz ilim adamlarının ölümü ile ilmin de kaldırılacağını, geriye kendilerin­den fetva sorulacak ve görüşlerine göre fetva verecek cahil birtakım insan

lann kalacağım bunun sonucunda bunların da sapacağını, başkalarını da sap­tıracaklarını beyan buyurmuştur.[275]

Bu âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili olarak Peygamber (s.a)'dan ashab-ı kiramdan, tabiin'den ve onlardan sonra gelenlerden rivayet edilen haberle­re gelince; el-Büstî, Sahih Müsned'inde İbn Ömer'den şunu rivayet etmek­tedir: Adamın birisi Rasulullah (s.a)'a: En kötü bölge hangisidir? diye sormuş, Hz. Peygaber: "Bilemiyorum, Cebrail'e soruncaya kadar (bana mühlet ver)" diye cevap verdi, Cebrail'e sordu. Hz.Cebrail de: Bilemiyorum, Mikâil'e so­runcaya kadar bana mühlet ver. Daha sonra Hz. Cebrail gelerek şöyle dedi: Bölgelerin en hayırlısı mescidler, en kötüsü ise pazarlardır.[276]

Hz. Ebu Bekir de ölen torununun mirasını isteyen nineye şu cevabı ver­di: Geri dön, ben istişare edip insanlara sorayım, durumu öğreneyim.[277]

Hz. Ali de: Ne kadar da yürek soğutucudur (hayırlı bir iştir!) sözlerini üç defa tekrarlardı. Çevresinde bulunanlar: Neden söz ediyorsunuz ey mü'min-lerin emiri? diye sorunca Hz. Ali şu cevabı verdi: Kişiye bilmediği birşey hak­kında soru sorulur da o da doğrusunu en iyi bilen Allah'tır, diye cevap ver­mesi.[278]

Adamın birisi, İbn Ömer'e bir mes'ele hakkında soru sorar, o da şu ceva­bı verir: Ben bunu bilmiyorum. Adam geri dönüp gidince İbn Ömer ona şöy­le der: İbn Ömer'in söylediği söz çok güzeldir. Ona bilmediği şey hakkında soru soruldu da o da: Ben bunu bilmiyorum, diye cevap verdi. Bunu Dari-mî Müsned'inde zikretmektedir.[279]

Müslim'in Salıih'inde, Buhayye'nin sahibi Ebu Akil, Yahya b. el-Mütevek-kil'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Kasım b. Ubeydullah ile Yahya b. Sa-id'in yanında oturuyor idim. Yahya Kasım'a şöyle dedi: Muhammed'in baba­sı, senin gibi büyük bir kimseye bu dine dair bir husus hakkında soru soru­lur da senin bu hususta herhangi bir bilgin olmaz ve çıkar yol gösteremez-sen -veya: Bu konuda bir bilgin bulunmaz, bir çıkış yolu da gösteremezsen-bu çok çirkin bir iş olur. Bunun üzerine el-Kasım ona, neden böyle diyor­sun diye sorunca şu cevabı verir: Çünkü sen bir taraftan Ebu Bekir, diğer ta­raftan Ömer gibi iki hidâyet imamının oğlusun.[280] el-Kasım ona şu cevabı verir: Allah'tan gelmiş olan buyrukları akledip kavramış bir kimse açısından bun­dan da daha çirkin olan iş bilgisizce birşey söylemem veya güvenilir (sika) olmayan birisinden rivayet derlememdir. Bunun üzerine Yahya susar ve ona cevap vermez.[281]

Malik b. Enes de der ki: İbn Hürmüz'ü şöyle derken dinledim: İlim ada­mı olan bir kimsenin kendisi ile birlikte oturup kalkanlara kendisinden son­ra "bilmiyorum" demeyi miras bırakması gerekir ki bu, onların önünde asıl bir kaide olarak kalsın. Onlardan herhangi birisine bilmediği şey hakkında sorulacak olursa o da; bilmiyorum, desin.

el-Heysem b. Cemil der ki: Ben Malik b. Enes'e kırksekiz mes'ele hakkın­da soru sorulduğuna ve bunların otuz iki tanesi hakkında; bilmiyorum diye cevap verdiğine tanık oldum.

Derim ki: Ashab-ı kiram'dan tabiinden ve müslümanların fakihlerinden bu­na benzer rivayetler pek çoktur. Bunun aksi davranışlara iten ancak riyaset sevdası ve ilimde insaf sahibi olmamaktır. İbn Abdi'1-Berr der ki: İlmin bere­ketinden ve adabından birisi de ilimde insaf sahibi olmaktır. İnsaf sahibi ol­mayan bir kimse, ne kendisi birşey anlar, ne de başkasına birşey anlatabilir.

Yunus b. Abdi'1-A'la rivayetle dedi ki: İbn Vehb'i şöyle derken dinledim: Ben Malik b. Enes'in şöyle dediğini dinledim: Bizim çağımızda insaftan da­ha az hiçbir şey yoktur.

Derim ki: Bu İmam Malik'in zamanında böyle idiyse, fesadın yaygınlaş­tığı ve bayağılıkların çoğaldığı, ilmin, anlayıp kavramak için değil de başkan­lık için talep edildiği zamanımızda durum nasıldır? Günümüzde ilim, dünya­da üstünlük sağlamak, kalbe katılık veren, kinleri yerleştiren, tartışma ve mü­nazaralar ile akranlara galip gelmek için tahsil edilir birşey oldu. Bu tür mak­satlar ve davranışlar ise takvasızlığa ve yüce Allah'tan korkmayı terketmeye iter. Günümüzün bu durumları nerede, Ömer (r.a)'dan gelen şu rivayetin ifa­de ettiği gerçek nerede? Hz. Ömer dedi ki: Kadınlara vereceğiniz mehirler kırk ukiyeden fazla olmasın . İsterse Zu el-Asaba -yani Yezid b. el-Husayn el-Ha-risi'nın kızı olsun. Her kim bundan daha fazla mehir verecek olursa, bu faz­lalık beytü'l-mal'e konulacaktır. Kadınların bulunduğu taraftan uzunca boy­lu burnu bir parça basık bir kadın kalktı ve: Senin böyle bir şeye yetkin yok­tur, dedi. Hz. Ömer, o da nedenmiş? deyince kadın şu cevabı verdi: Çünkü yüce Allah: "Onlardan birisine yüklerle (mehir) vermiş olsanız bile ondan geri hiçbir şey almayın." (en-Nisa, 4/20) diye buyurmaktadır. Bunun üzeri­ne Hz. Ömer dedi ki: Bir kadın isabet etti, bir adam da yanıldı.

Veki', Ebu Ma'şer'den, o Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediği­ni rivayet etmektedir: Adamın birisi, Ali (r.a)'a bir mes'eleye dair soru sorar.

Hz. Ali de o hususta cevabını verince adam şöyle der: Durum böyle değil ey mü'minlerin emiri, aksine durum şöyle şöyle olmalıdır. Hz. Ali şu cevabı ve­rir: Evet sen isabet ettin ve ben hata ettim. Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır.

Ebu Muhammed Kasım b. Esbağ der ki: Doğu tarafına yolculuk yaptığım sırada Kayrevan'da konakladım. Bekr b. Hammad'dan Müsedded yoluyla ge­len hadisleri aldım. Daha sonra oradan Bağdat'a yolculuk yaptım. İnsanlar­la (alimlerle) karşılaştım. Geri döndüğümde tekrar Bekr b. Hammad'ın ya­nına gidip Müsedded yoluyla gelen hadisleri tamamlamak istedim. Günün bi­rinde ona Peygamber (s.a)'ın şu hadisini okudum: "Peygamber (s.a)'ın hu­zuruna Mudarlılardan çizgili elbiseleri yakalarından delerek giyinmiş  kimseler geldi.[282]  O bana: Bu ifade böyle değil şeklindedir. Ben ona: Hayır buşeklindedir, dedim. Endülüs'te olsun Irak'ta olsun kime bu hadisi okudumsa böylece okudum. Bana şu ce­vabı verdi: Irak'a girmekle bize karşı çıkıyor ve öğünüyor musun? Veya bu­na benzer bir ifade kullandı. Daha sonra bana şöyle dedi: Kalk seninle bir­likte -mescidde bulunan bir hocayı göstererek- şu hocaya gidelim, dedi. Bu gibi şeyleri bilen birisidir. Onun yanına vardık ve bu hususta sorumuzu sor­duk. O da benim dediğim gibi buradaki ifade şeklindedir de­di. Bunlar kumaşları yararak giyen kimselerdi, yakaları ön taraflarına gelir idi. Burada sözü geçen kelimesi ise, kelimesinin çoğuludur. (Bu da bedevi Arapların sardıkları çizgili peştemal demektir). Bekr b. Ham-mad burnunu yakalayarak: Burnum hakkın önünde yere sürtülmüştür. Bur­num hakkın önünde yere sürtülmüştür, dedi ve gitti.

Yezid b. el-Velid b. Abdülmelik'in şu beyitleri ne kadar güzeldir:

"Bir mecliste konuşacak olur isem Konuşmamın varacağı nokta bilgimin son noktasıdır Ben bildiğimi aşarak başka şeyler söylemem Bilgim sona erdiği yerde de susarım." [283]

 

3- Subhaneke, Alim ve Hakîm:

 

"Subhane" kelimesi Halil ve Sibeveyh'e göre masdar olarak mansuptur. Seni şanına layık bir şekilde teşbih ederiz, demektir. el-Kisaî'nin açıklama­sına göre ise bu izafet yapılmış bir nida olduğu için mansuptur.

"Alîm": Bilinen şeylere dair mübalağalı bilgi sahibi olduğunu ifade eder. Şanı yüce Allah'ın yaratıkları hakkındaki sonsuz bilgisini anlatmaktadır.

"Hakîm"in anlamı hükmeden demektir. Kelimenin bu şekli, mübalağa ifa­de etmek içindir. Bunun herşeyi muhkem ve sağlam kılan anlamına geldiği de söylenmiştir.

Buna göre "Hakîm" yüce Allah'ın fiilî sıfatlanndandır. Nasılki (işittirici an­lamına gelen:) müsmi' kelimesi semî' şekline ve (acı veren can yakan anla­mına gelen:) mü'lim kelimesi elîm şekline dönüştürülmüş ise burada da (sağ­lam yapan anlamına gelen) muhkim kelimesi hakîm'e dönüştürülmüştür. Bu açıklamalar İbnu'l-Enbârî'ye aittir.

Kimisine göre de "hakîm" bozuluşu engelleyen anlamındadır. Bundan do­layı maksada aykırı yürüyüp gitmekten atı engellediğinden dolayı geme "hakemetü'l-licam" adı verilmiştir. Cerir der ki:

"Ey Hanife oğulları, ayak takımlarınızı iyi gemleyiniz Çünkü ben size karşı gazaplanmaktan korkuyorum."

Cerir ayak takımlarınızı kötülük yapmaktan engelleyiniz, demek iste­mektedir. Züheyr de der ki:

"Atları süren kişi toynakları aşılıncaya kadar alıp götürür,

Deriden ve kendirlerden onlara gemler yapılmıştır. "

Araplar belli bir işi yapmaktan engellenmesini kastetmek üzere; yetimi şu şu işlerden ihkam et (alıkoy) derler.

"Muhkem sûre" ise, her türlü değişikliklerden ve değiştirmelerden korun­muş, ona ait olmayan bir şeyin kedisine eklenmesi, ondan olmayan bir şe­yin de ona ilave edilmesi önlenmiş sûre demektir.

Hikmet de buradan gelmektedir. Çünkü hikmet, kişiyi cahillikten alıko-yar. Birşeyi sağlam yapıp da isteğinin dışına çıkmasını önlediği vakit, "o şe­yi muhkem yaptı" denilir. "Hakîm" ise, mübalağa ifade eder. [284]

 

33. "Ey Âdem, onlara isimlerini haber ver" diye buyurdu. O da on­lara isimlerini haber verdi. (Allah) buyurdu ki: "Size demedim mi ki gerçekten Ben göklerin ve yerin gizliliklerini de bilirim, açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de bilirim?"

Yüce Allah'ın bu buyruğuna dair açıklamalarımızı beş başlık halinde su­nacağız:

 

1- Eşyanın İsimlerini Haber Vermesi:

 

"Onlara isimlerini haber ver" buyruğu ile yüce Allah, isimleri melekle­re arzettikten sonra eşyanın isimlerini meleklere bildirmesini emretmiştir. Böy­lelikle meleklerin, yüce Allah'ın kendilerine sorduğu şeyler hakkında (Âdem'in) daha bilgili olduğunu bilsinler ve bununla Âdem'in faziletine, şa­nının yüceliğine, dikkatleri çekilmiş olsun. Yüce Allah, Âdem'i meleklerin önü­ne geçirmek, Âdem'e secde etmelerini sağlamak, onları Âdem'in öğrencisi yapmak ve ondan öğrenmelerini emretmek suretiyle Âdem onlardan daha fa­ziletli olmuştur. Böylelikle Hz. Âdem kendisine secde edilmek ve bilginin tah­sis edilmesi suretiyle üstünlük ve büyüklük rütbesini elde etmiş oldu. [285]

 

2- Ayete Göre Bilginin ve Bilginlerin Fazileti:

 

Bu âyet-i kerimede bilginin ve bilginlerin faziletine delil vardır. Hadis-i şe­rifte de şöyle buyurulmuştur: "Melekler, ilim taleb edene hoşnutlukları do­layısıyla kanatlarını (onun önüne) serer."[286] Yani ona boyun eğip alçakgö­nüllülük gösterirler. Yüce Allah'ın diğer kulları arasından özellikle ilim eh­line bunları yapmalarının sebebi, şanı yüce Allah'ın, Âdem (a.s) hakkında me­lekleri böyle bir tavır takınmak zorunda bırakmasıdır. Ondan bu yana me­lekler bu şekildeki bir davranışı kendilerine bir edep haline getirmişlerdir. İşte bundan dolayı, melekler ilme ve alimlere tazimleri dolayısıyla ilmin ta­lebine ve ilimle uğraşmaya razı olduklarından dolayı bir insanın bilgi sahi­bi olduğunu gördükleri vakit, o kimseye karşı alçakgönüllülük gösterir, bo­yun eğer ve tezellül gösterirler. İnsanlar arasından ilim taliplerine karşı du­rumları bu olduğuna göre ya gerçekten büyük ilim sahiplerine ve araların­dan rabbani olanlara karşı tavırlan ne olur? Allah, bizleri bunlardan kılsın, bun­lar arasında bulundursun. Şüphesiz ki O, büyük bir lütuf sahibidir. [287]

 

3- Melekler mi Daha Faziletlidir, Âdemoğulları mı?:

 

Burdan hareketle ilim adamları: Melekler mi daha faziletlidir, yoksa Âde­moğulları mı daha faziletlidir, hususunda iki farklı, görüşe sahip olmuşlardır.

Bir kesime göre, insanların arasındaki rasuller, meleklerin rasullerinden üstündür. İnsanların velileri, meleklerin velilerinden üstündür.

Diğer bir kesime göre Mele-i A'lâ daha üstündür. Melekleri daha üstün ka­bul edenler, yüce Allah'ın şu buyruklarını delil gösterirler:

"Melekler, Allah'ın mükerrem kullarıdır. Sözleriyle O'nuh önüne geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27); "Onlar kendi­lerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa ya­parlar." (et-Tahrim, 66/6); "Mesih de Allah'a kul olmaktan asla çekinmez, mukarreb melekler de." (en-Nisa, 172); "De ki: Ben size, benim yanımda Al­lah'ın hazineleri vardır, demiyorum. Ben gaybı bilirim, de demiyorum. Hiç şüphesiz ben bir meleğim de demiyorum." (el-En'am, 6/50)

Buhari'de de şu ifade yer almaktadır: "Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Her kim beni bir topluluk arasında anarsa Ben de o kimseyi onun top­luluğundan daha hayırlı bir topluluk arasında anarım."[288] Bu ise bu konu­da açık bir nastır.

Âdemoğullarının üstün olduğunu söyleyenler ise, yüce Allah'ın şu buy­ruğunu delil gösterirler: "îman edip salih amel işleyenler şüphesiz bunlar ya­ratılanların en hayırlılarıdır." (el-Beyyine, 98/7) Peygamber efendimizin şu buyruğunu da delil gösterirler: "Şüphesiz melekler, ilim talep edenden hoş­nutlukları kanatlarını (önüne) sererler."[289] Bu hadisi Ebu Davud rivayet et­miştir. Ayrıca yüce Allah'ın meleklere karşı Arafat'ta vakfe yapan hacılarla öğündüğünü belirten hadisleri de delil gösterirler.[290] Ancak daha faziletli olan­la öğünüleceği ise bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kimi ilim adamı da şöyle demiştir: Peygamberlerin meleklerden daha fa­ziletli olduğunu kesin olarak söylemeye imkan olmadığı gibi, meleklerin de onlardan daha hayırlı olduğunu kesin olarak söylemeye imkan yoktur. Çün­kü bu konuda kanaat belirtmenin yolu; yüce Allah'ın ve Rasulünün haberi veya ümmetin icma etmesidir. Bu hususta bunlardan herhangi bir delil bu­lunmamaktadır. Bu konuda Kaderiye'ye ve kadı Ebu Bekr (Allah'ın rahme­ti üzerine olsun)'a muhalefet sözkonusudur. Çünkü bunlar: Melekler daha fa­ziletlidir, demişlerdir. Kadı Ebu Bekir der ki: Bizim mezhep alimlerimizden ve Şia'dan: Peygamberler daha faziletlidir, çünkü yüce Allah meleklere Âdem'e secde etmeleri emrini vermiştir, diyenlere karşılık ise şu cevap ve­rilir: Kendisine secde edilen, secde edenden daha faziletli olmayabilir. Çün­kü Ka'be'nin önünde peygamberlerin secde ettiğini gördüğümüz gibi, bütün yaratıklar da onun etrafında ona doğru secde ederler. Şüphesiz peygamber­ler -ümmetin ittifakı ile- Ka'be'den hayırlıdır. Secdenin Allah'tan başka hiç­bir kimseye yapılmayacağı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. Çünkü sec­de etmek bir ibadettir. İbadet ise ancak yüce Allah'a yapılır. Durum böyle ol­duğuna göre, herhangi bir tarafa secde etmek o cihetin secde edip ibadet edenden daha hayırlı olduğunu göstermez. Ve bu da açık bir husustur.

Bundan sonraki âyet-i kerimede buna dair ek açıklamalar gelecektir. [291]

 

4- Gayb Bilgisi:

 

Yüce Allah'ın: "Gerçekten göklerin ve yerin gizliliklerini de Ben bilirim"

buyruğunda yüce Allah'ın -Peygamber gibi- bildirdiği kimseler veya yüce Al­lah'ın bildirdiği kimselerin bildirdikleri dışında hiçbir kimsenin gaybı bileme­yeceğinin delili vardır. Buna göre (gaybı bilmek iddiasında bulunan) münec­cimler, kâhinler ve benzerleri yalancıdırlar. Buna dair etraflı açıklamalar yü­ce Allah'ın: "Gaybın anahtarları O'nun yanındadır.Kendisinden başkası bunları bilmez." (el-En'am, 6/59) buyruğunu tefsir ederken gelecektir. [292]

 

5- Açıklanan ve Gizlenen Şeyleri Allah Bilir:

 

Yüce Allah'ın: "Neyi açıklarsanız, neyi gizlerseniz yine de bilirim"; ya­ni melekler: "Orada fesat çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?" şeklin­deki sözlerini açığa vurmuşlardır. "Neyi açıklarsanız" buyruğu ile buna işa­ret edilmektedir. Bu açıklamayı Mekkî ve el-Maverdî nakletmiştir. ez-Zehrâvî de der ki: Onların açığa vurdukları Hz. Âdem'e vakit kaybetmeksizin sec­de etmeleridir. "Neyi gizlerseniz" buyruğundan kastedilen ise İbn Abbas, İbn Mes'ud ve Said b. Cübeyr'in açıklamalarına göre İblis'in kendi içinde gizle­diği büyüklük ve masiyet kararıdır. İbn Atiyye de der ki: "Gizlerseniz" buy­ruğunun bu görüşe göre gizleyen tek bir kişi olmakla birlikte çoğul gelme­si, Arapların, bu konudaki üslupları ve gerektiğinde kuralları aşmalarıdır. Ni­tekim bir toplulukta bayağı bir kimse bir cinayet işleyecek olursa, o toplulu­ğa: Bu işi siz yaptınız, denilir, ancak kastedilen: Bunu yapan kimse sizin ara­nızdan bir kimsedir, şeklindedir. Bu şekilde bir ifade azarlamak kasdıyla kullanılır. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "Muhakkak oda­ların arkasından sana seslenenlerin çoğunun akılları ermez." (el-Hucurat, 49/4) Halbuki onlar arasından Hz. Peygamber'e bu şekilde seslenen sadece Uyeyne (b. Hısn el-Fezarî)'dir. Bir görüşe göre ise Akra' (b. Habis)dir.

Bir grup müfessir de şöyle demiştir: Burada sözü geçen açıklamak da giz­lemek de onların tümünün bütün gizliliklerinin ve açıkladıklarının bilindiği­ni genel olarak ifade etmektedir.

Mehdi b. Meymun der ki: el-Hasen'in yanında bulunuyorduk. Ona el-Hasen b. Dinar, meleklerin gizlediği neydi, diye sorunca şu cevabı verdi: Yü­ce Allah, Âdem'i yarattığında melekler hayret edilecek bir yaratık görmüş ol­dular. Sanki bundan dolayı içlerine birşey düşmüş gibidir. Devamla dedi ki: Sonra biribirlerine döndüler ve bunu kendi aralarında gizli tutmaya çalışa­rak: Bu yaratık ne diye sizi endişelendirsin ki? Şüphesiz yüce Allah, neyi ya­ratırsa yaratsın, mutlaka biz o yarattığından Allah katında daha üstün ve de­ğerli olacağızdır, dediler.

"Neyi açıklarsanız" buyruğundaki "Ne", "Bilirim" anla­mındaki fiil ile nasb mahallinde olabilir. Bunun: "Bilen" anlamına ism-i tafdil olması ve "ne" anlamındaki edatın onunla mansup kabul edilmesi de müm­kündür. O taktirde buyruk (bu yönüyle) "Allah'ın Evi'ni zi­yaret edenler" tabirine benzer. Buna dair açıklamalar daha önceden (.2/30. âyetin sonlarında) geçmiş bulunmaktadır. [293]

 

34. Hani Biz, meleklere: "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dı­şında derhal secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlenerek kâfir­lerden oldu.

Buna dair açıklamalarımız on başlık halinde verilecektir:

 

1- Biz Demiştik..:

 

Yüce Allah'ın “Ve iz kulna” buyruğu: "Hatırla ki Biz" anlamındadır. Ebu Ubeyde'nin burada yer alan “İz” edatı fazladır, şeklindeki açıklaması uygun de­ğildir. Çünkü bu kelime zarftır. Buna dair açıklamalar daha önceden (2/30. âyet birinci başlıkta) yapılmıştır. "Demiştik" diye buyurulup da "demiştim" buyurulmamasının sebebi, yüce ve cebbar olan Allah'ın kendi zatı hakkın­da; zatını yüceltmek ve zikrini yükseltmek için çoğul zamiri kullanmasıdır.

"Melâike" kelimesi "melek" kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklama­lar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır.[294] Aynı şekilde Âdem kelimesi­ne dair açıklamalar ve bunun türediği kök hakkındaki bilgiler de önceden verilmiştir.[295] tekrarlanmasının anlamı yoktur.

Ebu Cafer b. el-Ka'ka'ın "li'l-melâiketi" kelimesini daha sonra gelen "uscu-dû" kelimesinde yer alan cim harfinin ötreli (cu) şeklinde okunduğu için ona rivayetle "li'1-melaiketu" şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. "Elhamdülillahi" ibaresini "elhamdülüllahi" [296] şeklinde okumak da buna benzemektedir. [297]

 

2- Secde:

 

"Secde edin" emri sücud kökünden gelmektedir. Arap dilinde bunun ifade ettiği anlam boyun eğdiğini ve zilletle itaat ettiğini göstermektir. Şair der ki:

"Ve öyle bir toplulukla ki, beyaz çizgili siyah atlar etraflarında kayboluyor Küçük tepelerin toynakları altında secde ettiğini görürsün." Şair, burada tepelerin atların toynaklarına secde ettiğini söylemektedir. Çünkü toynaklar tepeleri çiğnemekte ve tepeler kendilerini onlara karşı koruyamamaktadır.

"Secde eden göz" tabiri, bakmaktan çekinen göz demektir. Secde et­menin en ileri derecesi yüzü yere koymaktır. İbn Faris der ki: Eğilme söz-konusu olduğu zaman "secde etti" denilir. Secde eden herkes alçalmış olur. "İscad" bakışı sürdürmek demektir. Ebu Amr der ki: Başını önüne eğdiği za­man "escede" denilir. Şair der ki:

"Secde ettirildi develerinin yularlarına

Hıristiyanların, hahamlarının önünde secde edişi gibi."

Ebu Ubeyde der ki: Esedoğullarından bir bedevî Arap bana şunu okudu:

"Ve ona: Leyla'ya secde et, dediler, o da secde etti."

