İsrail Adı ve İsrailoğulları: 6

Allah'ın Nimetini Anmak: 6

Ahde Bağlılık: 7

Yalnız Allah'tan Korkmak: 7

Hitabın Delili: 8

1- Allah'ın Âyetleri Satılamaz: 8

2- Kur’an ve İlim Öğretmeye Karşılık Ücret Almak: 9

3- Ücretle Namaz Kıldırmak: 10

4- Peygamber İzinde Örnek Bir Âlim, Ebû Hâzim: 10

1- Namaz Kılmak Emri: 14

2- Zekât Emri: 14

3- Zekât Kelimesinin Sözlük Anlamı: 14

4- Bu Buyrukta "Zekâtdan Kasıt: 14

5- Rükû: 15

6- Neden Özellikle Rükû': 15

7- Şeriate Uygun Rükû' Şekli: 15

8- Rükûun Farz Oluşu: 15

9- Yalnızca Alnı veya Burnu Koyarak Secde Etmek: 16

10- Çıplak Alınla Secde: 16

11- Yeterli Olan Rükû' ve Sücûd: 16

12- Rükû' Edenlerle Birlikte Olmak Gereği ve Cemaatle Namaz: 17

13- Fazilet Cemaatten Dolayı mıdır, Camiden Dolayı mıdır?: 19

14- Cemaatler Arasında Fazilet Farkı: 19

15- Cemaatle Namaz Kılmış Bir Kimsenin Namazını ladesi: 19

16- İmamlığa Öncelikle Kimler Layıktır?: 20

Küçüğün İmameti: 20

17- İmam Olmaları Caiz Olanlar ve Olmayanlar: 21

18- Kör, Topal, Çolak vs. 'nin İmam Olması: 22

19- Veled-i Zinanın İmam Olması: 22

20- Kölenin İmam Olması: 22

21- Kadının İmam Olması: 23

22- Yahudi ve Hıristiyanın İmam Olması: 23

23- Mu'tezile, Cehmiyye ve Benzerlerinin İmamlığı: 23

24- Zinakâr, İçkici ve Benzeri Fasıklann İmamlığı: 23

25- İmama Uyan Kimsenin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar: 24

26- Yanılarak İmamdan Ayrı Hareket Eden: 25

27- İftitah Tekbiriyle Selâmda İmamdan Farklı Hareket: 25

28- Safların Düzgünlüğü: 25

29- Namazda Oturuş Şekli: 25

30- Oturuşta Ellerin Vaziyeti: 26

31- Kadının Namazda Oturuş Şekli: 27

32- İk'â Denilen Oturuş Şekli: 27

33- Namazın Sonunda Selam Vermek: 27

34- Teşehhüd: 28

1- Nüzul Sebebi: 29

2- Kendilerini Unutup Başkalarına İyiliği Emredenlerin Azabı: 29

3- Âyet-i Kerimedeki Azarın Sebebi: 29

4- İbretli Hikayeler (Kasas) Anlatma: 30

5- "îyilik"in Anlamı: 30

6- İyiliği Emrederken Kendini Unutmak: 31

7- Kitabı Okuyup Durduğunuz Halde mi?..: 31

8- Akıllanmayacak mısınız?: 31

9- Akıl: 32

1- Sabır: 32

2- İtaate Devam ve Aykırı Hareket Etmeyerek Sabır: 32

3- Sabır ve Namaz: 33

4- Sabır ve Nefse Karşı Cihad: 33

5- Diğer Ameller ile Sabrın Mükâfatı Arasında Bir Karşılaştırma: 33

6- Allah da Kendi Yüce Zatını "Sabr" ile Nitelemiştir: 34

7- Hâşi' Olmayanlara Namaz mı Daha Ağır Gelir Oruç mu?: 34

8- Huşu Sahipleri, Hâşi'ler: 35

Kendisinden Korkulması Gereken Bir Gün: 36

3- Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı: 37

4- Şefaat Haktır: 37

5- Bir Kıraat: 38

6- Fidyenin de Kabul Olunmayacağı Gün: 38

1- İsrailoğullarının Hatırlamaları Gereken Ni'metler: 39

2- Firavun Hanedanı: 39

3- Şu Beldenin Âli Denilebilir mi?: 40

4- "Âl"Kelimesi Zamirle Birlikte Kullanılır mı?: 40

5- Âl Kelimesinin Aslı: 40

6- Firavun: 40

7- Tadılan Azap: 41

8- En Kötü Azap: 41

9- Boğazlanan Oğullar ve Hayatta Bırakılan Kadınlar: 41

10- Boğazlamak: 42

11- Zalimin Emriyle Zulmedenin Durumu: 42

12- Firavun'un Erkek Çocukları Boğazlama Sebebi: 43

13- Belâ ve İmtihan: 43

Boğulanlar ve Kurtulanlar: 43

Kurtulanlar ve Boğulanlar: 44

Îsrailoğullarının Kurtarılması İle İlgili Görüşler: 44

Hz. Mûsâ ve Beraberindekilerin Kurtuldukları Diğerlerinin de Boğuldukları Gün: 45

(10 Muharrem, Âşûrâ Günü): 45

Âşurâ Günü Orucu: 45

Aşura Günü Muharrem'in Kaçıncı Günüdür?: 46

Âşurâ Günü Orucunun Fazileti: 46

İsrailoğullarının Gözleri Önünde Boğulan Firavun: 46

Israiloğullannın Haberleri Muhammed (sav)'ın Nübüvvetinin Delilidir: 47

1- "Va'detmek" Kelimesinin Kıraat Farkı ve Açıklaması: 47

2- Mûsâ Kelimesinin Anlamı: 48

3- Vadedilen Kırk Gece: 48

4- Neden Kırk Gündüz Değil de Kırk Gece: 49

5- Hz. Mûsâ Bu Kırk Gün Boyunca Oruç Tuttu mu?. 49

6- Buzağıyı İlah Edinen Zalimler: 49

1- Af ile Mağfiret: 49

2- Affolma Zamanı: 50

3- Şükredesiniz Diye: 50

4- İlim Adamlarına Göre Şükrün Anlamı: 50

1- İsrailoğullarının Allah'ı Görmek İstemeleri: 53

2- Açıktan Açığa Allah'ı Görme İsteği: 54

3- Böyle Bir İsteğin Cezası: 54

4- Ölümden Sonra Diriliş: 54

5- Öldükten Sonra Diriltilenlerin Mükellefiyeti: 54

1- Buluttan Gölge: 55

2- Men ve Selva: 55

3- Yer Elması ile Tedavi: 56

4- Selva: 56

5- Selva Çoğul mu Tekil mi: 56

6- Selva ve Benzeri Kelimeler de Men Kelimesine Atfedilmiştir. 56

7- Helâl Rızıklardan Yemek: 57

8- İsyan Ettiklerinden Dolayı Zalim Oldular: 57

1- Bir Açıklama: 57

2- Şu Kasaba...: 57

3- Helal Olarak Bol Bol Yeyiniz: 57

4- Kapıdan Secde Ederek Girin: 57

5- Hitta'nın Mahiyeti: 58

6. Şeriatte Nassa Bağlanmış Sözlerin Değiştirilmesi: 58

Hadisin Mana Yoluyla Nakledilmesi: 59

7- Kıraat Farkı: 60

8- "Günahlar" Anlamına Gelen "Hatâya": 60

9- İyilik Edenlere Daha Fazla Vermek: 61

1- Zalimler Değiştiricidirler: 61

2- Tebdil ve Değiştirme: 61

3- Zulmedenlere İndirilen.. 61

4- Murdar Azap: 62

1- Kelime Anlamıyla Istiskâ: 62

2- İstiskâ: 63

3- Sünnet Şekliyle İstiska: 63

4- Asan île Taşa Vur: 63

5- Oniki Pınar: 64

6- Suyun Fışkırdığı Taş: 64

7- Su Almakta Karışıklık Yoktu: 64

8- Yeyiniz, İçiniz: 65

Soğan, Sarmısak ve Hoş Kokmayan Şeyleri Yemenin Hükmü: 67

Daha Bayağı Olanı Üstün Olana Tercih Etmek: 68

Güzel ve Lezzetli Şeyleri Yemek: 68

Bir Şehire Gidin..: 68

Gazaba Uğratılmalarının Sebebi: 70

Savaşması Emrolunmuş Hiçbir Peygamber Öldürülmemiştir: 70

Gazaba Uğrayışlarının Diğer Bir Sebebi: 70

1- îman Edenler: 71

2- Yahudiler: 71

3- Nasâra: 71

4- Sabiiler: 72

5- Sabiiler ve Kitap Ehli: 72

6- İman Edenler ve Salih Amel İşleyenler...: 72

7- Ecirler: 72

8- Bu Âyet Neshedilmiş midir?: 73

Tûr Dağının Kaldırılış Sebebi: 73

Kitapların İndiriliş Maksadı: 74

Ve Sonra Yüzçevirdiniz: 75

1- Cumartesi Günü Haddi Aşanlar: 75

2- Hz. Peygamberin Peygamberliğini İtiraf Eden Yahudiler: 75

3- Cumartesi Yasağı: 75

Hor ve Hakir Maymunlar: 77

1- Allah Emrediyor...: 78

2- Kur'an'ın Anlatımında tlahl Üslup: 78

3- Boğazlamak ve Kesmek: 79

4- Sığır (Bakara) Kelimesinin İştikakı: 79

Alaya Almak: 79

Kıraat Farkı: 80

Allah'ın Dini ile Alay: 80

Zorluk Çıkartanlar: 80

Emir Vücub mu İfade Eder?. 81

Hayvanda Selem: 83

Kasten Öldüren Miras Alamaz: 85

Maktulün Sözüne, Kasâmede İtibar Edilir mi?: 86

Kasamenin Hükmü: 86

Kasame ile Kısas Gerekir mi?: 87

Kasamenin Gereği İçin Levs ve Mahiyeti: 87

Kasame îçin Levsi Gerekli Görenler: 88

Kira ile Oturulan Bir Mahallede Maktul Bir Kimse Bulunursa: 88

Kasamede Yemin Sayısı: 89

Bu Kıssa ve Bizden Öncekilerin Şeriati: 89

Ölüleri Dirilten Allah: 89

Katılaşan Kalpler: 89

Taş Gibi veya Ondan da Katı: 90

Kimi Taşlardan Su Kaynar, Kimisi Allah'tan Korkar: 90

Allah Gafil Değildir: 91

1- Onların İman Edeceklerini Ummak: 92

2- Onlardan Bir Fırka: 92

3- Hz. Mûsâ, Yüce Allah'ın Kelâmını Nasıl Tanıdı?. 92

4- Allah'ın Kelâmını Değiştirenler: 93

İkiyüzlü Münafıklar: 93

1- Kitabı Bilmeyenler: 94

2- Bilgi ve Kuruntu: 95

3- Zan: 95

4- Bizzat Kitaplarını Kendileri Değiştirdiler.. 95

1- "Veyl...". 96

2- İlk Yazı Yazan: 97

3- Elleriyle Kitabı Yazanlar... 97

4- Şeriate Bir Şey Eklemek ve Ondan Birşey Eksiltmek: 97

5- Kitabı Değiştirmenin Sebebi: 97

1- Nüzul Sebebi: 98

2- "Sayılı Günler" ve Ay Hali Süresi: 98

3- Allah Katından Alınmış Sözler mi Var?. 98

1- Durum Onların Dedikleri Gibi Değildir: 99

2- Seyyie: 99

3- Kötülükleriyle Kuşatılanlar: 99

1- İsrailoğullarından Alınan Bir Başka Söz. 99

2- Allah'tan Başkasına İbadet Etmeyin. 100

3- Anne Babaya İyilik. 100

4- Yakın Akrabalar: 100

5- Yetimler: 100

6- Parmaklarla Yapılan İşaretlerin Anlamı: 101

7- Yoksullar: 101

8- Güzel Söz: 102

9- Namazı Kılın, Zekâtı Verin: 102

10- "Ve Yüzçevirdiniz...". 103


Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İle                                                                                                   

 

40. Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın ve ahdime bağlı kalın ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim ve yalnız Benden korkun.

 

İsrail Adı ve İsrailoğulları:

 

"Ey İsrailoğulları" buyruğundaki: "Ey... oğullar" ifadesi izafet halinde bir nida olup bundaki nasb alameti "Beni: oğullar" sonundaki "yâ" harfidir. İzafet dolayısıyla da sonundan "nûn" hazf edilmiştir. Tekili: "İbn: oğul'dur. Aslı: “”dur. “” olduğu da söylenmiştir. Sonundan hazfedilen harfin "vâv" olduğunu söyleyenler Arapların: "oğul olmaklık" ifadesini delil gösterirler. Ancak bunun delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü Araplar yine aslı "yâ"lı olmakla birlikte "fütüvvet" diye kullanırlar. ez-Zeccâc der ki: Bana göre hazfedilen harf "yâ" dır. Bu kelime sanki: "Bina ettim"den geliyor gibidir. el-Ahfeş de der ki: Ben ise bunun sonundan hazfedilen harfin "vav" olduğu görüşünü tercih ediyorum. Çünkü - ağırlığı dolayısıyla - bu harfin hazfedilmesi daha çok rastlanılan bir haldir. Meselâ, "oğulluğu açıkça belli olan bir oğul," denir(ken hazf edilenin "vâv" olduğu anlaşılmaktadır). Ancak: "oğulcağızım" diye de kullanılır, “” ile “” babacığım, gibi “” ile “” diye iki şekilde kullanılır. Bu iki şekilde okunmuştur. Bu kelime (ibn: oğul), bir şeyi bir şeyin üstüne koymak demek olan "bina" kelimesinden türetilmiştir. İbn, babanın fer'i olup onun üzerine konulur. (Ona izafe edilir; bu bakımdan ona bu isim verilmiştir). İsrail, İbrahim'in oğlu İshak'ın oğlu Hz. Ya'kub'un kendisidir. Ebû'l-Ferec el-Cevzî der ki: Bizim peygamberimiz Muhammed (s.a)'ın dışında, ondan başka iki ismi bulunan bir peygamber yoktur. Hz. Muhammed'in ise isimleri pek çoktur. el-Cevzî bunu "Fuhûmu'l-Âsâr" adlı eserinde zikreder.

Derim ki: "Mesih" adı aynı zamanda Hz. İsa'nın başka bir kökten türetilmemiş özel bir adıdır, denilmiştir. Ayrıca yüce Allah onu "ruh ve kelime" diye adlandırmıştır. Onun kavmi ona "Ebîlu'l-ebîlin" adını verirlerdi. Bunu el-Cevherî es-Sıhah'ta. zikretmiştir. Beyhakî'nin Delâilü'n-Nübüvve adlı eserinde Halil b. Ahmed'den nakletiğine göre iki ismi olan beş tane peygamber vardır: Bizim peygamberimizin adları Muhammed ve Ahmed'dir; Hz. İsa'nın diğer adı Mesih'tir; Hz. Ya'kub'un diğer adı İsrail'dir, Hz. Yunus'un diğer adı Zü'n-Nûn'dur; Hz. İlyas'ın diğer adı Zü'lkifl'dir. Yüce Allah'ın selamı hepsine olsun.

Derim ki: Hz. İsa'nın dört adının bulunduğuna az önce işaret ettik. Bizim Peygamberimizin ise isimleri pek çoktur. Bunların sayımı ilgili yerlerinde yapılmıştır.

"İsrail" kelimesi arapça olmayan bir kelimedir. O bakımdan bu kelime munsarif (çekimli fiil) değildir. Yedi türlü söylenişi vardır. Birincisi Kur'an-ı Kerim'de kullanılan şekil olan İsrail'dir. Bu ise hafif hemze şeklinde medli "İsrâîl" şeklinde söylenir. Bunu Şennebûz, Verş'ten nakletmiştir. Diğer bir okuyuş şekli hemzesiz olarak yâ'dan sonra medli "İsrâyîl" şeklinde, A'meş ve İsa b. Ömer bu şekilde okumuştur. Hasen ve Zührî ise hemzesiz ve medsiz olarak (İsrail şeklinde) okumuşlardır. Yâ'sız fakat esreli bir hemze ile "İsrail" şeklinde, üstünlü bir hemze ile "İsrâel" şeklinde. Temimliler ise "İsrâîn" şeklinde nûn'lu okurlar.

İsrâîl kelimesinin anlamı Allah'ın kulu (Abdullah)tır. İbn Abbas der ki: İb-ranicede "isra" kul demektir, "il" de Allah demektir. "İsra" kelimesinin Allah'ın seçtiği, "il" kelimesinin ise Allah demek olduğu söylendiği gibi "isra" kelimesinin sağlam yapmak ve bağlamaktan geldiği de söylenmiştir. Buna göre İsrail, Allah tarafından sağlam bir şekilde güçlü olarak yaratılmış gibi bir anlam ifade eder. Bunu el-Mehdevî zikretmektedir. es-Süheylî der ki: Hz.Ya'kub'a İsrâîl adının verilmesi, onun yüce Allah için hicret ettiği vakit bir gece yürümesinden dolayıdır. Bundan dolayı ona "isrâîl" adı verilmiştir, yani: Yüce Allah'a geceleyin giden ve yürüyen, anlamındadır. Bu son açıklamaya göre ismin bir bölümü ibranice bir bölümü de Arapların söyleyişine uygun olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [1]

 

Allah'ın Nimetini Anmak:

 

"Size verdiğim nimetimi hatırlayın" buyruğunda hatırlamak (zikir) müşterek bir isimdir. Kalpte hatırlamak, demek olup unutmanın zıddıdır. Dilde hatırlamak (zikr) ise, dinlemenin zıddıdır. O bakımdan bir şeyin hem dilde hem de kalpte hatırlanması sözkonusudur. "Zükr" ise unutmamak demektir. el-Kisaî der ki: Kalpte olanı anlatmak için "zukr" kelimesi kullanılır; dilde olanı anlatmak için ise "zikr" kelimesi kullanılır. Başkaları ise, bunların iki ayrı şive olduğu ve aynı anlama geldiklerini söylemişlerdir. Zikir aynı zamanda şeref anlamına gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz ki o (Kur'an) hem senin için hem kavmin için büyük bir şeref(zikr) dir." (ez-Zuhruf, 43/44)

İbnu'l-Enbarî der ki: Âyet-i kerimedeki anlamı Benim nimetime karşılık şükretmeyi hatırlayın demektir. Nimet zikredilerek şükrün ayrıca zikredilmesine gerek görülmemiştir.

Bu buyrukta kalp ile hatırlama kastedilmiştir, istenen de budur, şeklinde de açıklanmıştır. Yani, Benim size verdiğim nimetimden yana gafil olmayın, onu unutmayın. Bu da güzel bir açıklamadır.

"Nimet" burada bir cins ismidir. Tekil olmakla birlikte çoğul anlamını ifade eder. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah'ın nimetini birer birer saymak isterseniz, onları sayamazsınız." (İbrahim, 14/34) Burada da "nimet" kelimesi tekil olarak zikredilmekle birlikte kastedilen çoğul olarak "nimetler"dir.

Yüce Allah'ın, onların üzerindeki nimetlerinin bir kısmım şöylece sayabiliriz: Fir'avn hanedanından onları kurtarması, aralarından peygamberler göndermesi, üzerlerine semadan kitapları, men ve selva'yı indirmesi, taştan onlar için su fışkırtması ve diğer taraftan Muhammed (s.a)'ın vasıf, nitelik ve ri-saletini beyan eden Tevrat'ı korumayı onlardan istemesidir... Atalara yapılan nimetler ise evlatlara yapılan nimetlerdir. Çünkü çocuklar da atalarının şerefi ile şereflenirler.

Diğer Ümmetlerin ve Muhammed Ümmetinin Hatırlaması: Meanî bilginleri der ki: Şanı yüce Allah, burada İsrailoğullarına Allah'ın nimetini hatırlamaları emrini vermekte, ancak Muhammed (s.a) ümmetine ise nimetini hatırlamalarını değil de bizzat kendisini anıp hatırlamalarını emrederek şöyle buyurmaktadır: "Siz Beni anın, Ben de sizi anayım." (el-Baka-ra, 2/152) Böylelikle diğer ümmetler nimetlere bakıp o nimetleri verene yönelsinler, Muhammed (s.a)'ın ümmeti ise nimetleri verene bakıp üzerlerindeki nimetin büyüklüğünü anlasınlar. [2]

 

Ahde Bağlılık:

 

"Ve ahdime bağlı kalın ki Ben de size plan ahdimi yerine getireyim."

Bu ahdin mahiyeti hakkında, farklı kanaatler ortaya atılmıştır. el-Hasen der ki: Allah'ın ahdi, yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirilmektedir: "Size verdiğimi kuvvetle alın.." (el-Bakara, 2/63); "Andolsun Allah, îsrailoğulla-rından bir ahid almıştı ve biz onların arasından on iki nakib (kefil) dikmiştik." (el-Maide, 5/12)

Sözü geçen bu ahdin, yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirildiği de söylenmiştir: "Hani Allah, kendilerine kitap verilenlerden onu muhakkak insanlara saklamaksızın açıklayıp anlatacaksınız diye teminat almıştı." (Al-i İmran, 3/187)

ez-Zeccac der ki: "Ahdime bağlı kalın." Benim Tevrat'ta size emretmiş olduğum Muhammed'e tabi olmak emrine uyun. "Ben de size olan ahdimi yerine getireyim." Buna karşılık size kesinlikle vereceğimi belirttiklerimi vereyim: Siz Benim ahdime bağlı kalırsanız, size cennet vardır.

Bir diğer görüşe göre "ahdime bağlı kalın" farzları, sünnete uygun ve ih-las ile yerine getirin, Ben de onları sizden kabul etmek ve onlara karşılık sizleri mükafatlandırmak suretiyle "sizlere olan ahdimi yerine getireyim."

Bazıları da şöyle açıklamıştır: 'İbadetler hususunda "ahdime bağlı kalın ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim." Yani sizleri himayeme alıp yüksek basamaklarda ilerleteyim.

Bir diğer görüşe göre de "ahdime bağlı kalın" zahir hedefleri korumak suretiyle emirlerimi yerine getirin, "Ben de" sizin iç aleminizi süsleyerek "size olan ahdimi yerine getireyim."

Bir başka görüşe göre, bu ahid, onun bütün emir, yasak ve tavsiyeleridir. Bunun kapsamına Peygamber (s.a) Efendimizin, Tevrat'ta sözünün geçmesi ve benzeri hususlar da girer. İlim adamlarının çoğunun görüşü budur, doğrusu da budur. Şanı yüce Allah'ın buna karşılık onlara olan ahdi ise onları cennete koymaktır.

Derim ki: Onlardan yerine getirmeleri istenen ahid, aynı şekilde bizden de istenmiş bulunmaktadır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ahid-leri yerine getirin." (el-Maide, 5/1); "Ahidleştiğiniz zaman da Allah'ın ah

dini yerine getirin." (en-Nahl, 16/91) Bu tür buyruklar pek çoktur.

Allah'ın ahdine vefa gösterip onu yerine getirmeleri, şanı yüce Allah'ın da onlara olan ahdini yerine getireceğinin alametidir. Onun sebebi ve gerekçesi değildir. Çünkü yüce Allah'ın onlara olan ahdini yerine getirmesi O'nun onlar üzerindeki bir lütfudur. [3]

 

Yalnız Allah'tan Korkmak:

 

"Ve yalnız Benden korkun." Böyle bir emrin gelmesi tehdit manasını da ihtiva etmektedir. "Benden korkun" kelimesinin sonunda nundan sonra yer alması gereken "ya" harfinin düşmesi, âyetin sonu olduğundan dolayıdır. İbn Ebi İshak ise, bu ya'yı aslına uygun olarak şeklinde okumuştur. Sonraki âyetin son kelimesi olan: kelimesini de böylece okumuştur. "Benden" kelimesinin sonu mukadder bir fiil ile nasbedilmiştir. Emir, nehiy ve istifham (soru) kipleri hakkında tercih edilen görüş budur. Konuşma dilinde ifadenin - mübteda ve haber olmak üzere - şeklinde kullanılması da mümkündür."Benden korkun" un haber kabul edilmesi, hazif bulunduğu takdirine göre olabilir. Buyruk: Ben sizin Rabbinizim, o bakımdan yalnız benden korkun, demektir.

 

4l. Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz. Ve onu ilk inkâr eden olmayınız. Benim âyetlerimi az bir paha İle satmayınız ve yalnız Benden korkunuz.

 

"Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz." Yani Kur'an'ı doğrulayınız, tasdik ediniz. Onların beraberlerinde bulunan ise Tevrat'tır.

"Ve onu ilk inkar eden olmayınız." Buradaki "o" zamiri Ebû'l-Âliye'ye göre Muhammed (s.a)'a aittir. İbn Cüreyc ise, Kur'an'a aittir, demiştir. Çünkü yüce Allah'ın "indirdiğim" buyruğu bunu gerektirmektedir. Tevrat'a ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü bu âyet-i kerimede "beraberinizdekileri" buyruğu yer almaktadır.

Neden (tekil olarak:) "inkâr eden" buyrulup da "inkâr edenler" buyurul-madı, diye sorulacak olursa, cevabımız şu olur: "İlk inkâr eden" buyruğu "ilk inkar eden grup" anlamındadır.

el-Ahfeş ile el-Ferrâ, fiilin manasına göre, bu şekilde geldiğini iddia etmişlerdir. Çünkü buyruk: "onu ilk inkâr eden kimse(ler)" anlamındadır. Sibe-veyh de Araplar'ın "en kibar ve en güzel genç" anlamında: "gençlerin en kibarı ve güzeli" tabirini kullandıklarını nakletmektedir. Sibeveyh der ki: "Onu ilk inkar eden olmayınız" diye buyurulmuştur. Halbuki onlardan önce Kureyş-lilerin münkirleri inkar etmiş idi. Bunun anlamı kitap ehli arasından ilk inkar edep grup olmayınız, şeklindedir. Zira böyle bir durumda onların ne yapacaklarına dikkat edilir. Çünkü bilgi sahibi oldukları zannedilmekte ve onların davranışları delil kabul edilmekte idi.

"ilk" kelimesi Sibeveyh'e göre burada "Kâne: oldu, idi" lafzının haberi olarak nasb edilmiştir. Bu kelime (evvel: ilk), fiili bulunmayan kelimelerden olup "ef alu" vezninde ve ayn'ı da fâ'sı da (yani ilk ve ikinci harfleri de) "vâv"dır. Bu lafızdan fiil kullanılmayışınn sebebi ise hem ayn'ı, hem de fâ'sı illetli olan bir fiil olmasın diyedir. Basra'lıların görüşü budur. Kûfe'li-ler ise şöyle derler: Bu kelime "kurtuldu" anlamındaki: “” kökünden gelmekte olup aslı “” şeklindedir. Bilâhare (ikinci) hemze hafifletilip vâv'a değiştirilerek ilk vâv'a idgam ile "evvel" denilmiştir. Nitekim "hatie" kelimesinin de hemze'si hazif edilmiş (ve "hatiyye: günah" denilmiş)tir. el-Cevhe-rî der ki: Bunun çoğulu, hem "evâil" hem de kalb ile "evâlî" şeklinde gelir. Bir kesim de bu kelimenin aslı "fev'ale" vezninde "vevvele" şeklindedir, der. Birinci vâv" hemzeye halb edilmiştir. Bunun çoğulunun "evâvil" şeklinde gel-meyiş sebebi ise, orada çoğul elifi bulunan iki "vâv"ın bir kelimede bir araya gelişini Araplann telâffuzu ağır kabul etmeleridir. Bu kelimenin ( Jjj> J\ ) fiilinden "efalu" vezninde isim olduğu da söylenmiştir. Buna göre aslı ( Jjîfadir. İkinci hemze vâv'a kalb edilerek "efalu" vezninden "e'falu"ya kalb edilip, hemze, terhil ve ibdâl'den sonra (vâv'a dönüştürülerek ikinci vâv'a) idğâm yapılmıştır. [4]

 

Hitabın Delili:

 

Hitap delilini kabul etmeyenlerin lehine bu âyet-i kerimede delil olacak bir taraf yoktur. Hitab delilini kabul etmeyenler Kûfeliler ve onlara muvafakat edenlerdir. Çünkü söylenen sözden maksat, başında da sonunda da küfrü, inkârı yasaklamaktır. Özellikle "ilk"lerin sözkonusu edilmesi, bu işi ilk olarak yapmanın daha büyük oluşundan dolayıdır. Buna göre, anılanların hükmü ile, anılmayanların hükmü birdir. Bu da açıkça anlaşılan bir durumdur. [5]

 

"Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayınız" buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Allah'ın Âyetleri Satılamaz:

 

Yüce Allah'ın: "Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayınız" buyruğu daha önce yer alan "olmayınız" buyruğuna atfedilmiştir. Yüce Allah, onlara ilk inkar edenler olmalarını yasakladığı gibi, Allah'ın âyetleri karşılığında bir bedel almalarını da yasaklamaktadır. Yani Muhammed (s.a)'in niteliklerini değiştirmek karşılığında rüşvet almalarını yasaklamıştır. Yahudi ilim adamları, bu işi yapıyorlardı. Bu âyetle böyle birşey yapmaları yasaklanmaktadır. Bu, tefsir alimlerinden bir grubun açıklamasıdır. Bunlar arasında el-Hasen ve başkalan vardır. Bir başka görüşe göre, bu, ilim adamlarının, maaşa benzer ilimlerine karşılık alıp yedikleri birtakım ücretleri vardı. Bu ücreti almaları onlara bu buyrukla yasaklanmış olmaktadır.

Bir başka görüşe göre, hahamlar ücret mukabili insanlara dinlerini öğretirlerdi, bu işi yapmaları onlara yasak edildi. Onların kitaplarında ise şu ifadeler yer almaktadır: Ey Âdemoğlu! Sana herhangi bir bedel alınmaksızın ilim öğretildiği gibi sen de bedelsiz, yani ücretsiz olarak öğret. Bu açıklamayı da Ebû'l-Âliye yapmıştır.

Bir diğer görüşe göre ise, bu buyruğun anlamı şudur: Benim emirlerimi, yasaklarımı, âyetlerimi az bir pahaya değişmeyin. Yani dünya ve dünya ömrü ve herhangi bir değeri olmayan hayatın tümü az bir bedeldir. Onların bu emir, yasak ve âyetler karşılığında aldıkları şeye "paha, bedel" adı verilmiştir. Çünkü bunun karşılığında o şeyleri almışlardır. O bakımdan bu aldıkları bizzat "paha" olmasa bile ona bu ad (paha, semen) verilmiştir. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden de geçmiştir. Şair bu hususa işaretle şöyle demektedir:                     

"Bir günah işlemeye gayret ettiysen veya işlediysen

Sen haccı terketmekle eline bir paha geçirmiş olmazsın."

Derim ki: Bu âyet-i kerime, her ne kadar İsrailoğulları hakkında özel olarak vârid olmuş ise de onların davranışlarını yapan kimseleri de kapsamaktadır. Hakkı değiştirmek, yahut onu işlemez hale getirmek karşılığında rüşvet alan veya öğretmekle görevli olduğu şeyi öğretmekten çekinen veya yapacak başka kimse olmadığından dolayı ücret almadıkça bildiğini öğretmek istemeyen bir kimse, bu âyetin bildirdiği hükmün kapsamına girer.

Ebû Davud'un rivayetine göre Ebû Hureyre şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Kendisi aracılığıyla yüce Allah'ın rızasının arandığı bir bilgiyi öğrenip de bunu ancak dünya hayatının menfaatini elde etmek için öğrenen kişi, Kıyamet gününde cennetin kokusunu alamayacaktır." [6]

 

2- Kur’an ve İlim Öğretmeye Karşılık Ücret Almak:

 

Bu âyet-i kerime ve aynı anlamı dile getiren diğer buyruklar dolayısıyla ilim adamları, Kur'ân ve İslâm ilimlerini öğretmek karşlığında ücret almak hususunda farklı görüşlere sahiptirler. ez-Zührî ve Rey taraftarları bunu uygun görmez ve şöyle derler: Kur'an öğretmek karşılığında ücret almak caiz değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'i öğretmek yüce Allah'a yakınlaşmak ve ihlas gibi bir niyete gerek duyan farz ibadetlerden bir tanesidir. Dolayısıyla tıpkı namaz ve oruç gibi, Kur'an öğretmek için de ücret alınamaz. Zaten yüce Allah da: "Benim âyetlerimi az bir paha ile satmayınız" diye buyurmaktadır. Diğer taraftan İbn Abbas'ın rivayetine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Çocuklarınızın öğreticileri sizin en kötülerinizdir. Yetime en az merhamet edenler, yoksula karşı da en kaba davrananlar onlardır."

Ebû Hureyre de der ki: Ey Allah'ın Rasulü, dedim. Öğreticiler hakkında ne dersin? Şöyle buyurdu: "Aldıkları dirhemleri haram, giydikleri elbise haram, konuştukları sözler ise riyakârlıktır."[7]

Ubade b. es-Sâmit'in de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Suffe ashabından bazılarına Kur'an-ı Kerim okumayı ve yazı yazmayı öğrettim. Onlardan birisi bana bir yay hediye etti. Kendi kendime: Bu bir mal değildir. Allah yolunda bu yay ile ok atarım, dedim. Rasulullah (s.a)'a bu yay hakkında soru sordum, şöyle buyurdu: "Eğer onun karşılığında sana cehennemden boynuna bir gerdanlık dolanmasını istiyorsan onu kabul et." [8]

Kur'an öğretmek karşılığında ücret almayı Malik, Şafii, Ahmed, Ebû Sevr ve ilim adamlarının çoğunluğu caiz kabul ederler. Çünkü Peygamber (s.a)in İbn Abbas'tan rivayet edilen -rukye hadisinde- şöyle dediği nakledilmiştir: "Karşılığında ecir almakta en haklı olduğunuz şey Allah'ın Kitabıdır." Bu hadisi, Buhari rivayet etmiştir. [9] Bu, konu ile ilgili görüş ayrılığını ortadan kaldıran bir nastır, buna bakılması bunun esas alınması gerekir.

Bu görüşü kabul etmeyenlerin Kur'an öğretmeyi, namaza ve oruca kıyas etmeleri ise fasittir. Çünkü böyle bir kıyas nassa zıttır. Diğer taraftan bunlar arasında bir fark vardır. Şöyle ki; namaz ve oruç, işleyene has ibadetlerdir. Kur'an öğretme ise öğreteni aşan ve başkasını da kapsamına alan bir ibadettir, Buna göre bu kişinin bilgisini başkasına aktarmaya çalışması karşılığında -Kur'an yazmasını öğretmekte olduğu gibi- ücret alması caiz olur. İbnu'l-Münzir der ki: Ebû Hanife, ücret karşılığında Kur'an öğretilmesini mekruh görmektedir. Buna karşılık bir kişinin kendisine belli bir levha, şiir yahut şarkıyı bilinen ücret karşılığında ücretle yazmayı caiz kabul etmektedir. O, masiyet olan bir işte icareyi caiz görüyorken itaat olan bir işte bunu batıl görmektedir.

Âyet-i kerimenin delil gösterilmesine karşılık verilecek cevaba gelince, evvela bu âyet-i kerimeden kasıt İsrâiloğullarıdır. Bizden öncekilerin şeriatinin bizim için şeriat olup olmadığı hususu ise ihtilaflı bir konudur. Diğer taraftan ücret alınmasını caiz kabul etmeyen kesim, bizden öncekilerin şeriatinin delil olduğunu kabul etmemektedirler.

Bir diğer cevap: Âyet-i kerime öğretecek başka bir kimse bulunmadığından dolayı kendisinin muayyen olarak öğretmesi gereken, fakat ücret almadıkça bu işe yanaşmayı kabul etmeyen kimse hakkındadır. Eğer öğretecek başka kimse bulunuyor ise, konu ile ilgili sünnetten delil dolayısıyla ücret alması caiz olur. Diğer taraftan muayyen olarak kendisi öğretmesi gerekmekle birlikte, kendisine, çoluk çocuğuna harcayacak malı bulunmayabilir. O takdirde böyle bir kimsenin öğretmesi vacib olmaz ve kendi işine ve mesleğine devam edebilir. O takdirde imamın (İslâm devlet başkanının) dini ayakta tutmak için bunu yapacak kimseleri tayin etmesi gerekir. İmam bunu yapmayacak olursa müslümanların bu işi yapmaları görevidir. Çünkü Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a) halifeliğe getirilip bu iş için tayin edilince, aile halkının ihtiyaçlarını karşılayacak malı yoktu. O bakımdan birtakım kumaşlar alıp pazara çıktı. Bu hususta onunla görüşülünce şöyle dedi: Peki ben çoluk çocuğumun masrafını nereden karşılayacağım? Onu pazardan geri döndürdüler ve ona yetecek kadar bir maaş tesbit ettiler.

Delil diye ileri sürdükleri hadislere gelince; bunlar arasında ayakları üstünde durabilecek bir hadis yoktur. Nakil bilgisine sahip kimselere göre bunlardan herhangi birisi sahih değildir.

İbn Abbas'ın hadisine gelince, onu Saîd b. Tarîf, İkrime'den o da İbn Ab-bas'tan diye rivayet etmiştir. Sözü geçen Said b. Tarîf ise metruk bir ravidir.

Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği hadis ise, Ali b. Âsim, Hammâd b. Seleme'den, o Ebû Curhum'den, o da Ebû Hureyre'den yoluyla gelmiştir. Ebû Cur-hum ise meçhul ve bilinmeyen bir ravidir. Ayrıca Hammad b. Seleme, kendisine Ebû Curhum denilen herhangi bir kimseden rivayette bulunmuş değildir. Hammad bunu Ebû'l-Mühezzim'den rivayet etmiştir. O da hadisi metruk bir ravidir. Ve bu asılsız bir hadistir.

Ubade b. es-Sâmit'in hadisine gelince, bunu Ebû Dâvûd, Muğîre b. Ziyad el-Mavsili'den, o Ubade b. Nusey'den o Esved b. Salebe'den o da Ubade yoluyla rivayet etmiştir. Muğire ise, ilim ehlince bilinen bir kimse olmakla birlikte, münker birtakım rivayetleri de vardır. İşte bu da onun münker rivayetlerinden birisidir. Bunu da Ebû Ömer (İbn Abdi'1-Berr) söylemiştir. Devamla der ki: Yayın hediye edilmesi ile ilgili hadise gelince bu, ilim ehli tarafından bilinen bir hadistir. Çünkü Ubâde b. es-Sâmit'ten iki yolla rivayet edilmiştir. Bu hadis, Ubey b. Ka'b'dan da rivayet edilmiştir. [10] Bu rivayeti Musa b. Ali'den, o babasından o da Ubey'den rivayet etmiştir, ancak rivayet mun-katı'dır, (senedinde kopukluk vardır). Bu konuda nakil açısından gereğince amel etmeyi gerektirecek bir hadis yoktur. Ubade ve Ubey'in hadislerinin de te'vil edilme ihtimalelleri vardır. Çünkü Kur'an'ı önce Allah rızası için öğretmiş olması sonra da bunun için ecir almaya kalkışmış olması, mümkündür. Diğer taraftan Peygamber (s.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: "İnsanların ve yeryüzünde yürüyenlerin hayırlısı öğretmenlerdir. Din eskimeye yüz tuttukça onu yenilerler. Onlara (hediye) veriniz, fakat onları ücretle tutmayınız, o takdirde onları sıkıntıya sokarsınız. Çünkü öğretmen, küçüğe "bis-millahirrahmânirrahîm" de dese, küçük de: "bismillahirrahmânirrahim" diyecek olsa, yüce Allah, bundan dolayı küçüğe, öğreticisine ve anne ve babasına ayrı ayrı cehennemden azad olmak beratı yazar." [11]

 

3- Ücretle Namaz Kıldırmak:

 

İlim adamları, ücretle namaz kıldıranın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Eşheb'in Mâlik'ten rivayetine göre, ramazanda insanlara ücretle teravih kıldıran kimsenin arkasında namaz kılmanın hükmü sorulmuş, (Mâlik) "onda bir sakınca olmayacağını umarım" diye cevap vermiştir. Ancak farz namazda İmam Malik bunu daha çok kerih görmüştür. Şafii ve mezhebine mensup olanlar ile Ebû Sevr şöyle demektedir: Bunda bir sakınca yoktur, böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmakta da mahzur yoktur. el-Evzaî ise: Böyle birisinin namazı olmaz, "demiştir. Ebû Hanife ve onun mezhebine mensup olanlar -önceden de geçtiği üzere- bunu mekruh görürler. İbn Ab-di'1-Berr de der ki: Bu mes'ele bir önceki mes'ele ile alakalıdır, her ikisi asıl itibariyle birdir.

Derim ki: Yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde buna dair Kitap'tan aslî bir delil gelecektir.

İbnu'l-Kasım, şiir ve nahiv öğretme mukabilinde ücret almayı mekruh görmüştür. İbn Habib ise der ki: Şiir, mektup yazmak ve eyyamu'1-arab (arab-ların ünlü savaş günlerOin öğretilmesi karşılığında ücret almakta bir mahzur yoktur. Ancak şaraptan söz eden çirkin sözler ve yergi (hiciv) ihtiva eden şiirler mekruhtur.

Ebû Hasan el-Lahmî der ki: Onun bu görüşüne göre şiir yazmak ve şiir kitaplarını satmak da caiz olmalıdır.

Şarkıcılık, ağıtçılık ise her halükarda yasaktır. [12]

 

4- Peygamber İzinde Örnek Bir Âlim, Ebû Hâzim:

 

Ebû Muhammed ed-Darimî Müsned'inde şu rivayeti kaydetmektedir: [13] Bize Ya'kub b. İbrahim anlattı, dedi ki: Bize Muhammed b. Ömer b. el-Ku-meyt anlattı, dedi ki: Bize Ali b. Vehb el-Hemedanî anlattı, dedi ki: Bize ed-Dahhâk b. Musa haber verdi, dedi ki:

- Süleyman b. Abdülmelik Mekke'ye giderken yolu Medine'ye uğrar ve orda birkaç gün kalır. Der ki:

- Medine'de Peygamber (s.a)'ın ashabından herhangi bir kimseye yetişmiş kişi var mıdır? Ona:

- Ebû Hâzim adında  birisi vardır, dediler. Arkasından haberci gönderdi. Süleyman'ın yanına gelince ona:

- Ebû Hâzim, bizden ne diye böyle ırak duruyorsun? Ebû Hâzim der ki:

-  Ey mü'minlerin emiri, benden ne gibi bir ilgisizlik gördün? Şöyle der:

- Medinelilerin ileri gelenleri yanıma geldiği halde sen gelmedin. Ebû Hâzim:

- Mü'minlerin emiri, olmadık bir şeyi söylemekten Allah'a sığındırırım seni. Bugünden önce ne sen beni tanımıştın, ne de ben seni görmüştüm. Bu sefer Süleyman Muhammed b. Şihâb ez-Zührî'ye dönüp şöyle dedi:

- Bu yaşlı adam isabet etti ve ben hata ettim. Süleyman devamla der ki: Ebû Hâzim, bize ne oluyor ki ölümden hoşlanmıyoruz. Ebû Hâzim:

- Çünkü sizler âhiretinizi tahrib ettiniz, dünyanızı imar ettiniz. O bakımdan ma'mur bir yerden harabe bir yere geçişten hoşlanmıyorsunuz. Süleyman:

- Ebû Hâzim, doğru söyledin, der. Peki yarın yüce Allah'ın huzuruna nasıl girilecektir? Ebû Hâzim der ki:

- İyilik yapan bir kimse ayrılıktan sonra aile halkının yanına döner gibi olacaktır. Kötülük yapan kimse ise, efendisine geri gelen kaçkın köle gibi olacaktır. Bunun üzerine Süleyman ağladı ve şöyle dedi:

- Ah, bir bilseydim, Allah katında ne ile karşılaşacağımızı? Ebû Hâzim ona der ki:

- Amellerini Allah'ın Kitabına göre değerlendir. Süleyman:

- Onu değerlendirmek için nereye bakmalıyım diye sorunca, Ebû Hâzim şu cevabı verir:

- "İyiler hiç şüphesiz ni'metler içindedirler, kötüler ise hiç şüphesiz cehennemdedirler." (el-İnfitar, 82/13-14) Süleyman der ki:

- Ebû Hâzim, Allah'ın rahmeti nerede kaldı? Ebû Hâzim der ki:

-  "Allah'ın rahmeti iyilere yakındır." Süleyman sorar:

- Ebû Hâzim, Allah'ın kulları arasında en değerliler kimlerdir? Ebû Hâzim der ki:

- İnsaf, merhamet sahibi ve akıllı kimselerdir. Süleyman ona sorar:

- Hangi amel daha faziletlidir? Şu cevabı verir:

- Haramlardan uzak kalmakla birlikte farzları eda etmek. Süleyman sorar:

- Hangi dua kabule şayandır? Ebû Hâzim:

- Kendisine iyilik yapılan kimsenin iyilik yapana yaptığı dua. Süleyman sorar:

- Hangi sadaka daha faziletlidir? Ebû Hâzim:

- Yoksul dilenciye ve az bir malı olmakla birlikte gücü yettiğince verenin, bununla birlikte bu sadakayı başa kakmayan ve bundan dolayı rahatsız etmeyenin sadakası.

- Hangi söz daha adildir; deyince Ebû Hâzim:

- Kendisinden korktuğun yahut birşeyler umduğun kişi önünde hakkı söylemek, der. Süleyman:

- En akıllı mü'min hangisidir? diye sorunca, Ebû Hâzim:

- Allah'a itaat ile amel eden ve insanlara da o yolu gösteren kimsedir, der. Süleyman:

- En ahmak mü'min hangisidir diye sorunca, Ebû Hâzim şöyle der:

- Kardeşi zalim olduğu halde, kardeşinin hevâsına uygun hareket ederek böylelikle başkasının dünyalığı uğrunda âhiretini feda eden kimsedir. Süleyman ona:

- İsabet ettin, der.  Devamla;

- Peki bizim içinde bulunduğumuz bu durum hakkında ne dersin? Ebû Hâzim der ki:                          

- Ey mü'minlerin emiri, izin ver de bunun cevabını vermeyeyim, der. Süleyman ona:

- Hayır, der. Fakat sen bu sözlerini bana vereceğin bir öğüt olarak söyle. Ebû Hâzim şöyle der:

- Ey mü'minlerin emiri, senin babaların insanları kılıç zoruyla baskı altına aldılar. Bu yönetimi zorla, müslümanlarla istişare etmeksizin ve onların rızası dışında ele geçirdiler. Onlardan çok büyük sayıda kimseler öldürdüler. Buna rağmen bu yönetimi bırakıp öbür dünyaya gittiler. Keşke onların neler söylediklerinin ve onlara neler söylendiğinin farkına varsan. Süleyman ile birlikte oturanlardan birisi:

- Ne kötü söz söyledin Ebû Hâzim? deyince; Ebû Hâzim şöyle der:

- Sen yalan söylüyorsun. Çünkü Allah, ilim adamlarından insanlara hakkı mutlaka açıklayacaklarına ve onu hiçbir şekilde gizlemeyeceklerine dair söz almıştır. Süleyman ona:

- Peki bizim bozuklukları ıslah etmemiz nasıl mümkün olacaktır? Ebû Hâzim şöyle der:

- Hayırsızlığı bırakır, mürüvvete yapışır ve eşitlikle paylaştırırsınız. Süleyman ona:

- Böyle bir şeyi nasıl yapabiliriz, diye sorunca, Ebû Hâzim şu cevabı verir:

- Malı helal yoldan alırsınız ve ehil olan kimselere verirsiniz. Süleyman ona:

- Ebû Hâzim, bize arkadaşlık etmeye var mısın? Sen bizden istifade eder, biz de senden istifade ederiz. Ebû Hâzim şu cevabı verir-.

- Bundan Allah'a sığınırım. Süleyman:

- Nedenmiş o, diye sorunca, Ebû Hâzim der ki:

- Az dahi olsa size meyletmekten korkarım. O vakit yüce Allah bana hayatın da ölümün de azabını kat kat tattırır. Süleyman ona:

- Ne ihtiyacın varsa arzet, deyince Ebû Hâzim şu cevabı verir:

- Beni ateş azabından kurtar ve cennete koy. Süleyman:

- Bu iş benim yapabileceğim bir iş değildir, deyince; Ebû Hâzim şu cevabı verir:

- Benim de senden başka bir ihtiyacım yok, der. Süleyman:

- Bana dua et, deyince Ebû Hâzim şöyle der:

- Allah'ım, eğer Süleyman Senin dostun ise Sen ona dünya ve âhiretin hayrını kolaylaştır. Eğer Senin düşmanın ise onu perçeminden tut, sevdiğin ve razı olduğun şeylere ilet. Süleyman ona:

- Bu kadar mı? diye sorar Ebû Hâzim şu cevabı verir:

- Eğer sen bu işe ehil isen ben gerçekten çok veciz fakat senin için çok şeyler istedim. Eğer bu duaya ehil bir kimse değil isen, ben kirişi olmayan bir yay ile ok atmamalıyım. Süleyman ona:

- Bana tavsiyede bulun, deyince Ebû Hâzim:

- Sana özlü tavsiyede bulunacağım der: Rabbini ta'zim et. Sana yasakladığı bir yerde seni görmesin ve sana emrettiği yerde bulsun.

Ebû Hâzim Süleyman'ın yanından çıkıp gidince, ona yüz dinar gönderir ve:

- Sen bunları harca, buna benzer sana daha pek çok miktar vermeye ha-zınm der. Ancak Ebû Hâzim bu yüz dinarı ona geri gönderir ve Süleyman'a şunları yazar: Mü'minlerin emiri, senin bana sorduğun soruların bir şaka olmasından benim de sana cevap vermemin senden bağış beklemek umuduyla olmasından Allah'a sığınırım. Ben böyle birşeyi sana yakıştıramıyorum. Ya kendime bunu nasıl yakıştırırım? Şunu bil ki İmran oğlu Musa, Medyen şehrinin su kaynağına varınca [14] orada koyunlarını sulayan çobanlar görür. Onlardan beri tarafta da koyunlarını öbür koyunlara karışmaktan alıkoyan iki kız görür. Kızlara durumlarını sorar, onlar da: Çobanlar koyunlarını sülayıp gitmedikçe biz kendi koyunlarımızı sulamayız, babamız koca bir ihtiyardır, dediler. Hz. Musa, onların koyunlarını suladı, ondan sonra da gölgeye çekilip şöyle dua etti: Rabbim, ben Senin bana indireceğin hayra muhtacım. O, bu duayı yaparken aç idi, düşman tehlikesinden korkuyordu, güvenlik içerisinde değildi. Buna rağmen Rabbinden diledi, insanlardan hiçbir şey dilemedi. Çobanlar bu işin farkına varamadılar, ancak o iki kız bu işi farketti. Babalarına döndüklerinde durumu ve Musa'nın söylediklerini anlattılar. Babaları olan Şuayb (a.s) şöyle dedi: Bu aç bir adamdır. Daha sonra kızlarından birisine: Git onu buraya davet et, dedi. Kız Musa'nın yanına varınca ona gereken saygıyı gösterdi, yüzünü örterek: Babam seni bizim koyunlarımızı sulamanın ücretini vermek üzere seni mükafatlandırmak için çağırıyor. Kızcağız "bizim koyunlarımızı sulamanın ücreti" tabirini söyleyince bu iş, Musa'ya ağır geldi, ancak arkasından gitmekten başka bir yolu da yoktu. Çünkü dağlar arasında aç ve yapayalnız idi. Arkasından gidince esen rüzgar elbiselerini vücuduna yapıştırıyor, vücut çizgileri ortaya çıkıyordu. Musa ise kimi zaman yüzünü yana çeviriyor, kimi zaman gözlerini kapatıyordu. Artık sabrı tükenince ona: Ey Allah'ın kadın kulu, arkamda dur ve sözlerinle hangi tarafa gideceğimi bana göster, dedi.

Hz. Mûsâ, Hz. Şuayb'ın yanına varınca akşam yemeğinin hazırlanmış olduğunu görür. Hz. Şuayb ona: Gel otur delikanlı, yemek ye dedi. Hz. Musa ona: Allah'a sığınırım, dedi. Hz. Şuayb ona: Neden, aç değil misin, diye sorunca Hz. Musa: Evet açım fakat ben bu yemeğin kızlarının koyunlarını sulamamın bir bedeli olmasından korkarım. Bizler ise öyle bir aileye mensubuz ki biz dinimizi yeryüzü dolusu altına dahi değişmeyiz. Hz. Şuayb ona şöyle der: Hayır delikanlı, fakat bu şekilde yemek ikram etmek benim de ade-timdir, atalarımdan beri de adetimizdir. Bizler misafire ikram ederiz, yemek yediririz. Bunun üzerine Hz. Musa oturur, yemek yer. Şimdi eğer sen, bu yüz dinarı, söylediğim sözler karşılığında bir bedel olarak bana gönderdiysen, şunu bil ki leş, kan, domuz eti zaruret halinde bunlardan daha helaldir. Ve eğer bu gönderdiğin dinarları Beytülmal'deki bir hak diye bana gönderdiysen bu konuda benim benzerim nice kimseler vardır. Eğer benim gibi olanlarla aramda bir eşitlik sağladıysan mesele yok, değilse benim bunlara ihtiyacım yok.

Derim ki: İşte, Allah'ın Kitabına ve peygamberlere uymak böyle olur. Şu faziletli imama, şu büyük ilim adamına bakınız. Nasıl da ameli karşılığında bir bedel almıyor, vasiyet karşılığında bir paha kabul etmiyor, verdiği öğüde karşılık ihsanları istemiyor. Aksine hakkı açık-seçik bir şekilde beyan ediyor. Bundan dolayı da herhangi bir korkuya kapılmıyor, ürkmüyor. Rasulul-lah (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimsenin birisinden korkusu, nerede olursa olsun, hakkı söylemesini veya yapmasını engellemesin."[15] Kur'an-ı kerim'de de şöyle buyurulmaktadır: "Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar," (el-Maide, 5/54)

Yüce Allah'ın: "Ve yalnız Benden korkun" buyruğunda yer alan "korkma" (takva )ya dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [16] Burada yer alan “” buyruğu önceden de söylendiği gibi “” şeklinde de okunmuştur.

Sehl b. Abdullah der ki: "Benden korkun" buyruğunda yüce Allah, şunu söylemek istiyor: Benim hakkınızdaki ezelî bilgim gereğince Benden korkun.

(Bundan önceki âyet-i kerimede yer alan:) "Ve yalnız Benden korkun"

buyruğu ile de sizin hilelerinize vereceğim cezalardan ve sizleri (imkanlar vermek suretiyle, istidrac yoluyla) derece derece azaba yaklaştırmaktan korkun demektir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Âyetlerimizi yalanlayanları Biz bilmeyecekleri bir yönden derece derece helake yaklaştıracağız." (el-A'raf, 7/182); "Allah'ın mekrinden (azabından) ziyanda olanlardan başkası kendisini emin hissetmez." (el-A'raf, 7/99) Yüce Allah, bu buyruklarında peygamber olsun, sıddîk olsun kimseyi istisna etmemiştir. [17]

 

42. Kendiniz bilip dururken hakkı batıla karıştırıp hakkı da gizlemeyiniz.

 

Yüce Allah'ın: "Hakkı batıla karıştırıp... " buyruğunda yer alan: "lebs" mastarı karıştırmak demektir. Apaçık olan birşey içinden çıkılmaz birşey ile karıştırıldığında, birşeyin hakkı batılına kanştırıldığında bu tabir kullanılır. Yüce Allah da -aynı kökten gelen kelimelerle- şöyle buyurmaktadır: "Onları yine düşmekte oldukları şüpheye düşürürdük. " (el-En'am, 6/9) Açık olmayan bir iş hakkında da bu tabir kullanılır. Hz. Ali'nin Haris b. Havt'a söylediği şu sözlerde de bu anlam gözetilmiştir: "Ey Haris, senin için iş, çıkılmaz bir hal almıştır. Hak, kişilerle bilinmez, fakat hakkı bil ki hak ehlini de bilesin."

el-Hansâ der ki:

"Seninle oturanın hak söylediğini görürsün zannedersin ki

O doğrudur, fakat heyhat, onun hakka ne karıştırdığına bir bak

Sözünü doğrula, düşmanlığından sakın

Ve o sana nasıl karışık göstermişse sen de birtakım işleri karışık göster ona"

el-Accâc da der ki:

"O kadınlar, hakkı cinayetle karıştırınca

Varlık bulup Zeyd'i benden satın aldılar."

Said'in rivayetine göre Katade yüce Allah'ın: "Hakkı batıla karıştırmayınız" buyruğunu şöyle açıklamaktadır: Yani Yahudiliği Hıristiyanlığa karıştırmayınız. Siz yüce Allah'ın başkasını kabul etmediğini ve ancak ona karşılık mükafat verdiğini bildiğiniz Allah'ın dininin İslâm olduğunu biliyorsunuz. Diğer taraftan Yahudilik ve Hıristiyanlığın sonradan uydurulmuş ve Allah'tan gelmemiş dinler olduğunu bilmektesiniz. Antere'nin;

"Ve bir bölüğü bir başka bölüğe katıp karıştırdım"

Sözü de zahiren bu anlamdadır. Bunun (elbise giymek) anlamına gelen "libas"ten gelmiş olma ihtimali de vardır. Bir görüşe göre âyet-i kerimede de bu anlam sözkonusudur.

Hakkı bâtıl ile örtmeyiniz demektir. Elbise giymek de burdan gelmektedir. Erkeğin libası onun zevcesidir. Koca da hanımının libasıdır. el-Ca'dî derki:

"Onunla yatan, boynunu büktüğünde O da üzerine bükülür ve bir libas olur." el-Ahtal da şöyle demiştir:

"Ben zaman boyunca bu iş için giyindim

Nihayet başım ağardı ve beyazlarla tutuştu."

(Aynı kökten gelen) el-lebûs: Elbise veya zırh türünden giyilen herşey hak

kında kullanılır. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Ve ona sizin için giyecek (zırh) yapmak sanatını öğrettik." (el-Enbiya, 21/80)

Bir kişinin iç yüzünü tanıyıncaya kadar onunla birlikte olmak hakkında da (aynı kökten): "Lâbese" fiili kullanılır. Sözü dinlenebilir gibi olan kimse hakkında da (yine aynı kökten): "melbes" kelimesi kullanılır. Şair der ki:

"Şunu bil ki kişi için yokluktan sonra bir kazanç olur

Ve saçın ağarmasından, uzun ömürden sonra da sözü dinlenir."

Ka'be ve hevdec (devenin üzerinde kadınların oturacağı yer) üzerindeki örtülere de "libs" denilir. "Batıl" Arap dilinde hakkın muhalifi olan demektir. Anlamı zail olup yok olan demektir. Nitekim şair Lebid şöyle demiştir:

"Şunu bil ki Allah dışında herşey batıldır."

Bir kişinin kanı boşuna gittiği ve karşılıksız kaldığı zaman "butul" tabiri kullanılır. "Batıl" şeytan, "batal" kahraman demektir. Çünkü kahraman bir kimse karşısında bulunan diğer kahramanı ıbta\ eder. Şair Nabiğa deî kv.

"Sancakları vardır onların, şerefli kahraman birisinin ellerinde Genişçe vadileri gözünü kırpmadan geçer."

Kadın için "batalatu" denilir. İşsiz kalma haline de "bitâle" denilir.

Tefsir alimleri, yüce Allah'ın: "Hakkı batıla karıştırmayın" buyruğunun anlamı hakkında farklı kanaatler ortaya atmışlardır. İbn Abbas ve başkasından rivayet edildiğine göre: Siz de Kitap'ta bulunan hakkı batıla karıştırmayınız. Bu değiştirmek ve değişikliğe uğratmaktır.

Ebu'l-Âliye de der ki: Yahudiler şöyle dediler: Evet, Muhammed gönderilmiş bir peygamberdir, fakat bizden başkasına. Onların Hz. Peygamber'in gönderilmiş bir peygamber olduğunu kabul etmeleri bir haktır, fakat kendilerine gönderildiğini inkâr etmeleri ise bir batıldır. İbn Zeyd de der ki: Haktan kasıt Tevrat'tır, bâtıldan kasıt ise onların Tevrat'ta bulunup da değiştirdikleri Muhammed (s.a)'e ve başka doğru şeylere dair bilgilerdir.

Mücahid de der ki: Yahudiliği ve Hıristiyanlığı İslâm'a karıştırmayınız demektir. Aynı açıklamayı Katade de yapmıştır. Daha önce buna işaret ettik.

Derim ki: İbn Abbas'ın açıklaması daha doğrudur. Çünkü bu genel bir ifade olup, bu konuda ileri sürülmüş bütün görüşler kapsamına girmektedir. Yardımı Allah'tan talep ederiz.    

"Hakkı da gizlemeyiniz" anlamındaki buyruk, "karıştırmayın"anlamın-daki buyruğa ait olabilir. O tek türde meczûmdur. Bununla birlikte hazfedilmiş bir “” edatı ile nasb edildiği de kabul edilebilir. O zaman ifadenin takdiri: Sizden hakkı karıştırmak ve onu gizlemek işleri sadır olmasın, şeklinde olur. İbn Abbas der ki: Burada onların bile bile Peygamber (s.a)'ın durumunu gizlemeleri kastedilmektedir. Muhammed b. Sîrin de der ki: Düşmanların onlara üstünlük sağlaması ve zillete duçar olmaları esnasında İsrailo-ğullarının musibete uğramaları üzerine Hz. Harun soyundan gelen bir grup Yesrib'e gelip yerleşti. Bu grup o günlerde Tevrat'ı bilen kimseler idi. Yes-rib'de ikamet ettiler ve Muhammed (s.a)'ın aralarından çıkmasını bekleyip durdular. Bu halleriyle peygamberliğine iman ediyor, tasdik ediyorlardı. Bu ilk atalar Hz. Peygamber'e iman ederek gittiler. Daha sonra soylarından"gelen nesiller arka arkaya geldiler ve nihayet onların soyundan gelenler Muhammed (s.a)a yetiştiler. Onun peygamber olduğunu bile bile onu inkar ettiler. İşte yüce Allah'ın: "İşte, o tanıdıkları, kendilerine gelince onu inkâr ettiler." (el-Bakara, 2/89) buyruğunun kastettiği budur.

"Kendiniz bilip dururken." [18] Bu, hal cümlesidir. Yani Muhammed (s.a) haktır. Onu inkar etmeleri inadî bir küfürdür. Yüce Allah, burada bilgi sahibi olduklarına tanıklık etmiyor. Bildiklerini gizlemelerini yasaklıyor. Bu, bilip durduğu halde günah işleyen kimsenin günahının daha ağır olduğunun ve isyanının bilmeyen bir cahilin isyanından daha ileri olduğunun delilidir. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" (el-Bakara, 2/44) buyruğunu açıklarken gelecektir. [19]

 

43- Namazı dosdoğru kılınız, zekâtı veriniz ve rükû' edenlerle siz de rükû' ediniz.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı otuzdört başlık halinde sunacağız:

 

1- Namaz Kılmak Emri:

 

"Namazı dosdoğru kılınız." Bu emir vücûb (farziyet) ifade eder. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Namazı dosdoğru kılmanın anlamı namaz (anlamını ifade eden salat) kelimesinin nerden türediği ve buna dair genel hükümler hakkındaki açıklamalar önceden yapılmıştır. [20] Allah'a hamdolsun. [21]

 

2- Zekât Emri:

 

"Zekâtı veriniz." Buyruğu tla vücûb ifade eden bir emirdir. (Arapçada hemzeli olarak) îtâ kelimesi ile (ayn harfi ile) i'tâ aynı anlamdadır. Yüce Allah (birinci kökten gelen kelimeyi kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Eğer bize lütfundan verirse andolsun ki sadaka vereceğiz." (et-Tevbe, 9/75) Eğer bu kelimenin hemzesi uzatılmadan söylenirse, gelmek anlamındadır. Eğer bu geliş, karşılamak anlamını ifade ediyorsa, o takdirde uzatılır. Şu hadis-i şerifte olduğu gibi: "Rasulullah (s.a)'ın yanına gidecek ve ona haber vereceğim." Bu hadis daha sonra gelecektir. [22]

 

3- Zekât Kelimesinin Sözlük Anlamı:

 

Bu kelime, artıp çoğalan birşey hakkında kullanılan "zekâ"dan alınmıştır. Nitekim artıp çoğalan mal ve ekin hakkında bu kelime kullanıldığı gibi, çokça hayır yapan kimseler hakkında da bu kökten gelen "zekî" kelimesi kullanılır. Malı eksilttiği halde maldan çıkartılan zekâta bu adın veriliş sebebi ise, o malın bereket ile artması yahut zekât verenin aldığı sevap ve ecir ile çoğalması açısındandır. Tek olan bir şeye ilave ederek onun çift olmasını ifade etmek için de "zeka'1-ferd" denilir. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Dörtten aşağı, tek yahut da çift idiler,

Eski elbise giymediler ama insanların kısmetleri alabildiğine yükseliyordu." Zekâtın kökünün güzel övgü anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hakim şahidi tezkiye etti" ifadesi buradan gelmektedir. Sanki zekâtını çıkartıp veren kimse kendisinin güzel bir şekilde övülmesini temin etmiş gibidir. Şöyle de denilmiştir: Zekât, arındırmak ve temizlemek kökünden alınmıştır. Nitekim: "Filan kişi tezkiye oldu" tabiri tenkid kirliliğinden ve gafil bırakılmaktan temizlendi anlamındadır. Buna göre, malının zekâtını veren bir kimse, o malında Allah'ın yoksullar için tayin etmiş olduğu hakkı çıkartarak sorumluluktan arındırılıyor gibidir. Nitekim Peygamber (s.a) da verilen Zekâtlara "insanların kirlilikleri" adını vermiştir. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Onların mallarından bir sadaka al ki bununla kendilerini temizlemiş, onları arındırmış olasın." (et-Tevbe, 9/103) [23]

 

4- Bu Buyrukta "Zekâtdan Kasıt:

 

Bu âyet-i kerimede "zekât" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Farz olan zekâtın kastedildiği söylenmiştir. Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu edilmektedir. Bir diğer görüşe göre ise, buradaki zekâttan kasıt fıtır sadakasıdır. Bunu İbnu'l-Kasım'ın semâ yoluyla nakline göre Mâlik söylemiştir.                     

Derim ki: İlim adamlarının çoğunun görüşü olan birincisine göre zekât Ki-tab'da (Kur'an-ı Kerim'de) mücmel bir terimdir. Bunu Peygamber (s.a) açıklamıştır. Hadis imamlarının rivayetine göre Ebû Said el-Hudri, Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Beş vesk'i bulmadığı sürece tahıllarda ve hurmada zekât yoktur. Beş'i bulmadıkça develerde zekât yoktur. Beş ukiyye'yi bulmadıkça da (gümüşte) sadaka yoktur." [24] Buhârî: "Beş gümüş ukiyye" demektedir.

Yine Buhârî'nin İbn Ömer'den rivayetine göre, Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Semadan (yağmur ile) ve pınarlarla sulanan yahut da biriken yağmur sularıyla sulananlarda onda bir (öşür zekât) vardır. Kuyu suyu ile sulananlarda ise öşrün yarısı (yirmide bir zekât) vardır."[25]

Buna dair açıklamalar inşaallah En'am Sûresi'nde [26] gelecektir. Tevbe Sû-resi'nde ise aynî mallar ile davarların zekâtına dair açıklamalarda bulunulacaktır. Zekata tabi olmayan mallara dair açıklamalar ise yüce Allah'ın: "Onların mallarından bir sadaka al ki..." (et-Tevbe, 9/103) buyruğuna dair açıklamalar arasında gelecektir. Fıtır sadakas1hakkında ise İmam Malik'in bu âyet-i kerimeyi te'vilinden başka Kitapta bir nas yoktur. Ayrıca yüce Allah'ın: "Andolsun iyice temizlenen (tezekki eden) Rabbinin adını anıp namaz kılan kimse felah bulmuştur." (el-A'la, 87/14-15) buyruğunu açıklarken müfessirler fıtır sadakasından söz ederler. Ben ise fıtır sadakasından bu sûrede yer alan oruç âyetlerine dair açıklamalarda bulunurken söz etmeyi uygun gördüm. Çünkü Rasulullah (s.a) fıtır sadakasını Ramazanda emretmiştir. Buna dair hadis gelecektir. Bu hadis ile Hz. Peygamber fıtır sadakasını Ramazana izafe etmiş olmaktadır. [27]

 

5- Rükû:

 

"Ve rükû' edenlerle siz de rükû' ediniz." Buyruğunda geçen rükû', sözlükte, alçalarak eğilmek demektir. Bükülmüş herşey rükû' edicidir.

Lebid der ki:

"Geçmiş nesillerin haberlerini veriyorum Kalktığım her seferinde rükû' eder gibi hareket ediyorum."

İbn Dureyd der ki: "Rek'at" yerdeki bir boşluk ve çukur demektir. Yemen şivesinde kullanılır. Rükû' ve sücûdu da kapsayacak şekilde bükülmek an

lamına geldiği de söylenmiştir. Aynı zamanda bir mevkiden aşağıya düşmek hakkında istiare yoluyla kulfanıldığı da olur. Şair der ki:

"Zayıf olana düşmanlık etme, olur ki sen

Bir gün düşersin makamından, zaman ise onu yükseltivermiş olur." [28]

 

6- Neden Özellikle Rükû':

 

Özellikle neden rükûün sözkonusu edildiğinde farklı görüşler vardır. Kimisi rükû' namazın rükünlerinden biri olduğu için, namazı ifade etmek üzere kullanılmıştır, demektedir.

Ancak bu sadece rükûa has bir özellik değildir. Çünkü şer'î buyruklarda kıraat lafzı da namazı anlatmak üzere kullanılmış, sücud da tamamiyle rek'ati ifade etmek üzere kullanılmıştır. Kur'an-ı Kerim'de de: "Kur'anu'l-fe-cr" (el-İsra, 17/78) buyruğu ile sabah namazı kasdedilmiştir. Peygamber (s.a) da: "Namazdan tek bir secdeye yetişen namazı yetişmiş olur" [29] diye buyurmaktadır. Hicazlılar rek'ati anlatmak üzere secde tabirini kullanırlar.

Bu âyet-i kerimede, özellikle rükûun sözkonusu edilmesi ile ilgili olarak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Çünkü İsrailoğullarının kıldıkları namazda rükû' yoktur. Bir başka görüşe göre cahiliyye döneminde en ağıı gelen bu idi. O kadar ki İslâm'a girenlerden birisi -sanırım İmran b. Husayn'dır- Peygamber (s.a)'e: Ben, ancak (rukû'dan) ayağa kalkmış iken secdeye kapanacağım, demiştir. [30] Bunun bir anlamı da rükû'a varmayacağım demektir. Ancak İslâm onun kalbine iyice yer edip kalbi buna bütünüyle yatınca kendisine emrolunan rükû'u da gereği gibi yerine getirdi. [31]

 

7- Şeriate Uygun Rükû' Şekli:

 

Şeriate uygun rükû' şekli, kişinin belini eğmesi, sırtını ve boynunu uzatması, elinin parmak aralarını açması ve iki diz kapağını elleriyle yakalaması, ondan sonra azası yerli yerine gelecek şekilde rükû' ederek üç defa "sübhane rabbiyelazîm" demesidir. Bu rükûun asgari miktarıdır. Müslim'in rivayetine göre Hz. Âişe şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a) namaza tekbir ile başlar, Kur'ân okumasına da "elhamdülillahi rabbilâlemin" ile başlardı. Rükûa vardığı vakit başını yukarıya kaldırmadığı gibi aşağıya da büsbütün eğmezdi. İkisinin arasında tutardı." [32]

Buhârî'nin rivayetine göre de Ebû Humeyd es-Saidî şöyle demiştir: Rasulullah (s.a)'ı şu şekilde yapar gördüm: Tekbir aldığında ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırır, rükûa vardığında ellerini diz kapaklarına iyice yer

leştirir, ondan sonra da sırtını yere doğru eğerdi..." [33]

 

8- Rükûun Farz Oluşu:

 

Rükû, Kur'an ve Sünnetteki buyruklar gereği farzdır. Sücud da böyledir. Çünkü yüce Allah, Hac Sûresi'nin sonunda "...rükû' edin ve secde edin" (el-Hac, 22/77) diye buyurmuştur. Sünnet-i Seniyye de rükû' ve sücûdda da tu-ma'nineyi (bütün azaların yerli yerince gelmesini) ve bunların arasını ayırmayı ayrıca ilave etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş ve rü-kû'un niteliğini de az önce açıklamış bulunuyoruz.

Sücûda gelince, bu da Ebû Humeyd es-Saidî tarafından rivayet edilen ha-dis-i şerifte şöylece açıklanmıştır: Peygamber (s.a) secdeye vardığında alnını, burnunu yere iyice yerleştirir, kollarını yanlarından uzaklaştırır, avuçlarını omuzlarının hizasına koyardı. Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiş ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir. [34]

Müslim'in rivayetine göre de Enes (r.a) şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Sücûdda i'tidal üzere olunuz. Sizden herhangi bir kimse köpeğin (ayaklarını) yere sermesi gibi kollarını yere sermesin." [35]

el-Bera' b. Âzib'den gelen rivayete göre de Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Secde ettiğin vakit avuçlarını yere koy ve buna karşılık dirseklerini kaldır." [36]

Peygamber (s.a)'ın hanımı Hz.Meymune'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a) secdeye vardığında arkasından koltuk altlarının beyazlığı görününceye kadar kollarını uzaklaştırır, oturduğunda da sol baldırı üzerinde rahatça otururdu. [37]

 

9- Yalnızca Alnı veya Burnu Koyarak Secde Etmek:

 

Secde esnasında yalnızca alnını koyup burnunu koymayan veya sadece burnunu yere koyup alnını yere koymayan kişinin durumu hakkında, ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmam Malik der ki: Kişi alnı ve burnu üzere secde eder. es-Sevrî ve Ahmed de bu görüştedir. en-Nehaî'nin görüşü de budur. Ahmed der ki: Bunlardan herhangi birisini koyup ötekini koymaksızın secde yapmak yeterli değildir. Ebû Hayseme ve İbn Ebi Şeybe de bu görüştedir. İshak der ki: Ötekini koymaksızın bunlardan birisini koyup secde eden kimsenin namazı fasiddir. el-Evzaî ve Said b. Abdülaziz de böyle der; ayrıca İbn Abbas'tan, Said b. Cübeyr'den, İkrime'den, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan, evet bunların hepsinden burun üzere secde etmeyi emrettikleri rivayet edilmiştir.

Bir grup da şöyle demiştir: Burnunu yere koymaksızın sadece alnı üzere secde etmek yeterlidir. Bu ise, Ata, Tavus, İkrime, İbn Sirîn ve Hasan-ı Bas-rî'nin görüşüdür. Şafiî, Ebû Sevr, Ya'kub ve Muhammed de bu görşütedir. İb-nu'1-Münzir der ki: Birisi şöyle demiş: Kişi alnını yere koyup burnunu koymaması, yahut burnunu koyup alnını koymaması halinde kötü bir iş yapmış olur. Bununla birlikte namazı da tamamdır. Bu en-Nu'man (b. Sabit yani Ebû Hanife)'nin görüşüdür.[38] İbnu'l-Münzir der ki: Ondan önce herhangi bir kimsenin bu görüşü ileri sürdüğünü de bilmiyorum, onun bu görüşünü sonradan gelen birisinin kabul ettiğini de bilmiyorum.

Derim ki: Secdede doğru ve sahih olan alnı ve burnu birlikte koymaktır. Az önce geçen Ebû Humeyd'den gelen hadis bunu gerektirir. Ayrıca Buhâ-rî'nin rivayetine göre, İbn Abbas şöyle demiş: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Ben yedi kemik üzere secde etmekle emrolundum. Alın -ve bu arada eliyle burnunu işaret etti- iki el, iki diz kapağı, parmak uçları. Diğer taraftan elbise ve saçı (rükû' ve sücûd esnasında ellerimizle) toplamayız." [39]

Bütün bunlar namazın mücmel durumlarını açıklayan ifadelerdir. O halde başka türlü bir görüş sözkonusu olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İmam Malik'ten aynca rivayet edildiğine göre, o da Ata ve Şafii'nin görüşü gibi burnunu koymaksızın alnı üzerinde secde etmenin yeterli olduğu görüşü nakledilmiştir. Ancak bizce tercih edilen görüşü birincisidir. Ve Malik'e göre de alnı üzere secde etmeyecek olursa secdesi yeterli değildir.[40]

 

10- Çıplak Alınla Secde:

 

Sarığın bir bölümü üzerinde secde etmek mekruhtur. Şayet diz kapaklarını ve ayaklarını örten elbise gibi bir ya da iki kat olursa bunda bir mahzur yoktur. Bununla birlikte efdal olan doğrudan yere veya üzerinde secde ettiği şeye alnını değdirmektir. Şayet kendisine rahatsızlık verecek herhangi bir şey varsa, namaza başlamadan önce ortadan kaldırır. Bunu yapmayacak olursa (secde edeceği vakit) sadece bir defa eliyle düzeltir. Müslim'in Muaykîb'den rivayetine göre Rasulullah (s.a) secde ettiği yerdeki toprakları düzelten bir adam hakkında şöyle buyurmuştur: "Eğer bu işi yapacaksan yalnız bir defa yap." [41]

Enes b. Malik'ten de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a) ile birlikte aşırı sıcak olduğu sıralarda namaz kılardık. Bizden herhangi bir kimse için alnını yere koymaya imkan olmazsa elbisesini yayar ve onun üzerine secde ederdi. [42]

 

11- Yeterli Olan Rükû' ve Sücûd:

 

Yüce Rabbimiz: "rükû'ediniz ve secde ediniz" (el-Hac, 22/77) diye buyurduğundan dolayı, mezhebimize mensup kimi ilim adamı ve başkaları şöyle demiştir: Bu konuda kendisine rükû' ve sücûd denilecek kadar1Ġyeterlidir. K1Źamda da durum böyledir. Bunun için ayr1ţa tuma'nine (diye bilinen rükû', sücûd ve kıyam hallerinde azaların yerli yerince oturmasOnı şart koşma-mışlardır. Onlar bu hususta ismin hakkında kullanılabileceği asgari miktar ile yetinmişlerdir. Sanki namazın olmayacağına dair sabit olmuş hadisleri işitmemiş gibidirler. İbn Abdi'1-Berr der ki: Rükûu esnasında durması, secdesi ve oturması esnasında tam mutedil olmadıkça (azalan yerli yerine oturmadıkça) hiçbir rükû', sücûd, rükûdan sonra ayakta durmak ve iki secde arasında oturmak asla yeterli gelmez. Konu ile ilgili rivayetlerde sahih olan görüş bu olduğu gibi, ilim adamlarının çoğunluğu da bu kanaattedir, re'y ehlinin görüşleri de bu doğrultudadır. İbn Vehb ve Ebû Mus'ab'ın İmam Malik'ten rivayeti de bu yöndedir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî der ki: İbnu'l-Kasım'dan ve başkalarından hareketleri birbirinden ayırmanın vücûbu, fakat tuma'nine-nin sözkonusu olmadığına dair pek çok rivayet gelmiştir. Ancak o, bu konuda çok büyük bir şekilde yanılmıştır. Çünkü Peygamber (s.a) tuma'nineyi yapmış, yapılmasını emretmiş ve öğretmiştir. Şayet İbnu'l-Kasım'ın bu hususta konu ile ilgili rivayetlere muttali olmadığından dolayı mazur görülmesi mümkün ise de bizzat sizin bu konuda bilgi sahibi olmanızı sağlayacak rivayetler, size ulaştıktan ve buna dair size karşı deliller ortaya konulduktan sonra mazur görülmeniz mümkün olamaz.

