1- Allah'ın Âyetleri Satılamaz:
2- Kur’an ve İlim Öğretmeye Karşılık Ücret Almak:
4- Peygamber İzinde Örnek Bir Âlim, Ebû Hâzim:
3- Zekât Kelimesinin Sözlük Anlamı:
4- Bu Buyrukta "Zekâtdan Kasıt:
9- Yalnızca Alnı veya Burnu Koyarak Secde Etmek:
11- Yeterli Olan Rükû' ve Sücûd:
12- Rükû' Edenlerle Birlikte Olmak Gereği ve Cemaatle
Namaz:
13- Fazilet Cemaatten Dolayı mıdır, Camiden Dolayı mıdır?:
14- Cemaatler Arasında Fazilet Farkı:
15- Cemaatle Namaz Kılmış Bir Kimsenin Namazını ladesi:
16- İmamlığa Öncelikle Kimler Layıktır?:
17- İmam Olmaları Caiz Olanlar ve Olmayanlar:
18- Kör, Topal, Çolak vs. 'nin İmam Olması:
19- Veled-i Zinanın İmam Olması:
22- Yahudi ve Hıristiyanın İmam Olması:
23- Mu'tezile, Cehmiyye ve Benzerlerinin İmamlığı:
24- Zinakâr, İçkici ve Benzeri Fasıklann İmamlığı:
25- İmama Uyan Kimsenin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar:
26- Yanılarak İmamdan Ayrı Hareket Eden:
27- İftitah Tekbiriyle Selâmda İmamdan Farklı Hareket:
30- Oturuşta Ellerin Vaziyeti:
31- Kadının Namazda Oturuş Şekli:
32- İk'â Denilen Oturuş Şekli:
33- Namazın Sonunda Selam Vermek:
2- Kendilerini Unutup Başkalarına İyiliği Emredenlerin
Azabı:
3- Âyet-i Kerimedeki Azarın Sebebi:
4- İbretli Hikayeler (Kasas) Anlatma:
6- İyiliği Emrederken Kendini Unutmak:
7- Kitabı Okuyup Durduğunuz Halde mi?..:
2- İtaate Devam ve Aykırı Hareket Etmeyerek Sabır:
4- Sabır ve Nefse Karşı Cihad:
5- Diğer Ameller ile Sabrın Mükâfatı Arasında Bir Karşılaştırma:
6- Allah da Kendi Yüce Zatını "Sabr" ile
Nitelemiştir:
7- Hâşi' Olmayanlara Namaz mı Daha Ağır Gelir Oruç mu?:
Kendisinden Korkulması Gereken Bir Gün:
3- Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı:
6- Fidyenin de Kabul Olunmayacağı Gün:
1- İsrailoğullarının Hatırlamaları Gereken Ni'metler:
3- Şu Beldenin Âli Denilebilir mi?:
4- "Âl"Kelimesi Zamirle Birlikte Kullanılır mı?:
9- Boğazlanan Oğullar ve Hayatta Bırakılan Kadınlar:
11- Zalimin Emriyle Zulmedenin Durumu:
12- Firavun'un Erkek Çocukları Boğazlama Sebebi:
Îsrailoğullarının Kurtarılması İle İlgili Görüşler:
Hz. Mûsâ ve Beraberindekilerin Kurtuldukları Diğerlerinin
de Boğuldukları Gün:
Aşura Günü Muharrem'in Kaçıncı Günüdür?:
İsrailoğullarının Gözleri Önünde Boğulan Firavun:
Israiloğullannın Haberleri Muhammed (sav)'ın Nübüvvetinin
Delilidir:
1- "Va'detmek" Kelimesinin Kıraat Farkı ve
Açıklaması:
4- Neden Kırk Gündüz Değil de Kırk Gece:
5- Hz. Mûsâ Bu Kırk Gün Boyunca Oruç Tuttu mu?
6- Buzağıyı İlah Edinen Zalimler:
4- İlim Adamlarına Göre Şükrün Anlamı:
1- İsrailoğullarının Allah'ı Görmek İstemeleri:
2- Açıktan Açığa Allah'ı Görme İsteği:
5- Öldükten Sonra Diriltilenlerin Mükellefiyeti:
6- Selva ve Benzeri Kelimeler de Men Kelimesine
Atfedilmiştir.
8- İsyan Ettiklerinden Dolayı Zalim Oldular:
3- Helal Olarak Bol Bol Yeyiniz:
4- Kapıdan Secde Ederek Girin:
6. Şeriatte Nassa Bağlanmış Sözlerin Değiştirilmesi:
Hadisin Mana Yoluyla Nakledilmesi:
8- "Günahlar" Anlamına Gelen "Hatâya":
9- İyilik Edenlere Daha Fazla Vermek:
1- Zalimler Değiştiricidirler:
7- Su Almakta Karışıklık Yoktu:
Soğan, Sarmısak ve Hoş Kokmayan Şeyleri Yemenin Hükmü:
Daha Bayağı Olanı Üstün Olana Tercih Etmek:
Güzel ve Lezzetli Şeyleri Yemek:
Gazaba Uğratılmalarının Sebebi:
Savaşması Emrolunmuş Hiçbir Peygamber Öldürülmemiştir:
Gazaba Uğrayışlarının Diğer Bir Sebebi:
6- İman Edenler ve Salih Amel İşleyenler...:
8- Bu Âyet Neshedilmiş midir?:
Tûr Dağının Kaldırılış Sebebi:
1- Cumartesi Günü Haddi Aşanlar:
2- Hz. Peygamberin Peygamberliğini İtiraf Eden Yahudiler:
2- Kur'an'ın Anlatımında tlahl Üslup:
4- Sığır (Bakara) Kelimesinin İştikakı:
Maktulün Sözüne, Kasâmede İtibar Edilir mi?:
Kasamenin Gereği İçin Levs ve Mahiyeti:
Kasame îçin Levsi Gerekli Görenler:
Kira ile Oturulan Bir Mahallede Maktul Bir Kimse
Bulunursa:
Bu Kıssa ve Bizden Öncekilerin Şeriati:
Kimi Taşlardan Su Kaynar, Kimisi Allah'tan Korkar:
1- Onların İman Edeceklerini Ummak:
3- Hz. Mûsâ, Yüce Allah'ın Kelâmını Nasıl Tanıdı?
4- Allah'ın Kelâmını Değiştirenler:
4- Bizzat Kitaplarını Kendileri Değiştirdiler..
3- Elleriyle Kitabı Yazanlar...
4- Şeriate Bir Şey Eklemek ve Ondan Birşey Eksiltmek:
5- Kitabı Değiştirmenin Sebebi:
2- "Sayılı Günler" ve Ay Hali Süresi:
3- Allah Katından Alınmış Sözler mi Var?
1- Durum Onların Dedikleri Gibi Değildir:
3- Kötülükleriyle Kuşatılanlar:
1- İsrailoğullarından Alınan Bir Başka Söz
2- Allah'tan Başkasına İbadet Etmeyin
6- Parmaklarla Yapılan İşaretlerin Anlamı:
9- Namazı Kılın, Zekâtı Verin:
Rahman ve Rahim
Allah'ın Adı İle
40. Ey İsrailoğulları!
Size verdiğim nimetimi hatırlayın ve ahdime bağlı kalın ki Ben de size olan
ahdimi yerine getireyim ve yalnız Benden korkun.
"Ey
İsrailoğulları" buyruğundaki: "Ey... oğullar" ifadesi izafet
halinde bir nida olup bundaki nasb alameti "Beni: oğullar" sonundaki
"yâ" harfidir. İzafet dolayısıyla da sonundan "nûn" hazf
edilmiştir. Tekili: "İbn: oğul'dur. Aslı: “”dur. “” olduğu da söylenmiştir.
Sonundan hazfedilen harfin "vâv" olduğunu söyleyenler Arapların:
"oğul olmaklık" ifadesini delil gösterirler. Ancak bunun delil olacak
bir tarafı yoktur. Çünkü Araplar yine aslı "yâ"lı olmakla birlikte
"fütüvvet" diye kullanırlar. ez-Zeccâc der ki: Bana göre hazfedilen
harf "yâ" dır. Bu kelime sanki: "Bina ettim"den geliyor
gibidir. el-Ahfeş de der ki: Ben ise bunun sonundan hazfedilen harfin
"vav" olduğu görüşünü tercih ediyorum. Çünkü - ağırlığı dolayısıyla -
bu harfin hazfedilmesi daha çok rastlanılan bir haldir. Meselâ, "oğulluğu
açıkça belli olan bir oğul," denir(ken hazf edilenin "vâv"
olduğu anlaşılmaktadır). Ancak: "oğulcağızım" diye de kullanılır, “”
ile “” babacığım, gibi “” ile “” diye iki şekilde kullanılır. Bu iki şekilde
okunmuştur. Bu kelime (ibn: oğul), bir şeyi bir şeyin üstüne koymak demek olan
"bina" kelimesinden türetilmiştir. İbn, babanın fer'i olup onun
üzerine konulur. (Ona izafe edilir; bu bakımdan ona bu isim verilmiştir).
İsrail, İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu Hz. Ya'kub'un kendisidir. Ebû'l-Ferec
el-Cevzî der ki: Bizim peygamberimiz Muhammed (s.a)'ın dışında, ondan başka iki
ismi bulunan bir peygamber yoktur. Hz. Muhammed'in ise isimleri pek çoktur.
el-Cevzî bunu "Fuhûmu'l-Âsâr" adlı eserinde zikreder.
Derim ki:
"Mesih" adı aynı zamanda Hz. İsa'nın başka bir kökten türetilmemiş
özel bir adıdır, denilmiştir. Ayrıca yüce Allah onu "ruh ve kelime"
diye adlandırmıştır. Onun kavmi ona "Ebîlu'l-ebîlin" adını
verirlerdi. Bunu el-Cevherî es-Sıhah'ta. zikretmiştir. Beyhakî'nin
Delâilü'n-Nübüvve adlı eserinde Halil b. Ahmed'den nakletiğine göre iki ismi
olan beş tane peygamber vardır: Bizim peygamberimizin adları Muhammed ve
Ahmed'dir; Hz. İsa'nın diğer adı Mesih'tir; Hz. Ya'kub'un diğer adı İsrail'dir,
Hz. Yunus'un diğer adı Zü'n-Nûn'dur; Hz. İlyas'ın diğer adı Zü'lkifl'dir. Yüce
Allah'ın selamı hepsine olsun.
Derim ki: Hz. İsa'nın
dört adının bulunduğuna az önce işaret ettik. Bizim Peygamberimizin ise
isimleri pek çoktur. Bunların sayımı ilgili yerlerinde yapılmıştır.
"İsrail"
kelimesi arapça olmayan bir kelimedir. O bakımdan bu kelime munsarif (çekimli
fiil) değildir. Yedi türlü söylenişi vardır. Birincisi Kur'an-ı Kerim'de
kullanılan şekil olan İsrail'dir. Bu ise hafif hemze şeklinde medli
"İsrâîl" şeklinde söylenir. Bunu Şennebûz, Verş'ten nakletmiştir.
Diğer bir okuyuş şekli hemzesiz olarak yâ'dan sonra medli "İsrâyîl"
şeklinde, A'meş ve İsa b. Ömer bu şekilde okumuştur. Hasen ve Zührî ise
hemzesiz ve medsiz olarak (İsrail şeklinde) okumuşlardır. Yâ'sız fakat esreli
bir hemze ile "İsrail" şeklinde, üstünlü bir hemze ile "İsrâel"
şeklinde. Temimliler ise "İsrâîn" şeklinde nûn'lu okurlar.
İsrâîl kelimesinin
anlamı Allah'ın kulu (Abdullah)tır. İbn Abbas der ki: İb-ranicede
"isra" kul demektir, "il" de Allah demektir.
"İsra" kelimesinin Allah'ın seçtiği, "il" kelimesinin ise
Allah demek olduğu söylendiği gibi "isra" kelimesinin sağlam yapmak
ve bağlamaktan geldiği de söylenmiştir. Buna göre İsrail, Allah tarafından
sağlam bir şekilde güçlü olarak yaratılmış gibi bir anlam ifade eder. Bunu
el-Mehdevî zikretmektedir. es-Süheylî der ki: Hz.Ya'kub'a İsrâîl adının
verilmesi, onun yüce Allah için hicret ettiği vakit bir gece yürümesinden
dolayıdır. Bundan dolayı ona "isrâîl" adı verilmiştir, yani: Yüce
Allah'a geceleyin giden ve yürüyen, anlamındadır. Bu son açıklamaya göre ismin
bir bölümü ibranice bir bölümü de Arapların söyleyişine uygun olur. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır. [1]
"Size verdiğim
nimetimi hatırlayın" buyruğunda hatırlamak (zikir) müşterek bir isimdir.
Kalpte hatırlamak, demek olup unutmanın zıddıdır. Dilde hatırlamak (zikr) ise,
dinlemenin zıddıdır. O bakımdan bir şeyin hem dilde hem de kalpte hatırlanması
sözkonusudur. "Zükr" ise unutmamak demektir. el-Kisaî der ki: Kalpte
olanı anlatmak için "zukr" kelimesi kullanılır; dilde olanı anlatmak
için ise "zikr" kelimesi kullanılır. Başkaları ise, bunların iki ayrı
şive olduğu ve aynı anlama geldiklerini söylemişlerdir. Zikir aynı zamanda
şeref anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz
ki o (Kur'an) hem senin için hem kavmin için büyük bir şeref(zikr) dir."
(ez-Zuhruf, 43/44)
İbnu'l-Enbarî der ki:
Âyet-i kerimedeki anlamı Benim nimetime karşılık şükretmeyi hatırlayın
demektir. Nimet zikredilerek şükrün ayrıca zikredilmesine gerek görülmemiştir.
Bu buyrukta kalp ile
hatırlama kastedilmiştir, istenen de budur, şeklinde de açıklanmıştır. Yani,
Benim size verdiğim nimetimden yana gafil olmayın, onu unutmayın. Bu da güzel
bir açıklamadır.
"Nimet"
burada bir cins ismidir. Tekil olmakla birlikte çoğul anlamını ifade eder. Yüce
Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın nimetini
birer birer saymak isterseniz, onları sayamazsınız." (İbrahim, 14/34)
Burada da "nimet" kelimesi tekil olarak zikredilmekle birlikte
kastedilen çoğul olarak "nimetler"dir.
Yüce Allah'ın, onların
üzerindeki nimetlerinin bir kısmım şöylece sayabiliriz: Fir'avn hanedanından
onları kurtarması, aralarından peygamberler göndermesi, üzerlerine semadan
kitapları, men ve selva'yı indirmesi, taştan onlar için su fışkırtması ve diğer
taraftan Muhammed (s.a)'ın vasıf, nitelik ve ri-saletini beyan eden Tevrat'ı
korumayı onlardan istemesidir... Atalara yapılan nimetler ise evlatlara yapılan
nimetlerdir. Çünkü çocuklar da atalarının şerefi ile şereflenirler.
Diğer Ümmetlerin ve
Muhammed Ümmetinin Hatırlaması: Meanî bilginleri der ki: Şanı yüce Allah,
burada İsrailoğullarına Allah'ın nimetini hatırlamaları emrini vermekte, ancak
Muhammed (s.a) ümmetine ise nimetini hatırlamalarını değil de bizzat kendisini
anıp hatırlamalarını emrederek şöyle buyurmaktadır: "Siz Beni anın, Ben de
sizi anayım." (el-Baka-ra, 2/152) Böylelikle diğer ümmetler nimetlere
bakıp o nimetleri verene yönelsinler, Muhammed (s.a)'ın ümmeti ise nimetleri
verene bakıp üzerlerindeki nimetin büyüklüğünü anlasınlar. [2]
"Ve ahdime bağlı
kalın ki Ben de size plan ahdimi yerine getireyim."
Bu ahdin mahiyeti
hakkında, farklı kanaatler ortaya atılmıştır. el-Hasen der ki: Allah'ın ahdi,
yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirilmektedir: "Size verdiğimi
kuvvetle alın.." (el-Bakara, 2/63); "Andolsun Allah,
îsrailoğulla-rından bir ahid almıştı ve biz onların arasından on iki nakib
(kefil) dikmiştik." (el-Maide, 5/12)
Sözü geçen bu ahdin,
yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği de söylenmiştir: "Hani Allah,
kendilerine kitap verilenlerden onu muhakkak insanlara saklamaksızın açıklayıp
anlatacaksınız diye teminat almıştı." (Al-i İmran, 3/187)
ez-Zeccac der ki:
"Ahdime bağlı kalın." Benim Tevrat'ta size emretmiş olduğum
Muhammed'e tabi olmak emrine uyun. "Ben de size olan ahdimi yerine
getireyim." Buna karşılık size kesinlikle vereceğimi belirttiklerimi
vereyim: Siz Benim ahdime bağlı kalırsanız, size cennet vardır.
Bir diğer görüşe göre
"ahdime bağlı kalın" farzları, sünnete uygun ve ih-las ile yerine
getirin, Ben de onları sizden kabul etmek ve onlara karşılık sizleri
mükafatlandırmak suretiyle "sizlere olan ahdimi yerine getireyim."
Bazıları da şöyle
açıklamıştır: 'İbadetler hususunda "ahdime bağlı kalın ki Ben de size olan
ahdimi yerine getireyim." Yani sizleri himayeme alıp yüksek basamaklarda
ilerleteyim.
Bir diğer görüşe göre
de "ahdime bağlı kalın" zahir hedefleri korumak suretiyle emirlerimi
yerine getirin, "Ben de" sizin iç aleminizi süsleyerek "size
olan ahdimi yerine getireyim."
Bir başka görüşe göre,
bu ahid, onun bütün emir, yasak ve tavsiyeleridir. Bunun kapsamına Peygamber
(s.a) Efendimizin, Tevrat'ta sözünün geçmesi ve benzeri hususlar da girer. İlim
adamlarının çoğunun görüşü budur, doğrusu da budur. Şanı yüce Allah'ın buna
karşılık onlara olan ahdi ise onları cennete koymaktır.
Derim ki: Onlardan
yerine getirmeleri istenen ahid, aynı şekilde bizden de istenmiş bulunmaktadır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ahid-leri yerine getirin."
(el-Maide, 5/1); "Ahidleştiğiniz zaman da Allah'ın ah
dini yerine getirin."
(en-Nahl, 16/91) Bu tür buyruklar pek çoktur.
Allah'ın ahdine vefa
gösterip onu yerine getirmeleri, şanı yüce Allah'ın da onlara olan ahdini
yerine getireceğinin alametidir. Onun sebebi ve gerekçesi değildir. Çünkü yüce
Allah'ın onlara olan ahdini yerine getirmesi O'nun onlar üzerindeki bir
lütfudur. [3]
"Ve yalnız Benden
korkun." Böyle bir emrin gelmesi tehdit manasını da ihtiva etmektedir.
"Benden korkun" kelimesinin sonunda nundan sonra yer alması gereken
"ya" harfinin düşmesi, âyetin sonu olduğundan dolayıdır. İbn Ebi
İshak ise, bu ya'yı aslına uygun olarak şeklinde okumuştur. Sonraki âyetin son
kelimesi olan: kelimesini de böylece okumuştur. "Benden" kelimesinin
sonu mukadder bir fiil ile nasbedilmiştir. Emir, nehiy ve istifham (soru)
kipleri hakkında tercih edilen görüş budur. Konuşma dilinde ifadenin - mübteda
ve haber olmak üzere - şeklinde kullanılması da mümkündür."Benden
korkun" un haber kabul edilmesi, hazif bulunduğu takdirine göre olabilir.
Buyruk: Ben sizin Rabbinizim, o bakımdan yalnız benden korkun, demektir.
4l.
Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz. Ve onu ilk
inkâr eden olmayınız. Benim âyetlerimi az bir paha İle satmayınız ve yalnız
Benden korkunuz.
"Beraberinizdekileri
doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz." Yani Kur'an'ı doğrulayınız,
tasdik ediniz. Onların beraberlerinde bulunan ise Tevrat'tır.
"Ve onu ilk inkar
eden olmayınız." Buradaki "o" zamiri Ebû'l-Âliye'ye göre
Muhammed (s.a)'a aittir. İbn Cüreyc ise, Kur'an'a aittir, demiştir. Çünkü yüce
Allah'ın "indirdiğim" buyruğu bunu gerektirmektedir. Tevrat'a ait
olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu âyet-i kerimede
"beraberinizdekileri" buyruğu yer almaktadır.
Neden (tekil olarak:)
"inkâr eden" buyrulup da "inkâr edenler" buyurul-madı, diye
sorulacak olursa, cevabımız şu olur: "İlk inkâr eden" buyruğu
"ilk inkar eden grup" anlamındadır.
el-Ahfeş ile el-Ferrâ,
fiilin manasına göre, bu şekilde geldiğini iddia etmişlerdir. Çünkü buyruk:
"onu ilk inkâr eden kimse(ler)" anlamındadır. Sibe-veyh de Araplar'ın
"en kibar ve en güzel genç" anlamında: "gençlerin en kibarı ve
güzeli" tabirini kullandıklarını nakletmektedir. Sibeveyh der ki:
"Onu ilk inkar eden olmayınız" diye buyurulmuştur. Halbuki onlardan
önce Kureyş-lilerin münkirleri inkar etmiş idi. Bunun anlamı kitap ehli
arasından ilk inkar edep grup olmayınız, şeklindedir. Zira böyle bir durumda
onların ne yapacaklarına dikkat edilir. Çünkü bilgi sahibi oldukları
zannedilmekte ve onların davranışları delil kabul edilmekte idi.
"ilk"
kelimesi Sibeveyh'e göre burada "Kâne: oldu, idi" lafzının haberi
olarak nasb edilmiştir. Bu kelime (evvel: ilk), fiili bulunmayan kelimelerden
olup "ef alu" vezninde ve ayn'ı da fâ'sı da (yani ilk ve ikinci
harfleri de) "vâv"dır. Bu lafızdan fiil kullanılmayışınn sebebi ise
hem ayn'ı, hem de fâ'sı illetli olan bir fiil olmasın diyedir. Basra'lıların
görüşü budur. Kûfe'li-ler ise şöyle derler: Bu kelime "kurtuldu"
anlamındaki: “” kökünden gelmekte olup aslı “” şeklindedir. Bilâhare (ikinci)
hemze hafifletilip vâv'a değiştirilerek ilk vâv'a idgam ile "evvel"
denilmiştir. Nitekim "hatie" kelimesinin de hemze'si hazif edilmiş
(ve "hatiyye: günah" denilmiş)tir. el-Cevhe-rî der ki: Bunun çoğulu,
hem "evâil" hem de kalb ile "evâlî" şeklinde gelir. Bir
kesim de bu kelimenin aslı "fev'ale" vezninde "vevvele"
şeklindedir, der. Birinci vâv" hemzeye halb edilmiştir. Bunun çoğulunun
"evâvil" şeklinde gel-meyiş sebebi ise, orada çoğul elifi bulunan iki
"vâv"ın bir kelimede bir araya gelişini Araplann telâffuzu ağır kabul
etmeleridir. Bu kelimenin ( Jjj> J\ ) fiilinden "efalu" vezninde
isim olduğu da söylenmiştir. Buna göre aslı ( Jjîfadir. İkinci hemze vâv'a kalb
edilerek "efalu" vezninden "e'falu"ya kalb edilip, hemze,
terhil ve ibdâl'den sonra (vâv'a dönüştürülerek ikinci vâv'a) idğâm
yapılmıştır. [4]
Hitap delilini kabul
etmeyenlerin lehine bu âyet-i kerimede delil olacak bir taraf yoktur. Hitab
delilini kabul etmeyenler Kûfeliler ve onlara muvafakat edenlerdir. Çünkü söylenen
sözden maksat, başında da sonunda da küfrü, inkârı yasaklamaktır. Özellikle
"ilk"lerin sözkonusu edilmesi, bu işi ilk olarak yapmanın daha büyük
oluşundan dolayıdır. Buna göre, anılanların hükmü ile, anılmayanların hükmü
birdir. Bu da açıkça anlaşılan bir durumdur. [5]
"Benim âyetlerimi
az bir paha ile satmayınız" buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık
halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayınız" buyruğu daha önce yer
alan "olmayınız" buyruğuna atfedilmiştir. Yüce Allah, onlara ilk
inkar edenler olmalarını yasakladığı gibi, Allah'ın âyetleri karşılığında bir
bedel almalarını da yasaklamaktadır. Yani Muhammed (s.a)'in niteliklerini
değiştirmek karşılığında rüşvet almalarını yasaklamıştır. Yahudi ilim adamları,
bu işi yapıyorlardı. Bu âyetle böyle birşey yapmaları yasaklanmaktadır. Bu,
tefsir alimlerinden bir grubun açıklamasıdır. Bunlar arasında el-Hasen ve
başkalan vardır. Bir başka görüşe göre, bu, ilim adamlarının, maaşa benzer
ilimlerine karşılık alıp yedikleri birtakım ücretleri vardı. Bu ücreti almaları
onlara bu buyrukla yasaklanmış olmaktadır.
Bir başka görüşe göre,
hahamlar ücret mukabili insanlara dinlerini öğretirlerdi, bu işi yapmaları
onlara yasak edildi. Onların kitaplarında ise şu ifadeler yer almaktadır: Ey
Âdemoğlu! Sana herhangi bir bedel alınmaksızın ilim öğretildiği gibi sen de
bedelsiz, yani ücretsiz olarak öğret. Bu açıklamayı da Ebû'l-Âliye yapmıştır.
Bir diğer görüşe göre
ise, bu buyruğun anlamı şudur: Benim emirlerimi, yasaklarımı, âyetlerimi az bir
pahaya değişmeyin. Yani dünya ve dünya ömrü ve herhangi bir değeri olmayan
hayatın tümü az bir bedeldir. Onların bu emir, yasak ve âyetler karşılığında
aldıkları şeye "paha, bedel" adı verilmiştir. Çünkü bunun karşılığında
o şeyleri almışlardır. O bakımdan bu aldıkları bizzat "paha" olmasa
bile ona bu ad (paha, semen) verilmiştir. Bu hususa dair açıklamalar daha
önceden de geçmiştir. Şair bu hususa işaretle şöyle demektedir:
"Bir günah işlemeye
gayret ettiysen veya işlediysen
Sen haccı terketmekle
eline bir paha geçirmiş olmazsın."
Derim ki: Bu âyet-i
kerime, her ne kadar İsrailoğulları hakkında özel olarak vârid olmuş ise de
onların davranışlarını yapan kimseleri de kapsamaktadır. Hakkı değiştirmek,
yahut onu işlemez hale getirmek karşılığında rüşvet alan veya öğretmekle
görevli olduğu şeyi öğretmekten çekinen veya yapacak başka kimse olmadığından
dolayı ücret almadıkça bildiğini öğretmek istemeyen bir kimse, bu âyetin
bildirdiği hükmün kapsamına girer.
Ebû Davud'un
rivayetine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki:
"Kendisi aracılığıyla yüce Allah'ın rızasının arandığı bir bilgiyi öğrenip
de bunu ancak dünya hayatının menfaatini elde etmek için öğrenen kişi, Kıyamet
gününde cennetin kokusunu alamayacaktır." [6]
Bu âyet-i kerime ve
aynı anlamı dile getiren diğer buyruklar dolayısıyla ilim adamları, Kur'ân ve
İslâm ilimlerini öğretmek karşlığında ücret almak hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. ez-Zührî ve Rey taraftarları bunu uygun görmez ve şöyle derler:
Kur'an öğretmek karşılığında ücret almak caiz değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i
öğretmek yüce Allah'a yakınlaşmak ve ihlas gibi bir niyete gerek duyan farz
ibadetlerden bir tanesidir. Dolayısıyla tıpkı namaz ve oruç gibi, Kur'an
öğretmek için de ücret alınamaz. Zaten yüce Allah da: "Benim âyetlerimi az
bir paha ile satmayınız" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan İbn Abbas'ın
rivayetine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınızın
öğreticileri sizin en kötülerinizdir. Yetime en az merhamet edenler, yoksula
karşı da en kaba davrananlar onlardır."
Ebû Hureyre de der ki:
Ey Allah'ın Rasulü, dedim. Öğreticiler hakkında ne dersin? Şöyle buyurdu:
"Aldıkları dirhemleri haram, giydikleri elbise haram, konuştukları sözler
ise riyakârlıktır."[7]
Ubade b. es-Sâmit'in
de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Suffe ashabından bazılarına Kur'an-ı
Kerim okumayı ve yazı yazmayı öğrettim. Onlardan birisi bana bir yay hediye
etti. Kendi kendime: Bu bir mal değildir. Allah yolunda bu yay ile ok atarım,
dedim. Rasulullah (s.a)'a bu yay hakkında soru sordum, şöyle buyurdu:
"Eğer onun karşılığında sana cehennemden boynuna bir gerdanlık dolanmasını
istiyorsan onu kabul et." [8]
Kur'an öğretmek karşılığında
ücret almayı Malik, Şafii, Ahmed, Ebû Sevr ve ilim adamlarının çoğunluğu caiz
kabul ederler. Çünkü Peygamber (s.a)in İbn Abbas'tan rivayet edilen -rukye
hadisinde- şöyle dediği nakledilmiştir: "Karşılığında ecir almakta en
haklı olduğunuz şey Allah'ın Kitabıdır." Bu hadisi, Buhari rivayet
etmiştir. [9] Bu,
konu ile ilgili görüş ayrılığını ortadan kaldıran bir nastır, buna bakılması
bunun esas alınması gerekir.
Bu görüşü kabul
etmeyenlerin Kur'an öğretmeyi, namaza ve oruca kıyas etmeleri ise fasittir.
Çünkü böyle bir kıyas nassa zıttır. Diğer taraftan bunlar arasında bir fark
vardır. Şöyle ki; namaz ve oruç, işleyene has ibadetlerdir. Kur'an öğretme ise
öğreteni aşan ve başkasını da kapsamına alan bir ibadettir, Buna göre bu
kişinin bilgisini başkasına aktarmaya çalışması karşılığında -Kur'an yazmasını
öğretmekte olduğu gibi- ücret alması caiz olur. İbnu'l-Münzir der ki: Ebû
Hanife, ücret karşılığında Kur'an öğretilmesini mekruh görmektedir. Buna
karşılık bir kişinin kendisine belli bir levha, şiir yahut şarkıyı bilinen
ücret karşılığında ücretle yazmayı caiz kabul etmektedir. O, masiyet olan bir
işte icareyi caiz görüyorken itaat olan bir işte bunu batıl görmektedir.
Âyet-i kerimenin delil
gösterilmesine karşılık verilecek cevaba gelince, evvela bu âyet-i kerimeden
kasıt İsrâiloğullarıdır. Bizden öncekilerin şeriatinin bizim için şeriat olup
olmadığı hususu ise ihtilaflı bir konudur. Diğer taraftan ücret alınmasını caiz
kabul etmeyen kesim, bizden öncekilerin şeriatinin delil olduğunu kabul
etmemektedirler.
Bir diğer cevap:
Âyet-i kerime öğretecek başka bir kimse bulunmadığından dolayı kendisinin
muayyen olarak öğretmesi gereken, fakat ücret almadıkça bu işe yanaşmayı kabul
etmeyen kimse hakkındadır. Eğer öğretecek başka kimse bulunuyor ise, konu ile ilgili
sünnetten delil dolayısıyla ücret alması caiz olur. Diğer taraftan muayyen
olarak kendisi öğretmesi gerekmekle birlikte, kendisine, çoluk çocuğuna
harcayacak malı bulunmayabilir. O takdirde böyle bir kimsenin öğretmesi vacib
olmaz ve kendi işine ve mesleğine devam edebilir. O takdirde imamın (İslâm
devlet başkanının) dini ayakta tutmak için bunu yapacak kimseleri tayin etmesi
gerekir. İmam bunu yapmayacak olursa müslümanların bu işi yapmaları görevidir.
Çünkü Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a) halifeliğe getirilip bu iş için tayin edilince,
aile halkının ihtiyaçlarını karşılayacak malı yoktu. O bakımdan birtakım
kumaşlar alıp pazara çıktı. Bu hususta onunla görüşülünce şöyle dedi: Peki ben
çoluk çocuğumun masrafını nereden karşılayacağım? Onu pazardan geri döndürdüler
ve ona yetecek kadar bir maaş tesbit ettiler.
Delil diye ileri
sürdükleri hadislere gelince; bunlar arasında ayakları üstünde durabilecek bir
hadis yoktur. Nakil bilgisine sahip kimselere göre bunlardan herhangi birisi
sahih değildir.
İbn Abbas'ın hadisine
gelince, onu Saîd b. Tarîf, İkrime'den o da İbn Ab-bas'tan diye rivayet
etmiştir. Sözü geçen Said b. Tarîf ise metruk bir ravidir.
Ebû Hureyre'nin
rivayet ettiği hadis ise, Ali b. Âsim, Hammâd b. Seleme'den, o Ebû Curhum'den,
o da Ebû Hureyre'den yoluyla gelmiştir. Ebû Cur-hum ise meçhul ve bilinmeyen
bir ravidir. Ayrıca Hammad b. Seleme, kendisine Ebû Curhum denilen herhangi bir
kimseden rivayette bulunmuş değildir. Hammad bunu Ebû'l-Mühezzim'den rivayet
etmiştir. O da hadisi metruk bir ravidir. Ve bu asılsız bir hadistir.
Ubade b. es-Sâmit'in
hadisine gelince, bunu Ebû Dâvûd, Muğîre b. Ziyad el-Mavsili'den, o Ubade b.
Nusey'den o Esved b. Salebe'den o da Ubade yoluyla rivayet etmiştir. Muğire ise,
ilim ehlince bilinen bir kimse olmakla birlikte, münker birtakım rivayetleri de
vardır. İşte bu da onun münker rivayetlerinden birisidir. Bunu da Ebû Ömer (İbn
Abdi'1-Berr) söylemiştir. Devamla der ki: Yayın hediye edilmesi ile ilgili
hadise gelince bu, ilim ehli tarafından bilinen bir hadistir. Çünkü Ubâde b.
es-Sâmit'ten iki yolla rivayet edilmiştir. Bu hadis, Ubey b. Ka'b'dan da
rivayet edilmiştir. [10] Bu
rivayeti Musa b. Ali'den, o babasından o da Ubey'den rivayet etmiştir, ancak
rivayet mun-katı'dır, (senedinde kopukluk vardır). Bu konuda nakil açısından
gereğince amel etmeyi gerektirecek bir hadis yoktur. Ubade ve Ubey'in
hadislerinin de te'vil edilme ihtimalelleri vardır. Çünkü Kur'an'ı önce Allah
rızası için öğretmiş olması sonra da bunun için ecir almaya kalkışmış olması,
mümkündür. Diğer taraftan Peygamber (s.a)'dan şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "İnsanların ve yeryüzünde yürüyenlerin hayırlısı
öğretmenlerdir. Din eskimeye yüz tuttukça onu yenilerler. Onlara (hediye)
veriniz, fakat onları ücretle tutmayınız, o takdirde onları sıkıntıya
sokarsınız. Çünkü öğretmen, küçüğe "bis-millahirrahmânirrahîm" de
dese, küçük de: "bismillahirrahmânirrahim" diyecek olsa, yüce Allah,
bundan dolayı küçüğe, öğreticisine ve anne ve babasına ayrı ayrı cehennemden
azad olmak beratı yazar." [11]
İlim adamları, ücretle
namaz kıldıranın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Eşheb'in Mâlik'ten
rivayetine göre, ramazanda insanlara ücretle teravih kıldıran kimsenin
arkasında namaz kılmanın hükmü sorulmuş, (Mâlik) "onda bir sakınca
olmayacağını umarım" diye cevap vermiştir. Ancak farz namazda İmam Malik
bunu daha çok kerih görmüştür. Şafii ve mezhebine mensup olanlar ile Ebû Sevr
şöyle demektedir: Bunda bir sakınca yoktur, böyle bir kimsenin arkasında namaz
kılmakta da mahzur yoktur. el-Evzaî ise: Böyle birisinin namazı olmaz,
"demiştir. Ebû Hanife ve onun mezhebine mensup olanlar -önceden de geçtiği
üzere- bunu mekruh görürler. İbn Ab-di'1-Berr de der ki: Bu mes'ele bir önceki
mes'ele ile alakalıdır, her ikisi asıl itibariyle birdir.
Derim ki: Yüce
Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde buna dair Kitap'tan aslî bir delil
gelecektir.
İbnu'l-Kasım, şiir ve
nahiv öğretme mukabilinde ücret almayı mekruh görmüştür. İbn Habib ise der ki:
Şiir, mektup yazmak ve eyyamu'1-arab (arab-ların ünlü savaş günlerOin
öğretilmesi karşılığında ücret almakta bir mahzur yoktur. Ancak şaraptan söz
eden çirkin sözler ve yergi (hiciv) ihtiva eden şiirler mekruhtur.
Ebû Hasan el-Lahmî der
ki: Onun bu görüşüne göre şiir yazmak ve şiir kitaplarını satmak da caiz
olmalıdır.
Şarkıcılık, ağıtçılık
ise her halükarda yasaktır. [12]
Ebû Muhammed ed-Darimî
Müsned'inde şu rivayeti kaydetmektedir: [13] Bize
Ya'kub b. İbrahim anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Ömer b. el-Ku-meyt
anlattı, dedi ki: Bize Ali b. Vehb el-Hemedanî anlattı, dedi ki: Bize ed-Dahhâk
b. Musa haber verdi, dedi ki:
- Süleyman b.
Abdülmelik Mekke'ye giderken yolu Medine'ye uğrar ve orda birkaç gün kalır. Der
ki:
- Medine'de Peygamber
(s.a)'ın ashabından herhangi bir kimseye yetişmiş kişi var mıdır? Ona:
- Ebû Hâzim
adında birisi vardır, dediler.
Arkasından haberci gönderdi. Süleyman'ın yanına gelince ona:
- Ebû Hâzim, bizden ne
diye böyle ırak duruyorsun? Ebû Hâzim der ki:
- Ey mü'minlerin emiri, benden ne gibi bir
ilgisizlik gördün? Şöyle der:
- Medinelilerin ileri
gelenleri yanıma geldiği halde sen gelmedin. Ebû Hâzim:
- Mü'minlerin emiri,
olmadık bir şeyi söylemekten Allah'a sığındırırım seni. Bugünden önce ne sen
beni tanımıştın, ne de ben seni görmüştüm. Bu sefer Süleyman Muhammed b. Şihâb
ez-Zührî'ye dönüp şöyle dedi:
- Bu yaşlı adam isabet
etti ve ben hata ettim. Süleyman devamla der ki: Ebû Hâzim, bize ne oluyor ki
ölümden hoşlanmıyoruz. Ebû Hâzim:
- Çünkü sizler âhiretinizi
tahrib ettiniz, dünyanızı imar ettiniz. O bakımdan ma'mur bir yerden harabe bir
yere geçişten hoşlanmıyorsunuz. Süleyman:
- Ebû Hâzim, doğru
söyledin, der. Peki yarın yüce Allah'ın huzuruna nasıl girilecektir? Ebû Hâzim
der ki:
- İyilik yapan bir kimse
ayrılıktan sonra aile halkının yanına döner gibi olacaktır. Kötülük yapan kimse
ise, efendisine geri gelen kaçkın köle gibi olacaktır. Bunun üzerine Süleyman
ağladı ve şöyle dedi:
- Ah, bir bilseydim,
Allah katında ne ile karşılaşacağımızı? Ebû Hâzim ona der ki:
- Amellerini Allah'ın
Kitabına göre değerlendir. Süleyman:
- Onu değerlendirmek
için nereye bakmalıyım diye sorunca, Ebû Hâzim şu cevabı verir:
- "İyiler hiç
şüphesiz ni'metler içindedirler, kötüler ise hiç şüphesiz
cehennemdedirler." (el-İnfitar, 82/13-14) Süleyman der ki:
- Ebû Hâzim, Allah'ın
rahmeti nerede kaldı? Ebû Hâzim der ki:
- "Allah'ın rahmeti iyilere
yakındır." Süleyman sorar:
- Ebû Hâzim, Allah'ın
kulları arasında en değerliler kimlerdir? Ebû Hâzim der ki:
- İnsaf, merhamet
sahibi ve akıllı kimselerdir. Süleyman ona sorar:
- Hangi amel daha
faziletlidir? Şu cevabı verir:
- Haramlardan uzak
kalmakla birlikte farzları eda etmek. Süleyman sorar:
- Hangi dua kabule
şayandır? Ebû Hâzim:
- Kendisine iyilik
yapılan kimsenin iyilik yapana yaptığı dua. Süleyman sorar:
- Hangi sadaka daha
faziletlidir? Ebû Hâzim:
- Yoksul dilenciye ve
az bir malı olmakla birlikte gücü yettiğince verenin, bununla birlikte bu
sadakayı başa kakmayan ve bundan dolayı rahatsız etmeyenin sadakası.
- Hangi söz daha
adildir; deyince Ebû Hâzim:
- Kendisinden
korktuğun yahut birşeyler umduğun kişi önünde hakkı söylemek, der. Süleyman:
- En akıllı mü'min
hangisidir? diye sorunca, Ebû Hâzim:
- Allah'a itaat ile
amel eden ve insanlara da o yolu gösteren kimsedir, der. Süleyman:
- En ahmak mü'min
hangisidir diye sorunca, Ebû Hâzim şöyle der:
- Kardeşi zalim olduğu
halde, kardeşinin hevâsına uygun hareket ederek böylelikle başkasının dünyalığı
uğrunda âhiretini feda eden kimsedir. Süleyman ona:
- İsabet ettin,
der. Devamla;
- Peki bizim içinde
bulunduğumuz bu durum hakkında ne dersin? Ebû Hâzim der ki:
- Ey mü'minlerin
emiri, izin ver de bunun cevabını vermeyeyim, der. Süleyman ona:
- Hayır, der. Fakat
sen bu sözlerini bana vereceğin bir öğüt olarak söyle. Ebû Hâzim şöyle der:
- Ey mü'minlerin
emiri, senin babaların insanları kılıç zoruyla baskı altına aldılar. Bu
yönetimi zorla, müslümanlarla istişare etmeksizin ve onların rızası dışında ele
geçirdiler. Onlardan çok büyük sayıda kimseler öldürdüler. Buna rağmen bu
yönetimi bırakıp öbür dünyaya gittiler. Keşke onların neler söylediklerinin ve
onlara neler söylendiğinin farkına varsan. Süleyman ile birlikte oturanlardan
birisi:
- Ne kötü söz söyledin
Ebû Hâzim? deyince; Ebû Hâzim şöyle der:
- Sen yalan
söylüyorsun. Çünkü Allah, ilim adamlarından insanlara hakkı mutlaka
açıklayacaklarına ve onu hiçbir şekilde gizlemeyeceklerine dair söz almıştır.
Süleyman ona:
- Peki bizim
bozuklukları ıslah etmemiz nasıl mümkün olacaktır? Ebû Hâzim şöyle der:
- Hayırsızlığı
bırakır, mürüvvete yapışır ve eşitlikle paylaştırırsınız. Süleyman ona:
- Böyle bir şeyi nasıl
yapabiliriz, diye sorunca, Ebû Hâzim şu cevabı verir:
- Malı helal yoldan
alırsınız ve ehil olan kimselere verirsiniz. Süleyman ona:
- Ebû Hâzim, bize
arkadaşlık etmeye var mısın? Sen bizden istifade eder, biz de senden istifade
ederiz. Ebû Hâzim şu cevabı verir-.
- Bundan Allah'a
sığınırım. Süleyman:
- Nedenmiş o, diye
sorunca, Ebû Hâzim der ki:
- Az dahi olsa size
meyletmekten korkarım. O vakit yüce Allah bana hayatın da ölümün de azabını kat
kat tattırır. Süleyman ona:
- Ne ihtiyacın varsa
arzet, deyince Ebû Hâzim şu cevabı verir:
- Beni ateş azabından
kurtar ve cennete koy. Süleyman:
- Bu iş benim
yapabileceğim bir iş değildir, deyince; Ebû Hâzim şu cevabı verir:
- Benim de senden
başka bir ihtiyacım yok, der. Süleyman:
- Bana dua et, deyince
Ebû Hâzim şöyle der:
- Allah'ım, eğer
Süleyman Senin dostun ise Sen ona dünya ve âhiretin hayrını kolaylaştır. Eğer
Senin düşmanın ise onu perçeminden tut, sevdiğin ve razı olduğun şeylere ilet.
Süleyman ona:
- Bu kadar mı? diye
sorar Ebû Hâzim şu cevabı verir:
- Eğer sen bu işe ehil
isen ben gerçekten çok veciz fakat senin için çok şeyler istedim. Eğer bu duaya
ehil bir kimse değil isen, ben kirişi olmayan bir yay ile ok atmamalıyım.
Süleyman ona:
- Bana tavsiyede
bulun, deyince Ebû Hâzim:
- Sana özlü tavsiyede
bulunacağım der: Rabbini ta'zim et. Sana yasakladığı bir yerde seni görmesin ve
sana emrettiği yerde bulsun.
Ebû Hâzim Süleyman'ın
yanından çıkıp gidince, ona yüz dinar gönderir ve:
- Sen bunları harca,
buna benzer sana daha pek çok miktar vermeye ha-zınm der. Ancak Ebû Hâzim bu
yüz dinarı ona geri gönderir ve Süleyman'a şunları yazar: Mü'minlerin emiri,
senin bana sorduğun soruların bir şaka olmasından benim de sana cevap vermemin
senden bağış beklemek umuduyla olmasından Allah'a sığınırım. Ben böyle birşeyi
sana yakıştıramıyorum. Ya kendime bunu nasıl yakıştırırım? Şunu bil ki İmran
oğlu Musa, Medyen şehrinin su kaynağına varınca [14]
orada koyunlarını sulayan çobanlar görür. Onlardan beri tarafta da koyunlarını
öbür koyunlara karışmaktan alıkoyan iki kız görür. Kızlara durumlarını sorar,
onlar da: Çobanlar koyunlarını sülayıp gitmedikçe biz kendi koyunlarımızı
sulamayız, babamız koca bir ihtiyardır, dediler. Hz. Musa, onların koyunlarını
suladı, ondan sonra da gölgeye çekilip şöyle dua etti: Rabbim, ben Senin bana
indireceğin hayra muhtacım. O, bu duayı yaparken aç idi, düşman tehlikesinden
korkuyordu, güvenlik içerisinde değildi. Buna rağmen Rabbinden diledi,
insanlardan hiçbir şey dilemedi. Çobanlar bu işin farkına varamadılar, ancak o
iki kız bu işi farketti. Babalarına döndüklerinde durumu ve Musa'nın
söylediklerini anlattılar. Babaları olan Şuayb (a.s) şöyle dedi: Bu aç bir
adamdır. Daha sonra kızlarından birisine: Git onu buraya davet et, dedi. Kız
Musa'nın yanına varınca ona gereken saygıyı gösterdi, yüzünü örterek: Babam
seni bizim koyunlarımızı sulamanın ücretini vermek üzere seni mükafatlandırmak
için çağırıyor. Kızcağız "bizim koyunlarımızı sulamanın ücreti"
tabirini söyleyince bu iş, Musa'ya ağır geldi, ancak arkasından gitmekten başka
bir yolu da yoktu. Çünkü dağlar arasında aç ve yapayalnız idi. Arkasından
gidince esen rüzgar elbiselerini vücuduna yapıştırıyor, vücut çizgileri ortaya
çıkıyordu. Musa ise kimi zaman yüzünü yana çeviriyor, kimi zaman gözlerini
kapatıyordu. Artık sabrı tükenince ona: Ey Allah'ın kadın kulu, arkamda dur ve
sözlerinle hangi tarafa gideceğimi bana göster, dedi.
Hz. Mûsâ, Hz. Şuayb'ın
yanına varınca akşam yemeğinin hazırlanmış olduğunu görür. Hz. Şuayb ona: Gel
otur delikanlı, yemek ye dedi. Hz. Musa ona: Allah'a sığınırım, dedi. Hz. Şuayb
ona: Neden, aç değil misin, diye sorunca Hz. Musa: Evet açım fakat ben bu
yemeğin kızlarının koyunlarını sulamamın bir bedeli olmasından korkarım. Bizler
ise öyle bir aileye mensubuz ki biz dinimizi yeryüzü dolusu altına dahi
değişmeyiz. Hz. Şuayb ona şöyle der: Hayır delikanlı, fakat bu şekilde yemek
ikram etmek benim de ade-timdir, atalarımdan beri de adetimizdir. Bizler misafire
ikram ederiz, yemek yediririz. Bunun üzerine Hz. Musa oturur, yemek yer. Şimdi
eğer sen, bu yüz dinarı, söylediğim sözler karşılığında bir bedel olarak bana
gönderdiysen, şunu bil ki leş, kan, domuz eti zaruret halinde bunlardan daha
helaldir. Ve eğer bu gönderdiğin dinarları Beytülmal'deki bir hak diye bana
gönderdiysen bu konuda benim benzerim nice kimseler vardır. Eğer benim gibi
olanlarla aramda bir eşitlik sağladıysan mesele yok, değilse benim bunlara
ihtiyacım yok.
Derim ki: İşte,
Allah'ın Kitabına ve peygamberlere uymak böyle olur. Şu faziletli imama, şu
büyük ilim adamına bakınız. Nasıl da ameli karşılığında bir bedel almıyor,
vasiyet karşılığında bir paha kabul etmiyor, verdiği öğüde karşılık ihsanları
istemiyor. Aksine hakkı açık-seçik bir şekilde beyan ediyor. Bundan dolayı da
herhangi bir korkuya kapılmıyor, ürkmüyor. Rasulul-lah (s.a) da şöyle
buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimsenin birisinden korkusu, nerede
olursa olsun, hakkı söylemesini veya yapmasını engellemesin."[15]
Kur'an-ı kerim'de de şöyle buyurulmaktadır: "Allah yolunda cihad ederler
ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar," (el-Maide, 5/54)
Yüce Allah'ın:
"Ve yalnız Benden korkun" buyruğunda yer alan "korkma"
(takva )ya dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [16]
Burada yer alan “” buyruğu önceden de söylendiği gibi “” şeklinde de
okunmuştur.
Sehl b. Abdullah der
ki: "Benden korkun" buyruğunda yüce Allah, şunu söylemek istiyor:
Benim hakkınızdaki ezelî bilgim gereğince Benden korkun.
(Bundan önceki âyet-i
kerimede yer alan:) "Ve yalnız Benden korkun"
buyruğu ile de sizin
hilelerinize vereceğim cezalardan ve sizleri (imkanlar vermek suretiyle,
istidrac yoluyla) derece derece azaba yaklaştırmaktan korkun demektir. Çünkü
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Âyetlerimizi yalanlayanları Biz
bilmeyecekleri bir yönden derece derece helake yaklaştıracağız."
(el-A'raf, 7/182); "Allah'ın mekrinden (azabından) ziyanda olanlardan
başkası kendisini emin hissetmez." (el-A'raf, 7/99) Yüce Allah, bu
buyruklarında peygamber olsun, sıddîk olsun kimseyi istisna etmemiştir. [17]
42. Kendiniz bilip dururken
hakkı batıla karıştırıp hakkı da gizlemeyiniz.
Yüce Allah'ın:
"Hakkı batıla karıştırıp... " buyruğunda yer alan: "lebs"
mastarı karıştırmak demektir. Apaçık olan birşey içinden çıkılmaz birşey ile
karıştırıldığında, birşeyin hakkı batılına kanştırıldığında bu tabir
kullanılır. Yüce Allah da -aynı kökten gelen kelimelerle- şöyle buyurmaktadır:
"Onları yine düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük. " (el-En'am, 6/9)
Açık olmayan bir iş hakkında da bu tabir kullanılır. Hz. Ali'nin Haris b.
Havt'a söylediği şu sözlerde de bu anlam gözetilmiştir: "Ey Haris, senin
için iş, çıkılmaz bir hal almıştır. Hak, kişilerle bilinmez, fakat hakkı bil ki
hak ehlini de bilesin."
el-Hansâ der ki:
"Seninle oturanın
hak söylediğini görürsün zannedersin ki
O doğrudur, fakat
heyhat, onun hakka ne karıştırdığına bir bak
Sözünü doğrula,
düşmanlığından sakın
Ve o sana nasıl
karışık göstermişse sen de birtakım işleri karışık göster ona"
el-Accâc da der ki:
"O kadınlar, hakkı
cinayetle karıştırınca
Varlık bulup Zeyd'i
benden satın aldılar."
Said'in rivayetine
göre Katade yüce Allah'ın: "Hakkı batıla karıştırmayınız" buyruğunu
şöyle açıklamaktadır: Yani Yahudiliği Hıristiyanlığa karıştırmayınız. Siz yüce
Allah'ın başkasını kabul etmediğini ve ancak ona karşılık mükafat verdiğini
bildiğiniz Allah'ın dininin İslâm olduğunu biliyorsunuz. Diğer taraftan
Yahudilik ve Hıristiyanlığın sonradan uydurulmuş ve Allah'tan gelmemiş dinler
olduğunu bilmektesiniz. Antere'nin;
"Ve bir bölüğü
bir başka bölüğe katıp karıştırdım"
Sözü de zahiren bu
anlamdadır. Bunun (elbise giymek) anlamına gelen "libas"ten gelmiş
olma ihtimali de vardır. Bir görüşe göre âyet-i kerimede de bu anlam
sözkonusudur.
Hakkı bâtıl ile
örtmeyiniz demektir. Elbise giymek de burdan gelmektedir. Erkeğin libası onun
zevcesidir. Koca da hanımının libasıdır. el-Ca'dî derki:
"Onunla yatan,
boynunu büktüğünde O da üzerine bükülür ve bir libas olur." el-Ahtal da
şöyle demiştir:
"Ben zaman
boyunca bu iş için giyindim
Nihayet başım ağardı
ve beyazlarla tutuştu."
(Aynı kökten gelen)
el-lebûs: Elbise veya zırh türünden giyilen herşey hak
kında kullanılır.
Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve ona sizin için giyecek
(zırh) yapmak sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80)
Bir kişinin iç yüzünü
tanıyıncaya kadar onunla birlikte olmak hakkında da (aynı kökten):
"Lâbese" fiili kullanılır. Sözü dinlenebilir gibi olan kimse hakkında
da (yine aynı kökten): "melbes" kelimesi kullanılır. Şair der ki:
"Şunu bil ki kişi
için yokluktan sonra bir kazanç olur
Ve saçın ağarmasından,
uzun ömürden sonra da sözü dinlenir."
Ka'be ve hevdec
(devenin üzerinde kadınların oturacağı yer) üzerindeki örtülere de
"libs" denilir. "Batıl" Arap dilinde hakkın muhalifi olan
demektir. Anlamı zail olup yok olan demektir. Nitekim şair Lebid şöyle
demiştir:
"Şunu bil ki
Allah dışında herşey batıldır."
Bir kişinin kanı
boşuna gittiği ve karşılıksız kaldığı zaman "butul" tabiri
kullanılır. "Batıl" şeytan, "batal" kahraman demektir.
Çünkü kahraman bir kimse karşısında bulunan diğer kahramanı ıbta\ eder. Şair
Nabiğa deî kv.
"Sancakları
vardır onların, şerefli kahraman birisinin ellerinde Genişçe vadileri gözünü
kırpmadan geçer."
Kadın için
"batalatu" denilir. İşsiz kalma haline de "bitâle" denilir.
Tefsir alimleri, yüce
Allah'ın: "Hakkı batıla karıştırmayın" buyruğunun anlamı hakkında
farklı kanaatler ortaya atmışlardır. İbn Abbas ve başkasından rivayet
edildiğine göre: Siz de Kitap'ta bulunan hakkı batıla karıştırmayınız. Bu
değiştirmek ve değişikliğe uğratmaktır.
Ebu'l-Âliye de der ki:
Yahudiler şöyle dediler: Evet, Muhammed gönderilmiş bir peygamberdir, fakat
bizden başkasına. Onların Hz. Peygamber'in gönderilmiş bir peygamber olduğunu
kabul etmeleri bir haktır, fakat kendilerine gönderildiğini inkâr etmeleri ise
bir batıldır. İbn Zeyd de der ki: Haktan kasıt Tevrat'tır, bâtıldan kasıt ise
onların Tevrat'ta bulunup da değiştirdikleri Muhammed (s.a)'e ve başka doğru
şeylere dair bilgilerdir.
Mücahid de der ki:
Yahudiliği ve Hıristiyanlığı İslâm'a karıştırmayınız demektir. Aynı açıklamayı
Katade de yapmıştır. Daha önce buna işaret ettik.
Derim ki: İbn Abbas'ın
açıklaması daha doğrudur. Çünkü bu genel bir ifade olup, bu konuda ileri
sürülmüş bütün görüşler kapsamına girmektedir. Yardımı Allah'tan talep
ederiz.
"Hakkı da
gizlemeyiniz" anlamındaki buyruk, "karıştırmayın"anlamın-daki
buyruğa ait olabilir. O tek türde meczûmdur. Bununla birlikte hazfedilmiş bir
“” edatı ile nasb edildiği de kabul edilebilir. O zaman ifadenin takdiri:
Sizden hakkı karıştırmak ve onu gizlemek işleri sadır olmasın, şeklinde olur.
İbn Abbas der ki: Burada onların bile bile Peygamber (s.a)'ın durumunu
gizlemeleri kastedilmektedir. Muhammed b. Sîrin de der ki: Düşmanların onlara
üstünlük sağlaması ve zillete duçar olmaları esnasında İsrailo-ğullarının
musibete uğramaları üzerine Hz. Harun soyundan gelen bir grup Yesrib'e gelip
yerleşti. Bu grup o günlerde Tevrat'ı bilen kimseler idi. Yes-rib'de ikamet
ettiler ve Muhammed (s.a)'ın aralarından çıkmasını bekleyip durdular. Bu
halleriyle peygamberliğine iman ediyor, tasdik ediyorlardı. Bu ilk atalar Hz.
Peygamber'e iman ederek gittiler. Daha sonra soylarından"gelen nesiller
arka arkaya geldiler ve nihayet onların soyundan gelenler Muhammed (s.a)a
yetiştiler. Onun peygamber olduğunu bile bile onu inkar ettiler. İşte yüce
Allah'ın: "İşte, o tanıdıkları, kendilerine gelince onu inkâr
ettiler." (el-Bakara, 2/89) buyruğunun kastettiği budur.
"Kendiniz bilip
dururken." [18] Bu, hal cümlesidir. Yani Muhammed
(s.a) haktır. Onu inkar etmeleri inadî bir küfürdür. Yüce Allah, burada bilgi
sahibi olduklarına tanıklık etmiyor. Bildiklerini gizlemelerini yasaklıyor. Bu,
bilip durduğu halde günah işleyen kimsenin günahının daha ağır olduğunun ve
isyanının bilmeyen bir cahilin isyanından daha ileri olduğunun delilidir. Buna
dair açıklamalar yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi
unutur musunuz?" (el-Bakara, 2/44) buyruğunu açıklarken gelecektir. [19]
43- Namazı dosdoğru
kılınız, zekâtı veriniz ve rükû' edenlerle siz de rükû' ediniz.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı otuzdört başlık halinde sunacağız:
"Namazı dosdoğru
kılınız." Bu emir vücûb (farziyet) ifade eder. Bu konuda görüş ayrılığı
yoktur. Namazı dosdoğru kılmanın anlamı namaz (anlamını ifade eden salat)
kelimesinin nerden türediği ve buna dair genel hükümler hakkındaki açıklamalar
önceden yapılmıştır. [20]
Allah'a hamdolsun. [21]
"Zekâtı
veriniz." Buyruğu tla vücûb ifade eden bir emirdir. (Arapçada hemzeli olarak)
îtâ kelimesi ile (ayn harfi ile) i'tâ aynı anlamdadır. Yüce Allah (birinci
kökten gelen kelimeyi kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Eğer bize
lütfundan verirse andolsun ki sadaka vereceğiz." (et-Tevbe, 9/75) Eğer bu
kelimenin hemzesi uzatılmadan söylenirse, gelmek anlamındadır. Eğer bu geliş,
karşılamak anlamını ifade ediyorsa, o takdirde uzatılır. Şu hadis-i şerifte
olduğu gibi: "Rasulullah (s.a)'ın yanına gidecek ve ona haber
vereceğim." Bu hadis daha sonra gelecektir. [22]
Bu kelime, artıp
çoğalan birşey hakkında kullanılan "zekâ"dan alınmıştır. Nitekim
artıp çoğalan mal ve ekin hakkında bu kelime kullanıldığı gibi, çokça hayır
yapan kimseler hakkında da bu kökten gelen "zekî" kelimesi
kullanılır. Malı eksilttiği halde maldan çıkartılan zekâta bu adın veriliş
sebebi ise, o malın bereket ile artması yahut zekât verenin aldığı sevap ve
ecir ile çoğalması açısındandır. Tek olan bir şeye ilave ederek onun çift
olmasını ifade etmek için de "zeka'1-ferd" denilir. Nitekim şair
şöyle demiştir:
"Dörtten aşağı,
tek yahut da çift idiler,
Eski elbise giymediler
ama insanların kısmetleri alabildiğine yükseliyordu." Zekâtın kökünün
güzel övgü anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hakim şahidi tezkiye
etti" ifadesi buradan gelmektedir. Sanki zekâtını çıkartıp veren kimse
kendisinin güzel bir şekilde övülmesini temin etmiş gibidir. Şöyle de
denilmiştir: Zekât, arındırmak ve temizlemek kökünden alınmıştır. Nitekim:
"Filan kişi tezkiye oldu" tabiri tenkid kirliliğinden ve gafil
bırakılmaktan temizlendi anlamındadır. Buna göre, malının zekâtını veren bir
kimse, o malında Allah'ın yoksullar için tayin etmiş olduğu hakkı çıkartarak
sorumluluktan arındırılıyor gibidir. Nitekim Peygamber (s.a) da verilen
Zekâtlara "insanların kirlilikleri" adını vermiştir. Yüce Allah da
şöyle buyurmuştur: "Onların mallarından bir sadaka al ki bununla
kendilerini temizlemiş, onları arındırmış olasın." (et-Tevbe, 9/103) [23]
Bu âyet-i kerimede
"zekât" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Farz
olan zekâtın kastedildiği söylenmiştir. Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu
edilmektedir. Bir diğer görüşe göre ise, buradaki zekâttan kasıt fıtır
sadakasıdır. Bunu İbnu'l-Kasım'ın semâ yoluyla nakline göre Mâlik söylemiştir.
Derim ki: İlim
adamlarının çoğunun görüşü olan birincisine göre zekât Ki-tab'da (Kur'an-ı
Kerim'de) mücmel bir terimdir. Bunu Peygamber (s.a) açıklamıştır. Hadis
imamlarının rivayetine göre Ebû Said el-Hudri, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Beş vesk'i bulmadığı sürece tahıllarda ve hurmada zekât
yoktur. Beş'i bulmadıkça develerde zekât yoktur. Beş ukiyye'yi bulmadıkça da
(gümüşte) sadaka yoktur." [24]
Buhârî: "Beş gümüş ukiyye" demektedir.
Yine Buhârî'nin İbn
Ömer'den rivayetine göre, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Semadan
(yağmur ile) ve pınarlarla sulanan yahut da biriken yağmur sularıyla
sulananlarda onda bir (öşür zekât) vardır. Kuyu suyu ile sulananlarda ise öşrün
yarısı (yirmide bir zekât) vardır."[25]
Buna dair açıklamalar
inşaallah En'am Sûresi'nde [26]
gelecektir. Tevbe Sû-resi'nde ise aynî mallar ile davarların zekâtına dair
açıklamalarda bulunulacaktır. Zekata tabi olmayan mallara dair açıklamalar ise
yüce Allah'ın: "Onların mallarından bir sadaka al ki..." (et-Tevbe,
9/103) buyruğuna dair açıklamalar arasında gelecektir. Fıtır sadakas1hakkında
ise İmam Malik'in bu âyet-i kerimeyi te'vilinden başka Kitapta bir nas yoktur.
Ayrıca yüce Allah'ın: "Andolsun iyice temizlenen (tezekki eden) Rabbinin
adını anıp namaz kılan kimse felah bulmuştur." (el-A'la, 87/14-15)
buyruğunu açıklarken müfessirler fıtır sadakasından söz ederler. Ben ise fıtır
sadakasından bu sûrede yer alan oruç âyetlerine dair açıklamalarda bulunurken
söz etmeyi uygun gördüm. Çünkü Rasulullah (s.a) fıtır sadakasını Ramazanda
emretmiştir. Buna dair hadis gelecektir. Bu hadis ile Hz. Peygamber fıtır
sadakasını Ramazana izafe etmiş olmaktadır. [27]
"Ve rükû'
edenlerle siz de rükû' ediniz." Buyruğunda geçen rükû', sözlükte, alçalarak
eğilmek demektir. Bükülmüş herşey rükû' edicidir.
Lebid der ki:
"Geçmiş
nesillerin haberlerini veriyorum Kalktığım her seferinde rükû' eder gibi
hareket ediyorum."
İbn Dureyd der ki:
"Rek'at" yerdeki bir boşluk ve çukur demektir. Yemen şivesinde
kullanılır. Rükû' ve sücûdu da kapsayacak şekilde bükülmek an
lamına geldiği de
söylenmiştir. Aynı zamanda bir mevkiden aşağıya düşmek hakkında istiare yoluyla
kulfanıldığı da olur. Şair der ki:
"Zayıf olana
düşmanlık etme, olur ki sen
Bir gün düşersin makamından,
zaman ise onu yükseltivermiş olur." [28]
Özellikle neden rükûün
sözkonusu edildiğinde farklı görüşler vardır. Kimisi rükû' namazın
rükünlerinden biri olduğu için, namazı ifade etmek üzere kullanılmıştır,
demektedir.
Ancak bu sadece rükûa
has bir özellik değildir. Çünkü şer'î buyruklarda kıraat lafzı da namazı
anlatmak üzere kullanılmış, sücud da tamamiyle rek'ati ifade etmek üzere
kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerim'de de: "Kur'anu'l-fe-cr" (el-İsra,
17/78) buyruğu ile sabah namazı kasdedilmiştir. Peygamber (s.a) da:
"Namazdan tek bir secdeye yetişen namazı yetişmiş olur" [29] diye
buyurmaktadır. Hicazlılar rek'ati anlatmak üzere secde tabirini kullanırlar.
Bu âyet-i kerimede,
özellikle rükûun sözkonusu edilmesi ile ilgili olarak şöyle bir açıklama da
yapılmıştır: Çünkü İsrailoğullarının kıldıkları namazda rükû' yoktur. Bir başka
görüşe göre cahiliyye döneminde en ağıı gelen bu idi. O kadar ki İslâm'a
girenlerden birisi -sanırım İmran b. Husayn'dır- Peygamber (s.a)'e: Ben, ancak
(rukû'dan) ayağa kalkmış iken secdeye kapanacağım, demiştir. [30]
Bunun bir anlamı da rükû'a varmayacağım demektir. Ancak İslâm onun kalbine
iyice yer edip kalbi buna bütünüyle yatınca kendisine emrolunan rükû'u da
gereği gibi yerine getirdi. [31]
Şeriate uygun rükû'
şekli, kişinin belini eğmesi, sırtını ve boynunu uzatması, elinin parmak
aralarını açması ve iki diz kapağını elleriyle yakalaması, ondan sonra azası
yerli yerine gelecek şekilde rükû' ederek üç defa "sübhane rabbiyelazîm"
demesidir. Bu rükûun asgari miktarıdır. Müslim'in rivayetine göre Hz. Âişe
şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a) namaza tekbir ile başlar, Kur'ân
okumasına da "elhamdülillahi rabbilâlemin" ile başlardı. Rükûa
vardığı vakit başını yukarıya kaldırmadığı gibi aşağıya da büsbütün eğmezdi.
İkisinin arasında tutardı." [32]
Buhârî'nin rivayetine
göre de Ebû Humeyd es-Saidî şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şu şekilde yapar
gördüm: Tekbir aldığında ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırır, rükûa
vardığında ellerini diz kapaklarına iyice yer
leştirir, ondan sonra
da sırtını yere doğru eğerdi..." [33]
Rükû, Kur'an ve
Sünnetteki buyruklar gereği farzdır. Sücud da böyledir. Çünkü yüce Allah, Hac
Sûresi'nin sonunda "...rükû' edin ve secde edin" (el-Hac, 22/77) diye
buyurmuştur. Sünnet-i Seniyye de rükû' ve sücûdda da tu-ma'nineyi (bütün
azaların yerli yerince gelmesini) ve bunların arasını ayırmayı ayrıca ilave
etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş ve rü-kû'un niteliğini de
az önce açıklamış bulunuyoruz.
Sücûda gelince, bu da
Ebû Humeyd es-Saidî tarafından rivayet edilen ha-dis-i şerifte şöylece
açıklanmıştır: Peygamber (s.a) secdeye vardığında alnını, burnunu yere iyice
yerleştirir, kollarını yanlarından uzaklaştırır, avuçlarını omuzlarının
hizasına koyardı. Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiş ve: Hasen, sahih bir
hadistir, demiştir. [34]
Müslim'in rivayetine
göre de Enes (r.a) şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Sücûdda
i'tidal üzere olunuz. Sizden herhangi bir kimse köpeğin (ayaklarını) yere
sermesi gibi kollarını yere sermesin." [35]
el-Bera' b. Âzib'den
gelen rivayete göre de Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Secde ettiğin
vakit avuçlarını yere koy ve buna karşılık dirseklerini kaldır." [36]
Peygamber (s.a)'ın hanımı
Hz.Meymune'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) secdeye
vardığında arkasından koltuk altlarının beyazlığı görününceye kadar kollarını
uzaklaştırır, oturduğunda da sol baldırı üzerinde rahatça otururdu. [37]
Secde esnasında
yalnızca alnını koyup burnunu koymayan veya sadece burnunu yere koyup alnını
yere koymayan kişinin durumu hakkında, ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır. İmam Malik der ki: Kişi alnı ve burnu üzere secde eder. es-Sevrî ve
Ahmed de bu görüştedir. en-Nehaî'nin görüşü de budur. Ahmed der ki: Bunlardan
herhangi birisini koyup ötekini koymaksızın secde yapmak yeterli değildir. Ebû
Hayseme ve İbn Ebi Şeybe de bu görüştedir. İshak der ki: Ötekini koymaksızın
bunlardan birisini koyup secde eden kimsenin namazı fasiddir. el-Evzaî ve Said
b. Abdülaziz de böyle der; ayrıca İbn Abbas'tan, Said b. Cübeyr'den,
İkrime'den, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan, evet bunların hepsinden burun üzere
secde etmeyi emrettikleri rivayet edilmiştir.
Bir grup da şöyle
demiştir: Burnunu yere koymaksızın sadece alnı üzere secde etmek yeterlidir. Bu
ise, Ata, Tavus, İkrime, İbn Sirîn ve Hasan-ı Bas-rî'nin görüşüdür. Şafiî, Ebû
Sevr, Ya'kub ve Muhammed de bu görşütedir. İb-nu'1-Münzir der ki: Birisi şöyle
demiş: Kişi alnını yere koyup burnunu koymaması, yahut burnunu koyup alnını
koymaması halinde kötü bir iş yapmış olur. Bununla birlikte namazı da tamamdır.
Bu en-Nu'man (b. Sabit yani Ebû Hanife)'nin görüşüdür.[38]
İbnu'l-Münzir der ki: Ondan önce herhangi bir kimsenin bu görüşü ileri
sürdüğünü de bilmiyorum, onun bu görüşünü sonradan gelen birisinin kabul
ettiğini de bilmiyorum.
Derim ki: Secdede
doğru ve sahih olan alnı ve burnu birlikte koymaktır. Az önce geçen Ebû
Humeyd'den gelen hadis bunu gerektirir. Ayrıca Buhâ-rî'nin rivayetine göre, İbn
Abbas şöyle demiş: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Ben yedi kemik üzere
secde etmekle emrolundum. Alın -ve bu arada eliyle burnunu işaret etti- iki el,
iki diz kapağı, parmak uçları. Diğer taraftan elbise ve saçı (rükû' ve sücûd
esnasında ellerimizle) toplamayız." [39]
Bütün bunlar namazın
mücmel durumlarını açıklayan ifadelerdir. O halde başka türlü bir görüş
sözkonusu olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İmam Malik'ten aynca
rivayet edildiğine göre, o da Ata ve Şafii'nin görüşü gibi burnunu koymaksızın
alnı üzerinde secde etmenin yeterli olduğu görüşü nakledilmiştir. Ancak bizce
tercih edilen görüşü birincisidir. Ve Malik'e göre de alnı üzere secde
etmeyecek olursa secdesi yeterli değildir.[40]
Sarığın bir bölümü
üzerinde secde etmek mekruhtur. Şayet diz kapaklarını ve ayaklarını örten
elbise gibi bir ya da iki kat olursa bunda bir mahzur yoktur. Bununla birlikte
efdal olan doğrudan yere veya üzerinde secde ettiği şeye alnını değdirmektir.
Şayet kendisine rahatsızlık verecek herhangi bir şey varsa, namaza başlamadan
önce ortadan kaldırır. Bunu yapmayacak olursa (secde edeceği vakit) sadece bir
defa eliyle düzeltir. Müslim'in Muaykîb'den rivayetine göre Rasulullah (s.a)
secde ettiği yerdeki toprakları düzelten bir adam hakkında şöyle buyurmuştur:
"Eğer bu işi yapacaksan yalnız bir defa yap." [41]
Enes b. Malik'ten de
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a) ile birlikte aşırı sıcak
olduğu sıralarda namaz kılardık. Bizden herhangi bir kimse için alnını yere
koymaya imkan olmazsa elbisesini yayar ve onun üzerine secde ederdi. [42]
Yüce Rabbimiz:
"rükû'ediniz ve secde ediniz" (el-Hac, 22/77) diye buyurduğundan
dolayı, mezhebimize mensup kimi ilim adamı ve başkaları şöyle demiştir: Bu
konuda kendisine rükû' ve sücûd denilecek kadar1Ġyeterlidir. K1Źamda
da durum böyledir. Bunun için ayr1ţa tuma'nine (diye bilinen rükû', sücûd
ve kıyam hallerinde azaların yerli yerince oturmasOnı şart koşma-mışlardır.
Onlar bu hususta ismin hakkında kullanılabileceği asgari miktar ile
yetinmişlerdir. Sanki namazın olmayacağına dair sabit olmuş hadisleri işitmemiş
gibidirler. İbn Abdi'1-Berr der ki: Rükûu esnasında durması, secdesi ve
oturması esnasında tam mutedil olmadıkça (azalan yerli yerine oturmadıkça)
hiçbir rükû', sücûd, rükûdan sonra ayakta durmak ve iki secde arasında oturmak
asla yeterli gelmez. Konu ile ilgili rivayetlerde sahih olan görüş bu olduğu
gibi, ilim adamlarının çoğunluğu da bu kanaattedir, re'y ehlinin görüşleri de
bu doğrultudadır. İbn Vehb ve Ebû Mus'ab'ın İmam Malik'ten rivayeti de bu
yöndedir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî der ki: İbnu'l-Kasım'dan ve başkalarından
hareketleri birbirinden ayırmanın vücûbu, fakat tuma'nine-nin sözkonusu
olmadığına dair pek çok rivayet gelmiştir. Ancak o, bu konuda çok büyük bir
şekilde yanılmıştır. Çünkü Peygamber (s.a) tuma'nineyi yapmış, yapılmasını
emretmiş ve öğretmiştir. Şayet İbnu'l-Kasım'ın bu hususta konu ile ilgili
rivayetlere muttali olmadığından dolayı mazur görülmesi mümkün ise de bizzat
sizin bu konuda bilgi sahibi olmanızı sağlayacak rivayetler, size ulaştıktan ve
buna dair size karşı deliller ortaya konulduktan sonra mazur görülmeniz mümkün
olamaz.
Nesaî, Dârakutnî ve
Ali b. Abdülaziz, Rifâa b. Râfi'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Rasulullah (s.a)'nın yanınd.. oturuyor idim. O esnada yanına bir adam geldi,
mescide girip namaz kıldı. Namazını bitirdikten sonra Rasulullah (s.a)'a ve
huzurunda bulunanlara selam verdi. Rasululullah (s.a) ona: "Geri dön ve
namazını kıl. Çünkü sen namaz kılmadın" diye buyurdu. Adam, namaz kılmaya
başladı. Biz de onun ne şekilde namaz kıldığını gözetliyorduk. Hz. Peygamber'in
o namazının neresini kusurlu bulduğunu bilmiyorduk. Geri dönünce yine Peygamber
efendimize ve huzurunda bulunanlara selam verdi. Peygamber (s.a) ona: "Ve
aleykümüsselam, fakat geri dön namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın." dedi
Hemmam (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi) dedi ki: Bilemiyoruz, Hz.