Şair, burada başını önüne eğen deveyi kastetmektedir. "İscad dirhemleri" ise, üzerlerinde onlara karşı secde ettikleri birtakım re­simler bulunan dirhemler demektir. Şair der ki:

"İscad dirhemleri gibi onunla karşılaştı." [298]

 

3- Âdem'i ve İnsanları Meleklerden Üstün Görenler ile Âdem'e Secde Emrinin Hikmeti:

 

Adem'i ve onun soyundan gelenleri üstün kabul edenler, yüce Allah'ın meleklere: "Âdem'e secde edin" buyruğunu delil gösterir ve şöyle derler: İşte bu, Hz. Âdem'in meleklerden üstün olduğunun delilidir. Buna cevap şudur: "Âdem'e secde edin" buyruğunun anlamı: Âdem'in yüzüne yönelerek bana secde edin, demektir. Bu, yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Güneşin kaymasından dolayı namaz kıl" (el-İsra, 17/78); güneşin kay­ması esnasında namaz kıl, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir: "Ona ruhumdan üflediğim zaman siz derhal onun için secdeye kapanın" (el-Hicr, 15/29; Sad, 38/72); onun yaratılışını tamamladığım ve siz onunla karşı karşıya geldiğiniz vakit Benim için secdeye kapanınız, demektir. Kendisine secde edilen kimsenin, secde edenden daha faziletli olamayacağını, kıbleye yönelerek secdede bulunmayı delil göstererek açıklamış bulunuyoruz.

Eğer: Âdem onlardan daha faziletli değil ise, ona meleklerin secde etme emrinin veriliş hikmeti nedir, diye sorulacak olursa; şu şekilde cevap veri­lir: Meleker teşbih ve takdisleri ile bir parça kendilerini büyük görür gibi olun­ca, Allah, onlara kendisinden başka birisine secde etmeleri emrini verip ken­dilerine muhtaç olmadığını, ibadetlerine ihtiyacı bulunmadığını göstermek istemiştir. Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Melekler Âdem (a.s)'ı kusur­lu buldular, onu küçük gördüler. Halbuki yaratılışının özelliklerini bilmiyor­lardı. Bundan dolayı onun şanını, şerefini yükseltmek üzere ona secde etmek­le emrolundular. Yüce Allah'ın onlara Âdem'e secde etme emrini vermesinin kendilerine: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi­ğinde meleklerin: "Orada fesad çıkartacak., bir kimse mi yaratacaksın" de­melerine bir ceza olarak Âdem'e secde etmelerini emretmiş olması da ihti­mal dahilindedir. Şanı yüce Allah, kendilerine bu şekilde hitap edeceği va­kit onların bu şekilde cevap vereceklerini de biliyordu. O bakımdan yüce Al­lah onlara: "Şüphesiz Ben çamurdan bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) ve onu halife kılacağım, ona kendi ruhumdan üflediğim vakit siz de ona sec­deye kapanınız, diye emir buyurdu. Yani, bu sizin şu anda bana söylediği­nize ceza olmak üzere  böyle olacaktır, demektir.

Denilse ki: İbn Abbas, insanların daha faziletli oluşuna şunları delil gös­terir: Şanı yüce Allah, yüce Rasulünün hayatına şu buyruğuyla kasem etmiş­tir: "Hayatın hakkı için onlar gerçekten sarhoşlukları içerisinde şaşkın bir haldedirler." (el-Hicr, 15/72) Diğer taraftan şu buyruğuyla da Hz. Peygam-ber'e Allah'ın azabından yana güvenlik vermiştir: "Ta ki Allah, geçmiş ve ge­lecek günahlarını mağfiret etsin." (el-Feth, 48/2) Buna karşılık meleklere de şöyle buyurmaktadır: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım, derse Biz onu cehennemle cezalandırırız." (el-Enbiya, 21/29) diye buyurmuştur.

Böyle sorana cevabımız şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendi hayatına ka­sem ederek: "Hayatıma andolsun" demediği gibi, meleklerin hayatına da ka­sem etmemiştir. Buna karşılık O, göklere ve yere yemin etmiştir. Bu ise on­ların Arştan ve sekiz cennetten daha üstün ve değerli olduğunun delili de­ğildir. Yine yüce Allah, incire ve zeytine de yemin etmiştir.

Şanı yüce Allah'ın: "Onlardan her kim: Ben ondan gayrı ilahım derse.." buyruğu ise, yüce Allah'ın Peygamberine şu buyruğunu andırmaktadır: "An­dolsun eğer sen şirk koşarsan hiç şüphesiz amelin boşa çıkar ve şüphesiz zi­yan edenlerden olursun" (ez-Zumer, 39/65) Buna göre, İbn Abbas'ın bu açık­lamalarında, (Hz. Âdem'in ve oğullarının meleklere) üstünlüğüne delalet ede­cek ifadeler yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [299]

 

4- Meleklerin Âdem'e Secde Şekli:

 

İlim adamları, meleklerin Âdem'e secdelerinin, ibadet mahiyetini taşımadığı üzerinde ittifak etmekle birlikte, secdelerinin keyfiyeti hakında farklı gö­rüşlere sahiptirler. Cumhur der ki: Bu, namazda alışılmış secdede olduğu gi­bi alnı yere koymak şeklinde meleklere verilmiş bir emir idi. Çünkü örfte olsun, şeriatte olsun, secde etmekten açıkça anlaşılan budur. Buna dayanı­larak şöyle denilmiştir: Bu secde, Âdem'e bir ikram ve onun faziletini açık­ça ortaya koyuş, yüce Allah'a da itaat mahiyetinde idi. Hz. Âdem de bu du­rumda bizim için kıblenin konumuna benzer bir konumda idi. Buna göre "Âdeme" ifadesinin anlamı "Âdem'e doğru secde edin" demektir. Nitekim kıb­leye namaz kıldı, denilirken kıbleye doğru namaz kıldı denilmek istenir.

Bir başka kesim de şöyle demiştir: O secde, günümüzde alışılmış olan al­nın yere konulması şeklinde değil idi. Sözü geçen bu secde, kelime olarak dildeki aslî manası üzerinde bırakılmıştır. Bu aslî anlamı ise zillet göstermek ve itaat etmektir. Buna göre "Âdem'e secde edin" buyruğu; "Âdem'e boyun eğip itaat edin, onun faziletini ikrar ve kabul edin" demektir. "Derhal secde ettiler" buyruğu da onlara verilen emri yerine getirdiler, demektir.

Yine şu hususta da farklı görüşler ortaya atılmıştır: Acaba bu şekilde sec­de etmek, Âdem (a.s)'a ait bir özellik mi idi? Buna göre, yüce Allah dışında bütün kainatta ondan başkasına secde caiz olmaz mı demektir, yoksa Hz. Âdem'den sonra da Hz. Yakub zamanına kadar yaratıklara secde etmek ca­iz mi idi? Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Babasını ve annesini tah­tın üzerine çıkarttı (oturttu), hepsi de ona secdeye kapandılar" (Yusuf, 12/100) Buna göre acaba yaratıklara secdenin mubah kılındığı son hal bu mu­dur? Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre yaratıklara da secde Rasulullah (s.a)'ın dönemine kadar mubah idi. Ashabı; ağaç ve deve Rasulullah'a sec­de ettiğinde şöyle demişti: Ağaçtan ve ürküp kaçan deveden sana secde et­meye biz daha layıkız. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Alem­lerin Rabbi olan Allah'tan başka hiçbir kimseye secde edilmemelidir."

İbn Mace Sünen'inde, el-Büstî de Sahih'inde Ebû Vakid'in şöyle dediği­ni rivayet etmektedirler: Muaz b. Cebel, Şam'dan gelince Rasulullah (s.a)'ın önünde secdeye kapandı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a): "Bu da ne oluyor?" deyince Muaz şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben Şam'a vardım, baktım ki onlar yüksek kumandanlarına ve büyük din adamlarına secde ediyorlar, ben de bu işi sana yapmak istedim. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle birşey yapma, çünkü ben herhangi bir şeyin herhangi bir şeye secde etmesini emredecek olursam, kadına kocasına secde etmesini emrederdim. Kadın kocasının hakkını yerine getirmedikçe Rabbinin hakkını yerine getir­miş olmaz. Hatta deve üzerine vurulan eğere çıkmış olsa dahi kocası yanı­na gelmesini isteyecek olursa ona karşı çıkmamalıdır."[300] Hadisin bu lafzı el-Büstî'ye aittir. Deveye vurulan eyer (el-kateb)ın anlamı şudur: Arapların yanında doğum yapmak için özel sandalye çok az bulunurdu. O bakımdan doğum esnasında hanımlarını bu şekilde develerin üzerine vurulan eyerle­re (el-kateb) oturtur ve taşırlardı. Hadisin Muaz yoluyla gelen rivayetlerinin birisinde de şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber insanlara secde etmeyi ya­sakladı ve buna karşılık musafaha yapmayı emretti.

Derim ki: Sûfilerin cahilleri semaları, şeyhlerinin huzuruna girmeleri ve istiğfarda bulunmaları esnasında yapılması yasaklanan bu şekilde secde et­meyi adet haline getirmişlerdir. Onlardan herhangi birisi kendinden geçip cez­be haline geldiğinde iddiasına göre daha kıdemli olanların önünde secde edermiş. Ancak bu onun bilgisizliğinden dolayıdır. Bilgisizliğinden dolayı kıb­leye doğru mu başka tarafa doğru mu secde ettiğine de dikkat etmez. On­ların bu şekildeki amelleri bir sapıklıktır ve boşa çıkmıştır. [301]

 

5- İblis:

 

"İblis dışında derhal secde ettiler" buyruğunda yer alan İblis kelimesi­nin mansub olması (yani sin harfinin üstün olması) istisnanın muttasıl olma­sı dolayısıyladır. [302] Çünkü İblis, cumhurun görüşüne göre meleklerden idi. Bunlar arasında İbn Abbas, İbn Mes'ud, İbn Cüreyc, İbnu'l-Müseyyeb, Kata-de ve başkaları da vardır. Şeyh Ebû'l-Hasen'in benimsediği görüş de budur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Âyetin zahirinden anlaşılan da budur. İbn Abbas der ki: İblis'in adı Azâzîl idi, meleklerin en şereflilerindendi. O dört kanatlı bir melekti, bundan sonra ise, bunlardan mahrum bırakıldı.

Simak b. Harb'ın İkrime'den rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: İb­lis meleklerden idi, yüce Allah'a asi olunca Allah, ona gazab etti, ona lanet etti ve şeytan oldu.

el-Maverdî'nin Katade'den naklettiğine göre ise İblis meleklerin en üstün türlerinden idi. Bu türe "el-cinne" denilir.

Said b. Cübeyr der ki: Cinler meleklerden bir koldur. Bunlar ateşten ya­ratılmıştır. İblis de bunlardandır. Diğer melekler ise nurdan yaratılmışlardır.

İbn Zeyd, el-Hasen ve yine Katade der ki: Âdem nasıl insanların babası ise İblis de cinlerin babasıdır. O bir melek değildir. Buna yakın bir ifade İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir. O der ki: Onun asıl adı "el-Hâris"dir.

Şehr b. Havşeb ve bazı usulcüler der ki: İblis yeryüzünde yaşayan ve me­leklerin kendileri ile savaştığı cinlerden idi. Melekler onu küçükken esir al­mış, o da meleklerle birlikte ibadet edip durmuş ve meleklerle birlikte ona da hitap edilmiştir. Ayrıca bunu Taberi, İbn Mes'ud'dan da rivayet etmiştir. Buna göre buradaki istisna munkatı'dır.[303] Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Onların bir zanna uymaktan başka buna dair hiçbir.bilgileri yok­tur." (en-Nisa, 4/157) Konu ile ilgili iki görüşten birisine göre şu âyet-i ke­rimedeki istisna da böyledir: "... kestikleriniz hariç olmak üzere" (el-Maide, 5/3) Şairin şu sözleri de bu tür bir istisnadır:

"Senin için susuzluk da açlık da yoktur

Uyumaktan başka ve uyumak da yasaktır."

Bu görüşü savunanlardan kimisi şunu da delil göstermektedir: Yüce Al­lah, melekleri nitelendirirken şöyle buyurmuştur: "Onlar kendilerine verdi­ği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa yaparlar." (et-Tahrim, 66/6) Diğer taraftan İblise dair şu âyet-i kerimeyi de görüşlerine de­lil göstermektedirler: "İblis müstesna, hemen secde etmişlerdi, o ise cinler­dendi." (el-Kehf', 18/50) Cinler ise meleklerden ayrı yaratıklardır.

Birinci görüşün savunucuları buna şu şekilde cevap verirler: Şanı yüce Al­lah, bedbaht olacağını ezelden beri bildiğinden dolayı İblis'in meleklerin dı­şına çıkması -yüce Allah'ın adaleti gereği- imkansız birşey değildir. Ve O, yap­tığından sorumlu tutulmaz. Diğer taraftan onun ateşten yaratılmış olması da Allah'ın kendisine gazap ettiği esnada, yapısına şehvet ve arzunun yerleşti­rilmesi de onun meleklerden olmasını reddetmek özelliğinden değildir.

İblis, yeryüzünde bulunan cinlerden idi, sonradan esir alındı, diyenlerin görüşlerine gelince, bu rivayete karşılık olarak İblisin meleklerle birlikte yer­yüzünde bulunan cinlere karşı savaştığına dair rivayetler de gelmiştir. Bunu da el-Mehdevî ve başkası nakletmiştir. es-Salebî de İbn Abbas'tan şunu nak­letmektedir: İblis, Semûm ateşinden yaratılmış bulunan ve "cin" diye adlan­dırılan taifeden olup bunlar meleklere mensup bir kabile idiler. Ancak me­lekler nurdan yaratılmışlardır. İblis'in Süryanice adı "Azâzîl" Arapça adı "el-Hâris" idi. Cennetin bekçilerindendi. Dünya seması meleklerinin başı idi. Ora­nın ve yeryüzünün etki ve otoritesi elinde idi. Melekler arasında en çok iba­det eden ve en bilgili olanlarındandı. Göklerle yer arasındakileri idare eder­di. O bundan dolayı kendisinin üstün bir şeref ve azamet sahibi olduğu gö­rüşüne kapıldı. İşte onu küfre iten budur. Bunun sonucunda yüce Allah'a asi oldu, Allah da onu kovulmuş bir şeytana dönüştürdü. Bir adamın işlediği gü­nah eğer kibir ile birlikte ise, ondan pek birşey umma. Eğer onun günahı bir masiyet ise, ondan hayır umabilirsin. İşte Hz. Âdem'in günahı bir masiyet idi, İblisin günahı ise kibirden kaynaklanıyordu. Ayrıca -gözle görülmedikleri için-meleklere cin adı da verildiği olur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurul-matadır: "Onlar kendisiyle cinler arasında bir nesep uydurdular" (es-Saffat, 37/158). Şair de Hz. Süleyman'ı sözkonusu ederken şöyle demektedir:

"Meleklerin cinlerinden (görünmeyenlerinden) dokuz tanesini müsahhar kıldı,

Onun huzurunda ayakta dururlar, ücretsiz çalışırlardı."

Diğer taraftan İblis cennetin bekçilerinden olduğundan dolayı ona nisbet edilmiş ve böylelikle onun ismi (cin), cennetin adından türetilmiştir. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır.

İblis kelimesi, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek anlamına gelen "iblâs" kökünden türemiştir. Bu görüş Ebû Ubeyde ve başkalarına aittir. Zayıf bir gö­rüşe göre bu kelime Arapça olmadığından dolayı Arapça bir kökten de tü­remiş değildir. Bu görüş de ez-Zeccac ve başkalarına aittir. [304]

 

6- Secde Etmemenin Pişmanlığı:

 

"O ise dayattı" buyruğu kendisine verilen emri yapmayı kabul etmedi, de­mektir. Ebû Hureyre'den gelen sahih hadiste de bu durum ifade edilmekte­dir. Peygamber (s.a) buyurdu ki: "İbn Âdem secde (âyetini) okur da secde ettiği takdirde şeytan uzaklaşıp ağlar ve: Vay benim halime, der. Âdemoğlu-na secde etmesi emrolundu, o da secde etti, buna karşılık ona cennet veri­lecektir. Ben de secde etmekle emrolundum, fakat kabul etmedim, dayattım. O bakımdan bana da cehennem var." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [305]

 

7- Müstekbirlik Şeytanın Huyudur:

 

"Ve kibirlenerek kafirlerden oldu." îstikbâr; kişinin kendisini büyük gör­mesi demektir. İblis kendisinin secde etmesini hoş karşılamamış, Âdem'e sec­de yapılmasını da büyük bir iş gibi görmüş gibidir. Dolayısıyla Âdem'e sec­de etmeyi terketmesi, yüce Allah'ın emir ve bu emirdeki hikmetini anlamsız görmesi demektir. İşte bu şekildeki bir büyüklenmeyi Hz. Peygamber şöy­lece ifade etmektedir: "Kalbinde bir hardal tanesi ağırlığı kadar kibir bulu­nan bir kimse cennete girmeyecektir."[306] Bir diğer rivayete göre de adamın birisi şöyle demiş: Kişi elbisesinin güzel, ayakkabısının güzel olmasını ister. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle der: "Şüphesiz Allah güzeldir, güzel ola­nı sever. Kibir ise hakka karşı çıkmak ve insanları hakir görmektir." Bu ha­dis Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[307] Hakka karşı çıkmanın anlamı ise onu anlamsız görmek, onu batıl kabul etmektir. "İnsanları küçük görmek" de onları hakir görmek, onları küçümseyerek alay etmektir. Yani bir kimseyi kü­çük görmek, önemsiz ve değersiz bulmaktır. Nimete şükür edilmediği zaman da nimet önemsiz bulunmuş olur. İşte o lanetlik yaratığın bu hususu, açık bir şekilde dile getirmiş olduğunu da şu âyet-i kerimeler bize aktarmaktadır: "Ben O'ndan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın." (el-Araf, 7/12); "Ben, çamurdan yarattığın bir kişiye secde eder miyim?" (el-İsra, 17/61); "Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir beşere secde edecek değilim" (el-Hicr, 15/33). Bu şekilde büyüklük tas­ladığı için Allah da onun kafir olduğunu beyan buyurmuştur. Buna göre, yü­ce Allah'ın emirlerinden yahut onun Rasulünün emirlerinden herhangi bir şe­yi anlamsız ve basit gören herkesin hükmü İblisin hükmü ile aynı olur. Bu, hakkında ihtilaf edilmeyen hususlardandır.

İbnü'l-Kasım'ın İmam Malik'ten rivayetine göre o şöyle demiştir: Bana ulaş­tığına göre, ilk masiyet, kıskançlık ve kibirdir. İblis Âdem'i kıskandı ve ağaçtan yemeyi onu teşvik etti.

Katade de der ki: İblis Âdem'i Allah Teala'nın ona verdiği lütuflara karşı kıskandı ve şöyle dedi: Ben ateşten yaratıldım, bu ise çamurdan.

Günahların başlangıcı kibirlenmektir. Bundan sonra ise hırstır. Nihayet Âdem ağaçtan yedi. Daha sonra ise, kıskançlıktır. Çünkü Âdem'in oğlu, kardeşini kıskanmıştır.[308]

 

8- Müstekbir Şeytan, Kâfirlerdendir:

 

Yüce Allah'ın: "Kafirlerden idi" buyruğunun; Kâfirler­den oldu, anlamında olduğu söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "O da suda boğulanlardan oldu" (Hud, 11/43) buyruğu da bu türdendir. Şa­ir de şöyle demektedir:

"Uçsuz bucaksız kupkuru bir çöldeki binektir sanki

Ele avuca gelmez ve yumurtalarından çıkıp yavru olmuş kekliğe benzer."

İbn Fûrek der ki: Burada yer alan "Kâne: idi," kelimesinin "Sâre: Oldu" anlamına alınması yanlıştır ve bu konudaki asıl kaidelere aykırıdır. Tefsirci-lerin çoğunluğu ise şöyle demiştir: Anlamı şudur: Yani yüce Allah'ın ezelî il­minde onun kafir olacağı bilinen bir husustu. Çünkü gerçek manada kafir ve gerçek manada mü'min şanı yüce Allah'ın vefat halinde ne şekilde öleceği­ni bildiği kimsedir.

Derim ki: Bu açıklama şekli doğrudur. Çünkü Buhârî'de yer aldığına gö­re Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ameller ancak sonuçları ile değer­lendirilir." [309]

Denildiğine göre İblis, yüce Allah'a seksenbin yıl ibadet etmiş, ona baş­kanlık ve cennet bekçiliği -istidrac olmak üzere- verilmiştir. Tıpkı münafık­lara dillerinin ucundan la ilahe illellah şehadetinde bulunma imkanı verildiği gibi, tıpkı Bel'am (b. Baura)'ya yine dilinin ucundan İsm-i A'zam'ı söyle­mek imkanı verildiği gibi. Bu başkanlığı sebebiyle İblis'in içinde büyüklük, kibir iyice yer etmişti. İbn Abbas der ki: İblis kendisinin sahip olduğu bu im­kanlar sebebiyle, meleklerden üstün olduğu görüşünde idi. Bundan dolayı "ben ondan daha hayırlıyım" demişti. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu se­bep dolayısıyladır: "Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni alıkoyan nedir? Sen büyüklendin mi, yoksa yücelerden mi oldun (zannediyorsun)?" (Sad, 38/75) Yani sen bizzat büyük olmadığın halde büyüklük tasladın (is-tikbâr) . Halbuki Ben, bizzat büyük olduğum halde onu kendi ellerimle ya­rattığımda herhangi bir şekilde büyüklenmedim. İşte bundan dolayı yüce Al­lah "kafirlerden oldu" diye buyurmaktadır. Onun yaratılışının aslı izzet ate­şiydi. Bundan dolayı yüce Allah'ın izzetine yemin ederek şöyle demişti: "Senin izzetin hakkı için hepsini muhakkak azdıracağım." (Sad, 38/82) İşte bu izzet dolayısıyla o, kibirlendi ve nihayet kendisinin Âdem'den üstün olduğu görüşüne kapıldı.

Ebû Salih'ten gelen rivayete göre o şöyle demiştir: Melekler izzetin nurun­dan İblis de izzetin narından (ateşinden) yaratılmıştır.[310]

 

9- Kerametler Veya Olağanüstü Haller:

 

İlim adamlarımız -yüce Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Pey­gamber olmayanların elleri vasıtasıyla şanı yüce Allah'ın izhar ettiği birtakım kerametlerle olağanüstü haller, o kişinin veli oluşunun delili değildir. İlim adamlarımız, bu görüşleriyle kimi mutasavvıflara ve rafızîlere muhalefet ederler. Çünkü bunlar şöyle der: Bu gibi haller o kişinin veli olduğunun de­lilidir. Çünkü o kişi, veli olmasaydı şanı yüce Allah, bu gibi şeyleri onun el­leri vasıtasıyla izhar etmezdi.

Bizim delilimiz, bizden bir kimsenin (yani bir insanın) şanı yüce Allah'ın velisi olduğunu bilmek, ancak onun mü'min olacağını bilmekten sonra sa­hih bir delil olabilir. O kişinin mü'min olarak öleceği bilinmeyeceğine göre, bizim o kişinin yüce Allah'ın bir velisi olduğunu kesinlikle söylemek imka­nımız olmaz. Çünkü yüce Allah'ın gerçek velisi, yüce Allah tarafından mut­laka iman ile öleceği bilinen kimsedir. Böyle bir kimsenin iman üzere öle­ceğini kesinlikle söylemek imkanına sahip olmadığımızı ittifakla kabul etti­ğimize göre, hatta o kişinin kendisi dahi iman üzere öleceğini kesinlikle söy­leyemediğine göre, onun bu harikulade halinin yüce Allah'ın velisi olduğu­nun delili olmadığı ortaya çıkar. İlim adamlarımız devamla derler ki: Bunun­la birlikte şanı yüce Allah'ın bazı velilerini (gerçek dostlarını) güzel akıbe­tine ve amelinin nihaî haline kendisi ile birlikte başkalarının da durumuna muttali kılması imkansız birşey değildir. Bu görüşü şeyh Ebû'l-Hasen el-Eş'arî ve başkaları ortaya koymuştur.

Taberi'nin görüşüne göre ise şanı yüce Allah, bu İblis kıssası ile, Âdemoğullarından ona benzeyen kimseleri azarlamak istemiştir. Bunlar ise, peygam­berliğini bilmelerine ve çok eskiden beri Allah'ın üzerlerine ve geçmişleri­ne olan ni'metlerini bilmelerine rağmen Muhammed (s.a)'ı inkar eden yahudilerdir. [311]

 

10- İblis'ten Önce Kafir Var mıydı?:

 

İblisten önce kafirin olup olmadığı hususu ile ilgili farklı görüşler belir­tilmiştir. Kimisine göre, yoktur, İblis, inkar edip kafir olan ilk kişidir. Kimi­sine göre ise, ondan önce cinlerden kafirler vardı ve bunlar yeryüzünde ya­şıyorlardı.

Yine İblisin küfrü cehlî (bilgisizlikten) miydi, yoksa inadî miydi konusun­da da Ehl-i Sünnet âlimleri arasında iki ayrı görüş vardır. Bununla birlikte ka­fir olmadan önce onun yüce Allah'ı bilen bir kimse olduğu hususunda gö­rüş ayrılığı yoktur. İblisin cehlî olarak kafir olduğunu kabul edenler şöyle der: O kafir olduğu vakit, ilimden mahrum bırakıldı. İblisin küfrünün inadî oldu­ğunu söyleyenler de şöyle der: O, bilgiye sahip olmakla birlikte kafir oldu. İbn Atiyye der ki: İlmi kalmakla birlikte inadî olarak kafir olmak uzak bir ih­timaldir. Ancak bana göre bu caizdir (mümkündür). Yüce Allah'ın dilediği kimseyi tevfikinden mahrum kılmasıyla birlikte imkansız değildir. [312]

 

35. Ve dedik ki: "Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş ve ondan istediğiniz gibi bol bol, afiyetle yeyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız-, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz."

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde yapacağız:

 

1- Cennette Yerleşmek:

 

"Dedik ki: Ey Âdem, sen zevcenle birlikte cennette yerleş." Kafir olma­sı ile birlikte yüce Allah'ın İblis'i cennetten çıkartıp uzaklaştırdığında görüş aynlığı yoktur. Onun çıkartılmasından sonra da yüce Allah, Hz. Âdem'e: "yer­leş" emrini vermiştir. Yani orada ikamet et ve orayı mesken tut. Mesken sü­kûn bulma yeridir. Ateşe de "seken" denilir. Şair der ki:

"O (mızrak) seken (ateş) ile ve yağlarla düzeltilmiştir."