Nesaî, Dârakutnî ve Ali b. Abdülaziz, Rifâa b. Râfi'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a)'nın yanınd.. oturuyor idim. O esnada yanına bir adam geldi, mescide girip namaz kıldı. Namazını bitirdikten sonra Rasulullah (s.a)'a ve huzurunda bulunanlara selam verdi. Rasululullah (s.a) ona: "Geri dön ve namazını kıl. Çünkü sen namaz kılmadın" diye buyurdu. Adam, namaz kılmaya başladı. Biz de onun ne şekilde namaz kıldığını gözetliyorduk. Hz. Peygamber'in o namazının neresini kusurlu bulduğunu bilmiyorduk. Geri dönünce yine Peygamber efendimize ve huzurunda bulunanlara selam verdi. Peygamber (s.a) ona: "Ve aleykümüsselam, fakat geri dön namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın." dedi Hemmam (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi) dedi ki: Bilemiyoruz, Hz. Peygamber o adama bu şekilde iki defa mı üç defa mı emir verdi. Sonunda adam ona: Elimden geleni yapıyorum, fakat benim namazımın neresini kusurlu bulduğunu da bilemiyorum, dedi. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi birinizin namazının tamam ve eksiksiz olması ancak sununla mümkündür: Allah'ın kendisine emrettiği gibi iyice abdest alır, yüzünü, dirseklerine kadar ellerini yıkar, başını mesheder, topuklarına kadar da ayaklarını (yıkar), sonra yüce Allah'ı tekbir eder O'na hamd-ü senada bulunur, sonra Ümmü'l-Kur'an'ı (Fatiha'yı) ve okumasına izin verdiği ve kolayına geleni okur, sonra tekbir getirir, rükûa varır, elinin ayalarını dizkapaklarının üzerine bütün eklemleri yerli yerine gelinceye (tuma'nine gerçekleşinceye) ve gevşeyinceye kadar rükû' yapar, sonra "semi'allahu limen hamideh" der ve ayakta dosdoğru durur. Her bir kemiği yerli yerince oturur, sonra tekbir getirir, secde eder ve yüzünü bütün eklemleri yerli yerince oturup gevşeyinceye kadar yüzünü -Hemmam der ki: Belki de alnını demiştir- yere iyice koyar. Sonra tekbir getirir ve makadı üzerinde dosdoğru oturur, sırtını dimdik tutar. Hz. Peygamber bitirinceye kadar dört rek'atiyle namazı bu şekilde anlattı, sonra şöyle buyurdu: Bu şekilde yapmadıkça "sizden hiçbirinizin namazı tamam olmaz." [43]

Müslim tarafından rivayet edilen Ebû Hureyre'den gelen hadis de bunun gibidir. Daha önce geçmiştir.

Derim ki: İşte Kitab-ı Kerim'de mücmel olarak emredilen namazı, Peygamber (s.a)'ın öğretmesi ve bütün insanlara tebliğ etmesi ile namazın beyanı bu şekildedir. Her kim yapılan bu beyanın sınırında durmaz ve rahman olan Allah'ın kendisine farz kıldığını ihlal eder, Peygamberinden kendisine ulaşanlara gereği gibi itaat etmez ise, yüce Allah'ın şu buyruğunun kapsamına giren kimselerden olur: "Bunlardan sonra namazı terkeden, nefsi arzularına uyan kötü bir kavim geldi." (Meryem, 19/59) Bu hususa dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle orada gelecektir.

Buhârî'nin rivayetine göre de Zeyd b. Vehb şöyle demiştir: Huzeyfe, rükû ve sücûdunu tam yapmayan bir adam gördü. Ona şöyle dedi: Sen namaz kılmadın, bu halinle ölecek olursan yüce Allah'ın Muhammed (s.a)'ı üzerinde halkettiği fıtrattan başka bir fıtrat üzere ölürsün. [44]

 

12- Rükû' Edenlerle Birlikte Olmak Gereği ve Cemaatle Namaz:

 

Yüce Allah'ın "rükû' edenlerle birlikte" buyruğu birlikte olmayı, bir arada bulunmayı gerektirir. Bu bakımdan Kur'an tefsiri ile uğraşan bir grup ilim adamı şöyle demiştir: Önceleri namaz kılmak emri, cemaatle birlikte kılmayı gerektirmiyordu. Yüce Allah "birlikte1' buyruğu ile cemaate katılmayı emretmiştir. Cemaate katılarak namaz kılma hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Çoğunluğun (cumhurun) kabul ettiği görüş, bunun mü-ekked bir sünnet olduğu ve özürsüz olarak cemaatten uzak kalmayı alışkanlık haline getiren kimsenin cezalandırılması gerektiğidir. Bazı ilim adamları da cemaatle namaz kılmanın farz-ı kifaye olduğunu kabul etmiştir. İbn Ab-di'1-Berr der ki: Bu doğru bir görüştür. Çünkü bütün mescidlerde cemaatle namaz kılmama kararı üzerinde birleşilmesi caiz değildir. Bir mescidde cemaatle namaz kılındığı takdirde tek başına evinde namaz kılanın, kıldığı namazı caizdir. Çünkü Peygamber efendimiz şöyle buyrumuştur: "Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmiyedi derece daha üstündür."[45] Bu hadisi Müslim İbn Ömer'den rivayet etmiştir.

Ebû Hureyre'den rivayet edildiğine göre de Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cemaatle namaz kılmak, sizden birinizin tek başına namaz kılmasından yirmibeş kat daha üstündür." [46]

Dâvûd (ez-Zahirî) der ki: Cemaatle namaz kılmak her bir kimse için tıpkı cuma namazında olduğu gibi bir farzdır. Buna delil olarak da Hz. Peygam-ber'in: "Mescide komşu olanın mescidin dışında kılacağı namaz olmaz." [47] Bunu Ebû Dâvûd rivayet etmiş ve Ebû Muhammed Abdülhak sahih olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda bu, Ata b. Ebi Rebah'ın, Ahmed b. Hanbel'in ve Ebû Sevr ile başkalarının da görüşüdür.

İmam Şafii der ki: Cemaate katılma gücüne sahip olafrı kimsenin özrü olmadıkça cemaate gitmeyi terketmesinde bir ruhsat görmüyorum. Şafii'nin bu görüşünü İbnü'l Münzir nakletmektedir.

Müslim de Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Gözleri görmeyen bir adam, Peygamber (s.a)'a gelip: Ey Allah'ın Rasulü, beni mescide getirecek, elimden tutup yol gösterecek kimsem yoktur, dedi ve Rasulullâh (s.a)'dan evinde namaz kılmak üzere izin vermesini istedi. Hz. Peygamber ona bu konuda ruhsat verdi. Adam geri dönüp gidince Hz. Peygamber onu çağırıp şöyle dedi: "Sen namaz için okunan ezanı duyuyor musun?" Adam evet deyince Hz. Peygamber: "O halde o çağrıya karşılık ver" dedi. [48]

Ebû Dâvûd da bu hadis-i şerifi kaydederken Hz. Peygamber'in: "Senin için bir ruhsat göremiyorum" dediğini kaydetmekte ve bu hadisi İbn Umm Mek-tum'dan rivayet etmekte, bu müsaadeyi isteyenin de o olduğunu beyan etmektedir. [49]

İbn Abbas (r.anhumâ)'dan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullâh (s.a) buyurdu ki: "Her kim ezanı işitirse (cemaate) gelmesini engelleyecek bir özrü yoksa..." -Ashab-ı kiram: Özür nedir diye sorunca, Hz. Peygamber: "Korku veya hastalık" cevabını verir- "... onun (tek başına) kıldığı namazı kabul olunmaz." Ebû Muhammed Abdulhak der ki: Bu hadisi Mağrâ el-Abdî rivayet etmektedir.[50] Doğrusu ise, bunun İbn Abbas'a kadar ulaşan mevkuf bir hadis olduğudur ve şöyledir: "Her kim ezanı işitir de (cemaatle namaza) gelmezse onun namazı olmaz." Bununla birlikte Kasım b. Esbağ bunu kitabında zikrederek şöyle demiştir: Bize Kadı İsmail b. İshak anlattı, bize Süleyman b. Harb anlattı, bize Şu'be, Habib b. Ebû Sabit'ten, o Said b. Cü-beyr'den, o İbn Abbas'tan rivayetle dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Her kim ezanı işitir de -özrü olmaksızın- gelmezse namazı olmaz." Sıhhat bakımından bu senede diyecek yoktur. Çünkü Ebû İshak, Mağrâ el-Abdî'den, rivayette bulunmuştur.

İbn Mes'ud da der ki: Bizim gördüğümüz şu ki; namazdan münafıklığı bilinen münafıklardan başkası geri kalmıyordu. [51] Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Bizimle münafıklar arasındaki fark, yatsı ve sabah namazını cemaatle kılmaktır. Münafıklar ise bu iki namaza gelip katılamazlar." [52]

İbnu'l-Münzir der ki: Bizler Peygamber (s.a)'ın ashabından birden çok kimseden şöyle dediğini rivayet etmişizdir: "Her kim ezanı işitir de herhangi bir özrü olmaksızın cemaate gelmezse onun namazı olmaz." Bunu rivayet edenler arasında, İbn Mes'ud ve Ebû Musa el-Eş'arî de vardır. Aynca Ebû Davud'un rivayetine göre, Ebû Hureyre şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Genç (sahabi)lerime emir vereyim, bana demet demet odun toplasınlar, sonra bir mazaretleri olmaksızın evlerinde namaz kılanların yanlarına gideyim ve onların başlarına evlerini yakayım diye içimden geçirdim."[53] İşte bu, cemaatle namaz kılmayı farz kabul edenlerin ileri sürdükleri delildir.

Bunlar zahirleri itibariyle vücub (farziyet) ifade ederler. Ancak cumhur bunları cemaatle namazlara katılma emrini te'kid edici ifadelerdir, diye yorumlamışlardır. Bu yorumlarına delil olarak da İbn Ömer ve Ebû Hureyre'nin (cemaatin faziletine dair az önce geçen) hadislerini göstermişlerdir. Ashab-ı kiramın konu ile ilgili söyledikleri sözleri ve hadis-i şerifte geçen "namazı olmaz" şeklindeki ifadeleri de mükemmellik ve fazilet ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. Nitekim Hz. Peygamber'in İbn Umm Mektum'a söylediği: "O halde çağrıya cevap ver (yani cemaatle namaza katıl) emrini de mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır." Hz. Peygamber'in: "... diye içimden geçirdim" hadis-i şerifi kesin vücuba delil değildir. Çünkü böyle birşeyi içinden geçirmiş fakat yapmamıştır. O bakımdan bu hadisi cemaatten ve Cuma namazından geri kalıp katılmayan münafıklara bir tehdit şeklinde anla

mak gerekir.

Nitekim bu hususu Müslim'in Abdullah'tan yaptığı şu rivayet de açıklamaktadır: "Yarın Allah'ın huzuruna müslüman olarak çıkmayı arzu eden bir kimse şu namazlara ezan okunan yerde devam etmeye dikkat göstersin, korusun. Çünkü Allah, sizin Peygamberinize -salat ve selam ona- Hûda sünnetlerini teşri' buyurmuştur. Ve şüphesiz bunlar (namazların cemaatle kılınması) hüda sünnetlerindendir. Eğer sizler cemaatten geri kalıp namazını evinde kılan bu kimsenin yaptığı gibi namazlarınızı evlerinizde kılacak olursanız, Peygamberinizin -selat ve selam ona- sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin -selat ve selam ona- sünnetini terkettiğiniz takdirde de elbette saparsınız. Eğer ki bir kimse güzel bir şekilde abdest alır, sonra bu mescidlerden birisine gelir ise şüphesiz yüce Allah onun attığı her bir adım karşılığında ona bir hasene yazar. Ve o adım sayesinde, onu bir derece yükseltir ve o adımın mukabilinde onun bir günahını siler. Ben bizleri (ashab-ı kiramı) şu şekilde gördüm. Cemaatle namaz kılmaktan ancak münafıklığı bilinen bir münafık geri kalırdı. Andolsun (hasta olduğundan dolayı) adam koltuklarından tutularak iki kişi tarafından sürüklene sürüklene getirildiğini ve sonunda safta durdurulduğunu görmüşümdür." [54]

Böylelikle Abdullah (b. Mes'ud rivayet ettiği) bu hadis-i şerifinde açıkça şunu ifade etmektedir: Cemaatle namaz kılmak hüda sünnetlerinden bir sünnettir. Onu terketmek ise bir sapıklıktır. İşte bundan dolayı Kadı Ebulfadl İyad şöyle demiştir: Sünnetlerin zahir olanlarının terkedilmesi üzerinde ittifak olunursa, bunların ifa edilmesi için terkedenlerle savaşılıp savaşılmaya-cağı hususunda farklı görüşler vardır. Doğrusu böyleleriyle savaşılacağıdır. Çünkü bunların terki üzerinde anlaşmak, Sünnetleri öldürmek demektir.

Derim ki: Buna göre Sünnet ikame edilir ve açıkça işleniyor ise kişinin tek başına kıldığı namaz caiz ve sahihtir.

Müslim'in rivayetine göre de Ebû Hureyre şöyle demiştir: "Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Kişinin cemaatle birlikte kıldığı namaz evinde veya pazarında kılacağı namazdan yirmi küsur derece daha üstündür. Şöyle ki; onlardan herhangi bir kimse güzel bir şekilde abdest alır, sonra mescide oraya gitmesini namazdan başka gerektiren bir sebep olmaksızın gider ve sadece namaz kılmak arzusunda olursa, attığı her bir adım için mutlaka onun bir derecesi yükseltilir ve bu adımı karşılığında bir günahı silinir. Mescide girinceye kadar bu böyle sürer. Mescide girdiği tardirde onu, orada tutan namaz olduğu sürece namazda demektir. Melekler de namaz kıldığı yerde kalmaya devam ettiği sürece size dua eder ve şöyle derler: Allah'ım buna merhamet buyur, Allah'ım buna mağfiret buyur, Allah'ım, tevbesini kabul et. Başkasına eziyet etmediği ve orada hades yapmadığı sürece bu böyle devam eder." Ebû Hureyre'ye: Hades yapmak ne demektir diye sorulunca şu cevabı verir: Yellenir yahut osurursa... [55]

 

13- Fazilet Cemaatten Dolayı mıdır, Camiden Dolayı mıdır?:

 

Cemaat dolayısıyla sözkonusu edilen bu ek fazilet hakkında, nerede olursa olsun yalnız cemaatten dolayı mıdır yoksa bu fazilet ancak mescidde kılınan cemaatle namaz hakkında mıdır? Çünkü hadis-i şerifte de belirtildiği gibi, cemaatle namaz kılmak, mescide has fiillerdendir. Bu hususta ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Ancak birinci görüş daha açık ve üstündür. (Yani bu fazilet nerede olursa olsun cemaat içindir). Çünkü cemaat hükmün kendisine bağlı olarak zikredildiği niteliktir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunun dışında mescidlere gitmek için atılan çokça adımlar, mescid-lere gitme maksadı, mescidlerde durmak için sözkonusu edilen sevaplar ise; cemaatin fazileti dışında sözkonusu olan fazladan sevap ve ecirlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[56]

 

14- Cemaatler Arasında Fazilet Farkı:

 

Yine çokluk ve imamın fazileti dolayısıyla bir cemaatin diğer cemaate göre üstünlüğü olur mu hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır, îmam Malik, olmaz demiştir. İbn Habib, olur demiştir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmşutur: "Kişinin bir diğer kişiyle birlikte kıldığı namazı tek başına kıldığı namazdan daha güzeldir. İki kişi ile kıldığı namaz bir diğer kişiyle kıldığı namazdan güzeldir. Sayı çoğaldıkça Allah bunu daha çok sever." Bu hadisi Ubey b. Ka'b Hz. Peygamber'den rivayet etmiş, Ebû Dâvûd [57] da bunu Sünen'ine almıştır. Ancak senedinde leyyin (bir ravi) vardır. [58]

 

15- Cemaatle Namaz Kılmış Bir Kimsenin Namazını ladesi:

 

Yine ilim adamlarının, cemaatle birlikte namaz kıldıktan sonra bir başka cemaatle birlikte namazını iade etmesinin sözkonusu olup olmayacağı hususunda farklı görüşleri vardır. Malik, Ebû Hanife, Şafiî ve mezheplerine mensup ilim adamları şöyle demiştir: Evinde tek başına yahut ailesi ile birlikte veya evinden başka bir yerde namaz kılmış bir kimse, imamla birlikte cemaatle namazını iade eder. Ancak cemaatle birlikte namaz kılmış bir kimse, bu cemaati az olsa dahi, kıldığı cemaatten ister daha çok ister daha az olsun, bir başka cemaatle birlikte tekrar iade etmez.

Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ile Dâvûd b. Ali (ez-Zahirî) ise şöyle der: Bir cemaatle birlikte namaz kılıp da aynı namazı kılan bir başka cemaat bulan bir kimsenin dilediği takdirde bu ikinci cemaatle birlikte namazını kılması caizdir. Çünkü (ikinci namazı) nafile ve sünnettir. Ayrıca bu Hu-zeyfe b. el-Yemân, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Enes b. Mâlik, Sile b. Zufer, eş-Şa'bî ve en-Nehaî'den rivayet edildiği gibi, Hammad b. Zeyd ile Süleyman b. Harb da bu görüşü benimsemişlerdir.

İmam Malik, Peygamber (s.a): "Bir günde hiçbir namaz iki defa kılınmaz" [59] hadisini delil gösterir. Kimileri de bunu "... kılmayınız" şeklinde rivayet etmektedir. Bunu Süleyman b. Yesar, İbn Ömer'den rivayet etmiştir.

Ahmed ve İshak ise, bu hadis-i şerifin, insanın önce farz namazı kılması sonra da ikinci bir defa farzı niyyet ederek kılması şeklinde bir anlam ifade ettiğini belirtmişlerdir. Şayet imam ile birlikte sünnet yahut tatavvu' diye kılacak olur ise, bu namazı iade etmiş olmaz. Rasulullah (s.a) ise cemaat ile birlikte namazı iade etmelerini emrettiği kimselere: "Bu (ikinci namaz) sizin için nafile olur" diye buyurmuştur. [60] Bu hadisi de ashab-ı kiramdan Ebû Zerr ve başkaları rivayet etmişlerdir. [61]

 

16- İmamlığa Öncelikle Kimler Layıktır?:

 

Müslim'in rivayetine göre Ebû Mes'ud, Peygamber (s.a)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir topluluğa Allah'ın Kitabını en iyi okuyan kişi imam olur. Eğer okumaları eşit ise, sünneti en iyi bilenleri, eğer sünneti bilmekte eşit olurlarsa, öncelikle hicret etmiş olanları, eğer birlikte hicret etmiş iseler, daha önce müslüman olmuş olanları (imam olur). Kişi kişiye -ondan izin almadıkça- tasarrufu altındaki bir yerde imam olmasın ve evinde kendisine has olan kerevetine oturmasın." Hadisin bir rivayetinde "daha önce müslüman olan" ibaresi yerine "daha yaşlı olan" ifadesi yer almaktadır. [62] Hadisi Ebû Dâvûd'da rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Şu'be dedi ki: Ben İsmail'e: "Kereveti"nin anlamı nedir diye sordum; o: Döşeğidir dedi. [63] Hadisi ayrıca Tirmizî de rivayet etmiş ve: Ebû Mes'ud'dan gelen bu hadis hasen ve sahih bir hadistir, ilim ehlince bu hadise göre amel edilir, demiştir. [64]

Fukahâ der ki: İmamete en layık olan kişiler, Allah'ın Kitabını en iyi okuyan, sünneti en iyi bilenlerdir. Yine derler ki: Ev sahibi, imam olmaya daha layıktır. Kimisi de şöyle demiştir: Ev sahibi bir başkasına izin verdiği takdirde onun önüne geçip namaz kıldırmakta bir mahzur yoktur. Kimisi de bunu mekruh görmüş ve şöyle demiştir: Sünnet olan, ev sahibinin namazı kıl-dırmasıdır. İbnü'l-Münzir der ki: el-Eş'as b. Kays'ten rivayet ettiğimize göre o bir genci imamlığa geçirmiş ve: Ben Kur'an'ı bileni öne geçiriyorum, demiştir.

Topluluğa Kur'an-ı Kerim'i en iyi bilenler imam olur, diyenler arasında İbn Şîrîn, es-Sevri, İshak ve re'y sahipleri de vardır. İbnu'l-Münzir der ki: Bizim kabul etiğimiz görüş de budur. Çünkü sünnete uygun olan budur.

Mâlik der ki: Topluluğa eğer hali iyi bir kimse ise, en bilgin olanları öne geçip namaz kıldırır. Bununla birlikte yaşın da bir hakkı vardır. el-Evzai der ki: En fakih olanları onlara imam olur. Şafii ve Ebû Sevr de Kur'an'ı iyi okuyan bir kimse ise en fakihleri imam olur, demişlerdir. Çünkü fakih bir kimse namazda başkasını imamlığa geçirmesi gerektiği takdirde kimin kendisinin yerine geçeceğini daha iyi bilir. Bunlar konu ile ilgili hadis-i şerifi ashab-ı kiram arasında en iyi Kur'an-ı Kerim okuyanın aynı zamanda en iyi fakih olduğu şeklinde açıklamışlardır. Çünkü ashab-ı kiram Kur'an-ı Kerim'i öğrenerek fıkıh elde ederlerdi. Diğer taraftan onların örflerinde çoğunlukla rastlanılan, fukahâya "kurra" adı vermeleridir. Yine bunlar Peygamber (s.a)'ın vefatıyla sonuçlanan hastalığında Hz. Ebû Bekir'i imamlığa geçirmesini delil gösterirler. Buna sebep ise onun fazileti ve bilgisidir.

İshak der ki: Peygamber (s.a)'ın Hz. Ebû Bekir'i imamlığa geçirmesi onun kendisinden sonra halife olacağını ifade etmek içindir. Bunu Ebû Ömer (İbn Abdi'1-Berr), et-Temhîd adlı eserinde zikretmektedir.

Ebû Bekr el-Bezzâr'ın hasen bir isnad ile rivayetine göre, Ebû Hureyre şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Yolculuğa çıktığınız zaman, en iyi Kur'an okuyanınız, size imamlık yapsın. İsterse sizin en küçüğünüz olsun. Size imamlık yaptı mı da emiriniz odur." [65] el-Bezzar der ki: Bizler, bu hadisin Peygamber (s.a)'dan Ebû Hureyre yoluyla ancak bu senediyle rivayet edildiğini biliyoruz. [66]

 

Küçüğün İmameti:

 

Derim ki: Küçüğün imameti Kur'an okuyabildiği takdirde caizdir. Buhârî'de sabit olduğuna göre Amr b. Selime şöyle demiştir: İnsanların gidip geldiği bir yol üzerinde idik. Kafileler bizim yanımızdan geçiyor, biz de onlara insanların durumu nedir, bu adam neyin nesidir, diye soruyorduk. Onlar bizlere: Adam, Allah'ın kendisini peygamber gönderdiğini ve kendisine şunları şunları vahyettiğini ileri sürüyor. Ben onların söyledikleri bu sözü ezberliyor idim. Adeta bu sözler kalbimde karar kılıyordu. Araplar İslâm'a girmeyi erteliyor, sonucu bekliyor ve şöyle diyorlardı: Onu kavmiyle başbaşa bırakınız. Şayet onlara üstün gelirse doğru söyleyen bir peygamberdir demektir. Mekke fethedilince her bir topluluk İslâm'a girmekte elini çabuk tuttu. Benim babam da gidip kavminin İslâm'a girdiğini belirtti. Döndüğünde şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, gerçekten Allah'ın peygamberi olan birisinin yanından size geliyorum. O şöyle buyurdu: "Şu namazı şu vakitte kılınız. Namaz vakti geldiğinde sizden herhangi biriniz ezan okusun ve en çok hanginiz Kur'an ezber-lemişse o size imam olsun." Kavmim baktılar da aralarında benden daha çok Kur'an ezberleyen kimseyi göremediler. Çünkü ben gidip gelen kafileleri karşılıyor (onların indiğini belirttikleri Kur'an'ı belliyordum).O bakımdan ben altı ya da yedi yaşlarında iken beni öne geçirdiler. Üzerimde çizgili bir elbise vardı. Secdeye eğildiğimde üstüm açılırdı. Namaz kılan kadınlardan birisi şöyle dedi: Şu Kur'an okuyan (namaz kıldıran) adamınızın biz görmeyelim diye kıçını örtsenize! Bunun üzerine bir kumaş alıp bana bir gömlek diktiler. Bu gömleğe sevindiğim kadar hiçbir şeye sevinmiş değilim.[67]

Buluğa ermemiş küçük çocuğun imam olmasını caiz görenler arasında Hasan-ı Basrî, İshak b. Raheveyh de vardır."Namazı kavraması ve kılması şartıyla İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Çünkü böyle bir kimse de Hz. Pey-gamber'in: "Topluluğa en iyi Kur'an okuyanları imam olur" hadisinin kapsamına girer ve bu hadiste herhangi bir istisna yapılmamıştır. Ayrıca (az önce kaydedilen) Amr b. Selime hadisi de bunu gerektirmektedir.

Şafii'nin bu husustaki iki görüşünden birisi şöyledir: Küçük sair namazlarda imam olabilirse de Cum'a günü imamlık yapamaz. Ancak daha önce şöyle derdi: Farz namazda imam olması mümkün olan bir kimsenin bayram namazlarında da imam olması mümkündür. Şu kadar var ki ben bayram namazlarında valinin dışındakilerin imam olmasını mekruh görüyorum.

el-Evzaî de der ki: Küçük çocuk baliğ olmadıkça farz namazlarda imamlık yapamaz. Ancak ezberlerinde Kur'an'dan hiçbir şey bulunmayan bir topluluk ile birlikte olursa o taktirde murâhik (ergenlik yaşına yaklaşmış) çocuk onlara imamlık yapabilir. ez-Zührî de der ki: Eğer ona namaz kıldırtmak zorunda kalırlarsa böyle bir çocuk onlara imamlık yapar.

Malik, Sevrî ve re'y ashabı ise, küçüğün hiçbir şekilde imamlık yapmasını kabul etmezler. [68]

 

17- İmam Olmaları Caiz Olanlar ve Olmayanlar:

 

Baliğ, müslüman, hür, istikamet üzere olan her bir imama uymanın caiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şu şartla ki, imam olan kişi namazın hükümlerini bilmeli ve Fatiha Sûresi'nde manayı bozacak şekilde lahin (yanlış okuma) yapmamalıdır. Mesela, "iyyake ne'budu" ibaresini "iyyaki" şeklinde; "en'amte"yi "en'amti" şeklinde okumamalıdır. Fukahâ arasında kimisi de "ta" ile "dat" harflerini biribirinden ayırdetmesini gözönünde bulundurur. Eğer bunları biribirinden ayırdedecek şekilde okuyamıyor ise imamlığı sahih olmaz. Çünkü bu harflerin yer aldıkları kelimelerin anlamlan farklı farklı olur. Kimisi de, kıraati bilmeyen bir kimsenin kendisi gibi birisine imam olmasına ruhsat vermiştir.

Kadına ve erkek mi dişi mi olduğu belli olmayan müşkil hünsâya, kâfire, deliye, ümmîye uyarak namaz kılmak ise caiz değildir. İlim adamlarının büyük çoğunluğuna göre -ileride de açıklanacağı üzere- bunlardan herhangi birisi hiçbir halde imam olamaz. Bundan tek istisna ümmî bir kimsenin kendisi gibi olanlara imamlık yapmasıdır.

(Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Güzel okuyan bir kimsenin bulunmasına rağmen, doğru dürüst okuyamayan ümmî bir kimsenin imameti kendisine de başkasına da sahih olmaz. Şafii de böyle demiştir. Bize göre, ümmî bir kimse kendisi gibi ümmî olan birisine namaz kıldıracak olur ise, mezhebimize ve Şafii mezhebine göre hepsinin namazlan sahih olur. Ebû Hanife ise şöyle demektedir: Ümmî bir kimse, bir kısmı Kur'an okuyabilen, diğer bir kısmı ümmî olan bir topluluğa namaz kıldıracak olursa hepsinin namazları fâsid olur. Ebû Yusuf bu hususta ona muhalefet ederek şöyle der: İmamın namazı ile Kur'an okuyamayan ümmîlerin namazı tamamdır. Bir başka kesim de şöyle demektedir. Bunların hepsinin namazı caizdir. Çünkü her birisi kendisi üzerinde farz olan namazı kılmaktadır. Bu da teyemmümlü bir kimsenin su ile abdest almış kimselere namaz kıldırması ile oturarak namaz kılan kimsenin ayakta olan kimselere namaz kıldırmalarına benzer. Bize bu konuda muhalefet edenlerin görüşlerine göre de bu namazlar caizdir. Buna sebep ise her birisinin kendi üzerindeki farzı edâ etmesidir.

Derim ki: Bu görüşe Peygamber efendimizin şu hadis-i şerifi delil gösterilebilir: "Namaz kılan kişi namaz kıldığı takdirde nasıl namaz kıldığına niye bakmaz? Çünkü o kimse kendisinin namazını kılmaktadır." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [69] Diğer taraftan imama uyan kimsenin kıldığı namaz imamın namazına bağlı değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Atâ b. Ebî Rebâh şöyle dermiş: Bir kişinin hanımı Kur'an okuyabiliyor ise kendisi tekbir getirir ve hanımı Kur'an okur. Okumayı bitirdiği takdirde kendisi tekbir getirir, rükû' ve secde yapar. Hanımı ise arkasında (ona uyarak) namaz kılar. Bu anlamda bir rivayet Katade'den de gelmiştir. [70]

 

18- Kör, Topal, Çolak vs. 'nin İmam Olması:

 

Her birisi namaza dair yeterli bilgiye sahip olmaları şartıyla, körün, topalın, çolağın, eli kesik olanın, hayaları alınmış olanın ve kölenin imamlık yapmasında sakınca yoktur. İbn Vehb der ki: Eli kesik olan ile çolağın imamlık yapmasını uygun görmüyorum. Çünkü bu gibi kişiler kemal derecesinden aşağıdadırlar. Bu eksiklikten dolayı da imam olmaları mekruhtur. (Yani tam bir abdest alamamaktadırlar.) Ancak İbn Vehb'in mezhebini takib edenlerin çoğunluğu ona muhalefet etmişlerdir ki doğrusu da budur. Çünkü böyle bir organın olmayışı namazın farzlarından herhangi birisini engellememektedir. Dolayısıyla gözünü kaybetmiş kimsede olduğu gibi böyle bir azasını kaybetmekle birlikte bunun (eli kesik ve çolağın) da imamlığı ve imam olarak görevlendirilmesi caiz olur.

Nitekim Enes b. Malik'in rivayetine göre Peygamber (s.a) ama olduğu halde İbn Umm Mektûm'u Medine'nin dışına sefere çıktığında yerine vekil bırakmış ve o da insanlara imam olup namaz kıldırmıştır.

Topal, eli kesik, çolak, hayaları alınmış kimse de kıyas yoluyla bu durumdadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine Enes b. Malik'in gözleri görmeyen hakkında şöyle dediği rivayet edilmiştir: Böyle bir kimseye ihtiyaçları nedir ki?

Fakat İbn Abbas ile İtban b. Mâlik, gözleri görmedikleri halde imamlık yapıyorlardı. İlim adamlarının büyük çoğunluğu da bu görüştedir. [71]

 

19- Veled-i Zinanın İmam Olması:

 

Veledi zinanın imam olması hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. İmam Malik der ki: Böyle bir kimsenin imam olarak görevlendirilmesini hoş görmüyorum. Ömer b. Abdulaziz de bu işi hoş görmemiştir (mekruh). Atâ b. Ebi Rebâh ise şöyle dermiş: Eğer kendisinden hoşnut olunuyor ise imamlık yapabilir. Aynı zamanda bu Hasan-ı Basri'nin, Zühri'nin, Nehai'nin, Süf-yan-ı Sevri'nin, Ezvai'nin, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. Re'y ashabına göre böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmak caizdir; ancak başkalarının kıldırmasını daha uygun görürler. Şafii der ki: Babası bilinmeyen bir kimsenin imam olarak tayin edilmesini mekruh görüyorum. Bununla birlikte arkasında namaz kılanın kıldığı namazı caizdir.

İsa b. Dînar der ki: Veled-i zinanın imam olması hususunda İmam Malik'in görüşünde değilim. Çünkü böyle bir kimsenin anne babasının günahından sorumlu olması sözkonusu değildir. Yine İbn Abdilhakem de, eğer bizzat imamlığa ehil ise bu konuda benzer bir görüş beyan etmiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Veled-i zina, Rasulullah (s.a)'ın: "Topluluğa en iyi Kur'an okuyanları imamlık yapar" buyruğunun kapsamına girerse imamlık yapabilir.

Ebû Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki: İmam olmanın şartı ile ilgili olarak bize kadar ulaşmış haberler arasında nesebi göz önünde bulundurmaya delalet eden hiçbir rivayet yoktur. Bu rivayetlerde daha fakih olanın, daha güzel Kur'an okuyanın, dine bağlılığı ve dine uygun davranışları itibariyle daha ileride olanın öne geçirileceğine dair bir delalet vardır. [72]

 

20- Kölenin İmam Olması:

 

Köle ile ilgili olarak Buhârî, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (s.a)'ın Medine'ye gelişinden önce ilk muhacirler -Küba'da bir yer adı olan- el-Asbe'ye gelişlerinde(n sonra) onlara Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim imamlık yapıyordu. Aralarında en çok Kur'an-ı Kerim'i ezberleyen o idi.[73] Yine İbn Ömer'den rivayete göre şöyle demiştir: Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim, ilk muhacirler ile Peygamber (s.a)'ın ashab-ı kira-mına Küba mescidinde imamlık yapıyordu. Bunlar Ebû Bekir, Ömer, Zeyd ve Amir b. Rabia idiler.[74] Hz. Aişe'ye de kölesi Zekvân, Kur'an-ı Kerim'den okuyarak imamlık yapıyordu. [75] İbnu'l-Münzir der ki: Ebû Esîd'in kölesi Ebû Sa-id -henüz daha köle iken- aralarında Huzeyfe ve Ebû Mes'ud'un da bulunduğu Rasulullah (s.a)'ın bir grup sahabisine imamlık yapmış idi.

Nehaî, Şa'bî, Hasan-ı Basrî, Hakem, Sevri, Şâfîî, Ahmed, İshak ve re'y ashabı kölenin imam olmasına ruhsat vermiş, Ebû Miclez ise bunu mekruh görmüştür. Mâlik der ki: Kölenin imam olması ancak Kur'an okumasını iyi bilmesi, ona uyacak olan hürlerin ise Kur'an-ı Kerim okumasını bilmeyenlerden olması halinde sözkonusudur. Şayet bayram veya cuma namazı sözkonusu olursa bunlarda köle hürlere imam olamaz. Bununla birlikte el-Evzai'ye göre, eğer köle arkasında namaz kılacak olurlarsa bu da yeterli olur. İbnu'1-Münzir der ki: Halbuki köle de Peygamber (s.a)'ın: "Topluluğa aralarında Kur'an'ı en iyi bilen kişi imamlık yapar" buyruğunun kapsamına girmektedir. [76]

 

21- Kadının İmam Olması:

 

Kadının imam olması ile ilgili olarak Buhârî, Ebû Bekre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a), Farslıların Kisrâ'nın kızını başlarına hükümdar yaptıklarını haber alınca şöyle buyurdu: "İşlerini yönetmek üzere başlarına bir kadın getiren bir topluluk asla iflah olmaz."[77]

Ebû Davud'un ise Abdurrahman b. Hallad'dan, onun Abdullah'ın kızı Umm Varaka'dan kaydettiğine göre Rasulullah (s.a) Umm Varaka'yı evinde ziyaret edermiş. Yine onun dediğine göre Umm Varaka'ya ezan okumak üzere bir müezzin tayin etmiş ve aile halkına imamlık yapmasını emretmişti. Abdurrahman der ki: Ben onun müezzinini gördüm, oldukça yaşlı birisi idi. ® İbnu'1-Münzir de der ki: Şafii, bir kadının arkasında namaz kılan erkeklere namazlarını iade etmelerini vacip görüyordu. Ebû Sevr ise, böyle erkekler için iade yükümlülüğü yoktur, demektedir. Müzenî'nin konu ile ilgili görüşüne bu bir hükmü gerektirir.

Derim ki: Bizim mezhep alimlerimiz, kadının erkeklere olsun kadınlara olsun imamlık yapması sahih değildir, demişlerdir. İbn Eymen ise kadının kadınlara imamlık yapmasının caiz olduğunu rivayet etmektedir. Müşkil hün-sa (erkek mi dişi mi olduğu tesbit edilemeyen) hakkında Şâfîî şöyle demektedir: Böyle bir kimse erkeklere de kadınlara da imamlık yapamaz. İmam Malik der ki: Hiçbir şekilde böyle birisi imamlık yapamaz. Fukahânın çoğunluğunun görüşü budur. [78]

 

22- Yahudi ve Hıristiyanın İmam Olması:

 

Yahudi ve hıristiyan gibi şeriate muhalif bir kafir, kafir olduğu müslüman-lar tarafından bilinmeksizin müslümanlara imamlık yaparsa Şafii ve Ahmed böyle bir namaz onlar için yerine gelmiş olmaz, namazlarını iade ederler demektedirler. Malik ve ashabı da bu görüştedir. Çünkü böyle bir kafir Allah'a ibadetiyle yaklaşmaya ehil kimselerden değildir. el-Evzai der ki: Böyle bir kafire ceza verilir. Ebû Sevr ve el-Müzeni ise arkasında namaz kılanların namazlarını iade etmeleri gerekmediğini söylemişlerdir. Şafii ve Ebû Sevr'e göre de böyle bir kafir namaz kılmakla müslüman olmaz. Ahmed ise: Müslüman olmaya mecbur edilir, demiştir. [79]

 

23- Mu'tezile, Cehmiyye ve Benzerlerinin İmamlığı:

 

Mu'tezile, Cehmiyye ve bunlara benzer heva ehli bid'atçilerin imamlığına gelince; Buhârî'nin el-Hasen'den rivayetine göre o: (Arkasında) namaz kıl, bid'atin vebali ise ona aittir demiştir. [80] Ahmed ise şöyle demiştir: "Eğer kendi kabul ettiği hevasına, bid'atine çağıran propagandist bir kimse ise hevâ ehli olan hiçbir kimsenin arkasında namaz kılınmaz." Mâlik der ki: Zalim yöneticiler arkasında namaz kılınır, fakat Kaderiyye ve onlara benzer bid'at ehli arkasında namaz kılınmaz.

İbnü'l-Münzir der ki: Her kimin bid'ati kendisini imandan çıkartıp küfre sokuyor ise onun arkasında namaz kılmak caiz değildir. Bu durumda olmayan bir kimse arkasında namaz kılmak ise caizdir. Bu niteliğe sahip olan kimsenin öne geçirilerek imam yapılması ise caiz olmaz. [81]

 

24- Zinakâr, İçkici ve Benzeri Fasıklann İmamlığı:

 

Zina eden, içki içen ve buna benzer azalarıyla işlediği günahlar sebebiyle fasık olan bir kimse hakkında Malikî mezhebinde farklı görüşler vardır. İbn Habib şöyle der: Şarap içen bir kimsenin arkasında namaz kılan bir kişi, bu kimsenin arkasında kıldığı bütün namazları iade eder. Bundan tek istisna kendisine itaat edilmesi gereken vali ve yönetici olması halidir. O takdirde böyle birisinin arkasında kılınan namaz -namaz kıldırdığı vakit sarhoş olma hali dışında- iade edilmez. Bu görüşü İam Malik'in arkadaşlarından karşılaştığım kimseler bana nakletmişlerdir.

Câbir b. Abdillah'tan gelen rivayete göre de Rasulullah (s.a) minber üzerinde irad ettiği hutbesinde şöyle demiştir: "Hiçbir şekilde bir kadın bir erkeğe imam olmasın. Hiçbir bedevî bir muhacire imam olmasın, hiçbir günahkar iyi bir kimseye imam olmasın. Yönetici olması hali müstesna." [82]

Ebû Muhammed Abdülhak der ki: Bunu Ali b. Zeyd b. Cud'an, Said b. el-Müseyyeb'den rivayet etmektedir. Çoğunluk ise Ali b. Zeyd'in zayıf olduğunu belirtirler.

Dârakutnî, Ebû Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Eğer namazınızın tertemiz olmasını arzu ediyor iseniz, en hayırlı olanlarınızı (imam olmak üzere) öne geçiriniz." Bu hadisin senedinde Ebû'l-Velid Halid b. İsmail vardır ki zayıf bir ravidir. Bunu Dârakutnî söylemiştir. [83]

Ebû Ahmed b. Ali ise onun hakkında şöyle demektedir: Bu, müslümanlar arasında güvenilir (sika) raviler adına hadis uydururdu. O bu hadisini İbn Cüreyc'den, o Ata'dan, o Ebû Hureyre yoluyla rivayet etmektedir. Dârakutnî ise Sellam b. Süleyman'dan, o Ömer'den o Muhammed b. Vasi'den, O Said b. Cübeyr'den, o İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasu-lullah (s.a) buyurdu ki: "İmamlarınızı en hayırlı olanlarınızdan seçiniz. Çünkü onlar sizinle Allah arasında (temsilci) bir heyettirler." Dârakutnî der ki: Bu hadisin senedinde geçen Ömer bana göre Medain kadısı Ömer b. Yezid'dir. [84] Sellam b. Süleyman da aynı şekilde Medainli olup güçlü bir ravi değildir. Bunu Abdülhak söylemiştir. [85]

 

25- İmama Uyan Kimsenin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar:

 

Hadis imamları Rasulullah (s.a)'ın şu buyruğunu rivayet etmektedirler: "İmam kendisine uyulsun diye imam kılınmıştır. O bakımdan ondan farklı hareketleriniz olmasın. O, tekbir getirdiğinde siz de tekbir getiriniz. O, rükûa vardığında siz de rükûa varınız. O semi'allahu limen hamideh dediğinde siz de allahumme rabbena ve lekel hamd, deyiniz. Secdeye vardığında siz de secde ediniz. Oturarak namaz kıldığı takdirde siz de hep birlikte oturarak namaz kılınız." [86]

Kastî olarak imamdan önce rükûa varan yahut eğilen kimse hakkında ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bunlardan birincisine göre böyle bir kimsenin namazı, eğer namazın tümünde veya çoğunluğunda bu işi yapacak olursa fasittir. Bu, Zahirilerin görüşüdür. Ayrıca İbn Ömer'den de böyle bir rivayet gelmiştir. Süneyd'in de şöyle dediği kaydedilmektedir: Bize İbn Uleyye, Eyyub'dan, o Ebû Kılabe'den, o Ebû'1-Verd el-Ensarî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbn Ömer'in yanında namaza durdum. İmamdan önce başımı kaldırıyor, ondan önce başımı koyuyordum. İmam selam verince İbn Ömer, elimden tuttu beni döndürdü ve kendisine doğru çekti. Ben: Ne oluyor sana, deyince; Sen kimsin, diye sordu. Ben, filan oğlu filanım dedim. Şöyle dedi: Sen doğru sözlü bir aileden geliyorsun. Seni namaz kılmaktan alıkoyan nedir. Benim yanıbaşında namaz kıldığımı görmedin mi deyince, şöyle dedi: Senin imamdan önce başını kaldırdığını, ondan Önce başını yere koyduğunu gördüm. İmama aykırı hareket edenin namazı yoktur.

el-Hasen b. Hayy ise imamdan önce rükû' eden veya secde yapan, sonra da imam rükû' edip yahut secde yapmadan önce başını rükû' ya da sücud-dan kaldıran kimse hakkında şöyle demiştir: Böyle bir namaz olmaz ve onun için yeterli olmaz.

Fukahânın çoğunluğu şöyle demiştir: Bu şekilde hareket eden bir kimse kötü bir iş yapmış olur, bununla birlikte namazı fâsid olmaz. Çünkü cemaatle namazda ve bu şekilde kılınan namazda imamlara uymakta asıl olan, bunun güzel bir sünnet oluşudur. Taharetiyle, rükûuyla, sücûduyla vesair farz-larıyla namazının farz olan kısımlarını edâ ettikten sonra, bu sünnete muhalefet eden bir kimsenin namazını iade etmesi -birtakım sünnetlerini iskat etse dahi- gerekmez. Çünkü eğer tek başına namaz kılmak isteyip de o namazı imamından önce kılacak olursa, bu namazı onun için yeterli gelir. Bununla birlikte cemaati terkettiğinden dolayı pek kötü bir iş yapmış olur.

Yine fukahânın çoğunluğu der ki: İmamın kıldığı namaza uyan bir kimse, imamın rükûu ile rükû' yapsa, sücudu dolayısıyla da secde yapsa, bununla birlikte kendisi ile imamın kıldıkları rek'atler ayrı ayrı değilse bu kişi isterse imamdan önce başını kaldırsın, yahut ondan önce başını eğsin, imama uymuş olur. Çünkü imamının rükûuyla rükû' yapıyor, secdesiyle secde yapıyor, onun kaldırmasıyla birlikte başını kaldırıyor. Bütün bunlarda o kişi imamına tabi olmaktadır. Şu kadar var ki imama uyan, üzerinde icma edilen bir sünnete muhalefet ettiğinden dolayı kötü bir iş yapmış demektir.

Derim ki: İbn Abdi'l-Berr'in cumhurdan diye naklettiğinden, cumhura göre imama uyan kimsenin kıldığı namazın imamın kıldığı namaz ile alakalı olmadığı gibi bir mana anlaşılmaktadır. Çünkü maddi ve şer'î ittiba ortada yoktur. Ancak fukahânın çoğunluğuna göre durum böyle değildir. Konu ile ilgili rivayetlerden ve bu rivayetlerin tetkikinden anlaşılan, birinci görüşün doğru olduğudur. Yani imam kendisine uyulsun diye imamdır, fiillerine uyularak onun gibi hareket edilsin diye imamdır. Yüce Rabbimizin: "Şüphesiz ki Ben seni insanlara imam kıldım'' (el-Bakara, 2/124) buyruğu da bu anlamdadır. Yani insanların uyacağı bir imam kıldım, demektir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar gelecektir.

İşte gerek sözlük anlamı itibariyle, gerekse Şer'i bir terim olarak imam olmanın gerçek anlamı budur. Kim uyduğu imama muhalefet ederse ona uymuş sayılmaz. Diğer taraftan Peygamber (s.a) bu hususu beyan ederek: "O tekbir getirdiğinde siz de getiriniz" diye buyurmaktadır. Burada görüldüğü gibi peşisıra yapmayı gerekli kılan "fa-i takibiyye" getirilmiştir. Hz. Peygamber de yüce Allah'ın muradını beyan eden kimsedir. Diğer taraftan Peygamber efendimiz, imamdan önce başını kaldıran yahut rükûa varan kimseyi ağır bir şekilde tehdid ederek şöyle buyurmuştur: "İmamdan önce başını kaldıran bir kimsenin başını Allah'ın bir eşek başına yahut suretini bir eşek suretine çevirmesinden korkmaz mı?" Bu hadisi Muvatta, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve başkaları rivayet etmişlerdir. [87]

Ebû Hureyre de: "Böyle birisinin alnı şeytanın elindedir" demiştir. Rasulullah (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Bizim yaptığımız işe uygun olmayan her bir iş merduddur." [88] Buna göre kendisine uymakla emrolunduğunu, ona muhalefet etmenin kendisine yasak olduğunu bildiği halde, kasten imamına muhalefet eden kimse namazını hafife almış, kendisine verilen emre muhalefet etmiş demektir. Dolayısıyla böyle bir kimsenin bu şeklide kıldığı namazının yerini bulmaması, yeterli olmaması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [89]

 

26- Yanılarak İmamdan Ayrı Hareket Eden:

 

Yanılarak imamdan önce başını kaldıran kimse hakkında, İmam Mâlik şöyle demiştir: Yanılıp da rükû' veya sücûdda bu şekilde hareket eden bir kimsenin uyması gereken sünnet tekrar rükû' veya secdeye dönmesi ve imamı beklemesidir. Böyle bir yanılma, yapan kimsenin bir hatasıdır. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "İmam kendisine uyulsun diye imamdır. O bakımdan ona muhalefet etmeyiniz." İbn Abdi'1-Berr der ki: Malik'in bu sözünün zahiri kasten bu işi yapanın iade etmesini gerektirmediğidir. Çünkü: "bu yapan kimsenin bir hatasıdır" demiştir. Zira yanılan kimseden günah kaldırılmıştır. [90]

 

27- İftitah Tekbiriyle Selâmda İmamdan Farklı Hareket:

 

Sözü geçen bu görüş ayrılığı, sadece iftitah tekbiriyle selam dışında kalan hallerde sözkonusudur. Selama dair açıklamalar daha önce yapılmıştır. İftitah tekbirine gelince, cumhurun kanaatine göre imama uyanın iftitah tekbiri, ancak imamın iftitah tekbirinden sonra olur. Bundan istisna İmam Şafii'den gelen iki görüşten birisinde şöyle denilmektedir: Eğer iftitah tekbirini imamından önce getirecek olursa bu da onun için yeterli olur. Çünkü Ebû Hureyre'den rivayete göre Rasulullah (s.a) namaz kıldırmak üzere gelmiş, tekbir getirdikten sonra namazdan ayrılmış ve arkasındaki cemaate: "Olduğunuz halde durun" diye işarette bulunmuş. Sonra çıkmış, arkasından başından su damlayarak gelmiş, onlara namaz kıldırmış, namazını bitirdikten sonra da şöyle demiştir: "Ben cünub idim, gusletmeyi unutmuştum." [91]

Ayrıca Enes'ten gelen rivayete göre "Hz. Peygamber tekbir getirdi, biz de onunla birlikte tekbir getirdik" denmektedir. Buna dair açıklamalar Nisa suresinde yer alan yüce Allah'ın ".. cünub iken de gusledinceye kadar (namaza durmayınız)"(en-Nisa, 4/43) buyruğunu açıklarken -inşaallah- yapılacaktır. [92]

 

28- Safların Düzgünlüğü:

 

Müslim'in rivayetine göre, Ebû Mes'ud şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) namaza durduğumuzda omuzlarımızı sıvazlıyor ve şöyle diyordu: "Saflarınızı düzgün yapınız, ayrı ayrı durmayınız, bu sefer kalpleriniz de ayrı ayrı kalır.

Benim arkamdaki safta âkil ve baliğ, olgun kimseler yer alsın. Daha sonra, onlardan sonra (yaşça küçük) gelenler, sonra daha küçük olanlar." Ebû Mes'ud der ki: Bugün sizlerin muhalefeti, en ileri derecededir. [93]

Abdullah b. Mes'ud'dan gelen rivayette: "Çarşı pazardaki karışıklıklardan, anlaşmazlıklardan ve yüksek sesle bağırıp çağırmalardan çokça sakınınız."[94]

Hz. Peygamber'in, "saflarınızı düzgün yapınız" buyruğu safları düzgün yapmayı, özellikle de birinci safın düzgün olmasını emretmektedir ki bu da imamın hemen arkasındaki saftır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle Hicr Sû-resi'nde [95] buna dair açıklamalar gelecektir. Orada da yüce Allah'ın izniyle bu hadisin anlamına dair açıklamalar gelecektir. [96]

 

29- Namazda Oturuş Şekli:

 

İlim adamları, namazda oturuş şekli hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Çünkü bu hususa dair rivayetler de farklı farklı gelmiştir. Malik ve mezhebine mensup ilim adamları şöyle der: Namaz kılan kişi kalçalarını yere koyar, sağ ayağını diker, sol ayağını büker. Çünkü Malik bu hususta Muvatta adlı eserinde Yahya b. Said'den şunu rivayet etmektedir: Kasım b. Muhammed, onlara teşehhüd esnasındaki oturuşu göstermiş, sağ ayağını dikmiş, sol ayağını bükmüş, sol baldırı üzerine oturmuş, fakat ayağı üzerine oturmamış ve arkasından şöyle demiştir: Bana bu şekli Abdullah b. Ömer göstermiştir. Bana anlattığına göre babası bu şekilde yaparmış. [97]

Derim ki: Bu anlamda ifadeler Müslim'in Sahihinde Hz. Âişe'den şöylece rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a) namaza tekbir ile ve "elhamdülillahi rab-bil âlemin"i okuyarak başlardı. Rükûa vardığı zaman, başını fazla eğmediği gibi dik de tutmazdı, ikisi arasında dururdu. Başını rükûdan kaldırdı mı ayakta dosdoğru durmadıkça secdeye varmazdı. Başını secdeden kaldırdı mı dosdoğru bir şekilde oturmadıkça bir daha secdeye gitmezdi. Her iki rek'atte bir et-tahiyyat'ı okurdu. Sol ayağını yayar, sağ ayağını dikerdi. Diğer taraftan şeytanın topuğunu [98] yasaklardı. Ayrıca namaz kılan kişinin kollarını yırtıcı hayvan gibi yere yapıştırmasını yasaklardı, namazını selam vererek bitirirdi. [99]

Derim ki: İşte bu hadis dolayısıyla -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- İbn Ömer şöyle demiştir: Namazda sünnet olan sağ ayağını dikmen sol ayağını da bükmendir. es-Sevrî, Ebû Hanife ve mezhebine mensup ilim adamları ve Hasan b. Salih b. Hayy ise şöyle demişlerdir: Sağ ayağını diker, sol ayağına oturur. Çünkü Vail b. Hucr'un hadisi bunu gerektirmektedir. Şafii, Ahmed ve İshak da ara oturuşun böyle yapılacağını söylemişlerdir. Öğle, ikindi, akşam ve yatsının son oturuşunun ise Malik'in dediği gibi yapılacağını söylemişlerdir. Buna sebep ise Buhârî'nin rivayet ettiği Ebû Humeyd es-Saidî yoluyla gelen hadis-i şeriftir. O şöyle demektedir: Peygamber (s.a)'ı gördüm ki: Tekbir getirdiği vakit, ellerini omuzlarının hizasına kaldırır, rükûa vardığı vakit ellerini dizkapaklarına iyice koyar, sonra sırtını büker (rükûa eğilir), rükûdan başını kaldırdığında her bir omuru yerine gelinceye kadar doğrulur, secde ettiği vakit ellerini (kollarını) yere yapıştırmaksızın yere koyar, ellerini kapatmaz, ayağının parmak uçlannı kıbleye yönelik tutardı. İki rek'at arasında oturduğunda sol ayağı üzerine oturur, ötekini diker, son rek'atte oturduğunda da sol ayağını öne alır, sağ ayağını diker ve makadı üzerinde otururdu. [100] Ta-berî der ki: (Namaz kılan) bu şekilde yaparsa güzel bir iş yapmış olur. Çünkü bunların hepsinin Peygamber (s. a) tarafından yapıldığı sabit olmuştur. [101]

 

30- Oturuşta Ellerin Vaziyeti:

 

Malik'in Müslim b. Ebi Meryem'den, onun Ali b. Abdurrahman el-Mu-âvî'den rivayetine göre Ali şöyle demiş: Namaz kıldığım sırada çakıllarla oynarken Abdullah b. Ömer beni gördü. Namazı bitirince bu işi terketmemi söyledi ve: Rasulullah (s.a) ne şekilde yapıyor idiyse sen de öyle yap, dedi. Ben: Rasulullah (s.a) ne şekilde yapıyordu? diye sorunca şöyle dedi: O namazda oturduğunda sağ elini sağ baldırının üzerine koyar, bütün parmaklarını kapatır ve baş parmağa bitişik olan parmağı ile (şehadet parmağı ile) işaret ederdi. Sol elini de sol baldırının üzerine koyardı. Ve dedi ki: İşte böyle yapardı. [102]

İbn Abdi'1-Berr der ki: İbn Ömer'in nitelediği şekliyle sağ eli sağ baldırına koyması sağ elinin bütün parmaklarını yumup sadece şehadet parmağını açık tutup onunla işarette bulunması, buna karşılık sol elini sol baldırına açık ve parmakları birbirinden ayrı olarak koyması, bütün bunlar namaz esnasındaki oturuşta icmâ' ile kabul edilmiş birer sünnettir. Bildiğim kadarıyla bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu kadarı sana yeter. Şu kadar var ki ilim adamları şehadet parmağını hareket ettirmekte farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi bu parmağını hareket ettirmesinin uygun olduğu görüşünde iken, kimisi bu görüşte değildir. Bütün bunlar ise Peygamber (s.a)'a kadar sahih senetle ulaşan rivayetlerde yer almıştır. Hepsini yapmak da mubahtır. Allah Teala'ya hamdolsun.

Süfyan b. Uyeyne de bu hadisi Müslim b. Ebi Meryem'den İmam Malik'in rivayet ettiği anlamıyla rivayet etmiş ve ayrıca şunu da eklemiştir: Süfyan dedi ki: Bunu bize Yahya b. Said, Müslim'den nakletti. Sonra ben Müslim ile kar

şılaştım, bu hadisi ondan dinledim. Fazladan bana şunları da dedi: "(Parmağı bu şekilde hareket ettirmek) şeytanı kovalamaktır. Sizden herhangi bir kimse parmağı ile işaret edip böyle yaptığı sürece (namazında) yanılmaz."[103]

Derim ki: Ebû Davud'un İbn ez-Zübeyr'den gelen rivayetine göre Peygamber (s.a) dua ettiğinde parmağı ile işaret eder, fakat onu hareket ettirmezdi. [104] Bazı Irak alimleri de bu görüşü kabul edip şehadet parmağını hareket ettirmeyi menetmiştir. Mezhebimize mensup kimi ilim adamları ise parmağı bu şekilde uzatmanın tevhidin devamına işaret olduğu görüşünü belirtmişlerdir. İmam Malik mezhebine mensup ve başkaları arasından pek çok ilim adamı şehadet parmağının hareket ettirileceği görüşündedir. Ancak bu hareket ettirmenin devamlı olup olmayacağı hususunda iki ayrı görüş belirtmişlerdir. Parmağını hareket ettirmeyi benimseyenler şu açıklamayı yaparlar: Bu durum namazda huzuru sürekli hatırlatır ve Süfyan'dan gelen rivayette de belirtildiği gibi bu şeytanı kovmakta ve def etmektedir. Devamlı hareket ettirmeyi uygun görmeyen kimseler ise, şehadet kelimelerini telaffuz ettiği esnada parmağını hareket ettirmeyi uygun görür. Ve bu hareketini şöyle açıklar: O bu parmağı ile de tevhidi söylemiş gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [105]

 

31- Kadının Namazda Oturuş Şekli:

 

Kadının namazda ne şekilde oturacağı hususunda da farklı görüşler vardır: Mâlik der ki: Kadın erkek gibi oturur ve iftitah tekbirinden sonra giyim ve açıktan okuma dışında erkekten farklı bir durumu yoktur. es-Sevrî der ki: Kadın cilbabını tek bir tarafından örtünüp aşağıya doğru sarkıtır. Bunu İbrahim en-Nehaî'den rivayet etmiştir. Ebû Hanife ve ashabı ise şöyle demiştir: Kadın en kolayına gelen şekil ne ise o şekilde oturur. Bu, eş-Şa'bî'nin de görüşüdür. O: Kolayına gelen şekilde oturur, demiştir. Şafii de: Tesettürüne en uygun şekil ne ise öyle oturur, demektedir. [106]

 

32- İk'â Denilen Oturuş Şekli:

 

Müslim'in rivayetine göre Tavus şöyle demiştir: İbn Abbas'a iki ayak üzerinde ik'â[107] hakkında soru sorduk. O bize: O sünnettir, dedi. Bizler ona: Biz bu işi erkek için ağır bir şekil olarak görüyoruz, deyince İbn Abbas şöyle dedi: Hayır, bu senin Peygamberinin -salat ve selam ona- sünnetidir. [108]

İlim adamları ik'â'ın ne şekilde olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ubeyd der ki: İk'â erkeğin köpeğin ve yırtıcı hayvanların oturuşu gibi kalçaları üzerine oturup dizlerini kırıp, bacaklarını dikmesidir. İbn Ab-di'1-Berr der ki: İşte icma ile kabul edilen ik'â adı verilen oturuş şekli budur, ilim adamlarının bu konuda görüş ayrılıkları yoktur. Dilcilerin ve fukahâdan bir grubun açıklaması da böyledir.

Ebû Ubeyd ise der ki: Hadisçiler ik'â denilen oturuş şeklini kişinin iki secde arasında kalçalarını ayak topuklarına koyması diye açıklarlar. Kadı Iyad da der ki: İk'ânın açıklaması ile ilgili olarak bana göre en uygun açıklama şekli İbn Abbas'ın sünnettendir dediği şekildir. Fukahâ da bunu iki secde arasında kalçaları ayak topukları üzerinde koymak diye açıklamışlardır. İbn Ab-bas tarafından da bu şekilde açıklanarak: Topuğunu kalçana değdirmen sünnettendir diye ifade etmiştir. Bunu İbrahim b. Meysere, Tavus'tan, o İbn Abbas'tan rivayet etmiş ve Ebû Ömer bunu zikretmiştir. Kadı (devamla der ki): Seleften ve ashab-ı kiramdan bir topluluktan rivayet edildiğine göre onlar bu şekilde otururlardı. Bununla birlikte değişik bölgelerin fukahâsı genel olarak bu görüşü benimsemiş ve buna ik'â adını vermişlerdir. Abdürrezzak'ın Ma'mer'den, onun İbn Tavus'tan, onun babasından rivayetine göre babası İbn Ömer'i, İbn Abbas'ı ve İbn ez-Zübeyr'i iki secde arasında ik'â yaparken görmüştür. [109]

 

33- Namazın Sonunda Selam Vermek:

 

Selam vermenin vücûbunu (farziyetini) kabul edenler ile etmeyenler arasında ikinci selamın farz olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak el-Hasen b. Hay'den gelen rivayete göre o her iki selamı da vacip kabul etmiştir. Ebû Ca'fer et-Tahavî der ki: İki defa selam verileceğini kabul eden ilim ehli arasından ikincisinin namazın farzlarından olduğunu kabul eden, Hasan b. Hay'dan başka bir kimsenin bulunduğunu bilmiyoruz.

İbn Abdi'1-Berr der ki: Hasen b. Salih'in her iki selamı da birlikte vacip görüp "ve birinci selamdan sonra ikinci selamdan önce abdesti bozulanın namazı da bozulur" şeklindeki kanaatinin delillerinden birisi de Peygamber (s.a)'ın: "namazın tahlili (yani namaza ait olmayan fiillerin artık helal olması) selam vermektir." hadisidir. Bundan sonra Peygamber efendimiz, selam vermenin ne şekilde olacağını beyan etmiştir. O sağına ve soluna selam verirdi. İkincisini değil de yalnızca birinci selamı vacip (farz) kabul edenlerin delillerinden birisi de Peygamber efendimizin "onu helal kılmak selam vermektir" hadisidir. Onlar bununla ilgili olarak derler ki: Tek bir selam vermek hakkında da "teslim (selam vermek)" tabiri kullanılır,  demişlerdir.

Derim ki: Bu meselenin temeli, ismin asgarî miktarını mı yoksa azamî ve nihaî sınırını mı esas almak gerekir, sorusuna dayanır. Namaza girmek icma ile tek bir tekbir ile gerçekleştiğine göre aynı şekilde ondan çıkış da bir tek teslim (selam verme) ile olmalıdır. Şu kadar var ki, İbn Mes'ud -ki bu konuya dair gelen rivayet yolu en fazla olandır-dan Vâil b. Hucr el-Hadramî'den, Ammar'dan, el-Bera' b. Âzib'den, İbn Ömer'den, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivayet edilen hadislerle adeta tevâtüren sabit sünnetlerin belirttiğine göre Peygamber (s.a) iki defa selam verirdi. İbn Cüreyc, Süleyman b. Bilal ile Abdü-laziz b. Muhammed ed-Deraverdî, hepsi Arar b. Yahya ve Mazinî'den, o Mu-hammed b. Yahya b. Habban'dan o amcası Vasi' b. Habban'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: (Dedi ki): İbn Ömer'e şöyle dedim: Bana Rasulullah (s.a)'ın namazının ne şekilde olduğunu anlat. Bana başını kaldırıp eğdiği her seferinde tekbir getirdiğinden ve sağına "esselamu aleyküm verahmetullah" diyerek soluna da yine "esselamu aleykum verahmetullah" diyerek selam verdiğinden sözetti. [110]

İbn Abdi'1-Berr der ki: Bu, Medine ehline ait sahih bir isnaddır. Bununla birlikte Medine'de meşhur olan uygulama tek bir selam vermektir. Bu, Medine halkının biribirinden öğrenerek miras aldığı bir uygulamadır. Böyle bir uygulamayı her beldede delil diye göstermek doğru ve sıhhatlidir. Çünkü günde birkaç defa tekrarlandığından dolayı vukuu kimseye gizli kalmaz. Yine Küfe ve başka şehirlerin halkının uygulamasında iki selam vermek oldukça yaygındır ve yine onlar bunu geçmişlerinden miras almışlardır. Bu türden olan farklı uygulamalar ezan gibi mubah bir şeydeki farklılığa benzer. Diğer taraftan Hicaz'da, Irak'ta, Şam'da ve Mısır'da bulunan herhangi bir ilim adamından tek bir selam vermenin ya da iki selam vermenin tepkiyle karşılandığına dair rivayet gelmemiştir. Aksine bu ilim adamları bunu(n her ikisini de) bilmektedirler. Bir tek selam vermeye dair hadisi Sad b. Ebi Vakkas, Hz. Aişe ve Enes rivayet etmişlerdir. Ancak bu rivayetler illetlidir, hadis ilmini bilenler bunları sahih kabul etmemektedir. [111]

 

34- Teşehhüd:

 

Dârakutnî'nin rivayetine göre İbn Mes'ud şöyle demiştir: Teşehhüdü gizliden yapmak sünnettendir. [112] İmam Malik, Ömer b. el-Hattâb (r.a) yoluyla gelen şu şekildeki teşehhüdü tercih etmiştir:

Tahiyyat Allah'ındır, tertemiz ibadetler Allah'ındır, tayyibât (malî ve bedenî ibadetler) Allah'ındır, selam sana ey Peygamber ve Allah'ın rahmeti ve bereketleri (üzerine olsun), Selam bizlere ve Allah'ın salih kullarına. Şeha-det ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Mu-hammed O'nun kulu ve Rasûlüdür."[113]

Şafii, Şâfîî ashabı ve Leys b. Sa'd ise, İbn Abbas yoluyla gelen teşehhüdü tercih etmişlerdir. İbn Abbâs der ki: Rasulullah (s.a) Kur'an-ı Kerim'den bir sûreyi öğretir gibi bize teşehhüdü öğretir ve şöyle derdi:

Tahiyyat, mübarek dualar, salavat ve tayyibat (malî ve bedenî ibadetler) Allah'ındır. Selam sana ey Peygamber, Allah'ın rahmet ve bereketleri de (üzerine olsun). Selam bizlere ve Allah'ın salih kularına. Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın Rasulüdür. " [114]

es-Sevrî, Kûfeliler ve hadis ehli ise yine Müslim tarafından rivayet edilen Abdullah b. Mes'ud'un teşehhüdünü tercih etmişlerdir. Abdullah b. Mes'ud der ki: Bizler namazda Rasulullah (s.a)'ın ardında: Allah'a selam olsun, filana selam olsun derdik. Rasulullah (s.a) günün birinde şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah selâmın kendisidir. Sizden herhangi biriniz namazda oturacak olursa şunları söylesin:

Tahiyyat Allah'ındır, malî ve bedenî ibadetler de (O'nundur). Selam sana ey Peygamber, Allah'ın rahmet ve bereketleri üzerine olsun. Selam bizlere ve Allah'ın salih kullarına." Kul bunu söylediği takdirde gökte olsun yerde olsun Allah'ın bütün salih kullarına isabet eder. (Devamla teşehhüdünü şöyle bitirir): Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammecr O'nun kulu ve Rasûlüdür. Bundan sonra dilediği şekilde Allah'a dua eder, dilekte bulunur." [115] Ahmed, İshak ve Dâvûd da bu teşehhüdün yapılacağı görüşündedir.

Endülüs'te Ahmed b. Halid de bunu tercih eder ve buna meylederdi.

Ebû Muş'a el-Eş'ari'den, hem merfu' hem de mevkuf olarak İbn Mes'ud'un bu teşehhüdüne yakın bir teşehhüd nakledilmiştir. Bütün bunlar ise mubah olan bir hususta ihtilaftır. [116] Bunlardan herhangi birisini vacip kabul etmek sözkonusu değildir. Hamd yalnızca Allah'adır.

İşte bütün bunlar aziz ve celil olan Allah'ın: "rükû' edenlerle birlikte siz de rükû' ediniz buyruğunun ihtiva ettiği, imama ve me'muma (imama uyan kimseye) dair birtakım hükümlerdi. İleride yüce Allah'ın: "Ve Allah için huşu ve itaatla (namaza) kalkın." (el-Bakara, 2/238) buyruğunda namazda ayakta durmaya dair açıklamalar gelecektir. Yine orada hasta olan imam ile buna benzer namaz ile alakalı diğer hükümlere dair açıklamalar da gelecektir. Al-i İmran Sûresi'nde [117] imamın dışında hasta kimsenin namazının hükmü, Nisa Sûresi'nde [118] korku namazından söz ederken farz namaz kılanın nafile namaz kılana uymasının hükmü, Meryem Sûresi'nde [119] imamın kendisine uyanlardan daha yüksekçe bir yerde namaz kılmasının hükmü ve buna benzer vakitlere, ezanlara ve mescidlere dair hükümler gelecektir. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın: "namazı kılınız" buyruğuna dair bir beyan (açık-lama)dır. Sûrenin baş taraflarında da yine namazın birtakım hükümleri sözkonusu edilmişti. Bundan dolayı yüce Allah'a hamdederiz. [120]

 

44. Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz? Halbuki Kitab'ı da okuyup durursunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı dokuz başlıkta ele alacağız.

 

1- Nüzul Sebebi:

 

"Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" buyruğu azar anlamında bir sorudur. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, maksat yahu-di alimleridir. İbn Abbâs der ki: Medine'de bulunan yahudilerden bir kimse müslümanlar arasından kendisi ile sıhrî akrabalığı, herhangi bir yakınlık veya süt akrabalığı bulunan kimseye: Üzerinde bulunduğun bu hal üzere sebat et ve -Muhammed (s.a)'ı kastederek- o adamın sana emrettiği şeyde kararlı ol. Çünkü onun emri haktır. Onlar insanlara bunu emrettikleri halde kendileri yapmıyorlardı. [121]

Yine İbn Abbâs'tan rivayet edildiğine göre yahudi âlimleri kendilerini ta-kib edenlere ve kendilerine uyanlara Tevrat'a uymayı emrediyor fakat Mu-hammed (s.a)'ın niteliklerini inkâr etmek suretiyle de Tevrat'a aykırı hareket ediyorlardı.

İbn Cureyc der ki: Yahudi âlimleri, Allah'a itaate teşvik ediyor, buna karşılık bizzat kendileri Allah'a isyanı gerektirecek günahları işliyorlardı.

Bir diğer grup da şöyle demiştir: Sadaka vermeye teşvik ettikleri halde kendileri cimrilik gösteriyorlardı. Bu rivayetlerin ifade ettikleri anlam birbirlerine yakındır.

İşarî tefsir ile uğraşanlardan birisi de şöyle demiştir: Yani sizler anlamların hakikatlerini, insanların yerine getirmelerini isterken bizzat kendiniz bu anlamların zahirî şekillerine aykırı hareket ediyorsunuz. [122]

 

2- Kendilerini Unutup Başkalarına İyiliği Emredenlerin Azabı:

 

Bu durumda olanların azaplarının şiddeti ile ilgili olarak Hammâd b. Seleme, Ali b. Zeyd'den, o Enes'ten _Ƕyle dedi

leme, Ali b. Zeyd'den, o Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir. Rasulul-lah (s.a) buyurdu ki: "İsra'ya götürüldüğüm gece dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. Bunlar kimlerdir ey Cebrail, dedim. Bana şu cevabı verdi: Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emreder, Kitabı okudukları halde bizzat kendileri unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?" [123]

Ebû Umame'nin de rivayetine göre Rasulullah (s.a) şöyle buyumuşur: "İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, siz kimlersiniz diye sorulur, şu cevabı verirler: Bizler insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz." [124]

Derim ki: Bu hadis-i şerifte leyyin bir ravi olan el-Husayb b. Cahder vardır ve İmam Ahmed bunu zayıf ravi kabul ederdi. Ancak İbn Maîn de bunu Ebû Ğalib'den, o Ebû Umame Suday b. Aclan el-Bahilî'den rivayet etmektedir. Ebû Galib ise -Yahya b. Mâin'in anlattığına göre- Halid b. Abdullah b. Es-id'in azadlısı Hazevver el-Kureşî'dir. Bahilelilerin azadlısı olduğu da söylendiği gibi, Abdurrahman el-Hadramî'nin azadlısı olduğu da söylenmiştir. Bu kişi ticareti için Şam'a, gider gelirdi. Yahya b. Maîn der ki: Bu hadisi salih (alınabilir) bir kimsedir. Diğer taraftan Müslim bunu Sahih'inde bu manada Üsa-me b. Zeyd'den şu şekilde rivayet etmiştir: Rasulullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyamet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır şöyle derler: Ey filan, sen ma'rufu emreden münkerden alıkoyan bir kimse değil miydin? Şöyle der. Evet, böyle idim. Ma'rufu emreder fakat işlemezdim. Münkerden alı-koyar fakat kendim işlerdim." [125]

Derim ki: Sahih hadis ile âyetin lafızları maruf ve münkeri bilip bunların her birisinin gerektirdiği görevi yerine getirmenin vücubunu bilen bir kimsenin, bunları bilmeyen bir kimseye göre cezasının daha ağır olacağını gösterir. Çünkü o bu şekilde yüce Allah'ın yasaklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve böyle bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Rasulullah (s.a) ise şöyle buyurmuştur: "Kıyamet gününde azabı insanlar arasında en çetin olacak kimse yüce Allah'ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır." [126] Hadisi İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir. [127]

 

3- Âyet-i Kerimedeki Azarın Sebebi:

 

Şunu bil ki -Allah seni başarılı kılsın- âyet-i kerimedeki azarlayıcı ifadeler iyiliği işlemeyi terketmekten dolayıdır. İyiliği emretmekten dolayı değildir. Bundan dolayı yüce Allah Kitab-ı Kerim'inde iyi amelleri emredip de onları işlemeyen birtakım kimseleri yermiş ve Kıyamet gününe kadar zaman boyunca okunacak bir buyruk ile onları azarlayarak: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" diye buyurmuştur. Fakih Mansur şu beyitlerinde ne güzel söyler:

"Bir topluluk var ki emrediyorlar

Kendilerinin yapmadıklarını

Şüphesiz bunlar delidirler, isterse onlar

Sar'aya tutulmasınlar."

Ebu'l Atahiye de der ki:

"Takvayı sanki sen takvalı imiş gibisin anlatıyorsun

Halbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılıyor."

Ebû'l Esved ed-Düelî de şöyle demiştir:

"Bir huyu yasaklayıp da sen benzerini işleme

Böyle bir şey yaparsan bu senin için büyük bir ayıptır.

İşe kendinden başla, kendini sapıklıktan alıkoy.

Eğer vazgeçebilirsen o vakit sen hikmet sahibi bir kimsesin demektir.

O takdirde öğüt verirsen kabul edilir ve söylediklerine

Uyulur, öğrettiklerinin de faydası olur."

Ebû Amr b. Matar der ki:

Zühd sahibi, Ebû Osman el-Hirî'nin meclisinde bulundum. Dışarı çıktı ve öğüt vermek üzere oturduğu yerini aldı. Uzun boylu sustu. Ebu'l-Abbâs diye bilinen birisi ona şöyle seslendi: Bu susuşuna dair birşey söylemeyi uygun görür müsün? Bunun üzerine şöyle dedi:

"Takva sahibi olmayan bir kimse insanlara takvayı emrediyor,

Kendisi hasta olan bir doktor başkasını tedavi ediyor."

Bunun üzerine ağlamalar ve gürültüler yükselmeye başladı. [128]

 

4- İbretli Hikayeler (Kasas) Anlatma:

 

İbrahim en-Nehaî der ki: Üç âyet-i kerime dolayısıyla kıssa anlatmaktan hoşlanmıyorum. Bunların birisi yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" buyruğudur, diğeri: 'Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?" (es-Saf, 61/2) buyruğu, diğeri ise "Size ettiğim yasağa kendim muhalefet etmek istemem" (Hud, 11/88) buyruğudur. Selm b. Amr da şöyle demektedir:

"Kendisi zahidlik etmediği halde insanlara zühdü tavsiye eden

Bir vaizin zahidlik öğütlemesi ne kadar çirkindir!

Eğer o zahidliğe samimi olarak çağıran birisi olsaydı

Sabah akşam onun kaldığı ev mescid olurdu.