Peygamber o adama bu şekilde iki defa mı üç defa mı emir verdi. Sonunda adam
ona: Elimden geleni yapıyorum, fakat benim namazımın neresini kusurlu bulduğunu
da bilemiyorum, dedi. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi
birinizin namazının tamam ve eksiksiz olması ancak sununla mümkündür: Allah'ın
kendisine emrettiği gibi iyice abdest alır, yüzünü, dirseklerine kadar ellerini
yıkar, başını mesheder, topuklarına kadar da ayaklarını (yıkar), sonra yüce
Allah'ı tekbir eder O'na hamd-ü senada bulunur, sonra Ümmü'l-Kur'an'ı
(Fatiha'yı) ve okumasına izin verdiği ve kolayına geleni okur, sonra tekbir
getirir, rükûa varır, elinin ayalarını dizkapaklarının üzerine bütün eklemleri
yerli yerine gelinceye (tuma'nine gerçekleşinceye) ve gevşeyinceye kadar rükû'
yapar, sonra "semi'allahu limen hamideh" der ve ayakta dosdoğru
durur. Her bir kemiği yerli yerince oturur, sonra tekbir getirir, secde eder ve
yüzünü bütün eklemleri yerli yerince oturup gevşeyinceye kadar yüzünü -Hemmam
der ki: Belki de alnını demiştir- yere iyice koyar. Sonra tekbir getirir ve
makadı üzerinde dosdoğru oturur, sırtını dimdik tutar. Hz. Peygamber
bitirinceye kadar dört rek'atiyle namazı bu şekilde anlattı, sonra şöyle
buyurdu: Bu şekilde yapmadıkça "sizden hiçbirinizin namazı tamam
olmaz." [43]
Müslim tarafından
rivayet edilen Ebû Hureyre'den gelen hadis de bunun gibidir. Daha önce
geçmiştir.
Derim ki: İşte Kitab-ı
Kerim'de mücmel olarak emredilen namazı, Peygamber (s.a)'ın öğretmesi ve bütün
insanlara tebliğ etmesi ile namazın beyanı bu şekildedir. Her kim yapılan bu
beyanın sınırında durmaz ve rahman olan Allah'ın kendisine farz kıldığını ihlal
eder, Peygamberinden kendisine ulaşanlara gereği gibi itaat etmez ise, yüce
Allah'ın şu buyruğunun kapsamına giren kimselerden olur: "Bunlardan sonra
namazı terkeden, nefsi arzularına uyan kötü bir kavim geldi." (Meryem,
19/59) Bu hususa dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle orada gelecektir.
Buhârî'nin rivayetine
göre de Zeyd b. Vehb şöyle demiştir: Huzeyfe, rükû ve sücûdunu tam yapmayan bir
adam gördü. Ona şöyle dedi: Sen namaz kılmadın, bu halinle ölecek olursan yüce
Allah'ın Muhammed (s.a)'ı üzerinde halkettiği fıtrattan başka bir fıtrat üzere
ölürsün. [44]
Yüce Allah'ın
"rükû' edenlerle birlikte" buyruğu birlikte olmayı, bir arada
bulunmayı gerektirir. Bu bakımdan Kur'an tefsiri ile uğraşan bir grup ilim
adamı şöyle demiştir: Önceleri namaz kılmak emri, cemaatle birlikte kılmayı
gerektirmiyordu. Yüce Allah "birlikte1' buyruğu ile cemaate katılmayı
emretmiştir. Cemaate katılarak namaz kılma hususunda ilim adamlarının iki ayrı
görüşü vardır. Çoğunluğun (cumhurun) kabul ettiği görüş, bunun mü-ekked bir
sünnet olduğu ve özürsüz olarak cemaatten uzak kalmayı alışkanlık haline
getiren kimsenin cezalandırılması gerektiğidir. Bazı ilim adamları da cemaatle
namaz kılmanın farz-ı kifaye olduğunu kabul etmiştir. İbn Ab-di'1-Berr der ki:
Bu doğru bir görüştür. Çünkü bütün mescidlerde cemaatle namaz kılmama kararı
üzerinde birleşilmesi caiz değildir. Bir mescidde cemaatle namaz kılındığı
takdirde tek başına evinde namaz kılanın, kıldığı namazı caizdir. Çünkü
Peygamber efendimiz şöyle buyrumuştur: "Cemaatle kılınan namaz, tek başına
kılınan namazdan yirmiyedi derece daha üstündür."[45] Bu
hadisi Müslim İbn Ömer'den rivayet etmiştir.
Ebû Hureyre'den rivayet
edildiğine göre de Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cemaatle namaz
kılmak, sizden birinizin tek başına namaz kılmasından yirmibeş kat daha
üstündür." [46]
Dâvûd (ez-Zahirî) der
ki: Cemaatle namaz kılmak her bir kimse için tıpkı cuma namazında olduğu gibi
bir farzdır. Buna delil olarak da Hz. Peygam-ber'in: "Mescide komşu olanın
mescidin dışında kılacağı namaz olmaz." [47] Bunu
Ebû Dâvûd rivayet etmiş ve Ebû Muhammed Abdülhak sahih olduğunu belirtmiştir.
Aynı zamanda bu, Ata b. Ebi Rebah'ın, Ahmed b. Hanbel'in ve Ebû Sevr ile
başkalarının da görüşüdür.
İmam Şafii der ki:
Cemaate katılma gücüne sahip olafrı kimsenin özrü olmadıkça cemaate gitmeyi
terketmesinde bir ruhsat görmüyorum. Şafii'nin bu görüşünü İbnü'l Münzir
nakletmektedir.
Müslim de Ebû Hureyre'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Gözleri görmeyen bir adam, Peygamber (s.a)'a
gelip: Ey Allah'ın Rasulü, beni mescide getirecek, elimden tutup yol gösterecek
kimsem yoktur, dedi ve Rasulullâh (s.a)'dan evinde namaz kılmak üzere izin
vermesini istedi. Hz. Peygamber ona bu konuda ruhsat verdi. Adam geri dönüp
gidince Hz. Peygamber onu çağırıp şöyle dedi: "Sen namaz için okunan ezanı
duyuyor musun?" Adam evet deyince Hz. Peygamber: "O halde o çağrıya
karşılık ver" dedi. [48]
Ebû Dâvûd da bu
hadis-i şerifi kaydederken Hz. Peygamber'in: "Senin için bir ruhsat
göremiyorum" dediğini kaydetmekte ve bu hadisi İbn Umm Mek-tum'dan rivayet
etmekte, bu müsaadeyi isteyenin de o olduğunu beyan etmektedir. [49]
İbn Abbas
(r.anhumâ)'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullâh (s.a) buyurdu
ki: "Her kim ezanı işitirse (cemaate) gelmesini engelleyecek bir özrü
yoksa..." -Ashab-ı kiram: Özür nedir diye sorunca, Hz. Peygamber:
"Korku veya hastalık" cevabını verir- "... onun (tek başına)
kıldığı namazı kabul olunmaz." Ebû Muhammed Abdulhak der ki: Bu hadisi
Mağrâ el-Abdî rivayet etmektedir.[50]
Doğrusu ise, bunun İbn Abbas'a kadar ulaşan mevkuf bir hadis olduğudur ve
şöyledir: "Her kim ezanı işitir de (cemaatle namaza) gelmezse onun namazı
olmaz." Bununla birlikte Kasım b. Esbağ bunu kitabında zikrederek şöyle
demiştir: Bize Kadı İsmail b. İshak anlattı, bize Süleyman b. Harb anlattı,
bize Şu'be, Habib b. Ebû Sabit'ten, o Said b. Cü-beyr'den, o İbn Abbas'tan
rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Her kim ezanı işitir de
-özrü olmaksızın- gelmezse namazı olmaz." Sıhhat bakımından bu senede
diyecek yoktur. Çünkü Ebû İshak, Mağrâ el-Abdî'den, rivayette bulunmuştur.
İbn Mes'ud da der ki:
Bizim gördüğümüz şu ki; namazdan münafıklığı bilinen münafıklardan başkası geri
kalmıyordu. [51] Peygamber (s.a) da şöyle
buyurmuştur: "Bizimle münafıklar arasındaki fark, yatsı ve sabah namazını
cemaatle kılmaktır. Münafıklar ise bu iki namaza gelip katılamazlar." [52]
İbnu'l-Münzir der ki:
Bizler Peygamber (s.a)'ın ashabından birden çok kimseden şöyle dediğini rivayet
etmişizdir: "Her kim ezanı işitir de herhangi bir özrü olmaksızın cemaate
gelmezse onun namazı olmaz." Bunu rivayet edenler arasında, İbn Mes'ud ve
Ebû Musa el-Eş'arî de vardır. Aynca Ebû Davud'un rivayetine göre, Ebû Hureyre şöyle
demiştir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Genç (sahabi)lerime emir vereyim,
bana demet demet odun toplasınlar, sonra bir mazaretleri olmaksızın evlerinde
namaz kılanların yanlarına gideyim ve onların başlarına evlerini yakayım diye
içimden geçirdim."[53] İşte
bu, cemaatle namaz kılmayı farz kabul edenlerin ileri sürdükleri delildir.
Bunlar zahirleri
itibariyle vücub (farziyet) ifade ederler. Ancak cumhur bunları cemaatle
namazlara katılma emrini te'kid edici ifadelerdir, diye yorumlamışlardır. Bu
yorumlarına delil olarak da İbn Ömer ve Ebû Hureyre'nin (cemaatin faziletine
dair az önce geçen) hadislerini göstermişlerdir. Ashab-ı kiramın konu ile
ilgili söyledikleri sözleri ve hadis-i şerifte geçen "namazı olmaz"
şeklindeki ifadeleri de mükemmellik ve fazilet ifade edecek şekilde
yorumlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber'in İbn Umm Mektum'a söylediği: "O
halde çağrıya cevap ver (yani cemaatle namaza katıl) emrini de mendupluk ifade
edecek şekilde yorumlamışlardır." Hz. Peygamber'in: "... diye içimden
geçirdim" hadis-i şerifi kesin vücuba delil değildir. Çünkü böyle birşeyi
içinden geçirmiş fakat yapmamıştır. O bakımdan bu hadisi cemaatten ve Cuma
namazından geri kalıp katılmayan münafıklara bir tehdit şeklinde anla
mak gerekir.
Nitekim bu hususu
Müslim'in Abdullah'tan yaptığı şu rivayet de açıklamaktadır: "Yarın
Allah'ın huzuruna müslüman olarak çıkmayı arzu eden bir kimse şu namazlara ezan
okunan yerde devam etmeye dikkat göstersin, korusun. Çünkü Allah, sizin
Peygamberinize -salat ve selam ona- Hûda sünnetlerini teşri' buyurmuştur. Ve
şüphesiz bunlar (namazların cemaatle kılınması) hüda sünnetlerindendir. Eğer
sizler cemaatten geri kalıp namazını evinde kılan bu kimsenin yaptığı gibi
namazlarınızı evlerinizde kılacak olursanız, Peygamberinizin -selat ve selam ona-
sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin -selat ve selam ona- sünnetini
terkettiğiniz takdirde de elbette saparsınız. Eğer ki bir kimse güzel bir
şekilde abdest alır, sonra bu mescidlerden birisine gelir ise şüphesiz yüce
Allah onun attığı her bir adım karşılığında ona bir hasene yazar. Ve o adım
sayesinde, onu bir derece yükseltir ve o adımın mukabilinde onun bir günahını
siler. Ben bizleri (ashab-ı kiramı) şu şekilde gördüm. Cemaatle namaz kılmaktan
ancak münafıklığı bilinen bir münafık geri kalırdı. Andolsun (hasta olduğundan
dolayı) adam koltuklarından tutularak iki kişi tarafından sürüklene sürüklene
getirildiğini ve sonunda safta durdurulduğunu görmüşümdür." [54]
Böylelikle Abdullah
(b. Mes'ud rivayet ettiği) bu hadis-i şerifinde açıkça şunu ifade etmektedir:
Cemaatle namaz kılmak hüda sünnetlerinden bir sünnettir. Onu terketmek ise bir
sapıklıktır. İşte bundan dolayı Kadı Ebulfadl İyad şöyle demiştir: Sünnetlerin
zahir olanlarının terkedilmesi üzerinde ittifak olunursa, bunların ifa edilmesi
için terkedenlerle savaşılıp savaşılmaya-cağı hususunda farklı görüşler vardır.
Doğrusu böyleleriyle savaşılacağıdır. Çünkü bunların terki üzerinde anlaşmak,
Sünnetleri öldürmek demektir.
Derim ki: Buna göre
Sünnet ikame edilir ve açıkça işleniyor ise kişinin tek başına kıldığı namaz
caiz ve sahihtir.
Müslim'in rivayetine
göre de Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a) buyurdu ki:
"Kişinin cemaatle birlikte kıldığı namaz evinde veya pazarında kılacağı
namazdan yirmi küsur derece daha üstündür. Şöyle ki; onlardan herhangi bir
kimse güzel bir şekilde abdest alır, sonra mescide oraya gitmesini namazdan
başka gerektiren bir sebep olmaksızın gider ve sadece namaz kılmak arzusunda
olursa, attığı her bir adım için mutlaka onun bir derecesi yükseltilir ve bu
adımı karşılığında bir günahı silinir. Mescide girinceye kadar bu böyle sürer.
Mescide girdiği tardirde onu, orada tutan namaz olduğu sürece namazda demektir.
Melekler de namaz kıldığı yerde kalmaya devam ettiği sürece size dua eder ve
şöyle derler: Allah'ım buna merhamet buyur, Allah'ım buna mağfiret buyur,
Allah'ım, tevbesini kabul et. Başkasına eziyet etmediği ve orada hades
yapmadığı sürece bu böyle devam eder." Ebû Hureyre'ye: Hades yapmak ne
demektir diye sorulunca şu cevabı verir: Yellenir yahut osurursa... [55]
Cemaat dolayısıyla
sözkonusu edilen bu ek fazilet hakkında, nerede olursa olsun yalnız cemaatten
dolayı mıdır yoksa bu fazilet ancak mescidde kılınan cemaatle namaz hakkında
mıdır? Çünkü hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, cemaatle namaz kılmak,
mescide has fiillerdendir. Bu hususta ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır.
Ancak birinci görüş daha açık ve üstündür. (Yani bu fazilet nerede olursa olsun
cemaat içindir). Çünkü cemaat hükmün kendisine bağlı olarak zikredildiği
niteliktir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunun dışında mescidlere gitmek
için atılan çokça adımlar, mescid-lere gitme maksadı, mescidlerde durmak için
sözkonusu edilen sevaplar ise; cemaatin fazileti dışında sözkonusu olan
fazladan sevap ve ecirlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[56]
Yine çokluk ve imamın
fazileti dolayısıyla bir cemaatin diğer cemaate göre üstünlüğü olur mu
hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır, îmam Malik, olmaz
demiştir. İbn Habib, olur demiştir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmşutur:
"Kişinin bir diğer kişiyle birlikte kıldığı namazı tek başına kıldığı
namazdan daha güzeldir. İki kişi ile kıldığı namaz bir diğer kişiyle kıldığı
namazdan güzeldir. Sayı çoğaldıkça Allah bunu daha çok sever." Bu hadisi
Ubey b. Ka'b Hz. Peygamber'den rivayet etmiş, Ebû Dâvûd [57] da
bunu Sünen'ine almıştır. Ancak senedinde leyyin (bir ravi) vardır. [58]
Yine ilim adamlarının,
cemaatle birlikte namaz kıldıktan sonra bir başka cemaatle birlikte namazını
iade etmesinin sözkonusu olup olmayacağı hususunda farklı görüşleri vardır.
Malik, Ebû Hanife, Şafiî ve mezheplerine mensup ilim adamları şöyle demiştir:
Evinde tek başına yahut ailesi ile birlikte veya evinden başka bir yerde namaz
kılmış bir kimse, imamla birlikte cemaatle namazını iade eder. Ancak cemaatle
birlikte namaz kılmış bir kimse, bu cemaati az olsa dahi, kıldığı cemaatten
ister daha çok ister daha az olsun, bir başka cemaatle birlikte tekrar iade
etmez.
Ahmed b. Hanbel, İshak
b. Raheveyh ile Dâvûd b. Ali (ez-Zahirî) ise şöyle der: Bir cemaatle birlikte
namaz kılıp da aynı namazı kılan bir başka cemaat bulan bir kimsenin dilediği
takdirde bu ikinci cemaatle birlikte namazını kılması caizdir. Çünkü (ikinci
namazı) nafile ve sünnettir. Ayrıca bu Hu-zeyfe b. el-Yemân, Ebû Mûsâ
el-Eş'arî, Enes b. Mâlik, Sile b. Zufer, eş-Şa'bî ve en-Nehaî'den rivayet
edildiği gibi, Hammad b. Zeyd ile Süleyman b. Harb da bu görüşü
benimsemişlerdir.
İmam Malik, Peygamber
(s.a): "Bir günde hiçbir namaz iki defa kılınmaz" [59]
hadisini delil gösterir. Kimileri de bunu "... kılmayınız" şeklinde
rivayet etmektedir. Bunu Süleyman b. Yesar, İbn Ömer'den rivayet etmiştir.
Ahmed ve İshak ise, bu
hadis-i şerifin, insanın önce farz namazı kılması sonra da ikinci bir defa
farzı niyyet ederek kılması şeklinde bir anlam ifade ettiğini belirtmişlerdir.
Şayet imam ile birlikte sünnet yahut tatavvu' diye kılacak olur ise, bu namazı iade
etmiş olmaz. Rasulullah (s.a) ise cemaat ile birlikte namazı iade etmelerini
emrettiği kimselere: "Bu (ikinci namaz) sizin için nafile olur" diye
buyurmuştur. [60] Bu hadisi de ashab-ı
kiramdan Ebû Zerr ve başkaları rivayet etmişlerdir. [61]
Müslim'in rivayetine
göre Ebû Mes'ud, Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir
topluluğa Allah'ın Kitabını en iyi okuyan kişi imam olur. Eğer okumaları eşit
ise, sünneti en iyi bilenleri, eğer sünneti bilmekte eşit olurlarsa, öncelikle
hicret etmiş olanları, eğer birlikte hicret etmiş iseler, daha önce müslüman
olmuş olanları (imam olur). Kişi kişiye -ondan izin almadıkça- tasarrufu
altındaki bir yerde imam olmasın ve evinde kendisine has olan kerevetine
oturmasın." Hadisin bir rivayetinde "daha önce müslüman olan"
ibaresi yerine "daha yaşlı olan" ifadesi yer almaktadır. [62]
Hadisi Ebû Dâvûd'da rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Şu'be dedi ki: Ben
İsmail'e: "Kereveti"nin anlamı nedir diye sordum; o: Döşeğidir dedi. [63]
Hadisi ayrıca Tirmizî de rivayet etmiş ve: Ebû Mes'ud'dan gelen bu hadis hasen
ve sahih bir hadistir, ilim ehlince bu hadise göre amel edilir, demiştir. [64]
Fukahâ der ki: İmamete
en layık olan kişiler, Allah'ın Kitabını en iyi okuyan, sünneti en iyi
bilenlerdir. Yine derler ki: Ev sahibi, imam olmaya daha layıktır. Kimisi de
şöyle demiştir: Ev sahibi bir başkasına izin verdiği takdirde onun önüne geçip
namaz kıldırmakta bir mahzur yoktur. Kimisi de bunu mekruh görmüş ve şöyle
demiştir: Sünnet olan, ev sahibinin namazı kıl-dırmasıdır. İbnü'l-Münzir der
ki: el-Eş'as b. Kays'ten rivayet ettiğimize göre o bir genci imamlığa geçirmiş
ve: Ben Kur'an'ı bileni öne geçiriyorum, demiştir.
Topluluğa Kur'an-ı
Kerim'i en iyi bilenler imam olur, diyenler arasında İbn Şîrîn, es-Sevri, İshak
ve re'y sahipleri de vardır. İbnu'l-Münzir der ki: Bizim kabul etiğimiz görüş
de budur. Çünkü sünnete uygun olan budur.
Mâlik der ki:
Topluluğa eğer hali iyi bir kimse ise, en bilgin olanları öne geçip namaz
kıldırır. Bununla birlikte yaşın da bir hakkı vardır. el-Evzai der ki: En fakih
olanları onlara imam olur. Şafii ve Ebû Sevr de Kur'an'ı iyi okuyan bir kimse
ise en fakihleri imam olur, demişlerdir. Çünkü fakih bir kimse namazda
başkasını imamlığa geçirmesi gerektiği takdirde kimin kendisinin yerine
geçeceğini daha iyi bilir. Bunlar konu ile ilgili hadis-i şerifi ashab-ı kiram
arasında en iyi Kur'an-ı Kerim okuyanın aynı zamanda en iyi fakih olduğu
şeklinde açıklamışlardır. Çünkü ashab-ı kiram Kur'an-ı Kerim'i öğrenerek fıkıh
elde ederlerdi. Diğer taraftan onların örflerinde çoğunlukla rastlanılan,
fukahâya "kurra" adı vermeleridir. Yine bunlar Peygamber (s.a)'ın
vefatıyla sonuçlanan hastalığında Hz. Ebû Bekir'i imamlığa geçirmesini delil
gösterirler. Buna sebep ise onun fazileti ve bilgisidir.
İshak der ki:
Peygamber (s.a)'ın Hz. Ebû Bekir'i imamlığa geçirmesi onun kendisinden sonra
halife olacağını ifade etmek içindir. Bunu Ebû Ömer (İbn Abdi'1-Berr),
et-Temhîd adlı eserinde zikretmektedir.
Ebû Bekr el-Bezzâr'ın
hasen bir isnad ile rivayetine göre, Ebû Hureyre şöyle demiştir: Rasulullah
(s.a) şöyle buyurdu: "Yolculuğa çıktığınız zaman, en iyi Kur'an
okuyanınız, size imamlık yapsın. İsterse sizin en küçüğünüz olsun. Size imamlık
yaptı mı da emiriniz odur." [65]
el-Bezzar der ki: Bizler, bu hadisin Peygamber (s.a)'dan Ebû Hureyre yoluyla
ancak bu senediyle rivayet edildiğini biliyoruz. [66]
Derim ki: Küçüğün
imameti Kur'an okuyabildiği takdirde caizdir. Buhârî'de sabit olduğuna göre Amr
b. Selime şöyle demiştir: İnsanların gidip geldiği bir yol üzerinde idik.
Kafileler bizim yanımızdan geçiyor, biz de onlara insanların durumu nedir, bu
adam neyin nesidir, diye soruyorduk. Onlar bizlere: Adam, Allah'ın kendisini
peygamber gönderdiğini ve kendisine şunları şunları vahyettiğini ileri sürüyor.
Ben onların söyledikleri bu sözü ezberliyor idim. Adeta bu sözler kalbimde
karar kılıyordu. Araplar İslâm'a girmeyi erteliyor, sonucu bekliyor ve şöyle
diyorlardı: Onu kavmiyle başbaşa bırakınız. Şayet onlara üstün gelirse doğru söyleyen
bir peygamberdir demektir. Mekke fethedilince her bir topluluk İslâm'a girmekte
elini çabuk tuttu. Benim babam da gidip kavminin İslâm'a girdiğini belirtti.
Döndüğünde şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, gerçekten Allah'ın peygamberi olan
birisinin yanından size geliyorum. O şöyle buyurdu: "Şu namazı şu vakitte
kılınız. Namaz vakti geldiğinde sizden herhangi biriniz ezan okusun ve en çok
hanginiz Kur'an ezber-lemişse o size imam olsun." Kavmim baktılar da
aralarında benden daha çok Kur'an ezberleyen kimseyi göremediler. Çünkü ben
gidip gelen kafileleri karşılıyor (onların indiğini belirttikleri Kur'an'ı
belliyordum).O bakımdan ben altı ya da yedi yaşlarında iken beni öne
geçirdiler. Üzerimde çizgili bir elbise vardı. Secdeye eğildiğimde üstüm
açılırdı. Namaz kılan kadınlardan birisi şöyle dedi: Şu Kur'an okuyan (namaz
kıldıran) adamınızın biz görmeyelim diye kıçını örtsenize! Bunun üzerine bir
kumaş alıp bana bir gömlek diktiler. Bu gömleğe sevindiğim kadar hiçbir şeye
sevinmiş değilim.[67]
Buluğa ermemiş küçük
çocuğun imam olmasını caiz görenler arasında Hasan-ı Basrî, İshak b. Raheveyh
de vardır."Namazı kavraması ve kılması şartıyla İbnu'l-Münzir de bunu
tercih etmiştir. Çünkü böyle bir kimse de Hz. Pey-gamber'in: "Topluluğa en
iyi Kur'an okuyanları imam olur" hadisinin kapsamına girer ve bu hadiste
herhangi bir istisna yapılmamıştır. Ayrıca (az önce kaydedilen) Amr b. Selime
hadisi de bunu gerektirmektedir.
Şafii'nin bu husustaki
iki görüşünden birisi şöyledir: Küçük sair namazlarda imam olabilirse de Cum'a
günü imamlık yapamaz. Ancak daha önce şöyle derdi: Farz namazda imam olması
mümkün olan bir kimsenin bayram namazlarında da imam olması mümkündür. Şu kadar
var ki ben bayram namazlarında valinin dışındakilerin imam olmasını mekruh
görüyorum.
el-Evzaî de der ki:
Küçük çocuk baliğ olmadıkça farz namazlarda imamlık yapamaz. Ancak ezberlerinde
Kur'an'dan hiçbir şey bulunmayan bir topluluk ile birlikte olursa o taktirde
murâhik (ergenlik yaşına yaklaşmış) çocuk onlara imamlık yapabilir. ez-Zührî de
der ki: Eğer ona namaz kıldırtmak zorunda kalırlarsa böyle bir çocuk onlara
imamlık yapar.
Malik, Sevrî ve re'y
ashabı ise, küçüğün hiçbir şekilde imamlık yapmasını kabul etmezler. [68]
Baliğ, müslüman, hür,
istikamet üzere olan her bir imama uymanın caiz olduğu hususunda görüş ayrılığı
yoktur. Şu şartla ki, imam olan kişi namazın hükümlerini bilmeli ve Fatiha
Sûresi'nde manayı bozacak şekilde lahin (yanlış okuma) yapmamalıdır. Mesela,
"iyyake ne'budu" ibaresini "iyyaki" şeklinde;
"en'amte"yi "en'amti" şeklinde okumamalıdır. Fukahâ
arasında kimisi de "ta" ile "dat" harflerini biribirinden
ayırdetmesini gözönünde bulundurur. Eğer bunları biribirinden ayırdedecek
şekilde okuyamıyor ise imamlığı sahih olmaz. Çünkü bu harflerin yer aldıkları
kelimelerin anlamlan farklı farklı olur. Kimisi de, kıraati bilmeyen bir
kimsenin kendisi gibi birisine imam olmasına ruhsat vermiştir.
Kadına ve erkek mi
dişi mi olduğu belli olmayan müşkil hünsâya, kâfire, deliye, ümmîye uyarak
namaz kılmak ise caiz değildir. İlim adamlarının büyük çoğunluğuna göre
-ileride de açıklanacağı üzere- bunlardan herhangi birisi hiçbir halde imam
olamaz. Bundan tek istisna ümmî bir kimsenin kendisi gibi olanlara imamlık
yapmasıdır.
(Mezhebimize mensup)
ilim adamlarımız derler ki: Güzel okuyan bir kimsenin bulunmasına rağmen, doğru
dürüst okuyamayan ümmî bir kimsenin imameti kendisine de başkasına da sahih
olmaz. Şafii de böyle demiştir. Bize göre, ümmî bir kimse kendisi gibi ümmî
olan birisine namaz kıldıracak olur ise, mezhebimize ve Şafii mezhebine göre
hepsinin namazlan sahih olur. Ebû Hanife ise şöyle demektedir: Ümmî bir kimse,
bir kısmı Kur'an okuyabilen, diğer bir kısmı ümmî olan bir topluluğa namaz
kıldıracak olursa hepsinin namazları fâsid olur. Ebû Yusuf bu hususta ona
muhalefet ederek şöyle der: İmamın namazı ile Kur'an okuyamayan ümmîlerin
namazı tamamdır. Bir başka kesim de şöyle demektedir. Bunların hepsinin namazı
caizdir. Çünkü her birisi kendisi üzerinde farz olan namazı kılmaktadır. Bu da
teyemmümlü bir kimsenin su ile abdest almış kimselere namaz kıldırması ile
oturarak namaz kılan kimsenin ayakta olan kimselere namaz kıldırmalarına
benzer. Bize bu konuda muhalefet edenlerin görüşlerine göre de bu namazlar
caizdir. Buna sebep ise her birisinin kendi üzerindeki farzı edâ etmesidir.
Derim ki: Bu görüşe
Peygamber efendimizin şu hadis-i şerifi delil gösterilebilir: "Namaz kılan
kişi namaz kıldığı takdirde nasıl namaz kıldığına niye bakmaz? Çünkü o kimse
kendisinin namazını kılmaktadır." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [69]
Diğer taraftan imama uyan kimsenin kıldığı namaz imamın namazına bağlı
değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Atâ b. Ebî Rebâh şöyle
dermiş: Bir kişinin hanımı Kur'an okuyabiliyor ise kendisi tekbir getirir ve
hanımı Kur'an okur. Okumayı bitirdiği takdirde kendisi tekbir getirir, rükû' ve
secde yapar. Hanımı ise arkasında (ona uyarak) namaz kılar. Bu anlamda bir
rivayet Katade'den de gelmiştir. [70]
Her birisi namaza dair
yeterli bilgiye sahip olmaları şartıyla, körün, topalın, çolağın, eli kesik
olanın, hayaları alınmış olanın ve kölenin imamlık yapmasında sakınca yoktur.
İbn Vehb der ki: Eli kesik olan ile çolağın imamlık yapmasını uygun görmüyorum.
Çünkü bu gibi kişiler kemal derecesinden aşağıdadırlar. Bu eksiklikten dolayı
da imam olmaları mekruhtur. (Yani tam bir abdest alamamaktadırlar.) Ancak İbn
Vehb'in mezhebini takib edenlerin çoğunluğu ona muhalefet etmişlerdir ki
doğrusu da budur. Çünkü böyle bir organın olmayışı namazın farzlarından
herhangi birisini engellememektedir. Dolayısıyla gözünü kaybetmiş kimsede
olduğu gibi böyle bir azasını kaybetmekle birlikte bunun (eli kesik ve çolağın)
da imamlığı ve imam olarak görevlendirilmesi caiz olur.
Nitekim Enes b.
Malik'in rivayetine göre Peygamber (s.a) ama olduğu halde İbn Umm Mektûm'u
Medine'nin dışına sefere çıktığında yerine vekil bırakmış ve o da insanlara
imam olup namaz kıldırmıştır.
Topal, eli kesik,
çolak, hayaları alınmış kimse de kıyas yoluyla bu durumdadır. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır. Yine Enes b. Malik'in gözleri görmeyen hakkında şöyle dediği
rivayet edilmiştir: Böyle bir kimseye ihtiyaçları nedir ki?
Fakat İbn Abbas ile
İtban b. Mâlik, gözleri görmedikleri halde imamlık yapıyorlardı. İlim
adamlarının büyük çoğunluğu da bu görüştedir. [71]
Veledi zinanın imam
olması hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. İmam Malik der ki: Böyle
bir kimsenin imam olarak görevlendirilmesini hoş görmüyorum. Ömer b. Abdulaziz
de bu işi hoş görmemiştir (mekruh). Atâ b. Ebi Rebâh ise şöyle dermiş: Eğer
kendisinden hoşnut olunuyor ise imamlık yapabilir. Aynı zamanda bu Hasan-ı
Basri'nin, Zühri'nin, Nehai'nin, Süf-yan-ı Sevri'nin, Ezvai'nin, Ahmed ve
İshak'ın da görüşüdür. Re'y ashabına göre böyle bir kimsenin arkasında namaz
kılmak caizdir; ancak başkalarının kıldırmasını daha uygun görürler. Şafii der
ki: Babası bilinmeyen bir kimsenin imam olarak tayin edilmesini mekruh
görüyorum. Bununla birlikte arkasında namaz kılanın kıldığı namazı caizdir.
İsa b. Dînar der ki:
Veled-i zinanın imam olması hususunda İmam Malik'in görüşünde değilim. Çünkü
böyle bir kimsenin anne babasının günahından sorumlu olması sözkonusu değildir.
Yine İbn Abdilhakem de, eğer bizzat imamlığa ehil ise bu konuda benzer bir
görüş beyan etmiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Veled-i zina, Rasulullah (s.a)'ın:
"Topluluğa en iyi Kur'an okuyanları imamlık yapar" buyruğunun
kapsamına girerse imamlık yapabilir.
Ebû Ömer (İbn
Abdi'1-Berr) der ki: İmam olmanın şartı ile ilgili olarak bize kadar ulaşmış
haberler arasında nesebi göz önünde bulundurmaya delalet eden hiçbir rivayet
yoktur. Bu rivayetlerde daha fakih olanın, daha güzel Kur'an okuyanın, dine
bağlılığı ve dine uygun davranışları itibariyle daha ileride olanın öne
geçirileceğine dair bir delalet vardır. [72]
Köle ile ilgili olarak
Buhârî, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (s.a)'ın
Medine'ye gelişinden önce ilk muhacirler -Küba'da bir yer adı olan- el-Asbe'ye
gelişlerinde(n sonra) onlara Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim imamlık
yapıyordu. Aralarında en çok Kur'an-ı Kerim'i ezberleyen o idi.[73] Yine
İbn Ömer'den rivayete göre şöyle demiştir: Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim,
ilk muhacirler ile Peygamber (s.a)'ın ashab-ı kira-mına Küba mescidinde imamlık
yapıyordu. Bunlar Ebû Bekir, Ömer, Zeyd ve Amir b. Rabia idiler.[74] Hz.
Aişe'ye de kölesi Zekvân, Kur'an-ı Kerim'den okuyarak imamlık yapıyordu. [75]
İbnu'l-Münzir der ki: Ebû Esîd'in kölesi Ebû Sa-id -henüz daha köle iken-
aralarında Huzeyfe ve Ebû Mes'ud'un da bulunduğu Rasulullah (s.a)'ın bir grup
sahabisine imamlık yapmış idi.
Nehaî, Şa'bî, Hasan-ı
Basrî, Hakem, Sevri, Şâfîî, Ahmed, İshak ve re'y ashabı kölenin imam olmasına
ruhsat vermiş, Ebû Miclez ise bunu mekruh görmüştür. Mâlik der ki: Kölenin imam
olması ancak Kur'an okumasını iyi bilmesi, ona uyacak olan hürlerin ise
Kur'an-ı Kerim okumasını bilmeyenlerden olması halinde sözkonusudur. Şayet
bayram veya cuma namazı sözkonusu olursa bunlarda köle hürlere imam olamaz.
Bununla birlikte el-Evzai'ye göre, eğer köle arkasında namaz kılacak olurlarsa
bu da yeterli olur. İbnu'1-Münzir der ki: Halbuki köle de Peygamber (s.a)'ın:
"Topluluğa aralarında Kur'an'ı en iyi bilen kişi imamlık yapar"
buyruğunun kapsamına girmektedir. [76]
Kadının imam olması
ile ilgili olarak Buhârî, Ebû Bekre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
Rasulullah (s.a), Farslıların Kisrâ'nın kızını başlarına hükümdar yaptıklarını
haber alınca şöyle buyurdu: "İşlerini yönetmek üzere başlarına bir kadın
getiren bir topluluk asla iflah olmaz."[77]
Ebû Davud'un ise
Abdurrahman b. Hallad'dan, onun Abdullah'ın kızı Umm Varaka'dan kaydettiğine
göre Rasulullah (s.a) Umm Varaka'yı evinde ziyaret edermiş. Yine onun dediğine
göre Umm Varaka'ya ezan okumak üzere bir müezzin tayin etmiş ve aile halkına
imamlık yapmasını emretmişti. Abdurrahman der ki: Ben onun müezzinini gördüm,
oldukça yaşlı birisi idi. ® İbnu'1-Münzir de der ki: Şafii, bir kadının
arkasında namaz kılan erkeklere namazlarını iade etmelerini vacip görüyordu.
Ebû Sevr ise, böyle erkekler için iade yükümlülüğü yoktur, demektedir.
Müzenî'nin konu ile ilgili görüşüne bu bir hükmü gerektirir.
Derim ki: Bizim mezhep
alimlerimiz, kadının erkeklere olsun kadınlara olsun imamlık yapması sahih
değildir, demişlerdir. İbn Eymen ise kadının kadınlara imamlık yapmasının caiz
olduğunu rivayet etmektedir. Müşkil hün-sa (erkek mi dişi mi olduğu tesbit
edilemeyen) hakkında Şâfîî şöyle demektedir: Böyle bir kimse erkeklere de
kadınlara da imamlık yapamaz. İmam Malik der ki: Hiçbir şekilde böyle birisi
imamlık yapamaz. Fukahânın çoğunluğunun görüşü budur. [78]
Yahudi ve hıristiyan
gibi şeriate muhalif bir kafir, kafir olduğu müslüman-lar tarafından bilinmeksizin
müslümanlara imamlık yaparsa Şafii ve Ahmed böyle bir namaz onlar için yerine
gelmiş olmaz, namazlarını iade ederler demektedirler. Malik ve ashabı da bu
görüştedir. Çünkü böyle bir kafir Allah'a ibadetiyle yaklaşmaya ehil
kimselerden değildir. el-Evzai der ki: Böyle bir kafire ceza verilir. Ebû Sevr
ve el-Müzeni ise arkasında namaz kılanların namazlarını iade etmeleri
gerekmediğini söylemişlerdir. Şafii ve Ebû Sevr'e göre de böyle bir kafir namaz
kılmakla müslüman olmaz. Ahmed ise: Müslüman olmaya mecbur edilir, demiştir. [79]
Mu'tezile, Cehmiyye ve
bunlara benzer heva ehli bid'atçilerin imamlığına gelince; Buhârî'nin
el-Hasen'den rivayetine göre o: (Arkasında) namaz kıl, bid'atin vebali ise ona
aittir demiştir. [80]
Ahmed ise şöyle demiştir: "Eğer kendi kabul ettiği hevasına, bid'atine
çağıran propagandist bir kimse ise hevâ ehli olan hiçbir kimsenin arkasında
namaz kılınmaz." Mâlik der ki: Zalim yöneticiler arkasında namaz kılınır,
fakat Kaderiyye ve onlara benzer bid'at ehli arkasında namaz kılınmaz.
İbnü'l-Münzir der ki:
Her kimin bid'ati kendisini imandan çıkartıp küfre sokuyor ise onun arkasında
namaz kılmak caiz değildir. Bu durumda olmayan bir kimse arkasında namaz kılmak
ise caizdir. Bu niteliğe sahip olan kimsenin öne geçirilerek imam yapılması ise
caiz olmaz. [81]
Zina eden, içki içen
ve buna benzer azalarıyla işlediği günahlar sebebiyle fasık olan bir kimse
hakkında Malikî mezhebinde farklı görüşler vardır. İbn Habib şöyle der: Şarap
içen bir kimsenin arkasında namaz kılan bir kişi, bu kimsenin arkasında kıldığı
bütün namazları iade eder. Bundan tek istisna kendisine itaat edilmesi gereken
vali ve yönetici olması halidir. O takdirde böyle birisinin arkasında kılınan
namaz -namaz kıldırdığı vakit sarhoş olma hali dışında- iade edilmez. Bu görüşü
İam Malik'in arkadaşlarından karşılaştığım kimseler bana nakletmişlerdir.
Câbir b. Abdillah'tan
gelen rivayete göre de Rasulullah (s.a) minber üzerinde irad ettiği hutbesinde
şöyle demiştir: "Hiçbir şekilde bir kadın bir erkeğe imam olmasın. Hiçbir
bedevî bir muhacire imam olmasın, hiçbir günahkar iyi bir kimseye imam olmasın.
Yönetici olması hali müstesna." [82]
Ebû Muhammed Abdülhak
der ki: Bunu Ali b. Zeyd b. Cud'an, Said b. el-Müseyyeb'den rivayet etmektedir.
Çoğunluk ise Ali b. Zeyd'in zayıf olduğunu belirtirler.
Dârakutnî, Ebû
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki:
"Eğer namazınızın tertemiz olmasını arzu ediyor iseniz, en hayırlı
olanlarınızı (imam olmak üzere) öne geçiriniz." Bu hadisin senedinde
Ebû'l-Velid Halid b. İsmail vardır ki zayıf bir ravidir. Bunu Dârakutnî
söylemiştir. [83]
Ebû Ahmed b. Ali ise
onun hakkında şöyle demektedir: Bu, müslümanlar arasında güvenilir (sika)
raviler adına hadis uydururdu. O bu hadisini İbn Cüreyc'den, o Ata'dan, o Ebû
Hureyre yoluyla rivayet etmektedir. Dârakutnî ise Sellam b. Süleyman'dan, o
Ömer'den o Muhammed b. Vasi'den, O Said b. Cübeyr'den, o İbn Ömer'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasu-lullah (s.a) buyurdu ki: "İmamlarınızı
en hayırlı olanlarınızdan seçiniz. Çünkü onlar sizinle Allah arasında
(temsilci) bir heyettirler." Dârakutnî der ki: Bu hadisin senedinde geçen
Ömer bana göre Medain kadısı Ömer b. Yezid'dir. [84] Sellam
b. Süleyman da aynı şekilde Medainli olup güçlü bir ravi değildir. Bunu
Abdülhak söylemiştir. [85]
Hadis imamları
Rasulullah (s.a)'ın şu buyruğunu rivayet etmektedirler: "İmam kendisine
uyulsun diye imam kılınmıştır. O bakımdan ondan farklı hareketleriniz olmasın.
O, tekbir getirdiğinde siz de tekbir getiriniz. O, rükûa vardığında siz de
rükûa varınız. O semi'allahu limen hamideh dediğinde siz de allahumme rabbena
ve lekel hamd, deyiniz. Secdeye vardığında siz de secde ediniz. Oturarak namaz
kıldığı takdirde siz de hep birlikte oturarak namaz kılınız." [86]
Kastî olarak imamdan
önce rükûa varan yahut eğilen kimse hakkında ilim adamlarının iki ayrı görüşü
vardır. Bunlardan birincisine göre böyle bir kimsenin namazı, eğer namazın
tümünde veya çoğunluğunda bu işi yapacak olursa fasittir. Bu, Zahirilerin
görüşüdür. Ayrıca İbn Ömer'den de böyle bir rivayet gelmiştir. Süneyd'in de
şöyle dediği kaydedilmektedir: Bize İbn Uleyye, Eyyub'dan, o Ebû Kılabe'den, o Ebû'1-Verd
el-Ensarî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbn Ömer'in yanında namaza
durdum. İmamdan önce başımı kaldırıyor, ondan önce başımı koyuyordum. İmam
selam verince İbn Ömer, elimden tuttu beni döndürdü ve kendisine doğru çekti.
Ben: Ne oluyor sana, deyince; Sen kimsin, diye sordu. Ben, filan oğlu filanım
dedim. Şöyle dedi: Sen doğru sözlü bir aileden geliyorsun. Seni namaz kılmaktan
alıkoyan nedir. Benim yanıbaşında namaz kıldığımı görmedin mi deyince, şöyle
dedi: Senin imamdan önce başını kaldırdığını, ondan Önce başını yere koyduğunu
gördüm. İmama aykırı hareket edenin namazı yoktur.
el-Hasen b. Hayy ise
imamdan önce rükû' eden veya secde yapan, sonra da imam rükû' edip yahut secde
yapmadan önce başını rükû' ya da sücud-dan kaldıran kimse hakkında şöyle
demiştir: Böyle bir namaz olmaz ve onun için yeterli olmaz.
Fukahânın çoğunluğu
şöyle demiştir: Bu şekilde hareket eden bir kimse kötü bir iş yapmış olur,
bununla birlikte namazı fâsid olmaz. Çünkü cemaatle namazda ve bu şekilde
kılınan namazda imamlara uymakta asıl olan, bunun güzel bir sünnet oluşudur.
Taharetiyle, rükûuyla, sücûduyla vesair farz-larıyla namazının farz olan
kısımlarını edâ ettikten sonra, bu sünnete muhalefet eden bir kimsenin namazını
iade etmesi -birtakım sünnetlerini iskat etse dahi- gerekmez. Çünkü eğer tek
başına namaz kılmak isteyip de o namazı imamından önce kılacak olursa, bu
namazı onun için yeterli gelir. Bununla birlikte cemaati terkettiğinden dolayı
pek kötü bir iş yapmış olur.
Yine fukahânın
çoğunluğu der ki: İmamın kıldığı namaza uyan bir kimse, imamın rükûu ile rükû'
yapsa, sücudu dolayısıyla da secde yapsa, bununla birlikte kendisi ile imamın
kıldıkları rek'atler ayrı ayrı değilse bu kişi isterse imamdan önce başını
kaldırsın, yahut ondan önce başını eğsin, imama uymuş olur. Çünkü imamının
rükûuyla rükû' yapıyor, secdesiyle secde yapıyor, onun kaldırmasıyla birlikte
başını kaldırıyor. Bütün bunlarda o kişi imamına tabi olmaktadır. Şu kadar var
ki imama uyan, üzerinde icma edilen bir sünnete muhalefet ettiğinden dolayı
kötü bir iş yapmış demektir.
Derim ki: İbn
Abdi'l-Berr'in cumhurdan diye naklettiğinden, cumhura göre imama uyan kimsenin
kıldığı namazın imamın kıldığı namaz ile alakalı olmadığı gibi bir mana
anlaşılmaktadır. Çünkü maddi ve şer'î ittiba ortada yoktur. Ancak fukahânın
çoğunluğuna göre durum böyle değildir. Konu ile ilgili rivayetlerden ve bu
rivayetlerin tetkikinden anlaşılan, birinci görüşün doğru olduğudur. Yani imam
kendisine uyulsun diye imamdır, fiillerine uyularak onun gibi hareket edilsin
diye imamdır. Yüce Rabbimizin: "Şüphesiz ki Ben seni insanlara imam
kıldım'' (el-Bakara, 2/124) buyruğu da bu anlamdadır. Yani insanların uyacağı
bir imam kıldım, demektir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar gelecektir.
İşte gerek sözlük
anlamı itibariyle, gerekse Şer'i bir terim olarak imam olmanın gerçek anlamı
budur. Kim uyduğu imama muhalefet ederse ona uymuş sayılmaz. Diğer taraftan
Peygamber (s.a) bu hususu beyan ederek: "O tekbir getirdiğinde siz de
getiriniz" diye buyurmaktadır. Burada görüldüğü gibi peşisıra yapmayı
gerekli kılan "fa-i takibiyye" getirilmiştir. Hz. Peygamber de yüce
Allah'ın muradını beyan eden kimsedir. Diğer taraftan Peygamber efendimiz,
imamdan önce başını kaldıran yahut rükûa varan kimseyi ağır bir şekilde tehdid
ederek şöyle buyurmuştur: "İmamdan önce başını kaldıran bir kimsenin
başını Allah'ın bir eşek başına yahut suretini bir eşek suretine çevirmesinden
korkmaz mı?" Bu hadisi Muvatta, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve başkaları
rivayet etmişlerdir. [87]
Ebû Hureyre de:
"Böyle birisinin alnı şeytanın elindedir" demiştir. Rasulullah (s.a)
da şöyle buyurmuştur: "Bizim yaptığımız işe uygun olmayan her bir iş
merduddur." [88] Buna
göre kendisine uymakla emrolunduğunu, ona muhalefet etmenin kendisine yasak
olduğunu bildiği halde, kasten imamına muhalefet eden kimse namazını hafife
almış, kendisine verilen emre muhalefet etmiş demektir. Dolayısıyla böyle bir
kimsenin bu şeklide kıldığı namazının yerini bulmaması, yeterli olmaması
gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [89]
Yanılarak imamdan önce
başını kaldıran kimse hakkında, İmam Mâlik şöyle demiştir: Yanılıp da rükû'
veya sücûdda bu şekilde hareket eden bir kimsenin uyması gereken sünnet tekrar rükû'
veya secdeye dönmesi ve imamı beklemesidir. Böyle bir yanılma, yapan kimsenin
bir hatasıdır. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "İmam kendisine
uyulsun diye imamdır. O bakımdan ona muhalefet etmeyiniz." İbn Abdi'1-Berr
der ki: Malik'in bu sözünün zahiri kasten bu işi yapanın iade etmesini
gerektirmediğidir. Çünkü: "bu yapan kimsenin bir hatasıdır" demiştir.
Zira yanılan kimseden günah kaldırılmıştır. [90]
Sözü geçen bu görüş
ayrılığı, sadece iftitah tekbiriyle selam dışında kalan hallerde sözkonusudur.
Selama dair açıklamalar daha önce yapılmıştır. İftitah tekbirine gelince,
cumhurun kanaatine göre imama uyanın iftitah tekbiri, ancak imamın iftitah
tekbirinden sonra olur. Bundan istisna İmam Şafii'den gelen iki görüşten
birisinde şöyle denilmektedir: Eğer iftitah tekbirini imamından önce getirecek
olursa bu da onun için yeterli olur. Çünkü Ebû Hureyre'den rivayete göre
Rasulullah (s.a) namaz kıldırmak üzere gelmiş, tekbir getirdikten sonra namazdan
ayrılmış ve arkasındaki cemaate: "Olduğunuz halde durun" diye
işarette bulunmuş. Sonra çıkmış, arkasından başından su damlayarak gelmiş,
onlara namaz kıldırmış, namazını bitirdikten sonra da şöyle demiştir: "Ben
cünub idim, gusletmeyi unutmuştum." [91]
Ayrıca Enes'ten gelen
rivayete göre "Hz. Peygamber tekbir getirdi, biz de onunla birlikte tekbir
getirdik" denmektedir. Buna dair açıklamalar Nisa suresinde yer alan yüce
Allah'ın ".. cünub iken de gusledinceye kadar (namaza durmayınız)"(en-Nisa,
4/43) buyruğunu açıklarken -inşaallah- yapılacaktır. [92]
Müslim'in rivayetine
göre, Ebû Mes'ud şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) namaza durduğumuzda
omuzlarımızı sıvazlıyor ve şöyle diyordu: "Saflarınızı düzgün yapınız,
ayrı ayrı durmayınız, bu sefer kalpleriniz de ayrı ayrı kalır.
Benim arkamdaki safta
âkil ve baliğ, olgun kimseler yer alsın. Daha sonra, onlardan sonra (yaşça
küçük) gelenler, sonra daha küçük olanlar." Ebû Mes'ud der ki: Bugün
sizlerin muhalefeti, en ileri derecededir. [93]
Abdullah b. Mes'ud'dan
gelen rivayette: "Çarşı pazardaki karışıklıklardan, anlaşmazlıklardan ve
yüksek sesle bağırıp çağırmalardan çokça sakınınız."[94]
Hz. Peygamber'in,
"saflarınızı düzgün yapınız" buyruğu safları düzgün yapmayı,
özellikle de birinci safın düzgün olmasını emretmektedir ki bu da imamın hemen
arkasındaki saftır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle Hicr Sû-resi'nde [95] buna
dair açıklamalar gelecektir. Orada da yüce Allah'ın izniyle bu hadisin anlamına
dair açıklamalar gelecektir. [96]
İlim adamları, namazda
oturuş şekli hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Çünkü bu hususa dair
rivayetler de farklı farklı gelmiştir. Malik ve mezhebine mensup ilim adamları
şöyle der: Namaz kılan kişi kalçalarını yere koyar, sağ ayağını diker, sol
ayağını büker. Çünkü Malik bu hususta Muvatta adlı eserinde Yahya b. Said'den
şunu rivayet etmektedir: Kasım b. Muhammed, onlara teşehhüd esnasındaki oturuşu
göstermiş, sağ ayağını dikmiş, sol ayağını bükmüş, sol baldırı üzerine oturmuş,
fakat ayağı üzerine oturmamış ve arkasından şöyle demiştir: Bana bu şekli
Abdullah b. Ömer göstermiştir. Bana anlattığına göre babası bu şekilde
yaparmış. [97]
Derim ki: Bu anlamda
ifadeler Müslim'in Sahihinde Hz. Âişe'den şöylece rivayet edilmiştir:
Rasulullah (s.a) namaza tekbir ile ve "elhamdülillahi rab-bil
âlemin"i okuyarak başlardı. Rükûa vardığı zaman, başını fazla eğmediği
gibi dik de tutmazdı, ikisi arasında dururdu. Başını rükûdan kaldırdı mı ayakta
dosdoğru durmadıkça secdeye varmazdı. Başını secdeden kaldırdı mı dosdoğru bir
şekilde oturmadıkça bir daha secdeye gitmezdi. Her iki rek'atte bir
et-tahiyyat'ı okurdu. Sol ayağını yayar, sağ ayağını dikerdi. Diğer taraftan
şeytanın topuğunu [98]
yasaklardı. Ayrıca namaz kılan kişinin kollarını yırtıcı hayvan gibi yere yapıştırmasını
yasaklardı, namazını selam vererek bitirirdi. [99]
Derim ki: İşte bu
hadis dolayısıyla -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- İbn Ömer şöyle
demiştir: Namazda sünnet olan sağ ayağını dikmen sol ayağını da bükmendir.
es-Sevrî, Ebû Hanife ve mezhebine mensup ilim adamları ve Hasan b. Salih b.
Hayy ise şöyle demişlerdir: Sağ ayağını diker, sol ayağına oturur. Çünkü Vail
b. Hucr'un hadisi bunu gerektirmektedir. Şafii, Ahmed ve İshak da ara oturuşun
böyle yapılacağını söylemişlerdir. Öğle, ikindi, akşam ve yatsının son
oturuşunun ise Malik'in dediği gibi yapılacağını söylemişlerdir. Buna sebep ise
Buhârî'nin rivayet ettiği Ebû Humeyd es-Saidî yoluyla gelen hadis-i şeriftir. O
şöyle demektedir: Peygamber (s.a)'ı gördüm ki: Tekbir getirdiği vakit, ellerini
omuzlarının hizasına kaldırır, rükûa vardığı vakit ellerini dizkapaklarına
iyice koyar, sonra sırtını büker (rükûa eğilir), rükûdan başını kaldırdığında
her bir omuru yerine gelinceye kadar doğrulur, secde ettiği vakit ellerini
(kollarını) yere yapıştırmaksızın yere koyar, ellerini kapatmaz, ayağının
parmak uçlannı kıbleye yönelik tutardı. İki rek'at arasında oturduğunda sol
ayağı üzerine oturur, ötekini diker, son rek'atte oturduğunda da sol ayağını
öne alır, sağ ayağını diker ve makadı üzerinde otururdu. [100]
Ta-berî der ki: (Namaz kılan) bu şekilde yaparsa güzel bir iş yapmış olur.
Çünkü bunların hepsinin Peygamber (s. a) tarafından yapıldığı sabit olmuştur. [101]
Malik'in Müslim b. Ebi
Meryem'den, onun Ali b. Abdurrahman el-Mu-âvî'den rivayetine göre Ali şöyle
demiş: Namaz kıldığım sırada çakıllarla oynarken Abdullah b. Ömer beni gördü.
Namazı bitirince bu işi terketmemi söyledi ve: Rasulullah (s.a) ne şekilde
yapıyor idiyse sen de öyle yap, dedi. Ben: Rasulullah (s.a) ne şekilde
yapıyordu? diye sorunca şöyle dedi: O namazda oturduğunda sağ elini sağ
baldırının üzerine koyar, bütün parmaklarını kapatır ve baş parmağa bitişik
olan parmağı ile (şehadet parmağı ile) işaret ederdi. Sol elini de sol
baldırının üzerine koyardı. Ve dedi ki: İşte böyle yapardı. [102]
İbn Abdi'1-Berr der
ki: İbn Ömer'in nitelediği şekliyle sağ eli sağ baldırına koyması sağ elinin
bütün parmaklarını yumup sadece şehadet parmağını açık tutup onunla işarette
bulunması, buna karşılık sol elini sol baldırına açık ve parmakları birbirinden
ayrı olarak koyması, bütün bunlar namaz esnasındaki oturuşta icmâ' ile kabul
edilmiş birer sünnettir. Bildiğim kadarıyla bu hususta ilim adamları arasında
görüş ayrılığı yoktur. Bu kadarı sana yeter. Şu kadar var ki ilim adamları
şehadet parmağını hareket ettirmekte farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi bu
parmağını hareket ettirmesinin uygun olduğu görüşünde iken, kimisi bu görüşte
değildir. Bütün bunlar ise Peygamber (s.a)'a kadar sahih senetle ulaşan
rivayetlerde yer almıştır. Hepsini yapmak da mubahtır. Allah Teala'ya
hamdolsun.
Süfyan b. Uyeyne de bu
hadisi Müslim b. Ebi Meryem'den İmam Malik'in rivayet ettiği anlamıyla rivayet
etmiş ve ayrıca şunu da eklemiştir: Süfyan dedi ki: Bunu bize Yahya b. Said,
Müslim'den nakletti. Sonra ben Müslim ile kar
şılaştım, bu hadisi
ondan dinledim. Fazladan bana şunları da dedi: "(Parmağı bu şekilde
hareket ettirmek) şeytanı kovalamaktır. Sizden herhangi bir kimse parmağı ile
işaret edip böyle yaptığı sürece (namazında) yanılmaz."[103]
Derim ki: Ebû Davud'un
İbn ez-Zübeyr'den gelen rivayetine göre Peygamber (s.a) dua ettiğinde parmağı
ile işaret eder, fakat onu hareket ettirmezdi. [104]
Bazı Irak alimleri de bu görüşü kabul edip şehadet parmağını hareket ettirmeyi
menetmiştir. Mezhebimize mensup kimi ilim adamları ise parmağı bu şekilde
uzatmanın tevhidin devamına işaret olduğu görüşünü belirtmişlerdir. İmam Malik
mezhebine mensup ve başkaları arasından pek çok ilim adamı şehadet parmağının
hareket ettirileceği görüşündedir. Ancak bu hareket ettirmenin devamlı olup
olmayacağı hususunda iki ayrı görüş belirtmişlerdir. Parmağını hareket
ettirmeyi benimseyenler şu açıklamayı yaparlar: Bu durum namazda huzuru sürekli
hatırlatır ve Süfyan'dan gelen rivayette de belirtildiği gibi bu şeytanı kovmakta
ve def etmektedir. Devamlı hareket ettirmeyi uygun görmeyen kimseler ise,
şehadet kelimelerini telaffuz ettiği esnada parmağını hareket ettirmeyi uygun
görür. Ve bu hareketini şöyle açıklar: O bu parmağı ile de tevhidi söylemiş
gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [105]
Kadının namazda ne
şekilde oturacağı hususunda da farklı görüşler vardır: Mâlik der ki: Kadın
erkek gibi oturur ve iftitah tekbirinden sonra giyim ve açıktan okuma dışında
erkekten farklı bir durumu yoktur. es-Sevrî der ki: Kadın cilbabını tek bir
tarafından örtünüp aşağıya doğru sarkıtır. Bunu İbrahim en-Nehaî'den rivayet
etmiştir. Ebû Hanife ve ashabı ise şöyle demiştir: Kadın en kolayına gelen
şekil ne ise o şekilde oturur. Bu, eş-Şa'bî'nin de görüşüdür. O: Kolayına gelen
şekilde oturur, demiştir. Şafii de: Tesettürüne en uygun şekil ne ise öyle
oturur, demektedir. [106]
Müslim'in rivayetine
göre Tavus şöyle demiştir: İbn Abbas'a iki ayak üzerinde ik'â[107]
hakkında soru sorduk. O bize: O sünnettir, dedi. Bizler ona: Biz bu işi erkek
için ağır bir şekil olarak görüyoruz, deyince İbn Abbas şöyle dedi: Hayır, bu
senin Peygamberinin -salat ve selam ona- sünnetidir. [108]
İlim adamları ik'â'ın
ne şekilde olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ubeyd der ki: İk'â
erkeğin köpeğin ve yırtıcı hayvanların oturuşu gibi kalçaları üzerine oturup
dizlerini kırıp, bacaklarını dikmesidir. İbn Ab-di'1-Berr der ki: İşte icma ile
kabul edilen ik'â adı verilen oturuş şekli budur, ilim adamlarının bu konuda
görüş ayrılıkları yoktur. Dilcilerin ve fukahâdan bir grubun açıklaması da
böyledir.
Ebû Ubeyd ise der ki:
Hadisçiler ik'â denilen oturuş şeklini kişinin iki secde arasında kalçalarını
ayak topuklarına koyması diye açıklarlar. Kadı Iyad da der ki: İk'ânın
açıklaması ile ilgili olarak bana göre en uygun açıklama şekli İbn Abbas'ın
sünnettendir dediği şekildir. Fukahâ da bunu iki secde arasında kalçaları ayak
topukları üzerinde koymak diye açıklamışlardır. İbn Ab-bas tarafından da bu
şekilde açıklanarak: Topuğunu kalçana değdirmen sünnettendir diye ifade
etmiştir. Bunu İbrahim b. Meysere, Tavus'tan, o İbn Abbas'tan rivayet etmiş ve
Ebû Ömer bunu zikretmiştir. Kadı (devamla der ki): Seleften ve ashab-ı kiramdan
bir topluluktan rivayet edildiğine göre onlar bu şekilde otururlardı. Bununla
birlikte değişik bölgelerin fukahâsı genel olarak bu görüşü benimsemiş ve buna
ik'â adını vermişlerdir. Abdürrezzak'ın Ma'mer'den, onun İbn Tavus'tan, onun
babasından rivayetine göre babası İbn Ömer'i, İbn Abbas'ı ve İbn ez-Zübeyr'i
iki secde arasında ik'â yaparken görmüştür. [109]
Selam vermenin
vücûbunu (farziyetini) kabul edenler ile etmeyenler arasında ikinci selamın
farz olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak el-Hasen b. Hay'den gelen
rivayete göre o her iki selamı da vacip kabul etmiştir. Ebû Ca'fer et-Tahavî
der ki: İki defa selam verileceğini kabul eden ilim ehli arasından ikincisinin
namazın farzlarından olduğunu kabul eden, Hasan b. Hay'dan başka bir kimsenin
bulunduğunu bilmiyoruz.
İbn Abdi'1-Berr der
ki: Hasen b. Salih'in her iki selamı da birlikte vacip görüp "ve birinci
selamdan sonra ikinci selamdan önce abdesti bozulanın namazı da bozulur"
şeklindeki kanaatinin delillerinden birisi de Peygamber (s.a)'ın: "namazın
tahlili (yani namaza ait olmayan fiillerin artık helal olması) selam
vermektir." hadisidir. Bundan sonra Peygamber efendimiz, selam vermenin ne
şekilde olacağını beyan etmiştir. O sağına ve soluna selam verirdi. İkincisini
değil de yalnızca birinci selamı vacip (farz) kabul edenlerin delillerinden
birisi de Peygamber efendimizin "onu helal kılmak selam vermektir"
hadisidir. Onlar bununla ilgili olarak derler ki: Tek bir selam vermek hakkında
da "teslim (selam vermek)" tabiri kullanılır, demişlerdir.
Derim ki: Bu meselenin
temeli, ismin asgarî miktarını mı yoksa azamî ve nihaî sınırını mı esas almak
gerekir, sorusuna dayanır. Namaza girmek icma ile tek bir tekbir ile
gerçekleştiğine göre aynı şekilde ondan çıkış da bir tek teslim (selam verme)
ile olmalıdır. Şu kadar var ki, İbn Mes'ud -ki bu konuya dair gelen rivayet
yolu en fazla olandır-dan Vâil b. Hucr el-Hadramî'den, Ammar'dan, el-Bera' b.
Âzib'den, İbn Ömer'den, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivayet edilen hadislerle adeta
tevâtüren sabit sünnetlerin belirttiğine göre Peygamber (s.a) iki defa selam
verirdi. İbn Cüreyc, Süleyman b. Bilal ile Abdü-laziz b. Muhammed ed-Deraverdî,
hepsi Arar b. Yahya ve Mazinî'den, o Mu-hammed b. Yahya b. Habban'dan o amcası
Vasi' b. Habban'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: (Dedi ki): İbn Ömer'e
şöyle dedim: Bana Rasulullah (s.a)'ın namazının ne şekilde olduğunu anlat. Bana
başını kaldırıp eğdiği her seferinde tekbir getirdiğinden ve sağına
"esselamu aleyküm verahmetullah" diyerek soluna da yine
"esselamu aleykum verahmetullah" diyerek selam verdiğinden sözetti. [110]
İbn Abdi'1-Berr der
ki: Bu, Medine ehline ait sahih bir isnaddır. Bununla birlikte Medine'de meşhur
olan uygulama tek bir selam vermektir. Bu, Medine halkının biribirinden
öğrenerek miras aldığı bir uygulamadır. Böyle bir uygulamayı her beldede delil
diye göstermek doğru ve sıhhatlidir. Çünkü günde birkaç defa tekrarlandığından
dolayı vukuu kimseye gizli kalmaz. Yine Küfe ve başka şehirlerin halkının
uygulamasında iki selam vermek oldukça yaygındır ve yine onlar bunu geçmişlerinden
miras almışlardır. Bu türden olan farklı uygulamalar ezan gibi mubah bir
şeydeki farklılığa benzer. Diğer taraftan Hicaz'da, Irak'ta, Şam'da ve Mısır'da
bulunan herhangi bir ilim adamından tek bir selam vermenin ya da iki selam
vermenin tepkiyle karşılandığına dair rivayet gelmemiştir. Aksine bu ilim
adamları bunu(n her ikisini de) bilmektedirler. Bir tek selam vermeye dair
hadisi Sad b. Ebi Vakkas, Hz. Aişe ve Enes rivayet etmişlerdir. Ancak bu
rivayetler illetlidir, hadis ilmini bilenler bunları sahih kabul etmemektedir. [111]
Dârakutnî'nin
rivayetine göre İbn Mes'ud şöyle demiştir: Teşehhüdü gizliden yapmak
sünnettendir. [112]
İmam Malik, Ömer b. el-Hattâb (r.a) yoluyla gelen şu şekildeki teşehhüdü tercih
etmiştir:
Tahiyyat Allah'ındır,
tertemiz ibadetler Allah'ındır, tayyibât (malî ve bedenî ibadetler)
Allah'ındır, selam sana ey Peygamber ve Allah'ın rahmeti ve bereketleri
(üzerine olsun), Selam bizlere ve Allah'ın salih kullarına. Şeha-det ederim ki
Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Mu-hammed O'nun
kulu ve Rasûlüdür."[113]
Şafii, Şâfîî ashabı ve
Leys b. Sa'd ise, İbn Abbas yoluyla gelen teşehhüdü tercih etmişlerdir. İbn
Abbâs der ki: Rasulullah (s.a) Kur'an-ı Kerim'den bir sûreyi öğretir gibi bize
teşehhüdü öğretir ve şöyle derdi:
Tahiyyat, mübarek
dualar, salavat ve tayyibat (malî ve bedenî ibadetler) Allah'ındır. Selam sana
ey Peygamber, Allah'ın rahmet ve bereketleri de (üzerine olsun). Selam bizlere
ve Allah'ın salih kularına. Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah
yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın Rasulüdür. " [114]
es-Sevrî, Kûfeliler ve
hadis ehli ise yine Müslim tarafından rivayet edilen Abdullah b. Mes'ud'un
teşehhüdünü tercih etmişlerdir. Abdullah b. Mes'ud der ki: Bizler namazda
Rasulullah (s.a)'ın ardında: Allah'a selam olsun, filana selam olsun derdik.
Rasulullah (s.a) günün birinde şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah selâmın
kendisidir. Sizden herhangi biriniz namazda oturacak olursa şunları söylesin:
Tahiyyat Allah'ındır,
malî ve bedenî ibadetler de (O'nundur). Selam sana ey Peygamber, Allah'ın
rahmet ve bereketleri üzerine olsun. Selam bizlere ve Allah'ın salih
kullarına." Kul bunu söylediği takdirde gökte olsun yerde olsun Allah'ın
bütün salih kullarına isabet eder. (Devamla teşehhüdünü şöyle bitirir): Şehadet
ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki
Muhammecr O'nun kulu ve Rasûlüdür. Bundan sonra dilediği şekilde Allah'a dua
eder, dilekte bulunur." [115]
Ahmed, İshak ve Dâvûd da bu teşehhüdün yapılacağı görüşündedir.
Endülüs'te Ahmed b.
Halid de bunu tercih eder ve buna meylederdi.
Ebû Muş'a
el-Eş'ari'den, hem merfu' hem de mevkuf olarak İbn Mes'ud'un bu teşehhüdüne
yakın bir teşehhüd nakledilmiştir. Bütün bunlar ise mubah olan bir hususta
ihtilaftır. [116] Bunlardan herhangi
birisini vacip kabul etmek sözkonusu değildir. Hamd yalnızca Allah'adır.
İşte bütün bunlar aziz
ve celil olan Allah'ın: "rükû' edenlerle birlikte siz de rükû' ediniz
buyruğunun ihtiva ettiği, imama ve me'muma (imama uyan kimseye) dair birtakım
hükümlerdi. İleride yüce Allah'ın: "Ve Allah için huşu ve itaatla (namaza)
kalkın." (el-Bakara, 2/238) buyruğunda namazda ayakta durmaya dair
açıklamalar gelecektir. Yine orada hasta olan imam ile buna benzer namaz ile
alakalı diğer hükümlere dair açıklamalar da gelecektir. Al-i İmran Sûresi'nde [117]
imamın dışında hasta kimsenin namazının hükmü, Nisa Sûresi'nde [118]
korku namazından söz ederken farz namaz kılanın nafile namaz kılana uymasının
hükmü, Meryem Sûresi'nde [119]
imamın kendisine uyanlardan daha yüksekçe bir yerde namaz kılmasının hükmü ve
buna benzer vakitlere, ezanlara ve mescidlere dair hükümler gelecektir. İşte
bütün bunlar yüce Allah'ın: "namazı kılınız" buyruğuna dair bir beyan
(açık-lama)dır. Sûrenin baş taraflarında da yine namazın birtakım hükümleri
sözkonusu edilmişti. Bundan dolayı yüce Allah'a hamdederiz. [120]
44. Siz insanlara
iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz? Halbuki Kitab'ı da okuyup durursunuz.
Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
Buyruğuna dair açıklamalarımızı
dokuz başlıkta ele alacağız.
"Siz insanlara
iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" buyruğu azar anlamında bir
sorudur. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, maksat yahu-di alimleridir.
İbn Abbâs der ki: Medine'de bulunan yahudilerden bir kimse müslümanlar
arasından kendisi ile sıhrî akrabalığı, herhangi bir yakınlık veya süt
akrabalığı bulunan kimseye: Üzerinde bulunduğun bu hal üzere sebat et ve
-Muhammed (s.a)'ı kastederek- o adamın sana emrettiği şeyde kararlı ol. Çünkü
onun emri haktır. Onlar insanlara bunu emrettikleri halde kendileri
yapmıyorlardı. [121]
Yine İbn Abbâs'tan
rivayet edildiğine göre yahudi âlimleri kendilerini ta-kib edenlere ve
kendilerine uyanlara Tevrat'a uymayı emrediyor fakat Mu-hammed (s.a)'ın niteliklerini
inkâr etmek suretiyle de Tevrat'a aykırı hareket ediyorlardı.
İbn Cureyc der ki:
Yahudi âlimleri, Allah'a itaate teşvik ediyor, buna karşılık bizzat kendileri
Allah'a isyanı gerektirecek günahları işliyorlardı.
Bir diğer grup da
şöyle demiştir: Sadaka vermeye teşvik ettikleri halde kendileri cimrilik
gösteriyorlardı. Bu rivayetlerin ifade ettikleri anlam birbirlerine yakındır.
İşarî tefsir ile
uğraşanlardan birisi de şöyle demiştir: Yani sizler anlamların hakikatlerini,
insanların yerine getirmelerini isterken bizzat kendiniz bu anlamların zahirî
şekillerine aykırı hareket ediyorsunuz. [122]
Bu durumda olanların
azaplarının şiddeti ile ilgili olarak Hammâd b. Seleme, Ali b. Zeyd'den, o
Enes'ten _Ƕyle dedi
leme, Ali b. Zeyd'den,
o Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir. Rasulul-lah (s.a) buyurdu ki:
"İsra'ya götürüldüğüm gece dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım
kimselerin yanından geçtim. Bunlar kimlerdir ey Cebrail, dedim. Bana şu cevabı
verdi: Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emreder,
Kitabı okudukları halde bizzat kendileri unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler
mi?" [123]
Ebû Umame'nin de
rivayetine göre Rasulullah (s.a) şöyle buyumuşur: "İnsanlara iyiliği
emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler.
Onlara, siz kimlersiniz diye sorulur, şu cevabı verirler: Bizler insanlara
hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz." [124]
Derim ki: Bu hadis-i
şerifte leyyin bir ravi olan el-Husayb b. Cahder vardır ve İmam Ahmed bunu
zayıf ravi kabul ederdi. Ancak İbn Maîn de bunu Ebû Ğalib'den, o Ebû Umame
Suday b. Aclan el-Bahilî'den rivayet etmektedir. Ebû Galib ise -Yahya b.
Mâin'in anlattığına göre- Halid b. Abdullah b. Es-id'in azadlısı Hazevver
el-Kureşî'dir. Bahilelilerin azadlısı olduğu da söylendiği gibi, Abdurrahman
el-Hadramî'nin azadlısı olduğu da söylenmiştir. Bu kişi ticareti için Şam'a,
gider gelirdi. Yahya b. Maîn der ki: Bu hadisi salih (alınabilir) bir kimsedir.
Diğer taraftan Müslim bunu Sahih'inde bu manada Üsa-me b. Zeyd'den şu şekilde
rivayet etmiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyamet
gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar.
Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler
onun etrafına toplanır şöyle derler: Ey filan, sen ma'rufu emreden münkerden
alıkoyan bir kimse değil miydin? Şöyle der. Evet, böyle idim. Ma'rufu emreder
fakat işlemezdim. Münkerden alı-koyar fakat kendim işlerdim." [125]
Derim ki: Sahih hadis
ile âyetin lafızları maruf ve münkeri bilip bunların her birisinin gerektirdiği
görevi yerine getirmenin vücubunu bilen bir kimsenin, bunları bilmeyen bir
kimseye göre cezasının daha ağır olacağını gösterir. Çünkü o bu şekilde yüce
Allah'ın yasaklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve böyle
bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Rasulullah (s.a) ise şöyle
buyurmuştur: "Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak
kimse yüce Allah'ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı
olacaktır." [126]
Hadisi İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir. [127]
Şunu bil ki -Allah
seni başarılı kılsın- âyet-i kerimedeki azarlayıcı ifadeler iyiliği işlemeyi
terketmekten dolayıdır. İyiliği emretmekten dolayı değildir. Bundan dolayı yüce
Allah Kitab-ı Kerim'inde iyi amelleri emredip de onları işlemeyen birtakım
kimseleri yermiş ve Kıyamet gününe kadar zaman boyunca okunacak bir buyruk ile
onları azarlayarak: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur
musunuz?" diye buyurmuştur. Fakih Mansur şu beyitlerinde ne güzel söyler:
"Bir topluluk var
ki emrediyorlar
Kendilerinin
yapmadıklarını
Şüphesiz bunlar
delidirler, isterse onlar
Sar'aya
tutulmasınlar."
Ebu'l Atahiye de der
ki:
"Takvayı sanki
sen takvalı imiş gibisin anlatıyorsun
Halbuki günahların
kokusu senin elbisenden yayılıyor."
Ebû'l Esved ed-Düelî
de şöyle demiştir:
"Bir huyu
yasaklayıp da sen benzerini işleme
Böyle bir şey yaparsan
bu senin için büyük bir ayıptır.
İşe kendinden başla,
kendini sapıklıktan alıkoy.
Eğer vazgeçebilirsen o
vakit sen hikmet sahibi bir kimsesin demektir.
O takdirde öğüt
verirsen kabul edilir ve söylediklerine
Uyulur,
öğrettiklerinin de faydası olur."
Ebû Amr b. Matar der
ki:
Zühd sahibi, Ebû Osman
el-Hirî'nin meclisinde bulundum. Dışarı çıktı ve öğüt vermek üzere oturduğu
yerini aldı. Uzun boylu sustu. Ebu'l-Abbâs diye bilinen birisi ona şöyle
seslendi: Bu susuşuna dair birşey söylemeyi uygun görür müsün? Bunun üzerine şöyle
dedi:
"Takva sahibi
olmayan bir kimse insanlara takvayı emrediyor,
Kendisi hasta olan bir
doktor başkasını tedavi ediyor."
Bunun üzerine
ağlamalar ve gürültüler yükselmeye başladı. [128]
İbrahim en-Nehaî der
ki: Üç âyet-i kerime dolayısıyla kıssa anlatmaktan hoşlanmıyorum. Bunların
birisi yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur
musunuz?" buyruğudur, diğeri: 'Yapmayacağınız şeyi niçin
söylersiniz?" (es-Saf, 61/2) buyruğu, diğeri ise "Size ettiğim yasağa
kendim muhalefet etmek istemem" (Hud, 11/88) buyruğudur. Selm b. Amr da
şöyle demektedir:
"Kendisi zahidlik
etmediği halde insanlara zühdü tavsiye eden
Bir vaizin zahidlik
öğütlemesi ne kadar çirkindir!
Eğer o zahidliğe
samimi olarak çağıran birisi olsaydı
Sabah akşam onun
kaldığı ev mescid olurdu.
Eğer o gerçekten
dünyayı reddetmiş ise ne diye
İnsanlardan hediyeler
bekliyor, bağışlar umuyor?
Halbuki rızık gördüğün
kimselere pay edilmiştir
Siyahı da beyazı da
onu ele geçiriyor."
el-Hasen, Mutarrıf b.
Abdullah'a : Arkadaşlarına öğüt ver demiş, o da şu cevabı vermiş: Korkarım ki
yapmadığım şeyleri söylerim. el-Hasen: Allah sana merhamet buyursun. Hangimiz
söylediğini yapıyor ki? Şeytan ise böyle bir sonucu elde etmek istiyor. O vakit
hiçbir kimse bir ma'rufu emretmez ve bir münkeri de yasaklamaz.