Yine seken, kendisiyle huzur bulunan herşeydir. Bıçağa da "(aynı kökten gelmek üzere) sikkîn" denilir. Bıçağa bu adın veriliş sebebi onun vasıtasıy­la kesilen hayvanın hareketinin durdurulması (teskin edilmesi)dir. Tasarru­funun ve hareketinin azlığı dolayısıyla da yoksula (aynı kökten gelmek üzere) "miskîn" denilir. Geminin dümenine de "sükkân" denilir. Çünkü ge­minin çalkalanmasını önler ve ona bir sükûnet kazandırır. [313]

 

2- Hz. Âdem'e "Yerleş" Denilmesi ve Süknâ, Umrâ ve Benzeri Akidler:

 

Yüce Allah'ın "yerleş (uskun)" diye buyurması, oradan zamanla çıkaca­ğına dikkat çekmektedir. Çünkü sakin olmak, mülk edinmek değildir. Bun­dan dolayı, arifin birisi şöyle demiştir: Sükna (mesken edinip yerleşmek) bel­li bir süreye kadardır, sonra sona erer. Âdem ile Havva'nın cennete girişle­ri işte böyle bir giriş idi. Yoksa orada ikamet etmek için değil idi.

Derim ki: Durum böyle olduğuna göre, bu ilim adamlarının çoğunluğu­nun şu sözlerine de delalet etmektedir: Bir kimse birisini kendisine ait olan bir meskende iskan ettirse, iskan edilen kişi orayı süknâsıyla mülk edinmiş olmaz. Bu iskan süresi sona erdi mi; o mesken sahibi iskan ettiği kişiyi çı­kartabilir. eş-Şa'bi şöyle dermiş: Bir adam: Sen ölene kadar bu evimin süknası senin olsun, diyecek olsa, hayatı boyunca ve ölümü halinde de o ev onundur. Şayet: Sen ölene kadar bu evimde iskan ol diyecek olur ise, ölme­si halinde o ev asıl sahibine döner.

"Umrâ" da süknâya benzemektedir. Şu kadar var ki umrâ hakkındaki gö­rüş ayrılıkları süknâ hakkındaki görüş ayrılıklarından daha güçlüdür. "Um-râ"ya dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Hud sûresinde[314] gelecektir.

el-Harbî der ki: İbnu'l-A'rabî'yi şöyle derken dinledim: Bu gibi şeylerin, asıl sahiplerinin elinde mülk kaldığı, menfaatlerinin ise kendisine umrâ ve rukbâ, ifkâr, ihbâl, minha, ariyye, süknâ ve itrak kime verilirse onlara ait ola­cağı hususunda Araplar arasında görüş ayrılıkları yoktur. Bu, İmam Ma-lik'in ve onun mezhebini kabul edenlerin bu türden yapılan bağışların sade­ce menfaatlerine malik olunacağı, kendilerine (rakabelerine) malik olunama­yacağı şeklindeki görüşlerine bir delildir. Bu, aynı zamanda Leys b. Sa'd'ın, Kasım b. Muhammed'in ve Yezid b. Kusayt'ın da görüşüdür.

"Umrâ": Senin bir kimseyi sana ait olan bir evde senin yahut onun öm­rü boyunca iskân ettirmektir. Rukbâ da böyledir. Bu da bir kimsenin bir di­ğerine: Bu ev sen benden önce ölürsen bana dönecek, ben senden önce ölür­sem, senin olacaktır. Bu kelime "(gözetlemek anlamına gelen) muraka-be"den gelmektedir, demesidir. Murakabe ise, onlardan her birisinin ötekinin ölümünü gözetlemesi demektir. Bundan dolayı bunun caiz olup olma­dığı hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Ebû Yusuf ve Şafii bunu ca­iz kabul etmişlerdir. Onlara göre bu, bir vasiyet gibidir. İmam Malik ve di­ğer Küfe âlimleri ise bunu caiz kabul etmemektedir. Çünkü onların her bi­risi kendisi lehine gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini bilmediği bir ivazı mak­sat olarak gözetmekte ve her birileri arkadaşının ölümünü adeta temenni et­mektedir. Bu konuda, hem caiz gören hem de men'eden iki hadis-i şerif var­dır ki bu ikisini de İbn Mace Sünen'inde kaydetmektedir. Birincisini Câbir b. Abdullah rivayet etmiştir. Buna göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Um-râ, kendisine verilen kimse için caizdir, rukbâ da kendisine verilen kimse için caizdir." [315]

Bu hadis-i şerifte umrâ ile rukbâ arasında hüküm bakımından bir eşitlik sözkonusudur.

İkinci hadis ise, İbn Ömer'den gelmektedir. Buna göre Rasulullah (s.a) şöy­le buyurmuştur: "Rukbâ diye birşey yoktur. Her kime herhangi bir şey ruk­bâ diye verilecek olursa, hayatı boyunca da ölümünden sonra da o şey onun­dur." İbn Ömer der ki: Rukbâ kişinin ötekine: "İkimizden hangisi daha ön­ce ölürse ötekinin olsun" demesidir.[316]

Hadis-i şerifte "rukbâ yoktur" ifadesi böyle bir şeyin yasaklığını ifade eden bir nehiydir. "Her kime rukbâ olarak birşey verilirse o onundur" buyruğu ise bunun caiz olduğuna delalet etmektedir. Bu iki hadisi aynı zamanda Nesai de rivayet etmiştir. İbn Abbas'ın şöyle dediğini de nakletmektedir: Umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir.

İbn Münzir der ki: Rasulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu sabit olmuştur: "Um­râ kime verilirse caizdir, rukbâ da kime verilirse cazdir." Buna göre İbn Mün­zir bu hadis-i şerifi sahih kabul etmektedir. Ayrıca bu, umrâ ve rukbâ aynı şeylerdir diyen kimseler lehine bir delildir. Hz. Ali'den de bu kanaat riva­yet edilmiştir. es-Sevrî ve İmam Ahmed'in de görüşü budur. Ayrıca ilk veren kişiye bir daha dönmeyeceğini de belirtmişlerdir. İshak da bu görüştedir. Ta­vus der ki: Her kim rukbâ olarak birşey verirse o aynen miras gibidir.

Ifkâr ise, (omurga anlamına gelen) fekaru'z zahr'dan gelmektedir. Bir kim­se birisine: Ben bu devemi sana ifkâr ediyorum diyecek olursa, sırtına bin­mek üzere sana ariyeten veriyorum, demektir. Av hayvanı avcı tarafından sır­tından vurularak avlanılmak üzere fırsat verdiği takdirde de bu tabir kulla­nılır.

İhbal (noktalı hı ile) da ifkâr gibidir. Bir kimseye, binmek üzere bir dişi deve, yahut üzerinde savaşmak üzere bir at, ariyeten verildiği takdirde bu ta­bir kullanılır. Züheyr der ki:

"İşte oracıkta onlardan malı ihbal etmeleri istenirse ederler Onlardan istenirse verirler, zenginlikleri artarsa da (vermekte) aşırı giderler."

Minha: Bağış demektir. Bu ise, sütün bağışlanması anlamındadır. Meni-ha ise, bir kişinin bir başkasına sütünü sağıp sonradan geri vermek üzere di­şi deveyi ya da koyunu vermesi demektir. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuş­tur: "Ariyet alınan şey geri ödenir, minha geri verilir. Borç ödenir, kefil (asıl borçlu ödemediği takdirde) öder" Bu hadis, Ebû Umame tarafından rivayet edilmiştir, Tirmizi, Darakutnî ve başkaları tarafından da kitaplarında tahric edilmiştir. Sahih bir hadistir. [317]

Itrâk ise, erkek deveyi ariyet olarak vermektir. Bir kimse, birisinin erkek devesini kendi develeri arasında yayılsın diye, istemesine denilir. Erkek de­venin dişi deve ile ilişki Kurması anlamındadır. "Tarûkatu'1-fahP ise dişi de­ve anlamındadır. Erkek deve tarafından kendisi ile ilişki kurulacak seviyeye gelen dişi deveye "nakatun tarukatu'1-fahl" denilir. [318]

 

3. "Sen" Zamiri:

 

"Sen zevcenle birlikte..." buyruğundaki "sen" zamirinin ayrıca kullanıl­ması, (yerleş) fiilindeki zamiri tekid içindir. "Sen ve Rabbinle birlikte git" (el-Maide, 5/24) buyruğu da bunun gibidir. "Sen" zamiri kullanılmaksızın "eşinle birlikte yerleş" demek uygun olmadığı gibi, "Rabbinle birlikte git" de­mek de uygun değildir. Böyle bir söyleyiş (yani sen zamirini kullanmadan) ancak şiirdeki vezin zarureti dolayısıyla olur. Şairin şu sözlerinde olduğu gi­bi:

"Parlak beyaz ile o çölde kumlar üzerinde yürüyen

Yaban öküzleri gibi seke seke gelince (ona) dedim ki. . ."

Burada "parlak beyaz" kelimesi "gelince" fiilindeki zamire atfedilmiş ve bu zamiri ayrıca tekid etmemiştir. Bu şekilde (zamir kullanılmaksızın) ifade­lerde bulunmak Kur'an dışında güzel olmamakla birlikte, mümkündür. Zeyd ile birlikte kalk, demek gibi. [319]

 

4- Hz. Âdem'in Eşi Hz. Havva:

 

"Sen zevcenle birlikte" buyruğundaki "zevce" kelimesi, Kur'an-ı Kerim'de "zevç" şeklinde kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmişti.[320] Müslim'in Sahih'inde yer alan bir hadiste ise "zevce" şeklinde geçmektedir. Bize Abdullah b. Mesleme b. Ka'neb anlattı, dedi ki: Bize Hammad b. Seleme, Sa­bit el-Bünânî'den, o Enes'ten rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) hanımlarından birisi ile birlikte iken yanından bir adam geçti. Hz. Peygamber, o adamı çağır­dı. Yanına gelince şöyle buyurdu: "Ey filan, bu yanımdaki benim filan zevceni­dir." Adam şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben belki başkası hakkında birşey-ler zannedebilirdim ama senin hakkında asla. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Şüphesiz şeytan insanın içinden kanın aktığı gibi akar." [321]

Âdem (a.s)'ın zevcesi Havva (aleyhesselam)dır. Ona bu ismi ilk veren yi­ne Hz. Âdem'dir. Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiğinden farkına var­maksızın yaratılmıştır. Eğer bundan dolayı bir acı çekmiş olsaydı, hiçbir er­kek hanımına şefkat göstermezdi. Uyandığında: Bu kimdir diye sorulmuş, Hz. Âdem de: Bu bir kadındır, cevabını vermiş. Ona: Adı nedir, diye sorulunca o da: Havva demiş. Niye bir kadındır (imrâe) dedin diye sorulunca o: Çün­kü (kişi anlamına gelen) mer'den alınmadır. Bu sefer: Neden peki Havva adı­nı verdin, diye sorulunca Hayy (diri)den yaratılmıştır. Cevabını vermiş.

Rivayet edildiğine göre ona bu sorulan bilgisinin sınırını ölçmek amacıy­la melekler sormuşlardır. Yine rivayete göre melekler ona: Ey Âdem, sen bu­nu seviyor musun deyince o: Evet demiş. Bu sefer melekler Havva'ya: Ey Hav­va, ya sen bunu seviyor musun diye sorunca Havva ise, Âdem'in kalbinde­ki sevginin katlarca fazlasını kalbinde taşımakla birlikte: Hayır cevabını ver­miş. Derler ki: Eğer bir kadın kocasına olan sevgisini samimi olarak dile ge­tirseydi, şüphesiz ki Havva bunu dile getirirdi. İbn Mes'ud ve İbn Abbas der ki: Hz. Âdem, cennete yerleştirilince, yalnızlıktan sıkıntılı bir halde yürüyüp durdu. Uykuya dalınca Havva, sol tarafından kısa kaburga kemiğinden ya­ratıldı ki, onunla sükûn bulsun ve onunla yalnızlıktan kurtulsun diye. Hz. Âdem uyanıp da onu görünce sen kimsin, diye sormuş, o da: Ben bir kadı­nım, benimle sükûn bulasın diye, senin kaburga kemiklerinden yaratıldım, cevabını vermiş. İşte yüce Allah'ın şu buyruğunun anlamı da budur: "Sizi tek bir candan yaratandır O. Bu candan da onunla sükûn bulsun diye eşini ya­ratmıştır." (el-A'raf, 7/189)

İlim adamları derler ki: İşte bundan dolayı kadında bir eğrilik vardır. Zi­ra kadın eğri olan kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hureyre'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Kadın, kaburga kemiğinden yaratılmıştır. -Bir rivayette şu da vardır: Kabur­ga kemiğinin en eğri bölgesi ise, en üst tarafıdır.- O bakımdan kadın sana kar­şı hiçbir zaman aynı şekilde dosdoğru olamaz. Sen ondan istifade edecek olur isen eğriliği ile birlikte ondan istifade edersin. Onu doğrultmaya kalkışırsan onu kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." [322] Şair de buna işaretle şöy­le demektedir:

"O, eğri olan kaburga kemiğidir, sen onu düzeltemezsin Şunu bil ki kaburga kemiklerini düzeltmek onların kırılması demektir. (Kadın) nasıl olur da yiğide karşı hem zayıf hem de iktidar sahibidir? Aynı anda hem güçlü hem güçsüz olması şaşılacak birşey değil midir?" İşte ilim adamları buradan hareket ederek sakal, meme ve küçük abdestini bozmak bakımından eşit şekilde erkek ve kadın alametlerini kendisin­de taşıyan hünsa-i müşkil'in mirasına kaburga kemiklerinin eksikliğini delil gösterirler. Eğer onun kaburga kemiklerinin sayısı kadının kaburga kemik­lerinden eksik olursa, ona erkek payı verilir. -Bu aynı zamanda Hz. Ali'den rivayet edilmiştir.- Çünkü Hz. Havva, Hz. Âdem'in kaburga kemiklerinden ya­ratılmıştır. Mirasa dair açıklamalarda bu hususta etraflı bilgiler -inşaallah- ge­lecektir. [323]

 

5- Cennet:

 

"... cennette yerleş..." buyruğunda geçen cennet bahçe demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden de geçmişti. [324] Mu'tezile ve Kaderiye'nin, Hz. Âdem ebedîlik cennetinde değil, Aden topraklarındaki bir cennette (bahçe­de) idi, şeklindeki kanaatlerinin önemsenecek bir tarafı yoktur. Mu'tezile ve­ya Kaderiye, bid'at kabilinden bu görüşlerine şunu delil gösterirler: Eğer yer­leştirildikleri ebedîlik cenneti olsaydı, İblis'in Hz. Âdem'e ulaşmaması gere­kirdi. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır. "Orada ne bir boş söz, ne de günah gerektiren bir iş vardır." (et-Tur, 52/23); "Orada ne boş bir söz işitirler, ne de bir yalan" Cen-Nebe', 78/35); "Orada ne boş bir söz, ne de günahı gerek­tiren bir söz işitirler. Orada işittikleri ancak "selam selam" sözüdür." (el-Va-kıa, 56/25-26) Diğer taraftan yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla da cennet­likler cennetten çıkmazlar: "Onlar oradan çıkarılacak da değillerdir." (el-Hicr, 15/48) Ayrıca ebedîlik cenneti, kutsallık yurdudur. Orası günahlardan ve masiyetlerden uzak tutularak takdis edilmiş ve bu gibi şeylerden temiz­lenmiştir. İblis ise orada boş söz söylemiş, yalan söylemiştir. Âdem ve Hav­va da masiyetleri sebebiyle cenneten çıkartılmışlardır.

Bu şekilde görüşlerini delillendirmeye çalışan Mu'tezile ve Kaderiye devamla derler ki: Hz. Âdem'in Allah katındaki makamının yüceliğine ve ak­lının mükemmelliğine rağmen, ebedîlik yurdunda ve sonu gelmeyecek bir mülk arasında bulunmakla birlikte, ebedîlik ağacını araması nasıl mümkün olabilir?

Cevap şudur: Şanı yüce Allah, âyet-i kerimede geçen "cennet" kelimesi­ni elif lam'lı ile belirtili (marife) yapmıştır. Ben Allah'tan cenneti dilerim, di­yen kimsenin sözünden bütün insanların örfünde anlaşılan sadece onun ebe­dîlik cennetni istediğidir. Başka birşey anlaşılmaz. İblis'in Hz. Âdem'i aldat­mak üzere cennete girmesi ise, aklen imkansız değildir. Diğer taraftan Hz. Musa, Hz Âdem ile karşılaşmış ve Hz. Musa ona: "Sen kendi soyundan ge­lenlerin bedbaht olmasına sebep oldun, onları (lam-ı tarifli olarak) cennet­ten çıkarttın." demiştir.[325] Burada (cennet kelimesinin başına) elif lam'ın ge­liş sebebi onun bilinen ebedîlik cenneti olduğuna delil olsun diyedir. Hz. Âdem, Hz. Musa'nın bu sözlerine itiraz etmemiştir. Eğer bu başka bir cennet olsaydı, Hz. Musa'ya cevap verirdi. Hz. Âdem, Hz.Musa'nın söylediklerine ce­vap vermeyip sustuğuna göre yüce Allah'ın onları çıkarttığı cennetin, cen­netten çıktıktan sonra götürüldükleri yerden farklı olduğu kendiliğinden an­laşılmaktadır.

Bunların delil olarak gösterdikleri âyetlere gelince; bu gibi hususlar şanı yü­ce Allah tarafından Kıyamet gününde cennet ehlinin oraya girmesinden son­ra gerçekleşecek şeylerdir. Yüce Allah'ın orada ebedi kılmak istediği kimse­ler için, oranın ebedilik yurdu olması ile birlikte, ölümüne hükmettiği kimse­leri de oradan çıkartması arasında bir çelişki yoktur ve bu imkansız birşey değ-lidir. Tefsir âlimleri, meleklerin cennet ehlinin yanına girip yine oradan çıka­caklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Diğer taraftan cennetin anahtarları İblisin elinde bulunuyordu. İsyan ettikten sonra bu anahtarlar ondan alındı. Peygam­ber (s.a) da İsra gecesi cennete girmiş, çıkmış, orada bulunanları haber ver­miş ve bunun gerçekten ebedîlik yurdu olan cennet olduğunu söylemiştir.

Mu'tezile ve Kaderiye'nin; cennet kutsal bir yurttur, yüce Allah orayı gü­nahlardan arındırmıştır, şeklindeki sözleri ise, bir bilgisizliğin ifadesidir. Çünkü yüce Allah İsrail oğullarına Arz-ı Mukaddese girmelerini emretmiştir. Burası ise, bildiğimiz Şam topraklarıdır. Şeriat sahibi milletler yüce Allah'ın orayı kutsallaştırdığını ittifakla kabul etmişlerdir. Halbuki o bölgede türlü ma-siyetlere, küfür ve yalana tanık olunmuştur. Oranın kutsal olması, orada bir­takım masiyetlerin işlenmesine mani değildir. İşte kutsallık yurdu olan cen­netin durumu da böyledir.

Ebû'l-Hasen b. Battal der ki: Bazı hocaların naklettiklerine göre, ehl-i sün­net ebedilik yurdu olan cennetin Âdem (a.s)'ın çıkartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Dolayısıyla onlara muhalif kanaat belirtenlerin görüş­lerinin bir anlamı yoktur.

Aksi görüş savunanların: Aklının mükemmelliğine rağmen ebedilik yur­dunda olduğu halde ebedilik ağacına talib olmak, Âdem için nasıl mümkün olabilir, şeklindeki sözlerine gelince; bu soru tersinden onlara şöyle sorula­bilir: Peki aklının mükemmelliğine rağmen yokluk yurdunda ebedilik ağa­cına talip olması Âdem için nasıl düşünülebilir? Asgari aklı bulunan bir kimse için böyle birşey elbete ki düşünülemez. Peki -Ebû Umame'nin ileri­de gelecek sözüne göre- insanların en üstün akıllısı olan Hz. Âdem hakkın­da böyle birşeyi nasıl düşünebilirsiniz?[326]

 

6- İstediğiniz Gibi Yeyiniz:

 

"Ondan bol bol, afiyetle, istediğiniz gibi yeyiniz" buyruğunda yer alan "Afiyetle" kelimesi "ğayn" harfinin fethası ile (üstünlü) okunmuştur. Nehaî, İbn Vessab ise sükûnlu okumuştur.

"Reğed" elde edilmesinde zorluk çekilmeyen rahat, hoş ve bol geçim de­mektir. Şair der ki:

"Kişiyi nimet içinde görürsün,

Afiyetle dolu bir yaşayış ile ve türlü musibetlerden emin olarak." Bir topluluğun eğer verimi bol, geçim ve yaşayışı rahat ise durumlarını an­latmak üzere bu kökten gelen kelimeler kullanılır. "Afiyette" anlamındaki ke­limenin nasb ile kullanılması, hazf edilmiş bir mastara sıfat olmasıyladır. [327]

 

7- Yasak Ağaç:

 

"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız." Yani, yemek suretiyle ona yaklaşma­yınız. Çünkü başka ağaçlardan yemek mubah kılınmıştı. İbnu'l-Arabî der ki: eş-Şâşî'yi, en-Nadr b. Şumeyl'in meclisinde şöyle derken, dinledim[328]: Eğer (ra harfi üstün okunarak): Yaklaşma denilecek olursa, bunun an­lamı o fiili işleme demektir. Şayet aynı harf ötreli okunacak olursa, ona ya­kın olma, demek olur. es-Sihah'âa. belirtildiğine göre, (ra harfinin ötreli oku­nuşu ile) bir şeye yaklaşmak anlamına gelmektedir. Geceleyin suya doğru yol alıp kişi ile su arasında bir günlük mesafe kaldığını ifade etmek için ise, bu kökün şekilleri kullanılır. Bu şekilde, suya yaklaşmaya da denilir. el-Esmaî der ki: Bedevi bir araba: Karab (suya yakın olmak) ne demektir, diye sordum. Bana: Ertesi günü su almak üzere geceleyin yol almak demektir, dedi.

İbn Atiyye der ki: Söz inceliğine vakıf bazı kimseler şöyle demiştir: Şanı yüce Allah, ağacın meyvesinden yenilmesini yasaklamayı murad edince, hem onu yemeyi hem de ona yakın olmak gibi yemeye iten bir işi yasakla­mayı gerektiren bir lafız kullanmıştır ki o da "yaklaşmak" lafzıdır. Yine İbn Atiyye der ki: İşte bu seddüzzerai'e[329] dair apaçık bir misaldir.

Kimi meânî âlimi de şöyle demiştir: Yüce Allah'ın "yaklaşmayınız" diye bu­yurması, onların bu günahı işleyeceklerini ve cennetten çıkacaklarını, Âdem'in cennette yerleşmesinin sürekli olmayacağını ifade eder. Çünkü ebedî olarak bir yerde bırakılan bir kimseye, herhangi bir şey yasaklanmaz, ona emir verilmez, yasak konulmaz. Buna delil de aynı zamanda yüce Al­lah'ın: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" (el-Bakara 2/30) diye buyurmasıdır. İşte bu da onun cennetten çıkarılacağının delilidir. [330]

 

8- Bu Ağaç:

 

"Bu ağaca yaklaşmayınız." tabiri Arapçada müphem (belirtisiz) olan bir isim yalnızca elif lam'lı kelimeler ile nitelendirilir. İbn Muhaysın (î^Iill «Ju )ı ( ij=^i\ l5i* ) şeklinde okumuştur. Asıl olan da bu şekildir. Çünkü bu keli­menin sonundaki "h" harfi yâ harfinden bir bedeldir. Ondan önceki harfin esreli olması da bundan dolayıdır. Kendisinden önceki harfin esreli geldiği ve müenneslik "he"si bulunan başka bir kelime yoktur. Bunun sebebi ise bu kelmenin, aslının ya oluşudur.

Şecere "ağaç": Yeryüzü bitkilerinden sapı olanlara denilir. [331] Bu kökten ola­rak "meşcere" ağaçlık yer demektir.[332]

 

9- Hz. Âdem'e Yasak Kılınan Ağaç Hangisi İdi?

 

Tefsir âlimleri, Hz. Âdem'e yemesi yasaklandığı halde yediği ağacın han­gisi olduğu hususunda farklı görüşler belirtmişlerdir. İbn Mes'ud, İbn Abbas, Said b. Cübeyr ve Cafer b. Hubeyre'nin görüşüne göre bu, üzüm ağacıdır. Bi­ze şarabın haram kılınış sebebi de işte budur.

Yine İbn Abbâs, Ebû Mâlik ve Katâde'ye göre bu, sünbüldür. Onun bir ta­nesi, sığırın böbreği gibi idi, baldan tatlı ve yağdan yumuşaktı. Bu görüş Ve-hb b. Münebbih'e aittir. Yüce, Allah Hz. Âdem'in tevbesini kabul edince sün-bülü (başağı) soyundan gelenlere gıda kıldı.

İbn Cüreyc'in bazı sahabilerden rivayet ettiğine göre o, incir ağacı idi. Sa­id de Katâde'den bu şekilde rivayet etmiştir. Bu bakımdan rüyasında incir yediğini gören bir kimsenin bu tutumu pişmanlık duyması şeklinde yorumla­nır. Çünkü Hz. Âdem onu yediği için pişmanlık duymuştur. Bu görüşü de es-Süheylî zikretmektedir.