Eğer o gerçekten dünyayı reddetmiş ise ne diye

İnsanlardan hediyeler bekliyor, bağışlar umuyor?

Halbuki rızık gördüğün kimselere pay edilmiştir

Siyahı da beyazı da onu ele geçiriyor."

el-Hasen, Mutarrıf b. Abdullah'a : Arkadaşlarına öğüt ver demiş, o da şu cevabı vermiş: Korkarım ki yapmadığım şeyleri söylerim. el-Hasen: Allah sana merhamet buyursun. Hangimiz söylediğini yapıyor ki? Şeytan ise böyle bir sonucu elde etmek istiyor. O vakit hiçbir kimse bir ma'rufu emretmez ve bir münkeri de yasaklamaz.

Malik, Rabia b. Ebi Abdurrahman'dan rivayetle der ki: Said b. Cübeyr'i şöyle derken dinledim: Herkes kendisinde olumsuz hallerden hiçbir eser kalma-yıncaya kadar marufu emretmeyi, münkerden alıkoymayı bıraksaydı hiçbir kimse hiçbir marufu emretmez, hiçbir münkerden de alıkoymazdı. Malik der ki: Gerçekten doğru söylemiştir. Bazı kusurları bulunmayan kim var ki? [129]

 

5- "îyilik"in Anlamı:

 

Bu âyet-i kerimede geçen "iyilik (birr)"den kasıt itaat ve salih ameldir. Birr: Doğruluk, tilki yavrusu ve koyun pazarı gibi anlamlara da gelir. Arapların: “” şeklindeki sözleri, koyunlara ne şekilde seslenileceğim ve ne şekilde güdüleceklerini birbirinden ayırdedemez, anlamındadır. Buna göre bu kelime müşterek bir lafızdır. Şair der ki:

"Allah'ım, Rabbim, şüphe yok ki Bekroğulları işte önündedir

insanlar sana itaat ediyor, onlar ise sana isyan ediyorlar."

Şairin şu sözünde geçen "birr" kelimesinin kalp anlamına geldiği de söylenir:

"Ben onun yanında kalbin durumu gibi olurum ve ondan da yakın;

Malımı önüne bırakıyorum ve emirlerini gözlüyorum."

Burr, bilinen birşeydir (buğday demektir). Berr ise saygı ve ta'zim göstermek demektir. Anne-babasına ta'zim edip ikramda bulunan kimse hakkında berr ve bârr çocuk denilir. [130]

 

6- İyiliği Emrederken Kendini Unutmak:

 

Yüce Allah'ın: "Kendinizi unutur musunuz?" buyruğundan kasıt, kendinizi terkeder o halde bırakır mısınız demektir. Unutmak, terketmek anlamına da gelir ve burada kasıt budur. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/68); "Onlara verilen öğütleri unutmaları üzerine.." (el-En'am, 6/44) ile: "Ve aranızda faziletli davranışı unutmayınız" (el-Bakara, 2/237) buyruklarında "unutmak" hatırlamanın ve bellemenin zıddı anlamındadır. İleride de gelecek olan: "Âdem unuttu, bunun için onun soyundan gelenler de unuttu" hadisindeki unutmak da bu anlamdadır. Çokça unutan unutkan kimseye "nesyan" denilir.

Âyet-i kerimede geçen nefs (kendi) ise ruh demektir. Nefsi (canı) çıktı denilir. Şair Ebû Hirâş der ki:

"Salim kurtuldu ve onun nefsi (canı) ağzında idi

O ise ancak kılıcının kını ve kararlılığı ile kurtuldu."

Âyet-i kerimede geçen "nefs"in ruh anlamına geldiğinin delillerinden birisi de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Allah, ölümleri nefisleri (ruhları) vaktinde alır." (ez-Zumer, 39/42) İleride de geleceği üzere tefsir âlimlerinin bir grubunun görüşüne göre böyledir. Bu husus, Hz. Bilal'in Peygamber (s.a)'a söylediği -İbn Şihab yoluyla gelen- hadiste gayet açıktır: Ey Allah'ın rasulü, senin nefsini alan kim ise benim de nefsimi o aldı. [131] Yine Hz. Peygamber'in Zeyd b. Eslem yoluyla gelen hadisteki şu sözü de böyledir: "Şüphesiz Allah, bizim ruhlarımızı kabzetti. Dileseydi ruhlarımızı bir başka zamanda bize geri verirdi."[132]  Bu iki hadisi de İmam Malik rivayet etmiştir. Konu ile ilgili en uygun görüş budur.

Nefs aynı zamanda kan anlamındadır. (Kanı aktı anlamında) nefsi aktı, denilir. Şair der ki:

"Nefslerimiz (kanlarımız) akıyor kılıçların keskin ucu üzerinde

Zaten silahların ucundan başka birşey üzere akmazlar."

İbrahim en-Nehaî de der ki: Akan bir nefsi (kanı) olmayanların suda ölmeleri halinde suyu pisletmezler.

Nefs aynı şekilde ceset anlamına da gelir. Şair der ki:

"Bana haberin ulaştığına göre Suhaymoğulları

el-Münzir'in nefsinin (cesedinin) kanını evlerine soktular." [133]

 

7- Kitabı Okuyup Durduğunuz Halde mi?..:

 

Yüce Allah'ın: "Halbuki Kitab'ı da okuyup durursunuz" buyruğu anlayan için çok büyük bir azar ihtiva etmektedir. "Kitab'ı da okuyup durursunuz" buyruğu Tevrat'ı da okursunuz demektir. Aynı şekilde onlann davranışlarının benzerini yapan da onlar gibi olur.

"Tilâvefin aslı tâbi olmak demektir. Okumak anlamına gelen kıraat hakkında kullanılması da bundan dolayıdır. Çünkü uygun şekliyle ortaya çıkıncaya kadar harfler arka arkaya dizilerek kelimeler de birbirinin ardısıra söylenirler. Uymak anlamına kullanıldığı takdirde masdarı "tuluv", okumak anlamına kullanıldığı zaman ise masdarı "tilâvet" şeklinde olur. Yine yardımsız bırakmak halinde de "tuluvv" masdarı kullanılır. Kalıntı anlamına ise "te-liyye" ile "tülâve" kullanılır. Hakkını bütünüyle alıncaya kadar işin arkasını bırakmamak için de bu kökten gelen kelime kullanılır. [134]

 

8- Akıllanmayacak mısınız?:

 

Yüce Allah'ın: "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" buyruğu, sizler hala kendinizi, sizi bu derece alçaltan böyle bir durumu işlemekten engellemeyecek misiniz, demektir.

Akl kelimesi engellemek anlamındadır. Deve yuları anlamına gelen "ikal" da burdan gelmektedir. Çünkü hareket etmesini engeller. Diğer taraftan diyet hakkında da "akl" tabiri kullanılır. Çünkü bu diyet, maktulun velisini caniyi öldürmekten ahkoyar. Kabızlık haline ve dilin tutulmasına "i'tikâl" denilmesi de bu anlam yakınlığından dolayıdır. Kaleye (ism-i mekân) olarak "ma'kil" denilmesi de bundandır. "Akl" aynı zamanda bilgisizliğin zıddıdır. Yine Arap kadınlarının kendisi ile hevdeçlerini örttüğü kırmızı bir kumaşa da bu isim verilir. Alkame der ki:

"Uzunlamasına ve yuvarlak süslü kumaşları kuşlar neredeyse kapıverecek

Sanki o karından boşalan kırmızı kanları andırır."

İbn Fâris der ki: Kumaşlarda uzunlamasına nakış ve süslere "akl" denir. Dairemsi alanlara da "rakm" denilir.

ez-Zeccâc der ki: Akıllı kişi Allah'ın kendisine farz kıldığı şeylere uygun hareket eden, onları yerine getiren kimsedir. Bunların gereğince amel etmeyen kimse ise cahildir. [135]

 

9- Akıl:

 

Hak ehli aklın yaratılmış olduğunu , var olduğunu, kadim olmayıp mevcut bir varlık olduğunu ittifakla kabul ederler. Çünkü akıl yok olsaydı birtakım zatlara özel bir sıfat olmazdı. Onun varlığı sabit olduğuna göre kadim olduğunu söylemeye imkan olmaz. Çünkü -bu sûrede ve başka yerde yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- yüce Allah'tan başka kadim bir kimsenin olmadığına dair kesin deliller vardır.

Felsefeciler ise aklın kadim olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Yine onlardan kimisi aklın insan bedeninde bulunan latif bir öz -cevher- olup ondan ışınlar saçıldığını kabul ederler. O bu durumuyla evde bulunan kandile benzer. Onun aracılığı ile, bilinen şeylerin hakikatleri birbirlerinden ayırde-dilir. Kimileri de şöyle der: Akıl mürekkep (kompleks) olmayan basit bir cevherdir. Ancak aklın bulunduğu yer hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Kimi felsefeciler onun yerinin dimağ (beyin) olduğunu söyler. Çünkü beyin duyuların merkezidir. Bir başka kesim ise onun yeri kalptir, demektedir. Çünkü kalp hayatın fışkırdığı yer ve duyuların maddesidir.

Aklın bir cevher olduğu şeklindeki görüş tutarsızdır. Çünkü cevherler birbirlerini andırır. Eğer herhangi bir cevher akıl ise her cevherin de akıl olması gerekir.

Şöyle de denilmiştir: Akıl eşyayı, anlamlarının hakikatinden hareketle olduğu şekliyle idrâk eden araçtır. Bu görüş bir önceki görüşten doğruya daha yakın olmakla birlikte, idrakin canlının niteliklerinden olması bakımından yine doğru olmaktan uzaktır. Akıl bir arazdır. Onun böyle bir özelliğe (idrak etmek özelliğine) sahip olmasına imkan yoktur. Nitekim onun lezzet duyan ve arzulayan olması da imkansızdır.

Şeyh Ebû'l-Hasan el-Eş'ari ile Üstad Ebû İshak el-İsferayinî ve başka muhakkikler şöyle derler: Akıl ilmin kendisidir. Bunun delili de: Aklettim, fakat bilmedim yahut bildim, fakat akletmedim, denilmesidir.

Kadı Ebû Bekr de der ki: Akıl vaciplerin (varlığı zorunlu olanların) vücu-bunu, caizlerin (varlıkları mümkün olanların) caizliğini, müstahillerin (varlıkları imkansız olan şeylerin) müstahil oluşunu kesin olarak bilmek demektir. Ebû'l-Mealî, el-İrşad adlı eserinde bu tarifi tercih ederken el-Burhan adlı eserinde ise, akıl kendisi aracılığıyla bilgileri idrak etmenin mümkün olduğu bir niteliktir, tarifini tercih etmiş ve Kadının (Ebû Bekir'in)görüşüne itiraz ederek kabul ettiği bu görüşün tutarsızlığına dair deliller getirmiştir.

Yine Ebû'l-Mealî el-Burhan adlı eserinde el-Muhasibî'nin: Akıl insanın fıt-ratındaki bir güçtür dediğini nakletmektedir.

Üstad Ebû Bekr ise Şafii ve Ebû Abdullah b. Mücahid'den, akıl ayırdede-bilme aracıdır, dediklerini nakletmektedir. Ebû'l-Abbâs el-Kalanisî'den ise "akıl ayırdetme gücüdür" dediğini, el-Muhasibî'den de: "akıl nurlar ve basiretlerdir" dediğini nakletmekte; daha sonra bu görüşleri sınıflandırarak çeşitli şekillerde yorumlamakta ve şöyle demektedir: Uygun olan ise Şafii'den ve İbn Mücahid'den böyle bir naklin sahih olmayacağıdır. Çünkü "araç" ancak müsbet aletler hakkında kullanılır. Arazlar hakkında kullanılması ise mecazîdir. Yine akıl hakkında "o bir güçtür" diyenlerin görüşü de böyledir. Çünkü güçten akıl ile kavranılabilen sadece kudrettir. el-Kalanîsî ise ifadelerini kelime anlamlarını alabildiğine genişleterek kayıtsız bir şekilde kullanmıştır. el-Muhasibî de bu şekilde davranmıştır. Akıl aslında ne surettir, ne nur (ışık)tır. Ancak onun vasıtası ile nurlar ve basiretler elde edilir.

İnşaallah bu sûrede tevhid âyeti [136] açıklanınca aklın faydasına dair açıklamalar gelecektir. [137]

 

45. Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz ki o, hâşi'lerden eğenlerden başkasına elbette ki ağır gelir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlıkta ele alacağız:

 

1- Sabır:

 

Sabır sözlükte, alıkoymak, engellemek demektir. Filan kişi sabr yolu ile öldürüldü, denildiği zaman, ölünceye kadar alıkonuldu, engellendi demektir. Kendi nefsimi bir şeye karşı sabrettim dendiğinde, kendimi o şeyden alıkoydum, engelledim, demek olur. Hadis-i şerifte nehyedilen "el-masbûra"[138] ise ölünceye kadar hapsedilen anlamındadır. Ona (şeddeli peltek se ile) "el-mücesseme" de denilir. Şair Antere der ki:

"Hür olarak bunu bilerek sabrettim

Korkağın canı gözetleyip durunca benimki sebat gösteriyordu." [139]

 

2- İtaate Devam ve Aykırı Hareket Etmeyerek Sabır:

 

Yüce Allah, Kitab-ı Kerim'inde itaate devam etmek ve emirlerine muhalefetten uzak durmak suretiyle sabrı emrederek "sabrediniz" diye buyurmuştur. Filan kişi masiyetlere karşı sabredicidir denilir. Masiyetlere karşı da sabretti mi, itaat üzere sabrediyor demektir. Bu hususta söylenen en doğru görüş budur. en-Nehhâs der ki: Musibete karşı sabreden kimseye "sabredi-ci" denilmez. Böyle bir kimse hakkında şu şeye karşı sabırlı tabiri kullanılır. Eğer mutlak olarak sabredici tabiri kullanılırsa, bu yaptığımız açıklamaya göre anlaşılmalıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sabredenlere ecirleri şüphesiz hesapsızca verilir." (ez-Zumer, 39/10) [140]

 

3- Sabır ve Namaz:

 

Yüce Allah "sabır ve namaz ile" buyruğuyla önemine işaret etmek üzere sair ibadetler arasından özellikle namazı zikretmiştir. Peygamber (s.a) da bir sıkıntı ile karşı karşıya kaldı mı hemen namaza koşardı. [141] Nitekim rivayet edildiğine göre Abdullah b. Abbâs'a, yolculukta bulunduğu bir sırada kardeşi Kusem'in -bir başka görüşe göre kızının- vefat haberi verilir, istircada bulunur (inna lillah ve inna ileyhi raciûn der) ve şöyle der: Bu bir avretti ki Allah onu setretti. İhtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğumuz bir varlığımız-dı. Allah bu sorumluluğumuzu kaldırdı ve Allah'ın bizim için önden gönderdiği bir ecirdir. Daha sonra yolun bir kenarına çekildi, namaz kıldı, arkasından "Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyiniz" buyruğunu okuyarak bineğine doğru gitti. [142] Bu açıklama şekline göre burada geçen "namaz" şer'i hüviyetiyle bilinen namazdır.

Başkaları ise burada sözü geçen "namaz"ın sözlükte bilinen anlamıyla dua etmek olduğunu söylemişlerdir. Bu açıklama şekline göre, bu âyet-i kerime yüce Allah'ın şu buyruğuna benzer: "Ey iman edenler; bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat gösterin ve Allah'ı çokça anın." (el-Enfal, 8/45) Çünkü sebat göstermek sabrın kendisidir, zikir ise duadır.

Üçüncü bir görüş: Mücahid dedi ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen sabır oruçtur. Bundan dolayıdır ki ramazana "sabır ayı" denilmiştir. Bu görüşe göre bu âyet-i kerimede namaz ve oruç, aralarındaki ilişki dolayısıyla bir arada gelmiştir. Çünkü oruç, şehvetlerden ahkoyar, dünyaya karşı zühdü telkin eder. Namaz ise münkerden ve ahlaksızlıktan ahkoyar, insanın kalbine huşu verir ve namazda insana âhireti hatırlatan Kur'an okunur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [143]

 

4- Sabır ve Nefse Karşı Cihad:

 

Eziyetlere ve itaatlere karşı sabırlı olmak, nefse karşı cihad etmek, nefsi arzularından uzak tutmak ve ileri gitmesini engellemek türünden bir davranıştır. Bu, peygamberlerin ve salihlerin huyları (ahlakı) cümlesindendir. Yalıya b. el-Yeman der ki: Sabır Allah'ın sana rızık olarak verdiği halden başkasını temenni etmemek, Allah'ın senin için hükmetmiş olduğu dünya ve âhi-rete dair hükümlerine rıza göstermektir.

eş-Şa'bi de der ki: Ali (r.a) şöyle buyurmuştur: Sabrın imana göre durumu, başın cesede karşı konumu ayarındadır.

Taberi der ki: Ali (r.a) gerçekten doğru söylemiştir. Çünkü iman, kalb ile bilmek, dil ile ikrar etmek, azalarla amel etmektir. Azalarıyla amel etmeyi sürdürmeyen ve sabır göstermeyen bir kimse mutlak anlamıyla imana hak kazanamaz. Şer'i emirler gereğince amel etmek üzere sabretmek, kendisi olmadıkça cesedinin tam olması sözkonusu olmayan insanın başına benzer. [144]

 

5- Diğer Ameller ile Sabrın Mükâfatı Arasında Bir Karşılaştırma:

 

Yüce Allah, amellerin karşılığını nitelemiş ve onlar için belli bir sınır tesbit ederek şöyle buyurmuştur: "Güzellikle (hayırlı amelle) gelen için getirdiğinin on misli (ecir) vardır." (el-En'am, 6/160) Allah, yolunda sadaka vermenin mükâfatının daha fazla olduğunu bize bildirmektedir: "Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir." (el-Bakara, 2/261) Buna karşılık sabredenlerin ecrinin karşılıksız olduğunu beyan buyurmuş ve sabreden kimseleri överek şöyle buyurmuştur: "Sabredenlere ecirleri şüphesiz hesapsız verilir." (ez-Zumer, 39/10); "Kim de sabreder ve bağışlarsa şüphesiz ki bu büyük işlerdendir." (eş-Şûrâ, 42/43)

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki sabredenlere ecirleri hesapsız verilir" buyruğunda sözü geçen "sabredenler" oruç tutanlardır. Çünkü yüce Allah, sahih bir kudsî hadisinde Peygamber (s.a)'dan gelen rivayete göre: "Oruç benim içindir, onun mükâfatını verecek olan da benim" diye buyurmaktadır. [145] Burada tıpkı sabır hakkında da sözkonusu etmediği gibi oruç hakkında da miktarı belli bir sevabı zikretmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [146]

 

6- Allah da Kendi Yüce Zatını "Sabr" ile Nitelemiştir:

 

Sabrın fazilet ve üstünlüğünü belirten hususlardan birisi de şanı yüce Allah'ın kendi zatını sabır ile nitelemiş olmasıdır. Nitekim Ebû Musa (r.a)'ın rivayetine göre, Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İşittiği rahatsızlık verici bir söze karşı hiçbir kimse yahutta hiçbir şey yüce Allah'tan daha sabırlı değildir. Çünkü insanlar Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlar buna karşılık O, onlara afiyet vermekte, onları nzıklandırmaktadır." Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. [147]

Mezhep âlimlerimiz şöyle demiştir: Şanı yüce Allah'ın sabır ile nitelendirilmesi hilm anlamındadır. Yüce Allah'ım hilm (halim olmak) ile nitelendirilmesinin anlamı ise, hak edenlerin cezasını geciktirmesi demektir. Sabırlı olmakla nitelendirilmesine dair Kur'an-ı Kerim'de herhangi bir buyruk vârid olmuş değildir. Bu Ebû Musa'dan rivayet edilen hadis-i şerifte vârid olmuştur. Ehl-i Sünnet de bunu hilm anlamında almış ve böyle açıklamıştır. Bu açıklamayı İbn Fûrek ve başkaları zikrederler. Ayrıca yüce Allah'ın isimleri arasında kendisine isyan edenlere karşı halîm olduğunun aşırı derecede olması dolayısıyla güzel isimleri arasında "es-Sabûr (çok sabırlı)" ismi de zikredilmektedir. [148]

 

7- Hâşi' Olmayanlara Namaz mı Daha Ağır Gelir Oruç mu?:

 

Yüce Allah'ın "Şüphesiz ki o... ağır gelir" buyruğunda yer alan "şüphesiz ki o"daki zamirin yalnızca namaza mı ait olduğu yoksa burada oruç anlamına gelen "sabr"a da mı ait olduğu hususunda müfessirlerin farklı görüşleri vardır. Yalnızca namaza ait olduğu söylenmiştir. Buna sebep olarak da namazın nefse oruçtan daha ağır gelişini ve nefsin gözünde daha büyük gö-rülüşünü göstermişlerdir. Çünkü namazda nefisler alıkonulmakta hapsedilmektedir. Oruçta sadece arzu ve şehvetlerin önü alınmaktadır. Bir ya da iki arzusu engellenen bir kimse bütün arzulanndan alıkonulan bir kimse gibi değildir. Oruçlu bir kimsenin kadınlara, yiyecek ve içeceklere duyduğu arzu engellenmiştir. Bundan sonra ise konuşmak, yürümek insanlarla karşı karşıya kalmak gibi bakmak ve benzeri arzulardan istediği gibi faydalanabilir ve kendisine yasak kılınan arzular yerine bu gibi şeylerle teselli bulabilir. Namaz kılan kimse ise bütün bunlardan alıkonulur. Namazda bütün azaları, bütün arzu ve şehvetlerinden alıkonulur, bağlanır. Durum böyle olduğuna göre namaz nefse daha zor ve ağır gelir, ona karşı direnmek daha çetin bir haldir. İşte bundan dolayı burada yüce Allah, (tekil zamir kullanarak) "şüphesiz ki o., ağır gelir" diye buyurmaktadır.

Bir diğer görüşe göre, buradaki zamir her ikisine de (namaza da, sabra veya onun anlamında olan oruca da) aittir. Ancak burada çoğunlukla vukuu görülen namaz kastedilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Altın ve gümüşü biriktirip de onu (yani altın ve gümüşü) Allah yolunda in-fak etmeyenler.." (et-Tevbe, 9/64); "Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) diye buyurmakta, burada ilk âyet-i kerimede zamir daha çok kullanılan ve saklanan olduğundan dolayı gümüşe; ikinci âyet-i kerimede ise tekil olan zamir daha önemli ve daha üstün ve değerli olduğundan dolayı da ticarete aittir.

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sabır namazın kapsamına girdiğinden dolayı zamir namaza aittir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Daha doğru olan Allah'ı veRasulünü hoşnud etmeleridir." (et-Tevbe, 9/62) Burada "her ikisini de hoşnut etmeleridir" anlamını verecek şekilde tesniye (ikil) zamir kullanılmamıştır. Çünkü Allah'ın rasulünü razı etmek yüce Allah'ı razı etmenin kapsamı içerisindedir. Şairin şu beyiti de böyledir:

"Gerçek şu ki genç delikanlılık ile simsiyah saçlar

Zora düşmedikçe delilik olur."

"Şair, burada "her ikisi de zora düşmedikçe" demeyip zamiri sadece genç delikanlılığa ait kılmıştır. Çünkü saçın siyahlığı da onun kapsamı içerisindedir.

Bir diğer açıklamaya göre zamir her ikisine de ayrı ayrı gitmekte fakat ifadenin kısa olmasını sağlamak üzere hazfedilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Biz Meryem'in oğlunu ve anasını bir âyet (alamet, belge) kıldık." (el-Mu'minun, 23/50) Burada "iki âyet" denilmeksi-zin "bir âyet" demekle yetinilmşitir. Şairin şu sözleri de bu türdendir:

"Kiminin evi barkı Medine'dedir

Ben ve Kayyar ise orada bir garib(iz)"

Burada kastı: İkimiz garibiz, şeklindedir.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Her bir kederin bir genişlik zamanı vardır

Sabah ve akşam ile onunla beraber iflah olunmaz."

Şair burada, ikisiyle beraber iflah olunmaz, demek istemiştir.

Bir diğer açıklamaya göre zamir, sabır ve namazın sözkonusu edilmesi dolayısıyla her ikisinin manen ihtiva ettiği ibadete râcidir.

Bir diğer görüşe göre ise zamir masdara aittir. Bu ise "yardım isteyiniz" emrinin gerektirdiği "yardım dilemek" masdarıdır.

Bir başka açıklama şekline göre bu Muhammed (s.a)'ın çağırışını kabul etmeye racidir. Çünkü sabır ve namaz Hz. Peygamber'in kendisine çağırdığı şeyler arasındadır.

Bir diğer açıklama şekline göre ise bu zamir Ka'be'ye racidir. Çünkü namaz kılma emri ona yönelmek suretiyle gerçekleştirilir. "Büyüktür" buyruğu buradaki ağır ve zor gelir, demektir.

"Bunlardan istisna ise hâşi'lerdir." Yani onlardan başkalarına ağır gelir, hâ-şi'lere ise hafif gelir. Meanî âlimleri de derler ki: Ezelde Allah tarafından seçilme ve hidâyete iletilme özellikleriyle desteklenen kimselerin dışındakilere bu ağır gelir, demektir. [149]

 

8- Huşu Sahipleri, Hâşi'ler:

 

Yüce Allah'ın: "hâşi'lerden başkasına elbette ağır gelir" buyruğunda sözü geçen "el-hâşiûn" kelimesi mütevazi, alçakgönüllü anlamına gelen "hâşi'" kelimesinin çoğuludur. Huşu: Bir kısmı azalarda sükûn ve alçakgönüllülük şeklinde ortaya çıkan nefsî bir haldir. Katade der ki: Huşu kalpte olur. Namazda ise korkmak ve kişinin gözünü (sağa sola bakmaktan) alıkoymasıdır. ez-Zeccâc der ki: Hâşi' kişi, alçalışın ve alçakgönüllülüğün, tevazu-un etkileri üzerinde görülen kimse demektir. Evin, bayındırken harabeye dönüşmesi gibi. Asıl anlamı işte budur. Şair Nâbiğa da şöyle der:

"Sürmeyi andıran bir kül ki sonradan farkedebiliyorum;

Bir havuz dibini andıran bir ark ki çatlak ve yıkık."

Hâşi' yer, yolu bilinemeyen yer demektir. Seslerin kesilmesi halinde de bu kelime kullanıldığı gibi balgam türü tükürdüğü takdirde yine bu kelime de kullanılır. Gözünü sağa sola bakmaktan alıkoyan kimse hakkında da bu tabir kullanılır. Huş'a ise, gevşek arazi parçası demektir. Nitekim hadis-i şerifte:

"(Ka'be) su üzerinde gevşek bir arazi parçası idi. Daha sonra (yeryüzü) oradan yuvarlatılıp döşendi" [150] diye bu-yurulmaktadır.

"Hâşi' bir belde" toz topraktan dolayı konaklayacak yeri bulunmayan belde demektir.

Süfyan es-Sevrî anlatıyor: el-A'meş'e huşû'un ne olduğunu sordum, bana, ey Sevrî dedi. İnsanlara imam olmak istiyorsun bununla birlikte huşû'un ne olduğunu bilmiyorsun. Ben İbrahim en-Nehaî'ye huşû'un ne olduğunu sordum, o da bana şöyle dedi: Uaymiş (A'meşcik) İnsanlara imam olmak istiyorsun bununla birlikte huşû'un ne olduğunu bilmiyorsun. Şunu bil ki huşu sert kuru şeyler yemek, kalın ve sert elbiseler giymek, başı öne eğik durmak değildir. Huşu, şerefli olanı da sıradan olanı da hak açısıdan eşit görmendir. Allah'ın sana emrettiği bütün farzlarda Allah için huşu duymandır. Ömer b. Hat-tab, başını önüne eğmiş bir delikanlı görür de ona: Ey filan, başını kaldır, der. Çünkü huşu kalpte bulunandan başka birşey değildir.

Ali b. Ebi Talib de şöyle demiştir: Huşu' kalptedir. Ve müslüman kişiye karşı yumuşak davranmandır. Namazında sağına soluna iltifat etmemektir. Bu husus yüce Alah'ın: "Namazlarında huşu duyan mü'minler muhakkak felaha ermişlerdir." (el-Mü'minun, 23/1-2) buyruğunu açıklarken güzel bir şekilde ele alınıp açıklanacaktır.

Her kim kalbinde bulunandan daha ileride bir huşû'u insanlara izhar e-der, gösterirse şüphesiz ki, böyle bir kimse onlara nifak üstüne nifak izhar etmiş olur.

Sehl b. Abdullah der ki: Teni üzerindeki her bir kıl huşu sahibi olmadıkça kişi hâşi'lerden olmaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ondan dolayı Rablerinden korkanların derileri titrer." (ez-Zumer, 39/23)

Derim ki: İşte övülmeye değer olun huşu budur. Çünkü korku (havf) kalbe yerleşti mi zahir huşû'u da beraberinde getirir. Kişi bunu bertaraf etme imkânını bulamaz. Ondan dolayı sen böyle bir kimseyi başını önüne eğmiş, edepli ve alçakgönüllü bir görünüme sahip görürsün. Selef ise, bu tür dışa yansıyan davranışlarını mümkün olduğu kadar gizlemek için olanca gayretlerini harcarlardı. Yerilen, sevilmeyen huşu ise insanın öyle olmadığı halde kendisini öyle göstermesi, içinden gelmediği halde ağlaşır olması ve başını sun'i bir şekilde önüne eğmesidir. Nitekim cahiller, kendilerine iyi bir gözle bakılsın, saygı duyulsun diye böyle yapmaya kalkışırlar. Bu ise şeytanın bir aldatması, insan nefsinin insanı kandırmasıdır. el-Hasen'in rivayet ettiğine göre adamın birisi Ömer b. el-Hattab'ın yanında üzülüyormuş gibi iç geçirir. Hz. Ömer ona elini yumruk yapıp vurur. Hz. Ömer, konuştuğu zaman sesini işittirir, yürüdüğü zaman hızlı yürür, vurduğu zaman da acıtırdı. Bununla beraber o, gerçekten ibadete düşkün ve samimi bir kimse idi, gerçek manada huşu sahibi bir kişi idi.

İbn Ebi Necih'in rivayetine göre de Mücahid şöyle demiştir: Hâşi'ler gerçek mü'min olan kimselerdir. [151]

 

46. Onlar ki gerçekten Rablerine kavuşacaklarını ve sonunda gerçekten yalnız O'na dönücü olduklarını zannederler (bilirler).

 

Burada "Onlar ki., zannederler" buyruğu "hâşi'ler"in sıfatıdır. Burada "zannetmek" çoğunluğun görüşüne göre; yakîn yani kesin olarak bilmek anlamın

dadır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında da böyledir: "Ben zaten muhakkak hesabıma kavuşacağımı zannetmiş idim (kesinlikle biliyordum). " (el-Hâkka, 69/20) "Günahkârlar ateşi görünce içine düşeceklerin kendileri olacaklarını zannedeceklerdir (bileceklerdir)." (el-Kehf, 18/53) Dureyd b. es-Sımme de der ki:

"Onlara: Silahlar kuşanmış soyluları, sık örülmüş zırhlar giyinmiş Atlılardan ibaret olan iki bin kişi hakkında zanmnızı söyleyiniz, dedim." Ebû Davud da der ki:

"Borçluların nice kederlerini açıp giderdim

Nice gizlilikler vardır ki onları zanlarla açığa çıkardım."

Bu âyet-i kerimede "zan" kelimesinin, asıl anlamında kullanılmış olması da uygundur, denilmiştir. O takdirde bu ifadeler arasında "günahlanyla" kelimesi de takdiren kastedilmiş olur. Yani onlar, Allah'ın huzurunda günah-larıyla karşılaşacaklarını ve bu halleriyle O'na döneceklerini umarlar. Bu açıklamayı el-Mehdevî ile el-Maverdî zikretmiştir.

İbn Atiyye ise bu konuda şöyle der: Böyle bir açıklamada zorlama vardır.

el-Ferra'nın iddiasına göre ise "zan", yalan anlamına da kullanılır. Ancak Basralılar böyle bir anlamını bilmemektedirler.

Zarının aslı ve temeli, iki taraftan birisine meyletmekle birlikte, şek ve şüphe etmektir. Kimi zaman yakîn anlamında kullanıldığı da olur. Bu âyet-i kerime ve başkalarında olduğu gibi. Fakat duyu organları ile hissedilecek seviyeye gelmiş olan şeyler hakkında kullanılmaz. Araplar hazırda bulunan, görülen bir adam hakkında; "bunun bir insan olduğunu zannediyorum" demezler. O bakımdan henüz duyu organlarının kapsamına girmemiş şeyler hakkında bu kelimenin kullanıldığı görülmektedir. Bu âyet-i kerimede ve şiirlerde görüldüğü gibi. Ayrıca yüce Allah'ın: "İçinedüşeceklerin kendileri olacaklarını zannedeceklerdir" (el-Kehf, 18/53) buyruğunda da olduğu gibi.

Yakîn (kesin bilgi ve kanaat)in zan anlamına kullanıldığı da olur. Buna dair açıklamalar sûrenin baş taraflarında geçmişti. Günlük konuşmalarımızda: Onun hakkında kötü zan besledim, onun hakkında kötü zanda bulundum an

lamında "zan" kelimesinin başı elif lam'sız ve elif lam'lı da kullanılır.

"Rablerine kavuşmak"tan kasıt, Rablerinin amellerine vereceği karşılıkları görmektir. Ondan sonra gelen "ona" kelimesindeki zamirin "Rablerine" ait olduğu söylendiği gibi, onun amellerine vereceği karşılığa döneceklerdir, anlamında olduğu da söylenmiştir. "Dönücü olduklarını zannederler" buyruğu, öldükten sonra dirilişi, amellerin karşılığını görmeyi ve en yüce hükümdarın huzuruna çıkmayı ikrar etmek demektir. [152]

 

47. Ey İsrailoğulları, size verdiğim nimetimi ve sizi âlemler üzerine gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın.

 

Yüce Allah'ın: "Ey İsrailoğulları size verdiğim nimetlerimi.. hatırlayın" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [153]

"Ve sizi âlemler üzerinde gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın." Burada "âlemler"den kasıt kendi çağdaşları olan âlemlerdir. Her dönemin insanlarına "âlem" denilir. Onlardan peygamberler geldiğinden dolayı bütün âlemlerden üstün kılındıkları şeklinde de açıklanmıştır ki bu özellik yalnız onlarda vardır, başkalarına verilmemiştir. [154]

 

48. Ve öyle bir günden korkun ki, kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz. Kimsenin şefaati kabul olunmaz. Ondan bir fidye alınmaz ve onlara yardım da edilmez.

 

Kendisinden Korkulması Gereken Bir Gün:

 

"Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" buyruğundaki emir tehdit anlamındadır. "Takva"nın mahiyetine dair açıklamalar önceden yapılmıştır. "Bir gün"den kastedilen, o gündeki azap ve dehşetlerdir, sözkonusu gün, Kıyamet günüdür. [155]

"Kimsenin kimseye hiçbir faydası olamaz" buyruğu, hiçbir kimse başkasının günahından dolayı sorumlu tutulamaz ve kimse başkasının başına gelecek azabı bertaraf edemez, demektir. “” harf-i cerri ile geçişli yapıldığı gibi ( v) harf-i cerri ile de geçişli yapılır. Âyet-i kerimede geçiş birincisi ile yapılmıştır. ( v-«) harfi ile geçişe örnek de şairin şu beyitidir:

"Sözde durmamak insanlar arasında bir utançtır

Hür bir kimse ise (kaçan düşmanın) topukları ile yetinir."

Hz. Ömer yoluyla gelen hadiste de şöyle denilmektedir:

"Suyu suya döktüğün takdirde bu sana yeterli gelir." Demek istiyor ki, sen suyu yerde bulunan sidiğin üzerine dökersen ve o su da o yer üzerinden akarsa orası temiz olur. Bunun için ayrıca o yeri yıkamaya, suyu bir bezle veya başka bir şeyle kurutmaya -çoğu kimsenin yaptığı gibi- gerek yoktur.

Sahih hadiste de Ebû Burde b. Niyar'dan, gelen rivayette kurban kesme ile ilgili olarak şöyle buyurulmaktadır: "Senden sonra artık kimse için yeterli olmayacaktır." [156]

Buna göre âyet-i kerimede geçen "faydası olamaz" buyruğunun anlamı, eğer sorumlu olmayacaksa bile hiçbir nefsin bir başka nefse faydası olmaz, onu korumaya yeterli gelmez. Şayet günahı varsa, o takdirde her bir nefsin sahip olduğu hasenat, iyilikler, onun üzerindeki haklar karşılığında, onun tercihi sözkonusu olmaksızın (hak sahiplerine) fayda verir, onun üzerindeki haklar ödenir ve hak sahibine menfaat sağlar. Nitekim Ebû Hureyre'den gelen rivayete göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Her kim müslüman bir kardeşinin namusuna yahut herhangi bir hakkına karşı bir zulüm işlemiş ise, dinarın ve dirhemin bulunmayacağı bir gün gelmeden önce ondan helallik dilesin. Çünkü (o günde haksızlık yapanın) şayet salih bir ameli var ise, yaptığı haksızlık kadar o salih amelinden alınır. Eğer hasenatı yok ise haksızlık yaptığı arkadaşının günahlarından alınır, ona yükletilir."[157] Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. Bunun bir benzeri de Hz. Peygamber'in müflis hakkındaki diğer hadis-i şerifidir.[158] Biz, bu hadis-i şerifi Tezkire (adlı) eserimizde zikretmiş bulunuyoruz. Bunu da Müslim rivayet etmiştir.

Âyet-i kerimede geçen “” kelimesi “” şeklinde, te ve sondaki hemze harfleri ötreli olarak da okunmuştur.

Bu şekildeki okuyuşa göre anlamın değişmeyeceği söylenmiştir. Kimileri aralarında fark gözeterek birinci okuyuşa göre ödemek ve mükâfat vermek anlamındadır. İkinci okuyuşa göre ise, fayda vermek ve yeterli gelmek anlamına gelir denilmiştir. Şair'in şu beyitinde olduğu gibi:

"Bütün âlemlerin işlerine yeterli geldin fakat Ancak kamil oğlu kamil olan kimse yeterli olur." [159]

 

3- Şefaat Kelimesinin Sözlük Anlamı:[160]

 

Yüce Allah'ın: "kimsenin şefaati kabul olunmaz" buyruğunda yer alan "şefaat" kelimesi iki, çift anlamına gelen "eş-şePden alınmadır. Meselâ; tek iken onu çift kıldım, demek isterken bu tabir kullanılır. Şuf a kelimesi de buradan gelmektedir. Çünkü şuf a kelimesiyle ortak, ortağının malını kendi malına katar. Şefi', şuf a hakkının sahibi ve şefaat sahibi demektir. "Şâfi' dişi deve" ise; arkasından gelen yavrusu olduğu halde hamile kalan dişi deve demektir. "Şefti' dişi deve* ise, bir defada iki defa kadar süt veren dişi deve demektir. Bir kimseden şefaat dilemeyi ifade etmek için "istişfâ'" masdarından gelen kelimeler kullanılır.

Buna göre "şefaat" kendi makamına ve aracı yaptığına başkasını da ilave edip katman demektir. O halde "şefaat" gerçek anlamı ile kendisi katında şefaat istenilen (el-müşaffa')ın yanında şefî'in (şefaati istenenin) makamını açığa çıkarmayı ve onun menfaatini meşfu’a (kendisine şefaat edilene) ulaştırmayı ifade eder. [161]

 

4- Şefaat Haktır:

 

Hak ehlinin görüşüne göre şefaat haktır. Mu'tezile ise şefaati reddetmiş ve cehenneme giren günahkâr mü'minlerin ebediyyen azapta kalacaklarını kabul etmişlerdir. Halbuki peygamberlerin ümmetlerinden muvahhid olup günahkâr ve asî olan birtakım kimselerin meleklerin, peygamberlerin, şehidle-rin ve salihlerin şefaatine nail olacaklarını ifade eden haberler ardı arkasına gelmiş ve birbirini desteklemektedir. Kadı, Mu'tezile'nin görüşünü reddederken iki esasa dayanmaktadır. Bunların birincisi mana itibariyle tevatür derecesine ulaşan sayılamayacak kadar çok haberler, ikincisi bu haberleri kabul etmek hususunda selefin icmâ" etmesi, onlardan herhangi bir kimsenin her-hangi bir asırda bu haberleri reddetmemesidir. Şefaate dair haberlerin açıktan açığa rivayet edilmesi selefin bunların sıhhati üzere icmâ'da bulunup bu haberleri kabul etmeleri hak ehlinin inancının doğruluğunun, buna karşılık Mu'tezile^öin tuttukları yolun tutarsızlığının kesin delilidir.

Mu'tezile (ve bu görüşü savunanlar) şöyle diyebilir: Kur'an-ı Kerim'de va-rid olmuş birtakım naslar şefaatin gerçekleşeceğine dair haberleri reddetmeyi gerektirmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi olacaktır." (el-Mu'min, 40/18) Mu'tezile der ki: Büyük günah sahipleri ise zalimlerdir. Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim bir kötülük yaparsa onunla cezalanır." (en-Nisa, 4/123) Ayrıca "kimsenin şefaati kabul olunmaz" da buyurulmaktadır.

Bunlara cevap olmak üzere deriz ki: Bu âyet-i kerimeler bütün zalimler hakkında genel değildir. O bakımdan bu âyet-i kerimeler herkesi ve bütün kötülük işleyenleri kapsamaz. Bunlardan kasıt sadece kafirlerdir, mü'minler bu kapsamın dışındadır. Bunun delili ise bu hususta bize ulaşan haberlerdir. Diğer taraftan şanı yüce Allah, birtakım kişilerin lehine şefaatte bulunulacağını ifade buyururken, birtakım kişilere de şefaatte bulunulmayacağını beyan buyurmuştur. Meselâ; kâfirlerin niteliklerini açıklarken şöyle buyurmaktadır: "Onlar ancak O'nun rızasına nail olan kimselere şefaat ederler." (el-Enbiya, 21/28); "O'nun nezdinde şefaat, kendisine izin verdiklerinden başkasına fayda vermez." (Sebe', 34/23) İşte bu buyrukların genelinden şunu anlıyoruz: Şefaat mü'minlere fayda verir, kafirlere fayda vermez. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın: "Ve öyle bir günden korkun ki kimsenin kimseye hiç bir faydası olamaz, kimsenin şefaati de kabul olunmaz." (el-Bakara, 2/48) buyruğunda kastedilenin herkes değil, sadece kâfir kimselerin kastedildiğini görüş birliği halinde (icma ile) ifade etmişlerdir. Bizler her ne kadar her asi ve zalimin genel olarak azaba uğrayacağını kabul ediyorsak da, bunların ebediyyen cehennemde kalacaklarını söylemiyoruz. Buna dair delilimiz ise rivayet ettiğimiz haberler ile yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını mağfiret etmez, ondan başkasını dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) buyruğu yanında: "Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez." (Yusuf, 12/87) buyruğudur.

Mu'tezile ve görüşlerini savunanlar: Yüce Allah: "Onlar ancak O'nun rızasına ermiş olanlara şefaatte bulunabilirler" (el-Enbiya, 21/28) diye buyurulmaktadır; fâsık ise kendisinden razı olunan bir kimse değildir, diye itiraz edecek olurlarsa, şu cevabı veririz: Burada yüce Allah, "razı olmayacağı kimseler" diye buyurmamaktadır. Bunun yerine "rızasına ermiş" tabirini kullanmaktadır. Allah'ın şefaate nail olmak üzere nzasına erecek olanlar ise mu-vahhid kimselerdir. Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyruğudur: Rah-mân'ın yanında ahit alandan başkası şefaate sahip olamayacaktır." (Meryem, 19/87) Peygamber (s.a)'a: Allah'ın kulları ile ahdi nedir? diye sorulunca o da şöyle buyurmuştur: "İman etmeleri ve O'na herhangi bir şeyi ortak koşmamalarıdır."[162]

Müfessirler ise bu âyet-i kerimeyi: "La ilahe illallah diyenden başkası" şeklinde açıklamışlardır.

Deseler ki: Razı olunan kimse yüce Allah'a dönerek Allah katında ahid alan, tevbe eden kimsedir. Buna delil ise meleklerin onlar için mağfiret di-lemesidir. Ayrıca yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Tevbe edenlere ve Senin yoluna uyanlara mağfiret buyur." (el-Mu'min, 40/7) diye buyurmuştur. İşte Peygamberlerin şefaati de böyledir. Onlar büyük günah işleyenlere değil de tevbe eden kimselere şefaat edeceklerdir.

Buna karşılık cevabımız şu olur: Sizin görüşünüze göre Allah tevbeleri kabul etmekle yükümlüdür. Eğer Allah, günahkârın tevbesini kabul ediyor ise tevbe edinin şefaate de mağfiret dilemeye de ihtiyacı yoktur. Diğer taraftan müfessirler yüce Allah'ın "tevbe edenlere mağfiret buyur" buyruğu ile kastedilenlerin şirkten dönenler olduğu "senin yoluna uyanlar" ile kastedilenlerin ise mü'minlerin yoluna uyanlar olduğu üzerinde görüş birliğine varmışlardır. Buna göre yüce Allah'tan kendilerine şirkin dışıında kalan günahlarını bağışlamasını istemişlerdir. Nitekim başka yerde: "Bundan başka dilediği kimselere mağfiret eder." (en-Nisa, 4/48, 116) diye buyurmaktadır.

Deseler ki: Bütün ümmet Peygamber (s.a)'ın şefaatine nail olmayı arzu e-der. Eğer bu şefaat sadece büyük günah sahipleri hakkında sözkonusu olacaksa, onların öyle birşeyi istemelerinin de anlamı olmaz.

Deriz ki: Evet; her müslüman Allah'ın rasulünün şefaatini diler ve bu şefaate nail olmayı Allah'tan ister; çünkü o günahlardan kurtulamadığına, şanı yüce Allah'ın kendisine farz kıldığı herşeyi yerine getirmediğine kanaat etmektedir. Hatta herkes kendi adına kusurlu olduğunu itiraf eder. O bakımdan herkes cezaya uğramaktan korkar ve kurtuluşu umar. Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Şanı yüce Allah'ın rahmetiyle olmadıkça hiçbir kimse kurtulamaz." Ona: Sen de mi ey Allah'ın rasulü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Allah rahmetiyle beni kuşatmayacak olursa ben dahi diye cevap verir." [163]

 

5- Bir Kıraat:

 

İbn Kesir ve Ebû Amr “” kelimesini “” şeklinde okumuşlardır. Çünkü "şefaat" kelimesi müennestir. Diğerleri ise buradaki "kimse (nefs)" kelimesi şefi' anlamına geldiğinden dolayı diğer şekilde okumuşlardır. [164] el-Ahfeş der ki: Bunun müzekker olarak okunması daha güzeldir. [165]

 

6- Fidyenin de Kabul Olunmayacağı Gün:

 

"Ondan bir fidye alınmaz" buyruğunda geçen "adi" kelimesi fidye demektir. "Idl" şeklinde de misli ve benzeri anlamındadır. Ağırlık ve değer itibariyle benzer olan kimse hakkında "idi ve adîl" tabirleri kullanılır. Birşeyin adli ise kıymet ve miktar itibariyle -onun cinsinden olmasa dahi- eşit olanı demektir. İdi de cins ve tuttuğu yer itibariyle başkasına eşit olan şey demektir. Taberi'nin anlattığına göre Araplardan -fidye- anlamında olmak üzere "adi" diyenler de vardır, idi diyenler de vardır.

"Onlara yardım da edilmez." Onlar destek görmezler. Nasr: yardım, En-sâr: Yardım edenler demektir. Hz. İsa'nın: "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?"(es-Saf, 61/14) buyruğu kim yardımını benim yardımıma katar anlamındadır. "İntişâr" intikam almak demektir. Nasr, gelmek anlamına da gelir. Bu kökten birinci tekil şahıs kullanılarak: "Filân oğullarının arzına geldim" denilir. Nitekim şair bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir:

"Haram ay girdiği vakit Temim topraklarına veda et

Ve Amiroğullarının topraklarına gel."

Nasr, aynı zamanda yağmur anlamına da gelir, bağış anlamına da gelir. Şair şöyle demiştir:

"Şüphesiz ben -ve yemin ederim satır satır yazılan satırlara-

Ey Nasr, bana bağış ver bağış, derim."

Bu âyet-i kerimenin -müfessirlerce anlatıldığına göre- iniş sebebi şudur: İsrailoğullari: Bizler Allah'ın oğulları, sevgilileri, onun oğullarının oğullarıyız. Bizim atalarımız da bize şefaatçi olacaktır demeleri üzerine yüce Allah onlara Kıyamet gününün durumunu bildirmiş ve o günde şefaatlerin kabul olunmayacağını, kimseden bir fidye alınmayacağını söylemiştir. Özellikle şefaat, fidye ve yardımı sözkonusu etmiştir. Çünkü Âdemoğullannın dünyada bu gibi hususlarda sözkonusu etmeyi alışkanlık haline getirdikleri hususlar bunlardır. Çünkü sıkıntıya düşen bir kimse ancak kendisine şefaat edilmek, yardım edilmek veya onun adına fidye verilmek suretiyle kurtulabilir. [166]

 

49. Firavun hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın. Size azabın en kötüsünü tattırıyorlar, oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakıyorlardı. Bunda Rabbiniz tarafından sizin için büyük bir imtihan vardır.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı onüç başlık altında sunacağız.

 

1- İsrailoğullarının Hatırlamaları Gereken Ni'metler:

 

Yüce Allah'ın: "Firavun hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın" buyruğu (40. âyette geçen): "Size verdiğim nimetimi hatırlayın" buyruğuna atfedilmiştir. Bu ve bundan sonra gelecek olan buyruklar, yüce Allah'ın İsrailoğullanna vermiş olduğu birtakım nimetlerin hatırlatılması sade-dindedir. Yani: Sizi düşmanınızdan kurtarmak ve aranızdan peygamberler göndermek şeklindeki nimetimi hatırlayın. Bu hitap (âyetin nüzulü döneminde) varolanlarına yöneliktir. Kastedilen kimseler ise geçmiş atalarıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphesiz ki su (tufan esnasında) sınırını aştığı zaman sizleri gemide biz taşıdık." (el-Hâkka, 69/11) Atalarınızı o gemide bizler taşıdık, demektir.

Âyet-i kerimede: "Sizi kurtardığımız zamanı" diye buyurulmasının sebebi, ataların kurtarılmasının, âyetlerin nüzulü döneminde bulunanların kurtuluşuna sebep olduğundan dolayıdır.

"Sizi kurtardı" buyruğunun anlamı ise, sizleri yüksekçe bir yere bırakarak (boğulmaktan koruduk) anlamındadır. Kelimenin asıl anlamı budur. Daha sonra kurtulan herkese (aynı kökten): "nâci" adı verilmiştir. Buna göre nâci, bir darlıktan çıkıp genişliğe ulaşan kimse demektir. Bu kelime tekil olarak: "Sizi kurtardığım zamanı hatırlayın" anlamına gelecek şekilde de okunmuştur. [167]

 

2- Firavun Hanedanı:

 

Âl-i Firavun yani Firavun hanedanı, onun kavmi, ona uyanlar ve onun dinine mensup olan kimseler demektir. Aynı şekilde Âl-i Rasul (s.a) da onun döneminde olsun sonraki çağlarda olsun, onun dini ve şeriati üzerinde bu-lunanter demektir. Nesep yoluyla ona ister bağlansın ister bağlanmasın değişen birşey olmaz. Onun dini ve şeriati üzerinde olmayan kimse ise onun âlinden, de değildir, ehlinden de değildir. İsterse nesep yoluyla onun yakını veya akrabası olsun. Bu konuda Rafızîler farklı bir kanaat belirterek şöyle derler: Âl-i Rasul'den kasıt, yalnızca Fâtıma, Hasan ve Hüseyin (r. an-hum)'dir derler. Bizim delilimiz yüce Allah'ın: "Firavun hanedanını (âlini) ise., suda boğmuştuk." (el-Bakara, 2/50); "Firavun hanedanını (âlini) azabın en şiddetlisine sokun." (el-Mu'min, 40/46) buyruklarıdır. Burada "âl"den kasıt dinine mensup olan kimselerdir. Çünkü Firavunun oğlu, kızı, babası, amcası, kardeşi ve yakın erkek akrabaları (asebesi) yoktu. Diğer taraftan mü'min ve muvahhid olmayan kimselerin Muhammed âlinden olmayacağında -isterse onun yakın akrabası olsun- görüş ayrılığı yoktur. Bundan dolayı şöyle denilmektedir: Ebû Leheb ve Ebû Cehil, Hz. Peygamber'in âlinden de değildir, ehlinden de değildir. İsterse onlarla Peygamber (s.a) arasında akrabalık bulunsun. Bundan dolayı şanı yüce Allah Hz. Nuh'un oğlu hakkında da şöyle buyurmuştur: "O, senin ailenden değildir. Çünkü o salih, olmayan bir amel (sahibi)dir. * (Hud, 11/46)

Müslim'in Sahih'inde ise Amr b. el-Âs'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasulullah (s.a)'ın gizlice değil, yüksek sesle şöyle buyurduğunu dinledim: "Şunu bilin ki Ebû filânın âli, benim velilerim değildir. Benim velilerim Allah'tır ve salih mü'minlerdir." [168]

Bir kesim de şöyle demiştir: Âl-i Muhammed onun zevceleri ve zürriye-tinden ibarettir. Çünkü Ebû Humeyd es-Saidî tarafından rivayet edildiğine'gö-re ashab-ı kiram şöyle sormuş: Ey Allah'ın rasulü, sana nasıl salat-ü selâm getirelim? Hz. Peygamber de şöyle buyurmuş: "Şöyle deyiniz: Allah'ım Muham-med'e, onun zevcelerine ve zürriyetine -Âli İbrahim'e salat-ü selam getirdiğin gibi- salat ü selam getir. Muhammed'i, onun zevcelerini ve zürriyetini -Âli İbrahim'i mübarek kıldığın gibi- mübarek kıl. Şüphesiz ki sen hamîdsin, mecîdsin." Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir. [169]

Bir grup ilim ehli de şöyle demiştir: Ehlin (ailenin) kimler olduğu bilinen bir husustur. Âl, ise ona tabi olanlardır. Ancak bizim belirttiğimiz birinci görüş, gösterdiğimiz gerekçeler dolayısıyla daha sahih olandır. Diğer taraftan Abdullah b. Ebi Evfâ tarafından rivayet edilen hadis de bunu gerektirmektedir. Buna göre Rasulullah (s.a)'a bir kavmin zekâtı ulaştığında o da şöyle buyururdu: "Allah'ım onlara rahmet buyur." Babam da ona zekatını getirince Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ım, Ebû Evfâ'nın âline rahmet buyur" dedi.[170]

 

3- Şu Beldenin Âli Denilebilir mi?:

 

Nahivciler "âl" kelimesinin şehirlere, beldelere izafe edilip edilmeyeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. el-Kisaî der ki: Filanın âli, filan kadının âli denilir, fakat şehir ile ilgili olarak bu Hıms âlindendir veya Medine âlindendir denilmez. el-Ahfeş der ki: "âl" kelimesi izafe şeklinde en büyük başkan hakkında kullanılır. Âl-i Muhammed (s.a) ve Âl-i Firavun gibi. Çünkü Firavun da sapıklıkta onların başkanı idi. Devamla şöyle der: Biz bunun şehirler hakkında da kullanıldığını işittik. Araplar "Medine ehli" dedikleri gibi "Medine âli" de derler. [171]

 

4- "Âl"Kelimesi Zamirle Birlikte Kullanılır mı?:

 

Yine nahivciler "âl" kelimesinin zamire izafe edilip edilmeyeceği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhas, ez-Zubeydî ve el-Kisaî bunu kabul etmez. Buna göre ancak "Allah'ım, Muhamed'e ve Muhammed'in âline selat ü selam olsun" denilir, ancak "Muhammed'e ve onun âline" denilmez. Doğru görüşe göre ise "onun ehli" denilebilir. Bir başka kesimin görüşüne göre böyle bir ifade kullanılabilir. İbnü's-Seyyid bunlar arasındadır, doğrusu da budur. Çünkü konu ile ilgili gelmiş sahih söyleyişler bu kanaati desteklemektedir. Meselâ; Abdülmuttalib'e ait şu beyitlerde bu şekilde bir kullanım görüyoruz:

"Allah'ım, senin kulun bir kişi kendi evini barkını himaye eder; Sen de Mescid-i Haram'ının yanında sakin olanları himaye eyle! Ve bugün sen kendi âlini, âl-i salibe ve ona tapanlara karşı muzaffer eyle." Nudbe de şöyle demiştir:

"Ben o atlıyım ki babamın ve âlimin korumam gereken kimselerini korurum Tıpkı senin kendi âlinden olup koruman gerekenleri koruduğun gibi." [172]

 

5- Âl Kelimesinin Aslı:

 

Yine nahivciler bu kelimenin aslının ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptirler. en-Nehhâs bunun aslının "ehl" olduğunu, daha sonra ha'nın elife dönüştürüldüğünü söyler. Bu kelimeden küçültme ismi yapacak olur

sak bunu aslına döndürüp "uheyl" denilir.

el-Mehdevî de der ki: Bunun aslı "evl"dir. Bir başka görüşe göre ise ehl olup ha harfi hemzeye dönüştürülmüştür. Çoğulu ise "âlûn" küçültme ismi ise "uveyl" gelir. el-Kisaînin nakline göre bu böyledir. Başkası ise küçültme isminin "uheyl" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu görüşün en-Nehhas'tan nakledildiğini az önce söyledik. Ebu'l-Hasen b.Keysan ise der ki: "Âl" kelimesini çoğul yapmak istediğimizde "âlûn" deriz. Eğer serab anlamına gelen "âl" kelimesinin çoğulunu yapmak istersek "âvâl" deriz. Mal ve "emvâl"de olduğu gibi. [173]

 

6- Firavun:

 

Firavun kelimesinin muayyen bir kralın adı olduğu söylendiği gibi, Ama-lika krallarından her kralın unvanıdır da denilmiştir. Fars hükümdarlarına Kis-râ, Bizans hükümdarlarına Kayser, Habeşistan hükümdarlarına Necaşî denildiği gibi. Hz. Musa dönemindeki Firavun'un asıl adı ise ehl-i kitabın görüşüne göre "Kabus"dur. Vehb ise şöyle demiştir: Onun adı el-Velid b. Mus'ab b. er-Reyyan'dır. Künyesi Ebû Murra'dır. O Amlik b. Lavez b. İram b. Sam b. Nuh (a.s)'ın soyundan gelir.

es-Süheylî der ki: Kıptüerle Mısır yönetiminin başına gelen herkese Firavun denilir. Firavun asıl itibariyle tstahr halkından bir İranlıdır. el-Mes'udî de der ki: Firavun kelimesine dair arapça bir açıklama bilinememektedir. el-Cevherî de der ki: Firavun, Mısır kralı el-Velid b.Mus'ab'ın lakabı olup, azgın ve zorba, haddi aşan herkese Firavun denilir. Çoğulu "ferâine" gelir. "Tefer'ane" firavunlaşmak demektir. "Ferane sahibi" ise hile, desise ve tuzak kurmak maharetine sahip [174] kimse anlamındadır. Hadis-i şerifte: Bu ümmetin Firavunu bizi yakaladı" denilmektedir. [175]

"Firavun" kelimesi bu âyet-i kerimede mecrur mahallinde olmakla birlikte arapça olmayan (A'cemî) bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir. [176]

 

7- Tadılan Azap:

 

Yüce Allah'ın: "Size ... tattırıyorlar" buyruğunun anlamı, size tattırıyorlar ve sizin kurtulmanıza imkân vermeyecek şekilde bu azaba uğratıyorlar, demektir. Ebû Ubeyde ise, size yüklüyorlar anlamındadır, demiştir. Bir kimse bir başkasına zillet yüklediği takdirde (zillete mecbur ve mahkûm ettiğinde): “” denilir. Amr b. Külsûm'un şu beyiti de bu şekildedir:

"Hükümdar insanları zillete mahkûm etmek isterse,

Biz zelil edilmeyi kabul etmeyiz."

Bir başka açıklamaya göre de "onlar sizi azaplandırmayı sürdürüyorlardı, sürekli kılıyorlardı" anlamındadır, denilmiştir. Çünkü "sevm" kelimesi devamlılık ifade eder. Sürekli meralarda otladığından dolayı otlayan koyunlara "sâime" denilmesi de buradan gelmektedir.

el-Ahfeş der ki: "Size., tattırıyorlar" cümlesi mübteda olmak üzere ref makamındadır. (Yani yeni bir başlangıç cümlesidir). Ayrıca hal olmak üzere nasb makamında da kabul edilir. O takdirde anlamı: "Onlar size azabın en kötüsünü tattırmakta idiler.." şeklinde olur. [177]

 

8- En Kötü Azap:

 

Yüce Allah'ın "azabın en kötüsü" buyruğu, en şiddetli azap demektir. Bunun sürekli ve daimî azap anlamında olması da mümkündür. Sıfat olarak: "Size kötü bir azap tattırıyorlardı" şeklinde anlaşılması da mümkündür.

Rivayete göre Firavun, İsrailoğullannı hizmetçi ve işçi yapmış ve kendisinin işlerini görmek üzere onları gruplara ayırmıştı. Kimisi inşaat yapıyor, kimisi ekip biçiyor, kimisi ise hizmetçilik ediyorlardı. Onun kavmi ise yönetici ve asker idi. İsrailoğullanndan olup da bu işlerden herhangi birisinde çalışmayan kimselere de vergi konuluyordu. İşte azabın kötüsünden kasıt budur. [178]

 

9- Boğazlanan Oğullar ve Hayatta Bırakılan Kadınlar:

 

"Oğullarınızı boğazlayıp" buyruğunun başına atıf vav'ının gelmemesi bunun "azabın en kötüsünü tattırıyorlar" buyruğundan bedel olmasından dolayıdır. Nitekim şair de -Sibeveyh'in nakline göre- (aynı amaçla vav kul-lanmaksızın) şöyle demiştir:

"Ne zaman bize gelir, yurdumuzda bizi ziyaret edersen

Bol odun ve alev alev yanan ateş görürsün."

el-Ferrâ ve başkaları der ki: Burada "oğullarınızı boğazlayıp"dan önce "vav" (ve bağlacı) gelmemesi, yüce Allah'ın daha önce geçen: "Size azabın en kötüsünü tattırıyorlar" buyruğunu açıklamak üzere geldiğinden dolayıdır. Nitekim günlük konuşmamızda: "Topluluk bana geldi, Zeyd ve Amr" der ve "Zeyd" kelimesinden önce ayrıca vav bağlacını kullanmaya gerek görmeyiz. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Kim bunları işlerse o kişi günahımın cezası) ile karşılaşır: CArada ve bağlacı olmaksızın) Kıyamet gününde onun azabı katlanır." (el-Furkan, 25/68-69) İbrahim (a.s) Sûresi'n-de ise bu kelime vav'lı olarak ".. ve oğullarınızı boğazlarlar" (İbrahim, 14/6) şeklindedir. Çünkü orada anlam şöyledir: Onlar sizleri oğullarınızı boğazlayarak da ondan başka şekillerle de azaplandırıyor, işkence ediyorlardı. Orada yüce Allah'ın: "Ve oğullarınızı boğazlıyorlardı" buyruğu azap ve işkencenin bir başka türünü ifade etmektedir. Kendisinden önceki buyruğutefsir etmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Şöyle demek de mümkündür: Burada (yani İbrahim süresindeki âyette) vav, Bakara süresindeki âyet-i kerimenin vav'sız gelmesi dolayısıyla zâid olabilir. Ve kimi zaman bu vav bu şekilde fazladan getirilebilir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Kabilemin alanım geride bırakınca ve karşımıza görününce."

Burada "ve"siz olarak "karşımızda göründü" anlamındadır. Bir başka şair de şöyle demiştir:

Tazim edilen efendi ve kahraman cömerdin oğlu

Ve savaş esnasında birliğin arslanı olan hükümdara..."

Şair burada muazzam, hem kahraman hem cömert, birliğin arslanı, hükümdara demek istemiştir. Bu tür söyleyişler pek çoktur. [179]

 

10- Boğazlamak:

 

Yüce Allah'ın "boğazlayıp" anlamını verdiğimiz “” buyruğunu çoğunluk, çokluk ifade edecek şekilde (b harfini) şeddeli olarak okumuştur. İbn Muhaysın#ise boğazlarlar anlamını verecek şekilde be harfini üstün olarak: “” okumuştur.

Boğazlamak (anlamına gelen): ez Zebh: Yarmak demektir. ez-Zibh ise boğazlanmış demektir. ez-Zubâh ise parmak diplerindeki çatlaklık anlamındadır. Testinin üstünün açılması anlamında kullanıldığı gibi, mihraplar anlamına "el-Mezâbih" kelimesi kullanılır. Bu ise, "mezbah" kelimesinin çoğuludur. Mezbah ise, gelen sellerin yerde yarık açması anlamındadır. Bir karış ve bu civardaki bu tür çatlaklıklara bu isim verilir. Sa'd ez-Zabih, adı Sa'd olan meşhurlardan birisidir.

Firavun küçük çocukları boğazlıyor, kız çocukları hayatta bırakıyordu. Âyet-i kerimede (kadın anlamına gelen "nisa -mealde kızlar") ifadesi kızların nihayette kadın olmaları dolayısıyla kullanılmıştır.

Bir kesim de şöyle demiştir: "Oğullarınızı boğazlayıp" buyruğundan kasıt erkeklerinizi keserler demektir. Onlara "oğullar" denilmesi bir zamanlar öyle oldukları içindir. Bu görüşü ileri süren kimse ise "kadınlarınız" kelimesinin kullanılışını delil gösterir.

Ancak birinci açıklama daha doğrudur. Çünkü öncelikle anlaşılan budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [180]

 

11- Zalimin Emriyle Zulmedenin Durumu:

 

Burada işlenen bu zalimce fiilin, Firavun hanedanına nisbet edilme sebebi -onun emriyle ve onun otoritesinden güç alarak- bu işi bizzat yapmalarından dolayı ve doğrudan bu fiili işleyen kimsenin yaptığı bu işinden dolayı sorumlu tutulacağının bilinmesi içindir. Taberî der ki: İfadenin bu şekilde olması şunu gerektirir: Bir zalim, birisine herhangi bir kişiyi öldürme emrini verse, emrolunan kişi de o şahsı öldürse öldüren kişi bundan sorumlu tutulur.

Derim ki: Bu mes'ele hakkında ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır: Zalim ile katil birlikte öldürülürler. Zalim emir verdiği için katil de fiilen bu işi işlediği için öldürülür. en-Nehaî'nin görüşü böyledir. Bu görüşü Şafiî ve Mâlik de mes'elenin durumuna göre kabul etmişlerdir. Şafiî der ki: Hükümdar bir kimseye birisini öldürme emrini verse emrolunan kişi de hükümdarın öldürme emrini haksızca verdiğini bilse, emri yerine getirene de hükümdara da birlikte kısas uygulanır. Eğer hükümdar öldürmek üzere emrolunanı zor-lasa ve onun haksızca kendisini öldüreceğini bilir ise, o takdirde hükümdara kısas uygulanır, emrolunan kişi hakkında ise iki görüş vardır. Birisine göre ona da kısas uygulanır, diğer görüşe göre kısas yoktur, fakat yarım diyet öder. İmam Şafiî'nin bu görüşlerini İbnu'l-Münzir kaydetmiştir.

Bizim (Mâlikî mezhebi) âlimlerimiz ise şöyle demektedirler: Emrolunan kişi ya hükümdar veya kölenin efendisine karşı durumunda olduğu gibi itaat etmesi gereken ve kötülüğünden korktuğu kimsenin emriyle yapmıştır. O takdirde her ikisine de kısas uygulanır veya itaat etmesi gerekmemektedir. Bu durumda emreden değil de sadece cinayeti fiilen işleyen kişi öldürülür. Babanın çocuğuna, öğretmenin öğrettiği öğrencilerine, sanatkârın ergenlik yaşına gelmemiş çıraklarına emretmesi halinde olduğu gibi. Eğer emrolunan kişi, ergenlik yaşına gelmemiş ise, emreden kişi öldürülür, küçüğün akilesi ise yarım diyet öder.

İbn Nafi der ki: Efendi -Arap olmasa dahi- bir kölesine bir insanı öldürmesini emredecek olursa öldürülmez. İbn Habib der ki: Ben İbnü'1-Ka-sım'ın görüşünü kabul ederek her ikisinin de öldürüleceğini söylüyorum. Emre uymaması halinde emrolunana bir zarar geleceğinden korkutmayacak olur ise böyle bir öldürme ikrah kapsamına sokulmaz, aksine emrolunan kişi öldürülür, emreden kişi öldürülmez. Buna karşılık emreden kişi dövülür ve hapsedilir.

İmam Ahmed, kölesine bir başkasını öldürme emri veren kişi hakkında efendinin öldürüleceğini söylemiştir. Bu görüş Ali b. Ebi Talib ve Ebû Hu-reyre (r. anhuma)dan rivayet edilmiştir. Hz. Ali ayrıca der ki: Köle de hapse atılır. İmam Ahmed der ki: Köle hapsedilir, dövülür ve te'dib edilir. es-Sev-rî der ki: Efendiye ta'zir cezası verilir. el-Hakem ve Hammad der ki: Köle öldürülür. Katade der ki: İkisi de birlikte öldürülür.

Ayrıca Şafiî şöyle demiştir: Eğer köle fasih (Arapçayı anlayan) ve aklı eren bir kimse ise öldürülür, efendi ise cezalandırılır. Eğer köle Arap değil ise (Arapça bilmiyor ise) o takdirde efendiye kısas uygulanır. [181]

Süleyman b. Mûsâ der ki: Emreden kişi öldürülmez, fakat elleri kesilir, sonra da cezalandırılır ve hapsedilir. Bu da ikinci görüştür ve emrolunan kişi ise fiilen cinayet işlediğinden dolayı öldürülür.

Ata, Hakem, Hammad, Şafiî, Ahmed ve İshak da başkasını öldürmeyi emreden kişi hakkında böyle söylemişlerdir. Bunu da İbnu'l-Münzir zikretmiştir.

Zufer ise şöyle demiştir: Bunlardan herhangi birisi öldürülmez. Bu da üçüncü görüştür. Züfer'in bu görüşünü Ebul Meali el-Burhan adlı eserinde nakletmiştir. Züfer'in görüşüne göre emreden kişi de cinayeti fiilen işleyen kişi de bağımsız olarak kısas uygulanacak durumda değildirler. Bundan dolayı onların hiç birisi öldürülmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [182]

 

12- Firavun'un Erkek Çocukları Boğazlama Sebebi:

 

Cumhur (az önce de belirtildiği gibi): “” kelimesini "be" harfini şeddeli olarak okur. İbn Muhaysin ise şeddesiz olarak okur. Ancak birinci okuyuş şekli daha uygundur. Çünkü bu boğazlama işi defalarca tekrarlanmış bir olaydır. Rivayet edildiğine göre şöyle bir rüya görmüştü: Beytü'l-Makdis'ten çıkan bir ateş gelir ve Mısır'ın evlerini yakar. Onun gördüğü bu rüya şöyle yorumlanmıştı: İsrailoğulları arasında doğacak çocuk büyüyecek ve Firavunun mülkü onun eliyle yıkılacaktır. Çocukların boğazlanmasına dair başka açıklamalar da yapılmıştır. Bu açıklamaların ihtiva ettiği mana da birbirine yakındır. [183]

 

13- Belâ ve İmtihan:

 

Yüce Allah'ın: "Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır" buyruğu sözü geçen bütün işlere işarettir. Çünkü bu buyruk haberdir ve hali hazırda bulunan tek bir işin durumunu bildiriyor gibidir. Yani onların bu işi yapmaları sizin için büyük bir imtihandır, denemedir. "Belâ" kelimesi ni'met demektir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda da bu kökten gelen kelime bu anlamda kullanılmıştır: "O mü'minleri kendi lütfuyla güzel bir belâ ile denemek için (bunu yaptı)." (el-Enfal, 8/17) (Burada belâ kelimesi ni'met anlamındadır.)

Ebû'l Heysem der ki: Belâ iyi de olabilir, kötü de olabilir. Bunun asıl anlamı mihnet (sınama) demektir. Yüce Allah kulunu onun şükrünü sınamak üzere iyiliklerle ibtilâ ettiği gibi, sabrını sınamak üzere hoşuna gitmeyen şeylerle de ibtilâ eder. O bakımdan iyi olana da, güzel olana da belâ, kötü olana da belâ denilmiştir. Bunu el-Herevî zikretmiştir.

Başkaları ise şöyle demiştir: "Bunda" ifadesi ile İsrailoğullannın kurtarılmalarına işaret edilmiştir. Buna göre burada sözü geçen belâ hayırlı işlerde olmuş demektir. Yani sizin kurtarılışınız Allah'ın üzerinizdeki büyük bir ni'metidir, demektir.

Cumhurun görüşüne göre ise "bunda" ile boğazlama ve benzeri şeylere işaret edilmektedir. O vakit burada "belâ" kötü şeyler demektir. Anlamı da şöyle olur: Çocuklarınızın boğazlanmasında hoşunuza gitmeyecek ve ağır bir imtihan vardır. İbn Keysân da der ki: Hayırlı şeyler hakkında -hemzeli olarak- “” şeklinde kullanıldığı gibi, hemzesiz olarak “” şeklinde de kullanılır demiş ve her iki şekliyle kullanıldığı şu beyiti örnek göstermiştir:

"Onların size yaptıklarına Allah, iyilikle karşılık verdi

Ve onun mükafat olarak verdiği en hayırlı belâ ile ibtila etti."

Çoğunluğun görüşüne göre ise, hayırlı şeyler hakkında "hemzeli" olarak kullanılacağı kötülük hakkında da "hemzesiz" kullanılacağı ifade edilmektedir. Denemek ve sınamak ile ilgili olarak da "ibtila" ve “” şekli kullanılır. Bunu da en-Nehhas nakletmiştir. [184]

 

50. Hani Biz, sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış, Firavun hanedanını ise kendiniz görüp dururken suda boğmuştuk.

 

Boğulanlar ve Kurtulanlar:[185]

 

"Hani Biz, sizin için denizi yarıp sizi kurtarmıştık.'' Deniz yarılmış, her bir tarafı kocaman bir dağ gibi olmuştu. Ayet-i kerimede geçen "fark" ayırmak demektir. Saçın ayrıldığı yere de "fark" denildiği gibi, Furkân kelimesi de bu kökten gelmektedir. Çünkü Furkân hak ile batılı birbirinden ayırır. Yüce Allah'ın: "Tam anlamıyla ayırdedenlere.." (el-Mürselât, 77/4) buyruğu da bu anlamdadır. Kasıt hakkı batıldan ayırdeden buyrukları indiren meleklerdir. "Furkân günü" (el-Enfal, 8/41) kelimesi de bu kökten gelmektdir. Furkân gününden kasıt ise Bedir günüdür. Çünkü o günde hak ile batıl birbirinden ayırdedilmiştir. "Biz, bunu bir Kur'an olarak (âyet âyet) ayırdık" (el-İsra, 17/106); yani onun hükümlerini etraflı bir şekilde açıkladık ve sapasağlam kıldık. ez-Zührî ise bu kelimeyi -r harfini şeddeli olarak- “” şeklinde okumuştur. Biz onu kısım kısım kıldık, anlamındadır.

Ayet-i kerimede geçen “” kelimesinde yer alan "be" harfi "lam" anlamındadır. Yani "... sizin için..." anlamındadır. (MeaPde olduğu gibi.) Bir görüşe göre ise buradaki bu harf yerindedir ve kendi anlamındadır. Yani sizin denize girmenizle birlikte biz denizi ayırdık. Yani İsrailoğullan iki su arasında yol aldılar ve onlar vasıtasıyla sular ayrılmış oldu. Bu daha güzel bir açıklamadır ve bunu bir başka yerde geçen "Deniz (ikiye) ayrılıp..." (eş-Şuara, 26/63) buyruğu açıklamaktadır.

"Deniz (el-Bahr)"ın ne olduğu bilinmektedir. Ona bu adın verilmesi genişliği dolayısıyladır: Attığı adımları geniş, yani adımların arasındaki mesafe pek çok olan at hakkında "feresun bahrun" denilir. Peygamber efendimizin Ebû Talha'nın atı Mendup hakkında: "Biz onu bir deniz (bahr) bulduk." [186] hadisi de bunu ifade etmektedir. Bu kelime aynı zamanda tuzlu su anlamına da gelir. Suyun tuzu arttığı zaman da bu kökten gelen kelime kullanılır. Şair Nusayb der ki:

"Yerin suyu denize döndü ve bu artırdı

Hastalığımı tatlı sular tuzlu oldu diye."

Bahr aynı zamanda belde anlamına da kullanılır. Beldemiz anlamında "bu bizim bahnmızdır" denir. el-Umevî der ki: Bahr, insanın yakalandığı sülâl (verem ve benzeri ciğer hastalıkları) demektir. Bu kelime, "açık ve belirgin" kaya vb. gibi şeyler hakkında da kullanılır.

Ka'b el-Ahbar'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah'ın Sandafâyil adında bir meleği vardır. Bütün denizler onun baş parmağının küçük bir çukuru içindedir. Bunu Ebû Nuaym, Sevr b. Yezid, o Halid b. Ma'dân, o da Ka'b yoluyla rivayet etmiştir. [187]

 

Kurtulanlar ve Boğulanlar:

 

Yüce Allah'ın: "Sizi kurtarmıştık" buyruğu yani sizi o denizden salimen çıkarmıştık, demektir. Kurtardım, anlamında “” ile “” şekilleri kullanılır. Her iki şekilde, de okunmuştur. Bir önceki âyet-i kerimede “” şeklinde, bu âyet-i kerimede de “” şeklinde gelmiştir. Ayet-i kerimedeki "Firavun hanedanını ise., suda boğmuştuk." “” suda boğuldu, demektir. Suda boğulana da “” denilir. Ebû Necm'in şu mısraında olduğu gibi:

".... kimisi öldürülmüş, kimisi su üstünde kimisi de suda boğulmuştu."

Başkası tarafından suda boğulanı anlatmak üzere “” ile “” denilir. Başkası tarafından bu şekilde boğularak öldürülen kimse hakkında da “” denilir. Meselâ, gümüş ile süslenmiş bir yulara “” denilir.  “” öldürmek demektir. el-A'şa der ki:

"Keşke Kays'ı ebeler öldürmüş olsaydı."

