2- Kişi Kendi Kanını Nasıl Döker, Kendisini Yurdundan
Nasıl Çıkartır?
4- Yurtlarından Çıkarılmanın ve Esirleri Kurtarmanın
Hükmü:
5- Allah'ın Hükmüne Aykırı Hareket Edenlerin Cezası:
6- Emre Aykırı Hareket Edenlerin Kıyamet Günündeki
Cezaları:
Hevâlarına Uymayan Bir Peygamber Gelirse...
Dil Âlimlerine Göre Cebrail, Mikâil (ikisine de selâm
olsun) Kelimeleri:
5- Hz. Peygamber'in "Sihir" Kelimesini
Kullanması:
10- Büyü ile Mucize Arasındaki Fark:
13- Büyücüden, Büyüsünü Çözmesi İstenir mi?
14- Şeytan ve Cinlerin Varlığını İnkâr Etmek:
16. Hârut ile Mârût Çoğul Olan "Şeytanlardan Nasıl
Bedel Olabilir?
19- Dünya Fitnesi ile Hârut ve Mârût'un Fitnesi:
21- Hârût ile Mârufun Şartlı Sihir Öğretmeleri:
24- Büyünün Zararı Var, Faydası Yok:
1- Yahudilerin Bir Başka Cahillikleri:
3- İstismar Kapılarının Kapatılması:
4- Peygamberce Saygı ve Ta'zimin Gereği:
1- Neshetmek Ya da Unutturmak:
2- Neshe Dair Bilginin Gereği ve Faydası:
3- Arap Dilinde Nesh'in Anlamı: Arapçada bu kelime iki
anlamda kullanılır:
2- İptal etmek ve izale etmek:
8- Neshin Sözkonusu Olmadığı Alanlar:
10- Mutlak ve Mukayyed Hükümler:
12- Neshedici Buyruğu Bilmenin Yolları:
15- Nesheden, Neshedilenden Hayırlıdır Veya Onun Benzeridir:
1- Allah'ın Adının Anılmasına Engel Olanlar:
2- Bu Âyet-i Kerime Kimler Hakkında İnmiştir?
3- Mescidlerin Tahribinin Mahiyeti:
4- Kadınların Mescide Gitmeleri ve Mahalle Mescidleri:
5- Bir Yeri Mescid Tayin Etmenin Hükmü:
6- Mescidlere Korkarak Girmeleri Gerekenler:
7- O Kâfirler İçin Dünyada Rüsvaylık Vardır
1- Doğu da Batı da Allah'ındır:
3- Âyet'in Nüzul Sebebi ve Kıbleden Başka Yön ve
Yolculukta Namaz;
4- Yüce Allah'a Kur'ân ve Sünnette Vech (yüz) İzafe
Edilmesinin Anlamı:
4- Oğul Babasının Cinsinden Olur:
1- Gökleri ve Yeri Yoktan Varedendir:
2- İnsanların Ortaya Koydukları Bid'atler:
4- İlk Sünnet Olan Kişi İbrahim (a.s)dır:
6- Sünnetli Olarak Doğan Çocuk:
7- Sünnet Edilmiş Olarak Doğan Peygamberler:
8- Küçük Çocuk Ne Zaman Sünnet Edilir:
11- Bıyıkları Kesmek ve Saçlar:
16- Bu Temizlikler İçin Belli Bir Süre Var mı?
18- Hz. İbrahim'in Soyundan Gelenlerin Durumu:
19- Zürriyyet Kelimesine Dair Açıklama:
21- Zalim Kimse İmam (İslâm Devlet Başkanı) Olamaz:
22- Zalimin İşgal Edemeyeceği Makamlar:
23- Zalim Yöneticilerden Erzak
1- Makam-ı İbrahim'i Namazgah Edinmek:
2- Tavaf Edenler, İtikâfa Girenler, Rükû ve Secde
Yapanlar:
3- Başta Kabe Olmak Üzere Allah'ın Bütün Evleri
Temizlenmelidir:
4- Beytullah'ın İçinde Namaz Kılmak:
5- Kabe'nin Damında Namaz Kılmak:
6- Kabe'nin Yakınında Namaz Kılmak mı, Tavaf Etmek mi
Faziletlidir?
2- Mekke Hz. İbrahim'in Duası Üzerine mi Yasak Bölge
(Harem) Oldu?
3- Kâfir Olanı Dahi Allah Faydalandırır:
Abdullah b. ez-Zübeyr ile Haccac Dönemi:
84. Hani
sizden: "Birbirinizin kanını dökmeyin ve birbirinizi yurtlarınızdan
çıkarmayın" diye söz almıştık. Sonra kabul ettiniz ve siz (buna) şahitlik
de ediyorsunuz.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
"Hani sizden...
diye söz almıştık." buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (2/63-64.
âyetlerde) geçmiş bulunuyor
"Birbirinizin
kanını dökmeyin." buyruğunda kastedilenler İsrailoğulla-rıdır. İhtiva
ettiği anlamının kapsamına onlardan sonra gelenler de girer.
"Dökmeyin"
anlamına gelen buyruğu i'râb bakımından daha önce (83. âyette) geçen: kelimesi
gibidir.
Talha b. Mûsârrif ve
Şuayb b. Ebu Hamza bu kelimeyi fâ harfini ötreli olarak okumuşlardır ki bu da
bir şivedir. Ebû Nehik ise te harfini ötreli, fe harfini şeddeli sin harfini
de üstün olarak şeklinde okumuştur.
Sefk: Dökmek demektir.
Buna dair açıklamalar daha önceden (30. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır.
"Ve birbirinizi
yurtlarınızdan çıkarmayın" buyruğu bir önceki cümleye atfedilmiştir.
Âyet-i kerimede geçen:
"Birbirinizi (diye meali verilen: nefislerinizi)" buyruğunda yer
alan nefs: Nefâset'ten (nerıslik'ten) alınmadır. Çünkü insanın nefsi ondaki en
şerefli unsurdur. "Yurt" anlamına gelen "ed-Dâr" ise
kişinin ikamet etmek üzere yapılarının bulunduğu evidir. Göçmek üzere
konakladığı yerden farklıdır. Halil der ki: Bir kavmin inip konakladığı her bir
yer onların darı (yurdu) olur. İsterse orada bina bulunmasın. Dâr'a bu ismin,
orada sakin olanların çevresini (daire gibi) kuşattığından dolayı verildiği
söylenmiştir. Nitekim hak (duvar) da içerisinde bulunanları kuşattığından
dolayı (kuşatıcı anlamında) bu ismi almıştır.
"Sonra kabul
ettiniz." Yani siz, sizden ve sizden öncekilerden alınan bu misakı, bu
sözü kabul ettiniz. "Ve siz (buna) şahitlik de ediyorsunuz." Yani
kalplerinizle buna tanıklık etmektesiniz. Burada sözü geçen
"şahitlik"in hazır olmak anlamında olduğu da söylenmiştir. Yani siz
hazır bulunuyorken, kanlarınız akıtılıyor ve birbirinizi yurtlarınızdan
çıkarıyorsunuz, demek olur.[1]
Eğer (âyetin lafzî
meali olan: "Kendi kanlarınızı dökmeyiniz, kendinizi yurtlarınızdan
çıkarmayınız'' anlamından hareketle) kişi kendi kanını nasıl döker ve
kendisini yurdundan nasıl çıkartır? diye sorulacak olursa, şu cevap verilir:
Onlar tek bir millet
olup bütün işleri bir olduğundan, geçmiş ümmetler arasında da tek bir kişi
durumunda olduklarından dolayı birbirlerini öldürmeleri, birbirlerini
yurtlarından çıkarmaları, bizzat kendilerini öldürmek ve kendilerini sürmek
gibi değerlendirilmiştir.
Bundan kastın kısas
olduğu da söylenmiştir. Yani kimse başkasını öldürmesin, o takdirde kendisi
kısasen öldürülür. Bu durumda sanki kendi kanını kendisi dökmüş gibi olur.
Aynı şekilde zina etmesin, irtidat da etmesin. Çünkü bu, kanının akıtılmasını
mubah kılar. Fesad da çıkartmasın, o takdirde sürgün edilir. Böylelikle
kendisini kendi yurdundan çıkarmış gibi olur. Bu, her ne kadar anlam itibariyle
sahih ise de oldukça uzak bir te'vil şeklidir.
Mesele şu idi: Şanı
yüce Allah, Tevrat'ta İsrailoğullarından birbirlerini öldürmemelerine,
birbirlerini sürmemelerine, köleleştirmemelerine, birinin ötekinin hırsızlık
yapmasına fırsat vermemesine ve buna benzer birtakım emirlere itaat etmelerine
dair söz almıştı.
Derim ki: Bütün bunlar
bizim için de haram kılınmıştır. Ve bütün bunlar çeşitli fitnelerle bizim
aramızda da başgöstermiş bulunmaktadır. İnnâ lillah ve innâ ileyhî râciûn,
diyoruz.
Kur'ân-ı Kerim'de de
şöyle buyurulmaktadır: "Yahut sizi birbirinize katar, birinize birinizin
hıncını tattırmaya kadirdir" (el-En'âm, 6/65). Bu buyruk ileride
gelecektir.
İbn Huveyzimendâd der
ki: Bu buyrukla ifadenin zahiri anlamı da kastedilmiş olabilir. Yani kimse
bizzat kendisini öldürmesin ve kimse sefihlik ederek kendisini yurdundan
çıkarmasın. Hintlilerin kendi kendilerini öldürdükleri gibi yapmasın yahut
kimse isabet eden ağır bela ve musibetlerin etkisi altında kalarak nefsini
öldürmesin, dinini bilmeyerek ve hafif akıllılık ederek serserice sahralara
kendisini atıp evlerde barınmamazlık etmesin.
Aslında bu buyruk,
bütün bu hususları kapsayan genel bir buyruktur.
Rivayet edildiğine
göre Osman b. Maz'ûn Rasûlullah (s.a)'ın ashabından on kişi ile birlikte
bey'atte bulunmuştu. Bunlar kıldan yapılmış rahip elbiselerini giymeye,
sahralarda dolaşıp evlerin çatısı altında barınmamaya, et yememeye, hanımlara
yaklaşmamaya karar verdiler. Bu husus Peygamber (s.a)'e ulaşınca Osman b.
Maz'ûn'un evine geldi, orada bulunmayınca hanımına şöyle dedi: "Osman'a
dair bana ulaşan sözün mahiyeti nedir?" Hanımı ise kocasının sırrını
açıklamaktan hoşlanmadığı gibi Rasûlullah (s.a)'a yalan söylemekten de
hoşlanmadı ve: Ey Allah'ın Rasûlü dedi, sana birşey ulaştıy-sa sana ulaştığı
gibidir. Bunun üzerine Hz. Peygamber şövle buyurdu: "Osman'a de ki: Benim
sünnetime mi muhalefet yoksa benim dinimden başka bir din üzere mi (böyle bir
karar alıyor)? Şüphe yok ki ben namaz da kılıyorum, uyuyorum da, oruç da
tutuyorum, yediğim günler de oluyor. Hanımlara yaklaştığım gibi evlerin çatısı
altında da barınıyorum, et de yiyorum. Benim sünnetimden yüzçeviren benden
değildir." Bunun üzerine Osman ve arkadaşları aldıkları bu karardan geri
döndüler. [2]
85- Sonra
işte sizler birbirinizi öldürüyor ve içinizden bir fırkayı yurtlarından
çıkarıyor, aleyhlerinde günah ve düşmanlıkla yardunlaşıyorsunuz. Eğer size esir
olarak gelirlerse onlar için fidyeleşirsiniz. Halbuki onların çıkarılmaları
size haram kılınmıştır. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanın cezası dünyada horluk ve
zilletten başkası değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine
döndürülürler Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
86. Onlar
âhireti vermek karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Azabları
hafifletilmez onların, yardım da edilmez onlara.
"Sonra işte
sizler birbirinizi öldürüyor..." buyruğundakisiz" müb-tedâ olarak ref
mahallindedir. İ'râb olmayan bir kelimedir. Çünkü zamirdir. Bu kelimedeki
"te" harfinin ötreli olması şundandır: Müzekker ve tekil hitab-da
esrelidir. Bu harf tesniye yada çoğul zamirde kullanılacak olursa, damme
(ötre)den başka bir hareke kalmadığından ötreli gelmiştir.
işte...ler" ile
ilgili olarak el-Kutebî der ki: İfade "işte ey...ler" takdirindedir.
en-Nehhâs der ki: Bu Sibeveyh'in görüşüne göre yanlıştır ve caiz değildir.
ez-Zeccâc da der ki:
Bu edat o kimseler ki..." anlamındadır. "Öldürüyorsunuz"
anlamındaki fiil de sıla cümlesine dahildir ve: "Sonra siz öldürenlersiniz..."
anlamındadır.
Şöyle de denilmiştir:
"İşte...ler" anlamındaki kelime, mübtedâ olarak merfû',
"siz" zamiri öne alınmış bir haber, "öldürüyorsunuz"
anlamındaki fiil de, "işte...ler"den haldir, "işte...ler"
anlamındaki kelimenin "yani" anlamındaki bir fiil takdir edilerek
nasb mahallinde olduğu da söylenmiştir.
ez-Zührî: "(
djsjâ): Öldürüyorsunuz" buyruğunu (yine aynı anlamda olmak üzere (
oy-lâ;) şeklinde birinci te'yi ötreli, ikincisini de şeddeli olarak okumuştur.
Yüce Allah'ın: Öyleyse
Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?" (el-Bakara, 2/91)
buyruğunu da bü şekilde okumuştur.
Bu âyet-i kerime
Kur'ân-ı Kerim'in muhatablarına yöneliktir. Bunun geçmişteki atalarına ait
kabul edilmesi ihtimali yoktur. Bu âyet-i kerime yahu-dilerden Kaynuka, Kurayza
ve Nadiroğulları hakkında nazil olmuştur. Kay-nukaoğulları, Kurayzaoğullarının
düşmanı idiler. Evsliler Kaynukaoğulları ile, Hazrecliler ise Kurayzaoğulları
ile antlaşmah idiler. Nadiroğullan ile Evs ve Hazrecliler ise kardeş
durumundaydılar. Kurayza ve Nadiroğulları da aynı durumdaydılar. Daha sonra
bunlar birbirlerinden ayrılmış ve birbirleriyle savaşır olmuşlardı. Arkasından
savaş kalkar, bu sefer fidye ile karşılıklı olarak esirlerini kurtarırlardı.
İşte yüce Allah, bu durumları dolayısıyla onları ayıplayarak: "Eğer size
esir olarak gelirlerse onlar için fldyeleşirsiniz" diye buyurmaktadır.
"Tezâharûne:
Yardımlaşıyorsunuz" buyruğu sırt anlamına gelen "zahr"dan
türetilmiştir. (Sırtsırta veriyorsunuz, anlamında). Çünkü biri ötekini
böylelikle güçlendiriyor, dolayısıyla "sırt" durumunda oluyordu.
Şairin şu sözleri de böyledir:
"Aynı evin
arkaları gibi birbirinizle yardımlaştınız Bir tek kişiye karşı fakat yine de
birbirinize denksiniz."
Günah (ism):
İşleyenin yerilmeyi hak kazandığı fiildir. Düşmanlık (udvan): Zulümde ve zalimlikte
haddi aşmakta, aşırıya gitmektir.
kelimesini
Kûfeliler şeddesiz olarak okumuşlar ve ikinci te'yi birincisinin ona delaleti
dolayısıyla hazfetmişlerdir. Medineliler ile Mekkeli-ler ise bu kelimeyi (
öjjMü) şeklinde şeddeli olarak okur, yakın olduğu için ikinci te'yi zı harfine
idğam ederler. Bunun aslı ise ( jj^Uü ) şeklindedir. "Eğer onun aleyhine
yardımlaşmanız" (et-Tahrim, 66/4) buyruğunda da böyledir.
Katade, bu kelimeyi
(öjjjü} şeklinde okumuştur. Bunların hepsi yardımlaşmak anlamım ihtiva etmektedir.
Yüce Allah'ın: Kâfir,
Rabbine karşı yardımcıdır?" (el-Furkan, 25/55) buyruğu ile: Bundan sonra
melekler de yardımcıdır" (et-Tahrim, 66/4) buyruğu da böyledir.
"Eğer size esir
olarak gelirlerse onlar için fidyeleşirsiniz. Halbuki onların çıkarılmaları
size haram kılınmıştır" buyruğuna dair açıklamalarımızı altı başlık
halinde sunacağız:[3]
"Eğer size esir
olarak gelirlerse" buyruğu şarttır. Cevabı ise: "Onlar için
fidyeleşirsiniz" buyruğudur. Ebû Ubeyd der ki: Ebu Amr şöyle derdi: Başkasının
eline geçenlere "üsârâ" denilir, ele geçirilen esirlere de
"esrâ" denilir. Ancak dilciler Ebû Amr'ın bu söylediğini
bilmemektedirler. Bu kelime olsa olsa "sekâra" ve "sekrâ"
demek türündendir. Hamza dışında kalan cemaat bu kelimeyi "üsârâ"
şeklinde okurken Hamza da esrâ şeklinde okumuştur. -Esir alınan kimse anlamına
gelen- "me'sûr" kelimesinin çoğuludur.
Ebû Hatim bu kelimenin
çoğulunun esârâ şeklinde yapılamayacağını söylerken ez-Zeccâc da sekârâ
denilebileceği gibi esârâ da denilebileceğini söylemiştir. Muhammed b.
Yezid'den ise şöyle dediği nakledilmektedir: (Tekilde) esir, (çoğul olarak)
üserâ gelir. Zarif ve zurefâ gibi. İbn Fâris der ki: Esir kelimesinin çoğulu
esrâ ve üsârâ gelir. Burada bu kelime her iki şekilde de okunmuştur. Çoğulunun
"esârâ" şeklinde geldiği de söylenmiştir. Ancak pek güzel bir
söyleyiş değildir. [4]
Bu kelime kendisi ile
yükün bağlandığı deri parçası demek olan "isâr"dan türetilmiştir. Çünkü
esir'in de esaret bağları sağlam bağlanır. Araplar: "Devenin hörgücü
üzerindeki yükünü bağladı" demek istediklerinde bu kelimeyi kullanırlar.
Daha sonra bağlanmasa dahi esir olarak alınan herkese bu ad verilmiştir.
el-A'şâ der ki:
Ve şiir, beytinde beni
öyle bir kayda bağladı ki
(şairlikte en ileri
dereceye ulaştığını anlatmak istiyor). Yükün önündeki ve terkiye binen kadının
tuttuğu tahta parçasını
sağlam bağlayanlar
(âsirat)ın kayıtladığı (bağladığı) gibi."
Yüce Allah'ın:
"Esirlerini Biz pekiştirdik" (el-İnsan, 76/28) buyruğunda -ki
"esr" yaratmak anlamındadır. Adamın üsresi ise, onun kavim ve
kabilesi, topluluğu anlamındadır. Çünkü o bunlar vasıtasıyla güç kazanır. [5]
"Eğer size esir
olarak gelirlerse onlar için fldyeleşirsiniz." buyruğunda
"fldyeleşirsiniz" anlamına gelen kelimesini Nâfi', Hamza ve Ki-saî bu
şekilde okumuş, diğerleri ise şeklinde okumuşlardır. Bu kelime fidadan
gelmektedir. Fidâ ise ellerinde bulunan esirler için fidye istemek demektir.
el-Cevherî der ki:
"Fidâ" kelimesinin ilk harfi esreli okunursa, hem med ile hem kasr
ile söylenir. Üstün ile okunursa yalnız kasr ile söylenir. Meselâ: Babam sana
feda olasıca, kalk!" denilir.
Araplar arasında
yalnızca harf-i cer olan lâm harfinden önce gelmesi halinde "fidâin"
şeklinde esreli ve tenvin ile kullananlar da vardır. Bunlar "fi-dâin lehe;
sana feda olsun" derler. Çünkü bu, dua anlamını kast ettikleri bir
nekiredir. el-Asmaî de en-Nâbiğa'ya ait şu beyiti nakletmektedir:
"Yavaş ol! Peda
olsun sana bütün kavimler
Ve artırıp durduğum
bütün mallar ve evlâtlar..."
Fidyesini ödeyip
kurtarmayı ifade etmeyi anlatmak için de: "Fedâh" ile
"fâ-dâhu" denilir. "Kendisini ona fidye kıldı" anlamında:
"Fedâhu binefsihî" denilir. "Cuiltu fidâde: Sana feda
olayım" deme halini anlatmak için: "Feddâhu, yufeddîhi" fiili
kullanılır. Biri birinin fidyesini ödediği zaman: Tefâdev Cfid-yeleştiler)
denilir.
Fidye, feda ve fidâ
hep aynı anlamdadır. Belli bir miktar ödedikten sonra kişinin kendisini
kurtarmasını ifade etmek üzere "fâdeytu" denilir.
Hz. Abbas'ın Peygamber
(s.a)'e: Hem kendimin fidyesini ödedim, hem AkiFin fidyesini ödedim" [6]
demesi de bu türdendir. Bu fiil ikincileri harfi cerli olmak üzere iki meful
alan geçişli bir fiildir. Kendimi malım karşılığında ve onu malım karşılığında
fidye ile kurtardım, denildiği zaman "malım" kelimesinin başına be
harf-i cerri gelmiştir. Şair de der ki:
"(Ey kadın) Dur
ve esirini fidye ödeyip kurtar, çünkü benim kavmim ile Senin kavmin gördüğüm
kadarıyla bir araya gelmezler." [7]
"Halbuki onların
çıkarılmaları size haram kılınmıştır." "O" anlamındaki
"huve" zamiri hususunda mübtedâ olur ve "yurtlarından
çıkanlmâları"na racidir. "Haram kılınmıştır" anlamındaki
"muharremun" kelimesi onun haberidir. "İhrâcuhum:
çıkarılmaları" ise "o" zamirinden bedeldir. Bu zamir anlatılan
olaya ait bir zamir, ondan sonraki cümle de onun haberi kabul edilebilir.
Yani: Oysa durum şu ki: Onları çıkarmak size haramdır. Buna göre "ihrâcuhum:
çıkarılmaları" ikinci bir mübtedâ, "muharramun: haram kılınmıştır"
onun haberi olur. Cümle olarak da, mübtedâ olan "o" zamirinin haberi
olur. "Haram kılınmıştır" anlamındaki meçhul fiilde,
"çıkarılma"ya ait bir zamir bulunmaktadır.
"Haram
kılınmıştır" anlamındaki fiilin mübtedâ, "çıkartılmaları"
anlamındaki fiilin, meçhul fiilin mef'ûlü ve "haram kılınmıştır"
fiilinin haberinin yerini tutan bir kelime olması ve cümlenin bütünüyle
"o" zamirine dair haber olması da mümkündür.
el-Ferrâ burada
"o" anlamındaki zamirin (i'râbda mahalli olmayan) bir imâd olduğunu
ileri sürmüştür. Basralılara göre ise bu hatadır ve anlamsızdır. Çünkü imad
söz başında kullanılmaz.
"ve huve"
kelimesi -ötrenin ağırlığı dolayısı ile- "vehve" şeklinde de okunur.
Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Onun atışı ava
isabet edip avı öldürmez
Neden ola ki (avcı
sayılır o) o avcılar arasında sayılmamalıdır.
Başına lâm harfi ya da
"summe: sonra" edatı gelmesi halinde de durum böyledir. Nitekim buna
dair açıklamalar daha önceden [8]
geçmiş bulunmaktadır.
İlim adamlarımız der
ki: Şanı yüce Allah, onlardan dört tane ahid (söz) almıştı: Öldürmeyi
terketmek, yurtlarından çıkarmayı terketmek, birbirlerine karşı yardımlaşmayı
terketmek ve esirlerini fidye ile kurtarmak. Onlar ise esirlerini fidye ile
kurtarmak dışında emrolundukları bütün bu emirlerden yüzçevir-mişlerdi. Bundan
dolayı yüce Allah, onları Kur'ân-ı Kerim'de kıyamete kadar okunacak buyruğu ile
azarlayarak: "Yoksa siz kitabın" Tevrat'ın "bir kısmına inanıyorsunuz
da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" diye buyurdu.
Derim ki: Allah'a
yemin ederim biz de bütün sınamalarda haktan yüzçevirdik, birbirimize karşı
yardımlaşır olduk. Keşke müslümanlann yardımını alarak yardımlaşmış olsaydık...
Nerde? Kafirler ile birbirimizin aleyhine yar-dımlaştık. Nihayet kardeşlerimizi
müşriklerin hükümlerinin hakimiyeti altında küçülmüş ve zelil olarak bıraktık.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliy-yi'1-azîm.
İlim adamlarımız der
ki: Bir tek dirhem kalmayacak olsa dahi bütün esirlerin fidye ile
kurtarılmaları farzdır.
İbn Huveyzimendad der
ki: Âyet-i kerime esirlerin fidye ile kurtarılmalarının vacip olduğu hükmünü
ihtiva etmektedir. Peygamber (s.a)'den rivayetler de bu doğrultuda gelmiştir.
O esirleri kurtardığı gibi esirlerin kurtarılmalarını da emretmiştir.
Müslümanların uygulamaları bu şekilde cereyan ede-gelmiş ve bu hususta icma
gerçekleşmiştir. Esirlerin beytü'l-malden kurtarılmaları icabeder.
Eğer beytü'l-malda
(kurtaracak fidye miktarı) bulunmuyor ise bu bütün müslümanlar üzerinde bir
farzdır. Bu sorumluluğu müslümanlar arasında yeteri kadar üstlenenler, farzın
diğerlerinin üzerinden düşmesini sağlarlar. (Farz-ı kifaye). İleride buna dair
açıklamalar da gelecektir. [9]
"İçinizden böyle
yapanın cezası dünyada horluk ve zilletten başkası değildir." el-Cevherî
der ki: Hizy: Zelil olmak ve hakîr olmak demektir. İbnu's-Sikkît ise bir bela
ve musibete duçar olmak demektir, der. ifadesi: Allah onu rezil ve rüsvay etsin,
anlamına gelir. [10]
"Kıyamet gününde
de azabın en şiddetlisine döndürülürler."
Burada
"döndürülürler"
anlamına gelen kelimesini el-Hasen dışındakiler bu şekilde okunmakla birlikte o,
yâ harfi yerine te ile şeklinde hitap sî-gasıyla okumuştur. (Buna göre anlamı:
'"Azabın en şiddetlisine döndürülürsünüz" şeklinde olur).
"Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir." Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/74. âyette) geçtiği gibi: "Onlar âhireti vermek karşılığında
dünya hayatını satın almış kimselerdir" buyruğuna dair acıkmalar da
(el-Bakara, 2/16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın
anlamı yoktur. [11]
87. Andolsun
ki Biz Musa'ya o kitabı verdik ve ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler
gönderdik. Meryem'in oğlu İsa'ya da beyyineler verdik. Onu Rûhuİ-Kudüs ile de
destekledik. Size nefislerinizin nevasına uymayan bir peygamber geldiği her
seferinde büyüklük tasladınız bir kısmını yalanladınız, bir kısmını da
öldürdünüz; ha!
"Andolsun ki Biz
Musa'ya o kitabı" Tevrat'ı "yardik ve ondan sonra da birbiri ardınca
peygamberler gönderdik." Peygamberler biri diğerinin pe-şisıra geldiler.