Malik, Rabia b. Ebi
Abdurrahman'dan rivayetle der ki: Said b. Cübeyr'i şöyle derken dinledim:
Herkes kendisinde olumsuz hallerden hiçbir eser kalma-yıncaya kadar marufu
emretmeyi, münkerden alıkoymayı bıraksaydı hiçbir kimse hiçbir marufu emretmez,
hiçbir münkerden de alıkoymazdı. Malik der ki: Gerçekten doğru söylemiştir.
Bazı kusurları bulunmayan kim var ki? [129]
Bu âyet-i kerimede
geçen "iyilik (birr)"den kasıt itaat ve salih ameldir. Birr:
Doğruluk, tilki yavrusu ve koyun pazarı gibi anlamlara da gelir. Arapların: “”
şeklindeki sözleri, koyunlara ne şekilde seslenileceğim ve ne şekilde
güdüleceklerini birbirinden ayırdedemez, anlamındadır. Buna göre bu kelime
müşterek bir lafızdır. Şair der ki:
"Allah'ım,
Rabbim, şüphe yok ki Bekroğulları işte önündedir
insanlar sana itaat
ediyor, onlar ise sana isyan ediyorlar."
Şairin şu sözünde
geçen "birr" kelimesinin kalp anlamına geldiği de söylenir:
"Ben onun yanında
kalbin durumu gibi olurum ve ondan da yakın;
Malımı önüne
bırakıyorum ve emirlerini gözlüyorum."
Burr, bilinen
birşeydir (buğday demektir). Berr ise saygı ve ta'zim göstermek demektir.
Anne-babasına ta'zim edip ikramda bulunan kimse hakkında berr ve bârr çocuk
denilir. [130]
Yüce Allah'ın:
"Kendinizi unutur musunuz?" buyruğundan kasıt, kendinizi terkeder o
halde bırakır mısınız demektir. Unutmak, terketmek anlamına da gelir ve burada
kasıt budur. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları
unuttu" (et-Tevbe, 9/68); "Onlara verilen öğütleri unutmaları
üzerine.." (el-En'am, 6/44) ile: "Ve aranızda faziletli davranışı
unutmayınız" (el-Bakara, 2/237) buyruklarında "unutmak"
hatırlamanın ve bellemenin zıddı anlamındadır. İleride de gelecek olan:
"Âdem unuttu, bunun için onun soyundan gelenler de unuttu"
hadisindeki unutmak da bu anlamdadır. Çokça unutan unutkan kimseye
"nesyan" denilir.
Âyet-i kerimede geçen
nefs (kendi) ise ruh demektir. Nefsi (canı) çıktı denilir. Şair Ebû Hirâş der
ki:
"Salim kurtuldu
ve onun nefsi (canı) ağzında idi
O ise ancak kılıcının
kını ve kararlılığı ile kurtuldu."
Âyet-i kerimede geçen
"nefs"in ruh anlamına geldiğinin delillerinden birisi de yüce
Allah'ın şu buyruğudur: "Allah, ölümleri nefisleri (ruhları) vaktinde
alır." (ez-Zumer, 39/42) İleride de geleceği üzere tefsir âlimlerinin bir
grubunun görüşüne göre böyledir. Bu husus, Hz. Bilal'in Peygamber (s.a)'a
söylediği -İbn Şihab yoluyla gelen- hadiste gayet açıktır: Ey Allah'ın rasulü,
senin nefsini alan kim ise benim de nefsimi o aldı. [131]
Yine Hz. Peygamber'in Zeyd b. Eslem yoluyla gelen hadisteki şu sözü de
böyledir: "Şüphesiz Allah, bizim ruhlarımızı kabzetti. Dileseydi
ruhlarımızı bir başka zamanda bize geri verirdi."[132] Bu iki hadisi de İmam Malik rivayet etmiştir.
Konu ile ilgili en uygun görüş budur.
Nefs aynı zamanda kan
anlamındadır. (Kanı aktı anlamında) nefsi aktı, denilir. Şair der ki:
"Nefslerimiz
(kanlarımız) akıyor kılıçların keskin ucu üzerinde
Zaten silahların
ucundan başka birşey üzere akmazlar."
İbrahim en-Nehaî de
der ki: Akan bir nefsi (kanı) olmayanların suda ölmeleri halinde suyu
pisletmezler.
Nefs aynı şekilde
ceset anlamına da gelir. Şair der ki:
"Bana haberin
ulaştığına göre Suhaymoğulları
el-Münzir'in nefsinin (cesedinin)
kanını evlerine soktular." [133]
Yüce Allah'ın:
"Halbuki Kitab'ı da okuyup durursunuz" buyruğu anlayan için çok büyük
bir azar ihtiva etmektedir. "Kitab'ı da okuyup durursunuz" buyruğu
Tevrat'ı da okursunuz demektir. Aynı şekilde onlann davranışlarının benzerini
yapan da onlar gibi olur.
"Tilâvefin aslı
tâbi olmak demektir. Okumak anlamına gelen kıraat hakkında kullanılması da
bundan dolayıdır. Çünkü uygun şekliyle ortaya çıkıncaya kadar harfler arka
arkaya dizilerek kelimeler de birbirinin ardısıra söylenirler. Uymak anlamına
kullanıldığı takdirde masdarı "tuluv", okumak anlamına kullanıldığı
zaman ise masdarı "tilâvet" şeklinde olur. Yine yardımsız bırakmak
halinde de "tuluvv" masdarı kullanılır. Kalıntı anlamına ise
"te-liyye" ile "tülâve" kullanılır. Hakkını bütünüyle
alıncaya kadar işin arkasını bırakmamak için de bu kökten gelen kelime
kullanılır. [134]
Yüce Allah'ın:
"Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" buyruğu, sizler hala kendinizi, sizi
bu derece alçaltan böyle bir durumu işlemekten engellemeyecek misiniz,
demektir.
Akl kelimesi
engellemek anlamındadır. Deve yuları anlamına gelen "ikal" da burdan
gelmektedir. Çünkü hareket etmesini engeller. Diğer taraftan diyet hakkında da
"akl" tabiri kullanılır. Çünkü bu diyet, maktulun velisini caniyi
öldürmekten ahkoyar. Kabızlık haline ve dilin tutulmasına "i'tikâl"
denilmesi de bu anlam yakınlığından dolayıdır. Kaleye (ism-i mekân) olarak
"ma'kil" denilmesi de bundandır. "Akl" aynı zamanda bilgisizliğin
zıddıdır. Yine Arap kadınlarının kendisi ile hevdeçlerini örttüğü kırmızı bir
kumaşa da bu isim verilir. Alkame der ki:
"Uzunlamasına ve
yuvarlak süslü kumaşları kuşlar neredeyse kapıverecek
Sanki o karından
boşalan kırmızı kanları andırır."
İbn Fâris der ki:
Kumaşlarda uzunlamasına nakış ve süslere "akl" denir. Dairemsi
alanlara da "rakm" denilir.
ez-Zeccâc der ki:
Akıllı kişi Allah'ın kendisine farz kıldığı şeylere uygun hareket eden, onları
yerine getiren kimsedir. Bunların gereğince amel etmeyen kimse ise cahildir. [135]
Hak ehli aklın
yaratılmış olduğunu , var olduğunu, kadim olmayıp mevcut bir varlık olduğunu
ittifakla kabul ederler. Çünkü akıl yok olsaydı birtakım zatlara özel bir sıfat
olmazdı. Onun varlığı sabit olduğuna göre kadim olduğunu söylemeye imkan olmaz.
Çünkü -bu sûrede ve başka yerde yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- yüce
Allah'tan başka kadim bir kimsenin olmadığına dair kesin deliller vardır.
Felsefeciler ise aklın
kadim olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Yine onlardan kimisi aklın insan
bedeninde bulunan latif bir öz -cevher- olup ondan ışınlar saçıldığını kabul
ederler. O bu durumuyla evde bulunan kandile benzer. Onun aracılığı ile,
bilinen şeylerin hakikatleri birbirlerinden ayırde-dilir. Kimileri de şöyle der:
Akıl mürekkep (kompleks) olmayan basit bir cevherdir. Ancak aklın bulunduğu yer
hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Kimi felsefeciler onun yerinin
dimağ (beyin) olduğunu söyler. Çünkü beyin duyuların merkezidir. Bir başka
kesim ise onun yeri kalptir, demektedir. Çünkü kalp hayatın fışkırdığı yer ve
duyuların maddesidir.
Aklın bir cevher
olduğu şeklindeki görüş tutarsızdır. Çünkü cevherler birbirlerini andırır. Eğer
herhangi bir cevher akıl ise her cevherin de akıl olması gerekir.
Şöyle de denilmiştir:
Akıl eşyayı, anlamlarının hakikatinden hareketle olduğu şekliyle idrâk eden
araçtır. Bu görüş bir önceki görüşten doğruya daha yakın olmakla birlikte,
idrakin canlının niteliklerinden olması bakımından yine doğru olmaktan uzaktır.
Akıl bir arazdır. Onun böyle bir özelliğe (idrak etmek özelliğine) sahip
olmasına imkan yoktur. Nitekim onun lezzet duyan ve arzulayan olması da
imkansızdır.
Şeyh Ebû'l-Hasan
el-Eş'ari ile Üstad Ebû İshak el-İsferayinî ve başka muhakkikler şöyle derler:
Akıl ilmin kendisidir. Bunun delili de: Aklettim, fakat bilmedim yahut bildim,
fakat akletmedim, denilmesidir.
Kadı Ebû Bekr de der
ki: Akıl vaciplerin (varlığı zorunlu olanların) vücu-bunu, caizlerin
(varlıkları mümkün olanların) caizliğini, müstahillerin (varlıkları imkansız
olan şeylerin) müstahil oluşunu kesin olarak bilmek demektir. Ebû'l-Mealî,
el-İrşad adlı eserinde bu tarifi tercih ederken el-Burhan adlı eserinde ise,
akıl kendisi aracılığıyla bilgileri idrak etmenin mümkün olduğu bir niteliktir,
tarifini tercih etmiş ve Kadının (Ebû Bekir'in)görüşüne itiraz ederek kabul
ettiği bu görüşün tutarsızlığına dair deliller getirmiştir.
Yine Ebû'l-Mealî
el-Burhan adlı eserinde el-Muhasibî'nin: Akıl insanın fıt-ratındaki bir güçtür
dediğini nakletmektedir.
Üstad Ebû Bekr ise Şafii
ve Ebû Abdullah b. Mücahid'den, akıl ayırdede-bilme aracıdır, dediklerini
nakletmektedir. Ebû'l-Abbâs el-Kalanisî'den ise "akıl ayırdetme
gücüdür" dediğini, el-Muhasibî'den de: "akıl nurlar ve
basiretlerdir" dediğini nakletmekte; daha sonra bu görüşleri
sınıflandırarak çeşitli şekillerde yorumlamakta ve şöyle demektedir: Uygun olan
ise Şafii'den ve İbn Mücahid'den böyle bir naklin sahih olmayacağıdır. Çünkü
"araç" ancak müsbet aletler hakkında kullanılır. Arazlar hakkında
kullanılması ise mecazîdir. Yine akıl hakkında "o bir güçtür"
diyenlerin görüşü de böyledir. Çünkü güçten akıl ile kavranılabilen sadece
kudrettir. el-Kalanîsî ise ifadelerini kelime anlamlarını alabildiğine
genişleterek kayıtsız bir şekilde kullanmıştır. el-Muhasibî de bu şekilde davranmıştır.
Akıl aslında ne surettir, ne nur (ışık)tır. Ancak onun vasıtası ile nurlar ve
basiretler elde edilir.
İnşaallah bu sûrede
tevhid âyeti [136] açıklanınca aklın
faydasına dair açıklamalar gelecektir. [137]
45. Bir de sabır ve
namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz ki o, hâşi'lerden eğenlerden başkasına
elbette ki ağır gelir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlıkta ele alacağız:
Sabır sözlükte,
alıkoymak, engellemek demektir. Filan kişi sabr yolu ile öldürüldü, denildiği
zaman, ölünceye kadar alıkonuldu, engellendi demektir. Kendi nefsimi bir şeye
karşı sabrettim dendiğinde, kendimi o şeyden alıkoydum, engelledim, demek olur.
Hadis-i şerifte nehyedilen "el-masbûra"[138] ise
ölünceye kadar hapsedilen anlamındadır. Ona (şeddeli peltek se ile) "el-mücesseme"
de denilir. Şair Antere der ki:
"Hür olarak bunu
bilerek sabrettim
Korkağın canı
gözetleyip durunca benimki sebat gösteriyordu." [139]
Yüce Allah, Kitab-ı
Kerim'inde itaate devam etmek ve emirlerine muhalefetten uzak durmak suretiyle
sabrı emrederek "sabrediniz" diye buyurmuştur. Filan kişi masiyetlere
karşı sabredicidir denilir. Masiyetlere karşı da sabretti mi, itaat üzere
sabrediyor demektir. Bu hususta söylenen en doğru görüş budur. en-Nehhâs der
ki: Musibete karşı sabreden kimseye "sabredi-ci" denilmez. Böyle bir
kimse hakkında şu şeye karşı sabırlı tabiri kullanılır. Eğer mutlak olarak
sabredici tabiri kullanılırsa, bu yaptığımız açıklamaya göre anlaşılmalıdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sabredenlere ecirleri şüphesiz hesapsızca
verilir." (ez-Zumer, 39/10) [140]
Yüce Allah "sabır
ve namaz ile" buyruğuyla önemine işaret etmek üzere sair ibadetler
arasından özellikle namazı zikretmiştir. Peygamber (s.a) da bir sıkıntı ile
karşı karşıya kaldı mı hemen namaza koşardı. [141]
Nitekim rivayet edildiğine göre Abdullah b. Abbâs'a, yolculukta bulunduğu bir
sırada kardeşi Kusem'in -bir başka görüşe göre kızının- vefat haberi verilir,
istircada bulunur (inna lillah ve inna ileyhi raciûn der) ve şöyle der: Bu bir
avretti ki Allah onu setretti. İhtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğumuz bir
varlığımız-dı. Allah bu sorumluluğumuzu kaldırdı ve Allah'ın bizim için önden
gönderdiği bir ecirdir. Daha sonra yolun bir kenarına çekildi, namaz kıldı,
arkasından "Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyiniz" buyruğunu
okuyarak bineğine doğru gitti. [142] Bu
açıklama şekline göre burada geçen "namaz" şer'i hüviyetiyle bilinen
namazdır.
Başkaları ise burada
sözü geçen "namaz"ın sözlükte bilinen anlamıyla dua etmek olduğunu
söylemişlerdir. Bu açıklama şekline göre, bu âyet-i kerime yüce Allah'ın şu
buyruğuna benzer: "Ey iman edenler; bir toplulukla karşılaştığınız zaman
sebat gösterin ve Allah'ı çokça anın." (el-Enfal, 8/45) Çünkü sebat
göstermek sabrın kendisidir, zikir ise duadır.
Üçüncü bir görüş:
Mücahid dedi ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen sabır oruçtur. Bundan dolayıdır
ki ramazana "sabır ayı" denilmiştir. Bu görüşe göre bu âyet-i
kerimede namaz ve oruç, aralarındaki ilişki dolayısıyla bir arada gelmiştir.
Çünkü oruç, şehvetlerden ahkoyar, dünyaya karşı zühdü telkin eder. Namaz ise
münkerden ve ahlaksızlıktan ahkoyar, insanın kalbine huşu verir ve namazda
insana âhireti hatırlatan Kur'an okunur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [143]
Eziyetlere ve
itaatlere karşı sabırlı olmak, nefse karşı cihad etmek, nefsi arzularından uzak
tutmak ve ileri gitmesini engellemek türünden bir davranıştır. Bu,
peygamberlerin ve salihlerin huyları (ahlakı) cümlesindendir. Yalıya b.
el-Yeman der ki: Sabır Allah'ın sana rızık olarak verdiği halden başkasını
temenni etmemek, Allah'ın senin için hükmetmiş olduğu dünya ve âhi-rete dair
hükümlerine rıza göstermektir.
eş-Şa'bi de der ki: Ali
(r.a) şöyle buyurmuştur: Sabrın imana göre durumu, başın cesede karşı konumu
ayarındadır.
Taberi der ki: Ali
(r.a) gerçekten doğru söylemiştir. Çünkü iman, kalb ile bilmek, dil ile ikrar
etmek, azalarla amel etmektir. Azalarıyla amel etmeyi sürdürmeyen ve sabır
göstermeyen bir kimse mutlak anlamıyla imana hak kazanamaz. Şer'i emirler
gereğince amel etmek üzere sabretmek, kendisi olmadıkça cesedinin tam olması
sözkonusu olmayan insanın başına benzer. [144]
Yüce Allah, amellerin
karşılığını nitelemiş ve onlar için belli bir sınır tesbit ederek şöyle
buyurmuştur: "Güzellikle (hayırlı amelle) gelen için getirdiğinin on misli
(ecir) vardır." (el-En'am, 6/160) Allah, yolunda sadaka vermenin mükâfatının
daha fazla olduğunu bize bildirmektedir: "Mallarını Allah yolunda infak
edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir
tohum gibidir." (el-Bakara, 2/261) Buna karşılık sabredenlerin ecrinin
karşılıksız olduğunu beyan buyurmuş ve sabreden kimseleri överek şöyle
buyurmuştur: "Sabredenlere ecirleri şüphesiz hesapsız verilir."
(ez-Zumer, 39/10); "Kim de sabreder ve bağışlarsa şüphesiz ki bu büyük
işlerdendir." (eş-Şûrâ, 42/43)
Şöyle bir açıklama da
yapılmıştır: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki sabredenlere ecirleri hesapsız
verilir" buyruğunda sözü geçen "sabredenler" oruç tutanlardır.
Çünkü yüce Allah, sahih bir kudsî hadisinde Peygamber (s.a)'dan gelen rivayete
göre: "Oruç benim içindir, onun mükâfatını verecek olan da benim" diye
buyurmaktadır. [145]
Burada tıpkı sabır hakkında da sözkonusu etmediği gibi oruç hakkında da miktarı
belli bir sevabı zikretmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [146]
Sabrın fazilet ve
üstünlüğünü belirten hususlardan birisi de şanı yüce Allah'ın kendi zatını
sabır ile nitelemiş olmasıdır. Nitekim Ebû Musa (r.a)'ın rivayetine göre,
Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İşittiği rahatsızlık verici bir söze
karşı hiçbir kimse yahutta hiçbir şey yüce Allah'tan daha sabırlı değildir.
Çünkü insanlar Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlar buna karşılık O, onlara
afiyet vermekte, onları nzıklandırmaktadır." Bu hadisi Buhârî rivayet
etmiştir. [147]
Mezhep âlimlerimiz
şöyle demiştir: Şanı yüce Allah'ın sabır ile nitelendirilmesi hilm
anlamındadır. Yüce Allah'ım hilm (halim olmak) ile nitelendirilmesinin anlamı
ise, hak edenlerin cezasını geciktirmesi demektir. Sabırlı olmakla
nitelendirilmesine dair Kur'an-ı Kerim'de herhangi bir buyruk vârid olmuş
değildir. Bu Ebû Musa'dan rivayet edilen hadis-i şerifte vârid olmuştur. Ehl-i
Sünnet de bunu hilm anlamında almış ve böyle açıklamıştır. Bu açıklamayı İbn
Fûrek ve başkaları zikrederler. Ayrıca yüce Allah'ın isimleri arasında
kendisine isyan edenlere karşı halîm olduğunun aşırı derecede olması
dolayısıyla güzel isimleri arasında "es-Sabûr (çok sabırlı)" ismi de
zikredilmektedir. [148]
Yüce Allah'ın
"Şüphesiz ki o... ağır gelir" buyruğunda yer alan "şüphesiz ki
o"daki zamirin yalnızca namaza mı ait olduğu yoksa burada oruç anlamına
gelen "sabr"a da mı ait olduğu hususunda müfessirlerin farklı
görüşleri vardır. Yalnızca namaza ait olduğu söylenmiştir. Buna sebep olarak da
namazın nefse oruçtan daha ağır gelişini ve nefsin gözünde daha büyük
gö-rülüşünü göstermişlerdir. Çünkü namazda nefisler alıkonulmakta
hapsedilmektedir. Oruçta sadece arzu ve şehvetlerin önü alınmaktadır. Bir ya da
iki arzusu engellenen bir kimse bütün arzulanndan alıkonulan bir kimse gibi
değildir. Oruçlu bir kimsenin kadınlara, yiyecek ve içeceklere duyduğu arzu
engellenmiştir. Bundan sonra ise konuşmak, yürümek insanlarla karşı karşıya
kalmak gibi bakmak ve benzeri arzulardan istediği gibi faydalanabilir ve
kendisine yasak kılınan arzular yerine bu gibi şeylerle teselli bulabilir.
Namaz kılan kimse ise bütün bunlardan alıkonulur. Namazda bütün azaları, bütün
arzu ve şehvetlerinden alıkonulur, bağlanır. Durum böyle olduğuna göre namaz
nefse daha zor ve ağır gelir, ona karşı direnmek daha çetin bir haldir. İşte
bundan dolayı burada yüce Allah, (tekil zamir kullanarak) "şüphesiz ki o.,
ağır gelir" diye buyurmaktadır.
Bir diğer görüşe göre,
buradaki zamir her ikisine de (namaza da, sabra veya onun anlamında olan oruca
da) aittir. Ancak burada çoğunlukla vukuu görülen namaz kastedilmiştir. Yüce
Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Altın ve gümüşü biriktirip de onu
(yani altın ve gümüşü) Allah yolunda in-fak etmeyenler.." (et-Tevbe,
9/64); "Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp
ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) diye buyurmakta, burada ilk
âyet-i kerimede zamir daha çok kullanılan ve saklanan olduğundan dolayı gümüşe;
ikinci âyet-i kerimede ise tekil olan zamir daha önemli ve daha üstün ve
değerli olduğundan dolayı da ticarete aittir.
Şöyle bir açıklama da
yapılmıştır: Sabır namazın kapsamına girdiğinden dolayı zamir namaza aittir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Daha doğru olan Allah'ı
veRasulünü hoşnud etmeleridir." (et-Tevbe, 9/62) Burada "her ikisini
de hoşnut etmeleridir" anlamını verecek şekilde tesniye (ikil) zamir
kullanılmamıştır. Çünkü Allah'ın rasulünü razı etmek yüce Allah'ı razı etmenin
kapsamı içerisindedir. Şairin şu beyiti de böyledir:
"Gerçek şu ki
genç delikanlılık ile simsiyah saçlar
Zora düşmedikçe
delilik olur."
"Şair, burada
"her ikisi de zora düşmedikçe" demeyip zamiri sadece genç
delikanlılığa ait kılmıştır. Çünkü saçın siyahlığı da onun kapsamı
içerisindedir.
Bir diğer açıklamaya
göre zamir her ikisine de ayrı ayrı gitmekte fakat ifadenin kısa olmasını
sağlamak üzere hazfedilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Biz Meryem'in oğlunu ve anasını bir âyet (alamet, belge)
kıldık." (el-Mu'minun, 23/50) Burada "iki âyet" denilmeksi-zin
"bir âyet" demekle yetinilmşitir. Şairin şu sözleri de bu türdendir:
"Kiminin evi
barkı Medine'dedir
Ben ve Kayyar ise
orada bir garib(iz)"
Burada kastı: İkimiz
garibiz, şeklindedir.
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Her bir kederin
bir genişlik zamanı vardır
Sabah ve akşam ile onunla
beraber iflah olunmaz."
Şair burada, ikisiyle
beraber iflah olunmaz, demek istemiştir.
Bir diğer açıklamaya
göre zamir, sabır ve namazın sözkonusu edilmesi dolayısıyla her ikisinin manen
ihtiva ettiği ibadete râcidir.
Bir diğer görüşe göre
ise zamir masdara aittir. Bu ise "yardım isteyiniz" emrinin
gerektirdiği "yardım dilemek" masdarıdır.
Bir başka açıklama
şekline göre bu Muhammed (s.a)'ın çağırışını kabul etmeye racidir. Çünkü sabır
ve namaz Hz. Peygamber'in kendisine çağırdığı şeyler arasındadır.
Bir diğer açıklama
şekline göre ise bu zamir Ka'be'ye racidir. Çünkü namaz kılma emri ona yönelmek
suretiyle gerçekleştirilir. "Büyüktür" buyruğu buradaki ağır ve zor
gelir, demektir.
"Bunlardan
istisna ise hâşi'lerdir." Yani onlardan başkalarına ağır gelir, hâ-şi'lere
ise hafif gelir. Meanî âlimleri de derler ki: Ezelde Allah tarafından seçilme
ve hidâyete iletilme özellikleriyle desteklenen kimselerin dışındakilere bu
ağır gelir, demektir. [149]
Yüce Allah'ın:
"hâşi'lerden başkasına elbette ağır gelir" buyruğunda sözü geçen
"el-hâşiûn" kelimesi mütevazi, alçakgönüllü anlamına gelen
"hâşi'" kelimesinin çoğuludur. Huşu: Bir kısmı azalarda sükûn ve
alçakgönüllülük şeklinde ortaya çıkan nefsî bir haldir. Katade der ki: Huşu
kalpte olur. Namazda ise korkmak ve kişinin gözünü (sağa sola bakmaktan)
alıkoymasıdır. ez-Zeccâc der ki: Hâşi' kişi, alçalışın ve alçakgönüllülüğün,
tevazu-un etkileri üzerinde görülen kimse demektir. Evin, bayındırken harabeye
dönüşmesi gibi. Asıl anlamı işte budur. Şair Nâbiğa da şöyle der:
"Sürmeyi andıran
bir kül ki sonradan farkedebiliyorum;
Bir havuz dibini
andıran bir ark ki çatlak ve yıkık."
Hâşi' yer, yolu
bilinemeyen yer demektir. Seslerin kesilmesi halinde de bu kelime kullanıldığı
gibi balgam türü tükürdüğü takdirde yine bu kelime de kullanılır. Gözünü sağa
sola bakmaktan alıkoyan kimse hakkında da bu tabir kullanılır. Huş'a ise,
gevşek arazi parçası demektir. Nitekim hadis-i şerifte:
"(Ka'be) su
üzerinde gevşek bir arazi parçası idi. Daha sonra (yeryüzü) oradan yuvarlatılıp
döşendi" [150]
diye bu-yurulmaktadır.
"Hâşi' bir
belde" toz topraktan dolayı konaklayacak yeri bulunmayan belde demektir.
Süfyan es-Sevrî
anlatıyor: el-A'meş'e huşû'un ne olduğunu sordum, bana, ey Sevrî dedi.
İnsanlara imam olmak istiyorsun bununla birlikte huşû'un ne olduğunu
bilmiyorsun. Ben İbrahim en-Nehaî'ye huşû'un ne olduğunu sordum, o da bana
şöyle dedi: Uaymiş (A'meşcik) İnsanlara imam olmak istiyorsun bununla birlikte
huşû'un ne olduğunu bilmiyorsun. Şunu bil ki huşu sert kuru şeyler yemek, kalın
ve sert elbiseler giymek, başı öne eğik durmak değildir. Huşu, şerefli olanı da
sıradan olanı da hak açısıdan eşit görmendir. Allah'ın sana emrettiği bütün
farzlarda Allah için huşu duymandır. Ömer b. Hat-tab, başını önüne eğmiş bir delikanlı
görür de ona: Ey filan, başını kaldır, der. Çünkü huşu kalpte bulunandan başka
birşey değildir.
Ali b. Ebi Talib de
şöyle demiştir: Huşu' kalptedir. Ve müslüman kişiye karşı yumuşak davranmandır.
Namazında sağına soluna iltifat etmemektir. Bu husus yüce Alah'ın:
"Namazlarında huşu duyan mü'minler muhakkak felaha ermişlerdir."
(el-Mü'minun, 23/1-2) buyruğunu açıklarken güzel bir şekilde ele alınıp
açıklanacaktır.
Her kim kalbinde
bulunandan daha ileride bir huşû'u insanlara izhar e-der, gösterirse şüphesiz
ki, böyle bir kimse onlara nifak üstüne nifak izhar etmiş olur.
Sehl b. Abdullah der
ki: Teni üzerindeki her bir kıl huşu sahibi olmadıkça kişi hâşi'lerden olmaz.
Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ondan dolayı Rablerinden
korkanların derileri titrer." (ez-Zumer, 39/23)
Derim ki: İşte
övülmeye değer olun huşu budur. Çünkü korku (havf) kalbe yerleşti mi zahir
huşû'u da beraberinde getirir. Kişi bunu bertaraf etme imkânını bulamaz. Ondan
dolayı sen böyle bir kimseyi başını önüne eğmiş, edepli ve alçakgönüllü bir
görünüme sahip görürsün. Selef ise, bu tür dışa yansıyan davranışlarını mümkün
olduğu kadar gizlemek için olanca gayretlerini harcarlardı. Yerilen, sevilmeyen
huşu ise insanın öyle olmadığı halde kendisini öyle göstermesi, içinden
gelmediği halde ağlaşır olması ve başını sun'i bir şekilde önüne eğmesidir.
Nitekim cahiller, kendilerine iyi bir gözle bakılsın, saygı duyulsun diye böyle
yapmaya kalkışırlar. Bu ise şeytanın bir aldatması, insan nefsinin insanı
kandırmasıdır. el-Hasen'in rivayet ettiğine göre adamın birisi Ömer b.
el-Hattab'ın yanında üzülüyormuş gibi iç geçirir. Hz. Ömer ona elini yumruk
yapıp vurur. Hz. Ömer, konuştuğu zaman sesini işittirir, yürüdüğü zaman hızlı
yürür, vurduğu zaman da acıtırdı. Bununla beraber o, gerçekten ibadete düşkün
ve samimi bir kimse idi, gerçek manada huşu sahibi bir kişi idi.
İbn Ebi Necih'in
rivayetine göre de Mücahid şöyle demiştir: Hâşi'ler gerçek mü'min olan
kimselerdir. [151]
46. Onlar ki gerçekten
Rablerine kavuşacaklarını ve sonunda gerçekten yalnız O'na dönücü olduklarını
zannederler (bilirler).
Burada "Onlar
ki., zannederler" buyruğu "hâşi'ler"in sıfatıdır. Burada
"zannetmek" çoğunluğun görüşüne göre; yakîn yani kesin olarak bilmek
anlamın
dadır. Yüce Allah'ın
şu buyruklarında da böyledir: "Ben zaten muhakkak hesabıma kavuşacağımı
zannetmiş idim (kesinlikle biliyordum). " (el-Hâkka, 69/20)
"Günahkârlar ateşi görünce içine düşeceklerin kendileri olacaklarını
zannedeceklerdir (bileceklerdir)." (el-Kehf, 18/53) Dureyd b. es-Sımme de
der ki:
"Onlara: Silahlar
kuşanmış soyluları, sık örülmüş zırhlar giyinmiş Atlılardan ibaret olan iki bin
kişi hakkında zanmnızı söyleyiniz, dedim." Ebû Davud da der ki:
"Borçluların nice
kederlerini açıp giderdim
Nice gizlilikler
vardır ki onları zanlarla açığa çıkardım."
Bu âyet-i kerimede
"zan" kelimesinin, asıl anlamında kullanılmış olması da uygundur,
denilmiştir. O takdirde bu ifadeler arasında "günahlanyla" kelimesi
de takdiren kastedilmiş olur. Yani onlar, Allah'ın huzurunda günah-larıyla
karşılaşacaklarını ve bu halleriyle O'na döneceklerini umarlar. Bu açıklamayı
el-Mehdevî ile el-Maverdî zikretmiştir.
İbn Atiyye ise bu
konuda şöyle der: Böyle bir açıklamada zorlama vardır.
el-Ferra'nın iddiasına
göre ise "zan", yalan anlamına da kullanılır. Ancak Basralılar böyle
bir anlamını bilmemektedirler.
Zarının aslı ve
temeli, iki taraftan birisine meyletmekle birlikte, şek ve şüphe etmektir. Kimi
zaman yakîn anlamında kullanıldığı da olur. Bu âyet-i kerime ve başkalarında
olduğu gibi. Fakat duyu organları ile hissedilecek seviyeye gelmiş olan şeyler
hakkında kullanılmaz. Araplar hazırda bulunan, görülen bir adam hakkında;
"bunun bir insan olduğunu zannediyorum" demezler. O bakımdan henüz
duyu organlarının kapsamına girmemiş şeyler hakkında bu kelimenin kullanıldığı
görülmektedir. Bu âyet-i kerimede ve şiirlerde görüldüğü gibi. Ayrıca yüce
Allah'ın: "İçinedüşeceklerin kendileri olacaklarını zannedeceklerdir"
(el-Kehf, 18/53) buyruğunda da olduğu gibi.
Yakîn (kesin bilgi ve
kanaat)in zan anlamına kullanıldığı da olur. Buna dair açıklamalar sûrenin baş
taraflarında geçmişti. Günlük konuşmalarımızda: Onun hakkında kötü zan
besledim, onun hakkında kötü zanda bulundum an
lamında
"zan" kelimesinin başı elif lam'sız ve elif lam'lı da kullanılır.
"Rablerine
kavuşmak"tan kasıt, Rablerinin amellerine vereceği karşılıkları görmektir.
Ondan sonra gelen "ona" kelimesindeki zamirin "Rablerine"
ait olduğu söylendiği gibi, onun amellerine vereceği karşılığa döneceklerdir,
anlamında olduğu da söylenmiştir. "Dönücü olduklarını zannederler"
buyruğu, öldükten sonra dirilişi, amellerin karşılığını görmeyi ve en yüce
hükümdarın huzuruna çıkmayı ikrar etmek demektir. [152]
47. Ey İsrailoğulları,
size verdiğim nimetimi ve sizi âlemler üzerine gerçekten üstün kıldığımı
hatırlayın.
Yüce Allah'ın: "Ey
İsrailoğulları size verdiğim nimetlerimi.. hatırlayın" buyruğuna dair
açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [153]
"Ve sizi âlemler
üzerinde gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın." Burada
"âlemler"den kasıt kendi çağdaşları olan âlemlerdir. Her dönemin
insanlarına "âlem" denilir. Onlardan peygamberler geldiğinden dolayı
bütün âlemlerden üstün kılındıkları şeklinde de açıklanmıştır ki bu özellik
yalnız onlarda vardır, başkalarına verilmemiştir. [154]
48. Ve öyle bir günden
korkun ki, kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz. Kimsenin şefaati kabul
olunmaz. Ondan bir fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.
"Ve öyle bir
günden korkun ki kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" buyruğundaki emir
tehdit anlamındadır. "Takva"nın mahiyetine dair açıklamalar önceden
yapılmıştır. "Bir gün"den kastedilen, o gündeki azap ve dehşetlerdir,
sözkonusu gün, Kıyamet günüdür. [155]
"Kimsenin kimseye
hiçbir faydası olamaz" buyruğu, hiçbir kimse başkasının günahından dolayı
sorumlu tutulamaz ve kimse başkasının başına gelecek azabı bertaraf edemez,
demektir. “” harf-i cerri ile geçişli yapıldığı gibi ( v) harf-i cerri ile de
geçişli yapılır. Âyet-i kerimede geçiş birincisi ile yapılmıştır. ( v-«) harfi
ile geçişe örnek de şairin şu beyitidir:
"Sözde durmamak
insanlar arasında bir utançtır
Hür bir kimse ise
(kaçan düşmanın) topukları ile yetinir."
Hz. Ömer yoluyla gelen
hadiste de şöyle denilmektedir:
"Suyu suya
döktüğün takdirde bu sana yeterli gelir." Demek istiyor ki, sen suyu yerde
bulunan sidiğin üzerine dökersen ve o su da o yer üzerinden akarsa orası temiz
olur. Bunun için ayrıca o yeri yıkamaya, suyu bir bezle veya başka bir şeyle
kurutmaya -çoğu kimsenin yaptığı gibi- gerek yoktur.
Sahih hadiste de Ebû
Burde b. Niyar'dan, gelen rivayette kurban kesme ile ilgili olarak şöyle
buyurulmaktadır: "Senden sonra artık kimse için yeterli
olmayacaktır." [156]
Buna göre âyet-i
kerimede geçen "faydası olamaz" buyruğunun anlamı, eğer sorumlu olmayacaksa
bile hiçbir nefsin bir başka nefse faydası olmaz, onu korumaya yeterli gelmez.
Şayet günahı varsa, o takdirde her bir nefsin sahip olduğu hasenat, iyilikler,
onun üzerindeki haklar karşılığında, onun tercihi sözkonusu olmaksızın (hak
sahiplerine) fayda verir, onun üzerindeki haklar ödenir ve hak sahibine menfaat
sağlar. Nitekim Ebû Hureyre'den gelen rivayete göre Rasulullah (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Her kim müslüman bir kardeşinin namusuna yahut herhangi bir
hakkına karşı bir zulüm işlemiş ise, dinarın ve dirhemin bulunmayacağı bir gün
gelmeden önce ondan helallik dilesin. Çünkü (o günde haksızlık yapanın) şayet
salih bir ameli var ise, yaptığı haksızlık kadar o salih amelinden alınır. Eğer
hasenatı yok ise haksızlık yaptığı arkadaşının günahlarından alınır, ona
yükletilir."[157] Bu
hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Bunun bir benzeri de Hz. Peygamber'in müflis
hakkındaki diğer hadis-i şerifidir.[158]
Biz, bu hadis-i şerifi Tezkire (adlı) eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bunu da
Müslim rivayet etmiştir.
Âyet-i kerimede geçen
“” kelimesi “” şeklinde, te ve sondaki hemze harfleri ötreli olarak da
okunmuştur.
Bu şekildeki okuyuşa
göre anlamın değişmeyeceği söylenmiştir. Kimileri aralarında fark gözeterek
birinci okuyuşa göre ödemek ve mükâfat vermek anlamındadır. İkinci okuyuşa göre
ise, fayda vermek ve yeterli gelmek anlamına gelir denilmiştir. Şair'in şu
beyitinde olduğu gibi:
"Bütün âlemlerin
işlerine yeterli geldin fakat Ancak kamil oğlu kamil olan kimse yeterli
olur." [159]
Yüce Allah'ın:
"kimsenin şefaati kabul olunmaz" buyruğunda yer alan
"şefaat" kelimesi iki, çift anlamına gelen "eş-şePden alınmadır.
Meselâ; tek iken onu çift kıldım, demek isterken bu tabir kullanılır. Şuf a
kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü şuf a kelimesiyle ortak, ortağının
malını kendi malına katar. Şefi', şuf a hakkının sahibi ve şefaat sahibi
demektir. "Şâfi' dişi deve" ise; arkasından gelen yavrusu olduğu
halde hamile kalan dişi deve demektir. "Şefti' dişi deve* ise, bir defada
iki defa kadar süt veren dişi deve demektir. Bir kimseden şefaat dilemeyi ifade
etmek için "istişfâ'" masdarından gelen kelimeler kullanılır.
Buna göre
"şefaat" kendi makamına ve aracı yaptığına başkasını da ilave edip
katman demektir. O halde "şefaat" gerçek anlamı ile kendisi katında
şefaat istenilen (el-müşaffa')ın yanında şefî'in (şefaati istenenin) makamını
açığa çıkarmayı ve onun menfaatini meşfu’a (kendisine şefaat edilene)
ulaştırmayı ifade eder. [161]
Hak ehlinin görüşüne
göre şefaat haktır. Mu'tezile ise şefaati reddetmiş ve cehenneme giren günahkâr
mü'minlerin ebediyyen azapta kalacaklarını kabul etmişlerdir. Halbuki
peygamberlerin ümmetlerinden muvahhid olup günahkâr ve asî olan birtakım
kimselerin meleklerin, peygamberlerin, şehidle-rin ve salihlerin şefaatine nail
olacaklarını ifade eden haberler ardı arkasına gelmiş ve birbirini
desteklemektedir. Kadı, Mu'tezile'nin görüşünü reddederken iki esasa
dayanmaktadır. Bunların birincisi mana itibariyle tevatür derecesine ulaşan
sayılamayacak kadar çok haberler, ikincisi bu haberleri kabul etmek hususunda
selefin icmâ" etmesi, onlardan herhangi bir kimsenin her-hangi bir asırda
bu haberleri reddetmemesidir. Şefaate dair haberlerin açıktan açığa rivayet
edilmesi selefin bunların sıhhati üzere icmâ'da bulunup bu haberleri kabul
etmeleri hak ehlinin inancının doğruluğunun, buna karşılık Mu'tezile^öin
tuttukları yolun tutarsızlığının kesin delilidir.
Mu'tezile (ve bu
görüşü savunanlar) şöyle diyebilir: Kur'an-ı Kerim'de va-rid olmuş birtakım
naslar şefaatin gerçekleşeceğine dair haberleri reddetmeyi gerektirmektedir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir
dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi olacaktır." (el-Mu'min,
40/18) Mu'tezile der ki: Büyük günah sahipleri ise zalimlerdir. Bir başka yerde
de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yaparsa onunla
cezalanır." (en-Nisa, 4/123) Ayrıca "kimsenin şefaati kabul
olunmaz" da buyurulmaktadır.
Bunlara cevap olmak
üzere deriz ki: Bu âyet-i kerimeler bütün zalimler hakkında genel değildir. O
bakımdan bu âyet-i kerimeler herkesi ve bütün kötülük işleyenleri kapsamaz.
Bunlardan kasıt sadece kafirlerdir, mü'minler bu kapsamın dışındadır. Bunun
delili ise bu hususta bize ulaşan haberlerdir. Diğer taraftan şanı yüce Allah,
birtakım kişilerin lehine şefaatte bulunulacağını ifade buyururken, birtakım
kişilere de şefaatte bulunulmayacağını beyan buyurmuştur. Meselâ; kâfirlerin
niteliklerini açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun rızasına
nail olan kimselere şefaat ederler." (el-Enbiya, 21/28); "O'nun
nezdinde şefaat, kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez."
(Sebe', 34/23) İşte bu buyrukların genelinden şunu anlıyoruz: Şefaat mü'minlere
fayda verir, kafirlere fayda vermez. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın:
"Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiç bir faydası olamaz,
kimsenin şefaati de kabul olunmaz." (el-Bakara, 2/48) buyruğunda
kastedilenin herkes değil, sadece kâfir kimselerin kastedildiğini görüş birliği
halinde (icma ile) ifade etmişlerdir. Bizler her ne kadar her asi ve zalimin
genel olarak azaba uğrayacağını kabul ediyorsak da, bunların ebediyyen
cehennemde kalacaklarını söylemiyoruz. Buna dair delilimiz ise rivayet
ettiğimiz haberler ile yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak
koşulmasını mağfiret etmez, ondan başkasını dilediği kimselere mağfiret
eder." (en-Nisa, 4/48, 116) buyruğu yanında: "Çünkü kafirler
topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87)
buyruğudur.
Mu'tezile ve
görüşlerini savunanlar: Yüce Allah: "Onlar ancak O'nun rızasına ermiş
olanlara şefaatte bulunabilirler" (el-Enbiya, 21/28) diye buyurulmaktadır;
fâsık ise kendisinden razı olunan bir kimse değildir, diye itiraz edecek
olurlarsa, şu cevabı veririz: Burada yüce Allah, "razı olmayacağı
kimseler" diye buyurmamaktadır. Bunun yerine "rızasına ermiş"
tabirini kullanmaktadır. Allah'ın şefaate nail olmak üzere nzasına erecek
olanlar ise mu-vahhid kimselerdir. Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyruğudur:
Rah-mân'ın yanında ahit alandan başkası şefaate sahip olamayacaktır."
(Meryem, 19/87) Peygamber (s.a)'a: Allah'ın kulları ile ahdi nedir? diye
sorulunca o da şöyle buyurmuştur: "İman etmeleri ve O'na herhangi bir şeyi
ortak koşmamalarıdır."[162]
Müfessirler ise bu
âyet-i kerimeyi: "La ilahe illallah diyenden başkası" şeklinde
açıklamışlardır.
Deseler ki: Razı
olunan kimse yüce Allah'a dönerek Allah katında ahid alan, tevbe eden kimsedir.
Buna delil ise meleklerin onlar için mağfiret di-lemesidir. Ayrıca yüce Allah
da şöyle buyurmuştur: "Tevbe edenlere ve Senin yoluna uyanlara mağfiret
buyur." (el-Mu'min, 40/7) diye buyurmuştur. İşte Peygamberlerin şefaati de
böyledir. Onlar büyük günah işleyenlere değil de tevbe eden kimselere şefaat
edeceklerdir.
Buna karşılık
cevabımız şu olur: Sizin görüşünüze göre Allah tevbeleri kabul etmekle
yükümlüdür. Eğer Allah, günahkârın tevbesini kabul ediyor ise tevbe edinin
şefaate de mağfiret dilemeye de ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan müfessirler
yüce Allah'ın "tevbe edenlere mağfiret buyur" buyruğu ile kastedilenlerin
şirkten dönenler olduğu "senin yoluna uyanlar" ile kastedilenlerin
ise mü'minlerin yoluna uyanlar olduğu üzerinde görüş birliğine varmışlardır.
Buna göre yüce Allah'tan kendilerine şirkin dışıında kalan günahlarını
bağışlamasını istemişlerdir. Nitekim başka yerde: "Bundan başka dilediği
kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) diye buyurmaktadır.
Deseler ki: Bütün
ümmet Peygamber (s.a)'ın şefaatine nail olmayı arzu e-der. Eğer bu şefaat
sadece büyük günah sahipleri hakkında sözkonusu olacaksa, onların öyle birşeyi
istemelerinin de anlamı olmaz.
Deriz ki: Evet; her
müslüman Allah'ın rasulünün şefaatini diler ve bu şefaate nail olmayı Allah'tan
ister; çünkü o günahlardan kurtulamadığına, şanı yüce Allah'ın kendisine farz
kıldığı herşeyi yerine getirmediğine kanaat etmektedir. Hatta herkes kendi
adına kusurlu olduğunu itiraf eder. O bakımdan herkes cezaya uğramaktan korkar
ve kurtuluşu umar. Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce
Allah'ın rahmetiyle olmadıkça hiçbir kimse kurtulamaz." Ona: Sen de mi ey
Allah'ın rasulü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Allah rahmetiyle beni
kuşatmayacak olursa ben dahi diye cevap verir." [163]
İbn Kesir ve Ebû Amr
“” kelimesini “” şeklinde okumuşlardır. Çünkü "şefaat" kelimesi
müennestir. Diğerleri ise buradaki "kimse (nefs)" kelimesi şefi'
anlamına geldiğinden dolayı diğer şekilde okumuşlardır. [164]
el-Ahfeş der ki: Bunun müzekker olarak okunması daha güzeldir. [165]
"Ondan bir fidye
alınmaz" buyruğunda geçen "adi" kelimesi fidye demektir.
"Idl" şeklinde de misli ve benzeri anlamındadır. Ağırlık ve değer
itibariyle benzer olan kimse hakkında "idi ve adîl" tabirleri
kullanılır. Birşeyin adli ise kıymet ve miktar itibariyle -onun cinsinden
olmasa dahi- eşit olanı demektir. İdi de cins ve tuttuğu yer itibariyle
başkasına eşit olan şey demektir. Taberi'nin anlattığına göre Araplardan
-fidye- anlamında olmak üzere "adi" diyenler de vardır, idi diyenler
de vardır.
"Onlara yardım da
edilmez." Onlar destek görmezler. Nasr: yardım, En-sâr: Yardım edenler
demektir. Hz. İsa'nın: "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar
kimlerdir?"(es-Saf, 61/14) buyruğu kim yardımını benim yardımıma katar
anlamındadır. "İntişâr" intikam almak demektir. Nasr, gelmek anlamına
da gelir. Bu kökten birinci tekil şahıs kullanılarak: "Filân oğullarının
arzına geldim" denilir. Nitekim şair bu anlamda olmak üzere şöyle
demiştir:
"Haram ay girdiği
vakit Temim topraklarına veda et
Ve Amiroğullarının
topraklarına gel."
Nasr, aynı zamanda
yağmur anlamına da gelir, bağış anlamına da gelir. Şair şöyle demiştir:
"Şüphesiz ben -ve
yemin ederim satır satır yazılan satırlara-
Ey Nasr, bana bağış
ver bağış, derim."
Bu âyet-i kerimenin
-müfessirlerce anlatıldığına göre- iniş sebebi şudur: İsrailoğullari: Bizler Allah'ın
oğulları, sevgilileri, onun oğullarının oğullarıyız. Bizim atalarımız da bize
şefaatçi olacaktır demeleri üzerine yüce Allah onlara Kıyamet gününün durumunu
bildirmiş ve o günde şefaatlerin kabul olunmayacağını, kimseden bir fidye
alınmayacağını söylemiştir. Özellikle şefaat, fidye ve yardımı sözkonusu
etmiştir. Çünkü Âdemoğullannın dünyada bu gibi hususlarda sözkonusu etmeyi
alışkanlık haline getirdikleri hususlar bunlardır. Çünkü sıkıntıya düşen bir
kimse ancak kendisine şefaat edilmek, yardım edilmek veya onun adına fidye
verilmek suretiyle kurtulabilir. [166]
49. Firavun
hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın. Size azabın en kötüsünü
tattırıyorlar, oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda
Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihan vardır.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı onüç başlık altında sunacağız.
Yüce Allah'ın:
"Firavun hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın" buyruğu
(40. âyette geçen): "Size verdiğim nimetimi hatırlayın" buyruğuna
atfedilmiştir. Bu ve bundan sonra gelecek olan buyruklar, yüce Allah'ın
İsrailoğullanna vermiş olduğu birtakım nimetlerin hatırlatılması sade-dindedir.
Yani: Sizi düşmanınızdan kurtarmak ve aranızdan peygamberler göndermek
şeklindeki nimetimi hatırlayın. Bu hitap (âyetin nüzulü döneminde)
varolanlarına yöneliktir. Kastedilen kimseler ise geçmiş atalarıdır. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz ki su (tufan esnasında)
sınırını aştığı zaman sizleri gemide biz taşıdık." (el-Hâkka, 69/11)
Atalarınızı o gemide bizler taşıdık, demektir.
Âyet-i kerimede:
"Sizi kurtardığımız zamanı" diye buyurulmasının sebebi, ataların
kurtarılmasının, âyetlerin nüzulü döneminde bulunanların kurtuluşuna sebep
olduğundan dolayıdır.
"Sizi
kurtardı" buyruğunun anlamı ise, sizleri yüksekçe bir yere bırakarak
(boğulmaktan koruduk) anlamındadır. Kelimenin asıl anlamı budur. Daha sonra
kurtulan herkese (aynı kökten): "nâci" adı verilmiştir. Buna göre
nâci, bir darlıktan çıkıp genişliğe ulaşan kimse demektir. Bu kelime tekil
olarak: "Sizi kurtardığım zamanı hatırlayın" anlamına gelecek şekilde
de okunmuştur. [167]
Âl-i Firavun yani
Firavun hanedanı, onun kavmi, ona uyanlar ve onun dinine mensup olan kimseler
demektir. Aynı şekilde Âl-i Rasul (s.a) da onun döneminde olsun sonraki
çağlarda olsun, onun dini ve şeriati üzerinde bu-lunanter demektir. Nesep
yoluyla ona ister bağlansın ister bağlanmasın değişen birşey olmaz. Onun dini
ve şeriati üzerinde olmayan kimse ise onun âlinden, de değildir, ehlinden de
değildir. İsterse nesep yoluyla onun yakını veya akrabası olsun. Bu konuda
Rafızîler farklı bir kanaat belirterek şöyle derler: Âl-i Rasul'den kasıt,
yalnızca Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (r. an-hum)'dir derler. Bizim delilimiz yüce
Allah'ın: "Firavun hanedanını (âlini) ise., suda boğmuştuk."
(el-Bakara, 2/50); "Firavun hanedanını (âlini) azabın en şiddetlisine
sokun." (el-Mu'min, 40/46) buyruklarıdır. Burada "âl"den kasıt
dinine mensup olan kimselerdir. Çünkü Firavunun oğlu, kızı, babası, amcası,
kardeşi ve yakın erkek akrabaları (asebesi) yoktu. Diğer taraftan mü'min ve
muvahhid olmayan kimselerin Muhammed âlinden olmayacağında -isterse onun yakın
akrabası olsun- görüş ayrılığı yoktur. Bundan dolayı şöyle denilmektedir: Ebû Leheb
ve Ebû Cehil, Hz. Peygamber'in âlinden de değildir, ehlinden de değildir.
İsterse onlarla Peygamber (s.a) arasında akrabalık bulunsun. Bundan dolayı şanı
yüce Allah Hz. Nuh'un oğlu hakkında da şöyle buyurmuştur: "O, senin
ailenden değildir. Çünkü o salih, olmayan bir amel (sahibi)dir. * (Hud, 11/46)
Müslim'in Sahih'inde
ise Amr b. el-Âs'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a)'ın
gizlice değil, yüksek sesle şöyle buyurduğunu dinledim: "Şunu bilin ki Ebû
filânın âli, benim velilerim değildir. Benim velilerim Allah'tır ve salih
mü'minlerdir." [168]
Bir kesim de şöyle
demiştir: Âl-i Muhammed onun zevceleri ve zürriye-tinden ibarettir. Çünkü Ebû
Humeyd es-Saidî tarafından rivayet edildiğine'gö-re ashab-ı kiram şöyle sormuş:
Ey Allah'ın rasulü, sana nasıl salat-ü selâm getirelim? Hz. Peygamber de şöyle
buyurmuş: "Şöyle deyiniz: Allah'ım Muham-med'e, onun zevcelerine ve
zürriyetine -Âli İbrahim'e salat-ü selam getirdiğin gibi- salat ü selam getir.
Muhammed'i, onun zevcelerini ve zürriyetini -Âli İbrahim'i mübarek kıldığın
gibi- mübarek kıl. Şüphesiz ki sen hamîdsin, mecîdsin." Bu hadisi de
Müslim rivayet etmiştir. [169]
Bir grup ilim ehli de
şöyle demiştir: Ehlin (ailenin) kimler olduğu bilinen bir husustur. Âl, ise ona
tabi olanlardır. Ancak bizim belirttiğimiz birinci görüş, gösterdiğimiz
gerekçeler dolayısıyla daha sahih olandır. Diğer taraftan Abdullah b. Ebi Evfâ
tarafından rivayet edilen hadis de bunu gerektirmektedir. Buna göre Rasulullah
(s.a)'a bir kavmin zekâtı ulaştığında o da şöyle buyururdu: "Allah'ım
onlara rahmet buyur." Babam da ona zekatını getirince Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Allah'ım, Ebû Evfâ'nın âline rahmet buyur" dedi.[170]
Nahivciler
"âl" kelimesinin şehirlere, beldelere izafe edilip edilmeyeceği
hususunda farklı görüşlere sahiptirler. el-Kisaî der ki: Filanın âli, filan
kadının âli denilir, fakat şehir ile ilgili olarak bu Hıms âlindendir veya
Medine âlindendir denilmez. el-Ahfeş der ki: "âl" kelimesi izafe
şeklinde en büyük başkan hakkında kullanılır. Âl-i Muhammed (s.a) ve Âl-i
Firavun gibi. Çünkü Firavun da sapıklıkta onların başkanı idi. Devamla şöyle
der: Biz bunun şehirler hakkında da kullanıldığını işittik. Araplar "Medine
ehli" dedikleri gibi "Medine âli" de derler. [171]
Yine nahivciler
"âl" kelimesinin zamire izafe edilip edilmeyeceği hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. en-Nehhas, ez-Zubeydî ve el-Kisaî bunu kabul etmez. Buna
göre ancak "Allah'ım, Muhamed'e ve Muhammed'in âline selat ü selam
olsun" denilir, ancak "Muhammed'e ve onun âline" denilmez. Doğru
görüşe göre ise "onun ehli" denilebilir. Bir başka kesimin görüşüne
göre böyle bir ifade kullanılabilir. İbnü's-Seyyid bunlar arasındadır, doğrusu
da budur. Çünkü konu ile ilgili gelmiş sahih söyleyişler bu kanaati
desteklemektedir. Meselâ; Abdülmuttalib'e ait şu beyitlerde bu şekilde bir
kullanım görüyoruz:
"Allah'ım, senin
kulun bir kişi kendi evini barkını himaye eder; Sen de Mescid-i Haram'ının
yanında sakin olanları himaye eyle! Ve bugün sen kendi âlini, âl-i salibe ve
ona tapanlara karşı muzaffer eyle." Nudbe de şöyle demiştir:
"Ben o atlıyım ki
babamın ve âlimin korumam gereken kimselerini korurum Tıpkı senin kendi âlinden
olup koruman gerekenleri koruduğun gibi."
[172]
Yine nahivciler bu
kelimenin aslının ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhâs
bunun aslının "ehl" olduğunu, daha sonra ha'nın elife
dönüştürüldüğünü söyler. Bu kelimeden küçültme ismi yapacak olur
sak bunu aslına
döndürüp "uheyl" denilir.
el-Mehdevî de der ki:
Bunun aslı "evl"dir. Bir başka görüşe göre ise ehl olup ha harfi
hemzeye dönüştürülmüştür. Çoğulu ise "âlûn" küçültme ismi ise
"uveyl" gelir. el-Kisaînin nakline göre bu böyledir. Başkası ise
küçültme isminin "uheyl" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşün
en-Nehhas'tan nakledildiğini az önce söyledik. Ebu'l-Hasen b.Keysan ise der ki:
"Âl" kelimesini çoğul yapmak istediğimizde "âlûn" deriz.
Eğer serab anlamına gelen "âl" kelimesinin çoğulunu yapmak istersek
"âvâl" deriz. Mal ve "emvâl"de olduğu gibi. [173]
Firavun kelimesinin
muayyen bir kralın adı olduğu söylendiği gibi, Ama-lika krallarından her kralın
unvanıdır da denilmiştir. Fars hükümdarlarına Kis-râ, Bizans hükümdarlarına
Kayser, Habeşistan hükümdarlarına Necaşî denildiği gibi. Hz. Musa dönemindeki
Firavun'un asıl adı ise ehl-i kitabın görüşüne göre "Kabus"dur. Vehb
ise şöyle demiştir: Onun adı el-Velid b. Mus'ab b. er-Reyyan'dır. Künyesi Ebû
Murra'dır. O Amlik b. Lavez b. İram b. Sam b. Nuh (a.s)'ın soyundan gelir.
es-Süheylî der ki:
Kıptüerle Mısır yönetiminin başına gelen herkese Firavun denilir. Firavun asıl
itibariyle tstahr halkından bir İranlıdır. el-Mes'udî de der ki: Firavun
kelimesine dair arapça bir açıklama bilinememektedir. el-Cevherî de der ki:
Firavun, Mısır kralı el-Velid b.Mus'ab'ın lakabı olup, azgın ve zorba, haddi
aşan herkese Firavun denilir. Çoğulu "ferâine" gelir.
"Tefer'ane" firavunlaşmak demektir. "Ferane sahibi" ise
hile, desise ve tuzak kurmak maharetine sahip [174]
kimse anlamındadır. Hadis-i şerifte: Bu ümmetin Firavunu bizi yakaladı"
denilmektedir. [175]
"Firavun"
kelimesi bu âyet-i kerimede mecrur mahallinde olmakla birlikte arapça olmayan
(A'cemî) bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir. [176]
Yüce Allah'ın:
"Size ... tattırıyorlar" buyruğunun anlamı, size tattırıyorlar ve
sizin kurtulmanıza imkân vermeyecek şekilde bu azaba uğratıyorlar, demektir.
Ebû Ubeyde ise, size yüklüyorlar anlamındadır, demiştir. Bir kimse bir
başkasına zillet yüklediği takdirde (zillete mecbur ve mahkûm ettiğinde): “”
denilir. Amr b. Külsûm'un şu beyiti de bu şekildedir:
"Hükümdar
insanları zillete mahkûm etmek isterse,
Biz zelil edilmeyi
kabul etmeyiz."
Bir başka açıklamaya
göre de "onlar sizi azaplandırmayı sürdürüyorlardı, sürekli
kılıyorlardı" anlamındadır, denilmiştir. Çünkü "sevm" kelimesi
devamlılık ifade eder. Sürekli meralarda otladığından dolayı otlayan koyunlara
"sâime" denilmesi de buradan gelmektedir.
el-Ahfeş der ki:
"Size., tattırıyorlar" cümlesi mübteda olmak üzere ref makamındadır.
(Yani yeni bir başlangıç cümlesidir). Ayrıca hal olmak üzere nasb makamında da
kabul edilir. O takdirde anlamı: "Onlar size azabın en kötüsünü
tattırmakta idiler.." şeklinde olur. [177]
Yüce Allah'ın
"azabın en kötüsü" buyruğu, en şiddetli azap demektir. Bunun sürekli
ve daimî azap anlamında olması da mümkündür. Sıfat olarak: "Size kötü bir
azap tattırıyorlardı" şeklinde anlaşılması da mümkündür.
Rivayete göre Firavun,
İsrailoğullannı hizmetçi ve işçi yapmış ve kendisinin işlerini görmek üzere
onları gruplara ayırmıştı. Kimisi inşaat yapıyor, kimisi ekip biçiyor, kimisi
ise hizmetçilik ediyorlardı. Onun kavmi ise yönetici ve asker idi.
İsrailoğullanndan olup da bu işlerden herhangi birisinde çalışmayan kimselere
de vergi konuluyordu. İşte azabın kötüsünden kasıt budur. [178]
"Oğullarınızı
boğazlayıp" buyruğunun başına atıf vav'ının gelmemesi bunun "azabın
en kötüsünü tattırıyorlar" buyruğundan bedel olmasından dolayıdır. Nitekim
şair de -Sibeveyh'in nakline göre- (aynı amaçla vav kul-lanmaksızın) şöyle
demiştir:
"Ne zaman bize
gelir, yurdumuzda bizi ziyaret edersen
Bol odun ve alev alev
yanan ateş görürsün."
el-Ferrâ ve başkaları
der ki: Burada "oğullarınızı boğazlayıp"dan önce "vav" (ve
bağlacı) gelmemesi, yüce Allah'ın daha önce geçen: "Size azabın en
kötüsünü tattırıyorlar" buyruğunu açıklamak üzere geldiğinden dolayıdır.
Nitekim günlük konuşmamızda: "Topluluk bana geldi, Zeyd ve Amr" der
ve "Zeyd" kelimesinden önce ayrıca vav bağlacını kullanmaya gerek
görmeyiz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Kim bunları
işlerse o kişi günahımın cezası) ile karşılaşır: CArada ve bağlacı olmaksızın)
Kıyamet gününde onun azabı katlanır." (el-Furkan, 25/68-69) İbrahim (a.s)
Sûresi'n-de ise bu kelime vav'lı olarak ".. ve oğullarınızı
boğazlarlar" (İbrahim, 14/6) şeklindedir. Çünkü orada anlam şöyledir:
Onlar sizleri oğullarınızı boğazlayarak da ondan başka şekillerle de
azaplandırıyor, işkence ediyorlardı. Orada yüce Allah'ın: "Ve oğullarınızı
boğazlıyorlardı" buyruğu azap ve işkencenin bir başka türünü ifade
etmektedir. Kendisinden önceki buyruğutefsir etmemektedir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Derim ki: Şöyle demek
de mümkündür: Burada (yani İbrahim süresindeki âyette) vav, Bakara süresindeki
âyet-i kerimenin vav'sız gelmesi dolayısıyla zâid olabilir. Ve kimi zaman bu
vav bu şekilde fazladan getirilebilir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:
"Kabilemin alanım
geride bırakınca ve karşımıza görününce."
Burada
"ve"siz olarak "karşımızda göründü" anlamındadır. Bir başka
şair de şöyle demiştir:
Tazim edilen efendi ve
kahraman cömerdin oğlu
Ve savaş esnasında
birliğin arslanı olan hükümdara..."
Şair burada muazzam,
hem kahraman hem cömert, birliğin arslanı, hükümdara demek istemiştir. Bu tür
söyleyişler pek çoktur. [179]
Yüce Allah'ın
"boğazlayıp" anlamını verdiğimiz “” buyruğunu çoğunluk, çokluk ifade
edecek şekilde (b harfini) şeddeli olarak okumuştur. İbn Muhaysın#ise
boğazlarlar anlamını verecek şekilde be harfini üstün olarak: “” okumuştur.
Boğazlamak (anlamına
gelen): ez Zebh: Yarmak demektir. ez-Zibh ise boğazlanmış demektir. ez-Zubâh
ise parmak diplerindeki çatlaklık anlamındadır. Testinin üstünün açılması
anlamında kullanıldığı gibi, mihraplar anlamına "el-Mezâbih" kelimesi
kullanılır. Bu ise, "mezbah" kelimesinin çoğuludur. Mezbah ise, gelen
sellerin yerde yarık açması anlamındadır. Bir karış ve bu civardaki bu tür
çatlaklıklara bu isim verilir. Sa'd ez-Zabih, adı Sa'd olan meşhurlardan
birisidir.
Firavun küçük
çocukları boğazlıyor, kız çocukları hayatta bırakıyordu. Âyet-i kerimede (kadın
anlamına gelen "nisa -mealde kızlar") ifadesi kızların nihayette
kadın olmaları dolayısıyla kullanılmıştır.
Bir kesim de şöyle
demiştir: "Oğullarınızı boğazlayıp" buyruğundan kasıt erkeklerinizi
keserler demektir. Onlara "oğullar" denilmesi bir zamanlar öyle
oldukları içindir. Bu görüşü ileri süren kimse ise "kadınlarınız"
kelimesinin kullanılışını delil gösterir.
Ancak birinci açıklama
daha doğrudur. Çünkü öncelikle anlaşılan budur. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. [180]
Burada işlenen bu
zalimce fiilin, Firavun hanedanına nisbet edilme sebebi -onun emriyle ve onun
otoritesinden güç alarak- bu işi bizzat yapmalarından dolayı ve doğrudan bu
fiili işleyen kimsenin yaptığı bu işinden dolayı sorumlu tutulacağının
bilinmesi içindir. Taberî der ki: İfadenin bu şekilde olması şunu gerektirir:
Bir zalim, birisine herhangi bir kişiyi öldürme emrini verse, emrolunan kişi de
o şahsı öldürse öldüren kişi bundan sorumlu tutulur.
Derim ki: Bu mes'ele
hakkında ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır: Zalim ile katil birlikte
öldürülürler. Zalim emir verdiği için katil de fiilen bu işi işlediği için
öldürülür. en-Nehaî'nin görüşü böyledir. Bu görüşü Şafiî ve Mâlik de mes'elenin
durumuna göre kabul etmişlerdir. Şafiî der ki: Hükümdar bir kimseye birisini
öldürme emrini verse emrolunan kişi de hükümdarın öldürme emrini haksızca
verdiğini bilse, emri yerine getirene de hükümdara da birlikte kısas uygulanır.
Eğer hükümdar öldürmek üzere emrolunanı zor-lasa ve onun haksızca kendisini
öldüreceğini bilir ise, o takdirde hükümdara kısas uygulanır, emrolunan kişi
hakkında ise iki görüş vardır. Birisine göre ona da kısas uygulanır, diğer
görüşe göre kısas yoktur, fakat yarım diyet öder. İmam Şafiî'nin bu görüşlerini
İbnu'l-Münzir kaydetmiştir.
Bizim (Mâlikî mezhebi)
âlimlerimiz ise şöyle demektedirler: Emrolunan kişi ya hükümdar veya kölenin
efendisine karşı durumunda olduğu gibi itaat etmesi gereken ve kötülüğünden
korktuğu kimsenin emriyle yapmıştır. O takdirde her ikisine de kısas uygulanır
veya itaat etmesi gerekmemektedir. Bu durumda emreden değil de sadece cinayeti
fiilen işleyen kişi öldürülür. Babanın çocuğuna, öğretmenin öğrettiği
öğrencilerine, sanatkârın ergenlik yaşına gelmemiş çıraklarına emretmesi
halinde olduğu gibi. Eğer emrolunan kişi, ergenlik yaşına gelmemiş ise, emreden
kişi öldürülür, küçüğün akilesi ise yarım diyet öder.
İbn Nafi der ki: Efendi
-Arap olmasa dahi- bir kölesine bir insanı öldürmesini emredecek olursa
öldürülmez. İbn Habib der ki: Ben İbnü'1-Ka-sım'ın görüşünü kabul ederek her
ikisinin de öldürüleceğini söylüyorum. Emre uymaması halinde emrolunana bir
zarar geleceğinden korkutmayacak olur ise böyle bir öldürme ikrah kapsamına
sokulmaz, aksine emrolunan kişi öldürülür, emreden kişi öldürülmez. Buna
karşılık emreden kişi dövülür ve hapsedilir.
İmam Ahmed, kölesine
bir başkasını öldürme emri veren kişi hakkında efendinin öldürüleceğini
söylemiştir. Bu görüş Ali b. Ebi Talib ve Ebû Hu-reyre (r. anhuma)dan rivayet
edilmiştir. Hz. Ali ayrıca der ki: Köle de hapse atılır. İmam Ahmed der ki:
Köle hapsedilir, dövülür ve te'dib edilir. es-Sev-rî der ki: Efendiye ta'zir
cezası verilir. el-Hakem ve Hammad der ki: Köle öldürülür. Katade der ki: İkisi
de birlikte öldürülür.
Ayrıca Şafiî şöyle
demiştir: Eğer köle fasih (Arapçayı anlayan) ve aklı eren bir kimse ise
öldürülür, efendi ise cezalandırılır. Eğer köle Arap değil ise (Arapça bilmiyor
ise) o takdirde efendiye kısas uygulanır. [181]
Süleyman b. Mûsâ der
ki: Emreden kişi öldürülmez, fakat elleri kesilir, sonra da cezalandırılır ve
hapsedilir. Bu da ikinci görüştür ve emrolunan kişi ise fiilen cinayet
işlediğinden dolayı öldürülür.
Ata, Hakem, Hammad,
Şafiî, Ahmed ve İshak da başkasını öldürmeyi emreden kişi hakkında böyle
söylemişlerdir. Bunu da İbnu'l-Münzir zikretmiştir.
Zufer ise şöyle
demiştir: Bunlardan herhangi birisi öldürülmez. Bu da üçüncü görüştür. Züfer'in
bu görüşünü Ebul Meali el-Burhan adlı eserinde nakletmiştir. Züfer'in görüşüne
göre emreden kişi de cinayeti fiilen işleyen kişi de bağımsız olarak kısas
uygulanacak durumda değildirler. Bundan dolayı onların hiç birisi öldürülmez.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [182]
Cumhur (az önce de
belirtildiği gibi): “” kelimesini "be" harfini şeddeli olarak okur.
İbn Muhaysin ise şeddesiz olarak okur. Ancak birinci okuyuş şekli daha
uygundur. Çünkü bu boğazlama işi defalarca tekrarlanmış bir olaydır. Rivayet
edildiğine göre şöyle bir rüya görmüştü: Beytü'l-Makdis'ten çıkan bir ateş
gelir ve Mısır'ın evlerini yakar. Onun gördüğü bu rüya şöyle yorumlanmıştı:
İsrailoğulları arasında doğacak çocuk büyüyecek ve Firavunun mülkü onun eliyle
yıkılacaktır. Çocukların boğazlanmasına dair başka açıklamalar da yapılmıştır.
Bu açıklamaların ihtiva ettiği mana da birbirine yakındır. [183]
Yüce Allah'ın:
"Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır" buyruğu sözü
geçen bütün işlere işarettir. Çünkü bu buyruk haberdir ve hali hazırda bulunan
tek bir işin durumunu bildiriyor gibidir. Yani onların bu işi yapmaları sizin
için büyük bir imtihandır, denemedir. "Belâ" kelimesi ni'met
demektir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda da bu kökten gelen kelime bu
anlamda kullanılmıştır: "O mü'minleri kendi lütfuyla güzel bir belâ ile
denemek için (bunu yaptı)." (el-Enfal, 8/17) (Burada belâ kelimesi ni'met
anlamındadır.)
Ebû'l Heysem der ki:
Belâ iyi de olabilir, kötü de olabilir. Bunun asıl anlamı mihnet (sınama)
demektir. Yüce Allah kulunu onun şükrünü sınamak üzere iyiliklerle ibtilâ
ettiği gibi, sabrını sınamak üzere hoşuna gitmeyen şeylerle de ibtilâ eder. O
bakımdan iyi olana da, güzel olana da belâ, kötü olana da belâ denilmiştir.
Bunu el-Herevî zikretmiştir.
Başkaları ise şöyle
demiştir: "Bunda" ifadesi ile İsrailoğullannın kurtarılmalarına
işaret edilmiştir. Buna göre burada sözü geçen belâ hayırlı işlerde olmuş
demektir. Yani sizin kurtarılışınız Allah'ın üzerinizdeki büyük bir ni'metidir,
demektir.
Cumhurun görüşüne göre
ise "bunda" ile boğazlama ve benzeri şeylere işaret edilmektedir. O
vakit burada "belâ" kötü şeyler demektir. Anlamı da şöyle olur:
Çocuklarınızın boğazlanmasında hoşunuza gitmeyecek ve ağır bir imtihan vardır. İbn
Keysân da der ki: Hayırlı şeyler hakkında -hemzeli olarak- “” şeklinde
kullanıldığı gibi, hemzesiz olarak “” şeklinde de kullanılır demiş ve her iki
şekliyle kullanıldığı şu beyiti örnek göstermiştir:
"Onların size
yaptıklarına Allah, iyilikle karşılık verdi
Ve onun mükafat olarak
verdiği en hayırlı belâ ile ibtila etti."
Çoğunluğun görüşüne
göre ise, hayırlı şeyler hakkında "hemzeli" olarak kullanılacağı
kötülük hakkında da "hemzesiz" kullanılacağı ifade edilmektedir.
Denemek ve sınamak ile ilgili olarak da "ibtila" ve “” şekli
kullanılır. Bunu da en-Nehhas nakletmiştir. [184]
50. Hani Biz, sizin
için denizi yarıp sizi kurtarmış, Firavun hanedanını ise kendiniz görüp
dururken suda boğmuştuk.
"Hani Biz, sizin için
denizi yarıp sizi kurtarmıştık.'' Deniz yarılmış, her bir tarafı kocaman bir
dağ gibi olmuştu. Ayet-i kerimede geçen "fark" ayırmak demektir.
Saçın ayrıldığı yere de "fark" denildiği gibi, Furkân kelimesi de bu
kökten gelmektedir. Çünkü Furkân hak ile batılı birbirinden ayırır. Yüce
Allah'ın: "Tam anlamıyla ayırdedenlere.." (el-Mürselât, 77/4) buyruğu
da bu anlamdadır. Kasıt hakkı batıldan ayırdeden buyrukları indiren
meleklerdir. "Furkân günü" (el-Enfal, 8/41) kelimesi de bu kökten
gelmektdir. Furkân gününden kasıt ise Bedir günüdür. Çünkü o günde hak ile
batıl birbirinden ayırdedilmiştir. "Biz, bunu bir Kur'an olarak (âyet
âyet) ayırdık" (el-İsra, 17/106); yani onun hükümlerini etraflı bir
şekilde açıkladık ve sapasağlam kıldık. ez-Zührî ise bu kelimeyi -r harfini
şeddeli olarak- “” şeklinde okumuştur. Biz onu kısım kısım kıldık,
anlamındadır.
Ayet-i kerimede geçen
“” kelimesinde yer alan "be" harfi "lam" anlamındadır. Yani
"... sizin için..." anlamındadır. (MeaPde olduğu gibi.) Bir görüşe
göre ise buradaki bu harf yerindedir ve kendi anlamındadır. Yani sizin denize
girmenizle birlikte biz denizi ayırdık. Yani İsrailoğullan iki su arasında yol
aldılar ve onlar vasıtasıyla sular ayrılmış oldu. Bu daha güzel bir açıklamadır
ve bunu bir başka yerde geçen "Deniz (ikiye) ayrılıp..." (eş-Şuara,
26/63) buyruğu açıklamaktadır.
"Deniz
(el-Bahr)"ın ne olduğu bilinmektedir. Ona bu adın verilmesi genişliği
dolayısıyladır: Attığı adımları geniş, yani adımların arasındaki mesafe pek çok
olan at hakkında "feresun bahrun" denilir. Peygamber efendimizin Ebû
Talha'nın atı Mendup hakkında: "Biz onu bir deniz (bahr) bulduk." [186]
hadisi de bunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda tuzlu su anlamına da
gelir. Suyun tuzu arttığı zaman da bu kökten gelen kelime kullanılır. Şair
Nusayb der ki:
"Yerin suyu
denize döndü ve bu artırdı
Hastalığımı tatlı
sular tuzlu oldu diye."
Bahr aynı zamanda
belde anlamına da kullanılır. Beldemiz anlamında "bu bizim
bahnmızdır" denir. el-Umevî der ki: Bahr, insanın yakalandığı sülâl (verem
ve benzeri ciğer hastalıkları) demektir. Bu kelime, "açık ve
belirgin" kaya vb. gibi şeyler hakkında da kullanılır.
Ka'b el-Ahbar'ın şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Allah'ın Sandafâyil adında bir meleği vardır. Bütün
denizler onun baş parmağının küçük bir çukuru içindedir. Bunu Ebû Nuaym, Sevr
b. Yezid, o Halid b. Ma'dân, o da Ka'b yoluyla rivayet etmiştir. [187]
Yüce Allah'ın:
"Sizi kurtarmıştık" buyruğu yani sizi o denizden salimen çıkarmıştık,
demektir. Kurtardım, anlamında “” ile “” şekilleri kullanılır. Her iki şekilde,
de okunmuştur. Bir önceki âyet-i kerimede “” şeklinde, bu âyet-i kerimede de “”
şeklinde gelmiştir. Ayet-i kerimedeki "Firavun hanedanını ise., suda
boğmuştuk." “” suda boğuldu, demektir. Suda boğulana da “” denilir. Ebû
Necm'in şu mısraında olduğu gibi:
".... kimisi
öldürülmüş, kimisi su üstünde kimisi de suda boğulmuştu."