İbn Atiyye der ki: Ağacın hangisi olduğunu belirten bu rivayetler arasın­da Hz. Peygamber'den gelen bir haber ile desteklenen bir rivayet yoktur. Bu konuda takınılacak en doğru tutum, şanı yüce Allah'ın Hz. Âdem'e bir ağaç­tan yemeyi yasakladığı ve Hz.Âdem'in bu emre uymayıp oradan yediği, ondan yemek suretiyle de asi olduğudur.

Ebû Nasr el-Kuşeyrî de der ki: İmam olan babam -Allah'ın rahmeti üze­rine olsun- şöyle derdi: Genel olarak şunu biliyoruz ki, bu ağaç, Âdem'in sı­nanması için yasak kılınmış bir ağaçtı. [333]

 

10- Yasak ve Tehdide Rağmen Hz. Adem Ağaçtan Nasıl Yedi?

 

Yine tefsir âlimleri, yasak ile birlikte yer alan "zulmedenlerden olursu­nuz" tehdidine rağmen Hz. Âdem'in o ağaçtan nasıl yediği hususnda farklı görüşlere sahiptirler. Bazıları şöyle demektedir: Kendisine işaret edilen ağa­cın dışında başka bir ağaçtan yediler. Onlar konu ile ilgili bu nehyin o tür­den olan bütün ağaçları kapsadığı şeklinde bir yorum yapamamışlardı. San­ki İblis, bu konuda emrin zahirini esas alıp hareket etmek şeklinde Hz. Âdem'i aldatmış gibidir. İbn Arabî der ki: Bu görüşe göre bu ağaçtan yemek yüce Allah'a karşı ilk isyandır.

(İbnü'l- Arabî devamla) der ki: Bunda "bu ekmekten" yememek üzere ye­min edip de onun cinsinden ekmek yiyen kimsenin yeminini bozmuş olaca­ğına dair bir delil vardır. Konu ile ilgili mezheplerin tahkiki sonucu şudur: İlim adamlarının çoğunluğu o takdirde yeminini bozmuş olmaz, demişlerdir. İmam Malik ve mezhebine mensup olanlar ise, şöyle demektedirler: Eğer ye­min esnasında yapılan işaret ile kendisine işaret edilen ekmeğin tayini söz-konusu ise, o takdirde o ekmeğin cinsinden yemekle yeminini bozmuş ol­maz. Şayet yeminin yapılması, yahut sebebi veya niyeti eğer cinsin tayinini gerektirmiş ise, yemin o ekmeğin cinsine hamledilir ve o ekmekten başka­sını yemek suretiyle yeminini bozmuş olur. İşte Âdem (a.s) kıssası da buna göre yorumlanmıştır. Çünkü Hz. Âdem'e tayin edilen bir ağaçtan yemesi ya­sak kılınmakla birlikte ağacın cinsi kastedilmiştir. O ise sözü, anlamına (ya­ni cinsin anlatılmak istendiğine) değil de lafza göre yorumlamıştır.

Bizim mezhebimize mensup ilim adamları, buna dair ferî bir mesele hak­kında farklı görüşlere sahip olmuşlardır. Şöyle ki, bir kimse bu buğdaydan yememek üzere yemin etse, ondan yapılmış ekmek yese, konu ile ilgili iki görüş vardır. "el-Kitab"da denildiğine göre, buğday bu şekilde yenildiğinden dolayı, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yiyen yeminini bozmuş olur. İbnu'1-Mevvâz ise der ki: Bu konuda herhangi bir sorumluluğu yoktur. Çünkü o buğday yemiş değildir. Sadece ekmek yemiştir. Böylelikle (İbnu'l-Mevvâz) hem ismi hem sıfatı göz önünde bulundurmuş olur. Yemin eden kişi: Ben bu buğdaydan yemeyeceğim dese, o buğdaydan yapılmış olan ekmeği yediği tak­dirde yeminini bozmuş olur.

O buğdayın bedeli ile yiyecek birşey alıp yese, yahut o buğdayın tohum olarak kullanılıp ondan bitenlerden yemesi hakkında ise görüş ayrılığı vardır.

Başkaları da şöyle demiştir: Âdem ile Havva burada kendilerine yapılan yasağı mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu her ne kadar usul-u fıkh mes'elelerinden birisi ise, de bu husus bu­rada sözkonusu edilmiştir. Çünkü yüce Allah burada: "Yoksa ikiniz de za­limlerden olursunuz" diye buyurmuş ve nehiy ile tehdidi bir arada zikret­miştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da aynı şey sözkonusudur: "Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsın." (Ta-ha, 20/117)

İbnu'l-Müseyyeb der ki: Âdem o ağaçtan Havva kendisine şarap içirip de sarhoş olduktan ve aklı başından gittikten sonra yemiştir. Yezid b. Kusayt da böyle demiştir. Her ikisi de, Allah adına yemin ederek, Hz. Âdem'in aklı ba­şında olduğu halde o ağaçtan yemediğini söylemişlerdir. Ancak İbnu'l-Ara­bî der ki: Ancak böyle bir iddia hem aklî bakımdan tutarsızdır, hem de nak-lî bakımdan. Naklî bakımdan tutarsız olması herhangi bir şekilde buna dair sahih bir rivayetin gelmemesinden dolayıdır. Diğer taraftan yüce Allah, cen­netteki şarabın niteliklerini belirtirken: "Onda herhangi bir zarar yoktur"(es-Saffat, 37/47) diye buyurmaktadır. Aklî açıdan bunun tutarsız olmasına ge­lince, peygamberler peygamber olduktan sonra farzları yerine getirmelerine imkan vermeyecek ve günahları işleme cesaretini kazandıracak şeylerden ko­runmuşlardır. [334]

 

Hz. Âdem'in Peygamberliği:

 

Derim ki: Bazı ilim adamları, Hz. Âdem'in cennette yerleştirilmesinden ön­ce peygamber olduğu hükmünü yüce Allah'ın: "O da onlara isimlerini ha­ber verince.." (el-Bakara 2/33) buyruğundan çıkarmışlardır. Şanı yüce Allah, ona meleklerin sahib olmadığı, yüce Allah'ın ilminden birtakım bilgileri ha­ber vermesini emretmeştir.

Hz. Âdem'in unutarak yasak ağaçtan yediği de söylenmiştir. Onların yeme­leri halinde karşı karşıya kalacakları tehdidi unutmuş olmaları mümkündür.

Derim ki: Doğrusu da budur. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerim'inde bu­nu çok kesin ve açık bir ifadeyle dile getirerek şöyle buyurmuştur: "Andol-sun ki bundan önce biz Âdem'e vahyettik, o da unuttu, biz onun (.günaha) kas­tettiğini görmedik. " (Ta-ha, 20/115) Fakat peygamberlerin marifetlerinin çok­luğu, makamlarının yüksekliği dolayısıyla başkaları için gerekmeyen fakat kendileri için gereken bir dikkat ve uyanıklığa sahip olmaları gerekir. O bakımdan Hz.Âdem'in bu şekilde kendisine yapılan yasağı hatırlamasını engel­leyecek başka şeylerle uğraşması, emri zayi etmektir ve bundan dolayı o asi yani emre aykırı hareket eden bir kişi konumuna düşmüştür. Ebû Umame der ki: Eğer şanı yüce Allah'ın insanları yarattığı günden Kıyamet gününe kadar bütün Âdemoğullarının kendilerini dizginlemeleri bir kefeye, Âdem'in de ken­disini dizginlemesi öteki kefeye konulacak olursa, Âdem'in kendisini dizgin­lemesi onlardan daha ağır basar. Nitekim yüce Allah: "Biz onda (günaha kar­şı) bir kasıt görmedik." (Ta-ha, 20/115) diye buyurmaktadır.

Derim ki: Ebû Umame'nin bu sözü bütün Âdemoğulları hakkında genel bir ifadedir. Aralarından peygamberimiz Muhammed (s.a)'i bunun dışında bir istisna kabul etmesi ihtimali vardır. Çünkü Peygamber Efendimiz, kendisini dizginlemesi ve aklı itibariyle insanların en ileri derecede olanıdır. Onun bu sözünün aynı şekilde peygamberler dışında kalan Âdemoğullarının kendile­rini dizginlemesi şeklinde bir anlam ifade etmesi de muhtemeldir. Doğrusu­nu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Konu ile ilgili birinci görüş de aynı şekilde güzeldir. Buna gö­re, onlar yasak kılınan ağaçtan sadece tayin edilen ağaç olduğunu sanmış­lar, halbuki kasıt o ağacın türünden olan bütün ağaçlan da kapsamakta idi. Peygamber Efendimizin, bir parça altın ve bir parça ipek kumaş alıp: "Bu iki­si ümmetimin erkeklerine haramdır"[335] bir başka rivayete göre de: "Bu iki­si ümmetimi helak edecektir" demesi gibi. Hz. Peygamber bu ifadeleriyle mu­ayyen olarak o iki parçayı değil, onların cinsini kastetmiştir. [336]

 

11- Emre Aykırı Hareketleri Nasıl Gerçekleşti?

 

Denilir ki: Yasak ağaçtan ilk yiyen -ileride de açıklanacağı şekilde- İbli­sin aldatması ile Havva olmuştur. Ve ilk olarak İblis, Havva ile konuşmuştur. Çünkü Havva yastığın vesvesecisidir. (Erkeğe vesvese kadınlardan gelir, anlamındadır). Kadınlar aracılığıyla erkeklerin karşı karşıya kaldıkları ilk fit­ne de budur. İblis, Havva'ya şöyle dedi: Sizin bu ağacı yemekten alıkonul­manızın tek sebebi bunun ebedîlik ağacı olmasıdır. Çünkü İblis, her ikisinin de ebedî kalmayı sevdiklerini öğrenmişti. O bakımdan onların hoşuna gide­cek sevdikleri bir şeyi öne sürdü. "Zaten kişinin birşeyi sevmesi, onu sağır ve kör eder."[337] Havva, Hz. Âdem'e yeme teklifini yapınca o, bu teklifini red­detti ve Allah'ın kendilerine verdiği emri hatırlattı. İblis, Havva'ya ısrar, etti, o da Âdem'e ısrar etti. Nihayet Havva şöyle dedi: O ağaçtan senden önce ben yiyeyim. Bundan dolayı bana bir zarar gelirse sen kurtulmuş olursun. Hav­va ağaçtan yediği halde bir zararını görmedi. Hz. Âdem'e gelip: Ye, ben ye­dim ve bana bir zararı olmadı, deyince Hz. Âdem de yedi ve bu sefer onların ayıp yerleri görünmeye başladı; her ikisi bu şekilde günahı işlemenin hük­müne maruz kaldılar. Çünkü yüce Allah, her ikisine hitaben: "Yalnız bu ağa­ca yaklaşmayınız" diye emir vermiş ve yasağı ikisine yöneltmişti. O bakım­dan her ikisi de yasağı işlemediği sürece sadece Havva o ağaçtan yediğin­den dolayı, günahın işlenmesi mukabilinde sözkonusu olan ceza sadece Hav­va'ya verilmedi. Hz. Âdem ise bu inceliği farkedememişti.

İşte bundan dolayı kimi ilim adamı şöyle demiştir: İki hanımına veya iki cariyesine birisi: İkiniz bu eve girdiğiniz takdirde ikiniz de boşsunuz, yahut hürsünüz diyecek olur ise, boşama ve hürriyete kavuşma onlardan bir tane­sinin o eve girmesiyle gerçekleşmez. Bizim mezhebimize mensup ilim adam­ları, bu hususta üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. İbnû'l-Kâsım der ki: Her iki­si de girmedikleri sürece hanımları boş olmaz, cariyeleri de azad olmaz. Bu görüşü ile konu ile ilgili bu asıl kaideyi benimsemiş ve lafzın mutlak ifade­sinin bunu gerektirdiği esasından hareket etmiştir. Sulınûn da bu görüştedir. İbnu'l-Kâsım bir başka seferinde de şöyle demiştir: Onlardan, herhangi bi­risinin eve girmesiyle birlikte her iki hanımı da boş olur, yahut her iki cari­yesi de azat olur. Çünkü yeminin kısmen bozulması da tamamen bozulma­sı demektir. Nitekim şu iki ekmeği yememek üzere yemin etse, bunlardan bi­risini yemekle yeminini bozmuş olur. Hatta ikisinden bir lokma yese dahi ye­minini bozmuş olur.

Eşheb de der ki: Tek başına giren hanım boş olur ve cariye ise azad olur. Çünkü onlardan her birisinin girmesi, boşanmasının yahut azad edilmesinin bir şartıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bu ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü şartın bir kısmı, icmâ ile şartın tümü değildir.

Derim ki: Doğrusu birinci görüştür. Yapılan yasak eğer iki ayrı fiile talik edilmiş (bağlanmış) ise ancak ikisi tarafından işlenmesiyle bu yasağa muha­lefet gerçekleşmiş olur. Çünkü herhangi bir kimse: İkiniz şu eve girmeyiniz diyecek olsa, onlardan birisi girse her ikisi birlikte o yasağa aykırı hareket etmiş olmazlar. Çünkü yüce Allah'ın: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız'' buyruğu Âdem ile Havva'ya yapılan bir yasağı, "yoksa ikiniz de zulmeden­lerden olursunuz" buyruğu ise, bu yasağın çiğnenmesi halinde karşı karşı­ya kalınacak cezayı ifade eden cevaptır. Bundan dolayı her ikisi de bu ya­sağı işlemedikleri sürece zalimlerden olmamışlardı. O bakımdan Havva, tek başına yasak ağacın meyvesini yeyince herhangi bir cezaya çarptırılmadı. Çün­kü yasak kılınan şey, tam ve eksiksiz olarak işlenmemişti. Hz. Âdem ise bu inceliği farkedememiş, o bakımdan o da umuda kapılmış ve bu hükmü unutmuş idi. Yüce Allah'ın: "Andolsun ki bundan önce biz Âdem'e vahyet-tik. O ise unuttu" (Ta-ha, 20/115) buyruğunun anlamı budur.

Denildiğine göre, Hz. Âdem'in unuttuğu ise şu buyruğunda dile getirilen gerçekler ve tehditlerdir: "Şüphesiz ki bu sana ve zevcene düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntıya uğrarsınız" (Tâ-hâ, 20/117) Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [338]

 

12- Peygamberler Küçük Günah İşler Mi?

 

Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Acaba peygamberle­rin -Allah'ın selamı hepsine olsun- kendileri sebebiyle sorgulanacakları ve si­teme maruz kaldıkları küçük günahları işledikleri olmuş mudur, olmamış mı­dır? Bununla birlikte bütün ilim adamları peygaberlerin büyük günahları iş­lemekten, aynı şekilde ayıplanmayı, eksikliği ve düşüklüğü gerektiren her tür­lü alçaltıcı işten de masum olduklarını ittifakla kabul etmişlerdir. Kadı Ebû Bekr (el-Bakıllanî)'ye göre bu, icma ile böyledir. Üstad Ebû İshak el-İsrefa-inî'ye göre ise, bunun böyle olması mucize delilinin bir gereğidir. Mu'zeti-le'ye göre ise, bu durum -kendi delillendirme usullerine göre- aklın konu ile ilgili delilinin bir gereğidir.

Taberi ve bazı fakihler, kelamcılar ve hadis bilginleri der ki: Peygamber­lerden küçük günahlar sadır olur. Bu konuda: Peygamberler bütün bunlar­dan korunmuşlardır (masumdurlar). Rafızîlere muhalefet ederler. Delil olarak ise, Kur'an-ı Kerim'de konu ile ilgili delilleri ve bunu ifade eden anlamları çı­kardıkları hadis-i şerifleri gösterirler. Bu husus açıktır ve bunun anlaşılmaya­cak bir tarafı yoktur. Malik, Ebû Hanife ve Şafii mezhebine mensup fukahâ-nın cumhuru ise şöyle demektedirler: Peygamberler, tüm büyük günahlardan nasıl korunmuş iseler, bütün küçük günahlardan da öylece korunmuşlardır. Çünkü bizler fiillerinde, uygulamalarında ve yaşayışlarında herhangi bir ka­rineyi göz önünde bulundurmaksızın mutlak olarak onlara uymakla emrolun-muşuzdur. Onların küçük günahı işleyebileceklerini caiz kabul edersek on­lara uymak mümkün olmaz. Çünkü onların işledikleri herhangi bir fiilin maksadı, ya Allah'a yakınlaştırıcıdır ve mubahtır yahut da yasak veya masi-yettir. Fakat bir kişiye masiyet olma ihtimali olan bir işi yerine getirmesini em­retmek doğru değildir. Özellikle usul âlimleri arasında, çatışma olması halin­de uygulamayı sözden öncelikli kabul edenlerin görüşüne göre bu, böyledir.

Üstad Ebû İshak el-İsferainî der ki: İlim adamları küçük günahlar husu­sunda farklı görüşlere sahiptirler. Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre pey­gamberlerin küçük günah işlemeleri caiz değildir. Kimisi de caiz kabul etmiş­tir. Ancak bu meselede dayanak teşkil edecek aslî bir delil yoktur. Birinci gö­rüşü kabul eden sonraki âlimlerden kimisi şöyle demiştir: Söylenmesi gere­ken şudur: Şanı yüce Allah, onların bir kısmının birtakım günahları işledik­lerini haber vermiş, bu günahları kendilerine nisbet etmiş, bundan dolayı da onlara sitem etmiştir. Yine onlar, kendilerinin bu tür hataları işlediklerini ha­ber vermiş, ancak onlardan sıyrılmış, ondan kopmuş ve tevbe etmişlerdir. Bü­tün bu hususlar -bir iki tanesini te'vil etmek mümkün olsa bile- tamamını te'vil etmek mümkün olmayacak şekilde birçok yerde vârid olmuştur. Ancak bun­ların hepsi de peygamberlerin makamlarını küçültecek özellikte değildir. On­ların işledikleri bu küçük hatalar, nadiren sadır olmuştur ve hata yoluyla ve­ya unutarak olmuştur. Ya da böyle bir işi işlemelerine götürecek bir te'vil so­nucu meydana gelmiştir. Ve onların bu hataları başkalarınınkine nisbetle ha­senattır. Onların mevkilerine, kıymet ve kadirlerinin yüksekliğine nisbetle ise onlar hakkında bir günahtır. Çünkü seyisin mükafat görebileceği bir işi yap­tığından dolayı vezir sorumlu tutulabilir. O bakımdan peygamberler güven­lik içinde olduklarını, esenlik içinde olduklarını, bilmekle birlikte Kıyamet gününde bunlardan dolayı sorguya çekileceklerinden çekinmişlerdir. Ebû İs-hak der ki: İşte doğrusu da budur.

Cüneyd'in şu sözleri güzeldir: İyiler için hasenat olan şeyler mukarrebler için seyyiat olabilir. O bakımdan naslar, peygamberlerin -Allah'ın salat ve se­lamları üzerine olsun- birtakım günahları işlediklerine delil teşkil etseler bi­le bu, onların makam ve mevkilerini sarsmaz, rütbelerini düşürmez. Aksine yüce Allah, onların bu hallerini telafi etmiş, seçmiş, hidâyete iletmiş, övmüş, arındırmış, üstün tutmuştur. Allah'ın salât ve salamları üzerlerine olsun.[339]

 

13- Zulüm:

 

"Yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz." Zulüm, asıl anlamı itiba­riyle bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Hiçbir şekil­de kazılmamış, fakat sonradan kazılan yere de "mazlum yer" denilir. en-Nâ-biga der ki:

"Akşam vakitleri durup orada ona sorarak;

Cevap veren olmadı, orada kimse de yoktu zaten;

Sadece hayvanların bağlandığı seçemediğim kazıklar vardı,

Bir de hiç kazılmamış toprağa kazılmış çukurlar gibi etrafını çeviren eşikler."

Kazıdan çıkarılan toprağa da "ez-zalîm" denilir. Şair der ki:

"Korkudan sonra bir çukurda (kabirde) buldu kendini O çukura (önceden alınmış) toprakları (zalim) geri konarak." Herhangi bir hastalığı olmaksızın deve kesildiği takdirde "zulmedilmiş" olur, denilir. Şairin: "Develere zulmedicidirler" ifa­desi de bu türdendir.

Erken sağılan süte de "zalime" denilir. İçinde yağ ve sütün konulduğu tulumdan tereyağını çıkarmadan önce başkasına süt içirdiği vakit de "zulmet­ti" tabiri kullanılır. O süt için de "mazlum ve zalîm" denilir. Şairin şu sözle­ri de bu türdendir:

"Ve bir kadın ki şöyle der: Ben kırbama zulmettim Damak hiç bu yağı alınmamış sütün farkına varmaz olur mu?" Çok zulmeden kimseye "zalîm" denilir, aynı zamanda zulüm: Şirk anlamın­dadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şirk büyük bir zu­lümdür." (Lukman, 31/13) [340]

"... ve ondan bol bol, afiyetle istediğiniz gibi yeyiniz." Ordan hesapsız olarak yeyiniz demektir. Herhangi bir şekilde sıkıntıya maruz kalmaksızın bol bol yeyiniz. Genişlik, bolluk ve bol verim sözkonusu olan topluluk hakkın­da -âyet-i kerimedeki kökten gelen denilir. Bunun anlamına da­ir açıklamalar daha önceden de (altıncı başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [341]

 

36. Bunun üzerine şeytan, onları oradan kaydırıp içinde bulunduk­ları halden çıkardı. Biz de dedik ki: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer ve faydalanacak şeyler vardır."

Bu buyruğun: " Bunun üzerine şeytan, onları ordan kaydırıp içinde bu­lundukları halden çıkardı" bölümüne dair açıklamalarımızı on başlık halin­de ele alacağız:

 

1-Şeytanın Kaydırması:

 

"Bunun üzerine şeytan onları oradan kaydırıp" buyruğunda yeralan ve "onları kaydırdı" anlamına gelen ( L^Jjlî ) kelimesini çoğunlukla günah anlamına gelen "zelle" kökünden türeyen bir kelime olarak ve elif'siz oku­muşlardır. Yani şeytan onları yanılttı, ayaklarını kaydırıp o günaha düşme­lerini sağladı. Hamza ise, bu kelimeyi uzaklaştırmak anlamını ifade eden kök­ten elifli olarak şeklinde okumuştur. Bu, onları oradan uzaklaştırdı, izale etti demektir. İbn Keysan der ki: Onları izale etti, anlamındaki oku­yuş zevalden gelir. Onları içinde bulundukları itaatten alıkoydu, masiyete yö­neltti demek olur.

Derim ki: O vakit bu iki okuyuş da aynı anlamı ifade eder. Ancak çoğun­luğun okuyuşu mana itibariyle daha sağlamdır. Şu iki âyet-i kerimenin ifa­de ettiği anlam da bunun delilidir: "Onları, kazandıklarının bir kısmı yü­zünden ancak şeytan kaydırmak istemiştir." (Al-i İmran, 3/155); "Şeytan on­lara vesvese verdi."(el-A'raf, 7/20; Ta-ha, 20/12). Burada sözü geçen vesve­se ise masiyeti işlemelerini sağlayarak onların ayaklarını kaydırmaktır. Yok­sa şeytanın bizatihi herhangi bir kimseyi bir yerden başka bir yere izale et­me gücü yoktur. Onun gücü ancak o kimseyi yanılmanın çerçevesine sok­maktan ibarettir. Bu ise kişinin günahı sebebiyle bir yerden bir başka yere izale edilmesine sebep teşkil eder. Bunun anlamı ile ilgili olarak şöyle de de­nilmiştir: Burada onların zelle'ye düşürülmesi bir yerden ayrılmak halinde ku-lanılan kelimeden gelmektedir. O vakit mana Hamza'nın kıraatinde olduğu gibi zevalden gelir. Nitekim İmruu'1-Kays da şu beyitte bu kelimeyi aynı an­lamda kullanmıştır:

"(At) ağır olmayan genç(i), sırt tarafındaki yelesinin yakınından kayar(kaydırır)

Ata binmesini beceremeyen ağır kimsenin ise elbisesi uçar, gider."

Yine İmruu'1-Kays (bu kelimeyi aynı anlama kullanarak) şöyle demektedir:

"Ve kırmızı bir at ki sırtından eyeri kayar

Dümdüz kaya parçası üzerinde ayağı kayanın kaydığı gibi."[342]

 

2- Cennetten Çıkış:

 

"İçinde bulundukları halden çıkardı" buyruğuna gelince, eğer bundan önceki ifadeyi bir yerden izale etmek şeklinde anlayacak olursak "onları çı­kardı" ifadesi bu izale edilişi te'kid etmekte ve açıklamaktadır. Çünkü cen­nette bulundukları yerden (yine cennette) bir başka yere çıkarılmış olmala­rı şeklinde anlaşılması da mümkündür. Oysa durum böyle değildir. Onlar cen­netten çıkartılıp yere indirildiler. Çünkü oradan yaratılmışlardır. Diğer taraf­tan Âdem'in yeryüzünde halife olması için yere indirilmişlerdir İblis -Allah'ın laneti üzerine olsun- Hz. Âdem'i cennetten çıkartmak kastında değildi. Onun maksadı Hz. Âdem'i yüksek mertebesinden düşürmek ve kendisi uzaklaştırıldığı gibi onun da uzaklaştırılmasını sağlamaktı. Ancak maksadı­na ulaşamadı, muradı gerçekleşmedi. Aksine emelini yitirdi, kini arttı ve he­sapları boşa çıktı. Nitekim şanı yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve hidâyete erdirdi." (Ta-Ha, 20/122) Bunun sonucunda Hz. Âdem, cennet yurdunda yüce Allah'a komşu iken ar­zında Allah'ın halifesi oldu. Halbuki komşu ile halife arasında çok büyük bir fark vardır. Allah'ın salat ve selamı üzerine olsun.