Birbiri ardınca göndermeye "takfiye" denilir. Boynun arka kısmı
demek olan "kafâ"dan alınmıştır. Arkasından gelindiği takdirde
"istikfâ" ta'biri kullanılır. Şiir kafiyesi de buradan gelmektedir.
Çünkü kendisinden önceki sözün izinden gider. Kafiye aynı zamanda kafa (boynun
arka) anlamındadır. Hadis-i şerifte geçen: "Şeytan sizden herhangi
birinizin başının kafiyesi (arka kısmı) üzerine düğüm atar" [12]
ifadesi de buradan gelmektedir.
"Kafiyy" ve
"kefâvet" ikramda bulunulmak istenen kimseye saklanan süt ve benzeri
şeyler demektir. Kötülük yaptığını iftira yoluyla ileri sürmek, itham etmek
anlamını ifade için de bu kökten gelen kelimeler kullanır. "Kuf-vet"
ise, seçkin kimseler anlamındadır. İbn Dureyd: (Bu kök) zıt anlamlı kelimelere
benziyor, der.
İlim adamları der ki:
Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Sonra rasullerimi-zi birbiri ardınca
gönderdik." (el-Mü'minun, 23/44) buyruğunu andırmaktadır.
Hz. Musa'dan Hz.
İsa'ya kadar gelen bütün peygamberler Tevrat'ın kabul edilmesi, hükümlerine
uyulması gerektiğini de belirtmişlerdir.
Rasûl kelimesinin
çoğulu ise Hicazlıların şivesinde rusul, Temimlilerin şivesinde ise rusl
şeklinde gelir. Muzaf olup olmaması arasında da fark olmaz.
Ebu Amr, bu kelimeyi
iki harfle izafet edildiğinde hafif (rusl şeklinde), tek harfte izafe
edildiğinde ise sakil (rusul şeklinde) okurdu.
[13]
"Meryem'in oğlu
İsa'ya da beyyineler" açık deliller, kesin hüccetler "verdik."
Bunlar ise İbn Abbas'ın görüşüne göre yüce Allah'ın Âl-i İmrân Sû-resi'nde (49.
âyet) ile Mâide sûresinde (110. âyet-i kerimede) sözünü ettiği hususlardır.
"Onu
Ruhu'1-Kuds" Ebû Mâlik ile Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan, Ma'mer'in de
Katade'den rivayetine göre Cebrail aleyhisselam'dır; "ile
destekledik." Hasan b. Sabit de şöyle demiştir:
"Cibril de
aramızda Allah'ın rasûlüdür
Ve o Ruhu'l-kuds'tür;
bunda hiçbir kapalılık yoktur."
en-Nehhâs der ki: Hz.
Cebrail'e "ruh" denilip "kuds"e izafe edilmesinin sebebi
yüce Allah'ın tekvini ile var olup kendisini doğuran bir baba olmaksızın ruh
olarak yaratılmış olmasındandır. Bu sebepten dolayı Hz. İsa'ya da
"ruh" adı verilmiştir.
Galib b. Abdullah
Mücahid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Kuds, aziz ve celil olan
Allah'tır. el-Hasen de aynı şekilde el-Kuds Allah'tır, onun ruhu ise
Cibril'dir, demiştir.
Ebu Ravk,
ed-Dalıhâk'tan, o İbn Abbâs'tan "Ruhu'1-Kuds ile" buyruğu hakkında
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bu, Hz. İsa'nın kendisi vasıtasıyla
ölüleri dirilttiği isimdir. Bunu aynı şekilde Said b. Cübeyr ve Ubeyd b. Umeyr
de söylemiş olup Allah'ın ism-i azamidir (derler).
Ruhu'l-Kuds'ten kastın
İncil olduğu da söylenmiştir. Kur'ân-ı Kerim'e yüce Allah'ın şu buyruğunda
"ruh" adı verildiği gibi yüce Allah İncil'e de bu şekilde
"ruh" adını vermiş bulunmaktadır: "Böylece sana da emrimizden
bir ruh vahyettik." (eş-Şûrâ, 42/52)Ancak birinci görüş daha uygundur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Kuds ise temizlik,
paklık anlamındadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden (el-Bakara, 2/30.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [14]
"Size
nefislerinizin nevasına uymayan" ona uygun ve yatkın gelmeyen, yani
nefislerinizin sevmediği, hoşlanmadığı "bir peygamber geldiği her
seferinde büyüklük tasladınız." Peygamberleri hakir görerek ve onunla birlikte
risaletin gönderilmesini uzak bir ihtimal kabul ederek onun çağırışını kabul
etmeyip büyüktendiniz.
Hevâ, asıl anlamı
itibariyle bir şeye meyletmek demektir. Çoğulu -Kurân-ı Kerîm'de geçtiği
şekilde- "ehvâ" şeklinde gelir. "Nedâ" kelimesini Araplar
"en-diye" şeklinde çoğul yapmış olsalar dahi, (aynı vezinde olmak
üzere): "ehvi-ye" şeklinde gelmez. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Meclislerin
kurulduğu bir cumâdâ (ayı) gecesinde ki;
Karanlığında köpekler
çadır iplerinin bağlandığı kazıklan görmezler."
el-Cevherî der ki: Bu
şekildeki çoğul şâzz (nâdir ve istisnaî) bir kullanımdır.
Hevâ'ya bu adın
veriliş sebebi, sahibini cehenneme doğru yuvarladığından (yehvî) dolayıdır. O
bakımdan bu kelime çoğunlukla hak olmayan ve hayır bulunmayan şeyler hakkında
kullanılır, başka şeyler hakkında kullanılmaz. İşte bu âyet-i kerime de bu
türdendir. Nadiren hak ilel ilgili olarak da kullanılır. Hz. Ömer'in Bedir'de
alınan esirler hakkında söylediği şu söz böyledir: Rasûlullah (s.a) Ebu
Bekir'in dediğini sevdi (heviye) fakat benim dediğimi sevmedi. [15] Hz.
Âişe de sahih hadiste belirtildiğine göre Peygamber (s.a)'e şöyle demiştir:
"Allah'a yemin ederim gördüğüm o ki, senin Rabbin hevâm (sevdiğini,
arzunu) yerine getirmekte acele davranıyor." [16] Bu
iki hadisi de Müslim rivayet etmiştir.
"Bir kısmını
yalanladınız." İsa ve Muhammed (ikisine de selâm olsun) gibi.
"Bîr kısmını da
öldürdünüz ha!" Yahya ve Zekeriyya (ikisine de selâm olsun) gibi. İleride
de yüce Allah'ın izniyle İsra Sûresi'nde (7. âyetin tefsirinde) buna dair
açıklamalar gelecektir. [17]
88.
Kalplerimiz kılıflıdır, dediler. Bilakis Allah, küfürleri yüzünden onlara lanet
etmiştir. Onlar ne kadar az iman ederler!
Yahudiler
"kalplerimiz kılıflıdır, dediler." Yani üzerlerinde örtüler vardır.
Yüce Allah'ın: "Bizi davet ettiğin şeyden ötürü (ona karşı) kalplerimiz
örtüler içindedir." (Fussilet, 41/5) buyruğuna benzemektedir. Yani bizim
kalplerimiz onları örten kaplar içerisindedir. Mücahid der ki: Onlar üzerinde
perdeler vardır. İkrime, onlar mühürlüdürler anlamındadır, demektedir. Dilciler
de: Kılıcı kılıfladım, ona kılıf yaptım anlamındadır, derler.
"Kılıflı
kalp" demek, anlama ve ayırdetmeye karşı örtülü kalp demektir. İbn Abbas,
el-A'rec ve İbn Muhaysin bunu şeklinde lam harfini öt-reli olarak okumuşlardır.
İbn Abbas der ki: Yani
bizim kalplerimiz ilimle zaten doludur. Muhammed (s.a)'ın bilgisine de
başkasının bilgilerine de ihtiyacı yoktur. Bu kelimenin "ği-lâf'
kelimesinin çoğulu olduğu da söylenmiştir.
Yani bizim kalplerimiz
zaten ilmin kaplan durumundadır. Ne diye bu kalplerimiz pek çok ilmi kuşatmış
olmakla birlikte (anlamış olmasına rağmen) senden birşey anlayamıyor? Şu
anlama geldiği de söylenmiştir: Kalplerimiz ilim dolu kalpler olduğu halde
Muhammed'in (s.a) ilmi, o kalplerimizin bilgisi dışında değildir.
Ancak yüce Allah:
"Bilakis Allah, küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir, onlar ne kadar
az iman ederler" diye iddialarını reddetmektedir. Arkasından da onların
imandan kaçışlarının sebebini beyan etmektedir. Bu ise onların daha önce
yaptıkları inkâr, küfür ve gösterdikleri yersiz cüretkârlıklar dolayısıyla
lanete uğratılmış olmalarıdır. İşte bu günaha daha büyüğü ile ceza vermektir.
Arap dilinde
"lanet etme"nin asıl anlamı kovmak ve uzaklaştırmaktır. Kurda da laîn
(kovulan) denilmiş. Kovulmuş adama da "laîn" adı verilir, eş-Şemmâh
da şöyle demiştir:
"Onunla
keklikleri korkuttum ve uzaklaştırdım yanından Kovulmuş (lain, lanetli) adam
gibi duran kurdu da."
Burada aslında ifade:
"Adam gibi duran kovulmuş kurdu da" takdirindedir.
Buna göre "onlara
lanet etmiştir" buyruğu, Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır, demek
olur. Tevfik ve hidâyetinden uzak tutmuştur, her türlü hayırdan uzak tutmuştur
anlamına geldiği de söylenmiştir ki bu sonuncusu genel bir anlam ifade eder.
"Onlar ne kadar
az iman ederler!" buyruğu hafzedilmiş bir mastarın sıfatıdır; onlar az
iman ederler takdirindedir.
Ma'mer der ki: Bunun
anlamı: Onlar ancak ellerinde bulunanın az bir kısmına iman eder, çoğunu ise
inkâr eder, kâfir olurlar. Yani onlar çok az iman ediyorlar, demek olur.
el-Vakidî der ki:
Bunun anlamı ise az veya çok hiçbir şekilde iman etmezler, demektir. Günlük
konuşmada: Bunu ne kadar da az yapıyor, ifadesini hiçbir şekilde yapmıyor
manasında kullanmamıza benzer.
el-Kisaî der ki:
Araplar: Pırasası ve soğanı dahi çok az biten bir topraktan geçtik, derken;
hiçbir şey bitirmeyen, hiçbir şeyin bitmediği bir topraktan geçtik, demek
isterler. [18]
89- Daha
önce kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlarken, onlara Allah katından
beraberlerinde bulunanı tasdik edici bir kitap gelince; işte o tanıdıkları
kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirlerin
üzerinedir.
"Daha önce
kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlarken" yardım talep ediyorlarken
"onlara" yahudilere "Allah katından beraberlerinde
bulunanı" Tevrat'ı ve İncil'i "tasdik edici" onlarda bulunanı
haber verici "bir kitap" yani Kur'ân-ı Kerim "gelince, işte o
tanıdıkları kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler."
Fetih istemek
(istiftah): yardım dilemek demektir. Hadis-i şerifte belirtildiğine göre Peygamber
(s.a) muhacirlerin fakirleri ile -yani onların dua ve namazları ile
-"fetih (zafer)" isterdi. [19] Yüce
Allah'ın: "Olur ki Allah fethi (zaferi) veya kendi katından bir emir
verir de..." (el-Maide, 5/52) buyruğunda-ki fetih de bu anlamdadır. Nasr
(yardım) ise kapalı bir şeyi açmak (feth) demektir. Buna göre bu kelime
Arapların kapıyı açtım (fetahtu) demelerinden gelmektedir.
Nesaî, Ebû Said
el-Hudrî'den Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Allah'ın bu ümmete yardımı (nasrı) zayıfları, onların duaları, namazları
ve ihlasları sayesindedir." [20]
Yine Nesaî
Ebu'd-Derdâ'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Bana zayıf kimseleri getiriniz. Çünkü sizler ancak
zayıflarınız sayesinde rızıklanır ve yardım olunursunuz." [21]
İbn Abbas der ki:
Hayber yahudileri Gatafanlılarla savaşırdı. (Bir seferinde) karşı karşıya
geldiklerinde yahudiler bozguna uğradılar. Yahudiler şu duayı yaptılar: Senden
ahir zamanda bize göndereceğini vadettiğin o ümmi peygamber hakkı için onlara
karşı bizleri muzaffer etmeni diliyoruz. İbn Abbas devamla der ki:
Karşılaştıklarında yahudiler bu duayı yapıyorlar ve Gatafan-lıları bozguna
uğratıyorlardı. Peygamber (s.a) gönderilince de onu inkâr edip kâfir oldular.
Bunun üzerine yüce Allah: "Daha önceden kâfirlerin aleyhine feth
istiyorlarken" yani ya Muhammed senin vasıtan ile yardım istiyorlarken
buyruğunu., "artık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir" bölümüne
kadar inzal buyurdu.
"...onlara...
gelince" anlamındaki buyrukta yer alan: inde"nin cevabı,
-el-Ferrâ'ya göre tanıdıkları kendilerine geldiğinde" buyruğunda yer alan
"fâ" ve ondan sonra gelen buyruklardır. el-Ah-feş Said ise der ki: Bu
edatın cevâbı, işiten tarafından bilindiği için hazfedil-miştir. ez-Zeccâc da
böyle demiştir.
el-Müberred ise der
ki: "Onlara... geldiğinde" buyruğunda yer alan (U)in cevabı "Onu
inkâr ettiler" buyruğunda verilmiştir. Bu edatın ikinci defa tekrarlanması
ifadenin uzunluğundan dolayıdır. Bunun anlamı ise günahlarını söyletmek ve
pekiştirmektir. [22]
90. Allah'ın
kullarından dilediği kimseye lütfundan inzal etmesini kıskanıp Allah'ın
indirdiğini inkâr etmek karşılığında nefislerini satmaları ne kötüdür! Böylece
gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için küçültücü bir azap vardır.
"... nefislerini
satmaları ne kötüdür!" Arap dilinde; "ne kötüdür (bi'se)!" yergi
ifade eder. Nitekim "ne iyidir (ni'me)" de övgü için kullanılır. Bu
iki fiilin şu şekilde dört türlü söyleyişi vardır: Sibeveyh'e göre ifadenin
takdiri şöyledir: Kâfir olmak suretiyle nefislerini satmaları ne kötü bir
iştir! [23]
el-Ferrâ da der ki: Yani onlar Allah'ın indirdiklerini inkâr etmek
karşılığında nefislerini satmış oldular. Anlamı da şudur: Onlar hakkı batıla,
imanı küfre değiştirdiklerinde kendileri için çok kötü bir tercih yapmış, çok
kötü bir seçimde bulunmuş oldular.
"Kıskanıp..."
es-Süddî ile Katade'ye göre "Bağy" kıskançlık demektir, el-Esmaî'ye
göre ise yara kötü bir hal aldığında kullanılan dan alınmıştır. Asıl
anlamınının "taleb etmek, istemek" olduğu da söylenmiştir. Za-niye'ye
"bağiyy" denilmesi bundan dolayıdır.
"Kullarından
dilediği kimseye lütfundan inzal etmesini kıskanıp"; ya-
"...Allah'ınindirmesini" anlamındaki buyruğu İbn Kesir, Ebî Amr,
Ya'kub ve İbn Muhaysın şeklinde okumuşlardır. Kur'an'ın sair yerlerinde de bu
kelimeyi böylece okurlar. Ancak Hicr Sûresi 21. âyetteki: ile el-En'am 37
deki, bundan müstesnadır.
"Böylece gazap
üstüne gazaba uğradılar." Yani gazap ile döndüler. Ellerine gazap geçmiş
oldu. "Onlara gazab"ın anlamına dair açıklamalar daha önceden
(Fatiha, 1/7. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
Allah'ın gazabı ise
O'nun cezası demektir. Birinci gazabın buzağıya taptıklarından dolayı olduğu,
ikinci gazabın ise Muhammed (s.a)'i inkâr etmelerinden dolayı olduğu da
söylenmiştir. Bu görüş İbn Abbas'a aittir. İkrime de şöyle demiştir: Çünkü
onlar önce Hz. İsa'yı sonra da Muhammed (s.a)'i inkâr ederek kâfir oldular.
Kastettiği kimseler ise yahudilerdir. Said'in rivayetine göre ise Katade şöyle
demiştir: Birinci gazab, İncil'i inkâr etmeleri, ikincisi ise Kur'ân'ı inkâr
etmeleri dolayısıyla olmuştur. Bazıları da şöyle demiştir: Burda anlatılmak
istenen gazabın pekiştirilmesi ve onların içinde bulundukları durumun
sıkıntılı olduğunun ifade edilmesi içindir. Yoksa iki ayrı ma-siyet sebebiyle
iki ayrı gazaba, uğradıkları anlamında değildir.
"Küçültücü
(muhîn)" kelimesi "hevân"dan alınmadır. Bu ifade, müslüman
isyankârların uzun süre kalışlanndan farklı olarak cehennemde kâfirlerin
ebe-diyyen kalışlarını gerektiren durumlar hakkında kullanılır. Müslümanların
cehennemde kalışları ise onlar için bir arındırma ve temizlemedir. Tıpkı zina
edenin recmedilmesi, hırsızın elinin kesilmesi gibi. İleride yüce Allah'ın izniyle
en-Nisâ Sûresi'nde (16. âyette) buna dair açıklamaları ihtiva eden Ebû Said
el-Hudrî yoluyla gelen hadiste de bu husus belirtilecektir. [24]
91. Onlara:
"Allah'ın indirdiğine iman edin" denildiği zaman: "Biz, bize
indirilene iman ederiz" derler ve arkasından geleni de inkâr ederler.
Halbuki o beraberlerindekini doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: "Madem ki
mü'min idiniz, öyleyse daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin
öldürüyordunuz?"
"Onlara: Allah'ın
indirdiğine" Kur'ân-ı Kerime "iman edin" tasdik edin
"denildiği zaman: Biz, bize indirilene" Tevrat'a "iman
ederiz" onu tasdik
ederiz "derler ve
arkasından geleni" yani el-Ferrâ'ya göre onun dışında kalanları,
Katade'ye göre de ondan sonra geleni "de inkâr ederler." Ebu Ubeyde
de Katade'nin görüşünü benimsemiştir. İki görüş arasında da fark yoktur.
el-Cevherî der ki:
Verâ, arka anlamındadır, ön anlamına kullanıldığı da olur. O bakımdan bu kelime
zıt anlamlı kelimelerdendir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Çünkü
arkalarında her gemiyi zorla gasbeden bir kral vardı." (el-Kehf, 18/79)
diye buyurmaktadır ki burada da "önlerinde.." anlamındadır. Bu
kelimenin küçültme ismi: "Vurayyie" şeklinde gelir ve şâzz bir kelimedir.
Âyet-i kerimede bu
kelimenin mansub gelmesi, zarf olduğundandır. el-Ah-feş'e göre merfû olarak ve
muzaf olmayarak kullanılması halinde, nihâî u-zaklık anlamını ifade eder ve o
taktirde isim olur. O taktirde de irab olmayan (gayr-i mütemekkin) bir isim
olup "min kablu, min ba'du: önceden, sonradan" isimlerine benzer.
Tanık olarak da (el-Cevherî) şu beyiti zikretmektedir:
Ben sana (gelecek bir
zarardan yana) emin olmazsam ve eğer
Sana kavuşmak da ancak
ötelerin ötesinden olabiliyorsa..."
Derim ki: Şefaat
hadisinde İbrahim (as)in söyleyeceği belirtilen: "...Ben ancak uzaktan
uzağa bir halil idim." [25]
ifadesi de bu kabildendir.
Bu kelime torun
anlamına da gelmektedir.
"Halbuki o...
gerçektir" buyruğu müpteda ve haber; "doğrulayıcı" buyruğu,
Sibeveyh'e göre te'kid edici haldir. "Beraberlerindekini" buyruğunda
yer alan lâm harfi ile cer mahallindedir,): beraberlerinde" buyruğu onun
sılasıdır.
"Halbuki o
beraberlerindekini doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: Madem ki mü'min
idiniz" yani iman edilmesi gereken şeylere inanan kimseler idiniz
"öyleyse daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?"
Yüce Allah onların kendilerine indirilenlere iman ettiklerini söyledikleri sözlerini
reddetmekte, bu hususta onları yalanlayıp azarlamaktadır. Anlamı şudur: Size
bu iş yasaklandığı halde neden Allah'ın peygamberlerini öldürmüş
bulunuyorsunuz?
Burada hitap Muhammed (s.a)'ın
huzurunda bulunanlara olmakla birlikte kastedilenler geçmişleridir. Geçmişlerin
çocuklanna bu şekilde hitabın yönel-tiliş sebebi ise, peygamberleri öldüren o
kimseleri veli ve dost edinmeleridir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Eğer Allah'a, Peygambere ve ona indirilene iman ediyor olsalardı onları
veliler edinmezlerdi." (el-Mâide, 5/81) Onları veli edindiklerine göre
onlar da veli edindikleri kimselerin durumundadırlar, demektir. Şöyle de
açıklanmıştır: Onlar atalarının yaptıkları işe razı oduklarından dolayı bu
öldürme işi de onlara nisbet edilmiştir.
"(öjicJû):
Öldürüyorsunuz" fiilinin, anlam itibari ile mazi olmakla birlikte muzâri'
gelmesinin sebebi, "daha önce" anlamındaki buyrukla herhangi bir
karışıklığın önlenmiş olmasındandır. Herhangi bir karışıklığa meydan vermeyecekse
mazinin muzâri', muzâri'in mazi anlamında kullanılması mümkündür. el-Hutay'a
da şöyle demiştir:
"Hutay'a şahitlik
etti (edecek) ki; Rabbimin huzuruna çıkacağı gün
Özür dilemek Velid'e
daha uygundur."
Görüldüğü gibi burada
"tanıklık etti" "edecek" manasınadır.
"Madem ki mü'min
İdiniz" niçin peygamberlerin öldürülmesine razı oldunuz?
Buradaki "( 01):
Madem ki" edatının anlamında olduğu
da söylenmiştir. (Buna göre buyrukların anlamı şöyle olur: "Öyle İse
Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz? Siz (esasen) iman
etmiyordunuz.")
Buyruktaki ":
...o şeyi"nin aslı şeklinde olup
Elif harfi, istifham (soru) ile haberi birbirinden ayırd etmek içindir. Burada
vakf yapmamak gerekir. Çünkü burada sonuna (sakin) bir "he"
getirmeden vakıf yapılırsa lahn (dil hatası) olur, kabul gören hat şekline
ilâvede bulunmuş olur. [26]
92. Andolsun
ki Mûsâ size beyyinelerle gelmişti. Sonra siz onun ardından zalimler olarak
buzağıyı (ilah) edindiniz.
"Andolsun ki Mûsâ
size beyyinelerle gelmişti" buyruğundaki (vav harfinden sonra gelen):
"lam" yemin içindir. Sözü geçen "el-beyyinât" ise yüce
Allah'ın: "Andolsun ki Musa'ya dokuz tane apaçık âyet (ayâtin beyyinât)
vermiş idik." (el-İsra, 17/101) buyruğunda sözü geçenlerdir. Bunlar ise
asa, kıtlık yılları, el, kan, tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar ile denizin
yarılması mucizeleridir. Sözü geçen beyyinât'ın Tevrat ve ondaki açık belgeler
olduğu da söylenmiştir.
"Sonra siz onun
ardından zalimler olarak buzağıyı (ilah) edindiniz." Bu buyruk onlar için
bir azardır. " Sonra" edatı azarlamak hususunda "vav"
harfinden daha beliğdir. Yani sizler âyetlere baktıktan ve âyetlerin size gelmesinden
sonra buzağıyı ilah edindiniz, anlamındadır. Bu onlann bu işi apaçık âyetlere
gereken şekilde eğilmek üzere bir süre geçtikten sonra yaptıklarını
göstermektedir ki, bu da onların suçlarının daha büyük olduğunu ifade eder. [27]
93- Hani Biz
sizden söz almış ve Tûr'u üstünüze kaldırıp: "Size verdiğimizi kuvvetle
tutun ve dinleyin" (demiştik). Onlar: "Dinledik, isyan ettik"
demişlerdi. (Çünkü) küfürleri yüzünden buzağı kalplerine içirilmişti. De ki:
"Eğer mü'minler iseniz, imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!"
"Hani Biz sizden
söz almış ve Tûr'u üstünüze kaldırıp: 'Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve
dinleyin' (demiştik)." Bu buyruğa dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/63-64. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır.
"Dinleyin"
itaat edin, anlamındadır. Yalnızca söylenen sözü idrak edip kavrayın, şeklinde
bir emirden ibaret değildir. Anlatılmak istenen ise dinledikleriniz gereğince
amel edin, onlara bağlı kalın şeklindedir.
Namaz kılan kimsenin
söylediği: Semiallahu limen hamideh (Allah kendisine hamdeden kulunu
işitmiştir) sözlerinin anlamı da onun dileğini kabul etti, isteğine icabet
etti, demektir. Şair der ki:
"Allah'a dua
ettim, nihayet şundan korktum: Allah dediğimi işitmez (kabul buyurmaz)
diye."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Dinlemek, itaat
etmek ve teslim olmak Temimoğulları için daha hayırlıdır ve daha esenliklidir."
"Onlar:
Dinledik,isyan ettik, demişlerdi." Bu, dilleriyle söyleyerek gerçekten
ifade ettikleri bir söz mü yoksa bizzat söylenmiş bir söz yerine geçen
işledikleri bir fiil olup burdaki ifadenin mecaz mı olduğu hususunda farklı
görüşler vardır. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Havuz doldu ve:
Yeter bana artık, dedi Yavaş ol, ağır ol, karnımı doldurdun, dedi."
Bu, onların: "Biz
bize indirilene İman ederiz" (âyet, 91) şeklindeki sözlerine karşı
aleyhlerine bir delillendirmedir.
"Küfürleri
yüzünden buzağı"nın sevgisi "kalplerine içirilmişti." Yani
kalplerine bu sevgi içirilir oldu. İfade bir teşbih ve bir mecazdır. Buzağının
sevgisinin ve ilah olduğunun kalplerinde iyice yer ettiğini ifade etmektedir.
Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Fitneler hasır gibi çubuk çubuk
kalplere sunulur. Hangi kalbe bu (fitneler) içirilirse ona siyah bir nokta
konulur..." Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [28]
Deyim olarak: Onun kalbine filan şeyin sevgisi içirildi denilir. Şair Züheyr de
der ki:
"içimdeki bir
sevgiden sonra ayıkıp kendime geldim Sevgi dediğin şey kalbine içirdiğin bir
zehirdir."
Burada buzağının
sevgisi "yemek" ile değil de "içmek" ile ifade edilmiştir.
Çünkü içilen su iç taraflarına ulaşacak şekilde azalara nüfuz eder. Yiyecek
ise bu şekilde nüfuz edemez. Bu manayı tabiînden birisi daha da ileriye
götürerek hanımı Asme hakkında bir şiir söylemiştir. O hanımına yaptığı bir iş
dolayısıyla kızmış, hanımını boşamıştı, hanımını da oldukça seviyordu. İşte
onun sevgisini dile getirirken şunları söyler:
"Asme'nin sevgisi
içime nüfuz etti, kalbimin;
Çok basittir sevginin
görünen kısmı görünmeyenine göre.