Başkası tarafından
suda boğulanı anlatmak üzere “” ile “” denilir. Başkası tarafından bu şekilde
boğularak öldürülen kimse hakkında da “” denilir. Meselâ, gümüş ile süslenmiş
bir yulara “” denilir. “” öldürmek
demektir. el-A'şa der ki:
"Keşke Kays'ı
ebeler öldürmüş olsaydı."
Çünkü ebeler kıtlık
yıllarında erkek olsun dişi olsun yeni doğan çocuğu eşi ile birlikte gelen suda
boğar öldürürdü. Daha sonra her türlü öldürme işine bu şekilde
"tağrîk" denilir oldu.
"Genç, dişi gebe
develer ikinci yavrusunu eşinin suyunda boğarlarsa
Uçsuz bucaksız
çöllerde artık henüz hilkati tamamlanmamış ölü yavrusuna şefkati (hiç)
olmaz."
Yavrusuna karşı
şefkatli olmayışının sebebi ise ona gebe kaldığı sürece çektiği sıkıntı ve
yorgunluklardır. [188]
Taberî'nin
naklettiğine göre Mûsâ (a.s), Mısır topraklarından geceleyin İs-railoğullarını alıp
yürümesini emreden bir vahiy almıştı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, Kıptîlerden süs
ve diğer eşyalarını ariyet olarak almalarını emretti. Allah, bunu
İsrailoğullarına helâl kılmıştı. Hz. Mûsâ, gecenin bastırması ile birlikte
onlarla yola koyuldu. Firavun bunu haber alınca, horozlar ötmeye başlamadıkça
kimse onların arkasından gitmesin, dedi. O gece Mısır'da hiç bir horoz ötmedi.
Allah, o gece Kıptîlerin birçok çocuğunun canını aldı. Bunun üzerine
çocuklarını defnetmek işleriyle uğraştılar ve arkasından güneşin doğduğu sırada
onları takib etmeye koyuldular. Nitekim yüce Allah: "Güneş doğarken
onların ardından gittiler" (eş-Şuara, 26/60) diye buyurmaktadır. Hz. Mûsâ
da denize ulaşıncaya kadar denize doğru ilerledi. O sırada îsrailoğullarının
sayısı altıyüz bin kişiye yakındı. Firavun ile birlikte bulunanların sayısı ise
bir milyon ikiyüz bin kişi idi. Firavunun Hz. Musa'nın arkasında bir milyon
atlı ile gittiği ve kısraklıların bu sayının dışında olduğu belirtilmiştir.
Denildiğine göre İsrail -ki Ya'kub aleyhisselâmdır- Mısır'a çocukları ve
torunlarından oluşan yetmiş altı kişi ile birlikte girmişti. Yüce Allah,
onların sayılarını çoğaltmış, soyundan gelenlerin bereketini artırmıştı.
Nihâyet Firavun'dan kaçtıkları günü denize çıktıklarında yaşlılar, çocuklar ve
kadınların dışında altıyüzbin savaşçı idiler.
Ebû Bekr Abdullah b.
Muhammed b. Ebi Şeybe der ki: Bize Şebabe b. Sev-var, Yunus b. Ebi İshak'tan, o
Ebû İshak'tan, o Amr b. Meymun'dan, o Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre
Mûsâ (a.s) İsrailoğullarını geceleyin yola koyulduğu sırada, Firavun'a bu
durumun haberi ulaştı. O bir koyunun kesilmesini emretti, sonra da şöyle dedi:
Allah'a yemin ederim bu koyunun yüzülmesi daha bitmeden önce huzurumda Kıptî
altıyüzbin kişi toplanıp gelecektir. Hz. Mûsâ da denize varıncaya kadar yoluna
devam etti. Denize: "ayrıl" dedi. Deniz ona: Ey Mûsâ, sen oldukça
büyüktendin. Ben Ade-moğlundan kime ayrıldım ki senin için ayrılayım? O sırada
Mûsâ ile birlikte atı olan bir adam vardı. Bu adam ona: Ey Allah'ın peygamberi,
sana hangi tarafa doğru gitme emri verildi? diye sorunca Hz. Mûsâ ona: Bana bu
yöne gitmekten başka bir yere gitmek üzere emir verilmiş değildir, dedi. Bunun
üzerine adam, atını denize sürdü, denizde bir süre yüzüp çıktı. Tekrar: Ey
Allah'ın peygamberi hangi tarafa gitmek üzere sana emir verildi? deyince yine
Hz. Mûsâ: Bana bu taraftan başka bir yere gitmeme dair emir verilmiş değildir,
dedi. Adam: Allah'a yemin ederim yalan söylemediğin gibi sen yalan-lanmazsın
da. Sonra ikinci bir defa atını denize sürdü ve denizden çıkıncaya kadar
yüzmeye devam etti. Yine: Ey Allah'ın peygamberi, hangi tarafa gitmek üzere
sana emir verildi? diye sorunca Hz. Mûsâ: Bana bu yöne gitmekten başka bir
tarafa gitmem emredilmiş değildir, dedi. Adam yine, Allah'a yemin ederim yalan
söylemediğin gibi sen yalanlanmazsın, dedi. Bunun üzerine Allah Hz. Musa'ya:
"Asan ile denize vur" (eş-Şuara, 26/63) diye vahyet-ti. Hz. Mûsâ
asasını denize vurunca "ardından deniz ikiye ayrıldı, her bir tarafı büyük
bir dağ gibioldu." (eş-Şuara, 26/63) Deniz de on iki sıbt (kol) için on
iki kola ayrıldı. Her bir kolun bir yolu vardı ve birbirlerini de görüyorlardı.
Şöyle ki denizin kollarının arasından delikler ve pencereler oldu ve
birbirlerini bu delik ve pencerelerden görebiliyorlardı. Hz. Mûsâ ve
beraberindekiler oradan çıkıp, Firavun ile birlikte bulunanlarsa dikilip
kalınca deniz onların üzerlerine kapandı ve onları suda boğdu.
Anlatıldığına göre bu
deniz Kızıldenizdir. Hz. Mûsâ ile birlikte atı üzerinde bulunan adam ise onun
yanındaki genç delikanlı Yûşâ b. Nûn idi. Şanı yüce Allah da denize: Sana asası
ile vurduğu vakit Mûsâ için ayni, diye emir verdi. Deniz, o geceyi çalkalanarak
geçirdi. Sabah olunca Mûsâ denize vurdu ve Hz. Mûsâ denize: Ebû Halid künyesini
verdi. Bunu da İbn Ebî Şeybe zikretmiştir.
Müfessirler bu hususa
dair pek çok kıssalar zikrederler. Bizim zikrettiğimiz bu miktar ise
yeterlidir. Aynca Yunus[189] ve
Şuarâ[190] sûrelerinde -yüce
Allah'ın izniyle- daha fazla açıklamalar da gelecektir. [191]
Yüce Allab
İsrailoğullarının kurtuluşunu, Firavun hanedanının suda bo-ğuluşunu şözkonusu
ettiği halde, bunun hangi gün gerçekleştiğini zikretme-mektedir. Müslim'in İbn
Abbâs'tan rivayetine göre, Rasulullah Medine'ye gel
diğinde Yahudilerin
âşûrâ günü oruç tuttuklarını görür. Rasulullah (s.a) onlara: "Oruçla
geçirdiğiniz bu günün mahiyeti nedir" diye sorar, onlar: Bu büyük bir
gündür, derler. Bu günde Allah, Mûsâ ve kavmini kurtarmıştır. Firavun ve
kavmini ise suda boğmuştur. Mûsâ şükür olmak üzere bugün oruç tuttu, o bakımdan
biz de bugünü oruçlu geçiriyoruz. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Biz
Musa'ya sizden daha yakınız ve ona daha layıkız." Hz. Peygamber bu gün
oruç tuttuğu gibi oruçla geçirilmesini de emretti. [192]
Bu hadisi, Buhârî de
İbn Abbâs'tan rivayet etmiş ve Peygamber (s.a)'ın ashabına: "Sizler
Musa'ya bunlardan daha yakınsınız, o bakımdan oruç tutunuz" diye emir
buyurmuştur. [193]
Bu hadis-i şeriflerin
zahiri, Peygamber (s.a)'ın aşure günü orucunu tuttuğunu ve bu günün oruçla
geçirilmesini emrettiğini göstermektedir. Bu emri yahudilerin kendisine haber
vermesi üzerine Hz. Musa'ya uymak üzere vermiş görünmektedir. Ancak durum böyle
değildir. Çünkü Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Aşure gününde Kureyşliler
cahiliyye döneminde oruç tutarlardı. Rasulullah (s.a) da cahiliyye döneminde
yine bu günde oruç tutardı. Medine'ye geldiğinde bu günde oruç tuttuğu gibi
aynı şekilde ashabına da oruç tutmalarını emretti. Ramazan orucu farz kılınınca
Hz. Peygamber aşura günü orucunu terketti, dileyen onu tutar, dileyen terkeder.
Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir. [194]
Denilse ki:
Kureyşlilerin bu günü yahudilerin kendilerine haber vermeleri üzerine tutmuş olmaları
da mümkündür. Çünkü Kureyşliler yahudilerin anlattıklarını dinler, onlardan
bilgi alırlardı. Çünkü Kureyşlilere göre yahudiler, ilim sahibi kimselerdi.
Buna dayanarak Peygamber (s.a) da bu günü cahiliyye döneminde yani henüz
Mekke'de iken oruçla geçirmişti. Medine'ye gelince yahudilerin de bu günde oruç
tuttuklarını görünce: "Bizler size göre Musa'ya daha yakınız, daha
öncelikliyiz" demiş ve Hz. Musa'ya tabi olarak bu günü oruçla geçirmiş,
ayrıca bu günde oruç tutulmasını da emretmişti. Bu konudaki emrini de
pekiştirmişti.. O kadar ki küçük çocuklar dahi bu günde oruç tutarlarmış.
Buna karşılık
cevabımız şu olur: Bu, Peygamber (s.a) belki de Hz. Musa'nın şeriatine uygun
ibadet eder idi, diyenlerin bir şüphesidir. Durum böyle değildir. Nitekim bu
hususu ileride yüce Allah'ın: "O halde sen de onların hidâyetlerine
uy" (el-En'am, 6/90) buyruğuna dair açıklamalarda bulunurken bir daha ele
alacağız. [195]
Aşure gününün
Muharrem'in dokuzuncu günü mü, onuncu günü mü olduğu hususunda farklı görüşler
vardır. İmam Şafiî, dokuzuncu günü olduğu kanaatindedir. Çünkü el-Hakem
el-A'rec'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbn Abbâs (r. anhuma)'ın yanına
Zemzem kuyusu yakınında cübbesine yaslanmış olduğu bir sırada vardım ve ona: Aşure
günü orucu hakkında bana bilgi ver dedim, şöyle dedi: Muharrem hilalini görünce
saymaya başla ve dokuzuncu günü oruçlu sabahla. Ben: Muhammed (s.a) bu günü bu
şekilde mi oruçlu geçirirdi, diye sordum, o: Evet, dedi. Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir. [196]
Said b. el-Müseyyeb,
Hasan-ı Basrî, Mâlik ve seleften bir topluluk onuncu günü olduğu kanaatindedir.
Tirmizî (sözü geçen) bu el-Hakem'in rivayet ettiği hadisi zikretmiş fakat sahih
ve hasen olmakla nitelendirmeksizin arkasından şöyle demiştir:
Bize Kuteybe bildirdi.
Bize Abdülvaris Yunus'tan bildirdi. Yunus el-Ha-sen'den o İbn Abbâs'tan
rivayetle dedi ki: Rasulullah (s.a) aşure günü yani onuncu günü oruç tutmamızı
emretti. Ebû İsa (Tirmizî) der ki: İbn Abbâs'ın hadisi hasen, şahin bir
hadistir. Tirmizî der ki: İbn Abbâs'tan da dokuz ve onuncu günü oruç tutunuz,
böylelikle yahudilere muhalefet ediniz, dediği de rivayet edilmiştir. Şafiî,
Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın görüşleri bu hadise uygundur. [197]
Tirmizî'den başkaları ise şöyle demiştir: İbn Abbâs'ın soru sorana: "Sen
günleri say ve dokuzuncu günü oruçlu sabahla" derken, bu ifadesinde onuncu
günü orucunu terketmeye dair bir delil yoktur. Aksine dokuzuncu günü onuncu gün
ile birlikte oruç tutmayı istemiştir. Bu görüşte olanlar derler ki: Buna göre
bu iki günde oruç tutulduğu takdirde konu ile ilgili hadisler bir arada,
cem'edilmiş (ikisi gereğince amel edilmiş, te'lif edilmiş) olur. el-Hakem'in
İbn Abbâs'a: Muhammed (s.a) bu günde bu şekilde mi oruç tutardı? diye sorması
üzerine İbn Abas'ın: Evet demesinin anlamı, eğer yaşamış olsaydı öyle tutardı,
demektir. Yoksa Peygamber (s.a) hiçbir zaman dokuzuncu günü oruç tutmuş
değildir. Nitekim bunu İbn Mace'nin Sünen'inde, Müslim'in de Sahih'inde İbn
Abbâs'tan rivayet ettikleri şu hadis böylece açıklamaktadır. İbn Abbâs der ki:
Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Eğer gelecek sene hayatta kalacak olursam
dokuzuncu günü oruç tutarım. "[198]
Ebû Katade'den gelen
rivayete göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Aşure günü oruç tutmanın
geçen senenin günahlarının bağışlanmasına vesile olacağını Allah'tan ümid
ederim." Bu hadisi Müslim ve Tirmizî rivayet etmiş olup Tirmizî şöyle
demiştir: Bizler Hz. Peygamber'in Ebû Katade'den gelen bu hadis-i şerif dışında
herhangi bir rivayette: "Aşure günü orucunu tutmak bir senenin günahlarına
keffarettir" dediğini bilmiyoruz. [199]
Yüce Allah'ın:
"Kendiniz görüp dururken" buyruğu hal konumunda bir cümledir. Yani gözlerinizle
görüp dururken demektir. Denildiğine göre İsrailoğulları, Firavun hanedanının
suyun üstüne çıktıklarını ve onların su
da boğulmakta
olduklarını görürken kendilerinin de kurtulduklarını gördüler. Bu ise çok büyük
bir lütuftur. Şöyle de denilmiştir: Firavun hanedanını gözleriyle görünceye
kadar boğuldukları suyun üstüne çıkarıldılar. Bu ise lütuf üstüne bir lütuftur.
Yine denildiğine göre "siz görüp dururken" buyruğu, ibret gözüyle
bakarken demektir. Çünkü İsrailoğulları gözleriyle durup bakamayacak kadar
meşgul idiler.
Bir diğer açıklamaya
göre, bunun anlamı şudur: Eğer siz bakmış olsaydınız, bakanın durumunda
olurdunuz. Meselâ, görmüş ve işitmiş gibisin, demek böyledir. Yani dilediğin
takdirde sen bunu görüp işitebilecek haldesin. Bu ve birinci görüş
İsrailoğullarının durumlarına daha uygun görünmektedir. Çünkü denizden
çıktıktan sonra İsrailoğullannın ibret almamalan ardı arkasına gelmiş olaylarla
ortaya çıkmıştır. Yüce Allah, onları boğulmaktan kurtarıp düş-manlannı suda
boğunca: Ey Mûsâ, Firavun'un suda boğulduğuna bir türlü kalpten inanamıyoruz,
dediler. Nihayet yüce Allah, denize emir buyurdu, deniz onu kenara attı ve
gözleriyle ona bakıp durdular.
Ebû Bekr b. Ebi Şeybe,
Kays b. Ubad'dan naklettiğine göre İsrailoğulları: Firavun ölmedi, o hiçbir
zaman da ölecek değildir, deyince yüce Allah, onların yüce peygamberini
yalanladıklarını işitir işitmez, Firavun'u kırmızı bir öküzmüş gibi
İsrailoğullarının gözleri önünde görecekleri bir şekilde denizin kıyısına attı.
Onun boğulduğundan emin olup da kara yoluyla Firavun'un bulunduğu şehirlere
gittiler ve nihayet onun hazinelerini taşıdılar, ni'metlere gömüldüler. Bu
esnada kendilerine ait olan birtakım putların önünde ibadet eden bir topluluk
gördüler. Bunun üzerine Hz. Musa'ya: Ey Mûsâ, bunların putları olduğu gibi sen
de bize bir ilah yap, dediler. Hz. Mûsâ bundan dolayı onları azarlayıp şöyle
dedi: O sizleri bütün alemlere -yani kendi çağlanndaki alemlere- üstün kılmış
iken ben sizin için Allah'tan başka bir ilâh mı arayayım, dedi ve kendilerine atalannın
yurtlan olan Arz-ı Mukaddese doğru yol almalarını ve Firavun'un ülkesinin
pisliklerinden arınmalarını emretti. O sırada Arz-ı Mukaddes zorba bir
topluluğun elinde bulunuyordu ve o araziye egemenlik kurmuşlardı.
İsrailoğulları bu zorbaları Arz-ı Mukaddes'ten savaşmak yoluyla çıkarmak
gereğini duydular ve bunun üzerine Hz. Musa'ya şöyle dediler: Sen bizi bu
zorbalara kartalın avından aldığı bir lokma gibi sunmak mı istiyorsun? Eğer sen
bizleri Firavun'un elinde bırakmış olsaydın bu bizim için daha hayırlı olurdu.
Hz. Musa'nın onlara: "Kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (takdir ettiği)
Arz-ı Mukaddese gidin.." (el-Maide, 5/21)dediğini ifade eden buyruğu ile
başlayan ve: "... oturucularız." (el-Maide, 5/24) buyruğuna kadar
devam eden bir konuşma aralarında geçti. Nihayet Hz. Mûsâ onlara beddua etti ve
onları "fasıklar" (el-Maide, 5/25) diye adlandırdı. Ceza olmak üzere
Tih'de kırk yıl kaldılar. Daha sonra yüce Allah onlara merhamet buyurdu.
İleride de açıklanacağı üzere onlara Selvayı indirmekle, bulutlarla
gölgelendirmekle lütufta bulundu. Daha sonra Hz. Mûsâ Tûr-i Sina'ya, onlara
Tevrat'ı getirmek üzere gitti. Bu sırada ise onlar -yine ileride[200]
açıklanacağı üzere- buzağıyı rab edindiler. Arkasından onlara ileride geleceği
üzere: Beyt-i Makdis'e varınız. Haydi secde ederek giriniz ve girerken hitta
deyiniz, denildi.
Hz. Mûsâ çok utangaç
ve tesettüre çokça riâyet eden bir kimse idi. Onlar o bakımdan: Hayaları
şişkindir, dediler. Guslettiği bir sırada elbiselerini taşın üzerine koymuştu.
Bu taş elbisesini alıp İsrailoğullarının oturdukları bir yere kadar sürükledi.
Hz. Mûsâ ise çıplak ve: Ey taş, elbisemi ver, diyerek arkasından gidiyordu.
İşte ileride de açıklanacağı üzere [201]
yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın,
Allah onu onların dedikleri şeylerden temize çıkardı..." (el-Ahzab, 33/69)
buyruğunda anlatılan budur.
Daha sonra Hz. Hârûn
vefat edince, Hz. Musa'ya: Harun'u sen öldürdün ve sen onu kıskandın dediler.
Nihayet melekler, üzerinde vefat etmiş haliyle Hz. Hârûn bulunduğu halde Hz.
Harun'u tahtıyla beraber getirdiler. -Bu husus da Maide sûresinde gelecektir-[202]
Arkasından Hz. Musa'dan sundukları kurbanların kabul edildiklerine dair
kendilerine bir âyet (alamet) vermesini istediler. Bunun üzerine semadan bir
ateş geliyor onların kurbanlarını kabul ediyordu. Arkasından Hz. Musa'dan:
Dünyada günahlarımızın ne şekilde keffaret edileceğini bize açıkla, diye
talepte bulundular. O bakımdan herhangi bir günah işleyen bir kimse sabah
olunca kapısının üzerinde: "Sen şu günahı işledin, bunun keffareti ise şu
azanı kesmendir" diye bir yazı görür ve burada kesmesi gereken organı
belirtilirdi. Kendisine idrar bulaşan bir kimse orayı kesmedikçe ve derisini
vücudundan ayırmadıkça o bölge temiz olmazdı. Daha sonra bunlar Tevrat'ı
değiştirdiler, Allah'a yalan ve iftiralar uydurdular, elleriyle kitap yazdılar
ve bunu basit bir bedele değiştiler. Sonunda peygamberlerini ve rasullerini
öldürdüler.
İşte dinlerine karşı
tutumları ve güzel olmayan ahlaklanyla Rablerine karşı davranışları bu şekilde
idi. İleride bütün bu hususlara dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle yeri
geldikçe etraflı bir şekilde gelecektir.[203]
Taberî der ki:
Kur'an-ı Kerim'in Muhammed (s.a)'e indirdiği vahiylerle, Araplar tarafından
bilinmeyen ve ancak İsrailoğullannın başından geçmiş bulunan bu gaybî haberleri
bildirmesi, İsrailoğulları yanında onlara karşı Muhammed (s.a)'ın
peygamberliğini ispat eden açık bir delildir.
51. Hani Biz, Musa'ya
kırk gece va'detmiştik. Sonradan siz onun ardından -zalimler olarak- buzağıyı
(ilah) edindiniz.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Hani Biz, Musa'ya kırk gece va'detmiştik" buyruğunda yer alan ve
"va'detmiştik" “” kelimesini Ebû Amr elifsiz olarak “” şeklinde
okumuştur. Bu okuyuşu Ebû Ubeyd seçip tercih etmiş ve elifli okuyuşu kabul
etmeyerek şöyle demiştir: Çünkü elifli kullanım (karşılıklı va'dleşmeyi ifade
ettiğinden dolayı) insanlar tarafından yapılan bir iştir. Yüce Allah tek başına
va'deder ve vaîdde bulunur (tehdid eder.) Kur'an-ı Ke-rim'de bu kelimenin Allah
hakkında bu şekilde kullanıldığını görüyoruz. Yüce Allah'ın bütün buyruklarında
bu böyledir: "O, size hak va'dinde bulunmuştur." (İbrahim, 14/22);
"Allah sizden iman edip salih amel işleyenleri mutlaka halife yapmayı
va'detti." (en-Nur, 24/55); "Hani o vakit, Allah size o iki taifeden
birinin sizin olacağını va'detmişti." (el-Enfal, 8/7)
Mekkî der ki: Aynı
şekilde lafzın zahirinden yüce Allah tarafından Hz. Musa'ya bir va'dde
bulunulduğu anlaşılmaktadır. Hz. Musa'nın buna karşılık herhangi bir va'dinin
olduğu ifadesi yoktur. Dolayısıyla bu (iki taraftan va'd ifade eden) kelimenin
tek bir kişi tarafından va'dedildiği şeklinde anlaşılması gerekir. Nassın
zahirinden anlaşıldığına göre fiil yalnızca yüce Allah'a izafe edilmektedir. Bu
ise el-Hasen'in, Ebû Recâ, Ebû Cafer, Şeybe ve İsa b. Ömer'in de kıraatidir.
Ayrıca Katade ile İbn Ebi İshak da böyle okumuştur.
Ebû Hatim der ki: Bize
göre okuyuş genel olarak elif'sizdir. Çünkü elif li okuyuş (muvâ'ada;
vaidleşme) çoğunlukla birbirine denk iki insan arasında olur. Onların her
birisi karşı tarafa bir vaadde bulunur.
el-Cevherî der ki:
Mîad: Karşılıklı vaidleşmek, sözleşilen vakit ve sözle-şilen yer demektir. Yine
Mekki der ki: Muvâade aslında karşılıklı olarak yapılır. Ancak kimi zaman bu
kip (mufaale) Arap dilinde tek kişi tarafından yapılan işi ifade etmek üzere de
kullanılır. Aynı vezinde Araplar: Ayakkabıyı çekiçle döğdüm, hastayı tedavi
ettim, hırsızı cezalandırdım derler. (Kullandıkları kip karşılıklı olarak iki
kişinin yaptığı işi ifade etmek için öngörülmüş olmakla birlikte) bütün
bunlarda yapılan fiil tek bir kişinin yaptığı bir fiildir. Buna göre
(karşılıklı vadetmeyi ifade eden) muvâade lafzı, sadece Allah tarafından Hz.
Musa'ya verilen va'di ifade eder. Buna göre bu iki okuyuşun anlamı bir
demektir.
Uygun görülüp tercih
edilen görüş, bu kelimenin elif li olarak (vâednâ) şeklinde okunmasıdır. Çünkü
bu kelimenin ihtiva ettiği iki anlamdan birisi "va'dettik"
anlamındadır. Diğer taraftan Hz. Musa'nın da ya vaid vermiş olması veya vaid
vermesinin yerini tutan kendisine verilen va'di kabul etmesi şekillerinden
birisi kaçınılmazdır. O takdirde bu şekildeki (elif li) kullanım sahih olur.
en-Nehhas der ki: Bu
kelimeyi elif'li olarak “” şeklinde okumak daha iyi ve daha güzeldir. Bu
Mucâhid, el-A'rec, İbn Kesir, Nafi, el-A'meş, Ham-za ve Kisaî'nin de
okuyuşudur. Yüce Allah'ın: "Allah iman edip salih ameller işleyenlere
vadetti ki.." (en-Nur, 24/55) buyruğunun bununla herhangi bi-r ilgisi
yoktur. Çünkü: "Musa'ya vadetmiştik.." buyruğu verilen va'din yerine
getirilmesi ile alakalıdır. Yoksa burada vadetmenin ve tehditte bulunmanın
herhangi bir ilgisi yoktur. Bu, kişinin: "Sana va'dettiğim gün Cum'a
günüdür, sana vadettiğim yer şurasıdır" demesine benzer. Bu gibi
kulanımlarda ise elif'li olarak:" (aUpIj): O'na va'dettim" demek
fasih ve uygun olan söyleyiştir.
Ebû İshak ez-Zeccâc
der ki: Burada bu kelimenin elif li olarak kullanılması güzel ve yerindedir.
Çünkü kabul edip itaatte bulunmak muvâade: Vaid-leşmek ayarındadır. Çünkü yüce
Allah tarafından vaadde bulunulmakta Hz. Mûsâ da bu vaadi kabul edip uymakta,
bu ise tarafların biribirlerine va'det-mesi ayarındadır. İbn Atiyye der ki: Ebû
Ubeyde'nin elif siz okuyuşu tercih etmesi doğru değildir. Çünkü Musa'nın yüce
Allah'ın va'dini kabul edip ona bağlanması ve bunu gözetlemesi muvâadeyi
(karşılıklı olarak vadde bulunmayı, vaadleşmeyi) andırır.[204]
Mûsâ, Arapça olmayan
bir kelimedir. Arapça olmadığı (ucme) ve marife (özel isim) olduğundan dolayı
munsarif değildir. Rivayete göre Kiptiler suya "mû", ağaca da
"şâ" derler. Hz. Mûsâ nehire atıldığı sandıkta su ve ağacın yakınında
bir yerde bulunduğundan dolayı "Mûşâ, Mûsâ" adı verilmiştir. es-Süddî
der ki: Annesi oğlunun öldürüleceğinden korkunca -yüce Allah'ın kendisine
vah-yettiği şekilde- Hz. Musa'yı tabuta (sandığa) koydu ve suya bırakü. Hz.
Musa'yı Firavun'un evi yakınlarında ağaçlar arasında suya attı. Firavun'un
hanımı, Asiyenin cariyeleri suda yıkanmaya koyulduklarında onu buldular. O
bakımdan Hz. Musa'ya onu bulduklarıyerin adını verdiler. En-Nakkaş ve
başkalarının naklettiklerine göre, onu denizden alan cariyenin adı Sâbus idi.
İbn İshak der ki: Hz.
Musa'nın nesebi şöyledir: Mûsâ, babası İmran, onun babası Yashur, onun babası
Kahes, onun babası Lani, onun babası Ya'kub İsrail, onun babası İshak, onun da
babası İbrahim (aleyhimusselâm)dir. [205]
Yüce Allah'ın:
"kırk gece va'detmiştik" buyruğunda hazfedilmiş bazı kelimeler
vardır. el-Ahfeş der ki: Bu ifadenin takdiri şöyledir: Hani biz Musa'ya kırk
gecenin bitimi akabinde vadetmiştik. Nitekim yüce Allah: "O kasabaya
sor" (Yusuf, 12/82) buyruğunda da ifade böyledir. Kasaba halkına sor,
demektir. Bu kırk gecenin tümü vadedilen zaman kapsamı içerisine girmektedir.
Müfessirlerin
çoğunluğunun görüşüne göre "kırk gece" zü'l kade ayı ile zü'l hicce
ayının on günüdür. Bu, Hz. Musa'nın denizi geçip kavminin ondan Allah'tan
kendilerine bir kitap vermesini istemelerinden sonra olmuştur. Bunun üzerine
Hz. Mûsâ, İsrailoğullannın hayırlıları arasından yetmiş kişi ile birlikte Tûr'
a çıkmıştır. Onlar da o dağa çıkmışlardı. Kırk gecenin sona ere
ceği zamana kadar
onlarla sözleşmiş idi. Müfessirlerin açıkladıklarına göre bunlar yirmi gündüz
ve yirmi gece saydılar, akabinde Allah bize verdiği sözünde durmadı, dediler.
Bunun üzerine buzağıyı ilah edindiler. Samirî bunlara: Bu sizin de Musa'nın da
ilahıdır, dedi. Onun bu sözünü de kabul ettiler. Hz. Hârûn ise onlan böyle bir
işten alıkoymak isteyip şöyle dedi: "Ey kavmim, siz bunun ile ancak
imtihan oldunuz. Muhakkak sizin Rabbiniz rahmân olandır. O halde bana uyun ve
emrime itaat edin. Onlar ise: 'Mûsâ bize dönünceye kadar biz buzağıya ibadete mutlaka
devam edeceğiz.' dediler." (Ta-Ha, 20/90-91) Hz. Harun'a -konu ile ilgili
rivayet edilen habere göre- on iki bin kişi dışında buzağıya tapmayı terketmek
hususunda itaat eden olmadı. Geri kalanlar ise akılsızca o buzağıya ibadet
ettiler. İbadet edenler ise, iki milyondan fazla kişi idi. Hz.Mûsâ döndüğünde
onların bu durumunu görünce elinde bulunan Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları
bıraktı ve Tevrat'taki altı bölüm kaldırıldı, geriye sadece helâl-haram ve
gerek duyacakları şeyleri ihtiva eden tek bir bölüm kaldı. Hz. Mûsâ buzağıyı
yaktı ve onun külünü denize savurdu. Buzağıya olan sevgilerinden dolayı o
denizin suyundan içtiler. Dudaklarında bir sarılık peyda oldu, karınları şişti.
Tevbe ettilerse de onların tevbeleri kendilerini öldürmedikçe kabul olunmadı. İşte
yüce Allah'ın: "Sizi yaratana tevbe edin, nefislerinizi öldürün."
(el-Bakara, 2/54) buyruğunda anlatılan budur. Bu emir üzerine İsrailoğulları
ellerine hançerleri-kı-lıçları alıp güneşin doğduğundan kuşluk vakti güneş
yükselinceye kadar birbirlerine saldırdılar, biri diğerini öldürdü. Baba
oğlunu, oğul babasını sormuyor idi. Kardeş kardeşini, kimse kimseyi
araştırmıyor idi. Herkes önüne geleni kılıçla vuruyor, öteki de aynı şekilde
ona vuruyordu. Nihayet, Hz. Mûsâ feryad ederek yüce Allah'a: Rabbim, İsrailoğulları
yok oluyor, dedi. Bunun üzerine Allah onlara merhamet buyurdu, lütfuyla onlara
cömertçe ihsanlarda bulunarak geriye kalanların tevbesini kabul etti,
öldürülenleri de şehitler arasına kattı. -Nitekim ileride açıklanacaktır-[206]
Burada yüce Allah'ın
gündüzlerden değil de geceden söz ediş sebebi nedir, diye sorulacak olursa,
sorana şu cevap verilir: Çünkü gece gündüzden öncedir. O bakımdan konum
itibariyle ondan önceliklidir. Bundan dolayı tarih verme de gece ile olur.
Çünkü geceler ayların başlangıcıdır, gündüzler ise gecelere tabiidir. [207]
en-Nekkâş der ki: Bu
âyet-i kerimede Hz. Musa'nın orucunu kesintisiz sürdürdüğüne (geceleyin iftar
etmeksizin visal orucu tuttuğuna) işaret vardır. Çünkü şanı yüce Allah eğer
"gündüzlerden söz etmiş olsaydı, onun geceleyin oruç açtığına inanmak
mümkün olurdu. Yüce Allah burada "geceler"i zikrettiğine göre sözün
ifade şekli, Hz. Musa'nın geceli gündüzlü kırk gün süreyle kesintisiz oruç
tuttuğunu ifade eder.
İbn Atiyye der ki:
Babamı şöyle derken dinledim: Şeyh Zahid İmam Vaiz Ebû'1-Fadl el-Cevherî
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun)yi insanlara namaz ve benzeri ibadetler
esnasında Allah ile başbaşa olmak ve O'na yakın olmak hususunda vaazda
bulunuyorken dinledim. Böyle bir halvetin (başbaşa kalmanın) insanlar hatırına
yemeyi içmeyi getirmediğini zikrediyordu. Ve şöyle diyordu: Hz. Musa'nın seksen
gün aralıksız oruç tutup Allah'a yakın olduğu hal ile Hz. Hızır ile karşılaşmak
üzere yola koyulduğunda bir günün bir bölümünün akabinde: "Şu kuşluk
yemeğimizi getir (de yiyelim)" (el-Kehf, 18/62) demesi arasındaki fark ne
kadar da büyüktür.
Derim ki: İşte
tasavvuf âlimleri bununla visal orucunu delillendirmek ve onun en
faziletlisinin kırk gün olduğunu açıklamak istemişlerdir. Yüce Allah'ın izniyle
bu sûrede oruçtan söz eden âyet-i kerimeleri[208]
açıklarken visal orucuna dair açıklamalarımız da gelecektir. (Ve orada visalin
meşruiyyetinin kaldırıldığı belirtilecektir.) el-A'raf sûresinde de yüce
Allah'ın: "Biz, Musa'ya otuz gece va'detmiştik." (el-A'raf, 7/142)
buyruğuna dair açıklamalarımız esnasında bu hususta başka hükümler de sözkonusu
edilecektir. Yine o âyeti açıklarken ve Ta-Ha sûresinde [209] de
-inşaallah- buzağının keyfiyeti ve onun böğürmesi ile ilgili diğer açıklamalar
da yer alacaktır.[210]
Yüce Allah:
"Sonradan ise siz onun ardından -zalimler olarak- buzağıyı (ilah)
edindiniz." Hz. Musa'nın gidişinden sonra siz onu ilah edindiniz. [211]
"Zalimler olarak" buyruğu hal ifade eden bir cümledir. Zulmün
anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. [212]
Hamd Allah'adır. [213]
52. Bundan sonra sizi
atfetmiştik. Şükredesiniz diye.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı dört başlıkta ele alacağız:
Allah'ın: "Bundan
sonra sizi affetmiştik" buyruğundaki "affetmek" Allah'ın,
kullarının hatalarını affetmesi demektir. Bu affediş, kimi zaman cezadan sonra,
kimi zaman da cezadan önce olabilir. Ğufrân (mağfiret) ise böyle değildir. Mağfiret
ile birlikte hiçbir şekilde ceza sözkonusu olmaz. Herhangi bir cezayı hak edip
de bu ceza onun lehine terk edilirse, o kişi affedilmiş olur. Buna göre af,
günahın silinmesi demektir. O halde burada buyruğun anlamı: Biz, günahlarınızı
sildik ve sizi bağışladık. Bu kelime rüzgarın yerdeki izi silmesini ifade etmek
üzere kullanılan “” tabirinden alınmıştır. Çoğalıp artan şey hakkında da bu
kelime kullanılır. O halde bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir. Yüce
Allah'ın: "Nihayet affoldular." (el-A'raf, 7/95) buyruğu, (servet ve
sayıca) çoğaldılar, demektir. [214]
Yüce Allah'ın:
"Bundan sonra sizi atfetmiştik." Yani buzağıya tapmanızdan sonra sizi
bağışlamıştık. Buzağıya (Arapçada) el-İcl denilmesinin sebebi onların ona
ibadette acele etmeleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Buzağı ineğin
yavrusu demektir. Çoğulu "el-acâcîl" dişisine de "icletun"
denilir. -Ebû'l-Cerrah'tan-[215]
Yüce Allah'ın:
"Şükredesiniz diye." Şükretmeniz için Allah, sizi affetti, demektir. Bu
âyet-i kerimede yer alan “” Gerek ki , olur ki buyruğunun anlamına dair
açıklamalar daha önceden [216]
geçmiş bulunmaktadır.
Şükür sözlükte açığa
çıkmak, zahir olmak anlamındadır. Eğer binek hayvanı kendisine verilen yemden
daha büyük ölçülerde şişmanlayacak ve bu şişmanlığı gözle görülecek halde olur
ise, hakkında: (dâbbetun şekûrun) denilir. Şükrün gerçek anlamı ise bir
kimsenin sana yapmış olduğu iyilik sebebiyle insanı övmek demektir. Nitekim
buna dair açıklamalar Fatiha sûresinde yapılmıştır. Cevheri der ki: Şükür, sana
iyilik yapan kimseye yaptığı iyilik sebebiyle övgüde bulunmandır. Şükran,
küfranın, nankörlüğün zıddıdır. Teşekkür ile şükür aynı anlamdadır. Nitekim
Tirmizî ve Ebû Davud'un rivayetine göre Ebû Hureyre Peygamber (s.a)'ın şöyle
buyurduğunu aktarmaktadır: "İnsanlara şükretmeyen (teşekkür etmeyen)
Allah'a şükretmiş olmaz. " [217]
el-Hattabî der ki: Bu söz iki şekilde açıklanır: Birincisine göre insanların
ni'metlerine karşı nankörlük (küfran)da bulunmayı karakter haline getirip
onların iyiliklerine teşekkürü terkeden bir kimse, aynı şekilde yüce Allah'ın
ni'metlerine karşı da nankörlük eder ve ona şükretmeyi de terkeder. İkinci bir
açıklamaya göre de eğer kul, insanların kendisine yaptıkları iyilikleri
teşekkürle karşılamayan, onların iyiliklerini inkâr eden bir kimse ise şanı
yüce Allah, o kuluna yaptığı iyilikleri karşılığında kulunun yaptığı şükrü
kabul etmez. Çünkü bunların her birisi ötekiyle ilişkilidir. [218]
Sehl b. Abdullah der
ki: Şükür, gizli ve açık bütün hallerde mâsiyetten sakınmakla birlikte gönül
hoşluğu ile itaat etmek hususunda bütün gayret ve çabasını ortaya koymak
demektir.
Bir başka kesime göre
şükür; ni'met verene karşı şükretmekte kusurlu hareket ettiğini itiraf
etmektir. Bundan dolayıdır ki yüce Allah: "Ey Dâvud hanedanı
şükredin." (Sebe', 34/13) diye buyurunca Hz. Dâvud: Rabbim, şükür Senden
bir ni'met iken ben nasıl şükredebilirim diye sormuş, yüce Allah da: İşte şimdi
Beni tanıdın ve Bana şükretmiş oldun. Çünkü sen şükrün Benim tarafımdan verilen
bir ni'met olduğunu itiraf ettin, buyurdu. Hz. Dâvud sorar: Rabbim, Senin benim
üzerindeki en gizli ni'metinin ne olduğunu bana göster. Yüce Allah şöyle
buyurdu: Ey Dâvud nefes alıp ver. Hz. Dâvud nefes alıp verdi. Yüce Allah şöyle
buyurdu: Gece gündüz bu ni'meti kim kuşatabilir? Sayıp dökebilir?
Hz. Mûsâ da şöyle
demiş: Elime vermiş olduğun en küçük ni'metine benim bütün amelim bir karşılık
olamazken, ben Sana nasıl şükredebilirim? Yüce Allah ona: Ey Mûsâ, işte şimdi
Bana şükretmiş oldun, diye vahiy buyurdu.
Cüneyd der ki: Şükrün
hakikati şükürden aciz olmaktır. Yine onun şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Yedi yaşlarında iken Serrî es-Sakatî'nin önünde oyun oynuyordum. Yanımda da
şükür hakkında söz söyleyen bir topluluk vardı. Bana: Ey çocuk, şükür nedir?
diye sordu. Ben ona: Allah'ın vermiş olduğu ni'metleriyle Allah'a asi
olmamaktır, dedim. Bana: Senin Allah'tan sana verilen payın bu güzel sözlerin
olacağından korkarım, dedi. Cüneyd der ki: es-Serrî'nin bana söylediği bu söz
dolayısıyla hala ağlayıp dururum.
eş-Şiblî der ki:
Şükür, tevazu ve hasenatı muhafaza etmek, şehvetlere muhalefet etmek, bol bol
itaatlerde bulunmak, göklerin ve yerin Cebbarı olan Allah'ın gözetimi altında
olduğunu bilmektir.
Ebû'1-Feyd Zünnûn
el-Mısrî de der ki: Senden daha üstün olana şükür itaat ile, senin dengin olana
karşı şükür mükafat ile, senden daha aşağı durumda olan kimseye şükür ise
iyilik ve lütufta bulunmakla olur. [219]
53. Hani Biz, Musa'ya
Kitab'ı ve Furkân'ı verdik. Hidâyet bulaşınız diye.
Burada sözü geçen kitap,
tefsir âlimlerinin icmaı ile Tevrat'tır. Ancak Furkân'ın ne olduğu hususunda
farklı görüşler vardır. el-Ferra ve Kutrub der ki: Bunun anlamı şudur: Biz
Musa'ya Tevrat'ı Muhammed (a.s)'a da Furkân'ı verdik.
en-Nehhâs der ki: Bu
hem i'rab açısından hem de anlam bakımından bir hatadır. İ'rab açısından hata
olması şundan dolayıdır. Birşeye atfedilen (ve bağlacı ile bağlanan)
atfedildiği şeyin bir benzeri olur. Bu açıklamaya göre; ondan farklı birşey
olması gerekir. Anlam bakımından yanlışlığına gelince yüce Allah:
"Andolsun ki Biz, Mûsâ ile Harun'a Furkân'ı vermiştik." (el-En-biya,
21/48) diye buyurmaktadır.
Ebû İshak ez-Zeccac
der ki: Furkân Kitab'ın kendisi olabilir. Böylelikle te'kid olsun diye iki ayrı
isimle ondan söz edilmiştir. Bu görüş el-Ferra'dan da nakledilmiştir. Şairin bu
sözü de bu türdendir.
"Deriyi
kollarındaki ana damarlara kadar parçalayıp durdu.[220]
Onun söylediği sözleri
yalan ve dolan buldum."
Bir başka şair de
şöyle demiştir:
"Hint ne güzeldir
ve Hind'in bulunduğu bir yöre
Hint ise bizden
uzaklaştıkça uzaklaşıyor."
Burada farklı
kelimeler olduklarından dolayı aynı manada olmakla birlikte kaçıp uzaklaşmak,
yalan ve dolan kelimeleri birbirlerine atfedilmiştir. Antere'nin şu beyiti de
bu kabildendir
"Eski zamandan
kalma harabelerden selam sana
Ummu'l-Heysem'den
sonra kuruyup çoraklaşan.
en-Nehhas der ki:
Böyle bir şey, şiirlerde sözkonusu olabilir. Bu hususa dair yapılan en güzel
açıklama Mücahid'in şu sözleridir: (Furkân): Hak ile batılı birbirinden
ayırdetmek üzere indirilen kitaptır. Yani yüce Allah Hz. Musa'ya bunu
öğretmiştir.
İbn Zeyd der ki:
Furkân, fırka fırka olacak şekilde, denizin Hz.Mûsâ için ayrılıp yarılmasıdır.
Ve İsrailoğullan bu haliyle denizin üzerinden geçtiler.
Şöyle bir açıklama da
yapılmıştır: Furkân sıkıntılardan kurtuluştur. Çünkü İsrailoğulları Kiptiler
tarafından köleleştirilmiş kimseler idi. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda da
bu kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Ey iman edenler, eğer Allah'tan
korkarsanız O size bir Furkân verir." (el-Enfal, 8/29) Sizin için bir
kurtuluş ve bir çıkış yolu gösterir, demektir.
Bunun hüccet ve beyan
olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır. Şöyle bir açıklama da
yapılmıştır: Aradaki "vav (ve)" bağlacı bir sıla(faz-ladan)dır.
Anlamı: Musa'ya Furkân olan kitabı verdik demektir. Nitekim sıfat yapılırken
araya bazan "vav" bağlacının getirildiği olur. Arapların: Filan kişi
güzel ve uzundur demeleri gibi. Buna örnek olarak da şu beyit gösterilir:
Ta'zim edilen efendi
ve kahraman cömerdin oğlu
Ve savaş esnasında
birliğin aslanı olan hükümdara..."
Şair burada
ta'zimedilen, kahraman ve cömerdin oğlu, birliğin aslanı hükümdara, demek
istemiştir.
Bu açıklamanın delili
de yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Hem Biz, güzelce uygulayanlara
(ni'metlerimizi) tamamlamak, herşeyi ayrı ayrı açıklamak, bir hidâyet ve bir
rahmet olmak üzere Musa'ya Kitab'ı verdik." (el-En'am, 6/154) Herşeyi
açıklamaktan kasıt ise haram ile helâli, küfür ile imanı, va'd ve tehdidi ve
buna benzer hususları birbirinden ayırdedecek şekilde indirdik, demektir.
Bu hususta şöyle bir
açıklama da yapılmıştır: Furkân, onlar ile Firavun kavmini birbirinden
ayırdetmek, aralarında ayırdedici hükmü vermektir. Bir kesimi kurtarırken
öbürünü suda boğmasıdır. "Furkân günü" (el-Enfal, 8/41) tabiri de
bunu andırmaktadır. Bir görüşe göre bu Furkân gününden kasıt Bedir günüdür.
Allah bu günde Muhammed (s.a) ve ashabına zafer nasib etmiş, Ebû Cehil ve
ashabını ise helak etmiştir.
"Hidâyet
bulaşınız diye"; yani sapıklıktan kurtulup doğruyu bulaşınız diye. Buna
dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [221]
54. Ve hani Mûsâ
kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, gerçekten siz buzağıyı (ilah) edinmekle
nefislerinize zulmettiniz. Siziyarada-na tevbe edin, nefislerinizi öldürün.
Böylesi Rabbiniz nezdin-de sizin için hayırlıdır. Nihayet tevbenizi kabul etti.
Gerçekten O, tevvâbdır, rahimdir.
Yüce Allah'ın:
"Ve hani Mûsâ kavmine şöyle demişti" buyruğunda geçen
"kavm" kelimesi yalnızca erkekler topluluğu hakkında kullanılır.
Nitekim yüce Allah: "Ey iman edenler, hiçbir kavim başka bir kavim ile
alay etmesin.."diye buyurduktan sonra: "Kadınlarda kadınlarla alay et
meşin." (el-Hucu-rât, 49/11) diye buyurmaktadır. Şair Zuheyr de şöyle
demiştir:
"Bilemiyorum,
ileride belki bilebilirim
Kale halkı bir kavim
(erkekler topluluğu) midir yoksa kadınlar mı?"
Yüce Allah da:
"Lût'u da (kavmine gönderdi.) Hani o kavmine.. demişti." (el-A'raf,
7/80) Burada onun kadınları dışarıda bırakarak yalnızca erkeklere hitap etmek
istediği anlaşılmaktadır. "Kavm" kelimesi bazen erkekler ve kadınlar
hakkında müşterek olarak da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak Biz, Nuh'u kavmine gör der dik." (Nuh, 71/1) diye
buyurmaktadır. Aynı şekilde her bir peygamber aynı zamanda hem kadınlara hem de
erkeklere gönderilmiştir.
"Yâ kavmi: kavmim" buyruğu izafet tamlaması
şeklinde bir münadadır. Kelimenin sonunda "yâ" harfi hazfedilmiş ve
sondaki esre buna delil kabul edilmiştir. Bu harf tenvin ayanndadır. Müfred
kelimenin sonunda tenvin hafze-dildiği gibi, bu harf de hafzedilir. Kur'ân'ın
dışında bu harfin sakin (yani bir med harfi) olarak tesbit edilmesi mümkündür.
Bununla birlikte bu harf üstün de okunabilir, sonuna bir "he" harfi
eklenerek "yâ kavmiyeh" de denilebilir. İstenirse "yâ"
harfi "elife de ibdâl edilerek "yâ kâvmâ" da denilebilir,
"ya eyyuhe'l-kavmu" anlamında "yâ kavmu" da denilebilir.
Eğer bu kelime nekire olarak kullanılırsa, üstün ve tenvinli "ya
kavmen" şeklinde kullanılır. Tekili - başka bir kökten olmak üzere -
"imruun" şeklinde gelir. Çoğulu: "akvam", çoğulun çoğulu
ise "ekâvim" diye gelir.
Burada Hz. Musa'nın
kavminden kasıt buzağıya tapanlardır. Onun kavmine bu şekilde hitap etmesi
Allah tarafından ona verilen bir emir üzerine olmuştur.
"Gerçekten siz
buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz." Burada yüce Allah,
"nefislerinize" buyruğunda cem-i kıllet kullanarak, cem-i kesret
olan: "nüfus" kelimesini kullanmamıştır. Bu iki çeşit çoğul,
birbirlerinin yerine kullanılabilir. Nitekim yüce Allah:"-üç kur'.."
(el-Bakara, 2/228); "orada canların istediği şeyler de vardır" diye
buyurmaktadır.'(Birinci örnekte cem-i kıllet gelmesi gerekirken cem-i kesret
getirilmiştir. İkinci örnekte de durum aksinedir. - çeviren -) Sonuçta zararı
kendisine dokunan bir iş yapan herkese: "Sen kendine kötülük ettin"
denilir.
Zulüm asıl itibariyle birşeyi
konulması gereken asıl yerinden bir başka yere koymak demektir. Kimisi şöyle
demiştir: Her insanın "buzağı"sı onun kendi nefsidir. Her kim bu
buzağıyı bir kenara iter, onun maksadına muhalefet ederse, buzağının zulmünden
uzak kalmış olur. Doğrusu ise burada gerçek anlamıyla "bir buzağı"nın
kastedildiğidir. Onlar Kur'an-ı Kerim'in beyan ettiği şekilde bu buzağıya tapınmışlardı.
"Sizi yaradana
tevbe edin." Hz. Mûsâ, kavmine sizi yaratana tevbe edin deyince, onlar:
Nasıl tevbe edelim? diye sormuşlar, bunun üzerine o: "Nefislerinizi
öldürün" diye cevap vermişti.
Kimi meânî bilginleri
bunu şöyle açıklamışlardır: Siz itaatlerle, nefislerinizi zelil edip onlara
boyun eğdiriniz ve şehvet ve arzularından alıkoyunuz. Ancak doğrusu burada
gerçek anlamıyla bir öldürmenin kastedildiğidir. Öldürmek ise, canlılık
alametini ortadan kaldırmaktır. Şarabın sertliğini su ile kırmayı ifade etmeyi
ifade etmek üzere (Araplar): Şarabı öldürdüm, derler. Süfyan b. Uyeyne der ki:
Tevbe, şanı yüce Allah'ın bütün ümmetler arasında yalnızca bu ümmete ihsan
etmiş olduğu Allah'ın ni'metlerindendir. İsra-iloğullarının tevbesinin kabulü
ise öldürmek suretiyle gerçekleşmiş idi. Müfessirler, buzağıya tapan her bir
kimseye kendi eliyle kendisini öldürmekle emrolunmadığı hususu üzerinde görüş
birliği etmişlerdir. ez-Zührî der ki: Onlara: "Sizi yaradana tevbe edin,
nefislerinizi öldürün" diye buyurulunca iki saf halinde dizildiler ve
birbirlerini öldürmeye başladılar. Onlara: Artık bırakınız, denilinceye kadar
bu işi sürdürdüler. Bu ise öldürülen için bir şeha-det, hayatta kalan için ise
tevbenin kabulünü ifade ediyordu. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden
geçmiş bulunuyordu. Kimi müfessirler şöyle de
mişlerdir: Allah,
onları bir karanlık içerisine bıraktı ve onlar da bu işi yaptılar. Bir diğer
görüşe göre: Buzağıya tapanlar bir saf halinde durdular ve buzağıya tapmayanlar
kılıçlarıyla onlara hücum edip onlan öldürdüler. Bir di
ğer açıklamaya göre,
Hz. Mûsâ ile birlikte bulunan yetmiş kişi -buzağıya tapmadıklarından dolayı-
kalktılar ve buzağıya tapanları öldürdüler.
Rivayet edildiğine
göre Yûşâ' b. Nûn, ayaklarını dikmiş bir şekilde oturmuş olduklan halde onlann
yanlarına çıktı ve: Bu oturuşunu bozan yahut kendisini öldürecek olana bakan
veya eliyle ya da ayağıyla kendisini korumaya çalışan mel'undur, dedi.
Öldürülenlerden hiçbir kişi bu oturuşunu bozmadı ve kişi hemen yakınında
bulunanı öldürmekle işe başladı. Bunu en-Nehhas ve başkaları zikretmiştir.
Birinci görüşe göre
buzağıya tapanların kendilerini öldürmeleri ile cezalandırılma sebebi, buzağıya
tapanların tapmaları esnasında münkeri değiştirmeyip bir kenara çekilmeleridir.
Halbuki onlara düşen görev buzağıya tapanlarla çarpışmak ve savaşmak idi. İşte
münker kulları arasında yayılıp da herhangi bir şekilde değiştirilmeyecek
olursa, herkesin cezaya çarptırılması Allah'ın bir sünnetidir. Cerir (b.
Abdullah el-Becelî) şöyle rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki:
"Bir topluluk arasında mâsiyetler işlenir de o topluluk güçlü ve onlara
karşı kendilerini koruyabilecek durumda oldukları halde herhangi bir şekilde
(münkeri) değiştirmez iseler, mutlaka Allah, onların hepsini kuşatacak bir ceza
gönderir." Bunu İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir. [222] Bu
hususa dair açıklamalar da inşaallah ileride gelecektir. Öldürme işi
alabildiğine yayılıp çoğalınca, öldürülenlerin sayısı da yetmiş bini bulunca,
Allah onları affetti. Bu İbn Abbâs ve Ali (r. anhum)'ın görüşüdür. Yüce
Allah'ın öldürme cezasını sona erdirmesinin sebebi kendilerini öldürmek
hususunda bütün gayretlerini ortaya koymalandır. Gerçekten de şanı yüce
Allah'ın bu ümmete İslâm ni'metinden sonra tevbe etmekten daha üstün verdiği
bir ni'met yoktur.
Katade
"Nefislerinizi öldürün" buyruğunu, nefislerinizi geri çevirin,
durumunu değiştirin anlamına gelecek şekilde “” şeklinde okumuştur. Yani
öldürmek suretiyle bu tökezlemesinden nefislerinizi kurtarın demektir.
Burada
"yaradan" diye meali verilen el-Bâri' kelimesi (yaratıcı demek olan)
halik anlamına olmakla birlikte, aralarında bir fark vardır. Şöyle ki: Bari',
yoktan var eden ve meydana getiren demektir. Halik ise bir durumdan bir başka
duruma takdir eden ve aktaran demektir. el-Beriyye, yaratıklar, mah-lûkat
demektir. Ebû Amr ( f&Jî ): Sizi yaratan" kelimesini “” şeklinde sakin
hemze ile okumuştur. Ancak nahivciler böyle bir okuyuş hakkında ihtilafa
düşmüşlerdir. Kimi nahivciler vasıl halinde damme ve ötreyi sükûn şeklinde okur
ve bunu yalnızca şiirde yapar. Ebû'l Abbâs el-Müberred der ki: İ'rab harfinde
peşpeşe harekelerin gelmesiyle birlikte sakin okumak ne günlük konuşmada ne de
şiirde mümkün değildir. O bakımdan Ebû Amr'ın bu şekildeki bir okuyuşu da bir
lahn (yanlışlık)tır. en-Nehhas ve "başkaları da şöyle demiştir: Eski ve
önder nahivciler bunu caiz kabul etmiş ve buna dair çeşitli Arap şairlerinden
örnekler göstermişlerdir:
"Onlar ed-Devv
(Mekke ile Medine arası keybolma ihtimali yüksek bir yer) denilen yerde eğrilip
saptılar mı, doğrul ey arkadaş, derim;
Denizde yüzen gemilerü
andıran) kafilerle (onları yoldan sapmaktan korurum)"
İmruu'1-Kays da der
ki:
"Artık bu gün
içebilirim, Allah'a karşı bir günah işlemem de sözkonusu değil; Arkadaşlarım
yanına davetsizce katılmam olan da söz edilemez."
Bir başkası şöyle
demektedir:
"Selma'cık bize
sevik alıver, dedi."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Gittin
ayaklarında onlarla birlikte;
Şeyin ise kuşandığın
peştemalden açıkça görünüyordu."
İ'râb olması gereken
harfin sakin okunuşu kabul etmeyenler, i'râba alamet olan yerde bunun mümkün
olamayacağını delil gösterirler. Ebû Ali el-Farisi der ki: Hareketelerin arka
arkaya gelmesi halinde mebnî kelimenin bina dolayısıyla gelen harekesinin
sakin de okunmasının caiz olduğu hususunda Nahivciler arasında görüş ayrılığı
yoktur.
Bari' kelimesi aslında
birşeyin birşeyden ayrılması demektir. Bütün yaratıklar yokluktan ayrılıp
varlığa çıkarıldıklarından dolayı bu ismi almışlardır. Hastalıktan iyileşmek
anlamına gelen (Hicazlıların söyleyişi ile) "ber'" de buradan
gelmektedir. Hicazlılann dışındakiler ise bu maştan "bur"' şeklinde
kullanırlar. Borçtan ibra ve kusurlardan beri olmak da bu kökten gelmektedir.
Kadından beri olmak ve ortağından ibra olmak için de bu kökten gelen kelimeler
kullanılır.
"Nihayet
tevbenizi kabul etti" buyruğunda takdirî ifade şöyledir: Siz size
emrolunanı yaptınız ve "nihayet O da tevbenizi kabul etti"; yani
sizden geri kalanların kusurlarını bağışladı, affetti. "Gerçekten O
tevvâbdır, rahimdir tevbeleri kabul edendir, merhameti pek çok olandır. Buna
dair açıklamalar daha önceden[223]
geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. [224]
55. Bir de
hatırlayın ki siz: "Ey Mûsâ, biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana kat'iyyen
iman etmeyiz" demiştiniz. O anda siz bakıp dururken yıldırım sizi
yakalamıştı.
56. Sonra
sizi ölümünüzden sonra tekrar dirilmiştik. Şükredesiniz diye.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde ele alacağız:
"Bir de
hatırlayın ki... demiştiniz" buyruğu (daha önceki buyruğa) atfedilmiştir.
"Sana kafiyen iman etmeyiz"; yani seni tasdik etmeyiz. "Allah'ı
apaçık görmedikçe.." sözünü söyleyenlerin Hz. Musa'nın seçtiği yetmiş kişi
olduğu söylenmektedir. Şöyle ki: Şanı yüce Allah, kendi kelâmını onlara
işittirince arkasından Hz. Musa'ya: ".. sana kat'iyyen iman etmeyiz"
demişlerdi. Mucizelerinin açıkça ortaya çıkmasından sonra peygamberlere iman
etmek ise vaciptir (farzdır). Bunun üzerine yüce Allah onlara semâdan bir ateş
gönderdi ve bu ateşle onları yaktı. Daha sonra Hz. Mûsâ Rabbine dua etti ve
Allah o kişileri diriltti. Nitekim yüce Allah: "Sonra sizi ölümünüzden sonra
tekrar diriltmiştik" diye buyurmaktadır. A'raf sûresinde bu yetmiş kişinin
kıssasına dair açıklamalar[225]
-inşaallah- gelecektir.
İbn Fûrek der ki:
Onların bu şekilde cezalandırılış sebebi, Hz. Musa'ya: "Allah'ı bize
açıkça göster." (en-Nisa, 4/153) diyerek rü'yet talebini çığırından
çıkarmalarından dolayı da olmuş olabilir. Halbuki böyle birşeyi gerçekleştirmek
Mûsâ (a.s) için mümkün olan birşey değildi.
Yüce Allah'ın
görünmesinin mümkün olup olmadığı hususunda ihtilâf edilmiştir. Bid'atçilerin
çoğunluğu dünyada da âhirette de Allah'ın görülmesini kabul etmezler. Ehl-i
Sünnet ve Selef-i Salihîn ise dünyada da âhirette de Allah'ın görülmesinin
mümkün olduğunu, âhirette de vukubulacağını kabul etmektedirler. Buna göre Hz.
Musa'nın beraberindeki bu kişiler imkansız olan bu görmeyi istemiş değillerdi.
Nitekim Hz.Mûsâ'mn kendisi de böyle bir istekte bulunmuştu. Allah'ın görünmesi
ile ilgili olarak açıklamalar -inşaallah-En'am ve A'raf sûrelerinde[226]
gelecektir. [227]
"Apaçık"
yani alenî bir şekilde Allah'ı görmedikçe. İbn Abbâs'ın açıklamasına göre,
gözle Allah'ı görmedikçe demektir. Apaçık (cehren) kelimesinin anlamı zahir
olmak demektir. Kıraatin cehren yapılması ise izhar edilmesi yani açığa
vurulması demektir. Mâsiyetlerin cehren işlenmesi açıktan açığa yapılması
demektir. Emiri cehren gördüm, demek ise birşeyin arkasında gizlenmeksizin
doğrudan gördüm, demektir. İbn Abbâs kelimesini şeklinde he harfini üstün
okumuştur ki iki ayrı söyleyiştir.
"Apaçık
(cehreten)" kelimesinin iki türlü anlaşılması mümkündür. Birincisi bu
onların Hz.Mûsâ'ya yaptıkları hitabın bir sıfatı olabilir; yani onlar bu
isteklerini Hz. Musa'ya açık ve yüksek sesle söyleyip ilan ettiler, demektir. O
takdirde bu ifadede takdim ve tehir var demek olur. İfadenin de takdiri şöyle
olur: Hani açık ve yüksek bir sesle ey Mûsâ.. demiştiniz. İkinci açıklamaya
göre bu kelime onların yüce Allah'ı görme isteklerinin sıfatı şeklindedir. Yani
onlar yüce Allah'ı, apaçık ve gözleriyle görmek istediler demektir. O takdirde
bu ifadede herhangi bir takdim ve tehir sözkonusu değildir. Cehren (apaçık),
kelimesinin te'kiden zikredilmesi ise rüyada görmek ile gözle görmek
arasındaki farkı beyan etmek içindir. (Yani onların Allah'ı uyanıkken gözleriyle
görmek istediklerini belirtmek istemiştir). [228]
"O anda. siz
bakıp dururken" cümlesi hal cümlesidir. "Yıldırım sizi yakalamıştı."
Surenin baş taraflarında "yıldırım'ın ne anlama geldiği[229]
açıklanmıştır. Ömer, Osman ve Ali "es-Sa'ke" şeklinde okumuşlardır.
İbn Muhay-sin, bütün Kur'an-ı Kerim'de bu kelimeyi bu şekilde okumuştur.
Burada: Onlar bakıp
dururken nasıl ölmüş olabilirler, diye bir soru sorulursa, buna şu şekilde
cevap verilir: Araplar filanın oğullarının evleri birbirini görür derken,
evlerinin karşılıklı olduğunu anlatmak isterler. Siz kendi halinize ve size
gelen ölüm ve yıldırımın etkilerine "bakıp dururken" yıldırım sizi
yakaladı anlamındadır da denilmiştir. [230]
"Sonra sizi
ölümünüzden sonra tekrar dirilttik." Katâde der ki: Önce öldüler ve canlan
alındı, daha sonra ise ecellerini tamamlayıncaya kadar diriltildiler.
en-Nehhas der ki: Bu Kureyşlilerden olup da öldükten sonra dirilişe iman
etmeyenlere karşı ve ayrıca kendilerine böyle bir haber verilmek suretiyle de
Kitap ehline karşı bir delil getirmektir. Yani: Ölümden sonra diriltmek
suretiyle size yaptığına karşı "şükredesiniz diye" demektir.
Şöyle bir açıklama da
yapılmıştır: Onlar başkasının ibret alacağı şekilde hareketten kesilmek
anlamında öldüler, sonra da bu durumdan kurtarıldılar. Zaten diriltmenin asıl
anlamı serbest bırakmak demektir.
Hayır, diriltmenin
(ba's)ın asıl anlamı birşeyi yerinden kıpırdatıp harekete getirmek demektir.
Meselâ, dişi deveyi harekete getirdim, anlamını ifade etmek üzere bu tabir
kullanılır. İmruu'l Kays der ki:
"Ve samimi genç
delikanlılar ki seher vakti onları harekete geçirdim (ba's) Hepsi de kimi
şaşkın kimi sarhoş gibi kalktılar." Şair Antere de şöyle demektedir:
"Ve nice soylu
arkadaş ki onları ben uyandırdım (ba's)
Geceleyin
uykusuzluktan boyunları bükük halde."
Kimisi de: "Sonra
sizi ölümünüzden sonra tekrar diriltmiştik" buyruğunu daha önce bilgisiz
olduğunuz halde size öğretmiştik diye açıklamıştır.
Derim ki: Birinci
açıklama şekli daha doğrudur. Çünkü kullanılan ifadelerde aslolan hakikattir. Bu
ölüm bir cezalandırma ölümü idi. Şanı yüce Allah'ın: "Binlerce kişi
oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkanları görmedin mi?
Allah onlara: Ölün, dedi sonra da onları diriltiver-di."(el-Bakara, 2/243)
buyruğu da ileride geleceği üzere bu türdendir. [231]
el-Maverdî der ki:
Öldükten ve bu konuda zorunlu bilgiyi gerektiren halleri açıkça gördükten
sonra, diriltilen kimselerin mükellefiyetlerinin devam edip etmediği hususunda
iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, akıl sahibi herhangi bir kimsenin
teabbüdden uzak durmaması için tekliflerinin devam ettiği şeklindedir. İkinci
görüşe göre zorunlu bilgiyi değil de bu husustaki istidlali nazarı itibare
alarak tekliflerinin sakıt olduğu şeklindedir.
Derim ki: Birinci
görüş daha doğrudur. Çünkü İsrailoğulları havada üzerlerine düşmek üzere olan
dağı gördüler, ateşin etraflarını çevirmiş olduğunu gördüler, bu zorunlu olarak
onları iman etmeye mecbur etti. Bununla birlikte teklifleri de devam etti. Hz.
Yunus'un kavmi de onlar gibidir. Mükellef olmaktan çıkmalarına imkan yoktur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [232]
57. Ve
üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selva indirdik. Size verdiğimiz
helâl rızıklardan yiyiniz. Onlar bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmeder
dururlardı.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:
"Ve üzerinize
bulutla gölge yaptık." Yani bulutu üzerinize gölge gibi tuttuk. Ayet-i
kerimede geçen "el-ğamâm" kelimesi, "ğamâme" kelimesinin
çoğuludur. Bunu el-Ahfeş Said söylemiştir. el-Ferra da der ki: Bu kelimenin
"ğamâim" şeklinde çoğul yapılması da mümkündür. Buna göğü örttüğü
için bu isim verilmiştir, üstü örtülen herşey de "mağmum" diye
adlandırılır. Aklı giden kimseye "el-mağmûm" denilmesi de bundan
ötürüdür. Bulutla örtülen hilal hakkında da bu tabir kullanılır,
"el-ğayn" kelimesi de "el-ğaym" kelimesi gibidir. Hz.
Peygamber'in: Benim kalbime örtü çekilir[233]
diye buyurması da buradan gelmektedir. es-Süddî de der ki: el-ğamâm beyaz bulut
demektir. Onlara bu şekilde bulutun gölge yapılması gündüzün güneşin sıcağından
onları koruması içindi. Gündüzün bitiminde bu gölge, geceleyin ay ışığıyla
aydınlansınlar diye çekilirdi. Müfessirlerin açıkladıklarına göre bu olay Mısır
ile Şam arasında Tîh'de meydana gelmişti. Onlar zorbaların bulundukları şehre
girip onlarla savaşmayı kabul etmeyerek Hz. Musa'ya da: "Artık sen
Rabbinle git de onlarla ikiniz savaşın" (el-Maide, 5/24) demeleri üzerine
bu bulundukları yerde kırk yıl süre ile beş veya altı fersahlık bir mesafe
arasında gidip gelmek ve kaybolmakla cezalandırıldıkları sırada olmuştu.
Rivayet edildiğine göre onlar gündüz boyunca yol alır, gecelemek üzere
konakladıklarında bir önceki günün sabahında bulundukları yerde sabahı ederlerdi.
Hep birlikte Tîh'de bulundukları bir sırada da Hz. Musa'ya: Peki bizim
yiyeceğimizi kim verecek, demeleri üzerine yüce Allah, onlara men ve selvayı
indirdi. Bu sefer: Güneşin sıcağından bizi kim koruyacak, deyince yüce Allah
bulutla üzerlerine gölge yaptı. Arkasından: Peki geceleyin biz ne ile
aydınlanacağız, diye sordular. Bulundukları bölgenin tam ortasında onlara
ışıktan bir direk halkedildi. Mekkî'nin anlattığına göre, ateşten bir direk
halkedildi. Bunun üzerine: Peki su ihtiyacımız nereden karşılanacak, diye sordular.
Hz. Musa'ya da bu sefer asasıyla taşa vurması emredildi. Tekrar: Ne giyeceğiz,
diye sordular, onlara eskimemek, yırtılmamak ve kirlenmemek üzere elbiseleri
verildi. Küçük çocukları büyüdükçe, elbiseleri de onlarla birlikte büyüyordu.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [234]
Yüce Allah onlara:
"Size men ve selva indirdik" diye buyurmaktadır. Burada menn'in
mahiyetinin ne olduğu hususunda değişik görüşler vardır. Kimisine göre, gökten
düşen balı andıran katı ve taneli "terencebin" adında birşeydir. Bu
açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir. Müfessirlerin çoğu da bu görüştedir. Tatlı
bir çeşit zamk olduğu , bal olduğu, tatlı bir içecek olduğu da söylenmiştir.
Ayrıca yufka türü ekmek olduğu da söylenmiştir. Görüşler Vehb b. Münebbih'ten
nakledilmiştir.
Men kelimesinin şanı
yüce Allah'ın kullarına yorulmadan, ekip biçmeden lütfettiği her türlü ni'meti
kapsayan, genel anlamlı bir masdar olduğu da söy-lenmişir. Said b. Zeyd b. Amr
b. Nufeyl'den gelen hadiste Rasulullah (s.a)'ın şu buyruğu da bu türdendir:
"Yer elması, yüce Allah'ın İsrailoğullarına indirmiş olduğu men
türündendir. Onun suyu da göz için bir şifadır." Bir diğer rivayette ise:
"Hz. Musa'ya Allah'ın indirdiği men'dendir" denilmektedir. Bu hadis
Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[235]
İlim adamlarımız der
ki: Bu hadis-i şerif, yer elmasının şanı yüce Allah'ın İsrailoğullarına
indirmiş olduğu, yani onlar için Tîh'te yaratmış olduğu ni'metler cümlesinden
olduğunu göstermektedir. Ebû Ubeyd der ki: Hz. Peygamber'in yer elmasını menn'e
benzetmesinin sebebi tohum saçmak, sulamak, gereken şekilde bakmak gibi
herhangi bir işi gerektirmediğinden dolayıdır. O bakımdan onu menne
benzetmiştir. O açıdan yer elması da men türündendir. Yani İsrailoğullarına
herhangi bir sıkıntı ve çaba olmaksızın verilen ni'metler türündendir. Rivayet
edildiğine göre men onlara tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar
yağmur gibi iner, kişi o gün için kendisine yetecek kadarını alırdı. Eğer
birşey saklayacak olursa o sakladığı şey bozulurdu. Bundan tek istisna Cuma
günüdür. Çünkü onlar Cuma günü Cumartesi günü için de ihtiyaçlarını alıp
saklar ve bu sakladıkları bozulmazdı. Çünkü Cumartesi günü onların ibadet günü
idi. Ayrıca Cumartesi günü onların üzerine men namına herhangi birşey inmezdi. [236]
Hz. Peygamber, yer
elması suyunun göz için şifa olduğunu açıkça ifade ettiğinden dolayı bazı tıp
bilginleri şöyle demiştir: Yer elmasının suyu ya gözde meydana gelen bazı
hararetlere karşı gözü serinletmek için tek başına kullanılır veya başka bir
maksat için ve başka ilaçlarla birlikte terkip halinde kullanılır. Ancak Ebû
Hureyre (r.a) elma suyunun bütün göz hastalıklarına tek başına kullanılacağı
görüşünde idi. Nitekim Ebû Vahze de balı, göze sürme çekmek de dahil olmak üzere
bütün hastalıklarda kullanmış idi. Nitekim buna dair açıklamalar en-Nalıl
sûresinde[237] gelecektir.
Dilciler der ki: Men
kelimesi cins ismi olup onun lafzından tekili yoktur. Hayır ve şer
kelimelerinde olduğu gibi. Bu el-Ahfeş'in görüşüdür. [238]
Selvâ'nın mahiyeti
hakkında da farklı görüşler vardır. ed-Dahhâk'ın bunun bizzat bıldırcın kuşu
olduğunu söylediği nakledilmiştir. İbn Atiyye ise şöyle demiştir: Selva,
müfessirlerin icmaı ile bir kuştur. el-Hüzelî şu beyitinde yanlışlık yapmıştır:
"Allah'a yemin
ederek ona dedi ki: Şüphesiz ki sizler Onu mumundan ayırdığınız vakit selvadan
(baldan) daha lezzetlisiniz." O bu beyitte selvâ'nın bal olduğunu
zannetmiştir. Derim ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği müfessirlerin icmaı
iddiası doğru değildir. Dil ve tefsir bilginlerinden birisi olan el-Müerric,
selva baldır der ve
el-Hüzelî'nin
yukandaki beyitini delil gösterir. Kinanelilerin lehçesinde de bunun böyle
olduğunu zikreder. Bala selva adının veriliş sebebi ise onun ile teselli
bulunmasından dolayıdır. -Beytu'l-Makdis'de bulunan ve mübarek kabul edilen-
"aynü's-sülvan" adı da buradan gelmektedir. Daha sonra şairin şu
beyitini delil gösterir:
"Eğer ben Sülvan
Pınarından içsem dahi teselli bulmam
İhtiyaçtan kurtulsam
bile sana ihtiyaçtan kurtulmam."
el-Cevherî de der ki:
Selva bal demektir. Daha sonra el-Hüzelî'nin:
"Mumundan
ayırdığınız vakit selvadan (baldan) daha lezzetlisiniz" beyitini zikreder
ve bu konuda herhangi bir yanlışlıktan söz etmez. Sülvâne ise: Üzerine
yağmursuyu dökülüp de aşık tarafından içildiği takdirde teselli bulacağını
zannettikleri bir boncuk adıdır. Şair der ki:
"Bir bulutun
sülvane üzerindeki suyunu içtim Ey kadın, faydası yok bu yeni yaşayışın,
teselli bulamıyorum." Bu şekilde boncuk üzerinde akan bu suyun adı da
"sülvan"dır. Bazı dilcilerin açıklamasına göre sülvan, üzüntülü
birisine içirilip de teselli bulmasını sağlayan bir ilacın adıdır. Doktorlar
buna muferrih (ferahlatıcı) adını verirler. Ebû Zeyd'den nakledildiğine göre
bu kelime rahat hayat veya yaşayış, bolluk içerisindeki geçim anlamına gelen
"selve" ya da "sül-ve"den gelmektedir. [239]
Selva kelimesinin
çoğul mu tekil mi olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. el-Ahfeş bu
kelimenin kendi lafzında tekili olmayan -hayır ve şer gibi- çoğul anlam ifade
eden bir kelime olduğunu söylemiştir. Tekilinin de çoğulu gibi (selva) olması
daha uygundur. Nitekim Araplar, difla (yeşil bir ağaç), sümâ-nâ ve (tedavi
maksadıyla kullanılan küçük yeşil birtakım otların adı olan) şü-kâ'a gibi
kelimeleri de hem tekil hem çoğul için aynı şekilde kullanmışlardır.
el-Halil ise
"selva" kelimesinin tekilinin "selvâtun" olduğunu söylemiş
ve şu beyiti okumuştur:
"Seni
hatırlayınca bir titreme ve sarsılma kuşatır beni
Üzerindeki ıslaklıktan
dolayı silkinen selvât (bıldırcın) kuşunun silkinişi gibi."
el-Kisaî de: Selva
tekil, çoğulu ise selâvâ gelir, demiştir. [240]
Bu kelime sonu maksûr
elif ile bittiğinden dolayı i'râb açıkça ortaya çıkmamıştır. Bunun gibi maksûr
elif ile bütün kelimelerde bu böyledir. el-Halil der ki: Elif, hevâi bir
harftir. Bunun karar kıldığı bir yer yoktur. Bu bakımdan harekeye benzer. Bu
da hareke olmasını imkansız kılmıştır. el-Ferrâ der ki: Elife hareke verildi mi
hemze olur. [241]
Yüce Allah'ın:
"Size verdiğimiz helâl rızıklardan yeyiniz" buyruğunda bir hazif
vardır ki takdiri şöyledir: Ve biz onlara., yeyiniz, dedik. İfade bu kelimeye
delâlet ettiğinden dolayı kısaltma olsun diye hazfedilmiştir. Sözü geçen
"tayyibât (helâl rızıklar)"ın buradaki anlamı hem helâl hem de lezzetli
olan şeyleri bir arada ifade etmektedir. [242]
Yüce Allah'ın:
"Onlar bize zulmetmediler" buyruğundan önce şu ifadeler takdir edilir:
Onlar isyan ettiler ve ni'metlere şükür ile karşılık vermediler. Böyle
yapmakla "onlar bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmeder
dururlardı." Çünkü onlar ni'metlere günah ve isyan ile karşılık
veriyorlardı. [243]
58. Hani
demiştik ki: "Şu kasabaya girin. İstediğinizi bol bol yeyin. Kapısından
secde ederek girin ve 'hıtta' deyin. Biz de günahlarınızı affedelim. Biz
iyilik edenlere daha da artıracağız."