Çünkü ebeler kıtlık yıllarında erkek olsun dişi olsun yeni doğan çocuğu eşi ile birlikte gelen suda boğar öldürürdü. Daha sonra her türlü öldürme işine bu şekilde "tağrîk" denilir oldu.

"Genç, dişi gebe develer ikinci yavrusunu eşinin suyunda boğarlarsa

Uçsuz bucaksız çöllerde artık henüz hilkati tamamlanmamış ölü yavrusuna şefkati (hiç) olmaz."

Yavrusuna karşı şefkatli olmayışının sebebi ise ona gebe kaldığı sürece çektiği sıkıntı ve yorgunluklardır. [188]

 

Îsrailoğullarının Kurtarılması İle İlgili Görüşler:

 

Taberî'nin naklettiğine göre Mûsâ (a.s), Mısır topraklarından geceleyin İs-railoğullarını alıp yürümesini emreden bir vahiy almıştı. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, Kıptîlerden süs ve diğer eşyalarını ariyet olarak almalarını emretti. Allah, bunu İsrailoğullarına helâl kılmıştı. Hz. Mûsâ, gecenin bastırması ile birlikte onlarla yola koyuldu. Firavun bunu haber alınca, horozlar ötmeye başlamadıkça kimse onların arkasından gitmesin, dedi. O gece Mısır'da hiç bir horoz ötmedi. Allah, o gece Kıptîlerin birçok çocuğunun canını aldı. Bunun üzerine çocuklarını defnetmek işleriyle uğraştılar ve arkasından güneşin doğduğu sırada onları takib etmeye koyuldular. Nitekim yüce Allah: "Güneş doğarken onların ardından gittiler" (eş-Şuara, 26/60) diye buyurmaktadır. Hz. Mûsâ da denize ulaşıncaya kadar denize doğru ilerledi. O sırada îsrailoğullarının sayısı altıyüz bin kişiye yakındı. Firavun ile birlikte bulunanların sayısı ise bir milyon ikiyüz bin kişi idi. Firavunun Hz. Musa'nın arkasında bir milyon atlı ile gittiği ve kısraklıların bu sayının dışında olduğu belirtilmiştir. Denildiğine göre İsrail -ki Ya'kub aleyhisselâmdır- Mısır'a çocukları ve torunlarından oluşan yetmiş altı kişi ile birlikte girmişti. Yüce Allah, onların sayılarını çoğaltmış, soyundan gelenlerin bereketini artırmıştı. Nihâyet Firavun'dan kaçtıkları günü denize çıktıklarında yaşlılar, çocuklar ve kadınların dışında altıyüzbin savaşçı idiler.

Ebû Bekr Abdullah b. Muhammed b. Ebi Şeybe der ki: Bize Şebabe b. Sev-var, Yunus b. Ebi İshak'tan, o Ebû İshak'tan, o Amr b. Meymun'dan, o Abdullah b. Mes'ud'dan rivayet ettiğine göre Mûsâ (a.s) İsrailoğullarını geceleyin yola koyulduğu sırada, Firavun'a bu durumun haberi ulaştı. O bir koyunun kesilmesini emretti, sonra da şöyle dedi: Allah'a yemin ederim bu koyunun yüzülmesi daha bitmeden önce huzurumda Kıptî altıyüzbin kişi toplanıp gelecektir. Hz. Mûsâ da denize varıncaya kadar yoluna devam etti. Denize: "ayrıl" dedi. Deniz ona: Ey Mûsâ, sen oldukça büyüktendin. Ben Ade-moğlundan kime ayrıldım ki senin için ayrılayım? O sırada Mûsâ ile birlikte atı olan bir adam vardı. Bu adam ona: Ey Allah'ın peygamberi, sana hangi tarafa doğru gitme emri verildi? diye sorunca Hz. Mûsâ ona: Bana bu yöne gitmekten başka bir yere gitmek üzere emir verilmiş değildir, dedi. Bunun üzerine adam, atını denize sürdü, denizde bir süre yüzüp çıktı. Tekrar: Ey Allah'ın peygamberi hangi tarafa gitmek üzere sana emir verildi? deyince yine Hz. Mûsâ: Bana bu taraftan başka bir yere gitmeme dair emir verilmiş değildir, dedi. Adam: Allah'a yemin ederim yalan söylemediğin gibi sen yalan-lanmazsın da. Sonra ikinci bir defa atını denize sürdü ve denizden çıkıncaya kadar yüzmeye devam etti. Yine: Ey Allah'ın peygamberi, hangi tarafa gitmek üzere sana emir verildi? diye sorunca Hz. Mûsâ: Bana bu yöne gitmekten başka bir tarafa gitmem emredilmiş değildir, dedi. Adam yine, Allah'a yemin ederim yalan söylemediğin gibi sen yalanlanmazsın, dedi. Bunun üzerine Allah Hz. Musa'ya: "Asan ile denize vur" (eş-Şuara, 26/63) diye vahyet-ti. Hz. Mûsâ asasını denize vurunca "ardından deniz ikiye ayrıldı, her bir tarafı büyük bir dağ gibioldu." (eş-Şuara, 26/63) Deniz de on iki sıbt (kol) için on iki kola ayrıldı. Her bir kolun bir yolu vardı ve birbirlerini de görüyorlardı. Şöyle ki denizin kollarının arasından delikler ve pencereler oldu ve birbirlerini bu delik ve pencerelerden görebiliyorlardı. Hz. Mûsâ ve beraberindekiler oradan çıkıp, Firavun ile birlikte bulunanlarsa dikilip kalınca deniz onların üzerlerine kapandı ve onları suda boğdu.

Anlatıldığına göre bu deniz Kızıldenizdir. Hz. Mûsâ ile birlikte atı üzerinde bulunan adam ise onun yanındaki genç delikanlı Yûşâ b. Nûn idi. Şanı yüce Allah da denize: Sana asası ile vurduğu vakit Mûsâ için ayni, diye emir verdi. Deniz, o geceyi çalkalanarak geçirdi. Sabah olunca Mûsâ denize vurdu ve Hz. Mûsâ denize: Ebû Halid künyesini verdi. Bunu da İbn Ebî Şeybe zikretmiştir.

Müfessirler bu hususa dair pek çok kıssalar zikrederler. Bizim zikrettiğimiz bu miktar ise yeterlidir. Aynca Yunus[189] ve Şuarâ[190] sûrelerinde -yüce Allah'ın izniyle- daha fazla açıklamalar da gelecektir. [191]

 

Hz. Mûsâ ve Beraberindekilerin Kurtuldukları Diğerlerinin de Boğuldukları Gün:

(10 Muharrem, Âşûrâ Günü):

 

Yüce Allab İsrailoğullarının kurtuluşunu, Firavun hanedanının suda bo-ğuluşunu şözkonusu ettiği halde, bunun hangi gün gerçekleştiğini zikretme-mektedir. Müslim'in İbn Abbâs'tan rivayetine göre, Rasulullah Medine'ye gel

diğinde Yahudilerin âşûrâ günü oruç tuttuklarını görür. Rasulullah (s.a) onlara: "Oruçla geçirdiğiniz bu günün mahiyeti nedir" diye sorar, onlar: Bu büyük bir gündür, derler. Bu günde Allah, Mûsâ ve kavmini kurtarmıştır. Firavun ve kavmini ise suda boğmuştur. Mûsâ şükür olmak üzere bugün oruç tuttu, o bakımdan biz de bugünü oruçlu geçiriyoruz. Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Biz Musa'ya sizden daha yakınız ve ona daha layıkız." Hz. Peygamber bu gün oruç tuttuğu gibi oruçla geçirilmesini de emretti. [192]

Bu hadisi, Buhârî de İbn Abbâs'tan rivayet etmiş ve Peygamber (s.a)'ın ashabına: "Sizler Musa'ya bunlardan daha yakınsınız, o bakımdan oruç tutunuz" diye emir buyurmuştur. [193]

 

Âşurâ Günü Orucu:

 

Bu hadis-i şeriflerin zahiri, Peygamber (s.a)'ın aşure günü orucunu tuttuğunu ve bu günün oruçla geçirilmesini emrettiğini göstermektedir. Bu emri yahudilerin kendisine haber vermesi üzerine Hz. Musa'ya uymak üzere vermiş görünmektedir. Ancak durum böyle değildir. Çünkü Hz. Aişe (r.anhâ) şöyle demiştir: Aşure gününde Kureyşliler cahiliyye döneminde oruç tutarlardı. Rasulullah (s.a) da cahiliyye döneminde yine bu günde oruç tutardı. Medine'ye geldiğinde bu günde oruç tuttuğu gibi aynı şekilde ashabına da oruç tutmalarını emretti. Ramazan orucu farz kılınınca Hz. Peygamber aşura günü orucunu terketti, dileyen onu tutar, dileyen terkeder. Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmişlerdir. [194]

Denilse ki: Kureyşlilerin bu günü yahudilerin kendilerine haber vermeleri üzerine tutmuş olmaları da mümkündür. Çünkü Kureyşliler yahudilerin anlattıklarını dinler, onlardan bilgi alırlardı. Çünkü Kureyşlilere göre yahudiler, ilim sahibi kimselerdi. Buna dayanarak Peygamber (s.a) da bu günü cahiliyye döneminde yani henüz Mekke'de iken oruçla geçirmişti. Medine'ye gelince yahudilerin de bu günde oruç tuttuklarını görünce: "Bizler size göre Musa'ya daha yakınız, daha öncelikliyiz" demiş ve Hz. Musa'ya tabi olarak bu günü oruçla geçirmiş, ayrıca bu günde oruç tutulmasını da emretmişti. Bu konudaki emrini de pekiştirmişti.. O kadar ki küçük çocuklar dahi bu günde oruç tutarlarmış.

Buna karşılık cevabımız şu olur: Bu, Peygamber (s.a) belki de Hz. Musa'nın şeriatine uygun ibadet eder idi, diyenlerin bir şüphesidir. Durum böyle değildir. Nitekim bu hususu ileride yüce Allah'ın: "O halde sen de onların hidâyetlerine uy" (el-En'am, 6/90) buyruğuna dair açıklamalarda bulunurken bir daha ele alacağız. [195]

 

Aşura Günü Muharrem'in Kaçıncı Günüdür?:

 

Aşure gününün Muharrem'in dokuzuncu günü mü, onuncu günü mü olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İmam Şafiî, dokuzuncu günü olduğu kanaatindedir. Çünkü el-Hakem el-A'rec'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: İbn Abbâs (r. anhuma)'ın yanına Zemzem kuyusu yakınında cübbesine yaslanmış olduğu bir sırada vardım ve ona: Aşure günü orucu hakkında bana bilgi ver dedim, şöyle dedi: Muharrem hilalini görünce saymaya başla ve dokuzuncu günü oruçlu sabahla. Ben: Muhammed (s.a) bu günü bu şekilde mi oruçlu geçirirdi, diye sordum, o: Evet, dedi. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [196]

Said b. el-Müseyyeb, Hasan-ı Basrî, Mâlik ve seleften bir topluluk onuncu günü olduğu kanaatindedir. Tirmizî (sözü geçen) bu el-Hakem'in rivayet ettiği hadisi zikretmiş fakat sahih ve hasen olmakla nitelendirmeksizin arkasından şöyle demiştir:

Bize Kuteybe bildirdi. Bize Abdülvaris Yunus'tan bildirdi. Yunus el-Ha-sen'den o İbn Abbâs'tan rivayetle dedi ki: Rasulullah (s.a) aşure günü yani onuncu günü oruç tutmamızı emretti. Ebû İsa (Tirmizî) der ki: İbn Abbâs'ın hadisi hasen, şahin bir hadistir. Tirmizî der ki: İbn Abbâs'tan da dokuz ve onuncu günü oruç tutunuz, böylelikle yahudilere muhalefet ediniz, dediği de rivayet edilmiştir. Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve İshak'ın görüşleri bu hadise uygundur. [197] Tirmizî'den başkaları ise şöyle demiştir: İbn Abbâs'ın soru sorana: "Sen günleri say ve dokuzuncu günü oruçlu sabahla" derken, bu ifadesinde onuncu günü orucunu terketmeye dair bir delil yoktur. Aksine dokuzuncu günü onuncu gün ile birlikte oruç tutmayı istemiştir. Bu görüşte olanlar derler ki: Buna göre bu iki günde oruç tutulduğu takdirde konu ile ilgili hadisler bir arada, cem'edilmiş (ikisi gereğince amel edilmiş, te'lif edilmiş) olur. el-Hakem'in İbn Abbâs'a: Muhammed (s.a) bu günde bu şekilde mi oruç tutardı? diye sorması üzerine İbn Abas'ın: Evet demesinin anlamı, eğer yaşamış olsaydı öyle tutardı, demektir. Yoksa Peygamber (s.a) hiçbir zaman dokuzuncu günü oruç tutmuş değildir. Nitekim bunu İbn Mace'nin Sünen'inde, Müslim'in de Sahih'inde İbn Abbâs'tan rivayet ettikleri şu hadis böylece açıklamaktadır. İbn Abbâs der ki: Rasulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Eğer gelecek sene hayatta kalacak olursam dokuzuncu günü oruç tutarım. "[198]

 

Âşurâ Günü Orucunun Fazileti:

 

Ebû Katade'den gelen rivayete göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Aşure günü oruç tutmanın geçen senenin günahlarının bağışlanmasına vesile olacağını Allah'tan ümid ederim." Bu hadisi Müslim ve Tirmizî rivayet etmiş olup Tirmizî şöyle demiştir: Bizler Hz. Peygamber'in Ebû Katade'den gelen bu hadis-i şerif dışında herhangi bir rivayette: "Aşure günü orucunu tutmak bir senenin günahlarına keffarettir" dediğini bilmiyoruz. [199]

 

İsrailoğullarının Gözleri Önünde Boğulan Firavun:

 

Yüce Allah'ın: "Kendiniz görüp dururken" buyruğu hal konumunda bir cümledir. Yani gözlerinizle görüp dururken demektir. Denildiğine göre İsrailoğulları, Firavun hanedanının suyun üstüne çıktıklarını ve onların su

da boğulmakta olduklarını görürken kendilerinin de kurtulduklarını gördüler. Bu ise çok büyük bir lütuftur. Şöyle de denilmiştir: Firavun hanedanını gözleriyle görünceye kadar boğuldukları suyun üstüne çıkarıldılar. Bu ise lütuf üstüne bir lütuftur. Yine denildiğine göre "siz görüp dururken" buyruğu, ibret gözüyle bakarken demektir. Çünkü İsrailoğulları gözleriyle durup bakamayacak kadar meşgul idiler.

Bir diğer açıklamaya göre, bunun anlamı şudur: Eğer siz bakmış olsaydınız, bakanın durumunda olurdunuz. Meselâ, görmüş ve işitmiş gibisin, demek böyledir. Yani dilediğin takdirde sen bunu görüp işitebilecek haldesin. Bu ve birinci görüş İsrailoğullarının durumlarına daha uygun görünmektedir. Çünkü denizden çıktıktan sonra İsrailoğullannın ibret almamalan ardı arkasına gelmiş olaylarla ortaya çıkmıştır. Yüce Allah, onları boğulmaktan kurtarıp düş-manlannı suda boğunca: Ey Mûsâ, Firavun'un suda boğulduğuna bir türlü kalpten inanamıyoruz, dediler. Nihayet yüce Allah, denize emir buyurdu, deniz onu kenara attı ve gözleriyle ona bakıp durdular.

Ebû Bekr b. Ebi Şeybe, Kays b. Ubad'dan naklettiğine göre İsrailoğulları: Firavun ölmedi, o hiçbir zaman da ölecek değildir, deyince yüce Allah, onların yüce peygamberini yalanladıklarını işitir işitmez, Firavun'u kırmızı bir öküzmüş gibi İsrailoğullarının gözleri önünde görecekleri bir şekilde denizin kıyısına attı. Onun boğulduğundan emin olup da kara yoluyla Firavun'un bulunduğu şehirlere gittiler ve nihayet onun hazinelerini taşıdılar, ni'metlere gömüldüler. Bu esnada kendilerine ait olan birtakım putların önünde ibadet eden bir topluluk gördüler. Bunun üzerine Hz. Musa'ya: Ey Mûsâ, bunların putları olduğu gibi sen de bize bir ilah yap, dediler. Hz. Mûsâ bundan dolayı onları azarlayıp şöyle dedi: O sizleri bütün alemlere -yani kendi çağlanndaki alemlere- üstün kılmış iken ben sizin için Allah'tan başka bir ilâh mı arayayım, dedi ve kendilerine atalannın yurtlan olan Arz-ı Mukaddese doğru yol almalarını ve Firavun'un ülkesinin pisliklerinden arınmalarını emretti. O sırada Arz-ı Mukaddes zorba bir topluluğun elinde bulunuyordu ve o araziye egemenlik kurmuşlardı. İsrailoğulları bu zorbaları Arz-ı Mukaddes'ten savaşmak yoluyla çıkarmak gereğini duydular ve bunun üzerine Hz. Musa'ya şöyle dediler: Sen bizi bu zorbalara kartalın avından aldığı bir lokma gibi sunmak mı istiyorsun? Eğer sen bizleri Firavun'un elinde bırakmış olsaydın bu bizim için daha hayırlı olurdu. Hz. Musa'nın onlara: "Kavmim, Allah'ın sizin için yazdığı (takdir ettiği) Arz-ı Mukaddese gidin.." (el-Maide, 5/21)dediğini ifade eden buyruğu ile başlayan ve: "... oturucularız." (el-Maide, 5/24) buyruğuna kadar devam eden bir konuşma aralarında geçti. Nihayet Hz. Mûsâ onlara beddua etti ve onları "fasıklar" (el-Maide, 5/25) diye adlandırdı. Ceza olmak üzere Tih'de kırk yıl kaldılar. Daha sonra yüce Allah onlara merhamet buyurdu. İleride de açıklanacağı üzere onlara Selvayı indirmekle, bulutlarla gölgelendirmekle lütufta bulundu. Daha sonra Hz. Mûsâ Tûr-i Sina'ya, onlara Tevrat'ı getirmek üzere gitti. Bu sırada ise onlar -yine ileride[200] açıklanacağı üzere- buzağıyı rab edindiler. Arkasından onlara ileride geleceği üzere: Beyt-i Makdis'e varınız. Haydi secde ederek giriniz ve girerken hitta deyiniz, denildi.

Hz. Mûsâ çok utangaç ve tesettüre çokça riâyet eden bir kimse idi. Onlar o bakımdan: Hayaları şişkindir, dediler. Guslettiği bir sırada elbiselerini taşın üzerine koymuştu. Bu taş elbisesini alıp İsrailoğullarının oturdukları bir yere kadar sürükledi. Hz. Mûsâ ise çıplak ve: Ey taş, elbisemi ver, diyerek arkasından gidiyordu. İşte ileride de açıklanacağı üzere [201] yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, Musa'ya eziyet edenler gibi olmayın, Allah onu onların dedikleri şeylerden temize çıkardı..." (el-Ahzab, 33/69) buyruğunda anlatılan budur.

Daha sonra Hz. Hârûn vefat edince, Hz. Musa'ya: Harun'u sen öldürdün ve sen onu kıskandın dediler. Nihayet melekler, üzerinde vefat etmiş haliyle Hz. Hârûn bulunduğu halde Hz. Harun'u tahtıyla beraber getirdiler. -Bu husus da Maide sûresinde gelecektir-[202] Arkasından Hz. Musa'dan sundukları kurbanların kabul edildiklerine dair kendilerine bir âyet (alamet) vermesini istediler. Bunun üzerine semadan bir ateş geliyor onların kurbanlarını kabul ediyordu. Arkasından Hz. Musa'dan: Dünyada günahlarımızın ne şekilde keffaret edileceğini bize açıkla, diye talepte bulundular. O bakımdan herhangi bir günah işleyen bir kimse sabah olunca kapısının üzerinde: "Sen şu günahı işledin, bunun keffareti ise şu azanı kesmendir" diye bir yazı görür ve burada kesmesi gereken organı belirtilirdi. Kendisine idrar bulaşan bir kimse orayı kesmedikçe ve derisini vücudundan ayırmadıkça o bölge temiz olmazdı. Daha sonra bunlar Tevrat'ı değiştirdiler, Allah'a yalan ve iftiralar uydurdular, elleriyle kitap yazdılar ve bunu basit bir bedele değiştiler. Sonunda peygamberlerini ve rasullerini öldürdüler.

İşte dinlerine karşı tutumları ve güzel olmayan ahlaklanyla Rablerine karşı davranışları bu şekilde idi. İleride bütün bu hususlara dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle yeri geldikçe etraflı bir şekilde gelecektir.[203]

 

Israiloğullannın Haberleri Muhammed (sav)'ın Nübüvvetinin Delilidir:

 

Taberî der ki: Kur'an-ı Kerim'in Muhammed (s.a)'e indirdiği vahiylerle, Araplar tarafından bilinmeyen ve ancak İsrailoğullannın başından geçmiş bulunan bu gaybî haberleri bildirmesi, İsrailoğulları yanında onlara karşı Muhammed (s.a)'ın peygamberliğini ispat eden açık bir delildir.

 

51. Hani Biz, Musa'ya kırk gece va'detmiştik. Sonradan siz onun ardından -zalimler olarak- buzağıyı (ilah) edindiniz.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

 

1- "Va'detmek" Kelimesinin Kıraat Farkı ve Açıklaması:

 

Yüce Allah'ın: "Hani Biz, Musa'ya kırk gece va'detmiştik" buyruğunda yer alan ve "va'detmiştik" “” kelimesini Ebû Amr elifsiz olarak “” şeklinde okumuştur. Bu okuyuşu Ebû Ubeyd seçip tercih etmiş ve elifli okuyuşu kabul etmeyerek şöyle demiştir: Çünkü elifli kullanım (karşılıklı va'dleşmeyi ifade ettiğinden dolayı) insanlar tarafından yapılan bir iştir. Yüce Allah tek başına va'deder ve vaîdde bulunur (tehdid eder.) Kur'an-ı Ke-rim'de bu kelimenin Allah hakkında bu şekilde kullanıldığını görüyoruz. Yüce Allah'ın bütün buyruklarında bu böyledir: "O, size hak va'dinde bulunmuştur." (İbrahim, 14/22); "Allah sizden iman edip salih amel işleyenleri mutlaka halife yapmayı va'detti." (en-Nur, 24/55); "Hani o vakit, Allah size o iki taifeden birinin sizin olacağını va'detmişti." (el-Enfal, 8/7)

Mekkî der ki: Aynı şekilde lafzın zahirinden yüce Allah tarafından Hz. Musa'ya bir va'dde bulunulduğu anlaşılmaktadır. Hz. Musa'nın buna karşılık herhangi bir va'dinin olduğu ifadesi yoktur. Dolayısıyla bu (iki taraftan va'd ifade eden) kelimenin tek bir kişi tarafından va'dedildiği şeklinde anlaşılması gerekir. Nassın zahirinden anlaşıldığına göre fiil yalnızca yüce Allah'a izafe edilmektedir. Bu ise el-Hasen'in, Ebû Recâ, Ebû Cafer, Şeybe ve İsa b. Ömer'in de kıraatidir. Ayrıca Katade ile İbn Ebi İshak da böyle okumuştur.

Ebû Hatim der ki: Bize göre okuyuş genel olarak elif'sizdir. Çünkü elif li okuyuş (muvâ'ada; vaidleşme) çoğunlukla birbirine denk iki insan arasında olur. Onların her birisi karşı tarafa bir vaadde bulunur.

el-Cevherî der ki: Mîad: Karşılıklı vaidleşmek, sözleşilen vakit ve sözle-şilen yer demektir. Yine Mekki der ki: Muvâade aslında karşılıklı olarak yapılır. Ancak kimi zaman bu kip (mufaale) Arap dilinde tek kişi tarafından yapılan işi ifade etmek üzere de kullanılır. Aynı vezinde Araplar: Ayakkabıyı çekiçle döğdüm, hastayı tedavi ettim, hırsızı cezalandırdım derler. (Kullandıkları kip karşılıklı olarak iki kişinin yaptığı işi ifade etmek için öngörülmüş olmakla birlikte) bütün bunlarda yapılan fiil tek bir kişinin yaptığı bir fiildir. Buna göre (karşılıklı vadetmeyi ifade eden) muvâade lafzı, sadece Allah tarafından Hz. Musa'ya verilen va'di ifade eder. Buna göre bu iki okuyuşun anlamı bir demektir.

Uygun görülüp tercih edilen görüş, bu kelimenin elif li olarak (vâednâ) şeklinde okunmasıdır. Çünkü bu kelimenin ihtiva ettiği iki anlamdan birisi "va'dettik" anlamındadır. Diğer taraftan Hz. Musa'nın da ya vaid vermiş olması veya vaid vermesinin yerini tutan kendisine verilen va'di kabul etmesi şekillerinden birisi kaçınılmazdır. O takdirde bu şekildeki (elif li) kullanım sahih olur.

en-Nehhas der ki: Bu kelimeyi elif'li olarak “” şeklinde okumak daha iyi ve daha güzeldir. Bu Mucâhid, el-A'rec, İbn Kesir, Nafi, el-A'meş, Ham-za ve Kisaî'nin de okuyuşudur. Yüce Allah'ın: "Allah iman edip salih ameller işleyenlere vadetti ki.." (en-Nur, 24/55) buyruğunun bununla herhangi bi-r ilgisi yoktur. Çünkü: "Musa'ya vadetmiştik.." buyruğu verilen va'din yerine getirilmesi ile alakalıdır. Yoksa burada vadetmenin ve tehditte bulunmanın herhangi bir ilgisi yoktur. Bu, kişinin: "Sana va'dettiğim gün Cum'a günüdür, sana vadettiğim yer şurasıdır" demesine benzer. Bu gibi kulanımlarda ise elif'li olarak:" (aUpIj): O'na va'dettim" demek fasih ve uygun olan söyleyiştir.

Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Burada bu kelimenin elif li olarak kullanılması güzel ve yerindedir. Çünkü kabul edip itaatte bulunmak muvâade: Vaid-leşmek ayarındadır. Çünkü yüce Allah tarafından vaadde bulunulmakta Hz. Mûsâ da bu vaadi kabul edip uymakta, bu ise tarafların biribirlerine va'det-mesi ayarındadır. İbn Atiyye der ki: Ebû Ubeyde'nin elif siz okuyuşu tercih etmesi doğru değildir. Çünkü Musa'nın yüce Allah'ın va'dini kabul edip ona bağlanması ve bunu gözetlemesi muvâadeyi (karşılıklı olarak vadde bulunmayı, vaadleşmeyi) andırır.[204]

 

2- Mûsâ Kelimesinin Anlamı:

 

Mûsâ, Arapça olmayan bir kelimedir. Arapça olmadığı (ucme) ve marife (özel isim) olduğundan dolayı munsarif değildir. Rivayete göre Kiptiler suya "mû", ağaca da "şâ" derler. Hz. Mûsâ nehire atıldığı sandıkta su ve ağacın yakınında bir yerde bulunduğundan dolayı "Mûşâ, Mûsâ" adı verilmiştir. es-Süddî der ki: Annesi oğlunun öldürüleceğinden korkunca -yüce Allah'ın kendisine vah-yettiği şekilde- Hz. Musa'yı tabuta (sandığa) koydu ve suya bırakü. Hz. Musa'yı Firavun'un evi yakınlarında ağaçlar arasında suya attı. Firavun'un hanımı, Asiyenin cariyeleri suda yıkanmaya koyulduklarında onu buldular. O bakımdan Hz. Musa'ya onu bulduklarıyerin adını verdiler. En-Nakkaş ve başkalarının naklettiklerine göre, onu denizden alan cariyenin adı Sâbus idi.

İbn İshak der ki: Hz. Musa'nın nesebi şöyledir: Mûsâ, babası İmran, onun babası Yashur, onun babası Kahes, onun babası Lani, onun babası Ya'kub İsrail, onun babası İshak, onun da babası İbrahim (aleyhimusselâm)dir. [205]

 

3- Vadedilen Kırk Gece:

 

Yüce Allah'ın: "kırk gece va'detmiştik" buyruğunda hazfedilmiş bazı kelimeler vardır. el-Ahfeş der ki: Bu ifadenin takdiri şöyledir: Hani biz Musa'ya kırk gecenin bitimi akabinde vadetmiştik. Nitekim yüce Allah: "O kasabaya sor" (Yusuf, 12/82) buyruğunda da ifade böyledir. Kasaba halkına sor, demektir. Bu kırk gecenin tümü vadedilen zaman kapsamı içerisine girmektedir.

Müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre "kırk gece" zü'l kade ayı ile zü'l hicce ayının on günüdür. Bu, Hz. Musa'nın denizi geçip kavminin ondan Allah'tan kendilerine bir kitap vermesini istemelerinden sonra olmuştur. Bunun üzerine Hz. Mûsâ, İsrailoğullannın hayırlıları arasından yetmiş kişi ile birlikte Tûr' a çıkmıştır. Onlar da o dağa çıkmışlardı. Kırk gecenin sona ere

ceği zamana kadar onlarla sözleşmiş idi. Müfessirlerin açıkladıklarına göre bunlar yirmi gündüz ve yirmi gece saydılar, akabinde Allah bize verdiği sözünde durmadı, dediler. Bunun üzerine buzağıyı ilah edindiler. Samirî bunlara: Bu sizin de Musa'nın da ilahıdır, dedi. Onun bu sözünü de kabul ettiler. Hz. Hârûn ise onlan böyle bir işten alıkoymak isteyip şöyle dedi: "Ey kavmim, siz bunun ile ancak imtihan oldunuz. Muhakkak sizin Rabbiniz rahmân olandır. O halde bana uyun ve emrime itaat edin. Onlar ise: 'Mûsâ bize dönünceye kadar biz buzağıya ibadete mutlaka devam edeceğiz.' dediler." (Ta-Ha, 20/90-91) Hz. Harun'a -konu ile ilgili rivayet edilen habere göre- on iki bin kişi dışında buzağıya tapmayı terketmek hususunda itaat eden olmadı. Geri kalanlar ise akılsızca o buzağıya ibadet ettiler. İbadet edenler ise, iki milyondan fazla kişi idi. Hz.Mûsâ döndüğünde onların bu durumunu görünce elinde bulunan Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları bıraktı ve Tevrat'taki altı bölüm kaldırıldı, geriye sadece helâl-haram ve gerek duyacakları şeyleri ihtiva eden tek bir bölüm kaldı. Hz. Mûsâ buzağıyı yaktı ve onun külünü denize savurdu. Buzağıya olan sevgilerinden dolayı o denizin suyundan içtiler. Dudaklarında bir sarılık peyda oldu, karınları şişti. Tevbe ettilerse de onların tevbeleri kendilerini öldürmedikçe kabul olunmadı. İşte yüce Allah'ın: "Sizi yaratana tevbe edin, nefislerinizi öldürün." (el-Bakara, 2/54) buyruğunda anlatılan budur. Bu emir üzerine İsrailoğulları ellerine hançerleri-kı-lıçları alıp güneşin doğduğundan kuşluk vakti güneş yükselinceye kadar birbirlerine saldırdılar, biri diğerini öldürdü. Baba oğlunu, oğul babasını sormuyor idi. Kardeş kardeşini, kimse kimseyi araştırmıyor idi. Herkes önüne geleni kılıçla vuruyor, öteki de aynı şekilde ona vuruyordu. Nihayet, Hz. Mûsâ feryad ederek yüce Allah'a: Rabbim, İsrailoğulları yok oluyor, dedi. Bunun üzerine Allah onlara merhamet buyurdu, lütfuyla onlara cömertçe ihsanlarda bulunarak geriye kalanların tevbesini kabul etti, öldürülenleri de şehitler arasına kattı. -Nitekim ileride açıklanacaktır-[206]

 

4- Neden Kırk Gündüz Değil de Kırk Gece:

 

Burada yüce Allah'ın gündüzlerden değil de geceden söz ediş sebebi nedir, diye sorulacak olursa, sorana şu cevap verilir: Çünkü gece gündüzden öncedir. O bakımdan konum itibariyle ondan önceliklidir. Bundan dolayı tarih verme de gece ile olur. Çünkü geceler ayların başlangıcıdır, gündüzler ise gecelere tabiidir. [207]

 

5- Hz. Mûsâ Bu Kırk Gün Boyunca Oruç Tuttu mu?

 

en-Nekkâş der ki: Bu âyet-i kerimede Hz. Musa'nın orucunu kesintisiz sürdürdüğüne (geceleyin iftar etmeksizin visal orucu tuttuğuna) işaret vardır. Çünkü şanı yüce Allah eğer "gündüzlerden söz etmiş olsaydı, onun geceleyin oruç açtığına inanmak mümkün olurdu. Yüce Allah burada "geceler"i zikrettiğine göre sözün ifade şekli, Hz. Musa'nın geceli gündüzlü kırk gün süreyle kesintisiz oruç tuttuğunu ifade eder.

İbn Atiyye der ki: Babamı şöyle derken dinledim: Şeyh Zahid İmam Vaiz Ebû'1-Fadl el-Cevherî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)yi insanlara namaz ve benzeri ibadetler esnasında Allah ile başbaşa olmak ve O'na yakın olmak hususunda vaazda bulunuyorken dinledim. Böyle bir halvetin (başbaşa kalmanın) insanlar hatırına yemeyi içmeyi getirmediğini zikrediyordu. Ve şöyle diyordu: Hz. Musa'nın seksen gün aralıksız oruç tutup Allah'a yakın olduğu hal ile Hz. Hızır ile karşılaşmak üzere yola koyulduğunda bir günün bir bölümünün akabinde: "Şu kuşluk yemeğimizi getir (de yiyelim)" (el-Kehf, 18/62) demesi arasındaki fark ne kadar da büyüktür.

Derim ki: İşte tasavvuf âlimleri bununla visal orucunu delillendirmek ve onun en faziletlisinin kırk gün olduğunu açıklamak istemişlerdir. Yüce Allah'ın izniyle bu sûrede oruçtan söz eden âyet-i kerimeleri[208] açıklarken visal orucuna dair açıklamalarımız da gelecektir. (Ve orada visalin meşruiyyetinin kaldırıldığı belirtilecektir.) el-A'raf sûresinde de yüce Allah'ın: "Biz, Musa'ya otuz gece va'detmiştik." (el-A'raf, 7/142) buyruğuna dair açıklamalarımız esnasında bu hususta başka hükümler de sözkonusu edilecektir. Yine o âyeti açıklarken ve Ta-Ha sûresinde [209] de -inşaallah- buzağının keyfiyeti ve onun böğürmesi ile ilgili diğer açıklamalar da yer alacaktır.[210]

 

6- Buzağıyı İlah Edinen Zalimler:

 

Yüce Allah: "Sonradan ise siz onun ardından -zalimler olarak- buzağıyı (ilah) edindiniz." Hz. Musa'nın gidişinden sonra siz onu ilah edindiniz. [211] "Zalimler olarak" buyruğu hal ifade eden bir cümledir. Zulmün anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. [212] Hamd Allah'adır. [213]

 

52. Bundan sonra sizi atfetmiştik. Şükredesiniz diye.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlıkta ele alacağız:

 

1- Af ile Mağfiret:

 

Allah'ın: "Bundan sonra sizi affetmiştik" buyruğundaki "affetmek" Allah'ın, kullarının hatalarını affetmesi demektir. Bu affediş, kimi zaman cezadan sonra, kimi zaman da cezadan önce olabilir. Ğufrân (mağfiret) ise böyle değildir. Mağfiret ile birlikte hiçbir şekilde ceza sözkonusu olmaz. Herhangi bir cezayı hak edip de bu ceza onun lehine terk edilirse, o kişi affedilmiş olur. Buna göre af, günahın silinmesi demektir. O halde burada buyruğun anlamı: Biz, günahlarınızı sildik ve sizi bağışladık. Bu kelime rüzgarın yerdeki izi silmesini ifade etmek üzere kullanılan “” tabirinden alınmıştır. Çoğalıp artan şey hakkında da bu kelime kullanılır. O halde bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir. Yüce Allah'ın: "Nihayet affoldular." (el-A'raf, 7/95) buyruğu, (servet ve sayıca) çoğaldılar, demektir. [214]

 

2- Affolma Zamanı:

 

Yüce Allah'ın: "Bundan sonra sizi atfetmiştik." Yani buzağıya tapmanızdan sonra sizi bağışlamıştık. Buzağıya (Arapçada) el-İcl denilmesinin sebebi onların ona ibadette acele etmeleridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Buzağı ineğin yavrusu demektir. Çoğulu "el-acâcîl" dişisine de "icletun" denilir. -Ebû'l-Cerrah'tan-[215]

 

3- Şükredesiniz Diye:

 

Yüce Allah'ın: "Şükredesiniz diye." Şükretmeniz için Allah, sizi affetti, demektir. Bu âyet-i kerimede yer alan “” Gerek ki , olur ki buyruğunun anlamına dair açıklamalar daha önceden [216] geçmiş bulunmaktadır.

Şükür sözlükte açığa çıkmak, zahir olmak anlamındadır. Eğer binek hayvanı kendisine verilen yemden daha büyük ölçülerde şişmanlayacak ve bu şişmanlığı gözle görülecek halde olur ise, hakkında: (dâbbetun şekûrun) denilir. Şükrün gerçek anlamı ise bir kimsenin sana yapmış olduğu iyilik sebebiyle insanı övmek demektir. Nitekim buna dair açıklamalar Fatiha sûresinde yapılmıştır. Cevheri der ki: Şükür, sana iyilik yapan kimseye yaptığı iyilik sebebiyle övgüde bulunmandır. Şükran, küfranın, nankörlüğün zıddıdır. Teşekkür ile şükür aynı anlamdadır. Nitekim Tirmizî ve Ebû Davud'un rivayetine göre Ebû Hureyre Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu aktarmaktadır: "İnsanlara şükretmeyen (teşekkür etmeyen) Allah'a şükretmiş olmaz. " [217] el-Hattabî der ki: Bu söz iki şekilde açıklanır: Birincisine göre insanların ni'metlerine karşı nankörlük (küfran)da bulunmayı karakter haline getirip onların iyiliklerine teşekkürü terkeden bir kimse, aynı şekilde yüce Allah'ın ni'metlerine karşı da nankörlük eder ve ona şükretmeyi de terkeder. İkinci bir açıklamaya göre de eğer kul, insanların kendisine yaptıkları iyilikleri teşekkürle karşılamayan, onların iyiliklerini inkâr eden bir kimse ise şanı yüce Allah, o kuluna yaptığı iyilikleri karşılığında kulunun yaptığı şükrü kabul etmez. Çünkü bunların her birisi ötekiyle ilişkilidir. [218]

 

4- İlim Adamlarına Göre Şükrün Anlamı:

 

Sehl b. Abdullah der ki: Şükür, gizli ve açık bütün hallerde mâsiyetten sakınmakla birlikte gönül hoşluğu ile itaat etmek hususunda bütün gayret ve çabasını ortaya koymak demektir.

Bir başka kesime göre şükür; ni'met verene karşı şükretmekte kusurlu hareket ettiğini itiraf etmektir. Bundan dolayıdır ki yüce Allah: "Ey Dâvud hanedanı şükredin." (Sebe', 34/13) diye buyurunca Hz. Dâvud: Rabbim, şükür Senden bir ni'met iken ben nasıl şükredebilirim diye sormuş, yüce Allah da: İşte şimdi Beni tanıdın ve Bana şükretmiş oldun. Çünkü sen şükrün Benim tarafımdan verilen bir ni'met olduğunu itiraf ettin, buyurdu. Hz. Dâvud sorar: Rabbim, Senin benim üzerindeki en gizli ni'metinin ne olduğunu bana göster. Yüce Allah şöyle buyurdu: Ey Dâvud nefes alıp ver. Hz. Dâvud nefes alıp verdi. Yüce Allah şöyle buyurdu: Gece gündüz bu ni'meti kim kuşatabilir? Sayıp dökebilir?

Hz. Mûsâ da şöyle demiş: Elime vermiş olduğun en küçük ni'metine benim bütün amelim bir karşılık olamazken, ben Sana nasıl şükredebilirim? Yüce Allah ona: Ey Mûsâ, işte şimdi Bana şükretmiş oldun, diye vahiy buyurdu.

Cüneyd der ki: Şükrün hakikati şükürden aciz olmaktır. Yine onun şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yedi yaşlarında iken Serrî es-Sakatî'nin önünde oyun oynuyordum. Yanımda da şükür hakkında söz söyleyen bir topluluk vardı. Bana: Ey çocuk, şükür nedir? diye sordu. Ben ona: Allah'ın vermiş olduğu ni'metleriyle Allah'a asi olmamaktır, dedim. Bana: Senin Allah'tan sana verilen payın bu güzel sözlerin olacağından korkarım, dedi. Cüneyd der ki: es-Serrî'nin bana söylediği bu söz dolayısıyla hala ağlayıp dururum.

eş-Şiblî der ki: Şükür, tevazu ve hasenatı muhafaza etmek, şehvetlere muhalefet etmek, bol bol itaatlerde bulunmak, göklerin ve yerin Cebbarı olan Allah'ın gözetimi altında olduğunu bilmektir.

Ebû'1-Feyd Zünnûn el-Mısrî de der ki: Senden daha üstün olana şükür itaat ile, senin dengin olana karşı şükür mükafat ile, senden daha aşağı durumda olan kimseye şükür ise iyilik ve lütufta bulunmakla olur. [219]

 

53. Hani Biz, Musa'ya Kitab'ı ve Furkân'ı verdik. Hidâyet bulaşınız diye.

 

Burada sözü geçen kitap, tefsir âlimlerinin icmaı ile Tevrat'tır. Ancak Furkân'ın ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. el-Ferra ve Kutrub der ki: Bunun anlamı şudur: Biz Musa'ya Tevrat'ı Muhammed (a.s)'a da Furkân'ı verdik.

en-Nehhâs der ki: Bu hem i'rab açısından hem de anlam bakımından bir hatadır. İ'rab açısından hata olması şundan dolayıdır. Birşeye atfedilen (ve bağlacı ile bağlanan) atfedildiği şeyin bir benzeri olur. Bu açıklamaya göre; ondan farklı birşey olması gerekir. Anlam bakımından yanlışlığına gelince yüce Allah: "Andolsun ki Biz, Mûsâ ile Harun'a Furkân'ı vermiştik." (el-En-biya, 21/48) diye buyurmaktadır.

Ebû İshak ez-Zeccac der ki: Furkân Kitab'ın kendisi olabilir. Böylelikle te'kid olsun diye iki ayrı isimle ondan söz edilmiştir. Bu görüş el-Ferra'dan da nakledilmiştir. Şairin bu sözü de bu türdendir.

"Deriyi kollarındaki ana damarlara kadar parçalayıp durdu.[220]

Onun söylediği sözleri yalan ve dolan buldum."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Hint ne güzeldir ve Hind'in bulunduğu bir yöre

Hint ise bizden uzaklaştıkça uzaklaşıyor."

Burada farklı kelimeler olduklarından dolayı aynı manada olmakla birlikte kaçıp uzaklaşmak, yalan ve dolan kelimeleri birbirlerine atfedilmiştir. Antere'nin şu beyiti de bu kabildendir

"Eski zamandan kalma harabelerden selam sana

Ummu'l-Heysem'den sonra kuruyup çoraklaşan.

en-Nehhas der ki: Böyle bir şey, şiirlerde sözkonusu olabilir. Bu hususa dair yapılan en güzel açıklama Mücahid'in şu sözleridir: (Furkân): Hak ile batılı birbirinden ayırdetmek üzere indirilen kitaptır. Yani yüce Allah Hz. Musa'ya bunu öğretmiştir.

İbn Zeyd der ki: Furkân, fırka fırka olacak şekilde, denizin Hz.Mûsâ için ayrılıp yarılmasıdır. Ve İsrailoğullan bu haliyle denizin üzerinden geçtiler.

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Furkân sıkıntılardan kurtuluştur. Çünkü İsrailoğulları Kiptiler tarafından köleleştirilmiş kimseler idi. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğunda da bu kelime bu anlamda kullanılmıştır: "Ey iman edenler, eğer Allah'tan korkarsanız O size bir Furkân verir." (el-Enfal, 8/29) Sizin için bir kurtuluş ve bir çıkış yolu gösterir, demektir.

Bunun hüccet ve beyan olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı İbn Bahr yapmıştır. Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Aradaki "vav (ve)" bağlacı bir sıla(faz-ladan)dır. Anlamı: Musa'ya Furkân olan kitabı verdik demektir. Nitekim sıfat yapılırken araya bazan "vav" bağlacının getirildiği olur. Arapların: Filan kişi güzel ve uzundur demeleri gibi. Buna örnek olarak da şu beyit gösterilir:

Ta'zim edilen efendi ve kahraman cömerdin oğlu

Ve savaş esnasında birliğin aslanı olan hükümdara..."

Şair burada ta'zimedilen, kahraman ve cömerdin oğlu, birliğin aslanı hükümdara, demek istemiştir.

Bu açıklamanın delili de yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Hem Biz, güzelce uygulayanlara (ni'metlerimizi) tamamlamak, herşeyi ayrı ayrı açıklamak, bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere Musa'ya Kitab'ı verdik." (el-En'am, 6/154) Herşeyi açıklamaktan kasıt ise haram ile helâli, küfür ile imanı, va'd ve tehdidi ve buna benzer hususları birbirinden ayırdedecek şekilde indirdik, demektir.

Bu hususta şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Furkân, onlar ile Firavun kavmini birbirinden ayırdetmek, aralarında ayırdedici hükmü vermektir. Bir kesimi kurtarırken öbürünü suda boğmasıdır. "Furkân günü" (el-Enfal, 8/41) tabiri de bunu andırmaktadır. Bir görüşe göre bu Furkân gününden kasıt Bedir günüdür. Allah bu günde Muhammed (s.a) ve ashabına zafer nasib etmiş, Ebû Cehil ve ashabını ise helak etmiştir.

"Hidâyet bulaşınız diye"; yani sapıklıktan kurtulup doğruyu bulaşınız diye. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [221]

 

54. Ve hani Mûsâ kavmine şöyle demişti: Ey kavmim, gerçekten siz buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz. Siziyarada-na tevbe edin, nefislerinizi öldürün. Böylesi Rabbiniz nezdin-de sizin için hayırlıdır. Nihayet tevbenizi kabul etti. Gerçekten O, tevvâbdır, rahimdir.

 

Yüce Allah'ın: "Ve hani Mûsâ kavmine şöyle demişti" buyruğunda geçen "kavm" kelimesi yalnızca erkekler topluluğu hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah: "Ey iman edenler, hiçbir kavim başka bir kavim ile alay etmesin.."diye buyurduktan sonra: "Kadınlarda kadınlarla alay et meşin." (el-Hucu-rât, 49/11) diye buyurmaktadır. Şair Zuheyr de şöyle demiştir:

"Bilemiyorum, ileride belki bilebilirim

Kale halkı bir kavim (erkekler topluluğu) midir yoksa kadınlar mı?"

Yüce Allah da: "Lût'u da (kavmine gönderdi.) Hani o kavmine.. demişti." (el-A'raf, 7/80) Burada onun kadınları dışarıda bırakarak yalnızca erkeklere hitap etmek istediği anlaşılmaktadır. "Kavm" kelimesi bazen erkekler ve kadınlar hakkında müşterek olarak da kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak Biz, Nuh'u kavmine gör der dik." (Nuh, 71/1) diye buyurmaktadır. Aynı şekilde her bir peygamber aynı zamanda hem kadınlara hem de erkeklere gönderilmiştir.

"Yâ kavmi:  kavmim" buyruğu izafet tamlaması şeklinde bir münadadır. Kelimenin sonunda "yâ" harfi hazfedilmiş ve sondaki esre buna delil kabul edilmiştir. Bu harf tenvin ayanndadır. Müfred kelimenin sonunda tenvin hafze-dildiği gibi, bu harf de hafzedilir. Kur'ân'ın dışında bu harfin sakin (yani bir med harfi) olarak tesbit edilmesi mümkündür. Bununla birlikte bu harf üstün de okunabilir, sonuna bir "he" harfi eklenerek "yâ kavmiyeh" de denilebilir. İstenirse "yâ" harfi "elife de ibdâl edilerek "yâ kâvmâ" da denilebilir, "ya eyyuhe'l-kavmu" anlamında "yâ kavmu" da denilebilir. Eğer bu kelime nekire olarak kullanılırsa, üstün ve tenvinli "ya kavmen" şeklinde kullanılır. Tekili - başka bir kökten olmak üzere - "imruun" şeklinde gelir. Çoğulu: "akvam", çoğulun çoğulu ise "ekâvim" diye gelir.

Burada Hz. Musa'nın kavminden kasıt buzağıya tapanlardır. Onun kavmine bu şekilde hitap etmesi Allah tarafından ona verilen bir emir üzerine olmuştur.

"Gerçekten siz buzağıyı (ilah) edinmekle nefislerinize zulmettiniz." Burada yüce Allah, "nefislerinize" buyruğunda cem-i kıllet kullanarak, cem-i kesret olan: "nüfus" kelimesini kullanmamıştır. Bu iki çeşit çoğul, birbirlerinin yerine kullanılabilir. Nitekim yüce Allah:"-üç kur'.." (el-Bakara, 2/228); "orada canların istediği şeyler de vardır" diye buyurmaktadır.'(Birinci örnekte cem-i kıllet gelmesi gerekirken cem-i kesret getirilmiştir. İkinci örnekte de durum aksinedir. - çeviren -) Sonuçta zararı kendisine dokunan bir iş yapan herkese: "Sen kendine kötülük ettin" denilir.

Zulüm asıl itibariyle birşeyi konulması gereken asıl yerinden bir başka yere koymak demektir. Kimisi şöyle demiştir: Her insanın "buzağı"sı onun kendi nefsidir. Her kim bu buzağıyı bir kenara iter, onun maksadına muhalefet ederse, buzağının zulmünden uzak kalmış olur. Doğrusu ise burada gerçek anlamıyla "bir buzağı"nın kastedildiğidir. Onlar Kur'an-ı Kerim'in beyan ettiği şekilde bu  buzağıya tapınmışlardı.

"Sizi yaradana tevbe edin." Hz. Mûsâ, kavmine sizi yaratana tevbe edin deyince, onlar: Nasıl tevbe edelim? diye sormuşlar, bunun üzerine o: "Nefislerinizi öldürün" diye cevap vermişti.

Kimi meânî bilginleri bunu şöyle açıklamışlardır: Siz itaatlerle, nefislerinizi zelil edip onlara boyun eğdiriniz ve şehvet ve arzularından alıkoyunuz. Ancak doğrusu burada gerçek anlamıyla bir öldürmenin kastedildiğidir. Öldürmek ise, canlılık alametini ortadan kaldırmaktır. Şarabın sertliğini su ile kırmayı ifade etmeyi ifade etmek üzere (Araplar): Şarabı öldürdüm, derler. Süfyan b. Uyeyne der ki: Tevbe, şanı yüce Allah'ın bütün ümmetler arasında yalnızca bu ümmete ihsan etmiş olduğu Allah'ın ni'metlerindendir. İsra-iloğullarının tevbesinin kabulü ise öldürmek suretiyle gerçekleşmiş idi. Müfessirler, buzağıya tapan her bir kimseye kendi eliyle kendisini öldürmekle emrolunmadığı hususu üzerinde görüş birliği etmişlerdir. ez-Zührî der ki: Onlara: "Sizi yaradana tevbe edin, nefislerinizi öldürün" diye buyurulunca iki saf halinde dizildiler ve birbirlerini öldürmeye başladılar. Onlara: Artık bırakınız, denilinceye kadar bu işi sürdürdüler. Bu ise öldürülen için bir şeha-det, hayatta kalan için ise tevbenin kabulünü ifade ediyordu. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunuyordu. Kimi müfessirler şöyle de

mişlerdir: Allah, onları bir karanlık içerisine bıraktı ve onlar da bu işi yaptılar. Bir diğer görüşe göre: Buzağıya tapanlar bir saf halinde durdular ve buzağıya tapmayanlar kılıçlarıyla onlara hücum edip onlan öldürdüler. Bir di

ğer açıklamaya göre, Hz. Mûsâ ile birlikte bulunan yetmiş kişi -buzağıya tapmadıklarından dolayı- kalktılar ve buzağıya tapanları öldürdüler.

Rivayet edildiğine göre Yûşâ' b. Nûn, ayaklarını dikmiş bir şekilde oturmuş olduklan halde onlann yanlarına çıktı ve: Bu oturuşunu bozan yahut kendisini öldürecek olana bakan veya eliyle ya da ayağıyla kendisini korumaya çalışan mel'undur, dedi. Öldürülenlerden hiçbir kişi bu oturuşunu bozmadı ve kişi hemen yakınında bulunanı öldürmekle işe başladı. Bunu en-Nehhas ve başkaları zikretmiştir.

Birinci görüşe göre buzağıya tapanların kendilerini öldürmeleri ile cezalandırılma sebebi, buzağıya tapanların tapmaları esnasında münkeri değiştirmeyip bir kenara çekilmeleridir. Halbuki onlara düşen görev buzağıya tapanlarla çarpışmak ve savaşmak idi. İşte münker kulları arasında yayılıp da herhangi bir şekilde değiştirilmeyecek olursa, herkesin cezaya çarptırılması Allah'ın bir sünnetidir. Cerir (b. Abdullah el-Becelî) şöyle rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Bir topluluk arasında mâsiyetler işlenir de o topluluk güçlü ve onlara karşı kendilerini koruyabilecek durumda oldukları halde herhangi bir şekilde (münkeri) değiştirmez iseler, mutlaka Allah, onların hepsini kuşatacak bir ceza gönderir." Bunu İbn Mace Sünen'inde rivayet etmiştir. [222] Bu hususa dair açıklamalar da inşaallah ileride gelecektir. Öldürme işi alabildiğine yayılıp çoğalınca, öldürülenlerin sayısı da yetmiş bini bulunca, Allah onları affetti. Bu İbn Abbâs ve Ali (r. anhum)'ın görüşüdür. Yüce Allah'ın öldürme cezasını sona erdirmesinin sebebi kendilerini öldürmek hususunda bütün gayretlerini ortaya koymalandır. Gerçekten de şanı yüce Allah'ın bu ümmete İslâm ni'metinden sonra tevbe etmekten daha üstün verdiği bir ni'met yoktur.

Katade "Nefislerinizi öldürün" buyruğunu, nefislerinizi geri çevirin, durumunu değiştirin anlamına gelecek şekilde “” şeklinde okumuştur. Yani öldürmek suretiyle bu tökezlemesinden nefislerinizi kurtarın demektir.

Burada "yaradan" diye meali verilen el-Bâri' kelimesi (yaratıcı demek olan) halik anlamına olmakla birlikte, aralarında bir fark vardır. Şöyle ki: Bari', yoktan var eden ve meydana getiren demektir. Halik ise bir durumdan bir başka duruma takdir eden ve aktaran demektir. el-Beriyye, yaratıklar, mah-lûkat demektir. Ebû Amr ( f&Jî ): Sizi yaratan" kelimesini “” şeklinde sakin hemze ile okumuştur. Ancak nahivciler böyle bir okuyuş hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Kimi nahivciler vasıl halinde damme ve ötreyi sükûn şeklinde okur ve bunu yalnızca şiirde yapar. Ebû'l Abbâs el-Müberred der ki: İ'rab harfinde peşpeşe harekelerin gelmesiyle birlikte sakin okumak ne günlük konuşmada ne de şiirde mümkün değildir. O bakımdan Ebû Amr'ın bu şekildeki bir okuyuşu da bir lahn (yanlışlık)tır. en-Nehhas ve "başkaları da şöyle demiştir: Eski ve önder nahivciler bunu caiz kabul etmiş ve buna dair çeşitli Arap şairlerinden örnekler göstermişlerdir:

"Onlar ed-Devv (Mekke ile Medine arası keybolma ihtimali yüksek bir yer) denilen yerde eğrilip saptılar mı, doğrul ey arkadaş, derim;

Denizde yüzen gemilerü andıran) kafilerle (onları yoldan sapmaktan korurum)"

İmruu'1-Kays da der ki:

"Artık bu gün içebilirim, Allah'a karşı bir günah işlemem de sözkonusu değil; Arkadaşlarım yanına davetsizce katılmam olan da söz edilemez."

Bir başkası şöyle demektedir:

"Selma'cık bize sevik alıver, dedi."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Gittin ayaklarında onlarla birlikte;

Şeyin ise kuşandığın peştemalden açıkça görünüyordu."

İ'râb olması gereken harfin sakin okunuşu kabul etmeyenler, i'râba ala­met olan yerde bunun mümkün olamayacağını delil gösterirler. Ebû Ali el-Farisi der ki: Hareketelerin arka arkaya gelmesi halinde mebnî kelimenin bi­na dolayısıyla gelen harekesinin sakin de okunmasının caiz olduğu hususun­da Nahivciler arasında görüş ayrılığı yoktur.

Bari' kelimesi aslında birşeyin birşeyden ayrılması demektir. Bütün yara­tıklar yokluktan ayrılıp varlığa çıkarıldıklarından dolayı bu ismi almışlardır. Hastalıktan iyileşmek anlamına gelen (Hicazlıların söyleyişi ile) "ber'" de bu­radan gelmektedir. Hicazlılann dışındakiler ise bu maştan "bur"' şeklinde kul­lanırlar. Borçtan ibra ve kusurlardan beri olmak da bu kökten gelmektedir. Kadından beri olmak ve ortağından ibra olmak için de bu kökten gelen ke­limeler kullanılır.

"Nihayet tevbenizi kabul etti" buyruğunda takdirî ifade şöyledir: Siz si­ze emrolunanı yaptınız ve "nihayet O da tevbenizi kabul etti"; yani sizden geri kalanların kusurlarını bağışladı, affetti. "Gerçekten O tevvâbdır, rahim­dir tevbeleri kabul edendir, merhameti pek çok olandır. Buna dair açıklama­lar daha önceden[223] geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. [224]

 

55. Bir de hatırlayın ki siz: "Ey Mûsâ, biz Allah'ı apaçık görmedik­çe sana kat'iyyen iman etmeyiz" demiştiniz. O anda siz bakıp du­rurken yıldırım sizi yakalamıştı.

56. Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar dirilmiştik. Şükredesiniz diye.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı beş başlık halinde ele alacağız:

 

1- İsrailoğullarının Allah'ı Görmek İstemeleri:

 

"Bir de hatırlayın ki... demiştiniz" buyruğu (daha önceki buyruğa) atfedilmiştir. "Sana kafiyen iman etmeyiz"; yani seni tasdik etmeyiz. "Allah'ı apaçık görmedikçe.." sözünü söyleyenlerin Hz. Musa'nın seçtiği yetmiş ki­şi olduğu söylenmektedir. Şöyle ki: Şanı yüce Allah, kendi kelâmını onlara işittirince arkasından Hz. Musa'ya: ".. sana kat'iyyen iman etmeyiz" demiş­lerdi. Mucizelerinin açıkça ortaya çıkmasından sonra peygamberlere iman et­mek ise vaciptir (farzdır). Bunun üzerine yüce Allah onlara semâdan bir ateş gönderdi ve bu ateşle onları yaktı. Daha sonra Hz. Mûsâ Rabbine dua etti ve Allah o kişileri diriltti. Nitekim yüce Allah: "Sonra sizi ölümünüzden son­ra tekrar diriltmiştik" diye buyurmaktadır. A'raf sûresinde bu yetmiş kişi­nin kıssasına dair açıklamalar[225] -inşaallah- gelecektir.

İbn Fûrek der ki: Onların bu şekilde cezalandırılış sebebi, Hz. Musa'ya: "Allah'ı bize açıkça göster." (en-Nisa, 4/153) diyerek rü'yet talebini çığırın­dan çıkarmalarından dolayı da olmuş olabilir. Halbuki böyle birşeyi gerçek­leştirmek Mûsâ (a.s) için mümkün olan birşey değildi.

Yüce Allah'ın görünmesinin mümkün olup olmadığı hususunda ihtilâf edil­miştir. Bid'atçilerin çoğunluğu dünyada da âhirette de Allah'ın görülmesini kabul etmezler. Ehl-i Sünnet ve Selef-i Salihîn ise dünyada da âhirette de Al­lah'ın görülmesinin mümkün olduğunu, âhirette de vukubulacağını kabul et­mektedirler. Buna göre Hz. Musa'nın beraberindeki bu kişiler imkansız olan bu görmeyi istemiş değillerdi. Nitekim Hz.Mûsâ'mn kendisi de böyle bir is­tekte bulunmuştu. Allah'ın görünmesi ile ilgili olarak açıklamalar -inşaallah-En'am ve A'raf sûrelerinde[226] gelecektir. [227]

 

2- Açıktan Açığa Allah'ı Görme İsteği:

 

"Apaçık" yani alenî bir şekilde Allah'ı görmedikçe. İbn Abbâs'ın açıkla­masına göre, gözle Allah'ı görmedikçe demektir. Apaçık (cehren) kelimesi­nin anlamı zahir olmak demektir. Kıraatin cehren yapılması ise izhar edilme­si yani açığa vurulması demektir. Mâsiyetlerin cehren işlenmesi açıktan açı­ğa yapılması demektir. Emiri cehren gördüm, demek ise birşeyin arkasında gizlenmeksizin doğrudan gördüm, demektir. İbn Abbâs kelimesini şeklinde he harfini üstün okumuştur ki iki ayrı söyleyiştir.

"Apaçık (cehreten)" kelimesinin iki türlü anlaşılması mümkündür. Birin­cisi bu onların Hz.Mûsâ'ya yaptıkları hitabın bir sıfatı olabilir; yani onlar bu isteklerini Hz. Musa'ya açık ve yüksek sesle söyleyip ilan ettiler, demektir. O takdirde bu ifadede takdim ve tehir var demek olur. İfadenin de takdiri şöy­le olur: Hani açık ve yüksek bir sesle ey Mûsâ.. demiştiniz. İkinci açıklama­ya göre bu kelime onların yüce Allah'ı görme isteklerinin sıfatı şeklindedir. Yani onlar yüce Allah'ı, apaçık ve gözleriyle görmek istediler demektir. O takdirde bu ifadede herhangi bir takdim ve tehir sözkonusu değildir. Cehren (apaçık), kelimesinin te'kiden zikredilmesi ise rüyada görmek ile gözle gör­mek arasındaki farkı beyan etmek içindir. (Yani onların Allah'ı uyanıkken göz­leriyle görmek istediklerini belirtmek istemiştir). [228]

 

3- Böyle Bir İsteğin Cezası:

 

"O anda. siz bakıp dururken" cümlesi hal cümlesidir. "Yıldırım sizi ya­kalamıştı." Surenin baş taraflarında "yıldırım'ın ne anlama geldiği[229] açık­lanmıştır. Ömer, Osman ve Ali "es-Sa'ke" şeklinde okumuşlardır. İbn Muhay-sin, bütün Kur'an-ı Kerim'de bu kelimeyi bu şekilde okumuştur.

Burada: Onlar bakıp dururken nasıl ölmüş olabilirler, diye bir soru soru­lursa, buna şu şekilde cevap verilir: Araplar filanın oğullarının evleri birbi­rini görür derken, evlerinin karşılıklı olduğunu anlatmak isterler. Siz kendi halinize ve size gelen ölüm ve yıldırımın etkilerine "bakıp dururken" yıldı­rım sizi yakaladı anlamındadır da denilmiştir. [230]

 

4- Ölümden Sonra Diriliş:

 

"Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar dirilttik." Katâde der ki: Önce öl­düler ve canlan alındı, daha sonra ise ecellerini tamamlayıncaya kadar diril­tildiler. en-Nehhas der ki: Bu Kureyşlilerden olup da öldükten sonra dirili­şe iman etmeyenlere karşı ve ayrıca kendilerine böyle bir haber verilmek suretiyle de Kitap ehline karşı bir delil getirmektir. Yani: Ölümden sonra dirilt­mek suretiyle size yaptığına karşı "şükredesiniz diye" demektir.

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Onlar başkasının ibret alacağı şekilde hareketten kesilmek anlamında öldüler, sonra da bu durumdan kurtarıl­dılar. Zaten diriltmenin asıl anlamı serbest bırakmak demektir.

Hayır, diriltmenin (ba's)ın asıl anlamı birşeyi yerinden kıpırdatıp harekete getirmek demektir. Meselâ, dişi deveyi harekete getirdim, anlamını ifade et­mek üzere bu tabir kullanılır. İmruu'l Kays der ki:

"Ve samimi genç delikanlılar ki seher vakti onları harekete geçirdim (ba's) Hepsi de kimi şaşkın kimi sarhoş gibi kalktılar." Şair Antere de şöyle demektedir:

"Ve nice soylu arkadaş ki onları ben uyandırdım (ba's)

Geceleyin uykusuzluktan boyunları bükük halde."

Kimisi de: "Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar diriltmiştik" buyruğunu daha önce bilgisiz olduğunuz halde size öğretmiştik diye açıklamıştır.

Derim ki: Birinci açıklama şekli daha doğrudur. Çünkü kullanılan ifadeler­de aslolan hakikattir. Bu ölüm bir cezalandırma ölümü idi. Şanı yüce Allah'ın: "Binlerce kişi oldukları halde, ölüm korkusundan dolayı yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara: Ölün, dedi sonra da onları diriltiver-di."(el-Bakara, 2/243) buyruğu da ileride geleceği üzere bu türdendir. [231]

 

5- Öldükten Sonra Diriltilenlerin Mükellefiyeti:

 

el-Maverdî der ki: Öldükten ve bu konuda zorunlu bilgiyi gerektiren hal­leri açıkça gördükten sonra, diriltilen kimselerin mükellefiyetlerinin devam edip etmediği hususunda iki görüş vardır. Birinci görüşe göre, akıl sahibi her­hangi bir kimsenin teabbüdden uzak durmaması için tekliflerinin devam et­tiği şeklindedir. İkinci görüşe göre zorunlu bilgiyi değil de bu husustaki is­tidlali nazarı itibare alarak tekliflerinin sakıt olduğu şeklindedir.

Derim ki: Birinci görüş daha doğrudur. Çünkü İsrailoğulları havada üzer­lerine düşmek üzere olan dağı gördüler, ateşin etraflarını çevirmiş olduğunu gördüler, bu zorunlu olarak onları iman etmeye mecbur etti. Bununla birlik­te teklifleri de devam etti. Hz. Yunus'un kavmi de onlar gibidir. Mükellef ol­maktan çıkmalarına imkan yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [232]

 

57. Ve üzerinize bulutla gölge yaptık. Size men ve selva indirdik. Size verdiğimiz helâl rızıklardan yiyiniz. Onlar bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmeder dururlardı.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

 

1- Buluttan Gölge:

 

"Ve üzerinize bulutla gölge yaptık." Yani bulutu üzerinize gölge gibi tut­tuk. Ayet-i kerimede geçen "el-ğamâm" kelimesi, "ğamâme" kelimesinin çoğuludur. Bunu el-Ahfeş Said söylemiştir. el-Ferra da der ki: Bu kelimenin "ğamâim" şeklinde çoğul yapılması da mümkündür. Buna göğü örttüğü için bu isim verilmiştir, üstü örtülen herşey de "mağmum" diye adlandırılır. Ak­lı giden kimseye "el-mağmûm" denilmesi de bundan ötürüdür. Bulutla örtülen hilal hakkında da bu tabir kullanılır, "el-ğayn" kelimesi de "el-ğaym" kelimesi gibidir. Hz. Peygamber'in: Benim kalbime örtü çekilir[233] diye buyurması da buradan gelmektedir. es-Süddî de der ki: el-ğamâm beyaz bulut demektir. Onlara bu şekilde bulutun gölge yapılması gündüzün güneşin sıcağından onları koruması içindi. Gündüzün bitiminde bu gölge, geceleyin ay ışığıyla aydınlansınlar diye çekilirdi. Müfessirlerin açıkladıklarına göre bu olay Mısır ile Şam arasında Tîh'de meydana gelmişti. Onlar zorbaların bulun­dukları şehre girip onlarla savaşmayı kabul etmeyerek Hz. Musa'ya da: "Ar­tık sen Rabbinle git de onlarla ikiniz savaşın" (el-Maide, 5/24) demeleri üz­erine bu bulundukları yerde kırk yıl süre ile beş veya altı fersahlık bir mesafe arasında gidip gelmek ve kaybolmakla cezalandırıldıkları sırada ol­muştu. Rivayet edildiğine göre onlar gündüz boyunca yol alır, gecelemek üzere konakladıklarında bir önceki günün sabahında bulundukları yerde sabahı ederlerdi. Hep birlikte Tîh'de bulundukları bir sırada da Hz. Musa'ya: Peki bizim yiyeceğimizi kim verecek, demeleri üzerine yüce Allah, onlara men ve selvayı indirdi. Bu sefer: Güneşin sıcağından bizi kim koruyacak, deyin­ce yüce Allah bulutla üzerlerine gölge yaptı. Arkasından: Peki geceleyin biz ne ile aydınlanacağız, diye sordular. Bulundukları bölgenin tam ortasında on­lara ışıktan bir direk halkedildi. Mekkî'nin anlattığına göre, ateşten bir direk halkedildi. Bunun üzerine: Peki su ihtiyacımız nereden karşılanacak, diye sor­dular. Hz. Musa'ya da bu sefer asasıyla taşa vurması emredildi. Tekrar: Ne giyeceğiz, diye sordular, onlara eskimemek, yırtılmamak ve kirlenmemek üzere elbiseleri verildi. Küçük çocukları büyüdükçe, elbiseleri de onlarla bir­likte büyüyordu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [234]

 

2- Men ve Selva:

 

Yüce Allah onlara: "Size men ve selva indirdik" diye buyurmaktadır. Bu­rada menn'in mahiyetinin ne olduğu hususunda değişik görüşler vardır. Kimisine göre, gökten düşen balı andıran katı ve taneli "terencebin" adında birşeydir. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmiştir. Müfessirlerin çoğu da bu görüştedir. Tatlı bir çeşit zamk olduğu , bal olduğu, tatlı bir içecek olduğu da söylenmiştir. Ayrıca yufka türü ekmek olduğu da söylenmiştir. Görüşler Vehb b. Münebbih'ten nakledilmiştir.

Men kelimesinin şanı yüce Allah'ın kullarına yorulmadan, ekip biçmeden lütfettiği her türlü ni'meti kapsayan, genel anlamlı bir masdar olduğu da söy-lenmişir. Said b. Zeyd b. Amr b. Nufeyl'den gelen hadiste Rasulullah (s.a)'ın şu buyruğu da bu türdendir: "Yer elması, yüce Allah'ın İsrailoğullarına indir­miş olduğu men türündendir. Onun suyu da göz için bir şifadır." Bir diğer rivayette ise: "Hz. Musa'ya Allah'ın indirdiği men'dendir" denilmektedir. Bu hadis Müslim tarafından rivayet edilmiştir.[235]

İlim adamlarımız der ki: Bu hadis-i şerif, yer elmasının şanı yüce Allah'ın İsrailoğullarına indirmiş olduğu, yani onlar için Tîh'te yaratmış olduğu ni'metler cümlesinden olduğunu göstermektedir. Ebû Ubeyd der ki: Hz. Peygamber'in yer elmasını menn'e benzetmesinin sebebi tohum saçmak, su­lamak, gereken şekilde bakmak gibi herhangi bir işi gerektirmediğinden do­layıdır. O bakımdan onu menne benzetmiştir. O açıdan yer elması da men türündendir. Yani İsrailoğullarına herhangi bir sıkıntı ve çaba olmaksızın ve­rilen ni'metler türündendir. Rivayet edildiğine göre men onlara tan yerinin ağarmasından güneşin doğuşuna kadar yağmur gibi iner, kişi o gün için ken­disine yetecek kadarını alırdı. Eğer birşey saklayacak olursa o sakladığı şey bozulurdu. Bundan tek istisna Cuma günüdür. Çünkü onlar Cuma günü Cu­martesi günü için de ihtiyaçlarını alıp saklar ve bu sakladıkları bozulmazdı. Çünkü Cumartesi günü onların ibadet günü idi. Ayrıca Cumartesi günü on­ların üzerine men namına herhangi birşey inmezdi. [236]

 

3- Yer Elması ile Tedavi:

 

Hz. Peygamber, yer elması suyunun göz için şifa olduğunu açıkça ifade ettiğinden dolayı bazı tıp bilginleri şöyle demiştir: Yer elmasının suyu ya göz­de meydana gelen bazı hararetlere karşı gözü serinletmek için tek başına kul­lanılır veya başka bir maksat için ve başka ilaçlarla birlikte terkip halinde kul­lanılır. Ancak Ebû Hureyre (r.a) elma suyunun bütün göz hastalıklarına tek başına kullanılacağı görüşünde idi. Nitekim Ebû Vahze de balı, göze sürme çekmek de dahil olmak üzere bütün hastalıklarda kullanmış idi. Nitekim buna dair açıklamalar en-Nalıl sûresinde[237] gelecektir.

Dilciler der ki: Men kelimesi cins ismi olup onun lafzından tekili yoktur. Hayır ve şer kelimelerinde olduğu gibi. Bu el-Ahfeş'in görüşüdür. [238]

 

4- Selva:

 

Selvâ'nın mahiyeti hakkında da farklı görüşler vardır. ed-Dahhâk'ın bunun bizzat bıldırcın kuşu olduğunu söylediği nakledilmiştir. İbn Atiyye ise şöy­le demiştir: Selva, müfessirlerin icmaı ile bir kuştur. el-Hüzelî şu beyitinde yanlışlık yapmıştır:

"Allah'a yemin ederek ona dedi ki: Şüphesiz ki sizler Onu mumundan ayırdığınız vakit selvadan (baldan) daha lezzetlisiniz." O bu beyitte selvâ'nın bal olduğunu zannetmiştir. Derim ki: İbn Atiyye'nin sözünü ettiği müfessirlerin icmaı iddiası doğru değildir. Dil ve tefsir bilginlerinden birisi olan el-Müerric, selva baldır der ve

el-Hüzelî'nin yukandaki beyitini delil gösterir. Kinanelilerin lehçesinde de bu­nun böyle olduğunu zikreder. Bala selva adının veriliş sebebi ise onun ile te­selli bulunmasından dolayıdır. -Beytu'l-Makdis'de bulunan ve mübarek ka­bul edilen- "aynü's-sülvan" adı da buradan gelmektedir. Daha sonra şairin şu beyitini delil gösterir:

"Eğer ben Sülvan Pınarından içsem dahi teselli bulmam

İhtiyaçtan kurtulsam bile sana ihtiyaçtan kurtulmam."

el-Cevherî de der ki: Selva bal demektir. Daha sonra el-Hüzelî'nin:

"Mumundan ayırdığınız vakit selvadan (baldan) daha lezzetlisiniz" beyitini zikreder ve bu konuda herhangi bir yanlışlıktan söz etmez. Sülvâne ise: Üzerine yağmursuyu dökülüp de aşık tarafından içildiği tak­dirde teselli bulacağını zannettikleri bir boncuk adıdır. Şair der ki:

"Bir bulutun sülvane üzerindeki suyunu içtim Ey kadın, faydası yok bu yeni yaşayışın, teselli bulamıyorum." Bu şekilde boncuk üzerinde akan bu suyun adı da "sülvan"dır. Bazı dilcilerin açıklamasına göre sülvan, üzüntülü birisine içirilip de te­selli bulmasını sağlayan bir ilacın adıdır. Doktorlar buna muferrih (ferahla­tıcı) adını verirler. Ebû Zeyd'den nakledildiğine göre bu kelime rahat hayat veya yaşayış, bolluk içerisindeki geçim anlamına gelen "selve" ya da "sül-ve"den gelmektedir. [239]

 

5- Selva Çoğul mu Tekil mi:

 

Selva kelimesinin çoğul mu tekil mi olduğu hususunda görüş ayrılığı var­dır. el-Ahfeş bu kelimenin kendi lafzında tekili olmayan -hayır ve şer gibi- ço­ğul anlam ifade eden bir kelime olduğunu söylemiştir. Tekilinin de çoğulu gi­bi (selva) olması daha uygundur. Nitekim Araplar, difla (yeşil bir ağaç), sümâ-nâ ve (tedavi maksadıyla kullanılan küçük yeşil birtakım otların adı olan) şü-kâ'a gibi kelimeleri de hem tekil hem çoğul için aynı şekilde kullanmışlardır.

el-Halil ise "selva" kelimesinin tekilinin "selvâtun" olduğunu söylemiş ve şu beyiti okumuştur:

"Seni hatırlayınca bir titreme ve sarsılma kuşatır beni

Üzerindeki ıslaklıktan dolayı silkinen selvât (bıldırcın) kuşunun silkinişi gibi."

el-Kisaî de: Selva tekil, çoğulu ise selâvâ gelir, demiştir. [240]

 

6- Selva ve Benzeri Kelimeler de Men Kelimesine Atfedilmiştir.

 

Bu kelime sonu maksûr elif ile bittiğinden dolayı i'râb açıkça ortaya çık­mamıştır. Bunun gibi maksûr elif ile bütün kelimelerde bu böyledir. el-Halil der ki: Elif, hevâi bir harftir. Bunun karar kıldığı bir yer yoktur. Bu bakım­dan harekeye benzer. Bu da hareke olmasını imkansız kılmıştır. el-Ferrâ der ki: Elife hareke verildi mi hemze olur. [241]

 

7- Helâl Rızıklardan Yemek:

 

Yüce Allah'ın: "Size verdiğimiz helâl rızıklardan yeyiniz" buyruğunda bir hazif vardır ki takdiri şöyledir: Ve biz onlara., yeyiniz, dedik. İfade bu ke­limeye delâlet ettiğinden dolayı kısaltma olsun diye hazfedilmiştir. Sözü geçen "tayyibât (helâl rızıklar)"ın buradaki anlamı hem helâl hem de lezzet­li olan şeyleri bir arada ifade etmektedir. [242]

 

8- İsyan Ettiklerinden Dolayı Zalim Oldular:

 

Yüce Allah'ın: "Onlar bize zulmetmediler" buyruğundan önce şu ifade­ler takdir edilir: Onlar isyan ettiler ve ni'metlere şükür ile karşılık vermedi­ler. Böyle yapmakla "onlar bize zulmetmediler, fakat kendilerine zulmeder dururlardı." Çünkü onlar ni'metlere günah ve isyan ile karşılık veriyorlardı. [243]

 

58. Hani demiştik ki: "Şu kasabaya girin. İstediğinizi bol bol yeyin. Kapısından secde ederek girin ve 'hıtta' deyin. Biz de günahla­rınızı affedelim. Biz iyilik edenlere daha da artıracağız."