Ulaştı sevgisi
içeceğin dahi ulaşmadığı yerlere
Kederin de sevginin de
ulaşmadığı yerlere,
Onunla birlikte
olduğum zamanları hatırladığımda neredeyse
Uçacak oluyorum eğer
bir insan uçarsa."
es-Süddî ve İbn Cüreyc
de der ki: Mûsâ (a.s) buzağıyı törpü ile törpüledi ve onu suya serpti.
İsrailoğullarına da-. Haydi bu sudan içiniz, dedi. Hepsi o sudan içti.
Buzağıyı seven kimsenin dudakları üzerinde törpülenen altının tozları dışan
çıktı. O sudan kim içtiyse mutlaka delirdiğine dair bir rivayet de el-Kuşeyrî
tarafından nakledilmektedir.
Derim ki: Buzağının
suya savurulmasına yüce Allah'ın: "Sonra Biz onu denize darmadağın edip
savuracağız." (Taha, 20/97) buyruğu delalet etmektedir. Suyun içilmesi,
törpülenen tozlann dudaklar üzerinde görülmesi iddiasını ise yüce Allah'ın:
"Buzağı kalplerine içirilmişti" buyruğu reddetmektedir. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır.
"De ki: Eğer
mü'minler iseniz, imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!" Yani sizin:
Bize indirilene iman ederiz, sözlerinizle sahibi olduğunuzu iddia ettiğiniz
imanınız size ne kötü şeyleri emretmektedir!
Denildiğine göre bu
buyruk, Peygamber (s.a)'a hitap olup bu şekilde onları azarlamalannı emretmektedir.
Yani Ya Muhammed, onlara de ki: Sizin bu yaptığınız ve bu imanınızın size
yapmayı emrettiği bu şeyler ne kadar kötüdür!
"Ne kadar
kötüdür" anlamına gelen (bi'se) buyruğuna dair açıklamalar daha önceden:
(Bakara, 2/90. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Hamd yalnızca Allah'a
mahsustur. [29]
94. De ki:
"Eğer Allah nezdinde âhiret yurdu insanlar arasından sizden başka kimseye
değil de yalnız sizin ise, o halde ölümü temenni edin, eğer doğru söyleyenler
iseniz."
95. Fakat onlar önceden ellerinin gönderdikleri
sebebiyle onu hiçbir zaman temenni etmezler. Allah zalimleri çok iyi bilendir.
Yahudiler -yüce
Allah'ın kitab-ı keriminde bizlere de naklettiği- batıl birtakım iddialarda
bulunmuşlardır. Bu batıl iddialarını yüce Allah şu ve benzeri diğer
buyruklarda bizlere aktarmış bulunmaktadır: "Sayılı günler dışında bize
kat'iyyen cehennem ateşi dokunmaz" (el-Bakara, 2/80); "Yahudi ve
hıristiyan olandan başkası asla cennete girmez, dediler" (el-Bakara,
2/111) ve ayrıca: "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz" (el-Maide,
5/18) gibi sözler söylediler.
Yüce Allah ise bütün
bu hususlarda onları yalanladı ve delil getirmek zorunda bırakarak şöyle
buyurdu: "Onlara de ki" ya Muhammed: "Eğer Allah nezdinde âhiret
yurdu" cennet "insanlar arasından sizden başka kimseye değil de
yalnız sizin ise, o halde ölümü temenni edin, eğer" söylediğiniz bu
sözlerinizde "doğru söyleyenler iseniz."
Çünkü cennet ehlinden
olduğuna inanan bir kimse ölümü dünya hayatından daha çok sever. Buna sebep
ise ulaşacağı cennet nimetleridir. Ve dünyadaki sıkıntı ve eziyetlerden
kurtulup bunların son bulmasıdır. Ancak onlar işlediklerinin çirkinliği ve
"Biz Allah'ın oğulları ve çocuklarıyız" sözleriyle kâfir olduklarını
bildikleri, dünya hayatına olan tutkuları dolayısıyla, Allah'tan
korktuklarından ölümü temenni etmekten geri kaldılar, böyle bir şeye
yanaşmadılar.
Bundan dolayı yüce
Allah hak buyruğu ile onların durumunu haber vererek: "Fakat onlar
önceden ellerinin gönderdikleri sebebiyle onu hiçbir zaman temenni etmezler,
Allah zalimleri çok iyi bilendir" buyruğu ile ofi-ların yalancı
olduklarını çok açık ve kesin bir şekilde ifade buyurmuştur. Aynı şekilde eğer
ölümü temenni etmiş olsalardı mutlaka ölürlerdi. Nitekim Peygamber (s.a)'ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Yahudiler, ölümü temenni etmiş
olsalardı ölürler ve cehennemdeki yerlerini görürlerdi." [30]
Denildiğine göre yüce
Allah onları böyle bir temenniyi açığa vurmaktan alıkoydu ve sadece birşey
söylememek durumuna maruz bıraktı. Tâ ki bunu peygamberine bir mucize ve bir
âyet kılsın diye. İşte bunlar, onların böyle bir temenniyi terkedişlerine dair
üç ayrı izahtır.
İkrime ise İbn
Abbas'tan yüce Allah'ın: "Ölümü temenni ediniz" buyruğunda
anlatılmak istenenin bizden ve sizden hangi kesim yalan söylüyor ise ona ölümün
gelmesi için beddua ediniz, demek olduğuna dair açıklamada bulunduğunu
kaydetmektedir. Ancak kendilerinin yalancı olduklarını bildiklerinden dolayı
böyle bir duada bulunmadılar.
Eğer: Temenni kimi
zaman dil ile kimi zaman kalp ile olabilir. Onların kalpleriyle böyle bir şeyi
temenni etmedikleri nereden bilinmektedir, diye sorulursa şu cevap verilir:
Kur'ân-ı Kerim bunu: "Onu hiçbir zaman temenni etmezler" buyruğu ile
ifade etmektedir. Kalpleriyle böyle bir şeyi temenni etmiş olsalardı,
Peygamber (s.a)'a cevap vermek ve onun kendilerine karşı getirdiği delili
çürütmek kasdıyla dilleriyle elbette açığa vururlardı ki bu açıkça anlaşılan
bir husustur.
"Hiçbir
zaman" (anlamına: ebeden, ebediyyen) kelimesi az çok zaman dilimleri
hakkında kullanılır. Hîn ve vakit gibi. Burada ise ömrün başından ölüme kadar
olan süreyi kapsamaktadır.
": O şey
sebebiyle" buyruğundaki anlamında
olup aid (o, anlamındaki zamir) hazf edilmiştir. İfade ise; "Önden
gönderdikleri o şey* takdirindedir. Bu "mâ" masdar anlamını veren
türden olursa, aide gerek kalmaz.
"Elleri"
anlamındaki kelime, ref mahallindedir. Esre ile birlikte söylenmesi ağır
geldiğinden ötürü damme hazfedilmiştir. Eğer nasb edilmesi gerekirse o
taktirde harekesini alır. Çünkü nasbin telaffuzu kolay olur. Şiirde sakin
(harekesiz olarak, med harfi gibi) gelmesi de caizdir.
" Allah zalimleri
çok iyi bilendir" buyruğu mübteda ve haberdir. [31]
96. Andolsun
ki sen onları insanlar arasında -müşriklerden bile- hayata daha tutkun
kimseler bulursun. Onlardan her birisi kendisine bin yıl ömür verilsin ister.
Halbuki onun ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir. Allah
onların yapmakta olduklarını hakkıyla görendir.
"Andolsun ki sen
onları" yahudileri "insanlar arasında -müşriklerden bile - hayata daha
tutkun kimseler bulursun." Buna sebep ise günahlarını ve Allah katında
karşılığını görecekleri bir hayırlarının olmadığını bilmeleridir. Arap
müşrikleri ise bu dünya hayatından başkasını bilmezler. Onlar ahireti
tanımazlar. Nitekim Arap müşriklerinden şair birisi (İmruu'1-Kays) şöyle
demektedir:
"Dünyadan
faydalan, çünkü sen fanisin Sarhoşlukla ve güzel kadınlarla."
"Onlardan her
biri" buyruğundaki zamir bu açıklamaya göre yahudile-re aittir.
Burada sözün
"hayat" kelimesi ile tamam olduğu da söylenmiştir. Bundan sonra ise
müşriklerden bir kesimin durumu haber verilmektedir. [32]
Oenildiğine göre sözü
edilen bu müşrikler taifesi mecûsilerdir. Bu ise onların aksıran bir kimseye
kendi dillerinde "bin yıl yaşayasın" anlamında dua etmelerinden
açıkça anlaşılmaktadır. Özellikle "bin yıl"ın sözkonusu edilmesinin
sebebi ondalıklı sayılar hesabıyla nihaî rakam oluşundan dolayıdır.
el-Hasen'in görüşüne
göre ise burada sözü geçen "müşrikler" Arap müşrikleridir. Onların bu
özelliklerinin sözkonusu edilmesi ise öldükten sonra dirilişe iman
etmeyişleridir.
Bundan dolayı onlar
uzun bir ömre sahip olmayı temenni ederler, "sene" kelimesinin anlamı
ya da olduğu söylenmiştir. Bir görüşe
göre ise ifadede takdim ve tehir vardır ve bunun anlamı ise şöyle olur: Sen onları
ve müşriklerden bir taifeyi insanlar arasında hayata en tutkun kimseler olarak
görürsün.
"Onlardan her
biri kendisine bin yıl ömür verilsin ister." Yani temenni eder. ister" kelimesinin aslı, olup aynı
cinsten harekeli iki harf bir araya gelmesin diye böyle kullanılır. Dâl
harfinin harekesi de vav harfine verilerek, fiilin vav harfinin üstün olduğuna
delâlet etmesi sağlanmıştır. el-Kisâî
diye bir kullanım nakletmiştir. Buna göre bu fiilin muzari' şeklinin
vav harfi esreli olarak gelmesi mümkündür. Anlamı belirtildiği gibi, temenni
etmektir.
"Halbuki onun
ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir." Nahivciler
âyet-i kerimede yer alan (ve o anlamına gelen): huve zamirinin kime ait olduğu
hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bu zamirin daha önce geçen "her
biri" kelimesine ait olduğu söylenmiştir. O vakit ifadenin takdiri şudur:
Onlardan herhangi birisinin ömrünün uzatılması, kendisini azaptan kurtarmaz.
Mübtedanın haberi ise mecrûrda ("azabtan" anlamındaki kelimede)
mündemiçtir.
Ömrünün uzatılması" ise, "kendisini
kurtarıcı" nın failidir.
Bir diğer gruba göre
de zamir ömrün uzatılmasına aittir. O vakit ifadenin takdirî anlamı şöyle olur:
Onun ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir.
Haberi ise mecrûrda
mündemiçtir. "Ömrünün uzatılması" da bu görüşe göre "ömür
vermek" anlamındaki "ta'mir" mastarından bedeldir. et-Taberî de,
bir kesimin buradaki "huve" zamirinin (bir yere ait olmayıp) imâd
olduğunu söylediklerini nakletmektedir.
Derim ki: Bu uzak bir
ihtimaldir. Çünkü imâd, birbirinden ayn kalması sözkonusu olmayan iki şey
arasında yer alır. Yüce Allah'ın Eğer bu... hakkın kendisi ise..."
(el-Enfâl, 8/32) ile: Fakat onlar bizzat zalimler idiler" buyruklarında ve
benzerlerinde olduğu gibi.
Bir görüşe göre amel eden olup "huve" zamiri onun
ismidir. Haber ise: "kendisini kurtarıcı" anlamındaki kelimedir.
Bir kesimin kanaatine
göre de "huve" zamiri şan zamiridir. İbn Atiyye der ki: Bu, uzak bir
ihtimaldir. Çünkü nahivcilerin bilinen görüşüne göre böyle bir zamir, harf-i
cersiz bir cümle ile açıklanmalıdır.
"Kendisini
azaptan kurtarıcı değildir" buyruğunda geçen (ve mealde kurtarıcı anlamı
verilen kelimenin masdarı olan): zahzahe: Uzaklaştırmak ve kenara itmek
demektir. Bir şeyi uzaklaştırıp kenara itmek için bu masdardan türemiş olan
fiiller kullanılır. Bu fiil lazım (geçişsiz) ve müteaddi (geçişli) olabilir.
Geçişli anlamıyla şair şöyle demektedir:
"Ey ölümü
yaklaşmış nefsin ruhunu kabzeden
Ve ey günahları
bağışlayan, sen beni ateşten uzaklaştır."
Zu er-Rimme bu beyiti
şu şekilde söylemiştir:
"Ey bir süre
isyan etmiş bir bedenden ruhu kabzeden Ve günahları bağışlayan! Sen beni
ateşten uzaklaştır."
Bir başka şair de bu
fiili geçişsiz olarak şöylece kullanır:
"Dostum, ne
oluyor şu karanlığa da bir kenara uzaklaşmıyor? Şu sabah aydınlığına ne oluyor
da bir türlü açılmıyor?"
Nesaî de Ebu
Hureyre'den Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her
kim Allah yolunda bir gün oruç tutacak olur ise Allah yetmiş yıl süreyle onun
yüzünü ateşten uzaklaştırır (zehzeha)." [33]
"Allah yapmakta
olduklarını hakkıyla görendir. (Basîrdir)." Yani şu her birileri kendisine
bin yıllık bir ömür verilmesini isteyen kimselerin yaptıklarını çok iyi
bilendir.
Âyet-i kerimede geçen
kelimesini te'li olarak okuyanlara göre ifadenin takdiri de şöyledir: Ya
Muhammed, onlara de ki, Allah sizin neler yaptığınızı çok iyi görendir.
İlim adamları şöyle
demişlerdir: Yüce Allah kendi zatını basîr olmakla nitelendirmiştir ki bunun
anlamı O; bütün işlerin gizliliklerini çok iyi bilendir, şeklindedir. Arap
dilinde basîr bir şeyi iyi bilen, ondan gereği gibi haberdar olan demektir.
Filanın tıpta basireti vardır, fıkıhta basireti vardır, adamlarla karşılaşmak
hususunda basireti vardır, şeklindeki ifadeleri bu kabildendir. Şair der ki:
"Bana kadınları
sorarsanız şüphesiz ki ben Kadınların ilaçlarım iyi bilen (basîr) bir
doktorum."
el-Hattabî der ki:
Basîr, âlim demektir. Basîr aynı zamanda mubsir (yani bilen, gören)
anlamındadır. Denildiğine göre şanı yüce Allah'ın kendisini basîr olarak nitelendirmesi,
gören şeyleri görücü kılan demektir. Yani gören varlıklara görme idrâk ve
gücünü yaratıp görülen şeyleri idrak edici kılan demektir. Allah'ın kullarına
basîr olması demek ise, kullarını basiret sahibi (görücü) kılması
anlamındadır. [34]
97. De ki:
"Kim Cebrail'e düşman ise muhakkak ki onu, Allah'ın izniyle kalbin üzere
önündekini doğrulayıcı, mü'minlere de hidâyet ve müjde olmak üzere
indirmiştir."
Yahudiler Peygamber
(s.a)'e: Kendisine herhangi bir meleğin rabbinden risalet ve vahiy getirmediği
hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu getirenin kim olduğunu bize söyle ki biz de
sana tabi olalım, diye sordular. Hz. Peygamber de: "O Cebrail'dir"
deyince şu cevabı verdiler: Cebrail savaş ve çarpışmayı getiren kimsedir. O
bizim düşmanımızdır. Eğer sen bunun yerine şu yağmuru ve rahmeti indiren
Mikâil olduğunu söylemiş olsaydın, sana uyardık. Bunun üzerine yüce Allah bu
âyet-i kerimeyi bir sonraki âyetin sonuna kadar inzal buyurdu. Bu hadisi
Tirmizî rivayet etmiştir. [35]
"Muhakkak ki o...
kalbin üzere onu indirmiştir.'' buyruğundaki "Muhakkak ki o"
zamirinin iki anlama gelme ihtimali vardır. Birincisine göre: Muhakkak Allah
Cebrail'i kalbin üzere indirmiştir. İkincisi ise muhakkak Cebrail Kur'ân-ı
Kerim'i kalbin üzere indirmiştir.
Özellikle
"kalb"in söz konusu edilmesi onun aklın, ilmin ve bilgileri telakki
etmenin yeri oluşundan dolayıdır. Ayet-i kerime Cebrail (a.s)'ın şerefini
gösterdiği gibi ona düşmanlık edenin yerilmiş olduğunu da göstermektedir.
"Onu Allah'ın
izniyle" O'nun iradesi ve bilgisiyle "kalbin üzere önündekini"
Tevrat'ı "doğrulayıcı, mü'minlere de hidâyet ve müjde olmak üzere
indirmiştir." Mü'minlere hidâyet ve müjde olmasına dair açıklamalar daha
önce (el-Bakara, 2 ve 25. âyetlerde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. [36]
98. Kim
Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikâil'e düşman olursa
şüphesiz ki Allah o kâfirlerin düşmanıdır.
"Kim Allah'a...
düşman olursa" şart, onun cevabı da: "Şüphesiz ki Allah o kâfirlerin
düşmanıdır" buyruğudur.
Bu buyruk Cebrail
(a.s)'a düşmanlık eden kimseler için bir tehdit ve bir yergi, ayrıca onlardan
birisine düşman olmanın Allah'ın da o düşmanlık yapan kimselere düşman
olmasını gerektirdiğini ilan etmektedir. Kulun Allah'a düşmanlığı O'na isyan
etmesi, O'na itaatten uzak durması, O'nun sevdiklerine düşmanlık etmesidir.
Allah'ın kula düşmanlık etmesi ise onu âzaplandır-ması ve onun üzerinde bu
düşmanlığın etkilerini izhar etmesidir.
Eğer:
"Melekler"in sözkonusu edilmesi her ikisini de kapsamakla birlikte
neden özellikle Cebrail ve Mikâil sözkonusu edilmiştir? diye sorulacak olursa
şu cevap verilir: Onların şan ve şereflerini yükseltmek için özellikle isimleri
anılmıştır.Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O ikisinde meyve,
hurma ve nar (ağaçlan) vardır." (er-Rahmân, 55/68)
Burada özellikle
Cebrail ve Mikâil'in sözkonusu ediliş sebebinin yahudi-lerin bunları sözkonusu
etmesi olduğu, âyet-i kerimenin de onların bu konuda soru sormalan sebebiyle
nazil olduğundan dolayıdır, da denilmiştir. Çünkü yahudilerin: "Biz
Allah'a ve bütün meleklere düşmanlık etmiyoruz" demelerinin önünün
alınması için bu ikisinin sözkonusu edilmesi gerekliydi. Böylelikle yüce Allah,
onların özel bazı meleklerle ilgili olarak yapabilecekleri yorumlan çürütmek
maksadıyla bilhassa onların adını zikretmiştir. [37]
Dil bilginlerinin bu
iki kelimenin söylenişi ile ilgili olarak farklı açıklamaları vardır. Cebrail
adının on şekilde söylenişi sözkonusudur:
1- Cibril:
Hicazlıların şivesinde böyledir. Hassan b. Sabit şöyle demiştir:
"Ve
Allah'ın elçisi Cibril bizim aramızda..."
2- Cebrîl:
el-Hasen ve İbn Kesir'in kıraati bu şekildedir. İbn Kesir'in şöyle dediği de
rivayet edilmiştir: Peygamber (s.a)'ı rüyada gördüm. O bunları
Cebril ve Mîkâil
şeklinde okuyor idi. Ben de ebediyyen bu şekilde okuyup duracağım.
3- Kûfelilerin
Okudukları Şekilde Cebrail: Kûfeliler bu okuyuşlarına delil olarak da şu beyiti
gösterirler:
Savaşlarda bulunduk, zaman
boyunca bizim bütün askerî birliklerimizin Mutlaka önünde Cebrail vardı."
Bu da Temim ve
Kayslılann şivesidir.
4- Cebrail.
Medsiz olarak. Bu da Ebu Bekr b. Âsım'ın okuyuşudur.
5- Bir
önceki okuyuş gibi fakat sondaki lam'ı şeddeli okumak. Bu da Yahya b.
Ya'mer'in okuyuşudur. (Cebrail şeklinde).
6- Cebrail:
İkrime'nin okuyuşudur.
7- Onun gibi
fakat hemzeden sonra yâ ile. (Cebrâyil şeklinde).
8- Cebrayîl:
el-A'meş ve Yahya b. Ya'mer aynı şekilde böyle de okumuşlardır.
9- Cebraîn
10- Cibrîn: Bu da Esedoğullannın şivesidir. Taberî der ki: Bu şekilde Kur'ân'da okunmuş
değildir. en-Nehhâs -İbn Kesir'in de okuyuşunu sözko-nusu ederek- der ki:
"Arap dilinde Fa'lîl vezninde kelime yoktur. (Yani Cebril söyleyişi uygun
değildir). Bununla birlikte fî'lîl vezni vardır. (Yani Cibril söylenebilir):
Dihlîz, kıtmîr ve bırtîl kelimeleri gibi. Şu kadar var ki Arap olmayanların
dilinde Arapçada benzeri olmayan birtakım vezinlerin olması red-dolunamaz. Yine
bu söyleyişlerin çokça değişikliklere uğramayacağı da söylenemez. Nitekim
Acemler'in İbrahim, İbraham, İbrahim, İbrahem, İbra-hum ve İbrâhâm dedikleri
bilinen bir husustur. Başkası ise şöyle demektedir: Cibril, Arapça olmayan bir
isimdir. Araplar bunu arapçalaştırmıştır. O Araplar bakımdan bu kelimeyi böyle
değişik şekillerde söyleyebilirler; bundan dolayı zaten bu kelime munsarıf
(çekimli) değildir.
Derim ki: Biz bu
kitabın baş taraflarında [38] bu
kelimelerin Arapça oldukları görüşünün doğru olduğunu ve Cebrail'in apaçık bir
arapça ile bu kelimeleri bu şekilde inzal ettiğini söylemiş idik. en-Nehhâs
der ki: Cibril kelimesi cem'i teksir (kırık çoğul) şeklinde Cebârîl diye
gelir.
Mîkâîl kelimesinin ise
altı şekilde söylenmesi sözkonusudur:
1- Mîkâyîl:
Bu Nâfi'in kıraatidir.
2- Mîkâîl:
Bu Hamza kıraatidir.
3- Mîkâl:
Hicazlıların şivesidir. Aynı zamanda bu Ebu Amr ve Âsım'dan
4- Mîkeîl:
Bu, İbn Muhaysin'in kıraatidir.
5- Mîkâyyîl
(iki tane ya ile) Bu da ondan gelen farklı rivayetler ile birlikte el-A'meş'in
rivayetidir.
6- Mîkâel:
(Fethalı bir hemze ile İsrâel denildiği gibi): Bu da Arapça olmayan bir isim
olduğundan dolayı munsanf değildir. İbn Abbas'ın zikrettiğine göre Cebr, Mîkâ
ve İsrâ kelimelerinin hepsi arapça olmayan bir dilde, kul ve köle (abd ve
memluk) anlamında; îl ise yüce Allah'ın adıdır. O bakımdan Ebu Bekr es-Sıddîk
(r.a)ın Müseylime'nin seci'li söyleyişlerini işitince şöyle demesi de bu
türdendir: Bu îl'den (yani Allah'tan) gelmeyen bir sözdür. Kur'ân-ı Kerim'de de
bu kelimenin iki ayrı tefsirinden birisine göre şu buyrukta bu anlama geçtiği
söylenmektedir: "Onlar bir mü'min hakkında ne bir il ve ne de bir ahde
riâyet etmezler." (et-Tevbe, 9/10) Burada yer alan "ÎT kelimesinin
açıklaması ile ilgili iki görüşten birisine göre îl, Allah'tır; yani hiçbir
mü'min hakkında Allah'ın öngördüğü hak ve hukuku gözetmezler demektir. İleride
buna dair açıklamalar (et-Tevbe, 8, 10. âyetlerde) gelecektir.
el-Maverdî der ki:
Cibrîl ve Mikâîl iki ayrı isimdir. Onlardan birincisi Abdullah, ikincisi
Ubeydullah (Allah'ın kulu ve Allah'ın kulcağızı) anlamındadır. Çünkü
"îl" yüce Allah demektir. "Cebr" de "kul"
demektir. "Mîkâ" ise "kul-cağız" anlamındadır. Sanki Cibril
Abdullah, Mikâil de Ubeydullah anlamını ihtiva eder. Bu İbn Abbas'ın görüşüdür.
Müfessirler arasında ona bu konuda muhalefet eden kimse de yoktur.
Derim
ki: Bazı müfessirler İsrafil'in Abdurrahman anlamına geldiğini de söylerler.
en-Nehhâs ise şöyle demektedir: "Cebr" kelimesini kul (abd)
"îl" kelimesini de Allah diye açıklayan kimsenin: Bu Cebruîl'dir,
Cebraîl'i gördüm, Cebriil'e uğradım," demesi gerekir. Ancak böyle birşey
denilmediğinden dolayı burada bu ifadenin Cebrail'in adı anlamına gelmesi
sözkonusu olur.
Başkaları ise şöyle
demektedir: Eğer onların (müfessirlerin) dedikleri gibi (verdikleı i anlam
doğru) olsaydı, bu kelimenin munsarıf olması gerekirdi. Munsanf oluşunun
terkedilmesi bunun muzaf olmayan tek kelimeden meydana gelmiş bir isim
olduğunu göstermektedir. Abdulganî el-Hafîz, Eflet b. Halife'den -ki bu
Hassan'ın babası Fuleyt el-Amirî'dir- o da Cesre bint De-câce'den o Aişe
(r.anlıa)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Cibril'in, Mîkâil'in ve İsrafil'in Rabbi olan Allah'ım! Cehennem
ateşinin sıcağından ve kabir azabından sana sığınırım."[39]
99- Andolsun
ki Biz sana apaçık âyetler indirdik, bunları fasıklar-dan başkası inkâr etmez.
İbn Abbas (r. anhumâ)
der ki: Bu, İbn Suriya'ya verilen cevaptır. O Rasûlullah (s.a)'a: Ya Muhammed,
sen bize bildiğimiz birşey getirmedin. Allah sana apaçık bir âyet (mucize)
indirmedi ki o âyet sebebiyle biz de sana uyalım, deyince yüce Allah bu âyet-i
kerimeyi inzal buyurdu. Bunu Taberî nakletmektedir. [40]
100. Onlar
ne zaman bir ahidle bağlandılarsa içlerinden bir grup onu bozup atıvermedi mi?
Hayır, onların çoğu iman etmezler.
"Onlar, ne zaman bir
ahidle bağlandılarsa... mi?" buyruğunda yer alan "vav" harfi
atıf edatıdır. Onun başına ise soru edatı olan "hemze" gelmiştir.