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız.
"Hani demiştik
ki: Şu kasabaya girin..." buyruğunda yer alan: demiştik" kelimesinden
elif(in okunuşu) hazfedilmiştir. Bunun sebebi ise hem bu elifin hem de ondan
sonra gelen: "Udhulu: Giriniz" deki dâl harfinin sakin oluşu, önceki
elif ise den geldiği için vasıl içindir. [244]
Yüce Allah'ın "Şu
kasabaya girin" buyruğunda yer alan "el-karye" şehir
anlamındadır. Bir araya toplanıp geldiğinden dolayı bu adı almıştır. Suyu havuzda
toplamayı ifade etmek için de bu kelime kullanılır. Bu şekilde havuzda toplanan
suya "kıra" denilir. Aynı şekilde misafire yapılan ikramı ifade etmek
için de bu tabir kullanılır. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Havuz için
"mikrat" tabiri kullanıldığı gibi, suyun aktığı yere de
"el-karit" adı verilir. el-Karâ, sırt anlamındadır. Şairin şu
sözünde de böyledir:
"Karnı zayıf,
sırtı ise pek ve kalın (bir attır, o)."
Büyük tencere ve
kazanlara da "el-mekârî" adı verilir. Şairin şu sözünde olduğu gibi:
"Tencere ve
kazanları büyüktür, misafirleri ürkütülmez."
"Mekârî"
kelimesinin tekili ise "mikrât"tır. Yemenlilerin şivesinde
"karye" değil de "kırye" denilir.
Âyet-i kerimede sözü
geçen bu "karyenin" kasabanın hangisi olduğu hususunda farklı
görüşler vardır. Cumhurun görüşüne göre bu Beytü'1-Mak-dis'tir.
Beytü'l-Makdis'deki Erihâ olduğu da söylenmiştir. Amr b. Şebbe der ki: Orası
kral ve hükümdarların kaldıkları yer ve bir üs idi. İbn Keysân ise buradaki
karyeden kasıt Şam'dır, der. ed-Dahhak'a göre ise Remle, Ürdün, Filistin ve
Tedmür'dür. Bu (emir) ise bir başka ni'mettir. Çünkü onlara o beldeye girmeyi
mubah kılmış ve Tîh'teki sıkıntılarını sona erdirmiştir. [245]
Yüce Allah'ın buradaki
"bol bol yeyin" emri mübahlık ifade etmektedir. Buradaki buyruk,
âyet-i kerimede hazfedilmiş bulunan "yemek" masdarının sıfatıdır.
Sözü geçen bu kasaba oldukça bereketli, geliri çok fazla olan bir yer idi. İşte
bundan dolayı burada "bol bol yeyin" diye buyurulmuştur. [246]
"Kapısından secde
ederek girin" buyruğunda geçen ve "kapı" anlamına gelen
"bâb" in çoğulu "ebvab" gelir. Çift "be"
harfinden dolayı "ebvibe" diye de çoğul yapılmıştır. Şair der ki:
"Çadırların içine
izinsiz giren, kapılardan içeriye dalan" Kapıcıya "bevvab",
kapıcı edinme işine "tebevvüb" denilir...
"Bu sana uygun bir
şeydir" derken "bâbetuk" kelimesi kullanılır.
Yüce Allah'ın
"Kapısından secde ederek girin" buyruğunda yer alan sü-cûdun anlamına
dair açıklamalar daha önceden[247]
yapıldığından dolayı burada onları tekrarlamanın anlamı yoktur. Allah'a
hamdolsun.
Girmeleri emrolunan
kapı ise, Beytu'l-Makdis'de ve bugün Bab-ü Hitta diye bilinen bir kapıdır. Bu
açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Bunun Hz. Musa'nın ve
İsrailoğullannın kendisine doğru yönelerek namaz kıldıkları Kubbenin kapısı
olduğu da söylenmiştir.
"Secde
ederek" buyruğunun anlamı ise, İbn Abbas'a göre rükûa eğilerek girin,
demektir. Bunun muayyen bir şekilde değil de alçak gönüllülükle ve itaatle
girin anlamına geldiği de söylenmiştir. [248]
Yüce Allah'ın:
"Ve hitta deyin" buyruğu, daha önce geçen "Şu kasabaya
girin" buyruğuna atfedilmiştir. "Hitta" kelimesinden önce gizli
bir mübtedâ vardır. Yani; bizim dileğimiz hıttadır, deyiniz. el-Ahfeş de der
ki: Bu kelime "bizim günahlarımızı üzerimizden silkeleyerek dök"
anlamına gelecek şekilde kelimesi üstünlü olarak şeklinde de okunur. en-Nehhâs
da der ki: îbn Abbas'tan gelen rivayete göre onlara: La ilahe illallah deyiniz,
denilmiştir. Yine ondan gelen bir başka rivayete göre onlara: Sizler, mağfiret
dileriz, deyiniz. Yani günahlarınızı dökecek ve kaldıracak bir söz söyleyiniz.
Kıraat imamları çoğunlukla bu kelimeyi ref ile (hıttatın şeklinde) okurlar.
Dilde böyle olması da daha uygundur. Çünkü Araplardan değiştirmek (tebdil) kelimesinin
anlamı ile ilgili olarak nakledilen açıklamalar bunun böyle olmasını
gerektirmektedir. Alımed b. Yahya der ki: "tebdil"; kendisini izale
etmeden değişiklik yapmak demektir. "İbdal" ise kendisini izale etmek
anlamındadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bize kavuşmayı ummayan
kimseler: Ya bize bundan başka bir Kurban getir yahut onu tebdil et (değiştir)
dediler." (Yunus, 10/15) İbn Mes'ud'dan gelen: "Onlar Hıttatun
dediler" şeklindeki açıklama ötreli okuyuşa göredir. Bütün bu açıklamalar
en-Nehhâs'tan alınmıştır.
el-Hasen ve İkrime
şöyle demiştir: Bu kelimenin şeklinde üstünlü okunması; günahlarımızı
üzerimizden dök anlamındadır. Onlara kendisi sebebiyle günahlarının dökülmesi
için "la ilahe illallah" demeleri emrolun-du. İbn Cübeyr de der ki:
"Hıtta"nın anlamı mağfiret dilemektir. Eban b.Tağ-lib ise: Bunun
anlamı tevbedir, demektedir. Şair de der ki:
"Allah'ın kendisi
sebebiyle kulunun günahını affedilmiş kıldığı "Hıttâ" ile umduğuna
nail oldu."
İbn Faris de el-Mücmel
adlı eserinde şöyle demektedir: Hıtta kelimesi İs-railoğullanna söylemeleri
emrolunan bir sözdür. Eğer onlar, bu sözü söylemiş olsalardı, günahları
dökülürdü. Bunu aynı şekilde el-Cevherî de es-Sıhhah adlı eserinde
zikretmiştir.
Derim ki: Onların
bizatihi bu sözü söyleyerek taabbüd (ibadet) etmiş olmaları da ihtimal
dahilindedir. Hadis-i şerifin zahirinden anlaşılan da budur. Müslim'in
rivayetine göre, Ebû Hureyre şöyle demişir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki:
"İsrailoğullarına kapıdan secde ederek giriniz ve hıtta deyiniz. O vakit
günahlarınız bağışlanacaktır, denildi. Ancak onlar sözü değiştirdiler. Kapıdan
içeriye kıçları üstünde sürünerek girdiler ve saç içerisinde bir tane, dediler."[249]
Bu hadisi Buhari de
rivayet etmekte ve o rivayette şöyle denilmektedir: "Onlar söylemeleri
gereken sözü değiştirdiler ve şöyle dediler: Hitta, saç içerisinde bir tane
(olsun).[250]
Buhârî ile Müslim'in
dışındaki rivayetlerde ise: "saç içinde bir buğday" dediler,
denilmektedir.
Denildiğine göre,
onlar îbranice bir söz olup kırmızı buğday anlamına gelen "hittâ
sümâsa" demişlerdir. Bunu İbn Kuteybe nakletmiştir. el-Herevî de bunu
es-Süddî ve Mücahid'den nakletmektedir. Onların maksadı ise şanı yüce Allah'ın
kendilerine verdiği emre muhalefet etmekti. Böylelikle isyan ettiler, emre
karşı geldiler ve alay ettiler. Allah da buna karşılık ricz -ki azap demektir-
ile onları cezalandırdı.
İbn Zeyd der ki: Bu
ricz cezası, onlardan yetmiş bin kişiyi helak eden bir taun, (veba vb.)
hastalığı idi. Rivayet edildiğine göre rükû ederek oradan girmeleri için kapı
alçak yapılmıştı. Onlar ise kıçları üzerine oturarak kapıdan içeriye girdiler.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [251]
Kimi ilim adamı, bu
âyet-i kerimeyi şeriatte nassa bağlanmış sözlerin değiştirilmesi ile ilgili
olarak şu kanaatlerine delil gösterirler: Böyle bir nassa bağlanmış sözün ya
lafzı ile veya manası ile taabbüd sözkonusudur. Eğer taabbüd, bu ifadelerin
lafızlarıyla söylenmesi gerektiğini ifade ediyor ise bunları değiştirmek caiz
olamaz. Çünkü yüce Allah, söylenmesini emrettiği şeyi değiştiren kimseleri
yermiş bulunmaktadır. Eğer sözü geçen taabbüd ke-lisimenin anlamını yerine
getirmek ona delil ise, aynı anlamı ifade edecek bir başka kelime ile
değiştirilmesi caizdir. Ancak başka anlama gelecek şekilde değiştirilmesi caiz
olamaz. [252]
Bu hususta ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik, Şafii, Ebû Ha-nife ve onların
mezheplerine mensup ilim adamlarından nakledildiğine göre, sözün ifade ettiği
anlamı, tek tek kelimelerinin ne anlama geldiklerini bilen bir kimsenin mana
yoluyla hadis nakletmesi caizdir. Ancak onun bu naklinin manaya bütünüyle
mutabık olması şarttır. Bu, cumhurun görüşüdür. Diğer taraftan İbn Şîrîn,
el-Kasım b. Muhammed ve Recâ b. Hayve gibi kimselerin de bulunduğu birçok ilim
adamı bunu kabul etmemektedir. Mücâhid der ki: Dilediğin takdirde hadisten
eksiltme yap, fakat ona birşey ilave etme.
Malik b. Enes de
Rasulullah (s.a)'ın hadisi hususunda "t ve ya" harfleri ve
benzerlerinde işi çok sıkı tutardı. Hadis imamlarından bir topluluk da bu görüşte
olup bunlar, lafzın değiştirilmesini veya değişikliğe uğratılmasını uygun
görmezler. O kadar ki onlar hadisi lahinli (kurallara aykırı söyleyişte)
işittikleri ve bunu bildikleri halde onda herhangi bir değişiklik yapmazlardı.
Ebû Miclez, Kays b.
Ubâd'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer b. el-Hattab dedi ki: Her kim
bir hadis işitir de onu işittiği gibi naklederse, o kişi kurtulmuş olur. Buna
yakın bir ifade Abdullah b. Amr ile Zeyd b. Erkam'dan da rivayet edilmiştir.
Takdim, tehir,
fazlalık ve eksiklik konusunda da aynı görüş ayrılığı söz-konusudur.Onlardan
kimisi manaya önem verir, lafız üzerinde durmaz, kimisi ise bu hususta işi
sıkı tutar ve kullanılan lafızdan ayrılmamaya çalışır. Dinde daha ihtiyatlı
olan, takvaya daha uygun ve daha yerinde olan davranış elbette ki budur. Fakat
ilim adamlarının çoğunluğu buna muhalif bir kanaate sahiptir. Bunun caiz
olduğu görüşü ise -yüce Allah'ın izniyle- sahih olan görüştür. Çünkü ashab-ı
kiramın yaşayışından bildiğimiz şu ki; onlar aynı olayları birbirinden ayrı
lafızlarla rivayet ediyorlardı. Bunun tek sebebi ise, onların bütün çabaları
ile mana üzerinde durmaları ve hadisleri sık sık tekrarlamak ve yazmak
hususunda İsrar etmemeleri idi. Vasile b. el-Eska'dan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Rasulullah (s.a)'ın bize haber verdiği herşeyi size nakletmiş
değiliz. Size bunun ifade ettiği mana yeter.
Katade de Zürâre b.
Evfa'dan şöyle nakletmektedir: Peygamber (s.a)'ın ashabından birçok kimse ile
karşılaştım. Onlar bana (aynı hadisi) aynı anlamda nakletmekte ittifak
ettiler, fakat bu manayı dile getirirken farklı farklı lafızlar kullandılar.
en-Nehai, el-Hasen,
eş-Şa'bî (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) hadisi ma-nalanyla
naklediyorlardı. el-Hasen der ki: Manayı tutturabildiğin takdirde bu sana
yeterlidir. Süfyan es-Sevrî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle derdi: Ben
size, hadisi işittiğim gibi naklediyorum diyecek olursam benim bu sözümü doğru
kabul etmeyiniz. Ben size ancak manasıyla naklediyorum.
Veki' de (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun) şöyle derdi: Eğer manada bir genişlik yoksa (nakilda
manaya dikkat yeterli olmazsa) insanlar helak oldu, demektir.
İlim adamları,
şeriatin Arap olmayanlara dilleriyle nakledilmesinin ve onlara bunun tercüme
edilmesinin caiz olduğunu ittifakla kabul ederler. Bu ise mana ile nakil
demektir. Diğer taraftan şanı yüce Allah, bunu kendi Kitabında bize nakletmiş
olduğu geçmişlerin haberlerinde de yapmış bulunmaktadır. O bizlere aynı anlamı
ifade etmekle birlikte farklı lafızlarla değişik yerlerde kıssalar anlatmış ve
bu kıssaları bizlere kahramanlarının dillerinden Arapçaya naklederek
anlatmıştır. Böyle bir aktarma ise kahramanlarının dilindeki anlatıma göre
takdim, te'hir, hazf ve bütünüyle söylememek, fazlalık ve eksiklik bakımından
farklıdır. Arapçanın Arapça olmayan bir dil ile değiştirilmesi caiz olduğuna
göre bu değiştirmenin Arapça yapılmasının caiz olması öncelikle sözkonusudur.
Böyle bir hususu el-Hasen ve eş-Şafii delil olarak göstermişlerdir, bu konuda
doğru olan görüş de budur.
Buna karşılık şöyle
denilebilir: Peygamber (s.a): "Benim sözümü işitip de işittiği gibi onu
tebliğ edenin Allah yüzünü ak etsin."[253]
diye buyurmaktadır. Diğer taraftan yine Hz. Peygamber'in bir kişiye uyuyacağı
vakit okumak üzere bir dua öğretmiş ve bu duasında: "İndirdiğin Kitabına
ve gönderdiğin Peygamberine iman ettim" demesini söylemişti. Ancak bu
duayı öğrettiği şahıs "ve gönderdiğin Rasulüne" deyince Peygamber
(s.a): "ve gönderdiğin peygamberine" diye düzeltmişti.[254]
Buna göre şöyle derler: Burada Hz. Peygamber'in duayı öğrettiği kimseye lafza
muhalif bir lafız söylemeyi uygun görmediği dikkatinizi çekmiyor mu? Ayrıca
Hz. Peygamber: "Onu işittiği gibi eda eden" ifadesini kullanmıştır.
Böyle diyenlere şu
şekilde cevap verilir: "Onu işittiği gibi eda eden" ifadesinden
kasıt, işittiği sözün hükmüdür, lafzı değildir. Çünkü sünnet-i seniy-ye'nin
lafzı ile ibadet olunmaz. Bu hitaptan hükmünün kastedildiğini Hz. Peygamber'in
(aynı hadisin devamında yer alan) şu ifadeleri açıkça ortaya koymaktadır: "Çünkü
nice fıkıh yüklenicisi vardır ki, kendisi fakih değildir. Ve nice fıkıh
yüklenicisi kendisinden daha fakih olana (fıkhı) taşır."
Diğer taraftan bizzat
bu hadis dahi aynı anlamda birbirinden farklı lafızlarla nakledilmiş
bulunmaktadır. Bütün bu lafızların Peygamber (s.a)'e ait değişik zamanlarda
söylenmiş lafızlar olması mümkün olsa dahi çoğunlukla kabul edilebilecek
ihtimal, bu hadisin değişik lafızlarla nakledilmiş tek bir hadis olduğudur.
İşte bu, mana yoluyla hadis nakletmenin caiz olduğunun en açık bir delilidir.
Hz. Peygamber'in dua
öğrettiği kişinin "peygamberin" yerine "rasulün" demesini
delil göstermeye gelince, bunun sebebi de şudur: Peygamber (nebi) lafzı, daha
çok övgü ihtiva eder. Ve bu iki sıfatın (nebi ve rasul sıfatlarının) her birisinin
kullanılması uygun olan bir yeri vardır. Dikkat edilecek olursa rasul (elçi)
kelimesi, herkes hakkında kullanılabilir. Ancak "nebi" lafzını ise
yalnız ve yalnız peygamberler haketmiştir. Peygamberler arasından mürsel
olanların daha üstün kılınış sebebi ise, hem nübüvvet hem risalete birarada
sahip kılınmış olmalarıdır. Hz. Peygamber ise: "Ve peygamberin"
ifadesini kullanınca daha çok övgü ihtiva eden sıfatı kullanmıştır. Arkasından
onu "(rasul olarak) gönderdiğin" ifadesiyle de "risalet"
sıfatıyla kayıtlamıştır. Diğer taraftan burada Hz. Peygamberin "ve
gönderdiğin rasûlün" yerine "peygamberin" kelimesini
kullanmasını emretmesi, hem nübüvvet hem de risa-leti bir arada kendisi
hakkında kullanmasıdır. Bu, filanın gönderdiği rasulü-dür ve bu Zeyd'in öldürdüğü
maktulüdür, demek çirkindir. Çünkü kişi filanın rasulü demekle filanın maktulu
demek suretiyle bu lafızları tekrarlamakla birincinin manasından başka birşey
ifade etmiyor ise aynı kelimeleri kullanmış olur. Böyle diyecek yerde: Bu
Abdullah'ın Amr'a gönderdiği elçisidir ve bu dün veya şu vak'ada Zeyd'in
öldürdüğü maktuludur, denir. Başarı Allah'tandır.
Denilse ki: Birinci
ravi için Rasulullah (s.a)'ın lafzını değiştirmek caiz olur ise, ikincisinin de
birinci ravinin sözlerini değiştirmesi caiz olur. Bu ise kelimeler arasındaki
farklılıkların ince olması ve fark edilemeyecek kadar gizli olması sebebiyle
hadisin tamamiyle üstünün örtülmesi, kapatılması sonucunu doğurur, diye
itirazda bulunulursa; böyle bir kimseye şöyle denilir: Bunun caiz olması
önceden de açıkladığımız gibi lafızların mana itibariyle mutabık olması ve eşit
olması şartına bağlıdır. Eğer bu şart ortadan kalkarsa caiz olmaz.
İbnu'l-Arabî der ki:
Bu meseledeki ayrılık, sahabe ve tabiîn asrı göz önünde bulundurularak
düşünülebilir. Çünkü bunlar doğuştan öğrendikleri ve zevkine vardıkları dili
bilmek bakımından birbirlerine eşittirler. Onlardan sonra gelenler hakkında,
bunun caiz olmayacağında şüphemiz yoktur. Çünkü onlardan sonra tabiatlarda
değişiklikler oldu, anlayış ve kavrayışlar arasında farklılıklar ortaya çıktı,
adet ve alışkanlıklar değişti. Doğrusu da budur, en iyi bilen Allah'tır.
Kimi ilim adamımız da
şöyle der: İbnu'l-Arabi (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu sözü ile maksadını
çok iyi bir şekilde açıklayamamıştır. Çünkü bu konudaki cevaz, eğer mana
arasında mutabakat şartına bağlı ise, o takdirde bu açıdan ashab ve tabiîn ile
onların dışındakilerin zamanı arasında herhangi bir fark görülmez. Bundan
dolayı usûl ve hadis alimlerinden hiçbir kimse onun gözettiği bu ayrımı
gözetmemiştir. Evet, eğer o: Bu mananın uygunluğu kendi döneminde artık uzak
bir ihtimal halini almıştır demiş olsaydı, gerçeğe daha yakın bir ifade
kullanmış olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [255]
Yüce Allah'ın:
"Biz de günahlarınızı affedelim" buyruğunda yer alan affedelim"
kelimesini Nafi' "bağışlanır" anlamında (yüe ) şeklin
şeklinde okumuştur. İbn Âmir de aynı anlamı
verecek şekilde diye okumuştur. Bu aynı zamanda Mücahid'in kıraatidir. Geri
kalanları ise, işaret ettiğimiz ilk şekilde okumuşlardır ki en açık okuyuş
şekli budur. Çünkü bundan önce: "Hani demiştik ki: Şu kasabaya
girin.." buyruğu gelmişti. Dolayısıyla yüce Allah'ın bağışlayacağından
haber vermek üzere "affederiz" şeklindeki okuyuş daha uygundur.
İfadenin takdiri şöyledir: Biz, kapıdan secde ederek girin ki günahlarınızı
bağışlayalım, dedik. Diğer taraftan bundan sonraki ifadede birinci çoğul şahıs
olarak "artıracağız" ifadesi gelmektedir.
Günahlarınızı"
buyruğunu büyük çoğunluk bu şekilde okumuştur ve bu okuyuş şekli diğer
ifadelerle uygunluk arzetmektedir. İbn Âmir ile Mücahid'in "te" ile
ve "bağışlanır" anlamındaki kıraati, "günahlar" anlamındaki
kelimenin müennesliğinden dolayıdır. Çünkü bu kelime "günah"
anlamındaki "hatîe" kelimesinin cem-i teksiridir. Nâfi'in
"yâ" ile okuyuşuna gelince; bu da müennes olan (çoğul ve
"günahlarınız" anlamındaki "hatâyâ-kün") kelime(si) ile
onun fiili arasına giren "lekum: size" kelimesi dolayısıy-ladır.
Nitekim daha önce: "Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" (el-Bakara,
2/37) buyruğunda buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Her ne kadar daha
önce: "hani demiştik..." buyruğunda yüce Allah'ın ne buyurduğuna dair
haber verilmekte ise de; "bağışlanır" anlamında "yâ" ve
"te" ile okunmasının uygunluğu yüce Allah'tan başka günahları
bağışlayacak kimse bulunmadığından, ayrıca "... affedelim..."
anlamındaki "nün" ile okuyuşun zorunluluk arzetmemesindendir. O
bakımdan fiil, bağışlanan günahlara uygun olacak şekilde okunmuştur. [256]
Hemzeli olarak:
"hatîe: günah" kelimesinin çoğulu olan: "hatâya" kelimesinin
aslının ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. el-Halil der ki: Bunun
aslı: "hatâyi'" şeklinde olup daha sonra iklâb yapılarak, arkasından
yâ gelen bir hemze ile "hatâî" denilmiştir. Daha sonra yâ harfi ibdâl
yapılarak "hâtâ-â" denilir. Aralarında hemze bulunan iki elif bir
araya geldiğinden ve hemze de elif cinsinden olduğundan üç elif bir araya
gelmiş gibi olur. O bakımdan aradaki hemze ibdâl yapılarak "hatâya"
denilmiştir.
Sibeveyh'in görüşüne
göre ise: Bunun aslı Halil'in dediği gibi, "hatâ-yi'"dir. Daha sonra
"medâin" kelimesinde olduğu gibi "yâ" harfinin
"hemz" yapılması gerektiğinden "hâtî-i" denilir. Aynı
kelimede iki hemze bir araya geldiğinden, ikincisi ibdâl ile "ye"
yapılır ve "hatâî" denilir. Sonra da önceki şekilde olduğu gibi
"hatâya" denilir.
el-Ferrâ da şöyle
demektedir: "Hatîe" kelimesi "hemze"li olarak çoğul yapılırsa
"hatâ-â" denilir.
el-Kisâî ise şöyle
der: Eğer bu kelime hemze'li olarak çoğul yapılırsa, hemze, hemze'ye idğâm
yapılır ve "devâbb" kelimesinde olduğu gibi söylenir. [257]
"Biz iyilik
edenlere daha da artıracağız." Yani buzağıya tapmayanların iyiliklerini artıracağız.
Men ve selvayı ertesi güne saklayanların günahlarını bağışlayacak ve ertesi
güne saklamayanların da iyiliklerini artıracağız, şeklinde de açıklama
yapıldığı gibi; şu şekilde bir açıklama da getirilmiştir: İsyankârın
günahlarını bağışlayacak, iyilik yapan kimsenin iyiliklerini daha da
artıracaktır. Yani onların iyiliklerine iyilik katacağız. Muhsin (iyilik yapan)
tev-hid akidesine sahih bir şekilde sahip olan ve kendisini güzel bir şekilde
idare edip yönlendiren, farzları eda etmeye yönelip müslümanlara kötülükte bulunmayan
kimse demektir. Cibril hadisinde "İhsan nedir?" diye soran Hz. Cebrail'e
Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir: "Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi
ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan dahi O seni görmektedir." Bunun
üzerine Hz. Cebrail ona: Doğru söyledin, diye karşılık vermiştir. Bu hadisi
Müslim rivayet etmiştir.[258]
59. Derken
zulmedenler kendilerine söylenenleri başka bir söz söyleyerek değiştirdiler.
Biz de zulmedenlerin üzerine ettikleri fasıklığın karşılığı olarak gökten
murdar bir azap indirdik.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka bir söz söyleyerek
değiştirdiler" buyruğunun anlamı şudur: Yani aralarında zalim olanlar
kendilerine söylenenden başka bir söz söyleyerek değişiklik yaptılar. Çünkü
-önceden de geçtiği gibi- kendilerine "hitta" deyin dendiği halde
onlar "hınta (buğday)" dediler. Söylemeleri emredilen söze bir harf
ilave ettiler, bunun sonucunda da karşı karşıya kaldıkları belalara duçar oldular.
Bu bize şunu göstermektedir: Dine birşey eklemek, şeriatte olmayan bir bid'ati
ortaya çıkarmak, oldukça büyük bir tehlike ve zararı çok büyük bir iştir.
Tevbeyi ifade eden bir kelimede yapılan bu değişiklik, pek çok azabın başlarına
gelmesine sebep teşkil etmiştir. Ya yüce Ma'bud'un sıfatlarını değiştirmek
halinde durum ne olur? Ayrıca söylenen bir söz uygulamaya göre daha alt
seviyededir. Sözle de kalmayıp fiilen değiştirmeye ve değişikliğe gidilirse
durum ne olur? [259]
Yüce Allah'ın:
"Değiştirdiler" buyruğunda yer alan ibdal ve tebdilin anlamına dair
açıklamalar az önce geçmiş bulunmaktadır. "Rabbimizin bize, ondan
hayırlısını bedel olarak ihsan etmesi umulur." (el-Kalem, 68/32) buyruğu
her iki şekilde de okunmuştur.[260]
el-Cevherî der ki: Bir şeyi tebdil etmek, onu bedeli konulmasa dahi
değiştirmek demektir. Birşey bir başka şeyin yerini alırsa buna istibdal
denilir. Mübadele ve tebâdül de böyledir. Eb-dal ise, salihlerden bir
topluluktur ki, dünya bunlardan hâli kalmaz. Biri öldüğü tadirde onun yerine
başkasını var eder, denilir. İbn Dureyd der ki: Eb-dal'in tekili bedil'dir.
Bedii ise bedel demektir. Birşeyin bedeli ondan başka-sıdır. Bedel ve bidl de
söylenir. Şebeh ve şibh, mesel ve misl'de olduğu gibi. Bedel aynı zamanda el
ve ayaklarda olan bir ağrının da adıdır. [261]
Yüce Allah'ın:
"Biz de zulmedenlerin üzerine ettikleri fasıklığın karşılığı
olarak...indirdik" buyruğunda "zulmedenler" lafzının açıktan
tekrarlanması yapılan işin ne kadar büyük olduğunu ifade etmek içindir.
Kelimenin tekrarlanması iki türlü olur. Birincisi sözün tamamlanmasından sonra
o lafız kullanılır. Bu âyet-i kerimede ve şu buyrukta olduğu gibi:
"Elleriyle kitabı yazanların... vay haline" diye buyurduktan sonra:
"Vay elleriyle yazdıklarından başlarına geleceklere" (el-Bakara,
2/79) diye buyurmaktadır. Burada "vay" buyruğunun tekrarlanması
yaptıkları işin ne kadar büyük bir kötülük olduğunu ifade etmek içindir.
el-Hansa'nın şu beyiti de bu türden bir tekrar ihtiva etmektedir:
"Zaman dişleyerek
ve etimi kopartarak sıyırdı etimden kemiğimi
Ve zaman vurarak ve
dürterek yaktı benim canımı."
Burada zamanın küçük
büyük her türlü musibetlerle canını yaktığını anlatmak istemiştir.
Tekrarın ikinci türü
ise, ifade tamam olmadan önce gizli olan bir kelime yerinde zahir olan
kelimenin tekrar edilmesidir. Yüce Allah'ın: "el-Hâkka, nedir
el-Hâkka?" (el-Hâkka, 57/1-2) ile "el-Kâria, nedir el-Kria"
(101/12) buyruklarında olduğu gibi. Eğer burada işin azametini ve büyüklüğünü
anlatmak kastı olmasaydı, şöyle denilmesi gerekirdi: el-Hakka nedir, el-Karia
nedir? Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "O Meymene ashabı, ne
Meymene ashabıdır! Ve o Meş'eme ashabı ne Meş'eme ashabıdır!" (el-Vâkıa,
56/8-9) Burada "Meymene ashabı" lafzının tekrar edilmesi onların nail
olacakları büyük çaptaki sevabın azametini anlatmak içindir. "Meş'eme
ashabı" lafzının tekrar edilmesi ise karşı karşıya kalacakları acıklı
azabın büyüklüğü dolayı-sıyladır. Şairin şu sözleri de işte bu türdendir:
"Ne olaydı, o
karga sabahleyin devamlı ötseydi O karga boyun damarları paramparça edendir.
Adiyy b. Zeyd, bu iki şekildeki kullanımı bir arada şöylece zikretmiştir:
"Göremiyorum
ölümden, ölümün elinden birşeyin kurtulduğunu Ölüm zenginin de fakirin de
hevesini kursağında bırakmıştır." Burada "ölüm" lafzını üç defa
tekrarlamıştır ki, bu da birinci türdendir. Bir başka şairin şu sözü de birinci
türden bir tekrardır:
"Hind ne güzeldir
ve Hind'in bulunduğu bir yöre Hind ise bizden uzaklaştıkça uzaklaşıyor."
Şair burada
sevgilisinin kıymetini ifade etmek üzere adını üç defa tekrarlamıştır. [262]
Murdar azap anlamına
gelen "ricz" kelimesini büyük bir çoğunluk "riczen" şekilde
okumuştur. İbn Muhaysin ise "rucz" şeklinde okumuştur. Ricz azap
demektir. Sin harfi ile: "Rics" şeklinde ise pislik ve kokuşmuşluk
anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Fakat kalplerinde hastalık bulunanlara
gelince, onların pisliklerine (rics) pislik katmıştır." (et-Tevbe, 9/125)
buyruğu; kokuşmuşluklarını artırmıştır, demektir. Bu açıklama şeklini el-Kisâi
yapmıştır. el-Fer-ra ise: Ricz ile Rics aynı şeylerdir demektedir. Ebû Ubeyd
der ki: Arapçada nasıl ki sud' ve zud' aynı şeyler ise rics ve ricz de aynı
anlamdadır.
el-Ferrâ der ki:
Bazılarının açıkladıklarına göre "rucz" taptıkları bir putun adıdır.
Nitekim yüce Allah'ın: "Ve ruczden uzak dur." (el-Müddessir, 74/5)
buyruğunda bu kelime böyle okunmuştur.
Recez, bir şiir
türüdür. el-Halil bunun şiir olmasını kabul etmemiştir. Recez ise, develerin
kuyruk diplerinde meydana gelen bir hastalık adıdır. Bu hastalık ilerlediği
vakit develerin baldırları titremeye başlar.
"...Biz de
ettikleri fasıklığın karşılığı olarak.." Fasıklıkları sebebiyle onları bu
şekilde cezalandırırız, demektir. Fasıklik ise sınırın dışına çıkmak ve taşmak
demektir. Buna dair açıklamalar: Daha önceden[263]
yapılmış idi. İbn Vessab ve en-Nehaî ise son kelimeyi şeklinde değil de
"sin" harfini esreli okuyarak şeklinde okumuşlardır. [264]
60. Hani
Mûsâ, kavmi için su istemişti. Biz: "Asan ile taşa vur" dedik. Hemen
ordan on iki pınar fışkırıverdi. Her İnsan topluluğu su alacağı yeri
öğrenmişti. "Allah'ın rızkından yeyiniz, içiniz ve yeryüzünde fesat çıkartmakla
taşkınlık yapmayınız."
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı sekiz başlık altında sunacağız:
Yüce Allah'ın:
"Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti" buyruğunda yer alan ve "su
istedi" anlamına gelen kelimesindeki ilk "sin" harfi istek sin'i
diye bilinir. "İste'leme, istahbere, istensara: öğrenmek istedi, haber
almak istedi, yardım istedi" gibi. Yani kavmi için su ihtiyacının
karşılanmasını istemişti anlamındadır.
Araplar:
"sekaytu" ve "eskaytu" lafızlarını aynı anlamda (suladım,
su verdim) kullanırlar. Şair (Lebid) der ki:
"Kavmim
Mecdoğullarının da suyunu verdi
Numeyr'in de
Hilâloğulları kabilelerinin de sularını verdi o.
Bu fiilin ziyadesiz
şeklinin su içirmek anlamına, başında hemze getirilmesi halinde ise suya giden
yolu göstermek anlamında olduğu da söylenmiştir. [265]
İstiska suyun
bulunmaması ve yağmurun yağmaması halinde sözkonusu olur. Durum böyle olduğu
takdirde o vakit kulluğun, fakrın (Allah'a ihtiyacın) meskenet ve zilletin
samimi tevbe ile birlikte açığa vurulması gerekir. Peygamberimiz Muhammed
(s.a) istiskada bulunmuş, (Allah'tan yağmur yağdırılması talebini yapmış),
bunun için mütevazi, mütezellil (Allah huzurunda alçalarak), başı önüne
eğilmiş, ağır ağır tazarru (yalvarma) ve niyaz ile namaz kılınan yere
çıkmıştır. Bu konuda örnek olarak o bize yeter. Bize gelince inat ve kulların
Rabbine muhalefet etmekten başka hiçbir şeyimiz yok. Ne tevbe sözkonusu, ne de
başka bir halimiz. Bize nasıl yağmur yağdırılsın? Şu kadar var ki Peygamber
(s.a) İbn Ömer tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur:
"Onlar mallarının zekâtını vermeyecek olurlarsa mutlaka semâdan onlara
yağmur yağdırılmaz. Eğer hayvanlar olmasa asla onlara yağmur
yağdırılmaz."[266]
İnşaallah bu hadis bütünüyle ileride gelecektir. [267]
Açıkladığımız şekliyle
namaz kılınacak yere çıkmak, hutbe ve namaz is-tiskanın sünnetidir. İlim
adamlannın çoğunluğu bu görüştedir. Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise namaz
kılmak ve namaz kılınacak yere çıkış istiskanın sünnetinden değildir. Ona göre
istiska sadece duadan ibarettir. Buna Enes (ra)'dan rivayet edilen Buhârî ve
Müslim'de yer alan sahih hadisi delil göstermiştir.[268]
Ancak bu hadiste onun lehine bir delil yoktur. Çünkü o hadiste sözü edilen şey
çabucak kabul olunan bir duadan ibarettir. O bakımdan dua ile yetinilmiş ve
diğerlerine gerek görülmemiştir. Hz. Peygamber bununla bir sünneti beyan etmek
kastında değildi. Hz. Peygamber, böyle bir sünneti beyan etmeyi kastedince
bunu fiiliyle açıkladı. Nitekim Abdullah b. Zeyd el-Mâzinî'nin rivayetine uygun
olan da budur: Rasulullah (s.a) namaz yerine çıktı, orada istiskada bulundu,
ridasını ters çevirdi, sonra da iki rek'at namaz kıldı. Bu hadisi de Müslim
rivayet etmiştir.[269]
İstiskanın diğer hükümleri
ileride -yüce Allah'ın izniyle- Hûd[270]
Sûresi'n-de gelecektir. [271]
Yüce Allah'ın:
"Biz: Asan ile taşa vur, dedik" buyruğunda yer alan
"asa"nın ne demek olduğu bilinmektedir. Bu kelime, sonu maksur elif
mü-ennes ve aslı vav olan eliften oluşan bir kelimedir. Şair der ki:
"Onun (kovasının
ağzında çaprazlama konulmuş) iki asası üzerinde
ince ve yırtık bir
elbise vardır."
Çoğulu
"usiyy" ve "ısıyy" şeklinde gelir "A'sın"
şeklinde geldiği de olur. "Asa, asacıktandır" diye bir deyim de
vardır. Yani işin kimisi kimisindendir. Kişinin yolculuk yapmayı bırakarak
ikamet etmesi halinde "asasını bıraktı" denilir. Bu da bir deyimdir.
Şair der ki:
"Asasını bıraktı
ve ikamete koyuldu
Yolcunun geri dönmekle
gözün aydın olması gibi."
Kur'an-ı Kerim'de de
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O senin sağ elindeki nedir ey Mûsâ! Dedi
ki: O asamdır, ona dayanırım.." (Taha, 20/17-18) Bu âyet-i kerimelerin
tefsiri yapılırken yüce Allah'ın izniyle asanın faydalarından da söz
edilecektir.
"Asa"
kelimesi bazen toplanıp bir araya gelmek ve ayrılıp dağılmak hakkında da
kullanılır. İşte bu bakımdan İslâmî yönetime karşı çıkan haricîler hakkında
"müslümanların asalarını böldüler" denilir. Onların birlikteliklerini
ve kaynaşmalarını böldüler, demektir. Asa yarıldı, bölündü, denildiği zaman anlaşmazlığın
ortaya çıktığı anlatılmak istenir. Şair der ki:
"Savaş olup da
asa yarılınca
Sana da Dahhak'a da
keskin bir Hint kılıcı yeter."
Araplar arasında
kullanılan "asanı ailenin tepesinden kaldırma" deyimi onları te'dip
etmekten geri kalma demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Hacer (taş) da bilinen
birşeydir. Asgarî çoğul sayısında "ahcâr" şeklinde, fazla olanlarda
da "hicâr ve hicâre" şeklinde çoğul yapılması gerekir. Bununla
birlikte hicâre nadiren kullanılır. İbn Fâris ve Cevherî böyle demiştir.
Derim ki: Kur'an-ı
Kerim'de bu el-Hicare kelimesi şu âyet-i kerimelerde kullanılmıştır:
"Onlar taşlar gibidir." (el-Bakara, 2/74); "Şüphe yok ki kimi
taşlardan..." (el-Bakara, 2/74); "De ki taş., olunuz" (el-İsra,
17/50); "Onlara taş atardı.." (el-Fil, 105/4); "Onların üzerine
(yağmur gibi) taşlar yağdırdık." (el-Hİcr, 15/74) gibi. Nasıl olur da
böyle bir şekilde bunun çoğulunun kullanımı nadirdir, denilebilir? Ancak o bu
ifadesiyle kıyas yoluyla nadirdir,
fakat kullanımı ise
çoktur, demek istiyorsa bu ifade doğru olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Hemen ondan on
iki pınar fişkırıverdi." ifadesinde bir hazf (düşürme) vardır. Bunun
takdiri şudur: Mûsâ asasıyla taşa vurdu ve hemen ardından ondan on iki pınar
fışkınverdi... Şanı yüce Allah, vurmadan da taştan suyu fışkırtmaya ve denizi
yarmaya kadir idi. Ancak O, kullan için maksatlarına ulaşmalarında bir hikmeti
açıklamak üzere sebepler ile sonuçları birbirlerine bağlamak ve âhirette de
buna bağlı olarak sevap ve cezalarını vermek istemiştir.
İnficâr (mealde:
Fışkınvermek), yarılmak demektir. "Fecir yarıldı" tabiri burdan
gelir. Suyun inficar etmesi, üzerinin açılması (ve kaynaması) anlamındadır.
Fücrâ: Suyun kaynadığı yere denilir.
(el-A'raf, 7/l60'da
geçen): el-İnbicâs ise inficârdan daha dardır. Çünkü önce inbicâs olur (yani
su azar azar kaynar) daha sonra çevresi genişleyrek "inficâr" halini
alır.
İnbicâs'ın inficâr ve
infitâk'ın aynı manaya geldiği de söylenmiştir. Bunu el-Herevî ve başkaları
demiştir. [272]
Yüce Allah'ın:
"Hemen ondan on iki pınar fişkırıverdi" buyruğunda yer alan
kelimesini Mücahid, Talha ve İsa şîn harfini esreli şeklinde okumuşlardır.
Temimoğullarının şivesi budur. Böyle bir söyleyiş Temi-moğullarının
konuşmasında nadiren görülür. Çünkü onlann izledikleri yol kelimeleri
hafifletmektir. Hicaz halkı ise, bu kelimeyi -izledikleri yol kelimeyi ağır
okumak olmakla birlikte- diye okurlar. Bütün bu bilgileri en-Neh-hâs vermiştir.
Ayn (mealde: pınar):
kelimesi müşterek isimlerdendir. O bakımdan su gözü, insan gözü, dizkapağının
gözü, (dizkapağının alt tarafındaki hafif çukur), güneşin gözü (yani güneşin
parlak kısmı) denilir. Ayn, aynı zamanda güney tarafından gelen bulutun adıdır.
Yine kesintisiz olarak beş veya altı gün süreyle devam eden yağmurun da
adıdır. "Ayn'ı az belde" insanı az şehir demektir. Yine su kırbası
ve benzeri su kaplarının kulplarına da "ayn" denir. Su gözü
canlılardaki göze benzetilmiştir. Çünkü canlının gözünden yaş nasıl çıkıyorsa
su gözünden de su öylece çıkar. Şöyle de açıklanmıştır: Canlının gözü en
şerefli organlarından birisi olduğuna göre suyun kaynadığı göz de ona
benzetilmiştir. Çünkü yeryüzündeki en şerefli yerlerden birisi de suyun
kaynadığı yerdir. [273]
Mûsâ (a.s), kavmi için
Allah'tan su talep edince, Allah, asası ile bir taşa vurmasını emretti.
Denildiğine göre bu taş koyun başı büyüklüğünde Tür dağında dörtgen bir taş
idi. Bu taş bir çuvalın bir tarafına konulur ve yolculukta taşınırdı.
Konakladıkları vakit konakladıkları yerin ortasına o taş getirilir,
bırakılırdı. Nakledildiğine göre onlar bu taşı aynca taşımıyorlardı. Her bir
mer-halelik yol katettikçe ilk merhalede o taşın bulunduğu yer neresi ise
ikinci merhalede de ona göre bir yerde bulunurdu. Böylesi ise mucize ve i'câz
bakımından daha ileri derecededir.
Bir görüşe göre yüce
Allah, Hz. Musa'ya mutlak olarak herhangi bir taşa vurmasını emretmiş idi. Bu
ise i'câz bakımından daha ileri bir seviyedir.
Bir başka görüşe göre
şanı yüce Allah, Hz. Musa'ya açıkladığı ve muayyen bir taşa vurmasını
emretmiştir. Bu bakımdan "(taş anlamına gelen)el-Ha-cer" kelimesi
tarifli olarak gelmiştir. Said b. Cübeyr der ki: Bu Hz.Mûsâ'nın yıkandığı zaman
elbisesini üzerine bıraktığı taştır. Bu taş, Hz. Musa'nın elbisesi ile
birlikte uçmuş ve yüce Allah, sonunda onu kavminin iftirasından temize
çıkarmıştı.
İbn Atiyye der ki:
Bunun ayrı ve dörtgen bir taş olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Bu taşın her
bir tarafından Hz. Mûsâ o taşa vurduğu takdirde üç ayrı pınar fışkırırdı. Suya
ihtiyaçları kalmayıp yola koyulduklarında bu suyun pınarları kuruyu verirdi.
Derim ki:
Peygamberimiz Muhammed (s.a)'a verilmiş olan, elinden ve parmaklarının
arasından suyun kaynayıp coşması daha büyük bir mucizedir. Çünkü bizler, gece
gündüz taşlardan suyun fışkırdığına tanık olmaktayız. Peygamberimiz (s.a)'in
mucizesi olan et ve kan arasından su çıkacak şekilde bir mucize herhangi bir
peygambere verilmiş değildir. Güvenilir imamların ve sağlam fukahanın
Abdullah'tan yaptıkları rivayete göre o şöyle demiştir: Peygamber (s.a) ile
birlikte idik. Su bulamadık.Ona bakır veya taştan bir su kabı getirildi. Elini
ona soktu. Suyun parmaklarının arasından fışkırdığını gördüm ve: "Haydi,
abdest almaya" dediğini duydum. el-A'meş dedi ki: Bana Salim b. Ebû'l Ca'd
anlatarak dedi ki: Cabir'e o gün kaç kişiydiniz, diye sordum o: Binbeşyüz kişi,
dedi. Hadisin lafzı Nesaî'nindir.[274]
Yüce Allah: "Her
bir insan topluluğu su alacağı yeri öğrenmişti" diye buyurmaktadır. Yani
onların her bir kolunun kendisine ait olarak bildiği bir pınarı vardı.
Başkasından içmiyordu. "Meşrab" kelimesi su alacak yer demektir.
İçilen şey anlamına olduğu da söylenmiştir. İsrailoğullarındaki Kollar
(Es-bât), Arapların kabileleri gibidir. Bunlar, Hz Ya'kub'un on iki oğlunun soyundan
gelenlerdir. Her bir kola ait bu pınarlardan bir pınar vardı ve ondan
başkasından su almazdı.
Ata der ki: Taşın dört
yüzü vardı. Her bir yüzünden üç pınar fışkırmaktaydı. Böylelikle her bir kolun
(sıbtın) başkalarının kendileriyle ortak olmadığı ayrı bir pınarı vardı. Bize
ulaştığına göre her bir kolda atları ve diğer binekleri dışında sadece ellibin
savaşçı vardı. Yine Ata der ki: Hz. Musa'nın darbe indirdiği her bir yerde
taşın üzerinde kadının memesini andıran bir tümsek belirir, önce terler daha
sonra da su akıtırdı. [275]
Yüce Allah'ın:
"Yiyiniz içiniz" buyruğunda bir hazf vardır ki takdiri şöyledir: Biz
onlara Men ve Selvayı yeyiniz, başlı başına ayrı taştan fışkıran suyu da
içiniz. "Ve yeryüzünde fesat çıkarmakla taşkınlık yapmayınız" dedik.
Bu buyruğu ile yüce Allah, onlara ileri derecede fesat çıkartmalarını yasaklamaktadır.
Çünkü "el-ays" ileri derecede fesat anlamındadır. Yünleri yiyen
haşerenin adına da (aynı kökten): üsse (güve) denilmektedir. "Fesat çıkarıcılar
olarak" anlamına gelen kelimesi haldir. Mananın tekrarlanması, kelimenin
farklı olmasındandır. İşte bu buyruklar ile ni'metlerin onlara mubah
kılındığı, sayılıp döküldüğü ifade edilmekte, buna karşılık onların
masiyetlerde ileri gittiği, bunların ise onlara nehyedildiği anlatılmaktadır. [276]
61. Hani
siz: "Ey Mûsâ" demiştiniz; "biz yalnız bir yemeğe sabredenleyiz,
o bakımdan bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdiği şeylerden bakla, acur,
sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın." Dedi ki: "Daha hayırlı olanı
daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyosunuz? Öyleyse (bir) Mısr'a çekip gidin.
İstediğiniz şeyler sizin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vuruldu.
Allah'tan gelen bir azaba uğratıldılar. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr
etmeterinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu. Bu,
onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu.
"Hani siz: 'Ey
Mûsâ' demiştiniz; 'biz yalnız bir yemeğe sabredenleyiz'.." diye
nakledilen sözlerini, îsrailoğulları men ve selva yemekten usanıp daha önce
Mısır'daki geçimlerini hatırladıkları sırada, Tîh sahrasında söylemişlerdi.
el-Hasen der ki: Bunlar pis kimselerdi. Pırasa, soğan, mercimek gibi şeyler yer
dururlardı. O bakımdan kötü alışkanlıkları orada depreşti ve alışageldikleri
şeylere arzu duyarak: Biz yalnızca bir yemeğe sabredemeyiz, dediler. Bu
sözleriyle men ve selvanın iki ayrı yemek olmalarına rağmen tek bir çeşit
olduğunu kinaye yoluyla ifade ettiler. Çünkü onlar birisini ötekiyle birlikte
yiyorlardı. Bundan dolayı bir tek yemek tabirini kullandılar.
Bu tabiri
kullanmalarının sebebinin bunların her gün gıda olarak aynı şekilde
tekrarlanıp durmaları olduğu da söylenmiştir. Nitekim devamlı oruç tutan,
namaz kılan, Kur'an-ı Kerim okumaya devam eden kimse hakkında: O tek bir iş
üzere devam edip gitmektedir, denilir. Buna sebep ise onun bunlara devam
etmesidir.
Bir başka görüşe göre
bunun anlamı şudur: Bizler zenginliğe katlanama-yız. Hepimiz zenginiz, birimiz
öbürünün yardımını almak imkânını elde edemiyor. Çünkü bizden her bir kişi tek
başına başkasına muhtaç değildir. Onlar, bu şekilde idiler. İlk köle ve
hizmetçi edinenler onlardır.
"Yemek
(taam)" yenilen ve içilen şeyler hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah
Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Kim ondan taam etmezse (tadına
bakmazsa) o bendendir." (el-Bakara, 2/249); "İman edip de salih amel
işleyenler hakkında taam ettiklerinden (tattıklarından) dolayı üzerlerine bir
vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) yani -ileride de açıklanacağı üzere-(yasaklayıcı
hükmün inmesinden önce) içtikleri şaraptan dolayı üzerlerine vebal yoktur,
demektir.
Şayet Selva
-el-Müerric'in naklettiği gibi- eğer bal ise o vakit o da içilecek birşey
demektir. Bazan taam kelimesi, özellikle buğday ve hurma hakkında kullanılır.
Ebû Said el-Hudri yoluyla gelen hadis-i şerifte olduğu gibi. O şöyle demiştir:
"Bizler Rasulullah(s.a) döneminde fıtır sadakasını bir sa' taam (buğday)
veya bir sa' arpadan verirdik..."[277]
Örfen görülegelen de
şudur: Bir kişi: Ben taam (yiyecek) pazarına gittim, dediği takdirde bundan
anlaşılan sadece yenilen ve içilen şeylerin satıldığı yerdir.
Ta'm (tadına bakmak),
insanın zevkine, tadına vardığı şeydir. Tadı acıdır, denilmek gibi. Yine bu
kelime insanın canının çektiği yiyecek ve içecekler hakkında da kullanılır.
Yine tadı bozuk olan şey hakkında da: Bunun tadı yoktur veya tatlı değildir de
denilir. Tuum da taam anlamındadır. Şair Ebû Hi-râş der ki:
"Kabilenin
kahramanını -eğer onu bilsen- geri çeviririm (birşeyler vererek)
Ve senin ailenden olan
başkalarını yiyeceklerde kendime tercih ederim
Ve temiz tatlı suyu
alır da sonunda (onlara veririm)
Cimri olanın canı
yanındaki azığı çekerse."
Birşeyi yeyip tadına
baktığı takdirde bu kelime kullanılır. Yüce Allah'ın: "Kim de onu
ta'metmezse o da bendendir." (el-Bakara, 2/249) buyruğunda geçen bu
kelime "tadına bakmazsa" anlamındadır. Bir başka yerde de yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Taam ettiğiniz vakit de dağılın." (el-Ahzab,
33/53) Yemek yediğiniz vakit dağılın, demektir. Rasulullah (s.a) da Zemzem suyu
hakkında şöyle buyurmuştur: "O güzel bir taamdır. Hastalıklara karşı da
bir şifadır."[278]
Yine bir kişi bir başkasından kendisiyle konuşmasını istediği takdirde aynı
kökten -ziyadeli olarak- "istet'ame" ifadesi kullanılır. Hadis-i
şerifte de "İmam sizden konuşmanızı istediği takdirde (istet'ame) onu ifam
ediniz" diye buyurmaktadır.[279]Yani
sizden okuması gerekeni hatırlatmanızı istediği takdirde siz de ona
hatırlatınız, demektir. Mesela, filan kişi ancak ayakta uykuyu tadıyor
(yet'emu) denilir. Şair de şöyle demiştir:
"Vecre'de san
yanaklı deve kuşları suyun tadına bakmaz
Hep oruçludur (çünkü
devekuşları su içmek üzere sulara gitmezler)."
"O bakımdan bizim
için Kabine dua et de yerin bitirdiği şeylerden.. çıkarsın." Yani bizim
için Allah'tan dilekte bulun ve O'ndan bizim için yerin bitirdiklerinden
çıkartmasını iste.
Bir görüşe göre bu,
dua anlamını ifade etmekte olup takdirî olarak: Bizim için yerin
bitirdiklerinden çıkartması gayesiyle Rabbine dua et, anlamına gelir. Ancak
ez-Zeccac, bunun zayıf bir açıklama şekli olduğunu söylemiştir.
"..şeylerden..."
buyruğundaki "...den" anlamını veren edatı el-Ahfeş'e göre zaiddir,
Sibeveyh'e göre ise değildir. Çünkü ifade olumludur, en-Nehhas der ki:
el-Ahfeş'i böyle bir iddiada bulunmaya iten sebep onun "çıkarsın"
fiilinin mefulunu (nesnesini) bulamamasıdır. O bakımdan o "şey" kelimesini
mef'ul yapmak istemiştir. Ancak daha uygunu mef'ulün mahzuf olmasıdır. Bunu da
diğer ifadelerden çıkartabiliyoruz. Buna göre bu buyruğun takdirî anlamı şöyle
olur: Bize yerin bitirdiği yiyecek birşeyler çıkarsın. Buna göre
birinciden" takısı tab'iz (kısmîlik) ifade etmek içindir; ikincisi ise
tahsis içindir (yani yerin bitirdiklerinden özel olarak hangi yiyecekleri
istediklerini açıklamak gayesiyle kullanılmıştır). Bundan sonra gelen "bakla"
bu "şeyler"in bedelidir. Yani bunların ne olduğunu açıklamaktadır. Ondan
sonrakiler ise ona atfedilmiştir.
Bakla (baki): Bilinen
bir bitkidir. Bu da sapı olmayan her türlü bitkiye addır. Ağaç (şecer) ise
sapı, gövdesi olan her bitkidir. Acur da bilinen bir bitkidir.[280]
İbn Mace'de şöyle bir
rivayet vardır: Bize Muhammed b. Abdullah b. Nu-meyr anlattı, bize Yunus b.
Bukeyr anlattı, bize Hişam b. Urve babasından o Aişe'den rivayetle dedi ki:
Annem, beni, Rasulullah (s.a)'ın yanına gerdeğe götürmek istediği için
şişmanlıyayım diye bana bazı şeyler yediriyor idi. Ben acuru taze hurma ile
birlikte yeyinceye kadar bu isteğini gerçekleştiremedi. (Bunları birlikte
yeyince) en güzel bir şekilde kilo aldım. Hadisin bu senedi sahilidir.[281]
"Fum (sarımsak)"ın
ne olduğu hakında ihtilaf edilmiştir. Bunun bildiğimiz sarımsak olduğu
söylenmiştir. Çünkü soğana benzer bir mahsuldür. Bu açıklamayı Cüveybir,
ed-Dahhak'tan rivayet etmiştir. Arapçada f harfi ile peltek se birbirlerinin
yerine kullanılır. (Ayet-i kerimede fum'un, - peltek s ile- sum şeklinde
söylenilmesi gibi). Nitekim Araplar meğafır dedikleri gibi, meğasir de derler.
(Mağafirin kokusu pek hoş olmayan urfut denilen bir ağaçtan akan bir tür zamk
olduğu söylenmiştir). Kabir kastedilmek üzere de cedes ve ce-def demek de bu
türdendir. İbn Mes'ud ise bu kelimeyi peltek se ile ( şeklinde okumuştur. Bu
İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
Umeyye b. Ebi's Salt
der ki:
"O sırada onların
evleri oldukça yüksekti.
Oralarda
(bahçelerinde) aşinalıklar, sarımsak ve soğan bahçeleri de vardı."
Hassan b. Sabit de
şöyle demiştir:
"Sizler kökleri
bayağı kimselersiniz
Sarımsak ve soğandır
yediğiniz."
el-Kisaî ile en-Nadr
b. Şumeyl de aynı kanaattedir.
Burada sözü geçen
"fum"un buğday olduğu da söylenmiştir. Yine bu da İbn Abbas'tan ve
birçok müfessirden rivayet edilmiş bir görüştür. en-Nehhas bunu tercih etmiş ve
bu daha uygundur diyerek şunları eklemiştir: Bu görüşü kabul edenler üstün,
onların senetleri daha sahihtir. Cüveybir ise bu görüşün naklini yapan senetlerde
yer alan ravilere denk bir ravi değildir.
Her ne kadar el-Kisâî
ve el-Ferra, Arapların f yerine s harfini kullanmalarını gerekçe göstererek
birinci görüşü tercih etmiş iseler dahi durum böyledir. Çünkü bedel yapma
kıyas için ölçü değildir. Diğer taraftan böyle bir söyleyiş Arap dilinde de pek
fazla değildir. İbn Abbas ise "fum" hakkında kendisine soru sorana
bunun buğday olduğunu belirtmek üzere Uhayha b. el-Culâh'ın şu beyitini
okumuştur:
"Ben fum (buğday)
ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş
İnsanlar arasında en
zengin kimse idim."
Ebû İshak ez-Zeccac
der ki: Buğday gıdanın temelini teşkil ettiği halde içinde buğdayın yer
almadığı bir grup yiyeceği nasıl olur da istemiş olabilirler?
el-Cevherî Ebû Nasr da
der ki: Fum buğday demektir. el-Ahfeş şu beyiti nakletmiştir:
"Öyle
zannediyordum ki ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş insanlar
arasında en zengin kimse idim." İbn Dureyd de fume'nin başak anlamına
geldiğini söylemiş ve şu beyiti nakletmiştir:
"Onların
gözcüleri elinde bir veya iki başak (füme)
Olduğu halde
geldiğinde dedi ki.."
Kimisi de fum'un
Şamlılar şivesinde nohut anlamına geldiğini söylemiştir. Bunun satıcısına da
fûmî'den bozma fâmî denilir. Çünkü Şamlılar bazan nisbetlerde değişiklik yaparlar.
Sühlî ve Duhrî dedikleri gibi. (tJ \j»y) tabirini de bize ekmek pişiriniz
anlamında kullanırlar. el-Ferra, bunun eski bir söyleyiş olduğunu ifade
etmiştir. Ata ve Katade de der ki, fırında pişirilen her taneye fûm denilir. [282]
Soğan,
sarmısak ve diğer baklagillerden hoş kokmayan şeyleri yemenin hükmü hakkında
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim adamlarının çoğunluğu, bu
hususta sabit olan hadislere dayanarak bunun mubah olduğu görüşündedir.
Cemaatle namaz kılmanın farz olduğunu kabul eden Zahirîlerden bir grup ise
bunun yasak olduğunu kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Farzı yerine getirmek
için gitmekten ve onu ifa etmekten alıkoyan herşeyin yapılması ve onunla
uğraşılması haramdır. Buna delil olarak da Rasulullah (s.a)'ın sarımsağı
"pis olmakla" nitelendirmesidir. Şanı yüce Allah ise Peygamberini
pis olan şeyleri haram kılmakla nitelendirmiştir.
Cumhurun (çoğunluğun)
lehine olan delillerden birisi de Hz. Câbir'den sabit olan şu rivayettir. Buna
göre Peygamber (s.a)'a büyükçe bir tabak içinde çeşitli baklagillerden birtakım
sebzeler getirildi. Bunların kokusunu alınca o tabakta bulunanların neler
olduğu ona bildirildi, bunun üzerine beraberinde bulunan ashabından birisi
için: "Bu onları fonlara) yaklaştırınız" dedi. (Hz. Peygamber) onun
yemekten hoşlanmadığını görünce: "Sen ye, dedi. Çünkü ben senin
kendisiyle konuşmadığın kimse ile konuşuyorum." Hadisi Müslim ve Ebû Davud
rivayet etmiştir.[283]
İşte bu, sarmısak gibi şeyleri yemenin Hz. Peygamber için özel bir hükmünün
bulunduğunu ve bunların başkası için mubah olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.
Yine Müslim'in Sahihinde Ebû Eyyub (r.a)'dan şu rivayet gelmiştir: Peygamber
(s.a) Ebû Ey-yub'un yanında misafir kalmıştı. Peygamber (s.a)'e içinde sarımsak
bulunan bir yemek yapmışlardı. Yemek geri gönderilince Peygamber (s.a)'ın
parmaklarının nerelere değdiğini sordu. Ona: Peygamber birşey yemedi,
denilince dehşete kapıldı ve Hz. Peygamber'in yanına çıkıp şöyle dedi: Yoksa o
haram mıdır? Peygamber (s.a): "Hayır, fakat ben ondan hoşlanmıyorum."
diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb şöyle der: Ben de senin
hoşlanmıdığın şeyden hoşlanmıyorum. (Ebû Eyyûb devamla) der ki: Peygamber
(s.a)'e (vahiy) gelirdi.[284]
İşte bu, sarmısağın
(ve benzerlerinin) haram olmadığına dair açık bir nas-tır. Yine Ebû Said
el-Hudrînin Peygamber (s.a)'dan Hayber'in fethedildiği günde sarmısak
yemeleriyle ilgili kaydettiği rivayeti de böyledir. (Hz. Peygamber bunun
üzerine şöyle demiş): "Ey insanlar, Allah'ın helal kıldığını benim haram
kılma yetkim yoktur. Fakat bu kokusundan hoşlanmadığım bir bitkidir."[285]
İşte bu hadis-i
şerifler konu ile ilgili yasak hükmünün Hz. Peygamber'e özel olduğunu
göstermektedir. Çünkü vahiy meleğiyle konuşmak özelliği ona ait idi. Şu kadar
var ki bizler, Hz. Cabir yoluyla gelen hadis-i şeriften Hz. Peygamber ile
başkası arasında bu hüküm açısından bir fark olmadığını öğreniyoruz. Çünkü
sözü geçen hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Her kim bu bakladan yani
sarımsaktan yerse -bir seferinde de: Her kim soğan, sarmısak ve pırasa yerse-
bizim mescidimize yaklaşmasın. Çünkü melekler de ademoğul-larının rahatsız
olduğu şeylerden rahatsız olurlar."[286]
Ömer b. el-Hattâb
(r.a) da uzunca bir hadiste şöyle demiştir: Sizler ey insanlar, ben pis
olduklarından başka bir özelliklerini görmediğim iki bitkiden yeyip
duruyorsunuz. Şu soğan ve sarımsağı kastediyorum. Ben Rasulullah (s.a)'ın
mescidde bir adamdan bunların kokusunu aldığı vakit Baki' denilen yere kadar
çıkartılmasını emrettiğini gördüm. Her kim bunlardan yiyecek olursa onları
pişirerek öldürsün (kokularını gidersin). Hadisi Müslim rivayet etmiştir.[287]
"Mercimek ve
soğan çıkarsın." Mercimeğin (ades) ne olduğu bilinmektedir.
"Adese" öldürücü dahi olabilen insan vücudunda çıkan bir çeşit sivilcedir.
"Ades" katırlar için de bir sesleniş biçimidir.
Şair der ki:
"Deh! Artık
Abbâd'm senin üzerinde bir otoritesi yok! Kurtuldun işte, Talik'i taşıyorsun
sırtında."
"Ads";
hızlıca koşmak ve çalışmak; "adese fil'ard": Yeryüzünde dolaştı
"Adese ileyhi": Ona doğru -geceleyin- yürüdü, demektir. el-Kumeyt der
ki:
"Karanlığın
dehşetinden onu koruyorum ve halâ gecenin kardeşiyim,
Bana gidip geliniyor
(ma'dus), ben de gidiyorum (adis)*
Şair geceleyin
kendisine gelindiğini anlatmak istiyor. Bu açıklamaları el-Cevheri yapmıştır.
Peygamber (s.a)'ın Hz.
Ali yoluyla gelen rivayette şöyle dediği nakledilmektedir: "Size mercimek
yemeyi tavsiye ediyorum. Çünkü o mübarek ve kutsaldır. O kalbi yumuşatır,
gözyaşını artırır. Sonuncuları Meryem oğlu İsa olan yetmiş peygamber onun
mübarek olması için dua etmiştir.[288] Bu
hadisi es-Sa'lebî ve başkaları zikretmiştir.
Ömer b. Abdülaziz de bir
gün zeytinyağı ile ekmek, bir gün et ile ekmek, bir gün de mercimek ile ekmek
yermiş. el-Halimî der ki: Mercimek ile zeytinyağı salihlerin yedikleridir. Eğer
İbrahim (a.s)'ın beldesinde verdiği her ziyafette mutlaka mercimek bulunması
gibi bir fazilet dışında başka bir üstünlüğü bulunmasaydı, bu dahi onun
fazileti için yeterli idi. Mercimek vücuda hafiflik verir, böylelikle vücudun
ibadete karşı bir hafifliği olur. Şehvet ve arzudan olduğu gibi mercimekten
dolayı harekete geçmez. Buğday da taneler cümlesindendir. Sahih kabul edilen
görüşe göre de (âyette geçen) fum buğdaydır. Arpa da ona yakındır. Medine
halkının yiyeceği idi. Tıpkı mercimeğin Hz. İbrahim'in kasabasının halkının
yiyeceği olduğu gibi. Dolayısıyla bu her iki tane iki peygamberden birisi
sebebiyle faziletli olmuş demektir.
Rivayet edildiğine
göre Peygamber (s.a)'ın ve aile halkının Medine'ye geldiği günden vefat ettiği
güne kadar arka arkaya buğday ekmeği ile karınlarını doyurmuş değildirler.[289]
"Dedi ki: Daha
hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?" Değiştirmek
(istibdal) birşeyi başka birşeyin yerine koymak demektir. Bedel de burdan
gelmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden yapılmış idi.
"Daha aşağı olan
(ednâ)" kelimesi ez-Zeccâc'a göre kıymet itibariyle az olan
"dünuv"dan gelmektedir. Ali b. Süleyman'a göre ise daha aşağılık anlamında
olan ve aşağılık olduğu açıkça belli olan "denî"den gelen hemzeli bir
kelimedir. Bu kelimenin, daha düşük anlamında olan dûn'dan alındığı da
söylenmiştir. Şâz kıraatlerde bu kelime hemzeli olarak "edneu"
şeklinde okunmuştur.
Ayet-i kerimenin
anlamı ise şudur: Sizler daha bayağı ve aşağılık olan bakla, acur, sarmısak,
mercimek ve soğanı daha hayırlı olan men ve selvaya mı değişir ve üstün
tutarsınız?
Men ve selvanın
onların talep ettikleri şeylerden üstün olmasını gerektiren yönlerin ne olduğu
hakkında beş ayrı görüş ortaya atılmıştır:
1- Baklagiller
men ve selvaya nisbetle ehemmiyetli olmadığından dolayı men ve selva daha
üstündür. Bu görüş ez-Zeccâc'a aittir.
2- Men ve
selva, yüce Allah'ın kendilerine lütfedip verdiği ve yemelerini emrettiği bir
yiyecek idi. Dolayısıyla Allah'ın emrini yerine getirmeye, ni'me-tini şükür ile
karşılamaya devam etmek, âhirette ecir sahibi olmaya bir vesiledir. Onların
istediklerinin ise bu özellikleri yoktur. O bakımdan o istekleri bunlardan
daha aşağı idi.
3- Şanı yüce
Allah'ın kendilerine lütfettiği, istedikleri şeylerden daha hoş ve daha
lezzetli olduğundan dolayı elbette ki bu bakımdan onların istedik-
leri daha aşağılık idi.
4- Onlara
verilen, sıkıntı çekmeden, yorulmadan ihsan ediliyor idi. İstedikleri ise,
ancak ekerek, sürerek ve yorularak elde edilebilecek şeylerdi. O bakımdan
bunlar daha bayağı idi.
5- Onlara
indirilen Allah katından indirildiği için helal ve temiz olduğunda en ufak bir
şüphe yoktur. Tahıllar ve araziler ise, alışverişlere konu olur, gaspedilir,
şüphelere maruz kalırlar. O bakımdan istedikleri daha aşağılık şeylerdi.[290]
Bu âyet-i kerimede
güzel ve lezzetli şeyleri yemenin caiz olduğuna delil vardır. Peygamber (s.a)
da helva (tatlı şeyler) ve balı severdi. Tatlı ve soğuk su içerdi. Bu hususa
dair açıklamalar Maide[291] ve
Nahl sûrelerinde[292]
eksiksiz bir şekilde gelecektir. [293]
Yüce Allah'ın
"Öyle ise Mısır'a çekip gidin" buyruğundaki emir, onları aciz
bırakmak anlamını taşımaktadır. Çekip inmenin (hubût)un anlamı daha önceden
(36. ayette) geçmişti. Onları aciz bırakmak anlamına gelen bu buyruğun bir
diğer benzeri de: "De ki: Onlara, ister taş, ister demir olunuz.."
(el-İsra, 17/50) buyruğudur. Çünkü İsrailoğullanna bu emir verildiğinde Tîh'te
idiler. Böyle bir emir de onlar için cezadır. Onlara istediklerinin verildiği
de söylenmiştir.
Cumhur
"Mısran" kelimesini nekire ve tenvinli olarak okumuştur. Mushaf'taki
hattı (yazılışı) da böyledir. Mücahid ve başkaları ise şöyle demiştir: Bu kelimeyi
munsarıf (yani tenvin ve esre alabilecek türden bir kelime) kabul eden muayyen
olmayan şehirlerden herhangi bir şehri kastetmiş olur. İk-rime ise İbn
Abbas'tan yüce Allah'ın: "Öyle ise Mısır'a çekip gidin" buyruğu
hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şu şehirlerden bir şehre gidin
demektir. Yine bu kelimeyi munsarıf kabul edenlerden bir kesim şöyle demiştir:
Bu buyrukla bizzat Firavun'un Mısır'ı kastedilmiştir.
Birinci görüşü kabul
edenler, Kur'an-ı Kerim'in onlara kasabaya girmeleri emrini vermesinin
zahirinin bunu gerektirdiğini delil gösterirler. Ayrıca onların Tîh'de sonra
Şam (Suriye) bölgesinde yerleştiklerine dair birbirini güçlendiren rivayetleri
de delil gösterirler. Öbür görüşü savunanlar; Kur'an-ı Ke-rim'de yer alan yüce
Allah'ın, İsrailoğullarını Firavun hanedanının ve onların geriye
bıraktıklarının mirasçısı kılan buyruklarını delil gösterirler ve bu kelimenin
munsarif olmasını da caiz kabul ederler. el-Ahfeş ve el-Kisaî, bu kelime hafif
olduğundan ve Hind ve Da'd gibi kelimelere benzediğinden dolayı munsarif
olması caizdir, demişler ve şu beyiti delil göstermişlerdir:
"örtüsünün sarkan
kısmına bürünüp örtünmedi Da'd.
Ve Da'd sütün
sağıldığı deri kâselerle süt içmedi."
Şair burada her iki
söylenişi (munsarif olan ve olmayanı) bir arada kullanmıştır. Sibeveyh,
el-Halil ile el-Ferrâ, bunu kabul etmezler. Çünkü bir ka- dına Zeyd adı
verilirse bu munsarif olmaz.
el-Ahfeş'ten başkaları
da şöyle demiştir: Bunlar bu kelime ile mekanı kastettiklerinden dolayı onu
munsanf kabul etmişlerdir.
el-Hasen, Ebân b.
Tağlib ve Talha ise munsarif kabul etmeyerek "mısra" diye -tenvinsiz-
okumuşlardır. Ubey b. Ka'b'ın Mushafı ile İbn Mes'ud'un kıraatinde de bu
kelime böyledir. Bunlar bunun Firavun'un Mısn olduğunu söylemişlerdir. Eşheb
der ki: Malik bana şöyle dedi: O benim görüşüme göre Fi-ravn'ın kaldığı yer
olan senin şehrin Mısırdır. Bunu İbn Atiyye kaydetmiştir.
Mısır kelimesinin
sözlükteki asıl anlamı sınırdır. "Evin mısn" denildiği zaman
sınırları kastedilir. İbn Fâris der ki: Denildiğine göre Hecerliler, aralarındaki
şartnamelerde şöyle yazarlar: "Filan kişi şu evi mısırlarıyla (yani sınırlarıyla)
satın aldı." Adiy de şöyle demiştir:
"Ve güneşi hiçbir
kapalılığı bulunmayan bir mısır (sınır) kılan Gündüz ile gece arasında onlar
birbirlerinden ayrılmışlardır." "İstediğiniz şeyler sizin olacaktır.
Onlara zillet ve meskenet vuruldu." Zillet ve meskenete mahkûm edildiler
ve bunlarla haklarında hüküm verildi. Bu kelime "çadırların
vurulması" deyiminden alınmıştır. el-Ferazdak da Cerir hakkında şöyle
demektedir:
"Örümcek, senin
üzerine vurdu ağlarını
Ve Allah'tan indirilen
Kitap senin aleyhine bununla hüküm verdi."
"Hakim, eli vurdu
(yakaladı)" deyimi de buna mecbur etti, zorunda bıraktı, demektir.
Zillet ise, aşağılık ve
küçüklük, meskenet de fakirlik demektir.
Zengin olsa dahi
fakirlik kılığından, fakirliğin verdiği horluk ve hakirlik-ten uzak hiçbir
yahudi bulamazsınız.
Sözü geçen zilletin
el-Hasen ve Katade'den gelen rivayete göre cizye yükümlülüğünü koymak olduğu da
söylenmiştir.
Meskenet ise boyun
eğmek anlamındadır ki bu da "sükûn"dan alınmadır. Yani fakirlik
dolayısıyla hareket ve kıpırdanışı az kalmış demektir. Bu, ez-Zeccac'ın
açıklamasıdır. Ebu Ubeyde de der ki: Zillet, küçüklük demektir; meskenet ise
(fakir anlamına gelen) miskinin masdandır.
ed-Dahhak b. Muzâhin,
İbn Abbas'tan: "Onlara zillet ve meskenet vuruldu" buyruğunu şu
şekilde açıkladığını rivayet etmektedir: Onlar cizye veren kimselerdir.
"Allah'tan gelen
bir gazaba uğratıldılar"; yani böyle bir gazaba döndüler, ona mahkûm
edildiler. Bu ("uğratıldılar" anlamındaki) kelime, Peygam-ber
Efendimizin dua ve niyazında Senin üzerimdeki ni'me-tini itiraf ediyor ve
nefsimi de buna mecbur tutuyorum"[294]
duasında da aynı anlamda kullanılmıştır. Bu kelimenin sözlükteki asıl anlamı
dönüştür. Ev anlamına gelen "mebâe" de bu köktendir. el-Bevâ', kısasa
dönmek demektir. "Onlar bu işte bevâ'dırlar" ise eşittirler
anlamındadır. Yani bu hususta aynı anlamı ifade ederler, demektir. Şair der
ki:
"Hükümdarlar
bizim yakamızı bırakmaz ve mahremlerimize dil uzatmaktan
sakınmazlar mı?
Ve kana kan ile
dönmemek yolunu seçmezler mi?" Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Onlar talan
malları ve esirler ile geri döndüler
Bizler ise zincire
vurulmuş hükümdarlarla geri döndük."