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız.

 

1- Bir Açıklama:

 

"Hani demiştik ki: Şu kasabaya girin..." buyruğunda yer alan: demiştik" kelimesinden elif(in okunuşu) hazfedilmiştir. Bunun sebebi ise hem bu elifin hem de ondan sonra gelen: "Udhulu: Giriniz" deki dâl harfinin sakin oluşu, önceki elif ise den geldiği için vasıl içindir. [244]

 

2- Şu Kasaba...:

 

Yüce Allah'ın "Şu kasabaya girin" buyruğunda yer alan "el-karye" şehir anlamındadır. Bir araya toplanıp geldiğinden dolayı bu adı almıştır. Suyu ha­vuzda toplamayı ifade etmek için de bu kelime kullanılır. Bu şekilde havuz­da toplanan suya "kıra" denilir. Aynı şekilde misafire yapılan ikramı ifade et­mek için de bu tabir kullanılır. Bu açıklamaları el-Cevherî yapmıştır. Havuz için "mikrat" tabiri kullanıldığı gibi, suyun aktığı yere de "el-karit" adı veri­lir. el-Karâ, sırt anlamındadır. Şairin şu sözünde de böyledir:

"Karnı zayıf, sırtı ise pek ve kalın (bir attır, o)."

Büyük tencere ve kazanlara da "el-mekârî" adı verilir. Şairin şu sözünde olduğu gibi:

"Tencere ve kazanları büyüktür, misafirleri ürkütülmez."

"Mekârî" kelimesinin tekili ise "mikrât"tır. Yemenlilerin şivesinde "karye" değil de "kırye" denilir.

Âyet-i kerimede sözü geçen bu "karyenin" kasabanın hangisi olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Cumhurun görüşüne göre bu Beytü'1-Mak-dis'tir. Beytü'l-Makdis'deki Erihâ olduğu da söylenmiştir. Amr b. Şebbe der ki: Orası kral ve hükümdarların kaldıkları yer ve bir üs idi. İbn Keysân ise buradaki karyeden kasıt Şam'dır, der. ed-Dahhak'a göre ise Remle, Ürdün, Filistin ve Tedmür'dür. Bu (emir) ise bir başka ni'mettir. Çünkü onlara o bel­deye girmeyi mubah kılmış ve Tîh'teki sıkıntılarını sona erdirmiştir. [245]

 

3- Helal Olarak Bol Bol Yeyiniz:

 

Yüce Allah'ın buradaki "bol bol yeyin" emri mübahlık ifade etmektedir. Buradaki buyruk, âyet-i kerimede hazfedilmiş bulunan "yemek" masdarının sıfatıdır. Sözü geçen bu kasaba oldukça bereketli, geliri çok fazla olan bir yer idi. İşte bundan dolayı burada "bol bol yeyin" diye buyurulmuştur. [246]

 

4- Kapıdan Secde Ederek Girin:

 

"Kapısından secde ederek girin" buyruğunda geçen ve "kapı" anlamına ge­len "bâb" in çoğulu "ebvab" gelir. Çift "be" harfinden dolayı "ebvibe" diye de çoğul yapılmıştır. Şair der ki:

"Çadırların içine izinsiz giren, kapılardan içeriye dalan" Kapıcıya "bevvab", kapıcı edinme işine "tebevvüb" denilir...

"Bu sana uygun bir şeydir" derken "bâbetuk" kelimesi kullanılır.

Yüce Allah'ın "Kapısından secde ederek girin" buyruğunda yer alan sü-cûdun anlamına dair açıklamalar daha önceden[247] yapıldığından dolayı bu­rada onları tekrarlamanın anlamı yoktur. Allah'a hamdolsun.

Girmeleri emrolunan kapı ise, Beytu'l-Makdis'de ve bugün Bab-ü Hitta di­ye bilinen bir kapıdır. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır. Bunun Hz. Musa'nın ve İsrailoğullannın kendisine doğru yönelerek namaz kıldık­ları Kubbenin kapısı olduğu da söylenmiştir.

"Secde ederek" buyruğunun anlamı ise, İbn Abbas'a göre rükûa eğilerek girin, demektir. Bunun muayyen bir şekilde değil de alçak gönüllülükle ve itaatle girin anlamına geldiği de söylenmiştir. [248]

 

5- Hitta'nın Mahiyeti:

 

Yüce Allah'ın: "Ve hitta deyin" buyruğu, daha önce geçen "Şu kasabaya girin" buyruğuna atfedilmiştir. "Hitta" kelimesinden önce gizli bir mübtedâ var­dır. Yani; bizim dileğimiz hıttadır, deyiniz. el-Ahfeş de der ki: Bu kelime "bi­zim günahlarımızı üzerimizden silkeleyerek dök" anlamına gelecek şekilde kelimesi üstünlü olarak şeklinde de okunur. en-Nehhâs da der ki: îbn Abbas'tan gelen rivayete göre onlara: La ilahe illallah deyiniz, de­nilmiştir. Yine ondan gelen bir başka rivayete göre onlara: Sizler, mağfiret di­leriz, deyiniz. Yani günahlarınızı dökecek ve kaldıracak bir söz söyleyiniz. Kı­raat imamları çoğunlukla bu kelimeyi ref ile (hıttatın şeklinde) okurlar. Dil­de böyle olması da daha uygundur. Çünkü Araplardan değiştirmek (tebdil) ke­limesinin anlamı ile ilgili olarak nakledilen açıklamalar bunun böyle olması­nı gerektirmektedir. Alımed b. Yahya der ki: "tebdil"; kendisini izale etmeden değişiklik yapmak demektir. "İbdal" ise kendisini izale etmek anlamındadır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Bize kavuşmayı ummayan kimseler: Ya bize bundan başka bir Kurban getir yahut onu tebdil et (değiştir) dediler." (Yu­nus, 10/15) İbn Mes'ud'dan gelen: "Onlar Hıttatun dediler" şeklindeki açık­lama ötreli okuyuşa göredir. Bütün bu açıklamalar en-Nehhâs'tan alınmıştır.

el-Hasen ve İkrime şöyle demiştir: Bu kelimenin şeklinde üstün­lü okunması; günahlarımızı üzerimizden dök anlamındadır. Onlara kendisi sebebiyle günahlarının dökülmesi için "la ilahe illallah" demeleri emrolun-du. İbn Cübeyr de der ki: "Hıtta"nın anlamı mağfiret dilemektir. Eban b.Tağ-lib ise: Bunun anlamı tevbedir, demektedir. Şair de der ki:

"Allah'ın kendisi sebebiyle kulunun günahını affedilmiş kıldığı "Hıttâ" ile umduğuna nail oldu."

İbn Faris de el-Mücmel adlı eserinde şöyle demektedir: Hıtta kelimesi İs-railoğullanna söylemeleri emrolunan bir sözdür. Eğer onlar, bu sözü söyle­miş olsalardı, günahları dökülürdü. Bunu aynı şekilde el-Cevherî de es-Sıhhah adlı eserinde zikretmiştir.

Derim ki: Onların bizatihi bu sözü söyleyerek taabbüd (ibadet) etmiş ol­maları da ihtimal dahilindedir. Hadis-i şerifin zahirinden anlaşılan da budur. Müslim'in rivayetine göre, Ebû Hureyre şöyle demişir: Rasulullah (s.a) bu­yurdu ki: "İsrailoğullarına kapıdan secde ederek giriniz ve hıtta deyiniz. O vakit günahlarınız bağışlanacaktır, denildi. Ancak onlar sözü değiştirdiler. Ka­pıdan içeriye kıçları üstünde sürünerek girdiler ve saç içerisinde bir tane, de­diler."[249]

Bu hadisi Buhari de rivayet etmekte ve o rivayette şöyle denilmektedir: "Onlar söylemeleri gereken sözü değiştirdiler ve şöyle dediler: Hitta, saç içe­risinde bir tane (olsun).[250]

Buhârî ile Müslim'in dışındaki rivayetlerde ise: "saç içinde bir buğday" de­diler, denilmektedir.

Denildiğine göre, onlar îbranice bir söz olup kırmızı buğday anlamına ge­len "hittâ sümâsa" demişlerdir. Bunu İbn Kuteybe nakletmiştir. el-Herevî de bunu es-Süddî ve Mücahid'den nakletmektedir. Onların maksadı ise şanı yü­ce Allah'ın kendilerine verdiği emre muhalefet etmekti. Böylelikle isyan et­tiler, emre karşı geldiler ve alay ettiler. Allah da buna karşılık ricz -ki azap demektir- ile onları cezalandırdı.

İbn Zeyd der ki: Bu ricz cezası, onlardan yetmiş bin kişiyi helak eden bir taun, (veba vb.) hastalığı idi. Rivayet edildiğine göre rükû ederek oradan gir­meleri için kapı alçak yapılmıştı. Onlar ise kıçları üzerine oturarak kapıdan içeriye girdiler. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [251]

 

6. Şeriatte Nassa Bağlanmış Sözlerin Değiştirilmesi:

 

Kimi ilim adamı, bu âyet-i kerimeyi şeriatte nassa bağlanmış sözlerin de­ğiştirilmesi ile ilgili olarak şu kanaatlerine delil gösterirler: Böyle bir nassa bağlanmış sözün ya lafzı ile veya manası ile taabbüd sözkonusudur. Eğer ta­abbüd, bu ifadelerin lafızlarıyla söylenmesi gerektiğini ifade ediyor ise bun­ları değiştirmek caiz olamaz. Çünkü yüce Allah, söylenmesini emrettiği şe­yi değiştiren kimseleri yermiş bulunmaktadır. Eğer sözü geçen taabbüd ke-lisimenin anlamını yerine getirmek ona delil ise, aynı anlamı ifade edecek bir başka kelime ile değiştirilmesi caizdir. Ancak başka anlama gelecek şe­kilde değiştirilmesi caiz olamaz. [252]

 

Hadisin Mana Yoluyla Nakledilmesi:

 

Bu hususta ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malik, Şafii, Ebû Ha-nife ve onların mezheplerine mensup ilim adamlarından nakledildiğine gö­re, sözün ifade ettiği anlamı, tek tek kelimelerinin ne anlama geldiklerini bi­len bir kimsenin mana yoluyla hadis nakletmesi caizdir. Ancak onun bu nak­linin manaya bütünüyle mutabık olması şarttır. Bu, cumhurun görüşüdür. Di­ğer taraftan İbn Şîrîn, el-Kasım b. Muhammed ve Recâ b. Hayve gibi kimse­lerin de bulunduğu birçok ilim adamı bunu kabul etmemektedir. Mücâhid der ki: Dilediğin takdirde hadisten eksiltme yap, fakat ona birşey ilave etme.

Malik b. Enes de Rasulullah (s.a)'ın hadisi hususunda "t ve ya" harfleri ve benzerlerinde işi çok sıkı tutardı. Hadis imamlarından bir topluluk da bu gö­rüşte olup bunlar, lafzın değiştirilmesini veya değişikliğe uğratılmasını uygun görmezler. O kadar ki onlar hadisi lahinli (kurallara aykırı söyleyişte) işittik­leri ve bunu bildikleri halde onda herhangi bir değişiklik yapmazlardı.

Ebû Miclez, Kays b. Ubâd'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer b. el-Hattab dedi ki: Her kim bir hadis işitir de onu işittiği gibi naklederse, o ki­şi kurtulmuş olur. Buna yakın bir ifade Abdullah b. Amr ile Zeyd b. Erkam'dan da rivayet edilmiştir.

Takdim, tehir, fazlalık ve eksiklik konusunda da aynı görüş ayrılığı söz-konusudur.Onlardan kimisi manaya önem verir, lafız üzerinde durmaz, ki­misi ise bu hususta işi sıkı tutar ve kullanılan lafızdan ayrılmamaya çalışır. Dinde daha ihtiyatlı olan, takvaya daha uygun ve daha yerinde olan davra­nış elbette ki budur. Fakat ilim adamlarının çoğunluğu buna muhalif bir ka­naate sahiptir. Bunun caiz olduğu görüşü ise -yüce Allah'ın izniyle- sahih olan görüştür. Çünkü ashab-ı kiramın yaşayışından bildiğimiz şu ki; onlar aynı olay­ları birbirinden ayrı lafızlarla rivayet ediyorlardı. Bunun tek sebebi ise, on­ların bütün çabaları ile mana üzerinde durmaları ve hadisleri sık sık tekrar­lamak ve yazmak hususunda İsrar etmemeleri idi. Vasile b. el-Eska'dan şöy­le dediği rivayet edilmiştir: Rasulullah (s.a)'ın bize haber verdiği herşeyi si­ze nakletmiş değiliz. Size bunun ifade ettiği mana yeter.

Katade de Zürâre b. Evfa'dan şöyle nakletmektedir: Peygamber (s.a)'ın as­habından birçok kimse ile karşılaştım. Onlar bana (aynı hadisi) aynı anlam­da nakletmekte ittifak ettiler, fakat bu manayı dile getirirken farklı farklı la­fızlar kullandılar.

en-Nehai, el-Hasen, eş-Şa'bî (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) hadisi ma-nalanyla naklediyorlardı. el-Hasen der ki: Manayı tutturabildiğin takdirde bu sana yeterlidir. Süfyan es-Sevrî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle derdi: Ben size, hadisi işittiğim gibi naklediyorum diyecek olursam benim bu sö­zümü doğru kabul etmeyiniz. Ben size ancak manasıyla naklediyorum.

Veki' de (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle derdi: Eğer manada bir genişlik yoksa (nakilda manaya dikkat yeterli olmazsa) insanlar helak oldu, de­mektir.

İlim adamları, şeriatin Arap olmayanlara dilleriyle nakledilmesinin ve onlara bunun tercüme edilmesinin caiz olduğunu ittifakla kabul ederler. Bu ise mana ile nakil demektir. Diğer taraftan şanı yüce Allah, bunu kendi Ki­tabında bize nakletmiş olduğu geçmişlerin haberlerinde de yapmış bulunmak­tadır. O bizlere aynı anlamı ifade etmekle birlikte farklı lafızlarla değişik yer­lerde kıssalar anlatmış ve bu kıssaları bizlere kahramanlarının dillerinden Arapçaya naklederek anlatmıştır. Böyle bir aktarma ise kahramanlarının di­lindeki anlatıma göre takdim, te'hir, hazf ve bütünüyle söylememek, fazla­lık ve eksiklik bakımından farklıdır. Arapçanın Arapça olmayan bir dil ile de­ğiştirilmesi caiz olduğuna göre bu değiştirmenin Arapça yapılmasının caiz ol­ması öncelikle sözkonusudur. Böyle bir hususu el-Hasen ve eş-Şafii delil ola­rak göstermişlerdir, bu konuda doğru olan görüş de budur.

Buna karşılık şöyle denilebilir: Peygamber (s.a): "Benim sözümü işitip de işittiği gibi onu tebliğ edenin Allah yüzünü ak etsin."[253] diye buyurmaktadır. Diğer taraftan yine Hz. Peygamber'in bir kişiye uyuyacağı vakit okumak üze­re bir dua öğretmiş ve bu duasında: "İndirdiğin Kitabına ve gönderdiğin Pey­gamberine iman ettim" demesini söylemişti. Ancak bu duayı öğrettiği şahıs "ve gönderdiğin Rasulüne" deyince Peygamber (s.a): "ve gönderdiğin pey­gamberine" diye düzeltmişti.[254] Buna göre şöyle derler: Burada Hz. Peygam­ber'in duayı öğrettiği kimseye lafza muhalif bir lafız söylemeyi uygun gör­mediği dikkatinizi çekmiyor mu? Ayrıca Hz. Peygamber: "Onu işittiği gibi eda eden" ifadesini kullanmıştır.

Böyle diyenlere şu şekilde cevap verilir: "Onu işittiği gibi eda eden" ifa­desinden kasıt, işittiği sözün hükmüdür, lafzı değildir. Çünkü sünnet-i seniy-ye'nin lafzı ile ibadet olunmaz. Bu hitaptan hükmünün kastedildiğini Hz. Pey­gamber'in (aynı hadisin devamında yer alan) şu ifadeleri açıkça ortaya koy­maktadır: "Çünkü nice fıkıh yüklenicisi vardır ki, kendisi fakih değildir. Ve nice fıkıh yüklenicisi kendisinden daha fakih olana (fıkhı) taşır."

Diğer taraftan bizzat bu hadis dahi aynı anlamda birbirinden farklı lafız­larla nakledilmiş bulunmaktadır. Bütün bu lafızların Peygamber (s.a)'e ait de­ğişik zamanlarda söylenmiş lafızlar olması mümkün olsa dahi çoğunlukla ka­bul edilebilecek ihtimal, bu hadisin değişik lafızlarla nakledilmiş tek bir ha­dis olduğudur. İşte bu, mana yoluyla hadis nakletmenin caiz olduğunun en açık bir delilidir.

Hz. Peygamber'in dua öğrettiği kişinin "peygamberin" yerine "rasulün" de­mesini delil göstermeye gelince, bunun sebebi de şudur: Peygamber (nebi) lafzı, daha çok övgü ihtiva eder. Ve bu iki sıfatın (nebi ve rasul sıfatlarının) her birisinin kullanılması uygun olan bir yeri vardır. Dikkat edilecek olursa rasul (elçi) kelimesi, herkes hakkında kullanılabilir. Ancak "nebi" lafzını ise yalnız ve yalnız peygamberler haketmiştir. Peygamberler arasından mürsel olanların daha üstün kılınış sebebi ise, hem nübüvvet hem risalete birarada sahip kılınmış olmalarıdır. Hz. Peygamber ise: "Ve peygamberin" ifadesini kul­lanınca daha çok övgü ihtiva eden sıfatı kullanmıştır. Arkasından onu "(ra­sul olarak) gönderdiğin" ifadesiyle de "risalet" sıfatıyla kayıtlamıştır. Diğer taraftan burada Hz. Peygamberin "ve gönderdiğin rasûlün" yerine "pey­gamberin" kelimesini kullanmasını emretmesi, hem nübüvvet hem de risa-leti bir arada kendisi hakkında kullanmasıdır. Bu, filanın gönderdiği rasulü-dür ve bu Zeyd'in öldürdüğü maktulüdür, demek çirkindir. Çünkü kişi fila­nın rasulü demekle filanın maktulu demek suretiyle bu lafızları tekrarlamak­la birincinin manasından başka birşey ifade etmiyor ise aynı kelimeleri kul­lanmış olur. Böyle diyecek yerde: Bu Abdullah'ın Amr'a gönderdiği elçisidir ve bu dün veya şu vak'ada Zeyd'in öldürdüğü maktuludur, denir. Başarı Al­lah'tandır.

Denilse ki: Birinci ravi için Rasulullah (s.a)'ın lafzını değiştirmek caiz olur ise, ikincisinin de birinci ravinin sözlerini değiştirmesi caiz olur. Bu ise ke­limeler arasındaki farklılıkların ince olması ve fark edilemeyecek kadar giz­li olması sebebiyle hadisin tamamiyle üstünün örtülmesi, kapatılması sonu­cunu doğurur, diye itirazda bulunulursa; böyle bir kimseye şöyle denilir: Bu­nun caiz olması önceden de açıkladığımız gibi lafızların mana itibariyle mutabık olması ve eşit olması şartına bağlıdır. Eğer bu şart ortadan kalkar­sa caiz olmaz.

İbnu'l-Arabî der ki: Bu meseledeki ayrılık, sahabe ve tabiîn asrı göz önünde bulundurularak düşünülebilir. Çünkü bunlar doğuştan öğrendikle­ri ve zevkine vardıkları dili bilmek bakımından birbirlerine eşittirler. Onlar­dan sonra gelenler hakkında, bunun caiz olmayacağında şüphemiz yoktur. Çünkü onlardan sonra tabiatlarda değişiklikler oldu, anlayış ve kavrayışlar arasında farklılıklar ortaya çıktı, adet ve alışkanlıklar değişti. Doğrusu da bu­dur, en iyi bilen Allah'tır.

Kimi ilim adamımız da şöyle der: İbnu'l-Arabi (Allah'ın rahmeti üzerine ol­sun) bu sözü ile maksadını çok iyi bir şekilde açıklayamamıştır. Çünkü bu ko­nudaki cevaz, eğer mana arasında mutabakat şartına bağlı ise, o takdirde bu açıdan ashab ve tabiîn ile onların dışındakilerin zamanı arasında herhangi bir fark görülmez. Bundan dolayı usûl ve hadis alimlerinden hiçbir kimse onun gözettiği bu ayrımı gözetmemiştir. Evet, eğer o: Bu mananın uygunluğu kendi döneminde artık uzak bir ihtimal halini almıştır demiş olsaydı, gerçe­ğe daha yakın bir ifade kullanmış olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [255]

 

7- Kıraat Farkı:

 

Yüce Allah'ın: "Biz de günahlarınızı affedelim" buyruğunda yer alan affedelim" kelimesini Nafi' "bağışlanır" anlamında (yüe ) şeklin

 şeklinde oku­muştur. İbn Âmir de aynı anlamı verecek şekilde diye okumuştur. Bu aynı zamanda Mücahid'in kıraatidir. Geri kalanları ise, işaret ettiğimiz ilk şe­kilde okumuşlardır ki en açık okuyuş şekli budur. Çünkü bundan önce: "Hani demiştik ki: Şu kasabaya girin.." buyruğu gelmişti. Dolayısıyla yüce Allah'ın bağışlayacağından haber vermek üzere "affederiz" şeklindeki okuyuş daha uygundur. İfadenin takdiri şöyledir: Biz, kapıdan secde ederek girin ki günahlarınızı bağışlayalım, dedik. Diğer taraftan bundan sonraki ifadede bi­rinci çoğul şahıs olarak "artıracağız" ifadesi gelmektedir.

Günahlarınızı" buyruğunu büyük çoğunluk bu şekilde oku­muştur ve bu okuyuş şekli diğer ifadelerle uygunluk arzetmektedir. İbn Âmir ile Mücahid'in "te" ile ve "bağışlanır" anlamındaki kıraati, "günahlar" an­lamındaki kelimenin müennesliğinden dolayıdır. Çünkü bu kelime "günah" anlamındaki "hatîe" kelimesinin cem-i teksiridir. Nâfi'in "yâ" ile okuyuşuna gelince; bu da müennes olan (çoğul ve "günahlarınız" anlamındaki "hatâyâ-kün") kelime(si) ile onun fiili arasına giren "lekum: size" kelimesi dolayısıy-ladır. Nitekim daha önce: "Âdem Rabbinden bazı kelimeler belleyip aldı" (el-Bakara, 2/37) buyruğunda buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Her ne kadar daha önce: "hani demiştik..." buyruğunda yüce Allah'ın ne buyurduğuna dair haber verilmekte ise de; "bağışlanır" anlamında "yâ" ve "te" ile okunmasının uygunluğu yüce Allah'tan başka günahları bağışlayacak kimse bulunmadığından, ayrıca "... affedelim..." anlamındaki "nün" ile oku­yuşun zorunluluk arzetmemesindendir. O bakımdan fiil, bağışlanan günah­lara uygun olacak şekilde okunmuştur. [256]

 

8- "Günahlar" Anlamına Gelen "Hatâya":

 

Hemzeli olarak: "hatîe: günah" kelimesinin çoğulu olan: "hatâya" kelime­sinin aslının ne olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. el-Halil der ki: Bu­nun aslı: "hatâyi'" şeklinde olup daha sonra iklâb yapılarak, arkasından yâ gelen bir hemze ile "hatâî" denilmiştir. Daha sonra yâ harfi ibdâl yapılarak "hâtâ-â" denilir. Aralarında hemze bulunan iki elif bir araya geldiğinden ve hemze de elif cinsinden olduğundan üç elif bir araya gelmiş gibi olur. O ba­kımdan aradaki hemze ibdâl yapılarak "hatâya" denilmiştir.

Sibeveyh'in görüşüne göre ise: Bunun aslı Halil'in dediği gibi, "hatâ-yi'"dir. Daha sonra "medâin" kelimesinde olduğu gibi "yâ" harfinin "hemz" yapılması gerektiğinden "hâtî-i" denilir. Aynı kelimede iki hemze bir araya geldiğinden, ikincisi ibdâl ile "ye" yapılır ve "hatâî" denilir. Sonra da önce­ki şekilde olduğu gibi "hatâya" denilir.

el-Ferrâ da şöyle demektedir: "Hatîe" kelimesi "hemze"li olarak çoğul ya­pılırsa "hatâ-â" denilir.

el-Kisâî ise şöyle der: Eğer bu kelime hemze'li olarak çoğul yapılırsa, hem­ze, hemze'ye idğâm yapılır ve "devâbb" kelimesinde olduğu gibi söylenir. [257]

 

9- İyilik Edenlere Daha Fazla Vermek:

 

"Biz iyilik edenlere daha da artıracağız." Yani buzağıya tapmayanların iyiliklerini artıracağız. Men ve selvayı ertesi güne saklayanların günahlarını bağışlayacak ve ertesi güne saklamayanların da iyiliklerini artıracağız, şek­linde de açıklama yapıldığı gibi; şu şekilde bir açıklama da getirilmiştir: İs­yankârın günahlarını bağışlayacak, iyilik yapan kimsenin iyiliklerini daha da artıracaktır. Yani onların iyiliklerine iyilik katacağız. Muhsin (iyilik yapan) tev-hid akidesine sahih bir şekilde sahip olan ve kendisini güzel bir şekilde ida­re edip yönlendiren, farzları eda etmeye yönelip müslümanlara kötülükte bu­lunmayan kimse demektir. Cibril hadisinde "İhsan nedir?" diye soran Hz. Ceb­rail'e Hz. Peygamber şu cevabı vermiştir: "Allah'a O'nu görüyormuşsun gi­bi ibadet etmendir. Sen O'nu görmüyorsan dahi O seni görmektedir." Bunun üzerine Hz. Cebrail ona: Doğru söyledin, diye karşılık vermiştir. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[258]

 

59. Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka bir söz söyleyerek değiştirdiler. Biz de zulmedenlerin üzerine ettikle­ri fasıklığın karşılığı olarak gökten murdar bir azap indirdik.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Zalimler Değiştiricidirler:

 

Yüce Allah'ın: "Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka bir söz söyleyerek değiştirdiler" buyruğunun anlamı şudur: Yani aralarında za­lim olanlar kendilerine söylenenden başka bir söz söyleyerek değişiklik yaptılar. Çünkü -önceden de geçtiği gibi- kendilerine "hitta" deyin dendiği halde onlar "hınta (buğday)" dediler. Söylemeleri emredilen söze bir harf ilave ettiler, bunun sonucunda da karşı karşıya kaldıkları belalara duçar oldu­lar. Bu bize şunu göstermektedir: Dine birşey eklemek, şeriatte olmayan bir bid'ati ortaya çıkarmak, oldukça büyük bir tehlike ve zararı çok büyük bir iştir. Tevbeyi ifade eden bir kelimede yapılan bu değişiklik, pek çok azabın başlarına gelmesine sebep teşkil etmiştir. Ya yüce Ma'bud'un sıfatlarını de­ğiştirmek halinde durum ne olur? Ayrıca söylenen bir söz uygulamaya göre daha alt seviyededir. Sözle de kalmayıp fiilen değiştirmeye ve değişikliğe gi­dilirse durum ne olur? [259]

 

2- Tebdil ve Değiştirme:

 

Yüce Allah'ın: "Değiştirdiler" buyruğunda yer alan ibdal ve tebdilin an­lamına dair açıklamalar az önce geçmiş bulunmaktadır. "Rabbimizin bize, on­dan hayırlısını bedel olarak ihsan etmesi umulur." (el-Kalem, 68/32) buy­ruğu her iki şekilde de okunmuştur.[260] el-Cevherî der ki: Bir şeyi tebdil et­mek, onu bedeli konulmasa dahi değiştirmek demektir. Birşey bir başka şe­yin yerini alırsa buna istibdal denilir. Mübadele ve tebâdül de böyledir. Eb-dal ise, salihlerden bir topluluktur ki, dünya bunlardan hâli kalmaz. Biri öl­düğü tadirde onun yerine başkasını var eder, denilir. İbn Dureyd der ki: Eb-dal'in tekili bedil'dir. Bedii ise bedel demektir. Birşeyin bedeli ondan başka-sıdır. Bedel ve bidl de söylenir. Şebeh ve şibh, mesel ve misl'de olduğu gi­bi. Bedel aynı zamanda el ve ayaklarda olan bir ağrının da adıdır. [261]

 

3- Zulmedenlere İndirilen..

 

Yüce Allah'ın: "Biz de zulmedenlerin üzerine ettikleri fasıklığın karşı­lığı olarak...indirdik" buyruğunda "zulmedenler" lafzının açıktan tekrarlan­ması yapılan işin ne kadar büyük olduğunu ifade etmek içindir. Kelimenin tekrarlanması iki türlü olur. Birincisi sözün tamamlanmasından sonra o lafız kullanılır. Bu âyet-i kerimede ve şu buyrukta olduğu gibi: "Elleriyle kitabı yazanların... vay haline" diye buyurduktan sonra: "Vay elleriyle yazdıkla­rından başlarına geleceklere" (el-Bakara, 2/79) diye buyurmaktadır. Bura­da "vay" buyruğunun tekrarlanması yaptıkları işin ne kadar büyük bir kötü­lük olduğunu ifade etmek içindir. el-Hansa'nın şu beyiti de bu türden bir tek­rar ihtiva etmektedir:

"Zaman dişleyerek ve etimi kopartarak sıyırdı etimden kemiğimi

Ve zaman vurarak ve dürterek yaktı benim canımı."

Burada zamanın küçük büyük her türlü musibetlerle canını yaktığını anlatmak istemiştir.

Tekrarın ikinci türü ise, ifade tamam olmadan önce gizli olan bir kelime yerinde zahir olan kelimenin tekrar edilmesidir. Yüce Allah'ın: "el-Hâkka, ne­dir el-Hâkka?" (el-Hâkka, 57/1-2) ile "el-Kâria, nedir el-Kria" (101/12) buy­ruklarında olduğu gibi. Eğer burada işin azametini ve büyüklüğünü anlatmak kastı olmasaydı, şöyle denilmesi gerekirdi: el-Hakka nedir, el-Karia nedir? Yü­ce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "O Meymene ashabı, ne Meymene as­habıdır! Ve o Meş'eme ashabı ne Meş'eme ashabıdır!" (el-Vâkıa, 56/8-9) Burada "Meymene ashabı" lafzının tekrar edilmesi onların nail olacakları bü­yük çaptaki sevabın azametini anlatmak içindir. "Meş'eme ashabı" lafzının tekrar edilmesi ise karşı karşıya kalacakları acıklı azabın büyüklüğü dolayı-sıyladır. Şairin şu sözleri de işte bu türdendir:

"Ne olaydı, o karga sabahleyin devamlı ötseydi O karga boyun damarları paramparça edendir. Adiyy b. Zeyd, bu iki şekildeki kullanımı bir arada şöylece zikretmiştir:

"Göremiyorum ölümden, ölümün elinden birşeyin kurtulduğunu Ölüm zenginin de fakirin de hevesini kursağında bırakmıştır." Burada "ölüm" lafzını üç defa tekrarlamıştır ki, bu da birinci türdendir. Bir başka şairin şu sözü de birinci türden bir tekrardır:

"Hind ne güzeldir ve Hind'in bulunduğu bir yöre Hind ise bizden uzaklaştıkça uzaklaşıyor."

Şair burada sevgilisinin kıymetini ifade etmek üzere adını üç defa tekrar­lamıştır. [262]

 

4- Murdar Azap:

 

Murdar azap anlamına gelen "ricz" kelimesini büyük bir çoğunluk "riczen" şekilde okumuştur. İbn Muhaysin ise "rucz" şeklinde okumuştur. Ricz azap demektir. Sin harfi ile: "Rics" şeklinde ise pislik ve kokuşmuşluk anlamında­dır. Yüce Allah'ın: "Fakat kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onla­rın pisliklerine (rics) pislik katmıştır." (et-Tevbe, 9/125) buyruğu; kokuşmuş­luklarını artırmıştır, demektir. Bu açıklama şeklini el-Kisâi yapmıştır. el-Fer-ra ise: Ricz ile Rics aynı şeylerdir demektedir. Ebû Ubeyd der ki: Arapçada nasıl ki sud' ve zud' aynı şeyler ise rics ve ricz de aynı anlamdadır.

el-Ferrâ der ki: Bazılarının açıkladıklarına göre "rucz" taptıkları bir putun adıdır. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve ruczden uzak dur." (el-Müddessir, 74/5) buy­ruğunda bu kelime böyle okunmuştur.

Recez, bir şiir türüdür. el-Halil bunun şiir olmasını kabul etmemiştir. Recez ise, develerin kuyruk diplerinde meydana gelen bir hastalık adıdır. Bu hastalık ilerlediği vakit develerin baldırları titremeye başlar.

"...Biz de ettikleri fasıklığın karşılığı olarak.." Fasıklıkları sebebiyle onları bu şekilde cezalandırırız, demektir. Fasıklik ise sınırın dışına çıkmak ve taşmak demektir. Buna dair açıklamalar: Daha önceden[263] yapılmış idi. İbn Vessab ve en-Nehaî ise son kelimeyi şeklinde değil de "sin" harfi­ni esreli okuyarak şeklinde okumuşlardır. [264]

 

60. Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti. Biz: "Asan ile taşa vur" de­dik. Hemen ordan on iki pınar fışkırıverdi. Her İnsan toplulu­ğu su alacağı yeri öğrenmişti. "Allah'ın rızkından yeyiniz, içi­niz ve yeryüzünde fesat çıkartmakla taşkınlık yapmayınız."

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı sekiz başlık altında sunacağız:

 

1- Kelime Anlamıyla Istiskâ:

 

Yüce Allah'ın: "Hani Mûsâ, kavmi için su istemişti" buyruğunda yer alan ve "su istedi" anlamına gelen kelimesindeki ilk "sin" harfi istek sin'i diye bilinir. "İste'leme, istahbere, istensara: öğrenmek istedi, haber almak is­tedi, yardım istedi" gibi. Yani kavmi için su ihtiyacının karşılanmasını iste­mişti anlamındadır.

Araplar: "sekaytu" ve "eskaytu" lafızlarını aynı anlamda (suladım, su ver­dim) kullanırlar. Şair (Lebid) der ki:

"Kavmim Mecdoğullarının da suyunu verdi

Numeyr'in de Hilâloğulları kabilelerinin de sularını verdi o.

Bu fiilin ziyadesiz şeklinin su içirmek anlamına, başında hemze getirilme­si halinde ise suya giden yolu göstermek anlamında olduğu da söylenmiştir. [265]

 

2- İstiskâ:

 

İstiska suyun bulunmaması ve yağmurun yağmaması halinde sözkonusu olur. Durum böyle olduğu takdirde o vakit kulluğun, fakrın (Allah'a ihtiyacın) meskenet ve zilletin samimi tevbe ile birlikte açığa vurulması gerekir. Pey­gamberimiz Muhammed (s.a) istiskada bulunmuş, (Allah'tan yağmur yağdı­rılması talebini yapmış), bunun için mütevazi, mütezellil (Allah huzurunda al­çalarak), başı önüne eğilmiş, ağır ağır tazarru (yalvarma) ve niyaz ile namaz kılınan yere çıkmıştır. Bu konuda örnek olarak o bize yeter. Bize gelince inat ve kulların Rabbine muhalefet etmekten başka hiçbir şeyimiz yok. Ne tevbe sözkonusu, ne de başka bir halimiz. Bize nasıl yağmur yağdırılsın? Şu kadar var ki Peygamber (s.a) İbn Ömer tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Onlar mallarının zekâtını vermeyecek olurlarsa mutlaka semâdan onlara yağmur yağdırılmaz. Eğer hayvanlar olmasa asla onlara yağ­mur yağdırılmaz."[266] İnşaallah bu hadis bütünüyle ileride gelecektir. [267]

 

3- Sünnet Şekliyle İstiska:

 

Açıkladığımız şekliyle namaz kılınacak yere çıkmak, hutbe ve namaz is-tiskanın sünnetidir. İlim adamlannın çoğunluğu bu görüştedir. Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise namaz kılmak ve namaz kılınacak yere çıkış istiskanın sün­netinden değildir. Ona göre istiska sadece duadan ibarettir. Buna Enes (ra)'dan rivayet edilen Buhârî ve Müslim'de yer alan sahih hadisi delil gös­termiştir.[268] Ancak bu hadiste onun lehine bir delil yoktur. Çünkü o hadis­te sözü edilen şey çabucak kabul olunan bir duadan ibarettir. O bakımdan dua ile yetinilmiş ve diğerlerine gerek görülmemiştir. Hz. Peygamber bunun­la bir sünneti beyan etmek kastında değildi. Hz. Peygamber, böyle bir sün­neti beyan etmeyi kastedince bunu fiiliyle açıkladı. Nitekim Abdullah b. Zeyd el-Mâzinî'nin rivayetine uygun olan da budur: Rasulullah (s.a) namaz yeri­ne çıktı, orada istiskada bulundu, ridasını ters çevirdi, sonra da iki rek'at na­maz kıldı. Bu hadisi de Müslim rivayet etmiştir.[269]

İstiskanın diğer hükümleri ileride -yüce Allah'ın izniyle- Hûd[270] Sûresi'n-de gelecektir. [271]

 

4- Asan île Taşa Vur:

 

Yüce Allah'ın: "Biz: Asan ile taşa vur, dedik" buyruğunda yer alan "asa"nın ne demek olduğu bilinmektedir. Bu kelime, sonu maksur elif mü-ennes ve aslı vav olan eliften oluşan bir kelimedir. Şair der ki:

"Onun (kovasının ağzında çaprazlama konulmuş) iki asası üzerinde

ince ve yırtık bir elbise vardır."

Çoğulu "usiyy" ve "ısıyy" şeklinde gelir "A'sın" şeklinde geldiği de olur. "Asa, asacıktandır" diye bir deyim de vardır. Yani işin kimisi kimisindendir. Kişinin yolculuk yapmayı bırakarak ikamet etmesi halinde "asasını bıraktı" denilir. Bu da bir deyimdir. Şair der ki:

"Asasını bıraktı ve ikamete koyuldu

Yolcunun geri dönmekle gözün aydın olması gibi."

Kur'an-ı Kerim'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O senin sağ elin­deki nedir ey Mûsâ! Dedi ki: O asamdır, ona dayanırım.." (Taha, 20/17-18) Bu âyet-i kerimelerin tefsiri yapılırken yüce Allah'ın izniyle asanın faydala­rından da söz edilecektir.

"Asa" kelimesi bazen toplanıp bir araya gelmek ve ayrılıp dağılmak hak­kında da kullanılır. İşte bu bakımdan İslâmî yönetime karşı çıkan haricîler hak­kında "müslümanların asalarını böldüler" denilir. Onların birlikteliklerini ve kaynaşmalarını böldüler, demektir. Asa yarıldı, bölündü, denildiği zaman an­laşmazlığın ortaya çıktığı anlatılmak istenir. Şair der ki:

"Savaş olup da asa yarılınca

Sana da Dahhak'a da keskin bir Hint kılıcı yeter."

Araplar arasında kullanılan "asanı ailenin tepesinden kaldırma" deyimi on­ları te'dip etmekten geri kalma demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Hacer (taş) da bilinen birşeydir. Asgarî çoğul sayısında "ahcâr" şeklinde, fazla olanlarda da "hicâr ve hicâre" şeklinde çoğul yapılması gerekir. Bunun­la birlikte hicâre nadiren kullanılır. İbn Fâris ve Cevherî böyle demiştir.

Derim ki: Kur'an-ı Kerim'de bu el-Hicare kelimesi şu âyet-i kerimelerde kullanılmıştır: "Onlar taşlar gibidir." (el-Bakara, 2/74); "Şüphe yok ki kimi taşlardan..." (el-Bakara, 2/74); "De ki taş., olunuz" (el-İsra, 17/50); "Onla­ra taş atardı.." (el-Fil, 105/4); "Onların üzerine (yağmur gibi) taşlar yağdır­dık." (el-Hİcr, 15/74) gibi. Nasıl olur da böyle bir şekilde bunun çoğulunun kullanımı nadirdir, denilebilir? Ancak o bu ifadesiyle kıyas yoluyla nadirdir,

fakat kullanımı ise çoktur, demek istiyorsa bu ifade doğru olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Hemen ondan on iki pınar fişkırıverdi." ifadesinde bir hazf (düşürme) vardır. Bunun takdiri şudur: Mûsâ asasıyla taşa vurdu ve hemen ardından on­dan on iki pınar fışkınverdi... Şanı yüce Allah, vurmadan da taştan suyu fış­kırtmaya ve denizi yarmaya kadir idi. Ancak O, kullan için maksatlarına ulaş­malarında bir hikmeti açıklamak üzere sebepler ile sonuçları birbirlerine bağ­lamak ve âhirette de buna bağlı olarak sevap ve cezalarını vermek istemiştir.

İnficâr (mealde: Fışkınvermek), yarılmak demektir. "Fecir yarıldı" tabi­ri burdan gelir. Suyun inficar etmesi, üzerinin açılması (ve kaynaması) anla­mındadır. Fücrâ: Suyun kaynadığı yere denilir.

(el-A'raf, 7/l60'da geçen): el-İnbicâs ise inficârdan daha dardır. Çünkü ön­ce inbicâs olur (yani su azar azar kaynar) daha sonra çevresi genişleyrek "in­ficâr" halini alır.

İnbicâs'ın inficâr ve infitâk'ın aynı manaya geldiği de söylenmiştir. Bunu el-Herevî ve başkaları demiştir. [272]

 

5- Oniki Pınar:

 

Yüce Allah'ın: "Hemen ondan on iki pınar fişkırıverdi" buyruğunda yer alan kelimesini Mücahid, Talha ve İsa şîn harfini esreli şek­linde okumuşlardır. Temimoğullarının şivesi budur. Böyle bir söyleyiş Temi-moğullarının konuşmasında nadiren görülür. Çünkü onlann izledikleri yol ke­limeleri hafifletmektir. Hicaz halkı ise, bu kelimeyi -izledikleri yol kelimeyi ağır okumak olmakla birlikte- diye okurlar. Bütün bu bilgileri en-Neh-hâs vermiştir.

Ayn (mealde: pınar): kelimesi müşterek isimlerdendir. O bakımdan su gö­zü, insan gözü, dizkapağının gözü, (dizkapağının alt tarafındaki hafif çukur), güneşin gözü (yani güneşin parlak kısmı) denilir. Ayn, aynı zamanda güney tarafından gelen bulutun adıdır. Yine kesintisiz olarak beş veya altı gün sü­reyle devam eden yağmurun da adıdır. "Ayn'ı az belde" insanı az şehir de­mektir. Yine su kırbası ve benzeri su kaplarının kulplarına da "ayn" denir. Su gözü canlılardaki göze benzetilmiştir. Çünkü canlının gözünden yaş nasıl çı­kıyorsa su gözünden de su öylece çıkar. Şöyle de açıklanmıştır: Canlının gö­zü en şerefli organlarından birisi olduğuna göre suyun kaynadığı göz de ona benzetilmiştir. Çünkü yeryüzündeki en şerefli yerlerden birisi de suyun kaynadığı yerdir. [273]

 

6- Suyun Fışkırdığı Taş:

 

Mûsâ (a.s), kavmi için Allah'tan su talep edince, Allah, asası ile bir taşa vurmasını emretti. Denildiğine göre bu taş koyun başı büyüklüğünde Tür dağında dörtgen bir taş idi. Bu taş bir çuvalın bir tarafına konulur ve yolculuk­ta taşınırdı. Konakladıkları vakit konakladıkları yerin ortasına o taş getirilir, bırakılırdı. Nakledildiğine göre onlar bu taşı aynca taşımıyorlardı. Her bir mer-halelik yol katettikçe ilk merhalede o taşın bulunduğu yer neresi ise ikinci merhalede de ona göre bir yerde bulunurdu. Böylesi ise mucize ve i'câz ba­kımından daha ileri derecededir.

Bir görüşe göre yüce Allah, Hz. Musa'ya mutlak olarak herhangi bir taşa vurmasını emretmiş idi. Bu ise i'câz bakımından daha ileri bir seviyedir.

Bir başka görüşe göre şanı yüce Allah, Hz. Musa'ya açıkladığı ve muay­yen bir taşa vurmasını emretmiştir. Bu bakımdan "(taş anlamına gelen)el-Ha-cer" kelimesi tarifli olarak gelmiştir. Said b. Cübeyr der ki: Bu Hz.Mûsâ'nın yıkandığı zaman elbisesini üzerine bıraktığı taştır. Bu taş, Hz. Musa'nın el­bisesi ile birlikte uçmuş ve yüce Allah, sonunda onu kavminin iftirasından temize çıkarmıştı.

İbn Atiyye der ki: Bunun ayrı ve dörtgen bir taş olduğunda görüş ayrılı­ğı yoktur. Bu taşın her bir tarafından Hz. Mûsâ o taşa vurduğu takdirde üç ayrı pınar fışkırırdı. Suya ihtiyaçları kalmayıp yola koyulduklarında bu suyun pınarları kuruyu verirdi.

Derim ki: Peygamberimiz Muhammed (s.a)'a verilmiş olan, elinden ve par­maklarının arasından suyun kaynayıp coşması daha büyük bir mucizedir. Çün­kü bizler, gece gündüz taşlardan suyun fışkırdığına tanık olmaktayız. Peygam­berimiz (s.a)'in mucizesi olan et ve kan arasından su çıkacak şekilde bir mu­cize herhangi bir peygambere verilmiş değildir. Güvenilir imamların ve sağ­lam fukahanın Abdullah'tan yaptıkları rivayete göre o şöyle demiştir: Peygam­ber (s.a) ile birlikte idik. Su bulamadık.Ona bakır veya taştan bir su kabı ge­tirildi. Elini ona soktu. Suyun parmaklarının arasından fışkırdığını gördüm ve: "Haydi, abdest almaya" dediğini duydum. el-A'meş dedi ki: Bana Salim b. Ebû'l Ca'd anlatarak dedi ki: Cabir'e o gün kaç kişiydiniz, diye sordum o: Binbeşyüz kişi, dedi. Hadisin lafzı Nesaî'nindir.[274]

 

7- Su Almakta Karışıklık Yoktu:

 

Yüce Allah: "Her bir insan topluluğu su alacağı yeri öğrenmişti" diye buyurmaktadır. Yani onların her bir kolunun kendisine ait olarak bildiği bir pınarı vardı. Başkasından içmiyordu. "Meşrab" kelimesi su alacak yer demek­tir. İçilen şey anlamına olduğu da söylenmiştir. İsrailoğullarındaki Kollar (Es-bât), Arapların kabileleri gibidir. Bunlar, Hz Ya'kub'un on iki oğlunun so­yundan gelenlerdir. Her bir kola ait bu pınarlardan bir pınar vardı ve ondan başkasından su almazdı.

Ata der ki: Taşın dört yüzü vardı. Her bir yüzünden üç pınar fışkırmak­taydı. Böylelikle her bir kolun (sıbtın) başkalarının kendileriyle ortak olma­dığı ayrı bir pınarı vardı. Bize ulaştığına göre her bir kolda atları ve diğer bi­nekleri dışında sadece ellibin savaşçı vardı. Yine Ata der ki: Hz. Musa'nın dar­be indirdiği her bir yerde taşın üzerinde kadının memesini andıran bir tüm­sek belirir, önce terler daha sonra da su akıtırdı. [275]

 

8- Yeyiniz, İçiniz:

 

Yüce Allah'ın: "Yiyiniz içiniz" buyruğunda bir hazf vardır ki takdiri şöy­ledir: Biz onlara Men ve Selvayı yeyiniz, başlı başına ayrı taştan fışkıran su­yu da içiniz. "Ve yeryüzünde fesat çıkarmakla taşkınlık yapmayınız" de­dik. Bu buyruğu ile yüce Allah, onlara ileri derecede fesat çıkartmalarını ya­saklamaktadır. Çünkü "el-ays" ileri derecede fesat anlamındadır. Yünleri yi­yen haşerenin adına da (aynı kökten): üsse (güve) denilmektedir. "Fesat çı­karıcılar olarak" anlamına gelen kelimesi haldir. Mananın tekrar­lanması, kelimenin farklı olmasındandır. İşte bu buyruklar ile ni'metlerin on­lara mubah kılındığı, sayılıp döküldüğü ifade edilmekte, buna karşılık onla­rın masiyetlerde ileri gittiği, bunların ise onlara nehyedildiği anlatılmaktadır. [276]

 

61. Hani siz: "Ey Mûsâ" demiştiniz; "biz yalnız bir yemeğe sabrede­nleyiz, o bakımdan bizim için Rabbine dua et de yerin bitirdi­ği şeylerden bakla, acur, sarımsak, mercimek ve soğan çıkarsın." Dedi ki: "Daha hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyosunuz? Öyleyse (bir) Mısr'a çekip gidin. İstediğiniz şeyler si­zin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vuruldu. Allah'tan gelen bir azaba uğratıldılar. Bu, onların Allah'ın âyetlerini inkâr etmeterinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dola­yı oldu. Bu, onların isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından do­layı oldu.

 

"Hani siz: 'Ey Mûsâ' demiştiniz; 'biz yalnız bir yemeğe sabredenle­yiz'.." diye nakledilen sözlerini, îsrailoğulları men ve selva yemekten usa­nıp daha önce Mısır'daki geçimlerini hatırladıkları sırada, Tîh sahrasında söy­lemişlerdi. el-Hasen der ki: Bunlar pis kimselerdi. Pırasa, soğan, mercimek gibi şeyler yer dururlardı. O bakımdan kötü alışkanlıkları orada depreşti ve alışageldikleri şeylere arzu duyarak: Biz yalnızca bir yemeğe sabredemeyiz, dediler. Bu sözleriyle men ve selvanın iki ayrı yemek olmalarına rağmen tek bir çeşit olduğunu kinaye yoluyla ifade ettiler. Çünkü onlar birisini ötekiy­le birlikte yiyorlardı. Bundan dolayı bir tek yemek tabirini kullandılar.

Bu tabiri kullanmalarının sebebinin bunların her gün gıda olarak aynı şe­kilde tekrarlanıp durmaları olduğu da söylenmiştir. Nitekim devamlı oruç tu­tan, namaz kılan, Kur'an-ı Kerim okumaya devam eden kimse hakkında: O tek bir iş üzere devam edip gitmektedir, denilir. Buna sebep ise onun bun­lara devam etmesidir.

Bir başka görüşe göre bunun anlamı şudur: Bizler zenginliğe katlanama-yız. Hepimiz zenginiz, birimiz öbürünün yardımını almak imkânını elde edemiyor. Çünkü bizden her bir kişi tek başına başkasına muhtaç değildir. Onlar, bu şekilde idiler. İlk köle ve hizmetçi edinenler onlardır.

"Yemek (taam)" yenilen ve içilen şeyler hakkında kullanılır. Nitekim yü­ce Allah Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır: "Kim ondan taam etmez­se (tadına bakmazsa) o bendendir." (el-Bakara, 2/249); "İman edip de salih amel işleyenler hakkında taam ettiklerinden (tattıklarından) dolayı üzerle­rine bir vebal yoktur." (el-Maide, 5/93) yani -ileride de açıklanacağı üzere-(yasaklayıcı hükmün inmesinden önce) içtikleri şaraptan dolayı üzerlerine ve­bal yoktur, demektir.

Şayet Selva -el-Müerric'in naklettiği gibi- eğer bal ise o vakit o da içile­cek birşey demektir. Bazan taam kelimesi, özellikle buğday ve hurma hak­kında kullanılır. Ebû Said el-Hudri yoluyla gelen hadis-i şerifte olduğu gibi. O şöyle demiştir: "Bizler Rasulullah(s.a) döneminde fıtır sadakasını bir sa' ta­am (buğday) veya bir sa' arpadan verirdik..."[277]

Örfen görülegelen de şudur: Bir kişi: Ben taam (yiyecek) pazarına gittim, dediği takdirde bundan anlaşılan sadece yenilen ve içilen şeylerin satıldığı yerdir.

Ta'm (tadına bakmak), insanın zevkine, tadına vardığı şeydir. Tadı acıdır, denilmek gibi. Yine bu kelime insanın canının çektiği yiyecek ve içecekler hakkında da kullanılır. Yine tadı bozuk olan şey hakkında da: Bunun tadı yok­tur veya tatlı değildir de denilir. Tuum da taam anlamındadır. Şair Ebû Hi-râş der ki:

"Kabilenin kahramanını -eğer onu bilsen- geri çeviririm (birşeyler vererek)

Ve senin ailenden olan başkalarını yiyeceklerde kendime tercih ederim

Ve temiz tatlı suyu alır da sonunda (onlara veririm)

Cimri olanın canı yanındaki azığı çekerse."

Birşeyi yeyip tadına baktığı takdirde bu kelime kullanılır. Yüce Allah'ın: "Kim de onu ta'metmezse o da bendendir." (el-Bakara, 2/249) buyruğunda ge­çen bu kelime "tadına bakmazsa" anlamındadır. Bir başka yerde de yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Taam ettiğiniz vakit de dağılın." (el-Ahzab, 33/53) Yemek yediğiniz vakit dağılın, demektir. Rasulullah (s.a) da Zemzem suyu hakkında şöyle buyurmuştur: "O güzel bir taamdır. Hastalıklara karşı da bir şifadır."[278] Yine bir kişi bir başkasından kendisiyle konuşmasını iste­diği takdirde aynı kökten -ziyadeli olarak- "istet'ame" ifadesi kullanılır. Hadis-i şerifte de "İmam sizden konuşmanızı istediği takdirde (istet'ame) onu ifam ediniz" diye buyurmaktadır.[279]Yani sizden okuması gerekeni hatırlat­manızı istediği takdirde siz de ona hatırlatınız, demektir. Mesela, filan kişi an­cak ayakta uykuyu tadıyor (yet'emu) denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Vecre'de san yanaklı deve kuşları suyun tadına bakmaz

Hep oruçludur (çünkü devekuşları su içmek üzere sulara gitmezler)."

"O bakımdan bizim için Kabine dua et de yerin bitirdiği şeylerden.. çı­karsın." Yani bizim için Allah'tan dilekte bulun ve O'ndan bizim için yerin bitirdiklerinden çıkartmasını iste.

Bir görüşe göre bu, dua anlamını ifade etmekte olup takdirî olarak: Bizim için yerin bitirdiklerinden çıkartması gayesiyle Rabbine dua et, anlamına ge­lir. Ancak ez-Zeccac, bunun zayıf bir açıklama şekli olduğunu söylemiştir.

"..şeylerden..." buyruğundaki "...den" anlamını veren edatı el-Ahfeş'e göre zaiddir, Sibeveyh'e göre ise değildir. Çünkü ifade olumludur, en-Nehhas der ki: el-Ahfeş'i böyle bir iddiada bulunmaya iten sebep onun "çı­karsın" fiilinin mefulunu (nesnesini) bulamamasıdır. O bakımdan o "şey" ke­limesini mef'ul yapmak istemiştir. Ancak daha uygunu mef'ulün mahzuf ol­masıdır. Bunu da diğer ifadelerden çıkartabiliyoruz. Buna göre bu buyruğun takdirî anlamı şöyle olur: Bize yerin bitirdiği yiyecek birşeyler çıkarsın. Bu­na göre birinciden" takısı tab'iz (kısmîlik) ifade etmek içindir; ikin­cisi ise tahsis içindir (yani yerin bitirdiklerinden özel olarak hangi yiyecek­leri istediklerini açıklamak gayesiyle kullanılmıştır). Bundan sonra gelen "bak­la" bu "şeyler"in bedelidir. Yani bunların ne olduğunu açıklamaktadır. On­dan sonrakiler ise ona atfedilmiştir.

Bakla (baki): Bilinen bir bitkidir. Bu da sapı olmayan her türlü bitkiye ad­dır. Ağaç (şecer) ise sapı, gövdesi olan her bitkidir. Acur da bilinen bir bit­kidir.[280]

İbn Mace'de şöyle bir rivayet vardır: Bize Muhammed b. Abdullah b. Nu-meyr anlattı, bize Yunus b. Bukeyr anlattı, bize Hişam b. Urve babasından o Aişe'den rivayetle dedi ki: Annem, beni, Rasulullah (s.a)'ın yanına gerde­ğe götürmek istediği için şişmanlıyayım diye bana bazı şeyler yediriyor idi. Ben acuru taze hurma ile birlikte yeyinceye kadar bu isteğini gerçekleşti­remedi. (Bunları birlikte yeyince) en güzel bir şekilde kilo aldım. Hadisin bu senedi sahilidir.[281]

"Fum (sarımsak)"ın ne olduğu hakında ihtilaf edilmiştir. Bunun bildiğimiz sarımsak olduğu söylenmiştir. Çünkü soğana benzer bir mahsuldür. Bu açık­lamayı Cüveybir, ed-Dahhak'tan rivayet etmiştir. Arapçada f harfi ile peltek se birbirlerinin yerine kullanılır. (Ayet-i kerimede fum'un, - peltek s ile- sum şeklinde söylenilmesi gibi). Nitekim Araplar meğafır dedikleri gibi, meğasir de derler. (Mağafirin kokusu pek hoş olmayan urfut denilen bir ağaçtan akan bir tür zamk olduğu söylenmiştir). Kabir kastedilmek üzere de cedes ve ce-def demek de bu türdendir. İbn Mes'ud ise bu kelimeyi peltek se ile ( şeklinde okumuştur. Bu İbn Abbas'tan da rivayet edilmiştir.

Umeyye b. Ebi's Salt der ki:

"O sırada onların evleri oldukça yüksekti.

Oralarda (bahçelerinde) aşinalıklar, sarımsak ve soğan bahçeleri de vardı."

Hassan b. Sabit de şöyle demiştir:

"Sizler kökleri bayağı kimselersiniz

Sarımsak ve soğandır yediğiniz."

el-Kisaî ile en-Nadr b. Şumeyl de aynı kanaattedir.

Burada sözü geçen "fum"un buğday olduğu da söylenmiştir. Yine bu da İbn Abbas'tan ve birçok müfessirden rivayet edilmiş bir görüştür. en-Nehhas bunu tercih etmiş ve bu daha uygundur diyerek şunları eklemiştir: Bu görü­şü kabul edenler üstün, onların senetleri daha sahihtir. Cüveybir ise bu gö­rüşün naklini yapan senetlerde yer alan ravilere denk bir ravi değildir.

Her ne kadar el-Kisâî ve el-Ferra, Arapların f yerine s harfini kullanma­larını gerekçe göstererek birinci görüşü tercih etmiş iseler dahi durum böy­ledir. Çünkü bedel yapma kıyas için ölçü değildir. Diğer taraftan böyle bir söyleyiş Arap dilinde de pek fazla değildir. İbn Abbas ise "fum" hakkında ken­disine soru sorana bunun buğday olduğunu belirtmek üzere Uhayha b. el-Culâh'ın şu beyitini okumuştur:

"Ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş

İnsanlar arasında en zengin kimse idim."

Ebû İshak ez-Zeccac der ki: Buğday gıdanın temelini teşkil ettiği halde için­de buğdayın yer almadığı bir grup yiyeceği nasıl olur da istemiş olabilirler?

el-Cevherî Ebû Nasr da der ki: Fum buğday demektir. el-Ahfeş şu beyiti nakletmiştir:

"Öyle zannediyordum ki ben fum (buğday) ziraati dolayısıyla Medine'ye gelmiş insanlar arasında en zengin kimse idim." İbn Dureyd de fume'nin başak anlamına geldiğini söylemiş ve şu beyiti nakletmiştir:

"Onların gözcüleri elinde bir veya iki başak (füme)

Olduğu halde geldiğinde dedi ki.."

Kimisi de fum'un Şamlılar şivesinde nohut anlamına geldiğini söylemiş­tir. Bunun satıcısına da fûmî'den bozma fâmî denilir. Çünkü Şamlılar bazan nisbetlerde değişiklik yaparlar. Sühlî ve Duhrî dedikleri gibi. (tJ \j»y) tabi­rini de bize ekmek pişiriniz anlamında kullanırlar. el-Ferra, bunun eski bir söyleyiş olduğunu ifade etmiştir. Ata ve Katade de der ki, fırında pişirilen her taneye fûm denilir. [282]

 

Soğan, Sarmısak ve Hoş Kokmayan Şeyleri Yemenin Hükmü:

 

Soğan, sarmısak ve diğer baklagillerden hoş kokmayan şeyleri yemenin hükmü hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İlim adamlarının ço­ğunluğu, bu hususta sabit olan hadislere dayanarak bunun mubah olduğu gö­rüşündedir. Cemaatle namaz kılmanın farz olduğunu kabul eden Zahirîler­den bir grup ise bunun yasak olduğunu kabul etmiş ve şöyle demişlerdir: Far­zı yerine getirmek için gitmekten ve onu ifa etmekten alıkoyan herşeyin ya­pılması ve onunla uğraşılması haramdır. Buna delil olarak da Rasulullah (s.a)'ın sarımsağı "pis olmakla" nitelendirmesidir. Şanı yüce Allah ise Peygam­berini pis olan şeyleri haram kılmakla nitelendirmiştir.

Cumhurun (çoğunluğun) lehine olan delillerden birisi de Hz. Câbir'den sabit olan şu rivayettir. Buna göre Peygamber (s.a)'a büyükçe bir tabak içinde çeşitli baklagillerden birtakım sebzeler getirildi. Bunların kokusunu alınca o tabakta bulunanların neler olduğu ona bildirildi, bunun üzerine be­raberinde bulunan ashabından birisi için: "Bu onları fonlara) yaklaştırınız" dedi. (Hz. Peygamber) onun yemekten hoşlanmadığını görünce: "Sen ye, de­di. Çünkü ben senin kendisiyle konuşmadığın kimse ile konuşuyorum." Hadisi Müslim ve Ebû Davud rivayet etmiştir.[283] İşte bu, sarmısak gibi şey­leri yemenin Hz. Peygamber için özel bir hükmünün bulunduğunu ve bun­ların başkası için mubah olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Yine Müslim'in Sahihinde Ebû Eyyub (r.a)'dan şu rivayet gelmiştir: Peygamber (s.a) Ebû Ey-yub'un yanında misafir kalmıştı. Peygamber (s.a)'e içinde sarımsak bulunan bir yemek yapmışlardı. Yemek geri gönderilince Peygamber (s.a)'ın parmak­larının nerelere değdiğini sordu. Ona: Peygamber birşey yemedi, denilince dehşete kapıldı ve Hz. Peygamber'in yanına çıkıp şöyle dedi: Yoksa o haram mıdır? Peygamber (s.a): "Hayır, fakat ben ondan hoşlanmıyorum." diye ce­vap verdi. Bunun üzerine Ebû Eyyûb şöyle der: Ben de senin hoşlanmıdığın şeyden hoşlanmıyorum. (Ebû Eyyûb devamla) der ki: Peygamber (s.a)'e (vahiy) gelirdi.[284]

İşte bu, sarmısağın (ve benzerlerinin) haram olmadığına dair açık bir nas-tır. Yine Ebû Said el-Hudrînin Peygamber (s.a)'dan Hayber'in fethedildiği gün­de sarmısak yemeleriyle ilgili kaydettiği rivayeti de böyledir. (Hz. Peygam­ber bunun üzerine şöyle demiş): "Ey insanlar, Allah'ın helal kıldığını benim haram kılma yetkim yoktur. Fakat bu kokusundan hoşlanmadığım bir bitki­dir."[285]

İşte bu hadis-i şerifler konu ile ilgili yasak hükmünün Hz. Peygamber'e özel olduğunu göstermektedir. Çünkü vahiy meleğiyle konuşmak özelliği ona ait idi. Şu kadar var ki bizler, Hz. Cabir yoluyla gelen hadis-i şeriften Hz. Pey­gamber ile başkası arasında bu hüküm açısından bir fark olmadığını öğreni­yoruz. Çünkü sözü geçen hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Her kim bu bak­ladan yani sarımsaktan yerse -bir seferinde de: Her kim soğan, sarmısak ve pırasa yerse- bizim mescidimize yaklaşmasın. Çünkü melekler de ademoğul-larının rahatsız olduğu şeylerden rahatsız olurlar."[286]

Ömer b. el-Hattâb (r.a) da uzunca bir hadiste şöyle demiştir: Sizler ey in­sanlar, ben pis olduklarından başka bir özelliklerini görmediğim iki bitkiden yeyip duruyorsunuz. Şu soğan ve sarımsağı kastediyorum. Ben Rasulullah (s.a)'ın mescidde bir adamdan bunların kokusunu aldığı vakit Baki' denilen yere kadar çıkartılmasını emrettiğini gördüm. Her kim bunlardan yiyecek olur­sa onları pişirerek öldürsün (kokularını gidersin). Hadisi Müslim rivayet et­miştir.[287]

"Mercimek ve soğan çıkarsın." Mercimeğin (ades) ne olduğu bilinmek­tedir. "Adese" öldürücü dahi olabilen insan vücudunda çıkan bir çeşit sivil­cedir. "Ades" katırlar için de bir sesleniş biçimidir.

Şair der ki:

"Deh! Artık Abbâd'm senin üzerinde bir otoritesi yok! Kurtuldun işte, Talik'i taşıyorsun sırtında."

"Ads"; hızlıca koşmak ve çalışmak; "adese fil'ard": Yeryüzünde dolaştı "Adese ileyhi": Ona doğru -geceleyin- yürüdü, demektir. el-Kumeyt der ki:

"Karanlığın dehşetinden onu koruyorum ve halâ gecenin kardeşiyim,

Bana gidip geliniyor (ma'dus), ben de gidiyorum (adis)*

Şair geceleyin kendisine gelindiğini anlatmak istiyor. Bu açıklamaları el-Cevheri yapmıştır.

Peygamber (s.a)'ın Hz. Ali yoluyla gelen rivayette şöyle dediği nakledil­mektedir: "Size mercimek yemeyi tavsiye ediyorum. Çünkü o mübarek ve kut­saldır. O kalbi yumuşatır, gözyaşını artırır. Sonuncuları Meryem oğlu İsa olan yetmiş peygamber onun mübarek olması için dua etmiştir.[288] Bu hadisi es-Sa'lebî ve başkaları zikretmiştir.

Ömer b. Abdülaziz de bir gün zeytinyağı ile ekmek, bir gün et ile ekmek, bir gün de mercimek ile ekmek yermiş. el-Halimî der ki: Mercimek ile zeytinyağı salihlerin yedikleridir. Eğer İbrahim (a.s)'ın beldesinde verdiği her zi­yafette mutlaka mercimek bulunması gibi bir fazilet dışında başka bir üstün­lüğü bulunmasaydı, bu dahi onun fazileti için yeterli idi. Mercimek vücuda hafiflik verir, böylelikle vücudun ibadete karşı bir hafifliği olur. Şehvet ve ar­zudan olduğu gibi mercimekten dolayı harekete geçmez. Buğday da taneler cümlesindendir. Sahih kabul edilen görüşe göre de (âyette geçen) fum buğ­daydır. Arpa da ona yakındır. Medine halkının yiyeceği idi. Tıpkı mercime­ğin Hz. İbrahim'in kasabasının halkının yiyeceği olduğu gibi. Dolayısıyla bu her iki tane iki peygamberden birisi sebebiyle faziletli olmuş demektir.

Rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a)'ın ve aile halkının Medine'ye gel­diği günden vefat ettiği güne kadar arka arkaya buğday ekmeği ile karınla­rını doyurmuş değildirler.[289]

 

Daha Bayağı Olanı Üstün Olana Tercih Etmek:

 

"Dedi ki: Daha hayırlı olanı daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyor­sunuz?" Değiştirmek (istibdal) birşeyi başka birşeyin yerine koymak demek­tir. Bedel de burdan gelmektedir. Buna dair açıklamalar daha önceden ya­pılmış idi.

"Daha aşağı olan (ednâ)" kelimesi ez-Zeccâc'a göre kıymet itibariyle az olan "dünuv"dan gelmektedir. Ali b. Süleyman'a göre ise daha aşağılık an­lamında olan ve aşağılık olduğu açıkça belli olan "denî"den gelen hemzeli bir kelimedir. Bu kelimenin, daha düşük anlamında olan dûn'dan alındığı da söylenmiştir. Şâz kıraatlerde bu kelime hemzeli olarak "edneu" şeklinde okunmuştur.

Ayet-i kerimenin anlamı ise şudur: Sizler daha bayağı ve aşağılık olan bak­la, acur, sarmısak, mercimek ve soğanı daha hayırlı olan men ve selvaya mı değişir ve üstün tutarsınız?

Men ve selvanın onların talep ettikleri şeylerden üstün olmasını gerekti­ren yönlerin ne olduğu hakkında beş ayrı görüş ortaya atılmıştır:

1- Baklagiller men ve selvaya nisbetle ehemmiyetli olmadığından dola­yı men ve selva daha üstündür. Bu görüş ez-Zeccâc'a aittir.

2- Men ve selva, yüce Allah'ın kendilerine lütfedip verdiği ve yemeleri­ni emrettiği bir yiyecek idi. Dolayısıyla Allah'ın emrini yerine getirmeye, ni'me-tini şükür ile karşılamaya devam etmek, âhirette ecir sahibi olmaya bir ve­siledir. Onların istediklerinin ise bu özellikleri yoktur. O bakımdan o istek­leri bunlardan daha aşağı idi.

3- Şanı yüce Allah'ın kendilerine lütfettiği, istedikleri şeylerden daha hoş ve daha lezzetli olduğundan dolayı elbette ki bu bakımdan onların istedik-

leri daha aşağılık idi.

4- Onlara verilen, sıkıntı çekmeden, yorulmadan ihsan ediliyor idi. İste­dikleri ise, ancak ekerek, sürerek ve yorularak elde edilebilecek şeylerdi. O bakımdan bunlar daha bayağı idi.

5- Onlara indirilen Allah katından indirildiği için helal ve temiz olduğun­da en ufak bir şüphe yoktur. Tahıllar ve araziler ise, alışverişlere konu olur, gaspedilir, şüphelere maruz kalırlar. O bakımdan istedikleri daha aşağılık şey­lerdi.[290]

 

Güzel ve Lezzetli Şeyleri Yemek:

 

Bu âyet-i kerimede güzel ve lezzetli şeyleri yemenin caiz olduğuna delil vardır. Peygamber (s.a) da helva (tatlı şeyler) ve balı severdi. Tatlı ve soğuk su içerdi. Bu hususa dair açıklamalar Maide[291] ve Nahl sûrelerinde[292] eksik­siz bir şekilde gelecektir. [293]

 

Bir Şehire Gidin..:

 

Yüce Allah'ın "Öyle ise Mısır'a çekip gidin" buyruğundaki emir, onları aciz bırakmak anlamını taşımaktadır. Çekip inmenin (hubût)un anlamı daha önceden (36. ayette) geçmişti. Onları aciz bırakmak anlamına gelen bu buyruğun bir diğer benzeri de: "De ki: Onlara, ister taş, ister demir olunuz.." (el-İsra, 17/50) buyruğudur. Çünkü İsrailoğullanna bu emir verildiğinde Tîh'te idiler. Böyle bir emir de onlar için cezadır. Onlara istediklerinin verildiği de söylenmiştir.

Cumhur "Mısran" kelimesini nekire ve tenvinli olarak okumuştur. Mus­haf'taki hattı (yazılışı) da böyledir. Mücahid ve başkaları ise şöyle demiştir: Bu kelimeyi munsarıf (yani tenvin ve esre alabilecek türden bir kelime) ka­bul eden muayyen olmayan şehirlerden herhangi bir şehri kastetmiş olur. İk-rime ise İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Öyle ise Mısır'a çekip gidin" buyru­ğu hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Şu şehirlerden bir şehre gi­din demektir. Yine bu kelimeyi munsarıf kabul edenlerden bir kesim şöyle demiştir: Bu buyrukla bizzat Firavun'un Mısır'ı kastedilmiştir.

Birinci görüşü kabul edenler, Kur'an-ı Kerim'in onlara kasabaya girmele­ri emrini vermesinin zahirinin bunu gerektirdiğini delil gösterirler. Ayrıca on­ların Tîh'de sonra Şam (Suriye) bölgesinde yerleştiklerine dair birbirini güç­lendiren rivayetleri de delil gösterirler. Öbür görüşü savunanlar; Kur'an-ı Ke-rim'de yer alan yüce Allah'ın, İsrailoğullarını Firavun hanedanının ve onla­rın geriye bıraktıklarının mirasçısı kılan buyruklarını delil gösterirler ve bu kelimenin munsarif olmasını da caiz kabul ederler. el-Ahfeş ve el-Kisaî, bu kelime hafif olduğundan ve Hind ve Da'd gibi kelimelere benzediğinden do­layı munsarif olması caizdir, demişler ve şu beyiti delil göstermişlerdir:

"örtüsünün sarkan kısmına bürünüp örtünmedi Da'd.

Ve Da'd sütün sağıldığı deri kâselerle süt içmedi."

Şair burada her iki söylenişi (munsarif olan ve olmayanı) bir arada kul­lanmıştır. Sibeveyh, el-Halil ile el-Ferrâ, bunu kabul etmezler. Çünkü bir ka- dına Zeyd adı verilirse bu munsarif olmaz.

el-Ahfeş'ten başkaları da şöyle demiştir: Bunlar bu kelime ile mekanı kas­tettiklerinden dolayı onu munsanf kabul etmişlerdir.

el-Hasen, Ebân b. Tağlib ve Talha ise munsarif kabul etmeyerek "mısra" diye -tenvinsiz- okumuşlardır. Ubey b. Ka'b'ın Mushafı ile İbn Mes'ud'un kı­raatinde de bu kelime böyledir. Bunlar bunun Firavun'un Mısn olduğunu söy­lemişlerdir. Eşheb der ki: Malik bana şöyle dedi: O benim görüşüme göre Fi-ravn'ın kaldığı yer olan senin şehrin Mısırdır. Bunu İbn Atiyye kaydetmiştir.

Mısır kelimesinin sözlükteki asıl anlamı sınırdır. "Evin mısn" denildiği za­man sınırları kastedilir. İbn Fâris der ki: Denildiğine göre Hecerliler, arala­rındaki şartnamelerde şöyle yazarlar: "Filan kişi şu evi mısırlarıyla (yani sı­nırlarıyla) satın aldı." Adiy de şöyle demiştir:

"Ve güneşi hiçbir kapalılığı bulunmayan bir mısır (sınır) kılan Gündüz ile gece arasında onlar birbirlerinden ayrılmışlardır." "İstediğiniz şeyler sizin olacaktır. Onlara zillet ve meskenet vurul­du." Zillet ve meskenete mahkûm edildiler ve bunlarla haklarında hüküm ve­rildi. Bu kelime "çadırların vurulması" deyiminden alınmıştır. el-Ferazdak da Cerir hakkında şöyle demektedir:

"Örümcek, senin üzerine vurdu ağlarını

Ve Allah'tan indirilen Kitap senin aleyhine bununla hüküm verdi."

"Hakim, eli vurdu (yakaladı)" deyimi de buna mecbur etti, zorunda bırak­tı, demektir.

Zillet ise, aşağılık ve küçüklük, meskenet de fakirlik demektir.

Zengin olsa dahi fakirlik kılığından, fakirliğin verdiği horluk ve hakirlik-ten uzak hiçbir yahudi bulamazsınız.

Sözü geçen zilletin el-Hasen ve Katade'den gelen rivayete göre cizye yü­kümlülüğünü koymak olduğu da söylenmiştir.

Meskenet ise boyun eğmek anlamındadır ki bu da "sükûn"dan alınmadır. Yani fakirlik dolayısıyla hareket ve kıpırdanışı az kalmış demektir. Bu, ez-Zeccac'ın açıklamasıdır. Ebu Ubeyde de der ki: Zillet, küçüklük demektir; mes­kenet ise (fakir anlamına gelen) miskinin masdandır.

ed-Dahhak b. Muzâhin, İbn Abbas'tan: "Onlara zillet ve meskenet vurul­du" buyruğunu şu şekilde açıkladığını rivayet etmektedir: Onlar cizye veren kimselerdir.

"Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar"; yani böyle bir gazaba döndü­ler, ona mahkûm edildiler. Bu ("uğratıldılar" anlamındaki) kelime, Peygam-ber Efendimizin dua ve niyazında Senin üzerimdeki ni'me-tini itiraf ediyor ve nefsimi de buna mecbur tutuyorum"[294] duasında da ay­nı anlamda kullanılmıştır. Bu kelimenin sözlükteki asıl anlamı dönüştür. Ev anlamına gelen "mebâe" de bu köktendir. el-Bevâ', kısasa dönmek demek­tir. "Onlar bu işte bevâ'dırlar" ise eşittirler anlamındadır. Yani bu hususta ay­nı anlamı ifade ederler, demektir. Şair der ki:

"Hükümdarlar bizim yakamızı bırakmaz ve mahremlerimize dil uzatmaktan

sakınmazlar mı?

Ve kana kan ile dönmemek yolunu seçmezler mi?" Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Onlar talan malları ve esirler ile geri döndüler

Bizler ise zincire vurulmuş hükümdarlarla geri döndük."

"Gazap" kelimesinin anlamına dair açıklamalar ise Fatiha sûresinde yapıl­mıştır. [295]

 

Gazaba Uğratılmalarının Sebebi:

 

"Bu onların Allah'ın âyetlerini" yani onun kitabını, İsa, Yahya, Zekeriy-ya ve Muhammed (aleyhimusselam) gibi peygamberlerinin mucizelerini "inkâr etmelerinden" yalanlamalanndan "ve haksız yere peygamberleri öl­dürmelerinden dolayı oldu."

el-Hasen'den Öldürüyorlardı" anlamındaki kelimeyi ( şeklinde okuduğuna dair rivayet gelmiştir. Yine ondan, çoğunluk gibi birin­ci şekilde okuduğuna dair rivayet de yapılmıştır. Nafi' ise peygam­berler" kelimesini  kelimesinin Kur'an'ın tümünde belirtilen şu iki yer dışında ilk sekilinde okumuştur. Bu iki yerden birisi Ahzab sûresinde yer alan: Ve nefsini Peygambere bağışlayan mü'min kadını..." (el-Ahzab, 33/50); buyruğu, diğeri ise Pey­gamberin evlerine.... girmeyin" (el-Alızab, 33/53) buyruğudur. Burada bu ke­limeyi medsiz ve hemzesiz olarak okumuştur. Bu iki yerde hemzeli okunma-yışının sebebi ise esreli iki hemzenin bir arada olmasıdır. Ancak diğer oku­yucular bütün bu yerlerde hemzeli okumamışlardır. Bu kelimeyi hemzeli oku­yan kimseler bunu haber vermek anlamına gelen (tjl)den alırlar. Bunun is­mi faili ise (haber verici anlamına): şeklinde gelir.^kelimesinin çoğulu şeklinde olur. "Nebi" kelimesinin "nübeâ1" şeklinde kulla­nıldığı da olmuştur. el-Abbas b. Mirdas es-Sülemî Peygamber (s.a)'ı överken şöyle demektedir:

"Ey peygamberlerin sonuncusu, şüphesiz ki sen hak ile gönderilmişsin

Doğru yola ileten bütün hidayet senin hidayetindir."

