1- Onlardan Alınan Sözler: 4

2- Kişi Kendi Kanını Nasıl Döker, Kendisini Yurdundan Nasıl Çıkartır?. 4

1- Esir Olarak Gelirlerse: 5

2- Esir: 6

3- Fidyeleşmek: 6

4- Yurtlarından Çıkarılmanın ve Esirleri Kurtarmanın Hükmü: 6

5- Allah'ın Hükmüne Aykırı Hareket Edenlerin Cezası: 7

6- Emre Aykırı Hareket Edenlerin Kıyamet Günündeki Cezaları: 7

Hz. İsa'm Beyyinâtı: 8

Hevâlarına Uymayan Bir Peygamber Gelirse... 8

Nüzul Sebebi: 14

Dil Âlimlerine Göre Cebrail, Mikâil (ikisine de selâm olsun) Kelimeleri: 15

1- Şeytanların Okudukları: 17

2- Süleyman Kâfir Olmadı: 18

3- Sihir (Büyü): 19

4- Büyünün Gerçeği Var mı?. 19

5- Hz. Peygamber'in "Sihir" Kelimesini Kullanması: 20

6- Küfrü Gerektiren Büyü: 20

7- Büyünün Gerçeği: 20

8- Büyü ve Olağanüstü Haller: 21

9- Büyü Mucize Değildir: 21

10- Büyü ile Mucize Arasındaki Fark: 21

11- Müslüman Büyücünün Hükmü: 21

12- Zımmî Büyücü: 22

13- Büyücüden, Büyüsünü Çözmesi İstenir mi?. 23

14- Şeytan ve Cinlerin Varlığını İnkâr Etmek: 23

15- İki Meleğe İndirilenler. 23

16. Hârut ile Mârût Çoğul Olan "Şeytanlardan Nasıl Bedel Olabilir?. 24

17- İki Melek veya İki Melik: 25

18- Babil: 25

19- Dünya Fitnesi ile Hârut ve Mârût'un Fitnesi: 25

20- Hârut ile Mârût: 26

21- Hârût ile Mârufun Şartlı Sihir Öğretmeleri: 26

22- Büyücünün Gücü: 26

23- Büyünün Zararı: 27

24- Büyünün Zararı Var, Faydası Yok: 27

1- Yahudilerin Bir Başka Cahillikleri: 28

2- Bu Âyet; Kötü Anlama Gelme İhtimali Olan Sözler Söylemekten Uzak Durmaya ve Seddü'z-Zerâi'e Delil Gösterilmiştir: 28

3- İstismar Kapılarının Kapatılması: 30

4- Peygamberce Saygı ve Ta'zimin Gereği: 30

5- Dinleyin: 30

1- Neshetmek Ya da Unutturmak: 31

2- Neshe Dair Bilginin Gereği ve Faydası: 31

3- Arap Dilinde Nesh'in Anlamı: Arapçada bu kelime iki anlamda kullanılır: 31

1- Nakletmek, aktarmak: 31

2- İptal etmek ve izale etmek: 32

4- Neshi Kabul Etmeyenler: 32

5- Gerçek Neshedici Kimdir?. 33

6- Neshin Tanımı: 33

7- Mensûh: 33

8- Neshin Sözkonusu Olmadığı Alanlar: 33

9- Tahsis: 34

10- Mutlak ve Mukayyed Hükümler: 34

11- Neshin Türleri: 34

12- Neshedici Buyruğu Bilmenin Yolları: 35

13- "Neshetmeyiz": 35

14- "... veya Unutturursak.". 36

15- Nesheden, Neshedilenden Hayırlıdır Veya Onun Benzeridir: 36

1- Kitap Ehlinin Kıskançlığı: 37

2- Kıskançlığın Türleri: 38

1- Affetmek: 38

2- Bu Âyet ve Kıtal: 38

1- Allah'ın Adının Anılmasına Engel Olanlar: 41

2- Bu Âyet-i Kerime Kimler Hakkında İnmiştir?. 41

3- Mescidlerin Tahribinin Mahiyeti: 41

4- Kadınların Mescide Gitmeleri ve Mahalle Mescidleri: 42

5- Bir Yeri Mescid Tayin Etmenin Hükmü: 42

6- Mescidlere Korkarak Girmeleri Gerekenler: 42

7- O Kâfirler İçin Dünyada Rüsvaylık Vardır. 43

1- Doğu da Batı da Allah'ındır: 43

2- Her Nereye Yönelirseniz... 43

3- Âyet'in Nüzul Sebebi ve Kıbleden Başka Yön ve Yolculukta Namaz; 43

4- Yüce Allah'a Kur'ân ve Sünnette Vech (yüz) İzafe Edilmesinin Anlamı: 45

5- Allah Vâsi'dir: 46

1- "Oğul Edindi" Diyenler: 46

2- Allah'a Oğul İsnadı: 47

3- Teşbih ve Tenzih: 47

4- Oğul Babasının Cinsinden Olur: 47

5- Herşey O'na Boyun Eğer: 47

1- Gökleri ve Yeri Yoktan Varedendir: 48

2- İnsanların Ortaya Koydukları Bid'atler: 48

3- Hükmetme (Kadâ)nin Anlamı: 48

4- Emr (Şey, İş): 49

5-"Ol" Emri: 50

6- Hemen Oluverir... 50

1- Onların Esas Maksatları: 52

2- Küfür Tek Bir Millettir: 52

1- Ayetler Arası îlişki: 54

2- Kelimeler: 54

3- Kelimeler'den Kasıt: 54

4- İlk Sünnet Olan Kişi İbrahim (a.s)dır: 55

5- Sünnet Olmanın Hükmü: 56

6- Sünnetli Olarak Doğan Çocuk: 56

7- Sünnet Edilmiş Olarak Doğan Peygamberler: 56

8- Küçük Çocuk Ne Zaman Sünnet Edilir: 57

9- Etek Traşı Yapmak: 57

10- Tırnak Kesmek: 57

11- Bıyıkları Kesmek ve Saçlar: 58

12- Koltuk Altları: 59

13- Saçı Ortadan Ayırmak: 59

14- Saçın Ağarması: 60

15-  Tirit: 60

16- Bu Temizlikler İçin Belli Bir Süre Var mı?. 60

17- İmam: 61

18- Hz. İbrahim'in Soyundan Gelenlerin Durumu: 61

19- Zürriyyet Kelimesine Dair Açıklama: 61

20- Allah'ın Ahdi: 61

21- Zalim Kimse İmam (İslâm Devlet Başkanı) Olamaz: 62

22- Zalimin İşgal Edemeyeceği Makamlar: 62

23- Zalim Yöneticilerden Erzak. 62

1- Evin Dönüş Yeri Olması: 63

2- Güvenlik Bölgesi: 63

1- Makam-ı İbrahim'i Namazgah Edinmek: 64

2- Buyruğun Nüzul Sebebi: 64

3- Hz. İbrahim'in Makamı: 64

1- "Evimi Temizleyin": 65

2- Tavaf Edenler, İtikâfa Girenler, Rükû ve Secde Yapanlar: 65

3- Başta Kabe Olmak Üzere Allah'ın Bütün Evleri Temizlenmelidir: 66

4- Beytullah'ın İçinde Namaz Kılmak: 66

5- Kabe'nin Damında Namaz Kılmak: 67

6- Kabe'nin Yakınında Namaz Kılmak mı, Tavaf Etmek mi Faziletlidir?. 67

1- Emin Belde: 67

2- Mekke Hz. İbrahim'in Duası Üzerine mi Yasak Bölge (Harem) Oldu?. 68

3- Kâfir Olanı Dahi Allah Faydalandırır: 69

Beytullah'ı İlk Bina Edenler: 70

Kureyşlilerin Kabe'yi İnşası: 71

Abdullah b. ez-Zübeyr ile Haccac Dönemi: 72

"İsmail" Kelimesinin Anlamı: 73

Menâsik: 74

İslâm ve İman. 77


 

 

84. Hani sizden: "Birbirinizin kanını dökmeyin ve birbirinizi yurt­larınızdan çıkarmayın" diye söz almıştık. Sonra kabul ettiniz ve siz (buna) şahitlik de ediyorsunuz.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1- Onlardan Alınan Sözler:

 

"Hani sizden... diye söz almıştık." buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (2/63-64. âyetlerde) geçmiş bulunuyor

"Birbirinizin kanını dökmeyin." buyruğunda kastedilenler İsrailoğulla-rıdır. İhtiva ettiği anlamının kapsamına onlardan sonra gelenler de girer.

"Dökmeyin" anlamına gelen buyruğu i'râb bakımından daha önce (83. âyette) geçen: kelimesi gibidir.

Talha b. Mûsârrif ve Şuayb b. Ebu Hamza bu kelimeyi fâ harfini ötreli ola­rak okumuşlardır ki bu da bir şivedir. Ebû Nehik ise te harfini ötreli, fe har­fini şeddeli sin harfini de üstün olarak şeklinde okumuştur.

Sefk: Dökmek demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (30. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır.

"Ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın" buyruğu bir önceki cümle­ye atfedilmiştir.

Âyet-i kerimede geçen: "Birbirinizi (diye meali verilen: nefislerinizi)" buy­ruğunda yer alan nefs: Nefâset'ten (nerıslik'ten) alınmadır. Çünkü insanın nef­si ondaki en şerefli unsurdur. "Yurt" anlamına gelen "ed-Dâr" ise kişinin ika­met etmek üzere yapılarının bulunduğu evidir. Göçmek üzere konakladığı yerden farklıdır. Halil der ki: Bir kavmin inip konakladığı her bir yer onla­rın darı (yurdu) olur. İsterse orada bina bulunmasın. Dâr'a bu ismin, orada sakin olanların çevresini (daire gibi) kuşattığından dolayı verildiği söylenmiş­tir. Nitekim hak (duvar) da içerisinde bulunanları kuşattığından dolayı (ku­şatıcı anlamında) bu ismi almıştır.

"Sonra kabul ettiniz." Yani siz, sizden ve sizden öncekilerden alınan bu misakı, bu sözü kabul ettiniz. "Ve siz (buna) şahitlik de ediyorsunuz." Ya­ni kalplerinizle buna tanıklık etmektesiniz. Burada sözü geçen "şahitlik"in ha­zır olmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani siz hazır bulunuyorken, kanlarınız akıtılıyor ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarıyorsunuz, demek olur.[1]

 

2- Kişi Kendi Kanını Nasıl Döker, Kendisini Yurdundan Nasıl Çıkartır?

 

Eğer (âyetin lafzî meali olan: "Kendi kanlarınızı dökmeyiniz, kendini­zi yurtlarınızdan çıkarmayınız'' anlamından hareketle) kişi kendi kanını na­sıl döker ve kendisini yurdundan nasıl çıkartır? diye sorulacak olursa, şu ce­vap verilir:

Onlar tek bir millet olup bütün işleri bir olduğundan, geçmiş ümmetler arasında da tek bir kişi durumunda olduklarından dolayı birbirlerini öldür­meleri, birbirlerini yurtlarından çıkarmaları, bizzat kendilerini öldürmek ve kendilerini sürmek gibi değerlendirilmiştir.

Bundan kastın kısas olduğu da söylenmiştir. Yani kimse başkasını öldür­mesin, o takdirde kendisi kısasen öldürülür. Bu durumda sanki kendi kanı­nı kendisi dökmüş gibi olur. Aynı şekilde zina etmesin, irtidat da etmesin. Çün­kü bu, kanının akıtılmasını mubah kılar. Fesad da çıkartmasın, o takdirde sür­gün edilir. Böylelikle kendisini kendi yurdundan çıkarmış gibi olur. Bu, her ne kadar anlam itibariyle sahih ise de oldukça uzak bir te'vil şeklidir.

Mesele şu idi: Şanı yüce Allah, Tevrat'ta İsrailoğullarından birbirlerini öl­dürmemelerine, birbirlerini sürmemelerine, köleleştirmemelerine, birinin ötekinin hırsızlık yapmasına fırsat vermemesine ve buna benzer birtakım emir­lere itaat etmelerine dair söz almıştı.

Derim ki: Bütün bunlar bizim için de haram kılınmıştır. Ve bütün bunlar çeşitli fitnelerle bizim aramızda da başgöstermiş bulunmaktadır. İnnâ lillah ve innâ ileyhî râciûn, diyoruz.

Kur'ân-ı Kerim'de de şöyle buyurulmaktadır: "Yahut sizi birbirinize ka­tar, birinize birinizin hıncını tattırmaya kadirdir" (el-En'âm, 6/65). Bu buyruk ileride gelecektir.

İbn Huveyzimendâd der ki: Bu buyrukla ifadenin zahiri anlamı da kaste­dilmiş olabilir. Yani kimse bizzat kendisini öldürmesin ve kimse sefihlik ede­rek kendisini yurdundan çıkarmasın. Hintlilerin kendi kendilerini öldür­dükleri gibi yapmasın yahut kimse isabet eden ağır bela ve musibetlerin et­kisi altında kalarak nefsini öldürmesin, dinini bilmeyerek ve hafif akıllılık ede­rek serserice sahralara kendisini atıp evlerde barınmamazlık etmesin.

Aslında bu buyruk, bütün bu hususları kapsayan genel bir buyruktur.

Rivayet edildiğine göre Osman b. Maz'ûn Rasûlullah (s.a)'ın ashabından on kişi ile birlikte bey'atte bulunmuştu. Bunlar kıldan yapılmış rahip elbise­lerini giymeye, sahralarda dolaşıp evlerin çatısı altında barınmamaya, et yememeye, hanımlara yaklaşmamaya karar verdiler. Bu husus Peygamber (s.a)'e ulaşınca Osman b. Maz'ûn'un evine geldi, orada bulunmayınca hanı­mına şöyle dedi: "Osman'a dair bana ulaşan sözün mahiyeti nedir?" Hanımı ise kocasının sırrını açıklamaktan hoşlanmadığı gibi Rasûlullah (s.a)'a yalan söylemekten de hoşlanmadı ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, sana birşey ulaştıy-sa sana ulaştığı gibidir. Bunun üzerine Hz. Peygamber şövle buyurdu: "Osman'a de ki: Benim sünnetime mi muhalefet yoksa benim dinimden başka bir din üzere mi (böyle bir karar alıyor)? Şüphe yok ki ben namaz da kılıyo­rum, uyuyorum da, oruç da tutuyorum, yediğim günler de oluyor. Hanımla­ra yaklaştığım gibi evlerin çatısı altında da barınıyorum, et de yiyorum. Be­nim sünnetimden yüzçeviren benden değildir." Bunun üzerine Osman ve ar­kadaşları aldıkları bu karardan geri döndüler. [2]

 

85- Sonra işte sizler birbirinizi öldürüyor ve içinizden bir fırkayı yurtlarından çıkarıyor, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla yardunlaşıyorsunuz. Eğer size esir olarak gelirlerse onlar için fidyeleşirsiniz. Halbuki onların çıkarılmaları size haram kı­lınmıştır. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kıs­mını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanın cezası dünyada horluk ve zilletten başkası değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine döndürülürler Allah yaptıklarınız­dan gafil değildir.

86. Onlar âhireti vermek karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Azabları hafifletilmez onların, yardım da edilmez onlara.

 

"Sonra işte sizler birbirinizi öldürüyor..." buyruğundakisiz" müb-tedâ olarak ref mahallindedir. İ'râb olmayan bir kelimedir. Çünkü zamirdir. Bu kelimedeki "te" harfinin ötreli olması şundandır: Müzekker ve tekil hitab-da esrelidir. Bu harf tesniye yada çoğul zamirde kullanılacak olursa, damme (ötre)den başka bir hareke kalmadığından ötreli gelmiştir.

işte...ler" ile ilgili olarak el-Kutebî der ki: İfade "işte ey...ler" tak­dirindedir. en-Nehhâs der ki: Bu Sibeveyh'in görüşüne göre yanlıştır ve ca­iz değildir.

ez-Zeccâc da der ki: Bu edat o kimseler ki..." anlamındadır. "Öl­dürüyorsunuz" anlamındaki fiil de sıla cümlesine dahildir ve: "Sonra siz öl­dürenlersiniz..." anlamındadır.

Şöyle de denilmiştir: "İşte...ler" anlamındaki kelime, mübtedâ olarak merfû', "siz" zamiri öne alınmış bir haber, "öldürüyorsunuz" anlamındaki fi­il de, "işte...ler"den haldir, "işte...ler" anlamındaki kelimenin "yani" anlamın­daki bir fiil takdir edilerek nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir.

ez-Zührî: "( djsjâ): Öldürüyorsunuz" buyruğunu (yine aynı anlamda ol­mak üzere ( oy-lâ;) şeklinde birinci te'yi ötreli, ikincisini de şeddeli olarak okumuştur.

Yüce Allah'ın: Öyleyse Allah'ın peygamberlerini ni­çin öldürüyordunuz?" (el-Bakara, 2/91) buyruğunu da bü şekilde okumuş­tur.

Bu âyet-i kerime Kur'ân-ı Kerim'in muhatablarına yöneliktir. Bunun geç­mişteki atalarına ait kabul edilmesi ihtimali yoktur. Bu âyet-i kerime yahu-dilerden Kaynuka, Kurayza ve Nadiroğulları hakkında nazil olmuştur. Kay-nukaoğulları, Kurayzaoğullarının düşmanı idiler. Evsliler Kaynukaoğulları ile, Hazrecliler ise Kurayzaoğulları ile antlaşmah idiler. Nadiroğullan ile Evs ve Hazrecliler ise kardeş durumundaydılar. Kurayza ve Nadiroğulları da aynı du­rumdaydılar. Daha sonra bunlar birbirlerinden ayrılmış ve birbirleriyle sava­şır olmuşlardı. Arkasından savaş kalkar, bu sefer fidye ile karşılıklı olarak esir­lerini kurtarırlardı. İşte yüce Allah, bu durumları dolayısıyla onları ayıplaya­rak: "Eğer size esir olarak gelirlerse onlar için fldyeleşirsiniz" diye buyur­maktadır.

"Tezâharûne: Yardımlaşıyorsunuz" buyruğu sırt anlamına gelen "zahr"dan türetilmiştir. (Sırtsırta veriyorsunuz, anlamında). Çünkü biri öteki­ni böylelikle güçlendiriyor, dolayısıyla "sırt" durumunda oluyordu. Şairin şu sözleri de böyledir:

"Aynı evin arkaları gibi birbirinizle yardımlaştınız Bir tek kişiye karşı fakat yine de birbirinize denksiniz."

Günah (ism): İşleyenin yerilmeyi hak kazandığı fiildir. Düşmanlık (udvan): Zulümde ve zalimlikte haddi aşmakta, aşırıya gitmektir.

kelimesini Kûfeliler şeddesiz olarak okumuşlar ve ikinci te'yi birincisinin ona delaleti dolayısıyla hazfetmişlerdir. Medineliler ile Mekkeli-ler ise bu kelimeyi ( öjjMü) şeklinde şeddeli olarak okur, yakın olduğu için ikinci te'yi zı harfine idğam ederler. Bunun aslı ise ( jj^Uü ) şeklindedir. "Eğer onun aleyhine yardımlaşmanız" (et-Tahrim, 66/4) buyruğunda da böy­ledir.

Katade, bu kelimeyi (öjjjü} şeklinde okumuştur. Bunların hepsi yardım­laşmak anlamım ihtiva etmektedir.

Yüce Allah'ın: Kâfir, Rabbine karşı yardımcıdır?" (el-Furkan, 25/55) buyruğu ile: Bundan sonra melek­ler de yardımcıdır" (et-Tahrim, 66/4) buyruğu da böyledir.

"Eğer size esir olarak gelirlerse onlar için fidyeleşirsiniz. Halbuki on­ların çıkarılmaları size haram kılınmıştır" buyruğuna dair açıklamalarımı­zı altı başlık halinde sunacağız:[3]

 

1- Esir Olarak Gelirlerse:

 

"Eğer size esir olarak gelirlerse" buyruğu şarttır. Cevabı ise: "Onlar için fidyeleşirsiniz" buyruğudur. Ebû Ubeyd der ki: Ebu Amr şöyle derdi: Baş­kasının eline geçenlere "üsârâ" denilir, ele geçirilen esirlere de "esrâ" deni­lir. Ancak dilciler Ebû Amr'ın bu söylediğini bilmemektedirler. Bu kelime ol­sa olsa "sekâra" ve "sekrâ" demek türündendir. Hamza dışında kalan cema­at bu kelimeyi "üsârâ" şeklinde okurken Hamza da esrâ şeklinde okumuş­tur. -Esir alınan kimse anlamına gelen- "me'sûr" kelimesinin çoğuludur.

Ebû Hatim bu kelimenin çoğulunun esârâ şeklinde yapılamayacağını söylerken ez-Zeccâc da sekârâ denilebileceği gibi esârâ da denilebileceğini söylemiştir. Muhammed b. Yezid'den ise şöyle dediği nakledilmektedir: (Te­kilde) esir, (çoğul olarak) üserâ gelir. Zarif ve zurefâ gibi. İbn Fâris der ki: Esir kelimesinin çoğulu esrâ ve üsârâ gelir. Burada bu kelime her iki şekil­de de okunmuştur. Çoğulunun "esârâ" şeklinde geldiği de söylenmiştir. An­cak pek güzel bir söyleyiş değildir. [4]

 

2- Esir:

 

Bu kelime kendisi ile yükün bağlandığı deri parçası demek olan "isâr"dan türetilmiştir. Çünkü esir'in de esaret bağları sağlam bağlanır. Araplar: "Deve­nin hörgücü üzerindeki yükünü bağladı" demek istediklerinde bu kelimeyi kullanırlar. Daha sonra bağlanmasa dahi esir olarak alınan herkese bu ad verilmiştir. el-A'şâ der ki:

Ve şiir, beytinde beni öyle bir kayda bağladı ki

(şairlikte en ileri dereceye ulaştığını anlatmak istiyor). Yükün önündeki ve terkiye binen kadının tuttuğu tahta parçasını

sağlam bağlayanlar (âsirat)ın kayıtladığı (bağladığı) gibi."

Yüce Allah'ın: "Esirlerini Biz pekiştirdik" (el-İnsan, 76/28) buyruğunda -ki "esr" yaratmak anlamındadır. Adamın üsresi ise, onun kavim ve kabilesi, topluluğu anlamındadır. Çünkü o bunlar vasıtasıyla güç kazanır. [5]

 

3- Fidyeleşmek:

 

"Eğer size esir olarak gelirlerse onlar için fldyeleşirsiniz." buyruğun­da "fldyeleşirsiniz" anlamına gelen kelimesini Nâfi', Hamza ve Ki-saî bu şekilde okumuş, diğerleri ise şeklinde okumuşlardır. Bu ke­lime fidadan gelmektedir. Fidâ ise ellerinde bulunan esirler için fidye iste­mek demektir.

el-Cevherî der ki: "Fidâ" kelimesinin ilk harfi esreli okunursa, hem med ile hem kasr ile söylenir. Üstün ile okunursa yalnız kasr ile söylenir. Mese­lâ: Babam sana feda olasıca, kalk!" denilir.

Araplar arasında yalnızca harf-i cer olan lâm harfinden önce gelmesi ha­linde "fidâin" şeklinde esreli ve tenvin ile kullananlar da vardır. Bunlar "fi-dâin lehe; sana feda olsun" derler. Çünkü bu, dua anlamını kast ettikleri bir nekiredir. el-Asmaî de en-Nâbiğa'ya ait şu beyiti nakletmektedir:

"Yavaş ol! Peda olsun sana bütün kavimler                                 

Ve artırıp durduğum bütün mallar ve evlâtlar..."

Fidyesini ödeyip kurtarmayı ifade etmeyi anlatmak için de: "Fedâh" ile "fâ-dâhu" denilir. "Kendisini ona fidye kıldı" anlamında: "Fedâhu binefsihî" de­nilir. "Cuiltu fidâde: Sana feda olayım" deme halini anlatmak için: "Feddâhu, yufeddîhi" fiili kullanılır. Biri birinin fidyesini ödediği zaman: Tefâdev Cfid-yeleştiler) denilir.

Fidye, feda ve fidâ hep aynı anlamdadır. Belli bir miktar ödedikten son­ra kişinin kendisini kurtarmasını ifade etmek üzere "fâdeytu" denilir.

Hz. Abbas'ın Peygamber (s.a)'e: Hem kendimin fidyesini ödedim, hem AkiFin fidyesini ödedim" [6] demesi de bu türdendir. Bu fiil ikincileri harfi cerli olmak üzere iki meful alan geçişli bir fiildir. Kendimi malım karşılığında ve onu malım karşılığında fidye ile kurtardım, denildiği za­man "malım" kelimesinin başına be harf-i cerri gelmiştir. Şair de der ki:

"(Ey kadın) Dur ve esirini fidye ödeyip kurtar, çünkü benim kavmim ile Senin kavmin gördüğüm kadarıyla bir araya gelmezler." [7]

 

4- Yurtlarından Çıkarılmanın ve Esirleri Kurtarmanın Hükmü:

 

"Halbuki onların çıkarılmaları size haram kılınmıştır." "O" anlamında­ki "huve" zamiri hususunda mübtedâ olur ve "yurtlarından çıkanlmâları"na racidir. "Haram kılınmıştır" anlamındaki "muharremun" kelimesi onun ha­beridir. "İhrâcuhum: çıkarılmaları" ise "o" zamirinden bedeldir. Bu zamir an­latılan olaya ait bir zamir, ondan sonraki cümle de onun haberi kabul edi­lebilir. Yani: Oysa durum şu ki: Onları çıkarmak size haramdır. Buna göre "ih­râcuhum: çıkarılmaları" ikinci bir mübtedâ, "muharramun: haram kılınmış­tır" onun haberi olur. Cümle olarak da, mübtedâ olan "o" zamirinin haberi olur. "Haram kılınmıştır" anlamındaki meçhul fiilde, "çıkarılma"ya ait bir za­mir bulunmaktadır.

"Haram kılınmıştır" anlamındaki fiilin mübtedâ, "çıkartılmaları" anlamın­daki fiilin, meçhul fiilin mef'ûlü ve "haram kılınmıştır" fiilinin haberinin ye­rini tutan bir kelime olması ve cümlenin bütünüyle "o" zamirine dair haber olması da mümkündür.

el-Ferrâ burada "o" anlamındaki zamirin (i'râbda mahalli olmayan) bir imâd olduğunu ileri sürmüştür. Basralılara göre ise bu hatadır ve anlamsızdır. Çün­kü imad söz başında kullanılmaz.

"ve huve" kelimesi -ötrenin ağırlığı dolayısı ile- "vehve" şeklinde de okunur. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Onun atışı ava isabet edip avı öldürmez

Neden ola ki (avcı sayılır o) o avcılar arasında sayılmamalıdır.

Başına lâm harfi ya da "summe: sonra" edatı gelmesi halinde de durum böyledir. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden [8] geçmiş bulunmak­tadır.

İlim adamlarımız der ki: Şanı yüce Allah, onlardan dört tane ahid (söz) al­mıştı: Öldürmeyi terketmek, yurtlarından çıkarmayı terketmek, birbirlerine kar­şı yardımlaşmayı terketmek ve esirlerini fidye ile kurtarmak. Onlar ise esirle­rini fidye ile kurtarmak dışında emrolundukları bütün bu emirlerden yüzçevir-mişlerdi. Bundan dolayı yüce Allah, onları Kur'ân-ı Kerim'de kıyamete kadar okunacak buyruğu ile azarlayarak: "Yoksa siz kitabın" Tevrat'ın "bir kısmı­na inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" diye buyurdu.

Derim ki: Allah'a yemin ederim biz de bütün sınamalarda haktan yüzçevirdik, birbirimize karşı yardımlaşır olduk. Keşke müslümanlann yardımını alarak yardımlaşmış olsaydık... Nerde? Kafirler ile birbirimizin aleyhine yar-dımlaştık. Nihayet kardeşlerimizi müşriklerin hükümlerinin hakimiyeti altın­da küçülmüş ve zelil olarak bıraktık. Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliy-yi'1-azîm.

İlim adamlarımız der ki: Bir tek dirhem kalmayacak olsa dahi bütün esir­lerin fidye ile kurtarılmaları farzdır.

İbn Huveyzimendad der ki: Âyet-i kerime esirlerin fidye ile kurtarılmala­rının vacip olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Peygamber (s.a)'den rivayet­ler de bu doğrultuda gelmiştir. O esirleri kurtardığı gibi esirlerin kurtarılma­larını da emretmiştir. Müslümanların uygulamaları bu şekilde cereyan ede-gelmiş ve bu hususta icma gerçekleşmiştir. Esirlerin beytü'l-malden kurtarıl­maları icabeder.

Eğer beytü'l-malda (kurtaracak fidye miktarı) bulunmuyor ise bu bütün müslümanlar üzerinde bir farzdır. Bu sorumluluğu müslümanlar arasında ye­teri kadar üstlenenler, farzın diğerlerinin üzerinden düşmesini sağlarlar. (Farz-ı kifaye). İleride buna dair açıklamalar da gelecektir. [9]

 

5- Allah'ın Hükmüne Aykırı Hareket Edenlerin Cezası:

 

"İçinizden böyle yapanın cezası dünyada horluk ve zilletten başkası de­ğildir." el-Cevherî der ki: Hizy: Zelil olmak ve hakîr olmak demektir. İbnu's-Sikkît ise bir bela ve musibete duçar olmak demektir, der. ifade­si: Allah onu rezil ve rüsvay etsin, anlamına gelir. [10]

 

6- Emre Aykırı Hareket Edenlerin Kıyamet Günündeki Cezaları:

 

"Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine döndürülürler."  Burada

"döndürülürler" anlamına gelen kelimesini el-Hasen dışındakiler bu şekilde okunmakla birlikte o, yâ harfi yerine te ile şeklinde hitap sî-gasıyla okumuştur. (Buna göre anlamı: '"Azabın en şiddetlisine döndürülür­sünüz" şeklinde olur).

"Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/74. âyette) geçtiği gibi: "Onlar âhireti vermek karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir" buyruğuna dair acık­malar da (el-Bakara, 2/16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın anlamı yoktur. [11]

 

87. Andolsun ki Biz Musa'ya o kitabı verdik ve ondan sonra da bir­biri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem'in oğlu İsa'ya da beyyineler verdik. Onu Rûhuİ-Kudüs ile de destekledik. Size ne­fislerinizin nevasına uymayan bir peygamber geldiği her sefe­rinde büyüklük tasladınız bir kısmını yalanladınız, bir kısmı­nı da öldürdünüz; ha!

 

"Andolsun ki Biz Musa'ya o kitabı" Tevrat'ı "yardik ve ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler gönderdik." Peygamberler biri diğerinin pe-şisıra geldiler. Birbiri ardınca göndermeye "takfiye" denilir. Boynun arka kıs­mı demek olan "kafâ"dan alınmıştır. Arkasından gelindiği takdirde "istikfâ" ta'biri kullanılır. Şiir kafiyesi de buradan gelmektedir. Çünkü kendisinden ön­ceki sözün izinden gider. Kafiye aynı zamanda kafa (boynun arka) anlamın­dadır. Hadis-i şerifte geçen: "Şeytan sizden herhangi birinizin başının kafi­yesi (arka kısmı) üzerine düğüm atar" [12] ifadesi de buradan gelmektedir.

"Kafiyy" ve "kefâvet" ikramda bulunulmak istenen kimseye saklanan süt ve benzeri şeyler demektir. Kötülük yaptığını iftira yoluyla ileri sürmek, it­ham etmek anlamını ifade için de bu kökten gelen kelimeler kullanır. "Kuf-vet" ise, seçkin kimseler anlamındadır. İbn Dureyd: (Bu kök) zıt anlamlı ke­limelere benziyor, der.

İlim adamları der ki: Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Sonra rasullerimi-zi birbiri ardınca gönderdik." (el-Mü'minun, 23/44) buyruğunu andırmak­tadır.

Hz. Musa'dan Hz. İsa'ya kadar gelen bütün peygamberler Tevrat'ın kabul edilmesi, hükümlerine uyulması gerektiğini de belirtmişlerdir.

Rasûl kelimesinin çoğulu ise Hicazlıların şivesinde rusul, Temimlilerin şi­vesinde ise rusl şeklinde gelir. Muzaf olup olmaması arasında da fark olmaz.

Ebu Amr, bu kelimeyi iki harfle izafet edildiğinde hafif (rusl şeklinde), tek harfte izafe edildiğinde ise sakil (rusul şeklinde) okurdu. [13]

 

Hz. İsa'm Beyyinâtı:

 

"Meryem'in oğlu İsa'ya da beyyineler" açık deliller, kesin hüccetler "verdik." Bunlar ise İbn Abbas'ın görüşüne göre yüce Allah'ın Âl-i İmrân Sû-resi'nde (49. âyet) ile Mâide sûresinde (110. âyet-i kerimede) sözünü ettiği hususlardır.

"Onu Ruhu'1-Kuds" Ebû Mâlik ile Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan, Ma'mer'in de Katade'den rivayetine göre Cebrail aleyhisselam'dır; "ile destekledik." Ha­san b. Sabit de şöyle demiştir:

"Cibril de aramızda Allah'ın rasûlüdür

Ve o Ruhu'l-kuds'tür; bunda hiçbir kapalılık yoktur."

en-Nehhâs der ki: Hz. Cebrail'e "ruh" denilip "kuds"e izafe edilmesinin se­bebi yüce Allah'ın tekvini ile var olup kendisini doğuran bir baba olmaksı­zın ruh olarak yaratılmış olmasındandır. Bu sebepten dolayı Hz. İsa'ya da "ruh" adı verilmiştir.

Galib b. Abdullah Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Kuds, aziz ve celil olan Allah'tır. el-Hasen de aynı şekilde el-Kuds Allah'tır, onun ruhu ise Cibril'dir, demiştir.

Ebu Ravk, ed-Dalıhâk'tan, o İbn Abbâs'tan "Ruhu'1-Kuds ile" buyruğu hak­kında şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bu, Hz. İsa'nın kendisi vasıtasıy­la ölüleri dirilttiği isimdir. Bunu aynı şekilde Said b. Cübeyr ve Ubeyd b. Umeyr de söylemiş olup Allah'ın ism-i azamidir (derler).

Ruhu'l-Kuds'ten kastın İncil olduğu da söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerim'e yü­ce Allah'ın şu buyruğunda "ruh" adı verildiği gibi yüce Allah İncil'e de bu şe­kilde "ruh" adını vermiş bulunmaktadır: "Böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik." (eş-Şûrâ, 42/52)Ancak birinci görüş daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kuds ise temizlik, paklık anlamındadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/30. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [14]

 

Hevâlarına Uymayan Bir Peygamber Gelirse...

 

"Size nefislerinizin nevasına uymayan" ona uygun ve yatkın gelmeyen, yani nefislerinizin sevmediği, hoşlanmadığı "bir peygamber geldiği her seferinde büyüklük tasladınız." Peygamberleri hakir görerek ve onunla bir­likte risaletin gönderilmesini uzak bir ihtimal kabul ederek onun çağırışını kabul etmeyip büyüktendiniz.

Hevâ, asıl anlamı itibariyle bir şeye meyletmek demektir. Çoğulu -Kurân-ı Kerîm'de geçtiği şekilde- "ehvâ" şeklinde gelir. "Nedâ" kelimesini Araplar "en-diye" şeklinde çoğul yapmış olsalar dahi, (aynı vezinde olmak üzere): "ehvi-ye" şeklinde gelmez. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Meclislerin kurulduğu bir cumâdâ (ayı) gecesinde ki;

Karanlığında köpekler çadır iplerinin bağlandığı kazıklan görmezler."

el-Cevherî der ki: Bu şekildeki çoğul şâzz (nâdir ve istisnaî) bir kullanım­dır.

Hevâ'ya bu adın veriliş sebebi, sahibini cehenneme doğru yuvarladığın­dan (yehvî) dolayıdır. O bakımdan bu kelime çoğunlukla hak olmayan ve ha­yır bulunmayan şeyler hakkında kullanılır, başka şeyler hakkında kullanıl­maz. İşte bu âyet-i kerime de bu türdendir. Nadiren hak ilel ilgili olarak da kullanılır. Hz. Ömer'in Bedir'de alınan esirler hakkında söylediği şu söz böy­ledir: Rasûlullah (s.a) Ebu Bekir'in dediğini sevdi (heviye) fakat benim de­diğimi sevmedi. [15] Hz. Âişe de sahih hadiste belirtildiğine göre Peygamber (s.a)'e şöyle demiştir: "Allah'a yemin ederim gördüğüm o ki, senin Rabbin hevâm (sevdiğini, arzunu) yerine getirmekte acele davranıyor." [16] Bu iki ha­disi de Müslim rivayet etmiştir.

"Bir kısmını yalanladınız." İsa ve Muhammed (ikisine de selâm olsun) gibi.

"Bîr kısmını da öldürdünüz ha!" Yahya ve Zekeriyya (ikisine de selâm olsun) gibi. İleride de yüce Allah'ın izniyle İsra Sûresi'nde (7. âyetin tefsirin­de) buna dair açıklamalar gelecektir. [17]

 

88. Kalplerimiz kılıflıdır, dediler. Bilakis Allah, küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Onlar ne kadar az iman ederler!

 

Yahudiler "kalplerimiz kılıflıdır, dediler." Yani üzerlerinde örtüler var­dır. Yüce Allah'ın: "Bizi davet ettiğin şeyden ötürü (ona karşı) kalplerimiz örtüler içindedir." (Fussilet, 41/5) buyruğuna benzemektedir. Yani bizim kalp­lerimiz onları örten kaplar içerisindedir. Mücahid der ki: Onlar üzerinde per­deler vardır. İkrime, onlar mühürlüdürler anlamındadır, demektedir. Dilci­ler de: Kılıcı kılıfladım, ona kılıf yaptım anlamındadır, derler.

"Kılıflı kalp" demek, anlama ve ayırdetmeye karşı örtülü kalp demektir. İbn Abbas, el-A'rec ve İbn Muhaysin bunu şeklinde lam harfini öt-reli olarak okumuşlardır.

İbn Abbas der ki: Yani bizim kalplerimiz ilimle zaten doludur. Muhammed (s.a)'ın bilgisine de başkasının bilgilerine de ihtiyacı yoktur. Bu kelimenin "ği-lâf' kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir.

Yani bizim kalplerimiz zaten ilmin kaplan durumundadır. Ne diye bu kalp­lerimiz pek çok ilmi kuşatmış olmakla birlikte (anlamış olmasına rağmen) sen­den birşey anlayamıyor? Şu anlama geldiği de söylenmiştir: Kalplerimiz ilim dolu kalpler olduğu halde Muhammed'in (s.a) ilmi, o kalplerimizin bilgisi dı­şında değildir.

Ancak yüce Allah: "Bilakis Allah, küfürleri yüzünden onlara lanet etmiş­tir, onlar ne kadar az iman ederler" diye iddialarını reddetmektedir. Arka­sından da onların imandan kaçışlarının sebebini beyan etmektedir. Bu ise on­ların daha önce yaptıkları inkâr, küfür ve gösterdikleri yersiz cüretkârlıklar dolayısıyla lanete uğratılmış olmalarıdır. İşte bu günaha daha büyüğü ile ce­za vermektir.

Arap dilinde "lanet etme"nin asıl anlamı kovmak ve uzaklaştırmaktır. Kurda da laîn (kovulan) denilmiş. Kovulmuş adama da "laîn" adı verilir, eş-Şemmâh da şöyle demiştir:

"Onunla keklikleri korkuttum ve uzaklaştırdım yanından Kovulmuş (lain, lanetli) adam gibi duran kurdu da."

Burada aslında ifade: "Adam gibi duran kovulmuş kurdu da" takdirinde­dir.

Buna göre "onlara lanet etmiştir" buyruğu, Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır, demek olur. Tevfik ve hidâyetinden uzak tutmuştur, her tür­lü hayırdan uzak tutmuştur anlamına geldiği de söylenmiştir ki bu sonuncu­su genel bir anlam ifade eder.

"Onlar ne kadar az iman ederler!" buyruğu hafzedilmiş bir mastarın sı­fatıdır; onlar az iman ederler takdirindedir.

Ma'mer der ki: Bunun anlamı: Onlar ancak ellerinde bulunanın az bir kıs­mına iman eder, çoğunu ise inkâr eder, kâfir olurlar. Yani onlar çok az iman ediyorlar, demek olur.

el-Vakidî der ki: Bunun anlamı ise az veya çok hiçbir şekilde iman etmez­ler, demektir. Günlük konuşmada: Bunu ne kadar da az yapıyor, ifadesini hiç­bir şekilde yapmıyor manasında kullanmamıza benzer.

el-Kisaî der ki: Araplar: Pırasası ve soğanı dahi çok az biten bir toprak­tan geçtik, derken; hiçbir şey bitirmeyen, hiçbir şeyin bitmediği bir toprak­tan geçtik, demek isterler. [18]

 

89- Daha önce kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlarken, onlara Allah katından beraberlerinde bulunanı tasdik edici bir kitap gelin­ce; işte o tanıdıkları kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler. Ar­tık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir.

 

"Daha önce kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlarken" yardım talep ediyorlarken "onlara" yahudilere "Allah katından beraberlerinde bulunanı" Tev­rat'ı ve İncil'i "tasdik edici" onlarda bulunanı haber verici "bir kitap" yani Kur'ân-ı Kerim "gelince, işte o tanıdıkları kendilerine geldiğinde onu in­kâr ettiler."

Fetih istemek (istiftah): yardım dilemek demektir. Hadis-i şerifte belir­tildiğine göre Peygamber (s.a) muhacirlerin fakirleri ile -yani onların dua ve namazları ile -"fetih (zafer)" isterdi. [19] Yüce Allah'ın: "Olur ki Allah fethi (za­feri) veya kendi katından bir emir verir de..." (el-Maide, 5/52) buyruğunda-ki fetih de bu anlamdadır. Nasr (yardım) ise kapalı bir şeyi açmak (feth) de­mektir. Buna göre bu kelime Arapların kapıyı açtım (fetahtu) demelerinden gelmektedir.

Nesaî, Ebû Said el-Hudrî'den Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Allah'ın bu ümmete yardımı (nasrı) zayıfları, onların duala­rı, namazları ve ihlasları sayesindedir." [20]

Yine Nesaî Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bana zayıf kimseleri getiriniz. Çünkü siz­ler ancak zayıflarınız sayesinde rızıklanır ve yardım olunursunuz." [21]

İbn Abbas der ki: Hayber yahudileri Gatafanlılarla savaşırdı. (Bir seferin­de) karşı karşıya geldiklerinde yahudiler bozguna uğradılar. Yahudiler şu du­ayı yaptılar: Senden ahir zamanda bize göndereceğini vadettiğin o ümmi pey­gamber hakkı için onlara karşı bizleri muzaffer etmeni diliyoruz. İbn Abbas devamla der ki: Karşılaştıklarında yahudiler bu duayı yapıyorlar ve Gatafan-lıları bozguna uğratıyorlardı. Peygamber (s.a) gönderilince de onu inkâr edip kâfir oldular. Bunun üzerine yüce Allah: "Daha önceden kâfirlerin aleyhine feth istiyorlarken" yani ya Muhammed senin vasıtan ile yardım istiyorlarken buyruğunu., "artık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir" bölümü­ne kadar inzal buyurdu.

"...onlara... gelince" anlamındaki buyrukta yer alan: inde"nin ce­vabı, -el-Ferrâ'ya göre tanıdıkları kendilerine geldi­ğinde" buyruğunda yer alan "fâ" ve ondan sonra gelen buyruklardır. el-Ah-feş Said ise der ki: Bu edatın cevâbı, işiten tarafından bilindiği için hazfedil-miştir. ez-Zeccâc da böyle demiştir.

el-Müberred ise der ki: "Onlara... geldiğinde" buyruğunda yer alan (U)in cevabı "Onu inkâr ettiler" buyruğunda verilmiştir. Bu edatın ikinci defa tek­rarlanması ifadenin uzunluğundan dolayıdır. Bunun anlamı ise günahlarını söyletmek ve pekiştirmektir. [22]

 

90. Allah'ın kullarından dilediği kimseye lütfundan inzal etmesini kıskanıp Allah'ın indirdiğini inkâr etmek karşılığında nefisle­rini satmaları ne kötüdür! Böylece gazap üstüne gazaba uğradı­lar. Kâfirler için küçültücü bir azap vardır.

 

"... nefislerini satmaları ne kötüdür!" Arap dilinde; "ne kötüdür (bi'se)!" yergi ifade eder. Nitekim "ne iyidir (ni'me)" de övgü için kullanılır. Bu iki fi­ilin şu şekilde dört türlü söyleyişi vardır: Sibeveyh'e göre ifadenin takdiri şöyledir: Kâfir olmak suretiyle nefisle­rini satmaları ne kötü bir iştir! [23] el-Ferrâ da der ki: Yani onlar Allah'ın in­dirdiklerini inkâr etmek karşılığında nefislerini satmış oldular. Anlamı da şu­dur: Onlar hakkı batıla, imanı küfre değiştirdiklerinde kendileri için çok kö­tü bir tercih yapmış, çok kötü bir seçimde bulunmuş oldular.

"Kıskanıp..." es-Süddî ile Katade'ye göre "Bağy" kıskançlık demektir, el-Esmaî'ye göre ise yara kötü bir hal aldığında kullanılan dan alınmıştır. Asıl anlamınının "taleb etmek, istemek" olduğu da söylenmiştir. Za-niye'ye "bağiyy" denilmesi bundan dolayıdır.

"Kullarından dilediği kimseye lütfundan inzal etmesini kıskanıp"; ya- "...Allah'ınindirmesini" anlamındaki buyruğu İbn Kesir, Ebî Amr, Ya'kub ve İbn Muhaysın şeklinde okumuşlardır. Kur'an'ın sa­ir yerlerinde de bu kelimeyi böylece okurlar. Ancak Hicr Sûresi 21. âyette­ki: ile el-En'am 37 deki, bundan müstesnadır.

"Böylece gazap üstüne gazaba uğradılar." Yani gazap ile döndüler. El­lerine gazap geçmiş oldu. "Onlara gazab"ın anlamına dair açıklamalar da­ha önceden (Fatiha, 1/7. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

Allah'ın gazabı ise O'nun cezası demektir. Birinci gazabın buzağıya tap­tıklarından dolayı olduğu, ikinci gazabın ise Muhammed (s.a)'i inkâr etme­lerinden dolayı olduğu da söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbas'a aittir. İkrime de şöyle demiştir: Çünkü onlar önce Hz. İsa'yı sonra da Muhammed (s.a)'i inkâr ederek kâfir oldular. Kastettiği kimseler ise yahudilerdir. Said'in riva­yetine göre ise Katade şöyle demiştir: Birinci gazab, İncil'i inkâr etmeleri, ikin­cisi ise Kur'ân'ı inkâr etmeleri dolayısıyla olmuştur. Bazıları da şöyle demiş­tir: Burda anlatılmak istenen gazabın pekiştirilmesi ve onların içinde bulun­dukları durumun sıkıntılı olduğunun ifade edilmesi içindir. Yoksa iki ayrı ma-siyet sebebiyle iki ayrı gazaba, uğradıkları anlamında değildir.

"Küçültücü (muhîn)" kelimesi "hevân"dan alınmadır. Bu ifade, müslüman isyankârların uzun süre kalışlanndan farklı olarak cehennemde kâfirlerin ebe-diyyen kalışlarını gerektiren durumlar hakkında kullanılır. Müslümanların ce­hennemde kalışları ise onlar için bir arındırma ve temizlemedir. Tıpkı zina edenin recmedilmesi, hırsızın elinin kesilmesi gibi. İleride yüce Allah'ın iz­niyle en-Nisâ Sûresi'nde (16. âyette) buna dair açıklamaları ihtiva eden Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen hadiste de bu husus belirtilecektir. [24]

 

91. Onlara: "Allah'ın indirdiğine iman edin" denildiği zaman: "Biz, bize indirilene iman ederiz" derler ve arkasından geleni de in­kâr ederler. Halbuki o beraberlerindekini doğrulayıcı bir ger­çektir. De ki: "Madem ki mü'min idiniz, öyleyse daha önce Al­lah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?"

 

"Onlara: Allah'ın indirdiğine" Kur'ân-ı Kerime "iman edin" tasdik edin "denildiği zaman: Biz, bize indirilene" Tevrat'a "iman ederiz" onu tasdik

ederiz "derler ve arkasından geleni" yani el-Ferrâ'ya göre onun dışında ka­lanları, Katade'ye göre de ondan sonra geleni "de inkâr ederler." Ebu Ubeyde de Katade'nin görüşünü benimsemiştir. İki görüş arasında da fark yoktur.

el-Cevherî der ki: Verâ, arka anlamındadır, ön anlamına kullanıldığı da olur. O bakımdan bu kelime zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Çünkü arkalarında her gemiyi zorla gasbeden bir kral var­dı." (el-Kehf, 18/79) diye buyurmaktadır ki burada da "önlerinde.." anlamın­dadır. Bu kelimenin küçültme ismi: "Vurayyie" şeklinde gelir ve şâzz bir ke­limedir.

Âyet-i kerimede bu kelimenin mansub gelmesi, zarf olduğundandır. el-Ah-feş'e göre merfû olarak ve muzaf olmayarak kullanılması halinde, nihâî u-zaklık anlamını ifade eder ve o taktirde isim olur. O taktirde de irab olma­yan (gayr-i mütemekkin) bir isim olup "min kablu, min ba'du: önceden, son­radan" isimlerine benzer. Tanık olarak da (el-Cevherî) şu beyiti zikretmek­tedir:

Ben sana (gelecek bir zarardan yana) emin olmazsam ve eğer

Sana kavuşmak da ancak ötelerin ötesinden olabiliyorsa..."

Derim ki: Şefaat hadisinde İbrahim (as)in söyleyeceği belirtilen: "...Ben an­cak uzaktan uzağa bir halil idim." [25] ifadesi de bu kabildendir.

Bu kelime torun anlamına da gelmektedir.

"Halbuki o... gerçektir" buyruğu müpteda ve haber; "doğrulayıcı" buy­ruğu, Sibeveyh'e göre te'kid edici haldir. "Beraberlerindekini" buyruğunda yer alan lâm harfi ile cer mahallindedir,): beraberlerinde" buy­ruğu onun sılasıdır.

"Halbuki o beraberlerindekini doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: Madem ki mü'min idiniz" yani iman edilmesi gereken şeylere inanan kimseler idi­niz "öyleyse daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordu­nuz?" Yüce Allah onların kendilerine indirilenlere iman ettiklerini söyledik­leri sözlerini reddetmekte, bu hususta onları yalanlayıp azarlamaktadır. An­lamı şudur: Size bu iş yasaklandığı halde neden Allah'ın peygamberlerini öl­dürmüş bulunuyorsunuz?

Burada hitap Muhammed (s.a)'ın huzurunda bulunanlara olmakla birlikte kastedilenler geçmişleridir. Geçmişlerin çocuklanna bu şekilde hitabın yönel-tiliş sebebi ise, peygamberleri öldüren o kimseleri veli ve dost edinmeleridir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Eğer Allah'a, Peygambere ve ona indirilene iman ediyor olsalardı onları veliler edinmezlerdi." (el-Mâide, 5/81) Onları veli edindiklerine göre onlar da veli edindikleri kimselerin durumun­dadırlar, demektir. Şöyle de açıklanmıştır: Onlar atalarının yaptıkları işe razı oduklarından dolayı bu öldürme işi de onlara nisbet edilmiştir.

"(öjicJû): Öldürüyorsunuz" fiilinin, anlam itibari ile mazi olmakla birlik­te muzâri' gelmesinin sebebi, "daha önce" anlamındaki buyrukla herhangi bir karışıklığın önlenmiş olmasındandır. Herhangi bir karışıklığa meydan ver­meyecekse mazinin muzâri', muzâri'in mazi anlamında kullanılması mümkün­dür. el-Hutay'a da şöyle demiştir:

"Hutay'a şahitlik etti (edecek) ki; Rabbimin huzuruna çıkacağı gün

Özür dilemek Velid'e daha uygundur."

Görüldüğü gibi burada "tanıklık etti" "edecek" manasınadır.

"Madem ki mü'min İdiniz" niçin peygamberlerin öldürülmesine razı ol­dunuz?

Buradaki "( 01): Madem ki" edatının  anlamında olduğu da söylen­miştir. (Buna göre buyrukların anlamı şöyle olur: "Öyle İse Allah'ın peygam­berlerini niçin öldürüyordunuz? Siz (esasen) iman etmiyordunuz.")

Buyruktaki ": ...o şeyi"nin aslı  şeklinde olup Elif harfi, istifham (soru) ile haberi birbirinden ayırd etmek içindir. Burada vakf yapmamak ge­rekir. Çünkü burada sonuna (sakin) bir "he" getirmeden vakıf yapılırsa lahn (dil hatası) olur, kabul gören hat şekline ilâvede bulunmuş olur. [26]

 

92. Andolsun ki Mûsâ size beyyinelerle gelmişti. Sonra siz onun ar­dından zalimler olarak buzağıyı (ilah) edindiniz.

 

"Andolsun ki Mûsâ size beyyinelerle gelmişti" buyruğundaki (vav har­finden sonra gelen): "lam" yemin içindir. Sözü geçen "el-beyyinât" ise yü­ce Allah'ın: "Andolsun ki Musa'ya dokuz tane apaçık âyet (ayâtin beyyinât) vermiş idik." (el-İsra, 17/101) buyruğunda sözü geçenlerdir. Bunlar ise asa, kıtlık yılları, el, kan, tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ile denizin yarılma­sı mucizeleridir. Sözü geçen beyyinât'ın Tevrat ve ondaki açık belgeler ol­duğu da söylenmiştir.

"Sonra siz onun ardından zalimler olarak buzağıyı (ilah) edindiniz." Bu buyruk onlar için bir azardır. " Sonra" edatı azarlamak hususunda "vav" harfinden daha beliğdir. Yani sizler âyetlere baktıktan ve âyetlerin size gel­mesinden sonra buzağıyı ilah edindiniz, anlamındadır. Bu onlann bu işi apa­çık âyetlere gereken şekilde eğilmek üzere bir süre geçtikten sonra yaptık­larını göstermektedir ki, bu da onların suçlarının daha büyük olduğunu ifa­de eder. [27]

 

93- Hani Biz sizden söz almış ve Tûr'u üstünüze kaldırıp: "Size ver­diğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin" (demiştik). Onlar: "Dinledik, isyan ettik" demişlerdi. (Çünkü) küfürleri yüzünden buzağı kalplerine içirilmişti. De ki: "Eğer mü'minler iseniz, imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!"

 

"Hani Biz sizden söz almış ve Tûr'u üstünüze kaldırıp: 'Size verdiğimi­zi kuvvetle tutun ve dinleyin' (demiştik)." Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/63-64. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır.

"Dinleyin" itaat edin, anlamındadır. Yalnızca söylenen sözü idrak edip kav­rayın, şeklinde bir emirden ibaret değildir. Anlatılmak istenen ise dinledik­leriniz gereğince amel edin, onlara bağlı kalın şeklindedir.

Namaz kılan kimsenin söylediği: Semiallahu limen hamideh (Allah ken­disine hamdeden kulunu işitmiştir) sözlerinin anlamı da onun dileğini kabul etti, isteğine icabet etti, demektir. Şair der ki:

"Allah'a dua ettim, nihayet şundan korktum: Allah dediğimi işitmez (kabul buyurmaz) diye."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Dinlemek, itaat etmek ve teslim olmak Temimoğulları için daha hayırlıdır ve daha esenliklidir."

"Onlar: Dinledik,isyan ettik, demişlerdi." Bu, dilleriyle söyleyerek ger­çekten ifade ettikleri bir söz mü yoksa bizzat söylenmiş bir söz yerine geçen işledikleri bir fiil olup burdaki ifadenin mecaz mı olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Havuz doldu ve: Yeter bana artık, dedi Yavaş ol, ağır ol, karnımı doldurdun, dedi."

Bu, onların: "Biz bize indirilene İman ederiz" (âyet, 91) şeklindeki söz­lerine karşı aleyhlerine bir delillendirmedir.

"Küfürleri yüzünden buzağı"nın sevgisi "kalplerine içirilmişti." Yani kalplerine bu sevgi içirilir oldu. İfade bir teşbih ve bir mecazdır. Buzağının sevgisinin ve ilah olduğunun kalplerinde iyice yer ettiğini ifade etmektedir. Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Fitneler hasır gibi çubuk çubuk kalp­lere sunulur. Hangi kalbe bu (fitneler) içirilirse ona siyah bir nokta konulur..." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [28] Deyim olarak: Onun kalbine filan şeyin sevgisi içirildi denilir. Şair Züheyr de der ki:

"içimdeki bir sevgiden sonra ayıkıp kendime geldim Sevgi dediğin şey kalbine içirdiğin bir zehirdir."

Burada buzağının sevgisi "yemek" ile değil de "içmek" ile ifade edilmiş­tir. Çünkü içilen su iç taraflarına ulaşacak şekilde azalara nüfuz eder. Yiye­cek ise bu şekilde nüfuz edemez. Bu manayı tabiînden birisi daha da ileri­ye götürerek hanımı Asme hakkında bir şiir söylemiştir. O hanımına yaptı­ğı bir iş dolayısıyla kızmış, hanımını boşamıştı, hanımını da oldukça seviyor­du. İşte onun sevgisini dile getirirken şunları söyler:

"Asme'nin sevgisi içime nüfuz etti, kalbimin;

Çok basittir sevginin görünen kısmı görünmeyenine göre.

Ulaştı sevgisi içeceğin dahi ulaşmadığı yerlere

Kederin de sevginin de ulaşmadığı yerlere,

Onunla birlikte olduğum zamanları hatırladığımda neredeyse

Uçacak oluyorum eğer bir insan uçarsa."

es-Süddî ve İbn Cüreyc de der ki: Mûsâ (a.s) buzağıyı törpü ile törpüledi ve onu suya serpti. İsrailoğullarına da-. Haydi bu sudan içiniz, dedi. Hep­si o sudan içti. Buzağıyı seven kimsenin dudakları üzerinde törpülenen al­tının tozları dışan çıktı. O sudan kim içtiyse mutlaka delirdiğine dair bir ri­vayet de el-Kuşeyrî tarafından nakledilmektedir.

Derim ki: Buzağının suya savurulmasına yüce Allah'ın: "Sonra Biz onu de­nize darmadağın edip savuracağız." (Taha, 20/97) buyruğu delalet etmek­tedir. Suyun içilmesi, törpülenen tozlann dudaklar üzerinde görülmesi iddi­asını ise yüce Allah'ın: "Buzağı kalplerine içirilmişti" buyruğu reddetmek­tedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"De ki: Eğer mü'minler iseniz, imanınızın size emrettiği şey ne kötü­dür!" Yani sizin: Bize indirilene iman ederiz, sözlerinizle sahibi olduğunu­zu iddia ettiğiniz imanınız size ne kötü şeyleri emretmektedir!

Denildiğine göre bu buyruk, Peygamber (s.a)'a hitap olup bu şekilde on­ları azarlamalannı emretmektedir. Yani Ya Muhammed, onlara de ki: Sizin bu yaptığınız ve bu imanınızın size yapmayı emrettiği bu şeyler ne kadar kötü­dür!

"Ne kadar kötüdür" anlamına gelen (bi'se) buyruğuna dair açıklamalar daha önceden: (Bakara, 2/90. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnızca Allah'a mahsustur. [29]

 

94. De ki: "Eğer Allah nezdinde âhiret yurdu insanlar arasından siz­den başka kimseye değil de yalnız sizin ise, o halde ölümü te­menni edin, eğer doğru söyleyenler iseniz."

95.  Fakat onlar önceden ellerinin gönderdikleri sebebiyle onu hiçbir zaman temenni etmezler. Allah zalimleri çok iyi bilendir.