Âdem'in cennetten çıkartılmasının İblise nisbet ediliş sebebi, bunun İbli­sin sebebi ve aldatması dolayısıyla olduğundandır. Tefsir âlimleri ile başka­ları arasında, İblisin Hz. Âdem'i aldatmayı üstlendiği hususunda görüş ayrı­lığı yoktur. Ancak bunun keyfiyeti ile ilgili farklı görüşler vardır. İbn Mes'ud, İbn Abbas ve âlimlerin çoğunluğuna göre, onları aldatması karşılıklı konuş­ma ile olmuştur. Bunun delili ise, yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Bir de onla­ra: Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim diye yemin etti." (el-A'raf, 7/21) Onlara yemin etmesi, ifadesinin zahirinden anlaşılan, bunun karşılıklı konu­şarak olduğudur. Bazılan da -ki bunu Abdürrezzak, Vehb b. Münebbih'ten nak­letmektedir- şöyle demektedir: İblis, yılanın ağzında cennete girdi. O sırada yılan dört ayaklı deveyi andıran ve yüce Allah'ın yarattığı en güzel hayvan­ları andıran bir şekilde idi. Daha önce İblis, aynı teklifi birçok hayvana yap­tığı halde yılandan başka onu içeri sokma teklifini kabul eden olmamıştı. Yı­lan İblis'i cennete sokunca, İblis, karnından dışarı çıktı ve Hz. Âdem ile eşi­ne yasak kılınan ağaçtan meyve alıp Havva'ya getirdi ve şöyle dedi: Şu ağa­ca bir bak. Kokusu ne kadar hoş, ne kadar lezzetli, rengi ne kadar güzel. İb­lis bu aldatmalarını Havva, o meyveyi alıp yeyinceye kadar devam ettirdi. Ar­kasından Âdem'i aldattı. Havva Âdem'e de şöyle dedi: Ye, ben ondan yedim, bana herhangi bir zararı dokunmadı. Âdem onu yeyince her ikisinin de av­ret yerleri açığa çıktı ve böylelikle günahı işlemenin cezasına çarpıldılar. Âdem ağacın içine girdi, Rabbi ona: Neredesin? diye nida edince, Buradayım Rab-bim, dedi. Niye çıkmıyorsun? diye sorunca; Senden utanıyorum Rabbim, de­di. Yüce Allah, bunun üzerine şöyle buyurdu: Haydi kendisinden yaratılmış olduğun yeryüzüne in. Daha sonra yılana lanet okundu, ayaklan karnına doğ­ru çekildi, kendisiyle Âdemoğlu arasında düşmanlık halkedildi. Bundan do­layı -ileride de açıklanacağı üzere- onu öldürmemiz de emredildi.

Havva'ya da şöyle denildi: Sen bu ağacı kanattığın (meyvesini keserek ya­raladığın gibi) sen de her ay bu şekilde kanama göreceksin. Zorluk ve sıkın­tı ile gebe kalacak ve doğumunu yapacaksın. Defalarca ölmek noktasına ka­dar geleceksin.[343]

Taberi ve en-Nekkaş şunu da eklerler: Daha önce vakur ve ağırbaşlı ol-

duğun halde bu sefer hafif olacaksın.

Bir grup da şöyle demiştir: İblis, cennetten çıkartıldıktan sonra Âdem'in yanına cennete girebilmiş değildir. O şeytanlığı ile bu konuda kendisine ve­rilen imkan ile yüce Allah'ın kendisine verdiği vesvese gücü ile bunu yap­mıştır. Nitekim Peygamber efendimiz de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şey­tan kanın akması gibi insanın içinde akar." [344] İleride A'raf sûresinde de ge­leceği üzere, Hz. Âdem çıplak kalınca ve kendisini örtecek birşeyler arayın­ca, ağaçlar ondan uzaklaştı ve günahı sebebiyle onu azarladı. İncir ağacı ona merhamet etti, o da incir yaprağından alıp kendisini örttü. Ve bu şekilde Hz. Âdem ağaçların önünde çıplak kalmak ile mübtela oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hz. Âdem'in cennetten çıkartılma hikmetinin yeryüzünü imar etmek ol­duğu da söylenmiştir. [345]

 

3- Yılanı Öldürmek:

 

Nakledildiğine göre yılan cennette Âdem (a.s)'in hizmetiçisi idi. Allah'ın düşmanı İblise böyle bir imkân vererek cennette Hz. Âdem'e karşı düşman­lığını açıkça ortaya koyarak Hz. Âdem'e ihanet etmiştir. Cennetten yeryüzü­ne indirilmeleri üzerine aralarındaki düşmanlık pekişti ve rızık olarak ona top­rak verildi. Ona şöyle denildi: Sen Âdemoğlunun düşmanısın, onlar da se­nin düşmanındır. Onlardan seni kim görürse başını ezer. [346]

İbn Ömer Rasulullah (a.s)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Beş (ha­şere) vardır ki onları ihramlı olan da ihramsız olan da öldürür..." [347] Bunlar arasında yılanı da zikreder.

Rivayete göre İblis, yılana şöyle demiş: Sen beni cennete sok, buna kar­şılık seni himayeme alacağım. O bakımdan İbn Abbas şöyle derdi: İblisin ver­diği ahid ve emanı bozunuz.

Sakine bint el-Ca'd, Serrâ bint Nebhân el-öaneviye'nin şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle derken dinledim: "Küçük olsun bü­yük olsun, siyah olsun beyaz olsun yılanları öldürünüz. Çünkü kim yılan öl­dürürse bu onun cehennemden kurtulmalık fidyesi olur. Ve her kim yılan ta­rafından öldürülürse o da şehid olur."[348]

Mezhep âlimlerimiz der ki: Yılanın onu öldüren için cehennemden kur­tulmalık fidyesi oluş sebebi İblis ile ortak hareket etmesi ve Âdem'e ve onun çocuklarına zarar vermek üzere onunla yardımlaşmasıdır. Bundan dolayı bir yılanı öldüren bir kimse bir kafir öldürmüş gibidir.[349] Nitekim Rasulullah (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Bir kafir ve onun katili cehennemde ebediyyen bir araya gelmezler." Bunu Müslim ve başkaları rivayet etmiştir.[350]

 

4- Yılanı Öldürmenin Hükmü:

 

İbn Cüreyc, Amr b. Dinar'dan, o Ebû Ubeyde b. Abdullah b. Mes'ud'dan dedi ki: Peygamber (s.a) ile birlikte Mina'da bulunuyorduk. Yanımızdan bir yılan geçti. Rasulullah (s.a): "Onu öldürünüz" diye buyurdu. Ancak biz onu öldüremeden bir delik bulup girdi. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Kuru hur­ma yapraklan ve ateş getiriniz ve bu delikte yılanın üzerinde ateş yakınız."[351]

Mezhebimize mensup ilim adamları der ki: Bu hadis-i şerif, Hz. Peygam­berin müsleyi (savaşta azaların kesilmesi) ve herhangi bir kimsenin yüce Al­lah'ın azabı türünden azap yapmasını yasaklayan hadis-i şerifleri tahsis et­mektedir. Devamla derler ki: Bu hadis-i şerif bu düşmanın saygı duyulma­ya değer bir tarafının kalmadığını belirtmektedir. Çünkü bu düşmana güç ye-tirilen her bakımdan, onu helak edip yok etmenin her türlü yolu denenmiş olmaktadır. Denilse ki, İbrahim en-Nehai'nin akreplerin ateşte yakılmasından hoşlanmadığı ve: Bu bir müsledir, dediği rivayet edilmiştir. Şu cevap verilir: Peygamber (s.a)'dan gelen bu rivayetin ona ulaşmamış olması ve bundan do­layı da "Allah'ın azabı ile azaplandırmayınız" [352] şeklindeki rivayet gereğin­ce amel etmiş olması muhtemeldir. Buna göre onun öngördüğü uygulama bu rivayete uygun olur.

Denilse ki: Müslim'de Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: Rasulullah (s.a) ile bir mağarada bulunuyorduk. Üzerine: "Yemin olsun peyderpey gönderilenlere" (el-Mürselat, 77/1) sûresi nazil oldu. Ve biz henüz bunu taptaze haliyle Hz. Peygamber'den öğreniyorken bulunduğumuz yer­de bir yılan görünüverdi. Bize: "Onu öldürünüz" dedi. Onu öldürmek için hareket ederken bizden önce deliğine kaçtı. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Allah sizi onun şerrinden koruduğu gibi, onu da sizin şer­rinizden korumuştur." [353] Görüldüğü gibi bu rivayette ateş yakıldığından da onu öldürmek için herhangi bir çareye başvurulduğundan da sözedilmiyor. Bu itiraza şu şekilde cevap verilir. Ateş bulamamış olması muhtemeldir. O ba­kımdan onu bırakmıştır. Veya yılanın girdiği deliğin ateşin fayda sağlayamayacağı, dumanın zarar veremeyeceği ve hayvana ulaşamayacağı bir şekilde olması da muhtemeldir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Hz. Peygamber'in: "Allah onu sizin şerrinizden korumuştur" buyruğundan kastettiği, sizin onu öldürmenize karşı o yılanı korumuştur, demektir. "Sizi onun şerrinden koru­duğu gibi" ifadesi, onun sizi sokmasına karşı sizi korumuştur demektir. [354] 

 

5- Yılanları Öldürme Emrinin Mahiyeti:

 

Yılanları öldürme emri, yılanlardan gelmesinden korkulan zararı bertaraf etmeye irşad etmek türündendir. Eğer onlardan gelecek olan zarar kesinlik ka­zanırsa, o yılanın öldürülmesi için elin çabuk tutulması vaciptir. Çünkü Pey­gamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Yılanların hepsini öldürünüz. Bilhassa en­gerek ve kısa kuyruklu olanlarını öldürünüz. Çünkü bunlar gözleri kör eder ve gebe kadınlara düşük yaptırır."[355]

Bu iki türün yılanların kapsamına girmelerine rağmen özellikle onları söz-konusu edip buna dikkat çekmesi, zararlarının büyüklüğünden dolayıdır. Ev­lerin dışında kalan yerlerde, zarar verecekleri muhakkak olmayanlar da ko­nu ile ilgili genel emrin zahirinden anlaşılan hüküm dolayısıyla yine öldü­rülürler. Çünkü tür olarak yılanlar, çoğunlukla zarar verirler. O bakımdan bu zararlılık hepsinde (istishab yoluyla) var kabul edilir. Çünkü şekli ve görü­nüşü itibariyle bütün yılanlar, kalbe korku verir. Ayrıca insanın nefsinde on­lara karşı bir tiksinti vardır. Bundan dolayı Peygamber (s. a) şöyle buyurmuş­tur: "Muhakkak Allah, bir yılanı öldürmeye karşı dahi olsa kahramanlığı se­ver."[356] Görüldüğü gibi Hz. Peygamber, yılanı öldürmeyi teşvik etmiştir. Ebû Davud'un, Abdullah b. Mes'ud'dan merfu olarak yaptığı rivayette de Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur. "Bütün yılanları öldürünüz. Onların intikam alacağından korkan kişi benden değildir."[357] Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [358]

 

6- Evlerde Bulunan Yılanların Öldürülmesi:

 

Evlerde bulunan yılanlar, üç gün kendilerine bu konuda ilan yapılmadık­ça öldürülmezler. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan herhangi bir şey görecek olursanız üç gün süreyle ona ilanda bulununuz."[359]

Bazı ilim adamları, bu hadis-i şerifi cinlerin orada İslam'a girmeleri sebe­biyle yalnızca Medine-i Münevvere ile ilgili kabul etmişler ve şöyle demişler­dir: Bizler, Medine-i Münevvere dışında bulunan şehirlerdeki cinlerden İslam'a giren var mıdır yok mudur bilemiyoruz. İmam Malik de şöyle demektedir: Bu  buyruk, bütün şehirlerde bulunup evlerde görülen küçük (zehirsiz) ve "el-can" diye bilinen yılanların öldürülmesini yasaklamaktadır. Doğru olan görüş de budur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani cinlerden bir taifeyi Kur'an işitsinler diye sana doğru yöneltmiş idik." (el-Ahkaf, 46/29). Müslim'in Sahih'inde de Abdullah b. Mes'ud'dan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Cinlerin davetçisi yanıma geldi. Onlarla birlikte gittim ve onlara Kur'an-ı Kerim okudum." Bu hadis-i şerifte şu ifadeler de yer almak­tadır: Hz. Peygamber'den azık istediler. Bunlar Cezire cinlerinden idiler.[360] Bu hadis-i şerif, yüce Allah'ın izniyle bütünüyle kaydedilecektir.

Bu husus sabit olduğuna göre, konu ile ilgili sakındırma yapılmadıkça ve uyarılmadıkça, yılanın öldürülemeyeceği sabit olur. Nitekim yüce Allah'ın iz­niyle buna dair ek açıklamalar gelecektir. [361]

 

7- Öldürülmeyecek Yılan Var mıdır?:

 

(Hadis) İmamlannın, Hişam b. Zühre'nin azatlısı Ebû's-Sâib'den rivayet et­tiklerine göre, bir seferinde, evinde bulunan Ebû Said el-Hudri'nin yanına gi­rer. Ebû's-Saib der ki: Ebû Said el-Hudri'nin namaz kılmakta olduğunu gör­düm. Namazını bitirinceye kadar beklemek üzere oturdum. Evin bir tarafın­da bulunan hurma salkımları arasında bir kıpırdanma sesi işittim. Dönüp bak­tığımda bir yılan ile karşılaştım. Onu öldürmek üzere atıldım. Bana "otur" di­ye işaret edince oturdum. Namazını bitirince evde bulunan bir odaya işaret edip şöyle dedi: Şu odayı görüyor musun? Evet dedim. Şöyle dedi: Orada biz­den henüz yeni evlenmiş bir genç delikanlı vardı. Rasulullah (s.a) ile birlik­te Hendek gazasına çıktık. Bu genç, Rasulullah (s.a)tan günün ortalarında izin alır ve evine gelirdi. Bir gün ondan izin alınca Rasulullah (s.a) ona şöyle de­di: Beraberine silahını al, Kurayzalıların sana bir zarar vermelerinden korku­yorum. Adam silahını aldı ve (evine) döndü. Hanımının iki kapı arasında ayak­ta dikildiğini görünce, ona saplamak üzere mızrağıyla yürüdü. Bu esnada kıs­kançlığı harekete gelmişti. Hanım ona: Mızrağını yerinde tut. İçeriye gir de benim dışarıya çıkmama sebebin ne olduğunu sen de gör, dedi. Delikanlı içe­riye girince yatak üzerinde toplu vaziyette, büyük bir yılanın olduğunu gör­dü. Mızrağıyla üzerine atılıp mızrağını ona sapladı. Evden çıkınca mızrağı­nı avlunun ortasına sapladı yılanda çırpınıp onun üzerine atıldı. Yılan mı yok­sa genç delikanlı mı daha çabuk öldü bilinemiyor. Bunun üzerine Rasulul­lah (s.a)'ın yanına vardık, ona durumu anlattık ve dedik ki: Allah'a dua et de onu bizim için diriltsin. Hz. Peygamber: "Kardeşinize Allah'tan mağfiret is­teyiniz" dedikten sonra şöyle devam etti: "Gerçek şu ki, Medine'de İslam'a girmiş cinler vardır. Onlardan birşey görecek olursanız üç gün süreyle ona mühlet verip ilan ediniz. Şayet bundan sonra bir daha onları görecek olur­sanız onu öldürünüz, çünkü o bir şeytandır."[362]

Hadisin başka yoldan gelen bir rivayetinde Rasulullah (s.a) şöyle buyur­maktadır: "Bu evlerde yaşayan birtakım yılanlar vardır. Bunlardan herhangi birisini görecek olursanız, üç gün süreyle onu uyarıp mühlet veriniz. Eğer gi­derse mesele yok, değilse onu öldürünüz. Çünkü o kafir (bir cin)dir." Devam­la onlara: "Haydi gidiniz, arkadaşınızı defnediniz" diye buyurdu.[363]

Mezhebimize mensup ilim adamları -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöy­le derler: Bu hadis-i şeriften, bu gencin öldürdüğü (yılan suretindeki) cinnin müslüman olduğu ve onun kabilesi olan diğer cinlerin de o genci kısas yo­luyla öldürdükleri manası çıkmaz. Çünkü eğer bizim ile cinler arasında kısa­sın meşru olduğu kabul edilecek olsa dahi, bu kısas ancak katıksız kasten öl­dürmelerde sözkonusu olur. Bu genç ise, müslüman bir canı kasten öldürmek istememiştir. Çünkü o, bunun durumunu bilmiyordu. Aksine o, sadece şer'an öldürülmesi meşru kılınan bir varlığı öldürmeyi kastetmiştir. O takdirde bu (öl­dürülen yılan eğer müslüman cinlerden ise) hata yoluyla öldürme olur. Ha­ta yoluyla öldürmelerde ise kısas yoktur. O bakımdan, daha uygunu şöyle de­mektir: Cinlerin kafirleri veya fasıkları, kendilerinden birisi öldürüldüğü için haksızca ve intikam almak için genç delikanlıyı öldürmüşlerdir. Nitekim bunların Sa'd b. Ubade'yi öldürdükleri de rivayet edilmektedir. Çünkü Sa'd b. Ubade, banyo yaptığı yerde ölü olarak ve cesedi morarmış halde bulun­du. Onun yakınları, herhangi bir kimseyi görmeksizin şu beyitleri okuyan bi­risinin sesini işitinceye kadar öldüğünü farketmemişlerdi:

"Öldürdük Hazreclilerin efendisi

Olan Sa'd b. Ubade'yi

Ona iki ok attık

Ve kalbine isabet ettirdik."

Diğer taraftan Peygamber: "Medine'de İslam'a girmiş birtakım cinler var­dır" buyururken, bizlere onların müslüman olanlardan herhangi bir kimse­yi öldürmekten sakınmanın bir yolunu beyan etmektedir. Aynı zamanda cin­lerden kafir olanları öldürmenin yolunu da bize göstermektedir.

Peygamber (s.a)'ın hanımı Hz. Aişe'den değişik yollardan rivayet edildi­ğine göre o, küçük bir yılanı öldürmüş idi. Rüyasında birisinin ona: Sen müs­lüman birisini öldürdün, denilince şu cevabı verir: Eğer o, müslüman biri ol­saydı, Peygamber (s.a)'ın hanımlarının yanına girmezdi. Ona şu cevap ve­rilir: O, senin yanına sen ancak elbiseli iken girmiştir. Sabah olunca Hz. Ai-şe, on iki bin dirhemin Allah yolunda dağıtılmasını emretti. Bir rivayete göre de ona şöyle denilmiştir: O ancak sen tesettür içerisinde iken bulunduğun yere girmiştir. Bunun üzerine Hz. Aişe sadakalar verdi ve birkaç köle azad etti. er-Rabi' b. Bedr der ki: Peygamber (s.a)'ın öldürülmelerini emrettiği kü­çük yılanlar (canan) dosdoğru yürüyen ve yürürken sağa sola bükülmeyen yılandır. Alkame'den de buna benzer bir rivayet gelmiştir. [364]

 

8-  Uyarma Şekli:

 

Şehirde görülen yılanların uyarılma şekliyle ilgili olarak İmam Malik şöy­le demiştir: Üç gün süreyle uyarılmalarını daha çok tercih ederim. Aynı za­manda İsa b. Dinar da bu görüştedir. İsterse bir günde defalarca görülsün. Aynı günde üç defa uyarmakla yetinilmez. Uyarı üç gün süreyle yapılır. Üç defa uyarmanın yeterli olacağı da söylenmiştir. Çünkü Peygamber (s.a) "onu üç defa uyarsın" diye buyurmuştur. Bir başka hadiste de: "Ona üç defa uyarıda bulununuz" buyurmuştur. Bundan da maksadın üç defa uyarma ol­duğu anlaşılmaktadır. Ancak İmam Malik'in görüşü daha uygundur. Çünkü Peygamber efendimiz: "Üç gün" ifadesini de kullanmıştır. Bu ise sahih bir nas olup diğer mutlak rivayetleri kayıtlamaktadır. "Üç" ifadesi ile de üç günün ge­cesinin kastedildiği şeklinde de yorumlanabilir. Çünkü Araplar genelde gün ile tarih verdikleri zaman "gece" kelimesini çoğunlukla kullanırlar. Malik der ki: Uyarmak için şöyle demek yeterlidir: Allah adına ve âhiret günü hakkı için seni uyarıyorum, bize gözükmeyiniz, bizi rahatsız etmeyiniz.

Sabit el-Bunanî'nin, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan naklettiğine göre, Abdurrahman b. Ebi Leyla'nın huzurunda evlerde bulunan yılanlar sözkonu-su olunca şöyle der: Evlerinizde bunlardan herhangi birisini görecek olursa­nız şöyle deyiniz: Nuh (a.s)'ın sizden aldığı sözü, Süleyman (s.a)'ın sizden aldığı sözü hatırlatıyorum. Yine onları görecek olursanız artık gördüğünüzü öldürünüz.[365]

Derim ki: Bu ifadenin zahiri bir defa uyarmanın yeterli olduğunu göster­mektedir. Hadis-i şerif ise bunu reddeder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Habib, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Sü­leyman (a.s)'ın sizden aldığı ahdi size hatırlatıyorum ki, bizlere herhangi bir şekilde eziyet vermeyiniz, bizlere hiçbir şekilde gözükmeyiniz." [366]

 

9- Cinlerin Grupları:

 

Cübeyr b. Nufeyr, Ebû Sa'lebe el-Huşeni -ki adı Cursum'dur-den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cinler üç bölüktür. Bun­ların üçte birinin kanatlan vardır, havada uçarlar. .Diğer üçte biri yılan ve kö­pektir. Diğer üçte biri ise konar ve göçerler."[367]

Ebu'd-Derda'nın (adı Umeymir'dir) rivayetine göre de Rasulullah (s.a) şöy­le buyurmuştur: "Cinler, üç bölük halinde yaratılmıştır. Üçte biri köpek, yı­lan ve yer haşereleridir. Üçte biri hızlı esen rüzgardır, üçte biri de Âdemo-ğulları gibidir. Onlar hakkında sevap sözkonusudur (kusurları için) cezalan­dırılmaları sözkonusudur. Diğer taraftan Allah, insanları da üç bölük halin­de yaratmıştır. Onların üçte birinin kalpleri vardır fakat onlarla birşey anla­mazlar, gözleri vardır fakat onlarla birşey görmezler, kulakları vardır onlar­la birşey işitmezler. Bunlar ancak hayvanlar gibidirler, hatta yolca onlardan da sapıktırlar. Diğer üçte birinin Âdemoğulları gibi vücutları vardır, fakat kalp­leri şeytan kalbidir. Öbür üçte biri ise, gölgesinden başka hiçbir gölgenin bu­lunmadığı bir günde Allah'ın gölgesi altında olacaklardır."[368]

 

10- Doğrudan Öldürülebilen Hayvanlar:

 

Aslı itibariyle eziyet veren, insanı rahatsız eden hayvanlar bir uyarı söz-konusu olmakszın doğrudan öldürülür. Buna sebep ise eziyet verici oluşla­rıdır. Yılan, akrep, fare, keler ve benzeri hayvanlar böyledir. Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Beş bozguncu (fevasık) vardır ki, bunlar ihramlı iken de ihramsız iken de öldürülürler..."[369]

Yılan, İblisi çeneleri arasına alıp cennete sokmak suretiyle Hz. Âdem'e iha­net ettiğinde asıl karakterini ortaya koymuştur. Eğer İblisi içeri sokarken açı­ğa çıkarmış olsaydı, cennetin bekçisi olan Rıdvan, onu sokmasına imkan ver­mezdi. İblis bu sırada yılan: Ben seni himayeme alıyorum demişti. O bakım­dan Rasulullah (s.a) yılanın öldürülmesini emretmiş ve: "Namazda olsanız da­hi onu öldürünüz" diye buyurmuştur. Bununla Hz. Peygamber, yılanı ve ak­rebi kastetmektedir.

Keler ise diğer bütün canlı hayvanlar arasında Hz. İbrahim'in içine atıl­dığı ateşi üflemiştir.[370] O bakımdan, ona lanet edilmiştir. Bu konudaki riva­yet de yapılan rivayet kabilindendir. Rasulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu ri­vayet edilmiştir: "Her kim bir keler öldürürse, sanki bir kafir öldürmüş gibi­dir."

Müslim'in Sahih'inde yer alan rivayete göre Ebû Hureyre Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim ilk darbede bir keler öldürürse ona yüz hasene yazılır. İkincisinde öldürürse daha az, üçüncüsün­de öldürürse daha az (hasene) yazılır." Bir rivayette de: "İlk darbede öldü­rürse yetmiş hasene yazılır" diye buyurmuştur.[371]

Fare ise, Hz. Nuh'un gemisinin iplerini kemirip kesmek suretiyle gerçek karakterini ortaya koymuştur. Abdurrahman b. Ebi Nu'm'un Ebû Said el-Hud-ri'den rivayetine göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İhramlı kişi yıla­nı, akrebi, çaylağı, saldırgan yırtıcı hayvanı, kuduz köpeği ve fasıkcığı (fa­reyi) öldürür."[372] Rasulullah (s.a), farenin yanan kandilin ipini sürüklerken evi yakmak üzere olduğunu uyanıp görmüş, bunun üzerine de farenin öldü-' rülmesini emretmiştir.

Karga ise, Allah'ın peygamberi Nuh'un, onu yeryüzünde durumun ne şe­kilde olduğunu görüp haber vermek üzere gemiden salıverdiğinde Hz. Nuh'un verdiği emri yerine getirmeyi bir kenara itmiş ve bir leşe konmak suretiyle karakterinin ne olduğunu ortaya çıkarmıştır.[373] Bütün bunlar bir ba­kıma yılan gibidirler. İşte bundan dolayı onları burada sözkonusu ettik. Bu hususa dair ve onların öldürülmelerinin mubah kılınması sebebine dair ek açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide sûresinde[374] ve başka yerlerde ge­lecektir. [375]

 

"Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin" bölümüne da­ir açıklamalarımızı da yedi başlık halinde vereceğiz:

 

1- İnenler Kimlerdir, Nerelere İnmiştir?:

 

Yüce Allah'ın: "Biz de dedik ki: Kiminiz kiminize düşman olarak inin"

buyruğunda hitap, İbn Abbas'ın görüşüne göre Âdem'e, Havva'ya, yılana ve şeytanadır. el-Hasen der ki: Burda hitap Âdem'e, Havva'ya ve vesveseyedir. Mücahid ve yine el-Hasen der ki: Hitap Âdemoğullarına ve İblisin oğulları-nadır.