Nitekim yüce Allah'ın şu buyruklannda da bu hemze "fe" harfinden önce
gelmiştir: "Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü... " (el-Maide, 5/50);
"Sen sağırlara mı işittireceksin?" (ez-Zuhruf, 43/40); "Onu ve
zürriyyetini... mi edinirsiniz?" (el-Kehf, 18/50) Yüce Allah'ın:
"Sonra vukua geldi mi..." (Yunus, 10/51) buyruğunda da "(li ):
Sonra" kelimesinin başına da gelmiştir. Bu Si-beveyh'in görüşüdür.
el-Ahfeş'e göre ise bu
âyet-i kerimedeki (ve benzerlerindeki) vav zaiddir. el-Kisaî'nin görüşüne göre
ise bu vav'ın aslı "ev"dir. Kolaylık (teshil) olsun diye
"vav" hareke almıştır. Kimisi de sakîn olarak "ev" şeklinde
okumuştur. O vakit de bu (JO: Bilakis, hayır anlamına gelir. Nitekim birisi
ötekine: Seni mutlaka döveceğim der, buna karşılık o da :Veya Allah bana
yeter, diye cevap verir. [41]
Bu açıklamaya göre de
âyetin bu bölümünün anlamı: "Hayır, onlar ne zaman bir ahidle bağlandılarsa
içlerinden bir gnıp..." şeklinde olur.
İbn Atiyye der ki:
Bütün bu açıklamalarda bir zorlama vardır. Doğrusu ise Sibeveyh'in görüşüdür.
"( us ): Ne zaman" kelimesi zarf olarak mensûbdur.
Bu âyet-i kerimede
kastedilen şahıs Malik b. es-Sayf dir. Bunun adının Malik b. ed-Dayf olduğu da
söylenmiştir. O şöyle demişti: Allah'a'yemin ederim, bizim Kitabımızda bizden
ne Muhammed'e iman etmek diye bir söz alınmıştır, ne de başka her hangi bir
söz. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
Şöyle de denilmiştir:
Yahudiler şöyle söz vermişlerdi: Eğer Muhammed peygamber olarak gönderilirse
mutlaka ona iman edeceğiz ve Arap müşriklere karşı onun yanında, onunla
birlikte olacağız. Fakat Hz. Peygamber, peygamber olarak gönderilince onu
inkâr ettiler, kâfir oldular.
Ata da der ki: Burada
sözü geçen "ahid," Peygamber (s.a) ile yahudiler arasında kurulan ve
yahudiler tarafından bozulan ahidlerdir. Kurayza ve Nadi-roğullarının
yaptıkları gibi. Bunun delili de yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onlar öyle
kimselerdir ki kendilerinden birtakım kimselerle ahidleştikten sonra her
seferinde ahidlerini bozarlar ve onlar sakınmazlar da." (el-Enfâl, 8/56)
"İçlerinden bir
grup bozup atıvermedi mi?" buyruğunda geçen:
"Nebz": Atmak, fırlatıvermek demektir.
Nebîz ve menbûz da
burdan gelmektedir. Ebu'l-Esved şöyle demiştir:
"Gönderdiğin kişi
bana haber verdi ki: Sen Sol elinle, yüzçevirerek mektubumu almışsın."
Onun başına bir bakıp
bir kenara atmışsın (nebz) Eskiyen ayakkabılarından birisini attığın (nebz)
gibi.
Bir başka şair de
şöyle demiştir:
"Senin
kendilerine adaletli olmalarını emrettiğin kimseler Mektubunu bir kenara
attılar (nebz) ve haram olanı helal bildiler."
Bu (bir şeyi atıp
fırlatmak), herhangi bir şeyi hafife alıp da gereğince amel etmeyen bir kimse
hakkında bir misal olarak verilir. Araplar : Bunu sırtının arkasına koy, arkana
at, ayağının altına al, gibi ta'birler kullanırlar. Yani onu terket ve ondan
yüzçevir demek isterler. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Onu arkanıza
atılmış (değersiz) birşey edindiniz." (Hud, 11/92) el-Ferrâ da şu beyiti
nakletmiştir:
"Ey Zeydoğlu
Temim, benim sana arzettiğim ihtiyacım
Arkasına atılmış ve
benim için cevabını almak zorlaşmış bir hale düşmesin."
"Hayır onların
çoğu" buyruğu mübtedadır, "iman etmezler" buyruğu da haber
mahallinde ve geleceği de kapsayan (geniş zamanlı) bir fiildir.[42]
101. Onlara
Allah tarafından beraberlerinde olanı doğrulayıcı bir Peygamber gelince
kendilerine kitap verilenlerden bir fırka sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın
Kitabını arkalarına atmıştır.
"Onlara Allah
tarafından beraberlerinde olanı doğrulayıcı" bu biraz sonra gelen
"bir peygamberin sıfatıdır. Bunun (mûsâddikan şeklinde) hal olması da
mümkündür. (O takdirde anlamı şöyle olur: "... beraberlerinde olanı
doğrulayıcı olarak..."):
"Bir Peygamber
gelince kendilerine kitap"tan kasıt Tevrat'tır "verilenlerden bir
fırka sanki bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına atmıştır."
Çünkü onların Peygamber (s.a)'ı inkâr etmeleri ve onu yalanlamaları, Allah'ın
kitabını yani Tevrat'ı arkalarına atmaları demektir. es-Süddî der ki: Bunlar
Tevrat'ı bir kenara attılar ve Asef in kitabı ile Hârut ve Mârût'un sihir
kitabını aldılar.
Şöyle de denilmiştir:
Burada kitap ile Kur'ân'ın kastedilmiş olması da mümkündür. eş-Şa'bî der ki:
Bu kitap onların ellerinde bulunuyor ve onlar bu kitabı okuyorlardı. Fakat
onun gereğince ameli bir kenara bırakmışlardı.
Süfyan b. Uyeyne de
der ki: Onlar bu kitabı ipeklere, atlaslara sarıp sarmaladılar. Altın ve
gümüşle süslediler, fakat helalini helal bilmediler, haramını da haram. İşte
kitabı sırtlannın arkasına atmaları budur. [43] Buna
dair açıklamalar bir önceki âyet-i kerimede yeteri kadar yapılmıştır.
"Sanki
bilmiyorlarmış gibi" buyruğu, bilmeyen kimseye onların halini
benzetmektedir. Çünkü onlar, bilmeyen cahil bir kimsenin yaptığı işi yapmışlardır.
Böylelikle bu ifadeden onların bilerek inkâr ettikleri, küfre saptıkları
anlaşılmaktadır. [44]
102.
Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular. Halbuki Süleyman
kâfir olmadı. İki meleğe de birşey (indirilmedi). Fakat o şeytanlar kâfir
idiler ki insanlara sihri öğretiyorlardı. Babil'de iki meleğe de bir şey
indirilmedi. Harut ile Marufa gelince; onlar: "Biz ancak bir imtihanız,
sakın kâfir olma" demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi. İşte o ikisinden
koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi. Onlar Allah'ın izni
ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi. Ve onlar
kendilerine zarar verecek fakat fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı.
Andolsun ki onlar, onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını
biliyorlardı. Onların kendilerini, karşılığında sattıkları şey ne kötüdür!
Keşke bilmiş olsalardı?!
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yirmidört başlık halinde sunacağız:
"Şeytanların
Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular." Bu
buyrukta yüce Allah,
kitabı arkalarına atan kesimin -ki bunlar yahudilerdir-büyüye de tabi
olduklarını haber vermektedir. es-Süddî der ki: Yahudiler Tevrat'ı ileri sürüp
Muhammed (s.a)'e karşı çıktılar. Tevrat ile Kur'ân arasında uygunluk olduğu
ortaya çıktı. Bu sefer Tevrat'ı bir kenara attılar, Asaf in (sihir) kitabını ve
Hârût ile Mârût'un sihrini aldılar, ona yapıştılar.
Muhammed b. İshak der
ki: Rasûlullah (s.a) Hz. Süleyman'ı gönderilmiş peygamberler arasında sözkonusu
edince yahudi alimlerinden birisi şöyle dedi: Muhammed, Davud'un oğlunun bir
peygamber olduğunu zannediyor. Halbuki o, Allah'a yemin ederiz bir sihirbazdan
başka birşey değildi. Bunun üzerine yüce Allah da: "Halbuki Süleyman
kâfir olmadı... Fakat o şeytanlar., kâfir idiler" buyruğunu indirdi. Yani
o şeytanlar ademoğullarına Hz. Süleyman'ın gösterdiği denizde yürümek,
kuşları, şeytanları emri altında müsah-har kılmak gibi mucizelerinin büyü
olduğu telkininde bulundular.
el-Kelbî der ki:
Şeytanlar büyüye dair bilgileri ve tılsımları Hz. Süyelman'ın katibi Asafın
dilinden yazdılar ve Allah, onun mülkünü elinden aldığı sırada namaz kıldığı
yerin altına gömdüler. Süleyman ise bunun farkına varmadı. Hz. Süleyman vefat
edince oradan çıkartıp insanlara şöyle dediler: O size bu şeyler sayesinde
hükümdarlık etti. Haydi bunu siz de öğreniniz. İsra-iloğullarının âlimleri ise
şöyle dediler: Bunun Süleyman'ın bilgisi olmasından Allah'a sığınırız. Bayağı
ve sıradan kimseler ise: Hayır, bu Süleyman'ın bil-gisidir dediler, onu
öğrenmeye yöneldiler, peygamberlerinin kitaplarını reddettiler. Bu durum Allah
(cc), Muhammed (s.a)'ı peygamber olarak gönde-rinceye kadar devam etti. Daha
sonra yüce Allah peygamberi Muhammed'in üzerine Hz. Süleyman'ın bu işten ma'zur
olduğunu ve ona yapılan bu iftiradan uzak olduğunu ortaya çıkartarak:
"Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına uydular"
buyruğunu indirdi.
Ata der ki: Burada
geçen "tetlû" tilavetten gelen okumak anlamındadır. İbn Abbas da der
ki: Bu, arkasından gelmek, uymak anlamındadır. Nitekim: İnsanlar biri öteki
ardından geldiler, denildiği zaman bu kelime kullanılır. Ta-berî der ki:
"Tabi oldular" kelimesi üstün tuttular, demektir.
Derim ki: Bir şeye
uyup onu önüne geçiren bir kimse başkasından üstün tuttuğu için böyle yapar.
"Tetlû" ise geçip gitti, devam etti anlamındadır.[45]
Şair de der ki:
Kabrinin yanından
geçersen boğazla orada
Onların kanları ile
kabrinin dört bir yanını sula,
Çünkü o, kanla ve
boğazlanan hayvanlarla kardeş olacak (idi)"
Burada
"olacak" anlamındaki muzari' fiil, "idi" anlamındadır.
Buyruktaki ":
...na" edatı, "uydular" anlamındaki fiilin mefulüdür.
Yani onlar şeytanların
Süleyman'ın aleyhine uydurdukları şeylere uydular ve onların ardınca gittiler.
Burada yer alan "ma" edatının nefy' (olumsuzluk) ifade ettiği
söylenmişse de böyle bir görüşün âyet-i kerimenin nazmı ile hiçbir ilgisi
yoktur, sözün doğru olarak anlaşılmasına da imkan vermez. Bunu İbnu'l-Arabi
söylemiştir.
"Süleyman'ın
mülkü" yani şeriat ve peygamberliği "aleyhinde uydurduklarına
uydular." ez-Zeccac der ki: Süleyman'ın hükümdarlık ettiği dönem hakkında
uydurduklarına uydular, demektir. "Süleyman'ın mülkü ile ilgili
olarak" anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani Hz. Süleyman'ın kıssaları,
nitelikleri ve haberleri ile ilgili olarak uydurduklarına uydular. el-Ferra der
ki: Böyle bir yerde "alâ" ve "fî" (üzerine; de, da,
hakkında) harflerinin ikisi de (anlam olarak) uygundur, kullanılabilir.
Yüce Allah'ın burada
"ala mülki Süleyman" deyip de "ba'de mülki Süleyman:
Süleyman'ın mülkünden sonra" dememesi yüce Allah'ın şu buyruğu
do-layısıyladır: "Senden önce ne kadar bir rasûl ve bir peygamber
gönderdiysek mutlaka o bir şey söylemek istediği zaman şeytan onun sözüne
birşey atmak istemiştir." (el-Hacc, 22/52); yani onun tilavetine birşeyler
karıştırmak istemiştir.
Şeytanın anlamı ve
türediği köküne dair açıklamalar (istiâze'ye dair bilgi verilirken) yapılmış
bulunmaktadır. Tekrarlamanın anlamı yoktur.
Burada geçen
"şeytanlar"in cin şeytanları olduğu söylenmiştir. Bu isimden
anlaşılan da budur. Kastın, dalâlette alabildiğine ileri gitmiş, isyankâr insanların
şeytanları olduğu da söylenmiştir. Cerîr'in şu beyitinde olduğu gibi.
"Onlara duyduğum
sevgiden dolayı bir zamanlar beni şeytan diye çağırıyorlardı Ve şeytan olduğum
zamanlar onlar da beni seviyorlardı." [46]
"Halbuki Süleyman
kâfir olmadı" buyruğu ile Allah tarafından Hz. Süleyman'ın günahsızlığı dile
getirilmektedir. Âyet-i kerimede ise herhangi bir kimsenin Hz. Süleyman'ı
küfre nisbet ettiğine dair bir ifade geçmemiştir. Şu kadar var ki yahudiler Hz.
Süleyman'ı sihirbazlıkla nitelendirdiler. Sihir küfür olduğundan dolayı adeta
Hz. Süleyman küfre nisbet edilmiş gibi olmuştur.
Daha sonra yüce Allah:
"Fakat o şeytanlar kâfir idiler" buyruğu ile sihri öğretmek sebebiyle
şeytanların kâfir olduğunu tesbit etmektedir.
"Öğretiyorlardı"
buyruğu ise hal makamında mansubdur. İkinci bir haber olmak üzere ref halinde
olması da mümkündür. [47]
Kûfeliler Âsim
müstesna şeklinde nun harfini şed-desiz olarak buna karşılık kelimesinin
nun'unu ötreli olarak okumuşlardır. el-Enfal'de yer alan Fakat Allah
attı" (el-Enfal, 8/17) buyruğunu da böyle okumuşlardır. İbn Âmir de onlar
gibi okumuştur. Geri kalanları ise "lâkinne" şeklinde ve ondan sonra
gelen ismin sonunu da üstün olarak okumuşlardır.
"Lâkin"
kelimesinin iki anlamı vardır: Geçmişe dair haberi nefyeder, geleceğe dair
haberi de isbat (olumlu) eder. Bu kelime ise la, kâf ve inne olmak üzere üç
kelimeden yapılmıştır. "La" nefyedicidir, "kâf hitab içindir,
"inne" ise isbat ve tahkik içindir. Ağır olduğundan dolayı bu
"inne"deki hemze gitmiştir. Bu "lakin" kelimesi ağır (son
harfi şeddeli): lakinne şeklinde ve hafif (lakin şeklinde son harfi şeddesiz
olarak) okunur. Ağır okunduğu takdirde "inne" gibi ismini nasbeder,
hafif okunduğu takdirde ise şeddesiz "in" gibi (ismini) ref eder. [48]
Sihrin aslında hile ve
hayalî şekiller göstermek suretiyle birşeyi olduğundan başka türlü göstermek
demek olduğu söylenmiştir. Bu da büyü yapanın birtakım işler yapıp bazı sözler
söylemesi ile olur. Bunun sonucunda büyülenen kişi o eşyayı gerçek
mahiyetinden başka türlü görür. Tıpkı uzaktan serabı görüp de orada su
bulunduğu hayaline kapılan ve devamlı ve hızlıca yol alan bir gemiye binip de
kıyıda gördüğü ağaç ve dağların da kendisiyle birlikte yürüdüğünü zanneden
kimsenin durumu gibi.
Bu kelimenin küçük
çocuğu aldatan ve aynı şekilde bir şeylerle uğraştırıp oyalayan kimsenin
durumunu ifade etmek üzere kullanılan: Küçük çocuğu sihrettim,"
ifadesinden türetildiği söylenmiştir. Teshîr (büyü-leme) de böyledir. Lebid der
ki:
"Ne halde
olduğumuzu bize soruyorsan bizler
Şu aldatılmış
(sihredilmiş) yaratıklardan kuşlarız."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Kendimizi, yemek
ve içmekle eğleniyorken (sihrediliyorken)
Ölüme hızla giden
kimseler görüyorum,
Kuşlar, sinekler,
kurtlar ve
Cesur kurtlardan da
daha cesur kimseler."
Yüce Allah'ın:
"Sere muhakkak büyülenmiş (mûsâhhar) kimselerdensin." (eş-Şuara,
26/153) buyruğuna gelince, denildiğine göre, "mûsâhhar" (ciğer
anlamına gelen) "sehar" sahibi olarak yaratılan kimse demektir. Yemek
ye-yip içecek şeyleri içen anlamına gelen, oyalanıp eğlenen kimseler anlamında
olduğu da söylenmiştir.
Sihr'in asıl anlamının
gizlilik demek olduğu da söylenmiştir. Çünkü büyü yapan, bu işi gizlice yapar.
Aslının, birşeyden yüzçevirttirmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Seni bu
işten sihir etti, yani o işten başka tarafa çevirdi, denilir. Asıl anlamının
meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Seni meylettiren herkes sana sihir yapmış
olur. Yüce Allah'ın: "Belki de biz büyülenmiş bir topluluğuz."
(el-Hicr, 15/15) buyruğu hakkında da şöyle denilmiştir: Yani bize büyü yapıldı
ve bize gösterilen hayaller sonucu bildiğimizden başka noktalara kaydırıldık.
el-Cevherî der ki:
Sihir, okuyup üflemek demektir. Alınış kaynağı latif ve sezilmeyecek kadar ince
olan herşeye sihir denir. Sâhir (sihir yapan, büyüleyici) bilgin anlamındadır.
Yine bu kelime aldatmak anlamına da gelir.
İbn Mes'ud der ki:
Bizler cahiliyye döneminde sihire "idâh" derdik. Araplara göre ise
bu ileri derecede iftira ve yalanın güzel sözlerle allanıp pullanması
demektir. Şair der ki:
"Ben Rabbime
sığınırım
Büyü yapıp büyüsüne
üfüren büyücülerden." [49]
Büyünün gerçek olup
olmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Hanefî mezhebine mensup el-Gaznevî
Uyunu'l-Meânî adlı eserinde şöyle demektedir: Sihir Mu'tezileye göre asılsız
bir aldatmacadır. Şafiî'ye göre vesvese ve hastalıktır. Bize göre ise sihrin
aslı güneşin Firavn sihirbazlarının asalarında civaya etki etmesi gibi
yıldızların özelliklerinin etkisini esas alan birtakım tılsımlar veya zor olan
şeyleri kolaylaştırmaları için şeytana yapılan tazimdir.
Derim ki: Bize göre
ise sihir bir gerçektir. Onun gerçek bir niteliği vardır. Allah -ileride de
geleceği üzere- sihir esnasında dilediğini yaratır. Diğer taraftan sihrin bir
kısmı el çabukluğu ile olur. (Şa'veze gibi). Şa'vezi ise çabuk yürüyen postaya
verilen addır. İbn Faris, el-Mücmel'de şöyle der: Şa'veze, çölde yaşayan
arapların kullandığı bir kelime değildir. Bu, büyü gibi elçabuklu-ğu ile
birtakım okuyup üflemelerdir. Bunun bir kısmı ezberlenen sözler, bir kısmı da
yüce Allah'ın okunan isimleri olabilir. Kimisi şeytanların dönemlerinden kalma
olabilir ve bu birtakım ilaç, duman ve başka şeyler türünden olur. [50]
Rasûlullah (s.a)
sözdeki fesahata ve güzel söz söylemeye "sihir" adını vermiş ve şöyle
buyurmuştur: "Şüphesiz sözün bir kısmı elbette bir sihirdir." Bunu
Mâlik ve başkaları rivayet etmiştir. [51]
Çünkü bu sözlerde
bazan batıl o derece doğru gösterilir ki işiten onun doğru olduğunu zanneder.
Buna göre Hz. Peygamber'in: "sözün bir kısmı elbette ki bir
sihirdir" buyruğu belagat ve fesahati yermek sadedinde olur. Çünkü bunu
sihire benzetmiş olmaktadır. Şöyle de açıklanmıştır: Bu ifade beyanın
üstünlüğünü ve belağati övmek için kullanılmıştır. Bunu da bir grup i-lim adamı
söylemiştir. Ancak birinci açıklama daha sahihtir. Buna delil ise Peygamber
(s.a)'ın şu buyruğudur: ".... belki sizin bazılarınız delilini diğer bazısına
göre daha açık bir dille anlatabilir." [52] ;
"Benim aranızdan en çok buğ-zettiğim kişiler çokça söz söyleyip sözlerini
tekrarlayan ve ağzı kalabalık kimselerdir." [53]
Derim ki: Hadisin
ravisi Amir eş-Şa'bı ile Sa'saa b. Sûhan sözünü ettiğimiz şekilde bu hadisi
açıklamışlar ve şöyle demişlerdir: Peygamber (s.a)'ın: "Şüphesiz sözün bir
kısmı elbette ki bir sihirdir" buyruğuna gelince kişi bazen haksız olduğu
halde hak sahibinden daha güzel bir şekilde delillerini ortaya koyar,
böylelikle güzel açıklamalarıyla etrafındaki insanları büyüler ve haksız olduğu
halde hakkı alır gider. İlim adamları belagatı ve güzel konuşmayı alabildiğine
uzun veya oldukça kısa olmadıkça ve batıl hak gibi gösterilmedikçe
övmüşlerdir. Bu ise açık bir husustur. Hamdimiz Allah'adır. [54]
Kimi büyüler, yapanın
kâfir olmasını gerektirir. İnsanların suretlerini değiştirmek, onları hayvan
kılığına büründürmek, bir aylık mesafeyi bir gecede katetmek, havada uçmak
gibi iddialarda bulunanlar böyledir. İnsanlara kendisinin haklı olduğu vehmini
vermek üzere bu tür şeyler yapan herkesin yaptığı bu iş küfürdür. Bu Ebû Nasr
Abdurrahim el-Kuşeyrî'nin görüşüdür.
Ebû Amr da der ki:
Büyücü, hayvanı bir şekilden bir sekile dönüştürüp insanı eşek yahut benzeri
bir kılığa sokar, cesetleri değiştirmeye, helak etmeye ve nakletmeye kadirdir,
diyenlerin görüşlerine göre sihirbazın öldürülmesi gerekir. Çünkü bu kişi
peygamberleri inkâr eden bir kâfirdir. Onların âyet ve mucizelerine benzer
iddalarda bulunmaktadır. Bunu böyle kabul etmekle birlikte peygamberliğin
sıhhatli bilgisine ulaşmak mümkün olmaz. Çünkü bunun (yani mucizelerin) bir
benzeri hile yolu ile husule gelebilir, kanaatini uyandırır.
Büyünün birtakım
aldatmalar, birtakım yasaların dışına çıkmalar, göz boyamalar, hayal
göstermeler olduğu iddiasında bulunanların kabul ettikleri esas ilkeye göre
ise büyücünün öldürülmesi gerekmez. Ancak yaptığı büyü sonucu bir kimsenin
ölümüne sebep teşkil ederse, o kişinin ölümüne karşılık olarak o da öldürülür. [55]
Ehl-i Sünnet büyünün
sabit olduğunu, gerçeğinin bulunduğunu kabul etmiştir. Genel olarak Mu'tezile
ve Şafiî mezhebine mensup Ebû İshak el-Es-terabadî ise sihrin bir hakikatinin
olmadığı görüşündedir. Aksine bunlara göre sihir bir şeyin olduğundan başka
türlü gösterilmesini sağlayan bir hayal ve bir vehmettirmedir. Ve sihir bir
çeşit el çabukluğu ve çabuk harekettir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Sihirlerinden ötürü kendisine yü-rüyorlarmış hayalini verdi."
(Tâhâ, 20/66) Burada yüce Allah gerçekten yürüyorlardı, buyurmamakta
"kendisine yürüyorlarmış hayalini verdi" diye buyurmaktadır. Bir
başka yerde de: "İnsanların gözlerini büyülediler" (el-A'raf, 7/116)
diye buyurmaktadır.
Ancak bunda
görüşlerine destek olacak bir delil yoktur. Çünkü bizler hayal göstermenin ve
başka işlerin büyü kapsamında olduğunu kabul etmiyoruz. Aksine bunun ötesinde
aklın caiz kabul ettiği (olabilir dediği) ve sem'î delillerin de varid olduğu
birtakım hususlar vardır. Bunlar arasında bu âyet-i kerimede (tefsin yapılan
âyette) sözü geçen sihir ve sihrin öğretilmesi de vardır. Sıscr bunun bir
gerçeği olmasaydı, öğretilmesine imkân olmazdı. Yüce Allah da rraarın insanlara
bunu öğrettiğini haber vermezdi. İşte bu, büyünün bir ha-iK»:is.at olduğunun
delilidir. Yüce Allah'ın Firavun'un sihirbazları kıssasında zikrettiği:
"Ve büyük bir sihir getirmiş oldular" (el-A'raf, 7/116) buyruğu ile Felak
Sûresi, diğer taraftan bütün müfessirlerin bu sûrenin iniş sebebinin Le-bid b.
el-A'sam'ın büyüsü dolayısıyla indiğini ittifakla belirtmeleri de bu deliller
arasındadır. Bu sûrenin iniş sebebiyle ilgili olarak bu rivayet Buhârî, Müslim
ve başkalarının kaydettiği hadisler arasındadır. Hz. Aişe'den gelen bir
ha-dis-i şerifte şöyle denilmektedir: Zureykoğulları yahudilerinden Lebid b.
el-A'sam adında bir yahudi Rasûlullah (s.a)'ı büyüledi... Bu hadis-i şerifte şu
ifadeler de geçmektedir: Büyü çözülünce:Peygamber (s.a) "Şüphesiz Allah
bana şifa verdi" diye buyurmuştur. [56]
Şifa ise ancak
hastalığın kaldırılması ve son bulması ile sözkonusu olur. İşte bu sihirin bir
gerçeğinin olduğunu göstermektedir. Yüce Allah'ın ve O'nun peygamberinin,
sihrin varlığına ve vakiliğine dair haberleri dolayısıyla onun gerçek olduğu
kesindir. Kendileriyle icmaın gerçekleştiği hal ve akd ehli de bu görüştedir.
Mu'tezilenin döküntüleriyle ittifak halinde olmayan hak ehline muhalefet
etmelerine itibar edilmez.
Eskiden beri büyü
alabildiğine yaygınlık kazanmış, insanlar onun hakkında sözler söylemişlerdir.
Ashab-ı kiramdan olsun tabiinden olsun onun aslını inkâr eden görülmemiştir.