 

Yahudiler -yüce Allah'ın kitab-ı keriminde bizlere de naklettiği- batıl bir­takım iddialarda bulunmuşlardır. Bu batıl iddialarını yüce Allah şu ve ben­zeri diğer buyruklarda bizlere aktarmış bulunmaktadır: "Sayılı günler dışın­da bize kat'iyyen cehennem ateşi dokunmaz" (el-Bakara, 2/80); "Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete girmez, dediler" (el-Bakara, 2/111) ve ayrıca: "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz" (el-Maide, 5/18) gibi söz­ler söylediler.

Yüce Allah ise bütün bu hususlarda onları yalanladı ve delil getirmek zo­runda bırakarak şöyle buyurdu: "Onlara de ki" ya Muhammed: "Eğer Allah nezdinde âhiret yurdu" cennet "insanlar arasından sizden başka kimse­ye değil de yalnız sizin ise, o halde ölümü temenni edin, eğer" söylediği­niz bu sözlerinizde "doğru söyleyenler iseniz."

Çünkü cennet ehlinden olduğuna inanan bir kimse ölümü dünya hayatın­dan daha çok sever. Buna sebep ise ulaşacağı cennet nimetleridir. Ve dün­yadaki sıkıntı ve eziyetlerden kurtulup bunların son bulmasıdır. Ancak on­lar işlediklerinin çirkinliği ve "Biz Allah'ın oğulları ve çocuklarıyız" sözleriy­le kâfir olduklarını bildikleri, dünya hayatına olan tutkuları dolayısıyla, Al­lah'tan korktuklarından ölümü temenni etmekten geri kaldılar, böyle bir şe­ye yanaşmadılar.

Bundan dolayı yüce Allah hak buyruğu ile onların durumunu haber ve­rerek: "Fakat onlar önceden ellerinin gönderdikleri sebebiyle onu hiçbir zaman temenni etmezler, Allah zalimleri çok iyi bilendir" buyruğu ile ofi-ların yalancı olduklarını çok açık ve kesin bir şekilde ifade buyurmuştur. Ay­nı şekilde eğer ölümü temenni etmiş olsalardı mutlaka ölürlerdi. Nitekim Pey­gamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yahudiler, ölümü temen­ni etmiş olsalardı ölürler ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi." [30]

Denildiğine göre yüce Allah onları böyle bir temenniyi açığa vurmaktan alıkoydu ve sadece birşey söylememek durumuna maruz bıraktı. Tâ ki bu­nu peygamberine bir mucize ve bir âyet kılsın diye. İşte bunlar, onların böy­le bir temenniyi terkedişlerine dair üç ayrı izahtır.

İkrime ise İbn Abbas'tan yüce Allah'ın: "Ölümü temenni ediniz" buyru­ğunda anlatılmak istenenin bizden ve sizden hangi kesim yalan söylüyor ise ona ölümün gelmesi için beddua ediniz, demek olduğuna dair açıklamada bulunduğunu kaydetmektedir. Ancak kendilerinin yalancı olduklarını bildik­lerinden dolayı böyle bir duada bulunmadılar.

Eğer: Temenni kimi zaman dil ile kimi zaman kalp ile olabilir. Onların kalp­leriyle böyle bir şeyi temenni etmedikleri nereden bilinmektedir, diye soru­lursa şu cevap verilir: Kur'ân-ı Kerim bunu: "Onu hiçbir zaman temenni et­mezler" buyruğu ile ifade etmektedir. Kalpleriyle böyle bir şeyi temenni et­miş olsalardı, Peygamber (s.a)'a cevap vermek ve onun kendilerine karşı ge­tirdiği delili çürütmek kasdıyla dilleriyle elbette açığa vururlardı ki bu açık­ça anlaşılan bir husustur.

"Hiçbir zaman" (anlamına: ebeden, ebediyyen) kelimesi az çok zaman dilimleri hakkında kullanılır. Hîn ve vakit gibi. Burada ise ömrün başından ölüme kadar olan süreyi kapsamaktadır.

": O şey sebebiyle" buyruğundaki  anlamında olup aid (o, anlamındaki zamir) hazf edilmiştir. İfade ise; "Önden gönderdikleri o şey* takdirindedir. Bu "mâ" masdar anlamını veren türden olursa, aide gerek kal­maz.

"Elleri" anlamındaki kelime, ref mahallindedir. Esre ile birlikte söylenme­si ağır geldiğinden ötürü damme hazfedilmiştir. Eğer nasb edilmesi gerekir­se o taktirde harekesini alır. Çünkü nasbin telaffuzu kolay olur. Şiirde sakin (harekesiz olarak, med harfi gibi) gelmesi de caizdir.

" Allah zalimleri çok iyi bilendir" buyruğu mübteda ve haberdir. [31]

 

96. Andolsun ki sen onları insanlar arasında -müşriklerden bile- ha­yata daha tutkun kimseler bulursun. Onlardan her birisi ken­disine bin yıl ömür verilsin ister. Halbuki onun ömrünün uza­tılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir. Allah onların yap­makta olduklarını hakkıyla görendir.

 

"Andolsun ki sen onları" yahudileri "insanlar arasında -müşriklerden bile - hayata daha tutkun kimseler bulursun." Buna sebep ise günahları­nı ve Allah katında karşılığını görecekleri bir hayırlarının olmadığını bilme­leridir. Arap müşrikleri ise bu dünya hayatından başkasını bilmezler. Onlar ahireti tanımazlar. Nitekim Arap müşriklerinden şair birisi (İmruu'1-Kays) şöy­le demektedir:

"Dünyadan faydalan, çünkü sen fanisin Sarhoşlukla ve güzel kadınlarla."

"Onlardan her biri" buyruğundaki zamir bu açıklamaya göre yahudile-re aittir.

Burada sözün "hayat" kelimesi ile tamam olduğu da söylenmiştir. Bun­dan sonra ise müşriklerden bir kesimin durumu haber verilmektedir. [32]

Oenildiğine göre sözü edilen bu müşrikler taifesi mecûsilerdir. Bu ise on­ların aksıran bir kimseye kendi dillerinde "bin yıl yaşayasın" anlamında dua etmelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Özellikle "bin yıl"ın sözkonusu edilmesinin sebebi ondalıklı sayılar hesabıyla nihaî rakam oluşundan dolayıdır.

el-Hasen'in görüşüne göre ise burada sözü geçen "müşrikler" Arap müşrikleridir. Onların bu özelliklerinin sözkonusu edilmesi ise öldükten sonra dirilişe iman etmeyişleridir.

Bundan dolayı onlar uzun bir ömre sahip olmayı temenni ederler, "sene" kelimesinin anlamı ya da  olduğu söylenmiştir. Bir görüşe göre ise ifadede takdim ve tehir vardır ve bunun anlamı ise şöyle olur: Sen onları ve müşriklerden bir taifeyi insanlar arasında hayata en tutkun kimse­ler olarak görürsün.

"Onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilsin ister." Yani temen­ni eder.  ister" kelimesinin aslı, olup aynı cinsten harekeli iki harf bir araya gelmesin diye böyle kullanılır. Dâl harfinin harekesi de vav har­fine verilerek, fiilin vav harfinin üstün olduğuna delâlet etmesi sağlanmıştır. el-Kisâî  diye bir kullanım nakletmiştir. Buna göre bu fiilin muzari' şek­linin vav harfi esreli olarak gelmesi mümkündür. Anlamı belirtildiği gibi, te­menni etmektir.

"Halbuki onun ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değil­dir." Nahivciler âyet-i kerimede yer alan (ve o anlamına gelen): huve zami­rinin kime ait olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu zamirin daha önce geçen "her biri" kelimesine ait olduğu söylenmiştir. O vakit ifadenin tak­diri şudur: Onlardan herhangi birisinin ömrünün uzatılması, kendisini azap­tan kurtarmaz. Mübtedanın haberi ise mecrûrda ("azabtan" anlamındaki ke­limede) mündemiçtir.

 Ömrünün uzatılması" ise, "kendisini kurtarıcı" nın failidir.

Bir diğer gruba göre de zamir ömrün uzatılmasına aittir. O vakit ifadenin takdirî anlamı şöyle olur: Onun ömrünün uzatılması kendisini azaptan kur­tarıcı değildir.

Haberi ise mecrûrda mündemiçtir. "Ömrünün uzatılması" da bu görüşe göre "ömür vermek" anlamındaki "ta'mir" mastarından bedeldir. et-Taberî de, bir kesimin buradaki "huve" zamirinin (bir yere ait olmayıp) imâd olduğu­nu söylediklerini nakletmektedir.

Derim ki: Bu uzak bir ihtimaldir. Çünkü imâd, birbirinden ayn kalması söz­konusu olmayan iki şey arasında yer alır. Yüce Allah'ın Eğer bu... hakkın kendisi ise..." (el-Enfâl, 8/32) ile: Fakat onlar bizzat zalimler idiler" buyruklarında ve benzerlerinde olduğu gibi.

Bir görüşe göre  amel eden olup "huve" zamiri onun ismidir. Haber ise: "kendisini kurtarıcı" anlamındaki kelimedir.

Bir kesimin kanaatine göre de "huve" zamiri şan zamiridir. İbn Atiyye der ki: Bu, uzak bir ihtimaldir. Çünkü nahivcilerin bilinen görüşüne göre böyle bir zamir, harf-i cersiz bir cümle ile açıklanmalıdır.

"Kendisini azaptan kurtarıcı değildir" buyruğunda geçen (ve mealde kur­tarıcı anlamı verilen kelimenin masdarı olan): zahzahe: Uzaklaştırmak ve ke­nara itmek demektir. Bir şeyi uzaklaştırıp kenara itmek için bu masdardan türemiş olan fiiller kullanılır. Bu fiil lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) ola­bilir. Geçişli anlamıyla şair şöyle demektedir:

"Ey ölümü yaklaşmış nefsin ruhunu kabzeden

Ve ey günahları bağışlayan, sen beni ateşten uzaklaştır."

Zu er-Rimme bu beyiti şu şekilde söylemiştir:

"Ey bir süre isyan etmiş bir bedenden ruhu kabzeden Ve günahları bağışlayan! Sen beni ateşten uzaklaştır."

Bir başka şair de bu fiili geçişsiz olarak şöylece kullanır:

"Dostum, ne oluyor şu karanlığa da bir kenara uzaklaşmıyor? Şu sabah aydınlığına ne oluyor da bir türlü açılmıyor?"

Nesaî de Ebu Hureyre'den Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim Allah yolunda bir gün oruç tutacak olur ise Allah yet­miş yıl süreyle onun yüzünü ateşten uzaklaştırır (zehzeha)." [33]

"Allah yapmakta olduklarını hakkıyla görendir. (Basîrdir)." Yani şu her birileri kendisine bin yıllık bir ömür verilmesini isteyen kimselerin yaptıkla­rını çok iyi bilendir.

Âyet-i kerimede geçen kelimesini te'li olarak okuyanlara göre ifadenin takdiri de şöyledir: Ya Muhammed, onlara de ki, Allah sizin neler yaptığınızı çok iyi görendir.

İlim adamları şöyle demişlerdir: Yüce Allah kendi zatını basîr olmakla ni­telendirmiştir ki bunun anlamı O; bütün işlerin gizliliklerini çok iyi bilendir, şeklindedir. Arap dilinde basîr bir şeyi iyi bilen, ondan gereği gibi haberdar olan demektir. Filanın tıpta basireti vardır, fıkıhta basireti vardır, adamlarla karşılaşmak hususunda basireti vardır, şeklindeki ifadeleri bu kabildendir. Şa­ir der ki:

"Bana kadınları sorarsanız şüphesiz ki ben Kadınların ilaçlarım iyi bilen (basîr) bir doktorum."

el-Hattabî der ki: Basîr, âlim demektir. Basîr aynı zamanda mubsir (yani bilen, gören) anlamındadır. Denildiğine göre şanı yüce Allah'ın kendisini ba­sîr olarak nitelendirmesi, gören şeyleri görücü kılan demektir. Yani gören var­lıklara görme idrâk ve gücünü yaratıp görülen şeyleri idrak edici kılan de­mektir. Allah'ın kullarına basîr olması demek ise, kullarını basiret sahibi (gö­rücü) kılması anlamındadır. [34]

 

97. De ki: "Kim Cebrail'e düşman ise muhakkak ki onu, Allah'ın iz­niyle kalbin üzere önündekini doğrulayıcı, mü'minlere de hi­dâyet ve müjde olmak üzere indirmiştir."

 

Nüzul Sebebi:

 

Yahudiler Peygamber (s.a)'e: Kendisine herhangi bir meleğin rabbinden risalet ve vahiy getirmediği hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu getirenin kim olduğunu bize söyle ki biz de sana tabi olalım, diye sordular. Hz. Peygam­ber de: "O Cebrail'dir" deyince şu cevabı verdiler: Cebrail savaş ve çarpış­mayı getiren kimsedir. O bizim düşmanımızdır. Eğer sen bunun yerine şu yağ­muru ve rahmeti indiren Mikâil olduğunu söylemiş olsaydın, sana uyardık. Bunun üzerine yüce Allah bu âyet-i kerimeyi bir sonraki âyetin sonuna ka­dar inzal buyurdu. Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. [35]

"Muhakkak ki o... kalbin üzere onu indirmiştir.'' buyruğundaki "Muhak­kak ki o" zamirinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre: Mu­hakkak Allah Cebrail'i kalbin üzere indirmiştir. İkincisi ise muhakkak Ceb­rail Kur'ân-ı Kerim'i kalbin üzere indirmiştir.

Özellikle "kalb"in söz konusu edilmesi onun aklın, ilmin ve bilgileri te­lakki etmenin yeri oluşundan dolayıdır. Ayet-i kerime Cebrail (a.s)'ın şere­fini gösterdiği gibi ona düşmanlık edenin yerilmiş olduğunu da göstermek­tedir.

"Onu Allah'ın izniyle" O'nun iradesi ve bilgisiyle "kalbin üzere önün­dekini" Tevrat'ı "doğrulayıcı, mü'minlere de hidâyet ve müjde olmak üzere indirmiştir." Mü'minlere hidâyet ve müjde olmasına dair açıklamalar daha önce (el-Bakara, 2 ve 25. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. [36]

 

98. Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikâil'e düşman olursa şüphesiz ki Allah o kâfirlerin düşmanıdır.

 

"Kim Allah'a... düşman olursa" şart, onun cevabı da: "Şüphesiz ki Allah o kâfirlerin düşmanıdır" buyruğudur.

Bu buyruk Cebrail (a.s)'a düşmanlık eden kimseler için bir tehdit ve bir yergi, ayrıca onlardan birisine düşman olmanın Allah'ın da o düşmanlık ya­pan kimselere düşman olmasını gerektirdiğini ilan etmektedir. Kulun Allah'a düşmanlığı O'na isyan etmesi, O'na itaatten uzak durması, O'nun sevdikle­rine düşmanlık etmesidir. Allah'ın kula düşmanlık etmesi ise onu âzaplandır-ması ve onun üzerinde bu düşmanlığın etkilerini izhar etmesidir.

Eğer: "Melekler"in sözkonusu edilmesi her ikisini de kapsamakla birlik­te neden özellikle Cebrail ve Mikâil sözkonusu edilmiştir? diye sorulacak olur­sa şu cevap verilir: Onların şan ve şereflerini yükseltmek için özellikle isim­leri anılmıştır.Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O ikisinde meyve, hurma ve nar (ağaçlan) vardır." (er-Rahmân, 55/68)

Burada özellikle Cebrail ve Mikâil'in sözkonusu ediliş sebebinin yahudi-lerin bunları sözkonusu etmesi olduğu, âyet-i kerimenin de onların bu ko­nuda soru sormalan sebebiyle nazil olduğundan dolayıdır, da denilmiştir. Çün­kü yahudilerin: "Biz Allah'a ve bütün meleklere düşmanlık etmiyoruz" de­melerinin önünün alınması için bu ikisinin sözkonusu edilmesi gerekliydi. Böylelikle yüce Allah, onların özel bazı meleklerle ilgili olarak yapabilecek­leri yorumlan çürütmek maksadıyla bilhassa onların adını zikretmiştir. [37]

 

Dil Âlimlerine Göre Cebrail, Mikâil (ikisine de selâm olsun) Kelimeleri:

 

Dil bilginlerinin bu iki kelimenin söylenişi ile ilgili olarak farklı açıklama­ları vardır. Cebrail adının on şekilde söylenişi sözkonusudur:

1- Cibril: Hicazlıların şivesinde böyledir. Hassan b. Sabit şöyle demiştir:

"Ve Allah'ın elçisi Cibril bizim aramızda..."

2- Cebrîl: el-Hasen ve İbn Kesir'in kıraati bu şekildedir. İbn Kesir'in şöy­le dediği de rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a)'ı rüyada gördüm. O bunları

Cebril ve Mîkâil şeklinde okuyor idi. Ben de ebediyyen bu şekilde okuyup duracağım.

3- Kûfelilerin Okudukları Şekilde Cebrail: Kûfeliler bu okuyuşlarına delil olarak da şu beyiti gösterirler:

Savaşlarda bulunduk, zaman boyunca bizim bütün askerî birliklerimizin Mutlaka önünde Cebrail vardı."

Bu da Temim ve Kayslılann şivesidir.

4- Cebrail. Medsiz olarak. Bu da Ebu Bekr b. Âsım'ın okuyuşudur.

5- Bir önceki okuyuş gibi fakat sondaki lam'ı şeddeli okumak. Bu da Yah­ya b. Ya'mer'in okuyuşudur. (Cebrail şeklinde).

6- Cebrail: İkrime'nin okuyuşudur.

7- Onun gibi fakat hemzeden sonra yâ ile. (Cebrâyil şeklinde).

8- Cebrayîl: el-A'meş ve Yahya b. Ya'mer aynı şekilde böyle de okumuş­lardır.

9- Cebraîn

10-  Cibrîn: Bu da Esedoğullannın şivesidir.   Taberî der ki: Bu şekilde Kur'ân'da okunmuş değildir. en-Nehhâs -İbn Kesir'in de okuyuşunu sözko-nusu ederek- der ki: "Arap dilinde Fa'lîl vezninde kelime yoktur. (Yani Ceb­ril söyleyişi uygun değildir). Bununla birlikte fî'lîl vezni vardır. (Yani Cibril söylenebilir): Dihlîz, kıtmîr ve bırtîl kelimeleri gibi. Şu kadar var ki Arap ol­mayanların dilinde Arapçada benzeri olmayan birtakım vezinlerin olması red-dolunamaz. Yine bu söyleyişlerin çokça değişikliklere uğramayacağı da söylenemez. Nitekim Acemler'in İbrahim, İbraham, İbrahim, İbrahem, İbra-hum ve İbrâhâm dedikleri bilinen bir husustur. Başkası ise şöyle demekte­dir: Cibril, Arapça olmayan bir isimdir. Araplar bunu arapçalaştırmıştır. O Arap­lar bakımdan bu kelimeyi böyle değişik şekillerde söyleyebilirler; bundan do­layı zaten bu kelime munsarıf (çekimli) değildir.

Derim ki: Biz bu kitabın baş taraflarında [38] bu kelimelerin Arapça olduk­ları görüşünün doğru olduğunu ve Cebrail'in apaçık bir arapça ile bu keli­meleri bu şekilde inzal ettiğini söylemiş idik. en-Nehhâs der ki: Cibril keli­mesi cem'i teksir (kırık çoğul) şeklinde Cebârîl diye gelir.

Mîkâîl kelimesinin ise altı şekilde söylenmesi sözkonusudur:

1- Mîkâyîl: Bu Nâfi'in kıraatidir.

2- Mîkâîl: Bu Hamza kıraatidir.

3- Mîkâl: Hicazlıların şivesidir. Aynı zamanda bu Ebu Amr ve Âsım'dan

4- Mîkeîl: Bu, İbn Muhaysin'in kıraatidir.

5- Mîkâyyîl (iki tane ya ile) Bu da ondan gelen farklı rivayetler ile birlik­te el-A'meş'in rivayetidir.

6- Mîkâel: (Fethalı bir hemze ile İsrâel denildiği gibi): Bu da Arapça olma­yan bir isim olduğundan dolayı munsanf değildir. İbn Abbas'ın zikrettiğine gö­re Cebr, Mîkâ ve İsrâ kelimelerinin hepsi arapça olmayan bir dilde, kul ve kö­le (abd ve memluk) anlamında; îl ise yüce Allah'ın adıdır. O bakımdan Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a)ın Müseylime'nin seci'li söyleyişlerini işitince şöyle deme­si de bu türdendir: Bu îl'den (yani Allah'tan) gelmeyen bir sözdür. Kur'ân-ı Kerim'de de bu kelimenin iki ayrı tefsirinden birisine göre şu buyrukta bu an­lama geçtiği söylenmektedir: "Onlar bir mü'min hakkında ne bir il ve ne de bir ahde riâyet etmezler." (et-Tevbe, 9/10) Burada yer alan "ÎT kelimesinin açık­laması ile ilgili iki görüşten birisine göre îl, Allah'tır; yani hiçbir mü'min hakkında Allah'ın öngördüğü hak ve hukuku gözetmezler demektir. İleride buna dair açıklamalar (et-Tevbe, 8, 10. âyetlerde) gelecektir.

el-Maverdî der ki: Cibrîl ve Mikâîl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi Ab­dullah, ikincisi Ubeydullah (Allah'ın kulu ve Allah'ın kulcağızı) anlamında­dır. Çünkü "îl" yüce Allah demektir. "Cebr" de "kul" demektir. "Mîkâ" ise "kul-cağız" anlamındadır. Sanki Cibril Abdullah, Mikâil de Ubeydullah anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbas'ın görüşüdür. Müfessirler arasında ona bu konu­da muhalefet eden kimse de yoktur.

Derim ki: Bazı müfessirler İsrafil'in Abdurrahman anlamına geldiğini de söylerler. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: "Cebr" kelimesini kul (abd) "îl" kelimesini de Allah diye açıklayan kimsenin: Bu Cebruîl'dir, Cebraîl'i gördüm, Cebriil'e uğradım," demesi gerekir. Ancak böyle birşey denilmediğinden dolayı burada bu ifadenin Cebrail'in adı an­lamına gelmesi sözkonusu olur.

Başkaları ise şöyle demektedir: Eğer onların (müfessirlerin) dedikleri gi­bi (verdikleı i anlam doğru) olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsanf oluşunun terkedilmesi bunun muzaf olmayan tek kelimeden mey­dana gelmiş bir isim olduğunu göstermektedir. Abdulganî el-Hafîz, Eflet b. Halife'den -ki bu Hassan'ın babası Fuleyt el-Amirî'dir- o da Cesre bint De-câce'den o Aişe (r.anlıa)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Cibril'in, Mîkâil'in ve İsrafil'in Rabbi olan Allah'ım! Ce­hennem ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana sığınırım."[39]

 

99- Andolsun ki Biz sana apaçık âyetler indirdik, bunları fasıklar-dan başkası inkâr etmez.

 

İbn Abbas (r. anhumâ) der ki: Bu, İbn Suriya'ya verilen cevaptır. O Rasû­lullah (s.a)'a: Ya Muhammed, sen bize bildiğimiz birşey getirmedin. Allah sa­na apaçık bir âyet (mucize) indirmedi ki o âyet sebebiyle biz de sana uyalım, deyince yüce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Bunu Taberî nak­letmektedir. [40]

 

100. Onlar ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir grup onu bozup atıvermedi mi? Hayır, onların çoğu iman etmezler.

 

"Onlar, ne zaman bir ahidle bağlandılarsa... mi?" buyruğunda yer alan "vav" harfi atıf edatıdır. Onun başına ise soru edatı olan "hemze" gelmiştir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruklannda da bu hemze "fe" harfinden önce gel­miştir: "Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü... " (el-Maide, 5/50); "Sen sağır­lara mı işittireceksin?" (ez-Zuhruf, 43/40); "Onu ve zürriyyetini... mi edinir­siniz?" (el-Kehf, 18/50) Yüce Allah'ın: "Sonra vukua geldi mi..." (Yunus, 10/51) buyruğunda da "(li ): Sonra" kelimesinin başına da gelmiştir. Bu Si-beveyh'in görüşüdür.

el-Ahfeş'e göre ise bu âyet-i kerimedeki (ve benzerlerindeki) vav zaiddir. el-Kisaî'nin görüşüne göre ise bu vav'ın aslı "ev"dir. Kolaylık (teshil) olsun diye "vav" hareke almıştır. Kimisi de sakîn olarak "ev" şeklinde okumuştur. O vakit de bu (JO: Bilakis, hayır anlamına gelir. Nitekim birisi ötekine: Se­ni mutlaka döveceğim der, buna karşılık o da :Veya Allah bana yeter, diye cevap verir. [41]

Bu açıklamaya göre de âyetin bu bölümünün anlamı: "Hayır, onlar ne zaman bir ahid­le bağlandılarsa içlerinden bir gnıp..." şeklinde olur.

İbn Atiyye der ki: Bütün bu açıklamalarda bir zorlama vardır. Doğrusu ise Sibeveyh'in görüşüdür. "( us ): Ne zaman" kelimesi zarf olarak mensûbdur.

Bu âyet-i kerimede kastedilen şahıs Malik b. es-Sayf dir. Bunun adının Ma­lik b. ed-Dayf olduğu da söylenmiştir. O şöyle demişti: Allah'a'yemin ede­rim, bizim Kitabımızda bizden ne Muhammed'e iman etmek diye bir söz alın­mıştır, ne de başka her hangi bir söz. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.

Şöyle de denilmiştir: Yahudiler şöyle söz vermişlerdi: Eğer Muhammed pey­gamber olarak gönderilirse mutlaka ona iman edeceğiz ve Arap müşriklere karşı onun yanında, onunla birlikte olacağız. Fakat Hz. Peygamber, peygam­ber olarak gönderilince onu inkâr ettiler, kâfir oldular.

Ata da der ki: Burada sözü geçen "ahid," Peygamber (s.a) ile yahudiler ara­sında kurulan ve yahudiler tarafından bozulan ahidlerdir. Kurayza ve Nadi-roğullarının yaptıkları gibi. Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "On­lar öyle kimselerdir ki kendilerinden birtakım kimselerle ahidleştikten sonra her seferinde ahidlerini bozarlar ve onlar sakınmazlar da." (el-Enfâl, 8/56)

"İçlerinden bir grup bozup atıvermedi mi?" buyruğunda geçen:

"Nebz": Atmak, fırlatıvermek demektir.

Nebîz ve menbûz da burdan gelmektedir. Ebu'l-Esved şöyle demiştir:

"Gönderdiğin kişi bana haber verdi ki: Sen Sol elinle, yüzçevirerek mektubumu almışsın."

Onun başına bir bakıp bir kenara atmışsın (nebz) Eskiyen ayakkabılarından birisini attığın (nebz) gibi.

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Senin kendilerine adaletli olmalarını emrettiğin kimseler Mektubunu bir kenara attılar (nebz) ve haram olanı helal bildiler."

Bu (bir şeyi atıp fırlatmak), herhangi bir şeyi hafife alıp da gereğince amel etmeyen bir kimse hakkında bir misal olarak verilir. Araplar : Bunu sırtının arkasına koy, arkana at, ayağının altına al, gibi ta'birler kullanırlar. Yani onu terket ve ondan yüzçevir demek isterler. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmak­tadır:

"Onu arkanıza atılmış (değersiz) birşey edindiniz." (Hud, 11/92) el-Ferrâ da şu beyiti nakletmiştir:

"Ey Zeydoğlu Temim, benim sana arzettiğim ihtiyacım

Arkasına atılmış ve benim için cevabını almak zorlaşmış bir hale düşmesin."

"Hayır onların çoğu" buyruğu mübtedadır, "iman etmezler" buyruğu da haber mahallinde ve geleceği de kapsayan (geniş zamanlı) bir fiildir.[42]

 

101. Onlara Allah tarafından beraberlerinde olanı doğrulayıcı bir Peygamber gelince kendilerine kitap verilenlerden bir fırka san­ki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına atmıştır.

 

"Onlara Allah tarafından beraberlerinde olanı doğrulayıcı" bu biraz son­ra gelen "bir peygamberin sıfatıdır. Bunun (mûsâddikan şeklinde) hal ol­ması da mümkündür. (O takdirde anlamı şöyle olur: "... beraberlerinde ola­nı doğrulayıcı olarak..."):

"Bir Peygamber gelince kendilerine kitap"tan kasıt Tevrat'tır "verilen­lerden bir fırka sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına at­mıştır." Çünkü onların Peygamber (s.a)'ı inkâr etmeleri ve onu yalanlama­ları, Allah'ın kitabını yani Tevrat'ı arkalarına atmaları demektir. es-Süddî der ki: Bunlar Tevrat'ı bir kenara attılar ve Asef in kitabı ile Hârut ve Mârût'un sihir kitabını aldılar.

Şöyle de denilmiştir: Burada kitap ile Kur'ân'ın kastedilmiş olması da müm­kündür. eş-Şa'bî der ki: Bu kitap onların ellerinde bulunuyor ve onlar bu ki­tabı okuyorlardı. Fakat onun gereğince ameli bir kenara bırakmışlardı.

Süfyan b. Uyeyne de der ki: Onlar bu kitabı ipeklere, atlaslara sarıp sar­maladılar. Altın ve gümüşle süslediler, fakat helalini helal bilmediler, hara­mını da haram. İşte kitabı sırtlannın arkasına atmaları budur. [43] Buna dair açık­lamalar bir önceki âyet-i kerimede yeteri kadar yapılmıştır.

"Sanki bilmiyorlarmış gibi" buyruğu, bilmeyen kimseye onların halini benzetmektedir. Çünkü onlar, bilmeyen cahil bir kimsenin yaptığı işi yapmış­lardır. Böylelikle bu ifadeden onların bilerek inkâr ettikleri, küfre saptıkla­rı anlaşılmaktadır. [44]

 

102. Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydu­lar. Halbuki Süleyman kâfir olmadı. İki meleğe de birşey (indi­rilmedi). Fakat o şeytanlar kâfir idiler ki insanlara sihri öğreti­yorlardı. Babil'de iki meleğe de bir şey indirilmedi. Harut ile Ma­rufa gelince; onlar: "Biz ancak bir imtihanız, sakın kâfir olma" demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi. İşte o ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi. Onlar Al­lah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi. Ve onlar kendilerine zarar verecek fakat fayda sağ­lamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar, onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı. On­ların kendilerini, karşılığında sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bilmiş olsalardı?!

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız:

 

1- Şeytanların Okudukları:

 

"Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular." Bu

buyrukta yüce Allah, kitabı arkalarına atan kesimin -ki bunlar yahudilerdir-büyüye de tabi olduklarını haber vermektedir. es-Süddî der ki: Yahudiler Tev­rat'ı ileri sürüp Muhammed (s.a)'e karşı çıktılar. Tevrat ile Kur'ân arasında uy­gunluk olduğu ortaya çıktı. Bu sefer Tevrat'ı bir kenara attılar, Asaf in (sihir) kitabını ve Hârût ile Mârût'un sihrini aldılar, ona yapıştılar.

Muhammed b. İshak der ki: Rasûlullah (s.a) Hz. Süleyman'ı gönderilmiş peygamberler arasında sözkonusu edince yahudi alimlerinden birisi şöyle de­di: Muhammed, Davud'un oğlunun bir peygamber olduğunu zannediyor. Hal­buki o, Allah'a yemin ederiz bir sihirbazdan başka birşey değildi. Bunun üze­rine yüce Allah da: "Halbuki Süleyman kâfir olmadı... Fakat o şeytanlar., kâfir idiler" buyruğunu indirdi. Yani o şeytanlar ademoğullarına Hz. Süley­man'ın gösterdiği denizde yürümek, kuşları, şeytanları emri altında müsah-har kılmak gibi mucizelerinin büyü olduğu telkininde bulundular.

el-Kelbî der ki: Şeytanlar büyüye dair bilgileri ve tılsımları Hz. Süyelman'ın katibi Asafın dilinden yazdılar ve Allah, onun mülkünü elinden aldığı sıra­da namaz kıldığı yerin altına gömdüler. Süleyman ise bunun farkına varma­dı. Hz. Süleyman vefat edince oradan çıkartıp insanlara şöyle dediler: O si­ze bu şeyler sayesinde hükümdarlık etti. Haydi bunu siz de öğreniniz. İsra-iloğullarının âlimleri ise şöyle dediler: Bunun Süleyman'ın bilgisi olmasından Allah'a sığınırız. Bayağı ve sıradan kimseler ise: Hayır, bu Süleyman'ın bil-gisidir dediler, onu öğrenmeye yöneldiler, peygamberlerinin kitaplarını red­dettiler. Bu durum Allah (cc), Muhammed (s.a)'ı peygamber olarak gönde-rinceye kadar devam etti. Daha sonra yüce Allah peygamberi Muhammed'in üzerine Hz. Süleyman'ın bu işten ma'zur olduğunu ve ona yapılan bu iftira­dan uzak olduğunu ortaya çıkartarak: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular" buyruğunu indirdi.

Ata der ki: Burada geçen "tetlû" tilavetten gelen okumak anlamındadır. İbn Abbas da der ki: Bu, arkasından gelmek, uymak anlamındadır. Nitekim: İn­sanlar biri öteki ardından geldiler, denildiği zaman bu kelime kullanılır. Ta-berî der ki: "Tabi oldular" kelimesi üstün tuttular, demektir.

Derim ki: Bir şeye uyup onu önüne geçiren bir kimse başkasından üstün tuttuğu için böyle yapar. "Tetlû" ise geçip gitti, devam etti anlamındadır.[45]

Şair de der ki:

Kabrinin yanından geçersen boğazla orada

Onların kanları ile kabrinin dört bir yanını sula,

Çünkü o, kanla ve boğazlanan hayvanlarla kardeş olacak (idi)"

Burada "olacak" anlamındaki muzari' fiil, "idi" anlamındadır.

Buyruktaki ": ...na" edatı, "uydular" anlamındaki fiilin mefulüdür.

Yani onlar şeytanların Süleyman'ın aleyhine uydurdukları şeylere uydu­lar ve onların ardınca gittiler. Burada yer alan "ma" edatının nefy' (olum­suzluk) ifade ettiği söylenmişse de böyle bir görüşün âyet-i kerimenin naz­mı ile hiçbir ilgisi yoktur, sözün doğru olarak anlaşılmasına da imkan vermez. Bunu İbnu'l-Arabi söylemiştir.

"Süleyman'ın mülkü" yani şeriat ve peygamberliği "aleyhinde uydurduk­larına uydular." ez-Zeccac der ki: Süleyman'ın hükümdarlık ettiği dönem hak­kında uydurduklarına uydular, demektir. "Süleyman'ın mülkü ile ilgili olarak" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani Hz. Süleyman'ın kıssaları, nitelikleri ve haberleri ile ilgili olarak uydurduklarına uydular. el-Ferra der ki: Böyle bir yerde "alâ" ve "fî" (üzerine; de, da, hakkında) harflerinin ikisi de (anlam ola­rak) uygundur, kullanılabilir.

Yüce Allah'ın burada "ala mülki Süleyman" deyip de "ba'de mülki Süley­man: Süleyman'ın mülkünden sonra" dememesi yüce Allah'ın şu buyruğu do-layısıyladır: "Senden önce ne kadar bir rasûl ve bir peygamber gönderdiysek mutlaka o bir şey söylemek istediği zaman şeytan onun sözüne birşey atmak istemiştir." (el-Hacc, 22/52); yani onun tilavetine birşeyler karıştırmak iste­miştir.

Şeytanın anlamı ve türediği köküne dair açıklamalar (istiâze'ye dair bil­gi verilirken) yapılmış bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur.

Burada geçen "şeytanlar"in cin şeytanları olduğu söylenmiştir. Bu isimden anlaşılan da budur. Kastın, dalâlette alabildiğine ileri gitmiş, isyankâr insan­ların şeytanları olduğu da söylenmiştir. Cerîr'in şu beyitinde olduğu gibi.

"Onlara duyduğum sevgiden dolayı bir zamanlar beni şeytan diye çağırıyorlardı Ve şeytan olduğum zamanlar onlar da beni seviyorlardı." [46]

 

2- Süleyman Kâfir Olmadı:

 

"Halbuki Süleyman kâfir olmadı" buyruğu ile Allah tarafından Hz. Süley­man'ın günahsızlığı dile getirilmektedir. Âyet-i kerimede ise herhangi bir kim­senin Hz. Süleyman'ı küfre nisbet ettiğine dair bir ifade geçmemiştir. Şu kadar var ki yahudiler Hz. Süleyman'ı sihirbazlıkla nitelendirdiler. Sihir küfür oldu­ğundan dolayı adeta Hz. Süleyman küfre nisbet edilmiş gibi olmuştur.

Daha sonra yüce Allah: "Fakat o şeytanlar kâfir idiler" buyruğu ile sihri öğretmek sebebiyle şeytanların kâfir olduğunu tesbit etmektedir.

"Öğretiyorlardı" buyruğu ise hal makamında mansubdur. İkinci bir ha­ber olmak üzere ref halinde olması da mümkündür. [47]

Kûfeliler Âsim müstesna şeklinde nun harfini şed-desiz olarak buna karşılık kelimesinin nun'unu ötreli olarak oku­muşlardır. el-Enfal'de yer alan Fakat Allah attı" (el-Enfal, 8/17) buyruğunu da böyle okumuşlardır. İbn Âmir de onlar gibi okumuştur. Geri kalanları ise "lâkinne" şeklinde ve ondan sonra gelen ismin sonunu da üs­tün olarak okumuşlardır.

"Lâkin" kelimesinin iki anlamı vardır: Geçmişe dair haberi nefyeder, ge­leceğe dair haberi de isbat (olumlu) eder. Bu kelime ise la, kâf ve inne ol­mak üzere üç kelimeden yapılmıştır. "La" nefyedicidir, "kâf hitab içindir, "in­ne" ise isbat ve tahkik içindir. Ağır olduğundan dolayı bu "inne"deki hem­ze gitmiştir. Bu "lakin" kelimesi ağır (son harfi şeddeli): lakinne şeklinde ve hafif (lakin şeklinde son harfi şeddesiz olarak) okunur. Ağır okunduğu tak­dirde "inne" gibi ismini nasbeder, hafif okunduğu takdirde ise şeddesiz "in" gibi (ismini) ref eder. [48]

 

3- Sihir (Büyü):

 

Sihrin aslında hile ve hayalî şekiller göstermek suretiyle birşeyi olduğun­dan başka türlü göstermek demek olduğu söylenmiştir. Bu da büyü yapanın birtakım işler yapıp bazı sözler söylemesi ile olur. Bunun sonucunda büyü­lenen kişi o eşyayı gerçek mahiyetinden başka türlü görür. Tıpkı uzaktan se­rabı görüp de orada su bulunduğu hayaline kapılan ve devamlı ve hızlıca yol alan bir gemiye binip de kıyıda gördüğü ağaç ve dağların da kendisiyle bir­likte yürüdüğünü zanneden kimsenin durumu gibi.

Bu kelimenin küçük çocuğu aldatan ve aynı şekilde bir şeylerle uğraştı­rıp oyalayan kimsenin durumunu ifade etmek üzere kullanılan: Küçük çocuğu sihrettim," ifadesinden türetildiği söylenmiştir. Teshîr (büyü-leme) de böyledir. Lebid der ki:

"Ne halde olduğumuzu bize soruyorsan bizler

Şu aldatılmış (sihredilmiş) yaratıklardan kuşlarız."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Kendimizi, yemek ve içmekle eğleniyorken (sihrediliyorken)

Ölüme hızla giden kimseler görüyorum,

Kuşlar, sinekler, kurtlar ve

Cesur kurtlardan da daha cesur kimseler."

Yüce Allah'ın: "Sere muhakkak büyülenmiş (mûsâhhar) kimselerdensin." (eş-Şuara, 26/153) buyruğuna gelince, denildiğine göre, "mûsâhhar" (ciğer anlamına gelen) "sehar" sahibi olarak yaratılan kimse demektir. Yemek ye-yip içecek şeyleri içen anlamına gelen, oyalanıp eğlenen kimseler anlamın­da olduğu da söylenmiştir.

Sihr'in asıl anlamının gizlilik demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü bü­yü yapan, bu işi gizlice yapar. Aslının, birşeyden yüzçevirttirmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Seni bu işten sihir etti, yani o işten başka tarafa çe­virdi, denilir. Asıl anlamının meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Seni mey­lettiren herkes sana sihir yapmış olur. Yüce Allah'ın: "Belki de biz büyülen­miş bir topluluğuz." (el-Hicr, 15/15) buyruğu hakkında da şöyle denilmiş­tir: Yani bize büyü yapıldı ve bize gösterilen hayaller sonucu bildiğimizden başka noktalara kaydırıldık.

el-Cevherî der ki: Sihir, okuyup üflemek demektir. Alınış kaynağı latif ve sezilmeyecek kadar ince olan herşeye sihir denir. Sâhir (sihir yapan, büyü­leyici) bilgin anlamındadır. Yine bu kelime aldatmak anlamına da gelir.

İbn Mes'ud der ki: Bizler cahiliyye döneminde sihire "idâh" derdik. Arap­lara göre ise bu ileri derecede iftira ve yalanın güzel sözlerle allanıp pullan­ması demektir. Şair der ki:

"Ben Rabbime sığınırım

Büyü yapıp büyüsüne üfüren büyücülerden." [49]

 

4- Büyünün Gerçeği Var mı?

 

Büyünün gerçek olup olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Hanefî mezhebine mensup el-Gaznevî Uyunu'l-Meânî adlı eserinde şöyle demek­tedir: Sihir Mu'tezileye göre asılsız bir aldatmacadır. Şafiî'ye göre vesvese ve hastalıktır. Bize göre ise sihrin aslı güneşin Firavn sihirbazlarının asalarında civaya etki etmesi gibi yıldızların özelliklerinin etkisini esas alan birtakım tıl­sımlar veya zor olan şeyleri kolaylaştırmaları için şeytana yapılan tazimdir.

Derim ki: Bize göre ise sihir bir gerçektir. Onun gerçek bir niteliği vardır. Allah -ileride de geleceği üzere- sihir esnasında dilediğini yaratır. Diğer taraf­tan sihrin bir kısmı el çabukluğu ile olur. (Şa'veze gibi). Şa'vezi ise çabuk yü­rüyen postaya verilen addır. İbn Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Şa'veze, çöl­de yaşayan arapların kullandığı bir kelime değildir. Bu, büyü gibi elçabuklu-ğu ile birtakım okuyup üflemelerdir. Bunun bir kısmı ezberlenen sözler, bir kısmı da yüce Allah'ın okunan isimleri olabilir. Kimisi şeytanların dönemle­rinden kalma olabilir ve bu birtakım ilaç, duman ve başka şeyler türünden olur. [50]

 

5- Hz. Peygamber'in "Sihir" Kelimesini Kullanması:

 

Rasûlullah (s.a) sözdeki fesahata ve güzel söz söylemeye "sihir" adını ver­miş ve şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz sözün bir kısmı elbette bir sihirdir." Bu­nu Mâlik ve başkaları rivayet etmiştir. [51]

Çünkü bu sözlerde bazan batıl o derece doğru gösterilir ki işiten onun doğ­ru olduğunu zanneder. Buna göre Hz. Peygamber'in: "sözün bir kısmı elbet­te ki bir sihirdir" buyruğu belagat ve fesahati yermek sadedinde olur. Çün­kü bunu sihire benzetmiş olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade beya­nın üstünlüğünü ve belağati övmek için kullanılmıştır. Bunu da bir grup i-lim adamı söylemiştir. Ancak birinci açıklama daha sahihtir. Buna delil ise Pey­gamber (s.a)'ın şu buyruğudur: ".... belki sizin bazılarınız delilini diğer ba­zısına göre daha açık bir dille anlatabilir." [52] ; "Benim aranızdan en çok buğ-zettiğim kişiler çokça söz söyleyip sözlerini tekrarlayan ve ağzı kalabalık kim­selerdir." [53]

Derim ki: Hadisin ravisi Amir eş-Şa'bı ile Sa'saa b. Sûhan sözünü ettiği­miz şekilde bu hadisi açıklamışlar ve şöyle demişlerdir: Peygamber (s.a)'ın: "Şüphesiz sözün bir kısmı elbette ki bir sihirdir" buyruğuna gelince kişi ba­zen haksız olduğu halde hak sahibinden daha güzel bir şekilde delillerini or­taya koyar, böylelikle güzel açıklamalarıyla etrafındaki insanları büyüler ve haksız olduğu halde hakkı alır gider. İlim adamları belagatı ve güzel konuş­mayı alabildiğine uzun veya oldukça kısa olmadıkça ve batıl hak gibi gös­terilmedikçe övmüşlerdir. Bu ise açık bir husustur. Hamdimiz Allah'adır. [54]

 

6- Küfrü Gerektiren Büyü:

 

Kimi büyüler, yapanın kâfir olmasını gerektirir. İnsanların suretlerini de­ğiştirmek, onları hayvan kılığına büründürmek, bir aylık mesafeyi bir gece­de katetmek, havada uçmak gibi iddialarda bulunanlar böyledir. İnsanlara ken­disinin haklı olduğu vehmini vermek üzere bu tür şeyler yapan herkesin yap­tığı bu iş küfürdür. Bu Ebû Nasr Abdurrahim el-Kuşeyrî'nin görüşüdür.

Ebû Amr da der ki: Büyücü, hayvanı bir şekilden bir sekile dönüştürüp insanı eşek yahut benzeri bir kılığa sokar, cesetleri değiştirmeye, helak et­meye ve nakletmeye kadirdir, diyenlerin görüşlerine göre sihirbazın öldürül­mesi gerekir. Çünkü bu kişi peygamberleri inkâr eden bir kâfirdir. Onların âyet ve mucizelerine benzer iddalarda bulunmaktadır. Bunu böyle kabul etmekle birlikte peygamberliğin sıhhatli bilgisine ulaşmak mümkün olmaz. Çün­kü bunun (yani mucizelerin) bir benzeri hile yolu ile husule gelebilir, kana­atini uyandırır.

Büyünün birtakım aldatmalar, birtakım yasaların dışına çıkmalar, göz boyamalar, hayal göstermeler olduğu iddiasında bulunanların kabul ettikle­ri esas ilkeye göre ise büyücünün öldürülmesi gerekmez. Ancak yaptığı bü­yü sonucu bir kimsenin ölümüne sebep teşkil ederse, o kişinin ölümüne kar­şılık olarak o da öldürülür. [55]

 

7- Büyünün Gerçeği:

 

Ehl-i Sünnet büyünün sabit olduğunu, gerçeğinin bulunduğunu kabul et­miştir. Genel olarak Mu'tezile ve Şafiî mezhebine mensup Ebû İshak el-Es-terabadî ise sihrin bir hakikatinin olmadığı görüşündedir. Aksine bunlara gö­re sihir bir şeyin olduğundan başka türlü gösterilmesini sağlayan bir hayal ve bir vehmettirmedir. Ve sihir bir çeşit el çabukluğu ve çabuk harekettir. Yü­ce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sihirlerinden ötürü kendisine yü-rüyorlarmış hayalini verdi." (Tâhâ, 20/66) Burada yüce Allah gerçekten yü­rüyorlardı, buyurmamakta "kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi" diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "İnsanların gözlerini büyülediler" (el-A'raf, 7/116) diye buyurmaktadır.

Ancak bunda görüşlerine destek olacak bir delil yoktur. Çünkü bizler ha­yal göstermenin ve başka işlerin büyü kapsamında olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bunun ötesinde aklın caiz kabul ettiği (olabilir dediği) ve sem'î delil­lerin de varid olduğu birtakım hususlar vardır. Bunlar arasında bu âyet-i ke­rimede (tefsin yapılan âyette) sözü geçen sihir ve sihrin öğretilmesi de vardır. Sıscr bunun bir gerçeği olmasaydı, öğretilmesine imkân olmazdı. Yüce Allah da rraarın insanlara bunu öğrettiğini haber vermezdi. İşte bu, büyünün bir ha-iK»:is.at olduğunun delilidir. Yüce Allah'ın Firavun'un sihirbazları kıssasında zikrettiği: "Ve büyük bir sihir getirmiş oldular" (el-A'raf, 7/116) buyruğu ile Felak Sûresi, diğer taraftan bütün müfessirlerin bu sûrenin iniş sebebinin Le-bid b. el-A'sam'ın büyüsü dolayısıyla indiğini ittifakla belirtmeleri de bu de­liller arasındadır. Bu sûrenin iniş sebebiyle ilgili olarak bu rivayet Buhârî, Müs­lim ve başkalarının kaydettiği hadisler arasındadır. Hz. Aişe'den gelen bir ha-dis-i şerifte şöyle denilmektedir: Zureykoğulları yahudilerinden Lebid b. el-A'sam adında bir yahudi Rasûlullah (s.a)'ı büyüledi... Bu hadis-i şerifte şu ifa­deler de geçmektedir: Büyü çözülünce:Peygamber (s.a) "Şüphesiz Allah bana şifa verdi" diye buyurmuştur. [56]

Şifa ise ancak hastalığın kaldırılması ve son bulması ile sözkonusu olur. İşte bu sihirin bir gerçeğinin olduğunu göstermektedir. Yüce Allah'ın ve O'nun peygamberinin, sihrin varlığına ve vakiliğine dair haberleri dolayısıyla onun gerçek olduğu kesindir. Kendileriyle icmaın gerçekleştiği hal ve akd ehli de bu görüştedir. Mu'tezilenin döküntüleriyle ittifak halinde olmayan hak ehli­ne muhalefet etmelerine itibar edilmez.

Eskiden beri büyü alabildiğine yaygınlık kazanmış, insanlar onun hakkın­da sözler söylemişlerdir. Ashab-ı kiramdan olsun tabiinden olsun onun as­lını inkâr eden görülmemiştir. Süfyan, Ebu'l-A'ver'den, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmiştir: Sihir Mısır kasabalarından el-Fera-ma diye bilinen bir kasabada öğretildi. Sihrin varlığını yalanlayan kâfirdir. Al­lah'ı ve rasûlünü yalanlayıcı olur ve müşahede ve gözle görülüp bilinen bir şeyi de inkâr etmiş olur. [57]

 

8- Büyü ve Olağanüstü Haller:

 

Mezhebimize mensup ilim adamları şöyle demiştir: Hastalık, (eşleri) bir­birinden ayırmak, delirtmek, bir organı yamultmak ve buna benzer delilin, kulların yapabileceği şeylerden olmasına imkân olmadığını gösterdiği insan gücü çerçevesinde bulunmayan, olağanüstü birtakım işlerin büyücü eliyle or­taya çıkacağı red olunamaz. İlim adamlarımız derler ki: Büyüde büyücünün bedeninin evlerinin küçük hava deliklerinden geçecek, ağacın dalının tepe­sine dikilecek şekilde incelmesi, oldukça ince bir iplik üzerinde yürümesi ha­vada uçması, suda yürümesi, köpek ve benzeri şeylerin sırtına binmesi, uzak görülen bir ihtimal değildir. Bununla birlikte büyü bunların yapılması­nı gerektiren asıl sebeb değildir. Bunların meydana gelmesinin illeti ve bunları doğuran sebep de değildir. Büyücü bağımsız olarak bunları meyda­na getiremez. Yüce Allah bu gibi şeyleri büyünün varolması halinde yaratır ve meydana getirir. Yemek esnasında tokluğu, su içmek halinde de suya kan­mayı yarattığı gibi.

Süfyan'ın Ammâr ez-Zehebî'den rivayetine göre Velid b. Ukbe'nin yanın­da ip üzerinde yürüyen bir büyücü varmış. Büyücü ayrıca eşeğin arkasından girer ağzından çıkarmış. Ezdli -Becileli olduğu da söylenir- Cündeb b. Ka'b, onun için kılıcını kuşandı ve bu kişiyi öldürdü. Peygamber (s.a)'ın: "Benim ümmetim arasında Cündeb denilen kişi olacaktır. Bu kılıç ile bir darbe vura­cak ve bununla hak ile batılı birbirinden ayıracaktır."[58] dediği kişidir. Hadis-i şerifte geçen bu Cündeb'in sihirbazı öldüren bu kişi olduğu görüşünde idi­ler. Ali b. el-Medenî der ki: Harise b. Mudarrib ondan hadis rivayet etmiştir. [59]

 

9- Büyü Mucize Değildir:

 

Yapıldığı takdirde çekirge, haşerat, kurbağa, denizi yarmak, asayı yılana dönüştürmek, ölüleri diriltmek, hayvanları konuşturmak gibi peygamberle­rin büyük mucizeleri türünden şeyleri yüce Allah'ın büyü sonucu yaratma­yacağı üzerinde müslümanlar icma etmişlerdir. Bu ve benzeri şeylerin büyü­cünün bunları dilemesi esnasında Allah tarafından yapılmayacağı, yaratılma-yacağının kesinlikle bilinmesi, kabul edilmesi gerekir. Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib der ki: Bizim böyle bir şeyi imkansız kabul etmemiz bu konudaki ic­ma dolayısıyladır. Eğer bu konuda icma olmasaydı bunun da mümkün ola­bileceğini söyleyebilirdik. [60]

 

10- Büyü ile Mucize Arasındaki Fark:

 

Büyü ile mucize arasındaki farka dair bizim ilim adamlarımız şunları söylemektedir: Büyü, büyücü tarafından da başkası tarafından da yapılabi­lir. Aynı anda birçok kimsenin büyüyü bilip bunu yapabilmeleri de mümkün­dür. Mucizenin benzerini meydana getirmek veya ona karşı onu çürütecek daha büyük bir olağanüstü hal ortaya koymak imkanını ise Allah kimseye ver­mez. Diğer taraftan büyücü peygamberlik iddiasında bulunmaz. O bakımdan büyücü vasıtasıyla meydana gelen olaylar mucizeden ayrı ve farklıdır. Mu­cizenin, -bu kitabın mukaddimesinde de daha önceden geçtiği gibi- peygam­berlik iddiası ile birlikte ve benzerinin meydana getirilmesi için meydan okun­ması şartları da vardır. [61]

 

11- Müslüman Büyücünün Hükmü:

 

Müslüman ve zımmî büyücünün hükmü hakkında fukahâ farklı görüşle­re sahiptir. İmam Malik, müslüman bir kimse bizzat söz ile büyücülük yap­tığı takdirde bunun küfür olacağı ve öldürüleceği, tevbe etmesinin istenme­yeceği, tevbesinin de kabul olunmayacağı görüşündedir. Çünkü bu, zındıkın ve zina edenin durumunda olduğu gibi, gizlice yaptığı bir iştir. Diğer taraf­tan yüce Allah: "Biz ancak imtihanız, sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi" buyruğunda büyüye "küfür" adını vermiştir. Aynı zamanda bu Ahmed b. Hanbel'in, Ebû Sevr, İshâk, Şafiî ve Ebû Hanife'nin de görüşüdür.

Büyücünün öldürüleceğine dair hüküm Ömer, Osman, İbn Ömer, Hafsa, Ebu Mûsâ, Kays b. Sa'd ve tabiinden yedi kişiden de rivayet edilmiştir. Pey­gamber (s.a)'ın da: "Büyücünün haddi kılıçla boynunu uçurmaktır" dediği ri­vayet edilmektedir. Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. [62] Ancak sened itiba­riyle pek kuvvetli değildir. Bu sadece hadis alimlerince zayıf kabul edilen İs­mail b. Müslim yoluyla rivayet edilmiştir. İbn Uyeyne bunu İsmail b. Müs­lim'den o da el-Hasen'den mürsel olarak rivayet etmiştir. Kimisi de bu hadisi el-Hasen'den o da Cündeb'den yoluyla rivayet etmektedir.

İbnu'l-Münzir der ki: Biz Aişe (r.anha)'dan kendisine büyü yapmış bir ca­riyesini sattığını ve onun bedeli ile köle azad ettiğini rivayet etmiş bulunu­yoruz. Yine İbnu'l-Münzir der ki: Erkek söz söyleyerek büyü yaptığını ikrar edecek olursa, bu küfür olur ve tevbe etmediği takdirde öldürülmesi gere­kir. Aynı şekilde onun aleyhine bu hususta bir beyyine sabit olup beyyine de küfür olan bir söz söylendiğini ortaya koyarsa hüküm böyledir.

Eğer kendisi ile büyü yaptığını sözkonusu ettiği sözler, küfrü gerektiren sözler değil ise öldürülmesi caiz değildir. Eğer büyülediği kimsede kısası ge­rektiren bir cinayetin işlenmesi sonucunu doğurmuş ise şayet bu kişiyi kas­tetmiş ise büyücüye kısas uygulanır. Eğer verdiği zarar kısası gerektirmeyen türden olursa, o takdirde bunun diyetini ödemesi gerekir.

İbnu'l-Münzir der ki: Rasûlullah (s.a)'ın ashabı bir mes'ele hakkında ih­tilaf edecek olurlarsa hükmü Kitap ve Sünnete en yakın olan görüşe uymak gerekir. Ashab-ı kiram arasından büyücünün büyü sebebiyle öldürülmesini emreden kişinin sözünü ettiği büyü, küfrü gerektiren bir büyü olabilir. O tak­dirde onlardan gelen bu rivayet Rasûlullah (s.a)'ın sünnetine uygun bir hü­küm olur. Hz. Aişe'nin büyücü bir cariyenin satılmasını emretmesi ile ilgili rivayette sözü geçen büyücü cariyenin büyüsü, küfür olmayabilir.

Herhangi bir kimse Cündeb'in Peygamber (s.a)'den: "Sihirbazın haddi bir kılıç darbesi ile boynunu uçurmaktır" hadisini delil gösterecek olursa, bu ha­dis sahih olduğu takdirde bunun "büyüsü küfrü gerektiren büyücünün öldü­rülmesini emretmesi" gibi bir anlama gelme ihtimali vardır. O takdirde bu Pey­gamber (s.a)'dan gelmiş bulunan "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şey­den birisi ile helal olur.." [63] anlamındaki haberlere de uygun düşer.

Derim ki: Bu, doğru bir görüştür. Müslümanların kanı himaye altındadır. Ancak kesin bir kanaat ile mubah kabul edilebilir. Anlaşmazlık olduğu hal­lerde ise kesin kanaat sözkonusu değildir. Kimi ilim adamı da şöyle demek­tedir: Eğer bu işi bilenler: Büyü ancak küfür ve istikbar ile birlikte gerçek­leşebilir veya şeytanın tazim edilmesi şartı ile sözkonusu olabilir, diyecek olur­larsa o takdirde büyü küfrün bir delili olur. Doğrusunu en iyi bilen Al­lah'tır.

İmam Şafii'den büyücünün büyüsü sebebiyle birisini öldürmedikçe ve: Ben onu öldürmeyi kastettim, demedikçe öldürülmeyeceğine dair bir görüş riva­yet edilmiştir. Eğer: Ben onu öldürmeyi kastetmemiştim, derse büyücü öldü­rülmez, bu takdirde hata yoluyla öldürmekte olduğu gibi diyeti ödenir. Eğer büyü yaptığı kişiye bir zarar verirse verdiği zarar oranında büyücü te'dib edilir.

İbnu'l-Arabî ise der ki: Bu, iki açıdan batıldır. Evvela o sihri bilmiyor. Sih­rin gerçeği onun yüce Allah'tan başkasının kendisiyle ta'zim edildiği mukadderat ve olayların kendisine nisbet edildiği birtakım sözler topluluğudur. İkin­cisi yüce Allah kitab-ı keriminde sihrin küfür olduğunu açıkça ifade ederek şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Süleyman" sihir sözlerini söyleyerek "kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar" sihir ile ve onu öğretmek ile "kâfir idiler ki" Hâ-rut ile Mârut da insanlara: "Biz ancak bir imtihanız, sakın kâfir olma" di­yorlardı. İşte bu ifadeler konuya dair açıklamayı pekiştirici buyruklardır.