"Gazap"
kelimesinin anlamına dair açıklamalar ise Fatiha sûresinde yapılmıştır. [295]
"Bu onların
Allah'ın âyetlerini" yani onun kitabını, İsa, Yahya, Zekeriy-ya ve
Muhammed (aleyhimusselam) gibi peygamberlerinin mucizelerini "inkâr
etmelerinden" yalanlamalanndan "ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden
dolayı oldu."
el-Hasen'den
Öldürüyorlardı" anlamındaki kelimeyi ( şeklinde okuduğuna dair rivayet
gelmiştir. Yine ondan, çoğunluk gibi birinci şekilde okuduğuna dair rivayet de
yapılmıştır. Nafi' ise peygamberler" kelimesini kelimesinin Kur'an'ın tümünde belirtilen şu
iki yer dışında ilk sekilinde okumuştur. Bu iki yerden birisi Ahzab sûresinde
yer alan: Ve nefsini Peygambere bağışlayan mü'min kadını..." (el-Ahzab,
33/50); buyruğu, diğeri ise Peygamberin evlerine.... girmeyin"
(el-Alızab, 33/53) buyruğudur. Burada bu kelimeyi medsiz ve hemzesiz olarak
okumuştur. Bu iki yerde hemzeli okunma-yışının sebebi ise esreli iki hemzenin
bir arada olmasıdır. Ancak diğer okuyucular bütün bu yerlerde hemzeli
okumamışlardır. Bu kelimeyi hemzeli okuyan kimseler bunu haber vermek anlamına
gelen (tjl)den alırlar. Bunun ismi faili ise (haber verici anlamına): şeklinde
gelir.^kelimesinin çoğulu şeklinde olur. "Nebi" kelimesinin
"nübeâ1" şeklinde kullanıldığı da olmuştur. el-Abbas b. Mirdas
es-Sülemî Peygamber (s.a)'ı överken şöyle demektedir:
"Ey
peygamberlerin sonuncusu, şüphesiz ki sen hak ile gönderilmişsin
Doğru yola ileten
bütün hidayet senin hidayetindir."
İşte hemzeli okuyuşun
anlamı budur.
Hemzesiz okuyuşu kabul
edenlerin ise farklı açıklamaları vardır. Kimisi bu kelimeyi (nebi kelimesini)
hemzeli şeklinin türetildiği gibi türetir, sonra hemzeyi kolay okunmasını
sağlar, kimisi bu kelimenin açığa çıkmak anlamına gelenden türediğini kabul
eder. Buna göre nübüvvetten türeyen nebi yükselmek anlamındadır. Çünkü
Peygamberin makamı yüce ve yüksektir. Yine hemzesiz olarak "nebi" yol
demektir. Rasule nebi deniliş sebebi yolda olduğu gibi onun vasıtasıyla
insanlann yollarını bulmasıdır. Şair der ki:
"Kâsib dağındaki
nebinin (yolun) yerine
Çakılın kırıntıları
gibi ufalmış olur."
Peygamberler bizim
için yeryüzündeki yolları andırırlar. Adamın birisini Peygamber (s.a)'a:
-Hemzeli olarak- Selam sana ey Allah'ın Nebi'i diye selam vermiş, buna karşılık
Peygamber (s.a) da şöyle cevap vermiş: Ben Allah'ın nebi'i değilim, ben
Allah'ın nebisiyim diye hemzesiz olarak cevap vermiş. Ebu Ali der ki: Bu
hadisin senedi zayıf görülmüştür. Ancak bunun senedini takviye eden
hususlardan birisi de onu öven şairin (yukarıda geçen): "Ey Nü-beâ'ın
sonuncusu.." şeklindeki beyitidir. Hz. Peygamber'in bunu reddettiğine
dair bir rivayet de yoktur. [296]
"Ve haksız yere
peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu" buyruğu da onların işledikleri
günahın ne kadar büyük olduğunu ifade etmek içindir.
"Bu,
peygamberlerin bazen hak ile öldürülebileceklerinin delilidir. Halbuki
peygamberler kendisi sebebiyle öldürülebilecekleri herhangi bir iş yapmaktan
yana korunmuş masum kimselerdir" denilecek olursa şu cevap verilir: Durum
anladığınız gibi değildir. Bu ifade (yani "haksız yere" tabiri)
onların öldürülme şekillerinin sıfatı durumundadır. Yani onlar zulmen öldürülmüşlerdir,
haklı olarak öldürülmemişlerdir. Bu ifade ile onların yaptıkları işin ne kadar
büyük çapta çirkin olduğu gösterilmektedir. Bilindiği gibi hak ile hiçbir
peygamber öldürülmez. Fakat o hak üzere olduğu halde öldürülür. İşte
"haksız yere" buyruğu işlenen günahın ne kadar çirkin ve açık olduğunu
ortaya koymaktadır. Ve hiçbir peygamber öldürülmesini gerektirecek bir iş asla
yapmaz.
"Kâfirlerin
peygamberleri öldürmelerine imkân vermesi nasıl olabilir?" denilecek
olursa, şu cevap verilir. Bu peygamberler için bir şereftir ve mevkilerini
yüceltmek için bir araçtır. Mü'minlerden Allah yolunda öldürülenlerin durumunda
olduğu gibi. Bu onları yardımsız bırakmak değildir. İbn Abbas ve el-Hasen der
ki: Peygamberler arasından öldürülmüş hiçbir peygambere savaşma emri verilmiş
değildir. Çünkü kendisine savaşma emri verilmiş her bir peygamber mutlaka
muzaffer olmuştur. [297]
"Bu, onların
İsyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu."
el-Ahfeş der ki: Yani
isyan ettiklerinden dolayı bu oldu. İsyan ise itaatin zıd-dıdır. Taşkınlık
(i'tidâ) ise her hususta haddi aşmak demektir. Zulüm ve ma-siyetler hakkında
kullanılır.
62. Şüphe yok ki iman
edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sâbi-îlerden Allah'a ve âhiret gününe
inanan ve salih amel işleyenlerin ecirleri, elbette Rableri katındadır. Onlar
için korku yoktur, onlar üzülmezler de.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [298]
"Şüphe yok ki
iman edenler" yani Muhammed (s.a)'ı tasdik edenler. Süf-yan der ki: Kasıt
münafıklardır. Şöyle buyurmuş gibidir: Dış görünüşlerinde iman eden kimseler...
îşte bundan dolayı onları yahudi, hıristiyan ve sabiîler-le birlikte sözkonusu
etmiş, daha sonra bütün bunlar arasından Allah'a ve ahi-ret gününe gerçekten
iman edenlerin hükmünü beyan etmiştir. [299]
"Yahudiler";
yani yahudi olanlar. Hz.Ya'kub'un en büyük oğlu olan Ye-hûza'ya nisbet
edilirler. Araplar buradaki zel harfini dâl harfine dönüştürmüşlerdir. Çünkü
arapça olmayan bir kelime arapçalaştırıldığı vakit asıl söyleyişinde
değişiklikler meydana gelir. Bir diğer görüşe göre onlara bu ismin veriliş
sebebi, buzağıya tapmaktan dolayı tevbe etmeleridir. Çünkü "hâde"
tev-be etti, "hâid" de tevbe eden demektir. Şair der ki:
"Ben sevgisinden
hâid (tevbe eden) bir kimseyim."
Kur'an-ı Kerim'de de:
buyruğu: "Şüphesiz biz sana tevbe edip durduk" (el-A'raf, 7/156)
demektir.
İbnu'l-Arafe der ki:
buyruğu: "Senin emrini huzur ve sükûn ile kabul ettik" anlamındadır.
Çünkü "hevâde" sükûnet ve anlaşmazlıkları bırakmak anlamındadır.
İşte yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki iman edenler, ya-hudiler..."
buyruğu da bu türdendir.
Ebu's-Semmâl, dâl
harfini üstünlü olarak şeklinde okumuştur. [300]
"Hıristiyanlar"
anlamına gelen "nasârâ" kelimesi çoğuldur. Bunun tekili ise
"nasranrdir. Ya'sız olarak "nasrân" şeklinde olduğu da
söylenmiştir. Si-beveyh'in görüşü budur. Dişisi "nasrâne" şeklinde
gelir. "Nedmân ve nedmâ-ne (pişman)" kelimeleri gibi. Bu kelime
nekire olup "elif-lâm" ile ma'rife yapılır. Şair der ki:
"(O dişi deve
sudan) tıpkı fish bayramından önce hris.tiyanlara şakilik eden birisinin
kendisine helâl olmayan şeylerden imtina etmesi gibi imtina etti."
Görüldüğü gibi burada şair "nasarâ" kelimesini nekire olan bir kelime
ile vasfetmiştir.
el-Halil der ki:
Nasârâ kelimesinin tekili "nasrî"dir. "Mehâra"nın tekilinin
"mehrî"
oluşu gibidir. Sibeveh, bu kelimenin çoğul şekli ile ilgili görüşüne
şu beyitleri tanık
olarak göstermektedir:
"Akşam oldu mu
onu (Allah'a) ibadete yönelmiş görürsün Kuşluk vaktinde ise o, başkaldıran bir
nasranî oluverir." Diğer beyit de şöyledir:
"Onların
(develelerin) her ikisi de (yorgunluktan) yıkılıp eğdi başını Tıpkı (duasında)
bir tarafa meyletmeyen hristiyanın başım önüne eğmesi gibi." Şu kadar var
ki "nasrân" ve "nasrâne "kelimeleri ancak nisbet ya'sı ile
birlikte kullanılır. Çünkü araplar: "Nasranî bir adam ve nasranîye bir
kadın" diye kullanırlar. "Nassara" ise nasranî yapmak demektir.
Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: sonra anne ve babası onu yahu-di veya
nasranî yapar."[301]
Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bu ümmetten (dine davet ettiğim
kıyamete kadar gelecek bütün insanlardan) olup da yahudi veya nasranî olsun
beni işitir sonra da benimle gönderilene iman etmezse mutlaka
cehennemliklerdendir."[302]
Bir diğer görüşe göre
hıristiyanlara "nasârâ" deniliş sebebi "nâsira" adındaki
bir kasaba dolayısıyladır. İsa (a.s) burada konaklar ve o bakımdan oraya nisbet
edilerek "İsa en-Nâsirî" denilmişti. Ona iman edenler de Hz. İsa'ya
nisbet edilince "Nasârâ" denildi. Bu açıklamayı İbn Abbas ve Katade
yapmıştır.
el-Cevherî de der ki:
Nasrân Şam (Suriye)'deki bir kasabanın adı olup hı-ristiyanlar (nasârâ) ona
nisbet edilir. Bu kasabanın adının "nasıra" olduğu da söylenir.
Onlara bu ismin veriliş sebebinin birbirlerine nusret etmeleri (yardımcı
olmaları) olduğu da söylenmiştir. Şair (bu kelimeyi bu anlamda kullanarak) der
ki:
"Biribirlerine
yardım eden Nebatileri görünce
Elbisemi sıvadım
dizlerimin üzerine
Ve hiristiyanlara
karşı himaye ettim onları."
Bir diğer görüşe göre
onlara bu adın verilişi: "Allah yolunda benim yardımcılarım (ensânm) kim
olacak, demiş, havariler de Allah'ın yardımcıları (ensarı) biziz demişlerdi. *
(Ali İmran, 3/52) buyruğu(nda da ifade edilen husus) sebebiyledir. [303]
"Sâbiîn"
kelimesinin çoğuludur çoğulu olduğu da söylenmiştir. O bakımdan bu kelimenin
hemzeli okunup okunmayacağı hususunda farklı kıraatler vardır. Nâfi' dışında
kalan çoğunluk, hemzeli okumuştur. Hemzeli okuyan kimseler bu kelimenin
Yıldızlar doğdu, görüldü'den geldiğini kabul ederler. Yine çocuğun dişi çıkıp
göründüğü zaman da aynı kökten gelen
tabiri kullanılır. Hemzesiz okuyanlar ise bunu meyletmek anlamını ifade
eden 'den türetirler. Buna göre sözlükte "sabi" bir dinden çıkıp bir
başka dine giren ve meyleden kişi anlamındadır. Bundan dolayı Araplar İslâm'a
giren kimse için "sâbiî oldu" derlerdi. Buna göre Sabitler kitap ehli
dininden çıkmış olan kimselerin adıdır. [304]
Yahudi ve
hıristiyanların kitap ehli olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kitap ehli
olduklarından dolayı kadınları ile evlenmek ve yemeklerini yemek caizdir.
İleride buna dair açıklamalar Maide sûresinde[305]
gelecektir. Yine onlara cizye vergisini koymak da -inşaallah ileride -Tevbe
sûresinde[306] gelecektir. Şu kadar
var ki sabitler hakkında görüş ayrılığı vardır. es-Süddî der ki: Onlar kitap
ehlinden bir fırkadır. İshak b. Raheveyh de bu görüştedir. İb-nu'1-Münzir der
ki: İshak dedi ki: Sabitlerin kestiklerini yemekte bir mahzur yoktur. Çünkü
onlar da kitap ehlinden bir taifedirler. Ebu Hanife der ki: Onların
kestiklerinden yemekte, kadınlarıyla evlenmekte bir beis yoktur.[307]
el-Halil der ki: Sabitler dinleri hıristiyanlara benzeyen bir topluluktur. Şu
kadar var ki onların kıblesi güney rüzgarının estiği tarafa doğrudur. Bunlar
kendilerinin Nuh (a.s)'ın dini üzere olduklarını iddia ederler.
Mücahid, Hasan ve İbn
Ebi Necih de der ki: Bunlar dinleri yahudilik ve Mecusilikten meydana gelmiş
bir topluluktur, kestikleri yenmez. İbn Abbas da aynca kadınlanyla da
evlenilmez demektedir. Yine el-Hasen ve Katade şöyle demiştir: Bunlar meleklere
tapan, kıbleye doğru namaz kılan, Zebur'u okuyan ve beş vakit namaz kılan
kimselerdir. Ziyad b. Ebu Süfyan bunları görmüş ve onların meleklere
taptıklarını öğrenince üzerlerinden cizyeyi kaldırmak istemiştir.
İlim adamlarımızın
anlattıklarına göre, görüşlerinin hülasası şudur: Bunlar muvahhid
kimselerdirler, bununla birlikte yıldızların etkisine ve faal olduklarına
inanırlar. Bundan dolayı Ebu Said el-İstahrî haklarında soru soran, el-Kadir
Billah'a kâfir olduklarına dair fetva vermiş bulunmaktadır. [308]
"Allah'a ve
ahiret gününe İnanan"; yani tasdik eden "ve Salih amel işleyenlerin
ecirleri elbette Rableri katındadır." Bu buyrukta yer alan "inanan"
tabiri daha önce geçen "iman edenler" tabirinden bedeldir.[309]
"İman edenler... yani Allah'a ve ahiret gününe inanan., lann...ecirleri
elbette Rableri katındadır." anlamına gelmektedir.
"Ecirleri elbette
Rableri katındadır" buyruğu "Şüphe yok ki..."nin haberi
konumunda mübtedâ ve haberdir" en
..."in mübtedâ konumunda merfû' ve şart anlamında olması uygundur.
"İman eden..." anlamındaki buyruk şart olarak cezm mahallinde,
ecirleri...dır" buyruğundaki "fâ" şartın cevabı, diğer kelimeler
isein haberidir. Cümle bütünüyle ise"
şüphe yok ki..." edatının haberidir. "ler..." ism-i
mevsûlunun aidi ise hazfedilmiş olup onlar arasından Allah'a....
inananlar" takdirindedir.
Peygamberlere,
kitaplara ve öldükten sonra dirilişe iman ise Allah'a ve ahiret gününe imanın
kapsamı içerisinde yer alır. [310]
İnanan anlamını veren
buyruğu çoğul olmayıp tekil bir lafız olduğu halde "ecirleri"
anlamına gelen (jL»J»-l) buyruğunda zamirin niçin çoğul geldiği sorulabilir.
Halbuki "ecri" denilmiş olsaydı da uygun olurdu. Buna cevap şudur:
kelimesi tekil, çoğul ve tesniye hakkında kullanılır. Dolayısıyla buna gidecek
olan zamirin tekil, çoğul ve tesniye olması da mümkündür. Mesela yüce Allah,
aynı edatı kullandığı şu buyruğunda şöyle buyurmaktadır: "Onlardan sana
kulak veren kimseler de vardır." (Yunus, 10/42) Bu buyrukta bu edat anlamı
göz önünde bulundurularak ona ait çoğul zamiri kullanılmıştır. Bir başka yerde
de lafız göz önünde bulundurularak ona giden zamir tekil kullanılmış ve şöyle
buyurulmuştur: "Onlardan sana kulak veren de vardır" (el-En'am, 6/25)
Şairin şu beyitinde (bu edata, mana göz önünde bulundurularak) çoğul zamir
gitmiştir:
"Selma'yı
ziyarete gidip onu görürseniz
Ona deyin ki: Geride
kalan o kimselere sen de geri dön."
el-Ferezdak da (bu
edata tesniye zamiri göndererek) şöyle demiştir:
"Gel bana hainlik
etmemek üzere söz verdiysen eğer;
Seninle birlikte biz
arkadaşlık eden iki kişi gibi olalım ey kurt!."
Burada şair, zamiri;
manayı gözönünde bulundurarak göndermede bulunmuştur. Eğer lafzı gözönünde
bulundurarak zamir gönderselerdi (ikinci beyitte) arkadaşlık eden (bir kişi)
şeklinde, birincisinde de "geriye kalan" demeli idiler.
Yüce Allah da:
"Kim Allah'a ve rasulüne itaat ederse onu.. cennetlere koyar."
(en-Nisa, 4/13) buyruğunda ise lafzı nazarı itibara almıştır. Daha sonra ise
(aynı ayet-i kerimede) "ebedî kalıcılar olarak" diye buyurarak manayı
gözönünde bulundurmuştur. Eğer lafzı nazarı itibare almış olsaydı "onda
ebedî kalıcı olarak" demesi gerekirdi. Eğer bu dan sonra gelen kelimeler
lafza göre cereyan edecek olur ise, bununla bu ayet-i kerimede de olduğu gibi,
manaya muhalefet etmek caiz olur. Eğer ondan sonrasında mana göz önünde
bulundurulacak olursa ondan sonra gelenin lafza muhalefet etmesi caiz olmaz.
Çünkü o takdirde ifadelerde karışıklık olur.
"Onlar için korku
yoktur, onlar üzülmezler de." buyruğuna dair açıklamalar ise daha önceden[311]
yapılmıştır. Allah'a hamdolsun. [312]
İbn Abbas'tan yüce
Allah'ın: "Şüphe yok ki iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar..."
ayetinin yüce Allah'ın: "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa asla ondan
kabul olunmaz." (Al-i İmran, 3/85) ayeti ile neshedildiğine dair bir
rivayet gelmiştir. Başkaları ise bu ayet-i kerime neshedilmiş değildir. Bu,
Peygamber (s.a)'a iman edip de imanında sebat gösteren kimseler hakkındadır,
demişlerdir. [313]
63- Hani sizden
sapasağlam söz almış, Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık. "Size verdiğimizi
kuvvetle alın ve içindekileri hatırlayın, olur ki sakınırsınız."
64. Siz bundan sonra
yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı muhakkak
zarara uğrayanlardan olurdunuz.
"Hani sizden
sapasağlam söz almış, Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık."
Bu âyet-i kerime
ileride gelecek olan: "Biz, bir zaman dağı üzerlerine bir gölgelikmiş gibi
kaldırmıştık." (el-A'raf, 7/171) buyruğunu açıklamaktadır. Ebû Ubeyde der
ki: Anlamı şudur: Biz dağı yerinden oynatmış ve yerinden koparmış idik.
Yerinden kopartıp attığın herşey hakkında: "
: onu koparıp
attım" tabiri kullanılır. Bunun, onu kaldırdık, anlamına geldiği de söylenmiştir.
İbnu'l-Arabî der ki: Kaldıran, yayan ve açıp ayıran, söken anlamında
"nâtik" kelimesi kullanılır. Çokça doğuran kadın hakkında da
"nâtik ve min-tak" tabiri kullanılır. el-Kutebî der ki: Bu tabir
içindeki tereyağı çıkartılınca-ya kadar kırbanın, tulumun vs. silkelenmesini ifade
etmek üzere kullanılan tabirinden alınmıştır. Yüce Allah'ın: "Biz, bir
zaman dağı üzerlerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip ayırmıştık."
(el-A'râf, 7/171) buyruğunda onu kökünden koparmıştık, anlamı vardır.
Tör"un mahiyeti
hakkında farklı görüşler vardır. Tür, yüce Allah'ın Mûsâ (a.s) ile üzerinde
konuştuğu ve üzerinde Tevrat'ın Hz. Musa'ya indirildiği dağdır, başkası
değildir. Bunu İbn Cüreyc, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. ed-Dahhak'ın da İbn
Abbas'tan rivayetine göre Tûr, üzerinde bitkilerin yeşerdiği dağın adıdır.
Bitki yeşermeyen dağa "tûr" denmez. Mücahid ve Katade ise her türlü
dağın adı olabilir, demişlerdir. Şu kadar var ki Mücahid: Tûr, Süryanice her
türlü dağa verilen isimdir. Ebu'l-Âliye de bu görüşü kabul etmiştir. Kur'an-ı
Kerim'de Arap olmayan kimselerin dilinden alınıp arapçalaştırılmak-sızın
bağımsız tek lafızların bulunup bulunmadığına dair açıklamalar bu eserin
mukaddimesinde yapılmış bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.
el-Bekrî'nin iddiasına
göre ise bu dağa Hz. İsmail'in oğlu Tûr'un adı verilmiştir. Doğrusunu en iyi
bilen yüce Allah'tır. [314]
Mûsâ (a.s), Allah'tan
aldığı ve üzerinde Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları, İsrailoğullarına
getirince onlara: "Bu Tevrat'ı alınız ve onda yazılı olan emirlere
uyunuz" dedi. Onlar, hayır Allah seninle nasıl konuştu ise bizimle de konuşmadıkça
yapmayız, dediler. Bundan ötürü baygın düştüler, sonra da diriltildiler. Hz.
Mûsâ yine onlara, bu Tevrat'ı alınız dediyse de onlar yine: Hayır, dediler. Bu
sefer yüce Allah meleklere emrederek onlar da eni boyu bir fersah olan Filistin
dağlarından bir dağı kopardılar. Bu dağ, onların tepelerinde bir gölge gibi
tutuldu. Arkalarından da bir deniz, önlerinden yüzlerine doğru ise bir ateş
getirildi, onlara: "Bu Tevrat'ı alınız, hükümlerine uyunuz ve onun
hükümlerini zayi etmemek üzere sizden söz alıyoruz. Ya bunu kabul edersiniz
veya dağ üzerinize düşecektir" denilince yüce Allah'a tevbe ile secdeye
kapandılar ve bu söz ile Tevrat'ı aldılar.
Taberi, kimi ilim
adamlarından naklederek şöyle demiştir: Eğer ilk emir ile birlikte Tevrat'ı
almış olsalardı onlardan bu konuda herhangi bir söz alınmazdı. Onlar yanlan
üzere secdeye kapandılar, çünkü korkuları dolayısıyla dağa doğru bakıyorlardı.
Allah onlara merhamet buyuranca şöyle dediler: Şanı yüce Allah'ın kabul
buyurduğu ve/kendisi sayesinde kullarına merhamet ettiği secdeden daha
faziletli bir başka secde şekli olamaz. O bakımdan tek yanları üzerine secde
etmelerini sürdürdüler.
İbn Atiyye der ki:
Başka hiçbir görüşün sahih olamayacağı konu ile ilgili sahih biricik görüş
şudur: Şanı yüce Allah, secde ettikleri vakit kalplerinde imanı yarattı. Yoksa
onların kalplerinden huzur ve mutmainlik olmaksızın zor ve baskı altında
kalarak iman etmiş değillerdir.
Biz de onlara
"size verdiğimizi kuvvetle" tam bir cehd ve gayret ile "alınız"
demiştik. Burada "demiştik" ifadesi hazfedilmiştir. Bu açıklamayı İbn
Ab-bas, Katade ve es-Süddî yapmıştır. "Kuvvetle alınız" buyruğunun,
ihlash bir niyetle alınız, anlamına geldiği de söylenmiştir. Mücahid der ki:
Burada sözü geçen "kuvvetle almak" onda yer alan hükümler gereğince
amel etmek demektir. Bir başka görüşe göre ise kuvvetle almak onu çokça okuyup
öğrenmekle olur. "Ve içindekileri hatırlayın" emirlerini,
tehditlerini iyice düşünün, belleyin, onu asla unutmayın, zayi etmeyin. [315]
İşte kitapların
indirilmesinden gözetilen maksat budur: Dil ile onları okuyup tertil etmek
değil, onların gereğince amel etmektir. Çünkü sadece dil ile okuyup tertil
etmek, eş-Şa'bî ve İbn Uyeyne'nin de belirttikleri gibi, o kitabı bir kenara
atmak demektir. Yüce Allah'ın: "Kitap verilenlerden bir fırka.. Allah'ın
Kitabını arkalarına attılar" (el-Bakara, 2/101) buyruğunu açıklarken onların
bu konuda söyledikleri de gelecektir. Nesaî'nin Ebû Sa-id el-Hudrî'den
kaydettiği rivayete göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar
arasında en kötü kimse, Kur'an-ı Kerim'i okuyup da onun hiçbir yasağından
çekinmeyen fasık bir kimsedir."[316]
Böylelikle Peygamber
(s.a) de maksadın -açıkladığımız gibi- amel etmek olduğunu beyan buyurmuştur.
İmam Malik der ki: Bazen hiçbir hayır bulunmayan bir kimse de Kur'an'ı okuyor
olabilir. Buna göre bizden öncekilerin yerine getirmekle yükümlü oldukları
hususlar ve onlardan alınmış olan sözler bizim için de bir yükümlülüktür,
bizim için de bir görevdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve
Rabbinizden size indirilenin en güzeline tabi olun." (ez-Zumer, 39/55)
Yüce Allah, bizlere Kitabına uymayı, onun gereğince amel etmeyi emretmiştir.
Fakat yahudiler ve hıristiyanlar bunu ter-kettiği gibi biz de bunu terkettik.
Geriye hiçbir fayda vermeyen kitapların şekilleri ve mushaflar kaldı. Çünkü
cahillik üstünlük sağlamış, başkanlık talebi, hevalara uymak öne geçmiştir.vTirmizi'nin
Cübeyr b. Nufeyr'den rivayetine göre Ebû'd-Derdâ şöyle demiştir: Peygamber
(s.a) ile birlikte idik. Gözünü semaya doğru kaldırıp baktı, sonra şöyle
buyurdu: "Bunlar öyle anlardır ki bunlarda ilim insanlardan farkında
olmadan çekip alınır ve nihayet hiçbir şeye güç yetiremezler." Ensar'dan
olan Ziyad b. Lebid: Kur'an'ı okuyup öğrendikten sonra bizden nasıl farkında
olmadan alınabilir? dedi. Allah'a yemin ederim, hem biz onu okuyacağız, hem
kadınlarımıza ve çocuklarımıza okutup öğreteceğiz. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Anan seni kaybedesi-ce ey Ziyad! Ben de seni Medine'nin fakihlerinden
birisi sayıyordum. İşte ya-hudilerle hıristiyanların elinde bulunan Tevrat ve
İncil. Onlara faydası ne?" dedi ve hadisin geri kalan kısmını zikretti.
İleride de gelecektir. Bu hadisi Nesaî de yine Cübeyr b. Nufeyr'den, o Amr b.
Malik el-Eşcaî'den sahih bir rivayet yoluyla nakletmiş, Peygamber (s.a)'ın
Ziyad'a şöyle dediğini zikretmiştir: "Annen seni kaybedesice ey Ziyad,
işte Tevrat ve İncil yahudilerin ve hıristiyanların ellerinde bulunuyor."[317]
Muvatta'da ise
Abdullah b. Mes'ud'dan gelen rivayete göre Hz. Peygamber birisine şöyle demiş:
"Sen fukahası bol, kurrası (Kur'an'ı bilip okuyanı) az bir çağdasın. Bu
çağda Kur'an'ın sınırları korunmakta fakat harfleri kaybedilmektedir. İsteyeni
az verileni çok bir zamandır bu. (İnsanları) uzun uzun namaz kılarlar hutbeleri
kısa keserler. Bu zamanda nevalarından önce amellerini işlerler. Fakat
insanlar üzerinde pek yakında öyle bir zaman gelecektir ki fukahası az kurrası
çok olacaktır. Kur'an'ın harfleri gereği gibi muhafaza edilecek fakat
sınırları zayi edilecektir. İsteyeni çok, verileni az olacaktır. Hutbeyi uzun
okuyacak namazı kısa keseceklerdir. Amellerinden önce o zamanda nevalarına göre
iş yapacaklardır."[318]
İşte bunlar bizim
değindiğimiz hususa delalet eden birtakım naslardır. Yahya dedi ki: Ben İbn
Nafi'e: "Amellerinden önce hevâlarıyla başlayacaklardır" sözünün ne
anlama geldiğini sordum şöyle dedi: Yani nevalarına uyacaklar fakat kendilerine
farz kılınan ameli terkedeceklerdir.
"Olur ki
sakınırsınız" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (21. âyetin
sonunda) geçmiştir, tekrarlamaya gerek yoktur.
[319]
"Siz bundan
sonra" yani bu delilden sonra -ki o da sözün alınması ve dağın
kaldırılmasıdır- "yüzçevirdiniz." Yüzçevirmek (tevelli) aslında
birşeyden vücudu ile çevirilmek ve ona arkasını dönmektir. Daha sonra
emirlerden, dinlerden, inançlardan yüzçevirmek anlamında -kelimenin anlamı
genişletilerek ve mecaz olarak- kullanılmaya başlamıştır.
"Eğer üzerinizde
Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı"; yani şayet Allah'ın lütuf ve
rahmeti, yani onun lütfü ve size mühlet vermesi yetişmemiş olsaydı
"muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz." -
"Zarara uğramak
(hüsran)" noksanlık, eksiklik demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden
(27. âyetin sonlarında) yapılmıştır. Onun luîfonun tevbeyi kabul etmek,
rahmetinin de affetmek olduğu da söylenmiştir.
Lütuf (fadl):
Gerekenden fazlasını vermek demektir. İfdâl ise gerekmeyeni yapmak demektir.
İbn Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Fadl fazlalık ve hayırdır, ifdâl ise
ihsanda bulunmaktır. [320]
65. Gerçekten sizden
Cumartesi gönü haddi aşanları bilmişsiniz. Bunun üzerine onlara "hor ve
hakir maymunlar olun" demiştik.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde ele alacağız:
"Gerçekten sizden
Cumartesi günü haddi aşanları bilmişsinizdir." Yani onların muayyen olarak
kimler olduklarını tanımışsınızdır. Onlara dair hükümlerin ne olduğunu
bilmişsiniz, anlamında olduğu da söylenmiştir. İkisi arasındaki fark şudur:
Tanımak (marifet) ismi belli kişiye yöneliktir, bilmek (ilim) ise ismi belli
olanın hallerine yöneliktir. Mesela, Zeyd'i tanıdım, denildiğinde onun şahsı
kastedilir. Fakat, Zeyd'i bildim, denildiğinde onun üstünlük ve eksiklik gibi
hallerinin bilinmesi kast edilir. Kur'an-ı Kerim'de: "Ve bundan başka
sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız." (el-En-fal,
8/60) buyruğu tanımak anlamındadır. "Sizden Cumartesi günü haddi
aşanlar" kelimesinde yer alan haddi aşmak (i'tidâ)ya dair açıklamalar daha
önceden (61. âyetin sonunda) yapılmıştır. [321]
Nesaî'nin rivayetine
göre, Safvân b. Assâl şöyle demiştir: Bir yahudi arkadaşına: Haydi seninle şu
peygamberin yanına gidelim, demişti Arkadaşı da ona: Olur ki seni işitir, sen
onun hakkında: Peygamber deme. Çünkü onun dört tane gözü vardır... derken
Rasulullah (s.a) 'in yanına gidip "apaçık dokuz âyeften ona soru
sorarlar, Hz. Peygamber onlara şöyle der: "Allah'a hiçbir şeyi ortak
koşmayınız, hırsızlık yapmayınız, zina etmeyiniz, hak ile olması müstesna
Allah'ın haram kıldığı cam öldürmeyiniz, suçsuz bir kimseyi (suçlu diye)
yöneticiye teslim etmeyiniz, büyücülük yapmayınız, faiz yemeyiniz, iffetli
namuslu kadına iftirada bulunmayınız, savaş gününde geri dönüp kaçmayınız ve -
sizin için özel olarak ey yahudiler - Cumartesi günü haddi aşmayınız." Bunun
üzerine yahudiler elini ayaklarını öptüler ve: Şahitlik ederiz ki sen şüphesiz
bir peygambersin, dediler. Hz. Peygamber bu sefer: "Peki bana tabi
olmanızı engelleyen nedir?" diye sorar onlar: Dâvûd peygamber her zaman
için onun soyunda peygamberlerin gelip durmasıîçîn Allah'a dua etmişti. Bizler
ise sana tabi olduğumuz takdirde yahudilerin bizleri öldüreceğinden korkarız.
Hadisi Tirmizi de rivayet etmiş ve "hasen sahih bir hadistir"
demiştir.[322] Bu hadisin lafzı ileride
yüce Allah'ın izniyle İsra sûresinde[323]
gelecektir. [324]
"Cumarteside".
Cumartesi gününde "haddi aşanları bilmişsinizdir."
Cumartesi hükmü
hakkında haddi aşanları kastetmiş olma ihtimali de vardır. Birinci görüş
el-Hasen'in görüşü olup buna göre İsrailoğullan helal kabul ederek balıkları o
günde yakaladılar. Eşheb'in Malik'ten rivayetine göre o şöyle demiştir: İbn
Rûman'ın anlattığına göre onlardan bir kişi bir ip alır bu ipe kolay çözülür
bir düğüm atar ve bunu balığın kuyruğuna atardı. İpin öbür yanında ise bir kazık
bulunurdu. Bu şekilde ipini pazar gününe kadar bırakırdı. Daha sonra başkaları
da bu işi yapanın bir belaya uğramadığını görünce, aynı şeyi yapmaya
koyuldular. Nihayet balıkların avlanması işi çoğaldı ve pazarlara kadar
götürülür oldular. Fasıklar da Cumartesi günü açıktan açığa balık yakalamaya
koyuldular. Onlardan bir grup kalkıp bu işin yasak olduğunu, vazgeçmeleri
gerektiğini söyledi, açıkça bu uyanlannı yaptı ve onlardan uzaklaştı.
Denildiğine göre onlara bu işten vazgeçmelerini söyleyip yasak olduğunu
hatırlatanlar, bu yasağı çiğneyenlere şöyle demiş: Biz sizinle birlikte
yaşayamayız. Bunun üzerine yaşadıkları kasabayı bir duvarla ikiye ayırdılar.
Günün birinde onlara bu yasağı hatırlatanlar bir gün meclislerinde sabah vakti
otururlarken yasağı çiğneyenlerden kimsenin dışarı çıkmadığını görürler ve
herhalde bir durum olmalıdır, derler. Duvara çıkıp baktılar, onların
maymunlara dönüşmüş olduklarını gördüler. Kapıyı açıp onların yanlarına
girdiler. Maymuna dönüşmüş olanlar insanlar arasındaki akrabalarını tanıdılar.
Fakat insanlar bu maymunlardan kendilerinin akrabalannın hangisi olduğunu
tanıyamadılar. Maymunlar insanlardan olan akrabalarının yanına gelir,
elbiselerini koklar ve ağlardı. İnsanlardan olan o maymunun akrabası da: Biz
size bu işten vazgeçmenizi söylemedik mi diye sorar, maymunlar da başlarını
evet anlamına sallarlardı. Katade der ki: Genç olanlar, maymun, yaşlı olanları
da domuz oldular. Onlardan yalnızca bu yasaklara uymalarını hatırlatanlar
kurtuldu, diğerleri helak oldu.
A'raf sûresinde[325]
İsrailoğulları bu hususta üç gruba ayrılmışlardı diyenlerin görüşlerine dair
açıklamalar da gelecektir. Bu: Onlar sadece iki gruba ayrılmışlardı diyenlerin
görüşlerinden daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Sebt (Cumartesi), kesmek
anlamına gelen "es-sebt"ten alınmıştır. Denildiğine göre bu günde
eşyanın işi bitmiş, yaratılışı tamamlanmıştır. Dinlenmek ve rahat etmek
anlamına gelen "sübût"tan alındığı da söylenmiştir.
İlim adamları, meshe
uğrayan (insan olup da başka hayvanlara, yaratıklara dönüştürülen) kimselerin
soylarının devam edip etmediği hususunda farklı iki görüş ortaya atmıştır.
ez-Zeccac der ki: Bir topluluk, bu maymunların onların soyundan gelmiş olması
mümkündür demiştir. Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir.
Cumhur (çoğunluk) ise şöyle der: Mes-holunanın soyu devam etmez. Maymunlar,
domuzlar ve diğer hayvanlar (İsrailoğullarından mesholunan bu kimselerden) daha
önceden de vardı. Ayrıca yüce Allah'ın meshedip hilkatlerini değiştirdiği bu
insanlar helak olmuş, onların geriye soyu kalmamıştır. Çünkü Allah'ın azap ve
gazabı onlara gelip çatmıştır. Dolayısıyla üç günden sonra dünyada onlardan
kimse kalmamıştır. İbn Abbas da der ki: Mesholunan hiçbir varlık üç günden
fazla yaşamış değildir. Bu süre zarfında onlar yememiş, içmemiş ve nesilleri
olmamıştır.
İbn Atiyye de der ki:
Peygamber (s.a)'den rivayet edildiğine ve sabit olduğuna göre mesholunanın
soyu devam etmez, yemez, içmez ve üç günden fazla yaşamaz.
Derim ki: İki görüşün
sahih olanı budur. İbnu'l-Arabî'nin ve başkalarının birinci görüşün sahih
olduğunu ispatlamak üzere delil diye gösterdikleri Peygamber Efendimizin şu
hadisine gelince: "İsrailoğullarından ne yaptığı bilinmeyen bir ümmet
ortadan kalkmıştır. Ben bunların fareler olduğunu zannediyorum. Sizler
farelere deve sütü konulduğu zaman içmediklerini, koyun sütü konulduklarında
da içtiklerini görmüyor musunuz?" Bu hadisi Ebû Hurey-re rivayet etmiş ve
Müslim de kitabında kaydetmiştir.[326] Ayrıca
yine Müslim tarafından Ebû Said ve Hz. Cabir'den rivayet edilen keler hadisini
de buna delil gösterirler. Hz. Cabir der ki: Peygamber (s.a)'a bir keler
getirildi, ancak onu yemek istemedi ve şöyle dedi: "Bilemiyorum belki de
bunlar mesholun-muş nesillerdendir."[327]
Ancak bu hadis ileride de geleceği üzere te'vil edilir. İbnu'l-Arabî der ki:
Buhârî'de Amr b. Meymûn'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir. Ben cahiliyye
döneminde zina etmiş maymunlar gördüm. Onları
recmettiler, ben de
onlarla birlikte o maymunları recmettim.[328] Bu
rivayet Buhârî'nin bazı nüshalarında yer almış, bazılarında da yer almamıştır.
Hadisin nassında "zina etmişlerdi" ifadesi kimisinde sabit olmuştur,
kimilerinde de bu ifade düşmüştür. İbnu'l-Arabî der ki: Peki hayvanlarda Amr b.
Mey-mûn'un dönemine gelinceye kadar şeriate dair birtakım bilgiler kalmış ve onlar
bu bilgileri sonrakiler geçmişlerinden öğrenerek sürdürmüşler mi demek oluyor,
diye sorulursa cevabımız: Evet böyle olmuştur, şeklindedir. Çünkü ya-hudiler
recm hükmünü değiştirmişlerdi. Allah ise bu hükmü onlardan mes-holunanlar
arasında uygulamayı murad etti, ta ki bu recmi inkar eden ve değiştiren
kimselere karşı daha beliğ ve açık bir delil olsun. Onların kitapları, alimleri
ve onlardan mesholunanları onlara karşı şahitlik etsin, yüce Allah'ın onların
gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiklerini ve neyi değiştirip neyi
tahrif ettiklerini sayıp döktüğünü bilsinler. Bilmedikleri bir taraftan onlara
karşı bir delil ortaya koysun ve peygamberine böylelikle yardım etsin, onlar
yardım olunmadan bırakılsınlar diye.
Derim ki: Bunlar
İbnu'l-Arabî'nin "Ahkâmü'l-Kur'an" adlı eserindeki ifadeleridir.
Ancak bunların delil olacak bir tarafı yoktur. Amr b. Meymun'un kıssası ile
ilgili zikrettiği hususu el-Humeydî "Cem'u's-Sahihayn" adlı eserde
şöylece zikreder: Ebû Mes'ud ed-Dımeşkî'nin anlattığına göre, Amr b. Meymun
el-Evdî'nin Buharı ile Müslim'de Husayn'ın ondan kaydettiği bir rivayetinde
şöyle dediği anlatılmaktadır: Cahiliyye döneminde üzerlerine birtakım maymunların
toplanıp recmedilen bazı maymunlar gördüm. Ben de recmedenler-le birlikte
onları recmettim. Ebû Mes'ud bunu böylece zikreder, fakat Buhârî'nin eserinin
neresinde bunu kaydettiğini sözkonusu etmez. Biz bunu araştırdık. Buhârî'nin
bazı nüshalarında -hepsinde değil- bulduk. Buharı, Eyyamü'l-Cahiliyye kitabında
bunu zikretmekle birlikte en-Nuaymîin el-Firab-rî'den yaptığı rivayete
maymunlara dair bu haberin izine rastlanılmamaktadır. Belki bu, Buhârî'nin
eserine sonradan katılmış rivayetlerden olabilir.
et-Tarihu'l-Kebir adlı
eserinde Buhârînin söyledikleri ise şudur: Bana Nu-aym b. Hammad anlattı. Bize
Huşeym, Ebû Bele ve Husayn b. Amr b. Mey-mun'dan haber vererek dedi ki:
Cahiliyye döneminde başlarına maymunların toplandığı bazı maymunlar gördüm. O
maymunlar, ötekilerini taşladılar, ben de onlarla birlikte onları taşladım. Bu
ifadede "zina etmiş maymunlar" tabiri yoktur. Şayet bu rivayet sahih
ise, Buhârî bunu Amr b. Meymun'un cahiliyye dönemine erişmiş olduğunu
göstermek üzere nakletmiş ve cahiliyye döneminde onun bu husustaki zannına
herhangi bir önem vermemiştir.
Ebû Ömer ise
el-lstiab'dz Amr b. Meymun'u zikreder ve onun künyesinin Ebû Abdullah olduğunu
belirtip şöyle der: "Amr b. Meymun Kûfeli tabiinin büyükleri arasında
sayılır. Eğer sahih ise, maymunlar tarafından cahiliy-ye döneminde recm olayını
görmüş olan da odur. Çünkü bu rivayetin râvi-leri meçhul (bilinmeyen)
râvilerdir. Ayrıca Buhârî bunu Nuaym'dan o Hu-şeym'den, o Husayn'dan, o Amr b.
Meymun el-Evdî'den muhtasar olarak şöylece rivayet etmiştir: "Cahiliyye
döneminde zina etmiş ve maymunlar tarafan-dan recmedilen maymunları gördüm. Ben
de onlarla birlikte o maymunları taşladım." Ayrıca bunu Abbad b. el-Avvam
Husayn'den, Huşeym'in rivayet ettiği gibi muhtasar olarak rivayet etmiştir. Bu
olayın uzun bir şekildeki anlatımı ise Abdülmelik b. Müslim'in İsa b.
Hittân'dan rivayeti etrafında döner dolaşır. Bunlar ise rivayetleri delil
gösterilemeyecek kimseler arasındadırlar. Aynca mükellef olmayan yaratıklara
zina fiilinin izafe edilmesinin de hayvanlara hadlerin uygulanmasının ilim
adamlarının çoğunluğu tarafından kabul edilmediğini de belirtelim. Eğer öyle
bir olay sahih ise olsa olsa bu cinler arasında olmuştur. Çünkü ibadetler
insanlarla cinler arasında sözkonusudur. Başkaları hakkında değildir."
Ebû Hureyre tarafından
rivayet edilen hadis-i şerifte, Hz. Peygamber'in: "... ben kaybolmuş bu
ümmetin farelerden başkaları olduğunu zannetmiyorum" şeklindeki buyruğuna
keler hakkında da "bilemiyorum belki de bu mesholunmuş nesillerden
birisidir" şeklindeki sözüne ve benzerlerine gelince bu, Hz. Peygamber'in
keler, fare ve başka hayvanların meshedilmiş olabileceğine dair bir zannı ve
bir korkusunu ifade etmektedir. Bu yüce Allah tarafından mesholunmuş
varlıkların geriye nesillerinin kalmadığı kendisine vahyolunmadan önce, Hz.
Peygamber'in bir kanaatini ifade eder. Bu husus ona vahiy yoluyla bildirilince
artık böyle bir çekinmesi kalmadı, keler ve farelerin mesholunmuş ümmetlerden
olmadığını da kesinlikle bilmiş oldu. İşte bu esnada Peygamber efendimiz domuz
ve maymunlara dair: Bunlar mesholunanlardan mıdır? şeklinde soru sorana ve
bize, şu buyruğuyla gerçeği haber vermektedir: "Allah, bir kavmi helak
edecek veya azab edecek olursa, onlardan nesil bırakmaz."[329]
Maymunlar ve domuzlar ise bundan daha önce idi.[330] İşte
bu, Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği Müslim'in de Sa-hih'inin Kader
bölümünde kaydettiği sarih ve açık bir nastır.
Diğer taraftan kelerin
Hz. Peygamber'in huzurunda sofrasında yenildiğine ve Peygambere efendimizin de
bunu reddetmediğine dair naslar da sabit olmuştur. İşte bu bizim sözünü
ettiğimiz hususun (yani mesholunanların zürriyetlerinin kalmadığı hususunun)
doğruluğunun delilidir. Başarımız Allah'tandır.
Mücahid'den bu âyet-i
kerimenin tefsiriyle ilgili olarak şöyle bir rivayet gelmiştir: Bunların sadece
kalpleri meshedilmiş idi. Onların anlayışları tıpkı maymunların anlayışlarına
dönüştürülmüş idi. Bildiğim kadanyla böyle bir kanaati müfessirler arasından
açıklayan sadece odur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [331]
"Bunun üzerine,
onlara hor ve hakir maymunlar olun, demiştik" buyruğunda yer alan (ve
maymunlar anlamına gelen): kelimesi kelimesinin haberidir. Hor ve hakirler,
kelimesi ise onun sıfatıdır. İkinci bir haber de yapılabilir.[332]
Bunu "olunuz" zamirinden hal kabul etmek de mümkündür.
"Hasi'în" kelimesi uzak kılınmışlar demektir. Yüce Allah'ın: "
Göz, hor ve hakir olarak sana dönecektir." (el-Mülk, 67/4) buyruğunda da
anlam budur. Orada uzak durun" (el-Mü'minun, 23/107) buyruğundaki anlamı,
gazaba uğramış şekilde uzak durun, demektir. Aynı zamanda bu kelime küçülmek
ve zelil olmak anlamına da gelir. (Mealde verildiği gibi). [333]
66. Biz,
bunu öndekilere de sonradan gelenlere de bir ibret, takva sahiplerine de bir
öğüt kıldık.
"Biz, bunu....
bir ibret kıldık" buyruğunda ibret kılınanın ne olduğu hakkında değişik
görüşler vardır. Kimisine göre ibret kılınan cezadır, kimisine göre kasabadır.
Çünkü ifadeler bunu gerektirmektedir. Bir başka görüşe göre de başka
yaratıklara dönüştürülen ümmettir. Bir diğer görüşe göre ise balıklardır,
ancak bu görüş uzak bir görüştür.
İbret (nekâl):
Alıkoymak ve cezalandırmak demektir. Nekl ve enkâl, zincirler anlamındadır.
Zincirlere bu adın veriliş sebebi ise, bunlar vasıtasıyla birtakım işlere
engel olunduğundan dolayıdır. Oldukça ağır geme de nekl ve nikl denilir. Çünkü
bu gem sayesinde hayvan istediği gibi hareket etmekten engellenir. Bir işi
yapmaktan imtina eden kimse hakkında da "nekele" fiili kullanılır.
Tenkîl, düşmanlardan geride kalanları benzeri işlerden uzaklaştıracak şekilde
(ibretli bir şekilde) cezalandırmak demektir. el-Ezherî der ki: Nekâl ceza
demektir. İbn Dureyd de: İnsanın kendisi ile tenkil edildiği şeye de
"menkel" denilir demiştir. Şair der ki:
"Sen onların
kafalarına menkel ile at."
"Önündekilere":
İbn Abbas ve es-Süddî'ye göre, o kavmin mesh olayından önce işlediği günahlar,
"Sonradan gelenlere" ise bu kavimden sonra gelip de benzeri günah
işleyenlere de "ibret... kıldık." el-Ferra der ki: Bu me-sih olayı
geçmiş günahlar için bir ceza, daha sonra yapılacak günahlar için de günahları
sebebiyle meshe uğramaktan korkmaları için bir ibrettir. İbn Atiy-ye der ki:
Bu, güzel bir açıklamadır.
"Öndekilere de
sonradan gelenlere de" ifadelerindeki her iki zamir de cezaya racidir.
(Yani o cezadan önceki günahlara da sonraki günahlara da bir ibret vesilesi
kıldık, demek olur.) el-Hakem'in Mücahid'den onun İbn Ab-bas'tan rivayetine
göre ise: Bunu onlarla birlikte bulunanlara da onlardan sonra gelenlere de bir
ibret vesilesi kıldık, demektir. Bu görüşü en-Nehhas tercih etmiştir Bu,
âyet-i kerimenin manasına daha uygun düşer demiştir.
Yine İbn Abbas'tan
gelen rivayete göre: "Öndekilere de sonradan gelenlere de bir ibret
kıldık"; yani onun önündeki kasabalara da geri tarafındaki kasabalara da
ibret kıldık, demektir. Katade ise şöyle demiştir: "Öndekilere'' önceki
günahlarına "sonradan gelenlere" yani balıkları yasak günde avlamak
günahlarına "ibret kıldık" anlamındadır.
"Takva
sahiplerine de bir öğüt kıldık." Mev'iza; yapılan korkutma ve öğütten
dolayı korkutulan şeyden uzak durmak demektir. Va'z korkutmak anlamındadır.
el-Halil der ki: Vaz kalbe incelik verecek şekilde hayırlı şeyleri hatırlatmak
anlamındadır. el-Maverdî der ki: Burada özellikle takva sahiplerini -öğüt her
ne kadar bütün alemler için ise de- sözkonusu etmesi, inatçı kâfirlerden ayrı,
yalnızca onların bu öğüdün gereğini yerine getirmelerinden dolayıdır. İbn
Atiyye de der ki: Bu lafız her ümmet arasındaki bütün takva sahiplerini
kapsamına alır. ez-Zeccac der ki: "Takva sahiplerine de bir öğüt kıldık"
buyruğundan kasıt, Muhammed (s.a)'ın ümmetine, yüce Allah'ın kendilerine yasak
kıldığı haramları çiğnememeleri için bir öğüttür. Böyle yapacak olurlarsa,
Allah'ın yasağını Cumartesi günlerinde çiğneyen Sebt ashabına isabet eden
şeyler de onlara gelip çatar. [334]
67. Hani
Mûsâ kavmine: "Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor"
demişti. "Bizi alaya mı alıyorsun?" dediler. "Cahillerden
olmaktan Allah'a sığınırım" dedi.
Bu buyruğun;
"Hani Mûsâ kavmine: "Allah size bir sığır boğazlamanızı
emrediyor" demişti" bölümüne dair açıklamalarımızı dört başlık
halinde sunacağız:
"Allah size bir
sığır boğazlamanızı emrediyor." Ebû Amr'dan gelen rivayete göre o
"emrediyor" anlamına gelen kelimeyi sükûn olarak ve ağırlı-ğı
dolayısıyla "re" harfindeki ötreyi hazfederek şeklinde okumuştur.
Ebû'-l-Abbas el-Müberred ise, bu caiz değildir, demiştir. Çünkü "ra"
harfi i'rab harfidir.[335] Ebû
Amr'dan sahih olarak gelen rivayet ise onun harekeyi gizlice çıkarttığı
şeklindedir. "Boğazlamak"ın ne demek olduğu daha ön-ceden[336]
açıklanmış olduğundan burada tekrarlamanın anlamı yoktur. [337]
" Allah size bir
sığır boğazlamanızı emrediyor" buyruğu tilavet itibariyle önceden
gelmektedir. Daha sonra gelecek olan "hani siz bir canı öldürmüştünüz."
(âyet 72) buyruğu ise anlam itibariyle ineğin kesilmesiyle ilgili olarak
açıklanan bütün hususlardan daha önce olmuştur. Daha önce olması, da caizdir.
"Öldürmüştünüz" ifadesinin de nüzul itibariyle daha önce olması,
buna karşılık sığır kesme emriyle ilgili açıklamaların sonradan inmiş olması
da caizdir. Yine olayın sıra şeklinin âyetlerin okunuşundaki sıraya uygun
olması da mümkündür. Sanki yüce Allah onlara bir sığır kesmeyi emretmiş, daha
sonra onu kesmişler arkasından sözü geçen öldürme olayı meydana gelmiş, daha
sonra da bu ineğin bir parçası ile maktule vurmaları emredilmiş gibidir. O
takdirde "hani siz bir canı öldürmüştünüz" buyruğu az önce
belirttiğimiz birinci görüşe göre mana itibariyle önce demek olur. Çünkü âyetin
başına "vav" harfinin gelmesi sıralanışının böyle olmasını
gerektirmez. Hz.Nuh kıssasında da Kur'an-ı Kerim'de bunun benzerini görüyoruz.
Orada önce tufan'dan ve tufanın bitmesinden şu buyruklarıyla söz etmektedir:
"Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca dedik ki: Her birinden ikişer
çift ile aleyhinde önceden söz geçmiş olanlar hariç olmak üzere, aile halkını
ve iman edenleri içine yükle. Zaten onunla birlikte çok az sayıda kimseden
başka iman eden olmadı." (Hud, 11/40) Bu buyrukta onlardan helak olanların
helak edildikleri sözkonusu edildikten sonra şu: "Dedi ki: Binin
içerisine, onun akması da durması da Allah'ın adıyladır" (Hud, 11/41) buyruğunu
atfetmiştir. Böylelikle hitabında gemiye binmeyi daha sonra zikretmiştir.
Bilindiği gibi onların gemiye binişleri helakten önce olmuştu. Yüce Allah'ın:
"Kendisinde eğrilikten eser bulunmayan o dosdoğru kitabı kuluna indiren
Allah'a hamdolsun" (el-Kehf, 18/1-2) buyruğunda da durum böyledir. Bu
ifadenin takdiri şu şekildedir: O kulunun üzerine kitabı dosdoğru halde
indirmiş ve onu eğrilikten uzak kılmıştır.
Bu türden ifadeler
Kur'an-ı Kerim'de pek çoktur. [338]
Koyunların
boğazlanmasının (zebh) daha uygun olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş
ayrılığı yoktur. Develerde ise kesmek (nahr) daha uygundur. İneklerde ise her
iki görüş de ileri sürülmüştür. Boğazlamanın daha evla olduğu söylenmiştir.
Çünkü yüce Allah'ın inekler hakkında sözkonu-su ettiği odur. Diğer taraftan
kesilme yeri ile boğazlanma yeri birbirlerine de yakındır. İbnu'l-Münzir der
ki: Ben boğazlanması gerektiği halde kesilen veya kesilmesi gerektiği halde
boğazlanan hayvanların etlerinden yemeyi haram kılan kimsenin olduğunu
bilmiyorum. Bununla birlikte Malik bunu mekruh görmüştür. Ancak kişi birşeyi
mekruh görmekle birlikte onu haram kabul etmeyebilir de.
Maide sûresinde yüce
Allah'ın: "Kestikleriniz müstesna" (el-Maide, 5/3) buyruğunu
açıklarken boğazlamanın, boğazlayanın hükümleri ve şartlarına dair açıklamalar
genişçe yapılacaktır -inşaallah-.
el-Maverdî der ki:
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, onlara başka bir hayvanı değil de bir
inek boğazlamaları emrinin veriliş sebebi, onlann taptıkları buzağının
cinsinden olduğundan dolayıdır. Böylelikle onlann ta'zim etmeyi uygun
gördükleri bir varlığın ne kadar önemsiz olduğunu onlara göstermek ve bu emri
yerine getirmek suretiyle kalplerinde buzağıya tapma duygusunun gerçek
mahiyetini ortaya çıkarmak istemiştir. Bu, ineğin boğazlanmasının bir
gerekçesi veya hikmeti olmakla birlikte; neden böyle bir emir verilmiştir,
şeklinde soru sorana cevap değildir. Ancak bunun hikmeti şudur: Allah maktul
bir kimseyi canlı birisinin öldürülmesiyle diriltti. Böylelikle bu eşyayı
zıtlarından var etmek hususundaki kudretini daha açık bir şekilde ortaya
koymuş oldu. [339]
"Bakara",
dişinin adı, "sevr" de erkeğin (öküzün) adıdır. Devenin dişisine
"nâka" erkeğine "cemel", insanın erkeğine "racul"
dişisine "imrae" denilmesi gibi.
Bakare kelimesinin
"bakar"ın tekili olduğu da söylenmiştir. Erkekle dişisi arasında
fark olmaz, denilmiştir. Bu kelimenin aslı yarmak anlamına gelen kelimesidir.
İneğe sürmek suretiyle yeri yarıp toprağı altüst ettiğinden dolayı
"bakare" denilmiştir. Ebû Cafer Muhammed b. Ali Zeynülabi-din'e
verilen "el-Bâkır" unvanı da buradan gelmektedir. Çünkü o ilmi derinliğine
bilmiş, aslını öğrenmiş, yani onu yarmış idi.
"Bakire"
ise, ortadan yarılan ve kollan yenleri bulunmayan boyundan geçirilip giyilen
kadın elbisesinin adıdır. İbn Abbas'tan, Hudhud hakkında "o yeri yardı (bekara)"
dediği nakledilmiştir. Şemir der ki: O suyun bulunduğu yere baktı ve yerin
altında suyun bulunduğunu gördü. el-Ezherî der ki:
"Bakar" cins
ismi olup onun çoğulu "bakır" gelir.
İbn Arefe der ki:
Bakîr, bakır ve beykûr (yaran) aynı anlamdadır.
İkrime ile İbn Ya'mer
diye okumuşlardır.
es-Sevr ise
"sîran" kelimesinin tekilidir (öküz demektir). Aynı zamanda erkekler
arasından efendi kimse hakkında da bu tabir kullanılır. Yine bir parça kavurta
da bu isim verilir. Sevr aynı zamanda deniz yosunu demektir. Belli bir dağın
da özel adıdır. Araplardan bir kabilenin de adı Sevr'dir. Hadis-i şerifte:
"Akşam namazının vakti ise şafakın sevri (yani yayılmışlığı) kaybolmadığı
süre devam eder." ifadesi gelmiştir.[340] Bir
başka hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "İlim taleb eden bir kimse
Kur'an-ı Kerim'i tesvîr etsin[341]
Şemir der ki: Kur'an-ı Kerim'in tesvîr edilmesi okunması ve ilim adamlarından
anlamlarının araştırılıp öğrenilmesidir.[342]
"Bizi alaya mı
alıyorsun dediler?" Bu onların Hz. Musa'ya: "Muhakkak Allah size bir
sığır boğazlamanızı emrediyor" demesine karşılık verdikleri cevaplarıdır.
Buna sebep olay şudur: Aralarında -adının Amir olduğu söylenen- bir maktul
bulurlar. Onun kim tarafından öldürüldüğünü tesbit edemediler. Aralarında bu hususta
anlaşmazlık çıktı. Bunun üzerine: Allah'ın ra-sulü aramızda iken birbirimizi
öldürüp duracak mıyız dediler, Hz. Musa'ya varıp konu ile ilgili açıklama
istediler. Bu husus Tevrat'ta Kasame'ye dair hükümler indirilmeden önce
olmuştu. Hz. Musa'ya Allah'a dua etmesini istediler. Hz. Mûsâ da Rabbine
sordu, O da onlara bir sığır kesmelerini emretti. Hz. Musa'nın bu dediğini
işitince ve zahiren ona sorup da hakkında hüküm vermesini istedikleri olay ile
ilgili bir cevap bulamadıklarından dolayı: Sen bizimle alay mı ediyorsun?
dediler. Yani bizimle oyun mu oynuyorsun, bizi alaya mı alıyorsun? -Alay
etmekle ilgili açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/15. âyette) geçmişti.-
el-Cahderî ise mı
ediyorsun?" kelimesini"mı ediyor?" şeklinde okumuştur. Yani
kendi aralarında böyle konuştular, demek olur. Hz. Mûsâ da onlara:
"Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" diye cevap verdi. Çünkü
doğru yolu araştıran ve bu maksatla soru soran bir kimseye istediğinin dışında
bir cevap verip alay etme yolunu tutmak bir cahilliktir. Hz. Mûsâ da böyle bir
şeyden Allah'a sığındı. Çünkü cahillik peygamberlere yakışmayan, makamlarına
aykırı bir durumdur. Ayrıca cahillik ilmin de zıddıdır. Onlar "bizimle
alay mı ediyorsun?" diye yüce Allah'tan aldığını kendilerine bildiren
kimseye karşı cahillik ettikleri gibi, o cahillik etmeyerek ondan Allah'a
sığınmıştır. (Söyledikleri) böyle bir söz zahiren o sözü söyleyenin
itikadındaki bozukluğu gösterir. Mucizesi ortaya çıkmış bir peygambere böyle
diyen ve: Allah sana bunu mu emrediyor, sen bizimle alay mı ediyorsun? diye
söyleyen bir kimsenin imanı sahih olamaz. Eğer o günlerde herhangi bir kimse
Peygamber (s.a)'in bir sözü ile ilgili olarak bu ifadeyi kullanmış olsaydı, o
kimsenin tekfir edilmesi gerekirdi. Bazıları bu sözü söyleyenlerin kaba, katı
tabiatlı oluşlarından ve masiyet yoluyla söylendiği kanaatindedir. Nitekim
Peygamber (s.a) Huneyn ganimetlerini paylaştırırken birisi Peygamber (s.a)'a:
"Bu kendisi ile Allah'ın rızasının aranmadığı bir paylaştırmadır." [343]
demesiyle bir başkasının: "Adaletli davran ey Muhammed!" [344]
demesini andırmaktadır. Bütün bunlar esasen cahilliğin çirkinliğine ve dini
ifsad ettiğine son derece açık bir delildir.[345]
Yüce Allah'ın:
Alay" kelimesinin vav ile hemze arasında okunacak şekilde hemzesinin
tahfif edilmesi caizdir. Hafs bunu fethalı bir vav olarak okumuştur. Çünkü
bunun aslı, öncesi ötre bulunan fethalı bir zammedir. "Ze" harfinden
dammenin hazf edilmesi ve şeklinde okunması da caizdir. Nitekim Kûfeliler
böyle okumuştur. Yüce Allah'ın: kimse O'na denk değildir. "(el-İhlas,
112/4) buyruğu da böyledir. el-Ahfeş İsa b. Ömer'den şunu nakletmektedir:
Birinci harfi ötreli ve üç harfli bütün isimler hafif ve sakil olmak üzere iki
türlü okunur. kelimeleri gibi. vezninde olan
kelimeleri gibi.
Yüce Allah'ın: Ve O'na
kullarından bir kısmını (eş) koştular" (ez-Zuhruf, 43/15) buyruğu ise
böyle değildir. Çünkü bu "cüz"' kelimesinin aslı "fu'l"
veznindedir. Yeri gelince İnşaallah açıklanacaktır. [346]
Bu âyet-i kerimede Allah'ın
dini, müslümanların dini ve ta'zim edilmesi gereken şeyler ile alay etmenin
yasak olduğunun delili vardır. Böyle birşe-yi yapmanın bilgisizlik olduğu,
böyle bir işe kalkışanın azap tehdidine müstehak olduğunu da göstermektedir.
Ancak şakalaşmak herhangi bir şekilde alay etmek değildir. Nitekim Peygamber
(s.a) de ondan sonraki Raşid Halifeler de şaka yaparlardı. İbn Huveyzimendad
der ki: Bize ulaştığına göre adamın birisi Ubeydullah b. Hasan'ın -Küfe kadısı
olduğu sırada- yanına gelmiş, onunla şakalaşmış. Ona şöyle demiş: Senin bu
cübben koyun yününden midir yoksa koç yününden midir? Adam şöyle demiş: Ey
Hakim, cahillik etme. Ubeydullah ona: Sen şakanın cahillik olduğunu nerede
gördün ki? diye sormuş adam bu sefer ona: Bu âyet-i kerimeyi okumuştur. Bunun
üzerine Ubeydullah ondan yüzçevirmiştir. Çünkü o kimsenin şaka ile alay etmeyi
birbirinden ayırdedemeyen bir bilgisiz olduğunu görmüştü. Halbuki bunlardan
herhangi birisinin ötekiyle bir ilgisi yoktur.
[347]
68.
"Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize iyice açıklasın"
dediler. Dedi ki: "Muhakkak ki O; 'o çok yaşlı da değildir, çok genç de
değildir, ikisi arasında bir dinçtir' diye buyuruyor. Artık emrolunduğunuz şeyi
yapınız."
"Bizim için
Rabbine dua et de... dediler." Bu, onların zorluk çıkarmalarını ve emre
pek itaat etmediklerini göstermektedir. Eğer emre uyup da herhangi bir ineği
kesmiş olsalardı, maksat gerçekleşmiş olurdu. Fakat onlar işi sıkı tutmak
istediler, Allah da onların işlerini zorlaştırdı. Bu açıklamalar İbn Abbas,
Ebu'l-Aliye ve başkalarına aittir. Hasan-ı Basri de buna yakın bir ifadeyi
Peygamber (s.a)'dan rivayet etmektedir.
"Onun mahiyetini
bize açıklasın." Buyruğundaki birşeyin mahiyeti onun gerçek durumu ve
bizatihi üzerinde bulunduğu haldir.
"Dedi ki: O
(Allah); o, çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir; ikisi arasında bir
dinçtir." Bu buyrukta fiilin işlenmesinden önce neshin caiz olduğunun
delili vardır. Çünkü bir inek kesilmesini emrettiği sırada herhangi bir ineğin
kesilmesini gerektiriyordu. Bu ineğin niteliği artırılınca birinci hüküm bir
başkasıyla neshedilmiş oldu.
Mesela: Otuz devede
iki yaşına basmış dişi bir deve zekat vardır, deyip sonra da bunu üç yaşına ya
da dört yaşına basmış dişi deve verileceğini belirterek neshetmesi de buna
benzer. İşte burada da niteliği tesbit edilince bu önceki hükmü neshetmiş olur.
Fârid yaşlı demektir,
(âyette de bunun yaşlı olmaması gerektiği belirtilmektedir). Eski şeylere de
"fârid" denilir. Şair şöyle der:
"İçinde kocamış
(fâridin çoğulu olan furrad kelimesi kullanılmıştır)
adamların bulunduğu
hevdeçler Şakaklarımı ağarttı, işte başım bembeyaz." Bir başkası da şöyle
demiştir:
Temin olsun ki sen
komşuna öyle yaşlı bir inek (fârid) verdin ki Ona doğru güdülürken nerdeyse
ayakta duramıyor." Bir başka şair de şöyle demiştir:
"Çok eskiden beri
(fârid) nice kimseler var ki bana karşı kinlidir
Onun da ay hali olan
kadın gibi beklediği iddeti vardır."
"Çok yaşlı da
değildir" ifadesi ineğin sıfatı "çok genç de değildir" kelimesi
de buna atfedilmiştir.
"Çok yaşlı da
değildir" kelimesinin, gizli bir mübtedanın haberi olduğu da söylenmiştir.
O kesmeniz istenen inek çok yaşlı bir inek değildir, demektir. (Yetmişbirinci
âyet-i kerimede gelecek olan): "Tarla sürmemiş, ekin su-lamamış,
salimdir." kelimelerinin durumu da aynen böyledir.
Fârid (çok yaşlı)
kelimesinin, pek çok doğum yapmış ve bundan dolayı karnı genişlemiş demek
olduğu da söylenmiştir. Çünkü sözlükte bu kelime geniş anlamındadır. Bu
açıklamayı daha sonraki bazı ilim adamları yapmışlardır.
Bikr (çok genç) ise
gebe kalmamış küçük anlamındadır. el-Kutebî bunun doğum yapmış anlamına
geldiğini de nakleder. İlk doğan çocuğa da bikr adı verilir. Nitekim şair şöyle
demiştir:
"Ey iki bikrin
bikri ve ey ciğerimin özü
Sen benim için kolun
pazuya göre durumu haline geldin."
Bikr -aynı zamanda
insanların da hayvanlann da- erkeğin yaklaşmadığı dişi anlamındadır. Bu kelime
"bekr" diye söylenirse genç deve anlamındadır.
"Avân (ikisi
arasında)" kelimesi bir veya iki doğum yapmış inek demektir. Atların
zıddına bu şekilde bir inek en güçlü ve en güzel çağında olur. Şair bir atı
nitelendirirken şöyle der:
"Simsiyah bir at
fârid (yaşlı) da değil Avan (bir veya iki doğum yapmış) da değil;
karnındaki beyazlık
ayaklarına kadar uzanır."
Mücahid der ki:
İnekler hakkında "avan" peşpeşe doğum yapmış için kullanılır. Bunu
dilciler de nakletmiştir. Uzunca hurma ağacına bu adın verildiği de
söylenmektedir. İleri sürüldüğüne göre bu Yemen şivesinde böyledir. "Avan
savaş" tabiri ise öncesinde başka bir savaşın olduğu savaş hakkında
kullanılır. Züheyr der ki:
"Avan (yani küçük
de olmayan yaşlı da olmayan; geçmişi fazla uzun olmayan)
ısrarlı oldukça kötü
insan döküntülerini
Eğri, büğrü azı
dişleriyle alıp yakalayan bir savaş kızıştı mı..." Avan kelimesinin çoğul
şeklinde gelir. "Rusul" gibi vav harfinin ötreli okuyuşu ile şeklinde
çoğul yaptığı da işitilmiştir. [348]
"Artık
emrolunduğunuz şeyi yapınız" buyruğu, emri yenilemek te'kid etmek ve bu konuda
işi zora koşmayı terketmek için bir uyarıdır. Ancak onlar bu işi
terketmediler. Bu buyruk fukahânın da belirttiği gibi emrin vücub
gerektirdiğinin delillerindendir. Usul-ü Fıkıh'ta sözkonusu edildiği üzere
sahih olan görüş de budur. Yine verilen emrin fevren (derhal) yapılmasının
gerektiğini de göstermektedir. Bu da fukahânın çoğunluğunun kabul ettiği
görüştür. Bu çoğunluk görüşünün doğruluğuna delil ise şudur: Şanı yüce Allah,
emrolundukları işi hemen yapmaya kalkışmamaları üzerine onların kusurlu
hareket ettiklerini ifade buyururken: "Nihayet onu boğazladılar, fakat az
kalsın yapamayacaklardı." (âyet 71) diye buyurmaktadır. Bir görüşe göre de
emrin derhal yapılması gerekmez, daha sonra da yapılabilir. Çünkü şanı yüce
Allah boğazlamayı geciktirdikleri ve bu hususta Hz. Musa'ya birkaç defa
başvurdukları için azarlamamıştır. Bu görüşü de İbn Huveyzimendad ileri
sürmüştür. [349]
69.
"Bizim için Rabbine dua et de, onun renginin ne olduğunu bize iyice
açıklasın" dediler. "Muhakkak O, buyuruyor ki: Gerçekten o,
bakanlara ferahlık veren rengi sapsarı bir inektir" demişti.
"Bizim için
Rabbine dua et de onun renginin ne olduğunu bize iyice açıklasın." Renk
(anlamına gelen: levn) çoğulu olan "elvân-renklerin" tekilidir.
Siyahlık, beyazlık, kırmızılık gibi bir durumu ifade eder. Yine bu kelime tür
anlamına da gelir. Belli bir huy sahibi olmayan değişik huylar gösterip duran
kimse hakkında da (aynı kökten) "mütelevvin" huylan değişip duran
kimse denilir. Şair der ki:
"Her gün renk
renk oluyorsun
Başka türlüsü ise sana
daha çok yakışır. "
Taze hurmanın
renklenmesi tabiri, olgunlaşma etkileri görüldüğü vakit kullanılır. Yine hurma
ağaçlarının bir çeşidi olan ve dekal diye bilinen hurma türüne de
"levn" denilir. el-Ahfeş der ki: Bu anlamda kelime çoğuldur, tekili
de "lîne" gelir.
"Gerçekten o,
bakanlara ferahlık veren sapsarı bir inektir." Müfessir-lerin çoğunluğu, o
ineğin bilinen san renkte bir inek olduğunu kabul ederler. Ancak Mekkî, kimi
müfessirlerden boynuz ve tırnakları da dahil olmak üzere sarıdır, diye bir
görüş nakletmiştir. el-Hasen ve İbn Cübeyr ise şöyle demiştir: Onun sadece
boynuzu ve tırnakları sarıydı. Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre burada
"sarı (safra)"ın anlamı siyahtır. Şair der ki:
"İşte ondan benim
atlarım ve işte develerim
Bunların çocukları
kuru üzüm gibi sarı (burada siyah anlamında)dır."
Derim ki: Birinci
görüş daha sahihtir. Çünkü zahiren anlaşılan odur. Diğer taraftan bu ancak
develer hakkında mecazen bu anlamda kullanılan istisnaî bir kullanımdır.
Nitekim yüce Allah: "Her biri sanki sarı develerdir" (el-Mürselat,
77/33) diye buyurmaktadır. Bunun kullanım sebebi ise şudur: Develerin siyah
olanlarının siyahlığı sarıya çalar. Eğer yüce Allah, burada (inek hakkında)
siyah olduğunu murad etseydi bunu (âyet-i kerimede fâki') sapsarı diye, ayrıca
te'kid etmezdi. Bu ise sarılığa has bir niteliktir. Siyahın koyuluğunu ifade
etmek için böyle bir nitelemede bulunulmaz. Araplar siyahın simsiyah olduğunu
ifade etmek için kelimelerini; kırmızının kıpkırmızı olduğunu ifade etmek için
kelimesini; beyazın bembeyaz olduğunu anlatmak için:
kelimelerini; yeşilin
yemyeşil olduğunu anlatmak üzere kelimesini; sarının sapsarı olduğunu anlatmak
için de kelimesini kullanırlar. Araplardan dil ve kelime nakleden lügatçiler bunu
böyle belirtirler. el-Kisaî de der ki: Katıksız san olduğu takdirde bu kelime
kullanılır.
İfkâ; kötü durum
demektir. Zamanın musibetlerini anlatmak üzere "fevaki'u'd-dehr"
denilir. Parmaklarını çıtlatan hakkında: denilir. İbn Abbas'tan gelen :
"Namazda iken parmak çıtlatmayı yasakladı"[350] hadisi
de bu kabildendir.
Sarı" kelimesi
marife olsun nekire olsun munsarif gelmez. Çünkü bu kelimede müenneslik
alameti olan hemze, kelimenin ashndandır ve bu yönüyle müenneslik
"te"sinden farklıdır. Çünkü bu gibi kelimeler nekire iken munsarif
olurlar. "Fâtıma ve Âişe" isimleri gibi.
"Gerçekten o,
bakanlara ferahlık veren rengi sapsarı bir inektir." Yani derisinde
sarıdan başka bir renk bulunmayan katıksız sarı renktedir. "Bakanlara
ferahlık vermesi" ile ilgili olarak Vehb der ki: Adeta onun derisinden
güneş ışıklan çıkıyormuş gibidir. İbn Abbas, bundan dolayı şöyle demiştir:
Sanlık insanın ruhunu sevindirir. en-Nekkâş'ın da ondan naklettiğine göre,
sarı ayakkabı giymek teşvik edilmiştir.
Ali b. Ebi Talib (r.a)
da şöyle demiştir: San renkli deri ayakkabı giyen bir kimsenin kederi azalır.
Çünkü yüce Allah: "Bakanlara ferahlık veren rengi sapsarı bir
inektir" diye buyurmuştur. Bunu da ondan es-Sa'lebî naklet-miştir. İbn
ez-Zübeyr ile Muhammed b. Ebi Kesir ise kedere sebep teşkil ettiğinden dolayı
siyah ayakkabı giymeyi yasaklamışlardır.
"Ferahlık
veren"in anlamı ise hoşa giden ve beğenilen demektir. Ebu'l-Aliye der ki:
Yani o inek, görünüşüyle ve şekli itibariyle birisi sapsarı, öteki ferahlık
veren olmak üzere iki niteliğe sahip bir inekti. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. [351]
70. Dediler
ki: "Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize iyice açıklasın.
Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor. Allah dilerse biz gerçekten
hidâyete ereriz."
"Çünkü bize göre
inekler birbirine benziyor" buyruğu ile onların dördüncü soruyu
sordukları, fakat bu açıklamalara rağmen emri yerine getirmedikleri
anlaşılmaktadır. Burada "inekler" anlamındaki kelimenin müzekker
gelmesi çoğul anlamına geldiğindendir. Bu bakımdan "benziyor"
anlamındaki fiilde müzekker gelmiştir. Kurtubi der ki: "inek"
anlamındaki "bakara"nın çoğulu, "bakır, bâkûr ve bakar"
şekillerinde gelir. Asmaî der ki: "Bakır" kelimesi
"bâkırâ"nın çoğuludur. Bunu en-Nehhas nakletmektedir. ez-Zeccac'ın açıklaması;
bize göre tür olarak inekler birbirlerine benzemektedir, demektir.
en-Nehhâs'ın belirttiğine göre el-Hasen, es-Sa'lebî'nin de belirttiğine göre
el-A'rec (çünkü bize göre inekler birbirine benziyor anlamına gelen):
buyruğunu şeklinde -şin harfini şeddeli
olarak- ve bunu gelecek anlamını ifade eden müennes bir fiil olarak okumuşlardır.