Süfyan, Ebu'l-A'ver'den, o İkrime'den, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet
etmiştir: Sihir Mısır kasabalarından el-Fera-ma diye bilinen bir kasabada
öğretildi. Sihrin varlığını yalanlayan kâfirdir. Allah'ı ve rasûlünü
yalanlayıcı olur ve müşahede ve gözle görülüp bilinen bir şeyi de inkâr etmiş
olur. [57]
Mezhebimize mensup
ilim adamları şöyle demiştir: Hastalık, (eşleri) birbirinden ayırmak,
delirtmek, bir organı yamultmak ve buna benzer delilin, kulların yapabileceği
şeylerden olmasına imkân olmadığını gösterdiği insan gücü çerçevesinde
bulunmayan, olağanüstü birtakım işlerin büyücü eliyle ortaya çıkacağı red
olunamaz. İlim adamlarımız derler ki: Büyüde büyücünün bedeninin evlerinin
küçük hava deliklerinden geçecek, ağacın dalının tepesine dikilecek şekilde
incelmesi, oldukça ince bir iplik üzerinde yürümesi havada uçması, suda
yürümesi, köpek ve benzeri şeylerin sırtına binmesi, uzak görülen bir ihtimal
değildir. Bununla birlikte büyü bunların yapılmasını gerektiren asıl sebeb
değildir. Bunların meydana gelmesinin illeti ve bunları doğuran sebep de
değildir. Büyücü bağımsız olarak bunları meydana getiremez. Yüce Allah bu gibi
şeyleri büyünün varolması halinde yaratır ve meydana getirir. Yemek esnasında
tokluğu, su içmek halinde de suya kanmayı yarattığı gibi.
Süfyan'ın Ammâr
ez-Zehebî'den rivayetine göre Velid b. Ukbe'nin yanında ip üzerinde yürüyen
bir büyücü varmış. Büyücü ayrıca eşeğin arkasından girer ağzından çıkarmış.
Ezdli -Becileli olduğu da söylenir- Cündeb b. Ka'b, onun için kılıcını kuşandı
ve bu kişiyi öldürdü. Peygamber (s.a)'ın: "Benim ümmetim arasında Cündeb
denilen kişi olacaktır. Bu kılıç ile bir darbe vuracak ve bununla hak ile
batılı birbirinden ayıracaktır."[58]
dediği kişidir. Hadis-i şerifte geçen bu Cündeb'in sihirbazı öldüren bu kişi
olduğu görüşünde idiler. Ali b. el-Medenî der ki: Harise b. Mudarrib ondan
hadis rivayet etmiştir. [59]
Yapıldığı takdirde
çekirge, haşerat, kurbağa, denizi yarmak, asayı yılana dönüştürmek, ölüleri
diriltmek, hayvanları konuşturmak gibi peygamberlerin büyük mucizeleri türünden
şeyleri yüce Allah'ın büyü sonucu yaratmayacağı üzerinde müslümanlar icma
etmişlerdir. Bu ve benzeri şeylerin büyücünün bunları dilemesi esnasında Allah
tarafından yapılmayacağı, yaratılma-yacağının kesinlikle bilinmesi, kabul
edilmesi gerekir. Kadı Ebu Bekr b. et-Tayyib der ki: Bizim böyle bir şeyi
imkansız kabul etmemiz bu konudaki icma dolayısıyladır. Eğer bu konuda icma
olmasaydı bunun da mümkün olabileceğini söyleyebilirdik. [60]
Büyü ile mucize
arasındaki farka dair bizim ilim adamlarımız şunları söylemektedir: Büyü,
büyücü tarafından da başkası tarafından da yapılabilir. Aynı anda birçok
kimsenin büyüyü bilip bunu yapabilmeleri de mümkündür. Mucizenin benzerini
meydana getirmek veya ona karşı onu çürütecek daha büyük bir olağanüstü hal
ortaya koymak imkanını ise Allah kimseye vermez. Diğer taraftan büyücü
peygamberlik iddiasında bulunmaz. O bakımdan büyücü vasıtasıyla meydana gelen
olaylar mucizeden ayrı ve farklıdır. Mucizenin, -bu kitabın mukaddimesinde de
daha önceden geçtiği gibi- peygamberlik iddiası ile birlikte ve benzerinin
meydana getirilmesi için meydan okunması şartları da vardır. [61]
Müslüman ve zımmî
büyücünün hükmü hakkında fukahâ farklı görüşlere sahiptir. İmam Malik,
müslüman bir kimse bizzat söz ile büyücülük yaptığı takdirde bunun küfür
olacağı ve öldürüleceği, tevbe etmesinin istenmeyeceği, tevbesinin de kabul
olunmayacağı görüşündedir. Çünkü bu, zındıkın ve zina edenin durumunda olduğu
gibi, gizlice yaptığı bir iştir. Diğer taraftan yüce Allah: "Biz ancak
imtihanız, sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi"
buyruğunda büyüye "küfür" adını vermiştir. Aynı zamanda bu Ahmed b.
Hanbel'in, Ebû Sevr, İshâk, Şafiî ve Ebû Hanife'nin de görüşüdür.
Büyücünün
öldürüleceğine dair hüküm Ömer, Osman, İbn Ömer, Hafsa, Ebu Mûsâ, Kays b. Sa'd
ve tabiinden yedi kişiden de rivayet edilmiştir. Peygamber (s.a)'ın da:
"Büyücünün haddi kılıçla boynunu uçurmaktır" dediği rivayet
edilmektedir. Bu hadisi Tirmizî rivayet etmiştir. [62]
Ancak sened itibariyle pek kuvvetli değildir. Bu sadece hadis alimlerince
zayıf kabul edilen İsmail b. Müslim yoluyla rivayet edilmiştir. İbn Uyeyne
bunu İsmail b. Müslim'den o da el-Hasen'den mürsel olarak rivayet etmiştir. Kimisi
de bu hadisi el-Hasen'den o da Cündeb'den yoluyla rivayet etmektedir.
İbnu'l-Münzir der ki:
Biz Aişe (r.anha)'dan kendisine büyü yapmış bir cariyesini sattığını ve onun
bedeli ile köle azad ettiğini rivayet etmiş bulunuyoruz. Yine İbnu'l-Münzir
der ki: Erkek söz söyleyerek büyü yaptığını ikrar edecek olursa, bu küfür olur
ve tevbe etmediği takdirde öldürülmesi gerekir. Aynı şekilde onun aleyhine bu
hususta bir beyyine sabit olup beyyine de küfür olan bir söz söylendiğini
ortaya koyarsa hüküm böyledir.
Eğer kendisi ile büyü
yaptığını sözkonusu ettiği sözler, küfrü gerektiren sözler değil ise
öldürülmesi caiz değildir. Eğer büyülediği kimsede kısası gerektiren bir
cinayetin işlenmesi sonucunu doğurmuş ise şayet bu kişiyi kastetmiş ise
büyücüye kısas uygulanır. Eğer verdiği zarar kısası gerektirmeyen türden
olursa, o takdirde bunun diyetini ödemesi gerekir.
İbnu'l-Münzir der ki:
Rasûlullah (s.a)'ın ashabı bir mes'ele hakkında ihtilaf edecek olurlarsa hükmü
Kitap ve Sünnete en yakın olan görüşe uymak gerekir. Ashab-ı kiram arasından
büyücünün büyü sebebiyle öldürülmesini emreden kişinin sözünü ettiği büyü,
küfrü gerektiren bir büyü olabilir. O takdirde onlardan gelen bu rivayet
Rasûlullah (s.a)'ın sünnetine uygun bir hüküm olur. Hz. Aişe'nin büyücü bir
cariyenin satılmasını emretmesi ile ilgili rivayette sözü geçen büyücü
cariyenin büyüsü, küfür olmayabilir.
Herhangi bir kimse
Cündeb'in Peygamber (s.a)'den: "Sihirbazın haddi bir kılıç darbesi ile
boynunu uçurmaktır" hadisini delil gösterecek olursa, bu hadis sahih
olduğu takdirde bunun "büyüsü küfrü gerektiren büyücünün öldürülmesini
emretmesi" gibi bir anlama gelme ihtimali vardır. O takdirde bu Peygamber
(s.a)'dan gelmiş bulunan "Müslüman bir kimsenin kanı ancak üç şeyden
birisi ile helal olur.." [63]
anlamındaki haberlere de uygun düşer.
Derim ki: Bu, doğru
bir görüştür. Müslümanların kanı himaye altındadır. Ancak kesin bir kanaat ile
mubah kabul edilebilir. Anlaşmazlık olduğu hallerde ise kesin kanaat sözkonusu
değildir. Kimi ilim adamı da şöyle demektedir: Eğer bu işi bilenler: Büyü
ancak küfür ve istikbar ile birlikte gerçekleşebilir veya şeytanın tazim
edilmesi şartı ile sözkonusu olabilir, diyecek olurlarsa o takdirde büyü
küfrün bir delili olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İmam Şafii'den
büyücünün büyüsü sebebiyle birisini öldürmedikçe ve: Ben onu öldürmeyi
kastettim, demedikçe öldürülmeyeceğine dair bir görüş rivayet edilmiştir.
Eğer: Ben onu öldürmeyi kastetmemiştim, derse büyücü öldürülmez, bu takdirde
hata yoluyla öldürmekte olduğu gibi diyeti ödenir. Eğer büyü yaptığı kişiye bir
zarar verirse verdiği zarar oranında büyücü te'dib edilir.
İbnu'l-Arabî ise der
ki: Bu, iki açıdan batıldır. Evvela o sihri bilmiyor. Sihrin gerçeği onun yüce
Allah'tan başkasının kendisiyle ta'zim edildiği mukadderat ve olayların
kendisine nisbet edildiği birtakım sözler topluluğudur. İkincisi yüce Allah
kitab-ı keriminde sihrin küfür olduğunu açıkça ifade ederek şöyle
buyurmaktadır: "Halbuki Süleyman" sihir sözlerini söyleyerek
"kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar" sihir ile ve onu öğretmek ile
"kâfir idiler ki" Hâ-rut ile Mârut da insanlara: "Biz ancak bir
imtihanız, sakın kâfir olma" diyorlardı. İşte bu ifadeler konuya dair
açıklamayı pekiştirici buyruklardır.
İmam Malik mezhebine
mensup ilim adamları büyücünün tevbesinin kabul olunmayacağına şunu delil
gösterirler: Büyü, batınî bir iştir. Onu yapan kişi açığa çıkarmaz. O bakımdan
onun tevbesi -zındıkta olduğu gibi- bilinemez. Ancak irtidat edip kâfir
olduğunu açığa vuran kimsenin tevbesi istenir. İmam Malik de der ki: Büyücü
veya zındık aleyhlerine şahitlik edilmeden önce tevbe ederek geldikleri
takdirde tevbeleri kabul edilir. Bunun delili ise yüce Allah'ın: "Fakat
bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda vermedi" (cl-Mü'min,
40/85) buyruğudur. işte bu onlara azabın nüzulünden önce imanlarının
kendilerine fayda vereceğini göstermektedir. Bu iki kişinin (büyücü ile
zındıkın) durumu da böyledir. [64]
Zımmî büyücünün
durumuna gelince, öldürüleceği söylenmiştir. İmam Malik ise şöyle demektedir:
Yaptığı büyü sebebiyle başkasını öldürmedikçe öldürülmez. Bunun dışında
işlediği cinayetin tazminatını öder. Eğer kendisi ile yapılan zimmet
antlaşmasında bulunmayan bir iş yapacak olursa da öldürülür.
İbn Huveyzimendad der
ki: Büyücü zımmî olduğu takdirde Malik'ten ona dair gelen rivayetler farklı
farklıdır. Bir seferinde tevbe etmesi istenir. Tevbesi ise İslâm'a girmesidir
derken, bir seferinde de İslâm'a girse dahi öldürülür, demiştir. Harbî ise
tevbe ettiği tadirde öldürülmez. Yine Malik, Peygamber (s.a)'a söven zımmî
hakkında da böyle demiştir: Bu kişinin tevbesi istenir ve tevbe etmesi ise
İslâm'a girmesidir.
Bir başka seferinde
ise: Öldürülür ve tıpkı bir müslümanda olduğu gibi tevbe etmesi istenmez. Yine
İmam Malik zımmî hakkında büyü yaptığı takdirde cezalandırılacağını
söylemiştir. Ancak yaptığı büyü ile ölüme sebep teşkil etmiş yahut herhangi
bir zarar vermiş ise yaptığı iş kadar ona ceza uygulanır. İmam Malik'ten
başkası ise, öldürülür demişlerdir. Çünkü zımmî büyücülük yapmakla zimmet
ahdini bozmuş olur.
Mirasçıları büyücüye
varis olamazlar. Çünkü büyücü kâfirdir. Ancak büyüsüne küfür denilemeyecek ise
istisnadır. İmam Malik kocasının kendisine yaklaşmasını önleyecek şekilde veya
bir başkasını bağlayan kadının ibretli bir şekilde cezalandırılacağını, fakat
öldürülmeyeceğini söylemiştir. [65]
Büyücüden büyülediği kimseye
yaptığı büyüyü çözmesinin istenip istenmeyeceği hususunda ilim adamları farklı
görüşlere sahiptir. Buhârî'nin kaydettiğine göre Said b. el-Müseyyeb bunu caiz
görmüştür. [66] el-Muzenî de bu görüşe
meyyaldir. Hasan-ı Basrî ise bunu mekruh görmüştür. eş-Şa'bî de der ki: Nüşra
(cin tarafından çarpıldığı zannedilen kimseye yapılan bir çeşit manevî
tedavi)da bir mahzur yoktur. İbn Battal der ki: Vehb b. Münebbih'in kitabında
belirtildiğine göre sedir ağacından yedi yeşil yaprak alınır, iki taş arasında bunları
döver, sonra suya çalar, bunların üzerinde Âyetu'l-Kürsî'yi okur, daha sonra bu
sudan üç yudum içer ve onunla gusleder. Yüce Allah'ın izniyle rahatsızlığı bu
vesileyle gidecektir. Bu, hanımına yaklaşmaktan alıkonulmuş erkeğe iyi gelir. [67]
Mu'tezilenin büyük bir
çoğunluğu şeytan ve cinlerin varlığını inkâr eder. Onların bu inkârları ise
aldırışsızlıklarını ve dine bağlılıklarının gevşekliğini gösterir. Halbuki
şeytan ve cinlerin varlığını kabul etmek akıl açısından imkânsız birşey
değildir. Diğer taraftan Kitap ve Sünnet'in nasları onların varlığını
göstermektedir. Akıllı ve Allah'ın ipine sımsıkı yapışmış bir kimsenin ise
aklın varlıklarının caiz (varlığının mümkün) olduğuna hüküm verdiği, buna
karşılık şeriatin de sabit olduğunu nas ile tesbit ettiği şeyi kabul etmesi bir
görevidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Fakat o şeytanlar kâfir
idiler" diye buyurduğu gibi bir başka yerde de: "Şeytanlardan da onun
için denize dalanlar... vardı." (el-Enbiyâ, 21/82) ve buna benzer daha pek
çok âyet. Cin Sûresi de onların varlığını gerektirir.
Peygamber (s.a) da
şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan Âdemoğlunun içinden kan gibi akıp
dolaşır." [68] Ancak bazı kimseler bu
hadisi reddetmiş ve bir cesette iki ruhun bulunmasını imkânsız kabul
etmişlerdir. Akıl ise cinlerin - eğer bazılarının hatta çoğu kimsenin
söylediği gibi - cisimleri latif ve basit ise insanın içinde yol almalarını
imkânsız kabul etmemektedir. Eğer cisimleri kesîf olsaydı yine de onların
insanın içinde dolaşmaları mümkün ve doğru olurdu. Nitekim yiyecek ve içecek de
vücudun boş kısımlarına girebilmektedir. Kurtçuklar da canlı olarak
âdemoğlunun içinde bulunabilmektedirler. [69]
"Babil'de iki
meleğe de birşey İndirilmedi" buyruğunda yer alan O ) ne-ly edatıdır.
Ondan önceki vav ile: "Halbuki Süleyman kâfir olmadı" buyruğuna
atfedilmiştir. Çünkü yalıudiler: Allah Cebrail ve Mikâil ile büyüyü indirmiştir,
demişlerdi. Yüce Allah da bunu reddetmekte, nefyetmektedir.
Bu buyrukta takdim ve
tehir vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Süleyman kâfir olmadı, iki meleğe de
birşey indirilmedi, fakat şeytanlar kâfir oldular ki insanlara Babil'de büyüyü
Hârût ile Mârût öğretiyorlardı.
Burada Hârût ile Mârût
yüce Allah'ın: "Fakat şeytanlar kâfir idiler" buy-ruğundaki
"şeytanlar"dan bedeldir. Bu açıklama âyet-i kerime ile ilgili açıklamaların
en uygun olanıdır. Buna dair söylenen en sahih görüş de budur, bunun
dışındakilere de itibar edilmez.
Çünkü büyü özlerinin
latifliği ve anlayışlarının inceliği dolayısıyla şeytanlar tarafından
çıkartılmış birşeydir. İnsanlar arasında büyücülükle en çok uğraşanlar ise
kadınlardır ve (büyü yapmaları) özellikle de ay hali oldukları vakitlere
rastlar. Yüce Allah da: "Düğümlere üfüren (kadın)/erm şerrinden"
(el-Felak, 113/4) diye buyurmaktadır. Şair de "büyüye üfüren kadınların
şerrinden rabbime sığınırım" demiştir. [70]
Birisi kalkıp: İki
kişi çoğuldan nasıl bedel olur? Halbuki bedel ancak kendisinden bedel yapılan
seviyesindedir, diyecek olursa buna üç ayrı cevap verilebilir:
1- İki kişi
hakkında bazen çoğul ta'biri de kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Şayet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinin-dir."
(en-Nisâ, 4/11) Annenin mirasın üçte birini almaktan engellenmesi ve bunun
yerine altıda birini alması ancak iki veya daha fazla kardeşin bulunması
halinde sözkonusu olur. Nitekim ileride Nisa Sûresi'nde (sözü geçen âyetler
açıklanırken) buna dair açıklamalar gelecektir.
2- Hârut ile
Mârût büyünün öğretilmesinde başı çektiklerinden dolayı onlara uyanlar
sözkonusu edilmeyip bizzat onlar zikredilmiştir. Yüce Allah'ın: "Onun
üzerinde ondokuz (melek) vardır." (el-Müddessir, 74/30) buyruğunda olduğu
gibi.
3- Şeytanlar
arasında özellikle Hârût ile Mârufun sözkonusu edilmesi, bu ikisinin isyanda
ileriye gitmeleridir. Allah'ın: "O ikisinde birçok meyveler, hurma ve nar
ağaçları vardır" (er-Rahman, 55/68) buyruğunda olduğu gibi. Yine:
"Cebrail ve Mikâil" buyruğu da buna benzemektedir. Kur'ân-ı Kerim'de
olsun Arap dilinde olsun bu tür kullanımlar pek çoktur.
Kimi zaman ya şerefi
veya üstünlüğü dolayısıyla genelin kapsamı içerisinde bulunan bazı kişiler
özellikle nas ile zikr edilebilir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Şüphesiz İbrahim'e insanların en yakını, elbette ona
uyanlarla şu Peygamber
ve ona iman edenlerdir." (Âl-i İmrân, 3/68); "Cebrail'e ve
Mikâil'e..." (el-Bakara, 2/98) Ya da yüce Allah'ın: "Meyveler, hurma
ve nar ağaçları vardır" (er-Rahman, 55/68) buyruğunda olduğu gibi. Hoş ve
lezzetli olduklarından ya da çoğunluğu teşkil ettiklerinden dolayı da anılmış
olabilirler. Hz. Peygamber'in şu buyruğunda olduğu gibi. "Yeryüzü bana
mes-cid, toprağı da bana (teyemmüm için) temizlik aracı kılınmıştır." [71] Ya
da bu âyet-i kerimede olduğu gibi isyanı, serkeşliği dolayısıyla
zikredilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Burada yer alan
edatının büyüye atfedildiği ve meful olduğu da söylenmiştir. Bu durumda ism-i
mevsûl anlamında olur. Buna göre anlamı: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü
aleyhine uydurduklarına .. ve iki meleğe indirilenlere uydular," şeklinde
olur. Bu durumda bu iki meleğe indirilen büyü, insanlar için bir sınama ve bir
fitne sebebi olur. Allah da kullarını dilediği şeyler ile imtihan etmek
hakkına sahiptir. Tıpkı Tâlût'un nehri ile askerlerini sınadığı gibi. Bundan
dolayı o iki melek şöyle derdi: Biz ancak bir imtihanız, yani Allah'tan gelmiş
bir sınama aracıyız. Sana büyücünün yaptığı işin küfür olduğunu haber
veriyoruz. Bize itaat edersen kurtulursun, bize karşı gelirsen helak olursun.
Hz. Ali, İbn Mes'ud,
İbn Abbas, İbn Ömer, Ka'b el-Ahbar, es-Süddî ve el-Kelbî'den şu anlamda
rivayetler gelmiştir: İdris (a.s) döneminde Adem (a.s)'ın çocukları arasında
fesad alabildiğince çoğaldı. Bu bakımdan melekler onları ayıpladı. Bunun
üzerine yüce Allah: Eğer sizler onların yerinde olsaydınız ve onların
yapılarında bulunanlar size de yerleştirilmiş olsaydı, onların işlediklerini
işlerdiniz. Melekler: Seni tenzih ederiz, bizim böyle bir-şey yapmamız
yakışmaz, dediler. Bunun üzerine yüce Allah: En hayırlılarınızdan iki melek
seçiniz diye buyurdu, onlar da Hârut ile Mârût'u seçtiler. Allah onları yere
indirdi ve onlara da şehveti yerleştirdi. Aradan bir ay geçmeden adı Nabati
dilinde Bîdaht, Farisîde Nâhil, Arapçada da Zühre olan bir kadına gönüllerini
kaptırdılar. Bu kadın bir dava için yanlarına gelmişti. Kadınla beraber olmak
istediler; ancak dinine girmedikçe, şarap içip Allah'ın haram kıldığı nefsi de
öldürmedikçe tekliflerini kabul etmedi. Onlar kadının teklifini kabul edip
içki de içtiler ve onunla birlikte oldular. Kendilerini gören bir adamı da
öldürdüler. Bu sefer kadın onlardan kendisini söyleyerek semaya çıktıkları
ismi öğrenmek istedi. Onlar da bu ismi kadına öğrettiler. Kadın o adı
söyleyerek yükseldi ve hilkati değiştirilip yıldız yapıldı.
Salim babasından o da
Abdullah'tan rivayetle şöyle der: Bana Ka'b el-Ah-bar'ın haber verdiğine göre
bu iki melek daha tam bir gün geçirmeden Allah'ın kendilerine haram kıldığı
şeyleri işlediler.
Bu rivayetten başka
şöyle denilmektedir: Bu iki melek dünya azabı ile ahiret azabından birisini
seçmekte serbest bırakıldılar, onlar da dünya azabını seçtiler. İşte bu iki
melek yeryüzünün altındaki bir gizli geçitte Babil'de az-ab görmektedirler.
Denildiğine göre;
Babil Irak bölgesinin adıdır. Nihavend olduğu da söylenmiştir. Ata'dan gelen
rivayete göre İbn Ömer, Zühre ve Süheyl yıldızlarını gördüklerinde onlara
söğüp sayar ve Süheyl, Yemen'de insanlara zulmeden bir vergi memuru idi. Zühre
ise Hârût ile Mârufun birlikte olduğu kadındı, derdi.
Deriz ki: Bütün bunlar
zayıftır. Bu sözler, İbn Ömer'den olsun, başkasından olsun uzaktır, bunların
hiçbirisi sahih değildir. Çünkü bu Allah'ın vahyinin eminleri olan
peygamberlerine elçi olarak gönderdiği meleklere dair temel inanış ve delillere
aykırıdır. Bu gibi şeyleri bunlar reddetmektedir. Çünkü melekler: "Onlar
kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler" (et-Tahrîm,
66/6); "Bilakis (melekler) ikram olunmuş kullardır, sözle O'nun önüne
geçmezler ve O'nun emriyle amel ederler." (el-Enbiya, 21/26-27);
"Gece ve gündüz durmaksızın teşbih eder, dururlar." (el-Enbiyâ,
21/20)
Akıl, meleklerin günah
işleyebileceklerini ve mükellef kılındıkları şeylere aykırı işler yapmalarını,
onlarda şehvetlerin yaratılmasını reddetmez. Çünkü hatıra gelen herşey yüce
Allah'ın kudreti çerçevesindedir. İşte peygamberlerin, velilerin ve fazilet
sahibi ilim adamlarının korkmaları da bur-dandır. Şu kadar var ki aklen caiz
görülen böyle bir şeyin meydana gelmesi ancak sem' ile (peygamberden gelen
nakil ile) bilinebilir, bu konuda ise sahih bir delil yoktur.
Böyle bir görüşün
sahih olmadığının delillerinden birisi de yüce Allah'ın yıldızlan ve
gezegenleri semayı yarattığı vakit yaratmış olmasıdır. Çünkü haberde şöyle
denilmektedir: "Sema yaratıldığında orda yedi tane de gezegen yaratıldı:
Zuhal, müşteri, behram, Utarit, zühre, güneş ve ay." İşte yüce Allah'ın:
"Her biri bir yörüngede yüzerler." (el-Enbiya, 21/33) buyruğunun
anlamı da budur. Böylelikle zühre ve Süheyl'in Adem (a.s)'in yaratılışından
önce varolduğu isbat edilmiş oluyor. Diğer taraftan meleklerin: "Bize
böyle birşey yakışmaz" demeleri şu anlama gelebilir: Hayır, sen bizi
fitneye düşüremezsin. Ancak böyle birşey küfürdür. Bundan Allah'a sığınırız.
Böyle bir sözün o şerefli meleklere nisbet edilmesinden de Allah'a sığınırız.
Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun. Çünkü yüce Allah onları tenzih ettiği
gibi onlar da bu konuda müfessirlerin zikredip naklettiği ve onlara yakışmayan
her türlü nitelikten münezzehtir. Onların nitelemelerinden senin izzet
sahibi üce ve münezzehtir. [72]
İbn Abbas, İbn Ebzâ,
ed-Dahhâk ve el-Hasen "el-Melekeyn" kelimesini lam harfini esreli
olarak: "el-Melikeyn" şeklinde okumuşlardır. (Buna göre anlam:
"...İki meliğe
de..." şeklinde olur.) İbn Ebzâ der ki: Bunlar Davud ve Süleyman'dır.
Buna göre edatı yine nefy edatı olur. (İki hükümdara birşey indirilmedi,
anlamına gelir.) Ancak İbnu'l Arabi bu görüşün zayıf olduğunu belirtmektedir.
el-Hasen der ki: Bunlar Babil'de hükümdarlık yapan iki tane Arap olmayan ve
kâfir kimseler idi. Bu görüşe göre de meful olur, nefy edatı olmaz. (Buna göre
de anlam: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduklarına ve iki
hükümdara indirilenlere uydular" şeklinde olur). [73]
"...
Babil'de" buyruğundaki Babil kelimesi müennes, özel isim ve Arapça
olmayan bir kelime olduğundan dolayı munsarif değildir. Yeryüzünde bir bölgenin
adıdır. Irak ve çevresi olduğu söylenmiştir. İbn Mes'ud Kûfelilere şöyle demiştir:
Sizler Hîre ile Babil arasında bir yerdesiniz.
Katade de der ki:
Babil, Nasibin'den Ra'su'l-ayn'e kadar olan yerin adıdır. Kimisi de Mağrip'te
bir yerdir, derken İbn Atiyye: Bu zayıf bir görüştür, demektedir. Kimisi de:
Nihavend'in dağlık bölgesidir, demiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Babil adının verilişi
hususunda farklı görüşler vardır. Nemrud'un tahtı yıkılınca orada dillerin
dağılması (tebelbül)dan dolayı bu ismin verildiği söylendiği gibi; sebebinin
yüce Allah, Âdemoğullarının dilleri arasında farklılık olmasını murad edince
bir rüzgar gönderdi ve bu rüzgar değişik yerlerden onları Babil'de topladı ve
Allah orada onların dillerini dağıttı, sonra da bu rüzgar onları dünyanın dört
bir tarafına dağıttı. İşte bu adı almasına sebebin bu olduğu söylenmiştir.