İmam Malik mezhebine mensup ilim adamları büyücünün tevbesinin ka­bul olunmayacağına şunu delil gösterirler: Büyü, batınî bir iştir. Onu yapan kişi açığa çıkarmaz. O bakımdan onun tevbesi -zındıkta olduğu gibi- biline­mez. Ancak irtidat edip kâfir olduğunu açığa vuran kimsenin tevbesi istenir. İmam Malik de der ki: Büyücü veya zındık aleyhlerine şahitlik edilmeden ön­ce tevbe ederek geldikleri takdirde tevbeleri kabul edilir. Bunun delili ise yü­ce Allah'ın: "Fakat bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda ver­medi" (cl-Mü'min, 40/85) buyruğudur. işte bu onlara azabın nüzulünden ön­ce imanlarının kendilerine fayda vereceğini göstermektedir. Bu iki kişinin (bü­yücü ile zındıkın) durumu da böyledir. [64]

 

12- Zımmî Büyücü:

 

Zımmî büyücünün durumuna gelince, öldürüleceği söylenmiştir. İmam Ma­lik ise şöyle demektedir: Yaptığı büyü sebebiyle başkasını öldürmedikçe öl­dürülmez. Bunun dışında işlediği cinayetin tazminatını öder. Eğer kendisi ile yapılan zimmet antlaşmasında bulunmayan bir iş yapacak olursa da öldürü­lür.

İbn Huveyzimendad der ki: Büyücü zımmî olduğu takdirde Malik'ten ona dair gelen rivayetler farklı farklıdır. Bir seferinde tevbe etmesi istenir. Tev­besi ise İslâm'a girmesidir derken, bir seferinde de İslâm'a girse dahi öldü­rülür, demiştir. Harbî ise tevbe ettiği tadirde öldürülmez. Yine Malik, Peygam­ber (s.a)'a söven zımmî hakkında da böyle demiştir: Bu kişinin tevbesi iste­nir ve tevbe etmesi ise İslâm'a girmesidir.

Bir başka seferinde ise: Öldürülür ve tıpkı bir müslümanda olduğu gibi tevbe etmesi istenmez. Yine İmam Malik zımmî hakkında büyü yaptığı tak­dirde cezalandırılacağını söylemiştir. Ancak yaptığı büyü ile ölüme sebep teş­kil etmiş yahut herhangi bir zarar vermiş ise yaptığı iş kadar ona ceza uygu­lanır. İmam Malik'ten başkası ise, öldürülür demişlerdir. Çünkü zımmî büyü­cülük yapmakla zimmet ahdini bozmuş olur.

Mirasçıları büyücüye varis olamazlar. Çünkü büyücü kâfirdir. Ancak bü­yüsüne küfür denilemeyecek ise istisnadır. İmam Malik kocasının kendisine yaklaşmasını önleyecek şekilde veya bir başkasını bağlayan kadının ibretli bir şekilde cezalandırılacağını, fakat öldürülmeyeceğini söylemiştir. [65]

 

13- Büyücüden, Büyüsünü Çözmesi İstenir mi?

 

Büyücüden büyülediği kimseye yaptığı büyüyü çözmesinin istenip isten­meyeceği hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Buhârî'nin kay­dettiğine göre Said b. el-Müseyyeb bunu caiz görmüştür. [66] el-Muzenî de bu görüşe meyyaldir. Hasan-ı Basrî ise bunu mekruh görmüştür. eş-Şa'bî de der ki: Nüşra (cin tarafından çarpıldığı zannedilen kimseye yapılan bir çeşit manevî tedavi)da bir mahzur yoktur. İbn Battal der ki: Vehb b. Münebbih'in kitabında belirtildiğine göre sedir ağacından yedi yeşil yaprak alınır, iki taş arasında bunları döver, sonra suya çalar, bunların üzerinde Âyetu'l-Kürsî'yi okur, daha sonra bu sudan üç yudum içer ve onunla gusleder. Yüce Allah'ın izniyle rahatsızlığı bu vesileyle gidecektir. Bu, hanımına yaklaşmaktan alıko­nulmuş erkeğe iyi gelir. [67]

 

14- Şeytan ve Cinlerin Varlığını İnkâr Etmek:

 

Mu'tezilenin büyük bir çoğunluğu şeytan ve cinlerin varlığını inkâr eder. Onların bu inkârları ise aldırışsızlıklarını ve dine bağlılıklarının gevşekliği­ni gösterir. Halbuki şeytan ve cinlerin varlığını kabul etmek akıl açısından im­kânsız birşey değildir. Diğer taraftan Kitap ve Sünnet'in nasları onların var­lığını göstermektedir. Akıllı ve Allah'ın ipine sımsıkı yapışmış bir kimsenin ise aklın varlıklarının caiz (varlığının mümkün) olduğuna hüküm verdiği, bu­na karşılık şeriatin de sabit olduğunu nas ile tesbit ettiği şeyi kabul etmesi bir görevidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o şeytanlar kâfir idiler" diye buyurduğu gibi bir başka yerde de: "Şeytanlardan da onun için denize dalanlar... vardı." (el-Enbiyâ, 21/82) ve buna benzer daha pek çok âyet. Cin Sûresi de onların varlığını gerektirir.

Peygamber (s.a) da şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan Âdemoğlunun içinden kan gibi akıp dolaşır." [68] Ancak bazı kimseler bu hadisi reddetmiş ve bir cesette iki ruhun bulunmasını imkânsız kabul etmişlerdir. Akıl ise cin­lerin - eğer bazılarının hatta çoğu kimsenin söylediği gibi - cisimleri latif ve basit ise insanın içinde yol almalarını imkânsız kabul etmemektedir. Eğer ci­simleri kesîf olsaydı yine de onların insanın içinde dolaşmaları mümkün ve doğru olurdu. Nitekim yiyecek ve içecek de vücudun boş kısımlarına gire­bilmektedir. Kurtçuklar da canlı olarak âdemoğlunun içinde bulunabilmek­tedirler. [69]

 

15- İki Meleğe İndirilenler

 

"Babil'de iki meleğe de birşey İndirilmedi" buyruğunda yer alan O ) ne-ly edatıdır. Ondan önceki vav ile: "Halbuki Süleyman kâfir olmadı" buy­ruğuna atfedilmiştir. Çünkü yalıudiler: Allah Cebrail ve Mikâil ile büyüyü in­dirmiştir, demişlerdi. Yüce Allah da bunu reddetmekte, nefyetmektedir.

Bu buyrukta takdim ve tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Süleyman kâ­fir olmadı, iki meleğe de birşey indirilmedi, fakat şeytanlar kâfir oldular ki insanlara Babil'de büyüyü Hârût ile Mârût öğretiyorlardı.

Burada Hârût ile Mârût yüce Allah'ın: "Fakat şeytanlar kâfir idiler" buy-ruğundaki "şeytanlar"dan bedeldir. Bu açıklama âyet-i kerime ile ilgili açık­lamaların en uygun olanıdır. Buna dair söylenen en sahih görüş de budur, bunun dışındakilere de itibar edilmez.

Çünkü büyü özlerinin latifliği ve anlayışlarının inceliği dolayısıyla şeytan­lar tarafından çıkartılmış birşeydir. İnsanlar arasında büyücülükle en çok uğ­raşanlar ise kadınlardır ve (büyü yapmaları) özellikle de ay hali oldukları va­kitlere rastlar. Yüce Allah da: "Düğümlere üfüren (kadın)/erm şerrinden" (el-Felak, 113/4) diye buyurmaktadır. Şair de "büyüye üfüren kadınların şerrin­den rabbime sığınırım" demiştir. [70]

 

16. Hârut ile Mârût Çoğul Olan "Şeytanlardan Nasıl Bedel Olabilir?

 

Birisi kalkıp: İki kişi çoğuldan nasıl bedel olur? Halbuki bedel ancak ken­disinden bedel yapılan seviyesindedir, diyecek olursa buna üç ayrı cevap ve­rilebilir:

1- İki kişi hakkında bazen çoğul ta'biri de kullanılır. Yüce Allah'ın şu buy­ruğunda olduğu gibi: "Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinin-dir." (en-Nisâ, 4/11) Annenin mirasın üçte birini almaktan engellenmesi ve bunun yerine altıda birini alması ancak iki veya daha fazla kardeşin bulun­ması halinde sözkonusu olur. Nitekim ileride Nisa Sûresi'nde (sözü geçen âyetler açıklanırken) buna dair açıklamalar gelecektir.

2- Hârut ile Mârût büyünün öğretilmesinde başı çektiklerinden dolayı on­lara uyanlar sözkonusu edilmeyip bizzat onlar zikredilmiştir. Yüce Allah'ın: "Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." (el-Müddessir, 74/30) buyruğun­da olduğu gibi.

3- Şeytanlar arasında özellikle Hârût ile Mârufun sözkonusu edilmesi, bu ikisinin isyanda ileriye gitmeleridir. Allah'ın: "O ikisinde birçok meyveler, hur­ma ve nar ağaçları vardır" (er-Rahman, 55/68) buyruğunda olduğu gibi. Yi­ne: "Cebrail ve Mikâil" buyruğu da buna benzemektedir. Kur'ân-ı Kerim'de olsun Arap dilinde olsun bu tür kullanımlar pek çoktur.

Kimi zaman ya şerefi veya üstünlüğü dolayısıyla genelin kapsamı içerisin­de bulunan bazı kişiler özellikle nas ile zikr edilebilir. Yüce Allah'ın şu buy­ruklarında olduğu gibi: "Şüphesiz İbrahim'e insanların en yakını, elbette ona

uyanlarla şu Peygamber ve ona iman edenlerdir." (Âl-i İmrân, 3/68); "Ceb­rail'e ve Mikâil'e..." (el-Bakara, 2/98) Ya da yüce Allah'ın: "Meyveler, hurma ve nar ağaçları vardır" (er-Rahman, 55/68) buyruğunda olduğu gibi. Hoş ve lezzetli olduklarından ya da çoğunluğu teşkil ettiklerinden dolayı da anılmış olabilirler. Hz. Peygamber'in şu buyruğunda olduğu gibi. "Yeryüzü bana mes-cid, toprağı da bana (teyemmüm için) temizlik aracı kılınmıştır." [71] Ya da bu âyet-i kerimede olduğu gibi isyanı, serkeşliği dolayısıyla zikredilebilir. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır.

Burada yer alan edatının büyüye atfedildiği ve meful olduğu da söy­lenmiştir. Bu durumda ism-i mevsûl anlamında olur. Buna göre anlamı: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına .. ve iki meleğe in­dirilenlere uydular," şeklinde olur. Bu durumda bu iki meleğe indirilen bü­yü, insanlar için bir sınama ve bir fitne sebebi olur. Allah da kullarını dile­diği şeyler ile imtihan etmek hakkına sahiptir. Tıpkı Tâlût'un nehri ile asker­lerini sınadığı gibi. Bundan dolayı o iki melek şöyle derdi: Biz ancak bir im­tihanız, yani Allah'tan gelmiş bir sınama aracıyız. Sana büyücünün yaptığı işin küfür olduğunu haber veriyoruz. Bize itaat edersen kurtulursun, bize karşı gelirsen helak olursun.

Hz. Ali, İbn Mes'ud, İbn Abbas, İbn Ömer, Ka'b el-Ahbar, es-Süddî ve el-Kelbî'den şu anlamda rivayetler gelmiştir: İdris (a.s) döneminde Adem (a.s)'ın çocukları arasında fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melek­ler onları ayıpladı. Bunun üzerine yüce Allah: Eğer sizler onların yerinde ol­saydınız ve onların yapılarında bulunanlar size de yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini işlerdiniz. Melekler: Seni tenzih ederiz, bizim böyle bir-şey yapmamız yakışmaz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: En hayırlıları­nızdan iki melek seçiniz diye buyurdu, onlar da Hârut ile Mârût'u seçtiler. Al­lah onları yere indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçme­den adı Nabati dilinde Bîdaht, Farisîde Nâhil, Arapçada da Zühre olan bir ka­dına gönüllerini kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadın­la beraber olmak istediler; ancak dinine girmedikçe, şarap içip Allah'ın ha­ram kıldığı nefsi de öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının tek­lifini kabul edip içki de içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan kendisini söyleyerek sema­ya çıktıkları ismi öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o adı söyleyerek yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı.

Salim babasından o da Abdullah'tan rivayetle şöyle der: Bana Ka'b el-Ah-bar'ın haber verdiğine göre bu iki melek daha tam bir gün geçirmeden Al­lah'ın kendilerine haram kıldığı şeyleri işlediler.

Bu rivayetten başka şöyle denilmektedir: Bu iki melek dünya azabı ile ahiret azabından birisini seçmekte serbest bırakıldılar, onlar da dünya azabını seçtiler. İşte bu iki melek yeryüzünün altındaki bir gizli geçitte Babil'de az-ab görmektedirler.

Denildiğine göre; Babil Irak bölgesinin adıdır. Nihavend olduğu da söy­lenmiştir. Ata'dan gelen rivayete göre İbn Ömer, Zühre ve Süheyl yıldızları­nı gördüklerinde onlara söğüp sayar ve Süheyl, Yemen'de insanlara zulme­den bir vergi memuru idi. Zühre ise Hârût ile Mârufun birlikte olduğu ka­dındı, derdi.

Deriz ki: Bütün bunlar zayıftır. Bu sözler, İbn Ömer'den olsun, başkasın­dan olsun uzaktır, bunların hiçbirisi sahih değildir. Çünkü bu Allah'ın vah­yinin eminleri olan peygamberlerine elçi olarak gönderdiği meleklere dair temel inanış ve delillere aykırıdır. Bu gibi şeyleri bunlar reddetmektedir. Çün­kü melekler: "Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmez­ler" (et-Tahrîm, 66/6); "Bilakis (melekler) ikram olunmuş kullardır, sözle O'nun önüne geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27); "Gece ve gündüz durmaksızın teşbih eder, dururlar." (el-Enbiyâ, 21/20)

Akıl, meleklerin günah işleyebileceklerini ve mükellef kılındıkları şeyle­re aykırı işler yapmalarını, onlarda şehvetlerin yaratılmasını reddetmez. Çünkü hatıra gelen herşey yüce Allah'ın kudreti çerçevesindedir. İşte pey­gamberlerin, velilerin ve fazilet sahibi ilim adamlarının korkmaları da bur-dandır. Şu kadar var ki aklen caiz görülen böyle bir şeyin meydana gelme­si ancak sem' ile (peygamberden gelen nakil ile) bilinebilir, bu konuda ise sahih bir delil yoktur.

Böyle bir görüşün sahih olmadığının delillerinden birisi de yüce Allah'ın yıldızlan ve gezegenleri semayı yarattığı vakit yaratmış olmasıdır. Çünkü ha­berde şöyle denilmektedir: "Sema yaratıldığında orda yedi tane de gezegen yaratıldı: Zuhal, müşteri, behram, Utarit, zühre, güneş ve ay." İşte yüce Al­lah'ın: "Her biri bir yörüngede yüzerler." (el-Enbiya, 21/33) buyruğunun anlamı da budur. Böylelikle zühre ve Süheyl'in Adem (a.s)'in yaratılışından önce varolduğu isbat edilmiş oluyor. Diğer taraftan meleklerin: "Bize böyle birşey yakışmaz" demeleri şu anlama gelebilir: Hayır, sen bizi fitneye düşü­remezsin. Ancak böyle birşey küfürdür. Bundan Allah'a sığınırız. Böyle bir sözün o şerefli meleklere nisbet edilmesinden de Allah'a sığınırız. Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun. Çünkü yüce Allah onları tenzih ettiği gibi on­lar da bu konuda müfessirlerin zikredip naklettiği ve onlara yakışmayan her türlü nitelikten münezzehtir. Onların nitelemelerinden senin izzet sahibi  üce ve münezzehtir. [72]

 

17- İki Melek veya İki Melik:

 

İbn Abbas, İbn Ebzâ, ed-Dahhâk ve el-Hasen "el-Melekeyn" kelimesini lam harfini esreli olarak: "el-Melikeyn" şeklinde okumuşlardır. (Buna göre anlam:

"...İki meliğe de..." şeklinde olur.) İbn Ebzâ der ki: Bunlar Davud ve Süley­man'dır. Buna göre edatı yine nefy edatı olur. (İki hükümdara birşey in­dirilmedi, anlamına gelir.) Ancak İbnu'l Arabi bu görüşün zayıf olduğunu be­lirtmektedir. el-Hasen der ki: Bunlar Babil'de hükümdarlık yapan iki tane Arap olmayan ve kâfir kimseler idi. Bu görüşe göre de meful olur, nefy eda­tı olmaz. (Buna göre de anlam: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uy­durduklarına ve iki hükümdara indirilenlere uydular" şeklinde olur). [73]

 

18- Babil:

 

"... Babil'de" buyruğundaki Babil kelimesi müennes, özel isim ve Arap­ça olmayan bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir. Yeryüzünde bir bölgenin adıdır. Irak ve çevresi olduğu söylenmiştir. İbn Mes'ud Kûfelilere şöyle demiştir: Sizler Hîre ile Babil arasında bir yerdesiniz.

Katade de der ki: Babil, Nasibin'den Ra'su'l-ayn'e kadar olan yerin adıdır. Kimisi de Mağrip'te bir yerdir, derken İbn Atiyye: Bu zayıf bir görüştür, de­mektedir. Kimisi de: Nihavend'in dağlık bölgesidir, demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Babil adının verilişi hususunda farklı görüşler vardır. Nemrud'un tahtı yı­kılınca orada dillerin dağılması (tebelbül)dan dolayı bu ismin verildiği söy­lendiği gibi; sebebinin yüce Allah, Âdemoğullarının dilleri arasında farklılık olmasını murad edince bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar değişik yerlerden onları Babil'de topladı ve Allah orada onların dillerini dağıttı, sonra da bu rüzgar onları dünyanın dört bir tarafına dağıttı. İşte bu adı almasına sebebin bu olduğu söylenmiştir.

Belbele, el-Halil'in dediğine göre dağıtmak demektir. Ebû Ömer İbn Ab-di'1-Berr der ki: Belbele (dillerin ayrılıp dağıtılması) hakkında söylenen en veciz ve en güzel söz, Davud b. Ebu Hind'in, İlbân b. Ahmer'den, onun İk-rime'den, onun İbn Abbas'tan yaptığı şu rivayettir: Nuh (a.s) Cudi'nin aşağı taraflarına inince "Semânun" adını verdiği bir kasaba kurdu. Bir gün saba­hı ettiğinde ora halkının dillerinin seksen ayrı dile ayrıldığını gördü. Bunlar­dan bir tanesi de Arapça idi. Biri ötekinin dilini anlayamıyordu. [74]

 

19- Dünya Fitnesi ile Hârut ve Mârût'un Fitnesi:

 

Abdullah b. Bişr el-Mâzinî rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyur­du: "Dünyadan sakınınız. Nefsim elinde olana yemin ederim, şüphesiz ki o Hârût ve Mâruftan bile daha büyüleyicidir."

İlim adamlarımız der ki: Dünyanın Hârut ile Mârût'tan daha büyüleyici ol­ması seni aldatıcılıklarıyla büyülemekle beraber fitnelerini sana göstermeme-sidir. Seni dünyaya hırsla sarılmaya, dünyalıklar ile ilgili olarak yarışlara gir­meye, mal toplayıp biriktirip yığarken hiçbir şey vermemeye davet eder, ni­hayet seni Allah'a itaatten ayırır, senin hakkı görmene ve hakka gereken riâyeti göstermene engel olur. O halde dünya Hârût ile Mâruftan daha büyü­leyicidir. Kalbini ahr, Allah'tan uzaklaştırır, onun haklarını yerine getirmek­ten ahkoyar. Onun vaadlarına ve tehditlerine uymaktan uzak tutar. Dünya­nın büyüsü ise onu sevmen, senin dünyadaki arzu ve şehvetler ile lezzet al-mandır. Kalbini kuşatıncaya kadar boş ve yalan temennilerine kendini kap-tırmandır. Bundan dolayıdır ki Rasûlullah (s.a): "Bir şeye olan sevgin kör ve sağır eder."[75] diye buyurmaktadır. [76]

 

20- Hârut ile Mârût:

 

Hârût ve Mârût Arapça olmayan özel birer isimdir. Çoğulları Hevârît ve Mevârît gelir. Hevârite ile Huvvâr, Mevârite ile Muvvâr da denilir. Câlût ile Tâ-lût da böyledir.

Bunların iki melek olup olmadıklarına dair görüş ayrılıklarına daha ön­ceden işaret edilmiştir.

ez-Zeccâc der ki: Ali (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Evet, ve iki melek üzere indirilene yemin olsun. Şüphesiz ki bu iki melek onları bü­yüye karşı uyarmak kastıyla büyü öğretiyorlardı, yoksa büyüye çağırmak kas­tıyla büyü öğretmiyorlardı. Nitekim: "Andolsun Ademoğullarını tekrim et­tik (üstün ve şerefli kıldık) (el-İsra, 17/70) buyruğu "ona ikramda bulunduk" anlamına gelmektedir. ez-Zeccâc der ki: İşte bu görüş, dil ve nazar (aklî ilim­ler) alimlerinin çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Bunun anlamı şudur: On­lar insanlara bu işi yasaklamak üzere öğretiyorlar ve bu işi yapmayınız, ki­şi ile hanımını birbirinden ayırmak üzere bu tür hilelere sapmayınız, diyor­lardı. Onların üzerine indirilen ise bunu yasaklamaktır. Adeta insanlara: Bu işi yapmayınız emri inmiş gibi. Buna göre; "öğretmiyorlardı" buyruğu "bil-dirmiyorİardı" anlamındadır. Nitekim: "Ândolsüri ÂcİemöğüİlâfifU tekfîffi Sl-tik" buyruğundaki "kerremnâ"nın "ekremnâ" yani ona ikramda bulunduk, an­lamında kullanılması da böyledir. [77]

 

21- Hârût ile Mârufun Şartlı Sihir Öğretmeleri:

 

"Biz ancak bir imtihanız. Sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi." Bu şekilde Hârut ile Mârût fitnelerini haber verdiklerinden dolayı, dünya" ise fitnesini gizlediğinden, dünya daha büyüleyicidir.

Ne ile kâfir olunacağı hususu ile ilgili olarak da kimileri büyü öğretmek suretiyle kâfir olmaktır, derken, kimileri de büyü yapmak suretiyle kâfir ol­maktır, demişlerdir. el-Mehdevî'nin naklettiğine göre ise bu bir istihzadır. Çün­kü onlar bu sözlerini ancak sapıklığı muhakkak olmuş kimselere söylüyor­lardı. [78]

"Kimseye öğretmezlerdi" buyruğundaki te'kid için zaiddir. (O bakımdan mealde karşılığı yoktur).

...demedikçe" buyruğunda fiil, ile nasb edildiğinden fiilin sonundan "nûn" harfi hazf edilmiştir. Huzeyl ile Sakîfliler bunu "ayn" harfi ile şeklinde söylerler.

"Öğretmezlerdi" buyruğundaki zamirler Hârût ile Mârût'a aittir. ''Öğret­mezlerdi" kelimesi hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bu kelime bab'ı olan "öğretmek (ta'lim)"den gelmektedir. İkinci görüşe göre ise "öğretmek­ten (ta'limden)" değil de "i'lam (bildirmek)"den gelmektedir. Bu görüşe gö­re bu kelime: Bildirmezlerdi, haber vermezlerdi anlamına gelir. Arap dilin­de Bildirdi anlamında; öğrendi kipinin kullanıldığı da olur. Bu­nu İbnu'l Arabî ve İbnu'l Enbarî zikreder. Ka'b b. Malik bu anlamda olmak üzere şöyle der:

"Rasûlullah bana bildirdi senin bana yetişeceğini

Ve senden yapılan bir tehdit bizzat elle yakalamak gibidir."

el-Kutamî de şöyle demiştir :

"Sapıklıktan sonra doğruluk olduğunu ve

Bu sapıklığın bir gün gelip dağılacağım bildirdi."

Züheyl de şöyle demiştir:

"Ey filan, sana Allah'ın adına yemin ederek şunu bildiriyorum: Gücünü iyi ölç, biç ve nerede yürüdüğüne dikkat et."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şunu bil ki, uğursuzluk yoktur

Ancak uğursuzluk peşinde olana (var) ki o da ölümdür." [79]

 

22- Büyücünün Gücü:

 

"İşte ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi." Sibeveyh der ki: Bunun takdiri şudur: Başkaları onlardan öğrenirlerdi. "Ol der o da hemen olur" buyruğu gibidir. Bunun: "Öğretmezlerdi" buyruğuna mahallen atıf olduğu da söylenmiştir. Çünkü "öğretmezlerdi" buyruğunun ba­şına her ne kadar olumsuzluk "mâ"sına gelmiş ise de muhtevası öğretmek­te olumluluk ifade eder. el-Ferrâ'nın görüşüne göre bu, "İnsanlara sihri öğ­retiyorlardı" buyruğuna atfedilmiştir. "Onlar da o sihri öğretiyorlardı" demek olur. Buna göre "öğrenirlerdi" buyruğu: "Biz ancak bir imtihanız" buy­ruğu ile alakalıdır. Yani onlara gider ve öğrenirlerdi, anlamına gelir.

es-Süddî der ki: Hârût ile Mârût yanlarına gelenlere: Biz bir imtihanız, sa­kın kâfir olma, derlerdi. Eğer buna rağmen dönmek istemez ise ona: Git şu küllükte küçük abdestini boz, derlerdi. O küle abdestini bozunca ondan se­maya doğru yükselen bir nur çıkardı. Bu ise imandı. Sonra ondan siyah bir duman çıkar ve kulaklarına girerdi. Bu da küfürdü. Adam onlara bu gördük­lerini haber verdiği vakit, o kişiye koca ile hanımının arasını ayıracak şey­leri öğretirlerdi.

Bir grup ilim adamı, büyücünün yüce Allah'ın haber vermiş olduğu böy­le bir ayrılık meydana getirmenin dışında bir şeye gücünün yetmeyeceği ka­naatindedir. Çünkü yüce Allah bunu büyüyü yermek ve büyü öğretmenin ni­haî sınırını belirtmek sadedinde sözkonusu etmiştir. Eğer bundan daha faz­lasını yapabilmek sözkonusu olsaydı onu da zikrederdi.

Bir diğer kesim şöyle demektedir: Burada sözü geçen, çoğunlukla görü­len durum dolayısıyladır. Büyünün sevmek ve yermek gibi, kötülüklerin or­taya çıkmasına sebeb olmak gibi kalplerde etkisi olduğu reddolunamaz. Bu­nun sonucunda büyücü koca ile karısını birbirinden ayırır, kişi ile kalbi ara­sına engel olur. Bu da birçok acılan ve büyük hastalıklan oraya yerleştirmek­le sağlanır. Bütün bunlar müşahede ile idrak olunan hususlardır. Bunu inkâr eden hakka karşı bile bile inad eden bir kimsedir. Buna dair açıklamalar da­ha önceden geçmiştir. Hamd Allah'a mahsustur. [80]

 

23- Büyünün Zararı:

 

"Onlar Allah'ın izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi" buyruğundaki "onlar" büyücülere işarettir. Yahudilere olduğu söy­lendiği gibi şeytanlara olduğu da söylenmiştir. "Allah'ın izni" iradesi ve hük­mü ile -emri ile değil- "olmadıkça onunla" büyü ile "hiçbir kimseye zarar verici değillerdir." Çünkü yüce Allah ahlaksızlığı emretmez ve insanlar aleyhine bunun hükmünü vermez.

ez-Zeccâc'ın açıklamasına göre "Allah'ın izni ile olmadıkça" Allah'ın bil­gisi dışında, anlamındadır. en-Nehhas da der ki: Ebû İshak'ın: "Allah'ın izni ile olmadıkça" ifadesine Allah'ın bilgisi ile olmadıkça anlamını vermesi bir yanlışlıktır. Çünkü izin kelimesi bilgi anlamında kullanılacak olursa "ezen" sîgası kullanılır. Fakat bu hususta Allah onlara engel olmayıp onların bu işi yapmalarına devam etmelerine izni sözkonusu olduğuna göre, mecazen bunu onlara mubah kılmış gibi olur. [81]

 

24- Büyünün Zararı Var, Faydası Yok:

 

"Ye onlar kendilerine zarar verecek, fakat fayda sağlamayacak şeyle­ri öğreniyorlardı." Dünya hayatında karşılığında azıcık fayda verecek şeyler alsalar dahi ahirette kendilerine zararlı olacak şeyleri öğreniyorlardı. Bu zararın dünya hayatında da sözkonusu olduğu söylenmiştir. Çünkü büyünün ve eşleri birbirinden ayırmanın zararı tesbit edildiği takdirde dünya hayatın­da da büyücü için zararlı olur. Çünkü o takdirde te'dib edilir, cezalandırılır. Ve büyünün kötülüğü gelip ona da çatar. Âyetin geri kalan kısmı ise -buy­ruklarının anlamı daha önceden geçtiğinden dolayı- açıkça anlaşılmaktadır.

" Andolsun ki onlar onu satın alan kimsenin" buyruğunun baş tarafın­daki "lam" harfi yemin içindir. Aynı şekilde te'kid de ifade eder. Bu buyruk­taki  kimse" kelimesi mübtedâ olarak ref mahallindedir. Çünkü bu lâm'dan önceki ifadeler, sonrasında amel etmez. Bu edat "ellezi" ism-i mev-sûlu manasındadır. el-Ferrâ der ki: Buradaki bu edat şarttır. ez-Zeccâc ise bu­rası şartın sözkonusu olabileceği bir yer değildir. Burada bu edat bir ism-i mevsûldur. Bu ifade: Andolsun ben sana ge­len kimsenin gerçekten akılsız biri olduğunu biliyordum," demeye benzer. "Biliyorlardı" buyruğunun başındaki "lam" da te'kid içindir.

"Onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlar­dı.".. hiçbir nasib..." buyruğundaki zaiddir. Bu edat olum­lu cümlede zaid gelmez. Basralıların görüşü budur.

Kûfelilerin görüşüne göre ise, olumlu cümlede de zâid olarak gelir. Buna yüce Allah'ın: Günahlarınızı bağışlar" (Nuh, 71/4) buyruğunu örnek gösterirler.

Âyet-i kerimede geçen "el-halâk": Mücahid'in açıklamasına göre pay demektir. ez-Zeccâc der ki: Dilcilere göre de bunun anlamı budur. Şu kadar var ki bu kelime hayırdan ele geçen pay dışındaki paylar hakkında hemen hemen kullanılmamaktadır.

Burada: "Andolsun ki onlar onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir na­sibi olmadığını biliyorlardı" buyruğunda onların bildiklerini haber vermek­te; daha sonra ise: ^Onların kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilmiş olsalardı" buyruğunda da bilmedikleri haber veril­mektedir? diye sorulmuş ve buna Kutrub ve el-Ahfeş'in benimsediği görüş olan şu görüş ile cevap verilmiştir: Bunu bilenlerin şeytanlar olması, ken­dilerini satanların ise bilmeyen insanlar olması sözkonusudur. ez-Zeccâc der ki: Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: Bence daha uygun olan açıklama: "Andolsun ki onlar... biliyorlardı" buyruğunda, bilenlerin iki melek ol­duğudur. Çünkü bu işi bilmek onlar için daha uygundur. İki melek hakkın­da "biliyorlardı" diye buyurması ise "iki Zeyd kalktılar" demeye benzer. ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Bilenler yahudi bilginleridir. Fakat: "Keşke bilmiş olsalardı" diye buyurulmasının anlamı ise şudur: Yani onlar bu işleri yap­mak suretiyle bilmeyen kimselerin durumuna düştüler. Bilmekle birlikte bilgisine aykın davranan kimseye: Sen bilen bir kimse değilsin, denilmesi gibi. Çünkü onlar ilimleriyle ameli terkettiler ve büyü ile amel edenlerden yol gös­tericilik beklediler. [82]

 

103. Eğer onlar iman edip de sakınmış olsalardı elbette Allah'ın se­vabı daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi.

 

"Eğer onlar iman edip" büyüden "de sakınmış olsalardı, elbette Allah'ın sevabı daha hayırlı olurdu" buyruğunda yer alan "elbette Allah'ın sevabı daha hayırlı olurdu" buyruğu bir kesime göre: "Eğer onlar iman edip sa­kınmış olsalardı" buyruğundaki şartın cevabıdır. el-Ahfeş Said ise şöyle de­mektedir: "Buradaki "eğer"in cevabı âyetin lafzında verilmemiştir. Bunun ce­vabı anlamında gizlidir. Yani onlara sevap verilirdi, demektir, "eğer onlar" buyruğundaki (ot) reP mahallinde olup: Şayet iman etmeleri gerçekleşmiş olsaydı onlara sevap verilirdi, demek olur. Çünkü " Eğer"den sonra, mut­laka fiil, ya açık olarak ya da gizli olarak gelir. Çünkü bu edat, -mutlaka bir cevabının gelmesi gerektiğinden- şart edatları gibidir.  den sonra da fiil gelir.

Muhammed b. Yezid der ki: " Eğer" edatının cevabının gelmemesi, mazi fiilin manasını muzariye çevirmenin, bütün şart edatlarının özelliği ol­masından dolayıdır. Bu özellik, bu edatta bulunmadığından dolayı, bunun ce­vabının (şart cezası) gelmesi de caiz olmaz. [83]

 

104. Ey iman edenler, "râinâ" demeyin "unzurnâ" deyin ve dinle­yin. Kâfirler için ise çok acıklı bir azap vardır.

Buyruğuna dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1- Yahudilerin Bir Başka Cahillikleri:

 

"Ey iman edenler, 'râinâ' demeyin" buyruğu ile yahudilerin cahilce bir başka tutum ve davranışları sözkonusu edilmektedir. Bundan maksat ise müs-lümanlara benzeri davranışları yasaklamaktır.

Sözlükte "râinâ"nın gerçek anlamı sen bizi gözet, biz de seni gözetelim, şeklindedir. Çünkü "mufâale" kipi karşılıklı olarak iki taraftan yapılan iş hakkında kullanılır. Buna göre bu kelime "Allah sana riâyet etsin"den gelir. Ya­ni sen bizi koru biz de seni koruyalım, sen bizi gözet biz de seni gözetelim.

Bu kelimenin "bize kulak ver" yani bizim sözlerimizi de dinle anlamında olma ihtimali de vardır. Ancak bu şekilde bir hitap, biraz katı ve ağır bir hi­taptır. O bakımdan yüce Allah mü'minlere kelimelerin en güzelini, anlamla­rın da en incelerini seçmelerini emretmektedir.

İbn Abbas der ki: Müslümanlar Peygamber (s.a)'e bize de dönüp bak an­lamında Hz. Peygamber'den talep ve arzularını ifade etmek üzere "râina" di­yorlardı. Ancak yahudilerin dilinde bu kelime: İşit, işitmez olası anlamında bir hakaret manasındadır. Yahudiler bunu ganimet bildiler ve: Biz ona ön­celeri gizlice söğüp hakaret ediyorduk, şimdi açıktan açığa söğüp hakaret edi­yoruz, demeye başladılar ve bu şekilde Peygamber (s.a)'e hitap edip kendi aralarında da gülüşüyorlardı. Bunu Sa'd b. Muaz işitti. Sa'd onların dilini bi­liyordu. Yahudilere: Allah'ın laneti üzerinize olsun. Eğer ben sizden herhan­gi birinizin bu sözü Peygamber'e söylediğini işitecek olursam hiç şüphe et­mesin boynunu uçururum. Yahudilerin: Siz bu kelimeyi söylemiyor musunuz, demeleri üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu ve lafız olarak buna uygun ifa­de kullanırken, ondaki kötü anlamı kastetmek üzere yahudiler onlar gibi söy­lemesinler diye bu sözü söylemeleri yasaklandı. [84]

 

2- Bu Âyet; Kötü Anlama Gelme İhtimali Olan Sözler Söylemekten Uzak Durmaya ve Seddü'z-Zerâi'e Delil Gösterilmiştir:

 

Bu âyet-i kerimede iki hususa delil vardır. Birincisi değerini küçültmek kas-dıyla ta'riz anlamına gelme ihtimali olan sözler söylemekten uzak durmaya delil gösterilmiştir. Bundan ta'riz yoluyla zina iftirası (kazf) istisna edilir. Çün­kü bize göre bu şekildeki ifadeler bile iftira haddini gerektirir. Ebu Hanife, Şafii ve onların mezheplerine mensup ilim adamları ise bunu kabul etmez ve şöyle derler: Ta'riz yollu (üstü kapalı) ifadelerin kazf (zina iftirası) anlamı­na gelme ihtimali de vardır, başka anlamlar ihtiva etmesi de muhtemeldir. Had ise şüphe ile düşürülen hususlardır. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın iz­niyle en-Nur Sûresi'nde gelecektir. [85]

Delil olduğu ikinci husus ise, Seddü'z-Zerâi ve kötülüğe götüren yolları tutmaktır. İmam Malik'in mezhebine mensup ilim adamlarının ve kendisin­den gelen bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel'in kabul ettiği görüş budur. Bu ilkeye Kitap ve sünnetteki, buyruklar da delil teşkil etmiştir. Zerâi denilen şey, bizatihi men edilmemiş ancak onun işlenmesi halinde, men edilmiş bir şe­ye düşmekten korkulan iştir. [86]

Seddü'z-Zerâi'in Kitaptan (Kur'ân'dan) delili bu âyet-i kerimedir. Bunu de­lil gösterme şekli şöyledir: Yahudiler bu kelimeyi söylüyorlardı. Dillerinde ise bu kelime sövmek ve hakaret anlamını taşıyordu. Yüce Allah onların bu işi yaptıklarını bildiğinden bu lafzı kullanmayı yasakladı. Çünkü bu kelimeyi kul­lanmak sövmenin bir yolu olarak kullanılmaktaydı.

Yüce Allah'ın: "Allah'tan başkasına ibadet edenlere sövmeyiniz. Onlar da Allah'a bilgisizce söverler" (el-En'am, 6/108) buyruğu, benzeri ile karşılık ve­rirler korkusuyla müşriklerin ilahlarına sövmeyi yasaklamaktadır. Yine: "On­lara deniz kıyısındaki o kasabayı sor..." (el-A'raf, 7/163) buyruğunda yüce Allah onlara Cumartesi günü avlanmalannı yasaklamıştı. Ancak Cumatesi gün­leri balıklar kıyılarına akın akın gelirdi. Yani açık ve belli bir şekilde geldik­leri görülüyordu. Cumartesi günü balıklar için setler yaptılar ve pazar günü balıklarını yakaladılar. Onların yaptıkları bu setler avlanmanın bir zeriası (yo­lu) idi. Yüce Allah bundan dolayı onları maymunlara ve domuzlara dönüş­türdü ve bu tür işlerden sakındırmak anlamında bu hususu bize sözkonusu etti. Yine yüce Allah Hz. Adem ile Havva'ya: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayı­nız" (el-Bakara, 2/35) diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar da geçmiş bu­lunmaktadır. [87]

Sünnetten Seddü'z-Zerai'e ait delillere gelince bu konuda sabit pek çok hadis-i şerif bunun delilini teşkil etmektedir. Bunlardan birisi Âişe (r.anha)'dan gelen hadis-i şeriftir: Umm Habibe ve Umm Seleme (Allah hepsinden razı ol­sun) Habeşistan'da gördükleri bir kiliseyi sözkonusu etmişlerdi. Orada bir­takım resimler, tasvirler vardı. Bunu Rasûlullah (s.a)'a anlattılar. Rasûlullah (s.a) da şöyle buyurdu: "Onlar arasında salih bir kimse öldü mü kabri üze­rinde bir mescid inşa eder ve orada o gördüğünüz resimleri yaparlardı. Bunlar Allah katında yaratıkların en kötüleridirler." Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. [88]

İlim adamlarımız der ki: Bu işi ilk yapanlar o resimleri görerek teselli bul­sunlar ve onların salih hallerini hatırlayıp onlar gibi gayret göstersinler, ka­birlerinin yakınında Allah'a ibadet etsinler diye yapıyorlardı. Bu şekilde uzun bir zaman geçti. Daha sonra arkalarından onların maksatlarnı bilmeyen nesiller geldi. Şeytan bunlara: Sizin babalarınız ve atalarınız bu surete iba­det ediyorlardı diye vesvese verdi, onlar da bu şekilde o suretlere ibadete ko­yuldular. İşte Peygamber (s.a) benzeri bir davranıştan sakındırmakta ve bu tür işleri yapan kimselerin davranışlarını şiddetli bir tepkiyle karşılamakta ve tehditte bulunmaktadır. Böyle bir sonuca götüren yolu (zerîayı) da kapata­rak şöyle buyurmaktadır: "Peygamberlerinin ve aralarındaki salih insanların kabirlerini mescid edinen bir kavme Allah ileri bir şekilde gazap eder." [89]

Bir başka hadis-i şerifte de: "Allah'ım, kabrimi tapınılan bir put kılma" [90] diye buyurmaktadır.

Müslim'in rivayetine göre en-Numan b. Beşir şöyle demiş: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Helal açık bir şekilde bellidir, haram da açık bir şekilde bellidir, ikisinin arasında ise şüpheli bazı hususlar vardır, kim şüp­heli hususlardan sakınırsa dinini, namusunu korumuş olur. Kim şüpheli şeylere de düşerse harama düşmüş olur. Tıpkı girilmesi yasak olan bir böl­ge çevresinde koyunlarını otlatan çobanın o yasak bölgeye düşme ihtimali­nin yüksek olduğu gibi."[91]

Görüldüğü gibi burada Hz. Peygamber, haram şeylere düşme korkusuy­la şüpheleri işlemeye kalkışmayı yasaklamaktadır. İşte bu da zeria'yı (kötü­lüğe giden yolu) kapamaktır.

Yine Peygamber efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Sakıncalı olur korku­suyla sakıncası olmayan şeyi bırakmadıkça kul takva sahibi kimseler dere­cesine ulaşamaz."[92]

Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurmaktadır: "Kişinin anne ve baba­sına sövmesi büyük günahlardandır." Ashab-ı kiram, ey Allah'ın Rasûlü, hiç kişi anne ve babasına söver mi diye sorunca şöyle buyurur: "Evet, bir baş­kasının babasına söver, o da onun babasına söver, anasına söver, o da onun anasına söver."

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz, kişinin babasının sövülmesine kendisini maruz bırakmayı bizzat kendi babasına sövmek gibi değerlendir­miştir. Bir başka hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

" 'îne satışını yapıp ineklerin kuyruklarını arkadan yakalayıp ziraatçiliğe razı olup cihadı terkettiğiniz takdirde Allah sizin üzerinize öyle bir zilleti mu­sallat kılar ki tekrar dininize geri dönünceye kadar bu zilleti sizden çekip al­maz."[93]

Ebu Ubeyd el-Herevî der ki: îne kişinin bir başka kişiden fiyatı ve vade­si belli bir mal satın alması, sonra da o satanın alıcıdan sattığı malı tekrar da­ha aşağı bir fiyata (peşin olarak) satın almasıdır. Devamla der ki: Eğer 'îne talebinde bulunan kimsenin huzurunda başka bir şahıstan belli bir fiyata bir mal alıp kabzetse sonra bu malı, 'îne talebinde bulunan kişiye kendisinin satın aldığından daha yüksek bir fiyata belli bir vadeye kadar satsa bu müş­teri de aldığı bu malı birinci satıcıya kendisinin aldığı fiyattan daha düşük ve peşin paraya satsa bu da aynı şekilde 'îne satışıdır. Bununla birlikte birinci­sinden daha hafiftir. Böyle bir satış bazı fakihlere göre caiz görülmüştür. Bu­na 'îne deniliş sebebi ise 'îne talebinde bulunan kimsenin nakit para elde et­mesidir. Çünkü "ayn" hazırda bulunan mal demektir. Müşteri de bu malı onun vasıtasıyla peşin bir ayn elde etmek için satmak üzere satın alır.

İbn Vehb'in Malik'ten rivayetine göre: Zeyd b. Erkam'ın kendisinden çocu­ğu olmuş bir cariyesi (Umm Veledi) Aişe (r.anha)'a; Zeyd'den maaşının veri­leceği zamana kadar sekizyüze (dirheme) bir köle sattığını, sonra bu köleyi on­dan peşin altıyüze satın aldığını sözkonusu eder. Hz. Aişe şöyle der: Sattığın ve satın aldığın ne kadar kötü! Git Zeyd'e bildir ki eğer o tevbe etmeyecek olur­sa Rasûlullah (s.a) ile birlikte yaptığı cihadını boşa çıkartmış olur.[94]

Böyle bir söz kişisel görüşe dayanılarak söylenemez. Çünkü amellerin bo­şa çıkartılması ancak vahiy yoluyla bilinebilecek bir husustur. O halde bu­nun Peygamber (s.a)'e merfu' olduğu sabit olur. Ömer b. el-Hattab (r.a) da şöyle demiştir: Ribayı da rîbeyi de (şüpheliyi de) terkediniz. İbn Abbas da, aralarında ek bir menfaat sağlayan bir şekilde dirhemlerin dirhemlerle satıl­masını yasaklamıştır. [95]

Derim ki, İşte bunlar bizim Seddü'z-Zerai'e ait delillerimizdir. Malikîler bu­na dayanarak Kitabu'1-Acâl [96] ve onun dışında satış ve benzeri birtakım mes'eleleri sözkonusu etmişlerdir. Şafiî mezhebinde (fıkıh kitaplarında) Kîtabu'1-Acâl diye bir bölüm yoktur. Çünkü bu onlara göre bağımsız ve çeşit­li akidlerdir ve onlar şöyle derler: Eşyada aslolan zahirlerdir, zanlar değildir. Malikîler ise 'îne satışında arada sözkonusu edilen malı daha fazla miktarda para elde etmek için satışı helal kılıcı bir unsur olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bunun bizzat faiz olduğu bilinmelidir. [97]

 

3- İstismar Kapılarının Kapatılması:

 

"Râinâ demeyin" buyruğu daha önceki açıklamalarda da belirtildiği gi­bi böyle demenin haram olmasını gerektiren bir nehiy (yasak)dir. el-Hasen ise bu kelimeyi "râinen" şeklinde tenvinli olarak okumuş ve bunun böyle bir söz söylemekten vazgeçin, anlamına geldiğini söylemiştir. Yani siz bu tür söz­ler söylemeyin, demek olur. Zir b. Hubeyş ve el-A'meş ise bunu: "Râûnan" şeklinde okumuşlardır. Dağdaki burun gibi çıkıntıya "ra'n" denilir. Dağınık ordu veya çıkıntısı bulunan dağ için "er'an" tabiri kullanılır. Delilleri darma­dağınık ve aklını bir noktada toparlayamayan kimse hakkında da "er'an adam" denilir.

Bu açıklamalar en-Nehhâs'a aittir. İbn Fâris ise şöyle demektedir: Bu ke­lime ahmakça davranan erkek hakkında ra'n şeklinde, kadın hakkında da ra'nâ şeklinde kullanılır. Basra'ya "ra'nâ" deniliş sebebi ise dağın burun gi­bi çıkıntısına benzediğinden dolayıdır. Bu açıklamaları İbn Dureyd yapmış olup buna dair de el-Ferazdak'ın şu beyitini delil gösterir:

"Amr b. Utbe ve onun için umutlarım olmasaydı Ra'nâ olan Basra benim için vatan olmazdı." [98]

 

4- Peygamberce Saygı ve Ta'zimin Gereği:

 

"Unzurnâ" deyin buyruğu ile yüce Peygamber'e saygılı bir şekilde hitap etmekle emrolunmaktadırlar. Bize dön, bize de yönel, anlamındadır.

Burada ta'diye harfi (fiilin geçişli olmasını sağlayan edat) hazf edilmiştir. Şairin şu beytinde olduğu gibi.

"Güzellikleri apaçıktır o kadınların

Erâk ağacına ceylanın bakışı gibi bakışları."

Mücahid der ki: Bu, bize iyice anlat ve iyice açıkla anlamındadır. Bizi bek­le, bizim için bu hususta ağırdan al, anlamına geldiği de söylenmiştir. Şair bu anlamda şöyle demektedir:

"Siz bana kısa bir süre dahi mühlet verecek olursanız Umm Cündeb'in yanında bunun faydasını görürüm."

Buyruğun zahirinden anlaşılan ise, durumun da nazar-ı itibara alınması ile birlikte gözle bakma talebinde bulunmaktır. Aynı zamanda bu, "râinâ" deme­nin de anlamını ifade eder.

Bu şekilde mü'minlerin kullanacaklan lafız değiştirilerek gösterilmiş ve ya-hudilerin sövmek için bir araç olarak kullandıkları bir kelime ortadan kalk­mış olmaktadır.

el-A'meş ve başkaları ise bu kelimeyi "enzirnâ" şeklinde elifi kat' ederek ve "zı" harfini de esre ile okumuşlardır. Yani, senin söylediğini iyice anlayın­caya, senin buyruklarını telakki edinceye kadar bize mühlet ver, bize süre tanı anlamındadır. Şair der ki:

"Hind'in babası, bize aceleci davranma!

Bize bir süre tanı ki, sana kesin olanı bildirelim." [99]

 

5- Dinleyin:

 

Yüce Allah bir kelimeyi kullanmayı yasaklayıp bir başka kelimeyi kullan­mayı emrettikten sonra "ve dinleyin" diye itaati de kapsayan "dinleme"yi teşvik etmekte, arkasından da emrine aykırı hareket edip kâfir olan kimse­lere acıklı bir azap bulunduğunu belirtmektedir. [100]

 

105. Ehli kitaptan olsun müşrikler olsun, (bütün) kâfirler Rabbiniz-den üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine has kılar. Allah büyük lütuf sahibidir.

 

"Ehl-i kitaptan olsun, müşriklerden olsun (bütün) kâfirler Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler" böyle bir şeyi arzulamaz­lar. Bu kelimeye (istemek anlamına gelen "vur" kelimesine) dair açıklama­lar daha önceden (96. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Müş­rikler kelimesinin şeklinde ve Kâfirler" kelimesi­ne atfedilerek okunması da -en-Nehhâs'a göre- caizdir. [101]

"Allah ise rahmetini dilediğine has kılar." Ali b. Ebi Talib (r.a) der ki: "Rahmetini" yani nübüvvetini "dilediğine has kılar." Allah bu rahmetini özel olarak Hz. Muhammed (s.a)'e tahsis etmiştir. Kimileri de rahmetten kasıt Kur'ân-ı Kerim'dir derken; şöyle de denilmiştir:

Bu âyet-i kerimede sözü edilen "rahmet" yüce Allah'ın geçmiş ve gelecek kullarına bağışlamış olduğu bütün rahmet türlerini kapsayan genel bir ifade­dir.

Rikkat gösterip inceldiği takdirde Merhamet etti, merhamet eder, denilir. İbn Fâris'e göre ruhm, merhamet ve rahmet aynı anlamdadır. Allah'ın kulla­rına rahmeti ise onlara nimetler bağışlaması, onları affetmesidir. "Allah bü­yük lütuf sahibidir." [102]

 

106. Biz bir âyeti nesheder veya onu unutturursak, ya ondan hayır­lısını ya da onun benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her-şeye kadirdir?

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:

 

1- Neshetmek Ya da Unutturmak:

 

"Biz bir âyeti nesheder veya onu unutturursak, ya ondan hayırlısını ya da benzerini getiririz" "Biz bir âyeti nesheder veya onu unutturursak..."

buyruğundaki: onu unutturursak" buyruğu, nesheder" buyruğuna atfedilmiştir. Cezm dolayısıyla yâ harfi hazfedilmiştir. Bu kelime­yi  şeklinde okuyanlar ise cezm dolayısıyla hemzeden dammeyi hazf ederek (sükun ile) okurlar. Bu okuyuşun anlamı ileride gelecektir.

Bu ahkâma dair büyük bir âyet-i kerimedir.

(Nüzul) sebebi şudur: Yahudiler, Ka'be'ye yönelmeleri hususunda müs-lümanları kıskandıklarından dolayı İslâm'a dil uzatmaya ve "Muhammed ashabına önce bir hususu emrediyor, sonra da onlara o işi yasaklıyor. O ba­kımdan Kur'ân olsa olsa onun tarafından uydurulmaktadır. Bundan dolayı bir kısmı ile öteki kısmı birbiriyle çelişmektedir." demeye koyuldular. Bunun üze­rine de yüce Allah: "Biz, bir âyetin yerine diğer bir âyeti getirdiğimiz vakit." (en-Nahl, 16/101) buyruğu ile: "...nesheder veya unutturursak" buyruğu­nu indirdi. [103]

 

2- Neshe Dair Bilginin Gereği ve Faydası:

 

Bu konuya dair gereken bilgiyi edinmek kesinlikle gerekli ve faydası çok büyüktür. İlim adamları bu hususa dair bilgi sahibi olmaktan uzak duramaz­lar. Neshi, ahmak cahillerden başkası da inkâr etmez. Çünkü ahkama dair kar­şılaşılan meselelerde helal ve haramı bilmek hususunda bunu bilmeyi gerek­tiren pek çok husus vardır. Ebu'l Bahterî'nin şöyle dediği rivayet edilmekte­dir: Ali (r.a) mescide girdiği bir seferinde bir adamın insanlan korkutmakla meş­gul olduğunu görür. Bu kim oluyor? diye sorunca etrafındakiler: İnsanlara ha­tırlatmalarda bulunan bir adamdır, dediler. Hz. Ali şöyle der: Bu insanlara öğüt verip hatırlatan bir kimse değildir, bu ben filan oğlu filanım, beni tanıyın, di­yen birisidir. Hz. Ali ona bir haberci gönderip şöyle sorar: Sen nâsihi mensûh-tan ayırdedecek kadar bir bilgiye sahip misin? O: Hayır, der. Bu sefer ona: Mescidimizden çık git ve bu mescidde öğüt ve hatırlatmalarda bulunma. Bir başka rivayete göre: Nâsih ve mensûhu biliyor musun? diye sorar. O: Hayır, deyince, Hz. Ali: Kendin de helak oldun, başkalarını da helak ettin, der. Bu­na benzer bir rivayet İbn Abbas (r.anhum)dan da gelmiştir. [104]

 

3- Arap Dilinde Nesh'in Anlamı: Arapçada bu kelime iki anlamda kullanılır:

 

1- Nakletmek, aktarmak:

 

Bir kitabı bir başka kitaptan nakletmek (istinsah etmek, aktarmak) gibi. Buna göre Kur'ân-ı Kerim'in tümü mensuhtur. Yani Levh-i Mahfuz'dan nakledilmiş ve dünya semasındaki Beytü'l-İzze'ye indirilmiştir. Âyet-i kerimenin bununla bir ilgisi yoktur. Yüce Allah'ın: "Şüphe­siz Biz, sizlerin işlemekte olduklarınızı istinsah ettiriyorduk" (el-Câsiye, 45/29) buyruğu da bu anlamdadır. Onun neshedilmesini (yazılıp kaydedil­mesini) ve tesbit edilmesini emrediyorduk, demektir. [105]

 

2- İptal etmek ve izale etmek:

 

İşte burada kastedilen de budur. Bu, dilde iki türlü anlam ifade eder:

a) Bir şeyi iptal ve izale edip başka bir şeyi onun yerine koymak. Güneş gölgeyi giderip gölgenin yerini tuttuğu vakit: "Güneş gölgeyi neshetti" şek­linde kullanılan ifade de bu türdendir. Yüce Allah'ın: "Biz bir âyeti nesh e-der veya onu unutturursak ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini ge­tiririz" buyruğunun anlamı da budur.

Müslim'in Sahih'inde de şöyle bir ifade yer almaktadır: "Zamanla neshe-dilegelmemiş hiçbir peygamberlik yoktur." [106] Ümmetinin hali bir durumdan bir başka duruma değişmemiş bir nübüvvet yoktur, demektir.

İbn Fâris der ki: Nesh (in bir anlamı) kitabı neshetmek (kopye etmek) şek­lindedir. Diğer bir anlamı daha önce kendisi ile amel edilen bir hususu orta­dan kaldırıp başka bir olay (veya sebep ile) onu neshetmek de bir başka tür­lüdür. Mesela, bir hususa dair nazil olan bir âyet-i kerimenin bir başka âyet ile neshedilmesi gibi. Bir şeyin ardından gelen her bir şey de kendisinden ön­cekini neshetmiş olur: Güneş gölgeyi, ağaran saçlar gençliği neshetti, deni­lir. Mirasçılar arasında tenasüh ise: Mirasın kendisi paylaştırılmadan olduğu gibi durduğu halde mirasçıların arka arkaya ölmesi demektir. Çağların ve ne­sillerin tenasühü (ardarda gelip birinin ötekinin yerini tutması)da böyledir.

b) Başka bir şeyi yerine koymadan, birşeyi izale etmek. Mesela, rüzgar iz­leri neshetti, demek böyledir. Yüce Allah'ın: "O şeytanın bıraktığını Allah nesheder" (el-Hacc, 22/52) buyruğundaki nesh kelimesi bu anlamdadır. Ya­ni onu îptal ve izale eder, onun telkini okunmaz ve onun yerine de mushaf-ta herhangi bir şey kayıt edilmez. Ebû Ubeyd bu ikinci tür neshin olduğu­nu iddia etmiş ve şöyle demiştir: Peygamber (s.a)'e bir sûre indirilir sonra bu sûre kaldırılır, şu sûre okunmaz ve mushafa da yazılmazdı.

Derim ki: Ubey b. Ka'b ve Aişe (r.a)'dan gelen Ahzab Sûresi'nin uzunluk itibariyle Bakara Sûresi'ne denk olduğuna dair rivayet de bu türdendir. Bu hu­susa dair açıklamalar inşaallah orada (Ahzab Sûresi'nin tefsirinin başlangıcın­da) gelecektir. Buna delil olan hususlardan birisi de Ebu Bekr el-Enbarî'nin zikrettiği şu husustur: Bize babam anlattı, bize Nasr b. Davud anlattı, bize Ebu Ubeyd anlattı, bize Abdullah b. Salih, el-Leys'ten o Yunus'tan ve Akil'den, on­lar da İbn Şihab'dan rivayetle şöyle dediler: Bana Ebu Umame b. Sehl b. Hu-neyf, Said b. el-Müseyyeb'in meclisinde anlattığına göre; adamın birisi gece­leyin Kur'ân-ı Kerim'den bir sûre okumak üzere kalktı, fakat o sûreden bir şey okuyamadı. Bir başkası kalktı o da birşey okumaya güç yetiremedi. Bir başkası da kalktı, o da o sûreden birşey okuyamadı. Sabah Rasûlullah (s.a)'ın hu­zuruna gittiler. Onlardan birisi şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, geceleyin Kur'ân-ı Kerim'den bir sûre okumak üzere kalktım da ondan hiçbir şey oku-yamadım. Bir diğeri kalkıp o da: Allah'a yemin ederim, aynı durum benim de başıma geldi ey Allah'ın peygamberi, dedi. Öteki de: Allah'a yemin ederim, aynı durum benim de başıma geldi ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a): "Bu, yüce Allah'ın dün neshettiği şeylerdendir" diye buyur-du.Rivâyetlerden birisinde de Said b. el-Müseyyeb, Ebu Umame'nin anlatık-larını işittiği halde bunlara karşı çıkmıyordu, ifadesi de yer almaktadır. [107]

 

4- Neshi Kabul Etmeyenler:

 

İslâm'a müntesip müteahhirîn bazı kesimler neshin caiz olduğunu kabul etmemektedirler. Halbuki onlara karşı bu konuda önceki selefin şeriatte nes­hin vaki olduğuna dair icma ettikleri hususu susturucu bir delildir.