İşte hemzeli okuyuşun anlamı budur.

Hemzesiz okuyuşu kabul edenlerin ise farklı açıklamaları vardır. Kimisi bu kelimeyi (nebi kelimesini) hemzeli şeklinin türetildiği gibi türetir, sonra hem­zeyi kolay okunmasını sağlar, kimisi bu kelimenin açığa çıkmak anlamına ge­lenden türediğini kabul eder. Buna göre nübüvvetten türeyen ne­bi yükselmek anlamındadır. Çünkü Peygamberin makamı yüce ve yüksektir. Yine hemzesiz olarak "nebi" yol demektir. Rasule nebi deniliş sebebi yolda olduğu gibi onun vasıtasıyla insanlann yollarını bulmasıdır. Şair der ki:

"Kâsib dağındaki nebinin (yolun) yerine

Çakılın kırıntıları gibi ufalmış olur."

Peygamberler bizim için yeryüzündeki yolları andırırlar. Adamın birisini Peygamber (s.a)'a: -Hemzeli olarak- Selam sana ey Allah'ın Nebi'i diye se­lam vermiş, buna karşılık Peygamber (s.a) da şöyle cevap vermiş: Ben Allah'ın nebi'i değilim, ben Allah'ın nebisiyim diye hemzesiz olarak cevap vermiş. Ebu Ali der ki: Bu hadisin senedi zayıf görülmüştür. Ancak bunun senedini tak­viye eden hususlardan birisi de onu öven şairin (yukarıda geçen): "Ey Nü-beâ'ın sonuncusu.." şeklindeki beyitidir. Hz. Peygamber'in bunu reddettiği­ne dair bir rivayet de yoktur. [296]

 

Savaşması Emrolunmuş Hiçbir Peygamber Öldürülmemiştir:

 

"Ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı oldu" buyruğu da onların işledikleri günahın ne kadar büyük olduğunu ifade etmek içindir.

"Bu, peygamberlerin bazen hak ile öldürülebileceklerinin delilidir. Hal­buki peygamberler kendisi sebebiyle öldürülebilecekleri herhangi bir iş yapmaktan yana korunmuş masum kimselerdir" denilecek olursa şu cevap verilir: Durum anladığınız gibi değildir. Bu ifade (yani "haksız yere" tabiri) onların öldürülme şekillerinin sıfatı durumundadır. Yani onlar zulmen öldü­rülmüşlerdir, haklı olarak öldürülmemişlerdir. Bu ifade ile onların yaptıkla­rı işin ne kadar büyük çapta çirkin olduğu gösterilmektedir. Bilindiği gibi hak ile hiçbir peygamber öldürülmez. Fakat o hak üzere olduğu halde öldürü­lür. İşte "haksız yere" buyruğu işlenen günahın ne kadar çirkin ve açık ol­duğunu ortaya koymaktadır. Ve hiçbir peygamber öldürülmesini gerektire­cek bir iş asla yapmaz.

"Kâfirlerin peygamberleri öldürmelerine imkân vermesi nasıl olabilir?" de­nilecek olursa, şu cevap verilir. Bu peygamberler için bir şereftir ve mevki­lerini yüceltmek için bir araçtır. Mü'minlerden Allah yolunda öldürülenlerin durumunda olduğu gibi. Bu onları yardımsız bırakmak değildir. İbn Abbas ve el-Hasen der ki: Peygamberler arasından öldürülmüş hiçbir peygambere savaşma emri verilmiş değildir. Çünkü kendisine savaşma emri verilmiş her bir peygamber mutlaka muzaffer olmuştur. [297]

 

Gazaba Uğrayışlarının Diğer Bir Sebebi:

 

"Bu, onların İsyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı oldu."

el-Ahfeş der ki: Yani isyan ettiklerinden dolayı bu oldu. İsyan ise itaatin zıd-dıdır. Taşkınlık (i'tidâ) ise her hususta haddi aşmak demektir. Zulüm ve ma-siyetler hakkında kullanılır.

62. Şüphe yok ki iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sâbi-îlerden Allah'a ve âhiret gününe inanan ve salih amel işleyen­lerin ecirleri, elbette Rableri katındadır. Onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de.

Buyruğuna dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız: [298]

 

1- îman Edenler:

 

"Şüphe yok ki iman edenler" yani Muhammed (s.a)'ı tasdik edenler. Süf-yan der ki: Kasıt münafıklardır. Şöyle buyurmuş gibidir: Dış görünüşlerinde iman eden kimseler... îşte bundan dolayı onları yahudi, hıristiyan ve sabiîler-le birlikte sözkonusu etmiş, daha sonra bütün bunlar arasından Allah'a ve ahi-ret gününe gerçekten iman edenlerin hükmünü beyan etmiştir. [299]

 

2- Yahudiler:

 

"Yahudiler"; yani yahudi olanlar. Hz.Ya'kub'un en büyük oğlu olan Ye-hûza'ya nisbet edilirler. Araplar buradaki zel harfini dâl harfine dönüştürmüş­lerdir. Çünkü arapça olmayan bir kelime arapçalaştırıldığı vakit asıl söyle­yişinde değişiklikler meydana gelir. Bir diğer görüşe göre onlara bu ismin ve­riliş sebebi, buzağıya tapmaktan dolayı tevbe etmeleridir. Çünkü "hâde" tev-be etti, "hâid" de tevbe eden demektir. Şair der ki:

"Ben sevgisinden hâid (tevbe eden) bir kimseyim."

Kur'an-ı Kerim'de de: buyruğu: "Şüphesiz biz sana tevbe edip durduk" (el-A'raf, 7/156) demektir.

İbnu'l-Arafe der ki: buyruğu: "Senin emrini huzur ve sükûn ile kabul ettik" anlamındadır. Çünkü "hevâde" sükûnet ve anlaşmazlıkları bı­rakmak anlamındadır. İşte yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki iman edenler, ya-hudiler..." buyruğu da bu türdendir.

Ebu's-Semmâl, dâl harfini üstünlü olarak şeklinde okumuştur. [300]

 

3- Nasâra:

 

"Hıristiyanlar" anlamına gelen "nasârâ" kelimesi çoğuldur. Bunun teki­li ise "nasranrdir. Ya'sız olarak "nasrân" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Si-beveyh'in görüşü budur. Dişisi "nasrâne" şeklinde gelir. "Nedmân ve nedmâ-ne (pişman)" kelimeleri gibi. Bu kelime nekire olup "elif-lâm" ile ma'rife ya­pılır. Şair der ki:

"(O dişi deve sudan) tıpkı fish bayramından önce hris.tiyanlara şakilik eden birisinin kendisine helâl olmayan şeylerden imtina etmesi gibi imtina etti." Görüldüğü gibi burada şair "nasarâ" kelimesini nekire olan bir kelime ile vasfetmiştir.

el-Halil der ki: Nasârâ kelimesinin tekili "nasrî"dir. "Mehâra"nın tekilinin

"mehrî" oluşu gibidir. Sibeveh, bu kelimenin çoğul şekli ile ilgili görüşüne

şu beyitleri tanık olarak göstermektedir:

"Akşam oldu mu onu (Allah'a) ibadete yönelmiş görürsün Kuşluk vaktinde ise o, başkaldıran bir nasranî oluverir." Diğer beyit de şöyledir:

"Onların (develelerin) her ikisi de (yorgunluktan) yıkılıp eğdi başını Tıpkı (duasında) bir tarafa meyletmeyen hristiyanın başım önüne eğmesi gibi." Şu kadar var ki "nasrân" ve "nasrâne "kelimeleri ancak nisbet ya'sı ile bir­likte kullanılır. Çünkü araplar: "Nasranî bir adam ve nasranîye bir kadın" di­ye kullanırlar. "Nassara" ise nasranî yapmak demektir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: sonra anne ve babası onu yahu-di veya nasranî yapar."[301] Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bu üm­metten (dine davet ettiğim kıyamete kadar gelecek bütün insanlardan) olup da yahudi veya nasranî olsun beni işitir sonra da benimle gönderilene iman etmezse mutlaka cehennemliklerdendir."[302]

Bir diğer görüşe göre hıristiyanlara "nasârâ" deniliş sebebi "nâsira" adın­daki bir kasaba dolayısıyladır. İsa (a.s) burada konaklar ve o bakımdan oraya nisbet edilerek "İsa en-Nâsirî" denilmişti. Ona iman edenler de Hz. İsa'ya nisbet edilince "Nasârâ" denildi. Bu açıklamayı İbn Abbas ve Katade yapmıştır.

el-Cevherî de der ki: Nasrân Şam (Suriye)'deki bir kasabanın adı olup hı-ristiyanlar (nasârâ) ona nisbet edilir. Bu kasabanın adının "nasıra" olduğu da söylenir. Onlara bu ismin veriliş sebebinin birbirlerine nusret etmeleri (yar­dımcı olmaları) olduğu da söylenmiştir. Şair (bu kelimeyi bu anlamda kul­lanarak) der ki:

"Biribirlerine yardım eden Nebatileri görünce

Elbisemi sıvadım dizlerimin üzerine

Ve hiristiyanlara karşı himaye ettim onları."

Bir diğer görüşe göre onlara bu adın verilişi: "Allah yolunda benim yar­dımcılarım (ensânm) kim olacak, demiş, havariler de Allah'ın yardımcıla­rı (ensarı) biziz demişlerdi. * (Ali İmran, 3/52) buyruğu(nda da ifade edi­len husus) sebebiyledir. [303]

 

4- Sabiiler:

 

"Sâbiîn" kelimesinin çoğuludur çoğulu olduğu da söylenmiş­tir. O bakımdan bu kelimenin hemzeli okunup okunmayacağı hususunda fark­lı kıraatler vardır. Nâfi' dışında kalan çoğunluk, hemzeli okumuştur. Hemze­li okuyan kimseler bu kelimenin Yıldızlar doğdu, görüldü'den geldiğini kabul ederler. Yine çocuğun dişi çıkıp göründüğü zaman da aynı kökten gelen  tabiri kullanılır. Hemzesiz okuyanlar ise bu­nu meyletmek anlamını ifade eden 'den türetirler. Buna göre söz­lükte "sabi" bir dinden çıkıp bir başka dine giren ve meyleden kişi anlamın­dadır. Bundan dolayı Araplar İslâm'a giren kimse için "sâbiî oldu" derlerdi. Buna göre Sabitler kitap ehli dininden çıkmış olan kimselerin adıdır. [304]

 

5- Sabiiler ve Kitap Ehli:

 

Yahudi ve hıristiyanların kitap ehli olduğu hususunda görüş ayrılığı yok­tur. Kitap ehli olduklarından dolayı kadınları ile evlenmek ve yemeklerini ye­mek caizdir. İleride buna dair açıklamalar Maide sûresinde[305] gelecektir. Yi­ne onlara cizye vergisini koymak da -inşaallah ileride -Tevbe sûresinde[306] ge­lecektir. Şu kadar var ki sabitler hakkında görüş ayrılığı vardır. es-Süddî der ki: Onlar kitap ehlinden bir fırkadır. İshak b. Raheveyh de bu görüştedir. İb-nu'1-Münzir der ki: İshak dedi ki: Sabitlerin kestiklerini yemekte bir mahzur yoktur. Çünkü onlar da kitap ehlinden bir taifedirler. Ebu Hanife der ki: On­ların kestiklerinden yemekte, kadınlarıyla evlenmekte bir beis yoktur.[307] el-Halil der ki: Sabitler dinleri hıristiyanlara benzeyen bir topluluktur. Şu kadar var ki onların kıblesi güney rüzgarının estiği tarafa doğrudur. Bunlar kendi­lerinin Nuh (a.s)'ın dini üzere olduklarını iddia ederler.

Mücahid, Hasan ve İbn Ebi Necih de der ki: Bunlar dinleri yahudilik ve Mecusilikten meydana gelmiş bir topluluktur, kestikleri yenmez. İbn Abbas da aynca kadınlanyla da evlenilmez demektedir. Yine el-Hasen ve Katade şöy­le demiştir: Bunlar meleklere tapan, kıbleye doğru namaz kılan, Zebur'u oku­yan ve beş vakit namaz kılan kimselerdir. Ziyad b. Ebu Süfyan bunları gör­müş ve onların meleklere taptıklarını öğrenince üzerlerinden cizyeyi kaldır­mak istemiştir.

İlim adamlarımızın anlattıklarına göre, görüşlerinin hülasası şudur: Bun­lar muvahhid kimselerdirler, bununla birlikte yıldızların etkisine ve faal ol­duklarına inanırlar. Bundan dolayı Ebu Said el-İstahrî haklarında soru soran, el-Kadir Billah'a kâfir olduklarına dair fetva vermiş bulunmaktadır. [308]

 

6- İman Edenler ve Salih Amel İşleyenler...:

 

"Allah'a ve ahiret gününe İnanan"; yani tasdik eden "ve Salih amel iş­leyenlerin ecirleri elbette Rableri katındadır." Bu buyrukta yer alan "ina­nan" tabiri daha önce geçen "iman edenler" tabirinden bedeldir.[309] "İman edenler... yani Allah'a ve ahiret gününe inanan., lann...ecirleri elbette Rab­leri katındadır." anlamına gelmektedir.

"Ecirleri elbette Rableri katındadır" buyruğu "Şüphe yok ki..."nin haberi konumunda mübtedâ ve haberdir"  en ..."in mübtedâ konu­munda merfû' ve şart anlamında olması uygundur. "İman eden..." anlamın­daki buyruk şart olarak cezm mahallinde, ecirleri...dır" buyruğundaki "fâ" şartın cevabı, diğer kelimeler isein haberidir. Cümle bütünüyle ise"  şüphe yok ki..." edatının haberidir. "ler..." ism-i mevsûlunun aidi ise hazfedilmiş olup onlar arasından Allah'a.... inananlar" takdirindedir.

Peygamberlere, kitaplara ve öldükten sonra dirilişe iman ise Allah'a ve ahiret gününe imanın kapsamı içerisinde yer alır. [310]

 

7- Ecirler:

 

İnanan anlamını veren buyruğu çoğul olmayıp tekil bir lafız oldu­ğu halde "ecirleri" anlamına gelen (jL»J»-l) buyruğunda zamirin niçin çoğul geldiği sorulabilir. Halbuki "ecri" denilmiş olsaydı da uygun olurdu. Buna ce­vap şudur: kelimesi tekil, çoğul ve tesniye hakkında kullanılır. Dolayı­sıyla buna gidecek olan zamirin tekil, çoğul ve tesniye olması da mümkün­dür. Mesela yüce Allah, aynı edatı kullandığı şu buyruğunda şöyle buyurmak­tadır: "Onlardan sana kulak veren kimseler de vardır." (Yunus, 10/42) Bu buyrukta bu edat anlamı göz önünde bulundurularak ona ait çoğul zamiri kul­lanılmıştır. Bir başka yerde de lafız göz önünde bulundurularak ona giden zamir tekil kullanılmış ve şöyle buyurulmuştur: "Onlardan sana kulak veren de vardır" (el-En'am, 6/25) Şairin şu beyitinde (bu edata, mana göz önün­de bulundurularak) çoğul zamir gitmiştir:

"Selma'yı ziyarete gidip onu görürseniz

Ona deyin ki: Geride kalan o kimselere sen de geri dön."

el-Ferezdak da (bu edata tesniye zamiri göndererek) şöyle demiştir:

"Gel bana hainlik etmemek üzere söz verdiysen eğer;

Seninle birlikte biz arkadaşlık eden iki kişi gibi olalım ey kurt!."

Burada şair, zamiri; manayı gözönünde bulundurarak göndermede bu­lunmuştur. Eğer lafzı gözönünde bulundurarak zamir gönderselerdi (ikinci beyitte) arkadaşlık eden (bir kişi) şeklinde, birincisinde de "geriye kalan" de­meli idiler.

Yüce Allah da: "Kim Allah'a ve rasulüne itaat ederse onu.. cennetlere ko­yar." (en-Nisa, 4/13) buyruğunda ise lafzı nazarı itibara almıştır. Daha son­ra ise (aynı ayet-i kerimede) "ebedî kalıcılar olarak" diye buyurarak mana­yı gözönünde bulundurmuştur. Eğer lafzı nazarı itibare almış olsaydı "onda ebedî kalıcı olarak" demesi gerekirdi. Eğer bu dan sonra gelen kelime­ler lafza göre cereyan edecek olur ise, bununla bu ayet-i kerimede de olduğu gibi, manaya muhalefet etmek caiz olur. Eğer ondan sonrasında mana göz önünde bulundurulacak olursa ondan sonra gelenin lafza muhalefet etmesi caiz olmaz. Çünkü o takdirde ifadelerde karışıklık olur.

"Onlar için korku yoktur, onlar üzülmezler de." buyruğuna dair açık­lamalar ise daha önceden[311] yapılmıştır. Allah'a hamdolsun. [312]

 

8- Bu Âyet Neshedilmiş midir?:

 

İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Şüphe yok ki iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar..." ayetinin yüce Allah'ın: "Kim İslâm'dan başka bir din arar­sa asla ondan kabul olunmaz." (Al-i İmran, 3/85) ayeti ile neshedildiğine dair bir rivayet gelmiştir. Başkaları ise bu ayet-i kerime neshedilmiş değildir. Bu, Peygamber (s.a)'a iman edip de imanında sebat gösteren kimseler hakkın­dadır, demişlerdir. [313]

 

63- Hani sizden sapasağlam söz almış, Tûr'u da üstünüze kaldır­mıştık. "Size verdiğimizi kuvvetle alın ve içindekileri hatır­layın, olur ki sakınırsınız."

64. Siz bundan sonra yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde Allah'ın lü­tuf ve rahmeti olmasaydı muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz.

 

"Hani sizden sapasağlam söz almış, Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık."

Bu âyet-i kerime ileride gelecek olan: "Biz, bir zaman dağı üzerlerine bir gölgelikmiş gibi kaldırmıştık." (el-A'raf, 7/171) buyruğunu açıklamaktadır. Ebû Ubeyde der ki: Anlamı şudur: Biz dağı yerinden oynatmış ve yerinden koparmış idik. Yerinden kopartıp attığın herşey hakkında: "

: onu ko­parıp attım" tabiri kullanılır. Bunun, onu kaldırdık, anlamına geldiği de söy­lenmiştir. İbnu'l-Arabî der ki: Kaldıran, yayan ve açıp ayıran, söken anlamın­da "nâtik" kelimesi kullanılır. Çokça doğuran kadın hakkında da "nâtik ve min-tak" tabiri kullanılır. el-Kutebî der ki: Bu tabir içindeki tereyağı çıkartılınca-ya kadar kırbanın, tulumun vs. silkelenmesini ifade etmek üzere kullanılan tabirinden alınmıştır. Yüce Allah'ın: "Biz, bir zaman dağı üzer­lerine sanki bir gölgelikmiş gibi çekip ayırmıştık." (el-A'râf, 7/171) buyru­ğunda onu kökünden koparmıştık, anlamı vardır.

Tör"un mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Tür, yüce Allah'ın Mûsâ (a.s) ile üzerinde konuştuğu ve üzerinde Tevrat'ın Hz. Musa'ya indirildiği dağ­dır, başkası değildir. Bunu İbn Cüreyc, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir. ed-Dahhak'ın da İbn Abbas'tan rivayetine göre Tûr, üzerinde bitkilerin yeşerdiği da­ğın adıdır. Bitki yeşermeyen dağa "tûr" denmez. Mücahid ve Katade ise her türlü dağın adı olabilir, demişlerdir. Şu kadar var ki Mücahid: Tûr, Süryanice her türlü dağa verilen isimdir. Ebu'l-Âliye de bu görüşü kabul etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Arap olmayan kimselerin dilinden alınıp arapçalaştırılmak-sızın bağımsız tek lafızların bulunup bulunmadığına dair açıklamalar bu ese­rin mukaddimesinde yapılmış bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

el-Bekrî'nin iddiasına göre ise bu dağa Hz. İsmail'in oğlu Tûr'un adı ve­rilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. [314]

 

Tûr Dağının Kaldırılış Sebebi:

 

Mûsâ (a.s), Allah'tan aldığı ve üzerinde Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları, İsrailoğullarına getirince onlara: "Bu Tevrat'ı alınız ve onda yazılı olan emir­lere uyunuz" dedi. Onlar, hayır Allah seninle nasıl konuştu ise bizimle de ko­nuşmadıkça yapmayız, dediler. Bundan ötürü baygın düştüler, sonra da di­riltildiler. Hz. Mûsâ yine onlara, bu Tevrat'ı alınız dediyse de onlar yine: Ha­yır, dediler. Bu sefer yüce Allah meleklere emrederek onlar da eni boyu bir fersah olan Filistin dağlarından bir dağı kopardılar. Bu dağ, onların tepele­rinde bir gölge gibi tutuldu. Arkalarından da bir deniz, önlerinden yüzleri­ne doğru ise bir ateş getirildi, onlara: "Bu Tevrat'ı alınız, hükümlerine uyu­nuz ve onun hükümlerini zayi etmemek üzere sizden söz alıyoruz. Ya bunu kabul edersiniz veya dağ üzerinize düşecektir" denilince yüce Allah'a tevbe ile secdeye kapandılar ve bu söz ile Tevrat'ı aldılar.

Taberi, kimi ilim adamlarından naklederek şöyle demiştir: Eğer ilk emir ile birlikte Tevrat'ı almış olsalardı onlardan bu konuda herhangi bir söz alın­mazdı. Onlar yanlan üzere secdeye kapandılar, çünkü korkuları dolayısıyla dağa doğru bakıyorlardı. Allah onlara merhamet buyuranca şöyle dediler: Şa­nı yüce Allah'ın kabul buyurduğu ve/kendisi sayesinde kullarına merhamet ettiği secdeden daha faziletli bir başka secde şekli olamaz. O bakımdan tek yanları üzerine secde etmelerini sürdürdüler.

İbn Atiyye der ki: Başka hiçbir görüşün sahih olamayacağı konu ile ilgi­li sahih biricik görüş şudur: Şanı yüce Allah, secde ettikleri vakit kalplerin­de imanı yarattı. Yoksa onların kalplerinden huzur ve mutmainlik olmaksı­zın zor ve baskı altında kalarak iman etmiş değillerdir.

Biz de onlara "size verdiğimizi kuvvetle" tam bir cehd ve gayret ile "alı­nız" demiştik. Burada "demiştik" ifadesi hazfedilmiştir. Bu açıklamayı İbn Ab-bas, Katade ve es-Süddî yapmıştır. "Kuvvetle alınız" buyruğunun, ihlash bir niyetle alınız, anlamına geldiği de söylenmiştir. Mücahid der ki: Burada sö­zü geçen "kuvvetle almak" onda yer alan hükümler gereğince amel etmek demektir. Bir başka görüşe göre ise kuvvetle almak onu çokça okuyup öğ­renmekle olur. "Ve içindekileri hatırlayın" emirlerini, tehditlerini iyice dü­şünün, belleyin, onu asla unutmayın, zayi etmeyin. [315]

 

Kitapların İndiriliş Maksadı:

 

İşte kitapların indirilmesinden gözetilen maksat budur: Dil ile onları okuyup tertil etmek değil, onların gereğince amel etmektir. Çünkü sadece dil ile okuyup tertil etmek, eş-Şa'bî ve İbn Uyeyne'nin de belirttikleri gibi, o ki­tabı bir kenara atmak demektir. Yüce Allah'ın: "Kitap verilenlerden bir fır­ka.. Allah'ın Kitabını arkalarına attılar" (el-Bakara, 2/101) buyruğunu açıklarken onların bu konuda söyledikleri de gelecektir. Nesaî'nin Ebû Sa-id el-Hudrî'den kaydettiği rivayete göre Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar arasında en kötü kimse, Kur'an-ı Kerim'i okuyup da onun hiçbir ya­sağından çekinmeyen fasık bir kimsedir."[316]

Böylelikle Peygamber (s.a) de maksadın -açıkladığımız gibi- amel etmek olduğunu beyan buyurmuştur. İmam Malik der ki: Bazen hiçbir hayır bulun­mayan bir kimse de Kur'an'ı okuyor olabilir. Buna göre bizden öncekilerin yerine getirmekle yükümlü oldukları hususlar ve onlardan alınmış olan söz­ler bizim için de bir yükümlülüktür, bizim için de bir görevdir. Nitekim yü­ce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve Rabbinizden size indirilenin en güzeline ta­bi olun." (ez-Zumer, 39/55) Yüce Allah, bizlere Kitabına uymayı, onun ge­reğince amel etmeyi emretmiştir. Fakat yahudiler ve hıristiyanlar bunu ter-kettiği gibi biz de bunu terkettik. Geriye hiçbir fayda vermeyen kitapların şe­killeri ve mushaflar kaldı. Çünkü cahillik üstünlük sağlamış, başkanlık talebi, hevalara uymak öne geçmiştir.vTirmizi'nin Cübeyr b. Nufeyr'den rivaye­tine göre Ebû'd-Derdâ şöyle demiştir: Peygamber (s.a) ile birlikte idik. Gö­zünü semaya doğru kaldırıp baktı, sonra şöyle buyurdu: "Bunlar öyle anlar­dır ki bunlarda ilim insanlardan farkında olmadan çekip alınır ve nihayet hiç­bir şeye güç yetiremezler." Ensar'dan olan Ziyad b. Lebid: Kur'an'ı okuyup öğrendikten sonra bizden nasıl farkında olmadan alınabilir? dedi. Allah'a ye­min ederim, hem biz onu okuyacağız, hem kadınlarımıza ve çocuklarımıza okutup öğreteceğiz. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Anan seni kaybedesi-ce ey Ziyad! Ben de seni Medine'nin fakihlerinden birisi sayıyordum. İşte ya-hudilerle hıristiyanların elinde bulunan Tevrat ve İncil. Onlara faydası ne?" dedi ve hadisin geri kalan kısmını zikretti. İleride de gelecektir. Bu hadisi Nesaî de yine Cübeyr b. Nufeyr'den, o Amr b. Malik el-Eşcaî'den sahih bir rivayet yoluyla nakletmiş, Peygamber (s.a)'ın Ziyad'a şöyle dediğini zikret­miştir: "Annen seni kaybedesice ey Ziyad, işte Tevrat ve İncil yahudilerin ve hıristiyanların ellerinde bulunuyor."[317]

Muvatta'da ise Abdullah b. Mes'ud'dan gelen rivayete göre Hz. Peygam­ber birisine şöyle demiş: "Sen fukahası bol, kurrası (Kur'an'ı bilip okuyanı) az bir çağdasın. Bu çağda Kur'an'ın sınırları korunmakta fakat harfleri kay­bedilmektedir. İsteyeni az verileni çok bir zamandır bu. (İnsanları) uzun uzun namaz kılarlar hutbeleri kısa keserler. Bu zamanda nevalarından önce amel­lerini işlerler. Fakat insanlar üzerinde pek yakında öyle bir zaman gelecek­tir ki fukahası az kurrası çok olacaktır. Kur'an'ın harfleri gereği gibi muha­faza edilecek fakat sınırları zayi edilecektir. İsteyeni çok, verileni az olacak­tır. Hutbeyi uzun okuyacak namazı kısa keseceklerdir. Amellerinden önce o zamanda nevalarına göre iş yapacaklardır."[318]

İşte bunlar bizim değindiğimiz hususa delalet eden birtakım naslardır. Yah­ya dedi ki: Ben İbn Nafi'e: "Amellerinden önce hevâlarıyla başlayacaklardır" sözünün ne anlama geldiğini sordum şöyle dedi: Yani nevalarına uyacaklar fakat kendilerine farz kılınan ameli terkedeceklerdir.

"Olur ki sakınırsınız" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (21. âye­tin sonunda) geçmiştir, tekrarlamaya gerek yoktur. [319]

 

Ve Sonra Yüzçevirdiniz:

 

"Siz bundan sonra" yani bu delilden sonra -ki o da sözün alınması ve da­ğın kaldırılmasıdır- "yüzçevirdiniz." Yüzçevirmek (tevelli) aslında birşeyden vücudu ile çevirilmek ve ona arkasını dönmektir. Daha sonra emirlerden, din­lerden, inançlardan yüzçevirmek anlamında -kelimenin anlamı genişletilerek ve mecaz olarak- kullanılmaya başlamıştır.

"Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti olmasaydı"; yani şayet Allah'ın lütuf ve rahmeti, yani onun lütfü ve size mühlet vermesi yetişmemiş olsay­dı "muhakkak zarara uğrayanlardan olurdunuz."                        -

"Zarara uğramak (hüsran)" noksanlık, eksiklik demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (27. âyetin sonlarında) yapılmıştır. Onun luîfonun tevbeyi kabul etmek, rahmetinin de affetmek olduğu da söylenmiştir.

Lütuf (fadl): Gerekenden fazlasını vermek demektir. İfdâl ise gerekme­yeni yapmak demektir. İbn Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Fadl fazlalık ve ha­yırdır, ifdâl ise ihsanda bulunmaktır. [320]

 

65. Gerçekten sizden Cumartesi gönü haddi aşanları bilmişsiniz. Bu­nun üzerine onlara "hor ve hakir maymunlar olun" demiştik.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde ele alacağız:

 

1- Cumartesi Günü Haddi Aşanlar:

 

"Gerçekten sizden Cumartesi günü haddi aşanları bilmişsinizdir." Ya­ni onların muayyen olarak kimler olduklarını tanımışsınızdır. Onlara dair hü­kümlerin ne olduğunu bilmişsiniz, anlamında olduğu da söylenmiştir. İkisi arasındaki fark şudur: Tanımak (marifet) ismi belli kişiye yöneliktir, bilmek (ilim) ise ismi belli olanın hallerine yöneliktir. Mesela, Zeyd'i tanıdım, denil­diğinde onun şahsı kastedilir. Fakat, Zeyd'i bildim, denildiğinde onun üstün­lük ve eksiklik gibi hallerinin bilinmesi kast edilir. Kur'an-ı Kerim'de: "Ve bun­dan başka sizlerin bilmeyip de Allah'ın bildiklerini korkutasınız." (el-En-fal, 8/60) buyruğu tanımak anlamındadır. "Sizden Cumartesi günü haddi aşanlar" kelimesinde yer alan haddi aşmak (i'tidâ)ya dair açıklamalar daha önceden (61. âyetin sonunda) yapılmıştır. [321]

 

2- Hz. Peygamberin Peygamberliğini İtiraf Eden Yahudiler:

 

Nesaî'nin rivayetine göre, Safvân b. Assâl şöyle demiştir: Bir yahudi arka­daşına: Haydi seninle şu peygamberin yanına gidelim, demişti Arkadaşı da ona: Olur ki seni işitir, sen onun hakkında: Peygamber deme. Çünkü onun dört tane gözü vardır... derken Rasulullah (s.a) 'in yanına gidip "apaçık do­kuz âyeften ona soru sorarlar, Hz. Peygamber onlara şöyle der: "Allah'a hiç­bir şeyi ortak koşmayınız, hırsızlık yapmayınız, zina etmeyiniz, hak ile olma­sı müstesna Allah'ın haram kıldığı cam öldürmeyiniz, suçsuz bir kimseyi (suçlu diye) yöneticiye teslim etmeyiniz, büyücülük yapmayınız, faiz yemeyiniz, iffetli namuslu kadına iftirada bulunmayınız, savaş gününde geri dönüp kaçmayınız ve - sizin için özel olarak ey yahudiler - Cumartesi günü haddi aşmayınız." Bunun üzerine yahudiler elini ayaklarını öptüler ve: Şahitlik ede­riz ki sen şüphesiz bir peygambersin, dediler. Hz. Peygamber bu sefer: "Pe­ki bana tabi olmanızı engelleyen nedir?" diye sorar onlar: Dâvûd peygamber her zaman için onun soyunda peygamberlerin gelip durmasıîçîn Allah'a dua etmişti. Bizler ise sana tabi olduğumuz takdirde yahudilerin bizleri öldüre­ceğinden korkarız. Hadisi Tirmizi de rivayet etmiş ve "hasen sahih bir hadis­tir" demiştir.[322] Bu hadisin lafzı ileride yüce Allah'ın izniyle İsra sûresinde[323] gelecektir. [324]

 

3- Cumartesi Yasağı:

 

"Cumarteside". Cumartesi gününde "haddi aşanları bilmişsinizdir."

Cumartesi hükmü hakkında haddi aşanları kastetmiş olma ihtimali de vardır. Birinci görüş el-Hasen'in görüşü olup buna göre İsrailoğullan helal kabul ede­rek balıkları o günde yakaladılar. Eşheb'in Malik'ten rivayetine göre o şöy­le demiştir: İbn Rûman'ın anlattığına göre onlardan bir kişi bir ip alır bu ipe kolay çözülür bir düğüm atar ve bunu balığın kuyruğuna atardı. İpin öbür yanında ise bir kazık bulunurdu. Bu şekilde ipini pazar gününe kadar bıra­kırdı. Daha sonra başkaları da bu işi yapanın bir belaya uğramadığını gö­rünce, aynı şeyi yapmaya koyuldular. Nihayet balıkların avlanması işi çoğal­dı ve pazarlara kadar götürülür oldular. Fasıklar da Cumartesi günü açıktan açığa balık yakalamaya koyuldular. Onlardan bir grup kalkıp bu işin yasak olduğunu, vazgeçmeleri gerektiğini söyledi, açıkça bu uyanlannı yaptı ve on­lardan uzaklaştı. Denildiğine göre onlara bu işten vazgeçmelerini söyleyip yasak olduğunu hatırlatanlar, bu yasağı çiğneyenlere şöyle demiş: Biz sizin­le birlikte yaşayamayız. Bunun üzerine yaşadıkları kasabayı bir duvarla iki­ye ayırdılar. Günün birinde onlara bu yasağı hatırlatanlar bir gün meclisle­rinde sabah vakti otururlarken yasağı çiğneyenlerden kimsenin dışarı çıkma­dığını görürler ve herhalde bir durum olmalıdır, derler. Duvara çıkıp baktı­lar, onların maymunlara dönüşmüş olduklarını gördüler. Kapıyı açıp onların yanlarına girdiler. Maymuna dönüşmüş olanlar insanlar arasındaki akrabala­rını tanıdılar. Fakat insanlar bu maymunlardan kendilerinin akrabalannın han­gisi olduğunu tanıyamadılar. Maymunlar insanlardan olan akrabalarının ya­nına gelir, elbiselerini koklar ve ağlardı. İnsanlardan olan o maymunun ak­rabası da: Biz size bu işten vazgeçmenizi söylemedik mi diye sorar, maymun­lar da başlarını evet anlamına sallarlardı. Katade der ki: Genç olanlar, maymun, yaşlı olanları da domuz oldular. Onlardan yalnızca bu yasaklara uy­malarını hatırlatanlar kurtuldu, diğerleri helak oldu.

A'raf sûresinde[325] İsrailoğulları bu hususta üç gruba ayrılmışlardı diyen­lerin görüşlerine dair açıklamalar da gelecektir. Bu: Onlar sadece iki gruba ayrılmışlardı diyenlerin görüşlerinden daha sahihtir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Sebt (Cumartesi), kesmek anlamına gelen "es-sebt"ten alınmıştır. Denil­diğine göre bu günde eşyanın işi bitmiş, yaratılışı tamamlanmıştır. Dinlenmek ve rahat etmek anlamına gelen "sübût"tan alındığı da söylenmiştir.

İlim adamları, meshe uğrayan (insan olup da başka hayvanlara, yaratık­lara dönüştürülen) kimselerin soylarının devam edip etmediği hususunda fark­lı iki görüş ortaya atmıştır. ez-Zeccac der ki: Bir topluluk, bu maymunların onların soyundan gelmiş olması mümkündür demiştir. Kadı Ebu Bekr b. el-Arabî de bu görüşü tercih etmiştir. Cumhur (çoğunluk) ise şöyle der: Mes-holunanın soyu devam etmez. Maymunlar, domuzlar ve diğer hayvanlar (İsrailoğullarından mesholunan bu kimselerden) daha önceden de vardı. Ay­rıca yüce Allah'ın meshedip hilkatlerini değiştirdiği bu insanlar helak olmuş, onların geriye soyu kalmamıştır. Çünkü Allah'ın azap ve gazabı onlara gelip çatmıştır. Dolayısıyla üç günden sonra dünyada onlardan kimse kalmamış­tır. İbn Abbas da der ki: Mesholunan hiçbir varlık üç günden fazla yaşamış değildir. Bu süre zarfında onlar yememiş, içmemiş ve nesilleri olmamıştır.

İbn Atiyye de der ki: Peygamber (s.a)'den rivayet edildiğine ve sabit ol­duğuna göre mesholunanın soyu devam etmez, yemez, içmez ve üç günden fazla yaşamaz.

Derim ki: İki görüşün sahih olanı budur. İbnu'l-Arabî'nin ve başkalarının birinci görüşün sahih olduğunu ispatlamak üzere delil diye gösterdikleri Pey­gamber Efendimizin şu hadisine gelince: "İsrailoğullarından ne yaptığı bilin­meyen bir ümmet ortadan kalkmıştır. Ben bunların fareler olduğunu zanne­diyorum. Sizler farelere deve sütü konulduğu zaman içmediklerini, koyun sü­tü konulduklarında da içtiklerini görmüyor musunuz?" Bu hadisi Ebû Hurey-re rivayet etmiş ve Müslim de kitabında kaydetmiştir.[326] Ayrıca yine Müslim tarafından Ebû Said ve Hz. Cabir'den rivayet edilen keler hadisini de buna delil gösterirler. Hz. Cabir der ki: Peygamber (s.a)'a bir keler getirildi, ancak onu yemek istemedi ve şöyle dedi: "Bilemiyorum belki de bunlar mesholun-muş nesillerdendir."[327] Ancak bu hadis ileride de geleceği üzere te'vil edi­lir. İbnu'l-Arabî der ki: Buhârî'de Amr b. Meymûn'dan şöyle dediği rivayet edil­mektedir. Ben cahiliyye döneminde zina etmiş maymunlar gördüm. Onları

recmettiler, ben de onlarla birlikte o maymunları recmettim.[328] Bu rivayet Buhârî'nin bazı nüshalarında yer almış, bazılarında da yer almamıştır. Hadi­sin nassında "zina etmişlerdi" ifadesi kimisinde sabit olmuştur, kimilerinde de bu ifade düşmüştür. İbnu'l-Arabî der ki: Peki hayvanlarda Amr b. Mey-mûn'un dönemine gelinceye kadar şeriate dair birtakım bilgiler kalmış ve on­lar bu bilgileri sonrakiler geçmişlerinden öğrenerek sürdürmüşler mi demek oluyor, diye sorulursa cevabımız: Evet böyle olmuştur, şeklindedir. Çünkü ya-hudiler recm hükmünü değiştirmişlerdi. Allah ise bu hükmü onlardan mes-holunanlar arasında uygulamayı murad etti, ta ki bu recmi inkar eden ve de­ğiştiren kimselere karşı daha beliğ ve açık bir delil olsun. Onların kitapları, alimleri ve onlardan mesholunanları onlara karşı şahitlik etsin, yüce Al­lah'ın onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiklerini ve neyi değiş­tirip neyi tahrif ettiklerini sayıp döktüğünü bilsinler. Bilmedikleri bir taraf­tan onlara karşı bir delil ortaya koysun ve peygamberine böylelikle yardım etsin, onlar yardım olunmadan bırakılsınlar diye.

Derim ki: Bunlar İbnu'l-Arabî'nin "Ahkâmü'l-Kur'an" adlı eserindeki ifa­deleridir. Ancak bunların delil olacak bir tarafı yoktur. Amr b. Meymun'un kıs­sası ile ilgili zikrettiği hususu el-Humeydî "Cem'u's-Sahihayn" adlı eserde şöy­lece zikreder: Ebû Mes'ud ed-Dımeşkî'nin anlattığına göre, Amr b. Meymun el-Evdî'nin Buharı ile Müslim'de Husayn'ın ondan kaydettiği bir rivayetinde şöyle dediği anlatılmaktadır: Cahiliyye döneminde üzerlerine birtakım may­munların toplanıp recmedilen bazı maymunlar gördüm. Ben de recmedenler-le birlikte onları recmettim. Ebû Mes'ud bunu böylece zikreder, fakat Buhârî'nin eserinin neresinde bunu kaydettiğini sözkonusu etmez. Biz bunu araştırdık. Buhârî'nin bazı nüshalarında -hepsinde değil- bulduk. Buharı, Eyyamü'l-Cahiliyye kitabında bunu zikretmekle birlikte en-Nuaymîin el-Firab-rî'den yaptığı rivayete maymunlara dair bu haberin izine rastlanılmamaktadır. Belki bu, Buhârî'nin eserine sonradan katılmış rivayetlerden olabilir.

et-Tarihu'l-Kebir adlı eserinde Buhârînin söyledikleri ise şudur: Bana Nu-aym b. Hammad anlattı. Bize Huşeym, Ebû Bele ve Husayn b. Amr b. Mey-mun'dan haber vererek dedi ki: Cahiliyye döneminde başlarına maymunla­rın toplandığı bazı maymunlar gördüm. O maymunlar, ötekilerini taşladılar, ben de onlarla birlikte onları taşladım. Bu ifadede "zina etmiş maymunlar" tabiri yoktur. Şayet bu rivayet sahih ise, Buhârî bunu Amr b. Meymun'un ca­hiliyye dönemine erişmiş olduğunu göstermek üzere nakletmiş ve cahiliyye döneminde onun bu husustaki zannına herhangi bir önem vermemiştir.

Ebû Ömer ise el-lstiab'dz Amr b. Meymun'u zikreder ve onun künyesi­nin Ebû Abdullah olduğunu belirtip şöyle der: "Amr b. Meymun Kûfeli tabiinin büyükleri arasında sayılır. Eğer sahih ise, maymunlar tarafından cahiliy-ye döneminde recm olayını görmüş olan da odur. Çünkü bu rivayetin râvi-leri meçhul (bilinmeyen) râvilerdir. Ayrıca Buhârî bunu Nuaym'dan o Hu-şeym'den, o Husayn'dan, o Amr b. Meymun el-Evdî'den muhtasar olarak şöy­lece rivayet etmiştir: "Cahiliyye döneminde zina etmiş ve maymunlar tarafan-dan recmedilen maymunları gördüm. Ben de onlarla birlikte o maymunları taşladım." Ayrıca bunu Abbad b. el-Avvam Husayn'den, Huşeym'in rivayet ettiği gibi muhtasar olarak rivayet etmiştir. Bu olayın uzun bir şekildeki an­latımı ise Abdülmelik b. Müslim'in İsa b. Hittân'dan rivayeti etrafında döner dolaşır. Bunlar ise rivayetleri delil gösterilemeyecek kimseler arasındadırlar. Aynca mükellef olmayan yaratıklara zina fiilinin izafe edilmesinin de hayvan­lara hadlerin uygulanmasının ilim adamlarının çoğunluğu tarafından kabul edilmediğini de belirtelim. Eğer öyle bir olay sahih ise olsa olsa bu cinler ara­sında olmuştur. Çünkü ibadetler insanlarla cinler arasında sözkonusudur. Baş­kaları hakkında değildir."

Ebû Hureyre tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte, Hz. Peygamber'in: "... ben kaybolmuş bu ümmetin farelerden başkaları olduğunu zannetmiyo­rum" şeklindeki buyruğuna keler hakkında da "bilemiyorum belki de bu mesholunmuş nesillerden birisidir" şeklindeki sözüne ve benzerlerine gelin­ce bu, Hz. Peygamber'in keler, fare ve başka hayvanların meshedilmiş ola­bileceğine dair bir zannı ve bir korkusunu ifade etmektedir. Bu yüce Allah tarafından mesholunmuş varlıkların geriye nesillerinin kalmadığı kendisine vahyolunmadan önce, Hz. Peygamber'in bir kanaatini ifade eder. Bu husus ona vahiy yoluyla bildirilince artık böyle bir çekinmesi kalmadı, keler ve fa­relerin mesholunmuş ümmetlerden olmadığını da kesinlikle bilmiş oldu. İş­te bu esnada Peygamber efendimiz domuz ve maymunlara dair: Bunlar mesholunanlardan mıdır? şeklinde soru sorana ve bize, şu buyruğuyla ger­çeği haber vermektedir: "Allah, bir kavmi helak edecek veya azab edecek olursa, onlardan nesil bırakmaz."[329] Maymunlar ve domuzlar ise bundan daha önce idi.[330] İşte bu, Abdullah b. Mes'ud'un rivayet ettiği Müslim'in de Sa-hih'inin Kader bölümünde kaydettiği sarih ve açık bir nastır.

Diğer taraftan kelerin Hz. Peygamber'in huzurunda sofrasında yenildiği­ne ve Peygambere efendimizin de bunu reddetmediğine dair naslar da sa­bit olmuştur. İşte bu bizim sözünü ettiğimiz hususun (yani mesholunanların zürriyetlerinin kalmadığı hususunun) doğruluğunun delilidir. Başarımız Al­lah'tandır.

Mücahid'den bu âyet-i kerimenin tefsiriyle ilgili olarak şöyle bir rivayet gelmiştir: Bunların sadece kalpleri meshedilmiş idi. Onların anlayışları tıp­kı maymunların anlayışlarına dönüştürülmüş idi. Bildiğim kadanyla böyle bir kanaati müfessirler arasından açıklayan sadece odur. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır. [331]

 

Hor ve Hakir Maymunlar:

 

"Bunun üzerine, onlara hor ve hakir maymunlar olun, demiştik" buy­ruğunda yer alan (ve maymunlar anlamına gelen): kelimesi kelimesinin haberidir. Hor ve hakirler, kelimesi ise onun sıfatıdır. İkinci bir haber de yapılabilir.[332] Bunu "olunuz" zamirinden hal kabul etmek de mümkündür. "Hasi'în" kelimesi uzak kılınmışlar demektir. Yüce Allah'ın: " Göz, hor ve hakir olarak sana dönecektir." (el-Mülk, 67/4) buyruğunda da anlam budur. Orada uzak durun" (el-Mü'minun, 23/107) buyruğundaki anlamı, gazaba uğramış şekilde uzak du­run, demektir. Aynı zamanda bu kelime küçülmek ve zelil olmak anlamına da gelir. (Mealde verildiği gibi). [333]

 

66. Biz, bunu öndekilere de sonradan gelenlere de bir ibret, takva sahiplerine de bir öğüt kıldık.

 

"Biz, bunu.... bir ibret kıldık" buyruğunda ibret kılınanın ne olduğu hak­kında değişik görüşler vardır. Kimisine göre ibret kılınan cezadır, kimisine göre kasabadır. Çünkü ifadeler bunu gerektirmektedir. Bir başka görüşe gö­re de başka yaratıklara dönüştürülen ümmettir. Bir diğer görüşe göre ise ba­lıklardır, ancak bu görüş uzak bir görüştür.

İbret (nekâl): Alıkoymak ve cezalandırmak demektir. Nekl ve enkâl, zin­cirler anlamındadır. Zincirlere bu adın veriliş sebebi ise, bunlar vasıtasıyla bir­takım işlere engel olunduğundan dolayıdır. Oldukça ağır geme de nekl ve nikl denilir. Çünkü bu gem sayesinde hayvan istediği gibi hareket etmekten engellenir. Bir işi yapmaktan imtina eden kimse hakkında da "nekele" fiili kullanılır. Tenkîl, düşmanlardan geride kalanları benzeri işlerden uzaklaştı­racak şekilde (ibretli bir şekilde) cezalandırmak demektir. el-Ezherî der ki: Nekâl ceza demektir. İbn Dureyd de: İnsanın kendisi ile tenkil edildiği şe­ye de "menkel" denilir demiştir. Şair der ki:

"Sen onların kafalarına menkel ile at."

"Önündekilere": İbn Abbas ve es-Süddî'ye göre, o kavmin mesh olayından önce işlediği günahlar, "Sonradan gelenlere" ise bu kavimden sonra ge­lip de benzeri günah işleyenlere de "ibret... kıldık." el-Ferra der ki: Bu me-sih olayı geçmiş günahlar için bir ceza, daha sonra yapılacak günahlar için de günahları sebebiyle meshe uğramaktan korkmaları için bir ibrettir. İbn Atiy-ye der ki: Bu, güzel bir açıklamadır.

"Öndekilere de sonradan gelenlere de" ifadelerindeki her iki zamir de cezaya racidir. (Yani o cezadan önceki günahlara da sonraki günahlara da bir ibret vesilesi kıldık, demek olur.) el-Hakem'in Mücahid'den onun İbn Ab-bas'tan rivayetine göre ise: Bunu onlarla birlikte bulunanlara da onlardan son­ra gelenlere de bir ibret vesilesi kıldık, demektir. Bu görüşü en-Nehhas ter­cih etmiştir Bu, âyet-i kerimenin manasına daha uygun düşer demiştir.

Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre: "Öndekilere de sonradan gelen­lere de bir ibret kıldık"; yani onun önündeki kasabalara da geri tarafında­ki kasabalara da ibret kıldık, demektir. Katade ise şöyle demiştir: "Öndeki­lere'' önceki günahlarına "sonradan gelenlere" yani balıkları yasak günde avlamak günahlarına "ibret kıldık" anlamındadır.

"Takva sahiplerine de bir öğüt kıldık." Mev'iza; yapılan korkutma ve öğütten dolayı korkutulan şeyden uzak durmak demektir. Va'z korkutmak an­lamındadır. el-Halil der ki: Vaz kalbe incelik verecek şekilde hayırlı şeyleri hatırlatmak anlamındadır. el-Maverdî der ki: Burada özellikle takva sahiple­rini -öğüt her ne kadar bütün alemler için ise de- sözkonusu etmesi, inatçı kâfirlerden ayrı, yalnızca onların bu öğüdün gereğini yerine getirmelerinden dolayıdır. İbn Atiyye de der ki: Bu lafız her ümmet arasındaki bütün takva sahiplerini kapsamına alır. ez-Zeccac der ki: "Takva sahiplerine de bir öğüt kıldık" buyruğundan kasıt, Muhammed (s.a)'ın ümmetine, yüce Allah'ın kendilerine yasak kıldığı haramları çiğnememeleri için bir öğüttür. Böyle ya­pacak olurlarsa, Allah'ın yasağını Cumartesi günlerinde çiğneyen Sebt asha­bına isabet eden şeyler de onlara gelip çatar. [334]

 

67. Hani Mûsâ kavmine: "Allah size bir sığır boğazlamanızı emre­diyor" demişti. "Bizi alaya mı alıyorsun?" dediler. "Cahiller­den olmaktan Allah'a sığınırım" dedi.

 

Bu buyruğun; "Hani Mûsâ kavmine: "Allah size bir sığır boğazlamanı­zı emrediyor" demişti" bölümüne dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Allah Emrediyor...:

 

"Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor." Ebû Amr'dan gelen ri­vayete göre o "emrediyor" anlamına gelen kelimeyi sükûn olarak ve ağırlı-ğı dolayısıyla "re" harfindeki ötreyi hazfederek şeklinde okumuş­tur. Ebû'-l-Abbas el-Müberred ise, bu caiz değildir, demiştir. Çünkü "ra" harfi i'rab harfidir.[335] Ebû Amr'dan sahih olarak gelen rivayet ise onun hare­keyi gizlice çıkarttığı şeklindedir. "Boğazlamak"ın ne demek olduğu daha ön-ceden[336] açıklanmış olduğundan burada tekrarlamanın anlamı yoktur. [337]

 

2- Kur'an'ın Anlatımında tlahl Üslup:

 

" Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" buyruğu tilavet itibariy­le önceden gelmektedir. Daha sonra gelecek olan "hani siz bir canı öldür­müştünüz." (âyet 72) buyruğu ise anlam itibariyle ineğin kesilmesiyle ilgili olarak açıklanan bütün hususlardan daha önce olmuştur. Daha önce olma­sı, da caizdir. "Öldürmüştünüz" ifadesinin de nüzul itibariyle daha önce ol­ması, buna karşılık sığır kesme emriyle ilgili açıklamaların sonradan inmiş ol­ması da caizdir. Yine olayın sıra şeklinin âyetlerin okunuşundaki sıraya uy­gun olması da mümkündür. Sanki yüce Allah onlara bir sığır kesmeyi emret­miş, daha sonra onu kesmişler arkasından sözü geçen öldürme olayı mey­dana gelmiş, daha sonra da bu ineğin bir parçası ile maktule vurmaları em­redilmiş gibidir. O takdirde "hani siz bir canı öldürmüştünüz" buyruğu az ön­ce belirttiğimiz birinci görüşe göre mana itibariyle önce demek olur. Çünkü âyetin başına "vav" harfinin gelmesi sıralanışının böyle olmasını gerektirmez. Hz.Nuh kıssasında da Kur'an-ı Kerim'de bunun benzerini görüyoruz. Orada önce tufan'dan ve tufanın bitmesinden şu buyruklarıyla söz etmektedir: "Nihayet emrimiz gelip de tandır kaynayınca dedik ki: Her birinden ikişer çift ile aleyhinde önceden söz geçmiş olanlar hariç olmak üzere, aile hal­kını ve iman edenleri içine yükle. Zaten onunla birlikte çok az sayıda kim­seden başka iman eden olmadı." (Hud, 11/40) Bu buyrukta onlardan helak olanların helak edildikleri sözkonusu edildikten sonra şu: "Dedi ki: Binin içerisine, onun akması da durması da Allah'ın adıyladır" (Hud, 11/41) buy­ruğunu atfetmiştir. Böylelikle hitabında gemiye binmeyi daha sonra zikret­miştir. Bilindiği gibi onların gemiye binişleri helakten önce olmuştu. Yüce Al­lah'ın: "Kendisinde eğrilikten eser bulunmayan o dosdoğru kitabı kuluna in­diren Allah'a hamdolsun" (el-Kehf, 18/1-2) buyruğunda da durum böyledir. Bu ifadenin takdiri şu şekildedir: O kulunun üzerine kitabı dosdoğru halde indirmiş ve onu eğrilikten uzak kılmıştır.

Bu türden ifadeler Kur'an-ı Kerim'de pek çoktur. [338]

 

3- Boğazlamak ve Kesmek:

 

Koyunların boğazlanmasının (zebh) daha uygun olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Develerde ise kesmek (nahr) daha uygundur. İneklerde ise her iki görüş de ileri sürülmüştür. Boğazlamanın da­ha evla olduğu söylenmiştir. Çünkü yüce Allah'ın inekler hakkında sözkonu-su ettiği odur. Diğer taraftan kesilme yeri ile boğazlanma yeri birbirlerine de yakındır. İbnu'l-Münzir der ki: Ben boğazlanması gerektiği halde kesilen ve­ya kesilmesi gerektiği halde boğazlanan hayvanların etlerinden yemeyi ha­ram kılan kimsenin olduğunu bilmiyorum. Bununla birlikte Malik bunu mekruh görmüştür. Ancak kişi birşeyi mekruh görmekle birlikte onu haram kabul etmeyebilir de.

Maide sûresinde yüce Allah'ın: "Kestikleriniz müstesna" (el-Maide, 5/3) buyruğunu açıklarken boğazlamanın, boğazlayanın hükümleri ve şartlarına dair açıklamalar genişçe yapılacaktır -inşaallah-.

el-Maverdî der ki: Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya, onlara başka bir hay­vanı değil de bir inek boğazlamaları emrinin veriliş sebebi, onlann taptıkla­rı buzağının cinsinden olduğundan dolayıdır. Böylelikle onlann ta'zim etme­yi uygun gördükleri bir varlığın ne kadar önemsiz olduğunu onlara göster­mek ve bu emri yerine getirmek suretiyle kalplerinde buzağıya tapma duy­gusunun gerçek mahiyetini ortaya çıkarmak istemiştir. Bu, ineğin boğazlan­masının bir gerekçesi veya hikmeti olmakla birlikte; neden böyle bir emir ve­rilmiştir, şeklinde soru sorana cevap değildir. Ancak bunun hikmeti şudur: Allah maktul bir kimseyi canlı birisinin öldürülmesiyle diriltti. Böylelikle bu eşyayı zıtlarından var etmek hususundaki kudretini daha açık bir şekilde or­taya koymuş oldu. [339]

 

4- Sığır (Bakara) Kelimesinin İştikakı:

 

"Bakara", dişinin adı, "sevr" de erkeğin (öküzün) adıdır. Devenin dişisi­ne "nâka" erkeğine "cemel", insanın erkeğine "racul" dişisine "imrae" denil­mesi gibi.

Bakare kelimesinin "bakar"ın tekili olduğu da söylenmiştir. Erkekle dişi­si arasında fark olmaz, denilmiştir. Bu kelimenin aslı yarmak anlamına ge­len kelimesidir. İneğe sürmek suretiyle yeri yarıp toprağı altüst etti­ğinden dolayı "bakare" denilmiştir. Ebû Cafer Muhammed b. Ali Zeynülabi-din'e verilen "el-Bâkır" unvanı da buradan gelmektedir. Çünkü o ilmi derin­liğine bilmiş, aslını öğrenmiş, yani onu yarmış idi.

"Bakire" ise, ortadan yarılan ve kollan yenleri bulunmayan boyundan ge­çirilip giyilen kadın elbisesinin adıdır. İbn Abbas'tan, Hudhud hakkında "o yeri yardı (bekara)" dediği nakledilmiştir. Şemir der ki: O suyun bulunduğu yere baktı ve yerin altında suyun bulunduğunu gördü. el-Ezherî der ki:

"Bakar" cins ismi olup onun çoğulu "bakır" gelir.

İbn Arefe der ki: Bakîr, bakır ve beykûr (yaran) aynı anlamdadır.

İkrime ile İbn Ya'mer diye okumuşlardır.

es-Sevr ise "sîran" kelimesinin tekilidir (öküz demektir). Aynı zamanda erkekler arasından efendi kimse hakkında da bu tabir kullanılır. Yine bir par­ça kavurta da bu isim verilir. Sevr aynı zamanda deniz yosunu demektir. Bel­li bir dağın da özel adıdır. Araplardan bir kabilenin de adı Sevr'dir. Hadis-i şerifte: "Akşam namazının vakti ise şafakın sevri (yani yayılmışlığı) kaybol­madığı süre devam eder." ifadesi gelmiştir.[340] Bir başka hadis-i şerifte de şöy­le buyurulmuştur: "İlim taleb eden bir kimse Kur'an-ı Kerim'i tesvîr etsin[341] Şemir der ki: Kur'an-ı Kerim'in tesvîr edilmesi okunması ve ilim adamların­dan anlamlarının araştırılıp öğrenilmesidir.[342]

 

Alaya Almak:

 

"Bizi alaya mı alıyorsun dediler?" Bu onların Hz. Musa'ya: "Muhakkak Allah size bir sığır boğazlamanızı emrediyor" demesine karşılık verdikle­ri cevaplarıdır. Buna sebep olay şudur: Aralarında -adının Amir olduğu söy­lenen- bir maktul bulurlar. Onun kim tarafından öldürüldüğünü tesbit ede­mediler. Aralarında bu hususta anlaşmazlık çıktı. Bunun üzerine: Allah'ın ra-sulü aramızda iken birbirimizi öldürüp duracak mıyız dediler, Hz. Musa'ya varıp konu ile ilgili açıklama istediler. Bu husus Tevrat'ta Kasame'ye dair hü­kümler indirilmeden önce olmuştu. Hz. Musa'ya Allah'a dua etmesini istedi­ler. Hz. Mûsâ da Rabbine sordu, O da onlara bir sığır kesmelerini emretti. Hz. Musa'nın bu dediğini işitince ve zahiren ona sorup da hakkında hüküm ver­mesini istedikleri olay ile ilgili bir cevap bulamadıklarından dolayı: Sen bi­zimle alay mı ediyorsun? dediler. Yani bizimle oyun mu oynuyorsun, bizi ala­ya mı alıyorsun? -Alay etmekle ilgili açıklamalar önceden (el-Bakara, 2/15. âyette) geçmişti.-

el-Cahderî ise mı ediyorsun?" kelimesini"mı edi­yor?" şeklinde okumuştur. Yani kendi aralarında böyle konuştular, demek olur. Hz. Mûsâ da onlara: "Cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" diye cevap ver­di. Çünkü doğru yolu araştıran ve bu maksatla soru soran bir kimseye iste­diğinin dışında bir cevap verip alay etme yolunu tutmak bir cahilliktir. Hz. Mûsâ da böyle bir şeyden Allah'a sığındı. Çünkü cahillik peygamberlere ya­kışmayan, makamlarına aykırı bir durumdur. Ayrıca cahillik ilmin de zıddıdır. Onlar "bizimle alay mı ediyorsun?" diye yüce Allah'tan aldığını kendi­lerine bildiren kimseye karşı cahillik ettikleri gibi, o cahillik etmeyerek on­dan Allah'a sığınmıştır. (Söyledikleri) böyle bir söz zahiren o sözü söyleye­nin itikadındaki bozukluğu gösterir. Mucizesi ortaya çıkmış bir peygambe­re böyle diyen ve: Allah sana bunu mu emrediyor, sen bizimle alay mı edi­yorsun? diye söyleyen bir kimsenin imanı sahih olamaz. Eğer o günlerde her­hangi bir kimse Peygamber (s.a)'in bir sözü ile ilgili olarak bu ifadeyi kul­lanmış olsaydı, o kimsenin tekfir edilmesi gerekirdi. Bazıları bu sözü söyle­yenlerin kaba, katı tabiatlı oluşlarından ve masiyet yoluyla söylendiği kana­atindedir. Nitekim Peygamber (s.a) Huneyn ganimetlerini paylaştırırken bi­risi Peygamber (s.a)'a: "Bu kendisi ile Allah'ın rızasının aranmadığı bir pay­laştırmadır." [343] demesiyle bir başkasının: "Adaletli davran ey Muhammed!" [344] demesini andırmaktadır. Bütün bunlar esasen cahilliğin çirkinliğine ve dini ifsad ettiğine son derece açık bir delildir.[345]

 

Kıraat Farkı:

 

Yüce Allah'ın: Alay" kelimesinin vav ile hemze arasında okuna­cak şekilde hemzesinin tahfif edilmesi caizdir. Hafs bunu fethalı bir vav ola­rak okumuştur. Çünkü bunun aslı, öncesi ötre bulunan fethalı bir zammedir. "Ze" harfinden dammenin hazf edilmesi ve şeklinde okunması da ca­izdir. Nitekim Kûfeliler böyle okumuştur. Yüce Allah'ın: kimse O'na denk değildir. "(el-İhlas, 112/4) buyruğu da böyledir. el-Ahfeş İsa b. Ömer'den şunu nakletmektedir: Birinci harfi ötreli ve üç harfli bütün isimler hafif ve sakil olmak üzere iki türlü okunur. ke­limeleri gibi. vezninde olan  ke­limeleri gibi.

Yüce Allah'ın: Ve O'na kullarından bir kısmını (eş) koştular" (ez-Zuhruf, 43/15) buyruğu ise böyle değildir. Çünkü bu "cüz"' kelimesinin aslı "fu'l" veznindedir. Yeri gelince İnşaallah açıklanacaktır. [346]

 

Allah'ın Dini ile Alay:

 

Bu âyet-i kerimede Allah'ın dini, müslümanların dini ve ta'zim edilmesi gereken şeyler ile alay etmenin yasak olduğunun delili vardır. Böyle birşe-yi yapmanın bilgisizlik olduğu, böyle bir işe kalkışanın azap tehdidine müstehak olduğunu da göstermektedir. Ancak şakalaşmak herhangi bir şe­kilde alay etmek değildir. Nitekim Peygamber (s.a) de ondan sonraki Raşid Halifeler de şaka yaparlardı. İbn Huveyzimendad der ki: Bize ulaştığına göre adamın birisi Ubeydullah b. Hasan'ın -Küfe kadısı olduğu sırada- yanına gelmiş, onunla şakalaşmış. Ona şöyle demiş: Senin bu cübben koyun yünün­den midir yoksa koç yününden midir? Adam şöyle demiş: Ey Hakim, cahil­lik etme. Ubeydullah ona: Sen şakanın cahillik olduğunu nerede gördün ki? diye sormuş adam bu sefer ona: Bu âyet-i kerimeyi okumuştur. Bunun üze­rine Ubeydullah ondan yüzçevirmiştir. Çünkü o kimsenin şaka ile alay etme­yi birbirinden ayırdedemeyen bir bilgisiz olduğunu görmüştü. Halbuki bun­lardan herhangi birisinin ötekiyle bir ilgisi yoktur. [347]

 

68. "Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize iyice açık­lasın" dediler. Dedi ki: "Muhakkak ki O; 'o çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir, ikisi arasında bir dinçtir' diye buyuruyor. Artık emrolunduğunuz şeyi yapınız."

 

Zorluk Çıkartanlar:

 

"Bizim için Rabbine dua et de... dediler." Bu, onların zorluk çıkarmala­rını ve emre pek itaat etmediklerini göstermektedir. Eğer emre uyup da her­hangi bir ineği kesmiş olsalardı, maksat gerçekleşmiş olurdu. Fakat onlar işi sıkı tutmak istediler, Allah da onların işlerini zorlaştırdı. Bu açıklamalar İbn Abbas, Ebu'l-Aliye ve başkalarına aittir. Hasan-ı Basri de buna yakın bir ifa­deyi Peygamber (s.a)'dan rivayet etmektedir.

"Onun mahiyetini bize açıklasın." Buyruğundaki birşeyin mahiyeti onun gerçek durumu ve bizatihi üzerinde bulunduğu haldir.

"Dedi ki: O (Allah); o, çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir; ikisi arasında bir dinçtir." Bu buyrukta fiilin işlenmesinden önce neshin caiz ol­duğunun delili vardır. Çünkü bir inek kesilmesini emrettiği sırada herhangi bir ineğin kesilmesini gerektiriyordu. Bu ineğin niteliği artırılınca birinci hü­küm bir başkasıyla neshedilmiş oldu.

Mesela: Otuz devede iki yaşına basmış dişi bir deve zekat vardır, deyip sonra da bunu üç yaşına ya da dört yaşına basmış dişi deve verileceğini be­lirterek neshetmesi de buna benzer. İşte burada da niteliği tesbit edilince bu önceki hükmü neshetmiş olur.

Fârid yaşlı demektir, (âyette de bunun yaşlı olmaması gerektiği belirtil­mektedir). Eski şeylere de "fârid" denilir. Şair şöyle der:

"İçinde kocamış (fâridin çoğulu olan furrad kelimesi kullanılmıştır)

adamların bulunduğu hevdeçler Şakaklarımı ağarttı, işte başım bembeyaz." Bir başkası da şöyle demiştir:

Temin olsun ki sen komşuna öyle yaşlı bir inek (fârid) verdin ki Ona doğru güdülürken nerdeyse ayakta duramıyor." Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Çok eskiden beri (fârid) nice kimseler var ki bana karşı kinlidir

Onun da ay hali olan kadın gibi beklediği iddeti vardır."

"Çok yaşlı da değildir" ifadesi ineğin sıfatı "çok genç de değildir" keli­mesi de buna atfedilmiştir.

"Çok yaşlı da değildir" kelimesinin, gizli bir mübtedanın haberi olduğu da söylenmiştir. O kesmeniz istenen inek çok yaşlı bir inek değildir, demek­tir. (Yetmişbirinci âyet-i kerimede gelecek olan): "Tarla sürmemiş, ekin su-lamamış, salimdir." kelimelerinin durumu da aynen böyledir.

Fârid (çok yaşlı) kelimesinin, pek çok doğum yapmış ve bundan dolayı kar­nı genişlemiş demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü sözlükte bu kelime geniş anlamındadır. Bu açıklamayı daha sonraki bazı ilim adamları yapmışlardır.

Bikr (çok genç) ise gebe kalmamış küçük anlamındadır. el-Kutebî bunun doğum yapmış anlamına geldiğini de nakleder. İlk doğan çocuğa da bikr adı verilir. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Ey iki bikrin bikri ve ey ciğerimin özü

Sen benim için kolun pazuya göre durumu haline geldin."

Bikr -aynı zamanda insanların da hayvanlann da- erkeğin yaklaşmadığı di­şi anlamındadır. Bu kelime "bekr" diye söylenirse genç deve anlamındadır.

"Avân (ikisi arasında)" kelimesi bir veya iki doğum yapmış inek demek­tir. Atların zıddına bu şekilde bir inek en güçlü ve en güzel çağında olur. Şa­ir bir atı nitelendirirken şöyle der:

"Simsiyah bir at fârid (yaşlı) da değil Avan (bir veya iki doğum yapmış) da değil;

karnındaki beyazlık ayaklarına kadar uzanır."

Mücahid der ki: İnekler hakkında "avan" peşpeşe doğum yapmış için kul­lanılır. Bunu dilciler de nakletmiştir. Uzunca hurma ağacına bu adın verildi­ği de söylenmektedir. İleri sürüldüğüne göre bu Yemen şivesinde böyledir. "Avan savaş" tabiri ise öncesinde başka bir savaşın olduğu savaş hakkında kullanılır. Züheyr der ki:

"Avan (yani küçük de olmayan yaşlı da olmayan; geçmişi fazla uzun olmayan)

ısrarlı oldukça kötü insan döküntülerini

Eğri, büğrü azı dişleriyle alıp yakalayan bir savaş kızıştı mı..." Avan kelimesinin çoğul şeklinde gelir. "Rusul" gibi vav harfinin ötreli okuyuşu ile şeklinde çoğul yaptığı da işitilmiştir. [348]

 

Emir Vücub mu İfade Eder?

 

"Artık emrolunduğunuz şeyi yapınız" buyruğu, emri yenilemek te'kid et­mek ve bu konuda işi zora koşmayı terketmek için bir uyarıdır. Ancak on­lar bu işi terketmediler. Bu buyruk fukahânın da belirttiği gibi emrin vücub gerektirdiğinin delillerindendir. Usul-ü Fıkıh'ta sözkonusu edildiği üzere sahih olan görüş de budur. Yine verilen emrin fevren (derhal) yapılmasının gerektiğini de göstermektedir. Bu da fukahânın çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Bu çoğunluk görüşünün doğruluğuna delil ise şudur: Şanı yüce Al­lah, emrolundukları işi hemen yapmaya kalkışmamaları üzerine onların ku­surlu hareket ettiklerini ifade buyururken: "Nihayet onu boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." (âyet 71) diye buyurmaktadır. Bir görüşe göre de emrin derhal yapılması gerekmez, daha sonra da yapılabilir. Çünkü şanı yüce Allah boğazlamayı geciktirdikleri ve bu hususta Hz. Musa'ya bir­kaç defa başvurdukları için azarlamamıştır. Bu görüşü de İbn Huveyzimendad ileri sürmüştür. [349]

 

69. "Bizim için Rabbine dua et de, onun renginin ne olduğunu bi­ze iyice açıklasın" dediler. "Muhakkak O, buyuruyor ki: Ger­çekten o, bakanlara ferahlık veren rengi sapsarı bir inektir" demişti.

 

"Bizim için Rabbine dua et de onun renginin ne olduğunu bize iyice açıklasın." Renk (anlamına gelen: levn) çoğulu olan "elvân-renklerin" teki­lidir. Siyahlık, beyazlık, kırmızılık gibi bir durumu ifade eder. Yine bu keli­me tür anlamına da gelir. Belli bir huy sahibi olmayan değişik huylar gös­terip duran kimse hakkında da (aynı kökten) "mütelevvin" huylan değişip duran kimse denilir. Şair der ki:

"Her gün renk renk oluyorsun

Başka türlüsü ise sana daha çok yakışır. "

Taze hurmanın renklenmesi tabiri, olgunlaşma etkileri görüldüğü vakit kul­lanılır. Yine hurma ağaçlarının bir çeşidi olan ve dekal diye bilinen hurma türüne de "levn" denilir. el-Ahfeş der ki: Bu anlamda kelime çoğuldur, teki­li de "lîne" gelir.

"Gerçekten o, bakanlara ferahlık veren sapsarı bir inektir." Müfessir-lerin çoğunluğu, o ineğin bilinen san renkte bir inek olduğunu kabul eder­ler. Ancak Mekkî, kimi müfessirlerden boynuz ve tırnakları da dahil olmak üzere sarıdır, diye bir görüş nakletmiştir. el-Hasen ve İbn Cübeyr ise şöyle demiştir: Onun sadece boynuzu ve tırnakları sarıydı. Yine el-Hasen'den nakledildiğine göre burada "sarı (safra)"ın anlamı siyahtır. Şair der ki:

"İşte ondan benim atlarım ve işte develerim

Bunların çocukları kuru üzüm gibi sarı (burada siyah anlamında)dır."

Derim ki: Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü zahiren anlaşılan odur. Diğer taraftan bu ancak develer hakkında mecazen bu anlamda kullanılan istisnaî bir kullanımdır. Nitekim yüce Allah: "Her biri sanki sarı develerdir" (el-Mürselat, 77/33) diye buyurmaktadır. Bunun kullanım sebebi ise şudur: De­velerin siyah olanlarının siyahlığı sarıya çalar. Eğer yüce Allah, burada (inek hakkında) siyah olduğunu murad etseydi bunu (âyet-i kerimede fâki') sapsa­rı diye, ayrıca te'kid etmezdi. Bu ise sarılığa has bir niteliktir. Siyahın koyu­luğunu ifade etmek için böyle bir nitelemede bulunulmaz. Araplar siyahın sim­siyah olduğunu ifade etmek için keli­melerini; kırmızının kıpkırmızı olduğunu ifade etmek için kelimesi­ni; beyazın bembeyaz olduğunu anlatmak için:

kelimelerini; yeşilin yemyeşil olduğunu anlatmak üzere kelimesini; sarının sapsarı olduğunu anlatmak için de kelimesini kullanırlar. Araplardan dil ve kelime nakleden lügatçiler bu­nu böyle belirtirler. el-Kisaî de der ki: Katıksız san olduğu takdirde bu ke­lime kullanılır.

İfkâ; kötü durum demektir. Zamanın musibetlerini anlatmak üze­re "fevaki'u'd-dehr" denilir. Parmaklarını çıtlatan hakkında: de­nilir. İbn Abbas'tan gelen : "Namazda iken parmak çıtlatmayı yasakladı"[350] ha­disi de bu kabildendir.

Sarı" kelimesi marife olsun nekire olsun munsarif gelmez. Çün­kü bu kelimede müenneslik alameti olan hemze, kelimenin ashndandır ve bu yönüyle müenneslik "te"sinden farklıdır. Çünkü bu gibi kelimeler neki­re iken munsarif olurlar. "Fâtıma ve Âişe" isimleri gibi.

"Gerçekten o, bakanlara ferahlık veren rengi sapsarı bir inektir." Ya­ni derisinde sarıdan başka bir renk bulunmayan katıksız sarı renktedir. "Ba­kanlara ferahlık vermesi" ile ilgili olarak Vehb der ki: Adeta onun derisin­den güneş ışıklan çıkıyormuş gibidir. İbn Abbas, bundan dolayı şöyle demiş­tir: Sanlık insanın ruhunu sevindirir. en-Nekkâş'ın da ondan naklettiğine gö­re, sarı ayakkabı giymek teşvik edilmiştir.

Ali b. Ebi Talib (r.a) da şöyle demiştir: San renkli deri ayakkabı giyen bir kimsenin kederi azalır. Çünkü yüce Allah: "Bakanlara ferahlık veren ren­gi sapsarı bir inektir" diye buyurmuştur. Bunu da ondan es-Sa'lebî naklet-miştir. İbn ez-Zübeyr ile Muhammed b. Ebi Kesir ise kedere sebep teşkil et­tiğinden dolayı siyah ayakkabı giymeyi yasaklamışlardır.

"Ferahlık veren"in anlamı ise hoşa giden ve beğenilen demektir. Ebu'l-Aliye der ki: Yani o inek, görünüşüyle ve şekli itibariyle birisi sapsarı, öte­ki ferahlık veren olmak üzere iki niteliğe sahip bir inekti. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [351]

 

70. Dediler ki: "Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bi­ze iyice açıklasın. Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor. Allah dilerse biz gerçekten hidâyete ereriz."

 

"Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor" buyruğu ile onların dör­düncü soruyu sordukları, fakat bu açıklamalara rağmen emri yerine getirme­dikleri anlaşılmaktadır. Burada "inekler" anlamındaki kelimenin müzekker gelmesi çoğul anlamına geldiğindendir. Bu bakımdan "benziyor" anlamındaki fiilde müzekker gelmiştir. Kurtubi der ki: "inek" anlamındaki "bakara"nın çoğulu, "bakır, bâkûr ve bakar" şekillerinde gelir. Asmaî der ki: "Bakır" ke­limesi "bâkırâ"nın çoğuludur. Bunu en-Nehhas nakletmektedir. ez-Zeccac'ın açıklaması; bize göre tür olarak inekler birbirlerine benzemektedir, demek­tir. en-Nehhâs'ın belirttiğine göre el-Hasen, es-Sa'lebî'nin de belirttiğine gö­re el-A'rec (çünkü bize göre inekler birbirine benziyor anlamına gelen): buyruğunu  şeklinde -şin harfini şeddeli olarak- ve bunu gelecek anlamını ifade eden müennes bir fiil olarak okumuş­lardır. (Buna göre bu buyruk: Çünkü ineklerin birbirine benzediğini görece­ğiz, anlamına gelir). Mücahid de onlar gibi şeklinde okumuş, ancak ayrıca araya elif koymamıştır. Ubeyy'in Mushafında ise bu kelime şeklinde şin'in şeddeli okunuşu ile yazılmıştır. Ebû Hatim der ki: Bu yanlış­tır, çünkü bu bâbda "t" harfi ancak muzari fiilde idğam edilir. Yahya b. Ya'mer ise fiili gelecek (muzari') ve inek kelimesini de müzekker yaparak şeklinde okumuştur. "H" harfini ötreli olarak şeklinde okumak da caizdir. Bunu es-Sa'lebî el-Hasen'den nakletmiştir. en-Nehhas da şin ve ye harflerini hafif okuyarak şeklinde okumak caiz değildir, demiştir. "Te"li okuyuşta bunun caiz olması ise aslı şek­linde olduğundandır. Çünkü bu durumda iki "te" harfi yanyana geldiğinden biri hazfedilmiştir.