Belbele, el-Halil'in
dediğine göre dağıtmak demektir. Ebû Ömer İbn Ab-di'1-Berr der ki: Belbele
(dillerin ayrılıp dağıtılması) hakkında söylenen en veciz ve en güzel söz,
Davud b. Ebu Hind'in, İlbân b. Ahmer'den, onun İk-rime'den, onun İbn Abbas'tan
yaptığı şu rivayettir: Nuh (a.s) Cudi'nin aşağı taraflarına inince
"Semânun" adını verdiği bir kasaba kurdu. Bir gün sabahı ettiğinde
ora halkının dillerinin seksen ayrı dile ayrıldığını gördü. Bunlardan bir
tanesi de Arapça idi. Biri ötekinin dilini anlayamıyordu. [74]
Abdullah b. Bişr
el-Mâzinî rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Dünyadan
sakınınız. Nefsim elinde olana yemin ederim, şüphesiz ki o Hârût ve Mâruftan
bile daha büyüleyicidir."
İlim adamlarımız der
ki: Dünyanın Hârut ile Mârût'tan daha büyüleyici olması seni
aldatıcılıklarıyla büyülemekle beraber fitnelerini sana göstermeme-sidir. Seni
dünyaya hırsla sarılmaya, dünyalıklar ile ilgili olarak yarışlara girmeye, mal
toplayıp biriktirip yığarken hiçbir şey vermemeye davet eder, nihayet seni
Allah'a itaatten ayırır, senin hakkı görmene ve hakka gereken riâyeti
göstermene engel olur. O halde dünya Hârût ile Mâruftan daha büyüleyicidir.
Kalbini ahr, Allah'tan uzaklaştırır, onun haklarını yerine getirmekten
ahkoyar. Onun vaadlarına ve tehditlerine uymaktan uzak tutar. Dünyanın büyüsü
ise onu sevmen, senin dünyadaki arzu ve şehvetler ile lezzet al-mandır. Kalbini
kuşatıncaya kadar boş ve yalan temennilerine kendini kap-tırmandır. Bundan
dolayıdır ki Rasûlullah (s.a): "Bir şeye olan sevgin kör ve sağır
eder."[75] diye buyurmaktadır. [76]
Hârût ve Mârût Arapça
olmayan özel birer isimdir. Çoğulları Hevârît ve Mevârît gelir. Hevârite ile
Huvvâr, Mevârite ile Muvvâr da denilir. Câlût ile Tâ-lût da böyledir.
Bunların iki melek
olup olmadıklarına dair görüş ayrılıklarına daha önceden işaret edilmiştir.
ez-Zeccâc der ki: Ali
(r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Evet, ve iki melek üzere indirilene
yemin olsun. Şüphesiz ki bu iki melek onları büyüye karşı uyarmak kastıyla
büyü öğretiyorlardı, yoksa büyüye çağırmak kastıyla büyü öğretmiyorlardı.
Nitekim: "Andolsun Ademoğullarını tekrim ettik (üstün ve şerefli kıldık)
(el-İsra, 17/70) buyruğu "ona ikramda bulunduk" anlamına gelmektedir.
ez-Zeccâc der ki: İşte bu görüş, dil ve nazar (aklî ilimler) alimlerinin
çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Bunun anlamı şudur: Onlar insanlara bu işi
yasaklamak üzere öğretiyorlar ve bu işi yapmayınız, kişi ile hanımını
birbirinden ayırmak üzere bu tür hilelere sapmayınız, diyorlardı. Onların
üzerine indirilen ise bunu yasaklamaktır. Adeta insanlara: Bu işi yapmayınız
emri inmiş gibi. Buna göre; "öğretmiyorlardı" buyruğu
"bil-dirmiyorİardı" anlamındadır. Nitekim: "Ândolsüri
ÂcİemöğüİlâfifU tekfîffi Sl-tik" buyruğundaki "kerremnâ"nın
"ekremnâ" yani ona ikramda bulunduk, anlamında kullanılması da
böyledir. [77]
"Biz ancak bir
imtihanız. Sakın kâfir olma, demedikçe hiçbir kimseye öğretmezlerdi." Bu
şekilde Hârut ile Mârût fitnelerini haber verdiklerinden dolayı, dünya"
ise fitnesini gizlediğinden, dünya daha büyüleyicidir.
Ne ile kâfir olunacağı
hususu ile ilgili olarak da kimileri büyü öğretmek suretiyle kâfir olmaktır,
derken, kimileri de büyü yapmak suretiyle kâfir olmaktır, demişlerdir.
el-Mehdevî'nin naklettiğine göre ise bu bir istihzadır. Çünkü onlar bu
sözlerini ancak sapıklığı muhakkak olmuş kimselere söylüyorlardı. [78]
"Kimseye
öğretmezlerdi" buyruğundaki te'kid için zaiddir. (O bakımdan mealde
karşılığı yoktur).
...demedikçe"
buyruğunda fiil, ile nasb edildiğinden fiilin sonundan "nûn" harfi
hazf edilmiştir. Huzeyl ile Sakîfliler bunu "ayn" harfi ile şeklinde
söylerler.
"Öğretmezlerdi"
buyruğundaki zamirler Hârût ile Mârût'a aittir. ''Öğretmezlerdi" kelimesi
hakkında iki görüş vardır. Birincisine göre bu kelime bab'ı olan "öğretmek
(ta'lim)"den gelmektedir. İkinci görüşe göre ise "öğretmekten
(ta'limden)" değil de "i'lam (bildirmek)"den gelmektedir. Bu
görüşe göre bu kelime: Bildirmezlerdi, haber vermezlerdi anlamına gelir. Arap
dilinde Bildirdi anlamında; öğrendi kipinin kullanıldığı da olur. Bunu İbnu'l
Arabî ve İbnu'l Enbarî zikreder. Ka'b b. Malik bu anlamda olmak üzere şöyle
der:
"Rasûlullah bana
bildirdi senin bana yetişeceğini
Ve senden yapılan bir
tehdit bizzat elle yakalamak gibidir."
el-Kutamî de şöyle
demiştir :
"Sapıklıktan
sonra doğruluk olduğunu ve
Bu sapıklığın bir gün
gelip dağılacağım bildirdi."
Züheyl de şöyle
demiştir:
"Ey filan, sana
Allah'ın adına yemin ederek şunu bildiriyorum: Gücünü iyi ölç, biç ve nerede
yürüdüğüne dikkat et."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Şunu bil ki,
uğursuzluk yoktur
Ancak uğursuzluk
peşinde olana (var) ki o da ölümdür." [79]
"İşte ikisinden
koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi." Sibeveyh der ki:
Bunun takdiri şudur: Başkaları onlardan öğrenirlerdi. "Ol der o da hemen
olur" buyruğu gibidir. Bunun: "Öğretmezlerdi" buyruğuna mahallen
atıf olduğu da söylenmiştir. Çünkü "öğretmezlerdi" buyruğunun başına
her ne kadar olumsuzluk "mâ"sına gelmiş ise de muhtevası öğretmekte
olumluluk ifade eder. el-Ferrâ'nın görüşüne göre bu, "İnsanlara sihri öğretiyorlardı"
buyruğuna atfedilmiştir. "Onlar da o sihri öğretiyorlardı" demek
olur. Buna göre "öğrenirlerdi" buyruğu: "Biz ancak bir
imtihanız" buyruğu ile alakalıdır. Yani onlara gider ve öğrenirlerdi,
anlamına gelir.
es-Süddî der ki: Hârût
ile Mârût yanlarına gelenlere: Biz bir imtihanız, sakın kâfir olma, derlerdi.
Eğer buna rağmen dönmek istemez ise ona: Git şu küllükte küçük abdestini boz,
derlerdi. O küle abdestini bozunca ondan semaya doğru yükselen bir nur
çıkardı. Bu ise imandı. Sonra ondan siyah bir duman çıkar ve kulaklarına
girerdi. Bu da küfürdü. Adam onlara bu gördüklerini haber verdiği vakit, o
kişiye koca ile hanımının arasını ayıracak şeyleri öğretirlerdi.
Bir grup ilim adamı,
büyücünün yüce Allah'ın haber vermiş olduğu böyle bir ayrılık meydana
getirmenin dışında bir şeye gücünün yetmeyeceği kanaatindedir. Çünkü yüce
Allah bunu büyüyü yermek ve büyü öğretmenin nihaî sınırını belirtmek sadedinde
sözkonusu etmiştir. Eğer bundan daha fazlasını yapabilmek sözkonusu olsaydı
onu da zikrederdi.
Bir diğer kesim şöyle
demektedir: Burada sözü geçen, çoğunlukla görülen durum dolayısıyladır.
Büyünün sevmek ve yermek gibi, kötülüklerin ortaya çıkmasına sebeb olmak gibi
kalplerde etkisi olduğu reddolunamaz. Bunun sonucunda büyücü koca ile karısını
birbirinden ayırır, kişi ile kalbi arasına engel olur. Bu da birçok acılan ve
büyük hastalıklan oraya yerleştirmekle sağlanır. Bütün bunlar müşahede ile
idrak olunan hususlardır. Bunu inkâr eden hakka karşı bile bile inad eden bir
kimsedir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Hamd Allah'a
mahsustur. [80]
"Onlar Allah'ın
izni ile olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdi"
buyruğundaki "onlar" büyücülere işarettir. Yahudilere olduğu söylendiği
gibi şeytanlara olduğu da söylenmiştir. "Allah'ın izni" iradesi ve
hükmü ile -emri ile değil- "olmadıkça onunla" büyü ile "hiçbir
kimseye zarar verici değillerdir." Çünkü yüce Allah ahlaksızlığı emretmez
ve insanlar aleyhine bunun hükmünü vermez.
ez-Zeccâc'ın
açıklamasına göre "Allah'ın izni ile olmadıkça" Allah'ın bilgisi
dışında, anlamındadır. en-Nehhas da der ki: Ebû İshak'ın: "Allah'ın izni
ile olmadıkça" ifadesine Allah'ın bilgisi ile olmadıkça anlamını vermesi
bir yanlışlıktır. Çünkü izin kelimesi bilgi anlamında kullanılacak olursa
"ezen" sîgası kullanılır. Fakat bu hususta Allah onlara engel olmayıp
onların bu işi yapmalarına devam etmelerine izni sözkonusu olduğuna göre,
mecazen bunu onlara mubah kılmış gibi olur. [81]
"Ye onlar
kendilerine zarar verecek, fakat fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı."
Dünya hayatında karşılığında azıcık fayda verecek şeyler alsalar dahi ahirette
kendilerine zararlı olacak şeyleri öğreniyorlardı. Bu zararın dünya hayatında
da sözkonusu olduğu söylenmiştir. Çünkü büyünün ve eşleri birbirinden ayırmanın
zararı tesbit edildiği takdirde dünya hayatında da büyücü için zararlı olur.
Çünkü o takdirde te'dib edilir, cezalandırılır. Ve büyünün kötülüğü gelip ona
da çatar. Âyetin geri kalan kısmı ise -buyruklarının anlamı daha önceden
geçtiğinden dolayı- açıkça anlaşılmaktadır.
" Andolsun ki
onlar onu satın alan kimsenin" buyruğunun baş tarafındaki "lam"
harfi yemin içindir. Aynı şekilde te'kid de ifade eder. Bu buyruktaki kimse" kelimesi mübtedâ olarak ref
mahallindedir. Çünkü bu lâm'dan önceki ifadeler, sonrasında amel etmez. Bu edat
"ellezi" ism-i mev-sûlu manasındadır. el-Ferrâ der ki: Buradaki bu
edat şarttır. ez-Zeccâc ise burası şartın sözkonusu olabileceği bir yer
değildir. Burada bu edat bir ism-i mevsûldur. Bu ifade: Andolsun ben sana gelen
kimsenin gerçekten akılsız biri olduğunu biliyordum," demeye benzer.
"Biliyorlardı" buyruğunun başındaki "lam" da te'kid
içindir.
"Onu satın alan
kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını biliyorlardı.".. hiçbir
nasib..." buyruğundaki zaiddir. Bu edat olumlu cümlede zaid gelmez.
Basralıların görüşü budur.
Kûfelilerin görüşüne
göre ise, olumlu cümlede de zâid olarak gelir. Buna yüce Allah'ın:
Günahlarınızı bağışlar" (Nuh, 71/4) buyruğunu örnek gösterirler.
Âyet-i kerimede geçen
"el-halâk": Mücahid'in açıklamasına göre pay demektir. ez-Zeccâc der
ki: Dilcilere göre de bunun anlamı budur. Şu kadar var ki bu kelime hayırdan
ele geçen pay dışındaki paylar hakkında hemen hemen kullanılmamaktadır.
Burada: "Andolsun
ki onlar onu satın alan kimsenin ahirette hiçbir nasibi olmadığını
biliyorlardı" buyruğunda onların bildiklerini haber vermekte; daha sonra
ise: ^Onların kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kötüdür, keşke bilmiş
olsalardı" buyruğunda da bilmedikleri haber verilmektedir? diye sorulmuş
ve buna Kutrub ve el-Ahfeş'in benimsediği görüş olan şu görüş ile cevap
verilmiştir: Bunu bilenlerin şeytanlar olması, kendilerini satanların ise
bilmeyen insanlar olması sözkonusudur. ez-Zeccâc der ki: Ali b. Süleyman ise
şöyle demektedir: Bence daha uygun olan açıklama: "Andolsun ki onlar...
biliyorlardı" buyruğunda, bilenlerin iki melek olduğudur. Çünkü bu işi
bilmek onlar için daha uygundur. İki melek hakkında "biliyorlardı"
diye buyurması ise "iki Zeyd kalktılar" demeye benzer. ez-Zeccâc da
şöyle demiştir: Bilenler yahudi bilginleridir. Fakat: "Keşke bilmiş
olsalardı" diye buyurulmasının anlamı ise şudur: Yani onlar bu işleri yapmak
suretiyle bilmeyen kimselerin durumuna düştüler. Bilmekle birlikte bilgisine
aykın davranan kimseye: Sen bilen bir kimse değilsin, denilmesi gibi. Çünkü
onlar ilimleriyle ameli terkettiler ve büyü ile amel edenlerden yol göstericilik
beklediler. [82]
103. Eğer
onlar iman edip de sakınmış olsalardı elbette Allah'ın sevabı daha hayırlı
olurdu. Keşke bilselerdi.
"Eğer onlar iman
edip" büyüden "de sakınmış olsalardı, elbette Allah'ın sevabı daha
hayırlı olurdu" buyruğunda yer alan "elbette Allah'ın sevabı daha
hayırlı olurdu" buyruğu bir kesime göre: "Eğer onlar iman edip sakınmış
olsalardı" buyruğundaki şartın cevabıdır. el-Ahfeş Said ise şöyle demektedir:
"Buradaki "eğer"in cevabı âyetin lafzında verilmemiştir. Bunun
cevabı anlamında gizlidir. Yani onlara sevap verilirdi, demektir, "eğer
onlar" buyruğundaki (ot) reP mahallinde olup: Şayet iman etmeleri
gerçekleşmiş olsaydı onlara sevap verilirdi, demek olur. Çünkü "
Eğer"den sonra, mutlaka fiil, ya açık olarak ya da gizli olarak gelir.
Çünkü bu edat, -mutlaka bir cevabının gelmesi gerektiğinden- şart edatları
gibidir. den sonra da fiil gelir.
Muhammed b. Yezid der
ki: " Eğer" edatının cevabının gelmemesi, mazi fiilin manasını
muzariye çevirmenin, bütün şart edatlarının özelliği olmasından dolayıdır. Bu
özellik, bu edatta bulunmadığından dolayı, bunun cevabının (şart cezası)
gelmesi de caiz olmaz. [83]
104. Ey iman edenler,
"râinâ" demeyin "unzurnâ" deyin ve dinleyin. Kâfirler için
ise çok acıklı bir azap vardır.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
"Ey iman edenler,
'râinâ' demeyin" buyruğu ile yahudilerin cahilce bir başka tutum ve
davranışları sözkonusu edilmektedir. Bundan maksat ise müs-lümanlara benzeri
davranışları yasaklamaktır.
Sözlükte
"râinâ"nın gerçek anlamı sen bizi gözet, biz de seni gözetelim,
şeklindedir. Çünkü "mufâale" kipi karşılıklı olarak iki taraftan yapılan
iş hakkında kullanılır. Buna göre bu kelime "Allah sana riâyet
etsin"den gelir. Yani sen bizi koru biz de seni koruyalım, sen bizi gözet
biz de seni gözetelim.
Bu kelimenin
"bize kulak ver" yani bizim sözlerimizi de dinle anlamında olma
ihtimali de vardır. Ancak bu şekilde bir hitap, biraz katı ve ağır bir hitaptır.
O bakımdan yüce Allah mü'minlere kelimelerin en güzelini, anlamların da en
incelerini seçmelerini emretmektedir.
İbn Abbas der ki: Müslümanlar
Peygamber (s.a)'e bize de dönüp bak anlamında Hz. Peygamber'den talep ve
arzularını ifade etmek üzere "râina" diyorlardı. Ancak yahudilerin
dilinde bu kelime: İşit, işitmez olası anlamında bir hakaret manasındadır.
Yahudiler bunu ganimet bildiler ve: Biz ona önceleri gizlice söğüp hakaret
ediyorduk, şimdi açıktan açığa söğüp hakaret ediyoruz, demeye başladılar ve bu
şekilde Peygamber (s.a)'e hitap edip kendi aralarında da gülüşüyorlardı. Bunu
Sa'd b. Muaz işitti. Sa'd onların dilini biliyordu. Yahudilere: Allah'ın
laneti üzerinize olsun. Eğer ben sizden herhangi birinizin bu sözü Peygamber'e
söylediğini işitecek olursam hiç şüphe etmesin boynunu uçururum. Yahudilerin:
Siz bu kelimeyi söylemiyor musunuz, demeleri üzerine bu âyet-i kerime nazil
oldu ve lafız olarak buna uygun ifade kullanırken, ondaki kötü anlamı
kastetmek üzere yahudiler onlar gibi söylemesinler diye bu sözü söylemeleri
yasaklandı. [84]
Bu âyet-i kerimede iki
hususa delil vardır. Birincisi değerini küçültmek kas-dıyla ta'riz anlamına
gelme ihtimali olan sözler söylemekten uzak durmaya delil gösterilmiştir.
Bundan ta'riz yoluyla zina iftirası (kazf) istisna edilir. Çünkü bize göre bu
şekildeki ifadeler bile iftira haddini gerektirir. Ebu Hanife, Şafii ve onların
mezheplerine mensup ilim adamları ise bunu kabul etmez ve şöyle derler: Ta'riz
yollu (üstü kapalı) ifadelerin kazf (zina iftirası) anlamına gelme ihtimali de
vardır, başka anlamlar ihtiva etmesi de muhtemeldir. Had ise şüphe ile
düşürülen hususlardır. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle en-Nur
Sûresi'nde gelecektir. [85]
Delil olduğu ikinci
husus ise, Seddü'z-Zerâi ve kötülüğe götüren yolları tutmaktır. İmam Malik'in
mezhebine mensup ilim adamlarının ve kendisinden gelen bir rivayete göre Ahmed
b. Hanbel'in kabul ettiği görüş budur. Bu ilkeye Kitap ve sünnetteki, buyruklar
da delil teşkil etmiştir. Zerâi denilen şey, bizatihi men edilmemiş ancak onun
işlenmesi halinde, men edilmiş bir şeye düşmekten korkulan iştir. [86]
Seddü'z-Zerâi'in
Kitaptan (Kur'ân'dan) delili bu âyet-i kerimedir. Bunu delil gösterme şekli
şöyledir: Yahudiler bu kelimeyi söylüyorlardı. Dillerinde ise bu kelime sövmek
ve hakaret anlamını taşıyordu. Yüce Allah onların bu işi yaptıklarını
bildiğinden bu lafzı kullanmayı yasakladı. Çünkü bu kelimeyi kullanmak
sövmenin bir yolu olarak kullanılmaktaydı.
Yüce Allah'ın:
"Allah'tan başkasına ibadet edenlere sövmeyiniz. Onlar da Allah'a
bilgisizce söverler" (el-En'am, 6/108) buyruğu, benzeri ile karşılık verirler
korkusuyla müşriklerin ilahlarına sövmeyi yasaklamaktadır. Yine: "Onlara
deniz kıyısındaki o kasabayı sor..." (el-A'raf, 7/163) buyruğunda yüce
Allah onlara Cumartesi günü avlanmalannı yasaklamıştı. Ancak Cumatesi günleri
balıklar kıyılarına akın akın gelirdi. Yani açık ve belli bir şekilde geldikleri
görülüyordu. Cumartesi günü balıklar için setler yaptılar ve pazar günü
balıklarını yakaladılar. Onların yaptıkları bu setler avlanmanın bir zeriası
(yolu) idi. Yüce Allah bundan dolayı onları maymunlara ve domuzlara dönüştürdü
ve bu tür işlerden sakındırmak anlamında bu hususu bize sözkonusu etti. Yine
yüce Allah Hz. Adem ile Havva'ya: "Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız"
(el-Bakara, 2/35) diye buyurmuştur. Buna dair açıklamalar da geçmiş bulunmaktadır.
[87]
Sünnetten
Seddü'z-Zerai'e ait delillere gelince bu konuda sabit pek çok hadis-i şerif
bunun delilini teşkil etmektedir. Bunlardan birisi Âişe (r.anha)'dan gelen
hadis-i şeriftir: Umm Habibe ve Umm Seleme (Allah hepsinden razı olsun)
Habeşistan'da gördükleri bir kiliseyi sözkonusu etmişlerdi. Orada birtakım
resimler, tasvirler vardı. Bunu Rasûlullah (s.a)'a anlattılar. Rasûlullah (s.a)
da şöyle buyurdu: "Onlar arasında salih bir kimse öldü mü kabri üzerinde
bir mescid inşa eder ve orada o gördüğünüz resimleri yaparlardı. Bunlar Allah
katında yaratıkların en kötüleridirler." Bu hadisi Buhârî ve Müslim
rivayet etmiştir. [88]
İlim adamlarımız der
ki: Bu işi ilk yapanlar o resimleri görerek teselli bulsunlar ve onların salih
hallerini hatırlayıp onlar gibi gayret göstersinler, kabirlerinin yakınında
Allah'a ibadet etsinler diye yapıyorlardı. Bu şekilde uzun bir zaman geçti.
Daha sonra arkalarından onların maksatlarnı bilmeyen nesiller geldi. Şeytan
bunlara: Sizin babalarınız ve atalarınız bu surete ibadet ediyorlardı diye
vesvese verdi, onlar da bu şekilde o suretlere ibadete koyuldular. İşte
Peygamber (s.a) benzeri bir davranıştan sakındırmakta ve bu tür işleri yapan
kimselerin davranışlarını şiddetli bir tepkiyle karşılamakta ve tehditte
bulunmaktadır. Böyle bir sonuca götüren yolu (zerîayı) da kapatarak şöyle
buyurmaktadır: "Peygamberlerinin ve aralarındaki salih insanların
kabirlerini mescid edinen bir kavme Allah ileri bir şekilde gazap eder." [89]
Bir başka hadis-i
şerifte de: "Allah'ım, kabrimi tapınılan bir put kılma" [90] diye
buyurmaktadır.
Müslim'in rivayetine
göre en-Numan b. Beşir şöyle demiş: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Helal açık bir şekilde bellidir, haram da açık bir şekilde
bellidir, ikisinin arasında ise şüpheli bazı hususlar vardır, kim şüpheli
hususlardan sakınırsa dinini, namusunu korumuş olur. Kim şüpheli şeylere de
düşerse harama düşmüş olur. Tıpkı girilmesi yasak olan bir bölge çevresinde
koyunlarını otlatan çobanın o yasak bölgeye düşme ihtimalinin yüksek olduğu
gibi."[91]
Görüldüğü gibi burada
Hz. Peygamber, haram şeylere düşme korkusuyla şüpheleri işlemeye kalkışmayı
yasaklamaktadır. İşte bu da zeria'yı (kötülüğe giden yolu) kapamaktır.
Yine Peygamber
efendimiz şöyle buyurmaktadır: "Sakıncalı olur korkusuyla sakıncası
olmayan şeyi bırakmadıkça kul takva sahibi kimseler derecesine ulaşamaz."[92]
Bir başka hadis-i
şerifte de şöyle buyurmaktadır: "Kişinin anne ve babasına sövmesi büyük
günahlardandır." Ashab-ı kiram, ey Allah'ın Rasûlü, hiç kişi anne ve
babasına söver mi diye sorunca şöyle buyurur: "Evet, bir başkasının
babasına söver, o da onun babasına söver, anasına söver, o da onun anasına
söver."
Görüldüğü gibi
Peygamber Efendimiz, kişinin babasının sövülmesine kendisini maruz bırakmayı
bizzat kendi babasına sövmek gibi değerlendirmiştir. Bir başka hadis-i şerifte
de şöyle buyurulmaktadır:
" 'îne satışını
yapıp ineklerin kuyruklarını arkadan yakalayıp ziraatçiliğe razı olup cihadı
terkettiğiniz takdirde Allah sizin üzerinize öyle bir zilleti musallat kılar
ki tekrar dininize geri dönünceye kadar bu zilleti sizden çekip almaz."[93]
Ebu Ubeyd el-Herevî
der ki: îne kişinin bir başka kişiden fiyatı ve vadesi belli bir mal satın
alması, sonra da o satanın alıcıdan sattığı malı tekrar daha aşağı bir fiyata
(peşin olarak) satın almasıdır. Devamla der ki: Eğer 'îne talebinde bulunan
kimsenin huzurunda başka bir şahıstan belli bir fiyata bir mal alıp kabzetse
sonra bu malı, 'îne talebinde bulunan kişiye kendisinin satın aldığından daha
yüksek bir fiyata belli bir vadeye kadar satsa bu müşteri de aldığı bu malı
birinci satıcıya kendisinin aldığı fiyattan daha düşük ve peşin paraya satsa bu
da aynı şekilde 'îne satışıdır. Bununla birlikte birincisinden daha hafiftir.
Böyle bir satış bazı fakihlere göre caiz görülmüştür. Buna 'îne deniliş sebebi
ise 'îne talebinde bulunan kimsenin nakit para elde etmesidir. Çünkü
"ayn" hazırda bulunan mal demektir. Müşteri de bu malı onun
vasıtasıyla peşin bir ayn elde etmek için satmak üzere satın alır.