Yine yahudilerden bir kesim de neshi kabul etmezler. Bunlara karşı sus­turucu delil ise kendi iddialarına göre şanı yüce Allah'ın Nuh (a.s)'a gemi­den çıktığı vakit söylediği şu ifadelerdir: "Bütün canlı hayvanları senin ve so­yundan gelecekler için yenebilir kılıyorum. Bunu size tıpkı bitkiler gibi ser­best bırakıyorum. Ancak bundan kan müstesnadır, onu yemeyiniz." Daha son­ra ise Hz. Mûsâ ile İsrailoğullarına birçok hayvanın yenmesi haram kılındı. Yine onlara karşı gösterilecek delillerden birisi de şudur: Adem (a.s) erkek ve kızkardeşleri birbirleriyle evlendiriyordu. Yüce Allah ise bunu Hz. Musa'ya da başkasına da haram kılmıştır. Onlara karşı bir başka delil: İbrahim Halil'e önce oğlunu kesmesi emredildi, daha sonra: Onu kesme! emri verildi. Hz. Mû­sâ da İsrailoğullarına aralarından buzağıya tapanları öldürmelerini emretti­ği halde, arkasından artık bu öldürme işine son vermelerini emretti. Yine Hz. Musa'nın peygamberliği ile kendisine verilen şeriatle peygamber olmadan ön­ce ibadet edilmezdi. Bundan sonra ise onun şeriatına göre amel edilerek iba­det edilir oldu. Ve buna benzer başka hususlar.

Böyle bir nesih bedâ [108] türünden değildir.

Aksine bu kulları bir ibadetten bir başka ibadete, bir hükümden bir baş­ka hükme -bir maslahat sebebiyle ve hikmetini bir de eksiksiz egemenliği­ni izhar etmek için- yaptığı bir nakilden ibarettir.

Akıl sahipleri ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Peygamberlerin şeriatlerin-de insanların dinî ve dünyevî maslahatları maksat olarak gözetilmiştir. Bedâ ise ancak işlerin akıbetini bilmemesi halinde düşünülebilir. İşlerin akıbetini bilen bir kimsenin ise, maslahatların değişmesine uygun olarak hitapları da değişiklik gösterir. Hasta olan kimsenin durumlarını gözönünde bulunduran doktor gibi. Yüce Allah da meşîet ve iradesi ile yarattığı insanlar hakkında bu maslahatlarını gözönünde bulundurmuştur. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Onun hitabı değişiklik gösterir, fakat ilim ve iradesi asla değişmez. Çünkü bu, yüce Allah hakkında muhaldir (imkânsızdır). Yahudiler ise nesh ve bedâ'yı aynı şey kabul ederler. Bundan dolayı neshi caiz görmezler. O ba­kımdan sapıklığa düşmüşlerdir.

en-Nehhâs şöyle der: Nesh ile bedâ arasındaki fark şudur: Nesh kullan bir şeyden bir şeye tahvil etmektir. Meselâ, o şey daha önce helal iken haram kılınır yahut haram iken helal kılınır. Bedâ ise kararlaştırdığı bir şeyi terke-dip vazgeçmektir. Senin: Bugün filan kişiye git, dedikten sonra: Hayır gitme, demen gibi. Birinci defada söylediğin sözden vazgeçmeni gerektiren bir se­bep ve bir kanaat zuhur eder. Böyle bir tutum eksiklikleri itibariyle insanlar hakkında sözkonusudur. Aynı şekilde: Bu sene şunu ek, deyip de daha sonra: Hayır bu işten vazgeç, demen de böyledir. Buna bedâ denilir. [109]

 

5- Gerçek Neshedici Kimdir?

 

Şunu bil ki, gerçek nesneden yüce Allah'tır. Şer'î hitaba nesneden (nâsih) denilmesi, kelimenin sınırını aşmak (mecaz) suretiyle olmuştur. Çünkü bu hi­tap ile nesh gerçekleşmektedir. Nitekim: Mahkûmun fîhe de nâsih denilerek kelimenin sınırları aşılabilmektedir. Mesela, Ramazan orucu aşure orucunu neshedicidir, denilir.

Mensûh izale olunan, mensûhun anh ise, izale olunan ibadet ile taabbüd etmesi istenen yani mükellef kişidir. [110]

 

6- Neshin Tanımı:

 

Neshin tanımı hususunda mezhep imamlarımızın kullandıkları ifadeler ara­sında farklılık vardır. Ehl-i Sünnet'in ileri gelen ilim adamlarının kabul etti­ği tanım şudur:

Nesh, şer'an yerleşmiş bulunan bir hükmü daha sonra gelen bir hitap ile ortadan kaldırmaktır. Kadı Abdulvehhab ile Kadı Ebû Bekr de bu şekilde ta­nımlamış ve şunu da eklemişlerdir: Eğer o (sonradan gelen hitap) olmasay­dı önceki şer'î hüküm sabit kalmaya devam edecekti.

Böylelikle onlar neshin sözlük anlamını da korumuş oldular. Çünkü nesih kaldırmak ve izale etmek anlamındadır. Şer'î hüküm denilerek aklî hükmün anlaşılmamasını sağlamak istemişlerdir. Şer'î hitabın sözkonusu edilmesi ise nas, zahir, mefhum ve buna benzer bütün delalet yollarını kapsaması, kıyas ve icmaın da dışarıda bırakılması içindir. Çünkü bunlarda ve bunlarla nesih düşünülemez. "Sonradan gelen" kaydını koymaları ise şundandır: Eğer hüküm ile şer'î hitab bir arada bulunsaydı bu hükmün gayesini (nihaî vaktini) açık­layıcı olurdu, neshedici olmazdı. Veya sözün sonraki bölümü önceki bölümü­nü kaldırmış olurdu. Bir kimsenin kalk, hayır kalkma, demesi gibi. [111]

 

7- Mensûh:

 

Mensuh, bizim Ehl-i Sünnet imamlarımıza göre sabit olan hükmün ken­disidir, benzeri değildir. Mu'tezile ise şöyle demektedir: O (mensuh), daha önce gelmiş nas ile gelecekte sabit olacak hükmün benzerinin de zail ola­cağına delalet eden hitaptır. Onları bu kanaate götüren, emirlerin irade ile varolan şeyler olduğu, hüsnün, bizzat hüsnün sahip olduğu bir nitelik oldu­ğu, Allah'ın muradının da güzel olduğu şeklindeki kanaatleridir. İlim adam­larımız kitaplarında Mu'tezile'nin bu iddialarını çürütmüşlerdir. [112]

 

8- Neshin Sözkonusu Olmadığı Alanlar:

 

İlim adamlarımız haberlerde neshin sözkonusu olup olmayacağı hususun­da farklı görüşlere sahiptirler. Cumhur, neshin emir ve nehiylere has oldu­ğu, yüce Allah hakkında yalan söylemenin imkânsızlığı dolayısıyla haber ve­rilen hususlarda neshin olmayacağını kabul etmişlerdir. (Zayıf bir görüş olarak da) şöyle denilmiştir: Eğer haber şer'î bir hüküm ihtiva ediyorsa nes­hi mümkündür (caizdir). Yüce Allah'ın: "Hurma ve üzüm ağaçlarının mey­vesinden de içki çıkarırsınız..." (en-Nahl, 16/67) buyruğunda olduğu gibi. Bu buyruğun tefsiri yapılacağı zaman buna dair açıklamalar yüce Allah'ın iz­niyle gelecektir. [113]

 

9- Tahsis:

 

Genel bir hükümden tahsis (özelleştirme), nesh gibi görünürse de öyle de­ğildir. Çünkü umum hiçbir zaman muhassası (yani tahsis edilen hükmü) kap­samaz. Şayet umumun herhangi birşeyi kapsadığı sabit olur sonra o şey umu­mun dışına çıkartılırsa bu nesh olur, tahsis olmaz. Önceki ilim adamları ise mecazen ve kelimenin anlamım daha da genişleterek tahsise de nesh adını verirler. [114]

 

10- Mutlak ve Mukayyed Hükümler:

 

Şunu bil ki, şeriatte bazan zahiren mutlak ve kapsayıcı olduğu görülen bir­takım haberler varid olabilir. Yine bir başka yerde bunlar kayıtlı olarak söz­konusu edilince bu ifadelerdeki mutlaklık da ortadan kalkar. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Kullarım senden Beni sorarlarsa şüphesiz Ben onlara pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim." (el-Bakara, 2/186) Bu buyruktaki hükmün zahiri her durumda dua eden her­kesin duasının kabul olunacağını haber vermektedir. Şu kadar var ki bir baş­ka yerde bunu kayıtlayan ifadeler gelmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda ol­duğu gibi: "O da dilerse dua ettiğiniz şeyi açar." (el-En'âm, 6/41)

Bu hususta basîreti olmayan bir kimse bunun haberlerde nesih türünden olduğunu zannedebilir. Oysa durum böyle değildir. Bu, mutlak ifade kullan­dıktan sonra onu kayıtlı olarak dile getirmek demektir. Bu meseleye dair da­ha fazla açıklamalar yeri gelince -yüce Allah'ın izniyle- yapılacaktır. [115]

 

11- Neshin Türleri:

 

İlim adamlarımız der ki: Daha ağır bir hükmün hafifletilmesi caizdir. On kişiye karşı (cihadda) sebat etme hükmünün iki kişiye karşı sebat etme hükmüyle değiştirilmesi gibi. (bk. el-Enfal, 8/65-66) Daha hafif bir hükmün daha ağır bir hükümle neshedilmesi de caizdir. Aşure günü orucunun Ra­mazan ayında sayılı günler oruç tutma hükmü ile neshedilmesi gibi. Nitekim ileride oruç âyeti (el-Bakara, 2/173) açıklanırken gelecektir. Ağırlık veya ha­fiflik itibariyle birbirinin dengi olan hükümler de birbirini neshedebilir. Kıb­lenin neshinde olduğu gibi. Bir hüküm neshedilmekle birlikte onun yerine başka bir hüküm getirilmeyebilir. Hz. Peygamber'le özel bir şekilde konuş­mak için önceden sadaka vermeyi emreden hükmün kaldırılması gibi. (bk. el-Mücadele, 58/12-13)

Kur'ân Kur'ân ile, sünnet de ibare ile neshedilebilir. Burada sözü geçen "ibare"den kasıt kat'î ve mütevatir olan haberdir. Vahid haber de vahid ha­ber ile neshedilebilir.

Önder (imam) ilim adamlarının ileri gelenlerine göre Kur'ân-ı Kerim sünnetle neshedilebilir. [116] Bu, Peygamber Efendimizin: "Mirasçıya vasiyet yok­tur" [117] hadisinde görülmektedir. Bu İmam Malik'in mes'elelerinden zahiren anlaşılan görüştür. İmam Şafiî ile Ebu'l-Ferec el-Malikî ise bunu kabul etmez­ler. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Buna delil ise hepsinin yüce Allah'ın hükmü olduğu, O'ndan geldiğidir. İsterse bunların isimleri ayrı ayrı olsun. Yi­ne (âyet-i kerime ile sabit olan) zina edene sopa vurmak, evli olup da zina dolayısıyla recmedilen kimsenin zina haddi de düşmektedir. Bunu düşüren ise Peygamber (s.a)'ın uygulamadaki sünnetidir ki, bu da açıkça anlaşılan bir husustur.

Yine mes'eleyi iyice inceleyen ileri gelen ilim adamlarının görüşüne gö­re sünrıet Kur'ân-ı Kerimle neshedilebilir. Kıble hususunda bu vardır. Çün­kü Şam tarafına doğru yönelip namaz kılmak yüce Allah'ın Kitabında bulun­mamaktadır. Yine yüce Allah'ın: "O kadınları kâfirlere geri döndürmeyiniz" (el-Mümtehine, 60/9) buyruğunda da bu vardır. Çünkü Peygamber (s.a)'ın Ku-reyşlilerle yaptığı barış antlaşması gereği kadınların kâfirlere geri verileceği belirtilmişti.

Yine ileri gelen ilim adamları Kur'ân-ı Kerim'in haber-i vahid ile neshe-dilmesinin aklen caiz olduğunu kabul ederler. Ancak şer'an böyle birşeyin vukuu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebu'l-Mealî ve başkaları ise Kü­ba mescidi ile ilgili olayda -ileride açıklanacağı üzere (bk. et-Tevbe, 9/108. âyetin tefsiri)- bu şekil husule gelmiştir. Bazıları ise bunu kabul etmemek­tedir.

Herhangi bir nassın kıyasa dayanılarak neshedilmesi düşünülemez. Çünkü kıyasın şartlarından bir tanesi de nassa aykırı olmamasıdır.

Bütün bu türleriyle nesih, Peygamber (s.a)'ın hayatta olduğu sürece söz-konusudur. Onun vefatından ve şeriatın son şeklini almasından sonra ise ne­sih olamayacağı hususu üzerinde ümmetin icmaı vardır. Bu bakımdan icma nesholunmaz, icma ile de nesh yapılmaz. Çünkü icmaın gerçekleşmesi vah­yin kesilmesinden sonra sözkonusu olur. Bizler herhangi bir nassa muhalif olan bir icma bulduğumuz takdirde, o zaman bu icmaın bizim bilmediğimiz neshedici bir nassa dayalı olduğunu bu muhalif nas ile amelin terkedildiği-ni, onun muktezasının neshedilmekle birlikte hükmünün sünnet olarak kal­maya devam ettiğini, okunup rivayet edildiğini biliriz. Nitekim Kur'ân-ı Ke-rim'de iddeti bir sene olarak tesbit eden âyet-i kerime (el-Bakara, 2/240) ol­duğu gibi kalmıştır. (el-Bakara, 2/240. âyetin tefsirine bakınız). Bu hususa iyi­ce dikkat etmek gerekir, çünkü oldukça değerli bir noktadır. Bu, okunuşun neshedilmeksizin kalıp sadece hükmünün nesholunması türündendir ve bu, nesih türlerinden biridir. Hz. Peygamber ile özel olarak konuşmak için sadaka verme emri de böyledir.

Kimi zaman hüküm nesholunmaksızın tilavet nesholunabilir. Recm âye­ti gibi. Bazen hem tilavet hem de hüküm nesholunabilir. Hz. Ebu Bekir'in şu sözü bunu ifade eder: Bizler: "Babalarınızdan yüzçevirmeyiniz (kendinizi baş­kalarına nisbet etmeyiniz) çünkü o bir küfürdür" âyetini okurduk. [118] Buna benzer nesihler pek çoktur.

Yine araştırmacı ilim adamlarının kabul ettiği görüşe göre nâsih kendisi­ne ulaşmamış olan kimse birinci hüküm ile taabbüd eder. Nitekim kıblenin değiştirilmesi ile ilgili âyetlerde bu açıklamalar gelecektir.

Araştırmacılar hüküm ile amel edilmeden önce neshedilmesinin caiz ol­duğunu kabul ederler. Nitekim bu, kesilmesi emredilen Hz. İbrahim'in oğ­lu kıssasında görülmektedir. Ayrıca elli vakit farz kılınan namaz emri yerine getirilmeden önce de beş vakit olarak neshedilmiştir. Bu hususlara dair açıklamalar el-İsra Sûresi'yle [119] Saffat Sûresi'nde [120] yüce Allah'ın izniyle ge­lecektir. [121]

 

12- Neshedici Buyruğu Bilmenin Yolları:

 

Nâsihi bilmenin birtakım yollan vardır. Bunlardan birisi lafızda buna de­lalet eden tabirlerin bulunmasıdır. Hz. Peygamber'in şu buyruğunda olduğu gibi: "Sizlere kabir ziyaretini yasaklamış idim. Kabirleri artık ziyaret edebi­lirsiniz. Sizlere deriden yapılan kaplar dışındaki kaplardan içmeyi yasaklamıştım. Artık her kaptan içebilirsiniz. Şu kadar var ki sarhoşluk verici birşey içmeyiniz" [122] ve benzerleri.

Bir başka yol da ravinin hükümlerin tarihini belirtmesidir. Mesela; ben Hen­dek yılı şunu işittim deyip mensuh olanın daha önceden bilinen bir hüküm olması veya şunun hükmü bununla neshedildi, demesi gibi.

Bir diğer yol, ümmetin bir hükmün nesholduğu ve onu neshedenin de ön­ceden varid olduğu üzerinde icma etmesi. Bu husus usul-u fıkıh kitapların­da genişçe açıklanmıştır. Bizim bu konudaki geniş açıklamaların bir kısmı­na burada dikkat çekmemiz, kısa olan ile yetinen kimseye bu kadarının ye­terli olduğundan dolayıdır. Doğruya ulaşma başarısı Allah'tandır. [123]

 

13- "Neshetmeyiz":

 

Cumhur şeklinde "nun" harfini üstün olarak okumuştur. Zahir olan ve kullanılan anlamı ise önceden de belirtildiği gibi: -Biz ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe- hiçbir âyeti tilavetini bırakıp hükmünü neshetmeyiz, şeklindedir. Anlamın yine belirttiğimiz üzere... bir âye­tin hüküm ve tilavetini kaldırmayız, şeklinde olma ihtimali de vardır.

İbn Amir, "neshedilmiş (kopye edilmiş) buldum" anlamına gelen "enseh-tu el-kitabe"den gelen şekliyle "nun" harfini ötreli olarak şeklinde oku­muştur. Ebû Hatim bu okuma yanlıştır, demektedir. Ebû Ali el-Farisî de: Böy­le bir söyleyiş yoktur; çünkü:ın aynı anlama geldiği söylene­mez... demektedir.

Ancak anlamın neshedilmiş bulduğumuz, şeklinde ol­ması hali müstesnadır. ifadesini  Onu öğülmüş ve cimri buldum, anlamında kullanmak da böyledir.

Ebû Ali der ki; onu neshedilmiş bulmak, ancak fiilen neshetmek halinde sözkonusu olur. Böylelikle her iki kıraat lafızları itibariyle farklı olsa bile, ma­na itibariyle ayni olur.

"Nesheder..." buyruğunun, "neshini sana bırakmayız" anlamında oldu­ğu da söylenmiştir. Kitabı yazmak halini anlatmak için: "Kitabı neshettim" de­nilir. Onu yazma işini başkasına havale etmek halinde ise; "başkasından in-tisâhını (yazmasını) istedim" denilir.

Mekkî der ki: (Ensehâ fiilindeki) hemze'nin teaddî (fiili geçişli kılmak) için olması mümkün değildir. Çünkü o taktirde anlam değişir ve: Ey Muhammed Biz sana bir âyeti insâlı eder... şeklinde olur. Âyetin ona insâhı ise, ona in­dirilmesi demektir. Dolayısıyla buyruk şu anlama gelir: Biz sana bir âyet in­dirir yahut onu unutturursak, ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini ge­tiririz. Bu da sonuç olarak şöyle demektir:

İndirilmiş her bir âyetten mutlaka daha hayırlısı (ya da onun misli) indi­rilmiştir. Bu durumda da Kur'ân tümüyle mensûh olur. Bu ise imkânsızdır.

Çnükü nesli olunan ancak pek az bir bölümdür. Buna göre ef ale (enseha) ile feale (neseha) kiplerinin aynı anlama gelmeleri -Araplardan böyle birşey işitilmediğinden- imkânsız olduğundan ve mâna bozulacağı için hemze'nin teaddi için getirilmesine de imkân bulunmadığından, geriye bu kipin ancak "ben onu övülmeye değer yahut cimri buldum" kabilinden olma ihtimalin­den başkası kalmamaktadır. [124]

 

14- "... veya Unutturursak."

 

"Veya unutturursak" Ebû Amr ile İbn Kesir şeklinde okumuş­lardır. Ömer, İbn Abbas, Ata, Mücahid, Ubey b. Ka'b, Ubeyd b. Umeyr, en-Nehaî ve İbn Muhaysın da bu şekilde okumuşlardır ki bu ertelemek ile ilgi­li bir anlam ifade eder. Lafzının neshini tehir etmeyiz, demektir. Bunun da anlamı şudur: Biz onu ummu'l-kitab'ın sonunda terkederiz ve o takdirde (nesh) olmaz. Ata'nın da görüşü budur. Ata'dan başkaları ise şöyle demek­tedir: Bu şekilde hemzeli okuyuşun anlamı belli bir vakte kadar neshini ge­ciktirmeyiz, şeklindedir. Nitekim Araplar bir işi erteledikleri vakit bunu ifa­de etmek üzere bu kökten gelen kelimeyi kullanırlar. Vadeli olarak bir satış yapıldığı zaman da bu kökten kelime kullanılır.

İbn Fâris der ki: Allah senin ecelini gecik­tirsin (ömrünü uzatsın), derler. Birbirlerinden uzaklaşan veya biri ötekinden geç kalan kimseler hakkında da bu tabir kullanılır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: "Biz.ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiç­bir âyeti neshetmez veya onun nüzulünü geciktirmeyiz."

Şöyle de denilmiştir: Biz okunmayacak ve hatıra gelmeyecek şekilde onu sizden (hatırınızdan) gideririz, demektir. Başkaları ise terketmek anla­mına gelen nisyan'dan olmak üzere baştaki "nun" harfini ötreli olarak oku­muşlardır. Yani onu değiştirmeksizin ve nesh de etmeksizin bırakırız, anla­mına gelir. Bu açıklamayı İbn Abbas ve es-Süddî yapmıştır. Yüce Allah'ın: "On­lar Allah'ı unuttular, O da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/67) buyruğu da bu tür bir anlam ifade eder. Yani onlar Allah'a ibadeti terkettiler, Allah da on­ları azabın içerisinde terkedip bıraktı. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bu kıraati ter­cih etmişlerdir. Ebû Ubeyd der ki: Ben Kari' Ebu Nuaym'i şöyle derken din­ledim: Peygamber (s.a)'e rüyamda Ebu Amr'ın kıraati üzere Kur'ân okudum. Benim okuyuşumda sadece iki kelimeyi değiştirdi. Ben ona (el-Bakara, 2/128'deki: şeklinde okudum, o: : Bize göster" diye düzeltti. Ebu Ubeyd der ki: Zannederim: Yahut geciktirmeyiz diye oku­dum, o da: Veya unutturmayız" diye düzeltti, ifadesi onun sö­zünü ettiği ikinci kelimedir.

el-Ezherî bu okuyuşun: Veya terkedilmesini emretmeyiz, anlamına geldiği­ni nakletmektedir. Nitekim bir şeyin terkedilmesi emredildiğinde bu ifade kul­lanılır, terkettiğini ifade eden kimse de bu kelimeyi kullanır. Şair de der ki:

"Benim otlattığım ve kendisine dikkat ettiğim bir devem vardır Ben ne unuturum ne de terk edip geri bırakırım."

ez-Zeccâc ise şöyle demektedir: Nun harfinin ötreli okunuşu ile terketmek anlamı uygun düşmemektedir. Çünkü böyle, bir kullanım yoktur.

Ali b. Ebi Talha'nın İbn Abbas'tan naklettiği: "Veya onu unutturmayız" değiştirmeksizin bırakırız, şeklindeki açıklaması sahih değildir. İbn Abbas bel­ki de: "Onu terkederiz" demiştir de o gereği gibi belleyememiştir. Dilci ve na­zar ehlinin çoğunlukla kabul ettiği görüşe göre ise "veya unutturmayız" ya­ni size onu terketmeyi mubah kılmayız, anlamındadır. Ebu Ali ve başkaları da şöyle demektedir: Bu uygun bir açıklamadır-, çünkü sana terkettirmeyiz, anlamına gelir.

Bunun, hatırlamamak anlamına gelen ve kelimenin asıl ifade ettiği anlam olan unutmaktan geldiği de söylenmiştir. Yani ey Muhammed, sana onu ha­tırlamayacak şekilde unutturmayız, demektir. Fiil buna göre iki mef'ûle ge­çiş yapmış olur ki, bunlar peygamber ve (âyete ait olan) hâ zamiridir. Şu ka­dar var ki "peygamber" adı hazf edilmiştir. [125]

 

15- Nesheden, Neshedilenden Hayırlıdır Veya Onun Benzeridir:

 

 "Ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini getiririz..." Burada geçen "hayırlısı" lafzı, üstünlük sıfatıdır. Yani ey insanlar, eğer nesheden âyetin hük­mü daha hafif ise dünyada, eğer daha ağır ise ahirette sizin için daha fayda­lıdır. Eğer her bakımdan eşit ise onun benzeridir. İmam Malik der ki: Yani neshedilen âyet yerine size muhkem bir âyet getiririz, demektir. Bundan kas­tın, üstünlük ifade eden daha hayırlılık olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Al­lah'ın kelamı arasında üstünlük sözkonusu değildir. Bu yüce Allah'ın: "Kim bir iyilik ile gelirse ona ondan hayırlısı vardır." (en-Neml, 27/89) Yani, ona o hasene dolayısıyla bir hayır vardır, yani onun faydasını ve ecrini görecek­tir. Yoksa burdaki "hayır" daha üstün olma anlamını ifade edecek şekilde de­ğildir. Yüce Allah'ın: "Veya onun benzerini getiririz" buyruğu ise, birinci gö­rüşe delildir. [126]

 

107. Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, Allah'tan başka hiçbir veliniz ve hiçbir yardımcınız da yoktur.

 

"Bilmez misin ki" yoktan varetmek, icad etmek, malik olmak, egemen­lik sahibi olmak, emir ve iradesinin yürürlüğe girmesi bakımlarından "gök­lerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Bilmez misin..." buyruğun-daki fiil, başına gelen cezm edatı dolayısıyla cezm olmuştur. İstifham (soru) edatları da âmil'in amelini değiştirmez.

 edatının hemze'sinin üstün gelmesi ise nasb mahallinde olduğundan dolayıdır.

"Mülk" kelimesinin merfu' gelmesi, mübteda olduğundandır. Haberi O'nundur" (mealde ayrıca göstermeye gerek olmadığından, "Allah'ındır" buy­ruğunun anlamında mündemiçtir) kelimesi olup, cümle olarak da (jf)nin ha­beridir.

Burada hitap Peygamber (s.a)'e olmakla birlikte kasıt ümmetidir. Çünkü: "Allah'tan başka hiçbir veliniz ve hiçbir yardımcınız da yoktur" diye bu-yurulmaktadır. Bir görüşe göre de bunun anlamı şöyledir: Yani ey Muham-med, onlara de ki: Göklerin ve yerin mutlak egemenliğinin yalnız Allah'a ait olduğunu ve sizin Allah'tan başka hiçbir velinizin bulunmadığını bilmiyor mu­sunuz?

Buradaki veli ise filan kişinin işini üstlenip görmek kökünden gelmekte­dir. Veliyyü'1-Ahd da buradan gelmiştir. Yani müslümanlann yönetim işlerin­den kendi uhdesine verilenleri yerine getiren anlamındadır. [127]

"Allah'tan başka" yani Allah'ın dışında ve Allah'tan ayrı olarak hiçbir ve­liniz, hiçbir yardımcınız yoktur, anlamındadır. Nitekim Umeyye b. Ebi's-Salt şöyle demiştir:

"Ey nefis, senin Allah'tan başka koruyucun yoktur

Ve zaman, gece ve gündüz, geçtikçe kalacak kimse de yoktur."

Bu buyruktaki yardımcı" kelimesini büyük çoğunluk, "veli­niz" anlamındaki kelimeye atıf ile esreli okumuşlardır. Bunun mahalle atıf ile ötreli okunması da mümkündür. Çünkü anlam itibariyle cer edatı burada (te'kid için gelmin olup) zaiddir. [128]

 

108. Yoksa siz de daha önce Musa'dan istendiği gibi peygamberiniz­den istemeye mi kalkışacaksınız? Kim imanı küfre değişirse doğru yoldan sapmış olur.

 

"Yoksa..." anlamına gelen kelimesi Hayır, anlamınadır. Yani: Hayır, siz.... istemeye mi kalkışacaksınız, anlamına gelir. Bundan kasıt da mu­hatapları azarlamaktır.

"Yoksa siz de daha önce Musa'dan" açıkça Allah'ı kendilerine gösterme­lerini "istedikleri gibi peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız?" On­lar da Muhammed (s.a)'den Allah'ı ve melekleri kafile halinde getirmesini is­temişlerdi. İbn Abbas ve Mücahid'den gelen rivayete göre onlar Hz. Peygam-ber'den Safa tepesini altına dönüştürmesini istemişlerdi.

el-Hasen "istendiği gibi" anlamı verilen buyruğu şeklinde oku­muştur. Bu okuyuş, bu fiil şeklinde kullananlara göre uygundur. Kıyasa aykırı olarak, hemze'nin sakin yâ harfine değiştirilmesi sonucu ondan önceki sin harfinin de meksûr okunması olarak da açıklanabilir. en-Nehhâs ise, hemze'nin değiştirilmiş olması uzak bir ihtimaldir.

Sevâ (doğru); herşeyin ortasını ifade eder. Bu anlamı Ebu Ubeyde ve Ma'mer b. el-Müsennâ vermiştir. Yüce Allah'ın: "Onu cehennemin ortasında (sevâ') gördü." (es-Saffât, 37/55) buyruğu da bu anlamdadır. Hassan b. Sa­bit de Rasûlullah (s.a) için söylediği mersiyesinde şöyle demektedir:

"Vay peygamberin ashabına ve onun adamlarına Lahdin ortasında üzeri örtüldükten sonra."

el-Ferrâ'dan bu kelimenin orta ve itidal anlamına geldiği de nakledilmiş­tir. Yani yolun ortasından ve izlenmesi gereken bölümünden uzak kalmıştır, demek olur. Bunun anlamı; Allah'a itaat etme yolunun dışına çıkmaktır.

Yine İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu âyet-i kerime: Râfi' b. Huzey-me ile Vehb b. Zeyd'in, Peygamber (s.a)'e: Bize semadan okuyacağımız bir kitap getir ve bizim için nehirler fışkırt ki, sana uyalım, demeleri üzerine na­zil olmuştur. [129]

 

109- Kitap ehlinden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken iç­lerinde yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin. Şüphesiz Allah herşeye kadirdir.

110. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve kendiniz için ne hayır gönderirseniz, Allah nezdinde onu bulacaksınız. Şüphesiz Al­lah işlediklerinizi çok iyi bilendir.

 

Bu buyrukların: "Kitap ehlinden bir çoğu hak kendilerine besbelli ol­muşken içlerinde yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler" bölümüne dair açıklamalarımızı iki baş­lık halinde sunacağız:

 

1- Kitap Ehlinin Kıskançlığı:

 

"... içlerinde yerleşmiş olan"; yani herhangi bir kitapta böyle bir davra­nışı bulmaksızın ve bu şekilde davranmaları kendilerine emrolunmadığı halde "yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler", temenni ederler. [130]

Kâfirler olarak (küfre)" kelimesi, Sizi döndürmek" fiilinin ikinci mef'ülüdür. İçlerinde yerleşmiş olan" ifadesi­nin "isterler" anlamındaki fiile ya da "kıskançlık" anlamındaki mastar ke­limeye de taalluk etmesi mümkündür. Buna göre: kelimesi üzerinde

vakf yapmak gerekir. mef'ûlün leh'tir. Yani onlar bunu duydukları

kıskançlıktan ötürü isterler. "İçlerinde yerleşmiş olan" ibaresi onların bu kıs­kançlığı, herhangi bir kitaba dayanmaksızın ve buna dair kendilerine bir emir verilmeksizin besledikleri anlamındadır.

Yani onların böyle bir kıskançlığı herhangi bir kitaba dayanmaksızın ve emrolunmaksızın kendiliklerinden duydukları anlamını, "kıskançlık" keli­mesi de vermektedir. O bakımdan "içlerinde yerleşmiş olan" ifadesi pekiş­tirmek ve onları susturmak üzere kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah başka yer­lerde (benzer bir şekilde) şöyle buyurmaktadır: "Onlar ağızlarıyla söylüyor­lar."(Âl-i İmrân, 3/167); "Elleriyle kitabı yazarlar" (el-Bakara, 2/79); "Ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki.." (el-En'am, 6/38)

Bu âyet-i kerime yalıudiler hakkındadır. [131]

 

2- Kıskançlığın Türleri:

 

Kıskançlık yerilmiş ve öğülmüş olmak üzere iki türlüdür. Yerilmiş olan kıs­kançlık, müslüman kardeşi üzerindeki Allah'ın nimetinin zevalini temenni et­mektir. Bu arada o nimetin sana gelmesini istemen ile istememen arasında da fark yoktur. Yüce Allah'ın Kitab-ı Kerim'inde şu buyruğu ile yerdiği kis-

Bu kelimeye dair açıklamalar daha önceden 96. âyette geçmiş bulunmaktadır.

kançhk türü işte budur: "Yoksa onlar Allah'ın kendilerine lütfundan verdi­ği şeyler dolayısıyla insanları mı kıskanıyorlar?" (en-Nisâ, 4/54) Bu kıskanç­lığın yeriliş sebebi bir bakıma yüce Allah'ın hikmetsiz iş yaptığı ve layık ol­mayan kimseye nimet verdiği anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır.

Övülen kıskançlık ise sahih hadiste Peygamber (s.a)'ın ifade ettiği şu tü­rüdür: "Yalnız iki şeyde kıskançlık olur. Allah bir kimseye Kur'ân'ı vermiş (ya­ni öğrenmesini sağlamış) o da gece ve gündüz bu Kur'ân ile kâim olmakta­dır (gereğince amel etmekte, uygulamakta ve o Kur'ân'ı okuyarak uzun uzun namaz kılmaktadır). Diğerine ise Allah bir mal vermiştir, o da gece gün­düz bu malını infak edip durmaktadır." [132]

Bu kıskançlığın anlamı ise gıpta etmektir. O bakımdan Buhârî bu hadisin yer aldığı bölümün başlığını: "İlim ve Hikmette Gıpta Etme"[133] diye koymuş­tur. Gıptanın gerçek mahiyeti ise müslüman kardeşinin sahip olduğu hayır ve nimetinin benzerinin de -ondaki hayır zail olmaksızın- sende olmasını te­menni etmektir. Böyle bir şeye "münafese (hayırlarda yarış)" adının verilme­si de mümkündür. Yüce Allah'ın: "O halde yarışanlar bunun için yarışsın­lar" (el-Mutaffifîn, 83/26) buyruğu da böyle bir anlam ifade etmektedir.

"Hak kendilerine besbelli olmuşken" yani hakkı apaçık gördükten son­ra... Burada haktan maksat, Muhammed (s.a) ile onun getirdiği Kur'ân-ı Kerim'dir. [134]

 

"Allah'ın emri gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin." buyruğu­na dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

 

1- Affetmek:

 

Yüce Allah'ın: ": Affedin" buyruğunun asli: şeklindedir. Önce ağırlığı dolayısıyla ötre hazf edildi. Sonra da iki sakin arka arkaya gel­diğinden vav hazf edilmiştir.

Af, günah sebebiyle sorumlu tutmayı terk etmek demektir. Görmezlikten gelmek (saflı) ise günahın insan ruhunda bıraktığı etkisini ortadan kaldırmak­tır. Kişinin işlediği suç ve günahtan yüzçevirmek halinde kullanılır. Birinden yüzçeviren ve onu terkeden kişi bunu ifade etmek üzere "yani ondan yüz çevirip ona ilişmedim," tabirini kullanır. Yüce Allah'ın şu buy­ruğu da bu türdendir: "Zikri (Kur'ân'ı) size bildirmeyi terk mi edelim?" (ez-Zuhruf, 43/5) [135]

 

2- Bu Âyet ve Kıtal:

 

İbn Abbas'tan gelen rivayete göre bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap verilenlerden... iman etmeyen kimselerle kendi elleriyle ciz­yelerini verinceye dek savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) buyruğu ile neshedilmiş-tir. Bunu nesneden âyet-i kerimenin: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürü­nüz" (et-Tevbe, 9/5) buyruğu olduğu da söylenmiştir.

Ebû Ubeyde şöyle der: Savaşın terkedilmesini tavsiye eden her bir âyet-i kerime Mekkîdir ve savaş emriyle neshedilmiştir. İbn Atiyye de: Bu âyet-i ke­rimenin Mekkî olduğuna dair hüküm vermesi zayıf bir görüştür. Çünkü ya-hudilerin inad edip diretmeleri Medine'de olmuştur, der.

Derim ki: Doğrusu da budur. Buhârî ve Müslim'de Üsame b. Zeyd'den ri­vayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a), üzerinde Fedek'te dokunmuş kadife bulunan bir eşeğe binmişti. Arkasında da Üsame vardı. Hz. Peygamber, Be­dir olayından önce Haris b. Hazrecoğulları arasında (mahallesinde) bulunan Sa'd b. Ubade'yi ziyarete gidiyordu. Yolda giderken -aralarında Abdullah b. Ubey b. Selûl'un da bulunduğu- oturan bir grubun yanından geçerler. Bu sı­rada henüz Abdullah b. Ubey İslâm'a girmemişti. O mecliste müslümanlar, müşrikler, putatapıcılar, yahudiler hep birlikte karışık oturuyorlardı. Müslü­manlar arasında Abdullah b. Revâha da vardı. Eşeğin çıkardığı toz orada otu­ranların üzerine gelince İbn Ubey cübbesiyle burnunun üzerini kapattı ve: Bize toz çıkarmayınız, dedi. Rasûlullah (s.a) da selam verdikten sonra dur­du ve indi. Onları yüce Allah'ın yoluna davet etti, onlara Kur'ân-ı Kerim oku­du. Abdullah b. Ubey b. Selûl ona: Ey kişi, eğer söylediğin doğru ise bun­dan daha güzel bir şey olamaz. Fakat oturduğumuz yerlerimize kadar gelip o sözlerle bizi rahatsız etme. Sen kendi evine git, orada sana gelene onu an­latırsın. Abdullah b. Revâha ise şöyle dedi: Hayır, ya Rasûllallah, bizim otur­duğumuz yerlerde de yanımıza gel, biz bu işi severiz. Bunun üzerine müş­rikler, müslümanlar ve yahudiler karşılıklı olarak birbirlerine sövüp sayma­ya koyuldular. Az kalsın birbirlerine girişeceklerdi. Rasûlullah (s.a) da onla­rı teskin etmeye çalışıp durdu, sonunda teskin oldular. Daha sonra Rasûlul­lah (s.a) bineğine bindi ve Sa'd b. Ubade'nin yanına varıncaya kadar yolu­na devam etti. Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Ey Sa'd, sen Ebu Hubab'ın -Abdullah b. Ubeyy'i kastediyor- şöyle şöyle dediğini duymadın mı?" Sa'd b. Ubade şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, anam babam sana feda olsun, sen onu affet ve görmezlikten gel. Sana hak ile Kitabı indirene yemin ederim; Allah senin üzerine indirdiği hak ile seni bize gönderdiği sırada bu belde halkı ona taç giydirmek ve başlarına hükümdar olarak geçirmek üzere anlaşmış bulu­nuyorlardı. Fakat Allah, seni verdiği hak ile bunu geri çevirince, bu sebeb-ten dolayı hevesi kursağında kaldı. İşte senin o gördüğün işi bundan dola­yı yapmıştır. Bunun üzerine de Rasûlullah (s.a) onu affetti. [136]

Rasûllullah (s.a) ve ashabı yüce Allah'ın emrettiği üzre müşrikleri ve kitap ehlini affedip bağışlıyor , eziyetlerine katlanıyorlardı. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Andolsun sizden önce kitap verilenlerden ve şirk ko­şanlardan incitici pek çok şey işiteceksinizdir." (Âli İmran, 3/186) Bu âyet-i ke­rimede de: "Kitap ehlinden bir çoğu... sizi imanınızdan sonra küfre döndür­mek isterler" diye buyurmaktadır. Rasûlullah (s. a) onlara karşı cihad emri ve­rilip cihad için izin alıncaya kadar onları affetmeye dair bu buyruklar gereğin­ce amel ediyordu. Bedir gazasında kâfirlerin elebaşlarından ve Kureyş'in ile­ri gelenlerinden birtakım kimselerin öldürülmesi sonucunda Rasûlullah ve as­habı ganimet elde etmiş ve zafer kazanmış olarak geri döndüler. Beraberlerin­de kâfirlerin elebaşları ve Kureyşlilerin ileri gelenleri de esir alınmıştı. Abdul­lah b. Ubey b. Selûl ve onunla birlikte bulunan müşrikler ve putatapıcılar: İş­te bu artık kendisini gösteren, üstünlük sağlayan bir iş haline geldi, dediler, Rasûlullah (s.a)'a İslâm üzere bey'at ettiler ve İslâm'a girdiler.

"Allah'ın emri" yani Kurayzaoğullarının öldürülmesiyle Nadiroğullarının sürgüne gönderilmesi "gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin, şüphe­siz Allah herşeye kadirdir. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin." Bu em­re dair açıklamalar ise daha önceden (3. ve 43- âyetlerde) yapılmış bulun­maktadır. Yüce Allah'a hamdolsun.

"Kendiniz için önceden ne hayır gönderirseniz Allah nezdinde onu bu­lacaksınız." Hadis-i şerifte belirtildiğine göre "kul vefat ettiği takdirde insan­lar: Geriye ne bıraktı der, melekler ise: Önünden ne gönderdi" derler.

Buhârî ve Nesaî'nin rivayetlerine göre de Abdullah (b. Mes'ud) dedi ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Hanginiz mirasçılarının malını kendi öz malın­dan daha çok sever?" Ashab: Ey Allah'ın Rasûlü der, bizden kendi öz malı­nı mirasçılarının malından daha çok sevmeyen hiç kimse yoktur. Rasûlullah (s.a) bu sefer şöyle buyurdu: "Hayır, aranızda mirasçının malını kendi öz ma­lından daha çok sevmeyen hiçbir kimse yoktur. (Çünkü) senin malın önün­den gönderdiğindir. Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır." Bu lafzıyla ha­dis Nesaî tarafından rivayet edilmiştir.[137] Buhârî'nin lafzı ise şöyledir: Abdul­lah dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Hanginiz mirasçısının malını ken­di öz malından daha çok sever?" Ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Aramızdan kendi malını daha çok sevmeyen hiçbir kimse yoktur. Hz. Pey­gamber şöyle buyurdu: "Kişinin kendi öz malı önden gönderdiği, mirasçısı­nın malı ise geride bıraktığıdır." [138]

Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan gelen rivayete göre o bir seferinde (Medinelilerin mezarlığı olan) Beki' el-Garkad'ten geçip şöyle der: Selam size ey ka­bir ehli, bizden haberler şunlar: Sizin hanımlarınız evlendiler, evlerinize başkaları yerleşti, mallarınız da paylaşıldı. Söyleyeni görülmeyen bir ses ona şu cevabı verdi: Ey Hattab'ın oğlu, bizdeki haberler de şöyle: Önden gön­derdiklerimizi gördük, infak ettiğimiz bizim kârımız oldu, geriye bıraktığımı­zı ise zarar ettik.

Şair ne güzel söylemiş:

"Ölümünden önce kendin için salih ameli önden gönder Salih amel işle. Çünkü ebedi kalmaya imkân yoktur."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Ölümden önce, diller tutulmadan ve

Kendin için (ecri) umulur bir tevbeyi önden gönder."

Bir başkası da şöyle demiştir:

"Seni doğurduğunda annen, sen ağlıyor idin.

Çevrendekiler ise gülüyorlardı sevinçle.

Öyle bir gün için amelde bulun ki;

Ölümün gününde onlar ağladıklarında sen gülmelisin sevinçle."

Bir diğeri de şöyle demektedir:

"Hayırda yarış ve onun için elini çabuk tut. Çünkü geride olanı biliyorsun.

Önden hayır gönder, çünkü her kişi önden gönderdiğinin yanına gidiyor."

Bütün bunlardan da daha güzeli Ebu'l Atehiye'nin şu beyitleridir:

"Hayatta iken malınla mutlu olmaya bak,

Çünkü sen geriye ya ıslah edici veya fesat yapıcı kimseyi bırakırsın

Malını ifsad edici birisine bırakırsan o malı bırakmaz,

Salih kimse ise az olan malını artırır

Eğer gücün yeterse kendi nefsinin mirasçısı ol.

Çünkü kendisinin mirasçısı olan kişi doğru iş yapar."

"Şüphesiz Allah işlediklerinizi çok iyi görendir." buyruğuna dair açık­lamalar ise daha önceden (96. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. [139]

 

111. "Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez" dediler. Bu, onların kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söyle­yenler iseniz delilinizi getirin."

112. Hayır, kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a teslim ederse iş­te ona Rabbi nezdinde ecri verilir. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler."

 

"Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez dediler."

Yani yahudiler: Yahudi olandan başkası cennete girmeyecek, dediler. Hıris­tiyanlar da hristiyan olandan başkası cennete girmeyecek, dediler.

el-Ferrâ (âyet-i kerimede geçen şekliyle): "hûden" kelimesinin "yahudi" anlamına gelmesini caiz görmüştür. Böylelikle o sondaki fazlalığın hazfedil-mesini ve bu kelimenin "hâid"in çoğulu olmasını caiz görmektedir. (Bu ke­lime de tevbe eden ve dönen anlamındadır).

el-Ahfeş Said der ki: Olandan başkası" buyruğunda  kelimesi kimse lafzına uygun olarak tekil gelmiştir. Daha sonra yahudiler" kelimesini çoğul getirmiştir. Çünkü "kimse" anlamındaki edat, ço­ğul anlamını vermektedir: Bu, onların kuruntularıdır" buy­ruğunun, ye harfi şeddeli değil de, med harfi olarak da okunabilir.

Buna dair açıklamalar daha önceden (78. âyet-i kerimede) geçmiş bulun­maktadır. Allah'a hamdolsun.

"De ki:" İmanınıza ve cennete gireceğinize dair söylediğiniz sözlerinizde "eğer doğru söyleyenler iseniz delilinizi getirin" yani bu söylediklerinizi delil ile açıklayın.

"De ki: Delilinizi getirin" buyruğundaki:  getirin" buyruğunun aslı  şeklindedir. Ağırlığı dolayısıyla önce ötre hazfedildi, sonra da arka arkaya ilki sakin (harekesiz) harf geldiğinden yâ harfi hazfedildi. Müzekker müfred emr-i hayırda , müenneste ise denilir.

Burhan (delil), kesin bilgi veren delil ve belge demektir. Çoğulu "berâ-hîn" gelir. Sultan ve selâtîn, kurban ve karâbîn gibi. Taberî der ki: Burada de­lil istemek nazarın (kıyasın) kabul edilmesi gereğini ve kıyası reddedenle­rin de görüşlerinin reddedilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.

Daha sonra yüce Allah onları reddetmek, yalanlamak, yani durum dedi­ğiniz gibi değildir, demek üzere "hayır* diye buyurmaktadır. Buradaki "be­lâ- "hayır"ın asıl anlamı üzere olduğu da söylenmiştir. Sanki: Cennete hiç kimse girmeyecek mi diye sorulmuş da "Hayır, (girecek). Kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a teslim ederse..." diye cevap verilmiş gibidir.

"Teslim ederse" buyruğunun teslimiyet gösterir ve boyun eğerse, anla­mında olduğu söylendiği gibi; amelini halis kılarsa anlamına geldiği de söy­lenmiştir. Özellikle "yüz"ün sözkonusu edilmesi insanda görülen en şerefli organı olmasından ve duyu organlarının toplandığı yer olmasından, insanın izzet ve zilletinin yüzünden belli olmasından dolayıdır. Araplar "yüz" ile bir-şeyin tümünü kasteder, anlatırlar. Bu âyet-i kerimede maksadın "yüz" olma­sı da uygundur..

"Kim İhsan edici olarak" buyruğu, hal konumunda bir cümledir. "Yüzü­nü" ve "ona" kelimelerindeki zamirler, "kim" anlamındaki lafza aittir. "Ecri" anlamındaki kelimedeki zamir de böyledir. "Onlar için" buyruğundaki ço­ğul zamir de mânaya racidir.

"Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler" buyruğuna dair açıkla­malar ise daha önceden (38. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. [140]

 

113. Yahudiler: "Hıristiyanlar birşeye sahip değildir" dediler. Hıris­tiyanlar da: "Yahudiler birşeye sahip değildir" dediler. Halbu­ki (hepsi) kitabı da okurlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedi­ğini söylerler. Allah anlaşmazlığa düştükleri hususta Kıyamet gününde aralarında hükmedecektir.

 

Yani onların her bir kesimi karşı tarafın birşeye sahip olmadığı ve kendi­sinin Allah'ın rahmetini karşı taraftan daha çok hak ettiği iddiasında bulun­du." Halbuki (hepsi) kitabı da okurlar." Kitaptan kasıt Tevrat ile İncil'dir. Cümle hal mevkiindedir.

"Bilmeyenlerden kasıt cumhurun görüşüne göre Arapların kâfir olanla­rıdır. Çünkü onlar kitapsızdı. Ata der ki: Kasıt, yahudi ile hıristiyanlardan ön­ce bulunan milletlerdir.

er-Rabi' b. Enes der ki: Yani hıristiyanlardan önce yahudiler de böyle söy­lemişti.

İbn Abbas der ki: Necranlılar, Peygamber (s.a)'ın huzuruna geldiler. Ya­hudi alimleri de onların yanlarına geldi. Peygamber (s.a)'ın huzurunda an­laşmazlığa düştüler. Her bir kesim ötekine: Siz birşeye sahip değilsiniz de­di; âyet-i kerime de bunun üzerine indi. [141]

 

114. Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelle­yenlerden ve onların harab olmasına çalışanlardan daha za­lim kim olabilir? Böyleler! oralara ancak korka korka girerler. Onlar için dünyada rüsvaylık vardır. Ahirette de en büyük azap yine onlaradır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

 

1- Allah'ın Adının Anılmasına Engel Olanlar:

 

"Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden... daha zalim kim olabilir?" Hiç kimse olamaz. Bu buyrukta: ": ...enler..."

mübteda olarak ref mahallindedir. "daha zalim" anlamındaki kelime ise onun haberidir. Hiç kimse böylelerinden daha zalim olamaz, demektir. Fiile mas­tar anlamını veren ise "mescidler"den bedel olarak nasb mahallindedir. İfadenin "Allah'ın adının anılmasını istemediğinden dolayı engelleyenlerden..." takdirinde olması da mümkündür.

Burada "mescidler" ile yüce Allah, Beytü'l Makdis ile onun mihrapları­nı murad etmiştir. Ka'be'yi kastettiği de söylenmiştir. Çoğul gelmesi ise bü­tün mescidlerin kıblesinin ona doğru olması veya ta'zim içindir. Maksadın şâ­ir mescidler olduğu da söylenmiştir.

"Mesacid: Mescidler" "mescid" kelimesinin çoğuludur. Araplar arasında bu­na "mesced" diyenler de vardır. [142] Halbuki mesced -el-Cevherî'nin açıkladı­ğına göre- secdenin izleri orada görüldüğünden dolayı kişinin alnına verilen addır. Üzerinde secdenin yapıldığı yedi organ (olan alın, iki el, iki diz ve iki ayak) a da mesacid adı verilir. [143]

 

2- Bu Âyet-i Kerime Kimler Hakkında İnmiştir?

 

Bu âyet-i kerime ile kimlerin kastedildiği, kimler hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Müfessirler bunun Buhtnassar hakkında in­diğinden söz etmektedirler. Çünkü Beytü'l Makdis'i yıkmıştı. İbn Abbas ve başkaları da hıristiyanlar hakkında inmiştir, demektedirler. Anlamı da şu olur: Ey hıristiyanlar, kendinzin cennetlik olduğunuzu nasıl iddia edebilirsiniz? Siz­ler halbuki Beytü'l Makdis'i yıktınız, orada namaz kılmak isteyenlerin namaz kılmasını engellediniz. Buna göre âyet-i kerimenin anlamı Beytü'l Makdis'i ta'zim etmelerine rağmen hıristiyanların oraya reva gördükleri işlerin hayret edilecek birşey olduğunu ifade eder. Şu kadar var ki onlar bu işi ancak ve ancak yahudilere olan düşmanlıkları dolayısıyla yapmışlardır.

Said'in rivayetine göre Katade şöyle demiştir: Şu Allah'ın düşmanı olan hı­ristiyanların yahudilere duydukları kin, onları Babilli ateşperest Buhtnassar'a Beytü'l Makdis'i yıkması için yardımcı olacak noktaya kadar götürdü.

Rivayet edildiğine göre bu yıkılmış haliyle Hz. Ömer dönemine kadar kal­mıştır.

Bu âyet-i kerimenin müşrikler hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü on­lar namaz kılanlara ve Peygamber (s.a)'e engel oldular. Hudeybiye yılında onları Mescid-i Haram'a girmekten alıkoydular.

Bu âyet-i kerime ile kıyamet gününe kadar her mescidden insanları alı­koyanların kastedildiği de söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü lafız ge­neldir ve çoğul sîgasıyla varid olmuştur. Bunun bazı mescidlere ve bazı şa­hıslara tahsis edilmesi ise zayıf bir açıklama şeklidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [144]

 

3- Mescidlerin Tahribinin Mahiyeti:

 

Mescidlerin yıkımı gerçek anlamı ile olabilir. Buhtnassar'ın ve hıristiyan-ların Beytü'l Makdis'i tahrip etmeleri gibi. Anlatıldığına göre hıristiyanlar, İsrailoğullarına krallarından birisinin komutası altında -el-Gaznevî'nin zikret­tiğine göre bunun adı Romalı Fasbisyanus oğlu Titus'tur-[145] pek çok kimse­yi öldürdüler, esir aldılar, Tevrat'ı yaktılar, Beytü'l Makdis'e pislik attılar ve orayı tahrip ettiler.

Mescidlerin yıkımı mecazen de olabilir. Müşriklerin Rasûlullah (s.a)'ı Mescid-i Haram'a gitmekten alıkoyduklarında müslümanları da engelleme­leri gibi.

Genel olarak mescidlerde namaz kılmanın ve orada İslâm'ın şiarlarının açıkça ortaya konulmasının engellenmesi mescidleri tahrip etmektir, yıkmak demektir. [146]

 

4- Kadınların Mescide Gitmeleri ve Mahalle Mescidleri:

 

İlim adamlarımız der ki: İşte bundan dolayı bizler eğer kadın, farz olan hac­et eda etmemiş ise ister beraberinde mahremi bulunsun, isterse bulunmasın hac­ca gitmekten alıkonulması caiz değildir, deriz.[147] Yine onun için fitneden kor­kulmadıkça mescidlerde namaz kılmasına da engel olunmaz. Peygamber (s.a) da: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın mescidlerinden alıkoymayınız" diye bu-yurmuştur.[148] Bundan dolayı mescidin yıkılması, satılması, işlemez hale geti­rilmesi -mahalle harab olsa bile- caiz değildir, demişizdir. Aynı şekilde ayrılık ve muhalefet kastı olmadıkça mescidlerin inşa edilmesi de engellenemez. Me­sela, bir mescidin yanıbaşında veya ona yakın bir yerde başka bir mescid yapıp da bununla birinci mescidin cemaatini ayırıp bölmek, orayı tahrib etmek ve araya ayrılık sokmak istiyorlar ise, o takdirde ikinci mescid yıkılır ve yapı­mı engellenir. Buna dayanarak şöyle demişizdir: Bir mısrda (meskûn şehir hük­münde olan yerde) iki büyük caminin olması caiz değildir. Bir mescidin de iki imamı olmaz. Bir mescidde iki ayrı cemaat yapılmaz.

Bütün bunlara ve mescidlerin inşa edilmelerine ve diğer hükümlerine da­ir daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi ile (et-Tevbe, 24 ile 107. âyetlerde) ve Nur Sûresi'nde (en-Nur, 36-38. âyetlerde) gelecek­tir.

Âyet-i kerime aynı şekilde namazın büyük önemine de delalet etmekte­dir. Namaz, amellerin en faziletlisi, ecir itibariyle en büyüğü olduğuna göre ona engel olmak da en büyük bir günahtır. [149]

 

5- Bir Yeri Mescid Tayin Etmenin Hükmü:

 

Yüce Allah'a içinde ibadet ve secde edilmesi mümkün olan her yere mes­cid adı verilir. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm ile) temizlenme aracı kılındı." Bu, hadis imamları tarafından ri­vayet edilmiştir. [150]

Ümmetin icmaı ile; bir kimse sözlü olarak bir yeri namaz kılmak için ta­yin ederse orası özel mülkiyetinin dışına çıkar ve bütün müslümanlann ge­nel mülkiyetine girer. Bir kişi kendi evi içerisinde bir mescid inşa etse ve in­sanların oraya girmesini engelleyip orayı sadece kendisine tahsis etse bu onun mülkünde kalmakla birlikte mescid olma özelliği dışına da çıkmaz. Şa­yet bütün insanlara orayı mubah (serbest) kılarsa, onun da hükmü diğer umu­ma ait mescidlerin hükmü gibi olur ve özel mülkiyetinin dışına çıkar. [151]

 

6- Mescidlere Korkarak Girmeleri Gerekenler:

 

"Böyleler! oralara ancak korka korka girerler." "Böyleler!" anlamında­ki (düjî) mübtedâ, sonrası haberdir. "Korka korka" anlamındaki kelime de hâl'dir. Yani müslümanlar o mescidleri de ellerine geçirir ve egemenlikleri altına girerse o takdirde kâfirler oraya girme imkanını bulamazlar. Girecek olsalar bile müslümanlann kendilerini çıkarmalarından ve oraya girdiler di­ye te'dip etmelerinden korka korka girerler. Bu kâfirin herhangi bir şekilde -ileride de yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde görüleceği üzere- mesci­de girme hakkına sahip olmadığının delilidir.

Bu âyet-i kerimeyi Hıristiyanlar hakkında kabul edenler şu rivayeti kay­dederler: Hz. Ömer'in İslâm geldikten sonra Beytü'l Makdis'i yeniden inşa et­mesi üzerinden uzun bir süre geçtiği halde oraya hristiyan bir kimse girdi mi, daha önceleri orası ma'bedleri oldukları halde mutlaka döve döve canı ya­kılırdı.

Âyet-i kerimeyi Kureyşliler hakkında kabul edenler de şöyle demektedir: Peygamber (s.a)'ın emri üzere (Hz. Ebu Bekir'in hac emirliği yaptığı sırada) şöyle seslenilmiştir: "Şunu bilin ki bu seneden sonra müşrik bir kimse hacc etmeyecektir, Beytullah'ı çıplak bir kimse tavaf etmeyecektir." [152]

Bunun, emir kast edilerek haber kipinde bir ifade olduğu da söylenmiş­tir. Yani onlardan bir kimse ancak korka korka Mescid-i Haram'a girecek ha­le gelinceye kadar onlarla cihad ediniz ve onların kökünü kurutunuz. Yüce Allah'ın: "Allah'ın Rasûlüne eziyet vermek sizin için olacak birşey değildir" (el-Ahzâb, 33/53) buyruğunda olduğu gibi. Bu da haber kipinde varid olmuş bir yasaktır. [153]

 

7- O Kâfirler İçin Dünyada Rüsvaylık Vardır

 

"Onlar için dünyada rüsvaylık vardır." Bunun anlamı ile ilgili olarak Ka-tade'den şöyle bir rivayet gelmiştir: Harbî olan için öldürülmek, zımmî olan için de cizye vardır demektir. es-Süddî de der ki: Dünyada onlar için rüsvay­lık, Mehdi'nin kıyamı, Amuriye, Rumiye (Roma) ve Konstantiniyye'nin fet-hedilmesiyle buna benzer diğer şehirlerinin fethedilmesidir; ki bunlara da­ir açıklamaları et- Tezkire adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz.