Bakar, bakır, beykûr, bakır kelimeleri aynı anlama gelen değişik söyleyiş­lerdir. Araplar bunu müzekker ve müennes de kabul ederler. İşte ke­limesinin farklı okuyuşundaki bütün manalar buna racidir.

İsrailoğullarının: "Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor" demele­ri ineklerin şekillerinin birbirine benzediğinden dolayıdır. Huzeyfe b. el-Ye-man'ın Peygamber (s.a)'dan rivayet ettiği hadis-i şerifte de Hz. Peygamber, şöyle buyurmuştur: "İneklerin yüzlerini andıran gece parçalan gibi fitneler... "[352] Hz. Peygamber burada bu fitnelerin birbirlerine benzeyeceğini anlatmak is­temiştir. Çünkü ineklerin de yüzşekilleri birbirine benzemektedir. İsrailoğul-lan da bu bakımdan: "Çünkü bize göre inekler birbirine benziyor" demiş­lerdir.

"Allah dilerse, gerçekten biz hidâyete ereriz" buyruğu ile onlar istisna yapmış oluyorlar. Bu son sorularında, bu şekilde istisna yapmakla (inşaallah demekle) belli bir dönüş ve emre itaat ifadesi vardır. Emre uygun hareket et­mediklerinden dolayı da pişmanlık duyduklarını göstermektedir. Peygam­ber (s.a)'ın: "Eğer istisna yapmamış (inşaallah dememiş) olsalardı hiçbir za­man bu ineği bulamayacaklardı." diye buyurduğu rivayet edilmiştir. [353] Bu­rada ifadenin takdiri şöyledir: "Bizler hidâyet bulacağız inşaallah." Ancak burada "inşaallah (mealde Allah dilerse)"ın "hidâyete ermek"den öne alınma­sı "inşaallah" demeye önem vermekten dolayıdır. [354]

 

71. (Rabbim) şöyle buyuruyor dedi: "Muhakkak ki o, işe koşulmamış, arazi sürmemiş ve ekin sulamamıştır, salimdir. Hiçbir alacası yoktur." İşte şimdi hak ile geldin, dediler. Ve nihayet onu boğaz­ladılar. Fakat az kalsın yapamayacaklardı.

 

"(Rabbim) şöyle buyuruyor dedi: Muhakkak ki o, işe koşulmamış..dır."

buyruğunda yer alan  kelimesini cumhur "inek"in sıfatı olarak merfu’ okumuştur. el-Ahfeş de der ki: Bu kelime ineğin sıfatıdır, mansub okun­ması (üstün) caiz değildir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî ise nefy (olumsuz) olarak ve haberi gizli kabul ederek: işe koşulan değildir" anla­mında okumuştur. Bununla birlikte: "O işe koşulan bir inek olmadığı gibi tar­layı da sulamaz, o salimdir", anlamına da kabul edilebilir. İşe ko­şulmamış" kelimesinin anlamı, iş dolayısıyla o hayvan zelil olmamıştır, de­mektir. Bu da: Ona iş ile boyun eğdirilmemiş (ya da çalışmaktan dolayı za­yıf düşmemiş) anlamındadır. Yani o çalışmaktan dolayı zayıf düşmemiş, güçlü bir inektir, demek olur.

"Arazi sürmemiş" yani o arazi süren, işe koşulan bir inek değildir. el-Ha-sen der ki: Bu inek yabanî bir inekti. Bundan dolayı yüce Allah, onu arazi sürmemiş, ekin sulamamış olmakla nitelendirmiştir. Yani ekin sulamak için veya üzerinde su taşımak için ele avuca gelmez. Burada (yani arazi sürme­miş anlamına gelen  üzerinde vakıf yapmak güzeldir. Bazıla­rı da  fiili yeni bir cümledir, o takdirde mana: "arazi sürdüğü ve fakat sulamadığı" anlamına gelir. Bu açıklamaya göre ise, (işe koşulmamış anlamı­na gelen kelimesi üzerinde vakıf yapılır. Ancak birinci görüş iki sebep dolayısıyla daha sahihtir:

1- en-Nehhâs'ın Ali b. Süleyman'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bura­da  sürmüş kelimesinin yeni bir fiil olması caiz değildir. Çünkü ondan sonra "ekin sulamamış" ifadesi gelmiştir. Eğer o fiil yeni bir cümle olsaydı bir arada hem "vav" hem de (nefy edatı olan) "la" kullanılmazdı.

2- Eğer bu inek, arazi sürmüş olsaydı koşulmaktan dolayı bu arazinin onu zayıflatmış olması gerekirdi. Şanı yüce Allah ise "koşulmamış" buyurarak

onun zayıflamamış olduğunu bildirmektedir.

Derim ki: "Arazi sürmemiş" buyruğunun çalıştırılmanın dışında neşe ve keyfi icabı "arazi sürmüştür" anlamına gelme ihtimali de vardır. Nitekim İmru'1-Kays şöyle demiştir:

"Topraklarını döküyor, saçıp savuruyor ve altüst ediyor

Develeri beş defa suya gidip gelen kimsenin aşırı sıcaktan

ıslak toprağı bulmak üzere toprağı altüst etmesi gibi."

Bu açıklamaya göre, sözü geçen fiil bir başlangıç cümlesi olur "ve ekin sulamamıştır" ifadesi de ona atfedilmiş olur.

"Arazinin sürülmesi", hareket ettirilip karıştırılması demektir. Şu hadis-i şerifte de bu kelime kullanılmıştır: "Kur'an-ı Kerim'i iyice araştırınız (karıştı­rınız). Çünkü o öncekilerin de sonrakilerin de ilmidir." [355] Bir diğer rivayet­te ise -ki daha önce geçmişti-: "İlim isteyen bir kimse Kur'an-ı Kerim'i iyice araştırsın." [356] diye buyurulmaktadır. Kur'an-ı Kerim'de de (aynı kökten olmak üzere): "Onlar yeri sürüp altüst etmişlerdi." (er-Rum, 30/9) diye buyurulmak­tadır. Yani ekin ekmek maksadıyla altüst etmişlerdi.

Hars -ileride de geleceği üzere- ekilen şey demektir. [357]

 

Hayvanda Selem:

 

Bu âyet-i kerime hayvanın nitelikleriyle tayin edilebileceğinin, nitelikleriy­le tayin edildiği takdirde ise hayvanda selem yapmanın caiz olduğunun çok açık delilidir. Malik, mezhebine mensup arkadaşları, Evzaî, Leys ve Şafii de bu görüştedir. Nitelikleriyle tesbit ve tayin edilebilen herşeyde bu böyledir. Çünkü yüce Allah, Kitab-ı Kerim'inde ineği adeta yerini tutacak şekilde nite­likleriyle tesbit etmiş bulunmaktadır. Rasulullah (s.a) da: "Kadın bir başka ka­dını kendi kocasına adeta onu görüyormuş gibi sakın nitelikleriyle anlatma­sın." [358] diye buyurmaktadır. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. Böylelikle Pey­gamber (s.a) nitelemeyi görmenin yerini alabilecek şekilde değerlendirmiş­tir. Yine Hz. Peygamber, hata yoluyla öldürmenin diyetini kendisi hakkında ödeme yükümlülüğü getiren kişi için belli bir süreye kadar borç kabul etmiş ve hemen peşin olarak verilmesini istememiştir. [359] Bu ise, "hayvanda selem caiz olmaz" diyen Kûfelilerden Ebû Hanife ve arkadaşları, Sevrî ve Hasan b. Salih'in görüşlerini reddetmektedir. İbn Mes'ud, Huzeyfe ve Abdurrahman b. Semura'dan da bu görüş rivayet edilmiştir. Çünkü hayvanın yürümek ve ha-reket etmek gibi gerçek niteliklerine vakıf olunamaz. Bütün bunlar, hayvanın değerini artırır, kıymetini yükseltir şeylerdir. Bu sûrenin sonlannda yer alan deyn (el-Bakara, 2/282) âyetinin açıklanması esnasında selemin hükmü ve şart­larına dair açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir.

"Salimdir." Yani o inek, salim bir inektir. Bunun sıfat olması da caizdir. Yani o inek topallık ve diğer kusurlardan salimdir. Bu görüş Katade ve Ebu'l-Aliye'ye aittir. Bu inek çalışmaktan yana salimdir (yani çalıştırılmamış­tır) denilemez; zira zaten yüce Allah, onun işe koşulmadığını daha önceden belirtmişti. el-Hasen der ki: Yani bu hayvanın ayaklan kusursuzdur, çalışma­nın onda herhangi bir etkisi yoktur.

"Hiçbir alacası yoktur." Onun renginden farklı herhangi bir rengi yok­tur. O baştan sona sandır. Beyazlığı, kırmızılık veya siyahlığı yoktur. Nitekim yüce Allah, bundan önce "rengi sapsarı bir inektir" diye buyurmuştur. kelimesinin aslı şeklindedir. Bu kelime de birbirinden farklı iki ayrı renkte dokunan kumaş için kullanılan elbisenin farklı renkler­le dokunmasını ifade eden tabirden alınmıştır. Yüz bölgesinde ve ayakların­da siyahlık bulunan öküz hakkında da tabiri kullanılır. İbn Are-fe'nin dediğine göre, bu kelime renk anlamındadır. Duyduğu sözü değiştir­medikçe, ona başka renkler katarak değişik şekillere büründürüp onu iste­diği gibi süslemedikçe laf alıp götüren kimseye Jurnalci denilmez. Bu kelime aynı zamanda çokluk anlamını da ifade eder. Fi­lân oğullan çoğaldı, demektir. Renklerini ifade etmek üzere; at için ablak, koç için ahrac, keçi için ebrak, karga için ebka', öküz için eşyeh denilir. Bütün bunlar renklerdeki alacalığı ifade etmek için kullanılır. Dilcilerin açıklama­sı bu şekildedir.

Vasıflan belirtilen bu ineğin niteliklerinin bu şekilde sıralanışı, onlann işi sıkı tutmalanna karşılık Allah'ın da bu işi onlar için zorlaştırmasıdır. Aslın­da Allah'ın dini kolaylıktır. Peygamberlere ve onların dışında kalan gerçek ilim adamlanna kılı kırk yararcasına soru sormak, yerilmiş birşeydir. Allah'tan esenlik dileriz.

Bu ineğin kıssası ile ilgili birtakım rivayetler vardır. Bunlann özeti şöyle­dir: İsrailoğullannda bir adamın bir oğlu olur. Bunun da bir düvesi vardır. Bu düvesini bir ormanlığa bırakıp şöyİe dua eder: Allah'ım, ben bu düveyi Sana bu çocuk adına emanet bırakıyorum der ve bu adam ölür. Küçük ço­cuğun yaşı ilerleyince annesi ona -ki annesine karşı çok iyi davranırdı-: Se­nin baban senin adına, Allah'a bir düveyi emanet vermişti, git onu al, der. Ço­cuk gider. İnek onu görünce onun yanına gelir. O da bu ineğin boynuzunu yakalar. -Bu inek evcil değildi.- İneği boynuzundan tutup annesine doğru gö­türmeye koyulur. İsrailoğulları onu görür ve bu ineğin kesmekle emrolundukları ineğin niteliklerine sahip olduğunu görürler. Onu satın almak üze­re onunla pazarlık ettiler, ancak o onlardan oldukça yüksek bir fiyat istedi. İkrime'den rivayet edildiğine göre, o ineğin değeri üç dinar imiş. Bunu gö­ren İsrailoğulları onunla Mûsâ (a.s)'ın yanına gittiler ve: Bu adam bize bü­yük bir haksızlık ediyor dediler. Hz. Mûsâ onlara: Kendisine ait olan mülk­te onu razı ediniz, dedi. Bu ineği ondan ağırlığı bedelinde satın aldılar. Bu görüş Abîde'den nakledilmiştir. es-Süddî ise der ki: Ağırlığının on katı ile on­dan aldılar. Derisini dolduracak kadar dinarla alındığı da söylenmiştir. el-Mek-kî'nin zikrettiğine göre bu inek semadan inmiştir. Yeryüzündeki ineklerden değildi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"İşte şimdi hak ile geldin dediler." Katade'ye göre; yani hakkı gereği gi­bi açıkladın, dediler.

el-Ahfeş 'ın vasıl elifini katı' ile şeklinde -ya Allah denildiği gibi- okunduğunu nakletmektedir.

Bir başka okuma şeklini de vav'ın tesbiti ile yani med harfi okunuşu ile şeklini de nakletmiştir. Medinelilerin ve Ebû Amr'ın: ilk âd" (en-Necm 53/5O)şeklinde okumalan da buna benzer. Kûfeliler ise hem-zeli olarak şeklinde okumuşlardır. Medineliler ise iki sakin bir araya geldiğinden dolayı vav'ın hazfedilmesiyle birlikte hemzeyi hafifleterek şeklinde okurlar.

ez-Zeccâc der ki:  şimdi" kelimesi elif-lâm'lı sair kelimelerden fark­lı olduğundan dolayı fethalı olarak mebnidir. Çünkü elif-lam ahid için gel­memiştir. Mesela: sen şu ana kadar buradasın, derken "şu vakte kadar burdasın" demektir. İşte bu bakımda mebni bir kelime olarak, iki sakin arka arkaya geldiğinden dolayı "nün" harfi de üstün almıştır. Bu ke­lime; ile gelecek arasındaki zamanı (hali) ifade eder.

"Nihayet onu boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." Sibeveyh, az kala yapacaktı; ifadesinin kullanılmasını Belki'ye benzeterek, uygun bulmakadır. Buna dair açıklamalar bu sûrenin baş taraf­larında (2/20. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu buyruk onlann ine­ği boğazlamaktaki işi ağırdan aldıklarına, Allah'ın emrini hemen ifa etmek için gösterdikleri gayretin azlığına dair bir haberdir. Muhammed b. Ka'b el-Ku-razî ise; pahasının çok yüksek oluşundan dolayı neredeyse yapamayacaklar­dı, demiştir.

Onlann bu şekilde gecikmelerinin sebebi ise, aralarından katilin bilinme­si ile kendilerinin rezil olmaktan korkmaları olduğu da söylenmiştir. Bu görüş Vehb b. Münebbih'ten nakledilmiştir. [360]

 

72. Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaş­mazlığa düşmüştünüz. Halbuki Allah, sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır.

 

"Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmaz­lığa düşmüştünüz.." Bu buyruk, kıssanın baş tarafından önce gelir. Bunun takdirî ifadesi şöyledir: Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbi­rinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz. Bunun üzerine de Mûsâ: "Muhakkak Al­lah size şunu şunu emrediyor..." demişti. Bu buyruk yüce Allah'ın: "Kendi­sinde eğrilikten eser bulunmayan o dosdoğru Kitabı, kulu üzerine indiren Allah'a hamdolsun." (el-Kehf, 18/1-2) buyruğuna benzemektedir. Yani, ku­luna kitabı dosdoğru olarak indiren ve kendisinde bir eğrilik olmayan.... de­mektir. Buna benzer anlatımlar pek çoktur. Biz buna dair açıklamaları kıs­sanın baş taraflarında belirtmiştik.

Bu kişinin öldürülüş sebebi hakkında iki görüş vardır. Birisine göre öldü­rülüş sebebi, onun güzel kızı ile kızın amcasının oğlunun evlenmek isteme­sine rağmen amcasının bunu engellemesidir. O da amcasını öldürür, onu bu­lunduğu köyden bir başka köye alıp götürür ve orada bırakır. İki köy (ve­ya kasaba) arasına bıraktığı da söylenmiştir.

İkinci görüşe göre, mirasına konmak üzere onu öldürmüştür. Çünkü ka­til fakir idi. Ayrıca onun katillerinin Sıptlardan birisi olduğunu da iddia et­mişti. İkrime der ki: İsrailoğullarının oniki kapısı bulunan bir mescidi vardı. Her bir kavim (sıbt) o kapıdan girerdi. Sıbtlardan birisinin kapısında bir mak­tul buldular. Bunlar ötekilerinin aleyhinde iddiada bulundular. Ötekiler de berikilerin aleyhinde iddiada bulundular. Daha sonra Hz. Musa'nın huzuru­na mahkemeleşmek üzere gittiler. Hz. Mûsâ da onlara: "Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor" (67. âyet) diye buyurur.

Âyet-i kerimede geçen anlaşmazlığa düşmüştünüz" kelime­si, Mücahid'in görüşüne göre ihtilafa ve anlaşmazlığa düşmüştünüz demek­tir. Kelimenin aslı şeklinde olup te harfi de harfine idğam yapıl­mıştır. İdğam edilmiş harfle sakin olduğundan dolayı başlamak caiz olmadı-ğıdan dolayı başına bir vasıl elifi eklenerek bu hali almıştır.

"Halbuki Allah sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır."

Mirasına konmak üzere onu öldürdüğünü kabul eden görüşü esas aldı­ğımız takdirde -Abide es-Selmanî'ye göre- ta o zamandan beri kasten öldüren kişi miras alamıyordu. İbn Abbas der ki: Bu adam amcasını, mirasını al­mak üzere öldürmüştür. İbn Atiyye der ki: Bizim şeriatimizde de hüküm bu­nun gibidir. [361]

 

Kasten Öldüren Miras Alamaz:

 

İmam Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- "Muvatta" adlı eserinde Uhayha b. el-Culah'ın amcası ile ilgili durumunun katilin miras almamasının sebebi olduğunu nakletmektedir. [362] Daha sonra bu hüküm, cahiliyye döne­minde karşılaşılan birçok olayın hükmünde olduğu gibi İslâm'da da sabit bir hüküm olarak kalmıştır. Kasten öldüren kimsenin diyetten olsun, maktulun malından olsun hiçbir miras alamayacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bunlardan tek istisna hepsi de bid'at ehli olan ve cumhurun kanaatine istisna teşkil eden bazı kimselerdir. Ancak hata yoluy­la öldüren kişi maldan miras almakla birlikte diyetten miras alamaz. Bu gö­rüş Malik, Evzai, Ebû Sevr ve Şafii tarafından kabul edilmiştir. Çünkü hata yo­luyla öldüren kimse öldürdüğü kimsenin mirasını ve malını almak üzere öl­dürmüştür, diye itham edilememektedir.

Süfyan-ı Sevrî, Ebû Hanife ve arkadaşlan ile bir başka görüşünde Şafii kas­ten veya hata yoluyla öldürmüş olsun katil maldan da diyetten de miras al­maz, demişlerdir. Aynı zamanda bu Şureyh'in, Tâvus'un, Şa'bi ve Nehaî'nin de görüşüdür. Bunu eş-Şa'bî, Hz. Ömer, Hz. Ali ve Hz. Zeyd'den de rivayet etmiştir. Onlar şöyle derler: Kasten öldüren olsun hata yoluyla öldüren ol­sun hiçbir şeyi miras alamaz. Mücahid'den ise bu her iki görüş de rivayet edil­miştir. Basralılardan bir kesim de şöyle demektedir: Hata yoluyla öldüren ki­şi diyetten de maldan da miras alır. Bu görüşü Ebû Ömer (İbn Abdi'1-Berr) nakletmiştir.

Bu konuda Malik'in görüşü daha sahihtir. Nitekim buna dair açıklamalar ileride miras hukukuyla ilgili âyetin (en-Nisa, 4/11-14) tefsiri yapılırken -yü­ce Allah'ın izniyle- gelecektir. [363]

 

73- "Onun bir parçasıyla ona vurun* dedik. İşte Allah ölüleri böy­le diriltir ve size âyetlerini gösterir. Akıl erdiresiniz diye."

 

"Onun bir parçasıyla ona vurun dedik." Bu parçanın, konuşma aracı olduğundan dolayı ineğin dili olduğu söylenmiştir. Kuyruk sokumu olduğu da söylenmiştir. Çünkü insanın hilkati onda terkip edilmiştir. "Baldırı ile kemik­lerinden bir kemik ile" de söylenmiştir. Kesinlikle söylenebilecek şey ineğin organlarından bir organ ile vurulduğudur. Bu şekilde ona vurulunca canlan­dı, kendi?ni öldüreni haber verdi ve eskisi gibi ölü düşüverdi. [364]

 

Maktulün Sözüne, Kasâmede İtibar Edilir mi?:

 

Maktulün: "kanım filandadır" yahut "filan kişi beni öldürdü" demesi ile ka-same yapmanın sahih olacağına, İbn Vehb ile İbnu'l -Kasım'dan gelen riva­yete göre İmam Malik -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- (bunu) delil göster­miştir. Şafii ve ilim adamlarının çoğunluğu ise bunu kabul etmemekte ve doğ­ru görüşün aksi olduğunu ileri sürmektedirler. Çünkü onlara göre maktulün : Kanım filandadır veya filan kişi beni öldürdü, demesi doğru da yalan da ola­bilen bir haberdir. Aleyhinde iddiada bulunulan şahısın kanının koruma al­tında olduğu, kesin delil olmadıkça o kanı dökmenin mubah olamayacağı hu­susunda görüş ayrılığı yoktur. Kesin kanaatin bulunduğu yerde ise ihtimal ile amel edilmez. Dolayısıyla maktulün, "kanım filandadır" demesine itibar et­mek batıldır. İsrailoğullan arasında öldürülen şahısın bunu söylemesi ise bir mucize idi ve yüce Allah, onu dirilteceğini haber vermişti. Bu aynı zaman­da ihtimalin sözkonusu olmayacağı şekilde kesin olarak katilinin kim oldu­ğunu da haber vereceğini ihtiva etmektedir. Dolayısıyla bu iki husus arasın­da fark vardır.

İbnu'l-Arabî der ki: Mucize maktulün diriltilmesindedir. O hayat bulunca onun söylediği söz, kabul veya reddedilmek açısından bütün insanların sa­ir sözlerine benzer. İşte bu, Malik dışında kimsenin farkına varamadığı ilimin oldukça incelikli bir meselesidir. Kur'an-ı Kerim'de ise bu kişi haber verdi­ği takdirde doğru söylemesi gerekir, diye bir ifade yoktur. Bununla birlikte Allah Teala'nın onlara kasame yapmalarını emretmiş olma ihtimali de vardır. Ancak Buhârî, Şafii ve bir grup ilim adamı bunu uzak bir ihtimal görerek şöy­le demişlerdir: Böyle bir kimsenin bir dirheme dair yapacağı açıklama kabul edilmezken kan ile ilgili (katili hakkında) söyleyeceği söz nasıl kabul edilir? [365]

 

Kasamenin Hükmü:

 

İlim adamları, kasame ile hüküm verme hususunda farklı görüşlere sahip­tir. Salim, Ebu Kılabe, Ömer b. Abdülaziz, el-Hakem b. Uyeyne'den kasame-ye dayanarak hüküm verme hakkında herhangi bir kanaat belirtmedikleri ri­vayet edilmiştir. Buhârî de buna meyyaldir. Çünkü o, ilgili olmayan yerinde Kasame hadisini de kaydetmiştir. Cumhur ise şöyle demiştir: Kasameye da­yanarak hüküm vermek Peygamber (s.a)'dan sabittir. Daha sonra kasameye dayanarak hüküm vermenin keyfiyeti hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Bir kesim şöyle der: Önce iddia sahipleri yemin ederler. Eğer yemin ederlerse (diyeti) hak ederler. Şayet iddia sahipleri yemin etmezlerse bu se­fer aleyhlerinde iddiada bulunulan kimseler elli yemin ederler ve ibra olur­lar. Bu Medinelilerin, Leys'in, Şafii'nin, Ahmed'in ve Ebu Sevr'in görüşüdür. Huveyyisa ve Muhayyisa'nın durumunu nakleden hadis de bunu gerektirir. Sözkonusu bu hadisi hadis imamlan olan Malik ve başkaları rivayet etmiştir. [366]

Bir başka kesim, önce haklarında iddiada bulunulan kimselerin yemine başlayacaklarını ve yemin edip ibra olacaklarını söylemişlerdir. Bu görüş de Ömer b. el-Hattâb, Şa'bî ve Nehaî'den rivayet edilmiştir. Sevrî ve Kûfeli fa-kihler de bu görüştedir. Delil olarak da Şu'be b. Ubeyd b. Buşeyr b. Yesâr'dan gelen rivayeti gösterirler. Bu rivayette şöyle denilmektedir: Yemine, aleyh­lerinde iddiada bulunulan kimseler olan yahudiler başladılar. Yine bunlar Ebu Davud'un ez-Zührî'den, onun Ebu Seleme b. Abdurrahman'dan, onun ensar-dan birtakım kimselerden yaptığı şu rivayeti delil gösterirler: Buna göre Pey­gamber (s.a) önce yahudilere: "Sizden elli erkek yemin eder mi?" demiş, on­lar bunu kabul etmeyince ensâra: "Haydi siz hakkınızı elde ediniz" demiş, bu sefer onlar da şöyle dediler: Ey Allah'ın peygamberi biz, gayba dair yemin mi edelim? Bunun üzerine Rasulullah (s.a) yahudiler tarafından diyet öden­mesi hükmünü verdi. Çünkü maktul aralarında bulunmuştu. [367]

Bu görüşün sahipleri ile Hz. Peygamber'in: "Fakat yemin müddea aleyhe aittir" [368] buyruğunu da delil gösterirler. İşte bu hadis-i şerif ile müddea aleyh­lerin yemin edecekleri tayin edilmektedir. Bu görüşün sahipleri devamla şöy­le derler: İşte bu, davalarda kesin olarak kabul edilen aslî bir ilkedir. Şeriat da bunun hikmetine Hz. Peygamber'in şu buyruğu ile dikkat çekmiştir: "Eğer insanlara iddiada bulundukları için (istedikleri) verilecek olursa birta­kım kimseler birtakım erkeklerin kanlarını, mallarını iddia eder. Şu kadar var ki yemin etmek müddea aleyhe düşer." [369]

Birinci görüşün savunucuları, bunların görüşlerini reddederek şöyle der­ler: Sa'id b.Ubeyd'in, yahudilere diyet ödetildiğini belirten hadisi, hadis eh­line göre bir vehimdir. en-Nesaî, bu hadisi rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Bildiğim kadarıyla (başka raviler) bu rivayette Said'e uygun şekilde rivayet­te bulunmamışlardır. Diğer taraftan Buşeyr'in Sehl'den rivayet ettiği ve Pey­gamber (s.a)'ın iddia sahipleriyle yemine başladığını belirten hadis-i şerifi Yahya b. Said, İbn Uyeyne, Hammad b. Zeyd, Abdulvahhab es-Sakafî, İsa b.Hammad ve Bişr b. el-Mufaddal da kesintisiz bir senet ile rivayet etmişler­dir. İşte bu hadisi, bu şekilde rivayet edenlerin sayısı yediyi bulmaktadır. Bu hadisi her ne kadar Malik mürsel olarak rivayet etmiş ise de hadis hafızları bunu mevsul olarak rivayet etmiştir. Ayrıca bu Said b. Ubeyd'in rivayet etti­ği hadisten da daha sahihtir.

Ebu Muhammed el-Asilî der ki: Vahid bir haber ileri sürülerek topluluğun rivayet ettiği habere, itiraz etmek caiz değildir. Üstelik Said b. Ubeyd nak­lettiği hadisinde şöyle demiştir: Rasulullah (s.a) zekat develerinden yüz de­ve vererek onun diyetini ödemiştir. Halbuki zekat, diyetler için verilmez. Ve zekat alma ehliyetine sahip olmayan kimselerle bu konuda sulh yoluna gi­dilmez. Ebu Davud'un rivayet ettiği hadis ise mürseldir. Dolayısıyla mutta­sıl (senedinde kesinti bulunmayan) sahih hadislere o hadisle karşı çıkılmaz. Yine bu birinci görüşün sahipleri konu ile ilgili asıl kaideye sarılmak husu­sunda şöyle cevap verirler: Bu hüküm (kasameye dair yeminlerin bu şekil­de yapılacağı hükmü) kanların dökülmesinin haram olması dolayısıyla baş­lı başına bir asıldır. İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir:

Rasulullah (s.a)'ın beyyineyi müddaiye (davacıya) yemini de müddea aleyhe (davalıya) ait olarak tesbit ettiği sabittir. Bunun zahirine göre hüküm vermek icabeder. Bundan şanı yüce Allah'ın Kitab-ı Kerim'inde veya Peygam­ber (s.a) vasıtasıyla herhangi birşey hakkında özel bir hüküm koyması istis­na edilir. O vakit hakkında özel hüküm bulunan şey bu konudaki haberin ver­diği genel kapsamdan istisna edilir. Kitabın konu ile ilgili delil olduğu husus­lardan birisi de zina iftirasında bulunan kimseye, eğer iftirada bulunduğu ki­şinin hakkında doğru söylediğine dair lehine şahitlik edecek dört şahidi bu­lunmuyor ise, o takdirde iftira edene had vurulması gereğini ifade eder. Yi­ne kendi hanımına zina isnad eden kişinin özel hükmü ise şöyledir: Eğer dört defa doğru söylediğine dair şahitlik ederse, ona uygulanacak olan had düşer. Sünnetin bu konuda özel olarak tahsis ettiği hüküm ise Peygamber (s.a)'ın ka­sameye dayanarak hüküm vermesi olayıdır. İbn Cüreyc'in Ata'dan, onun Ebu Hureyre'den rivayetine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşun "Bey-yine, iddiada bulunan kimseye, yemin de inkâr edene düşer. Kasame bundan müstesnadır." Bu hadisi de Darakutnî rivayet etmiştir. [370]

İmam Malik, bu mes'eleye dair Muvatta adlı eserinde yeterince delil gös­termiş bulunmaktadır. Konuyu oradan dikkatle takib edebilirsiniz. [371]

 

Kasame ile Kısas Gerekir mi?:

 

Kasame yoluyla kısasın gerekip gerekmeyeceği hususunda da ilim adam­ları farklı görüşlere sahiptir. Bazıları kasame ile kısasın gerekeceğini kabul etmişlerdir. Bu, Malik, Leys, Ahmed ve Ebu Sevr'in görüşüdür. Çünkü Pey­gamber (s.a) Huveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman'a: "Yemin eder ve adamınızın kanına hak kazanır mısınız?" diye söylemiştir. Ebu Davud'un da Amr b. Şuayb'den, onun babasından, onun dedesinden rivayetine göre Pey­gamber (s.a) Nadr b. Malikoğullarından bir kişiyi kasame sonucunda öldür­müştür. [372] Darakutnî der ki: Amr b. Şuayb'ın babasından onun dedesinden yoluyla rivayet ettiği nüshası (hadis mecmuası) sahihtir. Aynı şekilde Ebu Ömer b. Abdi'1-Berr de Amr b. Şuayb'ın hadisini sahih kabul eder ve onu de­lil gösterir. Buhârî der ki: Ben Ali b. el-Medinî'nin, Ahmed b. Hanbel'in, Hu-meydî'nin, İshak b. Raheveyh'in onu delil gösterdiklerini gördüm. Bunu Da­rakutnî Sünen'inde kaydeder.

Bir başka kesim ise kasame sonucu kısas gerekmediği görüşündedir. On­lara göre, gereken sadece diyettir. Bu görüş Hz. Ömer ve İbn Abbas'tan riva­yet edilmiştir. en-Nehaî ve el-Hasen'in görüşü de budur. es-Sevrî, Kûfeliler, Şafii ve İshak da bu kanaattedir. Bunlar Malik'in, İbn Ebi Leyla b. Abdullah'tan, onun Sehl b. Ebu Hasme'den, onun da Peygamber (s.a)'den ensara dediği şu sözleri delil göstermişlerdir: "Ya onlar adamınızın diyetini verirler veya onla­ra karşı savaş ilan edildiğini bilsinler." [373] Bu görüşü savunanlar derler ki: İş­te bu diyete delildir, kısas yapılacağına delil değildir. Hz. Peygamber'in az ön­ce geçen ve Huveyyisa, Muhayyisa ve Abdurrahman'a söylediği belirtilen "ada­mınızın kanına hak kazanırsınız" buyruğu, sizin maktulünüzün kanının diye­tini hakedersiniz, demektir. Çünkü yahudiler, onların adamları (arkadaşları) değildir. Adamının diyetine hak kazanan kimse ise onun kanına hak kazan­mış demektir. Çünkü diyet kasten öldürme halinde de alınabilir. O bakımdan bu da kana (onun diyetine) hak kazanmak demek olur. [374]

 

Kasamenin Gereği İçin Levs ve Mahiyeti:

 

Kasameyi gerektiren husus olan "levs"in bulunması kaçınılmazdır. Levs; öldürme iddiasında bulunanın doğru söylediğine dair galip bir zan uyandı­ran bir emaredir. Öldürmeyi gördüğüne dair adil bir kişinin şehadette bulun­ması yahut öldürülen kimsenin kanına bulanmış bir şekilde görülürken itham edilen kişinin de çevresinde veya onun yakınında, üzerinde öldürme izleri taşıyarak görülmesi gibi.

Levs ve ona dayanarak hüküm vermek hususunda da farklı görüşler var­dır. Malik der ki: Levs maktulün: Kanım filandadır, demesidir. Adaletli bir şa­hit de levstir. İbnu'l-Kasım'ın ondan (Malikten) yaptığı rivayette de böyle de­nilmektedir. Eşheb ise Malik'ten adil olmayan şahit ile ve kadın ile birlikte ye­min ettirileceği görüşünü rivayet etmektedir. İbn Vehb de kadınların şahitliğinin de levs olduğunu rivayet etmiştir. Muhammed İbnu'l-Kasım'ın zikretti­ğine göre tek bir kadının şehadeti değil de iki kadının şehadeti bir levstir. Ka­dı Ebu Bekr İbnu'l-Arabî der ki: Levs hakkında pek çok ihtilaf edilmiştir. Mez­hepte meşhur olan görüş levsin adaletli bir şahid olduğudur. Muhammed (İbnu'1-Kasım) der ki: Bu benim için daha uygun görülmektedir. (İbnu'l-Arabî) der ki: İbnu'l-Kasım ve İbn Abdu'l-Hakem de bu görüşü kabul etmişlerdir.

Abdülmelik b. Mervan'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Yaralı veya vu­rulmuş bir kimse kanım filan kişidedir, deyip ölse kasame yapılır. İşte Ma­lik ve Leys b. Sa'd da bu görüştedir. Malik görüşüne delil olarak İsrailoğul-ları arasında öldürülen kişinin: Beni filan kişi öldürdü, demesini delil gös­termiştir.

Şafii de der ki: Levs adaletli şahittir veya adil olmasalar bile bir beyyine getirmektir. es-Sevrî ve Kûfeliler ise sadece maktulün (bölgede) bulunması ile kasamenin yapılmasını öngörmüşler ve bu konuda maktulün söz söyle­mesine veya şahide ihtiyaç görmemişlerdir. Şöyle derler: Maktul, bir kavmin bulunduğu mahallede bulunacak olur ve onun üzerinde öldürme izi varsa o yerde bulunan ahali onu öldürmediklerine dair yemin ederler ve o takdirde de onun diyetini öderler. Eğer üzerinde öldürme izleri bulunmuyor ise bel­li bir kişinin aleyhine beyyine ortaya konulmadıkça akilenin[375] herhangi birşey ödemesi gerekmez.

Süfyan da der ki: İşte bu bize göre üzerinde icma'a varılan hususlardan­dır. Ancak bu zayıf bir görüştür. Bu görüşleriyle ilim ehline muhalefet etmiş­lerdir. Bu konuda onlardan önce böyle bir görüş ortaya atan olmamıştır. Ve bu Kur'an'a ve sünnete de aykırıdır. Çünkü bu görüş ile aleyhlerine sabit ol­muş bir beyyine ve onlar tarafından yapılmış bir ikrar bulunmaksızın akile-ye bir mal ödeme mükellefiyeti getirilmektedir.

Malik ve Şafii ise şu görüştedir: Maktul eğer bir topluluğun kaldığı mahal­lede bulunacak olursa onun kanı hederdir. Onun bulunduğu yere evi en ya­kın olan kişi sorumlu tutulmaz. Çünkü maktul bir başka yerde öldürülüp on­dan sonra başkasını bu işe bulaştırmak kastıyla başkalarının kapısı önünde bırakılabilir. Böyle birşey dolayısıyla kimse sorumlu tutulamaz. Kasamenin gereğine dair şart gördükleri sebepler oluşmadıkça, böyle birşey dolayısıy­la kimse sorumlu tutulamaz. Ömer b. Abdüzaziz de şöyle demiştir: İşte bu, hakkında kıyamet gününde yüce Allah hükmünü verinceye kadar hüküm ver­menin erteleneceği hususlardan bir tanesidir. [376]

 

Kasame îçin Levsi Gerekli Görenler:

 

el-Kasım b. Mes'ade der ki: Nesai'ye şöyle dedim: Malik, levs ile olmadıkça kasameyi kabul etmiyor. Peki kasame ile ilgili hadisi orada levs sözkonu-su edilmediği halde ne diye Kitabında kaydetmiştir. Nesaî şöyle dedi: Malik onlarla yahudiler arasında bulunan düşmanlığı levs gibi değerlendirmiş ve levsi de ölenin sözlerini de düşmanlık seviyesinde değerlendirmiştir.

İbn Ebi Zeyd der ki: Bunun asıl delili, İsraiîoğulları kıssasında şanı yüce Allah'ın ineğin bir parçasıyla vurulup da maktulü diriltmesi, onun da: Beni filan kişi öldürdü demesi ile düşmanlığın bir levs olarak kabul edilmesidir.

Şafii der ki: Biz -önceden de geçtiği üzere- maktulün söylediği sözü levs olarak görmüyoruz. Yine Şafii der ki: Eğer ensar ile yahudiler arasında oldu­ğu gibi açık bir düşmanlık, iki ayrı topluluk arasında varsa ve öldürülen ki­şi bu iki kesimin bulunduğu yerden birisinde bulunur, orada da onlardan baş­ka kimse oturmuyor ise o maktul hakkında kasame vacip olur. [377]

 

Kira ile Oturulan Bir Mahallede Maktul Bir Kimse Bulunursa:

 

Sahipleri tarafından başkalarına kiraya verilen bir mahallede maktulün bu­lunması hususunda fukahanın farklı görüşleri vardır. Re'y ashabı şöyle der: Maktulün diyeti hıtta [378] ehline (o mahallenin kurucusu olan asıl sahiplerine) aittir. Mahallede sakin olan (kiracılar) üzerinde herhangi bir sorumluluk yoktur. Eğer bunlar evlerini sattıktan sonra orada bir maktul bulunursa, o tak­dirde diyet satın alana düşer, sakinlere birşey ödemek düşmez. Şayet evin asıl sahipleri orada bulunmuyor ve evlerini kiraya vermiş iseler kasame ve diyet hazır bulunmayan ev sahiplerine düşer. Maktulün aralarında bulunduğu sa­kinlere birşey düşmez.

Ancak aralarından Ya'kub (b. İbrahim, yani Ebû Yusuf) bu görüşten vaz­geçerek şöyle der: Kasame ve diyet evlerde sakin olanlara düşer. Bu görüş ' İbn Ebi Leyla'dan da nakledilmiştir. O bu görüşüne Hayber halkının Hayber'de işçi olarak sakin olduklarını, orada çalıştıklarını ve maktulün onlar arasında bulunduğunu belirterek delil gösterir.

es-Sevrî der ki: Biz de şöyle deriz: O (kasame ve diyet) asıl sahiplerine yani o evlerin sahiplerine aittir. Ahmed der ki: Doğru görüş diyette değil de kasame hususunda İbn Ebi Leyla'nın görüşüdür. Şafii de der ki: Bütün bun­ların hepsi arasında fark yoktur. Ortaya konulacak bir beyyine ile olmadık­ça yahut da kasame yapmayı gerektirip de veliler yemin etmedikçe kısas da olmaz, diyet de olmaz. İbnu'l-Münzir der ki: Bu en sahih görüştür. [379]

 

Kasamede Yemin Sayısı:

 

Kasamede elli yeminden daha aşağı yemin edilmez. Çünkü Peygamber (s.a) Huveyyisa ve Muhayyisa ile ilgili hadis-i şerifte: "Sizden elli kişi onlar­dan bir kişi aleyhine yemin eder" demiştir. Eğer hak sahibi olanlar elli kişi iseler onlardan her birisi bir tek yemin eder. Bundan daha az iseler veya ye­minden affedilmesi caiz olmayan kimse yemin etmek istemese sayılarına gö­re (elli yemin buluncaya kadar) herkes yemini tekrar eder. Kasten öldürme­de ise erkek iki kişiden daha aşağısı yemin etmez. Tek bir erkek veya tek bir kadın bu durumda yemin etmez. Maktulün velileri ve velilerin kendilerinden yardım aldığı asabeden olan kimseler (toplam) elli yemin ederler. Bu Malik, Leys, Sevrî, Evzai, Ahmed ve Davud'un görüşüdür.

Mutarrifin Malik'ten yaptığı rivayete göre ise, müddea aleyh ile birlikte kimse yemin etmez. Bizzat kendileri -tek veya daha fazla kişi olmaları halin­de olduğu gibi- elli yemin ederler ve böylelikle kendilerini ibra ederler. Bu Şafiinin de görüşüdür. Şafii der ki: Mirasçıdan başkası yemin etmez. Öldür­me, ister kasten olsun ister hata yoluyla olsun farketmez. Bizatihi mülk kendisinin olan ve Allahu Teala'nın mirastan kendisine mülk tesbit ettiği kim­se dışındakiler de bir mal hakkında yemin edip o mala hak kazanamaz. Mi­rasçılar da mirastaki paylan oranında yemin ederler. Ebu Sevr de bu görüş­tedir. İbnu'l-Münzir de bu görüşü tercih etmiştir. Sahih olan da budur. Çün­kü aleyhinde iddiada bulunulmayan bir kimsenin yemin etmesini gerektiren bir sebebin de ona yöneltilmesi sözkonusu değildir. Diğer taraftan bu yemin­lerin maksadı davadan ibra olmaktır. Aleyhinde iddiada bulunulmayan bir kimse ise zaten bendir.

İmam Malik, hataen öldürme hakkında da şöyle der: Bu hususta tek bir erkek ve tek bir kadın yemin eder. Onlardan herhangi birisinin veya daha faz­la sayıdaki kişinin yaptıkları yemin sayısı elliye tamamlandı mı yemin eden kendi mirastaki payına hak kazanır. Yemin etmeyi kabul etmeyen kimse ise birşey hak etmez. Yemin esnasında hazır bulunmayan kimse daha sonradan gelecek olursa, hazır bulunduğu takdirde mirasına uygun olarak, etmesi ge­reken yeminleri, geldikten sonra eder. Bu, Malik'ten nakledilen meşhur gö­rüştür. Onun hata yoluyla öldürmede kasame yapılacağı görüşünde olmadı­ğına dair rivayet de vardır.

Kasame ile ilgili mes'elelerin tamamı, bunun fer'î mes'eleleri ve bunlara dair hükümler fıkıh kitaplarıyla mezhepler arası görüş ayrılıklarını ele alan kitaplarda bütünüyle ele alınmıştır. Bu konuda bizim sözünü ettiklerimiz ise yeterlidir. Başarıya ulaştıran Allah'tır. [380]

 

Bu Kıssa ve Bizden Öncekilerin Şeriati:

 

Burada geçen Bakara kıssası bizden öncekilerin şeriatinin de bizim için şe­riat olduğunun delilidir. Kelamcılardan birçok taife ve fukahadan bir grup bu görüştedir. el-Kerhî de bunu tercih etmiş, bizim Malikî mezhebine mensup Kadi İbn Bukeyr de bunu açıkça ifade etmiştir. Kadı Ebu Muhammed Abdülveh-hab da şöyle der: Malik'in hüküm çıkarma usulü ve kitaplarında görüldüğü şekliyle delil çıkarma yöntemi de bunu gerektirir. Şafii de buna meyletmiştir. "İşte onlar Allah'ın kendilerine hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de on­ların hidâyetlerine uy" (el-En'am, 6/190) âyet-i kerimesi açıklanırken bu hususa dair etraflı bilgiler -yüce Allah'ın izniyle- oranda verilecektir. [381]

 

Ölüleri Dirilten Allah:

 

"İşte Allah ölüleri böyle diriltir." Bu kişiyi ölümünden sonra nasıl dirilttiyse, işte ölen herkesi Allahu Teala böylece diriltecektir. "Ve size âyetleri­ni" alametlerini ve kudretini "gösterir. Akıl erdiresiniz diye." Akıl edesiniz diye. Buna dair açıklamalar daha önce (el-Bakara, 2/21'in tefsirinde) geçmiş­ti. Yani O'na isyan etmekten uzak olasınız diye. Akıl, birşeyden alıkonmak anlamındadır. Koruyucu kalelere de "me'âkil (tekili ma'kil)" adı verilir.[382]

 

74. Bundan sonra yine kalpleriniz katüaştı. Onlar taş gibi veya taştan daha katı kesildi. Çünkü öyle taşlar vardır ki, ondan ır­maklar kaynar. Yine öyle taşlar vardır ki yarılıp ondan su fış­kırır. Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

 

Katılaşan Kalpler:

 

"Bundan sonra yine kalpleriniz katılaştı." Kasvet; sertlik, katılık kuru­luk demektir. Kalplerin Allah'a yönelmekten, Allah'ın âyetlerine boyun eğip itaat etmekten uzak kalması, bundan bir eser taşımaması demektir. Ebu'1-Âli-ye, Katade ve başkaları şöyle demektedir: Kasıt, bütün İsrailoğullarının kalpleridir. İbn Abbas da şöyle demiştir: Kasıt, maktulün mirasçılarının kalp­leridir. Çünkü onlar maktul dirilip katilinin kim olduğunu haber verip tek­rar ölünce öldürülmüş olduğunu reddettiler ve: Bu, yalan söyledi, dediler. On­lar bu sözü, o büyük mucizeyi gördükten sonra söylediler. O bakımdan hiç­bir vakit kalpleri bu kadar kör olmadığı gibi, bundan sonra da peygamber­lerini bu kadar ileri derecede yalanlamış değildiler. Şu kadar var ki, katilin öldürülmesi ile Allah'ın hükmü uygulanmıştır.

Tirmizi, Abdullah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulul-lah (s.a) şöyle buyurdu: "Allah'ı zikretmeksizin çok fazla söz söylemeyiniz. Çünkü Allah'ı zikretmeksizin çokça konuşmak kalp için katılıktır. Allah'tan insanlar arasında en uzak olan kişi ise katı kalp (sahibi)dir." [383]

el-Bezzar'ın Afüsreed'inde ise Enes'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ra-sulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Dört şey vardır ki bedbahtlıktandır. Gözün don­ması (yaş akıtmaması), kalbin katılaşması, uzun emel ve dünyaya karşı hırs." [384]

 

Taş Gibi veya Ondan da Katı:

 

"Onlar taş gibi veya taştan dana katı kesildi." Burada "veya" edatı "ve" anlamındadır. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Ve onlardan hiç­bir günahkara veya nanköre itaat etme." (el-İnsan, 76/24); "Mazeret ol­mak veya tehdid olmak üzere..." (el-Mürselât, 77/6) Şair de şöyle demiştir:

"O halifeliğe nail oldu veya onun için bir kaderdi."

Ve o onun için kaderdi, demektir.

Burada "hatta taştan da katı" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve Biz, onu yüzbin kişiye veya daha faz­la kişiye (peygamber) gönderdik." (es-Saffât, 37/147) Burada da anlam "hat­ta daha fazla kişiye.." demektir. Şair de şöyle demiştir:

"Kuşluk vaktinin göz kamaştırılcılığında ve onun şeklinde

güneş parçası gibi göründü Veya sen gözümde daha da güzelsin." Burada da: Hatta sen daha da güzelsin, anlamındadır. Burada "veya"nın muhataba karşı ifadeyi müphemleştirmek anlamında oldu­ğu da söylenmiştir. Ebu'l-Esved ed-Düelînin şu beyitleri de işte bu türdendir:

"Muhammed'i seviyorum, pek çok seviyorum

Abbas'ı da, Hamza'yı da veya Ali'yi de

Eğer onları sevmek bir doğruluksa onu bulmuş oluyorum.

Eğer bu bir sapıklıksa hata etmiş olmuyorum."

Ebu'l-Esved onları sevmenin apaçık bir doğruluk olduğunda şüphe etmi­yor. Onun kastı anlatıma müphemlik kazandırmaktır. Nitekim Ebu'l-Esved'e bunu söyleyince: Sen şüpheye düştün denildi, o da: Kesinlikle hayır, dedik­ten sonra yüce Allah'ın şu buyruğunu delil gösterdi: "Muhakkak biz veya siz, ya bir hidâyet üzereyiz ya da apaçık bir sapıklıkta." (Sebe', 34/24) Daha son­ra da şöyle der: Acaba bunu haber veren şüphe mi ediyordu?

Burada bunun muhayyerlik ifade ettiği de söylenmiştir. Yani sizler kalple­rinizi ister taşlara benzetiniz, isabet edersiniz, isterse de taşlardan daha katı ka­bul ediniz, yine isabet edersiniz. Bu da bir kimsenin: el-Hasen'le veya İbn Sî-rin'le oturup kalk ve fıkhı, ya da hadisi veya nahvi öğren, demesine benzer.

Bunun kelimenin ifade ettiği mana olan, şüphe anlamında olduğu da söy­lenmiştir. Yani ey muhatablar, size göre sizin bakış açınıza göre eğer o kalplerin katılığını görseydiniz şüpheye düşerdiniz. Bunlar acaba taş gibi mi yoksa taştan da mı katıdır? Bu anlam yüce Allah'ın: "Yüzbin kişiye veya da­ha fazlasına" (es-Saffat, 37/147) buyruğu hakkında da söylenmiştir.

Bir grup da şöyle der: Şanı yüce Allah, burada aralarında kimisinin kal­binin taş gibi olduğunu kimisinin kalbinin ise taştan da katı olduğunu ifade buyurmuştur. Buna göre onlar iki ayrı kesim idiler.

Yüce Allah'ın veya daha katı" buyruğu, "taş gibi" buyruğunun mahalline atf ile merfû' olarak okunmuştur. Çünkü bu;  takdirindedir. Bununla birlikte "daha katı" anlamındaki kelimenin, "taş" anlamındaki kelimeye atf ile üstün okunması da mümkündür. ka­tılık," kelimesi temyiz olarak nasb edilmiştir. katılık" kelimesini Ebu Hayve şeklinde okumuştur. Anlam aynıdır. [385]

 

Kimi Taşlardan Su Kaynar, Kimisi Allah'tan Korkar:

 

"Çünkü öyle taşlar vardır ki, ondan ırmaklar kaynar, yine öyle taşlar vardır ki yarılıp ondan su fışkırır." Fışkırmanın anlamına dair açıklamalar daha önceden [386] geçmiş bulunmaktadır. Yarılır anlamına gelen: ke­limesinin aslıdir. Burada t harfi şin harfine idğam edilmiştir. Bu şe­kilde yarılıp da kendilerinden su fışkıran taşlar ırmak ve nehir olacak kadar büyümeyen pınarlar demektir. Veya ondan su akmasa bile, yarılıp çatlayan taşlardan söz edilmektedir.

İbn Mûsârrif, bu kelimeyi nun ile şeklinde okumuştur. Ayrıca deki yı her iki yerde de şeddeli olarak okumuştur. Ancak bu uygun olmayan bir kıraat şeklidir. Malik b. Dînar ise fış­kırır kelimesini şeklinde nun ile ve cim harfini esreli olarak okumuş­tur.

Katade der ki: Taşlar mazur görülmekte ama Âdemoğlunun bedbahtı mazur görülmemektedir.

Ebû Hatim der ki: kaynar, fışkırır" kelimesinin "ye" harfinin "te" okunması da caizdir. Çünkü "te" ile okuyuş halinde "ırmaklar" anlamında­ki kelime müennes kabul edilmiş olur. Bu ise yarılır" kelimesi hak­kında sözkonusu olmaz. en-Nehhâs: kabul etmediği bu okuyuş, mana gözö-nünde bulundurulursa caiz görülür. Çünkü bu ifade şüphesiz o taşlar arasından, yarılan taşlar vardır, anlamındadır. şek­lindeki kıraat ise daki lafzına göredir.

Şak: Yarık demektir ve asıl itibariyle masdardır. Filanın el ve ayağında ya­rık (çatlak) vardır, denilir. Bu kelimenin çoğulu (bu anlamıyla): şukûk şek­linde gelir. Şukâk şeklinde gelmez. Çünkü şukâk bineklerde olan bir hasta­lık olup o da kimi zaman bacağının üst taraflarına kadar yükselebilen ayak bileklerinde meydana gelen çatlaklıklardır. Bu açıklamalar Ya'kub'dan alın­mıştır. Şak aynı zamanda sabah anlamındadır. Katade  şeklinde her iki yerde de şeddelisinden hafifletilmiş olarak (şeddesiz) okumuştur.

Yüce Allah'ın: fışkırır" buyruğundaki nasb mahallin-dedir. Çünkü muhakkak ki" edatının ismidir. Başındaki "lâm" da te-kid içindir. ondan" buyruğundaki zamirin tekil ve müzekker gelme­si ise lafzı dolayısıyladır. Mana göz önünde bulundurularak di­ye müennes zamir de caizdir. "Yine öyle taşlar vardır ki, yarılıp ondan su fışkırır" buyruğundaki ondan" kelimesi de aynı durumdadır. Ka-tâde  lafzını her iki yerde de şeddesiz olarak okumuştur.

"Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır." Yani kimi taşlar si­zin kalplerinizden daha faydalıdır. Çünkü bunların kimisinden sular çıkar, ki­misi de yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanır. Mücahid der ki: Bir dağın tepe­sinden ne kadar taş yuvarlanırsa, bir taştan ne kadar pınar kaynamışsa ve bir taştan ne kadar su çıkmışsa mutlaka hepsi Allah korkusundan olmuştur. Kur'an-ı Kerim bunu ifade etmektedir.

Buna benzer bir ifade İbn Cüreyc'den de nakledilmiştir. Bazı kelamcılar yüce Allah'ın: "Öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır" buyru­ğu hakkında: Bu, bulutlardan düşen dolu demektir. Burada "yuvarlanmak" kelimesi mecazdır da denilmiştir. Şöyle ki kalpler taşların yaratılışından ib­ret aldığından, ona bakarak kalplerde Allah'ın korkusu harekete geçtiğinden dolayı o taşlara bakan kimsenin alçakgönüllülüğü, burada taşlara izafe edil­miştir. Nitekim Araplar: "Ticaret yapan dişi deve" derler. Yani kendisini gö­reni satın almak üzere harekete geçiren demektir.

Taberi, bir grubun şöyle dediğini nakletmektedir. Burada haşyet (Allah kor­kusu) taşlar hakkında istiaredir. Nitekim yüce Allah'ın: "Çökmek isteyen bir duvar" (el-Kehf, 18/77) buyruğunda da duvar hakkında irade tabiri, istiare yoluyla kullanılmıştır. Nitekim Zeyd el-Hayl de şöyle demiştir:

"Zübeyrîn (şehadet) haberi gelince

Medine suru ve Allah'tan korkan dağlar alçalarak boyun eğdi."

İbn Bahr da yüce Allah'ın: "ondan" kelimelerindeki zamirin taşlara değil kalplere ait olduğunu zikretmektedir. Yani kimi kalpler vardır ki Allah kor­kusundan dolayı boyun eğer.

Derim ki: Bütün bu söylenenler, lafza uygun açıklamalardır. Birincisi ise doğru olan açıklama şeklidir. Çünkü birtakım cansız varlıklara marifet veri­lerek akleder hale gelmeleri imkansız değildir. Rasulullah (s.a)'ın hutbe okuduğu vakit dayanmış olduğu hurma kütüğünün yanından ayrılınca inle­mesine dair rivayet[387] ile Hz. Peygamber'in "Cahiliyye döneminde bana se-lat ü selam getiren bir taş vardı ve ben onu şu an dahi tanıyorum" [388] buy­ruğu ile yine Peygamber (s.a)'ın: "Sebîr (Mekke yakınlarında bir dağ) bana aşağı in dedi. Çünkü benim üzerimde seni öldüreceklerinden korkarım. O vakit Allah bana azap eder." şeklindeki sözleri de böyledir. Bunun deme­si üzerine Hira dağı da Hz. Peygamber'e: Bana doğru gel ey Allah'ın rasulü diye seslenmiştir, şeklinde rivayet de böyledir. [389] Kitab-ı Kerim'de de şöyle buyurulmuştur: "Biz emaneti göklerle yere ve dağlara arzettik..." (el-Ahzab, 33/72); "Eğer Biz bu Kur'an'ı bir dağın üzerine indirmiş olsaydık, muhak­kak ki onu Allah'ın korkusundan başını eğmiş dağılıp parça parça olmuş görürdün." (el-Haşr, 59/21); yani zillet ve itaat ile bu hale geldiğini görür­dün. Buna dair genişçe açıklamalar ileride -yüce Allah'ın izniyle- el-İsrâ Sûresi'nde (.44. âyetin tefsirinde) gelecektir. [390]

 

Allah Gafil Değildir:

 

"Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir." Yani O, sizin amellerinizin küçük olsun büyük olsun hepsini tesbit eder, sayıp döker. "Kim zerre ağır­lığınca bir hayır yaparsa onu görecektir, kim de zerre ağırlığınca bir şer yaparsa onu görecektir." (ez-Zilzal, 99/7-8.)

Bu buyruktanın anlamında ism-i mevsûl, kabul edilmedik­çe aide ihtiyacı yoktur. O taktirde de ism-i mevsûlün uzunluğu dolayısıyla hazfedilmiş kabul edilir. Yani  O yaptıklarınızdan" tak­dirinde demektir.

İbn Kesir: Yaptığınız anlamına gelen: kelimesini ya ile  şeklinde okumuştur. O takdirde hitap Muhammed (s.a)'a yönelik olur. ("Al­lah onların yaptıklarından gafil değildir" anlamında olur). [391]

 

75- Artık bunların size inanacaklarını mı umarsınız? Halbuki onlar­dan bir fırka vardı ki Allah'ın kelâmını dinlerlerdi de onu an­ladıktan sonra bile bile tahrif ederlerdi.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız.

 

1- Onların İman Edeceklerini Ummak:

 

"Artık bunların size inanacaklarını mı umarsınız?" buyruğu böyle bir umudu red ediş anlamını taşıyan (inkârî) bir sorudur. Adeta yahudilerden bu kesimin iman edeceklerinden yana (müminlerin) ümitlerini kesiyor gibidir. Yani eğer bunlar şu anda inkâr edip kâfir olmuşlarsa onların bu konuda uzun bir geçmişleri vardır.

Burada hitap Peygamber (s.a)'ın ashabınadır. Çünkü aralarındaki antlaş­malar ve himaye akidleri dolayısıyla ensar, yahudilerin müslüman olmaları­nı çokça istiyordu. Hitabın -İbn Abbas'tan nakledildiğine göre- yalnızca Peygamber (s.a)'e yönelik olduğu da söylenmiştir. Yani; "onların seni yalan­lamalarına karşılık sen üzülme!" demekte ve geçmişten beri onların kötülük işleyen kimseler olduklarını bildirmektedir.

( bî ) Nasb mahallinde olup "inanmaları hususunda" anlamındadır. Bun­dan dolayı fiilinden "nûn" harfi hafzedilmiştir.

"Ummak, beklemek" anlamlarına gelen "tama" kelimesi, aynı zamanda askerlere verilen maaş anlamını da ifade eder. "Emir askerlere tama'larının" yani maaşlarının "verilmesini emretti" şeklindeki ifade böyledir. [392]

 

2- Onlardan Bir Fırka:

 

"Halbuki onlardan bir fırka vardır ki..."

"Fırka" kökünden tekili olmayan çoğul ismidir. En az çoğul sayısı için ço­ğulu daha fazlasında ise şeklinde gelir.

"Halbuki onlardan bir fırka vardır ki Allah'ın kelâmını dinlerlerdi." Ço­ğunluk "Allah'ın kelâmı" anlamına gelen şeklinde okumakla bir­likte el-A'meş bunu "kelime"nin çoğulu olmak üzere: Allah'ın ke­limelerini..." şeklinde okumuştur. Sibeveyh der ki: Rabîa'dan bazı kimsele­ri onlardan" kelimesini, mim harfinin esreli oluşuna uyarak, He har­fini de esreli okurlar. Sibeveyh; sükûnu bu uyumu (itbâı) önleyecek kadar güçlü bir engel değildir.

Allah'ın kelâmını" buyruğu, "dinlerlerdi" anlamındaki fiilin me--l.udür.

Bu "fırka" ile kastedilen Mûsâ (a.s)'ın seçtiği ve Allah'ın kelâmım işittik­leri halde O'nun emrine uymayan, kavimlerine verdikleri haberlerde işittik­leri sözleri değiştiren yetmiş kişidir. Bu er-Rabî' ve İbn İshak'ın görüşüdür. Ancak bu görüş bir parça zayıftır. Yetmiş kişi Musa'nın işittiği şeyleri işitti di­yenler ise hata etmiş ve Hz. Musa'nın faziletini, özel olarak kendisiyle konu­şulması üstünlüğünü bir kenara itmiş olurlar.

es-Süddî ve başkaları ise şöyle der: Allah'ın kelâmını işitmeye tahammül­leri olmadı. O bakımdan zihinleri kanştı ve Hz. Mûsâ'nm bu kelâmı işitip onun bu işittiklerini kendilerine tekrarlamasını arzuladılar. Bu iş bitip de çıkıp git­tiklerinde onlardan bir grup peygamberleri Mûsâ (a.s) vasıtasıyla işittikleri Al­lah'ın kelâmını kısmen değiştirdiler.

Nitekim yüce Allah bir başka yerde Allah'ın kelamını işitmek hususuna şöy­lece açıklık getirmektedir: "Eğer müşriklerden biri senden eman dilerse ona eman ver, ta ki Allah'ın kelamını dinlesin." (et-Tevbe, 9/6)

el-Kelbî, Ebu Salih'ten o da İbn Abbas'tan naklettiğine göre; Hz. Musa'nın kavmi kendisinden Rabbinin kendilerine sözünü işittirmelerini dilemesi is­teğinde bulunduklarını ve boru sesini andıran bir sesin: "Şüphesiz ben Al­lah'ım, benden başka hiçbir ilah yoktur, Hayy ve Kayyûmum. Sizi çok üstün bir el ve güçlü bir kol ile Mısır'dan çıkardım" diye işittiklerine dair bir riva­yetin bulunduğu söylenecek olursa, cevabımız şu olur:

Böyle bir hadis batıldır, sahih değildir. Bunu İbn Mervan el-Kelbî'den ri­vayet etmiştir. İkisi de zayıftırlar, bu rivayet delil diye gösterilemez. Konu ile ilgili "kelâm" bütün Âdemoğulları arasında Hz. Musa'ya verilen bir özellik­tir. Eğer yüce Allah kendi kelâmını onun da kavmine işittirecek şekilde ko­nuşmuş ise, peki Hz. Musa'nın onlara üstünlüğü nerede kalır? Nitekim sözü hakkın kendisi olan yüce Rabbimiz de şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Ben seni risaletlerimle ve kelâmımla insanlar arasından seçmiş bulunuyorum." (el-A'raf, 7/144) Bu (Allah'ın kelâmını işitmenin Hz. Musa'ya ait bir özelliği olduğu hususunda) ise gayet açıktır. [393]

 

3- Hz. Mûsâ, Yüce Allah'ın Kelâmını Nasıl Tanıdı?

 

Hz. Mûsâ, daha önce yüce Allah'ın hitabını işitmemiş olmakla birlikte Al­lah'ın kelâmını nasıl tanıdığı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri var­dır. Kimisi şöyle der: Hz. Mûsâ harf ve seslerden meydana gelmeyen bir ke­lâm işitti. Ayrıca bunda kesinti ve nefes de yoktu. İşte o vakit Hz. Mûsâ bu­nun insan kelâmı olmadığını, âlemlerin Rabbinin kelâmı olduğunu bildi.

Başkaları da şöyle demektedir: Hz. Mûsâ, belli bir yönden gelmeyen bir ses işitti. İnsanların sözü ise altı yönden birisinden işitilir. O zaman işittiği bu sesin insan sesi olmadığını bildi.

Bir diğer görüşe göre de, Hz. Musa'nın bütün cesedi kulak kesildi ve bu şekilde bu sözü işitti. Böyelikle bunun Allah'ın kelâmı olduğunu bildi.

Yine bu konuda şöyle denilmiştir: Mucize, onun işittiği şeyin Allah'ın ke­lâmı olduğunu göstermiştir. Bu da şöyle olmuştur: "Ona asanı yere bırak" de­nilince o da asasını yere bıraktı; hemen bir yılan oluverdi. İşte bu içinde bu­lunduğu durumun doğruluğunu gösteren onun bir alâmeti oldu ve ona: "Şüp­hesiz ki Ben senin Rabbinim" (Tâ-hâ, 20/12) diyenin aziz ve celil olan Al­lah olduğuna bir delil oldu.

Şöyle de denilmiştir: Hz. Mûsâ içinde ancak gayblan bilenin vakıf olabi­leceği birşey gizlemişti. Şanı yüce Allah, hitabında içinde gizlediği bu şeyi ona haber verdi. Böylelikle Hz. Mûsâ kendisine hitabedenin aziz ve celil olan Al­lah olduğunu bildi.

İleride yüce Allah'ın izniyle Rabbimizin: "Sağ taraftaki vadiden bereket­li arz parçasında bulunan ağaçtan., diye ona seslenildi" (el-Kasas, 28/30) buyruğunun anlamı açıklanınca buna dair geniş açıklamalar da gelecektir. [394]

 

4- Allah'ın Kelâmını Değiştirenler:

 

"Allah'ın kelâmını dinlerlerdi ve onu anladıktan" öğrenip belledikten "sonra bile bile tahrif ederlerdi." Mücahid ve es-Süddî der ki: Bunlar Tev­rat'ı değiştirip tahrif eden yahudi bilginleridir ki nevalarına uyarak haramı helal, helali haram kılarlardı.

Bu ifade ile onlar azarlanmaktadırlar. Yani, bu yahudilerin atalarının geç­mişte öyle kötü işleri ve inatları olmuştur ki, işte bunlar da aynı yolu izleyip gidiyorlar. Nasıl olur da siz onların iman edeceklerini umabiliyorsunuz?

Bu ifadeler de aynı şekilde hakkı bilip de buna rağfnen ona karşı inatla-şan bir kimsenin, doğru yoldan uzak olduğunu göstermektedir. Çünkü böy­le bir kişi Allah'ın va'dini ve tehditlerini bildiği halde bu bilgisi onu inadın­dan vazgeçirmemektedir. [395]

 

76. İman edenlerle karşılaştıklarında "iman ettik" derler; birbirle­riyle başbaşa kaldıklarında da: "Allah'ın size açtığını onu ileri sürüp Rabbinizin huzurunda size karşı delil getirsinler diye mi haber veriyorsunuz? Akü erdiremiyor musunuz?" derler.

77. Allah'ın onların gizlediklerini de açıkladıklarını da bildiğini bil­miyorlar mı?

 

İkiyüzlü Münafıklar:

 

"İman edenlerle karşılaştıklarında iman ettik derler." Bu buyruk, mü­nafıklar hakkındadır. "Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında..." bölümü ise ya-hudiler hakkındadır. Şöyle ki; onlardan bazı kimseler önce İslâm'a girmiş, son­ra da münafıklığa başlamışlardı. Arap olan mü'minlere, önceki atalarının ne şekilde azaba uğratıldıklarını anlatırlardı.

Yahudiler bunlara: "Allah'ın size açtıklarını" yani hakkınızda verdiği azap hükmünü "onu ileri sürüp Rabbinizin huzurunda size karşı delil getirsin­ler"; yani Allah katında biz sizlerden daha üstünüz, desinler "diye mi haber veriyorsunuz? derler." Bu açıklamalar İbn Abbas ve es-Süddî'den nakledil­miştir.

Şöyle de rivayet edilmiştir: Hz. Ali, Hayber günü Kurayzalıların kalelerin­den inmelerini isteyince Rasûlullah (s.a)'a sövüldüğünü işitir. Bunun üzeri­ne Hz. Peygamber'in yanına gelip ona: Ey Allah'ın Rasûlü, sen bunlara teb­liğde bulunma, dedi ve üstü kapalı ifadelerle olanı anlattı. Hz. Peygamber ona: "Sanırım onların bana sövdüklerini işitmiş olmalısın, onlar beni görürlerse bu işten vazgeçerler" dedi ve Hz. Peygamber onlara doğru kalkıp gitti. Onu gör­dükleri vakit bu sövmelerinden vazgeçtiler. Hz.Peygamber onlara: "Ey may­mun ve domuzların kardeşleri! Sizler ahdi bozdunuz. Allah sizi rezil etmiş ve sizin üzerinize azabını indirmiştir." Bunun üzerine şöyle dediler: Ya Muham-med, sen cahil bir kimse değilsin. Bize karşı cahillik etme. Sana bunları kim anlattı? Bu haber ancak bizden sana ulaşmış olabilir, dediler. Bu anlamda bir rivayet Mücahid'den de nakledilmiştir.

"Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında." Başbaşa kalmanın anlamına dair açıklamalar sûrenin baş taraflarında (.14. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

"Açtı" kelimesi hükmetti anlamındadır. Arapçada açmak (feth.) yargı ve hü­küm vermek demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "Rabbi-miz bizimle kavmimiz arasında sen hak ile hüküm ver (fethet, aç)! Sen hük­medenlerin (fethedenlerin) en hayırlısısın" (el-A'râf, 7/89).

el-Fettâh (açıcı) da Yemenlilerin lehçesinde hakim demektir. O bakımdan: "Benimle senin aranda fettâh (hakim) hüküm versin" derler. Böyle denilme­sinin sebebi ise, hakimin zalime karşı mazluma yardımcı olmasıdır. (Çünkü) Feth, aynı zamanda yardım ve zafer demektir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu anlamdadır: "Önceden kâfirlerin aleyhine feth (zafer) istiyorlardı." (el-Bakara, 2/89); "Eğer siz fetih (zafer) istemekteyseniz işte o fetih (zafer) si­ze gelmişi ir." (el-Enfal, 8/19)

Fetih, aynı zamanda iki şeyin arasını ayırmak anlamına da gelmektedir.

"Size karşı delil getirsinler diye"; yani sizi ayıplasınlar ve Allah katında biz sizden daha iyiyiz desinler diye "mi haber veriyorsunuz?"

...Size karşı delil getirsinler diye..." buyruğu, diye bilinen edatla nasb edilmiştir. Hazf edilmiş takdiri ile de hazf edildiği kabul edilebilir. Nasb'ın alâmeti ise "mim" harfinin hazf edilmiş olmasıdır.

Yûnus: Araplardan bazıları "key lâm'ı" ile meftûh olurlar, der. Ahfeş de: Çünkü feth asıldır, derken; Halef el-Ahmer: "Bu, Anber oğulları şivesidir" der.

Buyruğun anlamının, sizin sözlerinizi size karşı delil getirsinler şeklinde olduğu da söylenmiştir. Onlar size karşı: Siz bu sözün doğruluğuna vakıf ol­duktan sonra onu inkar ettiniz, kafir oldunuz diyeceklerdir.

Şöyle de denilmiştir: Yahudilerden birisi müslüman arkadaşı ile karşıla­şır ona: Muhammed'in dinine sımsıkı yapış. Çünkü o gerçek bir peygamber­dir, dermiş.

"Rabbinizin huzurunda" buyruğu ile kastedilenin ahirette olduğu söylen­miştir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra mu­hakkak sizler Kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda muhakeme oluna­caksınız." (ez-Zumer, 39/31)

Bu buyruğun anlamının; Rabbinizin zikredilmesi halinde size karşı delil göstersinler diye mi? şeklinde olduğu da söylenmiştir.

Bir başka görüşe göre "huzurunda" kelimesinin "hakkında" anlamına gelen: anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani; sizin onlara söyledik­lerinizi onlar Rabbiniz hakkında size karşı delil göstersinler diye mi? O va­kit de size karşı açık bir delil getirilmiş olacağından bu sayede de sizden da­ha haklı çıkacaklardır, demektir. Bu açıklama şekli el-Hasen'den rivayet edilmiştir.

Hüccet (delil): Mutlak olarak dosdoğru ve tutarlı söz anlamındadır. Me-haccetü't-Tarîk (dosdoğru yol), tabiri de buradan gelmektedir. Bir kişiye kar­şı delil getirip onu bu hususta mağlub ettiğini ifade etmek üzere de: Filan ile karşılıklı hüccet getirdik ve ben delilimle onu susturdum," denilir. Hadis-i şerifte de: "Âdem Musa'ya karşı susturucu delil ortaya koydu, [396] denilmektedir.

"Akıl erdiremiyor musunuz?" Bunun yahudi alimlerinin kendilerine ta­bi olanlara söyledikleri sözler cümlesinden olduğu söylendiği gibi yüce Al­lah'ın mü'minlere yönelik bir hitabı olduğu da söylenmiştir. Yani durumla­rı bu iken İsrailoğullarının iman etmeyeceklerine dair akıl erdiremiyor mu­sunuz?

Bundan sonra da yüce Allah onları (İsrailoğullarını): "... bilmiyorlar mı?" buyruğu ile azarlamaktadır. Çünkü burada sorunun anlamı azarlamak ve ağır bir şekilde sitem etmektir. Cumhur  bilmiyorlar mı" şek­linde yâ harfiyle okumuştur. İbn Muhaysin ise mü'minlere yönelik bir hitap olarak bu kelimeyi "te" harfiyle (bilmiyor musunuz?) anlamında okumuştur. Âyet-i kerimede sözü geçen "gizledikleri" küfürleri; "açıkladıkları" ise kâfir olduklarını red etmeleridir. [397]

 

78. Onların içinden kuruntu dışında Kitabı bilmeyen ümmîler de vardır. Onlar ancak zan ediyorlar.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Kitabı Bilmeyenler:

 

"Onların içinden" yahudiler arasından, yahudilerle münafıklar arasından da denilmiştir "Kitabı bilmeyen ümmîler" okuma yazma bilmeyen kimse­ler "vardır."

Ümmî, okuma ve yazma öğrenmemiş, annesinden doğduğu şekilde ka­lan "ümmî ümmete" mensup olan kimse demektir. Peygamber Efendimizin hadis-i şerifi de böyledir: "Şüphesiz biz ümmî bir ümmetiz. Yazmayız, hesap etmeyiz..." [398]

Ümmü'l-Kitab'ı tasdik etmedikleri için onlar hakkında "ümmîler" tabiri kul­lanıldığı da söylenmiştir. Bu açıklama İbn Abbas'tan nakledilmiştir.

Ebû Ubeyde de der ki: Onlara ümmî deniliş sebebi, Kitabın üzerlerine in­dirilmesidir. Sanki kitabın anasına (ummu'na) nisbet edilmiş gibidirler ve san­ki: O ehl-i kitaptan kitabı bilmeyen kimseler de vardır, denilmiş gibidir. İk-rime ve ed-Dahhâk'ın açıklamasına göre bunlar Arapların hristiyanlarıdırlar.

Bir diğer görüşe göre, bunlar kitap ehlinden bir topluluktur. Bunların ki­tapları işledikleri birtakım günahlar sebebiyle aralarından kaldırılmış ve sonra da ümmî kalmışlardır. Hz. Ali'den nakledildiğine göre ise bunlar Me-cûsilerdir.

Derim ki: Allahu a'lem birinci görüş daha açık ve doğru bir görüştür. [399]

 

2- Bilgi ve Kuruntu:

 

"Kuruntu dışında Kitabı bilmeyen ümmîler de vardır." buyruğunda yer alan dışında" istisna edatı burada "lakin (fakat)" anlamındadır. Bu­na göre bu istisna munkatı'dır. [400] Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gi­bi: "Onların buna dair zanna uymaktan başka hiçbir bilgileri yoktur." (en-Nisa, 4/157)

en-Nâbiğa da der ki:

"İstisnası bulunmaksızın bir yemin ettim

(Böyle) bir arkadaş hakkında hüsn-ü zandan başka da bilgi(m) yoktur."

Ebû Cafer, Şeybe ve el-A'rec şeklinde iki ya'dan birisini haz­fedip şeddesiz okumuşlardır. Ebû Hatim der ki: Bu şekilde gelen her bir ke­limenin tekili şeddelidir. Okuyucu şeddeli de okuyabilir şeddesiz de.

"Esâfî (ocak), eğânî (şarkılar), emânî" ve benzeri kelimeler böyledir. Alıfeş der ki: Bu, "miftah (anahtar)" kelimesinin çoğulunu "mefâtîh" ve "mefâtih"" şeklinde harfi çoğul "yâ"sıdır. en-Nehhâs der ki: İlletli harflerde hazf daha çok yapılır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Geri alır mı selâmı ve giderir mi körlüğü, Ocağın üçü (üç taşı) ve geriye kalmış harabelerden başka?" Emanî (mealde: kuruntu): Okumak anlamına gelen "umniye" kelimesinin çoğuludur. Bunun aslı "umnûye" şeklindedir. Vâv yâ'ya idğam edilmiş ve yâ'dan dolayı nun esreli olmuştur. O bakımdan bu kelime "umniyye" hali­ne gelmiştir. Yüce Allah'ın: "...birşey okumak istediği (temenni ettiği) zaman şeytan onun okumasına (umniyye) birşey atmak istemiş olmasın...." (el-Hac, 22/52) buyruğundaki bu kelimeler de bu anlamdadır. Yani Peygamber oku­mak ve tilavet etmek istediği vakit şeytan da onun tilavetine birşeyler karış­tırmaya kalkışır. Ka'b b. Malik de şöyle demiştir:

"Allah'ın kitabını gecenin başında temenni etti (okudu), Ve sonunda da; takdirin hükmü ile karşılaştı."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Allah'ın Kitabını gecesinin sonunda temenni etti (okudu) Davud'un Zebur'u ağır ağır temennisi (okuyuşu) gibi."