İbn Vehb'in Malik'ten
rivayetine göre: Zeyd b. Erkam'ın kendisinden çocuğu olmuş bir cariyesi (Umm
Veledi) Aişe (r.anha)'a; Zeyd'den maaşının verileceği zamana kadar sekizyüze
(dirheme) bir köle sattığını, sonra bu köleyi ondan peşin altıyüze satın
aldığını sözkonusu eder. Hz. Aişe şöyle der: Sattığın ve satın aldığın ne kadar
kötü! Git Zeyd'e bildir ki eğer o tevbe etmeyecek olursa Rasûlullah (s.a) ile
birlikte yaptığı cihadını boşa çıkartmış olur.[94]
Böyle bir söz kişisel
görüşe dayanılarak söylenemez. Çünkü amellerin boşa çıkartılması ancak vahiy
yoluyla bilinebilecek bir husustur. O halde bunun Peygamber (s.a)'e merfu'
olduğu sabit olur. Ömer b. el-Hattab (r.a) da şöyle demiştir: Ribayı da rîbeyi
de (şüpheliyi de) terkediniz. İbn Abbas da, aralarında ek bir menfaat sağlayan
bir şekilde dirhemlerin dirhemlerle satılmasını yasaklamıştır. [95]
Derim ki, İşte bunlar
bizim Seddü'z-Zerai'e ait delillerimizdir. Malikîler buna dayanarak
Kitabu'1-Acâl [96] ve onun dışında satış ve
benzeri birtakım mes'eleleri sözkonusu etmişlerdir. Şafiî mezhebinde (fıkıh
kitaplarında) Kîtabu'1-Acâl diye bir bölüm yoktur. Çünkü bu onlara göre
bağımsız ve çeşitli akidlerdir ve onlar şöyle derler: Eşyada aslolan
zahirlerdir, zanlar değildir. Malikîler ise 'îne satışında arada sözkonusu
edilen malı daha fazla miktarda para elde etmek için satışı helal kılıcı bir
unsur olarak değerlendirmişlerdir. Ancak bunun bizzat faiz olduğu bilinmelidir. [97]
"Râinâ
demeyin" buyruğu daha önceki açıklamalarda da belirtildiği gibi böyle
demenin haram olmasını gerektiren bir nehiy (yasak)dir. el-Hasen ise bu
kelimeyi "râinen" şeklinde tenvinli olarak okumuş ve bunun böyle bir
söz söylemekten vazgeçin, anlamına geldiğini söylemiştir. Yani siz bu tür sözler
söylemeyin, demek olur. Zir b. Hubeyş ve el-A'meş ise bunu: "Râûnan"
şeklinde okumuşlardır. Dağdaki burun gibi çıkıntıya "ra'n" denilir.
Dağınık ordu veya çıkıntısı bulunan dağ için "er'an" tabiri
kullanılır. Delilleri darmadağınık ve aklını bir noktada toparlayamayan kimse
hakkında da "er'an adam" denilir.
Bu açıklamalar
en-Nehhâs'a aittir. İbn Fâris ise şöyle demektedir: Bu kelime ahmakça davranan
erkek hakkında ra'n şeklinde, kadın hakkında da ra'nâ şeklinde kullanılır.
Basra'ya "ra'nâ" deniliş sebebi ise dağın burun gibi çıkıntısına
benzediğinden dolayıdır. Bu açıklamaları İbn Dureyd yapmış olup buna dair de
el-Ferazdak'ın şu beyitini delil gösterir:
"Amr b. Utbe ve
onun için umutlarım olmasaydı Ra'nâ olan Basra benim için vatan olmazdı." [98]
"Unzurnâ"
deyin buyruğu ile yüce Peygamber'e saygılı bir şekilde hitap etmekle
emrolunmaktadırlar. Bize dön, bize de yönel, anlamındadır.
Burada ta'diye harfi (fiilin
geçişli olmasını sağlayan edat) hazf edilmiştir. Şairin şu beytinde olduğu
gibi.
"Güzellikleri
apaçıktır o kadınların
Erâk ağacına ceylanın
bakışı gibi bakışları."
Mücahid der ki: Bu,
bize iyice anlat ve iyice açıkla anlamındadır. Bizi bekle, bizim için bu
hususta ağırdan al, anlamına geldiği de söylenmiştir. Şair bu anlamda şöyle
demektedir:
"Siz bana kısa
bir süre dahi mühlet verecek olursanız Umm Cündeb'in yanında bunun faydasını
görürüm."
Buyruğun zahirinden
anlaşılan ise, durumun da nazar-ı itibara alınması ile birlikte gözle bakma
talebinde bulunmaktır. Aynı zamanda bu, "râinâ" demenin de anlamını
ifade eder.
Bu şekilde mü'minlerin
kullanacaklan lafız değiştirilerek gösterilmiş ve ya-hudilerin sövmek için bir
araç olarak kullandıkları bir kelime ortadan kalkmış olmaktadır.
el-A'meş ve başkaları
ise bu kelimeyi "enzirnâ" şeklinde elifi kat' ederek ve
"zı" harfini de esre ile okumuşlardır. Yani, senin söylediğini iyice
anlayıncaya, senin buyruklarını telakki edinceye kadar bize mühlet ver, bize
süre tanı anlamındadır. Şair der ki:
"Hind'in babası,
bize aceleci davranma!
Bize bir süre tanı ki,
sana kesin olanı bildirelim." [99]
Yüce Allah bir
kelimeyi kullanmayı yasaklayıp bir başka kelimeyi kullanmayı emrettikten sonra
"ve dinleyin" diye itaati de kapsayan "dinleme"yi teşvik
etmekte, arkasından da emrine aykırı hareket edip kâfir olan kimselere acıklı
bir azap bulunduğunu belirtmektedir. [100]
105. Ehli kitaptan
olsun müşrikler olsun, (bütün) kâfirler Rabbiniz-den üzerinize hiçbir hayrın
indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine has kılar. Allah büyük
lütuf sahibidir.
"Ehl-i kitaptan
olsun, müşriklerden olsun (bütün) kâfirler Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın
indirilmesini istemezler" böyle bir şeyi arzulamazlar. Bu kelimeye
(istemek anlamına gelen "vur" kelimesine) dair açıklamalar daha
önceden (96. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Müşrikler kelimesinin
şeklinde ve Kâfirler" kelimesine atfedilerek okunması da -en-Nehhâs'a
göre- caizdir. [101]
"Allah ise
rahmetini dilediğine has kılar." Ali b. Ebi Talib (r.a) der ki:
"Rahmetini" yani nübüvvetini "dilediğine has kılar." Allah
bu rahmetini özel olarak Hz. Muhammed (s.a)'e tahsis etmiştir. Kimileri de
rahmetten kasıt Kur'ân-ı Kerim'dir derken; şöyle de denilmiştir:
Bu âyet-i kerimede
sözü edilen "rahmet" yüce Allah'ın geçmiş ve gelecek kullarına
bağışlamış olduğu bütün rahmet türlerini kapsayan genel bir ifadedir.
Rikkat gösterip
inceldiği takdirde Merhamet etti, merhamet eder, denilir. İbn Fâris'e göre
ruhm, merhamet ve rahmet aynı anlamdadır. Allah'ın kullarına rahmeti ise
onlara nimetler bağışlaması, onları affetmesidir. "Allah büyük lütuf
sahibidir." [102]
106. Biz bir
âyeti nesheder veya onu unutturursak, ya ondan hayırlısını ya da onun
benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her-şeye kadirdir?
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı on başlık halinde sunacağız:
"Biz bir âyeti
nesheder veya onu unutturursak, ya ondan hayırlısını ya da benzerini
getiririz" "Biz bir âyeti nesheder veya onu unutturursak..."
buyruğundaki: onu
unutturursak" buyruğu, nesheder" buyruğuna atfedilmiştir. Cezm
dolayısıyla yâ harfi hazfedilmiştir. Bu kelimeyi şeklinde okuyanlar ise cezm dolayısıyla
hemzeden dammeyi hazf ederek (sükun ile) okurlar. Bu okuyuşun anlamı ileride
gelecektir.
Bu ahkâma dair büyük
bir âyet-i kerimedir.
(Nüzul) sebebi şudur:
Yahudiler, Ka'be'ye yönelmeleri hususunda müs-lümanları kıskandıklarından
dolayı İslâm'a dil uzatmaya ve "Muhammed ashabına önce bir hususu
emrediyor, sonra da onlara o işi yasaklıyor. O bakımdan Kur'ân olsa olsa onun
tarafından uydurulmaktadır. Bundan dolayı bir kısmı ile öteki kısmı birbiriyle
çelişmektedir." demeye koyuldular. Bunun üzerine de yüce Allah:
"Biz, bir âyetin yerine diğer bir âyeti getirdiğimiz vakit."
(en-Nahl, 16/101) buyruğu ile: "...nesheder veya unutturursak"
buyruğunu indirdi. [103]
Bu konuya dair gereken
bilgiyi edinmek kesinlikle gerekli ve faydası çok büyüktür. İlim adamları bu
hususa dair bilgi sahibi olmaktan uzak duramazlar. Neshi, ahmak cahillerden
başkası da inkâr etmez. Çünkü ahkama dair karşılaşılan meselelerde helal ve
haramı bilmek hususunda bunu bilmeyi gerektiren pek çok husus vardır. Ebu'l
Bahterî'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ali (r.a) mescide girdiği bir
seferinde bir adamın insanlan korkutmakla meşgul olduğunu görür. Bu kim
oluyor? diye sorunca etrafındakiler: İnsanlara hatırlatmalarda bulunan bir
adamdır, dediler. Hz. Ali şöyle der: Bu insanlara öğüt verip hatırlatan bir
kimse değildir, bu ben filan oğlu filanım, beni tanıyın, diyen birisidir. Hz.
Ali ona bir haberci gönderip şöyle sorar: Sen nâsihi mensûh-tan ayırdedecek
kadar bir bilgiye sahip misin? O: Hayır, der. Bu sefer ona: Mescidimizden çık
git ve bu mescidde öğüt ve hatırlatmalarda bulunma. Bir başka rivayete göre:
Nâsih ve mensûhu biliyor musun? diye sorar. O: Hayır, deyince, Hz. Ali: Kendin
de helak oldun, başkalarını da helak ettin, der. Buna benzer bir rivayet İbn
Abbas (r.anhum)dan da gelmiştir. [104]
Bir kitabı bir başka
kitaptan nakletmek (istinsah etmek, aktarmak) gibi. Buna göre Kur'ân-ı Kerim'in
tümü mensuhtur. Yani Levh-i Mahfuz'dan nakledilmiş ve dünya semasındaki
Beytü'l-İzze'ye indirilmiştir. Âyet-i kerimenin bununla bir ilgisi yoktur. Yüce
Allah'ın: "Şüphesiz Biz, sizlerin işlemekte olduklarınızı istinsah
ettiriyorduk" (el-Câsiye, 45/29) buyruğu da bu anlamdadır. Onun neshedilmesini
(yazılıp kaydedilmesini) ve tesbit edilmesini emrediyorduk, demektir. [105]
İşte burada kastedilen
de budur. Bu, dilde iki türlü anlam ifade eder:
a) Bir şeyi
iptal ve izale edip başka bir şeyi onun yerine koymak. Güneş gölgeyi giderip
gölgenin yerini tuttuğu vakit: "Güneş gölgeyi neshetti" şeklinde
kullanılan ifade de bu türdendir. Yüce Allah'ın: "Biz bir âyeti nesh e-der
veya onu unutturursak ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini getiririz"
buyruğunun anlamı da budur.
Müslim'in Sahih'inde de
şöyle bir ifade yer almaktadır: "Zamanla neshe-dilegelmemiş hiçbir
peygamberlik yoktur." [106]
Ümmetinin hali bir durumdan bir başka duruma değişmemiş bir nübüvvet yoktur,
demektir.
İbn Fâris der ki: Nesh
(in bir anlamı) kitabı neshetmek (kopye etmek) şeklindedir. Diğer bir anlamı
daha önce kendisi ile amel edilen bir hususu ortadan kaldırıp başka bir olay
(veya sebep ile) onu neshetmek de bir başka türlüdür. Mesela, bir hususa dair
nazil olan bir âyet-i kerimenin bir başka âyet ile neshedilmesi gibi. Bir şeyin
ardından gelen her bir şey de kendisinden öncekini neshetmiş olur: Güneş
gölgeyi, ağaran saçlar gençliği neshetti, denilir. Mirasçılar arasında tenasüh
ise: Mirasın kendisi paylaştırılmadan olduğu gibi durduğu halde mirasçıların
arka arkaya ölmesi demektir. Çağların ve nesillerin tenasühü (ardarda gelip
birinin ötekinin yerini tutması)da böyledir.
b) Başka bir
şeyi yerine koymadan, birşeyi izale etmek. Mesela, rüzgar izleri neshetti,
demek böyledir. Yüce Allah'ın: "O şeytanın bıraktığını Allah
nesheder" (el-Hacc, 22/52) buyruğundaki nesh kelimesi bu anlamdadır. Yani
onu îptal ve izale eder, onun telkini okunmaz ve onun yerine de mushaf-ta
herhangi bir şey kayıt edilmez. Ebû Ubeyd bu ikinci tür neshin olduğunu iddia
etmiş ve şöyle demiştir: Peygamber (s.a)'e bir sûre indirilir sonra bu sûre
kaldırılır, şu sûre okunmaz ve mushafa da yazılmazdı.
Derim ki: Ubey b. Ka'b
ve Aişe (r.a)'dan gelen Ahzab Sûresi'nin uzunluk itibariyle Bakara Sûresi'ne denk
olduğuna dair rivayet de bu türdendir. Bu hususa dair açıklamalar inşaallah
orada (Ahzab Sûresi'nin tefsirinin başlangıcında) gelecektir. Buna delil olan
hususlardan birisi de Ebu Bekr el-Enbarî'nin zikrettiği şu husustur: Bize babam
anlattı, bize Nasr b. Davud anlattı, bize Ebu Ubeyd anlattı, bize Abdullah b.
Salih, el-Leys'ten o Yunus'tan ve Akil'den, onlar da İbn Şihab'dan rivayetle
şöyle dediler: Bana Ebu Umame b. Sehl b. Hu-neyf, Said b. el-Müseyyeb'in
meclisinde anlattığına göre; adamın birisi geceleyin Kur'ân-ı Kerim'den bir
sûre okumak üzere kalktı, fakat o sûreden bir şey okuyamadı. Bir başkası kalktı
o da birşey okumaya güç yetiremedi. Bir başkası da kalktı, o da o sûreden
birşey okuyamadı. Sabah Rasûlullah (s.a)'ın huzuruna gittiler. Onlardan birisi
şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, geceleyin Kur'ân-ı Kerim'den bir sûre okumak
üzere kalktım da ondan hiçbir şey oku-yamadım. Bir diğeri kalkıp o da: Allah'a
yemin ederim, aynı durum benim de başıma geldi ey Allah'ın peygamberi, dedi.
Öteki de: Allah'a yemin ederim, aynı durum benim de başıma geldi ey Allah'ın
Rasûlü, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a): "Bu, yüce Allah'ın dün
neshettiği şeylerdendir" diye buyur-du.Rivâyetlerden birisinde de Said b.
el-Müseyyeb, Ebu Umame'nin anlatık-larını işittiği halde bunlara karşı
çıkmıyordu, ifadesi de yer almaktadır. [107]
İslâm'a müntesip
müteahhirîn bazı kesimler neshin caiz olduğunu kabul etmemektedirler. Halbuki
onlara karşı bu konuda önceki selefin şeriatte neshin vaki olduğuna dair icma
ettikleri hususu susturucu bir delildir.
Yine yahudilerden bir
kesim de neshi kabul etmezler. Bunlara karşı susturucu delil ise kendi
iddialarına göre şanı yüce Allah'ın Nuh (a.s)'a gemiden çıktığı vakit
söylediği şu ifadelerdir: "Bütün canlı hayvanları senin ve soyundan
gelecekler için yenebilir kılıyorum. Bunu size tıpkı bitkiler gibi serbest
bırakıyorum. Ancak bundan kan müstesnadır, onu yemeyiniz." Daha sonra ise
Hz. Mûsâ ile İsrailoğullarına birçok hayvanın yenmesi haram kılındı. Yine
onlara karşı gösterilecek delillerden birisi de şudur: Adem (a.s) erkek ve
kızkardeşleri birbirleriyle evlendiriyordu. Yüce Allah ise bunu Hz. Musa'ya da
başkasına da haram kılmıştır. Onlara karşı bir başka delil: İbrahim Halil'e
önce oğlunu kesmesi emredildi, daha sonra: Onu kesme! emri verildi. Hz. Mûsâ
da İsrailoğullarına aralarından buzağıya tapanları öldürmelerini emrettiği
halde, arkasından artık bu öldürme işine son vermelerini emretti. Yine Hz.
Musa'nın peygamberliği ile kendisine verilen şeriatle peygamber olmadan önce
ibadet edilmezdi. Bundan sonra ise onun şeriatına göre amel edilerek ibadet
edilir oldu. Ve buna benzer başka hususlar.
Böyle bir nesih bedâ [108]
türünden değildir.
Aksine bu kulları bir
ibadetten bir başka ibadete, bir hükümden bir başka hükme -bir maslahat
sebebiyle ve hikmetini bir de eksiksiz egemenliğini izhar etmek için- yaptığı
bir nakilden ibarettir.
Akıl sahipleri
ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Peygamberlerin şeriatlerin-de insanların dinî
ve dünyevî maslahatları maksat olarak gözetilmiştir. Bedâ ise ancak işlerin
akıbetini bilmemesi halinde düşünülebilir. İşlerin akıbetini bilen bir kimsenin
ise, maslahatların değişmesine uygun olarak hitapları da değişiklik gösterir.
Hasta olan kimsenin durumlarını gözönünde bulunduran doktor gibi. Yüce Allah da
meşîet ve iradesi ile yarattığı insanlar hakkında bu maslahatlarını gözönünde
bulundurmuştur. Ondan başka hiçbir ilah yoktur. Onun hitabı değişiklik
gösterir, fakat ilim ve iradesi asla değişmez. Çünkü bu, yüce Allah hakkında muhaldir
(imkânsızdır). Yahudiler ise nesh ve bedâ'yı aynı şey kabul ederler. Bundan
dolayı neshi caiz görmezler. O bakımdan sapıklığa düşmüşlerdir.
en-Nehhâs şöyle der:
Nesh ile bedâ arasındaki fark şudur: Nesh kullan bir şeyden bir şeye tahvil
etmektir. Meselâ, o şey daha önce helal iken haram kılınır yahut haram iken
helal kılınır. Bedâ ise kararlaştırdığı bir şeyi terke-dip vazgeçmektir. Senin:
Bugün filan kişiye git, dedikten sonra: Hayır gitme, demen gibi. Birinci defada
söylediğin sözden vazgeçmeni gerektiren bir sebep ve bir kanaat zuhur eder.
Böyle bir tutum eksiklikleri itibariyle insanlar hakkında sözkonusudur. Aynı
şekilde: Bu sene şunu ek, deyip de daha sonra: Hayır bu işten vazgeç, demen de
böyledir. Buna bedâ denilir. [109]
Şunu bil ki, gerçek
nesneden yüce Allah'tır. Şer'î hitaba nesneden (nâsih) denilmesi, kelimenin
sınırını aşmak (mecaz) suretiyle olmuştur. Çünkü bu hitap ile nesh
gerçekleşmektedir. Nitekim: Mahkûmun fîhe de nâsih denilerek kelimenin
sınırları aşılabilmektedir. Mesela, Ramazan orucu aşure orucunu neshedicidir,
denilir.
Mensûh izale olunan,
mensûhun anh ise, izale olunan ibadet ile taabbüd etmesi istenen yani mükellef
kişidir. [110]
Neshin tanımı
hususunda mezhep imamlarımızın kullandıkları ifadeler arasında farklılık
vardır. Ehl-i Sünnet'in ileri gelen ilim adamlarının kabul ettiği tanım şudur:
Nesh, şer'an yerleşmiş
bulunan bir hükmü daha sonra gelen bir hitap ile ortadan kaldırmaktır. Kadı
Abdulvehhab ile Kadı Ebû Bekr de bu şekilde tanımlamış ve şunu da
eklemişlerdir: Eğer o (sonradan gelen hitap) olmasaydı önceki şer'î hüküm
sabit kalmaya devam edecekti.
Böylelikle onlar
neshin sözlük anlamını da korumuş oldular. Çünkü nesih kaldırmak ve izale etmek
anlamındadır. Şer'î hüküm denilerek aklî hükmün anlaşılmamasını sağlamak
istemişlerdir. Şer'î hitabın sözkonusu edilmesi ise nas, zahir, mefhum ve buna
benzer bütün delalet yollarını kapsaması, kıyas ve icmaın da dışarıda
bırakılması içindir. Çünkü bunlarda ve bunlarla nesih düşünülemez.
"Sonradan gelen" kaydını koymaları ise şundandır: Eğer hüküm ile
şer'î hitab bir arada bulunsaydı bu hükmün gayesini (nihaî vaktini) açıklayıcı
olurdu, neshedici olmazdı. Veya sözün sonraki bölümü önceki bölümünü kaldırmış
olurdu. Bir kimsenin kalk, hayır kalkma, demesi gibi. [111]
Mensuh, bizim Ehl-i
Sünnet imamlarımıza göre sabit olan hükmün kendisidir, benzeri değildir.
Mu'tezile ise şöyle demektedir: O (mensuh), daha önce gelmiş nas ile gelecekte
sabit olacak hükmün benzerinin de zail olacağına delalet eden hitaptır. Onları
bu kanaate götüren, emirlerin irade ile varolan şeyler olduğu, hüsnün, bizzat
hüsnün sahip olduğu bir nitelik olduğu, Allah'ın muradının da güzel olduğu
şeklindeki kanaatleridir. İlim adamlarımız kitaplarında Mu'tezile'nin bu
iddialarını çürütmüşlerdir. [112]
İlim adamlarımız
haberlerde neshin sözkonusu olup olmayacağı hususunda farklı görüşlere
sahiptirler. Cumhur, neshin emir ve nehiylere has olduğu, yüce Allah hakkında yalan
söylemenin imkânsızlığı dolayısıyla haber verilen hususlarda neshin
olmayacağını kabul etmişlerdir. (Zayıf bir görüş olarak da) şöyle denilmiştir:
Eğer haber şer'î bir hüküm ihtiva ediyorsa neshi mümkündür (caizdir). Yüce
Allah'ın: "Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvesinden de içki
çıkarırsınız..." (en-Nahl, 16/67) buyruğunda olduğu gibi. Bu buyruğun
tefsiri yapılacağı zaman buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle
gelecektir. [113]
Genel bir hükümden
tahsis (özelleştirme), nesh gibi görünürse de öyle değildir. Çünkü umum hiçbir
zaman muhassası (yani tahsis edilen hükmü) kapsamaz. Şayet umumun herhangi
birşeyi kapsadığı sabit olur sonra o şey umumun dışına çıkartılırsa bu nesh
olur, tahsis olmaz. Önceki ilim adamları ise mecazen ve kelimenin anlamım daha
da genişleterek tahsise de nesh adını verirler. [114]
Şunu bil ki, şeriatte
bazan zahiren mutlak ve kapsayıcı olduğu görülen birtakım haberler varid
olabilir. Yine bir başka yerde bunlar kayıtlı olarak sözkonusu edilince bu
ifadelerdeki mutlaklık da ortadan kalkar. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu
gibi: "Kullarım senden Beni sorarlarsa şüphesiz Ben onlara pek yakınım.
Bana dua ettiğinde dua edenin duasını kabul ederim." (el-Bakara, 2/186) Bu
buyruktaki hükmün zahiri her durumda dua eden herkesin duasının kabul
olunacağını haber vermektedir. Şu kadar var ki bir başka yerde bunu kayıtlayan
ifadeler gelmiştir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O da
dilerse dua ettiğiniz şeyi açar." (el-En'âm, 6/41)
Bu hususta basîreti
olmayan bir kimse bunun haberlerde nesih türünden olduğunu zannedebilir. Oysa
durum böyle değildir. Bu, mutlak ifade kullandıktan sonra onu kayıtlı olarak
dile getirmek demektir. Bu meseleye dair daha fazla açıklamalar yeri gelince -yüce
Allah'ın izniyle- yapılacaktır. [115]
İlim adamlarımız der
ki: Daha ağır bir hükmün hafifletilmesi caizdir. On kişiye karşı (cihadda)
sebat etme hükmünün iki kişiye karşı sebat etme hükmüyle değiştirilmesi gibi.
(bk. el-Enfal, 8/65-66) Daha hafif bir hükmün daha ağır bir hükümle
neshedilmesi de caizdir. Aşure günü orucunun Ramazan ayında sayılı günler oruç
tutma hükmü ile neshedilmesi gibi. Nitekim ileride oruç âyeti (el-Bakara,
2/173) açıklanırken gelecektir. Ağırlık veya hafiflik itibariyle birbirinin
dengi olan hükümler de birbirini neshedebilir. Kıblenin neshinde olduğu gibi.
Bir hüküm neshedilmekle birlikte onun yerine başka bir hüküm getirilmeyebilir.
Hz. Peygamber'le özel bir şekilde konuşmak için önceden sadaka vermeyi emreden
hükmün kaldırılması gibi. (bk. el-Mücadele, 58/12-13)
Kur'ân Kur'ân ile,
sünnet de ibare ile neshedilebilir. Burada sözü geçen "ibare"den
kasıt kat'î ve mütevatir olan haberdir. Vahid haber de vahid haber ile
neshedilebilir.
Önder (imam) ilim
adamlarının ileri gelenlerine göre Kur'ân-ı Kerim sünnetle neshedilebilir. [116] Bu,
Peygamber Efendimizin: "Mirasçıya vasiyet yoktur" [117]
hadisinde görülmektedir. Bu İmam Malik'in mes'elelerinden zahiren anlaşılan
görüştür. İmam Şafiî ile Ebu'l-Ferec el-Malikî ise bunu kabul etmezler. Ancak
birinci görüş daha sahihtir. Buna delil ise hepsinin yüce Allah'ın hükmü
olduğu, O'ndan geldiğidir. İsterse bunların isimleri ayrı ayrı olsun. Yine
(âyet-i kerime ile sabit olan) zina edene sopa vurmak, evli olup da zina
dolayısıyla recmedilen kimsenin zina haddi de düşmektedir. Bunu düşüren ise
Peygamber (s.a)'ın uygulamadaki sünnetidir ki, bu da açıkça anlaşılan bir
husustur.
Yine mes'eleyi iyice
inceleyen ileri gelen ilim adamlarının görüşüne göre sünrıet Kur'ân-ı Kerimle
neshedilebilir. Kıble hususunda bu vardır. Çünkü Şam tarafına doğru yönelip
namaz kılmak yüce Allah'ın Kitabında bulunmamaktadır. Yine yüce Allah'ın:
"O kadınları kâfirlere geri döndürmeyiniz" (el-Mümtehine, 60/9)
buyruğunda da bu vardır. Çünkü Peygamber (s.a)'ın Ku-reyşlilerle yaptığı barış
antlaşması gereği kadınların kâfirlere geri verileceği belirtilmişti.
Yine ileri gelen ilim
adamları Kur'ân-ı Kerim'in haber-i vahid ile neshe-dilmesinin aklen caiz
olduğunu kabul ederler. Ancak şer'an böyle birşeyin vukuu hususunda farklı
görüşlere sahiptirler. Ebu'l-Mealî ve başkaları ise Küba mescidi ile ilgili
olayda -ileride açıklanacağı üzere (bk. et-Tevbe, 9/108. âyetin tefsiri)- bu
şekil husule gelmiştir. Bazıları ise bunu kabul etmemektedir.