Bu âyet-i kerimeyi Kureyşliler hakkında kabul edenler ise onların rüsvay-lıklarının Mekke'nin fethiyle gerçekleşmiş kabul ederler. Kâfir olarak ölen ki­şi için ise ahirette (en büyük) azap vardır. [154]

 

115. Doğu da batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vechi oradadır. Şühhe yok ki Allah Vâsi'dir hakkıyla bilendir:

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1- Doğu da Batı da Allah'ındır:

 

"Doğu da batı da Allah'ındır." Meşrık (doğu) güneşin doğduğu yer, mağrib (batı) güneşin battığı yerdir. Yani bu ikisi de ikisinin arasında bulu­nan diğer yönler ve bütün yaratıklar -önceden de geçtiği üzere- varetmek, icad etmek itibariyle yalnız O'nun mülkü ve tasarrufundadırlar. Özellikle doğu ve batının sözkonusu edilmesi ve bunların yüce Allah'a ait olduklarının belirtilmesi şereflerine dikkat çekmek içindir. Allah'ın evi, Allah'ın devesi de­mek gibi. Çünkü ileride de açıklanacağı üzere âyetin nüzul sebebi bunu ge­rektirmektedir. [155]

 

2- Her Nereye Yönelirseniz...

 

"Bundan dolayı nereye dönerseniz" buyruğu şarttır. Fiilin sonundan "nün" harfinin hazf edilmesi bundandır. Buradaki Nereye" kelime­si âmel eden türdendir. zâiddir. Cevabı: "Allah'ın Vech'i oradadır" buy­ruğudur. "Dönerseniz" anlamındaki fiili, el-Hasen şeklinde, te ve lâm harflerini üstün ile okumuştur. Aslı ise  şeklindedir. "Orada" buy­ruğu zarf olarak nasb mahallindedir. Uzaklık ifade eder. Bu anlama gelen feth üzere mebni olup i'rab olmaz. Çünkü bu müphemlik ifade eder. Uzaklık ifade etmek için kullanılan "hunâke" gibidir. Yakın yeri anlatmak is-tedğimizde "hunâ" deriz. [156]

 

3- Âyet'in Nüzul Sebebi ve Kıbleden Başka Yön ve Yolculukta Namaz;

 

İlim adamları "bundan dolayı her nereye dönerseniz..." buyruğunun nü­zul sebebi hakkında beş ayrı görüş ortaya sürmüşlerdir:

1- Abdullah b. Âmir b. Rabia der ki: Bu buyruk, karanlık bir gecede kıb­leden başka bir tarafa namaz kılan kimseler hakkında inmiştir. Bunu Tirmizî, ondan (Abdullah'dan) o da babasından (Âmir'den) rivayetle şöylece nak-letmiştir: Biz, karanlık bir gecede yolculukta Peygamber (s.a) ile bulunuyor­duk. Kıblenin nerede olduğunu bilemedik. Bizden her bir kişi kendi kana­atine göre bir tarafa dönüp namaz kıldı. Sabahı edince bunu Peygamber (s.a)'e anlattık. Bunun üzerine: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır" âyeti nazil oldu. Ebu İsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hadisin isnadı pek istenen seviyede bir isnad değildir. Biz bu hadisi ancak Eş'as es-Semmân yo­luyla biliyoruz. Eş'as b. Said Ebu Rabi' ise hadiste zayıf kabul edilmektedir. [157]

İlim adamlarının çoğunluğu bu kanaatte olup şöyle demişlerdir: Bulutlu bir gecede kıbleden başka bir tarafa yönelip namaz kılsa, sonra da kıbleden başka bir tarafa namaz kıldığını açıkça anlasa o namazı caizdir. Süfyan, İb-nu'1-Mübarek, Ahmed ve İshak da bu görüştedir.

Derim ki: Bu, Ebu Hanife'nin ve Malik'in de görüşüdür. Şu kadar var ki Malik şöyle der: Vakit içinde ise namazını iade etmesi müstehabdır. Ancak bu onun için vacib değildir. Çünkü o farzını emrolunduğu şekilde eda etmiş bulunmaktadır. Bir ibadeti kemal derecesinde yapabilmek ise vakti içerisin­de telafi edilebilir. Buna delil olarak da tek başına namaz kılıp da ondan son­ra vakti çıkmadan o namazın cemaatle kılındığını gören bir kimsenin onlarla namazını iade edeceğini belirten sünnetteki uygulamayı gösterir. Nama­zın vakti çıkmadan o namazı müstehab olarak iade etmesi istenen kimse, an­cak kıbleyi tayin etmek için ictihad etmekle birlikte tamamıyla kıbleyi arka­sına alan veya doğu ya da batı tarafına yönelen kimsedir. İctihad ederek az bir miktar sağa veya sola dönen bir kimsenin ise namaz vakti içinde de dı­şında da iade etme yükümlülüğü yoktur.

el-Muğîre ve Şafiî der ki: Böyle bir kimsenin kıldığı namaz yeterli değil­dir. Çünkü kıbleye dönmek namazın şartlarından birisidir. Ancak Malik'in söy­lediği daha sahih bir görüştür. Çünkü göğüs göğüse kılıçla çarpışma esna­sında kıbleye yönelmeyi terketmeyi zaruret mubah kılabilmektedir. Aynı şe­kilde yolculuk halindeki ruhsat da ona yönelmemeyi mubah kılar.

2- İbn Ömer der ki: Bu âyet-i kerime yolculuk yapan kimse hakkında in­miştir. O, bineği hangi tarafa dönerse o tarafa doğru nafile kılabilir. Bunu Müs­lim, İbn Ömer'den rivayet etmiştir. Der ki: Rasûlullah (s.a) Mekke'den Me­dine'ye dönerken bineği üzerinde yüzü hangi tarafa olursa olsun namaz kı­lardı. Devamla İbn Abbas der ki: İşte: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır" buyruğu bunun hakkında nazil olmuştur. [158]

Bu hadis-i şerif ve benzeri diğer hadisler dolayısıyla, binek üstünde olan kimsenin bu şekilde nafile namaz kılmasının caiz olacağı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. İleride de açıklanacağı üzere fazla kor­ku dışında bir kimsenin kıbleye yönelmeyi kasten herhangi bir şekilde ter-ketmesi caiz değildir.

Bineği üzerinde bulunanla hevdecinde namaz kılan hasta ile ilgili olarak Malik'ten farklı görüşler nakledilmiştir. Bir seferinde: Deve sırtında hastalı­ğı artsa dahi farz bir namaz kılmaz demiştir. Suhnûn der ki: Eğer böyle bir şey yaparsa iade eder. Bunu el-Bâcî nakletmiştir. Bir seferinde de şöyle de­miştir: Eğer yerde ancak ima ile namaz kılabilecek durumda ise deve üze­rinde devesi durdurulduktan ve kıbleye doğru yöneldikten sonra namazını kılsın.

İlim adamları sağlıklı bir kimsenin, farz bir namazı özel olarak aşın kor­ku hali dışında, yerden başka bir alan üzerinde kılmasının caiz olmadığını ic-ma ile kabul etmişlerdir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar da gelecektir.

Fukaha, namazın kısaltılamayacağı kısa mesafeli yolucuklar hakkında farklı görüşlere sahiptir. Malik ve arkadaşları ile es-Sevrî der ki: Yolcu ancak namazın kısaltılabileceği kadar bir mesafede bineği üzerinde nafile namaz kılabilir. Derler ki: Çünkü Rasûlullah (s.a)'ın nafile namaz kıldığına dair ri­vayetin bulunduğu yolculuklar namazın kısaltılabileceği kadar uzun mesa­feli yolculuklardır.

Şafiî ve arkadaşları, Ebu Hanife ve arkadaşları Hasan b. Hay, Leys b. Sa'd ve Davud b. Ali der ki: Bütün yolculuklarda şehrin dışına çıktıktan sonra binek üzerinde nafile namaz kılmak caizdir. Bu yolculuk ister namazın kısal-tılabileceği kadar uzun mesafeli olsun, ister olmasın farketmez. Çünkü ko­nu ile ilgili gelen rivayetlerde herhangi bir yolculuğun tahsisine dair birşey yoktur. Caiz olan her bir yolculukta bu hüküm sözkonusudur. Şu kadar var ki kabul edilmesi gereken herhangi bir delil ile belli bir yolculuğun tahsis edil­diğinin gösterilmesi hali bundan müstesnadır. Ebu Yusuf der ki: Şehir için­de de bineğinin üzerinde ima ile namaz kılabilir. Çünkü Yahya b. Said'in Enes b. Malik'ten rivayetine göre o Medine sokaklarında eşeği üzerinde olduğu hal­de ima ile namaz kılmıştı. Taberî der ki: Yürüyen olsun, binek üzerinde ol­sun, yolculukta olsun mukîm olsun, bineği üzerinde devesi üzerinde ve ayak­ları üzerinde yürürken, ima ile nafile namaz kılması caizdir.

İmam Şafiî'nin arkadaşlarından birisinden nakledildiğine göre onların mezheplerinde kabul edilen görüş yolculukta da ikamet halinde de binek üze­rinde nafile kılmanın caiz olduğu şeklindedir. el-Esrem de der ki: Ahmed b. Hanbel'e ikamet halinde binek üzerinde namaz kılma hakkında soru soru­lunca o şöyle demiş: Yolculukta kılınabileceğine dair rivayet işittim, fakat ika­met halinde iken böyle bir rivayet işitmiş değilim.

İbnu'l Kasım der ki: Hevdecinde nafile kılan kimse oturarak kılar. Onun kıyamı bağdaş kurarak oturması şeklinde olur. Ellerini dizleri üzerine koya­rak rükûunu yapar, sonra da başını kaldırır.

3- Katade'nin görüşüne göre bu âyet-i kerime Necaşî hakkında inmiştir. Şöyle ki; Necaşî vefat edince Peygamber (s.a) Medine dışında müslümanla-rı onun namazını kılmaya çağırdı. [159] Onlar: Biz, bizim kıblemizden başka bir tarafa namaz kılan ve bu halde ölmüş bir kimsenin namazını nasıl kılarız? de­diler. Habeş hükümdarı Necaşî -ki adı Ashama idi, Arapça Atiyye demektir-ölünceye kadar Beytü'l Makdis'e dönüp namaz kılardı. Kıble ise Ka'be'ye çev­rilmiş idi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. Onun hakkında da: "Mu­hakkak kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki Allah'a, size indirilene... iman ederler" (Ali İmran, 3/199) buyruğu nazil oldu. İşte bu Necaşî için bir mazeret olmuştu. Peygamber (s.a)'ın ashab-ı kiram ile birlikte onun için bu şekilde namaz kılması hicretin dokuzuncu yılında olmuştu.

Gaib cenaze namazını kabul eden -ki o da Şafiî'dir- bunu delil göstermiştir.

İbnu'l Arabî der ki: Cenaze namazı ile ilgili en garip mes'elelerden birisi de Şafiî'nin gaibin namazının kılınacağını söylemiş olmasıdır. Bağdat'ta İmam Fahrü'l İslâm'ın mescidinde bulunuyordum. Yanına Horasan'dan bir adam gelir girer, ona: Filan adam nasıldır diye sorar, sorduğu kişi vefat et­ti, deyince o da: İnna lillah ve inna ileyhi raciûn dedikten sonra bize dönüp; haydi kalkın size onun için namaz kıldırayım, der ve kalkıp bize onun na­mazını kıldırırdı. Ve bu, o kişinin vefatından altı ay sonra ve namaz kıldığı yer ile vefat eden kişinin beldesi arasında altı aylık bir mesafe olmasına rağ­men oluyordu.

Bu konuda onların dayanaklarını teşkil eden asıl delil Peygamber (s.a)'ın Necaşî üzerine namaz kıldırmasıdır. Bizim mezhep alimlerimiz ise (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) şöyle demişlerdir: Bu hususta Peygambere has üç özellik vardır.

a) Nasıl ki Mescid-i Aksa'yı görünceye kadar yeryüzü kuzeyiyle güneyiy­le önüne derlenip toplandığı gibi aynı şekilde Necaşî'nin nâşını görünceye kadar kuzeyden güneye kadar yeryüzü önünde derlenip toplanmıştır. Ancak aykırı görüşü savunanlar: Onu görmenin faydası ne ki? Fayda onun nama­zının bereketinin ona ulaşmasındadır, derler.

b) Orada Necaşî'nin namazını kılacak mü'minlerden veli olacak (bu işi üst­lenecek) kimse yoktu. Aykırı görüşte olanlar: Bu, âdeten imkânsız birşeydir, derler. Bir hükümdar bir dine tabi olsun da ona tabi olan bulunmasın. Bir ola­yı imkânsız birşeyle te'vil etmek de imkânsız kabul edilir.

c) Peygamber (s.a) Necaşî'ye namaz kılmakla üzerine rahmetin inmesini ve hayatta olunca da ölünce de kendisine bu önemin verildiğini gördükle­ri takdirde, onun dışında kalan diğer hükümdarların da  kalbini ısındırmak istemiştir.

Bu görüşe aykırı kanaatte olanlar da derler ki: Peygamber (s.a)'ın ve baş­kalarının yaptıkları duanın bereketi ittifakla ölüye ulaşır. İbnu'l Arabî der ki: Peygamber (s.a)'ın Necaşî'nin namazını kıldırması ile ilgili olarak bence ka­bule değer olan görüş şudur: O Necaşî'nin ve onunla birlikte iman edenle­rin ölü üzerinde namaz kılınması sünneti ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip değillerdi. Onun namazı kılınmadan defnedileceği öğrenilince elini çabuk tu­tarak onun üzerine namaz kıldı.

Derim ki: Birinci te'vil daha güzeldir. Çünkü Hz. Peygamber onu gördü­ğü takdirde gaib bir kimsenin namazını kılmış olmaz, Hazır olan ve görülen bir kimsenin namazını kılmış olur. Gaib ise görünmeyen hakkında kullanı­lır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Âyetin nüzul sebebi ile ilgili dördüncü görüş İbn Zeyd'e aittir. O şöy­le demiştir: Yahudiler Peygamber (s.a)'ın Beytü'l Makdis'e doğru namaz kılmasını güzel bulmuş ve şöyle demişlerdi: O ancak bizim vasıtamız ile hi­dâyet bulabildi. Ancak kıble Ka'be'ye döndürülünce bu sefer yahudiler: Onları üzerlerinde bulundukları kıbleyi terkedip başka tarafa dönmeye iten ne oldu dediler, bunun üzerine de: "Doğu da batı da Allah'ındır" âyet-i ke­rimesi nazil oldu. Bu görüşe göre ifadelerin akışı şöyle olur: Yahudiler Kıble'ye karşı tepki gösterince şanı yüce Allah da kullarının kendisine dilediği şekilde ibadetlerini tayin edebileceğini beyan etti. O dilerse Beytü'l-Makdis'e dönmelerini emreder, dilerse Ka'be'ye doğru yönelmelerini emreder. O bir işi yaptı diye O'na karşı bir delil getirilemez, yaptığından dolayı sorumlu tutulamaz, insanlar sorumlu tutulurlar.

5- Bu âyet-i kerime: "Her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına dön­dürün" (el-Bakara, 2/144 ve 150) buyruğu ile neshedilmiştir. Bu görüş İbn Abbas'a aittir. Sanki önceleri kişi dilediği şekilde namaz kılabilirdi, sonra bu neshedilmiş gibi bir mana anlaşılmaktadır. Katade ise nesheden buyruk yü­ce Allah'ın: "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" (el-Bakara, 2/149); ya­ni onun yönüne doğru döndür, buyruğudur, der. Bunu da et-Tirmizî naklet­mektedir. [160]

6- Mücahid ve ed-Dahhâk'tan da bu âyetin muhkem olduğu rivayet edil­miştir. Anlamı da şudur: İster doğuda bulununuz, ister batıda bulununuz, ken­disine yönelmeniz emrolunan Allah'ın Vechi (ciheti) -ki o da Ka'be'dir- ora­dadır. Yine Mücahid ve İbn Cübeyr'den gelen rivayete göre: "Bana dua edin size icabet edeyim (duanızı kabul edeyim)" (el-Mu'min, 40/60) buyruğu na­zil olunca ashab-ı kiram'ın nereye doğru yönelelim, diye sormaları üzerine "bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın vech'i oradadır" âyet-i kerimesi nazil oldu.

İbn Ömer ile en-Nehaî'den rivayete göre; siz yolculuklarınızda ve gittiği­niz yerlerde nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır, demektir. Bunun daha önce geçen yüce Allah'ın: "Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anıl­masını engelleyenlerden... daha zalim kim olabilir?" (âyet, 114) buyruğu ile ilişkilidir. Buna göre anlamı şöyle olur: Ey mü'minler, yüce Allah'ın toprak­ları sizin için geniştir. Hepinizi kuşatır. O bakımdan Allah'ın mescidlerini tah­rip eden kimseler, -arzının neresinde bulunursanız bulununuz- yüzlerinizi Al­lah'ın kıblesine doğru çevirmenize engel teşkil etmesin.

Bu âyet-i kerimenin Peygamber (s.a)'ın Hudeybiye yılı Beytullah'a girme­sinin engellenmesi ve müslümanlann bundan dolayı üzülmesi üzerine nazil olduğu da söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerimenin nüzulü ile ilgili on ay­rı görüş ortaya çıkmaktadır.

Bu âyet-i kerimeyi neshedilmiş kabul eden kimselere, âyetin ifadesi ha­berdir, diye itiraz edilemez. Çünkü bu âyetin emir anlamına gelme ihtimali vardır.

"Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır" buyruğu­nun anlamı Allah'ın Vechi'ne doğru yüzlerinizi döndürünüz, şeklinde olabi­lir. İşte Haccac tarafından yüzü yere doğru döndürülerek boğazlanması em­redilince Said b. Cübeyr'in (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) okuduğu âyet-i kerime budur. [161]

 

4- Yüce Allah'a Kur'ân ve Sünnette Vech (yüz) İzafe Edilmesinin Anlamı:

 

Kur'ân ve sünnette yüce Allah'a izafe edilen Vech'in te'vili ile ilgili ola­rak ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İleri gelen ilim adamları der ki:

Bu, varlığın kendisine racîdir. Varlıktan vech ile söz etmek mecazî bir ifade­dir. Çünkü vech, gören kimseye göre organların en açık görüneni ve en üs­tün değerlileridir. İbn Fûrek der ki: Bazan kelimelerin anlamlan daha da ge­nişletilerek maksat nitelenen olmakla birlikte birşeyin niteliği sözkonusu edi­lebilir. Bir kimsenin: Alimi gördüm ve alime baktım kastıyla ben filan kişi­nin bu gün ilmini gördüm ve ilmine baktım demesi gibi. Aynı şekilde bura­da da vechin sözkonusu edilmesi de böyledir. Kasıt vechi olan yani varlığı olan kimsedir. İşte yüce Allah'ın: "Biz size ancak Allah'ın vechi içinyediri-yoruz" (el-İnsan, 76/9) buyruğu bu şekilde açıklanıp yorumlanmıştır. Çün­kü bundan kasıt, vechi bulunan Allah için yediriyoruz, demektir. Diğer ta­raftan: "Ancak o çok yüce Rabbinin vechini umarak..." (el-Leyl, 92/20); buyruğu, vechi olan zatın rızasını umarak demektir.

İbn Abbas der ki: Vech, aziz ve celil olan Allah'ın zatını ifade etmek için kullanılır. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurulmaktadır.: "Celal ve ikram sahibi Rabbinin vechi ise baki kalır." (er-Rahmân, 55/27)

İmamlardan birisi de şöyle demiştir: Bu, kadim olan yüce Allah'ın sıfat­ları arasında, aklın gerekli gördüğü sıfatlara ek ve onlardan ayrı sem'î yolla sabit olmuş bir sıfattır. İbn Atiyye de der ki: Ancak Ebu'l-Mealî bu görüşü za­yıf kabul etmiştir. Evet, bu görüş bu şekilde zayıftır. Ancak kasıt O'nun var­lığıdır. Burada sözü geçen "vech"den kastın, bizim kendisine yönlendirildi­ğimiz cihet, yani kıble olduğu da söylenmiştir. Vech'in kasıt anlamına geldi­ği de söylenmiştir. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Saymak imkânı bulunmayan günahtan dolayı Allah'tan mağfiret dilerim O Allah ki kulların Rabbidir, vech (kasıt) ve amel de O'nadır."

"Allah'ın Vechi oradadır" buyruğundan kastın, Allah'ın nzası ve sevabı ora­dadır, demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Biz ancak size Allah'ın vechi için yediririz" derken, O'nun rızası için ve O'nun sevabını talep ederek yedi-ririz denmek istenmiştir. Peygamber (s.a)'ın şu hadis-i şerifi de bu anlamda­dır: "Her kim Allah'ın vechini umarak bir mescid bina ederse Allah da onun gibisini cennette o kişi için bina eder.";[162] "Kıyamet gününde mühür vurulmuş birtakım sahifeler getirilir. Yüce Allah'ın huzuruna bu sahifeler dimdik dikilir. Aziz ve celil olan Allah meleklerine: Şunu atınız, bunu kabul ediniz buyurur. Melekler, rabbimiz izzetin hakkı için yemin ederiz ki biz hayırdan başka bir-şey görmedik. Yüce Allah daha iyi bildiği halde şöyle buyurur: Bu benim vec-himden (rızamdan) başkası içindi. Ben benim vechim (rızam) aranarak yapı­lan dışında hiçbir ameli kabul etmem." [163] Yani Benim için halis olmayan hiç­bir ameli kabul etmem diye buyurur. Bu hadisi Darakutnî rivayet etmiştir.

"Allah'ın yüzü oradadır" buyruğundan "Allah oradadır" denmek istendi­ği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Siz nerede olursanız O sizinle beraberdir" (el-Hadid, 57/4) buyruğuna benzemektedir. Bunu el-Kelbî ve el-Kutebî de­miştir, Mu'tezile'nin görüşü de buna yakındır. [164]

 

5- Allah Vâsi'dir:

 

"Şüphe yok ki Allah vâsi'dir"; yani kullarına dinlerinde genişlik veren­dir. Onların vüs'atlerinde olmayan (takatleri dışında kalan) şeylerle onları yü­kümlü tutmaz. Burada "vâsi'"in O'nun bilgisi herşeyi kuşatır anlamına gel­diği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "O'nun bilgisi herşeyi kuşatacak geniş­liktedir." (Taha, 20/98) buyruğunda olduğu gibi. el-Ferrâ der ki: el-Vâsi': Ba­ğışı ve verdiği, herşeyi kuşatacak kadar geniş olan cömert demektir. Buna de­lil ise yüce Allah'ın: "Ve Benim rahmetim herşeyi kuşatmıştır" (el-A'raf, 7/156) buyruğudur. Bunun, mağfireti geniş anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani hiçbir günahı bağışlamak O'na büyük bir iş gelmez, demek olur.

Kullara lütfuyla ihsan eden bununla birlikte amellerine muhtaç olmayan demek olduğu da söylenmiştir. Mesela, filan kişi kendisinden isteneni kuşa­tır, yani bu konuda cimrilik etmez, denilir (iken bu kökten gelen fiil kullanı­lır). Allah da: "Vüs'at sahibi (genişlik sahibi) olan da vüs'atince infak etsin." (et-Talâk, 65/7); yani zengin olan kişi de Allah'ın kendisine verdiğinden harcamada bulunsun, diye buyurmaktadır. "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde de açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. [165]

 

116. Onlar: "Allah oğul edindi" dediler. O münezzehtir. Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. Hepsi O'na boyun eğicidir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:

 

1- "Oğul Edindi" Diyenler:

 

"Onlar: Allah oğul edindi, dediler" buyruğu ile yüce Allah hıristiyanların: Mesih Allah'ın oğludur, şeklindeki sözlerini bize haber vermektedir. Yahudi­lerin: Üzeyr Allah'ın oğludur, şeklindeki sözleri haber verilmektedir, de de­nilmiştir. Arapların inkarcı kâfirlerinin: Melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki sözleri haber verilmektedir, de denilmiştir. Kâfir cahillere dair bu tür haber­ler Kur'an-ı Kerim'de Meryem Sûresi (19/12. âyette) ile Enbiyâ Sûresi'nde (21/26. âyette) de yer almaktadır. [166]

 

2- Allah'a Oğul İsnadı:

 

"O münezzehtir, aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur"

âyetiyle ilgili olarak Buhârî, İbn Abbas'tan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyur­duğunu rivayet etmektedir: "Yüce Allah buyurdu ki: Böyle bir şeye kalkış­maması gerektiği halde Ademoğlu Beni yalanladı. Yine böyle bir işe kalkış­maması gerektiği halde Ademoğlu Bana sövdü. Onun Beni yalanlaması şu­dur: O Benim evvelde olduğu gibi kendisini yeniden yaratacağıma kadir ola­mayacağımı ileri sürdü. Onun Bana sövmesi ise Benim oğlumun olduğunu söylemesidir. Ben eş ya da bir oğul edinmekten münezzehim." [167]

 

3- Teşbih ve Tenzih:

 

"Subhane" kelimesi, mastar olarak mensûbdur. Anlamı onların "Allah oğul edindi" sözlerinden yüce Allah'ın noksanlıktan berî olduğunu, münezzeh ve uzak olduğunu ifade etmektir. Aksine o yüce Allah, zatı ile birdir, sıfatlarıy­la tektir, oğlu yoktur ki ayrıca bir eşe muhtaç olsun: "O'nun bir zevcesi yok­ken nasıl bir evladı olabilir? O herşeyi yaratmıştır." (el-En'am, 6/105) Ay­rıca O başkasından da doğmamıştır ki kendisinden önce bir varlık bulunsun. Zalimlerin, inkarcıların söylediklerinden yücedir, münezzehtir, pek yücedir.

"Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." Bütün bunların hepsi O'nun tarafından varedilip icad edildiğinden dolayı yalnız O'nun mül­küdür. "Ma" edatı mutedâ olarak merfudur. Haber ise "lehu" "onundur* buyruğudur. "O oğul edindi" diyen kimse de göklerde ve yerde bulunan­lar arasındadır. "Subhanallah"ın yüce Allah'ın her türlü kötülükten uzak ol­ması demek olduğuna dair açıklamalar da daha önceden (30. âyet-i kerime­nin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [168]

 

4- Oğul Babasının Cinsinden Olur:

 

Oğlun babasının cinsinden başka türlü olamayacağı bilinen bir husustur. Peki şanı yüce ve münezzeh olan Allah'a hiçbir şey benzemezken, nasıl olur da yarattıklarından oğul edinebilir? Diğer taraftan O şöyle buyurmuştur. "Göklerde ve yerde olanların hepsi Rahmana ancak kul olarak gelecekler­dir." (Meryem, 19/93) Nitekim burada da: "Aksine göklerde ve yerde ne var­sa hepsi O'nundur" diye buyurmaktadır.

Oğul olmak, babanın cinsinden olmayı ve sonradan yaratılmayı gerekti­rir. Kadîm olmak ise tam aksine vahdaniyeti ve ezelî sübûtu gerektirir. Şanı yüce Allah vâhid, ehad, tek ve samed olan ezelî ve kadîmdir. Doğmamıştır, doğurulmamıştır. Ve hiçbir kimse O'nun dengi değildir.

Diğer taraftan evlat olmak köle ve kul olmaya da aykırıdır. -Nitekim ile­ride yüce Allah'ın izniyle Meryem Sûresi'nde [169] bu husus gelecektir.- Peki oğul nasıl olur da kul ve köle olur? Böyle birşey imkânsızdır. İmkânsız olan bir sonuca götüren herşey de zaten imkânsızdır. [170]

 

5- Herşey O'na Boyun Eğer:

 

"Hepsi O'na boyun eğicidir." Mebtedâ ve haberdir. İfade "Onlannhepsi" takdirinde olup, "onlar" anlamındaki zamir hazf edilmiştir. Âyet-i kerimede geçen "kânitûn" itaat edici ve boyun eğicidirler, demektir.

Bütün yaratıklar yüce Allah'a kunut eder, yani boyun eğer, itaat eder. Can­sızların kunûtu, (itaati) ilahî san'atın onlarda ve üzerlerinde açıkça görülmesidir.

Çünkü kunut, itaat demektir ve susmak ve sessiz olmak demektir. Zeyd b. Erkam'ın: Bizler namazda konuşuyor idik. Kişi yanında bulunan arkada­şıyla konuşurdu ve bu yüce Allah'ın: "Ve Allah için kunut ediciler olarak na­maza durun." (el-Bakara, 2/238) buyruğu ininceye kadar devam etti. Bu buy­rukla bizlere susmak emrolundu ve konuşmaktan nehyolunduk [171] sözünde­ki "kunut" de işte bu anlamadır.

Kunut, aynı zamanda namaz demektir. Şair der ki:

"Allah için namaz kılar, kitaplarını okur Ve bir kasta binaen insanlardan uzak kalır."

es-Süddî ve başkaları da yüce Allah'ın: "Hepsi O'na boyun eğicidir" ya­ni kıyamet gününde böyle olacaktır, demişlerdir. el-Hasen de şöyle demek­tedir: Şehadet kelimesini getiren herkes O'nun kuludur.

Kunut, sözlükte asıl anlamı itibariyle ayakta durmak demektir. Nitekim: "Namazın en faziletli olanı kunutu (yani kıyamı) uzun olanıdır" [172] hadisi de böyledir. Bunu ez-Zeccâc söylemiştir.

Buna göre bütün mahlukat kânittir; yani kulluğun gereğini yerine getirir­ler. Ya ikrar ederek, kabul ede'rek bunu yapıyorlar veya başka türlü bunu ya­pıyorlar. Çünkü ilahî san'atın etkileri onlar üzerinde açıkça görülmektedir.

Bunun asıl anlamının itaat olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Kunut eden erkeklerle kunut eden kadınlar" (el-Ahzab, 33/35) buyruğunda da bu anlamdadır. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın: "Ve Allah için kunut edenler olarak namaza kalkınız" (el-Bakara, 2/238) buyruğunu tef­sir ederken gelecektir. [173]

 

117. Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur. Birşeyin olmasını hükme­derse ona sadece "ol" der, o da oluverir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız.

 

1- Gökleri ve Yeri Yoktan Varedendir:

 

"Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur." Önceden herhangi bir örneği bu­lunmaksızın birşeyi vareden anlamına gelen "bedT (mealde yaratıcı)" kelime­si faîl vezninde mübalağa ifade eden bir isimdir. Mahzûf bir mübtedanın ha­beri olarak merfû' gelmiştir. İsm-i faili "mübdi"' gelir. Mubsir'den basir gibi.

Yüce Allah göklerin ve yerin geçmiş bir örnek olmaksızın yaratıcısı (be-dî'i)dir. Yani onları daha önce herhangi bir tarif ve örnek sözkonusu olmak­sızın yaratan, vareden, meydana getirendir. Daha önce görülmemiş bir şeyi ortaya koyan herkese de "mubdi'" denilir.

Bid'at sahipleri tabiri de buradan gelmektedir. Bid'ate bu adın veriliş se­bebi o bid'at sözü söyleyenin belli bir önderin, kılavuzun herhangi bir fiil veya bir sözüne dayanmaksızın uydurup söylemesi dolayısıyla bu ad veril­miştir. Buhârî'de de teravih namazı kastedilerek: "Bu ne güzel bir bid'attir* denildiği ifade edilmektedir. [174]

 

2- İnsanların Ortaya Koydukları Bid'atler:

 

Herhangi bir yaratığın ortaya koyduğu her bir bid'atın ya şeriatte asıl bîr dayanağı vardır veya yoktur. Eğer şeriatte aslî bir dayanağa sahip ise o tak­dirde bu, Allah'ın ve Rasûlünün teşvik ettiği işlerin genel kapsamı içerisine girer ve bu da övgüye değer şeylerin sınırları içerisindedir. Şayet bir çeşit cö­mertlik, eliaçıklılık, maruf bir işi işlemek gibi onun benzerleri mevcut ise böy­le bir işi yapmak da övülmeye değer şeyler arasındadır. İsterse o kişiden ön­ce o türden bir iş yapılmamış olsun.

Bunu Hz. Ömer (r.a)'ın (teravih namazını kastederek): Bu, ne iyi bir bid'attir şeklindeki sözü de desteklemektedir. Çünkü bu iş hayır türünden bir işti ve övgüye değer şeylerin kapsamı içerisine girmekteydi. Her ne kadar Pey­gamber (s.a) bu namazı kılmış ise de o bu namazı (zaman zaman) terketmiş ve olduğu gibi sürdürmemiştir. Bu namazı kılmak için de cemaatin toplan­masını istememiştir. Hz. Ömer'in bunu koruması ve kılmak üzere cemaati top­layıp bu işe onları teşvik etmesi de bir bid'attir, ancak övülen ve övgüye de­ğer görülen bir bid'attir. Şayet Allah'ın ve Rasûlünün emrettiğine aykırı ise o takdirde bu, yerilen ve reddedilen işlerin kapsamına girer.

Bu anlamdaki açıklamaları el-Hattabî ve başkaları da yapmış bulunmak­tadır.

Derim ki: Aynı zamanda bu Peygamber (s.a)'ın irad ettiği hutbesinde söy­lediği: "İşlerin en kötüsü sonradan ihdas edilenleridir ve her bid'at bir dala­lettir" [175] şeklindeki buyruğunun da ifade ettiği anlam budur. O, bunlarla Ki-tab'a veya Sünnete ya da aslıab-ı kiramın uygulamasına uygun olmayanı kas­tetmektedir. Nitekim bunu şu buyruğu ile de açıklamış bulunmaktadır: "Her kim İslâm'da güzel bir sünnet (yol) ortaya koyarsa o kişi hem onun ecrini alır, hem de ondan sonra onun ile amel edenlerin de ecirleri (kadar) ecir alır. Bu­nunla birlikte onlardan herhangi birisinin ecirlerinden de birşey eksilmez. Her kim İslâm'da kötü bir yol ortaya koyarsa o yolun günahını ve ondan sonra da onunla amel edenlerin günahını da alır. Bununla birlikte onlardan herhan­gi birisinin günahlarından da birşey eksilmez." [176]

İşte bu, sonradan ortaya konulan bid'atlerin güzel ve çirkin olmak üze­re ikiye ayrıldığına işarettir. Ve bu konuda bu hadis aslî bir dayanaktır. Ha­talardan korunmamız, başarımız Allah'tandır, O'ndan başka bir Rab yoktur. [177]

 

3- Hükmetme (Kadâ)nin Anlamı:

 

"Birşeyin olmasını hükmederse, sadece ona «ol» der ve o da oluverir."

Yani ezelden beri ilminde tesbit ettiği şekliyle bir işi sağlam ve güçlü bir şe­kilde dilediği takdirde ona "ol" der. İbn Arefe der ki: Bir şeye dair hüküm vermek (kaza) onu sağlam bir şekilde yapmak, muhkem kılmak, yürürlüğe koymak, o işi bitirmek demektir. İşte (hâkime) kâdî adının verilmesi de bu­radan gelmektedir. Çünkü hâkim hüküm verdi mi artık davanın tarafları ara­sında görülmesi gereken işini bitirmiş olur. el-Ezherî der ki: Kadâ (hüküm verdi) kelimesinin sözlükte birkaç anlamı vardır ki hepsinin ifade ettiği or­tak anlam, birşeyin kesilip sonunun gelmesi, tamamlanması şeklindedir. Ebu Zueyb der ki:

"Ve o ikisi üzerinde iyice dokunmuş iki zırh vardır ki, onları yapıp bitirmiştir, Ta Davud ya da tepeden tırnağa örten zırhları çok iyi yapan Tübba yapmıştır."

eş-Şemmâh da Ömer b. el-Hattâb (r.a) hakkında şunları söylemiştir:

"Birtakım işleri yapıp bitirdin ondan sonra da ayrılıp gittin

Öyle büyük işler ki; henüz yenleri içinde ve üzerleri kesilip açılmamıştır."

İlim adamlarımız der ki: "Kadâ (hükmetti)" müşterek (birkaç anlama ge­len) bir lafızdır.

1- Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, yaratmak anlamına gelir: "On­ları yedi gök halinde iki günde yarattı (kadâ)." (Fussilet, 41/12)

2- Bildirmek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gi­bi: "Biz kitabda İsrailoğullarına şunu bildirdik..(kada)" (el-İsra, 17/4)

3- Emretmek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gi­bi: "Rabbin kendisinden başka ibadet etmeyin., diye emretti (kadâ)" (el-İs­ra, 17/23)

4- Kabul ettirmek ve hükümleri uygulayıp bitirmek anlamına da gelir. İş­te hâkime kadî denilmesi buradan gelmektedir.

5- Bu kelime hakkı tastamam yerine getirmek anlamına da gelir. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Mûsâ, süreyi tamamlayıp..(kadâ)" (el-Kasas, 28/29.)

6- İrade etmek, dilemek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Birşeyin olma­sını hükmederse (dilerse) sadece ona «ol» der ve o da oluverir" buyruğunda olduğu gibi. Yani birşeyi yaratmak irade ettiği vakit ona: ol, der demektir.

İbn Atiyye der ki: "Kadâ" takdir etti anlamındadır. İradesini gerçekleştir­di, yürürlüğe koydu anlamına geldiği de olur.

Bu âyet-i kerimede Ehl-i Sünnet mezhebine göre ezelde takdir etti ve hük­münü bu şekilde verip bitirdi, şeklinde her iki anlama göre açıklanabilir. Mu'tezile mezhebine göre ise yaratmak ve varetmek esnasında o hükmüm» yürürlüğe koydu, şeklinde açıklanmıştır. [178]

 

4- Emr (Şey, İş):

 

Burada geçen "emr" kelimesi emretti, emreder'in masdarı olmayıp çoğul olanak "umur" olarak gelen kelimenin tekilidir (isimdir).

İlim adamlarımız der ki: Kur'an-ı Kerim'de "emr" kelimesi ondört anla­ma gelir:

1- Din: "Nihayet hak geldi ve Allah'ın emri galip oldu." (et-Tevbe, 9/48» Burada Allah'ın emrinden kasıt Allah'ın dini olan İslâm'dır.

2- Söz: "Emrimiz" yani sözümüz "gelince..." (el-Mu'minun, 23/27) "fom-di aralarında emirlerini karşılıklı konuştular." (Tana, 20/62); yani karşilıfc-lı olarak birbirlerine sözlerini söylediler.

3- Azap: "Emrolup bitince" (İbrahim, 14/22); yani cehennem halkına azap edilmesi gerekince..

4- Hz. İsa: "Bir emre hüküm verdiği zaman" (Âli İmran, 3/48); yani Hat. İsa'nın varolması hükmünü verdiği zaman. Yüce Allah ezelden beri onun ba­basız olarak doğacağını biliyordu.

5- Bedir'de öldürme: "Allah'ın emri" yani Bedir'de öldürme işi "gelince—"" (el-Mu'min, 40/78) Yine: "Allah olması gereken bir emri" yani Mekke küflerinin öldürülmesi işini "yerine getirmek için..." (el-Enfal, 8/42)

6- Mekke'nin fethi: "O halde Allah'ın emri" yani Mekke'nin fethi "gelin­ceye kadar bekleyedurun." (et-Tevbe, 9/24)

7- Kureyzaoğullannın öldülümesi ile Nadiroğullannın sürgün edilmesi: "Al­lah'ın emri gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin." (el-Bakara, 2/109)

8-  Kıyamet: "Allah'ın emri gelmiştir. Onu acele istemeyin." (en-Nahl, 16/1)

9- Kaza: "Emri tedbir eder." (er-Ra'd, 13/2); kaza ve hükmü tedbir eder.

10- Vahy: "Gökten yere emr tedbir eder" (es-Secde, 32/5); yani vahyi gökten yere indirir. "Emr" yani vahiy "onlar arasında iner durur" (et-Talak, 65/12) buyruğu da bu türdendir.

11- Mahlûkatın işleri: "Haberiniz olsun ki" yaratıklara ait bütün umur (iş­ler) "Allah'a dönüp varır." (eş-Şûrâ, 42/53)

12- Zafer: "İşten" yani zaferden "bize birşey (pay) var mı diyorlardı. De ki: Bütün emr" zafer ve üstünlük "Allah'ın (elinde)dır." (Âl-i İmran, 3/154)

13-  Günah: "Sonunda onlar emirlerinin" yani günahlarının "cezasını tattılar." (et-Talâk, 65/9)

14- Durum ve fiil: "Fir"avun'un emri" yani işleri ve durumu "hiç de doğ-rultucu değildir." (Hûd, 11/97) Yüce Allah bir başka yerde de: "O'nun em­rine" yani fiiline "aykırı hareket edenler., çekinsinler." (en-Nur, 24/63) diye de buyurmaktadır. [179]

 

5-"Ol" Emri:

 

Yüce Allah'ın "kun (ol)" emrinin "kef" harfinin keynûne'den (yani olmak­tan), nün harfinin ise onun nurundan geldiği söylenmiştir. Hz. Peygam-ber'in: "Yarattıklarının şerrinden Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile (Allah'a) sı­ğınırım" [180] buyruğu ile kastedilen de bu "kun: ol" emridir. Bu hadis-i şerif­te "kelimeler" lafzı tekil olarak: "Allah'ın eksiksiz kelimesi ile..." diye de ri­vayet edilmiştir. "Kelimeler"in çoğul gelişi şöyle açıklanır: Bu kelime (kun em­ri) bütün emir ve işlerde sözkonusu olduğuna göre her bir işe ve her bir şe­ye ol dediğine göre bunlar çoğul kelimeler demek olur. Buna Ebu Zer'in Pey­gamber (s.a)'dan rivayet ettiği ve yüce Allah'ın buyruğu olarak nakledilen: "Benim bağışım da bir kelamdır, azabım da bir kelamdır" hadisi de buna de­lalet etmektedir. Bu hadisi Tirmizî oldukça uzun bir hadisin bir bölümü ola­rak kaydetmiştir. [181]

"Kelime"nin hadis-i şerifte tekil olarak kullanılması da yine çoğul anlamı ile "kelimeler" demektir. Fakat tek bir kelime değişik zamanlarda bütün iş­ler için dağılmış olduğundan bu bir kelime olmaktan çıkar pek çok kelimeler haline gelir. Fakat hepsinin kaynağı yine tek bir kelimedir.

Hadis-i şerifte "eksiksiz" deniliş sebebi ise dilcilere göre kelamın asgari miktarının üç harften ibaret olduğundan dolayıdır. Birincisi başlangıç harfi­dir. İkincisi kelimenin ortasında gelen doldurma harftir, üçüncüsü ise söy­lenip susulan harftir. Eğer bir kelam iki harften ibaret ise dilcilere göre bu eksiktir. Yed (el), dem (kan) ve fem (ağız) kelimeleri gibi. Bunun eksilme­si ise bir sebep dolayısıyla olmuştur. O bakımdan bu gibi kelimeler insan­lar tarafından söylendiği vakit eksik söylenmiş kelimelerden kabul edilir. Çün­kü bunlar iki harflidir. Ayrıca (konuşma) araçları kullanılarak söylenilir. Şa­nı yüce olan Rabbimiz tarafından ise (iki harfli söylense dahi) o kelime tam­dır. Çünkü konuşmak için O'nun konuşma araçlarına (organlarına) ihtiyacı yoktur. Yüce Allah yaratıklara benzemekten yücedir, münezzehtir. [182]

 

6- Hemen Oluverir...

 

Burada "feyekûnu" kelimesinin son harfi olan "nun" harfi ötreli olarak ve yeni bir cümlenin başlangıcı olarak okunmuştur. Sîbeveyh der ki: Yani o olur, anlamındadır. Başkası ise bu kelime: "Der" kelimesi üzerine atfedilmiştir. Bi­rinci açıklamaya göre oluş, emirden sonradır. Her ne kadar yok ise de o var seviyesindedir. Çünkü ileride açıklanacağı üzere, Allah tarafından bilinmek­tedir.

İkinci görüşe göre ise verilen emir ile birlikte oluverir. Taberî bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir: Yüce Allah'ın birşeye "ol" emrini vermesi va­roluştan önce de değildir, sonraya da kalmaz. Birşeyin varolmak ile emro-lunması ancak emir ile varolması ile birlikte olur. Varolması emrolunmadık-ça da var olmaz. İleride açıklaması gelecektir. Taberî devamla der ki: Bunun bir benzeri de insanların kabirlerinden kalkacakları vakitteki durumlarıdır. Yüce Allah'ın onları kabirlerinden çıkmak üzere çağırmasından önce de ol­mayacağı gibi sonraya da kalmayacaktır. Nitekim şöyle buyurulmaktadır: "Bundan sonra sizi yerden bir defa çağırınca hemen çıkıverirsiniz." (er-Rum, 30/25) Şu kadar var ki İbn Atiyye bu görüşü zayıf bulmuş ve şöyle demiş­tir: Böyle bir açıklama anlam açısından yanlıştır. Çünkü "ol" demenin tekvîn (oluşum) ve var olmak ile birlikte olmasını gerektirir.

Bu âyet-i kerime ışığında inanılması gereken husus özetle şöyledir: Şanı yüce Allah varolmaları şartıyla yok olan şeylere ezelden beri emredip dur­maktadır. Kudreti ile varettiği şeyler sonradan olmakla birlikte o kadirdir. Bi­linen şeylerin daha sonra meydana gelmelerini de bilendir. Âyet-i kerimede­ki buyruklar bunların gelecekte olmasını gerektirmektedir. O bakımdan bu emrolunan şeylere göre böyledir. Çünkü sonradan yaratılan şeyler daha önce yokken bilahare var olurlar. Yüce Allah'a isnad edilen kudret ve ilim ise ezelîdir, kadîmdir. "Ol" ibaresinin gerektirdiği anlam ise Allah'ın zatı ile kâim ve kadîmdir.

Ebu'l Hasen el-Maverdî der ki: Bir şeye yokluğu halinde mi yoksa varlı­ğı halinde mi Allah ona ol der, o da oluverir? Eğer o şey yokluğu halinde ise Allah'ın kendisine emrolunan birşey olmadıkça emir vermesine imkân yok­tur. Nitekim emrin de emreden olmaksızın varlığına imkân yoktur. Eğer va­rolması halinde bu emir verilmiş ise bu varolmak ve meydana gelmek için emir vermenin mümkün olmadığı bir durumda olur. Çünkü zaten vardır ve meydana gelmiştir, diye bir soru sorulursa, buna üç şekilde cevap verilir:

1- Bu, yüce Allah tarafından varolan yaratıkları hakkındaki emirlerinin ge­çerli oluşunu haber vermektedir. Nitekim yüce Allah İsrailoğullarından bel­li bir kesime hor ve hakir maymunlar olmalarını emretmiştir. Bu durum an­cak varolmayan şeyleri varetmek halinde sözkonusudur.

2- Yüce Allah olacak herşeyi olmadan önce bilendir. Buna göre henüz ol­mamış fakat olmadan önce olacaklarını bildiği şeyler tıpkı varolan şeylere ben­zer. Dolayısıyla bu gibi şeylere ol demesi ve yokluk halinden varlık haline çıkmasını emretmesi mümkündür. Çünkü yokluk hallerinde bunların hepsi Allah tarafından tasarlanmış ve bunları bilmektedir.

3- Bu, şanı yüce Allah'ın yaratmayı ve varetmeyi dilediği, buna bağlı ola­rak da varolan ve ayrıca söylediği herhangi bir söz olmaksızın ancak diledi­ği bir hükmü gereğince meydana gelen varettiği ve yarattığı herşeye dair ge­nel bir haberidir. Allah bunu söylenen bir söz olmasa dahi "söz söylemek" ile ifade etmektedir. Ebu'n Necm'in şu mısraında olduğu gibi:

"Ve kol ve bacak eklemleri karna: Yetiş! dediler."

Ortada söylenmiş bir söz yoktur. Anlatmak istediği ise sırtın karna değ­diğinden (yani bineğin oldukça zayıfladığından) ibarettir. Ayrca Amr b. Ha-meme ed-Dûsî'nin şu sözü de böyledir:

"Ve ben yavruları uçmuş bir kartal gibi oldum

Uçan birisini (tutmak) isteyince ona: Düş! denilmesi (gibi).

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"Kanatları bacaklarına: Yetiş, dediler Ve etinizi parçalanmaktan kurtarınız."[183]

 

118. Bilmeyenler: "Allah bizimle konuşmalı yahut bize bir âyet gelmeli değil miydi?" dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı on­lar gibi böyle söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzemiş. Biz yakin sahibi olanlara âyetleri apaçık bildirmişizdir.

"Bilmeyenler". İbn Abbas'a göre, Yahudiler, Mücahid'e göre hıristiyan-lardır. Taberî de bunu tercih etmiştir. Çünkü âyet-i kerimede öncelikle sözü edilenler bunlardır. (Yahudi ve hıristiyanlardır). er-Rabi', es-Süddî ve Katade ise: Arap müşrikleridir, demişlerdir.

"... meli değil iniydi (lev-lâ)" edatı teşvik içindir. Nitekim el-Eşheb b. Ru-meyle de şöyle demektedir:

"Yaşlı develeri kesmeyi öğünülecek en üstün işlerinizden sayıyorsunuz ey iri yarı fakat, bayağı fakir, ve ahmak olanların oğulları! Siz miğfer giyinmiş kahramanlarla (öğünmeli) değil miydiniz?"

Buradaki "levlâ" başkası varolduğu için birşeyin imkânsız olduğunu ifa­de eden "lev-lâ" türünden değildir. Dil bilginlerince ikisi arasındaki fark şu­dur: Teşvik anlamına gelen ile birlikte açık yada mukadder bir fiilden baş­kası gelmez. Olmayacağını ifade eden ile birlikte hemen ardında mübteda gelir ve çoğunlukla da haberi hazfedilir.

Bu ifadelerinin anlamı şudur: Allah, Muhammed (s.a)'ın peygamber oldu­ğuna dair bizimle konuşmalı değil mi? Biz de böylelikle onun peygamber ol­duğunu bilelim, ona inanalım. Ya da o bize peygamber oluşuna bir alamet teşkil edecek bir âyet getirmeli değil mi? Âyet ise delalet ve alamet olup bu­na dair açıklamalar bundan önce [184] verilmiş bulunmaktadır.

"Onlardan öncekiler" buyruğu ile kastedilenler, "bilmeyenlerden kas­tın Arap kâfirleri olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre yahudiler ve hıris­tiyanlardır. Buna karşılık "bilmeyenler"den kasıt yahudiler ve hristiyanlardır diyenlerin görüşüne göre ise, "onlardan öncekiler" den kasıt, daha önceki ümmetlerdir. "Bilmeyenler"den kastın hıristiyanlar olduğunu söyleyen­lere göre ise "onlardan öncekiler" ile kastedilenler yahudilerdir.

"Kalpleri birbirine benzemiş" yani işi yokuşa sürmek, mucize gösteril­me teklifi ve imanı terketme hususunda birbirlerine benzedikleri şeklinde açıklanmıştır. el-Ferrâ der ki: Küfür üzerine ittifak etmeleri açısından "kalp­leri birbirine benzemiş" demektir.

"Biz yakîn sahibi olanlara âyetleri apaçık göndermişizdir." buyruğun­da yer alan "yakîn"e dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 4. âyette) geç­miş bulunmaktadır. [185]

 

119. Şüphe yok ki Biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın.

"Şüphe yok ki Biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönder­dik." Müjdeleme ve korkutmaya dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/6 ve 25. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır.

"Cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın." Mukâtil der ki: Peygamber (s.a): "Eğer Allah yahudiler üzerine azabını indirecek olursa mutlaka iman ederler." deyince yüce Allah: "Cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın" buyruğunu inzal buyurdu. [186] Cumhur bu anlamı verecek şekilde ke­limesini "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu taktirde "müjdeleyici ve korkutucu olarak" buyruğuna atıf ile hal konumunda olur. Anlamı: Biz se­ni onlardan sorumlu olmamak üzere müjdeleyici ve korkutucu olarak hak ile gönderdik demek olur.

Said el-Ahfeş ise bu kelimeyi "te" harfini üstün ve lam harfini de ötreli ola­rak: ": Sormazsın," şeklinde okumuştur. Bu durumda yine aynı keli­melere hal konumunda atıf olur. O takdirde bu buyruğun anlamı şöyle olur: Şüphesiz Biz seni onlar hakkında sen soru sormaksızın, hak ile müj­deleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Çünkü yüce Allah'ın uyarılmaların­dan sonra küfre sapacaklarını bilmesi onlara dair soru sormaya ihtiyaç bırak­maz. Sen onlara dair soru sormazsın şeklindeki okuyuşun ifade edeceği an­lam budur. Onun sorumlu tutulmaması ise Hz. Peygamber'in gereken uya­rı ve müjdeyi yaptıktan sonra inkâr edenlerin küfürleri dolayısıyla sorumlu tutulmayacağını ifade eder.

İbn Abbas ve Muhammed b. Ka'b da şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bir gün: "Keşke anne babama ne şekilde muamele edildiğini bir bilebilsem" de­miş bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olmuştur. [187] Bu ise nehiy olarak ve "lam" harfini sükûnlu olarak  Sorma, şeklinde okuyanın kıra­atine uygun bir açıklamadır. Bu şekilde ise yalnızca Nafi' okumuştur. Bunu iki şekilde açıklamak mümkündür:

a) Hayatta olup isyan  eden ve küfre sapan kimselerin durumu hakkın­da soru sormayı yasaklamaktadır. Çünkü o kişinin durumunda bir değişik­lik olup küfürden imana, masiyetten itaate dönüş yapabilir.

b) Daha zahir olan anlamı ise, küfür ve masiyet üzere ölen kimsenin du­rumuna dair soru sormayı yasaklamakta olduğudur. Bundan kasıt ise bu şe­kilde ölenin durumunun büyük ve oldukça ağır bir halde bulunacağını ifa­de etmektir. Nitekim: Filan hakkında hiçbir şey sorma, demek de bu tür bir anlam ifade eder. Yani senin umduğundan da kötü bir haldedir.

İbn Mes'ud: Asla sana sorulmayacaktır" şeklinde, Ubey b. Ka'b ise: Sana sorulmayacaktır" şeklinde okumuşlardır ki her iki oku­yuş da (mâna itibari ile) cumhurun kıraatine uygundur ve kendisnin onların durumundan sorumlu tutulmayacağını ifade etmektedir.

Bir görüşe göre ise o anne babasından hangisinin daha erken öldüğünü sormuş ve bu âyet-i kerime nazil olmuştur. Bizler "et-Tezkire" adlı eserimiz­de yüce Allah'ın onun için annesini ve babasını diriltip ona iman ettiklerini kaydetmiştik. Ayrıca Hz. Peygamber'in bir adama: "Muhakkak benim babam da senin baban da cehennemdedir" [188] dediğini belirtmiş ve buna dair açık­lamalarda bulunmuştuk. Allah'a hamdolsun. [189]

 

120. Onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da as­la senden hoşnut olmazlar. De ki: "Muhakkak Allah'ın hidâye­ti doğru yolun kendisidir." Andolsun ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan, senin için Al­lah'tan seni koruyacak hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yoktur.

 

Bu buyruğun: "Onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyan-lar da asla senden hoşnut olmazlar" bölümüne dair açıklamalarımızı iki baş­lık altında sunacağız:

 

1- Onların Esas Maksatları:

 

"Onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla sen­den hoşnut olmazlar" yani ya Muhammed, onların sana kendilerine getir­meni istedikleri âyetleri (mucizeleri) teklif etmelerinden maksatları iman et­mek değildir. Aksine sen onlara bütün istediklerini getirsen yine de senden razı olmazlar. Onları razı ve hoşnud edecek tek bir şey, tuttuğun İslâm yo­lunu terkedip onlara uymaktır. [190]

Millet (din): Yüce Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığı ile kullan için koyduğu şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü mil­let ve şeriat, Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir. [191]

 

2- Küfür Tek Bir Millettir:

 

Aralarında Ebu Hanife, Şafiî, Davud, Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu âyet-i kerimeye dayanarak küfrün tek bir millet ol­duğunu söylemişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Onların milletine (dinine)" di­ye buyurarak "millet" kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca: "Si­zin dininiz sizin, benim dinim benim" (el-Kâfirûn, 109/6) buyruğunu, Hz. Peygamber'in de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık ol­maz'[192] hadisini de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt İslâm ve küfürdür. Bunun delili ise Peygamber efendimizin: "Müslüman kâfire mi­rasçı olmaz" [193] anlamındaki bir başka hadisidir.

Malik ve kendisinden gelen bir başka rivayette Ahmed ise küfrün ayrı mil­letler olduğu görüşündedir. Buna göre yahudi hıristiyana mirasçı olmadığı gi­bi, yahudi ve hristiyanda mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber efendimizin: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçı­lık olmaz" hadisinin zahirini delil alırlar. Yüce Allah'ın: "Onların dinine" buy­ruğundan kasıt ise çokluktur. İsterse lafız itibariyle tekil olsun. Bunun deli­li ise bunun çoğul bir zamire (onlar) izafe edilmesidir. Nitekim: Medine hal­kı alimlerinden -mesela- onların ilmini aldım ve onlara okunan kendilerinin rivayet ettikleri hadisi de dinledim, derken, ilimlerini... ve hadislerini... kas­tedilir.

"De ki: Muhakkak Allah'ın hidâyeti doğru yolun kendisidir." Yani ey Mu-hammed, senin izlemekte olduğun ve yüce Allah'ın dilediği kimsenin kalbi­ne koyduğu Allah'ın gerçek hidâyeti, asıl ve gerçek hidâyetin, doğru yolun kendisidir. Bunların iddia ettikleri yol değildir.

"Andolsun ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan..." buyruğundaki nevalar (ehvâ): Hevâ kelimesinin çoğulu­dur. Hevalar birbirlerinden farklı olduğu için burada çoğul gelmiştir. Eğer mil­letin fertlerine hamledilmiş olsaydı "onların hevâsına" denilmesi gerekirdi. Bu hitapta iki şekil sözkonusudur:

a) Bu hitap baştan beri hitabın kendisine yönelik olması dolayısıyla Ra-sûlullah (s.a)'a yöneliktir.

b) Rasûl'e yönelik olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir.

Birinci açıklama şekline göre onun ümmetine bir edep öğretilmiş olur. Çünkü onların konumundan aşağıdadırlar.

Âyetin nüzul sebebi: Yahudiler ve hıristiyanlar Peygamber (s.a)'dan ba­rış ve ateşkes antlaşmaları yapmasını istiyor, Peygamber (s.a)'e İslâm'a gire­cekleri vaadinde bulunuyorlardı. Allah ona, onların kendisinden dinlerine uy­madığı sürece razı olmayacaklarını bildirdi ve onlara karşı cihad etmesi emrini verdi.

"Bunca ilimden" buyruğuna gelince; Alımed b. Hanbel'e: Kur'ân mahluk­tur, diyen kimsenin durumu hakkında soru sorulmuş o da: Kâfirdir, demiş­tir. Ona neye dayanarak onun kâfir olduğunu söylüyorsun diye sorulunca şu cevabı verir: Yüce Allah'ın Kitabından birtakım âyet-i kerimelerle (bu âyet­ten başka): "Andolsun ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların he­valarına uyarsan.." (er-Rad, 13/37) gibi buyruklardır. Kur'ân ise Allah'ın il-mindendir. Allah'ın ilminin mahluk olduğunu kim iddia ederse kâfir olur. [194]

 

121. Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar ona iman ederler. Her kim onu inkâr ederse onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir.

122. Ey İsrailoğulları, üzerinize ihsan ettiğim nimetimi ve Benim si­zi gerçekten âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.

123. Kimsenin kimseye birşey ile faydalı olamayacağı, ondan fid­yenin kabul olunmayacağı ve hiçbir şekilde şefaatin de fayda vermeyeceği bir günden de korkunuz. Ve onlara yardım da edil­mez.