(Buna göre bu buyruk: Çünkü ineklerin birbirine benzediğini göreceğiz,
anlamına gelir). Mücahid de onlar gibi şeklinde okumuş, ancak ayrıca araya elif
koymamıştır. Ubeyy'in Mushafında ise bu kelime şeklinde şin'in şeddeli okunuşu
ile yazılmıştır. Ebû Hatim der ki: Bu yanlıştır, çünkü bu bâbda "t"
harfi ancak muzari fiilde idğam edilir. Yahya b. Ya'mer ise fiili gelecek
(muzari') ve inek kelimesini de müzekker yaparak şeklinde okumuştur.
"H" harfini ötreli olarak şeklinde okumak da caizdir. Bunu es-Sa'lebî
el-Hasen'den nakletmiştir. en-Nehhas da şin ve ye harflerini hafif okuyarak
şeklinde okumak caiz değildir, demiştir. "Te"li okuyuşta bunun caiz
olması ise aslı şeklinde olduğundandır. Çünkü bu durumda iki "te"
harfi yanyana geldiğinden biri hazfedilmiştir.
Bakar, bakır, beykûr,
bakır kelimeleri aynı anlama gelen değişik söyleyişlerdir. Araplar bunu
müzekker ve müennes de kabul ederler. İşte kelimesinin farklı okuyuşundaki
bütün manalar buna racidir.
İsrailoğullarının:
"Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor" demeleri ineklerin
şekillerinin birbirine benzediğinden dolayıdır. Huzeyfe b. el-Ye-man'ın
Peygamber (s.a)'dan rivayet ettiği hadis-i şerifte de Hz. Peygamber, şöyle
buyurmuştur: "İneklerin yüzlerini andıran gece parçalan gibi fitneler...
"[352] Hz. Peygamber burada bu
fitnelerin birbirlerine benzeyeceğini anlatmak istemiştir. Çünkü ineklerin de
yüzşekilleri birbirine benzemektedir. İsrailoğul-lan da bu bakımdan:
"Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor" demişlerdir.
"Allah dilerse,
gerçekten biz hidâyete ereriz" buyruğu ile onlar istisna yapmış oluyorlar.
Bu son sorularında, bu şekilde istisna yapmakla (inşaallah demekle) belli bir dönüş
ve emre itaat ifadesi vardır. Emre uygun hareket etmediklerinden dolayı da
pişmanlık duyduklarını göstermektedir. Peygamber (s.a)'ın: "Eğer istisna
yapmamış (inşaallah dememiş) olsalardı hiçbir zaman bu ineği
bulamayacaklardı." diye buyurduğu rivayet edilmiştir. [353] Burada
ifadenin takdiri şöyledir: "Bizler hidâyet bulacağız inşaallah."
Ancak burada "inşaallah (mealde Allah dilerse)"ın "hidâyete
ermek"den öne alınması "inşaallah" demeye önem vermekten
dolayıdır. [354]
71. (Rabbim)
şöyle buyuruyor dedi: "Muhakkak ki o, işe koşulmamış, arazi sürmemiş ve
ekin sulamamıştır, salimdir. Hiçbir alacası yoktur." İşte şimdi hak ile
geldin, dediler. Ve nihayet onu boğazladılar. Fakat az kalsın
yapamayacaklardı.
"(Rabbim) şöyle
buyuruyor dedi: Muhakkak ki o, işe koşulmamış..dır."
buyruğunda yer
alan kelimesini cumhur
"inek"in sıfatı olarak merfu’ okumuştur. el-Ahfeş de der ki: Bu
kelime ineğin sıfatıdır, mansub okunması (üstün) caiz değildir. Ebû
Abdurrahman es-Sülemî ise nefy (olumsuz) olarak ve haberi gizli kabul ederek:
işe koşulan değildir" anlamında okumuştur. Bununla birlikte: "O işe
koşulan bir inek olmadığı gibi tarlayı da sulamaz, o salimdir", anlamına
da kabul edilebilir. İşe koşulmamış" kelimesinin anlamı, iş dolayısıyla o
hayvan zelil olmamıştır, demektir. Bu da: Ona iş ile boyun eğdirilmemiş (ya da
çalışmaktan dolayı zayıf düşmemiş) anlamındadır. Yani o çalışmaktan dolayı
zayıf düşmemiş, güçlü bir inektir, demek olur.
"Arazi
sürmemiş" yani o arazi süren, işe koşulan bir inek değildir. el-Ha-sen der
ki: Bu inek yabanî bir inekti. Bundan dolayı yüce Allah, onu arazi sürmemiş,
ekin sulamamış olmakla nitelendirmiştir. Yani ekin sulamak için veya üzerinde
su taşımak için ele avuca gelmez. Burada (yani arazi sürmemiş anlamına
gelen üzerinde vakıf yapmak güzeldir.
Bazıları da fiili yeni bir cümledir, o
takdirde mana: "arazi sürdüğü ve fakat sulamadığı" anlamına gelir. Bu
açıklamaya göre ise, (işe koşulmamış anlamına gelen kelimesi üzerinde vakıf
yapılır. Ancak birinci görüş iki sebep dolayısıyla daha sahihtir:
1-
en-Nehhâs'ın Ali b. Süleyman'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Burada sürmüş kelimesinin yeni bir fiil olması caiz
değildir. Çünkü ondan sonra "ekin sulamamış" ifadesi gelmiştir. Eğer
o fiil yeni bir cümle olsaydı bir arada hem "vav" hem de (nefy edatı
olan) "la" kullanılmazdı.
2- Eğer bu
inek, arazi sürmüş olsaydı koşulmaktan dolayı bu arazinin onu zayıflatmış
olması gerekirdi. Şanı yüce Allah ise "koşulmamış" buyurarak
onun zayıflamamış
olduğunu bildirmektedir.
Derim ki: "Arazi
sürmemiş" buyruğunun çalıştırılmanın dışında neşe ve keyfi icabı
"arazi sürmüştür" anlamına gelme ihtimali de vardır. Nitekim
İmru'1-Kays şöyle demiştir:
"Topraklarını
döküyor, saçıp savuruyor ve altüst ediyor
Develeri beş defa suya
gidip gelen kimsenin aşırı sıcaktan
ıslak toprağı bulmak
üzere toprağı altüst etmesi gibi."
Bu açıklamaya göre,
sözü geçen fiil bir başlangıç cümlesi olur "ve ekin sulamamıştır"
ifadesi de ona atfedilmiş olur.
"Arazinin
sürülmesi", hareket ettirilip karıştırılması demektir. Şu hadis-i şerifte
de bu kelime kullanılmıştır: "Kur'an-ı Kerim'i iyice araştırınız (karıştırınız).
Çünkü o öncekilerin de sonrakilerin de ilmidir." [355] Bir
diğer rivayette ise -ki daha önce geçmişti-: "İlim isteyen bir kimse
Kur'an-ı Kerim'i iyice araştırsın." [356] diye
buyurulmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de de (aynı kökten olmak üzere): "Onlar
yeri sürüp altüst etmişlerdi." (er-Rum, 30/9) diye buyurulmaktadır. Yani
ekin ekmek maksadıyla altüst etmişlerdi.
Hars -ileride de
geleceği üzere- ekilen şey demektir. [357]
Bu âyet-i kerime hayvanın
nitelikleriyle tayin edilebileceğinin, nitelikleriyle tayin edildiği takdirde
ise hayvanda selem yapmanın caiz olduğunun çok açık delilidir. Malik, mezhebine
mensup arkadaşları, Evzaî, Leys ve Şafii de bu görüştedir. Nitelikleriyle
tesbit ve tayin edilebilen herşeyde bu böyledir. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı
Kerim'inde ineği adeta yerini tutacak şekilde nitelikleriyle tesbit etmiş
bulunmaktadır. Rasulullah (s.a) da: "Kadın bir başka kadını kendi
kocasına adeta onu görüyormuş gibi sakın nitelikleriyle anlatmasın." [358]
diye buyurmaktadır. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Böylelikle Peygamber
(s.a) nitelemeyi görmenin yerini alabilecek şekilde değerlendirmiştir. Yine
Hz. Peygamber, hata yoluyla öldürmenin diyetini kendisi hakkında ödeme
yükümlülüğü getiren kişi için belli bir süreye kadar borç kabul etmiş ve hemen
peşin olarak verilmesini istememiştir. [359] Bu
ise, "hayvanda selem caiz olmaz" diyen Kûfelilerden Ebû Hanife ve
arkadaşları, Sevrî ve Hasan b. Salih'in görüşlerini reddetmektedir. İbn Mes'ud,
Huzeyfe ve Abdurrahman b. Semura'dan da bu görüş rivayet edilmiştir. Çünkü
hayvanın yürümek ve ha-reket etmek gibi gerçek niteliklerine vakıf olunamaz.
Bütün bunlar, hayvanın değerini artırır, kıymetini yükseltir şeylerdir. Bu sûrenin
sonlannda yer alan deyn (el-Bakara, 2/282) âyetinin açıklanması esnasında
selemin hükmü ve şartlarına dair açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle-
gelecektir.
"Salimdir."
Yani o inek, salim bir inektir. Bunun sıfat olması da caizdir. Yani o inek
topallık ve diğer kusurlardan salimdir. Bu görüş Katade ve Ebu'l-Aliye'ye
aittir. Bu inek çalışmaktan yana salimdir (yani çalıştırılmamıştır) denilemez;
zira zaten yüce Allah, onun işe koşulmadığını daha önceden belirtmişti.
el-Hasen der ki: Yani bu hayvanın ayaklan kusursuzdur, çalışmanın onda
herhangi bir etkisi yoktur.
"Hiçbir alacası
yoktur." Onun renginden farklı herhangi bir rengi yoktur. O baştan sona
sandır. Beyazlığı, kırmızılık veya siyahlığı yoktur. Nitekim yüce Allah, bundan
önce "rengi sapsarı bir inektir" diye buyurmuştur. kelimesinin aslı
şeklindedir. Bu kelime de birbirinden farklı iki ayrı renkte dokunan kumaş için
kullanılan elbisenin farklı renklerle dokunmasını ifade eden tabirden
alınmıştır. Yüz bölgesinde ve ayaklarında siyahlık bulunan öküz hakkında da
tabiri kullanılır. İbn Are-fe'nin dediğine göre, bu kelime renk anlamındadır.
Duyduğu sözü değiştirmedikçe, ona başka renkler katarak değişik şekillere
büründürüp onu istediği gibi süslemedikçe laf alıp götüren kimseye Jurnalci
denilmez. Bu kelime aynı zamanda çokluk anlamını da ifade eder. Filân oğullan
çoğaldı, demektir. Renklerini ifade etmek üzere; at için ablak, koç için ahrac,
keçi için ebrak, karga için ebka', öküz için eşyeh denilir. Bütün bunlar
renklerdeki alacalığı ifade etmek için kullanılır. Dilcilerin açıklaması bu
şekildedir.
Vasıflan belirtilen bu
ineğin niteliklerinin bu şekilde sıralanışı, onlann işi sıkı tutmalanna
karşılık Allah'ın da bu işi onlar için zorlaştırmasıdır. Aslında Allah'ın dini
kolaylıktır. Peygamberlere ve onların dışında kalan gerçek ilim adamlanna kılı
kırk yararcasına soru sormak, yerilmiş birşeydir. Allah'tan esenlik dileriz.
Bu ineğin kıssası ile
ilgili birtakım rivayetler vardır. Bunlann özeti şöyledir: İsrailoğullannda
bir adamın bir oğlu olur. Bunun da bir düvesi vardır. Bu düvesini bir ormanlığa
bırakıp şöyİe dua eder: Allah'ım, ben bu düveyi Sana bu çocuk adına emanet
bırakıyorum der ve bu adam ölür. Küçük çocuğun yaşı ilerleyince annesi ona -ki
annesine karşı çok iyi davranırdı-: Senin baban senin adına, Allah'a bir
düveyi emanet vermişti, git onu al, der. Çocuk gider. İnek onu görünce onun
yanına gelir. O da bu ineğin boynuzunu yakalar. -Bu inek evcil değildi.- İneği
boynuzundan tutup annesine doğru götürmeye koyulur. İsrailoğulları onu görür
ve bu ineğin kesmekle emrolundukları ineğin niteliklerine sahip olduğunu
görürler. Onu satın almak üzere onunla pazarlık ettiler, ancak o onlardan
oldukça yüksek bir fiyat istedi. İkrime'den rivayet edildiğine göre, o ineğin
değeri üç dinar imiş. Bunu gören İsrailoğulları onunla Mûsâ (a.s)'ın yanına
gittiler ve: Bu adam bize büyük bir haksızlık ediyor dediler. Hz. Mûsâ onlara:
Kendisine ait olan mülkte onu razı ediniz, dedi. Bu ineği ondan ağırlığı
bedelinde satın aldılar. Bu görüş Abîde'den nakledilmiştir. es-Süddî ise der
ki: Ağırlığının on katı ile ondan aldılar. Derisini dolduracak kadar dinarla
alındığı da söylenmiştir. el-Mek-kî'nin zikrettiğine göre bu inek semadan
inmiştir. Yeryüzündeki ineklerden değildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"İşte şimdi hak
ile geldin dediler." Katade'ye göre; yani hakkı gereği gibi açıkladın,
dediler.
el-Ahfeş 'ın vasıl
elifini katı' ile şeklinde -ya Allah denildiği gibi- okunduğunu nakletmektedir.
Bir başka okuma şeklini
de vav'ın tesbiti ile yani med harfi okunuşu ile şeklini de nakletmiştir.
Medinelilerin ve Ebû Amr'ın: ilk âd" (en-Necm 53/5O)şeklinde okumalan da
buna benzer. Kûfeliler ise hem-zeli olarak şeklinde okumuşlardır. Medineliler
ise iki sakin bir araya geldiğinden dolayı vav'ın hazfedilmesiyle birlikte
hemzeyi hafifleterek şeklinde okurlar.
ez-Zeccâc der ki: şimdi" kelimesi elif-lâm'lı sair
kelimelerden farklı olduğundan dolayı fethalı olarak mebnidir. Çünkü elif-lam
ahid için gelmemiştir. Mesela: sen şu ana kadar buradasın, derken "şu
vakte kadar burdasın" demektir. İşte bu bakımda mebni bir kelime olarak,
iki sakin arka arkaya geldiğinden dolayı "nün" harfi de üstün
almıştır. Bu kelime; ile gelecek arasındaki zamanı (hali) ifade eder.
"Nihayet onu boğazladılar,
fakat az kalsın yapamayacaklardı." Sibeveyh, az kala yapacaktı; ifadesinin
kullanılmasını Belki'ye benzeterek, uygun bulmakadır. Buna dair açıklamalar bu
sûrenin baş taraflarında (2/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu
buyruk onlann ineği boğazlamaktaki işi ağırdan aldıklarına, Allah'ın emrini
hemen ifa etmek için gösterdikleri gayretin azlığına dair bir haberdir.
Muhammed b. Ka'b el-Ku-razî ise; pahasının çok yüksek oluşundan dolayı
neredeyse yapamayacaklardı, demiştir.
Onlann bu şekilde
gecikmelerinin sebebi ise, aralarından katilin bilinmesi ile kendilerinin
rezil olmaktan korkmaları olduğu da söylenmiştir. Bu görüş Vehb b. Münebbih'ten
nakledilmiştir. [360]
72. Hani siz
bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz.
Halbuki Allah, sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır.
"Hani siz bir
canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz.."
Bu buyruk, kıssanın baş tarafından önce gelir. Bunun takdirî ifadesi şöyledir:
Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa
düşmüştünüz. Bunun üzerine de Mûsâ: "Muhakkak Allah size şunu şunu
emrediyor..." demişti. Bu buyruk yüce Allah'ın: "Kendisinde
eğrilikten eser bulunmayan o dosdoğru Kitabı, kulu üzerine indiren Allah'a
hamdolsun." (el-Kehf, 18/1-2) buyruğuna benzemektedir. Yani, kuluna
kitabı dosdoğru olarak indiren ve kendisinde bir eğrilik olmayan.... demektir.
Buna benzer anlatımlar pek çoktur. Biz buna dair açıklamaları kıssanın baş
taraflarında belirtmiştik.
Bu kişinin öldürülüş
sebebi hakkında iki görüş vardır. Birisine göre öldürülüş sebebi, onun güzel
kızı ile kızın amcasının oğlunun evlenmek istemesine rağmen amcasının bunu
engellemesidir. O da amcasını öldürür, onu bulunduğu köyden bir başka köye
alıp götürür ve orada bırakır. İki köy (veya kasaba) arasına bıraktığı da
söylenmiştir.
İkinci görüşe göre,
mirasına konmak üzere onu öldürmüştür. Çünkü katil fakir idi. Ayrıca onun
katillerinin Sıptlardan birisi olduğunu da iddia etmişti. İkrime der ki: İsrailoğullarının
oniki kapısı bulunan bir mescidi vardı. Her bir kavim (sıbt) o kapıdan girerdi.
Sıbtlardan birisinin kapısında bir maktul buldular. Bunlar ötekilerinin
aleyhinde iddiada bulundular. Ötekiler de berikilerin aleyhinde iddiada
bulundular. Daha sonra Hz. Musa'nın huzuruna mahkemeleşmek üzere gittiler. Hz.
Mûsâ da onlara: "Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor" (67.
âyet) diye buyurur.
Âyet-i kerimede geçen
anlaşmazlığa düşmüştünüz" kelimesi, Mücahid'in görüşüne göre ihtilafa ve
anlaşmazlığa düşmüştünüz demektir. Kelimenin aslı şeklinde olup te harfi de
harfine idğam yapılmıştır. İdğam edilmiş harfle sakin olduğundan dolayı
başlamak caiz olmadı-ğıdan dolayı başına bir vasıl elifi eklenerek bu hali
almıştır.
"Halbuki Allah
sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır."
Mirasına konmak üzere
onu öldürdüğünü kabul eden görüşü esas aldığımız takdirde -Abide es-Selmanî'ye
göre- ta o zamandan beri kasten öldüren kişi miras alamıyordu. İbn Abbas der
ki: Bu adam amcasını, mirasını almak üzere öldürmüştür. İbn Atiyye der ki:
Bizim şeriatimizde de hüküm bunun gibidir. [361]
İmam Malik -Allah'ın
rahmeti üzerine olsun- "Muvatta" adlı eserinde Uhayha b. el-Culah'ın
amcası ile ilgili durumunun katilin miras almamasının sebebi olduğunu
nakletmektedir. [362]
Daha sonra bu hüküm, cahiliyye döneminde karşılaşılan birçok olayın hükmünde
olduğu gibi İslâm'da da sabit bir hüküm olarak kalmıştır. Kasten öldüren
kimsenin diyetten olsun, maktulun malından olsun hiçbir miras alamayacağı
hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bunlardan tek istisna
hepsi de bid'at ehli olan ve cumhurun kanaatine istisna teşkil eden bazı
kimselerdir. Ancak hata yoluyla öldüren kişi maldan miras almakla birlikte
diyetten miras alamaz. Bu görüş Malik, Evzai, Ebû Sevr ve Şafii tarafından
kabul edilmiştir. Çünkü hata yoluyla öldüren kimse öldürdüğü kimsenin mirasını
ve malını almak üzere öldürmüştür, diye itham edilememektedir.
Süfyan-ı Sevrî, Ebû
Hanife ve arkadaşlan ile bir başka görüşünde Şafii kasten veya hata yoluyla
öldürmüş olsun katil maldan da diyetten de miras almaz, demişlerdir. Aynı
zamanda bu Şureyh'in, Tâvus'un, Şa'bi ve Nehaî'nin de görüşüdür. Bunu eş-Şa'bî,
Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Zeyd'den de rivayet etmiştir. Onlar şöyle derler: Kasten
öldüren olsun hata yoluyla öldüren olsun hiçbir şeyi miras alamaz. Mücahid'den
ise bu her iki görüş de rivayet edilmiştir. Basralılardan bir kesim de şöyle
demektedir: Hata yoluyla öldüren kişi diyetten de maldan da miras alır. Bu
görüşü Ebû Ömer (İbn Abdi'1-Berr) nakletmiştir.
Bu konuda Malik'in
görüşü daha sahihtir. Nitekim buna dair açıklamalar ileride miras hukukuyla
ilgili âyetin (en-Nisa, 4/11-14) tefsiri yapılırken -yüce Allah'ın izniyle-
gelecektir. [363]
73-
"Onun bir parçasıyla ona vurun* dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir
ve size âyetlerini gösterir. Akıl erdiresiniz diye."
"Onun bir
parçasıyla ona vurun dedik." Bu parçanın, konuşma aracı olduğundan dolayı
ineğin dili olduğu söylenmiştir. Kuyruk sokumu olduğu da söylenmiştir. Çünkü
insanın hilkati onda terkip edilmiştir. "Baldırı ile kemiklerinden bir
kemik ile" de söylenmiştir. Kesinlikle söylenebilecek şey ineğin
organlarından bir organ ile vurulduğudur. Bu şekilde ona vurulunca canlandı,
kendi?ni öldüreni haber verdi ve eskisi gibi ölü düşüverdi. [364]
Maktulün: "kanım
filandadır" yahut "filan kişi beni öldürdü" demesi ile ka-same
yapmanın sahih olacağına, İbn Vehb ile İbnu'l -Kasım'dan gelen rivayete göre
İmam Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- (bunu) delil göstermiştir. Şafii
ve ilim adamlarının çoğunluğu ise bunu kabul etmemekte ve doğru görüşün aksi
olduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü onlara göre maktulün : Kanım filandadır
veya filan kişi beni öldürdü, demesi doğru da yalan da olabilen bir haberdir.
Aleyhinde iddiada bulunulan şahısın kanının koruma altında olduğu, kesin delil
olmadıkça o kanı dökmenin mubah olamayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Kesin kanaatin bulunduğu yerde ise ihtimal ile amel edilmez. Dolayısıyla
maktulün, "kanım filandadır" demesine itibar etmek batıldır.
İsrailoğullan arasında öldürülen şahısın bunu söylemesi ise bir mucize idi ve
yüce Allah, onu dirilteceğini haber vermişti. Bu aynı zamanda ihtimalin
sözkonusu olmayacağı şekilde kesin olarak katilinin kim olduğunu da haber
vereceğini ihtiva etmektedir. Dolayısıyla bu iki husus arasında fark vardır.
İbnu'l-Arabî der ki:
Mucize maktulün diriltilmesindedir. O hayat bulunca onun söylediği söz, kabul veya
reddedilmek açısından bütün insanların sair sözlerine benzer. İşte bu, Malik
dışında kimsenin farkına varamadığı ilimin oldukça incelikli bir meselesidir.
Kur'an-ı Kerim'de ise bu kişi haber verdiği takdirde doğru söylemesi gerekir,
diye bir ifade yoktur. Bununla birlikte Allah Teala'nın onlara kasame
yapmalarını emretmiş olma ihtimali de vardır. Ancak Buhârî, Şafii ve bir grup
ilim adamı bunu uzak bir ihtimal görerek şöyle demişlerdir: Böyle bir kimsenin
bir dirheme dair yapacağı açıklama kabul edilmezken kan ile ilgili (katili
hakkında) söyleyeceği söz nasıl kabul edilir? [365]
İlim adamları, kasame
ile hüküm verme hususunda farklı görüşlere sahiptir. Salim, Ebu Kılabe, Ömer
b. Abdülaziz, el-Hakem b. Uyeyne'den kasame-ye dayanarak hüküm verme hakkında
herhangi bir kanaat belirtmedikleri rivayet edilmiştir. Buhârî de buna
meyyaldir. Çünkü o, ilgili olmayan yerinde Kasame hadisini de kaydetmiştir.
Cumhur ise şöyle demiştir: Kasameye dayanarak hüküm vermek Peygamber (s.a)'dan
sabittir. Daha sonra kasameye dayanarak hüküm vermenin keyfiyeti hakkında
farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bir kesim şöyle der: Önce iddia sahipleri
yemin ederler. Eğer yemin ederlerse (diyeti) hak ederler. Şayet iddia sahipleri
yemin etmezlerse bu sefer aleyhlerinde iddiada bulunulan kimseler elli yemin
ederler ve ibra olurlar. Bu Medinelilerin, Leys'in, Şafii'nin, Ahmed'in ve Ebu
Sevr'in görüşüdür. Huveyyisa ve Muhayyisa'nın durumunu nakleden hadis de bunu
gerektirir. Sözkonusu bu hadisi hadis imamlan olan Malik ve başkaları rivayet
etmiştir. [366]
Bir başka kesim, önce
haklarında iddiada bulunulan kimselerin yemine başlayacaklarını ve yemin edip
ibra olacaklarını söylemişlerdir. Bu görüş de Ömer b. el-Hattâb, Şa'bî ve
Nehaî'den rivayet edilmiştir. Sevrî ve Kûfeli fa-kihler de bu görüştedir. Delil
olarak da Şu'be b. Ubeyd b. Buşeyr b. Yesâr'dan gelen rivayeti gösterirler. Bu
rivayette şöyle denilmektedir: Yemine, aleyhlerinde iddiada bulunulan kimseler
olan yahudiler başladılar. Yine bunlar Ebu Davud'un ez-Zührî'den, onun Ebu
Seleme b. Abdurrahman'dan, onun ensar-dan birtakım kimselerden yaptığı şu
rivayeti delil gösterirler: Buna göre Peygamber (s.a) önce yahudilere:
"Sizden elli erkek yemin eder mi?" demiş, onlar bunu kabul etmeyince
ensâra: "Haydi siz hakkınızı elde ediniz" demiş, bu sefer onlar da
şöyle dediler: Ey Allah'ın peygamberi biz, gayba dair yemin mi edelim? Bunun
üzerine Rasulullah (s.a) yahudiler tarafından diyet ödenmesi hükmünü verdi.
Çünkü maktul aralarında bulunmuştu. [367]
Bu görüşün sahipleri
ile Hz. Peygamber'in: "Fakat yemin müddea aleyhe aittir" [368]
buyruğunu da delil gösterirler. İşte bu hadis-i şerif ile müddea aleyhlerin
yemin edecekleri tayin edilmektedir. Bu görüşün sahipleri devamla şöyle
derler: İşte bu, davalarda kesin olarak kabul edilen aslî bir ilkedir. Şeriat
da bunun hikmetine Hz. Peygamber'in şu buyruğu ile dikkat çekmiştir: "Eğer
insanlara iddiada bulundukları için (istedikleri) verilecek olursa birtakım
kimseler birtakım erkeklerin kanlarını, mallarını iddia eder. Şu kadar var ki
yemin etmek müddea aleyhe düşer." [369]
Birinci görüşün
savunucuları, bunların görüşlerini reddederek şöyle derler: Sa'id b.Ubeyd'in,
yahudilere diyet ödetildiğini belirten hadisi, hadis ehline göre bir vehimdir.
en-Nesaî, bu hadisi rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Bildiğim kadarıyla (başka
raviler) bu rivayette Said'e uygun şekilde rivayette bulunmamışlardır. Diğer
taraftan Buşeyr'in Sehl'den rivayet ettiği ve Peygamber (s.a)'ın iddia
sahipleriyle yemine başladığını belirten hadis-i şerifi Yahya b. Said, İbn
Uyeyne, Hammad b. Zeyd, Abdulvahhab es-Sakafî, İsa b.Hammad ve Bişr b.
el-Mufaddal da kesintisiz bir senet ile rivayet etmişlerdir. İşte bu hadisi,
bu şekilde rivayet edenlerin sayısı yediyi bulmaktadır. Bu hadisi her ne kadar
Malik mürsel olarak rivayet etmiş ise de hadis hafızları bunu mevsul olarak
rivayet etmiştir. Ayrıca bu Said b. Ubeyd'in rivayet ettiği hadisten da daha
sahihtir.
Ebu Muhammed el-Asilî
der ki: Vahid bir haber ileri sürülerek topluluğun rivayet ettiği habere,
itiraz etmek caiz değildir. Üstelik Said b. Ubeyd naklettiği hadisinde şöyle
demiştir: Rasulullah (s.a) zekat develerinden yüz deve vererek onun diyetini
ödemiştir. Halbuki zekat, diyetler için verilmez. Ve zekat alma ehliyetine
sahip olmayan kimselerle bu konuda sulh yoluna gidilmez. Ebu Davud'un rivayet
ettiği hadis ise mürseldir. Dolayısıyla muttasıl (senedinde kesinti
bulunmayan) sahih hadislere o hadisle karşı çıkılmaz. Yine bu birinci görüşün
sahipleri konu ile ilgili asıl kaideye sarılmak hususunda şöyle cevap verirler:
Bu hüküm (kasameye dair yeminlerin bu şekilde yapılacağı hükmü) kanların
dökülmesinin haram olması dolayısıyla başlı başına bir asıldır. İbnu'l-Münzir
de şöyle demektedir:
Rasulullah (s.a)'ın
beyyineyi müddaiye (davacıya) yemini de müddea aleyhe (davalıya) ait olarak
tesbit ettiği sabittir. Bunun zahirine göre hüküm vermek icabeder. Bundan şanı
yüce Allah'ın Kitab-ı Kerim'inde veya Peygamber (s.a) vasıtasıyla herhangi
birşey hakkında özel bir hüküm koyması istisna edilir. O vakit hakkında özel hüküm
bulunan şey bu konudaki haberin verdiği genel kapsamdan istisna edilir.
Kitabın konu ile ilgili delil olduğu hususlardan birisi de zina iftirasında
bulunan kimseye, eğer iftirada bulunduğu kişinin hakkında doğru söylediğine
dair lehine şahitlik edecek dört şahidi bulunmuyor ise, o takdirde iftira
edene had vurulması gereğini ifade eder. Yine kendi hanımına zina isnad eden
kişinin özel hükmü ise şöyledir: Eğer dört defa doğru söylediğine dair şahitlik
ederse, ona uygulanacak olan had düşer. Sünnetin bu konuda özel olarak tahsis
ettiği hüküm ise Peygamber (s.a)'ın kasameye dayanarak hüküm vermesi olayıdır.
İbn Cüreyc'in Ata'dan, onun Ebu Hureyre'den rivayetine göre Peygamber (s.a)
şöyle buyurmuşun "Bey-yine, iddiada bulunan kimseye, yemin de inkâr edene
düşer. Kasame bundan müstesnadır." Bu hadisi de Darakutnî rivayet
etmiştir. [370]
İmam Malik, bu
mes'eleye dair Muvatta adlı eserinde yeterince delil göstermiş bulunmaktadır.
Konuyu oradan dikkatle takib edebilirsiniz. [371]
Kasame yoluyla kısasın
gerekip gerekmeyeceği hususunda da ilim adamları farklı görüşlere sahiptir.
Bazıları kasame ile kısasın gerekeceğini kabul etmişlerdir. Bu, Malik, Leys,
Ahmed ve Ebu Sevr'in görüşüdür. Çünkü Peygamber (s.a) Huveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman'a:
"Yemin eder ve adamınızın kanına hak kazanır mısınız?" diye
söylemiştir. Ebu Davud'un da Amr b. Şuayb'den, onun babasından, onun dedesinden
rivayetine göre Peygamber (s.a) Nadr b. Malikoğullarından bir kişiyi kasame
sonucunda öldürmüştür. [372]
Darakutnî der ki: Amr b. Şuayb'ın babasından onun dedesinden yoluyla rivayet
ettiği nüshası (hadis mecmuası) sahihtir. Aynı şekilde Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr
de Amr b. Şuayb'ın hadisini sahih kabul eder ve onu delil gösterir. Buhârî der
ki: Ben Ali b. el-Medinî'nin, Ahmed b. Hanbel'in, Hu-meydî'nin, İshak b.
Raheveyh'in onu delil gösterdiklerini gördüm. Bunu Darakutnî Sünen'inde
kaydeder.
Bir başka kesim ise
kasame sonucu kısas gerekmediği görüşündedir. Onlara göre, gereken sadece
diyettir. Bu görüş Hz. Ömer ve İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. en-Nehaî ve
el-Hasen'in görüşü de budur. es-Sevrî, Kûfeliler, Şafii ve İshak da bu
kanaattedir. Bunlar Malik'in, İbn Ebi Leyla b. Abdullah'tan, onun Sehl b. Ebu
Hasme'den, onun da Peygamber (s.a)'den ensara dediği şu sözleri delil
göstermişlerdir: "Ya onlar adamınızın diyetini verirler veya onlara karşı
savaş ilan edildiğini bilsinler." [373] Bu
görüşü savunanlar derler ki: İşte bu diyete delildir, kısas yapılacağına delil
değildir. Hz. Peygamber'in az önce geçen ve Huveyyisa, Muhayyisa ve
Abdurrahman'a söylediği belirtilen "adamınızın kanına hak
kazanırsınız" buyruğu, sizin maktulünüzün kanının diyetini hakedersiniz,
demektir. Çünkü yahudiler, onların adamları (arkadaşları) değildir. Adamının
diyetine hak kazanan kimse ise onun kanına hak kazanmış demektir. Çünkü diyet
kasten öldürme halinde de alınabilir. O bakımdan bu da kana (onun diyetine) hak
kazanmak demek olur. [374]
Kasameyi gerektiren
husus olan "levs"in bulunması kaçınılmazdır. Levs; öldürme iddiasında
bulunanın doğru söylediğine dair galip bir zan uyandıran bir emaredir.
Öldürmeyi gördüğüne dair adil bir kişinin şehadette bulunması yahut öldürülen
kimsenin kanına bulanmış bir şekilde görülürken itham edilen kişinin de
çevresinde veya onun yakınında, üzerinde öldürme izleri taşıyarak görülmesi
gibi.
Levs ve ona dayanarak
hüküm vermek hususunda da farklı görüşler vardır. Malik der ki: Levs maktulün:
Kanım filandadır, demesidir. Adaletli bir şahit de levstir. İbnu'l-Kasım'ın
ondan (Malikten) yaptığı rivayette de böyle denilmektedir. Eşheb ise Malik'ten
adil olmayan şahit ile ve kadın ile birlikte yemin ettirileceği görüşünü
rivayet etmektedir. İbn Vehb de kadınların şahitliğinin de levs olduğunu
rivayet etmiştir. Muhammed İbnu'l-Kasım'ın zikrettiğine göre tek bir kadının
şehadeti değil de iki kadının şehadeti bir levstir. Kadı Ebu Bekr İbnu'l-Arabî
der ki: Levs hakkında pek çok ihtilaf edilmiştir. Mezhepte meşhur olan görüş
levsin adaletli bir şahid olduğudur. Muhammed (İbnu'1-Kasım) der ki: Bu benim
için daha uygun görülmektedir. (İbnu'l-Arabî) der ki: İbnu'l-Kasım ve İbn
Abdu'l-Hakem de bu görüşü kabul etmişlerdir.
Abdülmelik b.
Mervan'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yaralı veya vurulmuş bir kimse
kanım filan kişidedir, deyip ölse kasame yapılır. İşte Malik ve Leys b. Sa'd
da bu görüştedir. Malik görüşüne delil olarak İsrailoğul-ları arasında
öldürülen kişinin: Beni filan kişi öldürdü, demesini delil göstermiştir.
Şafii de der ki: Levs
adaletli şahittir veya adil olmasalar bile bir beyyine getirmektir. es-Sevrî ve
Kûfeliler ise sadece maktulün (bölgede) bulunması ile kasamenin yapılmasını
öngörmüşler ve bu konuda maktulün söz söylemesine veya şahide ihtiyaç
görmemişlerdir. Şöyle derler: Maktul, bir kavmin bulunduğu mahallede bulunacak
olur ve onun üzerinde öldürme izi varsa o yerde bulunan ahali onu
öldürmediklerine dair yemin ederler ve o takdirde de onun diyetini öderler.
Eğer üzerinde öldürme izleri bulunmuyor ise belli bir kişinin aleyhine beyyine
ortaya konulmadıkça akilenin[375]
herhangi birşey ödemesi gerekmez.
Süfyan da der ki: İşte
bu bize göre üzerinde icma'a varılan hususlardandır. Ancak bu zayıf bir
görüştür. Bu görüşleriyle ilim ehline muhalefet etmişlerdir. Bu konuda
onlardan önce böyle bir görüş ortaya atan olmamıştır. Ve bu Kur'an'a ve sünnete
de aykırıdır. Çünkü bu görüş ile aleyhlerine sabit olmuş bir beyyine ve onlar
tarafından yapılmış bir ikrar bulunmaksızın akile-ye bir mal ödeme
mükellefiyeti getirilmektedir.
Malik ve Şafii ise şu
görüştedir: Maktul eğer bir topluluğun kaldığı mahallede bulunacak olursa onun
kanı hederdir. Onun bulunduğu yere evi en yakın olan kişi sorumlu tutulmaz.
Çünkü maktul bir başka yerde öldürülüp ondan sonra başkasını bu işe
bulaştırmak kastıyla başkalarının kapısı önünde bırakılabilir. Böyle birşey
dolayısıyla kimse sorumlu tutulamaz. Kasamenin gereğine dair şart gördükleri
sebepler oluşmadıkça, böyle birşey dolayısıyla kimse sorumlu tutulamaz. Ömer
b. Abdüzaziz de şöyle demiştir: İşte bu, hakkında kıyamet gününde yüce Allah
hükmünü verinceye kadar hüküm vermenin erteleneceği hususlardan bir tanesidir. [376]
el-Kasım b. Mes'ade
der ki: Nesai'ye şöyle dedim: Malik, levs ile olmadıkça kasameyi kabul etmiyor.
Peki kasame ile ilgili hadisi orada levs sözkonu-su edilmediği halde ne diye
Kitabında kaydetmiştir. Nesaî şöyle dedi: Malik onlarla yahudiler arasında
bulunan düşmanlığı levs gibi değerlendirmiş ve levsi de ölenin sözlerini de
düşmanlık seviyesinde değerlendirmiştir.
İbn Ebi Zeyd der ki:
Bunun asıl delili, İsraiîoğulları kıssasında şanı yüce Allah'ın ineğin bir
parçasıyla vurulup da maktulü diriltmesi, onun da: Beni filan kişi öldürdü
demesi ile düşmanlığın bir levs olarak kabul edilmesidir.
Şafii der ki: Biz
-önceden de geçtiği üzere- maktulün söylediği sözü levs olarak görmüyoruz. Yine
Şafii der ki: Eğer ensar ile yahudiler arasında olduğu gibi açık bir
düşmanlık, iki ayrı topluluk arasında varsa ve öldürülen kişi bu iki kesimin
bulunduğu yerden birisinde bulunur, orada da onlardan başka kimse oturmuyor
ise o maktul hakkında kasame vacip olur. [377]
Sahipleri tarafından
başkalarına kiraya verilen bir mahallede maktulün bulunması hususunda fukahanın
farklı görüşleri vardır. Re'y ashabı şöyle der: Maktulün diyeti hıtta [378]
ehline (o mahallenin kurucusu olan asıl sahiplerine) aittir. Mahallede sakin
olan (kiracılar) üzerinde herhangi bir sorumluluk yoktur. Eğer bunlar evlerini
sattıktan sonra orada bir maktul bulunursa, o takdirde diyet satın alana
düşer, sakinlere birşey ödemek düşmez. Şayet evin asıl sahipleri orada
bulunmuyor ve evlerini kiraya vermiş iseler kasame ve diyet hazır bulunmayan ev
sahiplerine düşer. Maktulün aralarında bulunduğu sakinlere birşey düşmez.
Ancak aralarından
Ya'kub (b. İbrahim, yani Ebû Yusuf) bu görüşten vazgeçerek şöyle der: Kasame
ve diyet evlerde sakin olanlara düşer. Bu görüş ' İbn Ebi Leyla'dan da
nakledilmiştir. O bu görüşüne Hayber halkının Hayber'de işçi olarak sakin
olduklarını, orada çalıştıklarını ve maktulün onlar arasında bulunduğunu
belirterek delil gösterir.
es-Sevrî der ki: Biz
de şöyle deriz: O (kasame ve diyet) asıl sahiplerine yani o evlerin sahiplerine
aittir. Ahmed der ki: Doğru görüş diyette değil de kasame hususunda İbn Ebi
Leyla'nın görüşüdür. Şafii de der ki: Bütün bunların hepsi arasında fark
yoktur. Ortaya konulacak bir beyyine ile olmadıkça yahut da kasame yapmayı
gerektirip de veliler yemin etmedikçe kısas da olmaz, diyet de olmaz.
İbnu'l-Münzir der ki: Bu en sahih görüştür. [379]
Kasamede elli yeminden
daha aşağı yemin edilmez. Çünkü Peygamber (s.a) Huveyyisa ve Muhayyisa ile
ilgili hadis-i şerifte: "Sizden elli kişi onlardan bir kişi aleyhine
yemin eder" demiştir. Eğer hak sahibi olanlar elli kişi iseler onlardan
her birisi bir tek yemin eder. Bundan daha az iseler veya yeminden affedilmesi
caiz olmayan kimse yemin etmek istemese sayılarına göre (elli yemin buluncaya
kadar) herkes yemini tekrar eder. Kasten öldürmede ise erkek iki kişiden daha
aşağısı yemin etmez. Tek bir erkek veya tek bir kadın bu durumda yemin etmez.
Maktulün velileri ve velilerin kendilerinden yardım aldığı asabeden olan
kimseler (toplam) elli yemin ederler. Bu Malik, Leys, Sevrî, Evzai, Ahmed ve Davud'un
görüşüdür.
Mutarrifin Malik'ten
yaptığı rivayete göre ise, müddea aleyh ile birlikte kimse yemin etmez. Bizzat
kendileri -tek veya daha fazla kişi olmaları halinde olduğu gibi- elli yemin
ederler ve böylelikle kendilerini ibra ederler. Bu Şafiinin de görüşüdür. Şafii
der ki: Mirasçıdan başkası yemin etmez. Öldürme, ister kasten olsun ister hata
yoluyla olsun farketmez. Bizatihi mülk kendisinin olan ve Allahu Teala'nın
mirastan kendisine mülk tesbit ettiği kimse dışındakiler de bir mal hakkında
yemin edip o mala hak kazanamaz. Mirasçılar da mirastaki paylan oranında yemin
ederler. Ebu Sevr de bu görüştedir. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih
etmiştir. Sahih olan da budur. Çünkü aleyhinde iddiada bulunulmayan bir
kimsenin yemin etmesini gerektiren bir sebebin de ona yöneltilmesi sözkonusu
değildir. Diğer taraftan bu yeminlerin maksadı davadan ibra olmaktır.
Aleyhinde iddiada bulunulmayan bir kimse ise zaten bendir.
İmam Malik, hataen
öldürme hakkında da şöyle der: Bu hususta tek bir erkek ve tek bir kadın yemin
eder. Onlardan herhangi birisinin veya daha fazla sayıdaki kişinin yaptıkları
yemin sayısı elliye tamamlandı mı yemin eden kendi mirastaki payına hak
kazanır. Yemin etmeyi kabul etmeyen kimse ise birşey hak etmez. Yemin esnasında
hazır bulunmayan kimse daha sonradan gelecek olursa, hazır bulunduğu takdirde
mirasına uygun olarak, etmesi gereken yeminleri, geldikten sonra eder. Bu,
Malik'ten nakledilen meşhur görüştür. Onun hata yoluyla öldürmede kasame
yapılacağı görüşünde olmadığına dair rivayet de vardır.
Kasame ile ilgili
mes'elelerin tamamı, bunun fer'î mes'eleleri ve bunlara dair hükümler fıkıh
kitaplarıyla mezhepler arası görüş ayrılıklarını ele alan kitaplarda bütünüyle
ele alınmıştır. Bu konuda bizim sözünü ettiklerimiz ise yeterlidir. Başarıya
ulaştıran Allah'tır. [380]
Burada geçen Bakara
kıssası bizden öncekilerin şeriatinin de bizim için şeriat olduğunun
delilidir. Kelamcılardan birçok taife ve fukahadan bir grup bu görüştedir.
el-Kerhî de bunu tercih etmiş, bizim Malikî mezhebine mensup Kadi İbn Bukeyr de
bunu açıkça ifade etmiştir. Kadı Ebu Muhammed Abdülveh-hab da şöyle der:
Malik'in hüküm çıkarma usulü ve kitaplarında görüldüğü şekliyle delil çıkarma
yöntemi de bunu gerektirir. Şafii de buna meyletmiştir. "İşte onlar
Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların
hidâyetlerine uy" (el-En'am, 6/190) âyet-i kerimesi açıklanırken bu hususa
dair etraflı bilgiler -yüce Allah'ın izniyle- oranda verilecektir. [381]
"İşte Allah
ölüleri böyle diriltir." Bu kişiyi ölümünden sonra nasıl dirilttiyse, işte
ölen herkesi Allahu Teala böylece diriltecektir. "Ve size âyetlerini"
alametlerini ve kudretini "gösterir. Akıl erdiresiniz diye." Akıl
edesiniz diye. Buna dair açıklamalar daha önce (el-Bakara, 2/21'in tefsirinde)
geçmişti. Yani O'na isyan etmekten uzak olasınız diye. Akıl, birşeyden
alıkonmak anlamındadır. Koruyucu kalelere de "me'âkil (tekili
ma'kil)" adı verilir.[382]
74. Bundan
sonra yine kalpleriniz katüaştı. Onlar taş gibi veya taştan daha katı kesildi.
Çünkü öyle taşlar vardır ki, ondan ırmaklar kaynar. Yine öyle taşlar vardır ki
yarılıp ondan su fışkırır. Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır.
Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
"Bundan sonra
yine kalpleriniz katılaştı." Kasvet; sertlik, katılık kuruluk demektir.
Kalplerin Allah'a yönelmekten, Allah'ın âyetlerine boyun eğip itaat etmekten
uzak kalması, bundan bir eser taşımaması demektir. Ebu'1-Âli-ye, Katade ve
başkaları şöyle demektedir: Kasıt, bütün İsrailoğullarının kalpleridir. İbn
Abbas da şöyle demiştir: Kasıt, maktulün mirasçılarının kalpleridir. Çünkü
onlar maktul dirilip katilinin kim olduğunu haber verip tekrar ölünce
öldürülmüş olduğunu reddettiler ve: Bu, yalan söyledi, dediler. Onlar bu sözü,
o büyük mucizeyi gördükten sonra söylediler. O bakımdan hiçbir vakit kalpleri
bu kadar kör olmadığı gibi, bundan sonra da peygamberlerini bu kadar ileri
derecede yalanlamış değildiler. Şu kadar var ki, katilin öldürülmesi ile
Allah'ın hükmü uygulanmıştır.
Tirmizi, Abdullah b.
Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulul-lah (s.a) şöyle buyurdu:
"Allah'ı zikretmeksizin çok fazla söz söylemeyiniz. Çünkü Allah'ı
zikretmeksizin çokça konuşmak kalp için katılıktır. Allah'tan insanlar arasında
en uzak olan kişi ise katı kalp (sahibi)dir." [383]
el-Bezzar'ın
Afüsreed'inde ise Enes'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra-sulullah (s.a)
şöyle buyurdu: "Dört şey vardır ki bedbahtlıktandır. Gözün donması (yaş
akıtmaması), kalbin katılaşması, uzun emel ve dünyaya karşı hırs." [384]
"Onlar taş gibi
veya taştan dana katı kesildi." Burada "veya" edatı
"ve" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Ve onlardan hiçbir günahkara veya nanköre itaat etme." (el-İnsan,
76/24); "Mazeret olmak veya tehdid olmak üzere..." (el-Mürselât,
77/6) Şair de şöyle demiştir:
"O halifeliğe
nail oldu veya onun için bir kaderdi."
Ve o onun için
kaderdi, demektir.
Burada "hatta
taştan da katı" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Ve Biz, onu yüzbin kişiye veya daha fazla kişiye
(peygamber) gönderdik." (es-Saffât, 37/147) Burada da anlam "hatta
daha fazla kişiye.." demektir. Şair de şöyle demiştir:
"Kuşluk vaktinin
göz kamaştırılcılığında ve onun şeklinde
güneş parçası gibi
göründü Veya sen gözümde daha da güzelsin." Burada da: Hatta sen daha da
güzelsin, anlamındadır. Burada "veya"nın muhataba karşı ifadeyi
müphemleştirmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Ebu'l-Esved ed-Düelînin şu
beyitleri de işte bu türdendir:
"Muhammed'i
seviyorum, pek çok seviyorum
Abbas'ı da, Hamza'yı
da veya Ali'yi de
Eğer onları sevmek bir
doğruluksa onu bulmuş oluyorum.
Eğer bu bir sapıklıksa
hata etmiş olmuyorum."
Ebu'l-Esved onları
sevmenin apaçık bir doğruluk olduğunda şüphe etmiyor. Onun kastı anlatıma
müphemlik kazandırmaktır. Nitekim Ebu'l-Esved'e bunu söyleyince: Sen şüpheye
düştün denildi, o da: Kesinlikle hayır, dedikten sonra yüce Allah'ın şu
buyruğunu delil gösterdi: "Muhakkak biz veya siz, ya bir hidâyet üzereyiz
ya da apaçık bir sapıklıkta." (Sebe', 34/24) Daha sonra da şöyle der:
Acaba bunu haber veren şüphe mi ediyordu?
Burada bunun
muhayyerlik ifade ettiği de söylenmiştir. Yani sizler kalplerinizi ister
taşlara benzetiniz, isabet edersiniz, isterse de taşlardan daha katı kabul
ediniz, yine isabet edersiniz. Bu da bir kimsenin: el-Hasen'le veya İbn
Sî-rin'le oturup kalk ve fıkhı, ya da hadisi veya nahvi öğren, demesine benzer.
Bunun kelimenin ifade
ettiği mana olan, şüphe anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani ey muhatablar,
size göre sizin bakış açınıza göre eğer o kalplerin katılığını görseydiniz
şüpheye düşerdiniz. Bunlar acaba taş gibi mi yoksa taştan da mı katıdır? Bu
anlam yüce Allah'ın: "Yüzbin kişiye veya daha fazlasına" (es-Saffat,
37/147) buyruğu hakkında da söylenmiştir.
Bir grup da şöyle der:
Şanı yüce Allah, burada aralarında kimisinin kalbinin taş gibi olduğunu
kimisinin kalbinin ise taştan da katı olduğunu ifade buyurmuştur. Buna göre
onlar iki ayrı kesim idiler.
Yüce Allah'ın veya
daha katı" buyruğu, "taş gibi" buyruğunun mahalline atf ile
merfû' olarak okunmuştur. Çünkü bu;
takdirindedir. Bununla birlikte "daha katı" anlamındaki
kelimenin, "taş" anlamındaki kelimeye atf ile üstün okunması da
mümkündür. katılık," kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir.
katılık" kelimesini Ebu Hayve şeklinde okumuştur. Anlam aynıdır. [385]
"Çünkü öyle taşlar
vardır ki, ondan ırmaklar kaynar, yine öyle taşlar vardır ki yarılıp ondan su
fışkırır." Fışkırmanın anlamına dair açıklamalar daha önceden [386]
geçmiş bulunmaktadır. Yarılır anlamına gelen: kelimesinin aslıdir. Burada t
harfi şin harfine idğam edilmiştir. Bu şekilde yarılıp da kendilerinden su
fışkıran taşlar ırmak ve nehir olacak kadar büyümeyen pınarlar demektir. Veya
ondan su akmasa bile, yarılıp çatlayan taşlardan söz edilmektedir.
İbn Mûsârrif, bu
kelimeyi nun ile şeklinde okumuştur. Ayrıca deki yı her iki yerde de şeddeli
olarak okumuştur. Ancak bu uygun olmayan bir kıraat şeklidir. Malik b. Dînar
ise fışkırır kelimesini şeklinde nun ile ve cim harfini esreli olarak okumuştur.
Katade der ki: Taşlar
mazur görülmekte ama Âdemoğlunun bedbahtı mazur görülmemektedir.
Ebû Hatim der ki:
kaynar, fışkırır" kelimesinin "ye" harfinin "te"
okunması da caizdir. Çünkü "te" ile okuyuş halinde
"ırmaklar" anlamındaki kelime müennes kabul edilmiş olur. Bu ise
yarılır" kelimesi hakkında sözkonusu olmaz. en-Nehhâs: kabul etmediği bu
okuyuş, mana gözö-nünde bulundurulursa caiz görülür. Çünkü bu ifade şüphesiz o
taşlar arasından, yarılan taşlar vardır, anlamındadır. şeklindeki kıraat ise
daki lafzına göredir.
Şak: Yarık demektir ve
asıl itibariyle masdardır. Filanın el ve ayağında yarık (çatlak) vardır,
denilir. Bu kelimenin çoğulu (bu anlamıyla): şukûk şeklinde gelir. Şukâk
şeklinde gelmez. Çünkü şukâk bineklerde olan bir hastalık olup o da kimi zaman
bacağının üst taraflarına kadar yükselebilen ayak bileklerinde meydana gelen
çatlaklıklardır. Bu açıklamalar Ya'kub'dan alınmıştır. Şak aynı zamanda sabah
anlamındadır. Katade şeklinde her iki
yerde de şeddelisinden hafifletilmiş olarak (şeddesiz) okumuştur.
Yüce Allah'ın:
fışkırır" buyruğundaki nasb mahallin-dedir. Çünkü muhakkak ki"
edatının ismidir. Başındaki "lâm" da te-kid içindir. ondan"
buyruğundaki zamirin tekil ve müzekker gelmesi ise lafzı dolayısıyladır. Mana
göz önünde bulundurularak diye müennes zamir de caizdir. "Yine öyle
taşlar vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır" buyruğundaki ondan"
kelimesi de aynı durumdadır. Ka-tâde
lafzını her iki yerde de şeddesiz olarak okumuştur.
"Öylesi de vardır
ki, Allah korkusundan yuvarlanır." Yani kimi taşlar sizin kalplerinizden
daha faydalıdır. Çünkü bunların kimisinden sular çıkar, kimisi de yukarıdan
aşağıya doğru yuvarlanır. Mücahid der ki: Bir dağın tepesinden ne kadar taş
yuvarlanırsa, bir taştan ne kadar pınar kaynamışsa ve bir taştan ne kadar su
çıkmışsa mutlaka hepsi Allah korkusundan olmuştur. Kur'an-ı Kerim bunu ifade
etmektedir.
Buna benzer bir ifade
İbn Cüreyc'den de nakledilmiştir. Bazı kelamcılar yüce Allah'ın: "Öylesi
de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır" buyruğu hakkında: Bu,
bulutlardan düşen dolu demektir. Burada "yuvarlanmak" kelimesi mecazdır
da denilmiştir. Şöyle ki kalpler taşların yaratılışından ibret aldığından, ona
bakarak kalplerde Allah'ın korkusu harekete geçtiğinden dolayı o taşlara bakan
kimsenin alçakgönüllülüğü, burada taşlara izafe edilmiştir. Nitekim Araplar:
"Ticaret yapan dişi deve" derler. Yani kendisini göreni satın almak
üzere harekete geçiren demektir.
Taberi, bir grubun
şöyle dediğini nakletmektedir. Burada haşyet (Allah korkusu) taşlar hakkında
istiaredir. Nitekim yüce Allah'ın: "Çökmek isteyen bir duvar" (el-Kehf,
18/77) buyruğunda da duvar hakkında irade tabiri, istiare yoluyla
kullanılmıştır. Nitekim Zeyd el-Hayl de şöyle demiştir:
"Zübeyrîn
(şehadet) haberi gelince
Medine suru ve
Allah'tan korkan dağlar alçalarak boyun eğdi."
İbn Bahr da yüce
Allah'ın: "ondan" kelimelerindeki zamirin taşlara değil kalplere ait
olduğunu zikretmektedir. Yani kimi kalpler vardır ki Allah korkusundan dolayı
boyun eğer.
Derim ki: Bütün bu
söylenenler, lafza uygun açıklamalardır. Birincisi ise doğru olan açıklama
şeklidir. Çünkü birtakım cansız varlıklara marifet verilerek akleder hale
gelmeleri imkansız değildir. Rasulullah (s.a)'ın hutbe okuduğu vakit dayanmış
olduğu hurma kütüğünün yanından ayrılınca inlemesine dair rivayet[387] ile
Hz. Peygamber'in "Cahiliyye döneminde bana se-lat ü selam getiren bir taş
vardı ve ben onu şu an dahi tanıyorum" [388] buyruğu
ile yine Peygamber (s.a)'ın: "Sebîr (Mekke yakınlarında bir dağ) bana
aşağı in dedi. Çünkü benim üzerimde seni öldüreceklerinden korkarım. O vakit
Allah bana azap eder." şeklindeki sözleri de böyledir. Bunun demesi
üzerine Hira dağı da Hz. Peygamber'e: Bana doğru gel ey Allah'ın rasulü diye
seslenmiştir, şeklinde rivayet de böyledir. [389]
Kitab-ı Kerim'de de şöyle buyurulmuştur: "Biz emaneti göklerle yere ve
dağlara arzettik..." (el-Ahzab, 33/72); "Eğer Biz bu Kur'an'ı bir
dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhakkak ki onu Allah'ın korkusundan başını
eğmiş dağılıp parça parça olmuş görürdün." (el-Haşr, 59/21); yani zillet
ve itaat ile bu hale geldiğini görürdün. Buna dair genişçe açıklamalar ileride
-yüce Allah'ın izniyle- el-İsrâ Sûresi'nde (.44. âyetin tefsirinde) gelecektir. [390]
"Allah,
yaptıklarınızdan gafil değildir." Yani O, sizin amellerinizin küçük olsun
büyük olsun hepsini tesbit eder, sayıp döker. "Kim zerre ağırlığınca bir
hayır yaparsa onu görecektir, kim de zerre ağırlığınca bir şer yaparsa onu
görecektir." (ez-Zilzal, 99/7-8.)
Bu buyruktanın
anlamında ism-i mevsûl, kabul edilmedikçe aide ihtiyacı yoktur. O taktirde de
ism-i mevsûlün uzunluğu dolayısıyla hazfedilmiş kabul edilir. Yani O yaptıklarınızdan" takdirinde
demektir.
İbn Kesir: Yaptığınız
anlamına gelen: kelimesini ya ile
şeklinde okumuştur. O takdirde hitap Muhammed (s.a)'a yönelik olur.
("Allah onların yaptıklarından gafil değildir" anlamında olur). [391]
75- Artık
bunların size inanacaklarını mı umarsınız? Halbuki onlardan bir fırka vardı ki
Allah'ın kelâmını dinlerlerdi de onu anladıktan sonra bile bile tahrif
ederlerdi.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız.
"Artık bunların
size inanacaklarını mı umarsınız?" buyruğu böyle bir umudu red ediş
anlamını taşıyan (inkârî) bir sorudur. Adeta yahudilerden bu kesimin iman
edeceklerinden yana (müminlerin) ümitlerini kesiyor gibidir. Yani eğer bunlar
şu anda inkâr edip kâfir olmuşlarsa onların bu konuda uzun bir geçmişleri
vardır.
Burada hitap Peygamber
(s.a)'ın ashabınadır. Çünkü aralarındaki antlaşmalar ve himaye akidleri dolayısıyla
ensar, yahudilerin müslüman olmalarını çokça istiyordu. Hitabın -İbn Abbas'tan
nakledildiğine göre- yalnızca Peygamber (s.a)'e yönelik olduğu da söylenmiştir.
Yani; "onların seni yalanlamalarına karşılık sen üzülme!" demekte ve
geçmişten beri onların kötülük işleyen kimseler olduklarını bildirmektedir.
( bî ) Nasb mahallinde
olup "inanmaları hususunda" anlamındadır. Bundan dolayı fiilinden
"nûn" harfi hafzedilmiştir.
"Ummak,
beklemek" anlamlarına gelen "tama" kelimesi, aynı zamanda
askerlere verilen maaş anlamını da ifade eder. "Emir askerlere
tama'larının" yani maaşlarının "verilmesini emretti" şeklindeki
ifade böyledir. [392]
"Halbuki onlardan
bir fırka vardır ki..."
"Fırka" kökünden
tekili olmayan çoğul ismidir. En az çoğul sayısı için çoğulu daha fazlasında
ise şeklinde gelir.
"Halbuki onlardan
bir fırka vardır ki Allah'ın kelâmını dinlerlerdi." Çoğunluk
"Allah'ın kelâmı" anlamına gelen şeklinde okumakla birlikte el-A'meş
bunu "kelime"nin çoğulu olmak üzere: Allah'ın kelimelerini..."
şeklinde okumuştur. Sibeveyh der ki: Rabîa'dan bazı kimseleri onlardan"
kelimesini, mim harfinin esreli oluşuna uyarak, He harfini de esreli okurlar.
Sibeveyh; sükûnu bu uyumu (itbâı) önleyecek kadar güçlü bir engel değildir.
Allah'ın
kelâmını" buyruğu, "dinlerlerdi" anlamındaki fiilin me--l.udür.
Bu "fırka"
ile kastedilen Mûsâ (a.s)'ın seçtiği ve Allah'ın kelâmım işittikleri halde
O'nun emrine uymayan, kavimlerine verdikleri haberlerde işittikleri sözleri
değiştiren yetmiş kişidir. Bu er-Rabî' ve İbn İshak'ın görüşüdür. Ancak bu
görüş bir parça zayıftır. Yetmiş kişi Musa'nın işittiği şeyleri işitti diyenler
ise hata etmiş ve Hz. Musa'nın faziletini, özel olarak kendisiyle konuşulması
üstünlüğünü bir kenara itmiş olurlar.
es-Süddî ve başkaları
ise şöyle der: Allah'ın kelâmını işitmeye tahammülleri olmadı. O bakımdan
zihinleri kanştı ve Hz. Mûsâ'nm bu kelâmı işitip onun bu işittiklerini
kendilerine tekrarlamasını arzuladılar. Bu iş bitip de çıkıp gittiklerinde
onlardan bir grup peygamberleri Mûsâ (a.s) vasıtasıyla işittikleri Allah'ın
kelâmını kısmen değiştirdiler.
Nitekim yüce Allah bir
başka yerde Allah'ın kelamını işitmek hususuna şöylece açıklık getirmektedir:
"Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver, ta ki Allah'ın
kelamını dinlesin." (et-Tevbe, 9/6)
el-Kelbî, Ebu
Salih'ten o da İbn Abbas'tan naklettiğine göre; Hz. Musa'nın kavmi kendisinden
Rabbinin kendilerine sözünü işittirmelerini dilemesi isteğinde bulunduklarını
ve boru sesini andıran bir sesin: "Şüphesiz ben Allah'ım, benden başka
hiçbir ilah yoktur, Hayy ve Kayyûmum. Sizi çok üstün bir el ve güçlü bir kol
ile Mısır'dan çıkardım" diye işittiklerine dair bir rivayetin bulunduğu
söylenecek olursa, cevabımız şu olur:
Böyle bir hadis
batıldır, sahih değildir. Bunu İbn Mervan el-Kelbî'den rivayet etmiştir. İkisi
de zayıftırlar, bu rivayet delil diye gösterilemez. Konu ile ilgili
"kelâm" bütün Âdemoğulları arasında Hz. Musa'ya verilen bir özelliktir.
Eğer yüce Allah kendi kelâmını onun da kavmine işittirecek şekilde konuşmuş
ise, peki Hz. Musa'nın onlara üstünlüğü nerede kalır? Nitekim sözü hakkın
kendisi olan yüce Rabbimiz de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Ben seni
risaletlerimle ve kelâmımla insanlar arasından seçmiş bulunuyorum."
(el-A'raf, 7/144) Bu (Allah'ın kelâmını işitmenin Hz. Musa'ya ait bir özelliği
olduğu hususunda) ise gayet açıktır. [393]
Hz. Mûsâ, daha önce
yüce Allah'ın hitabını işitmemiş olmakla birlikte Allah'ın kelâmını nasıl
tanıdığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Kimisi şöyle der:
Hz. Mûsâ harf ve seslerden meydana gelmeyen bir kelâm işitti. Ayrıca bunda
kesinti ve nefes de yoktu. İşte o vakit Hz. Mûsâ bunun insan kelâmı olmadığını,
âlemlerin Rabbinin kelâmı olduğunu bildi.
Başkaları da şöyle
demektedir: Hz. Mûsâ, belli bir yönden gelmeyen bir ses işitti. İnsanların sözü
ise altı yönden birisinden işitilir. O zaman işittiği bu sesin insan sesi
olmadığını bildi.
Bir diğer görüşe göre
de, Hz. Musa'nın bütün cesedi kulak kesildi ve bu şekilde bu sözü işitti.
Böyelikle bunun Allah'ın kelâmı olduğunu bildi.
Yine bu konuda şöyle
denilmiştir: Mucize, onun işittiği şeyin Allah'ın kelâmı olduğunu
göstermiştir. Bu da şöyle olmuştur: "Ona asanı yere bırak" denilince
o da asasını yere bıraktı; hemen bir yılan oluverdi. İşte bu içinde bulunduğu
durumun doğruluğunu gösteren onun bir alâmeti oldu ve ona: "Şüphesiz ki
Ben senin Rabbinim" (Tâ-hâ, 20/12) diyenin aziz ve celil olan Allah olduğuna
bir delil oldu.
Şöyle de denilmiştir:
Hz. Mûsâ içinde ancak gayblan bilenin vakıf olabileceği birşey gizlemişti.
Şanı yüce Allah, hitabında içinde gizlediği bu şeyi ona haber verdi. Böylelikle
Hz. Mûsâ kendisine hitabedenin aziz ve celil olan Allah olduğunu bildi.
İleride yüce Allah'ın
izniyle Rabbimizin: "Sağ taraftaki vadiden bereketli arz parçasında
bulunan ağaçtan., diye ona seslenildi" (el-Kasas, 28/30) buyruğunun anlamı
açıklanınca buna dair geniş açıklamalar da gelecektir. [394]
"Allah'ın
kelâmını dinlerlerdi ve onu anladıktan" öğrenip belledikten "sonra
bile bile tahrif ederlerdi." Mücahid ve es-Süddî der ki: Bunlar Tevrat'ı
değiştirip tahrif eden yahudi bilginleridir ki nevalarına uyarak haramı helal, helali
haram kılarlardı.
Bu ifade ile onlar
azarlanmaktadırlar. Yani, bu yahudilerin atalarının geçmişte öyle kötü işleri
ve inatları olmuştur ki, işte bunlar da aynı yolu izleyip gidiyorlar. Nasıl
olur da siz onların iman edeceklerini umabiliyorsunuz?
Bu ifadeler de aynı
şekilde hakkı bilip de buna rağfnen ona karşı inatla-şan bir kimsenin, doğru
yoldan uzak olduğunu göstermektedir. Çünkü böyle bir kişi Allah'ın va'dini ve
tehditlerini bildiği halde bu bilgisi onu inadından vazgeçirmemektedir. [395]
76. İman
edenlerle karşılaştıklarında "iman ettik" derler; birbirleriyle
başbaşa kaldıklarında da: "Allah'ın size açtığını onu ileri sürüp
Rabbinizin huzurunda size karşı delil getirsinler diye mi haber veriyorsunuz?
Akü erdiremiyor musunuz?" derler.
77. Allah'ın
onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiğini bilmiyorlar mı?
"İman edenlerle
karşılaştıklarında iman ettik derler." Bu buyruk, münafıklar hakkındadır.
"Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında..." bölümü ise ya-hudiler hakkındadır.
Şöyle ki; onlardan bazı kimseler önce İslâm'a girmiş, sonra da münafıklığa
başlamışlardı. Arap olan mü'minlere, önceki atalarının ne şekilde azaba
uğratıldıklarını anlatırlardı.
Yahudiler bunlara:
"Allah'ın size açtıklarını" yani hakkınızda verdiği azap hükmünü
"onu ileri sürüp Rabbinizin huzurunda size karşı delil getirsinler";
yani Allah katında biz sizlerden daha üstünüz, desinler "diye mi haber
veriyorsunuz? derler." Bu açıklamalar İbn Abbas ve es-Süddî'den nakledilmiştir.
Şöyle de rivayet edilmiştir:
Hz. Ali, Hayber günü Kurayzalıların kalelerinden inmelerini isteyince
Rasûlullah (s.a)'a sövüldüğünü işitir. Bunun üzerine Hz. Peygamber'in yanına
gelip ona: Ey Allah'ın Rasûlü, sen bunlara tebliğde bulunma, dedi ve üstü
kapalı ifadelerle olanı anlattı. Hz. Peygamber ona: "Sanırım onların bana
sövdüklerini işitmiş olmalısın, onlar beni görürlerse bu işten
vazgeçerler" dedi ve Hz. Peygamber onlara doğru kalkıp gitti. Onu gördükleri
vakit bu sövmelerinden vazgeçtiler. Hz.Peygamber onlara: "Ey maymun ve
domuzların kardeşleri! Sizler ahdi bozdunuz. Allah sizi rezil etmiş ve sizin
üzerinize azabını indirmiştir." Bunun üzerine şöyle dediler: Ya Muham-med,
sen cahil bir kimse değilsin. Bize karşı cahillik etme. Sana bunları kim
anlattı? Bu haber ancak bizden sana ulaşmış olabilir, dediler. Bu anlamda bir
rivayet Mücahid'den de nakledilmiştir.
"Birbirleriyle
başbaşa kaldıklarında." Başbaşa kalmanın anlamına dair açıklamalar sûrenin
baş taraflarında (.14. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
"Açtı"
kelimesi hükmetti anlamındadır. Arapçada açmak (feth.) yargı ve hüküm vermek
demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "Rabbi-miz bizimle
kavmimiz arasında sen hak ile hüküm ver (fethet, aç)! Sen hükmedenlerin
(fethedenlerin) en hayırlısısın" (el-A'râf, 7/89).
el-Fettâh (açıcı) da
Yemenlilerin lehçesinde hakim demektir. O bakımdan: "Benimle senin aranda
fettâh (hakim) hüküm versin" derler. Böyle denilmesinin sebebi ise,
hakimin zalime karşı mazluma yardımcı olmasıdır. (Çünkü) Feth, aynı zamanda
yardım ve zafer demektir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu anlamdadır:
"Önceden kâfirlerin aleyhine feth (zafer) istiyorlardı." (el-Bakara,
2/89); "Eğer siz fetih (zafer) istemekteyseniz işte o fetih (zafer) size
gelmişi ir." (el-Enfal, 8/19)
Fetih, aynı zamanda iki
şeyin arasını ayırmak anlamına da gelmektedir.
"Size karşı delil
getirsinler diye"; yani sizi ayıplasınlar ve Allah katında biz sizden daha
iyiyiz desinler diye "mi haber veriyorsunuz?"
...Size karşı delil
getirsinler diye..." buyruğu, diye bilinen edatla nasb edilmiştir. Hazf
edilmiş takdiri ile de hazf edildiği kabul edilebilir. Nasb'ın alâmeti ise
"mim" harfinin hazf edilmiş olmasıdır.
Yûnus: Araplardan
bazıları "key lâm'ı" ile meftûh olurlar, der. Ahfeş de: Çünkü feth
asıldır, derken; Halef el-Ahmer: "Bu, Anber oğulları şivesidir" der.
Buyruğun anlamının,
sizin sözlerinizi size karşı delil getirsinler şeklinde olduğu da söylenmiştir.
Onlar size karşı: Siz bu sözün doğruluğuna vakıf olduktan sonra onu inkar
ettiniz, kafir oldunuz diyeceklerdir.
Şöyle de denilmiştir:
Yahudilerden birisi müslüman arkadaşı ile karşılaşır ona: Muhammed'in dinine
sımsıkı yapış. Çünkü o gerçek bir peygamberdir, dermiş.
"Rabbinizin
huzurunda" buyruğu ile kastedilenin ahirette olduğu söylenmiştir. Nitekim
yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra muhakkak sizler
Kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme olunacaksınız." (ez-Zumer,
39/31)
Bu buyruğun anlamının;
Rabbinizin zikredilmesi halinde size karşı delil göstersinler diye mi? şeklinde
olduğu da söylenmiştir.
Bir başka görüşe göre
"huzurunda" kelimesinin "hakkında" anlamına gelen:
anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani; sizin onlara söylediklerinizi onlar
Rabbiniz hakkında size karşı delil göstersinler diye mi? O vakit de size karşı
açık bir delil getirilmiş olacağından bu sayede de sizden daha haklı
çıkacaklardır, demektir. Bu açıklama şekli el-Hasen'den rivayet edilmiştir.
Hüccet (delil): Mutlak
olarak dosdoğru ve tutarlı söz anlamındadır. Me-haccetü't-Tarîk (dosdoğru yol),
tabiri de buradan gelmektedir. Bir kişiye karşı delil getirip onu bu hususta
mağlub ettiğini ifade etmek üzere de: Filan ile karşılıklı hüccet getirdik ve
ben delilimle onu susturdum," denilir. Hadis-i şerifte de: "Âdem
Musa'ya karşı susturucu delil ortaya koydu, [396]
denilmektedir.
"Akıl erdiremiyor
musunuz?" Bunun yahudi alimlerinin kendilerine tabi olanlara söyledikleri
sözler cümlesinden olduğu söylendiği gibi yüce Allah'ın mü'minlere yönelik bir
hitabı olduğu da söylenmiştir. Yani durumları bu iken İsrailoğullarının iman
etmeyeceklerine dair akıl erdiremiyor musunuz?
Bundan sonra da yüce
Allah onları (İsrailoğullarını): "... bilmiyorlar mı?" buyruğu ile
azarlamaktadır. Çünkü burada sorunun anlamı azarlamak ve ağır bir şekilde sitem
etmektir. Cumhur bilmiyorlar mı"
şeklinde yâ harfiyle okumuştur. İbn Muhaysin ise mü'minlere yönelik bir hitap
olarak bu kelimeyi "te" harfiyle (bilmiyor musunuz?) anlamında
okumuştur. Âyet-i kerimede sözü geçen "gizledikleri" küfürleri;
"açıkladıkları" ise kâfir olduklarını red etmeleridir. [397]
78. Onların
içinden kuruntu dışında Kitabı bilmeyen ümmîler de vardır. Onlar ancak zan
ediyorlar.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
"Onların
içinden" yahudiler arasından, yahudilerle münafıklar arasından da
denilmiştir "Kitabı bilmeyen ümmîler" okuma yazma bilmeyen kimseler
"vardır."
Ümmî, okuma ve yazma
öğrenmemiş, annesinden doğduğu şekilde kalan "ümmî ümmete" mensup
olan kimse demektir. Peygamber Efendimizin hadis-i şerifi de böyledir:
"Şüphesiz biz ümmî bir ümmetiz. Yazmayız, hesap etmeyiz..." [398]
Ümmü'l-Kitab'ı tasdik
etmedikleri için onlar hakkında "ümmîler" tabiri kullanıldığı da
söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir.
Ebû Ubeyde de der ki:
Onlara ümmî deniliş sebebi, Kitabın üzerlerine indirilmesidir. Sanki kitabın
anasına (ummu'na) nisbet edilmiş gibidirler ve sanki: O ehl-i kitaptan kitabı
bilmeyen kimseler de vardır, denilmiş gibidir. İk-rime ve ed-Dahhâk'ın
açıklamasına göre bunlar Arapların hristiyanlarıdırlar.
Bir diğer görüşe göre,
bunlar kitap ehlinden bir topluluktur. Bunların kitapları işledikleri birtakım
günahlar sebebiyle aralarından kaldırılmış ve sonra da ümmî kalmışlardır. Hz.
Ali'den nakledildiğine göre ise bunlar Me-cûsilerdir.
Derim ki: Allahu a'lem
birinci görüş daha açık ve doğru bir görüştür.
[399]
"Kuruntu dışında
Kitabı bilmeyen ümmîler de vardır." buyruğunda yer alan dışında"
istisna edatı burada "lakin (fakat)" anlamındadır. Buna göre bu
istisna munkatı'dır. [400]
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onların buna dair zanna
uymaktan başka hiçbir bilgileri yoktur." (en-Nisa, 4/157)
en-Nâbiğa da der ki:
"İstisnası
bulunmaksızın bir yemin ettim
(Böyle) bir arkadaş
hakkında hüsn-ü zandan başka da bilgi(m) yoktur."
Ebû Cafer, Şeybe ve
el-A'rec şeklinde iki ya'dan birisini hazfedip şeddesiz okumuşlardır. Ebû
Hatim der ki: Bu şekilde gelen her bir kelimenin tekili şeddelidir. Okuyucu
şeddeli de okuyabilir şeddesiz de.
"Esâfî (ocak),
eğânî (şarkılar), emânî" ve benzeri kelimeler böyledir. Alıfeş der ki: Bu,
"miftah (anahtar)" kelimesinin çoğulunu "mefâtîh" ve
"mefâtih"" şeklinde harfi çoğul "yâ"sıdır. en-Nehhâs
der ki: İlletli harflerde hazf daha çok yapılır. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Geri alır mı
selâmı ve giderir mi körlüğü, Ocağın üçü (üç taşı) ve geriye kalmış
harabelerden başka?" Emanî (mealde: kuruntu): Okumak anlamına gelen
"umniye" kelimesinin çoğuludur. Bunun aslı "umnûye"
şeklindedir. Vâv yâ'ya idğam edilmiş ve yâ'dan dolayı nun esreli olmuştur. O
bakımdan bu kelime "umniyye" haline gelmiştir. Yüce Allah'ın:
"...birşey okumak istediği (temenni ettiği) zaman şeytan onun okumasına
(umniyye) birşey atmak istemiş olmasın...." (el-Hac, 22/52) buyruğundaki
bu kelimeler de bu anlamdadır. Yani Peygamber okumak ve tilavet etmek istediği
vakit şeytan da onun tilavetine birşeyler karıştırmaya kalkışır. Ka'b b. Malik
de şöyle demiştir:
"Allah'ın
kitabını gecenin başında temenni etti (okudu), Ve sonunda da; takdirin hükmü
ile karşılaştı."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Allah'ın
Kitabını gecesinin sonunda temenni etti (okudu) Davud'un Zebur'u ağır ağır
temennisi (okuyuşu) gibi."