İnmek (hubût), yukarıdan aşağıya doğru inmektir. Hz. Âdem Hint'te, Se-rendib'deki Büz adındaki bir dağa indirildi. Hz. Âdem üzerinde cennetin ko­kusunu taşıyordu. Bu koku oranın ağaçlarına ve vadilerine de bulaştı, orada bulunan ne varsa hoş koku ile doldu. İşte oradan gelen hoş ve güzel koku­lar Âdem (a.s)'ın kokusundandır. Bulutlar, Hz. Âdem'in başına sürtünüyordu. O bakımdan kafasının üst tarafındaki saçlar döküldü. Onun soyundan gelen­lere de bu kalıtım yoluyla geçti.. Buhârî'de, Ebû Hureyre'den, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah, Âdem'i altmış zira' boyunda yaratmıştır."[376] Bu hadisi Müslim de rivayet etmiştir. İleride gelecektir. Hz. Havva ise Cüdde'ye, İblis Ubulle'ye, yılan Beysan'a indirildi. Sicistan'a indirildiği de söylenmiştir. Sicistan Allah'ın arzında yılanı en bol olan bir yer­dir. Eğer bu yılanları yiyen pek çoğunu yok eden ve (üfürmekle birlikte in­sanlara zarar vermeyen) el-İrbed adındaki tür olmasaydı, yılanlardan dola­yı Sicistan boşaltılırdı. Bunu Ebu'l-Hasen el-Mes'udî zikretmiştir. [377]

 

2- "Birbirinize Düşman Olarak İniniz":

 

Yüce Allah'ın: "Kiminiz kiminize düşman olarak" buyruğu (mealde de gösterildiği gibi) hal konumundadır. Yani, bu halde ininiz, demektir.

Düşman (aduv), dostun zıddıdır. Zulmetmek halinde kullanılanden türemiştir. İnsanlara saldırıp hücum eden kurt hakkında da ta­biri kullanılır. Udvan da apaçık zulüm ve haksızlık demektir. Bu kelimenin aynı kökten ve haddi aşmak anlamına geldiği de söylenmiştir. Karşı tarafın hoşuna gitmeyecek işlerde haddi aştığından dolayı düşmana "aduv" adı ve­rilmiştir. Ayakla koşmak için de bu kelimenin kullanılış sebebi, koşarak bir şeyin aşılması dolayısıyladır. Her iki anlam birbirine yakındır. Çünkü haksız­lık yapan, zulmeden bir kimse haddi aşmış demektir.

Kimi ilim adamı, yüce Allah'ın: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin" buyruğunu insanın kendisi hakkındadır, diye yorumlamışlardır. Ancak bu, an­lam itibariyle doğru olmakla birlikte uzak bir ihtimaldir. Buna delil Peygam­ber Efendimizin şu buyruğudur: "Kul sabahı ettiğinde azaları diline şöyle der: Bizim hakkımızda Allah'tan kork. Çünkü sen doğru olduğun takdirde biz de doğru oluruz. Sen eğrilirsen biz de eğriliriz."[378]

Eğer: Neden "düşmanlar" denilmeyip de "düşman" denilmiştir, diye soru­lacak olursa buna iki şekilde cevap verilebilir:

Birinci cevap: Arapçada "bazı" ve "kül (bütün)" kelimeleri hakkında hem lafız itibariyle hem mana itibariyle tekil kelimeler ile haber verilebilir. Kur'an-ı Kerim'de bu görülen birşeydir. Mesela yüce Allah, şöyle buyurmak­tadır: "Onların hepsi Kıyamet gününde O'na yalnız gelir." (Meryem, 19/95) buyruğunda lafıza uygun olarak "gelir" fiili tekil gelmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Hepsi de O'na hor ve hakir olarak geleceklerdir" (en-Neml, 27/87) buyruğunda da anlam göz önünde bulundurularak "gelir­ler" kelimesi çoğul gelmiştir.

İkinci cevap: "Düşman (aduv)" kelimesi çoğul kullanılan yerde tekil ge­lebilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar sizin için düşmandır. Zalim­ler için ne çirkin bir değiş-tokuştur bu." (el-Kehf, 18/50) Burada "düşmanlar" anlamındadır. Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman onlardır." (el-Münafıkun, 63/4) İbn Faris der ki: "Aduv" kelimesi aynı zamanda hem bir kişiyi hem iki ki­şiyi hem üç. kişiyi, hem de dişi olanı bir arada ifade eder, bazan çoğul ola­rak da gelebilir. [379]

 

3- Cennetten Çıkarılmak Hz. Adem İçin Bir Ceza mıydı?:

 

Yüce Allah'ın Hz. Âdem'i cennetten çıkartması ve onu yeryüzüne indir­mesi bir ceza değildi. Çünkü tevbesini kabul ettikten sonra, yeryüzüne in­dirmiştir. Hz.Âdem'i yeryüzüne indirmesi, ya onu te'dip içindi veya sıkıntı­sını (mihnetini) ağırlaştırmak için idi. Hz. Âdem'in yeryüzüne indirilmesi ve oraya yerleştirilmesi ile ilgili doğru açıklama şekli budur: Bunda yüce Allah'ın ezelî hikmeti açıkça ortaya çıkmıştır. Bu ise, soyundan gelecek olanları şe-riati ile mükellef kılmak, onları sınamak kastı ile, soyunun üremesidir. Bu tek­lif ve sınamaya bağlı olarak, onlar, âhirette ecir veya ceza ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü cennet ile cehennem teklif yurdu değildirler. O bakım­dan Hz. Âdem'in cennetten indirilişine sebep onun yasak ağaçtan yemesi ol­muştur. Ve Allah, dilediğini yapmak hakkına sahiptir. Diğer taraftan yüce Al­lah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" diye buyurmuştu. İşte bu Hz. Âdem için büyük bir menkıbe (övülecek olay), büyük bir fazi­let ve üstün bir ikramdır. Hz. Âdem'in yeryüzünden yaratıldığına dair işaret de daha önceden geçmişti. Bizim, Hz. Âdem'in yüce Allah tarafından tevbe-sinin kabul edilişinden sonra yeryüzüne indirildiğini söylememizin sebebi ise, ileride de geleceği üzere ikinci olarak "hepiniz oradan inin" (âyet, 38) di­ye buyurulmuş olmasıdır. [380]

 

4- Yeryüzünde Yerleşmek:

 

Yüce Allah'ın: "yeryüzünde sizin için bir süreye kadar duracak bir yer... vardır." Yani sizler, orada belli bir süre kalacaksınız, karar bulacaksı­nız. Bu açıklamayı Ebu'l-Âliye ve İbn Zeyd yapmıştır. es-Süddî de der ki: "Du­racak bir yer"den kasıt kabirlerdir.

Derim ki: Yüce Allah'ın: "Yeri sizin için bir karar (yerleşme mekanı) kıl­mıştır." (el-Mü'min, 40/64) buyruğunda bu kelime her iki manaya da gele­bilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [381]

 

5- "Faydalanacak Şeyler":

 

Meta' (faydalanılan şey); kendisi ile faydalanılan yiyecek, giyecek, hayat, söz, ünsiyet ve buna benzer hususlardır. Nikahlandıktan sonra boşanan ka­dına verilen şey ile yararlanıldığı için de "mut'atü'n-nikâh" adı verilir. Süley­man b. Abdülmelik defnedildikten sonra oğlu Eyyûb'un kabri başında dura­rak şu beyitleri söylemişti:

"Kurak bir yerde yabancı bir kabrin başında durdum

Ayrılan bir sevgiliden çok az bir fayda (meta') gördüm." [382]

 

6- "Bir Süreye Kadar":

 

Tefsir âlimleri âyet-i kerimede geçen "bir süreye kadar" anlamını ifade eden buyruğunu değişik şekillerde açıklamışlardır. Bir kesime gö­re bundan kasıt ölüme kadar demektir. Bu: "Duracak bir yer (müstakar)" ke­limesini, dünyada ikamet süresi olarak kabul edenlerin görüşüdür.

"Bir süreye kadar"dan, kasıt Kıyametin kopacağı zamana kadardır da de­nilmiştir. Bu ise: "Duracak bir yer"den kasıt kabirlerdir, diyenlerin görüşü­dür. er-Rabi' der ki: "Bir süreye kadar" demek tayin edilen bir vakte kadar demektir. Bu kelime ise uzun süre anlamına gelir.. Nitekim O vakit," kelimesi "el'ân: şimdi" kelimesinin, uzak zaman için kullanılan şek­lidir. Huveylid der ki:

(Çokça ziyafet verenden kinaye olarak:)

"Külü bol tencere ve kazanları çok, büyük kimse gibi

Kış süresince tıpkı alt tarafları genişleyen havuzlar gibi."

Bu kelimenin baş harfine "te" getirilerek şeklinde söylendiği de olur. Şair Ebû Vecze (şu beyitinde), böyle kullanmıştır:

"Şefkat gösterecek kimse olmadığında şefkat gösterenler (dir onlar);

Nerde yemek yediren, (denildiği bir) zamanda da yemek yedirenler (dir)."

kelimesi, aynı şekilde süre anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buy­ruğunda olduğu gibi: "İnsan üzerinden uzun devirden öyle bir süre geçti ki..." (el-İnsan, 76/1.)

Yine bu kelime, kısa süre (saat) anlamına gelir. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Veya azabı göreceği anda... diyecektir." (ez-Zümer, 39/58)

İbn Arefe der ki: "Hîn: Süre" kısa bir an ve daha fazlası türünden bir za­man dilimidir. Şanı yüce Allah'ın: "Şimdi sen onları sapıklıklarında bir sü­reye kadar bırak" (el-Mü'minun, 23/54) buyruğundan kasıt ecelleri gelene kadar onları bırak demektir. "Her süre (hîn)yemişini verir." (İbrahim, 14/25) buyruğundan kasıt ise her senedir. Hayır, her altı ayda bir de denildiği gibi, sabah akşam yemişini verir de denilmiştir.

el-Ezherî der ki: "Hîn" kelimesi "vakit" kelimesi gibidir. Uzun yahut kısa olsun bütün zaman süreleri hakkında kullanılmaya elverişli bir kelimedir. Bu  (İbrahim, 14/25) âyet; onun yemişlerinden her vakit faydalanılır ve onun fay­dası hiçbir şekilde kesintiye uğramaz, demektir. Yine el-Ezherî der ki: Bu ke­lime, Kıyamet günü anlamına da gelir, sabah akşam anlamına da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Akşamı ve sabahı ettiğiniz vakit­lerde Allah'ı teşbih ediniz." (er-Rum, 30/17) Belli bir yerde bir süre ikamet edildiği takdirde: O o yerde bir süre ikamet ettim" denilir. Her­hangi bir şeyin vakti yaklaştığı zaman denilir. Buseyne der ki:

"Gerçek şu ki Cemil'den ayrılıktan sonra bir an dahi teselli bulduğum Bir vakit geçmedi ve onun geçeceği zaman da yaklaşmadı." [383]

 

7- Dilcilerin Ayrı Kanaatlerinin Fukahanın Farklı Kanaatlerine Etkisi:

 

Dilciler "hîn:süre" kelimesinin kapsamı hakkında farklı görüşlere sahip ol­duklarından dolayı bizim mezhep âlimlerimiz ile başkaları arasında bu ko­nuda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. el-Ferra der ki: Hîn iki türlüdür. Birin­cisinin sınırı sözkonusu değildir. Yüce Allah'ın: "Rabbinin izniyle her süre yemişini verir."(İbrahim, 14/25) buyruğunda sözkonusu ettiği hîn: süre, al­tı aydır. İbnu'l-Arabî der ki: Süresi bilinmeyen hîn (süre) lafzına herhangi bir hüküm taalluk etmez. Hükümlerin kendisine taalluk ettiği ve mükellefiyet­lerin alakalı olduğu hîn ise süresi belli olandır. Bunun azami süresi ise bir yıldır. İmam Malik, hükümlerde ve yeminlerde isimlerin ve zamanın en kapsamlı olanın esas alınacağı görüşündedir. Şafii ise asgarisinin alınacağı gö­rüşünü kabul eder. Ebû Hanife ise, orta yolu tutarak altı aylık sürenin mu­teber olacağı görüşündedir. Ancak bu görüşün anlamı yoktur. Çünkü ona gö­re miktarları tesbit edilen şeyler kıyas ile sabit olmaz. Şeriat sahibinden (Peygamber'den) ise bu konuda herhangi bir nas yoktur. Bu hususta esas alına­cak olan ise, kelimenin sözlükteki anlamı bilindikten sonraki manadır. Bu­na göre bir kimse bir süre (hîn) namaz kılmayı adayacak olursa, Şafii'ye gö­re bu bir rek'at kabul edilir. Çünkü nafilenin asgari miktarı -vitirdeki tek rek'ate kıyasen- bir rek'attir. İmam Malik ve mezhebine menbsup ilim adam­larına göre ise, nafilenin en az miktarı iki rek'attir. O bakımdan buna dair sü­re böyle bir fiilin (yani iki rek'at namaz kılmanın) süresi esas alınarak tes­bit edilir. İbn Huveyzimendad "Ahkamu’-Kur'ân)" adlı eserinde şunu kay­deder: Filan kimse ile bir süre (hîn) konuşmamaya veya bir süre şu işi yap­mamaya yemin eden kimsenin sözünü ettiği "hîn" bir senedir. Devamla der ki: Fukahâ, ahkam ile ilgili hususlarda şu işi bir süre yapmamak üzere veya filan ile bir süre konuşmamak üzere yemin eden kimsenin bir seneden faz­la bir sürenin yemininin kapsamına girmeyeceği hususu üzerinde ittifak et­mişlerdir.

Derim ki: Sözünü ettiği bu ittifak mezhebimizdeki (Maliki mezhebinde­ki) ittifaktır. Malik der ki: Herhangi bir kimse hîn: zaman yahut dehr boyun­ca birşeyi yapmamak üzere yemin ederse bütün bu şekildeki ifadeleri bir se­ne için geçerli kabul edilir. İbn Vehb'in Malik'den rivayetine göre: O, deh-rin bir sene olup olmayacağı hususunda şüphe etmiştir. İbnu'l-Münzir'in, Ya-kub ile İbnu'l-Hasen'den nakline göre ise "dehr" altı aylık bir süredir. İbn Ab-bas ile rey sahiplerinden, İkrime, Said b. Cübeyr, Âmir eş-Şa'bî ve Abî-de'den ise yüce Allah'ın: "Rabbinin izniyle her süre yemişini verir" (İbrahim, 14/25) buyruğunda geçen "hîn" kelimesinin altı ay olduğunu söyledikleri rivayet edilmiştir.

el-Evzaî ve Ebû Ubeyd ise, hîn altı aylık bir süredir, demişlerdir. İmam Şafii'ye göre ise, bu kelime ile ilgili belli bir süre takdiri sözkonusu değildir, bunun nihaî süresi de belli değildir. Ona göre "hîn" kelimesi, dünya kaldığı sürece devam edebilir. İmam Şafii der ki: Böyle bir kimsenin hanis (yeminini bozan) olduğuna ebediyyen hükmedemeyiz. Ancak takvaya uygun hareket bir gün geçmeden önce onun yemininin keffaretini yerine getirmesidir. Ebû Said ve başkaları ise şöyle der: Hîn ve zaman kelimeleri dilin ihtimal ver­diği manalara göre açıklanır. Mesela: Ben sana bir süreden (hîn)den beri gel­dim derken, belki de yarım günlük bir süreden beri gelmemiş de olabilir. Şafii mezhebine mensup el-Kiya et-Taberî der ki: Genel olarak "hîn" kelimesi değişik şekillerde yorumlanabilir.

Ancak Şafii, bu yorum şekillerinden herhangi birisini tayin etmek gerek­tiği görüşünde olmamıştır. Çünkü bu kelime mücmel, bir kelimedir ve dilde muayyen bir manayı kastetmek üzere kullanılmamıştır. Kimi ilim adamı da der ki: Yüce Allah'ın: "Bir süreye kadar" buyruğunda şöyle bir anlam var­dır: Bununla Âdem'e, onun yeryüzünde ebediyyen kalmayacağına dair ve ken­disine döneceği vadolunan cennete geçeceğine dair bir müjde vardır. Âdem'den başka kimseler için ise bu ifade, yalnızca öldükten sonra dirilmek şartına bağlıdır. [384]

 

37. Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı, O da tevbesi-ni kabul etti. Çünkü O, tevvâb olandır, rahîm olandır.

Bu buyruktaki: "Derken Âdem, Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı..." bölümüne dair açıklamalarımızı sekiz  başlık altında yapacağız:

 

1- Belleyip Almanın Anlamı:

 

Yüce Allah'ın: "Derken Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" buyruğunda geçen "telakki (belleyip alma)"; kavradı, farkına vardı, belledi anlamındadır, denildiği gibi, kabul etti ve aldı anlamındadır, da denilmiştir. Çünkü Hz. Âdem, vahiy telakki eder, yani onu karşılar, alır ve bellerdi. Me­sela, "hacıları telakki etmek üzere çıktık" demek, onları karşılamak üzere çık­tık, demektir. Telakki etmenin, yapılan telkini anlayıp bellemek anlamında olduğu da söylenmiştir. Anlam itibariyle böyle bir açıklama doğrudur. Ancak kelime kökü itibariyle telakki'nin telkin'den gelmesi mümkün değildir. Çün­kü aynı cinsten gelen iki harften birisi değiştirilir ise bu yâ'ya dönüşür. O ba­kımdan telakki kelimesi ile telkin kelimesinin aynı kökten gelmesi sözkonu-su değildir. Mekkî'nin naklettiğine göre Hz. Âdem'e bu kelimeler ilham yo­luyla verilmiş, o da bu kelimelerin faydasını görmüştür. el-Hasen de der ki: O, bu kelimeleri alıp kabul etti, yani onları öğrendi ve gereğince amel etti, demektir. [385]

 

2- Hz. Adem'in Bellediği Kelimeler:

 

Tefsir alimleri, bu "keUmeler'Mn ne olduğu hususunda farklı görüşlere sa­hiptirler. İbn Abbas, el-Hasen, Said b. Cübeyr, Dahhâk ve Mücahid, yüce Al­lah'ın "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize mer­hamet etmezsen şüphesiz zarara uğrayanlardan oluruz" (el-A'raf, 7/23) buyruğundaki sözler olduğunu söylemişlerdir.

Yine Mücahid'den gelen rivayete göre sözkonusu kelimeler:

"Allah'ım Seni tenzih ederiz, Senden başka hiçbir ilah yoktur. Rabbim, ben kendi nefsime zulmettim, günahımı bağışla, şüphesiz Sen gafursun, rahîm-sin" sözleridir.

Bir kesime göre, Hz. Âdem Arşın bacağı üzerinde "Muhammedurrasulul-lah" ifadesini yazılı görmüş, o da bunun hakkı için kendisine şefaat edilme­sini istemiştir. İşte sözü geçen kelimeler bunlardır.

Bir başka kesim şöyle demektedir: "Kelimeler"den kasıt, ağlaması, utan­ması ve dua edip yalvarmasıdır. Pişmanlık, mağfiret dilemek ve keder oldu­ğu da söylenmiştir. İbn Atiyye der ki: Bu, Hz. Âdem'in bilinen mağfiret ta­lebinden başka birşey söylemediğini gerektirmektedir. Seleften birisine gü­nahkâr bir kimsenin neyi söylemesi gerektiğine dair soru sorulunca şöyle de­miştir: Anne ve babasının söylediği sözler olan: "Rabbimiz, biz nefsimize zul­mettik" (el-A'raf, 7/23) âyetinde söylenen sözlerdir diye cevap vermiştir.

Hz. Musa da şöyle dua etmişti: "Rabbim, gerçekten ben nefsime zulmet­tim, bana mağfiret buyur" (Kasas, 28/16). Hz. Yunus da şöyle demişti:

"Senden başka hiçbir ilah yoktur, Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulme­denlerden oldum." (el-Enbiya, 21/87)

İbn Abbas ile Vehb b. Münebbih'ten rivayet edildiğine göre sözü geçen kelimeler şunlardır:

"Seni hamdinle tenzih ederim Allah'ım, senden başka hiçbir ilah yoktur, ben kötülük yaptım, nefsime zulmettim, bana mağfiret buyur, çünkü Sen mağ­firet edenlerin en hayırhsısın. Seni hamdinle teşbih ederim Allah'ım, Senden başka hiçbir ilah yoktur, ben bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen tevbemi kabul buyur. Çünkü Sen tevbeleri çokça kabul edensin, merhame­ti sonsuz olansın."

Muhammed b. Ka'b da sözü geçen bu kelimelerin şunlar olduğunu söy­lemektedir: "Senden başka ilah yoktur, seni hamdinle tenzih ederim, teşbih ederim. Bir kötülük işledim ve nefsime zulmettim. Sen benim tevbemi kabul buyur. Şüphesiz sen çokça tevbeleri kabul eden, çokça merhametli olansın. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni hamdinle teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, Sen bana merhamet buyur. Çünkü şüp­hesiz Sen gafursun, rahimsin. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Seni hamdin­le teşbih ve tenzih ederim. Bir kötülük işledim, nefsime zulmettim, bana mer­hamet buyur. Şüphesiz sen merhametlilerin merhametlisisin." Sözü geçen bu "kelimeler"in aksırdığı zaman söylediği "elhamdülillah" sözleri olduğu da söy­lenmiştir.

"Kelimât" kelime'nin çoğuludur. Kelime ise, çok söz hakkında da kulla­nılır, az söz hakında da kullanılır. Buna dair açıklamalar daha önceden geç­miş bulunmaktadır.[386]

 

3-Tevbesinin Kabulü:

 

Yüce Allah'ın Âdem'in tevbesini kabul etmesinin anlamı, tevbe etme ba­şarısını ihsan etmesi yahut onun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu ise ile­ride yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı gibi, Cuma gününe rastlayan, aşure gü­nünde gerçekleşmiş idi. Kişi, Rabbine itaate döndüğü vakit, "tevbe etti" de­nilir. Tevvâb bir kul: Çokça itaate dönen kul demektir. Tevbe asıl itibariyle dönmek demektir. [387]

 

4- Havva'nın Tevbesinin Kabulünden Niye Söz Edilmiyor:

 

Yüce Allah, burada: "O da tevbesinl kabul etti" diye buyurarak "ikisinin tevbesini kabul etti" dememiştir. Halbuki o günahta Havva'nın da Hz. Âdem ile ortak olduğu icmâ ile kabul edilmiştir. Diğer taraftan yüce Allah: "Bu ağa­ca yaklaşmayınız" (âyet, 35) diye buyurmuştur. Başka yerde de: "Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" (el-A'raf, 7/23) dedikleri bildirilmektedir denilecek, olursa cevabımız şudur:

Kıssanın baş tarafında: "Sera zevcenle birlikte cennette yerleş" (âyet, 35) di­ye Hz. Âdem'e hitap edildiğinden dolayı, kelimeler belleyip almakta da özellikle ondan söz edilmiştir. Böylelikle bu kıssanın sonu sadece o sözko-nusu edilerek gelmektedir. Diğer taraftan kadının saygınlığı ve setredilme-si esas olduğundan yüce Allah da burada onu setretmek istemiştir. Bundan dolayı: "Âdem Rabbinin emrine karşı geldi de şaşırıp kaldı" (Ta-ha, 20/121) buyruğundada Havva'dan söz edilmemiştir. Diğer taraftan çoğu hususlarda kadın erkeğe tabi olduğundan dolayı ondan ayrıca söz edilmemiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ben sana.... demedim mi" (el-Kehf, 18/75) buyruğunda Hz. Musa ile birlikte bulunan delikanlıdan söz edilmeyip sadece Hz. Musa'dan söz edilmiştir.

Hz. Âdem'in tevbesinin kabulünün sözkonusu edilmesi, Havva'nın da tev­besinin kabul edildiğini göstermektedir. Çünkü her ikisi aynı durumda idi. Bu açıklama el-Hasen'den rivayet edilmiştir. Bir diğer görüşe göre bu buy­ruk yüce Allah'ın: "Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman... ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) buyruğunu andırmaktadır. Burada ka­sıt ticarettir. Çünkü yönelenlerin maksadı odur. O bakımdan burdaki tekil za­mir ticarete aittir. "O ikisine" denilmemiştir. Bununla birlikte mana arasında büyük bir fark yoktur. Şair de şöyle demiştir:

"Beri olduğum(uz) halde bana ve babama iftirada bulundu O bana (anlaşmazlığımıza sebep olan) kör kuyudan dolayı iftira etti." Kur'an-ı Kerim'de de yüce Allah: "Allah ve Rasûlü'nü, onu razı etmele­ri daha uygundur." (et-Tevbe, 9/62) (şeklinde tekil zamir kulanılması) da­ha kısa ve daha veciz ifade kullanmak içindir. [388]

 

5- Tevvâb Olan Allah:

 

Yüce Allah, kendi zatını "çünkü O, tevvâb olandır, rahim olandır" diye vasfetmektedir. Kur'an-ı Kerim'de bu kelime, hem elif lam'lı (marife) olarak hem nekre (belirtisiz) olarak, hem isim hem de fiil olarak tekrarlanmıştır. Ba-zan "tevvâb" kelimesi kul hakkında da kullanılabilir. Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Şüphesiz Allah çokça tevbe edenleri (tevvâbîn) ve çokça temiz-

lenenleri sever." (el-Bakara, 2/222)

İbnu'l-Arabî der ki: Yüce Rabbimizin "tevvâb" olmakla nitelendirilmesi ile ilgili olarak bizim mezhep âlimlerimizin üç görüşü vardır:

1- Şanı yüce Rabbimiz hakkında, bu sıfatın, kullanılması caizdir. O bakım­dan Kitap ve Sünnette olduğu gibi O'na dua ederken tevvâb diye çağırılır ve ayrıca tevilde bulunulmaz.