 

"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler" buyruğu ile ilgili olarak Kata-de der ki: Bunlar Peygamber (s.a)'ın ashabıdır. Bu açıklamaya göre de "ki­tap" Kur'an-ı Kerim demek olur. İbn Zeyd der ki: Bunlar İsrailoğullarından İslâm'a giren kimselerdir. Bu açıklamaya göre de "kitap" Tevrat demek olur. Bununla birlikte âyet-i kerimenin hükmü geneldir.

"Kendilerine.." mübtedadır, "okurlar" onun haberidir. (Meal buna göre yapılmıştır). Arzu ederseniz "işte bunlar ona iman ederler" buyruğunu da ha­ber yapabilirsiniz. [195]

"Onu gereği gibi okurlar" buyruğunun anlamı hakkında farklı açıklama­lar yapılmıştır. Oradaki emir ve yasaklara uyarak helalini helal, haramını ha­ram bilip muhtevasına uygun, kapsadığı hükümler gereğince amel ederek ona hakkıyla uyarlar; demek olduğu İkrime tarafından söylenmiştir. İkrime de­lil olarak şunu gösterir: Yüce Allah'ın: "Arkasından ona uyduğu zaman aya (yemin olsun)" (eş-Şems, 91/2) buyruğunda da aynı kelimenin kullanıl­dığına dikkat etmez misiniz? Bu, İbn Abbas ve İbn Mes'ud'un (Allah ikisin­den de razı olsun) açıklamalarının da anlamını ifade eder. Şair der ki:

"Ben kovamı benim arkamdan gelir (bana uyar) kıldım."

Nasr b. İsa, Malik'ten, o Nafi'den, o İbn Ömer'den o da Peygamber (s.a)'den: "Onu gereği gibi okurlar" buyruğu hakkında "ona gereği gibi uyar­lar" dediğini de rivayet etmektedir. Şu kadar var ki bu hadisin senedinde el-Hatib Ebu Bekr Ahmed'in söylediğine göre birden çok meçhul (bilinmeyen) ravi bulunmaktadır. Bununla birlikte ifade ettiği anlam doğrudur. Ebu Mû-sâ el-Eş'arî der ki: Her kim Kur'an-ı Kerim'e tabi olursa onu cennet bahçe­lerine götürür.

Ömer b. el-Hattab'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Burada sö­zü geçenler bir rahmet âyetini okudukları zaman onun gereğini Allah'tan isterler, bir azap âyetini okudukları zaman o azaptan Allah'a sığınırlar.

Bu anlamda bir hadis-i şerif de Peygamber (s.a)'den rivayet edilmiştir: O bir rahmet âyetini okudu mu dilekte bulunur, azap âyeti okudu mu Allah'a sığınırdı. [196]

el-Hasen der ki: Bu buyrukta sözü geçenler Kur'an'ın muhkemi ile amel edip müteşabihine iman eden, kendileri için içinden çıkılmaz (müşkil) bul­duklarını da bilenine havale eden kimselerdir.

Onu gereği gibi okuyanlardır, da denilmiştir.

Derim ki: Böyle bir açıklama uzak görülür. Ancak onun lafızlarını tertil ile (ağır ağır, tane tane) okurlar anlamlarını da idrak ederler, şeklinde anlaşıl­ması müstesna. Çünkü manalarının gereği gibi anlaşılması ile bu konuda ken­disine başarı ihsan edilenler için bu anlamlara uymak, mümkün olur. [197]

 

124. Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tamamen yerine getirmişti. "Ben seni insanlara imam yapacağım" diye buyurmuş, o da: "Zürriyetimden de" demiş­ti. "Zalimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştu.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı yirmi başlık halinde sunacağız. [198]

 

1- Ayetler Arası îlişki:

 

Ka'be ve kıble sözkonusu edilince buna bağlı olarak İbrahim aleyhisse-lam'dan da söz edilmektedir. Çünkü Beytullah'ı yapan odur. O bakımdan ya-hudilerin -ki İbrahim (a.s)'ın soyundan gelirler- İbrahim'in dininden yüzçe-virmemeleri gerekirdi.

İbtilâ (imtihan): Sınamak ve denemek demektir. Bundan maksat, emir ve taabbüddür.

İbrahim'in el-Maverdî'ye göre Süryanice anlamı, İbn Atiyye'ye göre Arap­ça anlamı şefkatli merhametli baba demektir. es-Süheylî der ki: Süryanice ve Arapça arasında birbirine yakın kelimeler pek çoktur. İbrahim'in, çocukla­ra olan rahmeti dolayısıyla adının merhametli bir baba anlamına geldiğine dikkat ediniz. Çünkü Hz. İbrahim ve onun eşi Sâre kıyamet gününe kadar mü'minlerin ölecek küçük çocuklarına bakıcı kılınmışlardır.

Derim ki: Buna delil olan hususlardan birisi de Buhârî'nin kitabında zik­rettiği Semura'dan gelen rüyaya dair uzunca hadistir. Orada şöyle denilmek­tedir: Peygamber (s.a) bahçede (cennet bahçesinde) İbrahim (s.a)'ı etrafın­da insanların küçük çocukları olduğu halde gördü.[199] Biz bunu et-Tezkire ad­lı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun.

Bu âyet-i kerimede sözü geçen Hz. İbrahim kimi tarihçilerin görüşüne gö­re Taruh'un oğludur. Taruh'un babası ise Nahûr'dur. Kur'an-ı Kerim'de ise: "Hani İbrahim babası Âzer'e.. demişti" (el-En'am, 6/74) diye buyurulmak-tadır. Sahih-i Buhârî'de de bu şekildedir. Bunda ise ileride yüce Allah'ın iz­niyle En'am Sûresinde (işaret edilen âyet-i kerimede) açıklanacağı üzere bir çelişki yoktur. Hz. İbrahim'in dört oğlu vardı. -es-Süheylî'nin belirttiğine gö­re- (adları): İsmail, İshâk, Medyen ve Medâin idi.

Âyet-i kerimede (Arap dili kaidelerine göre özne olan Rab, daha önce gel­mesi gerekirken) İbrahim kelimesinin önce gelmesi bu işe verilen önem do-layısıyladır. Çünkü şanı yüce Allah'ın imtihan eden kimse olduğu bilinen bir husustur. Diğer taraftan faile (özneye) bitişik mef'ule (nesneye) ait zamirin bulunması aynı şekilde mef'ulun öne alınmasını da gerektirir. İşte bu önem dolayısıyla ifade bu şekilde gelmiştir. Bunu bilelim.

Genel olarak kurrâ  İbrahim" kelimesini üstünlü Rabbi kelimesini de -belirttiğimiz gibi- ötreli olarak okumuşlardır. Şu kadar var ki Cabir b. Zeyd'den tam aksini okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Abbas'ın da ken­disine böyle okuttuğunu ileri sürmüştür. O takdirde anlam şöyle olur: Ha­ni İbrahim Rabbine dua etmiş ve Rabbinden dilekte bulunmuştu. Ancak böy­le bir okuma şekli (ve anlam) uzak bir ihtimaldir. Çünkü "( 0UI&): Kelime­lerle" ifadesinin baş tarafındaki "b" harfi buna mahal bırakmamaktadır. [200]

 

2- Kelimeler:

 

"Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş..." buyruğundaki kelimeler (kelimât); kelimenin çoğuludur. Burada gerçekte bu kelimeler yüce yaratıcının kelâmını ifade eder. Ancak bu "kelimeler" ile İbrahim (a.s)'ın yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler ifade edilmiştir. Bu gö­revlerle yükümlü tutulması kelam (söz) ile gerçekleştiğinden bunlara bu isim verilmiştir.

Nitekim Hz. İsa'ya da "Allah'ın kelimesi" adı verilmiştir. Çünkü Hz. İsa yüce Allah'ın "kun: oF'dan ibaret bir kelimesinden var olmuştur. Bir şeye onun mukaddimesinin adını vermek, mecazın iki kısmından birisidir. Bu açıklama­lar İbnu'l Arabî tarafından yapılmıştır. [201]

 

3- Kelimeler'den Kasıt:


Bu âyet-i kerimede sözü geçen "kelimeler''le neyin kastedildiği hususun­da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu görüşlerden bir tanesine gö­re bu kelimeler İslâm'ın şer'î hükümlerini ifade eder. Bunlar da otuz ayrı bö­lümdür. Bu otuz bölümün on tanesi Tevbe Sûresi'nde: "Tevbe edefıler, iba­det edenler.." (et-Tevbe, 9/112) buyruğunda; on tanesi Ahzab Sûresi'nde: "Şüphesiz müslüman erkekler ve müslüman kadınlar.." (el-Ahzab, 33/35) âyetinde on tanesi Mu'minûn Sûresi'nde: "Gerçekten mü'minler felah bulmuş­lardır...Ve onlar namazlarını gereği gibi kılarlar... (el-Mu'minun, 23/1-8) buy­rukları ile; "...ancak namaz kılanlar ve namazlarına devam edenler öyle de­ğil... Ve onlar namazlarını gereği gibi muhafaza ederler" (el-Meâric, 70/22-34) buyruklarında dile getirilmektedir.

İbn Abbas (r. anhuma) dedi ki: Allah bu kelimeler ile her kimi imtihan et­tiyse bunların altından İbrahim (a.s)'ın dışında kalkabilmiş kimse yoktur. O, İslâm'ın tümüyle imtihan edilmiş, bunu eksiksiz bir şekilde yerine getirmiş­tir. Bunun için yüce Allah da kendisine "ilahî berâet "i takdir buyurarak: "Ve (görevini) eksiksiz olarak yerine getiren İbrahim..." (en-Necm, 53/37) diye buyurmuştur.

Kimisi de Hz. İbrahim'in "kendileriyle imtihan edildiği kelimeler" emir ve nehiydir derken, kimisi oğlunu boğazlamaktır, kimisi risaletin âdabını yeri­ne getirmektir demiştir ki bunların ifade ettikleri anlamlar birbirlerine yakın­dır. Mücahid de şöyle demektedir: Burada sözü geçen kelimeler yüce Allah'ın: "Ben seni bir husus ile imtihan edeceğim" demiş, Hz. İbrahim de: Peki, be­ni insanlara imam yapacak mısın? diye sorunca yüce Allah: Evet diye buyur­muş, Hz.İbrahim: Ya benim zürriyetimden de imam kılacak mısın? diye so­runca yüce Allah: Ahdim zalimlere erişmez, diye cevap buyurmuş. Hz. İbra­him: Peki Beyt'ini insanlar için gelip toplanacakları bir yer kılacak mısın? di­ye sormuş yüce Allah: Evet buyurmuş. Hz. İbrahim ya bir güvenlik yeri de kılacak mısın? diye sormuş, yüce Allah: Evet demiş. Yine Hz. İbrahim bize ibadet yerlerimizi gösterip tevbemizi de kabul buyuracak mısın? diye sorun­ca yüce Allah: Evet buyurmuş. Hz. İbrahim yine: Peki ya o Beyt'in ehlini çe­şitli meyvelerle rızıklandıracak mısın? diye sorunca yine yüce Allah: Evet bu­yurmuş.

İşte bu görüşe göre bu kelimeleri eksiksiz yerine getirip tamamlayan (Hz. İbrahim değil) yüce Allah'tır. Bundan da daha sahih bir görüş şudur: Abdur-rezzak'ın Ma'mer'den, onun İbn Tavus'tan, onun İbn Abbas'tan naklettiğine göre o, yüce Allah'ın: "Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tamamen yerine getirmişti" buyruğu hakkında şunları söylemiştir: Yüce Allah onu taharet ile imtihan etmişti. Bunların beş tanesi baş­ta beş tanesi de bedendedir: Bıyıkları kesmek, mazmaza, istinşak, misvak kul­lanmak ve saçı ortadan ayırmak. Bedende bulunanlar ise: Tırnakları kesmek, etek traşı yapmak, sünnet olmak, koltuk altı kıllarını yolmak ve büyük abdest ile küçük abdestin yerlerini su ile yıkamak. Bu açıklamaya göre ise bu keli­meleri eksiksiz olarak yerine getiren İbrahim (a.s)'dir. Kur'an-ı Kerim'in za­hirinden de anlaşılan budur.

Matar, Ebu'l-Celed'den yine bunların on tane olduğunu rivayet etmiş, şu kadar var ki saçları ortadan ayırmak yerine eklem yerleri üstündeki deri kıv­rımlarını yıkamayı istinca yerine ise istihdadı (etek traşını ustura gibi demir­den aletlerle yapmayı) sözkonusu etmiştir.

Katade ise bunlar sadece Hacc menâsikidir, der. el-Hasen ise bunlar Hz. İbrahim'in karşı karşıya kaldığı altı tane özel durumdur: Yıldız, ay, güneş, ateş, hicret ve sünnet olmak.

Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle çelişkili de­ğildir. Çünkü bütün bunlar İbrahim (a.s)'ın kendileriyle imtihan olunduğu hu­suslardır.

Derim ki: Muvatta"da ve başka hadis eserlerinde Yahya b. Said'den ge­len rivayette şöyle denilmektedir: Said b. el-Müseyyeb'i şöyle derken dinle­dim: İbrahim (a.s) sünnet olan ilk kişidir. Misafiri ilk ağırlayandır, etek tra­şı yapan ilk kimsedir, tırnaklarını kesen ilk kişidir, bıyıklarını kısaltan ilk ki­şidir, saçları ağaran ilk kişidir. Saçlarının ağardığını görünce: Bu nedir diye sormuş (yüce Allah): Bu vekardır diye buyurunca Hz. İbrahim de: Allah'ım benim vekârımı daha da artır, diye dua etmiştir. [202]

Ebu Bekr b. Ebi Şeybe de Said b.İbrahim'den, o babasından şöyle dedi­ğini nakletmektedir: Minberler üzerinde ilk konuşan kişi Allah'ın Halili İb­rahim'dir.

Başkaları da şöyle demiştir: İlk tirit yapan, ilk kılıçla savaşan, ilk olarak misvakla dişlerini temizleyen, ilk olarak su ile istinca yapan ve ilk olarak şal­var giyinen odur.

Muaz b. Cebel'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a) buyurdu ki: "Eğer ben minber edindiysem babam İbrahim de minber edin­mişti. Eğer ben asa tuttuysam babam İbrahim de asa tutmuştu." [203]

Derim ki: Bunlar açıklanması, üzerinde durulması, haklarında bilgi veril­mesi gereken birtakım hükümlerdir. Sünnet olmaktan başlayarak diğerleri­ne dair açıklamalarda bulunacağız. [204]

 

4- İlk Sünnet Olan Kişi İbrahim (a.s)dır:

 

İlk sünnet olan kişinin İbrahim (a.s) olduğu üzerinde ilim adamlarının ic-maı vardır. Ancak sünnet olduğu yaş hakkında farklı görüşler vardır. Muvat-ta"da Ebu Hureyre'den mevkuf olarak rivayet edildiğine göre o yüz yirmi ya­şında iken sünnet olmuş ve bundan sonra seksen yıl daha yaşamıştır. Böyle bir açıklama ise kişisel görüşe dayanılarak yapılamaz. Bunu el-Evzaî de Yah­ya b. Said'den merfû olarak rivayet etmiştir. Yahya b. Said, Said b. el-Müsey-yeb'den ö Ebu Hureyre'den rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "İb­rahim (a.s) yüz yirmi yaşında iken sünnet oldu. Bundan sonra da seksen yıl yaşadı." Bunu Ebu Ömer (İbn Âbdi'1-Berr) zikretmiştir.

Yine bu hadis Yahya'nın dışında değişik yollardan gelen rivayetlerle merfû ve müsned olarak da rivayet edilmiştir. Orada da: İbrahim (a.s) sek­sen yaşına gelince sünnet olmuş ve kendisini keser ile sünnet etmiştir." de­nilmektedir. Sahih-i Müslim'de de başkalarında da "seksen yaşında" denilmek­tedir. [205]

İbn Aclan'ın ve el-A'rec'in Ebu Hureyre'den onun Peygamber (s.a)'dan yap­tığı rivayette kaydedilen ve raviler tarafından bilinen de budur. İkrime der ki: İbrahim (a.s) seksen yaşında iken sünnet olmuştur. Yine o şöyle demiş­tir: Artık ondan sonra İbrahim'in dini üzere Beytullah'ı ancak sünnetli olan kimseler tavaf etmiştir. Evet, İkrime böyle demiştir. el-Müseyyeb b. Râfi' de bu şekilde söylemiştir. Bunu el-Mervezî zikreder.

"el-Kadûm" şeddesiz ve "el-kaddûm" şeklinde şeddeli olarak rivayet edil­miştir. Ebu'z-Zinad der ki: Şeddeli olarak el-Kaddûm şeklinde (Suriye bölge­sinde) bir yerin adıdır. [206]

 

5- Sünnet Olmanın Hükmü:

 

İlim adamları sünnet olmanın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. An­cak çoğunluk bunun müekked bir sünnet olduğunu ve erkekler hakkında ter-kedilmemesi gereken İslâm'ın fıtrat gereği gördüğü hususlardan birisi oldu­ğunu kabul etmektedirler. Azınlık bir kesim de bunun farz olduğunu söyle­mişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Sonra Biz sana: Hanifbir müslüman olarak ibrahim'in dinine uy., diye vahyettik." (en-Nahl, 16/123) diye buyurmuştur.

Katade de: Burada sözü geçen husus sünnet olmaktır, demektedir. Mali-kî mezhebinden bazı ilim adamları da bu görüşe meyletmiştir. Aynı zaman­da bu Şafiî'nin de görüşüdür. İbn Süreye sünnet olmanın vacip olduğuna, av­rete bakmanın haram kılındığına dair icmaı delil gösterir ve şöyle der: Eğer sünnet olma farz olmamış olsaydı, sünnet edilenin avretine bakmak mubah kılınmazdı. Ancak bu husus ile ilgili olarak ona şöyle cevap verilmiştir: Böyle birşey doktorun vücudun hasta bölgesine bakması gibi bedenin bir maslahatı için mubah kılınır. Tıp ilmi yüce Allah'ın izniyle ileride en-Nahl Sû-resi'nde geleceği gibi icma ile vacip değildir. Bizim mezhebimize mensup ba­zı kimseler el-Haccac b. Artee'nin kaydettiği şu rivayeti delil gösterirler: el-Haccac, Ebu'l Muleyh'ten, o babasından o Şeddad b. Evs'ten Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sünnet olmak erkekler için bir sünnet, kadınlar için de bir ikramdır." [207] Hadisin ravilerinden olan Hac­cac ise rivayeti delil gösterilebilecek kimselerden değildir.

Derim ki: Bu konuda delil gösterilebilecek en üstün rivayet Ebu Hurey-re (r.a)'ın Peygamber (s.a)'dan şöyle buyurduğuna dair rivayetidir: "Beş şey fıtrattandır. Sünnet olmak.." [208] Hadis-i şerif ileride gelecektir. Ebû Dâvûd da Umm Atiyye'den şu rivayeti nakletmektedir. Medine'de kadınları sünnet eden bir kadın vardı. Peygamber (s.a) ona şöyle demişti: "Fazla derinden kesme. Çünkü bu kadın tarafından daha çok istenir, erkek tarafından da daha çok sevilir." Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis zayıftır (çünkü) onu rivayet eden meç­hul bir kimsedir. [209] Rezîn'in zikrettiği bir rivayette de: "Fazla derinden kes­me çünkü böylesi yüzü daha çok aydınlatıcıdır, erkek tarafından da daha çok sevilir." [210]

 

6- Sünnetli Olarak Doğan Çocuk:

 

Eğer çocuk sünnetli olarak doğarsa sünnet külfetinden kurtarılmış olur. el-Meymûnî der ki: Bana Ahmed şöyle dedi: Burada sünnetli olarak bir ço­cuğu olmuş bir adam vardır. Bundan dolayı çok ileri derecede üzülmüştü. Ben ona: Eğer Allah seni böyle bir külfet altına sokmadıysa bundan dolayı ne di­ye üzülüp kederleniyorsun, dedim. [211]

 

7- Sünnet Edilmiş Olarak Doğan Peygamberler:

 

Ebu'l Ferec el-Cevzî der ki: Ka'b el-Ahbar'dan bana şöyle dediği nakledil­di: Onüç peygamber sünnetli olarak doğmuştur: Adem, Şit, İdris, Nuh, Sam, Lût, Yusuf, Mûsâ, Şuayb, Süleyman, Yahya, İsa ve Peygamber (s.a).

Muhâmmed b. Habib el-Haşimî ise şöyle demektedir: Bunlar ondört ta­nedir: Adem, Şit, Nuh, Hud, Salih, Lut, Şuayb, Yusuf, Mûsâ, Süleyman, Ze-keriyya, İsa, -Ress [212] ashabının peygamberi- Hanzala b. Safvan ve Muham-med'dir. Allah'ın selamı hepsinin üzerine olsun.

Derim ki: Peygamber (s.a)'ın sünnetli doğması ile ilgili olarak rivayetler arasında ihtilaf vardır. Hafız Ebu Nuaym, el-Hilye adlı eserinde senedini de kaydederek Peygamber (s.a)'ın sünnetli olarak doğduğunu zikretmektedir.

Ebu Ömer ise et-Temhid adlı eserinde şu sened ile bir rivayet kaydetmek­tedir: Bize Ahmed b. Muhâmmed b. Ahmed anlattı, bize Muhâmmed b. İsa anlattı, bize Yahya b. Eyyub b. Badî el-Allaf anlattı, bize Muhammed b. Ebu's-Serî el-Askalanî anlattı, bize el-Velid b. Müslim, Şuayb'den o Ata el-Horasa-nî'den o İkrime'den o İbn Abbas'tan rivayetle şöyle anlattı: Abdülmuttalib Pe-yamber (s.a)'ı doğumunun yedinci gününde sünnet etti. Bunun için bir ye­mek ziyafeti verdi ve ona "Muhammed" adını verdi. Ebu Ömer der ki: Bu ha­dis senedi muttasıl (fakat) garib bir hadistir. Yahya b. Eyyub der ki: Ben bu hadisi araştırdım da kendileriyle karşılaştığım hadis ile uğraşan ilim adam­ları arasında İbn Ebi es-Serrî'nin dışında kimse tarafından rivayet edildiğini görmedim. [213] Ebu Ömer der ki: Peygamber (s.a)'ın sünnetli olarak doğdu­ğu da söylenmiş bulunmaktadır. [214]

 

8- Küçük Çocuk Ne Zaman Sünnet Edilir:

 

Küçük çocuğun ne zaman sünnet edileceği hususunda ilim adamları ara­sında farklı görüşler vardır. Bir grup ilim adamından nakledilen haberlerde sabit olduğuna göre şöyle demişlerdir: İbrahim (a.s) Hz. İsmail'i onüç yaşın­da, oğlu Hz. İshak'ı ise yedi günlük iken sünnet etmiştir.

Hz. Fatıma'dan çocuklarını yedinci gününde sünnet ettiği rivayet edilmek­tedir. Şu kadar var ki İmam Malik bunu kabul etmez; bu yahudilerin uygu-lamalarındandır, der. İmam Malik'in sözünü İbn Vehb ondan nakletmektedir.

el-Leys b. Sa'd da şöyle demiştir: Küçük çocuk yedi ile on yaşlan arasın­da sünnet edilir. Buna benzer bir rivayeti İbn Vehb İmam Malik'ten naklet­mektedir.

İmam Ahmed der ki: Ben bu hususa dair bir rivayet işitmiş değilim.

Buhârî'de ise Said b. Cübeyr'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: İbn Ab-bas'a: Rasûlullah (s.a) vefat ettiği sırada senin yaşın ne kadardı, o: O sırada ben sünnet edilmiş idim (o dönemde) kişiyi ergenlik yaşına gelmedikçe ve­ya'o yaşa yaklaşmadıkça sünnet etmezlerdi, dedi. [215]

İlim adamları müslüman olan ve yaşı büyük bir erkeğin sünnet olmasını müstehab kabul ederler. Ata şöyle dermiş: İsterse seksen yaşına gelmiş ol­sun sünnet olmadıkça onun İslâm'ı tamam olmaz.

el-Hasen'den gelen rivayete göre de o yaşlı olarak İslâm'a giren bir kim­senin sünnet olmamasına müsaade eder, bunda herhangi bir sakınca görmez ve (bu durumuyla) şahitlik etmesinde, eti yenen hayvanları kesmesinde, hac­cedip namaz kılmasında bir sakınca görmezdi.

İbn Abdi'1-berr der ki: Genel olarak ilim adamları da bu görüştedirler. Bu-reyde'nin sünnet olmamış kimsenin haccına dair rivayet ettiği hadis ise sa­hih değildir. İbn Abbas, Cabir b. Zeyd ile İkrime'den: Sünnet olmamış kim­senin kestiği hayvan yenmez ve şehadette bulunması da caiz değildir, dedik­leri rivayet edilmektedir. [216]

 

9- Etek Traşı Yapmak:

 

Hadis-i şerifte geçen: "Etek traşı için ilk istihdad eden" şeklindeki ifade­de geçen "istihdad" etek traşını demirden bir alet kullanarak yapmak demek­tir. Umm Seleme'den Peygamber (s.a)'ın kılları dökmek kastıyla ilaç kullan­dığı vakit eteğine bu ilacı sürmeyi bizzat kendi eliyle kendisi yapardı,[217] ri­vayeti gelmiştir.

İbn Abbas'ın rivayet ettiğine göre de bir adam Rasûlullah (s.a)'ın vücudun­daki kılları dökmek üzere ilaç sürmüş ve nihayet eteğine yaklaşınca ona: Sen yanımdan çık, demiş ve kendi eliyle eteğine bu ilacı kendisi sürmüştür.

Enes'in rivayetine göre Peygamber (s.a) kıl dökmek üzere ilaç kullanmaz­dı. Eteği etrafında kıllar arttı mı orayı traş ederdi.

İbn Huveyzimendad der ki: Bu Hz. Peygamber'in çoğunlukla traş oldu­ğunu, nadiren de ilaç kullandığını göstermektedir ki her iki hadisin birara-da mütalaası sahih bir şekilde mümkün olabilsin. [218]

 

10- Tırnak Kesmek:

 

Tırnakların kesilmesi ile ilgili olarak İmam Malik şöyle der: Ben erkekle­rin yerine getirmek durumunda oldukları gibi kadınların da tırnaklarını kes­melerini ve eteklerini traş etmelerini uygun görüyorum. Bunu el-Haris b. Mis-kîn ve Suhnûn, İbn Kasım'dan nakletmektedirler.

Tirmizî el-Hakim ise Nevâdiru'l- Usul adlı eserinde şöyle demektedir: [219] Yirmidokuzuncu esas: Bize Ömer b. Ebu Ömer anlattı. Bize İbrahim b. el-Ala ez-Zubeydî, Ömer b. Bilal el-Fezarî'den anlatarak dedi ki: Ben Abdullah b. Bişr el-Mâzinî'yi şöyle derken dinledim: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Tırnak­larınızı kesiniz ve kestiğiniz tırnakları da gömünüz, eklem yerleri üzerinde­ki kıvrımları temizleyiniz, diş etlerinizi yemek artıklarından temizleyiniz, diş-lerinizi'n arasını da misvakla temizleyiniz, benim yanıma da dişleriniz sarar­mış ve teniniz kokmuş halde de girmeyiniz." Bundan sonra Tirmizî el-Hakim bu hadis ile ilgili güzel açıklamalarda bulunarak şunları söyler:

Tırnakların kesilmesi, tırnağın teni yırttığı, tırmaladığı ve zarar verdiği için­dir. Ayrıca tırnak kirlerin toplanma yeridir. Kişi bazan cünüb olur da kirler dolayısıyla su tene ulaşmaz ve o cünüb kalmaya devam eder. Çünkü cünüb olanın bir iğne ucu kadar kuru bir yeri kalırsa, yıkama vücudunun her tara­fını kaplamadıkça cünüb kalmaya devam eder. İşte Peygamber efendimiz bun­dan dolayı onlara tırnaklarını kesmeyi teşvik etmiştir. Rasûlullah (s.a) efen­dimizin namazda yanılması ile ilgili olarak nakledilen hadiste şöyle dediği ri­vayet edilmiştir: "Ben nasıl yanılmayayım ki sizden herhangi birinizin tırna­ğı ile parmakları arasında kir bulunur. Ve sizden herhangi bir kimse bana tır­naklarında cünüblük ile pisliği bulunduğu halde semadan gelen haber hak­kında soru sorar."

Bu hadisi el-Kiya diye bilinen Ebu'l Hasen Ali b. Muhammed et-Taberî "Ah-kâmu'l Kur'ân" adlı eserinde Süleyman b. Farac, Ebu Vâsil'den şöylece riva­yet etmektedir: Ebu Eyyub (r.a)'a vardım ve onunla tokalaştım^Tırnaklarımın uzun olduğunu görünce şöyle dedi: Bir adam semadan gelen habere dair so­ru sormak üzere Peygamber (s.a)'ın yanına geldi. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse tırnakları altında kir ve pislik toplana­cak kadar ve uçan kuşun tırnakları gibi olduğu halde geliyor ve semadan ge­len habere dair soru soruyor."

Hz. Peygamber'in: "Kestiğiniz tırnaklan da gömünüz" buyruğuna gelince: Bunun sebebi mü'minin bedeninin saygı duyulmaya layık olduğundandır. O bedenden düşen, zail olan herhangi bir bölümünün yine hürmete değer ol­ma özelliği devam etmektedir. O bakımdan tıpkı insan öldüğü gibi nasıl def­nediliyor ise o artığının da defnedilmesi onun için bir görevdir. İnsanın bir kısmı da bu şekilde öldüğü takdirde aynen defnedilmesi, gömülmesi sure­tiyle ona duyulan saygı da yerine getirilmiş olur. Ta ki o artıklar dağılıp da ateşe veya pislik veya çöplüklere düşmesin. Rasûlullah (s.a), köpekler onu karıştırmasın diye hacamat olduğu sırada kanının gömülmesini emretmiştir. Bize bunu babam (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) anlatarak dedi ki: Bize Mû-sâ b. İsmail anlatıp dedi ki: Bize el-Huneyd b. el-Kasım b. Abdurrahman b. Mâiz anlatarak dedi ki: Ben Amir b. Abdullah b. ez-Zubeyr'i şöyle derken din­ledim: Babası kendisine şunu anlatmış: Rasûlullah (s.a)'ın yanına hacamat yap­tırdığı bir sırada varmış. Hacamat bitince Hz. Peygamber şöyle demiş: "Ey Ab­dullah, git bu kanı kimsenin seni göremeyeceği bir yere dök." Ancak Abdul­lah, Rasûlullah (s.a)'ın yanından uzaklaşınca kanı alıp içti. Geri dönünce Hz. Peygamber: "Ey Abdullah kanı ne yaptın?" diye sorunca Abdullah şöyle de­miş: İnsanların gözünden en uzak olduğunu zannettiğim en gizli bir yere koy­dum. Hz. Peygamber: "Onu içmiş olmayasın" deyince o: "Evet içtim" diye ce­vap vermiş. Hz. Peygamber: "Kanı neden içtin? Vay, senden dolayı insanla­rın başına geleceklere ve vay sana, insanlardan çekeceklerinden" diye bu­yurmuş.

Babam bana anlatı dedi ki: Bize Malik b. Süleyman el-Herevî anlatarak de­di ki: Bize Davud b. Abdurrahman, Hişam b. Ömer'den, o babasından o Hz. Aişe'den şöyle dediğini nakletmektedir. Rasûlullah (s.a) insandan ayrılan ye­di şeyin gömülmesini emrederdi: Saç, tırnak, kan, ay hali kanı, diş, sünnet olurken kesilen et parçası ve çocuk doğarken onunla beraber gelen eşi.

Hadis-i şerifte geçen: "Eklemler üzerindeki et kıvrımlarını da temizleyiniz" ifadesine gelince, buralar kirlerin toplandığı bir yerdir. Her eklemin üst kıs­mındaki boğumlara (burcume, çoğulu berâcim) denilir. İki boğum arasında­ki bölüme ise râcibe denilir, çoğulu revâcib gelir. Bu da eklemin sırt tarafın­da olur. Parmakların kemiklerine verilen addır. Buna göre her bir parmağın iki tane burcumesi, üç tane de râcibesi vardır. Baş parmak ise bir tane burcume ve iki tane racibeye sahiptir. Rasûlullah (s.a)ın parmak boğumlarının temizlenmesini emretmesi, oranın kir tutarak cenabetin kalmamasını ve tu­tan kirlerin ten ile su arasında bir engel teşkil etmemesini sağlamak içindir.

"Diş etlerinizi temizleyiniz" buyruğuna gelince, diş eti dişlerin üstünde ve altında bulunan ettir. Dişler oradan çıkar. İki diş arasındaki azıcık et parça­sına da "umr" denilir, çoğulu ise "umur" gelir. Peygamber (s.a) orada yeme­ğin kırıntıları kalmasın ve kaldığı takdirde ağzın kokusu değişerek kötü kokmasın ve böylelikle iki melek eziyet görmesin diye bunu emretmiştir. Çün­kü ağız Kur'an-ı Kerimin yoludur. İki meleğin oturduğu yer ise iki azı dişi­nin yanıdır. Yüce Allah'ın: "O bir söz söylemeye dursun mutlaka onun yanın­da bir rakîb (gözetleyici) ve atîd (hazır bulunan) vardır." (Kâf, 50/18) buy­ruğu hakkında yani onun iki azı dişi yanında bulunurlar, dediği rivayet edilmektedir. Bize bunu Muhammed b. Ali eş-Şakîkî anlatarak dedi ki: Ben babamın bunu Süfyan b. Uyeyne'den naklen zikrettiğini duydum ve söyle­diği de güzeldir. Çünkü söylenen bir söz iki dudaktan çıkar. Sözün çıkınca­ya kadar geçtiği yer ise dildir. Âyet-i kerimede kullanılan kelimeler, adeta gö­zetleyici meleğin sesin kalınlaştığı yer olan azı dişinin yakınında olduğuna işaret ediyor gibidir.

"Dişlerinizin arasını temizleyiniz" buyruğuna gelince; kasıt misvak kullan­maktır. Onunla dişlerin arasının temizlenmesi istenmektedir.

"Ve benim yanıma kokmuş ağızla ve teniniz kokarak gelmeyiniz." Ben el-Cârud'un en-Nadr'dan naklederek şöyle dediğini duydum: Eklah: İçten ko­kana kadar dişleri sararmış kimse demektir. Behar ise teninden hoş olmayan bir koku duyulan kişi demektir. el-Cârud bize anlatarak dedi ki: Bize Cerir Mansur'dan, o Ebu Ali'den o Ebu Cafer b. Temmam b. el-Abbas'tan, o baba­sından rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Misvak kullanınız. Ne diye siz benim huzuruma dişleriniz sararmış olarak geliyorsunuz ki?" [220]

 

11- Bıyıkları Kesmek ve Saçlar:

 

Bıyıkları kesmek dudağın kenarı yani çerçevesi görününceye kadar bıyık­ları almak demektir. Kişi bıyıklan dipten yolmaz, çünkü o takdirde kendi ken­disine müsle (işkence ve eziyet) yapmış olur. Bu görüş İmam Malik'e aittir. İbn Abdulhakem'in rivayetine göre o şöyle demiştir: Ben bıyıklarını kesenin (tamamıyla sıyırmak) te'dib edilmesi gerektiği görüşündeyim. Eşheb'in on­dan rivayetine göre o bıyıkların kesilmesi bir bid'attir, böyle yapan bir kim­senin canı yanacak şekilde dövülmesi gerektiği görüşündedir, demiştir. İbn Huveyzimendad da der ki: İmam Malik şöyle der: Bıyıklarını kesen bir kim­senin canı yanacak şekilde dövülmesi görüşündeyim. Adeta İmam Malik böy­le yapan kimsenin kendisine müsle yaptığı görüşünde idi.

Saçların yolunması da böyledir. Ona göre saçların kısaltılması tamamıyla kesilmesinden daha uygundur. Nitekim Peygamber (s.a)'ın saçlarının ku­lak yumuşaklarından daha uzun olduğuna dair rivayet vardır. Onun ashabı­nın da kimisinin saçları uzunca idi, kimisi de saçlannı kısaltırdı. Hz. Peygam­ber sadece hac esnasında saçlarını traş etmiş ve ashab-ı kiram da öyle yap­mıştır. Rasûlullah(s.a)'ın tırnaklarını ve bıyıklarını Cuma namazına çıkmadan önce kestiği de rivayet edilmiştir. et-Tahavî der ki: Biz Şafiî'den bu hususa dair açık bir ifade bulamadık. Şafiî'nin arkadaşları arasında olup kendileri­ni gördüğümüz el-Müzenî ve er-Rabi' ise bıyıklarını kısaltırdı. Bu, onların bu hususu Şafiî'den (yüce Alah'ın rahmeti üzerine olsun) öğrendiklerini göste­rir. Tahavî devamla şöyle der: Ebu Hanife, Züfer, Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşü, saç ve bıyık hakkında bunları iyice kısaltmanın bir miktar kısaltmak­tan daha efdal olduğu şeklinde idi.

İbn Huveyzimendad ise Şafiî'nin bıyıkların kesilmesi ile ilgili görüşünün Ebu Hanife'nin görüşü ile aynı olduğunu zikretmektedir. Ebu Bekr el-Esrem de şöyle demektedir: Ben Ahmed b. Hanbel'in bıyıklarını oldukça kısalttığı­nı gördüm ve bıyıkların kısaltılması hususunda sünnetin ne olduğuna dair ona soru sorulurken şöyle dediğini duydum: Peygamber (s.a)'ın dediği gibi "bıyıkları kısaltınız" [221] emrine uygun olarak iyice kısaltır.

Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki: Bu hususta iki asıl delil vardır. Bun­lardan birisi uhfû (iyice kısaltınız) delilidir. Bu ise te'vil edilme ihtimali olan bir lafızdır. İkincisi ise bıyıkların kısaltılmasıdır. Bu da birincisini açık­layıcı (müfessir)dır. Müfessir ise mücmel hakkında hüküm verir. Medine halkının uygulaması da bu şekildedir. Bu açıklama bu hususta söylenmiş en uygun görüştür.

Tirmizî'nin rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bı­yığından bir miktar keser ve: "Rahman olan Allah'ın Halili İbrahim (a.s) bu­nu yapardı" derdi. Tirmizî devamla dedi ki: Bu hasen garib bir hadistir. [222]

Müslim'in rivayetine göre de Ebu Hureyre Peygamber (s.a)'ın şöyle bu­yurduğunu zikretmektedir: "Fıtrat beştir. Sünnet olmak, etek traşı yapmak, bıyıkları    kısaltmak, tırnakları kesmek ve koltuk altlarını yolmak." [223]

Yine bu hususta İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Müşriklere muhalefet ediniz, bıyıklarınızı kısaltınız ve sa­kallarınızı da bırakınız." [224]

Acemler (Arap olmayanlar) ise sakallarını keser, bıyıklarını iyice uzatırlar ya da her ikisini birlikte uzunca yaparlar. Bu ise güzelliğe ve temizliğe ay­kırıdır.

Rezîn'in Nafi'den naklettiğine göre İbn Ömer, altındaki deri görülünceye kadar bıyıklarını kısaltırdı ve bıyık ile sakal arasındaki kısmı kastederek bu ikisini de alırdı, demiştir.

Buhârî'deki rivayete göre de İbn Ömer Hacc veya umre yaptığı vakit sa­kalının bir kabzadan fazla olan uzunluğunu alıp keserdi. [225]

Tirmizî de Abdullah b. Amr b. el-As'dan Rasûlullah (s.a)'ın sakalını enin­den ve boyundan aldığını nakletmektedir. Tirmizî bu garib bir hadistir de­miştir. [226]

 

12- Koltuk Altları:

 

Eteğin traşı sünnet olduğu gibi koltuk altlannın da yolunması sünnettir. Kol­tuk altlarının traş edilmesi de caizdir, çünkü bu şekilde de temizlik gerçek­leşir, ancak birincisi daha uygundur. Zira alışılagelen ve kolay olan da budur.[227]

 

13- Saçı Ortadan Ayırmak:

 

Fark: Saçın, ayrılma yeri olan ortasından iki yana ayrılması demektir. Pey­gamber (s.a)'ın Şemail'inde şöyle denilmektedir: Eğer saç örgüsü ayrılabi­lecek hale gelirse ortadan ayırırdı. Eğer ayrılmayacak durumda ise o takdir­de başının üzerinde toplanmış halde bırakırdı. [228]

Nesaî'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre Rasûlullah (s.a) saçlarını aşağı doğ­ru serbestçe uzatırdı. Müşrikler ise saçlarını ortadan ayırırlardı. Hakkında ken­disine herhangi bir emir verilmediği hususlarda kitap ehline uygun davran­mak hoşuna giderdi. Ancak bundan sonra Rasûlullah (s.a) saçını ayırdı. Bu­nu Buhârî ve Müslim Enes'ten rivayet etmişlerdir. [229]

Kadı Iyad der ki: Burada saçın aşağı doğru serbest bırakılmasından kasıt ilim adamlarına göre alnın üzerine bırakılması ve bir çeşit perçem olmasıdır. Bununla birlikte saçta sünnet olan ortadan ayrılmasıdır. Zira Peygamber (s.a)'m son olarak yaptığı budur. Ömer b. Abdulaziz'in cuma namazını bitir­dikten sonra mescid kapısına bekçiler koydurup saçını ortadan ayırmayan her­kesin alnındaki saçını çektiklerine dair rivayet vardır.

Saçı ortadan ayırmanın İbrahim (a.s)'ın sünnetinden olduğu da söylenmiş­tir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [230]

 

14- Saçın Ağarması:

 

Ağaran saç bir nurdur, o bakımdan özellikle ayıklanması mekruhtur. Ne-saî ve Ebû Dâvûd'da yer alan Amr b. Şuayb'ın babasından onun da dede­sinden yaptığı rivayete göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ağaran saçlan yolmayınız. Çünkü saçı ağaran -ne kadar müslüman varsa- kıyamet gü­nünde bu (ağaran her bir kıl) onun için bir nur olur, Allah ona bir hasene ya­zar ve ondan bir günahını siler."[231]

Derim ki: Ağaran saçların yolunması mekruh olduğu gibi siyaha boyana­rak renginin değiştirilmesi de mekruhtur. Siyahın dışındaki renklerle değiş­tirilmesi ise caizdir. Çünkü Peygamber (s.a) Ebu Kuhafe (Hz. Ebu Bekir'in ba­bası) hakkında -sakalı sağâme denilen bembeyaz bitki gibi ağarmış bir hal­de getirildiğinde- "bunu(n rengini) herhangi birşeyle değiştirin fakat siyaha boyamaktan uzak durun" demiştir. [232]

Şu beyiti söyleyen ne güzel demiş:

"Onun kökü beyaz iken üstünü siyaha boyuyor Kökü bozulmuş iken üstünde hayır kalmaz."

Bir başkası da şöyle demiştir:

"Ey ağaran saçlarını kına ile örtmeye çalışan kişi

Bunun yerine mutlak Egemenden onu cehennemden korumasını iste." [233]

 

15-  Tirit:

 

Tirit, yemeklerin en güzeli, en bereketlisidir. Arapların yemeğidir. Peygam­ber (s.a) tiritin diğer yemeklerden daha üstün olduğuna tanıklık etmiş ve şöy­le buyurmuştur: "Aişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü tiridin diğer yemek­lere olan üstünlüğü gibidir." [234]

el-Bustî'nin Sahih'inde ise Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Esma'dan rivayet edil­diğine göre o tirit yaptığı vakit kaynayıp kabarması gidene kadar üstüne bir-şey örter ve şöyle derdi: Rasûlullah (s.a)'ın: "Bu bereketin daha çok artma­sına sebeptir" dediğini duydum. [235]

 

16- Bu Temizlikler İçin Belli Bir Süre Var mı?

 

Bütün bu açıklamalar Abdürrezzak'ın İbn Abas'tan (Hz. İbrahim'in ken­dileriyle imtihan edildiği kelimelere dair) naklettiği rivayetin ve Said b. el-Müseyyeb ile başkalarının söylediklerinin açıklanmasına dairdir. Mazmaza, istinşak ve misvak kullanmaktan Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/43), istincanın hükmüne dair açıklamalar Tevbe Sûresi'nde (et-Tevbe, 9/108), misafir ağır­lamanın hükmü ise Hud Sûresi'nde (Hud, 11/69-71. âyetlerde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir.

Müslim'in rivayetine göre de Enes şöyle demiştir: Bıyıkların kesilmesi, tır­nakların kesilmesi, koltuk altının yolunması, etek traşının yapılması hakkın­da bizim için bunları kırk günden daha fazla bırakmamak şeklinde vakit tes-bit edilmiştir. [236]

İlim adamlarımız der ki: Bu azamî süreyi sınırlandırmaktadır. Müstehab olan ise bunların Cumadan Cumaya yapılması şeklindedir. Bu hadisi Ca'fer b. Süleyman rivayet eder. Ukaylî der ki: Onun yaptığı rivayetler su götürür. Ebu Ömer ise onun hakkında: Ezberi kötü olduğundan ve çokça yanlışlık yap­tığından dolayı hüccet (delil) olmaz. Ayrıca bu hadis, nakil yönünden de pek o kadar kuvvetli değildir. Şu kadar var ki bazı kimseler bu görüştedir. Çoğun­luk ise bu konuda herhangi bir sürenin tesbit edilmemesi eğilimindedir. Ba­şarımız Allah'tandır.[237]

 

17- İmam:

 

Ben seni insanlara imam yapacağım" buyruğunda geçen: "İmam" önder demektir. O bakımdan yapı esnasında kullanılan ipe (şa­kule) de imam denilir. Yola da imam denilir. Çünkü gidilmek istenen yerle­re o takib edilerek varılır. Bu buyruğun anlamına gelince: Biz seni bu husus­larda sana uymak, salih kimseler seni takib etmek üzere seni imam kıldık de­mektir. Şanı yüce Allah böylece Hz. İbrahim'i kendisine itaat edenlerin ima­mı kılmıştır. O bakımdan bütün ümmetler bundan dolayı ona (mensup olduk­larına) dair iddialarda bulunmaktadırlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Aslında o, hanif bir müslüman idi. [238]

 

18- Hz. İbrahim'in Soyundan Gelenlerin Durumu:

 

"Zürriyetünden de demişti." Bu, şanı yüce Allah'a arzu belirten bir du­adır. Yani Rabbim, benim zürriyetimden de imamlar kıl, demektir. Hz. İbra­him'in bunu onların durumu hakkında soru sormak üzere söylediği de ile­ri sürülmüştür. Yani peki, Rabbim benim zürriyetimden geleceklerin durumu ne olacak diye sormuş, yüce Allah da ona zürriyetinden gelecek olanlar ara­sında imamlığa layık olmayan, isyankâr ve zalim kimselerin de bulunacağı­nı haber vermiştir. İbn Abbas der ki: İbrahim (a.s) soyundan bir imam kılın­masını Allah'tan dilemiş, yüce Allah ona, soyundan gelecek olanlar arasın­da isyankârların da bulunacağını belirterek: "Zalimlere ahdim erişmez" di­ye buyurmuştur. [239]

 

19- Zürriyyet Kelimesine Dair Açıklama:

 

Zürriyet kelimesi asıl itibariyle "zerr"den gelmektedir. Çünkü şanı yüce Allah Hz. Adem'in soyundan gelecek olan insanları kendilerine karşı şahit tuttuğu vakit. Hz. Adem'in sulbünden zerr (toz zerrecikleri) halinde çıkarmış­tı. Bu kelimenin yaratmak alamını ihtiva eden ( tji )den geldiği de söylen­miştir. İşte zürriyet de burdan gelmektedir ki insan ve cinlerin soyundan ge­lenlere denilir. Şu kadar var ki, Araplar bu kelimenin sonundaki hemzeyi za­manla kullanmamışlardır. Bu kelimenin çoğulu da "zerâri" şeklinde gelir.

Zeyd b. Sabit bu kelimeyi "ze" harfini esreli ve üstünlü olarak şeklinde okumuştur. İbn Cinni Ebu'1-Feth Osman der ki: Bu kelime­nin aslının dört ayrı lafız olma ihtimali vardır. Birincisi ikincisi üçüncüsü dördüncüsü de şeklindedir. Birinci şekilde hemze-li gelmesi  Allah insanları yarattı'dan gelmektedir. İkincisi ise zer (toz zerrecileri) lafzından ve bu anlamından gelmektedir. Çünkü haber­de: "İnsanlar zer gibi idiler" denilmektedir. Üç ve dördüncü şekilleri ise "ta­neyi savurdum" anlamına kullanılan dan gelmektedir.

Yüce Allah'ın: "Rüzgarların savurduğu kupkuru bir çöp kırıntısı hali­ne gelmiş..." (el-Kehf, 18/45) buyruğu da böyledir. Böyle olması ise alabil­diğine ince ve hafif olmasından dolayıdır. İşte zer (toz zerrecikleri)nin du­rumu da budur. el-Cevherî der ki: Rüzgarın toprağı savurması halinde bu kök­ten gelen kelime kullanılır. Buğdayın savrulması ile ekin ekmek için tohum saçmayı ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. Bu kelime yine şeklinde yüksekten bıraktım, attım, anlamında da kullanılır.

el-Halil'in açıklamasına göre "zürriyet" adının veriliş sebebi ekin eken to­humunu nasıl saçıyorsa insanları da yüce Allah'ın yeryüzüne öylece saçtığın­dan dolayıdır.

Zürriyet kelimesinin aslının "zurrûre" olduğu da söylenmiştir. Aynı harf bu şekilde çokça tekrarlandığından dolayı re'lerin birisi ya harfine dönüşerek zur-rûye oldu, daha sonra vav ye harfine idgam edilerek zürriyet haline geldi. Bu­rada zürriyetten kasıt ise özellikle oğullardır. Kimi zaman babalar ve oğul­lar hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Bizim Hürriyetlerini dopdolu ge­mide taşımış olmamız da onlar için bir âyettir." (Yasin, 36/41) buyruğu bu türdendir. Buradaki zürriyetten kasıt ise onların atalarıdır. [240]

 

20- Allah'ın Ahdi:

 

"Zalimlere ahdim erişmez" buyruğunda sözü geçen ahid ile neyin kas­tedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Ebu Salih'in İbn Abbas'tan rivaye­tine göre bundan kasıt peygamberliktir. es-Süddî de bu görüştedir. Mücahid'e göre imamet, Katade'ye göre iman, Ata'ya göre rahmet, Dahhâk'a göre yü­ce Allah'ın dinidir.

Allah'ın ahdi, Allah'ın emri anlamındadır da denilmiştir. Çünkü ahid ke­limesi emir hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah bize ahdetti" (Âli İmran, 3/183); yani emretti. Yine bir baş­ka yerde: "Ey Ademoğulları, Ben size ahdetmedim mi?" (Yâsîn, 36/60) buyruğu da: Daha önceden bu hususta size emir vermemiş miydim? demektir.

Allah'ın ahdi, onun verdiği emirler olduğuna göre "zalimlere ahdim erişmez" buyruğunun anlamı şöyle olur: Zalimlerin kendilerinden Allah'ın emirlerinin kabul edileceği ve emirlerini uygulamakla görevli olacakları bir konuma gelmeleri caiz değildir. Bu doğrultuda açıklama inşaallah birazdan gelecektir.

Ma'mer Katade'den yüce Allah'ın: "Zalimlere ahdim erişmez" buyruğu­nu açıklarken şunları söylemektedir: Ahirette Allah'ın ahdi zalimlere erişme-yecektir. Dünyada ise Allah'ın ahdine zalim erişmiştir. Ve bu ahid sayesinde o güvenlik kazanmış, yemek yemiş, yaşamış ve çevresini görebilmiştir, ez-Zeccâc der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Bunun anlamı, benim emanım, za­limlere erişmez, şeklindedir. Yani ben onlara azabımdan yana güven vermem, demek olur.

Said b. Cübeyr der ki: Burada geçen "zalim" müşrik anlamındadır.

İbn Mes'ud ve Talha b. Musarrif âyetin bu bölümünü şekilde okumuşlardır. Zalimler benim ahdime nail olmazlar, anlamına gele­cek. Geri kalanı ise "ez-Zâlimîn" şeklinde nasb ile okumuşlardır.

Hamza, Hafs ve İbn Muhaysin "ahdî" şeklinde ya'yı sakin (harf-i med şek­linde) okurken, gerisi "ahdiye" şeklinde fethalı okumuşlardır. [241]

 

21- Zalim Kimse İmam (İslâm Devlet Başkanı) Olamaz:

 

Bir grup ilim adamı bu âyet-i kerimeyi imamın (İslâm Devlet Başka-nı'nın) bu işi üstlenebilecek gücün yanında, adaletli, ihsan sahibi ve fazilet sahibi bir kimse olması gerektiğine delil göstermişlerdir. Nitekim Peygamber (s.a)'ın işin ehli olan kimseler ile çekişilmemesine dair emri[242] de bu gibi kim­seler hakkındadır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bu­lunmaktadır. [243]

Fasıklar, haksızlık ve zulüm yapanlar ise imam olmak ehliyetine sahip kim­seler değildir. Çünkü yüce Allah: "Zalimlere ahdim erişmez" diye buyurmuş­tur. İşte İbn ez-Zubeyr'in, el-Huseyn b. Ali'nin, (Allah hepsinden razı olsun) huruçları, ayaklanmaları bundandır. Yine Iraklıların hayırlıları ve ilim adam­ları da Haccâc'a karşı çıkmışlardır. Medine halkı da Umeyyeoğullarını Medi­ne'den dışarı çıkartmış, onlara karşı çıkmışlardır. İşte Müslim b. Ukbe'nin ger­çekleştirdiği Harre vakası ve faciası bu sebeple olmuştur. [244]

İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise zalim imama itaat etmek ve sabır göstermek ona karşı çıkmaktan evladır. Çünkü ona kar­şı çıkıp onunla çekişmeye girmek, güvenlik yerine korkuyu ve kan dökme­yi getirmek olur, sefihlerin ellerini gelişigüzel uzatmalanna, müslümanlara baskın ve talanların tertib edilmesine, yeryüzünde de fesadın çıkmasına sebep teşkil eder. Birincisi Mu'tezile'den de bir kesiminin görüşüdür, aynı zaman­da Haricîlerin de görüşü budur. Bunu bilelim. [245]

 

22- Zalimin İşgal Edemeyeceği Makamlar:

 

İbn Huveyzimendad der ki: Zalim olan hiçbir kimse peygamber, halife, ha­kim, müftü, namaz kıldırmak üzere imam olamaz. Şeriat sahibinden yaptığı rivayetleri kabul olunmaz. Ahkâma dair şehadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki, fasıklığa başladığından dolayı hal ve akd ehli tarafından azledilmedikçe azledilmez. Azledilmeden önce verdiği doğruya, hakka uygun hükümler bo­zulmaz, geçerli kalmaya devam eder.

Malik, Hariciler ve bağîler hakkında bunu açıkça ifade etmiş ve herhan­gi bir içtihada uygun olarak verdikleri yahut icmaa muhalefet etmedikleri ya da naslara aykırı düşmedikleri takdirde verdikleri hükümleri bozulmaz, de­miştir.

Bizim bu kanaati belirtmemizin sebebi ise ashabın icmaından dolayıdır. Şöyle ki: Haricîler onların hayatta oldukları dönemlerde çıkmış ve imamlar­dan onların verdikleri hükümleri tek tek elden geçirdiklerine ve bu hüküm­lerden herhangi birisini nakzettiklerine dair bir rivayet gelmemiştir. Aynca on­ların aldıkları zekâtı tekrar aldıkları da uyguladıkları hadleri bir daha uygu­ladıkları da görülmemiştir. İşte bu onların ictihadlannda isabetli oldukları tak­dirde uyguladıkları hükümlerin bozulmayacağını göstermektedir. [246]

 

23- Zalim Yöneticilerden Erzak

 

(Belli Hizmet Karşılığında Olmayan Bağış, Atiye v.s.) Almak: İbn Huveyzimendad der ki: Zalim yöneticilerden erzak almaya gelince bu­nun üç hali vardır: Eğer ellerinde bulunan malın tümü şeriatın gerektirdiği şe­kilde alınmış ise böyle bir rızkı almak caizdir. Nitekim ashab-ı kiram ve tabi­in Haccac'dan ve başkalanndan almıştır. Eğer bir kısmı helal ve bir kısmı hak­sız yollarla alınıp karışık halde bulunuyor ise -günümüz ümerasının elinde­ki mallarda olduğu gibi- vera' ve takva bunu terketmeyi gerektirir. İhtiyaç sa­hibi olan kimsenin bunu alması caizdir. Böyle bir zalim yönetici elinde çalın­tı mal bulunup bununla birlikte bir başka adamın kendisine vekalet verdiği iyi ve helal bir mal bulunan hırsıza benzer. Bu hırsız gelip de elindeki bu mal­dan bir kimseye tasaddukta bulunacak olursa ondan bu sadakanın alınması caizdir. Hırsızın çaldığı malın bir kısmını sadaka olarak vermiş olması müm­kün olmakla birlikte bu böyledir. Şu kadar var ki onun sadaka olarak verdi­ği malın bir yağma olduğunun bilinmemesi de şarttır. Eğer bu durumdaki ki­şi satar veya satın alırsa akid sahih olur ve bağlayıcıdır. Bununla birlikte ve­ra' ve takva böyle bir şeye bulaşmamayı gerektirir. Çünkü mallar aynları do­layısıyla haram değildir, elde edildikleri cihet dolayısıyla haram olurlar.

Eğer yöneticilerin elinde bulunan mal, açıktan açığa zulümle alındığı bi­linen bir mal ise onların ellerinden birşey almak caiz değildir. Ellerinde bu­lunan malın bir kısmı gasbedilmiş olmakla birlikte sahibi de bilinmiyor, ta­liplisi de bulunmuyor ise bu tıpkı hırsız ve yol kesicilerin elinde bulunma­sı gibi bir uygulamaya tabi tutulur, beytü'l male konulur ve uygun görülen süre o mala (kendisinindir diye) talip olacak şahıs beklenir. Eğer malın sa­hibi bilinmeyecek olursa o vakit imam onu müslümanların menfaatine uy­gun göreceği yerlere harcar. [247]

 

125. Hani Biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık. Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin. İbra­him ve İsmail'e de: "Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve sücûd edenler için iyice temizleyin" diye emir vermiştik.

 

Bu âyet-i kerimenin: "Hani Biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık" bölümüne dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1- Evin Dönüş Yeri Olması:

 

"Hani Biz o Evi" yani Kabe'yi "insanlar için bir dönüş yeri" dönüp va­racakları bir yer "..kılmıştık."

Bu fiilin tasrifi şekillerinde yapılır.

Mesabe: Beyte sıfat olan bir masdardır. Bununla dönülüp varılan yer kastedilmektedir. Varaka b. Nevfel Ka'be hakkında şöyle demiştir:

"Tüm kabileler için bir dönüş yeridir. Aheste aheste yürüyen develer oraya koşar."

el-A'meş de bu kelimeyi çoğul olarak '"mesâbat" şeklinde okumuştur.

Bu kelimenin "sevap"tan gelme ihtimali de vardır. Yani "Hani Biz o Evi insanlar için sevap alacakları bir yer kılmıştık" anlamına da gelebilir. Müca-hid de der ki: Hiçbir kimse oradan arzusunu gerçekleştirmiş olduğu kana­atiyle geri dönmez.

Şair der ki:

"Beytullah onlar için bir dönüş yeri kılınmıştır. Ebediyyen ondan arzuladıkları kadarını elde etmezler"

"Mesabe" kelimesinin sonundaki yuvarlak "t" mübalağa ifade eder. Çün­kü oraya dönüp gelenler pek çoktur. Zira, Beytullah'tan ayrılıp da ondan mak­sadını gerçekleştirdiği kanaatine sahip olan kimse çok azdır. Bu kelimenin mübalağa ifadesi "nessâbe (neseb alimi) ve allame (bilgin)" gibidir. Bu açık­lamaları el-Ahfeş yapmıştır.