Emanî, aynı zamanda
yalanlar anlamındadır. Hz. Osman'ın şu sözü bu anlamdadır: "İslâm'a
girdiğimden bu yana temenni etmedim." Yani yalan söylemedim. Araplardan
birisi hadis nakleden İbn De'b'e şöyle demiş: Senin bu anlattığın, rivayet
ettiğin birşey midir, yoksa temenni ettiğin, yani uydurduğun birşey midir?
İşte İbn Abbas ve
Mücahid âyet-i kerimede geçen "emânî" kelimesini bu anlamda
açıklamışlardır.
Yine bu kelime insanın
arzulayıp canının çektiği, temenni ettiği şey anlamına da gelir. Katade der
ki: "Yani onlar kendilerinin olmayacak şeyleri Allah'tan temenni eder,
arzularlar" anlamındadır.
Emânî'nin takdir
anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu el-Cevherî söylemiş İbn Bahr
nakletmiştir. Örnek olarak da şairin bu beyitini göstermiştir:
"Emin olma akşamı
Harem'de geçirsen dahi,
Ta ki takdir edenin
takdiriyle karşılaşana kadar." [401]
"Onlar ancak zan
ediyorlar." Yani zandan başka birşey söylemiyorlar. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Kâfirler ancak bir aldanış içerisindedirler"
(el-Mülk, 67/20).
"Zannediyorlar"
yalan söylüyor ve yalan konuşuyorlar; çünkü onların okudukları şeylerin
doğruluğuna dair bir bilgileri yoktur. Onlar okudukları şeyleri sadece
âlimlerini taklid ederek okuyorlar.
Ebû Bekr el-Enbârî der
ki: Bize Ahmed b. Yahya en-Nalıvî anlattı, dedi ki: Araplar "zan"
kelimesini bilgi, şüphe ve yalan anlamında kullanırlar. Devamla der ki: Eğer
bilgiye dair deliller ortada olursa ve bunlar şüphenin delillerinden daha çok
ise o vakit bu zan, yakîn olur. Eğer yakîn ile şüphenin delilleri birbirine
denk düşerse o takdirde zan, şüphe anlamına gelir. Şayet şüphenin delilleri
yakînin delillerinden fazla olursa o takdirde de zan yalan olur. İşte şanı yüce
Allah da: "Onlar ancak zan ediyorlar" buyruğunda ancak yalan
söylüyorlar, demeyi murad etmiştir. [402]
İlim adamlarımız
-Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle derler: Yüce Allah yahudi alimlerini
kitaplarını değiştirmekle, tahrif etmekle nitelendirmiştir. Sözü hak olan
Rabbimiz onlar hakkında: "Elleriyle kitabı yazanların... vay haline!"
(el-Bakara, 2/79) diye buyurmuştur. Çünkü aradan bir zaman geçip de ilim
adamlarının çevresinde bulunanlar kötüleşince, bunlar hırs ve tamahın etkisiyle
dünyaya yönelip insanları bu şekilde kendilerine bağlayacak şeylerin peşine
düşünce şeriatlerinde olmadık birtakım şeyler çıkardılar, şeriatlerini
değiştirdiler ve bunları Tevrat'a kattılar, aralarındaki kıt akıllılara: İşte
bu Allah kaündandır, dediler. Böylelikle bunları kendilerinden kabul etmelerini
sağladılar; bunun sonucunda da başkanlıklarını pekiştirmeye ve bu yolla da
dünyanın değersiz menfaatlerini, pisliklerini elde etmeye çalıştılar. Şeriatlerinde
uydurdukları şeylerden birisi de şöyle demeleriydi: Ümmîler -ki Araplardır-
hakkında bizim (yaptıklarımızdan dolayı) aleyhimize bir yol yoktur. Yani bizim
mallarından aldığımız şeyler bize helaldir. Yine uydurdukları şeylerden birisi
de: Hiçbir günahın bize zararı olmaz. Çünkü biz Allah'ın sevdiği kimseleriz ve
onun çocuklarıyız, demeleridir. Yüce Allah ise bundan münezzehtir. Halbuki
Tevrat'ta: "Ey benim alimlerim, ey rasûllerimin çocukları" diye
buyurmuştur. Onlar ise bunu değiştirdiler, bunun yerine: "Ey benim
sevdiklerim ve ey benim çocuklarım" diye yazdılar. Şanı yüce Allah da
onları yalanlamak üzere şu buyruklarını indirdi: "Yahudi ve hristiyanlar
dediler ki: Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz. De ki: Öyle ise günahlarınız
yüzünden niçin sizi azaplandıryor?" (el-Mâide, 5/18) Onlar, Allah bize
asla azab etmeyecektir. Etse dahi buzağıya taptığımız günler kadar olan kırk
gün süreyle azap edecektir, dediler. Buna karşılık yüce Allah şu buyruğunu
indirdi: "Onlar bir de: Sayılı günler dışında bize cehennem ateşi kesinlikle
dokunmaz, dediler. De ki: Allah'tan bir ahid mi aldınız?" (el-Bakara,
2/80) İbn Miksem der ki: Burdaki "ahid" tevhid anlamındadır. Bunun
delili ise yüce Allah'ın şu buyruğudur. "Rahman'ın nezdinde ahid alanın
dışında kimse şefaat imkanına sahip olamayacaktır." (Meryem, 19/87) Yani,
lâ ilahe illallah ahdi dışında... demektir. "... Allah ahdinden asla
dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşey mi söylüyorsunuz?"
(el-Bakara, 2/80) Daha sonra yüce Allah, onları yalanyarak şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, kim bir kötülük işler ve günahı onun dört bir yanını kuşatırsa,
işte onlar cehennemliklerdir. Orada ebedî kalıcıdırlar. îman edip salih amel
işleyenler ise onlar da cennetliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar."
(el-Bakara, 2/81-82) Böylelikle yüce Allah, cehennem ve cennette ebedî kalışın
onların söylediklerine bağlı değil, küfür ve imana göre olduğunu beyan
etmektedir. [403]
79- Veyl
olsun elleriyle kitabı yazıp sonra az bir paha ile satabilmek için: "Bu,
Allah katındandır" diyenlere! Veyl olsun elleriyle yazdıklarından dolayı
onlara, veyl olsun kazandıkları yüzünden onlara!
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
Veyl'in mahiyeti
hakkında farklı görüşler vardır. Osman b. Affan, Peygamber (s.a)'dan bunun
ateşten bir dağ olduğunu rivayet etmiştir. Ebu Said el-Hudrî de veyFin iki dağ
arasında cehennemdeki bir vadi olduğunu rivayet etmektedir. Burada yuvarlanan
kişi kırk yıl süreyle aşağıya doğru yuvarlanır, durur. [404]
Süfyan ile Ata b.
Yesâr'ın rivayetine göre de bu âyet-i kerimede geçen veyl, cehennem ortasında
akan, cehennemliklerin irinlerinden oluşan bir vadi(de-ki ırmak)dir. Cehennemde
bir havuz olduğu da söylenmiştir. ez-Zehravî ise başkalanndan cehennem
kapılarından bir kapı olduğunu nakletmektedir. İbn Abbas'tan nakledildiğine
göre ise veyl azabın zorluğu ve sıkıntısı demektir. el-Halil de, veyl ileri
derecedeki kötülüktür, demiştir.
el-Asmaî ise
"veyl" muhatabın fecaatli bir durum ile karşı karşıya olduğunu
"veyh" ise şefkat ve merhamet duymayı ifade eder. Sibeveyh ise: Veyl
helak olacağı bir işe düşen hakkında "veyh" ise helak olmaya
yaklaşmış bir kimseyi azarlamak için kullanılır, der. İbn Arefe de
"veyl" hüzün demektir, der.
Kişi "veyl"
diye feryat ettiği zaman "teveyyele er-raculu" denilir. Ve bu ifade
üzüntü ve hoşlanılmayan şey karşılığında söylenir. Yüce Allah'ın: "Veyl
olsun elleriyle kitabı yazıp..." buyruğu işte bu türdendir.
Veyl'in asıl anlamının
helak olduğu da söylenmiştir. Helak olacak bir işin içine düşen herkes
"veyl" diye feryat eder. Yüce Allah'ın: "Eyvah bize!
yâ-veyletenâ! bu kitaba ne olmuş.." (el-Kehf, 18/49) buyruğu da bu anlamdadır.
Çoğulu da "veylât" şeklinde gelir. Şair der ki:
"Akşamı ederse
veylolsun ona ve Umm Haşim yok olsun." Yine şair şöyle demiştir:
"Veylât (veyller)
olsun sana, sen büyük bir müsibetimsin, dedi."
Âyet-i kerimede
"veyl" kelimesi mübtedâ olarak ref edilmiştir. Nekire olmakla
birlikte mübtedâ olması caiz olan (bed)dua anlamını taşıdığından dolayıdır.
Ahfeş der ki: Hafzedilmiş bir fiil takdir ederek nasb ile okunması da caizdir.
Yani yüce Allah veyli (musibeti) onlardan ayırmaz anlamında bir fiil takdir
edilir.
el-Ferrâ der ki:
Veyl'in aslı "vey" yani hüzün demektir. Nitekim "vey
lifü-lan" yani filan için keder olsun, denilir. Araplar bu şekilde
"vey"i lam'a bitiştirip lam'ı bu kelimenin aslından kabul ettiler ve
böylelikle buna cümle içerisinde uygun şekilde i'rab verdiler. En güzel şekli
lam'ın bu şekilde "vey"e ulanması halinde bu kelimenin ötreli
gelmesidir. Çünkü bu ifade o şeyin meydana gelmesini gerektirir. Belirttiğimiz
gibi (bed) dua anlamında da nasbe-dilmesi de mümkündür.
el-Halil der ki: Veyl
kalıbında "veyh, (hâ ile) veys, veyh, veyk, veyl ve veyd kelimelerinden
başkası Araplardan işitilmiş değildir. Hepsinin de anlamları birbirlerine
yakındır.
Kimisi bu kelimeler
arasında fark gözetmiştir. Bunlar Arapların fiil türetmediği masdarlardır.
el-Cermî der ki: Masdarlar gibi nasbedilen kelimelerden birisi de veylehû,
avlehû, veyhehû, veyselıû kelimeleridir. Bunlara aynca "lam" harfi
eklenecek olursa bu sefer ref edilirler ve "veylun lehû, veyhun lehû"
denilir. [405]
"Veyl olsun
kitabı yazıp sonra.. " Yazma'nın (kitabet) ne olduğu bilinmektedir. Kalem
ile ilk yazı yazan İdris (a.s)'dır. Bu husus Ebû Zer yoluyla gelen hadis-i
şerifte kaydedilmiştir. Bu hadisi de el-Âcurrî ve başkaları rivayet etmiştir.
Hz. Adem'e yazı yazmanın öğretildiği ve miras yoluyla çocuklarının da bunu
öğrendiği de söylenmiştir. [406]
"Elleriyle"
ifadesi bir te'kiddir. Çünkü yazma'nın elden başka birşeyle olmayacağı bilinen
bir husustur. O bakımdan bu tabir yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktadır:
"İki kanadıyla uçan bütün kuşlar..." (el-En'am, 6/38); "Onlar
ağızlarıyla.... söylüyorlar." (Âl-i İmrân, 3/167)
"Elleriyle"
buyruğunun onların suçlarını beyan ve bu işi açıktan yaptıklarını ifade etmek
için olduğu da söylenmiştir. Çünkü bir fiili bizzat işleyen bir kimsenin
günahı, bizzat işlemeyene göre -onu uygun görse bile- daha ağırdır.
İbnü's-Serrâc da: "Elleriyle" tabiri bizzat elleriyle yazmak hakkında
hakikat olmasa dahi, onlara herhangi birşey nazil olmaksızın kendiliklerinden
bu işi yaptıklarından bir kinayedir, demektedir. [407]
Bu âyet-i kerime ile
bundan önceki âyet-i kerime şeriatte değişiklik yapmak, değiştirmek ve ona
birşey eklemekten sakındırılmaktadır. Kim değiştirir, değişiklik yapar veya
Allah'ın dininde o dinden olmayan ve onda caiz olmayan birşeyi bid'at olarak
uydurursa o kişi bu ağır tehdidin ve acıklı azabın kapsamına girer. Rasûlullah
(s.a) da sonraki dönemlerde bu yönde olacakları bildiğinden dolayı ümmetini bu
işten sakındırarak şöyle buyurmuş: -"Şunu biliniz ki sizden önceki Kitap
ehli yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise yetmiş üç fırkaya
ayrılacaktır. Hepsi cehennemdedir. Bir tanesi ondan müstesnadır." [408]
Bu hadis ileride de
gelecektir. Bu buyruğuyla Hz. Peygamber dinde Allah'ın Kitabına ya da
kendisinin sünnetine ya da ashabının sünnetine aykırı, kendiliklerinden birşeyler
ihdas edip bunlar vasıtasıyla insanları saptırmalarına karşı insanları
sakındırmış ve uyandırmıştır. Onun sakındırıp uyardığı husus ise gerçekleşmiş
ve yayılmıştır. Çoğalmış ve herkes tarafından işitilir hale gelmiştir. İnnâ
Hilali ve innâ ileyhi râciûn: (biz Allah'a aidiz ve ona döneceğiz). [409]
"Az bir paha ile
satabilmek için" buyruğu ile yüce Allah, onların aldıkları şeyi
"az" olmakla nitelendirmektedir. Bunun sebebi ya aldıkları şeyin fani
olup yok olması, sebatının bulunmaması ya da haram olması dolayısıyla-dır.
Çünkü haramda bereket yoktur ve Allah
katında o bereketlenmez.
İbn İshak ve el-Kelbî
şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a)'ın, onların kitaplarındaki niteliği,
"orta boylu ve buğday tenli" şeklinde iken onlar bunu "koyu
esmer ve oldukça uzun boylu" diye değiştirmişler ve arkadaşları ile kendilerine
uyanlara: "Şu âhir zamanda gönderilen peygamberlerin niteliklerine
bakınız, bu kişide bu nitelikler bulunmuyor" dediler.
Yahudi haham ve ilim
adamlarının başkanlıkları, kazançları vardı. Hz. Peygamberin niteliklerini
olduğu gibi açıkladıkları takdirde bu yollarla yedikleri malların ve
başkanlıklarının ellerinden gideceğinden korktular. İşte bundan dolayı
değişiklikler yaptılar.
"Veyl olsun
elleriyle yazdıklarından dolayı onlara, veyl olsun kazandıkları yüzünden
onlara!" Yedikleri şeylerden dolayı onlara veyl olsun, anlamındadır,
denildiği gibi, günahlardan, masiyetlerden dolayı onlara veyl olsun
anlamındadır da denilmiştir. İşledikleri filiin ne kadar kötü ve çirkin olduğunu
ifade etmek üzere de "veyl" tabiri tekrarlanmıştır. [410]
80. Onlar
bir de: "Sayılı günler dışında bize kat'iyyen cehennem ateşi
dokunmaz" dediler. De ki: "Allah'tan bir ahid mi aldınız? Allah asla
ahdinden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşeyi mi
söylüyorsunuz?"
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
"Onlar" yani
yahudiler "bir de: Sayılı gönler dışında bize katiyyen cehennem ateşi dokunmaz,
dediler." Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili farklı görüşler
vardır. Peygamber (s.a) yahudilere: "Cehennem ehli kimlerdir?" diye
sormuş, onlar da: Biziz, fakat bizim arkamızdan da bizim yerimize siz
geçeceksiniz, dediler. Hz. Peygamber onlara: "Yalan söylüyorsunuz, siz de
biliyorsunuz ki biz oraya sizden sonra sizin yerinize gelmeyeceğiz."[411]
Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir.
İkrime ise İbn
Abbas'tan rivayetle der ki: Rasûlullah (s.a) Medine'ye geldiğinde yahudiler
şöyle diyordu: Bu dünya(nın ömrü) yedi bin yıl olacaktır. İnsanlar cehennemde
dünya günlerinden her bir sene mukabilinde ahiret günlerinden cehennemde bir
tek gün azap göreceklerdir. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi
indirdi. Bu Mücahid'in de görüşüdür.
Bir başka kesim ise
şöyle demiştir: Yahudiler dediler ki: Tevrat'ta belirtildiğine göre cehennem
kırk yıllık bir mesafe (boyunda)dır. Ve kendileri de her günde bir yıllık
mesafeyi katedecekler, nihayet orayı tamamlayacaklar, Cehennem de yok olup
gidecektir. Bunu da ed-Dahhâk İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.
Yine İbn Abbas'tan
gelen rivayete göre yahudiler Tevrat'ta şunun yazılı olduğunu iddia etmişler:
"Cehennemin iki ucu arasında Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar kırk yıllık
bir uzaklık vardır." Yine yahudiler şöyle demişlerdir: Bizler Zakkum
ağacına ulaşıncaya kadar azap göreceğiz. Ondan sonra da cehennem yok olup
gidecektir.
Yine İbn Abbas'tan ve
Katade'den rivayet edildiğine göre şöyle demişlerdir: Yahudiler şöyle dediler:
Allah, kendilerini buzağıya taptıkları gün sayısı olan kırk gün cehenneme
sokacaklarına dair yemin etmiştir. Ancak -önceden de geçtiği üzere- Allah
onların bu iddialarını yalanlamıştır. [412]
Bu âyet-i kerimede Ebû
Hanife ve arkadaşlarının görüşleri reddedilmektedir. Çünkü onlar Hz.
Peygamber'in: "Ay hali olduğun günlerde (eyyam) namazı bırak" [413]
hadisini, ay hali süresinin kendisine ay hali günleri denilebilecek kadar
olması gerektiğine dair delil göstermişlerdir. Bunun asgarî süresi ise üç,
azami süresi ise ondur. Bunu şöyle açıklarlar: Çünkü üç günden daha aşağısı
hakkında bir gün ve iki gün denilir. On günden fazlası için ise on bir gün
denilir. "Günler" denilmez. Aksine üçten ona kadar günler için (eyyam)
tabiri kullanılır. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:
"Hac günlerinde
üç gün (eyyam) oruç tutunuz." (el-Bakara, 2/196); "Evlerinizde üç
gün (eyyam) daha yaşayın." (Hud, 11/65); "O, rüzgârı onlara yedi
gece ve sekiz gün (eyyam) musallat kıldı." (el-Hâkka, 69/7)
Ancak bu görüşün
sahiplerine şöyle denilir: Yüce Allah ise bütün ayı kapsamak üzere oruç
hakkında: "Sayılı günler (eyyam)" (el-Bakara, 2/184) diye buyurduğu
gibi, "Sayılı günlerden (eyyam) başka bize ateş asla dokunmaz" (Âl-i
İmrân, 3/54) diye buyurmaktadır. Burada kastedilen "sayılı günler"
buzağıya taptıkları kırk günlük süredir. Yine "eyyam (günler)" arızî
herhangi bir şeye izafe edildiği takdirde bununla sayının sınırlandınlması kastedilmez.
Bunun yerine: Yürüdüğün, yolculuk yaptığın ve ikamet ettiğin günler, denilir.
İsterse bu otuz, ister yirmi isterse de dilediğin kadar sayı ile ifade edilsin
farketmez. Bununla (Ebu Hanife) belki de ay hali olan kadın için mutad olan
adet süresini kastetmiş olabilir. Bu adet süresi ise altı veya yedi gündür.
Buna göre onun görüşünü bu şekilde anlamaya çalışmak daha uygundur. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır. [414]
"De ki: Allah'tan
bir ahid mi aldınız?" "Almak" ile ilgili açıklamalar daha
önceden [415] geçmiş bulunmaktadır.
Yani sizler bundan önce salih bir amel işleyip iman edip itaat ettiniz de bu
sebep dolayısıyla cehennemden çıkartılmanız mı gerekmektedir? Yoksa siz böyle
şeyi onun size göndermiş olduğu vahyinden mi öğrenmiş bulunuyorsunuz? Şunu
bilin ki "Allah asla ahdinden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz
birşeyi mi söylüyorsunuz?" Bu buyruk ta onlar için bir azar ve ağır bir
sitemdir. [416]
81. Hayır,
kim bir kötülük kazanır ve günahı onu kuşatırsa, onlar cehennemliktirler. Orada
ebedî kalıcıdırlar.
82. İman
edip salih amel işleyenler ise onlar cennetliktirler. Onlar orada ebedi
kalıcıdırlar.
Bu buyruklara dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın
"hayır" buyruğu, durum sizin sözünü ettiğiniz gibi değildir,
anlamındadır. Sibeveyh der ki: -cümlenin yapısına göre- evet, hayır; evet
kelimeleri," iki isim değildir. Bunlar birer harftirler. Bu ifade onların
"ateş asla bize dokunmayacaktır" şeklindeki kanaatlerini reddetmektedir.
Kûfeliler de der ki:
Bu kelimenin aslı, birinci sözü reddetmek kasdıyla kullanılan kelimesidir.
Üzerinde güzel bir şekilde durak yapmak için sonuna "yâ" harfi ilave
edilmiş ve bu harfe de olumluluk ve evetlemek anlamı da verilmiştir. Buna
göre: aksine, hayır" kelimesi olumsuzun reddini ifade eder. Buna eklenen
"ya" harfi de daha sonraki olumluluğu gösterir. Ve derler ki: Bir
kişi: Bir dinar almadın mı? diyecek olsa sen de Evet" diyecek olsan, bu,
hayır almadım, demek olur. Çünkü sen nefyi ve ondan sonrakini gerçekleşen
olarak dile getirmiş oluyorsun. Eğer bunun yerine diyecek olursan o takdirde: Aldım, anlamına
gelir.
el-Ferrâ da der ki:
Kişi arkadaşına: Senin benden alacak birşeyin yoktur, dese öbürü de: evet,
diyecek olsa bu onun söylediğini doğrulamaktır. Çünkü onda alacak birşeyinin
olmadığını ifade eder. Bunun yerine diyecek olsa, bu sefer onun sözünü
reddetmiş olur ve bunun anlamı, hayır sende alacağım vardır, demek olur.
Kur'ân-ı Kerim'de de şöyle buyurulmuştur: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar
da "Evet (Rab-bimizsin) demişlerdi." (el-A'raf, 7/172) Eğer bunun
yerine Evet (değilsin), demiş olsalardı, kâfir olurlardı. [417]
"Bir
kötülük" buyruğu burada şirk anlamındadır. İbn Cüreyc der ki: Ben Atâ'ya:
"Kim bir kötülük kazanır" ne demektir? diye sordum, o: Şirk demektir,
dedi ve şu âyet-i kerimeyi okudu: "Kim de bir kötülük (seyyie) ile gelirse
yüzleri üzere ateşe dökülürler." (en-Neml, 27/90)
el-Hasen ve Katade de
böyle demişlerdir. el-Hasen ve Katade derler ki: Hatîe (günah) ise büyük günah
demektir.[418]
"Hayır, kim bir
kötülük kazanır ve günahı onu kuşatırsa" buyruğu iki şarta bağlı kılınan
bir şeyin, onların asgarisi ile tamamlanamayacağını göstermektedir. Yüce
Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Muhakkak Rabbimiz Allah'tır,
deyip de sonradan dosdoğru olanlar.. "(Fussilet, 41/30)
Peygamber (s.a)'ın
Sakifli Süfyan b. Abdullah'a söylediği söz de bu kabildendir. Süfyan Hz.
Peygamber'e: Ey Allah'ın Rasûlü, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki ona
dair senden sonra hiç kimseye birşey sormayayım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Allah'a iman ettim de sonra da dosdoğru ol."
Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir. [419] Bu
hususa dair açıklamalar ve ilim adamlarının bu konu hakkındaki görüşleri, daha
önce Hz. Âdem ile Hz. Havva'ya: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız, yoksa
ikiniz de zulmedenlerden olursunuz" (el-Bakara, 2/35) buyruğu açıklanırken
kaydedilmiştir.
Nâfî', çoğul olarak:
Günahları" şeklinde okuduğu halde diğerleri tekil olarak okumuşlardır.
Ancak bunun anlamı çokluktur. Allah'ın şu buyruğunda ni'met kelimesinin tekil
olarak gelmesine benzemektedir: "Eğer Allah'ın nimetini saymak isterseniz
sayamazsınız."'(İbrahim, 14/34) [420]
83- Hani
İsrailoğullarından: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, anneye, babaya,
akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara güzel söz söyleyin.
Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" diye söz almıştık. Sonra sizden
azınız müstesna yüzçevir-diniz, hâlâ da yüzçevirmektesiniz.
Buyruğuna dair açıklamalarımızı
on başlık altında sunacağız:
"Hani
İsrailoğullarından... diye söz almıştık" buyruğuna dair daha önceden (27.
ve 40. âyetlerde) açıklamalarda bulunmuştuk. Burada sözü geçen "alınan
söz" hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mekkî, bunun Hz. Âdem'in
sulbünden zerreler gibi çıkartıldıkları vakit onlardan alınan söz olduğu
görüşündedir. Bir başka görüşe göre ise bu, onlar hayatta oldukları sırada
akılları başlarında iken peygamberleri aracılığıyla onlardan söz alınmasıdır,
demiştir. Bu da yüce Allah'ın burada sözü geçen "Allah'tan başkasına
ibadet etmeyin..." buyruğu ile dile getirilmiştir. Allah'a ibadet etmek
ise O'nu tevhid etmek, rasûllerini tasdik etmek, kitaplarında indirdikleri gereğince
amel etmek demektir. [421]
"Allah'tan
başkasına ibadet etmeyin" buyruğu ile ilgili olarak Sîbeveyh bunun bir
yemine taalluk ettiğini söylemektedir. Ona göre: Biz "Allah adına yemin olsun
ki, Allah'tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz" diye onlardan yemin
almıştık, anlamındadır. el-Müberred, el-Kisaî ve el-Ferra, bunun uygun
olabileceğini söylemişlerdir. Ubey ve İbn Mes'ûd bunu -sondan nûn harfini
düşürerek- nehy olmak üzere: şeklinde okumuşlardır. İşte bundan dolayı ondan
sonra gelen fillere: söyleyin, kılın, verin" şeklinde gelmişlerdir.
Burada "ibadet
etmeyin" buyruğunun hal ifade ettiği de söylenmiştir. Yani biz onlardan
mîsaklarını muvahhidler olarak veya inad etmeyenler olarak... almıştık,
anlamına gelir. Bu görüşü de yine Kutrub ve el-Müberred ileri sürmüştür. Ancak
böyle bir açıklama şeklindeki kıraate
değil de İbn Kesîr, Hamza ve Kisaî'nin okuduğu Allah'tan başkasına ibadet etmesinler...
diye" şeklindeki okuyuşa uygun bir açıklamadır. el-Ferra, ez-Zec-câc ve
bir topluluk da şöyle demiştir: Anlamı şöyledir: Biz onlardan Allah'tan
başkasına ibadet etmemek, anne ve babaya iyilik yapmak ve kanları dökmemek
üzere söz almıştık, anlamını ifade eder. Daha sonra -fiile mastar anlamı veren
ile "be" harfi hazf edildiğinden fiil merfû' gelmiştir. Yüce Allah'ın:
Bana Allah'tan başkasına... mı emredersiniz?" (ez-Zümer, 39/64) buyruğunda
olduğu gibi
el-Müberred: Bu bir
yanlışlıktır, der. Çünkü Arap dilinde takdir edilen her bir söz de açıkça
söylenmiş gibi amel eder. Mesela:Katettiğim (nice) belde" derken
nice" lafzı takdir edilerek amel eder.
Derim ki: Bu, bir
yanlışlık değildir. İki görüş de doğrudur. Sibeveyh'in naklettiği şu beyit bu
iki görüşe de uygun bir kanıttır:
"Ey savaşta hazır
bulunmaktan ve zevkli şeylere tanık olmaktan azarlayarak beni alıkoymak isteyen
kişi! Sen beni ebediyyen yaşatabilir misin?"
Burada "hazır
bulunmak" anlamındaki fiil, edatının takdir edildiği görüşüne göre nasb
ile, hazf edildiği görüşüne göre de ref ile okunur. [422]
"Anne babaya...
iyilik yapın"; yani, onlara anne babaya iyilik yapın, diye emrettik.
Yüce Allah bu âyet-i
kerimede anne baba hakkını tevhid ile birlikte söz-konusu etmiştir. Çünkü ilk
varlık Allah tarafındandır, ikinci varoluş olan eğitim ve terbiye ise
anne-baba aracılığıyladır. Bundan dolayı yüce Allah onlara karşı şükredici bir
halde olmayı, kendisine şükretmek ile birlikte sözko-nusu etmiş ve: "Bana
ve ana babana şükret diye (insana vasiyet ettik)." (Luk-mân, 31/14) diye
buyurmaktadır. Anne babaya iyilik (ihsan), onlarla ma'ruf bir şekilde geçinmek,
onlara karşı alçakgönüllü olmak, emirlerini yerine getirmek, vefatlarından
sonra onların mağfireti için dua etmek, onların sevdikleri kimseleri gözetmek
suretiyle olur. Nitekim buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle İsrâ
Sûresi'nde (23 ve 24. âyetlerde) etraflı bir şekilde gelecektir. [423]
Burada
"akrabalar" da "anne baba"ya atfedilmiştir. Yani biz onlara
akrabalık bağlarına riâyet etmek suretiyle akrabalarına iyilik yapmalarını da
emrettik. Yine buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Muhammed Sûresi'nde
(47/22-24. âyetlerde) yapılacaktır. [424]
"Yetimlere"
buyruğu da aynı şekilde atfedilmiştir. "Yetâmâ," yetim kelimesinin çoğuludur.
Ademoğulları arasında yetimlik babayı kaybetmekle, hayvanlarda ise annenin
kaybedilmesiyle olur. el-Maverdî'nin naklettiğine göre Ademoğulları arasında
annenin yitirilmesi halinde de yetimlik sözkonu-sudur. Ancak bilinen husus
birincisidir. Yetim kelimesi asıl itibariyle tek olmak demektir. Mesela, yetim
bir küçük çocuk, denildiği zaman babasından ayrı tek başına kalmış çocuk
anlaşılır. "Yetim bir beyit" ise kendisinden önce ve sonra şiir
bulunmayan bir beyit demektir. "Yetim bir inci" eşsiz bir inci
demektir. Bunun aslının geciktirmek anlamında olduğu da söylenmiştir. O
bakımdan babasını yitirene "yetim" denilmiştir. Çünkü ona yapılan
iyilik, iyi davranış gecikmeli olarak ulaşır.
Fiilin şekilleri
(tasrîfî; çekimli): ile şeklin* de gelir. Her iki şekli de el-Ferrâ
zikretmiştir. "Allah onu yetim bıraktı" ise: şeklinde söylenir.
Bu buyruk, yetime
şefkat duymaya, onu himaye ve koruma altına alıp malını muhafaza etmeye
delalet etmektedir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar, Nisa Sûresi'nde
(4/2. âyette) gelecektir. Rasûlullah (s.a) da: "Ben ve -kendisinin olsun
başkasının olsun- yetimi koruyup gözeten kimse ile şu ikisi gibi cennette
birlikte olacağız" demiş ve (hadisin senedinde yer alan raviler-den birisi
olan) Mâlik, şehadet parmağı ile orta parmağını işaret etmiştir. Bu hadisi Ebû
Hureyre rivayet etmiş, Müslim de bunu Sahihinde kayd etmiştir.[425]
İmam (hadis) hafız(ı)
Ebu Muhammed Abdülgani b. Saîd, Ebu Said el-Bas-rî Hasen b.Dinar'dan -ki o
el-Hasen b. Vasıl'dır-dan rivayetle dedi ki: Bize el-Esved b. Abdurrahman,
Hissân'dan, o Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den, o da Peygamber (s.a)'dan rivayetle dedi
ki: "Bir yetim bir toplulukla birlikte yemek kablarının üzerine
(sofralarına) oturacak olursa şeytan onların kaplarınayaklaşamaz." [426]
Yine Hüseyn b. Kays'den
-ki o Ebu Ali er-Rahabî'dir- o İkrime'den, o İbn Abbas'tan dedi ki: Hz.
Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Müslümanlar arasındaki yetim kimseyi
kendi yiyeceğine ve içeceğine -Aziz ve celil olan Allah onu zengin edinceye
kadar- ortak ederse; mutlaka onun günahları mağfiret olunur. Mağfiret
olunmayacak bir günah işlemesi hali müstesna. Allah her kimin iki kerimesini
alır ve sabrederse ecrini Allah'tan umarsa mutlaka günahları mağfiret
olunur." Ashab: İki kerimesi dediğiniz nedir? diye sorunca Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "İki gözü. Her kimin de üç kızı yahut üç kızkar-deşi olur,
onlara gereken harcamalarda bulunur ve onlara iyilikte bulunursa bunu da onlar
ondan ayrılıncaya (evleninceye) kadar ya da vefat edinceye kadar sürdürürse -
mağfiret olunmayacak bir amel işlemesi hali dışında - şüphesiz günahları
mağfiret edilir. " [427]
Hicret eden bedevi
araplardan birisi bunun üzerine Hz. Peygamber'e seslenerek: Ey Allah'ın
Rasûlü, ya iki tane olursa! diye sorar. Rasûlullah (s.a) da: "İki tane
olsa dahi" diye cevap verir. İbn Abbas bu hadisi rivayet ettiği vakit
şöyle derdi: Allah'a yemin ederim. Bu, anlamı iyice bilinemeyen ve oldukça
şerefli hadislerden birisidir. [428]
Baş parmağa bitişik olan
(şehadet parmağına; söven anlamına): es-sebbâ-be" denilirdi. Cahiliyye
döneminde bu parmağın adı buydu. Çünkü onlar bu parmağın işaretiyle
sövüyorlardı. Allah, İslâm'ı gönderince onlar bu isimden hoşlanmadılar, o
bakımdan o parmağa muşîre (işaret eden) dediler. Çünkü tevhidi söyledikleri
sırada bu parmakla Allah'ın tevhidini işaret ediyorlardı. Bu parmağa yine
es-sebbâhe (çokça teşbih eden) adı da verilir. Bu şekilde adlandırılması Vâil
b. Hucr ile başkaları tarafından rivayet edilen hadiste zikredilmektedir. [429] Şu
kadar var ki, dilde bu kelime yine cahiliyye döneminde bilinen şekliyle
kullanılmaya devam etti. Ve bu daha çok kullanılır oldu. [430]
Yine Rasûlullah
(s.a)'ın parmakları hakkında gelen rivayetlerde onun işaret parmağının orta
parmağından daha uzun olduğu, orta parmağının işaret parmağından daha kısa
olduğu, yüzük parmağının da orta parmağından daha kısa olduğu belirtilmektedir.
[431]
Yezid b. Harun'un şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bize Abdullah b. Miksem
et-Taifî haber verdi, dedi ki: Bana halam Miksem kızı Sare anlattı. O Kerdem
kızı Meymûne'nin şöyle dediğini dinlemiş: Rasûlullah (s.a)'ın yaptığı Veda
Haccında ben de vardım. Rasûlullah (s.a)'ı devesi üzerinde gördüm. Babam ona
bazı hususlara dair sorular sormuştu. Küçük bir kız iken onun baş parmağa
bitişik olan (işaret) parmağının uzunluğundan hayrete düştüğümü biliyorum. [432]
Hz.Peygamber'in:
"Ben ve o cennette şu ikisi gibi birlikte olacağız" diye buyurması
ile bir başka hadis-i şerifte: "Ben, Ebû Bekir ve Ömer kıyamet gününde
şöylece hasredileceğiz" buyurup üç parmağını işaret etmesi ile [433] o,
diğer insanlara karşı bunların işgal edecekleri mevkii ve onlara ihsan edilecek
şerefi kastetmek istemiştir. Yani biz bu şekilde şereflenmiş olarak hasredileceğiz.
Aynı şekilde yetim
himaye edenin de makamı yüksek olacaktır. Rasûlullah (s.a)'ın parmaklarının
durumunu bilmeyen bir kimse bu hadis-i şerifi yakınlık makamında birbirlerine
yakınlık ve bir arada olmak şeklinde anlamıştır ve yorumlamıştır. Ancak bu
uzak bir ihtimaldir. Çünkü rasûllerin, peygamberlerin, sıddîklerin, şehidlerin
ve salihlerin mertebeleri arasında fark vardır, bunların cennetteki makamları
da değişik değişiktir. [434]
"Yoksullara
iyilik yapın" buyruğu da aynı şekilde atıftır. Yani biz onlara yoksullara
iyilik yapmalarını da emrettik.
(Yoksullar demek olan)
mesâkîn: İhtiyacın sakinleştirdiği (hareketsizleş-tirdiği) ve zelil kıldığı
kimseler demektir. Bu buyruk sadaka vermeye, muhtaçları görüp gözetmeye,
yoksul ve zayıfların durumlarını yakından takib etmeye teşvik anlamını da
içermektedir. Müslim'in Ebû Hureyre'den rivayetine göre Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Dul kadının ve miskinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan
bir kimse, Allah yolunda cihad eden gibidir. -Zannederim şöyle de buyurdu:- Ve
durmaksızın kıyam eden ile açmaksızın oruç tutan kimse gibidir." [435]
İbnu'l Münzir der ki:
Tavus, kız kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmanın Allah yolunda
cihaddan daha faziletli olduğu görüşünde idi. [436]
"Ve insanlara
güzel söz söyleyin." Bu buyruğun masdar anlamına da geldiğinden dolayı,
söyleyeceğiniz söz güzel olsun, anlamında olduğu söylenmiştir. İnsanlara
güzelliği bulunan söz söyleyin, takdirinde olduğu da söylenmiştir. O vakit bu
bizzat masdar olur, masdar anlamında olmaz. Hamza ve Kisaî ise hâ ve sîn
harfini üstün olarak şeklinde okumuştur. el-Ahfeş der ki: Her ikisi de aynı
anlama gelir. el-Ahfeş bu kelimenin "hüsnâ" şeklinde okunduğunu
nakletmişse de en-Nehhâs: Arapçada bu caiz olmaz. Çünkü böyle bir ifade ancak
elif lâm'lı olarak (el-hüsnâ) şeklinde olabilir. Bu, Si-beveyh'in görüşüdür.
İsa b. Ömer ise "hüsünen" şeklinde okumuştur.
İbn Abbas der ki:
Bunun anlamı şudur: Yani Siz insanlara karşı lâ ilahe illallah deyiniz ve
onlara bunu söylemelerini emrediniz. İbn Cüreyc de şöyle der: İnsanlara
Muhammed (s.a) hakkında doğruyu söyleyiniz. Onun (ki-tabınızdaki) niteliklerini
değiştirmeyiniz. Süfyan es-Sevrî de şöyle demektedir: İnsanlara marufu
emrediniz, münkerden sakındırınız. Ebu'l-Âliye de der ki: Onlara güzel söz söyleyiniz
ve sizin en güzel şekilde bağışlanmanızı istediğiniz gibi siz de onları en güzel şekilde bağışlayınız.
Bütün bunlar güzel
ahlakın faziletli davranışlarına bir teşviktir. O bakımdan insanın insanlara
yumuşak söz söylemesi, iyiye, kötüye karşı ehl-i sünnet olana da bid'atçi
olana da -yağcılık yapmaya kaçmaksızın- güleryüzlü davranması gerekir. Ayrıca
bu gibi kimselere karşı da onun bu sözleriyle bid'at-çinin mezhebinden hoşnud
olduğunu ifade edecek şekilde konuşmaması da gerekir. Çünkü şanı yüce Allah Hz.
Mûsâ ile Hz. Harun'a: "Ona yumuşak bir söz söyleyiniz" (Tâ-hâ, 20/44)
diye buyurmuştur. O bakımdan başkasına söz söylemek durumunda olan bir kimse
bilsin ki Mûsâ ile Harun'dan daha faziletli değildir. Karşısındaki günahkâr da
Firavn'dan daha kötü ve habis değildir. Allah Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'a
Firavn'a karşı yumuşaklığı emretmiştir.
Talha b. Ömer der
"ki: Ben Ata'ya şöyle dedim: Sen yanında değişik, doğru olmayan görüşlere
sahip birtakım insanların toplanıp bir araya geldiği bir kimsesin. Ben ise
hiddetli bir insanım. Onlara bazen ağır sözler söyleyebiliyorum. Bana şöyle
dedi: Hayır, böyle yapma. Yüce Allah: "İnsanlara güzel söz
söyleyiniz" diye buyurmaktadır. Bu âyet-i kerimenin kapsamına yahudiler
ve hristiyanlar girmektedir. Ya hanif dinine mensup olan bir kimse nasıl
girmez? Diğer taraftan Peygamber (s.a)'dan Hz. Aişe'ye şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Çirkin söz söyleyen bir kadın olma. Çünkü çirkinlik (fuhuş)
eğer erkek kılığında bir varlık olsaydı çok kötü bir erkek olurdu." [437]
Denildiğine
göre bu âyet-i kerimede "insanlar" ile Muhammed (s.a) kastedilmiştir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yoksa onlar Allah'ın kendilerine
lütfundan vermesi dolayısıyla insanları mı kıskanıyorlar?" (en-Nisâ, 4/54)
Burada da sanki: "Peygamber (s.a)'e güzel söz söyleyin" denilmiş
gibidir.
el-Mehdevî'nin Katade'den
naklettiğine göre yüce Allahın: "Ve insanlara güzel söz söyleyin"
buyruğu cihadı emreden kılıç âyetiyle neshedilmiştir. Ayrıca bunu Ebû Nasr
Abdürrahim, İbn Abbas'dan da rivayet etmiştir. İbn Ab-bas der ki: Bu âyet-i
kerime ilk dönemlerde nazil olmuş, daha sonra kılıç âyeti bunu neshetmiştir.
İbn Atiyye de der ki:
Bu, İslâm ümmetinin, İslâm'ın ilk dönemlerinde benzeri bir buyrukla muhatab
alındığının delilidir. İsrailoğullarına dair haberde ve onlara verilen emirde
ise herhangi bir nesh sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [438]
"Namazı dosdoğru
kılın, zekâtı verin" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.[439]
Burada hitap İsrailoğullarınadır. İbn Atiyye der ki: Onların zekâtının kabulü
ise çıkartıp bir yere koydukları ve kabul olunan üzerine ateşin inmesi,
olunmayanın üzerine ateşin inmemesiyle anlaşılıyordu. Muhammed (s.a)'ın
ümmetinin zekâtı gibi değildi.
Derim ki: Ganimetler
hususunda bunun sabit olduğu gibi bunun da delil ile belgelenmesi gerekir. İbn
Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Onlara emrolunan zekât Allah'a
itaat ve ihlâs idi. [440]
"Sonra"
Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi "sizden azınız müstesna
yüzçevirdiniz."
Hitap, Peygamber
Muhammed (s.a)'in çağdaşlarınadır. Geçmişlerinin yüz-çevirmelerinin bunlara
nisbet ediliş sebebi de haktan yüzçevirmekte çağdaşlarının da geçmişleri gibi
aynı yolda olduklanndan dolayıdır. Nitekim şair: "Bu benim (gördüğüm)
Ehzem'den tanıdığım bir huy ve tabiattır" demiştir.
"Hâlâ da yüz
çevirmektesiniz" buyruğu mübtedâ ve haberdir. Âyet-i kerimede geçen i'rad
ve tevellî aynı anlamdadır (yüzçevirmek). Ancak kelime ve lafızlarda farklılık
vardır.
Tevelli'nin beden ile,
i'râd'ın kalb ile yüzçevirmek olduğu da söylenmiştir.
el-Mehdevî der ki:
"Hâlâ da yüzçevirmektesiniz" buyruğu haldir. Çünkü tevelli'de zaten
i'râd'a delâlet vardır. [441]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/7-8.
[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/8-9.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/9-10.
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/10-12.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/12.
[6] Ebû Dâvûd, İlim 12; lbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned,
III, 338.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/12-13.
[7] Hadisleri herhangi bir kaynakta tesbit edemedik.
Kurtubînin bunlar hakkındaki ilmi kanaati birazdan gelecektir.
[8] İbn Mâce, Ticârât 8; Müsned, V, 315.
[9] Buhari, İcâre 16, Tıbb 34; İbn Mâce, Ticârât 8.
[10] Bk. İbn Mâee, Ticârât 8.
[11] Görüldüğü gibi hadis "ruviye diye rivayet
edilmekte" tamrid sigası" ile kaydedilmektedir. Bu, hadisin sıhhatinden
emin olunmadığını gösterir. Şevkâni, el-Fevâidu'l-Mec-mûa, 276'da mevzu
olduğunu bildirmektedir. Ayrıca bk. İbnu'l-Cevzi, el-Mevzûât, I, 220
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/13-16.
[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/16.
[13] Dârimi, Mukaddime 56.
[14] Bk. el Kasas, 28/23-26
[15] Tirmizî, Fiten 26; îbn Mâce, Fiten 20; Müsned, III, 5.
[16] Bk. el-Bakara, 2/2. âyet, "takva sahipleri için
hidâyettir" buyruğu, 4. başlık.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/16-21.
[18] Aslında bu ibare âyetin sonundadır, ancak meal zaruret
dolayısıyla bu bölümle ilgili tefsir de buraya alınmıştır.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/21-23.
[20] Bk. el Bakam, 2/3. âyet 4. başlık ve sonrası.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/24.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/24.
[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/24-25.
[24] Buhârî, Zekât 32,42,56; Müslim, Zekât 3, 5-7; Ebû
Dâvûd, Zekât 2, 5 v.s...
[25] Buhârî, Zekât 55.
[26] Bk. el-En'âm, 6/141. âyet, 5. başlık
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/25-26.
[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/26.
[29] Buhârt, Mevâkît 29; Müslim, Mesâcid 161; Ebû Dâvûd,
Salât 233; Tirmizİ, Cumua 25; İbn Mâce, İkametu's-Salât 91.
[30] Nesâî, Tatbik 35'te Hakîm'den rivayet etmiş olup;
Nesâînin başlığından Kurtubînin işaret ettiği mananın zayıf olduğu anlaşılmaktadır.
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/26-27.
[32] Müslim, Salât 240; Ebû Dâvûd, Salât 122; Müsned, VI,
31, 194.
[33] Buhârî, Salât 85, 118, 120.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/27.
[34] Tirmizt, Salât 86.
[35] Müslim, Salât 233.
[36] Müslim, Salât 234.
[37] Müslim, Salât 238; Nesâi, Tatbik 88; Dârimi, Salât 79
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/27-28.
[38] Ebû Hanife'ye göre namaz kılan kişi alın yada
burnundan birini yere koymakta muhayyerdir. Ancak Ebû Yûsuf ile Muhammed konu
ile ilgili hadis dolayısıyla mazeretsiz olarak yalnız alını ya da yalnız burnu
secdede yere koymak caiz değildir, demişlerdir. Hanefilerce tercih edilen görüş
de budur. Bk. Dr. V. ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l- Islamî, I, 660-661.
[39] Buhârt, Ezan 134; Müslim, Salât 230; Nesâî, Tatbîk 44.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/28-29.
[41] Buhârî, el-Amel fi's-Salât 8; Müslim, Mesâcid 47, 48,
49; Müsned, III, 426, V, 425, 426.
[42] Buhârî, el-Amel fi's-Salât 9; Müslim, Mesâcid 191; İbn
Mâce, İkametu's-Salât 64; Dârimî, Salât 82.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/29.
[43] Buhârî, Ezan 122, Eymân 15. Ebu Hureyre'den ve daha
kısaca; Müslim, Salât 45. Ebû Hureyre'den ve daha kısaca; Tirmizî, Salât 110
hem Ebû Hureyre'den, hem Rifâa'dan; buna yakın; Nesâî, İftitâh 7 Ebû
Hureyre'den; Tatbik 15, Sehv 67; İbn M6.ce, İkâmetu's-Salât 72 Ebû Hureyre'den;
Dârakutnî, I, 95-96'daki rivayet burdaki ile aynı.
[44] Buharı, Ezan 119; Müsned, V, 384.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/29-31.
[45] Buhârî, Ezan 30; Müslim, Mesâcid 249-250.
[46] Buhârî, Ezan 30; Müslim, Mesâcid 245.
[47] Dârakutnî, I, 420.
[48] Müslim, Mesâcid 255; Nesâî, İmame 50
[49] Ebû Dâvûd, Salât 46; İbn Mâce, Mesâcid 17.
[50] Ebû Dâvûd, Salât 46.
[51] Müslim, Mesâcîd 256; Ebû Dâvûd, Salât 46; Nesâî, İmame
50.
[52] Muvatta, Salâtu'l-Ceman 5. Hadis Said b.
el-Museyyeb'den mürsel olarak rivayet edilmiştir. Bk. İbn Abdi'1-Berr,
el-lstizkâr, Kahire 1413/1993, V, 331.
[53] Buhârl, Husumat 5; Müslim, Mesâcid 251; Ebû Dûvûd,
Salât 46.
[54] Müslim, Mesâcid 257; Ebû Dâvûd Salât 46; Nesâl, İmame
50.
[55] Müslim, Mesâcid 272; az farkla: Buhârî, Ezan 30.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/31-34.
[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/34.
[57] Ebû Dâvûd, Salât 47; Nesâî, İmame 45 ve yakın bir
rivayet: Müsned, V, 145.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/34-35.
[59] Ebû Dâvûd, Salât 56; Nesâî, İmame 56 (yakın ifadelerle);
Müsned, II, 19, 41; Dârakut-nl, I, 415-416; ayrıca bk. İbn Abdi'1-Berr,
el-tstizkâr, V, 356 v.d. ve et-Temhîd, IV, 244, v.d.
[60] Müslim, Mesâcid, 238-240; Ebû Dâvûd, Salât 10;
Tirmizî, Salât 15; İbn Mâce, İkametu's-Salât 150; Müsned, V, 159.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/35.
[62] Müslim, Mesâcid 290-1; İbn M6.ce, İkâmetu's-Salât 46;
Nesâî, İmame 3, 5; Müsned, IV, 118, 121, V, 282.
[63] Ebû Dâvûd, Salât 60
[64] Tirmizî, Salât 60.
[65] el-Azizi, es-Siracü'l-Münir, I, 129; Hasen olduğunu
kaydederek.
[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/3537.
[67] Buhârî, Meğâzî, 53; Müsned, V, 30, 71.
[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/37-38.
[69] Müslim, Salât 108.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/38-39.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/39.
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/39-40.
[73] Buhârt, Ezan 54.
[74] Buhârî, Ahkâm 25.
[75] Buhârt, Ezan 54.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/40-41.
[77] Buhârî, Meğâzî 82; Tirmizî, Fiten 75; Nesâî, Kudât 8;
Müsned, V, 43.
[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/41.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/41.
[80] Buhârl, Ezan 56.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/41-42.
[82] İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 78. Ancak hadisin son
cümlesi şu şekildedir: "... otoritesiy-le zorlayıp kılıcından ve
kamçısından korkması hali müstesna."
[83] Dârakutnî, I, 346.
[84] Dârakutnî, II, 88.
[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/42-43.
[86] Buhârî, Ezan 74; Müslim, Salât 86, 89; Nesâî, İmame
40; Müsned, VI, 194.
[87] Buhârt, Ezan 53; Müslim Salât 114; Ebû Dâvûd, Salât
75; Tirmizi, Cumua 56; Nesâî, İmame 38; İbn Mâce, İkame 41
[88] Buhârî, İ'tisâm 20; Müslim, Akdiye 17,18; Ebû Dâvûd,
Sünne 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2
[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/43-45.
[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/45.
[91] Buhârî, Gusl 17, Ezan 25; Ebû Dâvûd, Tahare 93; İbn
Mâce, İkame 137; Müsned, I, 88, 89 (Hz. Ali'den); II, 448, 518 (Ebû
Hureyre'den).
[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/45.
[93] Müslim, Salât 122
[94] Müslim, Salât 123
[95] Bk. el-Hicr, 15/24. âyet, 3. başlık.
[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/45-46.
[97] Muvatta, Salât 52.
[98] "Şeytanın topuğu" tabiri "iki secde arasında
kalçalarını topuklarına koymaktır", diye açıklanmıştır. Abdest alırken
topuklarını yıkamayı terk etmek olduğu da söylenmiştir. (İbnu'1-Esir,
en-Nihâye, III, 268)
[99] Müslim, Salât 240; Müsned, VI, 31, 194
[100] Buhârî, Ezan 145; Ebû Dâvûd, Salât 116.
[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/46-47.
[102] Muvatta, Salât 43; Müslim, Mesâcid 116; Ebû Dâvûd,
Salât 180-181; Nesâî, Sehv 33.
[103] İbn Abdi'1-Berr, el-îstizkâr, IV, 262.
[104] Ebû Dâvûd, Salât 180-181.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/47-48.
[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/48.
[107] İk'â: Aslında kalçalarını yere koyup ayaklarını dikip
ellerini de yere koymaktır. Burada iki secde arasında kalçalarını, topuklarına
koyarak oturmak anlamındadır, (tbnu'l-Esir, en-Nihâye, IV, 89)
[108] Müslim, Mesâcid 32; Ebû Dâvûd, Salât 139, Tirmizi,
Mevâkit 94; Mûsned, I, 313
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/48-49.
[110] Bir rivayetler ve senetleri için bk. İbn Abdi'1-Berr,
el-lstizkâr, IV, 297 vd.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/49-50.
[112] Ebû Dâvûd, Salât 179-180; Tirmizî, Salât 101.
[113] Muuatta, Salât 53.
[114] Müslim, Salât 60.
[115] Müslim, Salât 55.
[116] Teşehhüd ile ilgili çeşitli rivayetler için bk. Dârakutnî,
I, 349 vd.
[117] Âli İmrân, 3/191. âyet, 3- başlık
[118] Nisa, 4/101 in tefsiri
[119] Meryem, 19/11 âyet, 1. başlık
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/50-52.
[121] el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'&n, Beyrut,
1411/1991, s. 27
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/52-53.
[123] Müsned, III, 120, 231, 239.
[124] Suyııtî, ed-Durru'l-Mensûr, I, 158'de, senedinin zayıf
olduğunu kaydederek.
[125] Buhârî, Bed'u'1-Halk 10; Müslim, Zühd 51; Müsned, V,
205, 206, 207, 209.
[126] el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâid, I, 185.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/53-54.
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/54-55.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/55.
[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/55-56.
[131] Muvatta, Vukutu's-Salat 25; Müslim, Mesacid 306'da Ebu
Hureyre'den
[132] Muvatta, Vukutu's-Salat 26
[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/56-57.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/57.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/57-58.
[136] el-Bakara, 2/164. âyet
[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/58-59.
[138] Müslim, Sayd 58, 60.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/59-60.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/60.
[141] Müsned, I, 206, 268.
[142] Buna yakın iki rivayet için bk. Suyûtî,
ed-Durru'l-Mensûr, I, 163.
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/60-61.
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/61.
[145] Müslim, Siyam 163, 164.
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/61-62.
[147] Buhârî, Tevhid 3, Edeb 71; Müslim, Münafıkûn 49-50.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/62.
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/62-64.
[150] İbnu'l Esir, en-Nihâye'de: "Ka'be su üzerinde. .
." diye "Kâ'be" lafzını açıkça zikreder. 11,34
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/64-65.
[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/66-67.
[153] Bk. 40. âyetin tefsiri.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/67.
[155] Burada nahivcilerin "yevmen" buyruğu ile
"fihi" kelimesinin değişik halleri ile ilgili görüş ayrılıklarına
dair açıklamaların yer aldığı bir paragraf gerek görülmediğinden tercüme
edilmemiştir.
[156] Buhârî, îydeyn 5, 8, 10, 23, Edâhî 1, 8, 11, 12;
Müslim, Edâhî 7-9; Ebû Dâvûd, Edâhî 5; Tirmizl, Edâhî 12...
[157] Buhârî, Mesâlim 10.
[158] Müslim, Birr 60; Tirmizl, Kıyâme 2; Müsned, II, 303,
334, 372.
[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/67-69.
[160] Arapça yayma hazırlayanın ifade ettiğine göre baskıya
esas alınan bütün nüshalarda 1 ve 2. başlık zikredilmemiştir.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/69.
[162] Bk. Müslim, İman 48-51.
[163] Buhârî, Rikaak 18; Müslim, Münafikun 71-73, 75,76,78
[164] İbn Kesir ve Ebû Amr'm okuyuşuna göre; "o nefsin şefaati
kabul olunmaz" anlamındadır. Diğerlerinin okuyuşuna göre "o nefisten
şefaat kabul olunmaz" anlamındadır.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/69-71.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/71-72.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/72.
[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/73.
[168] Buhârt, Edeb 14; Müslim, İman, 366; Müsned, IV, 203.
[169] Buhârl, Enbiyâ 10; Deavât 33; Müslim, Salât 69; Nesât,
Sehv 54; îbn Mâce, İkâmetu's-Salât 25; Muvatta, Kasru's-Salât fi's-Sefer 66;
Müsned, V, 374, 424.
[170] Buhûri, Deavât 19, 33; Müslim, Zekât 176; Ebû Dâvût,
Zekât 7; Nesât, Zekât 13; Îbn Mâce, Zekât 8; Müsned, IV, 383.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/73-74.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/75.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/75.
[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/75-76.
[174] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Beyrut, tarihsiz, XIII,
323'de: "mütekebbir" diye geçmektedir.
[175] Bk. Lisânu'l-Arab, XIII, 323-
[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/76.
[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/76-77.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/77.
[179] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/77-78.
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/78.
[181] Bu meselede Arapça bilmek ve anlamaktan kasıt, kölenin
efendisinin kendi dili ile verdiği emri - eğer kölenin dili farklı ise - açıkça
ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde anlayabilmesidir.
[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/79-80.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/80.
[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/80-81.
[185] Kurtubî - merhum - âyetleri tefsir ederken ayrıca
başlık kullanmamıştır. Çeşitli fıkhi hükümler ile diğer hususlara dair
açıklamaların yer aldığı âyetlerin tefsirinde "1. mesele, 2.
mesele..." diye açıklamalarda bulunur. Biz ise tercümemizde bunları rakam
ile numaralayarak muhtevasına uygun başlıklar koymayı uygun gördük. Burada
olduğu gibi eğer ayrıca rakam yoksa, Kurtubînin bu açıklamalarının,
"mesele" diyerek açıklamaya gerek görmediği bölümler olduğu
anlaşılmalıdır.
[186] Buhâri, Cihâd 24, 46, 50, 55..; Müslim, Fedâil 48-50.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/81-82.
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/82-83.
[189] Bk. Yunus, 10/90. âyetin tefsiri
[190] Bk. eş-Şuarâ, 26/57 vd. âyetlerin tefsiri.
[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/83-85.
[192] Müslim, Siyam 128.
[193] Buhârî, Savm 69.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an,
Buruç Yayınları: 2/85.
[194] Buhârî, Savm 69; Müslim, Siyam 114-116; Tirmizî, Savm
49.
[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/85-86.
[196] Müslim, Siyam 132; Ebû Dâvûd, Savm 64; Tirmizî, Savm
50.
[197] Tirmizî, Savm 50.
[198] Müslim, Siyam 134; İbn Mâce, Siyam 41.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/86-87.
[199] Tirmizî, Savm 48. Hadisi Müslim'de tesbit edemediğimiz
gibi, M. Fuâd Abdulbâki, hadisin tahrici ile ilgili olarak düştüğü notta: Bu
hadisi Kütübi Sitte arasında Tirmizi'den başka tahric eden olmadığını
belirtmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/87.
[200] Bk. el-A'raf, 7/139-140. âyetlerin tefisin
[201] bk. el-Ahzâb, 33/69. âyetlerin tefsiri
[202] Bk. el-Mâide, 5/26. âyetin tefsiri
[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/87-89.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/89-91.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/91.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/91-92.
[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/92.
[208] Bk. el-Bakara, 21/ 187 âyetin 23. başlık
[209] Bk. Tâ-hâ, 20/88. âyetin tefsiri
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/92-93.
[211] Burada "edindiniz" kelimesi ile ilgili sarf
ilmi açısından bir parağrafhk bir açıklama gerek görülmediğinden tercüme
edilmemiştir.
[212] Bk. el- Bakara, 2/35. âyet, 13. başlık
[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/93.
[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/93-94.
[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/94.
[216] Bk. el-Bakara, 2/21. âyetin tefsiri
[217] Ebû Dâvûd, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35; Müsned, II, 258
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/94.
[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/94-95.
[220] Arapça baskıyı yayına hazırlayanın notuna göre
"kaddemet" kelimesi, "kaddedet" diye de rivayet edilmiştir.
Tercüme ona göredir.
[221] Bk. el-Bakara, 2/2. âyetin tefsiri.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/95-97.
[222] İbn Mace, Fiten 20 ve Ebû Davud, Melahim 17, yakın
ifadelerle
[223] 37. âyeti açıklarken.
[224] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/97-101.
[225] Bk. el-A'râf, 7/155. âyetin tefsiri.
[226] Bk. el-En'âm, 6/103. âyet ile; el-A'râf 7/142. âyetin
tefsiri Bk. el-En'âm, 6/103. âyet ile; el-A'râf 7/142. âyetin tefsiri.
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/101-102.
[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/102-103.
[229] 19. âyetin tefsirinde
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/103.
[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/103-104.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/104.
[233] Müslim, Zikr, 4; Ebû Dûvûd, Vitr 26.
[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/104-105.
[235] Buhârî, Tefsir 2. sûre b. 4, 7. sûre b. 2; Tıb 20;
Müslim, Eşribe 157-162; Tirmizl, Tıb 22; İbn Mâce, Tıb 8
[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/105-106.
[237] Bk. en-Nahl 16/69. âyet, 4. başlık.
[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/106.
[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/106-107.
[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/107-108.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/108.
[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/108.
[243] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/108.
[244] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/108.
[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/109.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/109.
[247] 43. âyetin tefsirinde.
[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/109-110.
[249] Buharı, Tefsir 2. sûre b. 5; Müslim, Tefsir 1.
[250] Buhârî, Enbiya 28, Tefsir 2. sûre 5, 7. sûre 4;
Tirmizi, Tefsir 2. sûre ha. 2.
[251] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/110-111.
[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/111.
[253] Ebû Davud, tüm 10; Tirmizi, İlm 7; İbn Mâce, Mukaddime
18; Menâsik 76.
[254] Buhârî, Vudu 75, Deavât 6; Müslim, Zikr 56-7; Ebû
Dâvûd, Edeb 98.
[255] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/112-114.
[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/115.
[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/115-116.
[258] Buhârî, Tefsir 31. sûre b. 2, İman 37; Müslim, İman,
1, 5, 7; Ebu Davud, Sünne 16; Tir-mizî, îman 4; Nesât, İman 5; İbn Mâce,
Mukaddime 9.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/116.
[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/116-117.
[260] Yani hem "ibdâl" kökünden
'"yubdilenâ" şeklinde, hem de "tebdil" kökünden
"vubed-dilenâ" şeklinde.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/117.
[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/117-118.
[263] el-Bakara, 2/26. âyet açıklanırken.
[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/118-119.
[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/119-120.
[266] İbnMâce, Fiten 22.
[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/120.
[268] Buhârî, İstiska 6-10; Müslim, İstiska 8, 9.
[269] Müslim, İstiska 1, 3, 4; Buhârî, İstiska 4.
[270] Ancak Arapça baskıyı hazırlayanın da ifade ettiği gibi
Hûd sûresinde istiskâya .dair herhangi bir bilgi yoktur. Buna dair bilgiler: Nûh,
71/10-12. âyetlerin tefsirinde gelecektir.
[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/120.
[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/121-122.
[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/122.
[274] Nesâî, Tahâre 61. Bk. Buhûrî, Eşribe 31; Menâkıb 25;
Müsned, I, 402.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/122-123.
[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/123-124.
[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/124.
[277] Buhârî, Zekât 73; Müslim, Zekât 17-18; Nesaî, Zekât
38; İbn Mâce, Zekât 21; Dârimî, Zekât 27; Muvattâ, Zekât 53.
[278] Müsned, V, 175'te sadece
ilk cümlesi.
[279] Îbnu'1-Esîr, en-Nihâye, III, 127.
[280] Burada Acur kelimesinin okunuş şekilleri ve çoğulları
ile ilgili birkaç satırlık bir açıklamadan sonra, kelimenin kökü ile ilgisi
olmayan tencerenin kaynamasının dinmesini ifade eden köke dair açıklamaları
gerek görmediğimizden çevirmedik.
[281] İbn Mâce, Et'ıme 37.
[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/125-128.
[283] Buhârî, frisam 24; Müslim, Mesâcid 73; Ebû Dâvûd,
Et'ime 40.
[284] Müslim, Eşribe 171; Tirmizî, Et'ime 13.
[285] Müslim, Mesâcid 76; Müsned, III, 12, 60-61.
[286] Müslim, Mesâcid 72, 74; Nesâî, Mesâcid 16; İbn Mâce,
Et'ime 59.
[287] Müslim, Mesâcid 78.
[288] Bu hadisin mevzu olduğu ifade edilmiştir. Bk.
İbnu'l-Cevzi, el-Mevzuat, Daru'1-Fikr, 1403/1983, II, 294-295; Suyııti,
el-Leâli'u'l-Masnûa, Beyrut, 1403/1983, I, 212-213.
[289] Buhâri, Eyman 22, Et'ime 23, 27, Rikaak 17; Müslim,
Zühd 20-25, 33; Nesâî, Dahâyâ 37; İbn Mâce, Et'ime 48-49; Müsned, VI, 156, 187,
225, 277.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/129-131.
[290] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/131-132.
[291] el-Mâide, 5/88. âyetin tefsiri
[292] en-Nahl, 19/69. âyetin tefsiri
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/132.
[294] Buhâri, Deavât 3; Ebû Dâvûd, Âdâb 101; Tirmizî, Deavât
15; İbn Mâce, Duâ 14; Müs-ned, IV, 122, 125, V, 356.
[295] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/132-134.
[296] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/134-135.
[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/135-136.
[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/136.
[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/137.
[300] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/137.
[301] Buharî, Cenâiz 80,93, Kader 3; Müslim, Kader 22-25.
[302] Müslim, İman 240.
[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/137-138.
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/139.
[305] Bk. el-Mâide, 5/5. âyet, ikinci başlık
[306] Bk. et-Tevbe, 9/29. âyetin tefsiri
[307] Çünkü ona göre kitaba iman ederler, Zebur okurlar,
yıldızlara da tapmazlar. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre ise bunlar yıldızlara
taparlar. O bakımdan onlarla evlenmek caiz değildir. (V. ez-Zuheylî,
el-Fıkhu'l-lslamî, VII, 156-157)
[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/139.
[309] Yani- ilk anda anlaşıldığı gibi- yahudi, hıristiyan ve
sabitlerden olup da salih amel işleyen kimseler., diye anlaşılmamalıdır.
[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/140.
[311] Bakara Sûresi'nin 38. ayet-i kerimesi açıklanırken
[312] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/140-141.
[313] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/141.
[314] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/142.
[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/142-143.
[316] Nesai, Cihad 8; Müsned, III, 42, 58
[317] Tirmizi, İlin 5; İbn Afâce, Fiten 26; Dârimî,
Mukaddime 29; Müsned, IV, 160, 218-219; ancak NesâTde tesbit edemedik.
[318] Muvatta, Kasru's-Salat 88.
[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/143-144.
[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/144-145.
[321] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/145.
[322] Nesâî, Tahrîmu'd-dem 17; Tirmizi, Tefsir 17. sûre 14.
hadis.
[323] Bk. el-îsrâ, 17/101. âyetin tefsiri
[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/145-146.
[325] Bk. el-A'râf, 7/164. âyetin tefsiri
[326] Buhârt, Bed'ul-Halk 15; Müslim, Zühd 61.
[327] Müslim, Sayd 48.
[328] Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 27.
[329] Müslim, Kader 32-33
[330] Böylece mana şöyle olur: "Biz de onlara hor ve
hakirler olarak maymun olunuz dedik."
[331] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/146-150.
[332] O takdirde mana şöyle olur: "Biz de onlara
maymunlar ve hakirler olun, dedik."
[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/150.
[334] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/150-151.
[335] Yani i'rabın harekesinin üzerinde görülmesi gereken
harftir. Bu harfin i'rabı ötredir.
[336] 49. âyet 10. başlık
[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/152.
[338] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/152.
[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/153.
[340] Müslim, Mesacid, 72; Nesai, Mevakît 15 te
"Akşam" anlamında "mağrib" şeklindedir. Kurtubi,
"işra" diye kaydetmektedir. İşa da yerine göre "akşam" ile
"yatsı hakkında müştereken kullanılabilir.
[341] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 165.
[342] İbnu'l Esir der ki: Tesvîr etsin: Onu iyice
araştırsın, manaları, tefsir ve kıraati üzerinde düşünsün, demektir.
(en-Nihaye, I, 229)
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/153-154.
[343] Buhârî; Hums 19; Müslim, Zekat 140-141
[344] Müslim, Zekat 142.
[345] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/154-155.
[346] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/155.
[347] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/155-156.
[348] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/156-158.
[349] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/158.
[350] İbn Mâce, lkametu's-Salât 42.
[351] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/159-160.
[352] Müsned, V, 391 yakın ifadelerle
[353] Süyûtı, ed-Durru'l-Mensûr, I, 189.
[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/160-162.
[355] İbnu'1-Esîr, en-Nihâye, I, 229.
[356] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 165.
[357] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/162-163.
[358] Buhârî, Nikâh 118; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizl, Edeb
48; Müsned, I, 387, 440, 460; ancak Müslim'de tesbit edemedik.
[359] Çünkü diyet olarak ödenecek hayvanların nitelikleri
bellidir.
[360] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/163-165.
[361] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/166-167.
[362] Muvatta, Ukûl 11.
[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/167.
[364] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/167-168.
[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/168.
[366] Kasâme'ye dair bu hadis ve başkaları şu kaynaklarda -
bazı farklılıklarla birlikte- yer almaktadır. Buhârî, Ahkâm 38; Müslim, Kasâme
6; Ebû Dâvûd, Diyât 8; Nesai, Kasâme 3; İbn Mâce, Diyât 28; Muvatta, Kasâme 1;
Müsned, IV, 3.
[367] Ebû Dâvûd, Diyât 9.
[368] Buhârî, Rehn 6, Şehâdât 1; Müslim, Akdiye 1, 2; Ebû
Dâvûd, Akdiye 23; Tirmizt, Ahkâm 12 vs...
[369] Buhârî, Tefsir 3. sûre b. 3; Müslim, Akdiye 1; Nesâî,
Kudât 36
[370] Darakutnl, IV, 218.
[371] Bk. Muvatta, Kasnme 1, 2.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/168-170.
[372] Ebû Davûd, Diyât 8.
[373] Buharı, Ahkâm 38; Müslim, Kasame 6; Muvattâ, Kasame 1.
[374] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/170-171.
[375] Âkile'ye kimlerin girdiği işin bk. Dr. V. ez-Zuhaylî,
el-Fıkhu'l-İslâmî, VI, 322 v.d.; Kasame âkilesi için bk. VI, 406 v.d.
[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/171-172.
[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/172-173.
[378] Burda "hıtta" dan kasıt, belde
fethedildikten sonra İmam'ın ganimet sahipleri arasında orayı paylaştırması
sonucu ilk sahiplere pay olarak düşen yerlerdir. (Zuhayli, a.g.e., VI, 407; dn:
1)
[379] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/173.
[380] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/173-174.
[381] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/174-175.
[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/175.
[383] Tirmizi, Zühd 62.
[384] el-Azizî, es-Sirâcu'l-Münlr, I, 179'da zayıf olduğu
kaydıyla.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/175-176.
[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/176-177.
[386] el-Bakara, 2/60. âyetin tefsiri
[387] Buhârî, Menâkıb 25; Tirmizi, Cıımua 10, Menâkıb 6;
Nesâî, Cumııa 17; İbn Mâce, İkametu's-salât 199; Dârimî, Mukaddime 6, Salât
202; Müsned, I, 249, 267; III, 226, 293.
[388] Müslim, Fedâil 2; Tirmizi, Menâkıb 5.
[389] Kadı İyâd, eş-Şifâ, I, 261
[390] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/177-179.
[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/179.
[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/180.
[393] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/180-181.
[394] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/181-182.
[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/182.
[396] Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tevhid 37; Müslim, Kader
13-15; Ebû Dâvûd, Sürme 16 v.s...
[397] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/183-185.
[398] Buhari, Savm 13; Müslim, Siyam 15; Ebû Dâvûd, Savın 4;
Nesâî, Siyam 17; Müsned, II, 122.
[399] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/185.
[400] Yani istisna ile istisna yapılan şeyler birbirinden
farklı farklıdır. Kendisinden istisna edilen bilgidir, istisna edilen de
temennidir. Dolayısıyla bunlar birbirlerinden tür olarak ayrı şeylerdir.
[401] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/185-187.
[402] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/187.
[403] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/187-188.
[404] Bk. Tirmizl, Tefsir 21. sûre h.l; Müsned, III, 75
[405] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/189-190.
[406] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/190.
[407] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/190.
[408] Dâriml, Siyer 75; Ebû Dâvûd, Sürme 1. Ayrıca bk.
Tirmizl, İman 18; îbn Mâce, Fiten 17.
[409] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/190-191.
[410] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/191.
[411] Buharı, Tıb 55, Cizye 7; Müsned, II, 451.
[412] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/192.
[413] Bu manadaki hadisler için bk. Buhârî, Vudû' 63, Hayz
19; Müslim, Hayz 62; Ebû Dâ-vûd, Tahâre 109; Tirmizî, Tahâre 93; Nesal, Tahâre
133, 134, 137, Hayz 2, 4, 6; İbn Mâ-ce, Tahâre, 115, 116; Dârimt, Vudû' 80, 84;
Müsned, VI, 194.
[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/192-193.
[415] el-Bakara 2/51. âyet 6. başlıkta
[416] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/193.
[417] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/194.
[418] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/194.
[419] Müslim, İman 62; Tirmizt, Ziihd 61; İbn Mûce, Filen
12; Dârimi, Rikâk 4; Müsned, III, 413.
[420] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/194-195.
[421] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/195.
[422] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/195-196.
[423] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/196-197.
[424] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/197.
[425] Müslim, Zühd 42. Ayrıca bk. Buharı, Talâk 25, Edeb 24;
Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmi-zî, Birr 14; Muvatta, Şear 5; Müsned, II, 375, V,
333
[426] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, VII, 160, hasen bir hadis
olduğu kaydı ile.
[427] Hadisin değişik yollarla ve kısmen rivayetleri için
bk. Müsned, III, 283, V, 29
[428] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/197-198.
[429] İşaret parmağının "teşbih eden" anlamında:
"sebbâhe" diye anıldığı bazı hadislere örnek olmak üzere bk. Müsned,
I, 78, III, 407, IV, 309, V, 250; Ebû Dâvûd, Tâhare 52; Afe-sat, Tahâre 84;
Dârimî, Rikaak 46 v.s...
[430] İşaret parmağından "sebbâbe" diye söz edilen
hadislere örnek olarak bk. Buhârî, Nikâh 23, Edeb 24; Müslim, Mesâcid 113,
115; Ebû Dâvûd, Salât 115, Menâsik 56; Tir-mizî, Mevâkît 103 vs...
[431] Kurtubî bu rivayette "ruviye: rivayet
edileli" diyerek, rivayetin pek muteber olmadığına işaret etmek üzere bir
tamrîd sığası kullanmaktadır. Bununla birlikte şunu da belirtelim ki,
Rasûlullah'ın Şemâil'ine yani sıfatlarına dair eser ve rivayetlerde Hz.
Peygam-ber'in el ve ayaklarının nisbeten irice oldukları belirtilmekte
(Tirmizî, Şemâil-i Şerife, Ankara, 2. baskı, I, 23; İbn Abdi'1-Berr,
elîstizk&r, XXVI, 222; İzzuddin İbnu'1-Esîr, Us-du'l-Ğabe, Beyrut,
1409/1989, I, 31; İbn Kesîr, Şemâilu'r-Rasûl, Kahire, 1386/1967, s. 15, 16, 19,
20, 21; Kadı İyâd, eş-Şifâ, İstanbul, 1325, I, 50), parmaklarının âdete muhalif
böyle bir şekilde olduğuna dair bir rivayete rastlayamadık.
[432] Müsned, VI, 366'da yer alan
bu rivayette Meymûne, "Hz. Peygamber'in ayak başparmağının yanındaki
ikinci parmağının uzunluğunu unutamadığını" kayd ettiği şeklindedir.
[433] Kaynağını tesbit edemedik
[434] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/198-199.
[435] Müslim, Zühd 41; Buhârî, Edeb 25, 26
[436] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/199-200.
[437] Sadece ilk cümlesi ile Müslim, Selâm 11; Müsned, VI,
229
[438] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/200-201.
[439] Bk. el-Bakara, 2/3 ve 43. âyetlerin tefsiri
[440] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/201.
[441] Hal olması durumunda ise ayetin bu bölümlerinin meali
şu şekilde verilebilir: "Sonra sizin pek azınız müstesna, yüzçevirerek
gerisin geri döndünüz."
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/201.