Emanî, aynı zamanda yalanlar anlamındadır. Hz. Osman'ın şu sözü bu an­lamdadır: "İslâm'a girdiğimden bu yana temenni etmedim." Yani yalan söy­lemedim. Araplardan birisi hadis nakleden İbn De'b'e şöyle demiş: Senin bu anlattığın, rivayet ettiğin birşey midir, yoksa temenni ettiğin, yani uydurdu­ğun birşey midir?

İşte İbn Abbas ve Mücahid âyet-i kerimede geçen "emânî" kelimesini bu anlamda açıklamışlardır.

Yine bu kelime insanın arzulayıp canının çektiği, temenni ettiği şey an­lamına da gelir. Katade der ki: "Yani onlar kendilerinin olmayacak şeyleri Al­lah'tan temenni eder, arzularlar" anlamındadır.

Emânî'nin takdir anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu el-Cevherî söy­lemiş İbn Bahr nakletmiştir. Örnek olarak da şairin bu beyitini göstermiştir:

"Emin olma akşamı Harem'de geçirsen dahi,

Ta ki takdir edenin takdiriyle karşılaşana kadar." [401]

 

3- Zan:

 

"Onlar ancak zan ediyorlar." Yani zandan başka birşey söylemiyorlar. Yü­ce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kâfirler ancak bir aldanış içerisin­dedirler" (el-Mülk, 67/20).

"Zannediyorlar" yalan söylüyor ve yalan konuşuyorlar; çünkü onların okudukları şeylerin doğruluğuna dair bir bilgileri yoktur. Onlar okudukları şeyleri sadece âlimlerini taklid ederek okuyorlar.

Ebû Bekr el-Enbârî der ki: Bize Ahmed b. Yahya en-Nalıvî anlattı, dedi ki: Araplar "zan" kelimesini bilgi, şüphe ve yalan anlamında kullanırlar. Devam­la der ki: Eğer bilgiye dair deliller ortada olursa ve bunlar şüphenin delille­rinden daha çok ise o vakit bu zan, yakîn olur. Eğer yakîn ile şüphenin de­lilleri birbirine denk düşerse o takdirde zan, şüphe anlamına gelir. Şayet şüp­henin delilleri yakînin delillerinden fazla olursa o takdirde de zan yalan olur. İşte şanı yüce Allah da: "Onlar ancak zan ediyorlar" buyruğunda ancak ya­lan söylüyorlar, demeyi murad etmiştir. [402]

 

4- Bizzat Kitaplarını Kendileri Değiştirdiler..

 

İlim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- şöyle derler: Yüce Al­lah yahudi alimlerini kitaplarını değiştirmekle, tahrif etmekle nitelendirmiş­tir. Sözü hak olan Rabbimiz onlar hakkında: "Elleriyle kitabı yazanların... vay haline!" (el-Bakara, 2/79) diye buyurmuştur. Çünkü aradan bir zaman geçip de ilim adamlarının çevresinde bulunanlar kötüleşince, bunlar hırs ve tamahın etkisiyle dünyaya yönelip insanları bu şekilde kendilerine bağlaya­cak şeylerin peşine düşünce şeriatlerinde olmadık birtakım şeyler çıkardılar, şeriatlerini değiştirdiler ve bunları Tevrat'a kattılar, aralarındaki kıt akıllıla­ra: İşte bu Allah kaündandır, dediler. Böylelikle bunları kendilerinden kabul etmelerini sağladılar; bunun sonucunda da başkanlıklarını pekiştirmeye ve bu yolla da dünyanın değersiz menfaatlerini, pisliklerini elde etmeye çalış­tılar. Şeriatlerinde uydurdukları şeylerden birisi de şöyle demeleriydi: Ümmîler -ki Araplardır- hakkında bizim (yaptıklarımızdan dolayı) aleyhimize bir yol yoktur. Yani bizim mallarından aldığımız şeyler bize helaldir. Yine uydur­dukları şeylerden birisi de: Hiçbir günahın bize zararı olmaz. Çünkü biz Al­lah'ın sevdiği kimseleriz ve onun çocuklarıyız, demeleridir. Yüce Allah ise bundan münezzehtir. Halbuki Tevrat'ta: "Ey benim alimlerim, ey rasûllerimin çocukları" diye buyurmuştur. Onlar ise bunu değiştirdiler, bunun yerine: "Ey benim sevdiklerim ve ey benim çocuklarım" diye yazdılar. Şanı yüce Allah da onları yalanlamak üzere şu buyruklarını indirdi: "Yahudi ve hristiyanlar dediler ki: Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz. De ki: Öyle ise günahları­nız yüzünden niçin sizi azaplandıryor?" (el-Mâide, 5/18) Onlar, Allah bize asla azab etmeyecektir. Etse dahi buzağıya taptığımız günler kadar olan kırk gün süreyle azap edecektir, dediler. Buna karşılık yüce Allah şu buyruğunu indirdi: "Onlar bir de: Sayılı günler dışında bize cehennem ateşi kesinlik­le dokunmaz, dediler. De ki: Allah'tan bir ahid mi aldınız?" (el-Bakara, 2/80) İbn Miksem der ki: Burdaki "ahid" tevhid anlamındadır. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyruğudur. "Rahman'ın nezdinde ahid alanın dışında kim­se şefaat imkanına sahip olamayacaktır." (Meryem, 19/87) Yani, lâ ilahe il­lallah ahdi dışında... demektir. "... Allah ahdinden asla dönmez. Yoksa Al­lah'a karşı bilmediğiniz birşey mi söylüyorsunuz?" (el-Bakara, 2/80) Daha sonra yüce Allah, onları yalanyarak şöyle buyurmaktadır: "Hayır, kim bir kö­tülük işler ve günahı onun dört bir yanını kuşatırsa, işte onlar cehennem­liklerdir. Orada ebedî kalıcıdırlar. îman edip salih amel işleyenler ise on­lar da cennetliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar." (el-Bakara, 2/81-82) Böy­lelikle yüce Allah, cehennem ve cennette ebedî kalışın onların söyledikleri­ne bağlı değil, küfür ve imana göre olduğunu beyan etmektedir. [403]

 

79- Veyl olsun elleriyle kitabı yazıp sonra az bir paha ile satabilmek için: "Bu, Allah katındandır" diyenlere! Veyl olsun elleriyle yazdıklarından dolayı onlara, veyl olsun kazandıkları yüzünden onlara!

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1- "Veyl..."

 

Veyl'in mahiyeti hakkında farklı görüşler vardır. Osman b. Affan, Peygam­ber (s.a)'dan bunun ateşten bir dağ olduğunu rivayet etmiştir. Ebu Said el-Hudrî de veyFin iki dağ arasında cehennemdeki bir vadi olduğunu rivayet etmektedir. Burada yuvarlanan kişi kırk yıl süreyle aşağıya doğru yuvarlanır, durur. [404]

Süfyan ile Ata b. Yesâr'ın rivayetine göre de bu âyet-i kerimede geçen veyl, cehennem ortasında akan, cehennemliklerin irinlerinden oluşan bir vadi(de-ki ırmak)dir. Cehennemde bir havuz olduğu da söylenmiştir. ez-Zehravî ise başkalanndan cehennem kapılarından bir kapı olduğunu nakletmektedir. İbn Abbas'tan nakledildiğine göre ise veyl azabın zorluğu ve sıkıntısı demektir. el-Halil de, veyl ileri derecedeki kötülüktür, demiştir.

el-Asmaî ise "veyl" muhatabın fecaatli bir durum ile karşı karşıya olduğu­nu "veyh" ise şefkat ve merhamet duymayı ifade eder. Sibeveyh ise: Veyl he­lak olacağı bir işe düşen hakkında "veyh" ise helak olmaya yaklaşmış bir kim­seyi azarlamak için kullanılır, der. İbn Arefe de "veyl" hüzün demektir, der.

Kişi "veyl" diye feryat ettiği zaman "teveyyele er-raculu" denilir. Ve bu ifa­de üzüntü ve hoşlanılmayan şey karşılığında söylenir. Yüce Allah'ın: "Veyl olsun elleriyle kitabı yazıp..." buyruğu işte bu türdendir.

Veyl'in asıl anlamının helak olduğu da söylenmiştir. Helak olacak bir işin içine düşen herkes "veyl" diye feryat eder. Yüce Allah'ın: "Eyvah bize! yâ-veyletenâ! bu kitaba ne olmuş.." (el-Kehf, 18/49) buyruğu da bu anlamda­dır. Çoğulu da "veylât" şeklinde gelir. Şair der ki:

"Akşamı ederse veylolsun ona ve Umm Haşim yok olsun." Yine şair şöyle demiştir:

"Veylât (veyller) olsun sana, sen büyük bir müsibetimsin, dedi."

Âyet-i kerimede "veyl" kelimesi mübtedâ olarak ref edilmiştir. Nekire ol­makla birlikte mübtedâ olması caiz olan (bed)dua anlamını taşıdığından do­layıdır. Ahfeş der ki: Hafzedilmiş bir fiil takdir ederek nasb ile okunması da caizdir. Yani yüce Allah veyli (musibeti) onlardan ayırmaz anlamında bir fi­il takdir edilir.

el-Ferrâ der ki: Veyl'in aslı "vey" yani hüzün demektir. Nitekim "vey lifü-lan" yani filan için keder olsun, denilir. Araplar bu şekilde "vey"i lam'a bi­tiştirip lam'ı bu kelimenin aslından kabul ettiler ve böylelikle buna cümle içerisinde uygun şekilde i'rab verdiler. En güzel şekli lam'ın bu şekilde "vey"e ulanması halinde bu kelimenin ötreli gelmesidir. Çünkü bu ifade o şeyin mey­dana gelmesini gerektirir. Belirttiğimiz gibi (bed) dua anlamında da nasbe-dilmesi de mümkündür.

el-Halil der ki: Veyl kalıbında "veyh, (hâ ile) veys, veyh, veyk, veyl ve veyd kelimelerinden başkası Araplardan işitilmiş değildir. Hepsinin de anlamları birbirlerine yakındır.

Kimisi bu kelimeler arasında fark gözetmiştir. Bunlar Arapların fiil türetme­diği masdarlardır. el-Cermî der ki: Masdarlar gibi nasbedilen kelimelerden biri­si de veylehû, avlehû, veyhehû, veyselıû kelimeleridir. Bunlara aynca "lam" har­fi eklenecek olursa bu sefer ref edilirler ve "veylun lehû, veyhun lehû" denilir. [405]

 

2- İlk Yazı Yazan:

 

"Veyl olsun kitabı yazıp sonra.. " Yazma'nın (kitabet) ne olduğu bilinmek­tedir. Kalem ile ilk yazı yazan İdris (a.s)'dır. Bu husus Ebû Zer yoluyla ge­len hadis-i şerifte kaydedilmiştir. Bu hadisi de el-Âcurrî ve başkaları rivayet etmiştir. Hz. Adem'e yazı yazmanın öğretildiği ve miras yoluyla çocuklarının da bunu öğrendiği de söylenmiştir. [406]

 

3- Elleriyle Kitabı Yazanlar...

 

"Elleriyle" ifadesi bir te'kiddir. Çünkü yazma'nın elden başka birşeyle ol­mayacağı bilinen bir husustur. O bakımdan bu tabir yüce Allah'ın şu buyruk­larını andırmaktadır: "İki kanadıyla uçan bütün kuşlar..." (el-En'am, 6/38); "Onlar ağızlarıyla.... söylüyorlar." (Âl-i İmrân, 3/167)

"Elleriyle" buyruğunun onların suçlarını beyan ve bu işi açıktan yaptık­larını ifade etmek için olduğu da söylenmiştir. Çünkü bir fiili bizzat işleyen bir kimsenin günahı, bizzat işlemeyene göre -onu uygun görse bile- daha ağır­dır. İbnü's-Serrâc da: "Elleriyle" tabiri bizzat elleriyle yazmak hakkında ha­kikat olmasa dahi, onlara herhangi birşey nazil olmaksızın kendiliklerinden bu işi yaptıklarından bir kinayedir, demektedir. [407]

 

4- Şeriate Bir Şey Eklemek ve Ondan Birşey Eksiltmek:

 

Bu âyet-i kerime ile bundan önceki âyet-i kerime şeriatte değişiklik yap­mak, değiştirmek ve ona birşey eklemekten sakındırılmaktadır. Kim değiş­tirir, değişiklik yapar veya Allah'ın dininde o dinden olmayan ve onda caiz olmayan birşeyi bid'at olarak uydurursa o kişi bu ağır tehdidin ve acıklı aza­bın kapsamına girer. Rasûlullah (s.a) da sonraki dönemlerde bu yönde ola­cakları bildiğinden dolayı ümmetini bu işten sakındırarak şöyle buyurmuş: -"Şunu biliniz ki sizden önceki Kitap ehli yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bu üm­met ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Hepsi cehennemdedir. Bir tanesi on­dan müstesnadır." [408]

Bu hadis ileride de gelecektir. Bu buyruğuyla Hz. Peygamber dinde Al­lah'ın Kitabına ya da kendisinin sünnetine ya da ashabının sünnetine aykı­rı, kendiliklerinden birşeyler ihdas edip bunlar vasıtasıyla insanları saptırma­larına karşı insanları sakındırmış ve uyandırmıştır. Onun sakındırıp uyardı­ğı husus ise gerçekleşmiş ve yayılmıştır. Çoğalmış ve herkes tarafından işi­tilir hale gelmiştir. İnnâ Hilali ve innâ ileyhi râciûn: (biz Allah'a aidiz ve ona döneceğiz). [409]

 

5- Kitabı Değiştirmenin Sebebi:

 

"Az bir paha ile satabilmek için" buyruğu ile yüce Allah, onların aldık­ları şeyi "az" olmakla nitelendirmektedir. Bunun sebebi ya aldıkları şeyin fa­ni olup yok olması, sebatının bulunmaması ya da haram olması dolayısıyla-dır. Çünkü  haramda bereket yoktur ve Allah katında o bereketlenmez.

İbn İshak ve el-Kelbî şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a)'ın, onların kitap­larındaki niteliği, "orta boylu ve buğday tenli" şeklinde iken onlar bunu "ko­yu esmer ve oldukça uzun boylu" diye değiştirmişler ve arkadaşları ile ken­dilerine uyanlara: "Şu âhir zamanda gönderilen peygamberlerin nitelikleri­ne bakınız, bu kişide bu nitelikler bulunmuyor" dediler.

Yahudi haham ve ilim adamlarının başkanlıkları, kazançları vardı. Hz. Pey­gamberin niteliklerini olduğu gibi açıkladıkları takdirde bu yollarla yedikle­ri malların ve başkanlıklarının ellerinden gideceğinden korktular. İşte bun­dan dolayı değişiklikler yaptılar.

"Veyl olsun elleriyle yazdıklarından dolayı onlara, veyl olsun kazan­dıkları yüzünden onlara!" Yedikleri şeylerden dolayı onlara veyl olsun, an­lamındadır, denildiği gibi, günahlardan, masiyetlerden dolayı onlara veyl ol­sun anlamındadır da denilmiştir. İşledikleri filiin ne kadar kötü ve çirkin ol­duğunu ifade etmek üzere de "veyl" tabiri tekrarlanmıştır. [410]

 

80. Onlar bir de: "Sayılı günler dışında bize kat'iyyen cehennem ate­şi dokunmaz" dediler. De ki: "Allah'tan bir ahid mi aldınız? Al­lah asla ahdinden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşeyi mi söylüyorsunuz?"

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Nüzul Sebebi:

 

"Onlar" yani yahudiler "bir de: Sayılı gönler dışında bize katiyyen ce­hennem ateşi dokunmaz, dediler." Bu âyet-i kerimenin nüzul sebebiyle il­gili farklı görüşler vardır. Peygamber (s.a) yahudilere: "Cehennem ehli kim­lerdir?" diye sormuş, onlar da: Biziz, fakat bizim arkamızdan da bizim yeri­mize siz geçeceksiniz, dediler. Hz. Peygamber onlara: "Yalan söylüyorsunuz, siz de biliyorsunuz ki biz oraya sizden sonra sizin yerinize gelmeyece­ğiz."[411] Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Bu açıklama İbn Zeyd'e aittir.

İkrime ise İbn Abbas'tan rivayetle der ki: Rasûlullah (s.a) Medine'ye gel­diğinde yahudiler şöyle diyordu: Bu dünya(nın ömrü) yedi bin yıl olacaktır. İnsanlar cehennemde dünya günlerinden her bir sene mukabilinde ahiret gün­lerinden cehennemde bir tek gün azap göreceklerdir. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi. Bu Mücahid'in de görüşüdür.

Bir başka kesim ise şöyle demiştir: Yahudiler dediler ki: Tevrat'ta belirtil­diğine göre cehennem kırk yıllık bir mesafe (boyunda)dır. Ve kendileri de her günde bir yıllık mesafeyi katedecekler, nihayet orayı tamamlayacaklar, Cehennem de yok olup gidecektir. Bunu da ed-Dahhâk İbn Abbas'tan rivayet etmiştir.

Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre yahudiler Tevrat'ta şunun yazılı olduğunu iddia etmişler: "Cehennemin iki ucu arasında Zakkum ağacına ula­şıncaya kadar kırk yıllık bir uzaklık vardır." Yine yahudiler şöyle demişler­dir: Bizler Zakkum ağacına ulaşıncaya kadar azap göreceğiz. Ondan sonra da cehennem yok olup gidecektir.

Yine İbn Abbas'tan ve Katade'den rivayet edildiğine göre şöyle demişler­dir: Yahudiler şöyle dediler: Allah, kendilerini buzağıya taptıkları gün sayı­sı olan kırk gün cehenneme sokacaklarına dair yemin etmiştir. Ancak -önceden de geçtiği üzere- Allah onların bu iddialarını yalanlamıştır. [412]

 

2- "Sayılı Günler" ve Ay Hali Süresi:

 

Bu âyet-i kerimede Ebû Hanife ve arkadaşlarının görüşleri reddedilmek­tedir. Çünkü onlar Hz. Peygamber'in: "Ay hali olduğun günlerde (eyyam) na­mazı bırak" [413] hadisini, ay hali süresinin kendisine ay hali günleri denilebi­lecek kadar olması gerektiğine dair delil göstermişlerdir. Bunun asgarî süre­si ise üç, azami süresi ise ondur. Bunu şöyle açıklarlar: Çünkü üç günden da­ha aşağısı hakkında bir gün ve iki gün denilir. On günden fazlası için ise on bir gün denilir. "Günler" denilmez. Aksine üçten ona kadar günler için (ey­yam) tabiri kullanılır. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurmuştur:

"Hac günlerinde üç gün (eyyam) oruç tutunuz." (el-Bakara, 2/196); "Evle­rinizde üç gün (eyyam) daha yaşayın." (Hud, 11/65); "O, rüzgârı onlara ye­di gece ve sekiz gün (eyyam) musallat kıldı." (el-Hâkka, 69/7)

Ancak bu görüşün sahiplerine şöyle denilir: Yüce Allah ise bütün ayı kap­samak üzere oruç hakkında: "Sayılı günler (eyyam)" (el-Bakara, 2/184) di­ye buyurduğu gibi, "Sayılı günlerden (eyyam) başka bize ateş asla dokun­maz" (Âl-i İmrân, 3/54) diye buyurmaktadır. Burada kastedilen "sayılı gün­ler" buzağıya taptıkları kırk günlük süredir. Yine "eyyam (günler)" arızî herhangi bir şeye izafe edildiği takdirde bununla sayının sınırlandınlması kas­tedilmez. Bunun yerine: Yürüdüğün, yolculuk yaptığın ve ikamet ettiğin gün­ler, denilir. İsterse bu otuz, ister yirmi isterse de dilediğin kadar sayı ile ifa­de edilsin farketmez. Bununla (Ebu Hanife) belki de ay hali olan kadın için mutad olan adet süresini kastetmiş olabilir. Bu adet süresi ise altı veya yedi gündür. Buna göre onun görüşünü bu şekilde anlamaya çalışmak daha uy­gundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [414]

 

3- Allah Katından Alınmış Sözler mi Var?

 

"De ki: Allah'tan bir ahid mi aldınız?" "Almak" ile ilgili açıklamalar da­ha önceden [415] geçmiş bulunmaktadır. Yani sizler bundan önce salih bir amel işleyip iman edip itaat ettiniz de bu sebep dolayısıyla cehennemden çıkar­tılmanız mı gerekmektedir? Yoksa siz böyle şeyi onun size göndermiş oldu­ğu vahyinden mi öğrenmiş bulunuyorsunuz? Şunu bilin ki "Allah asla ahdin­den dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz birşeyi mi söylüyorsu­nuz?" Bu buyruk ta onlar için bir azar ve ağır bir sitemdir. [416]

 

81. Hayır, kim bir kötülük kazanır ve günahı onu kuşatırsa, onlar cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar.

82. İman edip salih amel işleyenler ise onlar cennetliktirler. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.

 

Bu buyruklara dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Durum Onların Dedikleri Gibi Değildir:

 

Yüce Allah'ın "hayır" buyruğu, durum sizin sözünü ettiğiniz gibi değildir, anlamındadır. Sibeveyh der ki: -cümlenin yapısına göre- evet, hayır; evet kelimeleri," iki isim değildir. Bunlar birer harftirler. Bu ifade on­ların "ateş asla bize dokunmayacaktır" şeklindeki kanaatlerini reddetmek­tedir.

Kûfeliler de der ki: Bu kelimenin aslı, birinci sözü reddetmek kasdıyla kul­lanılan kelimesidir. Üzerinde güzel bir şekilde durak yapmak için so­nuna "yâ" harfi ilave edilmiş ve bu harfe de olumluluk ve evetlemek anla­mı da verilmiştir. Buna göre: aksine, hayır" kelimesi olumsuzun red­dini ifade eder. Buna eklenen "ya" harfi de daha sonraki olumluluğu göste­rir. Ve derler ki: Bir kişi: Bir dinar almadın mı? diyecek olsa sen de Evet" diyecek olsan, bu, hayır almadım, demek olur. Çünkü sen nefyi ve on­dan sonrakini gerçekleşen olarak dile getirmiş oluyorsun. Eğer bunun yeri­ne  diyecek olursan o takdirde: Aldım, anlamına gelir.

el-Ferrâ da der ki: Kişi arkadaşına: Senin benden alacak birşeyin yoktur, dese öbürü de: evet, diyecek olsa bu onun söylediğini doğrulamaktır. Çünkü onda alacak birşeyinin olmadığını ifade eder. Bunun yerine di­yecek olsa, bu sefer onun sözünü reddetmiş olur ve bunun anlamı, hayır sen­de alacağım vardır, demek olur. Kur'ân-ı Kerim'de de şöyle buyurulmuştur: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da "Evet (Rab-bimizsin) demişlerdi." (el-A'raf, 7/172) Eğer bunun yerine Evet (de­ğilsin), demiş olsalardı, kâfir olurlardı. [417]

 

2- Seyyie:

 

"Bir kötülük" buyruğu burada şirk anlamındadır. İbn Cüreyc der ki: Ben Atâ'ya: "Kim bir kötülük kazanır" ne demektir? diye sordum, o: Şirk demek­tir, dedi ve şu âyet-i kerimeyi okudu: "Kim de bir kötülük (seyyie) ile ge­lirse yüzleri üzere ateşe dökülürler." (en-Neml, 27/90)

el-Hasen ve Katade de böyle demişlerdir. el-Hasen ve Katade derler ki: Hatîe (günah) ise büyük günah demektir.[418]

 

3- Kötülükleriyle Kuşatılanlar:

 

"Hayır, kim bir kötülük kazanır ve günahı onu kuşatırsa" buyruğu iki şarta bağlı kılınan bir şeyin, onların asgarisi ile tamamlanamayacağını gös­termektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "Muhakkak Rabbimiz Allah'tır, deyip de sonradan dosdoğru olanlar.. "(Fussilet, 41/30)

Peygamber (s.a)'ın Sakifli Süfyan b. Abdullah'a söylediği söz de bu kabil­dendir. Süfyan Hz. Peygamber'e: Ey Allah'ın Rasûlü, İslâm'a dair bana öyle bir söz söyle ki ona dair senden sonra hiç kimseye birşey sormayayım. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'a iman ettim de sonra da dosdoğru ol."

Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [419] Bu hususa dair açıklamalar ve ilim adamlarının bu konu hakkındaki görüşleri, daha önce Hz. Âdem ile Hz. Hav­va'ya: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz" (el-Bakara, 2/35) buyruğu açıklanırken kaydedilmiştir.

Nâfî', çoğul olarak: Günahları" şeklinde okuduğu halde diğer­leri tekil olarak okumuşlardır. Ancak bunun anlamı çokluktur. Allah'ın şu buy­ruğunda ni'met kelimesinin tekil olarak gelmesine benzemektedir: "Eğer Al­lah'ın nimetini saymak isterseniz sayamazsınız."'(İbrahim, 14/34) [420]

 

83- Hani İsrailoğullarından: "Allah'tan başkasına ibadet etmeyin, anneye, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara güzel söz söyleyin. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı ve­rin" diye söz almıştık. Sonra sizden azınız müstesna yüzçevir-diniz, hâlâ da yüzçevirmektesiniz.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı on başlık altında sunacağız:

 

1- İsrailoğullarından Alınan Bir Başka Söz

 

"Hani İsrailoğullarından... diye söz almıştık" buyruğuna dair daha önceden (27. ve 40. âyetlerde) açıklamalarda bulunmuştuk. Burada sözü ge­çen "alınan söz" hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mekkî, bunun Hz. Âdem'in sulbünden zerreler gibi çıkartıldıkları vakit onlardan alınan söz ol­duğu görüşündedir. Bir başka görüşe göre ise bu, onlar hayatta oldukları sı­rada akılları başlarında iken peygamberleri aracılığıyla onlardan söz alınma­sıdır, demiştir. Bu da yüce Allah'ın burada sözü geçen "Allah'tan başkası­na ibadet etmeyin..." buyruğu ile dile getirilmiştir. Allah'a ibadet etmek ise O'nu tevhid etmek, rasûllerini tasdik etmek, kitaplarında indirdikleri gere­ğince amel etmek demektir. [421]

 

2- Allah'tan Başkasına İbadet Etmeyin

 

"Allah'tan başkasına ibadet etmeyin" buyruğu ile ilgili olarak Sîbeveyh bunun bir yemine taalluk ettiğini söylemektedir. Ona göre: Biz "Allah adına yemin olsun ki, Allah'tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz" diye onlardan yemin almıştık, anlamındadır. el-Müberred, el-Kisaî ve el-Ferra, bunun uy­gun olabileceğini söylemişlerdir. Ubey ve İbn Mes'ûd bunu -sondan nûn har­fini düşürerek- nehy olmak üzere: şeklinde okumuşlardır. İşte bun­dan dolayı ondan sonra gelen fillere: söyleyin, kılın, verin" şeklinde gelmişlerdir.

Burada "ibadet etmeyin" buyruğunun hal ifade ettiği de söylenmiştir. Ya­ni biz onlardan mîsaklarını muvahhidler olarak veya inad etmeyenler olarak... almıştık, anlamına gelir. Bu görüşü de yine Kutrub ve el-Müberred ileri sür­müştür. Ancak böyle bir açıklama  şeklindeki kıraate değil de İbn Kesîr, Hamza ve Kisaî'nin okuduğu Allah'tan başkasına ibadet et­mesinler... diye" şeklindeki okuyuşa uygun bir açıklamadır. el-Ferra, ez-Zec-câc ve bir topluluk da şöyle demiştir: Anlamı şöyledir: Biz onlardan Allah'tan başkasına ibadet etmemek, anne ve babaya iyilik yapmak ve kanları dökme­mek üzere söz almıştık, anlamını ifade eder. Daha sonra -fiile mastar anla­mı veren ile "be" harfi hazf edildiğinden fiil merfû' gelmiştir. Yüce Al­lah'ın: Bana Allah'tan başkasına... mı emredersiniz?" (ez-Zümer, 39/64) buyruğunda olduğu gibi

el-Müberred: Bu bir yanlışlıktır, der. Çünkü Arap dilinde takdir edilen her bir söz de açıkça söylenmiş gibi amel eder. Mesela:Katettiğim (nice) belde" derken nice" lafzı takdir edilerek amel eder.

Derim ki: Bu, bir yanlışlık değildir. İki görüş de doğrudur. Sibeveyh'in nak­lettiği şu beyit bu iki görüşe de uygun bir kanıttır:

"Ey savaşta hazır bulunmaktan ve zevkli şeylere tanık olmaktan azarlayarak beni alıkoymak isteyen kişi! Sen beni ebediyyen yaşatabilir misin?"

Burada "hazır bulunmak" anlamındaki fiil, edatının takdir edildiği gö­rüşüne göre nasb ile, hazf edildiği görüşüne göre de ref ile okunur. [422]

 

3- Anne Babaya İyilik

 

"Anne babaya... iyilik yapın"; yani, onlara anne babaya iyilik yapın, di­ye emrettik.

Yüce Allah bu âyet-i kerimede anne baba hakkını tevhid ile birlikte söz-konusu etmiştir. Çünkü ilk varlık Allah tarafındandır, ikinci varoluş olan eği­tim ve terbiye ise anne-baba aracılığıyladır. Bundan dolayı yüce Allah on­lara karşı şükredici bir halde olmayı, kendisine şükretmek ile birlikte sözko-nusu etmiş ve: "Bana ve ana babana şükret diye (insana vasiyet ettik)." (Luk-mân, 31/14) diye buyurmaktadır. Anne babaya iyilik (ihsan), onlarla ma'ruf bir şekilde geçinmek, onlara karşı alçakgönüllü olmak, emirlerini yerine ge­tirmek, vefatlarından sonra onların mağfireti için dua etmek, onların sevdik­leri kimseleri gözetmek suretiyle olur. Nitekim buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle İsrâ Sûresi'nde (23 ve 24. âyetlerde) etraflı bir şekilde gele­cektir. [423]

 

4- Yakın Akrabalar:

 

Burada "akrabalar" da "anne baba"ya atfedilmiştir. Yani biz onlara akra­balık bağlarına riâyet etmek suretiyle akrabalarına iyilik yapmalarını da em­rettik. Yine buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Muhammed Sûresi'n­de (47/22-24. âyetlerde) yapılacaktır. [424]

 

5- Yetimler:

 

"Yetimlere" buyruğu da aynı şekilde atfedilmiştir. "Yetâmâ," yetim keli­mesinin çoğuludur. Ademoğulları arasında yetimlik babayı kaybetmekle, hayvanlarda ise annenin kaybedilmesiyle olur. el-Maverdî'nin naklettiğine gö­re Ademoğulları arasında annenin yitirilmesi halinde de yetimlik sözkonu-sudur. Ancak bilinen husus birincisidir. Yetim kelimesi asıl itibariyle tek ol­mak demektir. Mesela, yetim bir küçük çocuk, denildiği zaman babasından ayrı tek başına kalmış çocuk anlaşılır. "Yetim bir beyit" ise kendisinden ön­ce ve sonra şiir bulunmayan bir beyit demektir. "Yetim bir inci" eşsiz bir in­ci demektir. Bunun aslının geciktirmek anlamında olduğu da söylenmiştir. O bakımdan babasını yitirene "yetim" denilmiştir. Çünkü ona yapılan iyilik, iyi davranış gecikmeli olarak ulaşır.

Fiilin şekilleri (tasrîfî; çekimli): ile şeklin* de gelir. Her iki şekli de el-Ferrâ zikretmiştir. "Allah onu yetim bıraktı" ise: şeklinde söylenir.

Bu buyruk, yetime şefkat duymaya, onu himaye ve koruma altına alıp ma­lını muhafaza etmeye delalet etmektedir. Nitekim ileride buna dair açıklama­lar, Nisa Sûresi'nde (4/2. âyette) gelecektir. Rasûlullah (s.a) da: "Ben ve -ken­disinin olsun başkasının olsun- yetimi koruyup gözeten kimse ile şu ikisi gi­bi cennette birlikte olacağız" demiş ve (hadisin senedinde yer alan raviler-den birisi olan) Mâlik, şehadet parmağı ile orta parmağını işaret etmiştir. Bu hadisi Ebû Hureyre rivayet etmiş, Müslim de bunu Sahihinde kayd etmiştir.[425]

İmam (hadis) hafız(ı) Ebu Muhammed Abdülgani b. Saîd, Ebu Said el-Bas-rî Hasen b.Dinar'dan -ki o el-Hasen b. Vasıl'dır-dan rivayetle dedi ki: Bize el-Esved b. Abdurrahman, Hissân'dan, o Ebu Mûsâ el-Eş'arî'den, o da Pey­gamber (s.a)'dan rivayetle dedi ki: "Bir yetim bir toplulukla birlikte yemek kablarının üzerine (sofralarına) oturacak olursa şeytan onların kaplarınayaklaşamaz." [426]

Yine Hüseyn b. Kays'den -ki o Ebu Ali er-Rahabî'dir- o İkrime'den, o İbn Abbas'tan dedi ki: Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Müslümanlar arasın­daki yetim kimseyi kendi yiyeceğine ve içeceğine -Aziz ve celil olan Allah onu zengin edinceye kadar- ortak ederse; mutlaka onun günahları mağfiret olunur. Mağfiret olunmayacak bir günah işlemesi hali müstesna. Allah her ki­min iki kerimesini alır ve sabrederse ecrini Allah'tan umarsa mutlaka günah­ları mağfiret olunur." Ashab: İki kerimesi dediğiniz nedir? diye sorunca Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "İki gözü. Her kimin de üç kızı yahut üç kızkar-deşi olur, onlara gereken harcamalarda bulunur ve onlara iyilikte bulunur­sa bunu da onlar ondan ayrılıncaya (evleninceye) kadar ya da vefat edince­ye kadar sürdürürse - mağfiret olunmayacak bir amel işlemesi hali dışında - şüphesiz günahları mağfiret edilir. " [427]

Hicret eden bedevi araplardan birisi bunun üzerine Hz. Peygamber'e ses­lenerek: Ey Allah'ın Rasûlü, ya iki tane olursa! diye sorar. Rasûlullah (s.a) da: "İki tane olsa dahi" diye cevap verir. İbn Abbas bu hadisi rivayet ettiği va­kit şöyle derdi: Allah'a yemin ederim. Bu, anlamı iyice bilinemeyen ve olduk­ça şerefli hadislerden birisidir. [428]

 

6- Parmaklarla Yapılan İşaretlerin Anlamı:

 

Baş parmağa bitişik olan (şehadet parmağına; söven anlamına): es-sebbâ-be" denilirdi. Cahiliyye döneminde bu parmağın adı buydu. Çünkü onlar bu parmağın işaretiyle sövüyorlardı. Allah, İslâm'ı gönderince onlar bu isimden hoşlanmadılar, o bakımdan o parmağa muşîre (işaret eden) dediler. Çünkü tev­hidi söyledikleri sırada bu parmakla Allah'ın tevhidini işaret ediyorlardı. Bu parmağa yine es-sebbâhe (çokça teşbih eden) adı da verilir. Bu şekilde ad­landırılması Vâil b. Hucr ile başkaları tarafından rivayet edilen hadiste zikre­dilmektedir. [429] Şu kadar var ki, dilde bu kelime yine cahiliyye döneminde bi­linen şekliyle kullanılmaya devam etti. Ve bu daha çok kullanılır oldu. [430]

Yine Rasûlullah (s.a)'ın parmakları hakkında gelen rivayetlerde onun işaret parmağının orta parmağından daha uzun olduğu, orta parmağının işa­ret parmağından daha kısa olduğu, yüzük parmağının da orta parmağından daha kısa olduğu belirtilmektedir. [431] Yezid b. Harun'un şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bize Abdullah b. Miksem et-Taifî haber verdi, dedi ki: Bana ha­lam Miksem kızı Sare anlattı. O Kerdem kızı Meymûne'nin şöyle dediğini din­lemiş: Rasûlullah (s.a)'ın yaptığı Veda Haccında ben de vardım. Rasûlullah (s.a)'ı devesi üzerinde gördüm. Babam ona bazı hususlara dair sorular sor­muştu. Küçük bir kız iken onun baş parmağa bitişik olan (işaret) parmağı­nın uzunluğundan hayrete düştüğümü biliyorum. [432]

Hz.Peygamber'in: "Ben ve o cennette şu ikisi gibi birlikte olacağız" diye buyurması ile bir başka hadis-i şerifte: "Ben, Ebû Bekir ve Ömer kıyamet gü­nünde şöylece hasredileceğiz" buyurup üç parmağını işaret etmesi ile [433] o, diğer insanlara karşı bunların işgal edecekleri mevkii ve onlara ihsan edile­cek şerefi kastetmek istemiştir. Yani biz bu şekilde şereflenmiş olarak has­redileceğiz.

Aynı şekilde yetim himaye edenin de makamı yüksek olacaktır. Rasûlul­lah (s.a)'ın parmaklarının durumunu bilmeyen bir kimse bu hadis-i şerifi ya­kınlık makamında birbirlerine yakınlık ve bir arada olmak şeklinde anlamış­tır ve yorumlamıştır. Ancak bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü rasûllerin, peygam­berlerin, sıddîklerin, şehidlerin ve salihlerin mertebeleri arasında fark vardır, bunların cennetteki makamları da değişik değişiktir. [434]

 

7- Yoksullar:

 

"Yoksullara iyilik yapın" buyruğu da aynı şekilde atıftır. Yani biz onla­ra yoksullara iyilik yapmalarını da emrettik.

(Yoksullar demek olan) mesâkîn: İhtiyacın sakinleştirdiği (hareketsizleş-tirdiği) ve zelil kıldığı kimseler demektir. Bu buyruk sadaka vermeye, muh­taçları görüp gözetmeye, yoksul ve zayıfların durumlarını yakından takib et­meye teşvik anlamını da içermektedir. Müslim'in Ebû Hureyre'den rivayeti­ne göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Dul kadının ve miskinin ihti­yaçlarını karşılamaya çalışan bir kimse, Allah yolunda cihad eden gibidir. -Zannederim şöyle de buyurdu:- Ve durmaksızın kıyam eden ile açmaksızın oruç tutan kimse gibidir." [435]

İbnu'l Münzir der ki: Tavus, kız kardeşlerinin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmanın Allah yolunda cihaddan daha faziletli olduğu görüşünde idi. [436]

 

8- Güzel Söz:

 

"Ve insanlara güzel söz söyleyin." Bu buyruğun masdar anlamına da gel­diğinden dolayı, söyleyeceğiniz söz güzel olsun, anlamında olduğu söylen­miştir. İnsanlara güzelliği bulunan söz söyleyin, takdirinde olduğu da söy­lenmiştir. O vakit bu bizzat masdar olur, masdar anlamında olmaz. Hamza ve Kisaî ise hâ ve sîn harfini üstün olarak şeklinde okumuştur. el-Ahfeş der ki: Her ikisi de aynı anlama gelir. el-Ahfeş bu kelimenin "hüsnâ" şeklin­de okunduğunu nakletmişse de en-Nehhâs: Arapçada bu caiz olmaz. Çün­kü böyle bir ifade ancak elif lâm'lı olarak (el-hüsnâ) şeklinde olabilir. Bu, Si-beveyh'in görüşüdür. İsa b. Ömer ise "hüsünen" şeklinde okumuştur.

İbn Abbas der ki: Bunun anlamı şudur: Yani Siz insanlara karşı lâ ilahe illallah deyiniz ve onlara bunu söylemelerini emrediniz. İbn Cüreyc de şöy­le der: İnsanlara Muhammed (s.a) hakkında doğruyu söyleyiniz. Onun (ki-tabınızdaki) niteliklerini değiştirmeyiniz. Süfyan es-Sevrî de şöyle demekte­dir: İnsanlara marufu emrediniz, münkerden sakındırınız. Ebu'l-Âliye de der ki: Onlara güzel söz söyleyiniz ve sizin en güzel şekilde bağışlanmanı­zı istediğiniz gibi  siz de onları en güzel şekilde bağışlayınız.

Bütün bunlar güzel ahlakın faziletli davranışlarına bir teşviktir. O bakım­dan insanın insanlara yumuşak söz söylemesi, iyiye, kötüye karşı ehl-i sün­net olana da bid'atçi olana da -yağcılık yapmaya kaçmaksızın- güleryüzlü dav­ranması gerekir. Ayrıca bu gibi kimselere karşı da onun bu sözleriyle bid'at-çinin mezhebinden hoşnud olduğunu ifade edecek şekilde konuşmaması da gerekir. Çünkü şanı yüce Allah Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'a: "Ona yumuşak bir söz söyleyiniz" (Tâ-hâ, 20/44) diye buyurmuştur. O bakımdan başkasına söz söylemek durumunda olan bir kimse bilsin ki Mûsâ ile Harun'dan daha fazi­letli değildir. Karşısındaki günahkâr da Firavn'dan daha kötü ve habis değil­dir. Allah Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'a Firavn'a karşı yumuşaklığı emretmiştir.

Talha b. Ömer der "ki: Ben Ata'ya şöyle dedim: Sen yanında değişik, doğru olmayan görüşlere sahip birtakım insanların toplanıp bir araya geldi­ği bir kimsesin. Ben ise hiddetli bir insanım. Onlara bazen ağır sözler söy­leyebiliyorum. Bana şöyle dedi: Hayır, böyle yapma. Yüce Allah: "İnsanla­ra güzel söz söyleyiniz" diye buyurmaktadır. Bu âyet-i kerimenin kapsamı­na yahudiler ve hristiyanlar girmektedir. Ya hanif dinine mensup olan bir kim­se nasıl girmez? Diğer taraftan Peygamber (s.a)'dan Hz. Aişe'ye şöyle dedi­ği rivayet edilmiştir: "Çirkin söz söyleyen bir kadın olma. Çünkü çirkinlik (fu­huş) eğer erkek kılığında bir varlık olsaydı çok kötü bir erkek olurdu." [437]

Denildiğine göre bu âyet-i kerimede "insanlar" ile Muhammed (s.a) kastedilmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Yoksa onlar Allah'ın kendilerine lütfundan vermesi dolayısıyla insanları mı kıskanıyorlar?" (en-Nisâ, 4/54) Burada da sanki: "Peygamber (s.a)'e güzel söz söyleyin" de­nilmiş gibidir.

el-Mehdevî'nin Katade'den naklettiğine göre yüce Allahın: "Ve insanlara güzel söz söyleyin" buyruğu cihadı emreden kılıç âyetiyle neshedilmiştir. Ay­rıca bunu Ebû Nasr Abdürrahim, İbn Abbas'dan da rivayet etmiştir. İbn Ab-bas der ki: Bu âyet-i kerime ilk dönemlerde nazil olmuş, daha sonra kılıç âyeti bunu neshetmiştir.

İbn Atiyye de der ki: Bu, İslâm ümmetinin, İslâm'ın ilk dönemlerinde ben­zeri bir buyrukla muhatab alındığının delilidir. İsrailoğullarına dair haberde ve onlara verilen emirde ise herhangi bir nesh sözkonusu değildir. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır. [438]

 

9- Namazı Kılın, Zekâtı Verin:

 

"Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin" buyruğuna dair açıklamalar da­ha önceden geçmiş bulunmaktadır.[439] Burada hitap İsrailoğullarınadır. İbn Atiyye der ki: Onların zekâtının kabulü ise çıkartıp bir yere koydukları ve ka­bul olunan üzerine ateşin inmesi, olunmayanın üzerine ateşin inmemesiyle anlaşılıyordu. Muhammed (s.a)'ın ümmetinin zekâtı gibi değildi.

Derim ki: Ganimetler hususunda bunun sabit olduğu gibi bunun da de­lil ile belgelenmesi gerekir. İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: On­lara emrolunan zekât Allah'a itaat ve ihlâs idi. [440]

 

10- "Ve Yüzçevirdiniz..."

 

"Sonra" Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi "sizden azınız müstesna yüzçevirdiniz."

Hitap, Peygamber Muhammed (s.a)'in çağdaşlarınadır. Geçmişlerinin yüz-çevirmelerinin bunlara nisbet ediliş sebebi de haktan yüzçevirmekte çağdaş­larının da geçmişleri gibi aynı yolda olduklanndan dolayıdır. Nitekim şair: "Bu benim (gördüğüm) Ehzem'den tanıdığım bir huy ve tabiattır" demiştir.

"Hâlâ da yüz çevirmektesiniz" buyruğu mübtedâ ve haberdir. Âyet-i kerimede geçen i'rad ve tevellî aynı anlamdadır (yüzçevirmek). Ancak ke­lime ve lafızlarda farklılık vardır.

Tevelli'nin beden ile, i'râd'ın kalb ile yüzçevirmek olduğu da söylenmiş­tir.

el-Mehdevî der ki: "Hâlâ da yüzçevirmektesiniz" buyruğu haldir. Çün­kü tevelli'de zaten i'râd'a delâlet vardır. [441]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/7-8.

[2] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/8-9.

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/9-10.

[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/10-12.

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/12.

[6] Ebû Dâvûd, İlim 12; lbn Mâce, Mukaddime 23; Müsned, III, 338.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/12-13.

[7] Hadisleri herhangi bir kaynakta tesbit edemedik. Kurtubînin bunlar hakkındaki ilmi kanaati birazdan gelecektir.

[8] İbn Mâce, Ticârât 8; Müsned, V, 315.

[9] Buhari, İcâre 16, Tıbb 34; İbn Mâce, Ticârât 8.

[10] Bk. İbn Mâee, Ticârât 8.

[11] Görüldüğü gibi hadis "ruviye diye rivayet edilmekte" tamrid sigası" ile kaydedilmektedir. Bu, hadisin sıhhatinden emin olunmadığını gösterir. Şevkâni, el-Fevâidu'l-Mec-mûa, 276'da mevzu olduğunu bildirmektedir. Ayrıca bk. İbnu'l-Cevzi, el-Mevzûât, I, 220

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/13-16.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/16.

[13] Dârimi, Mukaddime 56.

[14] Bk. el Kasas, 28/23-26

[15] Tirmizî, Fiten 26; îbn Mâce, Fiten 20; Müsned, III, 5.

[16] Bk. el-Bakara, 2/2. âyet, "takva sahipleri için hidâyettir" buyruğu, 4. başlık.

[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/16-21.

[18] Aslında bu ibare âyetin sonundadır, ancak meal zaruret dolayısıyla bu bölümle ilgili tefsir de buraya alınmıştır.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/21-23.

[20] Bk. el Bakam, 2/3. âyet 4. başlık ve sonrası.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/24.

[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/24.

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/24-25.

[24] Buhârî, Zekât 32,42,56; Müslim, Zekât 3, 5-7; Ebû Dâvûd, Zekât 2, 5 v.s...

[25] Buhârî, Zekât 55.

[26] Bk. el-En'âm, 6/141. âyet, 5. başlık

[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/25-26.

[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/26.

[29] Buhârt, Mevâkît 29; Müslim, Mesâcid 161; Ebû Dâvûd, Salât 233; Tirmizİ, Cumua 25; İbn Mâce, İkametu's-Salât 91.

[30] Nesâî, Tatbik 35'te Hakîm'den rivayet etmiş olup; Nesâînin başlığından Kurtubînin işaret ettiği mananın zayıf olduğu anlaşılmaktadır.

[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/26-27.

[32] Müslim, Salât 240; Ebû Dâvûd, Salât 122; Müsned, VI, 31, 194.

[33] Buhârî, Salât 85, 118, 120.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/27.

[34] Tirmizt, Salât 86.

[35] Müslim, Salât 233.

[36] Müslim, Salât 234.

[37] Müslim, Salât 238; Nesâi, Tatbik 88; Dârimi, Salât 79

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/27-28.

[38] Ebû Hanife'ye göre namaz kılan kişi alın yada burnundan birini yere koymakta muhayyerdir. Ancak Ebû Yûsuf ile Muhammed konu ile ilgili hadis dolayısıyla mazeretsiz olarak yalnız alını ya da yalnız burnu secdede yere koymak caiz değildir, demişlerdir. Hanefilerce tercih edilen görüş de budur. Bk. Dr. V. ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l- Islamî, I, 660-661.

[39] Buhârt, Ezan 134; Müslim, Salât 230; Nesâî, Tatbîk 44.

[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/28-29.

[41] Buhârî, el-Amel fi's-Salât 8; Müslim, Mesâcid 47, 48, 49; Müsned, III, 426, V, 425, 426.

[42] Buhârî, el-Amel fi's-Salât 9; Müslim, Mesâcid 191; İbn Mâce, İkametu's-Salât 64; Dârimî, Salât 82.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/29.

[43] Buhârî, Ezan 122, Eymân 15. Ebu Hureyre'den ve daha kısaca; Müslim, Salât 45. Ebû Hureyre'den ve daha kısaca; Tirmizî, Salât 110 hem Ebû Hureyre'den, hem Rifâa'dan; buna yakın; Nesâî, İftitâh 7 Ebû Hureyre'den; Tatbik 15, Sehv 67; İbn M6.ce, İkâmetu's-Salât 72 Ebû Hureyre'den; Dârakutnî, I, 95-96'daki rivayet burdaki ile aynı.

[44] Buharı, Ezan 119; Müsned, V, 384.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/29-31.

[45] Buhârî, Ezan 30; Müslim, Mesâcid 249-250.

[46] Buhârî, Ezan 30; Müslim, Mesâcid 245.

[47] Dârakutnî, I, 420.

[48] Müslim, Mesâcid 255; Nesâî, İmame 50

[49] Ebû Dâvûd, Salât 46; İbn Mâce, Mesâcid 17.

[50] Ebû Dâvûd, Salât 46.

[51] Müslim, Mesâcîd 256; Ebû Dâvûd, Salât 46; Nesâî, İmame 50.

[52] Muvatta, Salâtu'l-Ceman 5. Hadis Said b. el-Museyyeb'den mürsel olarak rivayet edilmiştir. Bk. İbn Abdi'1-Berr, el-lstizkâr, Kahire 1413/1993, V, 331.

[53] Buhârl, Husumat 5; Müslim, Mesâcid 251; Ebû Dûvûd, Salât 46.

[54] Müslim, Mesâcid 257; Ebû Dâvûd Salât 46; Nesâl, İmame 50.

[55] Müslim, Mesâcid 272; az farkla: Buhârî, Ezan 30.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/31-34.

[56] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/34.

[57] Ebû Dâvûd, Salât 47; Nesâî, İmame 45 ve yakın bir rivayet: Müsned, V, 145.

[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/34-35.

[59] Ebû Dâvûd, Salât 56; Nesâî, İmame 56 (yakın ifadelerle); Müsned, II, 19, 41; Dârakut-nl, I, 415-416; ayrıca bk. İbn Abdi'1-Berr, el-tstizkâr, V, 356 v.d. ve et-Temhîd, IV, 244, v.d.

[60] Müslim, Mesâcid, 238-240; Ebû Dâvûd, Salât 10; Tirmizî, Salât 15; İbn Mâce, İkametu's-Salât 150; Müsned, V, 159.

[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/35.

[62] Müslim, Mesâcid 290-1; İbn M6.ce, İkâmetu's-Salât 46; Nesâî, İmame 3, 5; Müsned, IV, 118, 121, V, 282.

[63] Ebû Dâvûd, Salât 60

[64] Tirmizî, Salât 60.

[65] el-Azizi, es-Siracü'l-Münir, I, 129; Hasen olduğunu kaydederek.

[66] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/3537.

[67] Buhârî, Meğâzî, 53; Müsned, V, 30, 71.

[68] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/37-38.

[69] Müslim, Salât 108.

[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/38-39.

[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/39.

[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/39-40.

[73] Buhârt, Ezan 54.

[74] Buhârî, Ahkâm 25.

[75] Buhârt, Ezan 54.

[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/40-41.

[77] Buhârî, Meğâzî 82; Tirmizî, Fiten 75; Nesâî, Kudât 8; Müsned, V, 43.

[78] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/41.

[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/41.

[80] Buhârl, Ezan 56.

[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/41-42.

[82] İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 78. Ancak hadisin son cümlesi şu şekildedir: "... otoritesiy-le zorlayıp kılıcından ve kamçısından korkması hali müstesna."

[83] Dârakutnî, I, 346.

[84] Dârakutnî, II, 88.

[85] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/42-43.

[86] Buhârî, Ezan 74; Müslim, Salât 86, 89; Nesâî, İmame 40; Müsned, VI, 194.

[87] Buhârt, Ezan 53; Müslim Salât 114; Ebû Dâvûd, Salât 75; Tirmizi, Cumua 56; Nesâî, İmame 38; İbn Mâce, İkame 41

[88] Buhârî, İ'tisâm 20; Müslim, Akdiye 17,18; Ebû Dâvûd, Sünne 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2

[89] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/43-45.

[90] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/45.

[91] Buhârî, Gusl 17, Ezan 25; Ebû Dâvûd, Tahare 93; İbn Mâce, İkame 137; Müsned, I, 88, 89 (Hz. Ali'den); II, 448, 518 (Ebû Hureyre'den).

[92] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/45.

[93] Müslim, Salât 122

[94] Müslim, Salât 123

[95] Bk. el-Hicr, 15/24. âyet, 3. başlık.

[96] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/45-46.

[97] Muvatta, Salât 52.

[98] "Şeytanın topuğu" tabiri "iki secde arasında kalçalarını topuklarına koymaktır", diye açıklanmıştır. Abdest alırken topuklarını yıkamayı terk etmek olduğu da söylenmiştir. (İbnu'1-Esir, en-Nihâye, III, 268)

[99] Müslim, Salât 240; Müsned, VI, 31, 194

[100] Buhârî, Ezan 145; Ebû Dâvûd, Salât 116.

[101] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/46-47.

[102] Muvatta, Salât 43; Müslim, Mesâcid 116; Ebû Dâvûd, Salât 180-181; Nesâî, Sehv 33.

[103] İbn Abdi'1-Berr, el-îstizkâr, IV, 262.

[104] Ebû Dâvûd, Salât 180-181.

[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/47-48.

[106] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/48.

[107] İk'â: Aslında kalçalarını yere koyup ayaklarını dikip ellerini de yere koymaktır. Burada iki secde arasında kalçalarını, topuklarına koyarak oturmak anlamındadır, (tbnu'l-Esir, en-Nihâye, IV, 89)

[108] Müslim, Mesâcid 32; Ebû Dâvûd, Salât 139, Tirmizi, Mevâkit 94; Mûsned, I, 313

[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/48-49.

[110] Bir rivayetler ve senetleri için bk. İbn Abdi'1-Berr, el-lstizkâr, IV, 297 vd.

[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/49-50.

[112] Ebû Dâvûd, Salât 179-180; Tirmizî, Salât 101.

[113] Muuatta, Salât 53.

[114] Müslim, Salât 60.

[115] Müslim, Salât 55.

[116] Teşehhüd ile ilgili çeşitli rivayetler için bk. Dârakutnî, I, 349 vd.

[117] Âli İmrân, 3/191. âyet, 3- başlık

[118] Nisa, 4/101 in tefsiri

[119] Meryem, 19/11 âyet, 1. başlık

[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/50-52.

[121] el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'&n, Beyrut, 1411/1991, s. 27

[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/52-53.

[123] Müsned, III, 120, 231, 239.

[124] Suyııtî, ed-Durru'l-Mensûr, I, 158'de, senedinin zayıf olduğunu kaydederek.

[125] Buhârî, Bed'u'1-Halk 10; Müslim, Zühd 51; Müsned, V, 205, 206, 207, 209.

[126] el-Heyseınî, Mecmau'z-Zevâid, I, 185.

[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/53-54.

[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/54-55.

[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/55.

[130] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/55-56.

[131] Muvatta, Vukutu's-Salat 25; Müslim, Mesacid 306'da Ebu Hureyre'den

[132] Muvatta, Vukutu's-Salat 26

[133] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/56-57.

[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/57.

[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/57-58.

[136] el-Bakara, 2/164. âyet

[137] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/58-59.

[138] Müslim, Sayd 58, 60.

[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/59-60.

[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/60.

[141] Müsned, I, 206, 268.

[142] Buna yakın iki rivayet için bk. Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, I, 163.

[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/60-61.

[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/61.

[145] Müslim, Siyam 163, 164.

[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/61-62.

[147] Buhârî, Tevhid 3, Edeb 71; Müslim, Münafıkûn 49-50.

[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/62.

[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/62-64.

[150] İbnu'l Esir, en-Nihâye'de: "Ka'be su üzerinde. . ." diye "Kâ'be" lafzını açıkça zikreder. 11,34

[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/64-65.

[152] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/66-67.

[153] Bk. 40. âyetin tefsiri.

[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/67.

[155] Burada nahivcilerin "yevmen" buyruğu ile "fihi" kelimesinin değişik halleri ile ilgili görüş ayrılıklarına dair açıklamaların yer aldığı bir paragraf gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir.

[156] Buhârî, îydeyn 5, 8, 10, 23, Edâhî 1, 8, 11, 12; Müslim, Edâhî 7-9; Ebû Dâvûd, Edâhî 5; Tirmizl, Edâhî 12...

[157] Buhârî, Mesâlim 10.

[158] Müslim, Birr 60; Tirmizl, Kıyâme 2; Müsned, II, 303, 334, 372.

[159] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/67-69.

[160] Arapça yayma hazırlayanın ifade ettiğine göre baskıya esas alınan bütün nüshalarda 1 ve 2. başlık zikredilmemiştir.

[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/69.

[162] Bk. Müslim, İman 48-51.

[163] Buhârî, Rikaak 18; Müslim, Münafikun 71-73, 75,76,78

[164] İbn Kesir ve Ebû Amr'm okuyuşuna göre; "o nefsin şefaati kabul olunmaz" anlamındadır. Diğerlerinin okuyuşuna göre "o nefisten şefaat kabul olunmaz" anlamındadır.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/69-71.

[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/71-72.

[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/72.

[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/73.

[168] Buhârt, Edeb 14; Müslim, İman, 366; Müsned, IV, 203.

[169] Buhârl, Enbiyâ 10; Deavât 33; Müslim, Salât 69; Nesât, Sehv 54; îbn Mâce, İkâmetu's-Salât 25; Muvatta, Kasru's-Salât fi's-Sefer 66; Müsned, V, 374, 424.

[170] Buhûri, Deavât 19, 33; Müslim, Zekât 176; Ebû Dâvût, Zekât 7; Nesât, Zekât 13; Îbn Mâce, Zekât 8; Müsned, IV, 383.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/73-74.

[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/75.

[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/75.

[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/75-76.

[174] İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Beyrut, tarihsiz, XIII, 323'de: "mütekebbir" diye geçmektedir.

[175] Bk. Lisânu'l-Arab, XIII, 323-

[176] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/76.

[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/76-77.

[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/77.

[179] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/77-78.

[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/78.

[181] Bu meselede Arapça bilmek ve anlamaktan kasıt, kölenin efendisinin kendi dili ile verdiği emri - eğer kölenin dili farklı ise - açıkça ve yanlış anlamaya meydan vermeyecek şekilde anlayabilmesidir.

[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/79-80.

[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/80.

[184] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/80-81.

[185] Kurtubî - merhum - âyetleri tefsir ederken ayrıca başlık kullanmamıştır. Çeşitli fıkhi hükümler ile diğer hususlara dair açıklamaların yer aldığı âyetlerin tefsirinde "1. mesele, 2. mesele..." diye açıklamalarda bulunur. Biz ise tercümemizde bunları rakam ile numaralayarak muhtevasına uygun başlıklar koymayı uygun gördük. Burada olduğu gibi eğer ayrıca rakam yoksa, Kurtubînin bu açıklamalarının, "mesele" diyerek açıklamaya gerek görmediği bölümler olduğu anlaşılmalıdır.

[186] Buhâri, Cihâd 24, 46, 50, 55..; Müslim, Fedâil 48-50.

[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/81-82.

[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/82-83.

[189] Bk. Yunus, 10/90. âyetin tefsiri

[190] Bk. eş-Şuarâ, 26/57 vd. âyetlerin tefsiri.

[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/83-85.

[192] Müslim, Siyam 128.

[193] Buhârî, Savm 69.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/85.

[194] Buhârî, Savm 69; Müslim, Siyam 114-116; Tirmizî, Savm 49.

[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/85-86.

[196] Müslim, Siyam 132; Ebû Dâvûd, Savm 64; Tirmizî, Savm 50.

[197] Tirmizî, Savm 50.

[198] Müslim, Siyam 134; İbn Mâce, Siyam 41.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/86-87.

[199] Tirmizî, Savm 48. Hadisi Müslim'de tesbit edemediğimiz gibi, M. Fuâd Abdulbâki, hadisin tahrici ile ilgili olarak düştüğü notta: Bu hadisi Kütübi Sitte arasında Tirmizi'den başka tahric eden olmadığını belirtmektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/87.

[200] Bk. el-A'raf, 7/139-140. âyetlerin tefisin

[201] bk. el-Ahzâb, 33/69. âyetlerin tefsiri

[202] Bk. el-Mâide, 5/26. âyetin tefsiri

[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/87-89.

[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/89-91.

[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/91.

[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/91-92.

[207] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/92.

[208] Bk. el-Bakara, 21/ 187 âyetin 23. başlık

[209] Bk. Tâ-hâ, 20/88. âyetin tefsiri

[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/92-93.

[211] Burada "edindiniz" kelimesi ile ilgili sarf ilmi açısından bir parağrafhk bir açıklama gerek görülmediğinden tercüme edilmemiştir.

[212] Bk. el- Bakara, 2/35. âyet, 13. başlık

[213] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/93.

[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/93-94.

[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/94.

[216] Bk. el-Bakara, 2/21. âyetin tefsiri

[217] Ebû Dâvûd, Edeb 11; Tirmizî, Birr 35; Müsned, II, 258

[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/94.

[219] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/94-95.

[220] Arapça baskıyı yayına hazırlayanın notuna göre "kaddemet" kelimesi, "kaddedet" diye de rivayet edilmiştir. Tercüme ona göredir.

[221] Bk. el-Bakara, 2/2. âyetin tefsiri.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/95-97.

[222] İbn Mace, Fiten 20 ve Ebû Davud, Melahim 17, yakın ifadelerle

[223] 37. âyeti açıklarken.

[224] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/97-101.

[225] Bk. el-A'râf, 7/155. âyetin tefsiri.

[226] Bk. el-En'âm, 6/103. âyet ile; el-A'râf 7/142. âyetin tefsiri Bk. el-En'âm, 6/103. âyet ile; el-A'râf 7/142. âyetin tefsiri.

[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/101-102.

[228] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/102-103.

[229] 19. âyetin tefsirinde

[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/103.

[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/103-104.

[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/104.

[233] Müslim, Zikr, 4; Ebû Dûvûd, Vitr 26.

[234] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/104-105.

[235] Buhârî, Tefsir 2. sûre b. 4, 7. sûre b. 2; Tıb 20; Müslim, Eşribe 157-162; Tirmizl, Tıb 22; İbn Mâce, Tıb 8

[236] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/105-106.

[237] Bk. en-Nahl 16/69. âyet, 4. başlık.

[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/106.

[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/106-107.

[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/107-108.

[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/108.

[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/108.

[243] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/108.

[244] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/108.

[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/109.

[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/109.

[247] 43. âyetin tefsirinde.

[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/109-110.

[249] Buharı, Tefsir 2. sûre b. 5; Müslim, Tefsir 1.

[250] Buhârî, Enbiya 28, Tefsir 2. sûre 5, 7. sûre 4; Tirmizi, Tefsir 2. sûre ha. 2.

[251] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/110-111.

[252] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/111.

[253] Ebû Davud, tüm 10; Tirmizi, İlm 7; İbn Mâce, Mukaddime 18; Menâsik 76.

[254] Buhârî, Vudu 75, Deavât 6; Müslim, Zikr 56-7; Ebû Dâvûd, Edeb 98.

[255] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/112-114.

[256] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/115.

[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/115-116.

[258] Buhârî, Tefsir 31. sûre b. 2, İman 37; Müslim, İman, 1, 5, 7; Ebu Davud, Sünne 16; Tir-mizî, îman 4; Nesât, İman 5; İbn Mâce, Mukaddime 9.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/116.

[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/116-117.

[260] Yani hem "ibdâl" kökünden '"yubdilenâ" şeklinde, hem de "tebdil" kökünden "vubed-dilenâ" şeklinde.

[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/117.

[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/117-118.

[263] el-Bakara, 2/26. âyet açıklanırken.

[264] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/118-119.

[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/119-120.

[266] İbnMâce, Fiten 22.

[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/120.

[268] Buhârî, İstiska 6-10; Müslim, İstiska 8, 9.

[269] Müslim, İstiska 1, 3, 4; Buhârî, İstiska 4.

[270] Ancak Arapça baskıyı hazırlayanın da ifade ettiği gibi Hûd sûresinde istiskâya .dair her­hangi bir bilgi yoktur. Buna dair bilgiler: Nûh, 71/10-12. âyetlerin tefsirinde gelecektir.

[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/120.

[272] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/121-122.

[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/122.

[274] Nesâî, Tahâre 61. Bk. Buhûrî, Eşribe 31; Menâkıb 25; Müsned, I, 402.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/122-123.

[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/123-124.

[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/124.

[277] Buhârî, Zekât 73; Müslim, Zekât 17-18; Nesaî, Zekât 38; İbn Mâce, Zekât 21; Dârimî, Zekât 27; Muvattâ, Zekât 53.

[278] Müsned, V, 175'te sadece ilk cümlesi.

[279] Îbnu'1-Esîr, en-Nihâye, III, 127.

[280] Burada Acur kelimesinin okunuş şekilleri ve çoğulları ile ilgili birkaç satırlık bir açıklamadan sonra, kelimenin kökü ile ilgisi olmayan tencerenin kaynaması­nın dinmesini ifade eden köke dair açıklamaları gerek görmediğimizden çevirmedik.

[281] İbn Mâce, Et'ıme 37.

[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/125-128.

[283] Buhârî, frisam 24; Müslim, Mesâcid 73; Ebû Dâvûd, Et'ime 40.

[284] Müslim, Eşribe 171; Tirmizî, Et'ime 13.

[285] Müslim, Mesâcid 76; Müsned, III, 12, 60-61.

[286] Müslim, Mesâcid 72, 74; Nesâî, Mesâcid 16; İbn Mâce, Et'ime 59.

[287] Müslim, Mesâcid 78.

[288] Bu hadisin mevzu olduğu ifade edilmiştir. Bk. İbnu'l-Cevzi, el-Mevzuat, Daru'1-Fikr, 1403/1983, II, 294-295; Suyııti, el-Leâli'u'l-Masnûa, Beyrut, 1403/1983, I, 212-213.

[289] Buhâri, Eyman 22, Et'ime 23, 27, Rikaak 17; Müslim, Zühd 20-25, 33; Nesâî, Dahâyâ 37; İbn Mâce, Et'ime 48-49; Müsned, VI, 156, 187, 225, 277.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/129-131.

[290] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/131-132.

[291] el-Mâide, 5/88. âyetin tefsiri

[292] en-Nahl, 19/69. âyetin tefsiri

[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/132.

[294] Buhâri, Deavât 3; Ebû Dâvûd, Âdâb 101; Tirmizî, Deavât 15; İbn Mâce, Duâ 14; Müs-ned, IV, 122, 125, V, 356.

[295] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/132-134.

[296] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/134-135.

[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/135-136.

[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/136.

[299] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/137.

[300] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/137.

[301] Buharî, Cenâiz 80,93, Kader 3; Müslim, Kader 22-25.

[302] Müslim, İman 240.

[303] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/137-138.

[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/139.

[305] Bk. el-Mâide, 5/5. âyet, ikinci başlık

[306] Bk. et-Tevbe, 9/29. âyetin tefsiri

[307] Çünkü ona göre kitaba iman ederler, Zebur okurlar, yıldızlara da tapmazlar. Ebû Yusuf ve Muhammed'e göre ise bunlar yıldızlara taparlar. O bakımdan onlarla evlenmek caiz değildir. (V. ez-Zuheylî, el-Fıkhu'l-lslamî, VII, 156-157)

[308] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/139.

[309] Yani- ilk anda anlaşıldığı gibi- yahudi, hıristiyan ve sabitlerden olup da salih amel iş­leyen kimseler., diye anlaşılmamalıdır.

[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/140.

[311] Bakara Sûresi'nin 38. ayet-i kerimesi açıklanırken

[312] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/140-141.

[313] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/141.

[314] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/142.

[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/142-143.

[316] Nesai, Cihad 8; Müsned, III, 42, 58

[317] Tirmizi, İlin 5; İbn Afâce, Fiten 26; Dârimî, Mukaddime 29; Müsned, IV, 160, 218-219; ancak NesâTde tesbit edemedik.

[318] Muvatta, Kasru's-Salat 88.

[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/143-144.

[320] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/144-145.

[321] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/145.

[322] Nesâî, Tahrîmu'd-dem 17; Tirmizi, Tefsir 17. sûre 14. hadis.

[323] Bk. el-îsrâ, 17/101. âyetin tefsiri

[324] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/145-146.

[325] Bk. el-A'râf, 7/164. âyetin tefsiri

[326] Buhârt, Bed'ul-Halk 15; Müslim, Zühd 61.

[327] Müslim, Sayd 48.

[328] Buhârî, Menakıbu'l-Ensar 27.

[329] Müslim, Kader 32-33

[330] Böylece mana şöyle olur: "Biz de onlara hor ve hakirler olarak maymun olunuz dedik."

[331] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/146-150.

[332] O takdirde mana şöyle olur: "Biz de onlara maymunlar ve hakirler olun, dedik."

[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/150.

[334] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/150-151.

[335] Yani i'rabın harekesinin üzerinde görülmesi gereken harftir. Bu harfin i'rabı ötredir.

[336] 49. âyet 10. başlık

[337] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/152.

[338] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/152.

[339] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/153.

[340] Müslim, Mesacid, 72; Nesai, Mevakît 15 te "Akşam" anlamında "mağrib" şeklindedir. Kurtubi, "işra" diye kaydetmektedir. İşa da yerine göre "akşam" ile "yatsı hakkında müş­tereken kullanılabilir.

[341] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 165.

[342] İbnu'l Esir der ki: Tesvîr etsin: Onu iyice araştırsın, manaları, tefsir ve kıraati üzerinde düşünsün, demektir. (en-Nihaye, I, 229)

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/153-154.

[343] Buhârî; Hums 19; Müslim, Zekat 140-141

[344] Müslim, Zekat 142.

[345] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/154-155.

[346] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/155.

[347] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/155-156.

[348] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/156-158.

[349] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/158.

[350] İbn Mâce, lkametu's-Salât 42.

[351] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/159-160.

[352] Müsned, V, 391 yakın ifadelerle

[353] Süyûtı, ed-Durru'l-Mensûr, I, 189.

[354] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/160-162.

[355] İbnu'1-Esîr, en-Nihâye, I, 229.

[356] el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, VII, 165.

[357] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/162-163.

[358] Buhârî, Nikâh 118; Ebû Dâvûd, Nikâh 43; Tirmizl, Edeb 48; Müsned, I, 387, 440, 460; ancak Müslim'de tesbit edemedik.

[359] Çünkü diyet olarak ödenecek hayvanların nitelikleri bellidir.

[360] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/163-165.

[361] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/166-167.

[362] Muvatta, Ukûl 11.

[363] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/167.

[364] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/167-168.

[365] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/168.

[366] Kasâme'ye dair bu hadis ve başkaları şu kaynaklarda - bazı farklılıklarla birlikte- yer al­maktadır. Buhârî, Ahkâm 38; Müslim, Kasâme 6; Ebû Dâvûd, Diyât 8; Nesai, Kasâme 3; İbn Mâce, Diyât 28; Muvatta, Kasâme 1; Müsned, IV, 3.

[367] Ebû Dâvûd, Diyât 9.

[368] Buhârî, Rehn 6, Şehâdât 1; Müslim, Akdiye 1, 2; Ebû Dâvûd, Akdiye 23; Tirmizt, Ah­kâm 12 vs...

[369] Buhârî, Tefsir 3. sûre b. 3; Müslim, Akdiye 1; Nesâî, Kudât 36

[370] Darakutnl, IV, 218.

[371] Bk. Muvatta, Kasnme 1, 2.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/168-170.

[372] Ebû Davûd, Diyât 8.

[373] Buharı, Ahkâm 38; Müslim, Kasame 6; Muvattâ, Kasame 1.

[374] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/170-171.

[375] Âkile'ye kimlerin girdiği işin bk. Dr. V. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî, VI, 322 v.d.; Ka­same âkilesi için bk. VI, 406 v.d.

[376] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/171-172.

[377] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/172-173.

[378] Burda "hıtta" dan kasıt, belde fethedildikten sonra İmam'ın ganimet sahipleri arasın­da orayı paylaştırması sonucu ilk sahiplere pay olarak düşen yerlerdir. (Zuhayli, a.g.e., VI, 407; dn: 1)

[379] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/173.

[380] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/173-174.

[381] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/174-175.

[382] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/175.

[383] Tirmizi, Zühd 62.

[384] el-Azizî, es-Sirâcu'l-Münlr, I, 179'da zayıf olduğu kaydıyla.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/175-176.

[385] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/176-177.

[386] el-Bakara, 2/60. âyetin tefsiri

[387] Buhârî, Menâkıb 25; Tirmizi, Cıımua 10, Menâkıb 6; Nesâî, Cumııa 17; İbn Mâce, İkametu's-salât 199; Dârimî, Mukaddime 6, Salât 202; Müsned, I, 249, 267; III, 226, 293.

[388] Müslim, Fedâil 2; Tirmizi, Menâkıb 5.

[389] Kadı İyâd, eş-Şifâ, I, 261

[390] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/177-179.

[391] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/179.

[392] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/180.

[393] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/180-181.

[394] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/181-182.

[395] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/182.

[396] Buhârî, Kader 11, Enbiya 31, Tevhid 37; Müslim, Kader 13-15; Ebû Dâvûd, Sürme 16 v.s...

[397] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/183-185.

[398] Buhari, Savm 13; Müslim, Siyam 15; Ebû Dâvûd, Savın 4; Nesâî, Siyam 17; Müsned, II, 122.

[399] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/185.

[400] Yani istisna ile istisna yapılan şeyler birbirinden farklı farklıdır. Kendisinden istisna edi­len bilgidir, istisna edilen de temennidir. Dolayısıyla bunlar birbirlerinden tür olarak ay­rı şeylerdir.

[401] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/185-187.

[402] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/187.

[403] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/187-188.

[404] Bk. Tirmizl, Tefsir 21. sûre h.l; Müsned, III, 75

[405] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/189-190.

[406] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/190.

[407] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/190.

[408] Dâriml, Siyer 75; Ebû Dâvûd, Sürme 1. Ayrıca bk. Tirmizl, İman 18; îbn Mâce, Fiten 17.

[409] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/190-191.

[410] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/191.

[411] Buharı, Tıb 55, Cizye 7; Müsned, II, 451.

[412] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/192.

[413] Bu manadaki hadisler için bk. Buhârî, Vudû' 63, Hayz 19; Müslim, Hayz 62; Ebû Dâ-vûd, Tahâre 109; Tirmizî, Tahâre 93; Nesal, Tahâre 133, 134, 137, Hayz 2, 4, 6; İbn Mâ-ce, Tahâre, 115, 116; Dârimt, Vudû' 80, 84; Müsned, VI, 194.

[414] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/192-193.

[415] el-Bakara 2/51. âyet 6. başlıkta

[416] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/193.

[417] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/194.

[418] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/194.

[419] Müslim, İman 62; Tirmizt, Ziihd 61; İbn Mûce, Filen 12; Dârimi, Rikâk 4; Müsned, III, 413.

[420] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/194-195.

[421] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/195.

[422] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/195-196.

[423] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/196-197.

[424] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/197.

[425] Müslim, Zühd 42. Ayrıca bk. Buharı, Talâk 25, Edeb 24; Ebû Dâvûd, Edeb 123; Tirmi-zî, Birr 14; Muvatta, Şear 5; Müsned, II, 375, V, 333

[426] el-Heysemi, Mecmau'z-Zevâid, VII, 160, hasen bir hadis olduğu kaydı ile.

[427] Hadisin değişik yollarla ve kısmen rivayetleri için bk. Müsned, III, 283, V, 29

[428] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/197-198.

[429] İşaret parmağının "teşbih eden" anlamında: "sebbâhe" diye anıldığı bazı hadislere ör­nek olmak üzere bk. Müsned, I, 78, III, 407, IV, 309, V, 250; Ebû Dâvûd, Tâhare 52; Afe-sat, Tahâre 84; Dârimî, Rikaak 46 v.s...

[430] İşaret parmağından "sebbâbe" diye söz edilen hadislere örnek olarak bk. Buhârî, Ni­kâh 23, Edeb 24; Müslim, Mesâcid 113, 115; Ebû Dâvûd, Salât 115, Menâsik 56; Tir-mizî, Mevâkît 103 vs...

[431] Kurtubî bu rivayette "ruviye: rivayet edileli" diyerek, rivayetin pek muteber olmadığı­na işaret etmek üzere bir tamrîd sığası kullanmaktadır. Bununla birlikte şunu da belir­telim ki, Rasûlullah'ın Şemâil'ine yani sıfatlarına dair eser ve rivayetlerde Hz. Peygam-ber'in el ve ayaklarının nisbeten irice oldukları belirtilmekte (Tirmizî, Şemâil-i Şerife, Ankara, 2. baskı, I, 23; İbn Abdi'1-Berr, elîstizk&r, XXVI, 222; İzzuddin İbnu'1-Esîr, Us-du'l-Ğabe, Beyrut, 1409/1989, I, 31; İbn Kesîr, Şemâilu'r-Rasûl, Kahire, 1386/1967, s. 15, 16, 19, 20, 21; Kadı İyâd, eş-Şifâ, İstanbul, 1325, I, 50), parmaklarının âdete mu­halif böyle bir şekilde olduğuna dair bir rivayete rastlayamadık.

[432] Müsned, VI, 366'da yer alan bu rivayette Meymûne, "Hz. Peygamber'in ayak başparma­ğının yanındaki ikinci parmağının uzunluğunu unutamadığını" kayd ettiği şeklindedir.

[433] Kaynağını tesbit edemedik

[434] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/198-199.

[435] Müslim, Zühd 41; Buhârî, Edeb 25, 26

[436] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/199-200.

[437] Sadece ilk cümlesi ile Müslim, Selâm 11; Müsned, VI, 229

[438] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/200-201.

[439] Bk. el-Bakara, 2/3 ve 43. âyetlerin tefsiri

[440] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/201.

[441] Hal olması durumunda ise ayetin bu bölümlerinin meali şu şekilde verilebilir: "Sonra sizin pek azınız müstesna, yüzçevirerek gerisin geri döndünüz."

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/201.