Başkaları ise şöyle demektedir: Sondaki yuvarlak "t" masdar'ın müennes olması dolayısıyladır. Mübalağa için değildir.

Oraya gidenlerin hepsi bir daha dönmez, denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Burada anlam özel olarak sadece oraya gelenler hakkında değildir. Bu­nun anlamı oraya gelecek hiçbir kimsenin bulunmamasının sözkonusu olma­yacağı ve insanlar arasında oraya doğru gidecek kimsenin bulunmamasının düşünülemeyeceği şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [248]

 

2- Güvenlik Bölgesi:

 

"Hani Biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık'' buyruğu­nu Ebu Hanife ve çeşitli bölgelerin bir grup fukahası, Harem'e sığındıkları tak­dirde muhsan (evli) kimse ile hırsıza, cezanın uygulanmayacağına delil gös­termişler, aynca yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" (Âli İmran, 3/97) buyruğunu da buna destekleyici delil olarak ileri sürmüşlerdir. Sanki: Beytul-lah'a girene eman veriniz, güvenlik altında tutunuz, diye buyurmuş gibidir.

Doğrusu ise Harem'de hududun uygulanacağı ve bu hükmün neshedilmiş olduğu şeklindedir. Çünkü ittifak Beytullah'ta öldürmenin olmayacağı hük­mü üzerindedir. Ancak Beytullah'ın dışında öldürülür. Görüş ayrılığı ise Harem bölgesinin içinde öldürülür mü öldürülmez mi hususu ile ilgilidir. Ha­rem bölgesine ise hakikat anlamı ile Beytullah adı verilemez. Harem bölge­sinde başkasını öldürenin öldürüleceği üzerinde de fukaha icma etmişlerdir. Yine o bölge içerisinde haddi gerektirici bir suç işleyecek olursa bu cezanın da ona uygulanacağı, kabul edilmiştir. O bölgede savaşırsa yine onunla sa­vaşılır ve orada öldürülür.

Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Harem bölgesine sığınan bir kimse ora­da öldürülmez ve takibat altına alınmaz. Şu kadar var ki ölünceye ya da ora­dan çıkıncaya kadar sürekli sıkıştırılır, tazyik altında tutulur.

Bizler, böyle bir kimseyi kılıçla öldürürken o böyle bir kimseyi açlığa mah­kûm ederek ve engelleyerek öldürmektedir. Peki bu iki öldürmeden hangi­si daha ağırdır?

Yüce Allah'ın: "Ve emin kılmıştık" buyruğunda Ka'be'ye yönelme emri te'kid edilmektedir. Yani Beytü'l-Makdis'te bu üstün fazilet yoktur. İnsanlar oraya gidip hac etmez. Harem bölgesine sığınan bir kimse baskın ve talana uğramaktan emin olur. Buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle Maide Sû-resi'nde (5/97. âyetin tefsirinde) gelecektir.

"Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" bölümüne da­ir açıklamaları da üç başlık halinde sunacağız: [249]

 

1- Makam-ı İbrahim'i Namazgah Edinmek:

 

Yüce Allah'ın: ": Edinin" buyruğunu Nafi' ve İbn Âmir, İbrahim (a.s)'a tabi olanların orayı namazgah edindiğini haber verecek şekilde "hı" harfini üstün olarak okumuştur. Ayrıca bu kelime "kılmıştık" fiiline de atfe­dilmiş olur. Buna göre anlamı şöyle olur: Biz o evi bir dönüş yeri ve emin kılmıştık, onlar İbrahim'in makamından bir namazgah edinmişlerdi.

Bunun: "Hani" demek olan in takdir edilmesi suretiyle atfedildiği de; söylenmiştir. Şöyle denilmiş gibi olur: Hani Biz o evi bir dönüş yeri kılmış­tık. Ve hani onlar da İbrahim'in makamından bir namazgah edinmişlerdi, de­mek olur.

Birinci açıklamaya göre ifade tek bir cümledir, ikincisine göre ise iki cüm­le olur.

Kıraat âlimlerinin cumhuru ise emir ifade etmek üzere ": "Edi­nin" şeklinde okumuş ve böylelikle sözün birinci bölümünden ayırarak cümleyi cümleye atfedilmiş olarak değerlendirmişlerdir.

el-Mehdevî der ki: Bunun: "... nimetimi ve .. hatırlayın" (âyet 122) buy­ruğuna atfedilmiş olması da mümkündür. Sanki bunu yahudilere söylemiş gi­bi olur. Ya da: "Hani Biz o evi., kılmıştık" anlamına atfedilmiş olabilir. Çün­kü bunun anlamı: "O evi insanlar için., kılmış olduğumuzu hatırlayın," şek­linde olur. Ya da: "Bir dönüş yeri" buyruğunun anlamına atfedilmiş olması da mümkündür. Çünkü bunun anlamı: Orası sizin için bir dönüş yeri olsun, oraya tekrar tekrar gidip gelin, şeklindedir. [250]

 

2- Buyruğun Nüzul Sebebi:

 

İbn Ömer'den rivayet edildiğine göre Hz. Ömer şöyle demiştir: Üç husus­ta Rabbime muvafakat ettim. Makam-ı İbrahim, hicab ve Bedir esirleri husu­sunda. Bu hadisi Müslim ve başkaları rivayet etmiştir. [251] Buhârî de bu hadi­si Enes'ten şöylece rivayet etmektedir: Enes dedi ki: Hz. Ömer şöyle dedi: Üç hususta Rabbime muvafakat ettim veya Rabbim üç hususta bana muva­fakat etti... [252]

Bu hadisi ayrıca Ebû Dâvûd et-Tayalîsî Müsned'inde rivayet ederek şöy­le demiştir. Bize Hammad b. Seleme anlattı, bize Ali b. Zeyd, Enes b. Malik'ten naklederek dedi ki: Ömer şöyle dedi: Dört hususta Rabbime muvafakat et­tim. Ey Allah'ın Rasûlü, keşke Makam'ın arkasında namaz kılsan dedim şu: "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" âyeti nazil oldu. Ey Allah'ın Rasûlü, hanımlarını perde (hicab) ile ayırsan. Çünkü onların huzu­runa iyi olanlar da kötü olanlar da gelmektedir. Bunun üzerine yüce Allah: "Onlardan ihtiyacınız olan birşeyi istediğimiz vakit perde arkasından is­teyin" (el-Ahzab, 33/53) Şu: "Andolsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamur­dan yarattık" (el-Mu'minun, 23/12) buyruğu nazil olunca ben: "Yaratanla­rın en güzeli olan Allah'ın şanı ne yüce ve ne güzeldir" dedim. Bunun üze­rine "Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yüce, ne mübarektir!" (el-Mu'minun, 23/14) buyruğu nazil oldu. Peygamber (s.a)'ın hanımlarının ya­nına girdim ve: Ya bu işinizden vazgeçersiniz yahutta Allahu Teala sizin ye­rinize ona daha hayırlı hanımlar verecektir, dedim. Bunun üzerine de şu: "Eğer o sizi boşarsa umulur ki Rabbi sizden daha hayırlı... zevceler verir." (et-Tahrim, 66/5) âyet-i kerimesi nazil oldu. [253]

Derim ki: Bu rivayette esirlerden söz edilmemektedir. Buna göre Hz. Ömer'in Rabbine muvafakati beş yerde gerçekleşmiş demektir. [254]

 

3- Hz. İbrahim'in Makamı:

 

"İbrahim'in Makamı'ndan" Makam, sözlükte iki ayağın bulunduğu, ko­nulduğu yer demektir. en-Nehhâs der ki: Makam, "karne yekûmu" (kalktı-kal-kar)" dan masdar da olabilir, yerin adı da olabilir. Makam ise, "ekame (ika­met etti)"den gelmektedir. Züheyr'in şu beytine gelince;

"Aralarında yüzleri güzel olup makamlarda oturan) kimseler vardır; Kimi zaman konuşulan ve kimi zaman iş yapılan meclisleri de var."

Burada aralarında o makamdan da bulunan kimseler vardır, demek iste­mektedir.

Makamın hangisi olduğunu tayin etmek hususunda farklı görüşler vardır. Bu görüşlerin en sahih olanı insanların kudüm tavafından sonra yakınında iki rek'at kıldıkları ve günümüzde bildikleri taştır. Bu aynı zamanda Cabir b. Abdullah'ın, İbn Abbas'ın, Katade'nin ve başkalarının da görüşüdür.

Müslim'in Sahih'inde yer alan ve Hz. Cabir'den gelen uzunca hadis-i şe­rifte Peygamber (s.a) Beytullah'ı görünce (Hacer-i Esved) rüknünü istilam et-ti(selamladı), üç defa remel yaptı ve (diğer) dördünde de yürüyerek tavaf yap­tı. Sonra da Makam-ı İbrahim'in yanına yaklaşarak: "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" âyetini okudu. Arkasından "İhlas ve Kâ-firûn" sûrelerini okuduğu iki rek'at namaz kıldı...[255]

İşte bu Mekkeliler için tavaf sonrası kılınan iki rek'at ile diğer namazla­rın (tavafın kendisinden) daha faziletli olduğunu ve bir bakıma da Mekkeli olmayan yabancılar için de tavafın -ileride de geleceği üzere- daha faziletli olduğunu göstermektedir.

Buhârî'deki rivayete göre de, Makam-ı İbrahim, Hz. İbrahim'in Beyt'i bi­na ederken Hz. İsmail'in kendisine uzattığı taşları kaldırmak imkânı ortadan kalkınca üzerine çıktığı ve iki ayağının (iz yapacak şekilde) içine gömüldü­ğü taşın adıdır.[256]

Enes der ki: Ben Makam'da (Hz. İbrahim'in) ayaklarının ve topuğunun, ayak tabanındaki iki çukurun izlerini gördüm. Şu kadar var ki insanların el­lerini o taşa sürmesi o izleri giderdi. Bunu el-Kuşeyrî nakletmektedir.

es-Süddî de der ki: Makam, Hz. İsmail'in hanımı Hz. İbrahim'in başını yı­kadığı vakit Hz.İbrahim'in ayağının altına koyduğu taştır.

Yine İbn Abbas, Mücahid, İkrime ve Ata'ya göre ise haccın bütünüdür. Ata'dan gelen bir rivayete göre de Arefe, Müzdelife ve Cemrelerdir. eş-Şa'bî de bu görüştedir. en-Nehaî ise: Harem'in bütünü Makam-ı İbrahim'dir, demek­tedir. Mücahid de bu görüştedir.

Derim ki: Makam hususunda güvenilir görüş, olan sahih hadislerde sabit olduğu üzere birinci görüştür. Ebu Nuaym de Muhammed b. Sûka'nın Mu-hammed b. el-Münkedir'den, onun Cabir'den yaptığı rivayete göre Hz. Ca-bir şöyle demiş: Peygamber (s.a) Rükün ile Makam arasında veya kapı ile Ma­kam arasında dua eden ve: Allah'ım filana mağfiret buyur, diyen birisini gö­rür. Hz. Peygamber ona: "Bu da ne oluyor?" diye sorunca adam şöyle der: Adamın birisi bu Makamda bana kendisine dua etmemi söyledi. Hz. Peygam­ber: "Dön, senin arkadaşına mağfiret olundu" der. Ebu Nuaym der ki: Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b. İbrahim el-Kâdî anlattı. Dedi ki: Bize Muhammed b. Asım b. Yahya el-Kâtib anlattı; dedi ki: Bize Abdurrahman b. el-Kasım el-Kattân el-Kûfî anlatarak dedi ki: Bize el-Haris b. İmran el-Caferî, Muhammed b. Sûka'dan anlatarak dedi ki... dedi ve hadisi zikretti. (Yine) Ebu Nuaym der ki: Abdurrahman b. el-Haris de Muhammed'den o Cabir'den böylece rivayet etmiştir. Bu hadis el-Haris b. Muhammed'den, o İkrime'den o İbn Abbas'tan gelen yolla bilinmektedir.

"Namazgah (musalla)"ın anlamı dua edilen yer demektir. Bu açıklama Mü-cahid'e aittir. Yanında namaz kılınan yer anlamına geldiği de Katade tarafın­dan söylenmiştir. İmamın yanında durduğu kıble anlamına geldiği de el-Hasen tarafından söylenmiştir.

"İbrahim'e ve İsmail'e de: 'Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve sücûd edenler için iyice temizleyin' diye emir vermiştik" buyruğuna da­ir açıklamalarımızı da altı başlık halinde sunacağız: [257]

 

1- "Evimi Temizleyin":

 

"... diye emir vermiştik." Bunun vahyetmiştik, anlamına geldiği de söy­lenmiştir.

"... iyice temizleyin" buyruğundaki , cer edici edatın hazf edildiği­ni kabul edenlere göre, nasb mahallindedir. Sibeveyh der ki: Bu açıklayıcı (müfessire) edat olan anlamındadır. Buna göre irâbda mahalli yoktur. Kûfeliler ise bu: "kavi: söz söylemek (yani ona... dedik)" anlamına gelir, der­ler. Mücahid ve ez-Zührî'den gelen rivayete göre putlardan iyice temizleyin demektir.. Ubeyd b. Umeyr ve Said b. Cübeyr ise her türlü afet ve şüpheli şey­lerden temizleyin anlamına gelir, derken kâfirlerden temizleyin anlamına gel­diği de söylenmiştir. es-Süddî de der ki: Onu temizlik ve tertemiz bir niyet üzere temellendirip kurdular, anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın: "İlk gü­nünden takva temeli üzerine kurulan mescid..." (et-Tevbe, 9/108) buyruğu­na benzer. Yemân'dan gelen rivayete göre o: Onu tütsüleyiniz ve örtülerle örtünüz, demiştir.

"Evimi" buyruğunda yüce Allah, Evi kendi zatına izafe etmiştir. Bu, Evin şerefine ve değerine işaret eden bir izafettir. Mahlûkun halika ve mülk olan şeyin de malike izafe edilmesi türündendir.

el-Hasen, İbn Ebi İshak, Medineliler, Hişam ve Hafs:  şeklinde "ya" harfini üstün olarak okurken diğerleri yâ harfini harekesiz (med harfi olarak) okurlar. [258]

 

2- Tavaf Edenler, İtikâfa Girenler, Rükû ve Secde Yapanlar:

 

"Tavaf edenler." İfadenin zahirinden anlaşılan Beytullah'ı tavaf eden kimselerdir. Ata'nın görüşü budur. Said b. Cübeyr ise Mekke'ye gelen yaban­cılar için temizleyin anlamına gelir, demektedir ki uzak ihtimalli bir açıkla­madır.

"İtikâfa girenler." Ata'dan gelen rivayete göre şehirde ikamet edenler ve yabancılar demektir. "Tavaf edenler" buyruğu da bu şekildedir.

Lügatte itikâf: Bir şeyin yanından ayrılmamak ve birşeye yönelmek an­lamındadır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Halay çeken Nabatlılann yönelişleri gibi..."

Mücahid'in açıklamasına göre de itikâfa çekilenlerden kasıt, orada müca-virlik yapanlardır. İbn Abbas, namaz kılanlardır demektedir. Tavaf etmeksizin oturanlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu anlamlar birbirine yakındır.

"Rükû ve sücûd edenler" yani Ka'be'nin yakınında namaz kılanlar için "iyi­ce temizleyin" diye emir vermiştik. Özellikle rükû ve sücûdun sözkonusu edilmesi, namaz kılanın yüce Allah'a en yakın olduğu haller olmalarından do­layıdır. Daha önceden rükû' (el-Bakara, 2/53. âyetin tefsirinde) ve sücûdun (el-Bakara, 2/34. âyetin açıklamasında) anlamına ait açıklamalar geçmiş bu­lunmaktadır. Allah'a hamdolsun. [259]

 

3- Başta Kabe Olmak Üzere Allah'ın Bütün Evleri Temizlenmelidir:

 

Yüce Allah: "Evimi., iyice temizleyin" diye emir vermiştir. Buyruğunun

kapsamına O'nun bütün evleri de girmektedir; bütün evleri temizlenip arın­dırılmak hususunda, Beytullah ile aynı hükümdedirler. Özellikle Ka'be'nin sözkonusu edilmesi ise o sırada başka bir mescid olmadığından veya saygın­lığı daha büyük olduğundan dolayıdır. Daha açık bir şekilde ifadeden anla­şılan birinci görüştür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kur'ân-ı Kerim'de bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir­takım evlerde Allah onların yükselmesine ve oralarda kendi adının anılma­sına izin vermiştir." (er-Nur, 24/36) Yüce Allah'ın izniyle orada mescidlere dair hükümler açıklanacaktır.

Ömer b. el-Hattâb (r.a)'dan rivayet edildiğine göre o bir seferinde mes-ciddeki bir adamın sesini işitir. Bu da ne oluyor? Nerede olduğunu biliyor mu­sun diye sorar.

Huzeyfe de şöyle demiştir: Peygamber (s.a) buyurdu ki: "Allah bana şu­nu vahyetti: Ey uyarıcıların kardeşi, ey rasûllerin kardeşi, kavmini uyar ki Be­nim evlerimden herhangi birisine ancak selim kalplerle, doğru söyleyen dil­lerle, tertemiz ellerle, günahsız ferçlerle girsinler. Herhangi bir kimseye bir haksızlık yapmış olarak evlerimden birisine girmesinler. Çünkü o, Benim hu­zurumda bu şekilde ayakta dikildiği sürece o haksızlığı sahiplerine verince­ye kadar ona lanet eder dururum. (Dediğim gibi hareket edenin) kendisiy­le işittiği kulağı, kendisiyle gördüğü gözü olurum. Benim dostlarımdan, seçkinlerimden olur, peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle salihlerle birlik­te Bana komşu olur." [260]

 

4- Beytullah'ın İçinde Namaz Kılmak:

 

Şafiî, Ebu Hanife, Sevrî ve seleften bir topluluk, bu âyet-i kerimeyi farz ol­sun nafile olsun Beytullah'ın içinde namaz kılmanın caiz olduğuna delil gös­termişlerdir. Şafii (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Eğer, Kabe'nin için­de onun duvarlarından herhangi birisine yönelmiş olarak namaz kılarsa namazı caizdir. Kapıya doğru dönüp, kapı açıkken namaz kılacak olursa nama­zı batıldır. Ka'be'nin damında namaz kılanın durumu da böyledir. Çünkü o Ka'be'nin herhangi bir tarafına yönelmemektedir.

İmam Malik ise der ki: Kabe'nin içinde farz da kılınamaz, sünnet de kı­lınamaz, orada sadece tatavvu' namazı kılınabilir. Şu kadar var ki eğer için­de farz namaz kılınacak olursa vakit içinde o farz iade edilir. Esbağ ise ke­sinlikle iade edilmesi gerekir, der.

Derim ki, sahih olan da budur. Çünkü Müslim İbn Abbas'tan şöyle dedi­ğini rivayet etmektedir. Usame b. Zeyd bana Peygamber (s.a)'ın Beytullah'a girdiği sırada her yanında dua ettiğini ve ordan çıkıncaya kadar içinde na­maz kılmadığını haber verdi. Çıktığı vakit ise Kabe'ye doğru iki rekat namaz kıldı ve: "İşte kıble budur" dedi. [261] Bu hadis-i şerif ise bu konuda açık bir nastır.

Denilse ki: Buhârî İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasû-lullah (s.a) Usame b. Zeyd, Bilal ve Osman b. Talha el-Hacebîyle Beyt'in içi­ne girdiler, üzerlerine kapıyı kilitlediler. Kapıyı açtıklarında içeriye ilk giren ben oldum. Bilal ile karşılaştım ve ona: Rasûlullah (s.a) Beyt'in içinde namaz kildi mı? diye sordum. O: Evet, Yemen cihetine bakan iki direk arasında (na­maz kıldı), dedi. Bu hadisi ayrıca Müslim de rivayet etmiştir.[262]

Müslim bu hadisin rivayetinde şunları da söylemektedir: İki direği solu­na, bir tanesini sağına, üç tanesini de arkasına aldı. O günde Beyt'in altı ta­ne direği vardık[263]

Deriz ki: Burada "namaz kıldı (salla)" kelimesinin Usame'nin rivayetinde söylediği gibi dua etti, anlamına gelmesi de ihtimal dahilindedir. Bilinen na­mazı kıldı anlamına gelme ihtimali de vardır. Her ikisi de ihtimal dahilinde olduğuna göre sizin ileri sürdüğünüz bu hadisin delil diye gösterilmesi söz-konusu olmaz.

Denilse ki: İbnu'l Münzir ve başkaları Usame'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Peygamber (s.a) Kabe'de birtakım resimler gördü. Ben ona ko­va ile su getiriyordum, o da bu suyu bu resimler üzerine döküyordu. Ayrı­ca bunu Ebû Dâvûd et-Tayalisî de rivayet ederek şöyle demiş: Bana İbn Ebu Zi'b Abdurrahman b. Mehran'dan anlatarak dedi ki: Bize İbn Abbas'ın mev-lası Umeyr, Usame b. Zeyd'den naklederek dedi ki: Ka'be'nin içine Rasûlul­lah (s.a)'ın yanına girdim. Orada birtakım resimlerin bulunduğunu gördü. Ben­den su istedi, ben de ona istediği suyu getirdim. Su ile resimleri silmeye baş­ladı. Silerken de: "Yaratamayacakları şeylerin resimlerini yapan bir kavmin üzerine Allah'ın laneti olsun" diye buyurdu. [264] İşte Peygamber (s.a)'ın Usame su getirmek üzere gittiği sırada namaz kılmış olması ihtimali vardır. Bu durumda Bilal Usame'nin görmediğine tanık olmuş olur. Birşeyi olumlu olarak nakleden kimse nefyeden kimseden önceliklidir. Usame'nin kendi­si ise şöyle demiştir: İnsanlar Bilal'in dediğini kabul etti, benim dediğimi ise terkettiler. [265]

Ayrıca Mücahid, Abdullah b. Safvân'dan şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Ömer b. el-Hattab'a şöyle dedim: Rasûlullah (s.a) Kabe'ye girdiği sıra­da ne yaptı diye sordum: İki rekat namaz kıldı cevabını verdi.[266]

Buna cevap olarak deriz ki: Bu nafile namaz hakkında yorumlanır, zaten Kabe'nin içinde nafile namaz kılmanın sahih olduğu hususunda ilim adam­ları arasında bir görüş ayrılığı bulunduğunu bilmiyoruz. Farz namaz kılmak ise olmaz. Çünkü yüce Allah, ileride de açıklanacağı üzere: "Nerede bulunur­sanız yüzlerinizi o yana çeviriniz" (el-Bakara 2/144) diye buyurmaktadır. Ay­rıca Hz. Peygamber'in, Kabe'den dışarıya çıkınca: İşte kıble burasıdır, deme­si de yüce Allah'ın tayin ettiği şekilde kıble cihetini tayin etmektedir. Eğer farz namaz Kabe'nin içinde sahih olmuş olsaydı, Hz. Peygamber "İşte kıble bu ta­raftır" diye buyurmazdı. Böylelikle hadislerin arası cem'edilmiş (uyumlu bir şekilde açıklanmış) olmaktadır. Böyle bir açıklama bir kısmını kabul etme­mekten daha iyidir. Buna göre hadisler arasında bir tearuz (çatışma) yoktur. Yüce Allah'a hamdolsun. [267]

 

5- Kabe'nin Damında Namaz Kılmak:

 

İlim adamları Kabe'nin damında namaz kılmak hususunda da farklı gö­rüşlere sahiptir. Şafiî, daha önce görüşünü belirtmiştir.

Malik ise şöyle demektedir: Kabe'nin damında namaz kılan bir kimse va­kit içinde namazını iade eder. Malik'in arkadaşlarından birisi de; her zaman (mutlaka) iade eder, demektedir.

Ebu Hanife ise: Kabe'nin damında namaz kılan bir kimse için ayrıca bir-şey yapmak gerekmez, demektedir. [268]

 

6- Kabe'nin Yakınında Namaz Kılmak mı, Tavaf Etmek mi Faziletlidir?

 

Beytullah'ın yakınında namaz kılmak mı daha faziletlidir, yoksa onu ta­vaf etmek mi daha faziletlidir? Bu hususta da ilim adamlarının farklı görüş­leri vardır. İmam Malik der ki: Dışarıdan gelenler için tavaf daha faziletlidir, Mekkeliler için ise namaz daha faziletlidir. Bu görüş, İbn Abbas, Ata ve Mücahid'den de nakledilmiştir. Cumhur, namazın daha faziletli olduğunu kabul etmektedir. Bir rivayette şöyle denilmektedir: "Huşu duyan erkekler, rükû eden yaşlılar, süt emen yavrular, otlayan hayvanlar olmasaydı sizin üzerini­ze azabı yağmur gibi yağdırırdık."[269]

Ebu Bekr Ahmed b. Ali b. Sabit el-Hatib "es-Sâbik ve'l-Lâhik" adlı ese­rinde Abdullah b. Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Şayet aranızda huşu duyan erkekler, otlayan hayvanlar, süt emen yavrular bulunmasaydı, günahkârlar üzerine azap sağnak sağnak yağ-dırılırdı.

"Burada "rükû eden yaşlılar" ifadesi geçmemektedir. Ebu Zer'den gelen hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir: "Namaz en hayırlı bir husustur. İster çok kıl, ister az kıl." Bunu da el-Â'currî rivayet etmiştir.

Namazın ve sucudun faziletine dair haberler pek çoktur ve bunlar cum­hurun görüşünün daha sahih olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bi­len yüce Allah'tır. [270]

 

126. Hani İbrahim: "Rabbim, bunu emin bir belde kıl ve ahalisin­den Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mahsullerle rızık-landır" demişti. Buyurdu ki: "Kâfir olanı dahi kısa bir süre fay­dalandıracak ve sonra onu cehennem azabına mahkûm edece­ğim. Varacağı yer ne kötüdür!"

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Emin Belde:

 

"Bunu"; yani Mekke'yi "emin bir belde kıl" buyruğu, hem kendi soyun­dan gelecekler için hem de başkaları için oranın güvenilir ve rahat yaşanı­lır bir yer olması için dua ettiğini göstermektedir. Rivayet edildiğine göre; İb­rahim (a.s) bu duayı yapınca yüce Allah, Hz. Cebrail'e emir verdi. Şam böl­gesinde bulunan Taif i oradan söktü ve bir hafta süreyle onunla birlikte Beyt'in etrafında tavaf etti. İşte bundan dolayı ona Taif adı verildi. Sonra da bu bel­deyi Tihame'ye yerleştirdi. O dönemde Mekke ve çevresi, susuz, bitkisiz, ku­rak bir yerdi. Yüce Allah onun çevresini böylelikle Taif ve benzeri yerler gi­bi mübarek kıldı, ileride -yüce Allah'ın izniyle- İbrahim Sûresi'nde (14/37. âye­tin tefsirinde) açıklanacağı üzere- orada çeşitli meyvelerin, mahsullerin ye­tişmesini takdir buyurdu. [271]

 

2- Mekke Hz. İbrahim'in Duası Üzerine mi Yasak Bölge (Harem) Oldu?

 

Mekke'nin güvenilir bir harem bölgesi olması İbrahim (a.sTin dua ve di­leği ile mi olmuştur, yoksa ondan önce de mi böyle idi, hususunda ilim adam­larının iki ayrı görüşü vardır:

Birinci görüşe göre; Mekke her zaman için zorba yöneticilerden, yerin di­bine geçmekten, zelzele sarsıntılarından ve buna benzer değişik beldelerin başına gelen sair musibetlerden himaye edilmiş bir harem bölgesi olarak kal­mıştır. Azgın ve isyankâr nefislere o bölgeye karşı bir ta'zim ve bir saygı duy­gusu yerleştirildi ki, bu sayede Mekke halkı diğer belde halklarından ayrı­calıklı bir şekilde güvenlikten faydalana gelmişlerdir. Şanı yüce Allah, ora­da av ile ilgili tanık olunan hususu kendi tevhidi için büyük bir alamet kıl­mıştır. Şöyle ki: Orada av köpeği ile av hayvanı bir arada bulunduğu halde av köpeği av hayvanını ürkütmediği gibi, av hayvanı da ondan kaçmaz. Ni­hayet harem bölgesinin dışına çıktılar mı köpek av hayvanına saldırıya ge­çer ve bu sefer birbirlerinden kaçma ve kovalama durumu geri döner.

Hz. İbrahim Rabbinden orasını kıtlıktan, kuraklıktan, baskın ve yağmalar­dan yana güvenlikli bir belde kılmasını dilemiş, ora halkına çeşitli mahsul­lerle rızık ihsan etmesini istemiştir. Yoksa bazı kimselerin sandığı gibi öldü­rülmesi gereken kimseler hakkında da kanının dökülmesini engellemek an­lamında bir dilekte bulunmamıştır. İbrahim (a.s)'ın duasında böyle bir şeyi kastetmesi, oldukça uzak bir ihtimal olduğundan dolayı yüce Allah'tan ken­di şeriatinde Harem'e sığınan kimsenin öldürülmesinin haram kılınmasını is­temiştir, demek mümkün değildir. Bu oldukça uzak bir ihtimaldir.

İkinci bir görüşe göre; Mekke diğer beldeler gibi İbrahim (a.s)'ın duasın­dan önce sair bölgeler gibi harem bölgesi değildi. Onun duası ile -Medine nasıl daha önce harem bölgesi değil iken Rasûlullah 'in harem bölgesi kıl­ması ile güvenilir bir bölge haline geldiyse- Mekke de Hz. İbrahim'in duasın­dan sonra güvenilir bir harem bölgesi haline gelmiştir.

Birinci görüşün sahipleri İbn Abbas yoluyla gelen şu hadisi delil gösterir­ler: Rasûlullah (s.a) Mekke'nin fethedildiği gün buyurdu ki: "Şüphe yok ki bu beldeyi gökleri ve yeri yarattığı gün dahi Yüce Allah haram kılmıştır. Kı­yamet gününe kadar yüce Allah'ın haram kılması dolayısıyla bu bölge bir ha­remdir. Bu bölgede benden önce hiçbir kimseye savaşmak helal kılınmadı. Bana da ancak günün kısa bir süresi içerisinde (savaşmak) helal kılınmıştır. O (belde) yüce Allah'ın haram kılması dolayısıyla kıyamet gününe kadar ha­ramdır. Onun dikeni kesilmez, avı ürkütülmez, oranın yitiğinin alınması an­cak (sahibini bulmak üzere) tanıtacak kimse için helal olur. Oranın yaş bit­kisi de asla koparılmaz. Bunun üzerine Hz. Abbas: Ey Allah'ın Rasûlü, de­di. Bundan izhir otunu istisna edin. Çünkü o otu demircileri (ve kuyumcu­ları) kullanırlar ve onu evlerinde (çatılarının üstünde kullanırlar). Bunun üze­rine Hz. Peygamber de: "İzhir müstesna" diye buyurdu. Ebu Şureyh tarafından gelen hadis de buna yakındır. Her iki hadisi de Müslim ve başkaları ri­vayet etmiştir. [272]

Yine Müslim'in Sahihinde Abdullah b. Zeyd b. Asım'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "İbrahim Mekke'yi haram kıl­dı ve ora halkı için dua etti. Ben de İbrahim nasıl Mekke'yi haram kıldıysa Medine'yi haram kildim. Ve ben de Medine'nin sa'ının ve muddunun [273] İb­rahim'in Mekke halkı için yaptığı duanın iki katı fazlasıyla (bereketlenmesi için) dua ettim." [274]

İbn Atiyye der ki: "Bu iki hadis arasında bir tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Çünkü birinci hadis, şanı yüce Allah'ın Mekke'ye dair ezelî ilim ve kazasının, diğer taraftan da Hz. Adem'in hayatta olduğu sürede bölgenin ma'mur olduğu sıralarda iman ile (harem bölgesi olduğuna inanılarak) hür­metinin (saygınlığının) bulunduğunu haber vermektedir. İkinci hadis ise Hz. İbrahim'in orasının haram oluşunu yenilediğini ve kaybolup gittikten son­ra bunun tekrar açığa çıkartıldığinı haber vermektedir. Birinci hadiste Hz. Pey-gamber'in söyledikleri Mekke fethinin ikinci günü olmuştu ve Mekke'nin mü'minler için hürmetinin yüce Allah'a isnad edilerek oldukça büyük bir iş olduğunu haber vermek sadedindedir. İkinci hadiste Medine'nin haram kı­lınmasını sözkonusu ederken, Hz. İbrahim'i zikretmesi ise kendisine örnek olması açısındandır. Diğer taraftan şüphesiz ki Medine'nin haram kılınması da yine yüce Allah tarafından olmuştur ve O'nun yerini bulan kazası ve eze­lî ilmi cümlesindendir."

Taberî der ki: Mekke önceden de haram idi. Şu kadar var ki İbrahim (a.s) yüce Allah'tan bunu dileyinceye kadar insanların o bölgenin haram oluşu­na riâyetle Allah'a taabbüd etmeleri istenmemişti. Hz. İbrahim'in isteği üze­rine yüce Allah o bölgeyi haram kıldı. [275]

 

3- Kâfir Olanı Dahi Allah Faydalandırır:

 

"Ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mahsullerle rı-zıklandır demişti." Rızkın ne anlama geldiğine dair açıklamalar daha önce­den (el-Bakara, 2/3'te 22. başlık) geçmiş bulunmaktadır.

Semerât (mahsuller) ise semere (mahsul meyve)nin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da önceden (el-Bakara, 2/22'de 4. başlık) geçmiş bulunmak­tadır.

"İman edenleri" buyruğu "ahalisi" buyruğundan kısmın bütünden bedeli şeklindedir. (Yani bu belde halkı arasından iman edenleri rızıklandır, de­mek olur).

İman ise tasdik etmek anlamındadır, buna dair açıklamalar da önceden (el-Bakara, 2/3'te 1. başlık) geçmiş bulunmaktadır.

"Kâfir olanı dahi kısa bir süre faydalandıracağım..." buyruğunda yer alan: Kâfir olanı..." anlamındaki buyrukta yer alan:..anı..." nasb mahallindedir. Buyruk, inkâr edenleri de rızıklandıracağım takdirinde­dir. Bununla birlikte bunun yeni bir cümle (ibtida) olarak ref mahallinde ol­ması da mümkündür. O takdirde bu şart olur, "Faydalandıracak., mahkûm edeceğim" buyruğu da cevap olur.

"Kâfir olanı dahi kısa bir süre..." buyruğunun Allah tarafından mı yok­sa İbrahim (a.s) tarafından mı söylendiği hususunda farklı görüşler ileri sü­rülmüştür. Ubey b. Ka'b ile İbn İshak ve başkaları: Bu yüce Allah'ın söyle­diği sözdür derler ve "faydalandıracağım, mahkûm edeceğim" (anlamını ve­recek şekilde) okumuşlardır. İbn Amir dışında yedi kurra da böyle okumuş­lardır. Ancak İbn Amir  Faydalandır, şeklinde okumuştur. Ebu İs-hak ez-Zeccâc ise Ubeyy'in: Onu kısa bir süre fay­dalandıracağız sonra... mahkûm edeceğiz" şeklinde okumuştur.

İbn Abbas, Mücahid ve Katade, bu İbrahim (a.s)'ın söylediği bir sözdür demiş ve bunu Faydalandır...." ve sonra... mahkûm et" şeklinde okumuşlardır. Adeta İbrahim (a.s) mü'minlere duada, kâfirlere de bedduada bulunmuş gibi olur. Buna göre "buyurdu" kelimesindeki zamir İb­rahim (a.s)'a ait olur ve kullanılan ifade uzun olduğundan dolayı tekrar Dedi (mealde; buyurdu) kelimesi tekrarlanmıştır. Ya da bunun tekrarlanma sebebi, artık söylenen sözlerin belli bir kesim için dua bir başka kesim için ise beddua oluşundan dolayıdır.

Cemaatin okuyuşuna göre ise "buyurdu" kelimesindeki zamir yüce Allah'a aittir. en-Nehhâs da bunu tercih etmiştir. Öbür kıraati ise şazz bir kıraat ola­rak değerlendirip şöyle demiştir: Hem ifadenin uyum ve akışı hem de tefsir, okuyuşun böyle olmaması gerektiğini göstermektedir. İfade arasındaki uyum açısından şanı yüce Allah İbrahim (a.s)'dan haber vererek onun: "Rabbim onu emin bir belde kıl" diye dua ettiğini belirtmektedir. Daha sonra yüce Allah Hz. İbrahim'in: "Ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mah­sullerle rızıklandır" dediğini zikretmekte ve bu iki ifade arasına ayrıca "de­di" getirmemektedir. Bundan sonra ise: "Buyurdu ki: Kâfir olanı dahi..." di­ye buyurmaktadır. O bakımdan bu yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e verdiği bir ce­vap olmaktadır. Çünkü burada "İbrahim dedi ki" denilmemektedir.

Tefsir'in öbür okuyuşun şaz oluşunu gerektirmesine gelince İbn Ab-bas'tan, Said b. Cübeyr'den ve Muhammed b. Kab'dan sahih olarak gelen ri­vayetler bunu göstermektedir. İşte İbn Abbas'ın kullandığı ifade: İbrahim (a.s) bütün insanlar arasında yalnızca iman edenlere dua etti. Yüce Allah da ona iman edenleri rızıklandırdığı gibi kâfir olanları da nzıklandıracağmı onları az bir süre yararlandırdıktan sonra cehennem azabına mahkûm edeceğini bil­dirmiştir.

Ebu Ca'fer (İbn Cerir et-Taberî) der ki: Ayrıca yüce Allah başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır: "Her birine onlara da bunlara da Rabbinin bağı­şından ardarda veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir." (el-İsra, 17/20) Yine yüce Allah: "Diğer ümmetleri dahi faydalandıracağız" (Hûd, 11/48) diye buyurmaktadır.

Ebû İshak der ki: İbrahim (a.s) soyundan gelecekler arasında kâfirlerin de olacağını bildiğinden dolayı bu duasında özellikle mü'minleri sözkonusu et­miştir. Çünkü yüce Allah ona: "Zalimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştu. [276]

 

127. Hani İbrahim ve İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyor­lardı: "Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen semî'sin, alimsin."

 

"Hani İbrahim ve İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı."

Ebu Ubeyde ile el-Ferra'nın açıklamasına göre âyet-i kerimede geçen "el-Ka-vaid" temelleri anlamındadır. el-Kisaî'ye göre ise duvarları demektir. Bilinen ise bunların temeller olduğudur. Hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Beyt, yıkılmca ondan oldukça büyük taşlar çıkartıldı. Bunun üzerine İbn ez-Zübeyr: "İşte bunlar İbrahim (a.s)'ın yükselttiği temellerdir" dedi.

Evin temelleri kaybolduğu fakat yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i onlara mut­tali kıldığı da söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Hz. İbrahim dünya yaratılma­dan iki bin yıl önce yaratılmış temellere yerleştirdi. (İbn Abbas) o temelleri görmüştü. Daha sonra da arz onun altından döşendi. "Kavâid"in tekili kaide­dir. Kadınlar hakkında "el-kavâid" kullanıldığı takdirde de bunun tekili "kâid" gelir. [277]

 

Beytullah'ı İlk Bina Edenler:

 

Beytullah'ı ilk olarak kimin bina edip kimin temellerini attığı hususunda farklı görüşler vardır. İlk olarak melekler tarafından yapıldığı söylenmiştir. Ca­fer b. Muhammed'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hazır olduğum bir sı­rada babama Beyt'in yaratılışına dair soru soruldu, o da şöyle dedi: Şanı yü­ce Allah: "Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." deyince me­lekler: "Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken, orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" (el-Bakara, 2/30) demiş­lerdi. Yüce Allah onlara gazap etti. Arşına sığındılar ve onun etrafında Rab-lerinin rızasını dileyerek yedi şavt tavaf ettiler, nihayet yüce Allah onlardan razı oldu ve: Haydi yeryüzünde Benim için bir ev yapınız. Ademoğulların-dan kendisine gazap ettiğim kimse o eve sığınsın. Sizin Arşın etrafında tavaf ettiğiniz gibi o da Beytimin etrafında tavaf etsin. Sizden razı olduğum gibi on­dan da razı olayım. Bunun üzerine melekler de bu evi bina ettiler.

Abdurrezzak'ın İbn Cüreyc'den onun da Ata, İbnu'l Müseyyeb ve başka­larından kaydettiğine göre yüce Allah Hz. Adem'e şöyle vahyetti: Yeryüzü­ne indiğin vakit Benim için orada bir ev yap. Sonra da meleklerin semada­ki Arşımın etrafında dolaştıklarını gördüğün gibi sen de onun etrafında öy­lece dolaş. Ata der ki: İnsanlar onun Beytini beş dağdan bina ettiğini söyler­ler. Bunlar Hira, Tur-i Sina, Lübnan, Cudi ve Tur-u Zîta dağlarıdır. Rubdu-nu (çevresini kuşatan temeli) ise Hira dağından getirmişti. el-Halil der ki: Bu­rada er-Rubd'dan kasıt, Beytin etrafını çeviren kayadan olan temeldir. O ba­kımdan Medine'nin çevresine de Rabad denilir.

el-Maverdî'nin Ata'dan rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Yüce Al­lah Adem'i cennetten yere indirince ona şöyle dedi: Ey Adem, git, Benim için bir ev yap ve onun etrafında tavaf et. Meleklerin Arşımın etrafında yaptığı­nı gördüğün şekilde o evin yanında Beni zikret.

Bu sefer Hz. Adem, dolaşmaya başladı. Yer onun için dürülüp katlandı, çöllük olan yerler onun için bir araya toplandı. Yerden nereye bastıysa mut­laka orada ümran oldu. Nihayet Beyt-i Haram'ın yerine kadar geldi. Cebra­il (a.s) o vakit, kanatlarım yere vurdu ve en alttaki yedinci arzın üzerinde sa­pasağlam duran bir temel ortaya çıktı. Melekler ona kayaları getirip bıraktı. Bir tanesini otuz kişi dahi kaldıramazdı. Hz. Adem Beyt'i önceden de belirt-tiğimiZ'gibi beş dağdan gelen taşlarla yaptı.

Kimi haberlerde şu rivayet yer almaktadır: Hz. Adem'e cennet çadırların­dan bir çadır da yere indirildi ve orada yerleşmek, etrafında da tavaf etmek üzere Kabe'nin yerinde bu çadır kuruldu. Bu çadır şanı yüce Allah, Hz. Adem'in canını alıncaya kadar kaldı, onun vefatından sonra kaldırıldı. Bu ri­vayet ise Vehb "b. Münebbih yoluyla gelmektedir.

Bir başka rivayette de Hz. Adem ile birlikte bir evin yere indirildiği ve ken­disinin ayrıca çocuklarından iman eden mü'minlerin tufan zamanına kadar orayı tavaf ettikleri daha sonra yüce Allah'ın bunu kaldırıp semaya yerleştir­diği belirtilmektedir. İşte el-Beytu'1-Ma'mur diye bilinen yer burasıdır. Bu da Katade'den rivayet edilmektedir ki el-Halimî bunu "Minhâcu'd-Din" adlı ese­rinde zikretmiş ve şöyle demiştir: Katade'nin ifade ettiği Hz. Adem ile birlik­te bir de ev indirildiği şeklindeki ifadesinin onunla birlikte eni boyu ve ka­lınlığı itibariyle Beytu'l Ma'mur miktan kadar indirildi anlamına gelmesi, son­ra da ona: İşte bunun kadar bir ev yap denmiş olması da mümkündür. Hz. Adem onun kadar bir yer araştırdı ve o kadar bir yeri Ka'be'in yapıldığı yer olarak tesbit etti, o bakımdan Kabe'yi de orada kurdu.

Çadıra gelince, bu çadırın onunla birlikte indirilip Kabe'nin yerinde ku­rulmuş olması mümkündür. Ona Kabe'yi inşa etmesi emri verilince o da ora­yı bina etti, bu çadır da Ka'be'nin etrafında Hz. Adem'in kalbine huzur ver­mek üzere hayatı boyunca kaldı, sonra da kaldırıldı. Böylelikle bu haberler arasında uyum vardır, demek olur.

İşte Hz. Adem'in Ka'be'yi binası böyle olmuştur. Bundan sonra da orayı Hz. İbrahim yapmıştır.

İbn Cüreyc der ki: Bazıları da şöyle demiştir: Şanı yüce Allah başı bulu­nan bir bulut gönderdi. Buluttaki bu baş: Ey İbrahim dedi. Şüphesiz Rabbin sana bu bulut kadar bir miktar almanı emrediyor. Hz. İbrahim ona bakma­ya ve onun miktannı çizip tesbit etmeye başladı. Daha sonra bu baş: Evet yap­man gerekeni yaptın, deyince Hz. İbrahim kazımaya başladı ve yerde sağ­lamca yerleşmiş bir temeli ortaya çıkarttı.

Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan da şöyle bir rivayet gelmiştir: Şanı yüce Allah İb­rahim (a.s)'a Beyt'i yapması emrini verince Şam'dan oğlu İsmail ve onun an­nesi Hacer ile birlikte yola çıktı. Allah onunla birlikte kendisiyle konuşan ve oldukça hızlı yürüyen bir rüzgar (sekinet) gönderdi. İbrahim (a.s) da sabah akşam bu rüzgar yol aldıkça onunla birlikte yol alırdı. Nihayet Hz. İbrahim onunla birlikte Mekke'ye kadar geldi. Ona: Benim bulunduğum bu yere te­melini kur, dedi. Hz. İbrahim İsmail ile birlikte evi yükseltmeye koyuldu. Ni­hayet rüknün (Hacer-i EsvedMn bulunduğu yere ulaşınca oğluna: Yavrucu­ğum, insanlar için bir işaret yapacağım bir taş getir, bana. Hz. İsmail ona bir taş getirdi, onu beğenmedi, başkasını getir dedi. Hz. İsmail bir başka taş ara­mak üzere gidip geldiğinde onun rüknü alıp yerine koymuş olduğunu gö­rünce: Babacığım bu taşı sana kim getirdi diye sorunca Hz.İbrahim, beni sa­na muhtaç etmeyen cevabını verdi.

İbn Abbas'ın dediğine göre Ebu Kubeys dağı: Ey İbrahim, ey Ralıman'ın Halili diye seslendi. Senin benim yanımda bir emanetin vardır, gel onu al. Hz. İbrahim oraya gittiğinde cennetteki yakuttan bembeyaz bir taş ile karşılaş­tı. Hz. Adem, çenetten onu alıp indirmiş idi. İbrahim ve İsmail evin temel­lerini yükseltince, kare şeklinde içinde bir baş bulunan bir bulut geldi ve be­nim gibi kareyi andıran bu şekilde evi yükseltin, diye seslendi. İşte İbrahim (a.s)'ın yaptığı bina budur.

Rivayet edildiğine göre Hz. İbrahim ile Hz.İsmail Beytin inşaasını bitirin­ce Allah Beytin temellerini yükseltmelerine mükâfat olmak üzere kendileri­ne atları verdi.

Tirmizî el-Hakim rivayet ediyor: Bize Ömer b. Ebu Ömer anlattı. Bana Nu-aym b. Hammad anlattı, bize Abdürrezzak'ın kardeşi Abdülvehhab b. Hem-mam, İbn Cüreyc'den, o İbn Ebi Müleyke'den o İbn Abbas'tan rivayetle dedi ki: Atlar da diğer yabanî hayvanlar gibi yabanî idiler. Yüce Allah İbrahim ve İsmail'e (ikisine de selam olsun) evin temellerini yükseltme izni verince şanı yüce Rabbimiz: "Ben sizlere sizin için saklamış bulunduğum bir hazine­yi vereceğim" diye buyurdu. Daha sonra Hz. İsmail'e Ecyad'a çık, dua et, ha­zine sana gelecektir, diye vahyetti. Hz. İsmail Ecyad'a çıktı. -Orası o sırada ba­zı hayvanların gelip sığındığı bir yer idi. Hz. İsmail ne dua edeceğini de bil­miyordu, hazinenin ne olduğunu da bilmiyordu. Ne şekilde dua edeceği ona ilham edildi. Yeryüzünde Arap topraklarında bulunan ne kadar at varsa hep­si onun huzuruna geliverdi. Bu atlar ona boyun eğdi, itaat etti. O bakımdan sizler bu atların sırtına bininiz, onlara yem veriniz. Bunlar uğurludurlar. Ata­nız İsmail'in size mirasıdır. Diğer taraftan ata arabî adının verilmesi Hz. İsma­il'e dua etme emrinin verilmesi ve atın da ona gelmesi dolayısıyladır.

Abdülmun'im b. İdris Vehb b. Münebbih'ten şöyle dediğini rivayet etmek­tedir: Çamur ve taş ile Beyti ilk yapan kişi Şît (a.s)'tir. [278]

 

Kureyşlilerin Kabe'yi İnşası:

 

Kureyş'in Beyt'i inşa etmelerine dair haber ise meşhurdur. Bu haberde yı­landan da söz edilmektedir. Bu yılan onların Beyt'i yıkmalarına engel oluyor­du. Nihayet Kureyşliler Makam-ı İbrahim'in yanına toplanıp yüce Allah'a hep birlikte: Rabbimiz kötü bir iş yapmayacağız, biz sadece Senin Beytinin şere­fini gözetmek, onu süslemek istiyoruz. Eğer buna razı isen (buna izin ver), değil isen uygun gördüğünü yap. Bu sırada gökten büyükçe bir kuşun ha­fif bir şekilde kanat çırpma sesini işittiler. Ona doğru baktıklarında kartaldan daha büyük bir kuş ile karşılaştılar. Bu kuşun sırtı siyah, karnı ve ayakları be­yazdı. Pençelerini yılanın kafasına batırdıktan sonra onu alıp gitti. Bu kuş, kuyruğundan daha büyük olan bu yılanı sürükleyerek, Ecyad taraflarına ka­dar alıp gitti. Kureyşliler de Beyti yıktılar. Kureyşliler Vadiden omuzlarında taşıdıkları taşlarla Beyti bina etmeye başladılar. Yirmi zira kadar yükselttiler.

Peygamber (s.a), üzerinde çizgili bir izara bürünmüş olarak, Ecyad tara­fından taş taşırken bu izarını omuzu üstüne kaldırıp koymak istedi. Ancak izan küçük olduğundan dolayı avreti görüneceğinden ona: Ya Muhammed avretini ört-diye seslenildi. Bundan sonra Hz. Peygamber'in açık gezdiği gö­rülmedi.

Kabe'nin inşası ile ona vahyin gelmesi arasında beş yıllık bir süre vardır. Kabe'nin yapımı ile oradan (Mekke'den) çıkartılması arasında ise onbeş yıl­lık bir süre vardır. Bunu Abdürrezzak, Ma'mer'den, o Abdullah b. Os­man'dan o Ebu't-Tufayl'den zikretmektedir.

Ma'mer'den, onun da ez-Zülırî'den rivayetine göre şöyle denilmektedir: Kureyşliler Ka'be'yi bina edip rüknün (Hacer-i Esved'in) yerine vardıkların­da hangi kabilenin rüknü kaldırıp yerine koyacağı hususunda Kureyşliler arasında anlaşmazlık başgösterdi. Hatta bu anlaşmazlık ileri noktalara kadar var­dı. Nihayet: Gelin şu yoldan yanınıza kim çıkıp gelirse onun hakemliğini ka­bul edelim, dediler ve bunu kabul etmek üzere aralannda anlaştılar. Rasû-lullah (s.a) onlann yanına geldi. O sırada genç bir delikanlı idi, üzerinde çiz­gili bir örtü vardı. Onun hakemliği kabul etmesini istediler, o da rüknün kal­dırılıp bir elbise üzerine konulmasını emretti. Daha sonra her bir kabile baş­kanına emrederek elbisenin bir tarafını tutturdu. Arkasından kendisi duva­rın üzerine çıktı. Rüknü ona doğru kaldırdılar ve rüknü Peygamber (s.a) ye­rine yerleştirdi.

İbn İshak der ki: Bana anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Sür-yanice bir yazı gördüler. Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihayet on­lara yahudilerden bir adam bu yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: Ben Allah'ım. Bekke'nin (Mekke'nin) Rabbiyim, gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hü­kümdar varettim. Buranın çevresini saran iki dağ (Ebu Kubeys ve el-Ahmer dağları) zail olmadıkça burası da zail olmaz. Buranın halkı için su ve süt be­reketli kılınmıştır."

Ebu Cafer Muhemmed b. Ali'den şöyle dediği nakledilmektedir: Amalika, Curhüm ve İbrahim (a.s) döneminde Kabe'nin kapısı yer hizasında idi. Ku-reyş tarafından Kabe yapılıncaya kadar bu böyle devam etti.

Müslim'in rivayetine göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (s.a)'a Hicr'in Beytten olup olmadığını sordum. O: Evet (Beyttendir) dedi. Ben: Pe­ki niye orayı beytin içine sokmadılar diye sorunca şu cevabı verdi: "Kavmi­nin parası yeterli gelmedi." Ben: Peki kapısı ne diye yüksektedir diye sorun­ca bu sefer şöyle buyurdu: "Kavminin bunu yapmalarının sebebi diledikle­rini oraya soksunlar, dilediklerini de engellesinler diyedir. Eğer senin kav­min henüz daha cahiliyyeden yeni çıkmış olmasa ve kalplerinin bu işten hoş­lanmayacaklarından korkmasa idim, Hicri Beyte katar ve kapısını yere kadar indirmeye çalışırdım." [279]

Abdullah b. ez-Zübeyr (r.a)'dan da şöyle dediğini rivayet etmektedir. Bana teyzem (yani Aişe -r. anha) anlattı dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle bu­yurdu: "Ey Aişe, senin kavmin eğer henüz şirkten yeni uzaklaşmamış olsay­dı, Ka'be'yi yıkar, onu yere kadar indirir ve birisi doğu tarafına öteki de ba­tı tarafına açılan iki kapı yapardım. Ayrıca Hicirden ona altı zira' kadar bir yeri ilave ederdim. Çünkü Kureyş Ka'be'yi bina ettiğinde bu kadarcık bir ye­ri kısaltmış idi." [280]

Urve'den, onun babasından onun da Hz. Aişe'den rivayetine göre Hz. Ai­şe şöyle demiş: Rasûlullah (s.a) bana dedi ki: "Şayet senin kavmin henüz kü­fürden yeni kurtulmuş olmasaydı, Ka'be'yi yıkar ve İbrahim'in temelleri üzerinde inşa ederdim. Çünkü Kureyşliler Ka'be'yi yaptığında kısalttı ve ben ona bir kapı yapardım." [281] Yine Buhârî'deki rivayete göre: "Ben ona iki kapı yapardım" denilmektedir.

İşte Kureyş'in Kabe'yi bina etmesine dair haberler böyledir. [282]

 

Abdullah b. ez-Zübeyr ile Haccac Dönemi:

 

Şamlılar (Emeviler), Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla Ka'be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi yıktı ve Hz. Aişe'nin ona verdiği habere uygun ola­rak yeniden inşa etti. Hicr tarafından oraya beş zira'lık kadar bir alan ekle­di. Abdullah insanların rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya ka­dar kazısını sürdürdü ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka'be'nin yüksekliği onsekiz zira' idi. Ona Hicrden bu miktar ilavede bulununca bu se­fer boyuna da on zira' daha ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şe­kilde Ka'be'ye de iki kapı yaptı. Müslim'in Sahih'inde bu şekilde belirtilmek­tedir. [283] Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.

Süfyan ise Davud b. Şâbur'dan, o Mücahid'den şöyle rivayet etmektedir: İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi yıkıp yeniden bina etmek isteyince insanlara-. Hay­di yıkınız dedi. Ancak yıkmak istemediler ve üzerlerine azabın inmesinden korktular. Mücahid der ki: Biz Mina'ya çıkıp orada kaldık, üç gün süreyle aza­bı bekleyip durduk. Daha sonra İbn ez-Zübeyr bizzat Ka'be'nin duvarı üze­rine çıktı, ona herhangi bir şeyin isabet etmediğini görünce onlara da bu işi yapmak üzere cesaret geldi ve yıkmaya başladılar. İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi in­şa edince birisinden girdikleri, öbüründen de çıktıkları iki kapı yaptı. Hicr tarafından altı zira'lık bir yer ekledi. Boyunu da dokuz zira' kadar uzattı.

Müslim naklettiği hadisinde şöyle demektedir: İbn ez-Zübeyr şehid düşün­ce Haccac, Abdülmelik b. Mervan'a mektup yazarak durumu haber verdi ve İbn ez-Zübeyr'in Ka'be'nin yapısını Mekke halkından adaletli kimselerinin de gözleriyle gördükleri bir temele yerleştirdiğini bildirdi. Abdülmelik ona şu ce­vabı verdi: Bizim İbn ez-Zübeyr'in bu asılsız iddialarına ihtiyacımız yoktur. Yüksekliğine yaptığı ilaveyi olduğu gibi bırak. Hicrden yaptığı ilaveyi ise boz, eski haline döndür, açtığı yeni kapıyı da kapat. Bunun üzerine Haccac bina­yı bozdu ve eski haline çevirdi. [284]

Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Abdülmelik dedi ki: Ben Ebu Hu-beyb'in (yani İbn ez-Zübeyr'in) Aişe'den işittiğini ileri sürdüğü sözleri işit­tiğini zannetmiyorum. Ancak el-Haris b. Abdullah işitmiştir, ben de ondan bu sözleri işittim dedi. Abdülmelik, onun ne dediğini işittin deyince, Haris şöy­le dedi: Aişe dedi ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: Senin kavmin Beytin bi­nasını kısalttılar. Eğer onlar şirkten yeni kurtulmamış olsalardı onların bıraktıklarını (yani Beyt'e almadıkları bölümü) iade ederdim. Eğer benden son­ra senin kavmin bu Beyti yeniden inşa etmek isteseler haydi kalk, sana bı­raktıkları (ve Beyte katmadıkları) yerleri göstereyim. Ona yaklaşık yedi zi-ra'hk bir yer gösterdi." Bir başka rivayette Abdülmelik'in şöyle dediği nak­ledilmektedir: Şayet orayı yıkmadan önce senin bu sözünü işitmiş olsaydım İbn ez-Zübeyr'in inşa ettiği halde Beyti bırakırdım. [285]

İşte Ka'be'nin inşa edilmesiyle ilgili olarak gelen rivayetler bunlardır.

Rivayet edildiğine göre er-Reşid, Malik b. Enes'e, Haccac tarafından ya­pılan şekliyle Ka'be'yi yıkmak ve Peygamber (s.a)'dan gelen hadise dayana­rak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Malik ona: Allah adına sana and veriyorum ey mü'minlerin emiri, sen bu evi hü­kümdarların oyuncağı haline getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha ye­niden yapmasın. O vakit insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duyduk­ları heybet yok olur.

el-Vakidî der ki: Bize Ma'mer, Hemmam b.Münebbih'ten anlattı, o Ebu Hu-reyre'yi şöyle derken dinlemiş: Rasûlullah (s.a) Es'ad el-Himyeri'ye sövülme­sini yasaklamıştı. Bu Tubba' (unvanlı Yemen hükümdarı) idi. Beytullah'ı ilk olarak örtü ile örten kişidir. Son Tubba' odur.

îbn İshak der ki: Beytullah önceleri Mısır'da yapılan Kubatı kumaşı ile ör­tülürken daha sonra çizgili Yemen kumaşlarıyla örtülmeye başlandı. Onu at­las ile ilk örten kişi ise Haccac'dır.

İlim adamları der ki: Ka'be'nin örtülerinden herhangi bir şey almamak ge­rekir. Çünkü bu örtüler oraya hediye edilir. Bu örtülerden herhangi bir şey eksiltilmez. Said b. Cübeyr'den rivayet edildiğine göre o, şifa olarak Ka'be'nin kokularından birşey almayı hoşgörmezdi. Hizmetçinin onun kokusundan bir-şeyler aldığını görürse ensesine acıtıp acıtmaycağına bakmaksızın bir tokat indirirdi.