2- Başkalarına göre bu, şanı yüce Allah hakkında hakiki bir sıfattır. Allah'ın kula tevbesi ise, kulun masiyet halinden dönüp Allah'a itaat haline dönme­si demektir.

3- Başka bir grubun görüşüne göre ise, Allah'ın kuluna tevbesi, kulunun tevbesini kabul etmesi demektir. Bu sıfatın yüce Allah'ın: "Ben senin tevbe-ni kabul ettim" şeklindeki sözü ile alakalı olması, onun yarattığı günahkâr kul­larının kalbinin ise Allah'a dönüşe yönelmesi ve zahir azalarının da itaat et­melerini sağlaması şeklinde olması da muhtemeldir. [389]

 

6- Allah Hakkında "Tâib"Lafzı Kullanılabilir mi?:

 

Tevbe etmek fiilinden özne olarak "tâib: tevbe eden" kelimesinin yüce Al­lah hakkında kullanılması caiz değildir. Çünkü bizim, yüce Allah hakkında bizzat kendisinin zatı hakkında kullandığı, yahut Hz. Peygamber'in kullan­dığı ya da müslümanların tümümün icmâ' ile kullandığı isim ve sıfatlardan başkasını kullanmak hak ve yetkimiz yoktur. İsterse dildeki kullanımı açısın­dan caiz ve ihtimal dahilinde olsun, değişen birşey olmaz. Bu konuda sağ­lıklı ve doğru tutum budur. Buna dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz. Şanı yü­ce Allah: "Andolsun ki Allah Peygamberinin., muhacirlerle ensarın tevbe­sini kabul etti." (et-Tevbe, 9/117); "O, kullarının tevbesini kabul edendir." (eş-Şura, 42/25) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'a "tevvâb" denilmesi fiilin mübalağalı olduğunu ifade etmek için ve O'na tevbe edip dönenlerin çok­luğu dolayısıyla kullarının tevbesini çokça kabul ettiğinden dolayıdır. [390]

 

7-  Tevbenin Kabulü Allah'a Mahsustur:

 

Şunu bil ki, Allah'tan başka hiçbir kimsenin tevbeyi yaratma kudreti yoktur. Çünkü -Mu'tezile ile onların görüşlerini kabul edenlerin hilafına- amel­leri yaratan yalnız O'dur. Kendi aleyhine günah işleyerek aşırıya giden bir kim­senin tevbesini hiçbir kimse kabul etmek veya onu affetmek yetkisine sahip değildir. İlim adamlarınız der ki: İşte yahudiler ve hrıstiyanlar dinin, bu çok önemli esasını, inkar ederek kâfir olmuşlardır. Onlar "Allah'ı bırakıp alim­lerini ve rahiplerini rabler edinmişlerdir" (et-Tevbe, 9/31.). Bunun yanında onlar, günah işleyen kimsenin alime yahut rahibe giderek ona birşeşler ver­mesi karşılığında günahını bağışlamak gibi dinde olmayan bir şeyi uydurmuşlardır. Yüce Allah bunu: "...Allah'a karşı iftira ederek Allah'ın kendilerine verdiği rızkı haram kılanlar; şüphesiz onlar sapıtmışlardır ve doğru yolu da bulamamışlardır" (el-En'am, 6/140) diye dile getirmektedir. [391]

 

8- Bu Âyetteki Kıraat Farklılığı:

 

İbn Kesir, bu âyetin: "derken Âdem Rabbinden bazt kelimeler belleyip aldı" bölümünü "Âdem'in karşısına Rabbinden bazı kelimeler çıktı" anlamı­nı verecek şekilde diye okumuştur. Her iki kıraat şekli ise aynı manayı vermektedir. Çünkü Âdem'in kelimelerle karşılaşması, kelimelerin de onun karşısına çıkması demektir. Şöyle de denilmiştir: Hz. Âdem'i kurtaran - yüce Allah'ın tevfiki ile - kullandığı kelimeler olduğundan ve o, duasında bu kelimeleri zikrettiğinden burada kelimeler fail (özne) ol­muştur. Buna göre, İbn Kesir'in bu kıraati Rabbin­den gelen birtakım kelimeler Âdem'in karşısına çıktı" şeklinde gibidir. An­cak, dişi olan "kelimler" ile onun fiili arasında başka kelimeler girip bir uzak­lık meydana geldiğinden dolayı, fiilin sonundaki müenneslik alametinin hazfedilmesi güzel kaçmıştır. Bu ise, müennes fiil alametsiz geldiği takdirde, Kur'an-ı Kerim'de olsun konuşma halinde olsun, kullanılan bir şekildir. Şöy­le de açıklanmıştır: "Kelimeler" lafzının müennesliği hakiki müenneslik ol­madığından dolayı müzekker gibi kabul edilmiştir.

el-A'meş ise, şeklinde idğamh okumuştur. Ebû Nevfel b. Ebi Akreb ise Çünkü o, kelimesini şeklinde okumuştur. Diğerleri de isti'nâf (cümle başı) olmak üzere birinci şekilde okumuşlardır. Ebû Amr İsa ve Talha ise, Ebû Hatim'in kendilerinden rivayet ettiğine göre, kelime­sindeki ha ile ondan sonra gelen kelimesindeki ha'ları birbirine idğam-h olarak okumuşlardır. Bunun caiz olmadığı da söylenmiştir. Çünkü bunla­rın aralarında yazıda belirtilmese bile lafzen söylenen bir "vav" vardır. en-Neh-hâs der ki: Sibeveyh böyle bir vav'ın hazfedilmesini caiz kabul eder ve bu­na delil olarak da şu beyiti gösterir:

"Onun, deveye şarkı söyleyenin sesini andıran bir sesi vardır (Yabani eşek) dişisini çağırdığı zaman; yahut o sesi bir çalgı sesini andırır." Buna göre bu iki harfin idğam edilmesi caiz olur. Ve mübteda olarak mer-fu olur. "et-Tevvâb" lafzı da onun haberi olur.

Cümle ise bütünüyle nin haberidir. O zamirinin önceki "he"nin tekidi olması da mümkündür. Fasıla da olabilir.

Said b. Cübeyr der ki: Âdem (a.s) yeryüzüne indirilince orada sadece ka­rada kartal, denizde de balık varmış. Kartal ise geceleyin balığın yanına gi­der, geceyi orada geçirirdi. Kartal Hz. Âdem'i görünce; ey balık dedi. Bugün yeryüzüne iki ayağı üzerinde yürüyen, elleriyle yakalayan birşey indirildi. Bu­nun üzerine balık şöyle dedi: Eğer doğru söylüyor isen, ben denizde ondan kurtulamayacağım, sen de karada ondan kurtulamayaksın. [392]

 

38. "Hepiniz oradan inin" dedik. "Şayet Benden size bir hidâyet ge­lirse, kim Benim hidâyetime uyarsa, onlar için hiçbir korku yok­tur ve onlar asla üzülmezler."

 

"Hepiniz oradan inin dedik" emri, ikinci bir defa vurgulamak ve pekiş­tirmek için tekrarlanmıştır. Birisine: Kalk kalk, demek gibi. Bir diğer görü­şe göre burada emir, her birisi ile ilgili ötekinden farklı bir hüküm sözkonu-su edildiği için tekrarlanmıştır. Birinci emir ile düşmanlık, ikinci emir ile hi­dâyet sözkonusu edilmiştir. Bir diğer görüşe göre birinci iniş, cennetten se­mâya, ikinci iniş ise semâdan yeryüzüne olmuştur. Buna göre bu buyrukta cennetin yedinci semâda olduğuna dair delil vardır. Nitekim ileride de ge­leceği üzere İsrâ Hadisi de buna delildir.

Vehb b. Münebbih der ki: Âdem (a.s) yeryüzüne inince, İblis yırtıcı hay­vanlara: Bu sizin düşmanınızdır, onu yokediniz dedi. Yırtıcı hayvanlar bir ara­ya geldiler ve bu konuda yetkiyi köpeğe verip onu başlarına geçirdiler; Sen bizim en kahramanımızsın diyerek onu başkan yaptılar. Âdem (a.s) durumu görünce ne yapacağını şaşırdı. Cebrail (a.s) ona gelip: Elinle köpeğin başı­nı sıvazla, dedi. Hz. Âdem bunu yaptı. Diğer yırtıcı hayvanlar, köpeğin Hz. Âdem'e alıştığını görünce dağıldılar. Köpek Hz. Âdem'den eman istedi, o da bu emanı verdi. O günden bu yana köpek Hz. Âdem ile ve çocuklarıyla bir­likte kalmaya devam etti.

Tirmizi el-Hakîm de buna yakın bir rivayet kaydetmektedir. Ona göre Âdem (a.s) yeryüzüne inince, İblis yırtıcı hayvanlara varmış, onları Âdem'i rahatsız etsinler diye ona karşı kışkırtmıştır. Âdem'e karşı en şiddetli düşman­lığı yapan köpek idi. Ancak kalbindeki yiğitlik öldürüldü. Gelen haberdeki rivayete göre Hz. Cebrail Âdem'e: Elini köpeğinin başı üzerine koymasını em­retmiş, o da başına koymuş, köpek de bunun üzerine sükûn bulmuş, Hz. Âdem'e alışmış. Bunun sonucunda Hz. Âdem'i ve onun soyundan gelenleri koruyan, onlara alışan hayvanlardan olmuş. Köpeğin kalbindeki yiğitlik öl­dürüldüğünden dolayı köpek insanlardan korkar. Köpek insanların bulunduğu bir yere bırakılsa önce kaçar, sonra onlara alışarak geri döner. Buna gö­re köpekte İblisten bir parça ve Âdem (a.s)'ın başını sıvazlamasından bir par­ça vardır. O, İblisin etkisinde olan yönü ile havlar, hırlar, insana saldırır; Hz. Âdem'in başını sıvazlaması sebebiyle de kalbindeki yiğitlik ölmüştür. O ka­dar ki insanoğlu önünde alçalmış, ona itaatkâr olmuş, ona alışmıştır. Âdem'in çocuklarına karşı durumu da böyledir, onları korur. Köpeğin dilini çıkartıp soluması bütün hallerde yüreğindeki yiğitliğin öldürülmesinden dolayıdır. Bu bakımdan şanı yüce Allah -inşaallah- A'raf süresinde açıklanacağı üzere kö­tü alimleri köpeğe benzetmiştir.[393] Hz. Âdem'e yüce Allah'ın Musa'ya muci­ze kıldığı asa indirilmiştir. O bu asa vasıtasıyla kendisine saldıran yırtıcı hay­vanları kovup uzaklaştırıyordu. [394]

 

Allah'tan Gelen Hidâyet:

 

"Şayet Benden size bir hidâyet gelirse.." "bir hidâyef'in anlamı hakkın­da farklı görüşler vardır. es-Süddî'ye göre bu, Allah'ın Kitabıdır. Bunun, hi­dâyeti bulmak için Allah'tan ihsan edilen başarı demek olduğu da söylenmiş­tir. Bir kesime göre ise, hidâyetten kasıt risâletlerdir. Bu ise, Âdem'e, melek-ler'in elçiliği, onun soyundan gelenlere ise, insanların elçiliği ile gerçekleş­miştir. Nitekim el-Âcurrî tarafından rivayet edilen Ebû Zer'den gelen hadis­te de böyle ifade edilmiştir.

Yüce Allah'ın: "Benden" buyruğu ile kulların fiillerinin -Kaderiyye'ye ve başkalarına muhalif olarak- yüce Allah tarafından yaratıldığına işaret edilmek­tedir. Nitekim bu hususa daha önceden değinmiş bulunuyoruz.[395] el-Cahde-rî burada kelimesini şeklinde okumuştur. Huzeyllilerin şive­sinde bu kelime böyledir. Meselâ denir. Nahivciler de Ebû Zueyb'in çocukları için yazmış olduğu meriyesinden şu beyiti örnek ola­rak zikrederler:

"Benim arzumu bırakıp kendi arzularına boyun eğdiler; Tek tek ölüm aldı onları; zaten herkesin ölüp yıkılacağı bir yeri var." en-Nehhâs der ki: Halil ve Sibeveyh'e göre, böyle bir okuyuşun sebebi şu­dur: İzafet yâ'sından önceki harfin, esreli olması gerekir. Elifin hareke alma­sı caiz olmadığından dolayı yâ'ya dönüştürülmüş ve kendisinden sonraki yâ ile idğam edilmiştir. Yüce Allah'ın: şayet" buyruğunda fazladan şart edatı olan ( 00 ile bir araya gelmiştir. Şartın cevabı ise yüce Allah'ın: "Kim... uyarsa" buyruğunda yer alan "fâ" ile birlikteki ikinci şahıstır. "Kim" anlamındaki edat da mübtedâ olarak ref mahallindedir. uyar" ise, şart dolayısıyla cezm mahallindedir. "Korku yoktur" anlamındaki buyruk ise, onun cevabıdır. Sibeveyh der ki: İkinci şart ve cevabı, birincisinin cevabıdır. el-Kisâî de der ki: "onlar için korku yoktur" anlamındaki buyruk her iki şar­tın da cevabıdır. [396]

 

Hidâyete Uyanlar:

 

"Kim Benim hidâyetime uyarsa onlar için hiçbir korku yoktur ve on­lar asla üzülmezler." Burada sözü geçen korku, ancak gelecekte olur. (Havf:korku) kökünden gelen tehavvuf: Eksilmek demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda aynı şekildeki kelime, bu anlama gelir: "Yoksa onları azaltarak cezalandıracağından emin mi oldular?" (en-Nahl, 16/47)

ez-Zührî, el-Hasen, İsa b. Ömer, İbn Ebi İshak ve Ya'kub ke­limesini şeklinde okumuşlardır. Ancak nahivcilerin tercihine gö­re bu kelime (bizim kıraatte olduğu gibi) mübteda olarak ötreli ve tenvinli-dir... Çünkü ikincisi (isim hükmündeki kelime) de marifedir, ancak merfû' ol­ması mümkündür. Zira "lâ" edatı marifede amel etmez. O bakımdan ifade­lerin yeknesak olması için birinci ismin de merfu' olmasını tercih etmişler­dir. Ayrıca burada yer alan edatının, Yoktur, değildir edatı an­lamında olması da mümkündür. [397]

 

Hüzün ve Hazen:

 

Sevincin zıddıdır. (Üzülmek, kederlenmek demektir.) Bu ise, ancak geçmiş­te sözkonusu olur. Âyet-i kerimedeki anlam şudur: Hidâyete tabi olan kimse­ler için, âhirette gelecekte karşı karşıya kalacakları şeyler hususunda korku­lacak bir şeyleri yoktur. Dünyada geri bıraktıkları şeyler için de üzülmezler.

Denildiğine göre, bu buyrukta itaat edenler hakkında da Kıyamet günü­nün dehşetli hallerinin ve bugünün korkularının nefyedildiğine dair bir de­lil yoktur. Çünkü şanı yüce Allah ve O'nun Rasulü, bu Kıyamet gününün şid­detli sıkıntılarını nitelendirmiş bulunuyorlar. Şu kadar var ki yüce Allah, bu­nu itaat edenlere hafifletebilir. Ve nihayette onlar Allah'ın rahmetine kavu­şacaklarında sanki hiç korkmamış gibi olurlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [398]

 

39- İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte bunlar ate­şin arkadaşlarıdırlar. Ve onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar.

 

"İnkâr edip" şirk koşup "âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte bun­lar ateşin arkadaşlarıdırlar."

Arkadaşlık (sohbet): Herhangi bir durumda herhangi bir zamanda bir şey ile birlikte olmak demektir. Eğer bu sürekli olur ve herşeyleriyle içice olur­larsa işte bu arkadaşlığın en mükemmel derecesidir. İşte cehennem ehlinin cehennemle arkadaşlıkları bu şekilde olacaktır. Bu açıklama ile ashâb-ı ki­rama (ashâb) adının verilmesi ile ilgili görüş ayrılığı ortadan kalkmaktadır. Çünkü ileride inşaallah Tevbe sûresinde[399] de açıklayacağımız gibi onların mertebeleri farklı farklıdır.

Âyet-i kerimede yer alan diğer lafızlann ne anlama geldikleri önceden açık­lanmış bulunmaktadır. Allah'a lütfundan dolayı hamdederiz. [400]

 

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/391.

[2] Tirmizî, Fedâilu'l-Kıır'ân 2.

[3] Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn 252; Dâriml, Fedâilu'l-Kur'ân 13, Müsned, V, 249, 251, 255.

[4] Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn 212.

[5] Dârimî, Fedâihri-Kur'ân 13.

[6] Dârimî, Fednilu'l-Kur'ân 14.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/391-393.

[8] "... Allah'ın huzuruna alnının ortasında: 'Allah'ın rahmetinden ümit kesmiştir' diye ya­zı yazılmış olarak çıkar." (İbn Mâce, Diyât 1). Hadisin oldukça zayıf hatta uydurma ol­duğu belirtilmiştir. (ez-Zehebî, Mizan, XI, 99).

[9] İbn Mâce, Hııdud 34'te: "... şâhiden= şahit olarak" şeklinde. Ayrıca bk. Müslim, Liân 17.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/395-398.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/399.

[12] Ma'mer b. el-Müsennâ Ebû Ubeyde'dir. Ona ait bu açıklama ile Kur'ân'dan benzer di­ğer örnekler: Buharı, Tevhîd 46'da geçmektedir.

[13] Buhârî, Cihâd 3, İstizan 41, Ta'bir 12; Müslim, İmare 160-163; Tirmizl, Fedâilu'l-Cihâd 15; Nesaî, Cihad 40...

[14] Buhârl, Tevhîd 15, 22, Bed'ıı'l-halk 1; Müslim, Tevbe 14-16, Deavât 99; îbn Mâce 13, Zühd 35.

[15] Müslim, Cennet 63.

[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/399-401.

[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/401-403.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/403.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/403-404.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/404-405.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/405.

[22] Hadis olarak tesbit edemedik.

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/405-406.

[24] Ebû DâvÛd, Zekât 32; îbn Mâce, Nikâh 5.

[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/406-407.

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/407-708.

[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/408.

[28] Buhârî, İman 37, Tefsîr 31. sûre 2; Müslim, İman 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tirmi-zî, İmân 4; Nesâî, İman 5, 6; İbn Mâce, Mukaddime 9, Fiten 6; Müsned, II, 426.

[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/408-409.

[30] Hz. Ömer'in valilerine yazdığı mektuptan bir bölüm, Muvatta, Vukûtu's-salât 6.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/409.

[31] Buhârl, Ezan 95, 122, Eymân 15; Müslim, Salât 45; Nesat, İstiftâh 7, Tatbik 15, Sehv 67; îbn Mâce, İkame 67'de hep "Tekbir getir!" şeklinde; yalnız Tirmizî, Salât 110'da "kamet getir!" şeklinde.

[32] Ebû Dâvûd, Tahâre 31, Salât 73; Tirmizî, Tahâre 3, Salât 62; İbn Mâce, Tahâre 3; Dâ-rimt, Vudû' 22.

[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/410.

[34] Buhârl, Cumua 18; Müslim, Mesâcid 151, 153; Ebû Dâvûd, Salât 127; Nesâl, İmame 57...

[35] Müslim, Mesâcid, 152, 154; Muvatta', Nida 4; Müsned, H, 427, 460, 529.

[36] Dârimî, Salât 121. Ayrıca: Ebû Dâvûd, Salât 50; Tirmizl, Mevâkit 167; Müsned, III, 43, 54, IV, 241, 244.

[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/410-411.

[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/411-412.

[39] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 64; Ebû Dâvûd, Tetavvu' 5; Tirmizî, Salât 195; Nesai, İma­met 65; İbn Mâce, İkametu's-salât 103; Dâriml, Salât 149.

[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/413.

[41] Buhârî, Ezan 38; Müslim, Salatu'l-Müsâfirîn 65, 66; İbn Mâce, İkâmetu's-salât 103.

[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/413-414.

[43] Ebû Dâvûd, Eti'me 1.

[44] Buharı, Akika l'de; Hz. Esmâ'dan şöyle dediği kaydedilmektedir: "... Küba'da doğum yaptım, onu alıp Rasûlullah'a getirdim... sonra ona dua (salât lafzı ile değil) buyurdu..."

[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/414-416.

[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/416-417.

[47] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/417.

[48] İbn Mâce, Tıb 10; Müsned, II, 390, 403.

[49] Müsned, V, 388; Ebû Dâvûd, Tetavvıf 22.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/417.

[50] Bk. en-Nisâ, 4/43. âyet 9. Başlık.

[51] Bk. el-Mâide, 5/6. âyetin tefsiri.

[52] Bk. el-A'raf, 7/26 âyetinin tefsiri.

[53] Buhârî, Ezan 122, Eymân 15; Müslim, Salât 45; Ebû Dâvûd, Salât 144; Nesâî, İftitah 7; İbn Mâce, tkametu's-salât 72; Müsned, II, 437

[54] Tirmizî, Salât 110; Nesâî, Tatbik 77; Darakutni, I, 95.

[55] Buhârî, Ezan 18; Müsned, V, 53.

[56] Buhâri, Ezan 115: "Rükû'da tekbiri tamamlamak"; 116: "Sücûdda tekbiri tamamlamak"

şeklindedir.

[57] Her iki hadis: Buharî, Ezan 116.

[58] Müsned, IV, 392, 400, 412, 415.

[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/417-420.

[60] Müslim, Salât 207; Ebû Dâvûd, Salât 148; Nesâî, Tatbik 62; Dârimî, Salât 77.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/420.

[61] Mûzâbene: Dalındaki taze hurmayı ölçekle kum hurma karşılığında satmak

[62] Yoksullara bağışlanan meyvelerin, yoksullar tarafından olgunlaşmaları beklenemediğin-den, dilediklerini diledikleri kadar hurma karşılığında satmaları için ruhsat verilen sa­tış. Mezheblerin farklı görüşleri için bk. Dr. Vehbe ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l-lslami, Bey­rut, 1408/1989, IV, 439-440.

[63] Kırâd: Hanefi mezhebinde mudarebe diye bilinen kârdan belli bir oran almak üzere sermaye-emek ortaklığı.

[64] Bu ifadelerin daha iyi anlaşılması için Maliki Mezhebi'nin Sehiv Secdesi'ne dair görüş­lerini aktaralım: Kasten namazın bir rüknünü eksik kılarsa o rüknün asıl yeri kaçırılma-dıkça onu telafi eder. Eğer yerini kaçırırsa, rek'ati kılmamış kabul ederek kaza eder (ta­mamlar). Dr. V.ez-Zuhaylî, a.g.e., II, 95.

[65] Buharı, Sehv 1; Müslim, Mesâcid 85; Ebû Dâvûd, Salât 194; Tirmizî, Salât 171; Nesâl, Tatbik 106, Sehv 21.

[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/420-421.

[67] Ondördüncü başlıkta geçti

[68]  İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, X, 214

[69] Müellife ait bu eserin tam adı: "el-Muktebes fi Şerhi Muvattai Mâlik İbn Enes"ür.

[70] İbn Abdi'1-Berr, a.g.e., X, 213.

[71] Dârakutnl, I, 353.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/421-423.

[72] Ebû Dâvûd, Tahâre 31; Salât 73; Tirmizî, Tahâre 3; İbn Mâce, Tahâre 3; Dârimi, Vııdû 22; Müsned, I, 123, 129; Darakutnî, I, 358'de hep müellifin belirttiği senetle ayrıca İbn Mâce, Tahâre 3'de; Darakutnî, I, 359'da; Ebû Said el-Hııdrî yoluyla başka bir senedle.

[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/423.

[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/423-424.

[75] Müslim, Salât24O.

[76] İbn Mâce, İkametu's-salât 1.

[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/424-425.

[78] Bk. en-Nisâ, 4/101. âyetin tefsi.

[79] Bk. Hûd, 11/114. âyetin tefsiri.

[80] Bk. el-İsrn, 17/78. âyetin tefsiri.

[81] Bk. el-Müzzemınil, 73/20. âyetin tefsiri.

[82] Bk. el-A'râf, 7/106. âyetin tefsiri.

[83] Bk. Sâd, 38/24. âyetin tefsiri

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/425-426.

[85] Bk. Ebu'l-Hasen el-Eş'arî, Malakâtu'l-lslâmiyyîn, Beyrut, 1411/1990, I, 322.

[86] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/426-427.

[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/427.

[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/427-428.

[89] Müslim, Zekât 39.

[90] Müslim, Zekât 38.

[91] Burada zekâtın harcama yerlerini gösteren et-Tevbe, 9/60. âyet ile zekâtın farziyetini belirten aynı surenin 103- âyetine işaret edilmektedir.

[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/428-429.

[93] Ebû Dâvûd, Ramadân 1; Nesâi, Seiıv 103, Kıyâmu'1-leyl 4; İbn Mâce, İkametu's-salât 173; Dâriml, Savın 54.

[94] Buhârî, Küsûf 9, Nikâh 88; Müslim, Küsûf 17; Nesâî, Küsûf 17; Muvatta', Küsûf. 2; Müs-ned, I, 298, 358-359.

[95] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/429-437.

[96] Meâni âlimlerinden kasıt, "Meâni'l-Kur'an" a dair eser yazanlardır. ez-Zeccâc ve ondan öncekiler gibi. el-Vahidî, el-Ferrâ, ez-Zeccâc ile İbnu'l-Enbârî'yi bunlara örnek göste­rilir. (ez-Zerkeşî, el-Burhânfi Ulûmi'l-Kur'ân, Beyrut, 1408/1988, I, 365).

[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/438-439.

[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/439.

[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/439-440.

[100] İbn Mâce, Mukaddime 10; Müsned, IV, 408, 419.

[101] "... dinin üzere..." şeklinde: Tirmizl, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13; Müsned, III, 112, 257, IV, 182, VI, 91, 294, 302, 315; -dinin ve itaatin üzere..." şeklinde de: Müsned, VI, 251.

[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/440-441.

[103] Hadisi bu lafızlarla tesbit edemedik ancak Muvatta', Kelâm 18'de; "kul yalan söyleye söyleye kalbi büsbütün kararıncaya kadar kalbine siyah bir nokta konur ve sonunda Allah nezdinde yalancılardan diye yazılır" diye bir rivayet yer almaktadır.

[104] Yakın ifadelerle, Tirmizî, Tefsir 83. sûre 1. hd.; İbn Mâce, Zühd, 29; Müsned, II, 297 1

[105] Buharı, İman 39; Müslim, Musakat 107; İbn Mace, Fiten 14; Dârimî, Buyu' 1

[106] Buharı, Rikâak 35, Fiten 13; Müslim, İmân 230; Tirmizî, Fiten 17; Müsned, V, 383.

[107] Müslim, İman 231; Müsned, V, 386, 405.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/441-442.

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/442-443.

[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/443.

[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/443-444.

[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/444-446.

[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/446.

[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/446-447.

[114] Buharı, Nikâh 82; Müslim, Fedâilu's-sahâbe 92.

[115] Tirmizi,Tefsir 7. sûre 3.

[116] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/447-448.

[117] Buhârî, İman 17, Zekât 1, İtisâm 2, 28, Cihâd 107; Müslim, İman 32-37; Ebû Dâvûd, Zekât 1. Cihâd 95; Tirmizî, İman 1, 2 v.s...

[118] İbn Mâce, Mukaddime, 9. Ancak hadisin mevzu' olduğu da söylenmiştir. Bk. eş-Şevkâ-nî, el-Fevâidu'l-Mecmûa, s. 452

[119] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/448.

[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/448-449.

[121] Buhârî, Kader 5, Rikaak 33; Müsned, V, 335.

[122] Müvâfât"; yani kişinin vefatı itibariyle Allah'ın rızasına mazhar olup olmamasını gö-zönünde bulundurmak diye bilinen bu mesele ile ilgili olarak; Allah'ın ilminde değiş­me sözkonusu olmaksızın malumatta değişiklik olacağını, malumatın haline göre Al­lah'ın o halden razı olup ya da gazap edeceğini savunan görüşün açıklaması için:  İbn Hazm, el-Fisal fi'l-Milel ve'n-Nihal, Beyrut, 1395/1975, IV, 58 v.d. na bakılabilir.

[123] Buharı, Bed'u'l-halk 6, Enbiyâ 1, Kader 1; Tevhîd 28; Müslim, Kader 1; Ebû Dâvûd, Sün-

ne 16; Tirmizî, Kader 4; İbn Mâce, Mukaddime 10; Müsned, I, 382, 414, 430.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/449-450.

[124] Müsned, IV, 11.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/450.

[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/451.

[127] Ahmed b. Menî, Müsned'inde znyıf bir sened ile rivnyet etmiştir. (Celâleddin es-Süyû-tî, ed-Durru'l-Mensûr, Beyrut, 1403/1983, I, 74).

[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/451-453.

[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/453-455.

[130] İbnu'l-Arabi'nin Ahkâmu'l-Kur'ân (Daru'1-Fikr el-Arnbi, tarihsiz, I. 12) de ifade: "Zın­dıkın tevbe etmesini istemek vacip değildir, diyen yoktur" şeklindedir. Tevbe isteme­nin eniz, hatta müstehab olduğu söylenmiştir. Ancak bunun vncip olduğunu söyleyen olmamıştır.

[131] Buhârî, Edeb 95; Müslim, Zekât 142.

[132] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/455-457.

[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/458-463.

[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/463-464.

[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/465-466.

[136] Birinci bölümü: Müslim, Salâtu'l-müsâfirin 215 ve 221'de; ikinci bölümü de Salâtu'1-mü-sâfirin 220'de.

[137] Müsned, IV, 145.

[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/466-470.

[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/470-472.

[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/472-475.

[141] Cibril hndisi" diye meşhur olan hadis, temel hadis kaynaklarında çok yerde geçmek­le birlikte; bu ifadeleri ancak, Müslim, İman 7'de tesbit edebildik.

[142] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/475-477.

[143] Tirmizî, Tefsir 13. sûre 1. hadis; Müsned, I, 274.

[144] Ebû Dâvûd, Salât 56; Tirmizî, Snlnt 49; Nesâî, İmame 54; Dârimî, Salât 97; Müsned, IV, 160-161.

[145] Tirmizî, Deavât 49; Müsned, II, 100.

[146] Müsned, I, 117.

[147] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/477-485.

[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/485-489.

[149] Burada "yâ eyyuhâ" ile ilgili lügavi ve nahiv açıklamalar ihtiva eden bir paragraf gerek görülmediğinden ve esasen Türkçe'de harf-i nida olmadığından çevirilmemiştir.

[150] Müslim, Cihâd 79'da el-Berâ'nın sözü olarak.

[151] Ancak başlıkların sayısı "yedi"dir.

[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/489-492.

[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/492-493.

[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/493-494.

[155] Mâ: Su kelimesine dair açıklamaların yer aldığı bir paragraf gerek görülmediğinden ter­cüme edilmemiştir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/494.

[156] Bk. el-Bakara, 2/5. âyet 22. başlık.

[157] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/494-495.

[158] Buhârî, Zekât 50, Buyu' 15, Musakât 13; Müslim, Zekât 106, 107; Tirmizî, Zekât 38; Ne-sâî, Zekât 85.

[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/495.

[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/495-496.

[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/496.

[162] Giriş bölümünde ilgili başlıklarda...

[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/497-499.

[164] el-Bakara, 2/1-2. âyet, 4 ve 5. başlık. Bundan sonra Nahive dair bazı açıklamalar ile "el-leti" edatıyla ilgili bir takım açıklamalar yapılmaktadır. Gerek görülmediğinden tercü­me edilmemiştir.

[165] Süyûti, el-Câmiu's-Sağir şerhi es-Sirâcu'l-Münir, III, 87. Süyûti, Hatib el-Bağdâdi ile İbn Asâkir tarafından Hz. Ali yoluyla rivayet edildiğine işaret etmektedir.

[166] Müslim, İman 357, 358.

[167] Müslim, Cennet 31. Ancak sahabe olan râvî, Abdullah b. Mes'ud değil, Ebû Hureyre'dir.

[168] Durum merhum müfessirin dediğinden farklıdır. Hadisi Müslim, Cennet 34 ve 35'te bu lafızla; Buharı de Tefsir 50. sûre l'de buna yakın ifadelerle zikretmektedir.

[169] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/499-503.

[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/503.

[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/504.

[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/504-505.

[173] Buhârl, Şirket 3 ayrıca bk. Zebâih ve Sayd 15, 18, Cihâd 191; Müslim, Edâhî 35; Ebû

Dâvûd, Edâhi, 14, 15; Tirmizî, Sayd 18...

[174] el-Bakara, 2/3. âyet, 22. başlık

[175] Buhârî, Fedâilu Ashâbin-Nebiyy 30.

[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/505-508.

[177] Buhârî, Gusl 22, Edeb 68, 79; Müslim, Hayz 32, 33; Ebû Dâvûd, Taharet 95; Nesâî, Ta­haret 131.

[178] el-fatiha. 1/7. âyet, 33. Başlık.

[179] Müslim, Hacc 67; JVesâî, Hacc 114; îbn Mâce, Menâsik 91; Müsned, VI, 97.

[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/508-513.

[181] Bk. el-Bakara, 2/3. âyet birinci başlık.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/514.

[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/514-515.

[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/515.

[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/515.

[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/515-516.

[186] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/516.

[187] Bk. el-Enfnl, 8/58. âyetin tefsiri.

[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/516.

[189] Müslim, İmân, 306 İbn Mâce, Ziihd 37; Müsned, III, 11, 79; Dârimî, Riknak 96.

[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/517-519.

[191] Bk. el-Bakara, 2/21. âyetin tefsiri.

[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/520.

[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/520-521.

[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/521-522.

[195] Tirmizî, Şemail tercümesi, Şemâil-i Şerife, Hilâl Yayınları, tarihsiz, s. 357; Kadı tyâd, eş-Şifâ, Dersaadet, 1324, I, 86-87; Ali el-Kârî, Şerhu's-Şifâ, Derseâdet, 1316, I, 251.

[196] Benzer rivayetler: Buharı, Tefsir 11 sûre 2; Tevhid 19, 22; Müslim, Zekat 37.

[197] Buharı, Zekât 27; Müslim, Zekât 57

[198] Müslim, Zekât 88,

[199] Nesai, Zekât 62.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/522-524.

[200] Bk. el-A'râf, 7/54. âyetin tefsiri.

[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/524-526.

[202] Merhum müellif gereksiz bilgi ve güvenilir olmaynn rivayetleri tefsirine almayacağını söylemiş idi. Ancak özellikle kâinatın yaratılışı ile ilgili bu bilgiler ile Kur'ân'da ve Sün­nette haklarında tafsilat bulunmayan kıssalara dair dayanaksız rivayetleri yer yer nak-letmiştir. Kemâl Allah'a mahsustur.

[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/526-528.

[204] Müsned, II, 323.

[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/528-529.

[206] Müslim, Musâkât 137.

[207] Müslim, Musâkât 142.

[208] Müslim, Musâkât 141.

[209] Yalnızca uLâ ilahe illallah" a dair son bölüm anlamında olmak üzere bk. Müsned, II, 170, 186, 225.

[210] Tirmizî, Tefsir 57. sûre; Müsned, II, 370.

[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/529-531.

[212] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/531-532.

[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/532-533.

[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/533-535.

[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/535.

[216]  Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, I, 113'te: "İbn Cerîr (Câmiu'l-Beyân, Beyrut, 1408/1988, I, 199), İbn Ebî Hatim ve İbn Asâkir tarafından rivayet edilmiştir" demektedir. İbn Sâbit'in de: "Sika bir ravi olmakla birlikte, çokça mürsel hadis rivayet ettiği" belirtilmektdir. (İbn Hacer, Takrib, I, 480). Nitekim bu rivayet de İbn Cerîr'de belirtilen yerde verilen sene­diyle mürsel bir rivayettir.

[217] "Nebiyy-i mürsel" yani risâletle gönderilmiş (rasûl) peygamber demektir. İfade Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde (V, 178, 179 ve 265'te de) "nebiyyun mukellem" yani ken­disi ile konuşulmuş, söyleşilmiş peygamber, şeklindedir.

[218] Bk. Tekvin 5.

[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/535-537.

[220] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/537-538.

[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/538-540.

[222] Tirmizî, Menakıb 19, İbn Mace, Mukaddime 11; Müsned, I, 84,118, 119;  IV, 281, 368; V, 370.

[223] Buhârt, Fedâilu'l-Ashâb 9; Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 30; Tirmizi, Menakıb 20; İbn Mâ-ce, Mukaddime 11.

[224] Buhârî, Menâkıb 2.

[225] Bk. el-Mâide, 5/19 âyetin tefsiri

[226] Bk. Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 31, 32.

[227] Yakın anlamda kullandığı meçhul kip de, hadisin tennkide uğramış olduğunu belirten bir ifadedir (temrîd sigasıdır). hadis için bk. Tirmizî, Menâkıb 16, hadis no: 3671.

[228] Tirmizî, Menâkıb 16, hadis no: 3680.

[229] Kaynağını tesbit edemedik.

[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/540-542.

[231] İbn Mâce, Mukaddime 18, Menâsik 76, Darımı, Mukaddime 24.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/543.

[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/543-544.

[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/544.

[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/544.

[235] Müsned, II, 129, 183; IV, 431.

[236] Hadisi bu lafızlarla tesbit edemedik. Yakın anlamda şu hadisi kaydedebiliriz: Ebû Mer-sed el-Ganevî dedi ki: Rasûlullah (sa) şöyle buyurdu: "Namazınızın kabul edilmesini istiyorsanız, en hayırlılarınız size iınam olsun. Çünkü onlar, sizlerle Rabbiniz arasında­ki elçilerinizdir." (Müstedrek, III, 222; Dârakutnî, II, 88, zayıf olduğunu kaydederek; Beyhakî, es-Sünenu'l-Kübrâ, Beyrut, 1414/1994, III, 129'da İbn Ömer'den yine zayıf ol­duğunu kaydederek).

[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/545-546.

[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/546.

[239] Buhârî, Fiten 2; Müslim, İmâre 43.

[240] Müslim, İmare 65, 66 (3.) Müslim, İmâre, 163.

[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/546-547.

[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/547-548.

[243] Müslim, İmâre 61

[244] Müslim, İmâre 46; Ebû Dâvûd, Fiten 1; Nesâl, Bey'at 25; İbn Mâce, Fiten 9.

[245] Müslim, İmâre 59.

[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/548.

[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/549.

[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/549-550.

[249] Yüce Allah bu soruyu meleklere, kullar üzerinde görevli olup sabah ve ikindi namaz­larında görev devir teslimi yapıp Rabbin huzuruna çıkanlara sorar. Onlar da: "Onları namaz kılarken bulduk, namaz kılarken bıraktık" diye cevap verirler. (Buhari, Bedu'l-Halk, 6;Nesâl, Salât 21)

[250] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/550-553.

[251] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, X, 94-5; "senedi zayıftır" kaydıyla.

[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/552-553.

[253] Müslim, Zikr 84.

[254] Bk. el-Fâtiha, 1/2 âyet, 4. bnşlık.

[255] Müslim, Salât 223.

[256] Yakın bir rivayet için bk. Mecmau'z-Zevâid, I, 78.

[257] İbn Mace, Sadakat 17; Fiten 20.

[258] Burada "ef’alu" veznindeki kelimelerin munsnrıf olma halleri ile ilgili olarak dil bilgin­lerinin görüş ayrılıklarına dair bir paragraf gereksiz görüldüğünden çevirilmemiştir.

[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/553-556.

[260] Tirmizi, Tefsir 2. sûre 1; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Müsned, IV, 400, 406.

[261] Bk. el-En'âm, 6/2. âyet ile A'râf, 7/11. âyetin tefsiri.

[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/556-559.

[263] Buharı, Şurût 18. Deavât 68; Tevhîd 12; Müslim, Zikr 5, 6; Tirmizî, Deavât 82; İbn Mâ-ce, Duâ 10.

[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/559-560.

[265] Buharı, Tevhid 19, 24, 37, Tefsir 2, sûre 1; Müsned, III, 116, 244; hadisi Müslim de İman 322'de zikretmekle birlikte, "sana herşeyin ismini öğretti..." ibaresi geçmemektedir.

[266] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/560-561.

[267] Müsned, I, 272.

[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/561-562.

[269] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-MünirŞerhu'l-Câmi'i's-Sağir, II, 83-84'te: "... onbeş yaşında idi." şeklinde ve zayıf olduğu kaydıyla; ayrıca benzer bir hadis, Müstedrek, II, 553.

[270] Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, I, 120.

[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/562-563.

[272] Bk. el-Bakara, 2/61. âyetin tefsiri.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/563.

[273] Bk. el-Bakara, 2/286. âyet 5. başlık

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/564.

[274] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/564.

[275] Bk. Buharı, Ilın 34; Müslim, İlin 13,14; Tirmizi, İlm 5; İbn Mâce, Mukaddime 8.

[276] Müslim, Mesâcid 288'de; ancak sorma ile ilgili bölüm yok.

[277] Dârimî, Ferâiz 19; Ebû Dâvûd, Ferâiz 5; Tirmizi, Ferâiz 10; İbn Mâce, Ferâiz 4.

[278] Dârîmî, Mukaddime 21, hod. no: 181-182, 184.

[279] Dârîmî, Mukaddime 21, had. no: 185, 187.

[280] Burada sözü geçen el-Kâsım'ın babası, Ömer b. el-Hattab'ın oğlu Abdullah'ın oğlu Ubey-dullah'ın oğludur. Annesi ise, Hz. Ebu Bekir'in oğlu Muhammed'in oğlu el-Kasım'ın kı­zı Uının Abdullah'tır. Buna göre Hz. Ebu Bekir onun anne tarafından dedesinin baba­sı; Hz. Ömer de baba tarafından dedesinin babasıdır. Abdullah b. Ömer de onun ba­ba tarafından dedesi olur. (Ahıned Davudoğlu, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, İs­tanbul, 1977, I, 46).

[281] Müslim, Mukaddime 5.

[282] Müslim, Zekât 69-70; Müsned, IV, 358, 361.

[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/564-567.

[284] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/567-568.

[285] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/569.

[286] Ebû Dâvûd, İlm 1; Tirmuî, tim 19; Nesâî, Taharet 113; İbn M6.ce, Mukaddime 17; Müs-ned, IV, 239-241, V, 196.

[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/569.

[288] Buhari, Tevhid 15.

[289] Az önce geçti.

[290] Bk. Müslim. Hacc 436; Nesai, Hncc 194; îbn Mace, Mennsik 56 v.s.

[291] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/569-570.

[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/571.

[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/571-572.

[294] Bk. el-Bnkara, 2/30 âyet 2. başlık

[295] Bk. el-Bakara 2/31. âyet 1. başlık

[296] Bk. Fatiha Sûresi tefsiri 7. başlık.

[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/572.

[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/572-573.

[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/573-574.

[300] Müsned, IV, 381; İbn Mace, Nikâh 4; ayrıca bk. Ebû Davud, Nikâh 40; Tirmizî, Radâ' 10.

[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/574-576.

[302] Yani kendilerinden istisna edilen melekler ile istisna edilen İblis aynı türden varlıklar kabul edildiği için böyle olmuştur.

[303] Yani kendisinden istisna edilen ile istisna yapılan aynı cinsten değildir.

[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/576-578.

[305] Müslim, İman 133; İbn Mâce, İkâme 70; Müsned, II, 443.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/578.

[306] Müslim, İman 148; Ebû Dâuûd, Libâs 26; Tirmizî, Birr 61

[307] Müslim, İman 147; Tirmizî, Birr 61.

[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/578-579.

[309] Buhârî, Kader 5, Rikaak 33; Tirmizi, Kader 4; Müsned, V, 335.

[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/579-580.

[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/580-581.

[312] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/581.

[313] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/581-582.

[314] Bk. Hûd, 11/61. âyet 4. başlık

[315] İbn Mace, Hibât 4; Nesâî Rukbâ, 2

[316] İbn Mace, Hibât 4; Nesâî, Rukbâ, 1, 2

[317] Tirmizi, Buyu' 39, Vasaya 5; Ebû Davud, Buyu' 88; Darakutnî, III, 41.

[318] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/582-584.

[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/584.

[320] Bk. el-Bakara, 2/25'in tefsiri

[321] Müslim, Selâm 23, 24; ayrıca bk. Buhârî, Ahkâm 21, Bedu'1-halk 11; İ'tikâf 11, 12; Ebû Dâvûd, Savm 78, Sünne 17; Edeb 81 v.s.

[322] Buhârî, Enbiyâ 1; Müslim, Radâ' 61-62.

[323] Bk. en-Nisâ, 4/11-14. âyetlerin tefsiri 12. başlık

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/584-586.

[324] Bk. el-Bakara, 2/25. âyet 3. başlık.

[325] Buhârî, Tefsir 20. sûre 1, 2; Müsned, II, 287, 448.

[326] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/586-588.

[327] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/588.

[328] eş-Şaşi 429-507 H. tarihleri arasında yaşamıştır. en-Nadir b. Şümeyl ise 203 ya da 204 H. yılında vefat etmiştir. Olayı nakleden İbnu'l-Arabî ise 468-543 H. tarihleri arasında yaşamıştır. Dolayısıyla böyle bir "dinleme" mümkün olamaz. Ancak "Nadr b. Şumeyl'in Meclisi" diye bilinen bir yer kast ediliyorsa müstesna. (Arapça baskıda Ebû Hayyaân'a istinaden düşülen nottan)

[329] Seddü'z-Zerai' vesilenin maksadın hükmünü alması demektir.

[330] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/588-589.

[331] Şecere kökünden kelimelerin kullanımına dair açıklamaların yer aldığı beş satırlık bir bölüm gerek görülmediğinden çevirilmemiştir.

[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/589.

[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/589-590.

[334] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/590-591.

[335] Ebû Dâvûd, Libas 11; İbn Mâce, Libas 19.

[336] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/591-592.

[337] Müsned, V, 194, VI, 450; Ebû Dâvûd, Edeb 115, 116.

[338] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/592-594.

[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/594-595.

[340] "Eki; yemek" kelimesine dair lügat açıklamaları gerek görülmediğinden tercüme edil­medi.

[341] Bu başlıkta "ekele"; "haysü"; "hâzihi" kelimelerine dair lügat açıklamaları gerek görül­mediğinden tercüme edilmemiştir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/595-596.

[342] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/596-597.

[343] Vehb b. Münebbih'ten nakledilen bu rivayetin kabul edilmesini gerektirecek aklî ve nak-lî hiçbir delil bulunmadığı gibi, reddedilmesini gerektirecek birçok sebeb de vardır. Di­ğer taraftan yılanın öldürülebileceğini bu olaya bağlamanın kabul edilebilecek bir ta­rafı görülmemektedir. Bu anlatılanlar ile Tevrat, Tekvin 3'te anlatılanların arasında bü­yük bir benzerlik bulunması, bu kıssanın menşeinin İsrailiyyât olduğu tezini güçlendir­mektedir.

[344] Müslim, Selâm 23, 24.

[345] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/597-599.

[346] Burada anlatılanlar da Tevrat, Tekvin 3'te anlatılanlarla örtüşmektedir.

[347] Müslim, Hac, 73-76; ayrıca bk. Hacc 66-72; Ebû Davud, Menasik 39; Nesai, Hacc 83 v.s...

[348] Hadisi Taberânî, el-Mu'cemu'1-Kebir'de rivayet etmektedir. Ancak senedinde metruk bir râvi vardır. Mecmau'z-Zevâid, IV, 45. Yılanların öldürülmesini emreden hadisler için bk. Buharı, Bedu'l Halk 14; Müslim, Selam 127 v.d.

[349] İleride gelecek açıklamalardan da anlaşılacağı üzere böyle bir hükme varmak mümkün değildir.

[350] Müslim, İmâre 130; Ebû Davud, Cihad 10.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/599-600.

[351] Nesâî, Menâsik 114. Merhum Kurtubî'nin hadisin senedindeki, "Ebû Ubeyde b. Abdul­lah b. Mes'ud" ibaresinin, Arapça baskıya hazırlayanın da ifade ettiği gibi ve Nesâîde be­lirtilen yerde geçtiği üzere "Ebû Ubeyde, babası Abdullah'tan.." şeklinde olması gerekir.

[352] Buhârî, Cihâd 149; Ebû Dâvûd, Hudud 1; Tirmizi, Hudûd 25; Nesâi, Tahrimu'd-dem 14.

[353] Müslim, Selâm 137.

[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/600-601.

[355] Buharı, Bed'u'1-halk 14; Ebû Dâvûd, Edeb 161-162; Müslim, Selâm 128.

[356] Kaynnğını tesbit edemedik.

[357] Ebû Davud, Edeb 162.

[358] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/601.

[359] Müslim, Selâm 139.

[360] Müslim, Salât 150; Müsned, I, 436.

[361] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/601-602.

[362] Müslim, Selâm 39; Ebû Dâvûd, Edeb 162; Muvatta', İsti'zân 33; Müsned, III, 41.

[363] Müslim, Selâm 140.

[364] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/602-604.

[365] Ebû Dâvûd, Edeb 162.

[366] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/604.

[367] es-Sirâcu'l-Münir, Şerhu'l-Câmi'i's-Sağir, II, 203.

[368] A.g.e., II, 134'te yakın ifadelerle senedi zayıftır, kaydıyla.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/604-605.

[369] Müslim, Hacc 67-69; Nesâî, Menâsik 113, 114; Ebn Mâce, Menâsik 91; Muvatta; Hacc 90; Müsned, VI, 33, 87, 97 v.s.

[370] Bk. îbn Mace, Sayd 12.

[371] Müslim, Selâm 146; Ebû Davud, Edeb 163; Tirmizi, Sayd 14.

[372] İbn Mâce Menâsik 91.

[373] Bu başlıkta buraya kadar kaynakları işaret edilen rivayetler dışında yer alan hadis di­ye zikredilen rivayetler ile bazı hayvanların karakterlerine dair bilgiler; el-Hakîra et-Tir-mizî, Nevâdiru'l-Usûl, I, 542 v.d.'dan nakledilmiştir.

[374] el-Mâide, 5/95. âyeti tefsiri.

[375] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/605-606.

[376] Buhârî, Enbiya 1; Müslim, Cennet 28.

[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/606-607.

[378] Tirmizî, Zühd 61; Müsned, III, 96.

[379] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/607-608.

[380] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/608.

[381] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/608.

[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/608-609.

[383] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/609-610.

[384] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/610-611.

[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/612.

[386] Bk. Mukaddime, "sûre, âyet, kelime ve harfin anlamı"na dair açıklamalar.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/612-613.

[387] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/613.

[388] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/614.

[389] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/614-615.

[390] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/615.

[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/615-616.

[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/616-617.

[393] Bk. el-A'râf, 7/176-177. âyetin tefsiri.

[394] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/617-618.

[395] Bk. el-Bakara, 2/7. âyet, 3. Başlık.

[396] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/618-619.

[397] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/619.

[398] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/619.

[399] Bk. et-Tevbe, 9/40. âyetin tefsiri.

[400] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 1/619-620.