Ata' da der ki: Bizden herhangi birimiz Ka'be'nin kokusu ile şifa bulmak isteyince kendisine ait bir koku getirir bunu Hacer'e sürer, odan sonra o ko­kuyu alırdık.

"Rabbimiz bizden kabul buyur." Yani onlar "Rabbimiz bizden kabul buyur" diyorlardı. Burada "diyorlardı" hazfedilmiştir. Ubey ile Abdullah b. Mes'ud'un kıraatinde şu şekildedir: "Hani İbrahim ve İsmail o Evin temelle­rini birlikte yükseltiyorlardı. İkisi de: Rabbimiz bizden kabul buyur... diyor­lardı." [286]

 

"İsmail" Kelimesinin Anlamı:

 

İsmail'in açıklaması: İsma' ya Allah (Allah'ım duy) şeklindedir. Çünkü "îl" yüce Allah'ın adıdır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/98. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. el-Maverdî'nin rivayetine göre Hz. İbrahim Rabbine dua edince İsma' ya îl diye seslenmiş. Rabbi, onun duası­nı kabul edip ona oğul ihsan edince Rabbine dua edip seslendiği şekilde oğ­luna isim vermiş.

"Şüphesiz sen Semi'sin, Alimsin." Semî ve Alîm (herşeyi işiten ve bilen) yüce Allah'ın iki ismidir. Bunlara dair: "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüs-nâ" adlı eserimizde açıklamalarda bulunduk. [287]

 

128. Rabbimiz, ikimizi de Sana teslim olmuşlar kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş müslüman bir ümmet (kıl!) Bize menâsi-kimizi göster. Tevbelerimizi kabul et Şüphesiz tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla esirgeyen Sensin."

 

"Rabbimiz, ikimizi de Sana teslim olmuşlar kıl" dualarıyla İslâm üzere kendilerine sebat verilmesini ve teslimiyetlerinin devamlı olmasını istemiş­lerdir.

Burada "İslâm" imanı ve amelleri birlikte kapsar. Yüce Allah'ın: "Şüphe­siz Allah katında din İslâm'dır." (Âli İmran, 3/19) buyruğu da bu anlamda­dır. Bu buyruk, iman ve İslâm aynı şeylerdir, diyenlerin lehine bir delildir. Onlar bu görüşlerini bir başka âyet-i kerimede yer alan yüce Allah'ın şu buy­ruğu ile de desteklemek istemişlerdir: "Derken orada mü'minlerden olanla­rı çıkardık, fakat orada müslümanlardan bir ev halkından başka bulma­dık." (ez-Zâriyât, 51/35-36)

İbn Abbas ile Avf el-A'rabî "ikimizi de Sana teslim olmuşlar kıl" anla-mındaki kelimesini "sana teslim olmuş kimseler kıl" anlamında ço­ğul olarak şeklinde okumuşlardır.

"Soyumuzdan da Sana teslim olmuş bir ümmet" kıl. Denildiğine göre; bütün peygamberler sadece kendilerine ve kendi ümmetlerine dua ettikle­ri halde istisna olarak İbrahim (a.s) kendisine ve ümmetine dua etmekle bir­likte bizim bu ümmetimize de dua etmiştir.

"Soyumuzdan" ifadesinin anlamı yani onların bir kısmı da sana teslim olan bir ümmet olsun, demektir. Çünkü yüce Allah daha önceden ona soyundan gelecekler arasında zalimlerin bulunacağını da bildirmiş idi.

Taberî'nin naklettiğine göre o: "Soyumuzdan" ifadesi ile özel olarak sa­dece Arapları kastetmiştir. es-Süheylî der ki: İkisinin soyundan gelenler ise Araplardır. Çünkü Araplar İsmail'in oğlu Nebt'in soyundan gelirler veya İsmail'in oğlu Teymen'in çocuklarıdırlar. İsmail'in oğlu Nebt'den, Nebt'in de oğlu Kayder'den gelmektedirler, de denilmektedir. Adnanîler Nebt'in soyun­dan gelirler. Kahtanîler İsmail'in oğlu Nebt'in oğlu Kaydar'dan ya da Tey-men'den gelirler.

İbn Atiyye: Bu zayıf bir görüştür, demektedir. Çünkü Hz. İbrahim'in yap­tığı bu dua hem araplar hakkında hem de onların dışında iman eden kimse­ler hakkında tecelli edip kabul edilmiştir.

Ümmet: Burada cemaat anlamındadır. Eğer hayırlı hususlarda kendisine uyulan bir kimse ise, tek kişi dahi ümmet olabilir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu bunu ifade etmektedir: "Gerçekten İbrahim (başlıbaşına) bir üm­metti. Allah'a itaat eden Hanifbir müslümandı." (en-Nahl, 16/120) Peygam­ber (s.a) de Zeyd b. Amr b. Nufeyl hakkında: "O tek başına bir ümmet ola­rak diriltilecektir" diye buyurmuştur. [288] Çünkü Zeyd b. Amr b. Nufeyl, dinin­de Allah'tan başkasını ortak koşmamıştı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ümmet kelimesi bazan başka bir anlamda da kullanılabilir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Biz babalarımızı bir ümmet üzere bulduk." (ez-Zuhruf, 43/22); yani bir din ve bir millet (şeriat) üzere bulduk. "Bu sizin üm­metiniz tek bir ümmettir." (el-Enbiya, 21/92) buyruğundaki "ümmet" de bu anlamdadır.

Ümmet aynı zamanda "süre ve zaman" anlamlarına da kullanılmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Ve bir ümmetten sonra hatırladı." (Yusuf, 12/45); bir süre sonra hatır­ladı demektir.

"Zeyd'in annesidir" anlamında "bu, Zeyd'in ümmetidir" de denilir.

Ümmet aynı şekilde boy, pos anlamına gelir. Filanın ümmeti güzeldir, de­mek boyu poşu-güzeldir demektir. Şair der ki:

"Şüphesiz ki Muaviye (oğullan) en kerim olanlardır Yüzleri güzel, ümmetleri (boyları) uzundur."

Aynı kökten gelen "el-âmme" beyni örten zara kadar ulaşan kafadaki ya­ra demektir. Bu şekilde yaralanmış kimseye me'mûm veya emîm denilir.

"Bize menâsikimlzi göster." Buradaki "göster" dileği gözün görmesiyle ilgilidir. O bakımdan iki mef'ul alan geçişli fiil olmuştur. Kalbin görmesi ile ilgili olduğu da söylenmiştir. Ancak bu görüşü savunan kimseye karşı delil olarak kalbin görmesiyle ilgili fiilin üç tane mef'ul alması gerektiği söyleni­lir. İbn Atiyye der ki: Kalbin görmesi ile ilgili olarak kullanılan "gösterme" fiilinin başına hemze gelip o şekilde kullanılmış ise iki mePule geçiş yapmak­la yetinilir. el-Esved b. Ya'fur'un kardeşi olan Hutâit b. Yafur der ki:

"Sen bana zayıf düşerek ölen cömert birisini göster. Çünkü ben de

Senin gördüğünü görüyorum. Ya da cimri bir kimsenin ebedî kaldığını (göster)."

Ömer b. Abdülaziz, Katade, İbn Kesir, İbn Muhaysin, es-Süddî ve Ya'kub'dan rivayetle Ravh ile Ruveys ve es-Sûsî "bize göster" anlamına ge­len kelimesini Kur'ân'da geçtiği her yerde ra harfini sakin olarak şeklinde okumuşlardır.

Ebû Hatim bu okuyuşu tercih etmiştir. Ebu Amr ise ra harfinin esresini giz­lice çıkartarak (ihtilas) okur. Diğerleri ise bu harfin esresini açıkça okurlar. Ebû Ubeyd de bunu tercih etmiştir.

Bu kelimenin aslı hemze ile şeklindedir. Birinci şekilde okuyanlar şu açıklamayı yapıyorlar: Aradaki hemze harekesiyle birlikte gidince geriye ra harfi olduğu gibi sakin olarak kalır. Bunlar şairin şu sözlerini de delil gös­terirler:

"Abdullah'ın ibriğini bize göster de onu Zemzem suyuyla dolduralım Çünkü adamlar susamış bulunuyorlar."

"Ra" harfini esre ile okuyanlar da hazfedilen hemzenin harekesini ra'ya naklederler. Ebu Amr ise (ihtilas yaparak) daha kolay ve hafif okuyuşu ter­cih etmiştir. Suca b. Ebi Nasr -ki güvenilir ve doğru sözlü birisi idi-dan ge­len rivayete göre o Rasûlullah (s.a)'ı rüyasında görmüş, Ebu Amr'ın kıraatin­den bazı hususlan onunla müzakere etmiş, Hz. Peygamber onun okuyuşun­dan sadece iki yeri düzeltmiş, birisi bu buyruk, diğeri ise: "Biz ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiçbir âyeti neshetmeyiz veya unutturmayız" (el-Bakara 2/106) buyruğundaki kelimesini hemzeli olarak okumasını düzeltmiştir. [289]

 

Menâsik:

 

Yüce Allah'ın: "Ve bize menâsikimizi göster" buyruğuna gelince, denil­diğine göre "misk" sözlükte yıkamak anlamındadır. Elbisesini yıkayan bir kim­se hakkında bu kelime kullanılır. Şeriatte ise ibadetin adıdır. Abid olan bir kimse hakkında "nâsik adam" denilir.

Burada geçen "menâsik" kelimesiyle ne kastedildiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Katade ve es-Süddî'nin dediğine göre bu­rada kastedilen şey, haccın menâsiki ve alametleridir. Mücahid, Ata ve İbn Cüreyc'e göre menâsik kurban kesme yerleri anlamındadır. Bütün ibadet yer­leri olduğu ve kendisi ile yüce Allah'a ibadet olunan her yere "mensek" ve "mensik" denildiği de söylenmiştir. Abid kimseye nâsik denilir. en-Nehhâs der ki: Bu fiil "neseke-yensuku" şeklinde geldiğinden (mensek-menâsik'in teki­li- yerine) "mensuk" denilmeliydi. Ancak Arap dilinde "mef ul" vezninde ke­lime yoktur. (Bundan dolayı "mersek" denilmiştir).

Züheyr b. Muhammed'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: İbrahim (a.s) Beytullah'ı inşa işini bitirince: Rabbim ben inşa işini bitirdim. Artık bi­ze menâsikimizi göster, dedi. Yüce Allah, ona Hz. Cebrail'i gönderdi ve Hz.Cebrail ona hac yaptırdı. Arafat'tan dönüp de kurban bayramı günü gel­diğinde İblis ona göründü. Hz. Cebrail ona: İblis'e ufak taşlar at, dedi. Ona yedi tane küçük taş attı. Ertesi gün ve üçüncü gün de böyle oldu. Daha son­ra Hz. İbrahim Sebîr (Mekke ile Mina arasında Mekke'ye giderken sağda ka­lan bir dağ) üzerine çıkarak: Ey Allah'ın kullan daveti kabul ediniz diye ses­lendi. Denizler ötesinde kalbinde zerre ağırlığı kadar iman bulunan herkes onun bu çağrısını işitti ve: Lebbeyk Allahumme lebbeyk, dedi.

Züheyr der ki: (O günden bu yana) hep yeryüzünde en az yedi müslüman ve daha fazla müslüman bulunagelmiştir. Bu olmasa yer ve onun üzerinde­kiler helak edilir. Onun çağrısını ilk kabul edenler ise Yemenliler olmuştur. Ebu Miclez'den ise şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. İbrahim Beytullah'ın inşasını bitirince Hz. Cebrail ona gelip Beytullah etrafında tavaf etmeyi gös­terdi.

Ebu Miclez'den rivayette bulunan kişi zannederim Safa ile Merve arasın­daki tavafı da öğretti demişti.- Sonra oradan Akabe'ye doğru gittiler. Şeytan karşılarına çıktı. Cebrail yedi küçük çakıl taşı aldı, Hz. İbrihim'e de o şekil­de yedi taş verdi. Tekbir getirerek şeytana attı. İbrahim'e de: Sen de tekbir getirerek at, dedi. Her bir seferinde de tekbir getirerek taş attılar ve nihayet şeytan kaybolup gitti. Arkasından orta cemreye gittiler. Yine şeytan karşıla­rına çıktı. Hz. Cebrail yedi taş aldı, Hz.İbrahim'e de yedi taş verdi ve: Tek­bir getirerek at dedi. Her atışlarında tekbir getiriyorlardı. Nihayet şeytan kay­bolup gitti. Ondan sonra küçük cemreye geldiler. Yine şeytan karşılanna çık­tı. Hz. Cebrail aynı şekilde yedi taş attı, Hz. İbrahim'e de yedi taş verdi ve: Tekbir getirerek at dedi. Attıkları her seferinde tekbir getirerek taş attılar, so­nunda şeytan kaybolup gitti. Arkasından Cem'a (Müzdelifeye) Hz.İbrahim'i getirerek işte insanlar (hacılar) burada namazlarını cem'ederler. Sonra onu alıp Arafat'a gitti, ona: Arefte (bildin mi?) deyince Hz. İbrahim de: Evet de­di. İşte bundan dolayı oraya Arafat adı verilmiştir.

Rivayet edildiğine göre Hz. Cebrail Hz. İbrahim'e arefte, arefte, arefte di­ye sormuş. Yani bu Minâ'yı, Cem'i ve burayı bildin mi diye sormuş, o da: Evet deyince o yere "Arafat" adı verildi.

Husayf b. Abdurrahman'dan gelen rivayete göre Mücahid kendisine şun­ları söylemiş: İbrahim (a.s): "Ve bize menâsikimizi göster" dediğinde yani Safa ile Merve'yi göster, demiştir. Çünkü Safa ile Merve Kur'an nassıyla Al­lah'ın şeairindendir. Daha sonra Hz. Cebrail onunla birlikte çıktı. Akabe cemresine vardıklarında İblis'in orada oturduğunu gördüler. Hz.Cebrail: Tekbir getirerek ona taş at, dedi. Bu sefer İblis orta cemreye gitti. Yine Hz. Cebra­il: Tekbir getirerek ona taş at dedi. Daha sonra uzak cemrede (küçük cem­rede) de aynı şekilde oldu. Ondan sonra Hz. Cebrail Hz. İbrahim'i Meş'ar-i Haram'a getirdi. Oradan da Arafat'a götürerek ona: Sana gösterdiklerimi bil­din mi (arafte)? diye sordu. Hz. İbrahim de: Evet dedi. İşte denildiğine gö­re buraya bundan dolayı "Arafat" denilmiştir. Hz. Cebrail ona: İnsanlar ara­sında hac çağrısını yap, deyince Hz. İbrahim: Ne diyeyim diye sormuş o da: Ey insanlar, Rabbinizin çağrısına cevap verin, sözünü üç defa tekrarla, de­di. Hz.İbrahim bunu yaptı ve (insanlar): Lebbeyk Allahumme lebbeyk, diye cevap verdiler. O gün bu şekilde cevap veren her kişi hacı olacaktır.

Bir diğer rivayete göre Hz. İbrahim bu şekilde seslenince dönerek her ta­rafa çağırışını yaptı. O bakımdan insanlar doğudan batıdan bu çağırıya ce­vap verdi. Dağlar da sesi uzaklara gitsin diye eğiliverdiler.

Muhammed b. İshak der ki: Halilu'r-Rahman İbrahim (Allah'ın salât ve se­lamı üzerine olsun) Beytullah'ın inşasını bitirince Cebrail (a.s) yanına gelip ona şöyle dedi: Beyt'in etrafına yedi defa dolaşıp tavaf yap. Hz. İbrahim Hz. İsmail ile birlikte yedi defa dolaşıp tavaf ettiler. Her bir tavaflarında bütün rükünleri istilam ediyorlardı (selam veriyorlardı). Yedi defa dönüşlerini bi­tirince Makamın arkasında iki rek'at namaz kıldılar. Daha sonra Hz. Cebra­il kalkıp ona bütün menâsiki Safa'yı Merve'yi, Mina'yı ve Müzdelife'yi gös­terdi. Mina'ya gidip Akabe'den aşağıya doğru inince İblis ona göründü., de­di ve az önce kaydedilen rivayetlerin benzerini zikretti.

İbn İshak der ki: Bana ulaştığına göre Adem (a.s) İbrahim (a.s)'den ön­ce Ka'be'nin bütün rükünlerini istilam ediyordu. Yine İbn İshak der ki: İshak ve Sare de Şam bölgesinden gelerek haccettiler. İbrahim (a.s) her yıl burak üzerinde gelip Beytullah'ı haccediyordu. Bundan sonra da peygamberler ve ümmetler orayı haccetti.

Muhammed b. Sâbat Peygamber (s.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Herhangi bir peygamberin ümmeti helak oldu mu o peygamber kendi­sine iman edenlerle birlikte Mekke'ye gelip vefat edinceye kadar orada ka­lırdı. Orada Nuh, Hud ve Salih vefat etmişlerdir. Kabirleri ise Zemzem ite Hicr arasındadır.

İbn Vehb'in naklettiğine göre Hz. Şuayb kendisiyle birlikte iman edenler­le beraber Mekke'de vefat etmiştir. Kabirleri Daru'n-Nedve ile Sehmoğulla-rının yerleri arasında Mekke'nin batı tarafındadır.

İbn Abbas der ki: Mescid-i Haram'da yalnızca iki kabir vardır. Başka ka­bir yoktur. Bunlar Hz. İsmail'in kabriyle Hz. Şuayb'ın kabridir. Hz.İsmailin kabri Hicrdedir. Hz. Şuayb'ın kabri ise Hacer-i Esved'in karşısındadır.

Abdullah b. Damra es-Selulî de der ki: Rükün, Makam ve Zemzeme ka­dar olan yer arasında doksandokuz tane peygamberin kabri vardır. Bunlar haccetmek üzere geldiler ve orada gömüldüler. Allah'ın salât ve selamı hep­sinin üzerine olsun.

"Tevbelerimizi kabul et." Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in günahtan korun­muş masum peygamberler olmakla birlikte "tevbelerimizi kabul et" deme­lerinin anlamı ile ilgili farklı açıklamalar yapılmıştır. Bir kesim: Onlar herhan­gi bir günahları olduğundan dolayı değil, İslâm üzere sebat ve devam tale­binde bulundular demektedir.

Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Ondan da daha güzel olan açıklama ise şudur: Onlar menâsiki öğrenip Beytullah'ın inşasını gerçekleştirince in­sanlara da bu vakfe yeri ile bu hac yerlerinin günahlardan kurtulup tevbe kabulünü istemek makamları olduğunu açıklayıp öğretmek istediler.

Aramızdan zalimlik edecek kimselerin tevbesini kabul et, anlamına gel­diği de söylenmiştir. Hz.Adem kıssasında peygamberlerin masumiyeti ile il­gili açıklamalar (el-Bakara, 2/35. âyet 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yi­ne yüce Allah'ın "şüphesiz tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla esir­geyen Sensin" buyruğuna dair açıklamalar da (el-Bakara, 2/37. âyet 5. baş­lık) önceden geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamaya gerek yoktur. [290]

 

129. "Rabbimİz, onların arasında onlardan bir peygamber gönder ki onlara âyetlerini okusun. Onlara Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları tezkiye etsin, şüphesiz Sen aziz olansın, hakim olansın."

 

"Rabbimiz, onların arasında onlardan bir peygamber^ yani Muhammed (s.a)'ı" gönder." Ubeyy'in kıraatinde: Ahh Onlardan onların sonlarında bir peygamber gönder" şeklindedir. Halid b. Ma'dan'ın ri­vayetine göre Peygamber (s.a)'ın ashabından bir grup ona şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü, bize kendine dair birşeyler söyle. Hz. Peygamber şöyle bu­yurdu: "Olur, ben atam İbrahim'in duası ve İsa'nın müjdesiyim." [291]

"Bir Rasûl (peygamber)" yani gönderilmiş bir peygamber, risalet sahibi kılınmış bir peygamber gönder, demektir. İbnu'l Enbarî der ki: Bu rasûl ke­limesinin kolaylıkla yürüyen ve bütün dişi develerin önünden giden deve­ler hakkında kullanılan dan gelmiş olması uygun görül­mektedir. İhmal edilmiş, serbest bırakılmış topluluğa "resel" denir, çoğulu "er-sâl" gelir. Ardı arkasına peyder pey gelen topluluk hakkında ve memeden gel­diğinden dolayı süte de bu kökten türeyen tabirler kullanılmaktadır.

"Ki onlara âyetlerini okusun, onlara Kitab'ı" Kuranı "ve hikmeti öğ­retsin." İbn Vehb'in İmam Malik'ten rivayetine göre o, hikmeti dini bilmek, Kur'an'ı te'vil etmek hususunda derin bilgi sahibi olmak, yüce Allah'tan bir seciye ve bir nur olan kavrayış şeklinde açıklamıştır. İbn Zeyd de böyle açık­lamıştır.

Katade de der ki: Hikmet sünnet ve şeriatin beyan edilmesi demektir. Özel olarak hüküm (taraflar arasında hükmetmek) ve kaza anlamına geldiği de söy­lenmiştir. Bu manalar birbirine yakındır.

Burada öğretmenin Peygamber (s.a)'a nisbet edilmesi, üzerinde düşünü­lecek hususları onun vermesi ve yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu va­hiy dolayısıyla tetkik edip düşünme yolunu öğretmesi dolayısıyladır.

"Onları tezkiye etsin." Şirkin pisliklerinden arındırsın. İbn Cüreyc ve baş­kaları böyle açıklamışlardır.

(Tezkiye'den gelen) zekât: Arındırmak ve temizlemek demektir ki buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/43. âyet 2 ve 3- başlıklar) geç­miş bulunmaktadır. Buradan öğretilmesi istenenler ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Âyetler lafızların zahiren tilavet edilmesi, Kitap lafızların anlam­ları, hikmet ise hükümdür. Hüküm ise yüce Allah'ın hitabı ile murad ettiği mutlak, mukayyed, müfesser, mücmel, umum, husus gibi bütün hükümler­dir.

Bu da az önce geçen hususların anlamını ifade eder. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

"Aziz" kendisine zarar verilemeyen ve asla mağlup olunamayan güçlü de­mektir. İbn Keysan der ki: Anlamı hiçbir şeyin onu aciz bırakmamasıdır. Bu-nun'delili de Allah'ın şu buyruğudur: "Ne göklerde ne de yerde hiçbir şey Al­lah'ı aciz bırakacak değildir." (Fatır, 35/44) el-Kisaî de "aziz" mutlak galip olan demektir.

Şanı yüce Allah'ın: "Ve o söz söylemede de beni yenik düşürdü. (Azzenî)" (Sad, 38/23) buyruğu da buradan gelmektedir.

"Men azze bezze": Galip gelen talan yapar, şeklindeki mesel de buradan gelmektedir.

Aziz'in benzersiz olması anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu da yüce Allah'ın şu buyruğu açıklamaktadır: "Onun gibi hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11)

Yüce Allah'ın "el-Aziz" adı ile ilgili daha geniş açıklamalarınızı "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde vermiş bulunuyoruz.

"Hakîm" buyruğunun anlamına dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. [292]

 

130. Nefsini sefahate bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüzçevirebilir? Andolsun ki Biz onu dünyada beğenip seçmi-şizdir. O şüphe yok ki âhirette de muhakkak salihlerdendir.

 

"Nefsini sefahate bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüzçevi­rebilir?" Kim* mübtedâ olarak ref mahallinde olup, soru edatıdır. Yüzçevirir" ifadesi de sılasıdır. Nefsini sefaha­te bırakandan başkası..." buyruğu da haber mahallindedir.

Bu reddetmek anlamını ihtiva eden bir azar ve ağır bir serzeniştir. Yani nef­sini sefahate bırakandan başkası İbrahim'in dininden yüzçevirmez demek­tir. Bu açıklamayı en-Nehhas yapmıştır. Anlamı şudur: İbrahim'in dinine al­dırış etmeyip onun milletinden, yani din ve şeriatinden uzak duranlar, ancak kendisini sefahate kaptıran kimseler olabilir.

"Nefsini sefahate bırakan" ile kastedilen Katade'ye göre yahudiler ve hı-ristiyanlardır. Onlar Hz. İbrahim'in din ve şeriatinden yüzçevirip Allah'tan gel­memiş bir bid'at olarak yahudiliği ve hıristiyanlığı din diye kabul ettiler.

ez-Zeccâc der ki: "Sefahate bırakan" bilmeyen cahil demektir. Yani nef­sinin durumunu bilmeyip onun hakkında hiçbir şekilde düşünmeyen kimse­den başkası İbrahim'in dininden yüzçevirmez. Ebu Ubeyde de nefsini sefa­hate bırakmanın nefsini helak etmesi demek olduğunu söylemiştir. Sa'leb ile el-Müberred'in naklettiklerine göre Sefahat etti, fiili fâ harfi esreli ola­rak, tıpkı fâ harfinin üstün ve şeddeli gelmesi halinde olduğu gibi, iki mef ûl alır. Ebu'l-Hattab ile Yunus'tan da bunun (aynı anlamı veren) bir başka söy­leyiş şekli olduğunu da nakletmektedir.

el-Ahfeş der ki: "Nefsini sefahate bırakan" yani kendisi hakkında yap­tıkları sebebiyle "sefih" olmasını gerektiren işler yapan kimse demektir. Bu açıklamayı el-Ahfeş'ten el-Maverdî nakletmektedir. Bu fiil, fâ harfi ötreli okunursa, mef ul olmaz. Bu, el-Müberred ile Sa'leb'in görüşüdür.

el-Mehdevi'nin nakline göre ise bu, kendisini sefahate kaptıran anla­mındadır. el-Kisaî'nin el-Ahfeş'ten naklettiğine göre; anlamı kendisi hakkın­da cahillik eden demektir. Burada "hakkında" anlamını veren edatı haz-fedildiğinden "nefsi" kelimesi nasb olmuştur. el-Ahfeş der ki: "Nikâh akdi­ni bağlamaya..." (el-Bakara, 2/235) buyruğunda da böyledir. Burada da cer edatı hazf edilmiştir. Bu açıklama Sibeveyh'in Arapların kullan­dıklarını naklettiği; Filân sırtı ve karnı dövdü, şeklindeki ifadeye benzemekte olup burada da takdir edilir.

el-Ferrâ ise, burada bu kelimenin (ve benzerlerinin) temyiz olduğunu ka­bul etmektedir.

İbn Bahr da der ki: Bunun anlamı nefsini, nefsinde bulunan ve hiçbir ben­zeri olmayan yaratıcının varlığına delalet eden belge ve delaletleri bilmeyen kimse demektir. O nefsini ve ondaki delaletleri bilecek olsa yüce Allah'ın vah­daniyetini ve kudretini de bilebilirdi.

Derim ki: Bu, ez-Zeccâc'ın açıklamasının anlamını ifade eder. Kişi kendi nefsinde düşünerek onlar vasıtasıyla yakaladığı elleri, üzerlerinde yürüdü­ğü ayakları, kendisiyle gördüğü gözü, işittiği kulağı, konuştuğu dili, süt emmeye ihtiyacı kalmayıp da gıda maddeleri alma ihtiyacı ortaya çıktığında çıkan ve yemekleri öğütmeye yarayan dişleri, gıdayı hazmetmek için hazır­lanmış midesi, gıdaların özlerinin çıkıp vardığı yer olan ciğeri, bu özlerin aza ve organlara kendileri vasıtasıyla ulaşıp gittiği damadan, geçitleri, gıdanın po­sasının biriktiği bağırsakları, bedenin alt tarafından artıkları atması üzerinde düşünüp bütün bunları kendisini yaratan, kudreti sonsuz, herşeyi bilen, hikmeti sonsuz yaratıcısının varlığına delil diye görsün. Yüce Allah'ın: "Ken­di nefislerinizde de (nice belgeler vardır). Görmez misiniz?" (ez-Zâriyât, 51/21) buyruğunun anlamı da işte budur. el-Hattabî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu hususa işaret etmiştir. Buna dair daha geniş açıklamalar ile­ride (Zariyat Sûresi'nde işaret edilen âyet-i kerime açıklanırken) yüce Allah'ın izniyle gelecektir.

İbrahim'in şeriatı ondan neshedilen hükümler dışında bizim için de şeri-attir, diyenler bu âyet-i kerimeyi delil göstermişlerdir. Bu da yüce Allah'ın: "Babanız İbrahim'in milletine (din ve şeriatine uyun)." (el-Hacc, 22/78) buy­ruğu ile: "İbrahim'in dinine tabi ol, diye" (en-Nahl, 16/123) buyruklarını an­dırmaktadır, ki ileride buna dair açıklamalar gelecektir.

"Andolsun ki Biz onu dünyada beğenip seçmiştedir." Risalet için onu seç­tik ve her türlü kötülükten onu arındırdık.

"Istıfâ (beğenip seçmek)" safvet'den türetilmiş bir kelime olup en arı ve temiz olanı seçmek, daha hayırlı olanı beğenmek anlamına gelir.

"O şüphe yok ki âhirette de muhakkak salihlerdendir." Ahrette salih olan fevz bulan yani umduklarını elde eden ve korktuklarından emin olan kim­sedir.

"Şüphe yok ki âhirette" buyruğu, sıla'ya dahil olduğu için sonradan gelmesi gerektiği halde (âyet-i kerimede) nasıl önce gelmiştir? sorusuna en-Nehhâs şu cevabı vermektedir: Bu buyruğun anlamı "o âhirette salihler­dendir" takdirinde ve sıla'ya dahil değildir ki bunun önce getirilmiş olması sözkonusu olsun. Bu hususta arap dil bilginlerinin üç ayrı görüşü vardır: Bun­lardan birisine göre bunun anlamı: O âhirette salih bir kimsedir, şeklindedir. Bir diğer görüşe göre de burada geçen "âhirette" tabiri hazfedilmiş bir masdar ile alakalıdır, yani onun salahı ahirettedir. Yani asıl güzel mükâfatını ahi-rette görecektir. Üçüncü görüşe göre ise burada geçen "salihler"in anlamı sa-lih davrananlar şeklinde değildir. Bizatihi başlıbaşına bir isimdir. Adam ve ço­cuk demek gibi.

Derim ki: Bu hususta dördüncü bir görüş daha vardır. O, ahiret ile ilgili ameller hususunda salih kimselerdendir, anlamındadır. Buna göre ifadede mu-zaf hazfedilmiş bulunmaktadır. el-Huseyn b. el-Fadl da der ki: Bu ifadede tak­dim ve te'hir vardır. Bunun ifade ettiği anlam şudur: Biz andolsun ki dünya­da da âhirette de onu seçip beğendik. O, hiç şüphesiz salih kimseler arasın­dadır.

Haccac b. Haccac -ki o Haccac el-Esved'dir, aynı zamanda Zik el-Asel di­ye bilinen Haccac el-Ahvel de odur- der ki: Muaviye b. Kurra'yı Şöyle der­ken dinledim: Allah'ım, şüphe yok ki salihleri ıslah eden Sensin. Onlara ita­atine uygun olan ameller işlemeyi Sen nasibettin ve bunun sonucunda da on­lardan razı oldun. Allah'ım onları nasıl ıslah ettiysen bizleri de ıslah eyle. İta­atine uygun amel etmeyi onlara nasıl nasib edip de onlardan razı olduysan, bize de Sana itaat ile amel etmeyi nasibeyle ve bizden razı ol! [293]

 

131. Rabbi ona: "Teslim ol" dediği zaman o da: "Âlemlerin Rabbi-ne teslim oldum" demişti.

 

İslâm ve İman

 

Yani Rabbi ona "teslim ol" dediğinde biz onu beğenip seçmiş idik. Bu buy­ruğu ona yüce Allah yıldız, ay ve güneş ile sınadığı zaman söylemişti.

İbn Keysan ve el-Kelbî der ki: "Teslim ol" buyruğunun anlamı dinini tev-hid ile Allah'a halis kıl, demektir. İtaatle boyun eğ ve korkarak ona itaat et, anlamına geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas da der ki: Rabbi ona bu sözü (ba­basının kendisini saklamış olduğu) yerin altında gizli bulunan bölmeden çık­tığı vakit söylemiştir. -İleride En'am Sûresi'nde (el-En'am, 6/75) gelecektir.-Burada teslim olmak ise en geniş ve eksiksiz anlamıyla kullanılmıştır.

Arap dilinde İslâm (teslim olmak): Kendisine teslim olunan kimseye tam bir itaat ve boyun eğmek demektir. Her İslâm, iman değildir, fakat her iman İslâmdır. Çünkü Allah'a iman eden bir kimse O'na teslim olmuş ve itaat edip bağlanmış olur. Şu kadar var ki teslim olan herkes Allah'a iman etmiş olmaz. Çünkü kılıçtan korktuğu için de (müslüman olmasını gerektiren) sözler söy­leyebilir ve bu iman olmaz.

Bu konuda Kaderiyye ve Haricîler farklı düşünürler ve şöyle derler: İslâm imanın kendisidir. Her mü'min müslümandır, her müslüman mü'mindir. Çünkü yüce Allah: "Muhakkak Allah katında din İslâm'dır" (Ali İmran, 3/19) diye buyurmaktadır. İşte bu da İslâm'ın dinin kendisi olduğunu ve Müslüman olmayanın da mü'min olmayacağını göstermektedir.

Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Bedevî Araplar: îman ettik, dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat teslim olduk, deyiniz." (el-Hucurat, 49/14) Burada yüce Allah İslâm'a giren herkesin mü'min olmadığı­nı bize bildirmektedir. Bu da Müslüman olan herkesin mü'min olmayacağı­nı göstermektedir. Sa'd b. Ebi Vakkas, Hz. Peygamber'e: Filana da (bir şeyler) ver, çünkü o mü'mindir, deyince Hz. Peygamber: "Veya Müslüman dır (de.)" diye cevap verir. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[294]

Bu da imanın İslâm olmadığının delilidir. Çünkü iman bâtındır (içte giz­lidir), İslâm ise zahirdir. Bu da açıkça görülen bir husustur.

Kimi zaman iman İslâm anlamında kullanılır, İslâm da iman kastedilerek kullanılabilir. Çünkü bunlar birbirlerinden ayrılmaz ve biri ötekinden sadır olur. Nitekim imanın meyvesi ve imanın sıhhatinin delaleti olan İslâm böy­ledir, bu nokta iyice bilinmelidir. Başarı Allah'tandır. [295]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/202.

[2] Benzer hadisler için bk. Bu hart, Nikâh 1; Müslim, Nikâh 5; Nesat, Nikâh 4 v.s...

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/203-204.

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/205-206.

[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/206.

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/206-207.

[6] Buhârl, Salât 42, Cihâd 172, Cizye 4.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/207-208.

[8] Bk. el-Bakara, 2/29. âyet, onuncu başlık.

[9] Bk. et-Tevbe, 9/71. âyetin tefsiri

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/208-209.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/209.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/209.

[12] Buhârî, Teheccüd 12; Müslim, Musâfirîn 207; İbn Mâce, İkâme 174.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/210.

[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/211.

[15] Müslim, Cihâd 58; Müsned, I, 31, 32

[16] Buhârî, Tefsir 33. sûre 7, Nikâh 29; Müslim, Radâ' 49-50; İbn Mâce, Nikâh 57; Müsned, VI, 134, 158, 261.

[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/211-212.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/212-213.

[19] Yakın manada bir hadis için bk. Tirmizî, Cihâd 24.

[20] Nesaî, Cihâd 43. Ancak Ebû Said el-Hudrî'den değil, Sa'd b. Ebî Vakkas'tan.

[21] Nesâî, Cihâd 43; Tirmizî, Cihâd 24; Müsned, V, 198. Ayrıca bk. Buhârî, Cihâd, 76; Ebû Dâvûd, Cihâd 70.

[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/214-215.

[23] Burada "ni'me" ve "bi'se" fiilleriyle ilgili sarf-nahvî açıklamalar gerekli görülmediğin­den tercüme edilmemiş, âyetin anlamına dair açıklamaların tercümesi ile yetinilmiştirni yüce Allah peygamberine lütfunu indirdiği için kıskanıp "Allah'ın indir­diğini inkâr etmek karşılığında nefislerini satmaları ne kötüdür!"

[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/215-216.

[25] Müslim, tman 329.

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/217-218.

[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/218-219.

[28] Müslim, İman 231; Müsned, V, 386, 405

[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/219-221.

[30] Müsned, I, 248

[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/221-223.

[32] Bu görüşe göre âyetin meali şöyle olur: "Andolsun ki sen onları insanlar arasında ha­yata en tutkun kimseler bulursun. Müşriklerden olan her bir kimse de kendisine bin yıl ömür verilsin ister..."

[33] Bu lafızlarla ve Ebû Hureyre'den: Nesaî, Siyam 44; İbn Mâce, Siyam 34; '"zehzeha" ye­rine aynı anlamda: "bâade" lafzı ile ve Ebû Said el-Hudrî'den: Müslim Siyam, 167-168; Dârimî, Cihâd 10 ile Nesaî ve İbn Mâce, aynı yerler.

[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/223-226.

[35] Müsned.l, 274

[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/226.

[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/227.

[38] "Kur'ân'da Arapça Olmayan Kelimeler Var mıdır?" başlığı altında rivayetle Hafs'ın rivayetidir. İbn Kesir'den üç şekilde rivayet edilmiştir. Ka'b b. Mâlik der ki:

"Bedir günü sizinle yardımcı güçlerimiz ile birlikte karşılaştık O günde, zaferle birlikte; Mîkâl ve Cibril de vardı."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Haç'a ibadet ettiler, Muhammed'i de yalanladılar Cebrail'i de Mîkâl'ı da yalanladılar."

[39] Nesaî, İstiâze, 56.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/227-230.

[40] Taberî, Beyrut, 1408/1988,1, 441; el-Vâhîdî, Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut, 1411/1991, s. 34.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/230.

[41] Yani dövemeyeceksin, Allah beni senden koruyacaktır, anlamında olur.

[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/230-232.

[43] Biz Muhammed Ümmeti'nin de uzun bir zamandan beri Kur'ân'a karşı takındığımız ve gösterişten öteye gitmeyen bu sözde saygıyı bırakıp, Kur'ân-ı Kerim'i arkamıza attığı­mız bir kitap olmaktan çıkartıp gerçek konumu olan "yol göstericilik" mevkiine tekrar getirmemiz imani bir sorumluluğumuzdur.

[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/232-233.

[45] Buna göre âyetin meali: Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uyup gittiler ve bunu sürdürdüler, şeklinde olur. Yani müfessir demek istiyor ki: Fiil muza-ri olmakla birlikte mazi anlamını ihtiva etmektedir.

[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/234-235.

[47] Meal ikinci ihtimale göre yapılmıştır. Hnl olma ihtimaline göre meal şöyle olur: "Fakat şeytanlar sihri öğreterek kâfir oldular."

[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/235-236.

[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/236-237.

[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/237-238.

[51] Buhârî, Nikah 47; Müslim, Cumua 47; Ebû Dâvûd, Edeb 86, 87; Tirmizî, Birr 79; Muvatta', Kelam 7; Dârimi, Salât 199; Müsned, II, 269...

[52] Buhârî, Şehadât 27, Hıyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye 4; Ebû Dâvûd, Akdiye 7, Edeb, 87; Tirmizî Ahkâm 11, 18; Nesaî, Kudât 12, 33; İbn Mâce, Ahkâm 5...

[53] Tirmizî, Birr, 71; Müsned, II, 369, IV, 193-194.

[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/238.

[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/238-239.

[56] Buhârî, Bed'u'1-halk 11, Tıb 47, 49, 50, Edeb 56, Deavât 57; Müslim, Selâm 43; İbn Mâ-ee, Tıb 45; Müsned, VI, 57, 63.

[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/239-240.

[58] Sözü geçen bu Cündeb'in böyle bir sihirbazı öldürdüğü rivayet edilmektedir. (İzzud-din İbnu'1-Esîr, Üsdu'l-Ğabe, I, 361; İbn Hacer Takrib, I, 135). Ancak İbnu'1-Esîr, sihir­bazı öldürdükten sonra; Hz. Peygamber'den: "Sihirbazın haddi (cezası) bir kılıç darbesidir" hadisini naklettiğini belirtmektedir. Bu hadisi Tirmizî, Hudûd 27'de Cundeb'den nakletmekte ise de bu hadisin Cundeb'den mevkuf (senedi muttasıl ya da münkati ola­rak sahabeye kadar ulaşan haber) rivayetinin sahih olduğunu belirtmektedir. Hz. Pey-gamber'in söylediği belirtilen hadisin kaynağını ise tesbit edemedik.

[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/240.

[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/241.

[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/241.

[62] Tirmizî, Hudud 27. Ayrıca bk. 8. başlığına dair not.

[63] Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâıne 25, 26; Ebû Dâvûd, Hudud 1; Tirmizî, Hudud 15 v.s.

[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/241-243.

[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/243.

[66] Merhum ınüfessirin işaret ettiği ve Buh&rî, Tıb 49 da yer alan ifade şöyledir: "Katâde dedi ki: Sâid b. el-Müseyyeb'e sordum: Büyülenmiş ya da karısına yaklaşamayan bir kim­senin bu büyüsü çöz(dür)ülebilir. Ya da ona nüşrâ yapılabilir mi? Dedi ki: Bunda bir mah­zur yoktur. Bunu yapanlar bununla islâh (arayı düzeltmek) isterler. Çünkü fayda sağ­layan (sihir) yasaklanmamıştır."

[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/244.

[68] Buharı, Ahkâm 21, Bed'u'1-halk 11, İ'tikâf 11, 12; Müslim, Selâm 23-24; Ebû Dâvûd, Savm 78, Sünnet 17, Edeb 81; İbn Mâce, Siyam 65; Dârimi, Rikaak 66; Müsned, III, 156, 285, 309, VI, 337.

[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/244.

[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/245.

[71] Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3-5; Ebû Dûvûd, Salât 24; Tirmizi, Mevâkît 119, Siyer 5; Nesûî, Gıısl 26; İbn Mâce, Taharet 90 vs...

[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/245-247.

[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/247-248.

[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/248.

[75] Ebû Dâvûd, Edeb 116; Müsned, V, 194, VI, 450.

[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/248-249.

[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/249.

[78] Tercümede kesinti olmaması için, bir sonraki paragraf ile yeri değiştirilmiştir.

[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/249-250.

[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/250-251.

[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/251.

[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/251-252.

[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/253.

[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/253-254.

[85] Bk. en-Nur. 24/4-5 âyetler, 9 ve 10 başlıklar.

[86] Zerâi sözlükte bir şeye götüren yol ve araç anlamındadır.

[87] Bu buyruğun nçıklaması yapıldığında yedinci başlıkta îbn Atiyye'nin: "İşte bu Seddü'z-Zerai'e açık bir misaldir" dediği de geçmişti.

[88] Buhârî, Salât 48, 54, Cenâiz 70, Menâkıbu'l-Ensâr 37; Müslim, Mesâcid 16.

[89] Muvatta', Sefer 85.

[90] Muvatta', Sefer 85.

[91] Buhârî, İman 39, Buyu' 2; Müslim, Müsâkât 107; Ebû Dâvûd, Buyu' 3; Tirmizî, Buyu' 1; Nesaî, Buyu' 2; Kudât 11; îbn Mâce, Fiten 14; Dârimî, Buyu' 1; Müsned, IV, 267, 269-271, 275.

[92] Tirmizî, Kiyâme 19; tbn Mâce, Zühd 24.

[93] Müslim, İman 146; Tirmizî, Birr 6; Müsned, II, 164 (4) Ebû Dâvûd, Buyu' 54; Müsned, II, 42, 84.

[94] Dârakutnt, III, 52

[95] Metinde yer alan "Harire" kelimesi konuya uygun bir anlam taşımadığından, yazma müs-halardan birinde yer aldığı belirtilen "cerîre" kelimesine göre tercüme yapılmıştır.

[96] Malikilerin "Beyu'1-Âcâl: vadeli satışlar" dedikleri bir çeşit 'îne satışıdır. Bk. Dr. Vehbe ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l- İslâmi, IV, 466, 508 vd.

[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/254-257.

[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/257-258.

[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/258.

[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/258.

[101] O takdirde mana: "Ehl-i Kitap'tan olan kâfirler de müşrikler de Rabbinizden üze­rinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler" şeklinde olur.

[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/259.

[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/260.

[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/260.

[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/260-261.

[106] Müslim, Zühd 14; Müsned, IV, 174.

[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/261-262.

[108] Bedâ; Allah Tealn'nın daha sonradan başka bir hükmü uygun bulması üzerine eski hük­mü değiştirmesi demektir. Allah'a böyle bir şeyin nisbeti caiz değildir. (Dr. Subhi es-Sâlih, Mebâhisfî Ulumi'l- Kur'ân, Beyrut, 1974, sh. 271-272)

[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/262-263

[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/263.

[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/263.

[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/264.

[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/264.

[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/264.

[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/264.

[116] Bk. el-Bakara, 2/180. âyet, 21. başlık.

[117] Ebû Dâvûd Buyu', 88; Tirmizl, Vesâyâ 5; İbn Mûce, Vesâyâ 6. Ayrıca bk. Buhârî, Vesâ-yâ 6; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6.

[118] Bu şekilde bir âyetin önce tilavet olunup sonradan nesholunduğuna dair rivayet Ahmed b. Hanbel tarafından, Müsned, I, 47 ve 55'de iki defa, ancak Hz. Ebû Bekir'den değil, Hz. Ömer'den rivayetle kaydedilmektedir. Ebû Hureyre'den Hz. Peygamber'e merfuan rivayet ise: Buh&rî, Ferâiz 29; Müslim, İman 113; Müsned, II, 526'da kaydedilmektedir.

[119] Bk. el-îsra, 17/1. âyet 3- başlık.

[120] Bk. es-Saffat, 3/102-113. âyetler 10. başlık.

[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/265-266.

[122] Müslim, Cenaiz 106.

[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/266-267.

[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/267-268.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/268-269.

[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/269.

[127] Buna göre âyetteki "veliniz yoktur" buyruğunun animin şu olur: Allah'tan başka işleri­nizi çekip çevirecek, düzene koyacak kimseniz yoktur.

[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/270.

[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/271.

[130] Bu kelimeye dair açıklamalar daha önceden 96. ayette geçmiş bulunmaktadır.

[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/272..

[132] Buhârî, İlm 15, Zekât 5, Ahkâm 3, Temenni 5, İ'tisâm 13; Müslim, Müsafirîn 268; İbn Mâce, Zühd 22; Müsned, I, 385, 432, II, 9, 36.

[133] Buhari, İlim 15.

[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/272-273.

[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/273.

[136] Buhârî, Merdn 15; Müslim, Cihad 116.

[137] Nesâî, Vasâyâ 1; Müsned, I, 382.

[138] Buhârî, Rikaak 12.

[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/273-276.

[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/277-278.

[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/278.

[142] el-Ferrâ'dan mekân isimleri arasında istisna olarak "mefil" vezninde gelen kelimele­re dair açıklamaların yer aldığı bir paragraf gereksiz görüldüğünden çevrilmemiştir.

[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/279.

[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/279-280.

[145] lîtus (39-81): Roma imparatoru (79-81). Vespasianus'un oğlu. Babası imparator olun­ca Kudüs'ü kuşatmakla görevlendirildi ve 70'te kenti aldı. (Büyük Larousse) Ve tahrip etti. (el-Müncid, el-A'lâm, 2. baskı, s. 411)

[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/280.

[147] Yalnız farz hac için ve fitne olmaması halinde hüküm böyledir. Ayrıca bk. Dr. V. Zuhey-li, el-Fıkhu'l-lslâmî, III, 35 vd.

[148] Buhârl, Cumua, 13; Müslim, Salât 136; Ebû Dâvûd, Salât 52; Müsned, II, 16

[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/280-281.

[150] Buhari, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3-5; Ebû Dâvûd, Salât 24; Tirmizî, Me-vâkît 119, Siyer 5; Nesâî, Gıısl 26; İbn Mâce, Tahâre 90... Ayrıca 102. âyet 16. başlıkta bu hadisin bir benzeri de geçmiş ve kaynakları gösterilmiştir.

[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/281.

[152] Buhârl, Hacc 67, Tefsir 9. sûre 2 ve 3; Müslim, Hacc 435; Ebû Dâvûd, Menâsik 66 v.s...

[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/281-282.

[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/282.

[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/282-283.

[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/283.

[157] Tirmizî, Tefsir 2. sûre 3.

[158] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 33.

[159] Buhârl, Cenâiz 4, 61, 65 Menâkıbu'l-Ensâr 38; Müslim, Cenaiz 62-67; Ebû Dâvûd, Ce-nâiz 58; Müsned, III, 319, v.s.

[160] Tirmizl, Tefsir 2. sûre 4.

[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/283-287.

[162] Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesacid 24, 25; Zühd 43-44.

[163] Darakutnî, I, 51.

[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/287-289.

[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/289.

[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/289.

[167] Buhârî, Bed'u'1-halk, Tefsir 2. sûre 6, Tefsir 112. sûre Nesâî, Cenâiz 117.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/290.

[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/290.

[169] 9. âyetin tefsirinde ve devamındn

[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/290-291.

[171] Buhârî, el-Amel fi's-Salât 2, Tefsir 2. sûre 43; Müslim, Mesacid 35; Ebû Dâvûd, Salat 174; Tirmizî, Salât 180; Tefsir 2. sûre 33; Nesâî, Sehv 20; Müsned, IV, 368

[172] Müslim, Müsafirin 164, 165; Tirmizî, Salât 168; Nesâî, Zekât 49; İbn Mâce, İkâme, 20; Müsned, III, 302, 391, IV, 385

[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/291.

[174] Buhârt, Teravih 1; Muvatta', es-Salâtu fi Ramazan 3.

[175] Buharı, İ'tisam 2; Müslim, Cuınua 43; İbn Mâce, Mukaddime 7

[176] Müslim, İlm 15, Zekât 69; İbn Mâce, Mukaddime 14.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/292.

[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/292-293.

[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/293-294.

[179] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/294-295.

[180] Müslim, Zikr 54, 55; Ebû Dâvûd, Tıb 19; Tirmizî, Deavât 40; İbn Mâce, Tıb 35; Dûri-mî, İsti'zân 48; Muvatta', Şear 11, İsti'zân 34.

[181] Tirmizî, Kıyame 48; Müsned, V, 154, 177.

[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/295-296.

[183] Görüldüğü gibi bütün bunlarda fiilen söylenmiş bir söz yoktur.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/296-297.

[184] Mukaddime'de sûre, âyet, kelime ve harfin anlamına dair yapılan açıklamalar bahsinde.

[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/298-299.

[186] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 43'de Mukatil'den mürsel bir rivayet olarak kaydetmektedir.

[187] el-Vâhidî, a.g.e., 42-43; Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr, Beyrut, 1403/1983,1, 271'de, mürsel ve senedinin zayıf olduğunu kaydetmektedir.

[188] Müslim, İman 347.

[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/299-300..

[190] Burada "rızâ" kelimesine ait sarfa dair açıklamalar ile kelimelerine ait nahve da­ir açıklamaların yer aldığı bir paragraf gerek görülmediğinden çevirilmemiştir.

[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/301.

[192] Ebû Dûvûd, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; îbn Mâce, Ferâiz 6; Müsned, II, 187.

[193] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1; Ebû Dâvûd, Ferâiz, 10; Tirmizî, Ferâiz, 15.

[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/301-302

[195] O takdirde meal şöyle olur: "Kendlerine kitap verdiğimiz ve onu gereği gibi okuyan kim­seler, işte onlar o kitaba iman edenlerdir..."

[196] Dârimî, Salât 69; Müsned, V, 382, 384, 389, 394, 397

[197] 122. âyet 47. âyetin aynısıdır. 123. âyet ise 48. âyetin hemen hemen aynısıdır. Bundan dolayı merhum müfessir ayrıca tefsir etmemiştir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/303-304

[198] Ancak görüleceği üzere başlıklar 20 değil, 23 tür.

[199] Buhârî, Tâ'bir 48; Müsned, V, 8.

[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/304-305

[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/305

[202] Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 4.

[203] es-Sirâcu'1-Munîr, Şerhu'l-Câmii's-Sağir, II, 56'da zayıf olduğu kaydıyla.

[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/306-307

[205] Hz. İbranim'in sünnet olmasına dair rivayetler için bk. Buharı, Enbiyâ 8, İsti'zân 51; Müs­lim, Fedâil 151; Müsned, II, 322, 418, 435; Muvatta', Sıfatu'n-Nebiy 4.

[206] Çoğu rivayetler şeddesizdir. Bu da marangoz aleti olan keser demektir. Şeddeli rivayet­te bu isim ile anılan yer de kastedilir, alet de. Ancak çoğunluk bu kelimeyi şeddesiz ve marangoz aleti olan keseri kastederek rivayet eder. (Arapça baskıdaki nottan)

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/307-308

[207] Müsned, V, 75

[208] Buhârt, Libâs 51, 63, 64; istizan 1; Müslim, Tahâre 49; Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tir-mizl, Edeb 14; Nesâî, Tahare 9, 10, Zinet, 55; Muvatta', Sıfatu'n-Nebiyy 3; v.s.

[209] Ebû Dâvûd, Edeb 167

[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/308-309

[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/309.

[212] Ress: Semud kavmine ait bir kuyunun ya da bir bölgenin adıdır. Yemame yolunda bir kasaba olduğu da rivayet edilir. Rivayete göre burada yaşayan kavim, peygamberleri­ni yalanlamış ve onu bir kuyuya atıp öldürdüklerinden bu kavme "Ashabu'r-Ress" de­nilmiştir. (Lisanu'l-Arab, VI, 98)

[213] İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, XX, 61 ve XXIII, 140

[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/309-310.

[215] Buhârî, İsti'zân 51

[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/310.

[217] İbn Mâce, Edeb 39.

[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/311.

[219] I, 316-317.

[220] Müsned, I, 214.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/311-313.

[221] Buharı, Libâs 63-64; Müslim, Tahâre 52, 54; Tirmizî, Edeb 18; Nesâi, Zinet 2, 56; ay­rıca bk. Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tirmizî, Edeb 15, 16; Muvatta', Şear 1.

[222] Tirmizî, Edeb 16.

[223] Hadisin baş tarafı beşinci başlıkta geçmişti. Kaynakları için oradaki nota bakınız.

[224] Buhârî, Libâs 64; Müslim, Tahare 54.

[225] Buhârî, Libâs 64.

[226] Tirmizî, Edeb 17.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/313-315.

[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/315.

[228] İbn Kesîr, Şemâilu'r-Rasûl, s. 50.

[229] Buhârî, Menâkıb 23, Menâkıbu'l-Ensâr 52, Libâs 70; Müslim, Fedâil 90; Ebû Dâvûd, Te-reccul 10; Nesâî, Zinet 61; İbn Mâce, Libâs 36; Müsned, I, 287, 320. Bütün bu kaynak­lar rivayeti ittifakla İbn Abbas'tan nakletmektedirler, Enes'ten rivayet edenleri yoktur.

[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/315.

[231] Ebû Dâvûd, Tereccul 17; Tirmizi, Fedailu'l-Cihad 9; Müsned, II, 179, 207, 210.

[232] Ebû Dâvûd, Tereccul 18; Nesâî, Zînet 15; Müsned, III, 247.

[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/315-316.

[234] Buhârî, Eti'me 25, 30, Fedailu's-Sahâbe 30, Enbiya 32,46; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 70, 89; Tirmizi, Et'ime 31; Dârimî, Et'ime 29.

[235] Müsned, VI, 350.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/316.

[236] Müslim, Tahare 51; Nesâî, Tahare 13.

[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/316-317.

[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/317.

[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/317.

[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/317-318.

[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/318-319.

[242] Bk. Buhârî, Fiten 2, Ahkâm 43; Müslim, İmâre 41, 42; Nesâî, Bey'at 1-5; İbn Mâce, Ci-hâd 41; Muvatta', Cîhâd 5; Müsned, III, 441, V, 314, 316, 319

[243] bk. el-Bakara, 2/30. âyetin tefsiri.

[244] Taberî ve tbnu'1-Esîr gibi tarihlerin 63. yılı olaylarına bakınız.

[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/319-320.

[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/320.

[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/320-321.

[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/321-322.

[249] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/322-323.

[250] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/323.

[251] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 24.

[252] Buharı, Tefsir 2. sûre 6; Dârimî, Menâsik 33; Müsned, I, 23, 24, 36.

[253] Müsned, I, 23, 24, 36'da. Ancak el-Mu'minûn, 23/14. âyetin muvafakati sözkonusu edil­memektedir.

[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/323-324.

[255] Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; Tirmizî, Hacc 33; Nesâî, Hacc 149; Dârimi, Menâsik 34; Müsned, III, 320.

[256] Buhûrî, Enbiyâ 9.

[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/324-325.

[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/326.

[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/326-327.

[260] Hadisin kaynağını tesbit edemedik.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/327.

[261] Müslim, Hacc 395; Müsned, V, 201; 208iVesdî, Menâsik 133; ayrıca bk, Buhârt, Salât 30

[262] Buhârî, Hacc 51; Müslim, Hacc 391-394; Nesat, Mesacid 5; Müsned, II, 120.

[263] Buhârî, Salât 96; Meğâzî, 77; Ebû DâvÜd, Menâsik 92; Nesâî, Kıble 6, Menâsik 131; Mu-vatta', Hacc 193; Müsned, II, 113, 138, V, 210

[264] Mecmau'z-Zevâid, V, 173 muhtasar olarak.

[265] Bk. Buhârî, Zekât 55.

[266] Süyûti, el-Câmiu's-Sağtr, 5996. Kurtubî, Daru'l-Hadis baskısından.

[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/327-329.

[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/329.

[269] Mecmau'z-Zevâid, X, 227'de zayıf olduğu kaydıyla

[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/329-330.

[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/330.

[272] Buhari, Buyu' 28, Sayd 10, Cizye 22..., Müslim, Hacc 445, 447; Ebû Dâvûd, Menâsik 89; Nesâî, Hacc 110, 120; İbn Mâce, Menâsik 103; Müsned, I, 315...

[273] Sâ: 2, 75 litre ya da 2175 gr. Ebu Hanife ve diğerlerine göre 3800 gr a tekabül eder. Mudd ise 0.688 litre ya da 675 gr'dır.

[274] Müslim, Hacc 454, 455; Buhârl, Buyu' 53 (ancak: "iki katı fazlasıyla" yerine: "İbrahim'in Mekke'ye dua ettiği gibi ettim" şeklinde). Medine'nin Hz. Peygamber tarafından haram ilan edildiğini belirten diğer hadislerin yeri için bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres li el-Fâzi'l-Hadis, VI, 452

[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/331-332.

[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/332-334.

[277] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/334.

[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/334-337.

[279] Müslim, Hacc 405; ayrıca bk. Buharı, Temenni 9, Hacc 42.

[280] Buhari, Hacc 42; Müslim, Hacc 401; Nesal; Menâsik 125.

[281] Buhârî, Hacc 42; Nesaî, Menâsik 125.

[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/337-339.

[283] Müslim, Hacc 402

[284] Müslim, Hacc 402

[285] Müslim, Hacc 403-404

[286] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/339-340.

[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/340-341.

[288] Müsned, I, 189-190; nynca bk. Buhârl, Menâkıbu'l-Ensar, 24

[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/341-343.

[290] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/343-346.

[291] Müsned, V, 262; aynen bk. IV, 127, 128.

[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/346-347.

[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/348-350.

[294] Buhârî, İman 19, Zekat 53; Müslim, îman 236, Zekat 131; Ebû Dûvûd, Sünne 15; Nesûî, İman 7, Müsned, I,

[295] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/350-351.