Herhangi bir nassın kıyasa
dayanılarak neshedilmesi düşünülemez. Çünkü kıyasın şartlarından bir tanesi de
nassa aykırı olmamasıdır.
Bütün bu türleriyle
nesih, Peygamber (s.a)'ın hayatta olduğu sürece söz-konusudur. Onun vefatından
ve şeriatın son şeklini almasından sonra ise nesih olamayacağı hususu üzerinde
ümmetin icmaı vardır. Bu bakımdan icma nesholunmaz, icma ile de nesh yapılmaz.
Çünkü icmaın gerçekleşmesi vahyin kesilmesinden sonra sözkonusu olur. Bizler
herhangi bir nassa muhalif olan bir icma bulduğumuz takdirde, o zaman bu icmaın
bizim bilmediğimiz neshedici bir nassa dayalı olduğunu bu muhalif nas ile
amelin terkedildiği-ni, onun muktezasının neshedilmekle birlikte hükmünün
sünnet olarak kalmaya devam ettiğini, okunup rivayet edildiğini biliriz.
Nitekim Kur'ân-ı Ke-rim'de iddeti bir sene olarak tesbit eden âyet-i kerime
(el-Bakara, 2/240) olduğu gibi kalmıştır. (el-Bakara, 2/240. âyetin tefsirine
bakınız). Bu hususa iyice dikkat etmek gerekir, çünkü oldukça değerli bir
noktadır. Bu, okunuşun neshedilmeksizin kalıp sadece hükmünün nesholunması
türündendir ve bu, nesih türlerinden biridir. Hz. Peygamber ile özel olarak
konuşmak için sadaka verme emri de böyledir.
Kimi zaman hüküm
nesholunmaksızın tilavet nesholunabilir. Recm âyeti gibi. Bazen hem tilavet
hem de hüküm nesholunabilir. Hz. Ebu Bekir'in şu sözü bunu ifade eder: Bizler:
"Babalarınızdan yüzçevirmeyiniz (kendinizi başkalarına nisbet etmeyiniz)
çünkü o bir küfürdür" âyetini okurduk. [118]
Buna benzer nesihler pek çoktur.
Yine araştırmacı ilim
adamlarının kabul ettiği görüşe göre nâsih kendisine ulaşmamış olan kimse
birinci hüküm ile taabbüd eder. Nitekim kıblenin değiştirilmesi ile ilgili
âyetlerde bu açıklamalar gelecektir.
Araştırmacılar hüküm
ile amel edilmeden önce neshedilmesinin caiz olduğunu kabul ederler. Nitekim
bu, kesilmesi emredilen Hz. İbrahim'in oğlu kıssasında görülmektedir. Ayrıca
elli vakit farz kılınan namaz emri yerine getirilmeden önce de beş vakit olarak
neshedilmiştir. Bu hususlara dair açıklamalar el-İsra Sûresi'yle [119]
Saffat Sûresi'nde [120]
yüce Allah'ın izniyle gelecektir. [121]
Nâsihi bilmenin
birtakım yollan vardır. Bunlardan birisi lafızda buna delalet eden tabirlerin
bulunmasıdır. Hz. Peygamber'in şu buyruğunda olduğu gibi: "Sizlere kabir ziyaretini
yasaklamış idim. Kabirleri artık ziyaret edebilirsiniz. Sizlere deriden
yapılan kaplar dışındaki kaplardan içmeyi yasaklamıştım. Artık her kaptan
içebilirsiniz. Şu kadar var ki sarhoşluk verici birşey içmeyiniz" [122] ve
benzerleri.
Bir başka yol da
ravinin hükümlerin tarihini belirtmesidir. Mesela; ben Hendek yılı şunu
işittim deyip mensuh olanın daha önceden bilinen bir hüküm olması veya şunun
hükmü bununla neshedildi, demesi gibi.
Bir diğer yol, ümmetin
bir hükmün nesholduğu ve onu neshedenin de önceden varid olduğu üzerinde icma
etmesi. Bu husus usul-u fıkıh kitaplarında genişçe açıklanmıştır. Bizim bu
konudaki geniş açıklamaların bir kısmına burada dikkat çekmemiz, kısa olan ile
yetinen kimseye bu kadarının yeterli olduğundan dolayıdır. Doğruya ulaşma
başarısı Allah'tandır. [123]
Cumhur şeklinde
"nun" harfini üstün olarak okumuştur. Zahir olan ve kullanılan anlamı
ise önceden de belirtildiği gibi: -Biz ondan daha hayırlısını veya onun
benzerini getirmedikçe- hiçbir âyeti tilavetini bırakıp hükmünü neshetmeyiz,
şeklindedir. Anlamın yine belirttiğimiz üzere... bir âyetin hüküm ve
tilavetini kaldırmayız, şeklinde olma ihtimali de vardır.
İbn Amir,
"neshedilmiş (kopye edilmiş) buldum" anlamına gelen "enseh-tu
el-kitabe"den gelen şekliyle "nun" harfini ötreli olarak
şeklinde okumuştur. Ebû Hatim bu okuma yanlıştır, demektedir. Ebû Ali
el-Farisî de: Böyle bir söyleyiş yoktur; çünkü:ın aynı anlama geldiği söylenemez...
demektedir.
Ancak anlamın
neshedilmiş bulduğumuz, şeklinde olması hali müstesnadır. ifadesini Onu öğülmüş ve cimri buldum, anlamında
kullanmak da böyledir.
Ebû Ali der ki; onu
neshedilmiş bulmak, ancak fiilen neshetmek halinde sözkonusu olur. Böylelikle
her iki kıraat lafızları itibariyle farklı olsa bile, mana itibariyle ayni
olur.
"Nesheder..."
buyruğunun, "neshini sana bırakmayız" anlamında olduğu da
söylenmiştir. Kitabı yazmak halini anlatmak için: "Kitabı neshettim"
denilir. Onu yazma işini başkasına havale etmek halinde ise; "başkasından
in-tisâhını (yazmasını) istedim" denilir.
Mekkî der ki: (Ensehâ
fiilindeki) hemze'nin teaddî (fiili geçişli kılmak) için olması mümkün
değildir. Çünkü o taktirde anlam değişir ve: Ey Muhammed Biz sana bir âyeti
insâlı eder... şeklinde olur. Âyetin ona insâhı ise, ona indirilmesi demektir.
Dolayısıyla buyruk şu anlama gelir: Biz sana bir âyet indirir yahut onu
unutturursak, ya ondan hayırlısını ya da onun benzerini getiririz. Bu da sonuç
olarak şöyle demektir:
İndirilmiş her bir
âyetten mutlaka daha hayırlısı (ya da onun misli) indirilmiştir. Bu durumda da
Kur'ân tümüyle mensûh olur. Bu ise imkânsızdır.
Çnükü nesli olunan
ancak pek az bir bölümdür. Buna göre ef ale (enseha) ile feale (neseha)
kiplerinin aynı anlama gelmeleri -Araplardan böyle birşey işitilmediğinden-
imkânsız olduğundan ve mâna bozulacağı için hemze'nin teaddi için getirilmesine
de imkân bulunmadığından, geriye bu kipin ancak "ben onu övülmeye değer
yahut cimri buldum" kabilinden olma ihtimalinden başkası kalmamaktadır. [124]
"Veya
unutturursak" Ebû Amr ile İbn Kesir şeklinde okumuşlardır. Ömer, İbn
Abbas, Ata, Mücahid, Ubey b. Ka'b, Ubeyd b. Umeyr, en-Nehaî ve İbn Muhaysın da
bu şekilde okumuşlardır ki bu ertelemek ile ilgili bir anlam ifade eder.
Lafzının neshini tehir etmeyiz, demektir. Bunun da anlamı şudur: Biz onu
ummu'l-kitab'ın sonunda terkederiz ve o takdirde (nesh) olmaz. Ata'nın da
görüşü budur. Ata'dan başkaları ise şöyle demektedir: Bu şekilde hemzeli
okuyuşun anlamı belli bir vakte kadar neshini geciktirmeyiz, şeklindedir.
Nitekim Araplar bir işi erteledikleri vakit bunu ifade etmek üzere bu kökten
gelen kelimeyi kullanırlar. Vadeli olarak bir satış yapıldığı zaman da bu
kökten kelime kullanılır.
İbn Fâris der ki:
Allah senin ecelini geciktirsin (ömrünü uzatsın), derler. Birbirlerinden
uzaklaşan veya biri ötekinden geç kalan kimseler hakkında da bu tabir
kullanılır. Buna göre âyetin anlamı şöyle olur: "Biz.ondan daha
hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiçbir âyeti neshetmez veya onun
nüzulünü geciktirmeyiz."
Şöyle de denilmiştir:
Biz okunmayacak ve hatıra gelmeyecek şekilde onu sizden (hatırınızdan)
gideririz, demektir. Başkaları ise terketmek anlamına gelen nisyan'dan olmak
üzere baştaki "nun" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Yani onu
değiştirmeksizin ve nesh de etmeksizin bırakırız, anlamına gelir. Bu
açıklamayı İbn Abbas ve es-Süddî yapmıştır. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı
unuttular, O da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/67) buyruğu da bu tür bir
anlam ifade eder. Yani onlar Allah'a ibadeti terkettiler, Allah da onları
azabın içerisinde terkedip bıraktı. Ebû Ubeyd ve Ebû Hatim bu kıraati tercih
etmişlerdir. Ebû Ubeyd der ki: Ben Kari' Ebu Nuaym'i şöyle derken dinledim:
Peygamber (s.a)'e rüyamda Ebu Amr'ın kıraati üzere Kur'ân okudum. Benim
okuyuşumda sadece iki kelimeyi değiştirdi. Ben ona (el-Bakara, 2/128'deki:
şeklinde okudum, o: : Bize göster" diye düzeltti. Ebu Ubeyd der ki:
Zannederim: Yahut geciktirmeyiz diye okudum, o da: Veya unutturmayız"
diye düzeltti, ifadesi onun sözünü ettiği ikinci kelimedir.
el-Ezherî bu okuyuşun:
Veya terkedilmesini emretmeyiz, anlamına geldiğini nakletmektedir. Nitekim bir
şeyin terkedilmesi emredildiğinde bu ifade kullanılır, terkettiğini ifade eden
kimse de bu kelimeyi kullanır. Şair de der ki:
"Benim otlattığım
ve kendisine dikkat ettiğim bir devem vardır Ben ne unuturum ne de terk edip
geri bırakırım."
ez-Zeccâc ise şöyle
demektedir: Nun harfinin ötreli okunuşu ile terketmek anlamı uygun
düşmemektedir. Çünkü böyle, bir kullanım yoktur.
Ali b. Ebi Talha'nın
İbn Abbas'tan naklettiği: "Veya onu unutturmayız" değiştirmeksizin
bırakırız, şeklindeki açıklaması sahih değildir. İbn Abbas belki de: "Onu
terkederiz" demiştir de o gereği gibi belleyememiştir. Dilci ve nazar
ehlinin çoğunlukla kabul ettiği görüşe göre ise "veya unutturmayız"
yani size onu terketmeyi mubah kılmayız, anlamındadır. Ebu Ali ve başkaları da
şöyle demektedir: Bu uygun bir açıklamadır-, çünkü sana terkettirmeyiz,
anlamına gelir.
Bunun, hatırlamamak
anlamına gelen ve kelimenin asıl ifade ettiği anlam olan unutmaktan geldiği de
söylenmiştir. Yani ey Muhammed, sana onu hatırlamayacak şekilde unutturmayız,
demektir. Fiil buna göre iki mef'ûle geçiş yapmış olur ki, bunlar peygamber ve
(âyete ait olan) hâ zamiridir. Şu kadar var ki "peygamber" adı hazf
edilmiştir. [125]
"Ya ondan hayırlısını ya da onun
benzerini getiririz..." Burada geçen "hayırlısı" lafzı, üstünlük
sıfatıdır. Yani ey insanlar, eğer nesheden âyetin hükmü daha hafif ise dünyada,
eğer daha ağır ise ahirette sizin için daha faydalıdır. Eğer her bakımdan eşit
ise onun benzeridir. İmam Malik der ki: Yani neshedilen âyet yerine size muhkem
bir âyet getiririz, demektir. Bundan kastın, üstünlük ifade eden daha
hayırlılık olmadığı da söylenmiştir. Çünkü Allah'ın kelamı arasında üstünlük
sözkonusu değildir. Bu yüce Allah'ın: "Kim bir iyilik ile gelirse ona
ondan hayırlısı vardır." (en-Neml, 27/89) Yani, ona o hasene dolayısıyla
bir hayır vardır, yani onun faydasını ve ecrini görecektir. Yoksa burdaki
"hayır" daha üstün olma anlamını ifade edecek şekilde değildir. Yüce
Allah'ın: "Veya onun benzerini getiririz" buyruğu ise, birinci görüşe
delildir. [126]
107. Bilmez misin
ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır, Allah'tan başka hiçbir veliniz ve
hiçbir yardımcınız da yoktur.
"Bilmez misin
ki" yoktan varetmek, icad etmek, malik olmak, egemenlik sahibi olmak,
emir ve iradesinin yürürlüğe girmesi bakımlarından "göklerin ve yerin
mülkü Allah'ındır. Bilmez misin..." buyruğun-daki fiil, başına gelen cezm
edatı dolayısıyla cezm olmuştur. İstifham (soru) edatları da âmil'in amelini
değiştirmez.
edatının hemze'sinin üstün gelmesi ise nasb
mahallinde olduğundan dolayıdır.
"Mülk"
kelimesinin merfu' gelmesi, mübteda olduğundandır. Haberi O'nundur"
(mealde ayrıca göstermeye gerek olmadığından, "Allah'ındır" buyruğunun
anlamında mündemiçtir) kelimesi olup, cümle olarak da (jf)nin haberidir.
Burada hitap Peygamber
(s.a)'e olmakla birlikte kasıt ümmetidir. Çünkü: "Allah'tan başka hiçbir
veliniz ve hiçbir yardımcınız da yoktur" diye bu-yurulmaktadır. Bir görüşe
göre de bunun anlamı şöyledir: Yani ey Muham-med, onlara de ki: Göklerin ve
yerin mutlak egemenliğinin yalnız Allah'a ait olduğunu ve sizin Allah'tan başka
hiçbir velinizin bulunmadığını bilmiyor musunuz?
Buradaki veli ise
filan kişinin işini üstlenip görmek kökünden gelmektedir. Veliyyü'1-Ahd da
buradan gelmiştir. Yani müslümanlann yönetim işlerinden kendi uhdesine verilenleri
yerine getiren anlamındadır. [127]
"Allah'tan
başka" yani Allah'ın dışında ve Allah'tan ayrı olarak hiçbir veliniz,
hiçbir yardımcınız yoktur, anlamındadır. Nitekim Umeyye b. Ebi's-Salt şöyle
demiştir:
"Ey nefis, senin
Allah'tan başka koruyucun yoktur
Ve zaman, gece ve
gündüz, geçtikçe kalacak kimse de yoktur."
Bu buyruktaki
yardımcı" kelimesini büyük çoğunluk, "veliniz" anlamındaki
kelimeye atıf ile esreli okumuşlardır. Bunun mahalle atıf ile ötreli okunması
da mümkündür. Çünkü anlam itibariyle cer edatı burada (te'kid için gelmin olup)
zaiddir. [128]
108. Yoksa
siz de daha önce Musa'dan istendiği gibi peygamberinizden istemeye mi
kalkışacaksınız? Kim imanı küfre değişirse doğru yoldan sapmış olur.
"Yoksa..."
anlamına gelen kelimesi Hayır, anlamınadır. Yani: Hayır, siz.... istemeye mi
kalkışacaksınız, anlamına gelir. Bundan kasıt da muhatapları azarlamaktır.
"Yoksa siz de
daha önce Musa'dan" açıkça Allah'ı kendilerine göstermelerini
"istedikleri gibi peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız?" Onlar
da Muhammed (s.a)'den Allah'ı ve melekleri kafile halinde getirmesini istemişlerdi.
İbn Abbas ve Mücahid'den gelen rivayete göre onlar Hz. Peygam-ber'den Safa
tepesini altına dönüştürmesini istemişlerdi.
el-Hasen
"istendiği gibi" anlamı verilen buyruğu şeklinde okumuştur. Bu
okuyuş, bu fiil şeklinde kullananlara göre uygundur. Kıyasa aykırı olarak,
hemze'nin sakin yâ harfine değiştirilmesi sonucu ondan önceki sin harfinin de
meksûr okunması olarak da açıklanabilir. en-Nehhâs ise, hemze'nin değiştirilmiş
olması uzak bir ihtimaldir.
Sevâ (doğru); herşeyin
ortasını ifade eder. Bu anlamı Ebu Ubeyde ve Ma'mer b. el-Müsennâ vermiştir.
Yüce Allah'ın: "Onu cehennemin ortasında (sevâ') gördü." (es-Saffât,
37/55) buyruğu da bu anlamdadır. Hassan b. Sabit de Rasûlullah (s.a) için
söylediği mersiyesinde şöyle demektedir:
"Vay peygamberin
ashabına ve onun adamlarına Lahdin ortasında üzeri örtüldükten sonra."
el-Ferrâ'dan bu
kelimenin orta ve itidal anlamına geldiği de nakledilmiştir. Yani yolun
ortasından ve izlenmesi gereken bölümünden uzak kalmıştır, demek olur. Bunun
anlamı; Allah'a itaat etme yolunun dışına çıkmaktır.
Yine İbn Abbas'tan
gelen rivayete göre bu âyet-i kerime: Râfi' b. Huzey-me ile Vehb b. Zeyd'in,
Peygamber (s.a)'e: Bize semadan okuyacağımız bir kitap getir ve bizim için
nehirler fışkırt ki, sana uyalım, demeleri üzerine nazil olmuştur. [129]
109- Kitap
ehlinden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken içlerinde yerleşmiş olan
kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah'ın
emri gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin. Şüphesiz Allah herşeye
kadirdir.
110. Namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin ve kendiniz için ne hayır gönderirseniz, Allah
nezdinde onu bulacaksınız. Şüphesiz Allah işlediklerinizi çok iyi bilendir.
Bu buyrukların:
"Kitap ehlinden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken içlerinde
yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek
isterler" bölümüne dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
"... içlerinde
yerleşmiş olan"; yani herhangi bir kitapta böyle bir davranışı
bulmaksızın ve bu şekilde davranmaları kendilerine emrolunmadığı halde
"yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra küfre
döndürmek isterler", temenni ederler. [130]
Kâfirler olarak
(küfre)" kelimesi, Sizi döndürmek" fiilinin ikinci mef'ülüdür.
İçlerinde yerleşmiş olan" ifadesinin "isterler" anlamındaki
fiile ya da "kıskançlık" anlamındaki mastar kelimeye de taalluk
etmesi mümkündür. Buna göre: kelimesi üzerinde
vakf yapmak gerekir.
mef'ûlün leh'tir. Yani onlar bunu duydukları
kıskançlıktan ötürü
isterler. "İçlerinde yerleşmiş olan" ibaresi onların bu kıskançlığı,
herhangi bir kitaba dayanmaksızın ve buna dair kendilerine bir emir
verilmeksizin besledikleri anlamındadır.
Yani onların böyle bir
kıskançlığı herhangi bir kitaba dayanmaksızın ve emrolunmaksızın
kendiliklerinden duydukları anlamını, "kıskançlık" kelimesi de
vermektedir. O bakımdan "içlerinde yerleşmiş olan" ifadesi pekiştirmek
ve onları susturmak üzere kullanılmıştır. Nitekim yüce Allah başka yerlerde
(benzer bir şekilde) şöyle buyurmaktadır: "Onlar ağızlarıyla söylüyorlar."(Âl-i
İmrân, 3/167); "Elleriyle kitabı yazarlar" (el-Bakara, 2/79);
"Ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki.." (el-En'am, 6/38)
Bu âyet-i kerime
yalıudiler hakkındadır. [131]
Kıskançlık yerilmiş ve
öğülmüş olmak üzere iki türlüdür. Yerilmiş olan kıskançlık, müslüman kardeşi
üzerindeki Allah'ın nimetinin zevalini temenni etmektir. Bu arada o nimetin
sana gelmesini istemen ile istememen arasında da fark yoktur. Yüce Allah'ın
Kitab-ı Kerim'inde şu buyruğu ile yerdiği kis-
Bu kelimeye dair
açıklamalar daha önceden 96. âyette geçmiş bulunmaktadır.
kançhk türü işte
budur: "Yoksa onlar Allah'ın kendilerine lütfundan verdiği şeyler
dolayısıyla insanları mı kıskanıyorlar?" (en-Nisâ, 4/54) Bu kıskançlığın
yeriliş sebebi bir bakıma yüce Allah'ın hikmetsiz iş yaptığı ve layık olmayan
kimseye nimet verdiği anlamını ihtiva etmesinden dolayıdır.
Övülen kıskançlık ise
sahih hadiste Peygamber (s.a)'ın ifade ettiği şu türüdür: "Yalnız iki
şeyde kıskançlık olur. Allah bir kimseye Kur'ân'ı vermiş (yani öğrenmesini
sağlamış) o da gece ve gündüz bu Kur'ân ile kâim olmaktadır (gereğince amel
etmekte, uygulamakta ve o Kur'ân'ı okuyarak uzun uzun namaz kılmaktadır).
Diğerine ise Allah bir mal vermiştir, o da gece gündüz bu malını infak edip
durmaktadır." [132]
Bu kıskançlığın anlamı
ise gıpta etmektir. O bakımdan Buhârî bu hadisin yer aldığı bölümün başlığını:
"İlim ve Hikmette Gıpta Etme"[133]
diye koymuştur. Gıptanın gerçek mahiyeti ise müslüman kardeşinin sahip olduğu
hayır ve nimetinin benzerinin de -ondaki hayır zail olmaksızın- sende olmasını
temenni etmektir. Böyle bir şeye "münafese (hayırlarda yarış)"
adının verilmesi de mümkündür. Yüce Allah'ın: "O halde yarışanlar bunun
için yarışsınlar" (el-Mutaffifîn, 83/26) buyruğu da böyle bir anlam ifade
etmektedir.
"Hak kendilerine
besbelli olmuşken" yani hakkı apaçık gördükten sonra... Burada haktan
maksat, Muhammed (s.a) ile onun getirdiği Kur'ân-ı Kerim'dir. [134]
"Allah'ın emri
gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin." buyruğuna dair
açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: ":
Affedin" buyruğunun asli: şeklindedir. Önce ağırlığı dolayısıyla ötre hazf
edildi. Sonra da iki sakin arka arkaya geldiğinden vav hazf edilmiştir.
Af, günah sebebiyle
sorumlu tutmayı terk etmek demektir. Görmezlikten gelmek (saflı) ise günahın
insan ruhunda bıraktığı etkisini ortadan kaldırmaktır. Kişinin işlediği suç ve
günahtan yüzçevirmek halinde kullanılır. Birinden yüzçeviren ve onu terkeden
kişi bunu ifade etmek üzere "yani ondan yüz çevirip ona ilişmedim,"
tabirini kullanır. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir: "Zikri
(Kur'ân'ı) size bildirmeyi terk mi edelim?" (ez-Zuhruf, 43/5) [135]
İbn Abbas'tan gelen
rivayete göre bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Kendilerine kitap
verilenlerden... iman etmeyen kimselerle kendi elleriyle cizyelerini verinceye
dek savaşınız" (et-Tevbe, 9/29) buyruğu ile neshedilmiş-tir. Bunu nesneden
âyet-i kerimenin: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz"
(et-Tevbe, 9/5) buyruğu olduğu da söylenmiştir.
Ebû Ubeyde şöyle der:
Savaşın terkedilmesini tavsiye eden her bir âyet-i kerime Mekkîdir ve savaş
emriyle neshedilmiştir. İbn Atiyye de: Bu âyet-i kerimenin Mekkî olduğuna dair
hüküm vermesi zayıf bir görüştür. Çünkü ya-hudilerin inad edip diretmeleri
Medine'de olmuştur, der.
Derim ki: Doğrusu da
budur. Buhârî ve Müslim'de Üsame b. Zeyd'den rivayet edildiğine göre
Rasûlullah (s.a), üzerinde Fedek'te dokunmuş kadife bulunan bir eşeğe binmişti.
Arkasında da Üsame vardı. Hz. Peygamber, Bedir olayından önce Haris b.
Hazrecoğulları arasında (mahallesinde) bulunan Sa'd b. Ubade'yi ziyarete gidiyordu.
Yolda giderken -aralarında Abdullah b. Ubey b. Selûl'un da bulunduğu- oturan
bir grubun yanından geçerler. Bu sırada henüz Abdullah b. Ubey İslâm'a
girmemişti. O mecliste müslümanlar, müşrikler, putatapıcılar, yahudiler hep
birlikte karışık oturuyorlardı. Müslümanlar arasında Abdullah b. Revâha da
vardı. Eşeğin çıkardığı toz orada oturanların üzerine gelince İbn Ubey
cübbesiyle burnunun üzerini kapattı ve: Bize toz çıkarmayınız, dedi. Rasûlullah
(s.a) da selam verdikten sonra durdu ve indi. Onları yüce Allah'ın yoluna
davet etti, onlara Kur'ân-ı Kerim okudu. Abdullah b. Ubey b. Selûl ona: Ey
kişi, eğer söylediğin doğru ise bundan daha güzel bir şey olamaz. Fakat
oturduğumuz yerlerimize kadar gelip o sözlerle bizi rahatsız etme. Sen kendi
evine git, orada sana gelene onu anlatırsın. Abdullah b. Revâha ise şöyle
dedi: Hayır, ya Rasûllallah, bizim oturduğumuz yerlerde de yanımıza gel, biz
bu işi severiz. Bunun üzerine müşrikler, müslümanlar ve yahudiler karşılıklı
olarak birbirlerine sövüp saymaya koyuldular. Az kalsın birbirlerine
girişeceklerdi. Rasûlullah (s.a) da onları teskin etmeye çalışıp durdu,
sonunda teskin oldular. Daha sonra Rasûlullah (s.a) bineğine bindi ve Sa'd b.
Ubade'nin yanına varıncaya kadar yoluna devam etti. Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurdu: "Ey Sa'd, sen Ebu Hubab'ın -Abdullah b. Ubeyy'i kastediyor- şöyle
şöyle dediğini duymadın mı?" Sa'd b. Ubade şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü,
anam babam sana feda olsun, sen onu affet ve görmezlikten gel. Sana hak ile
Kitabı indirene yemin ederim; Allah senin üzerine indirdiği hak ile seni bize
gönderdiği sırada bu belde halkı ona taç giydirmek ve başlarına hükümdar olarak
geçirmek üzere anlaşmış bulunuyorlardı. Fakat Allah, seni verdiği hak ile bunu
geri çevirince, bu sebeb-ten dolayı hevesi kursağında kaldı. İşte senin o
gördüğün işi bundan dolayı yapmıştır. Bunun üzerine de Rasûlullah (s.a) onu
affetti. [136]
Rasûllullah (s.a) ve
ashabı yüce Allah'ın emrettiği üzre müşrikleri ve kitap ehlini affedip
bağışlıyor , eziyetlerine katlanıyorlardı. Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun sizden önce kitap verilenlerden ve şirk koşanlardan
incitici pek çok şey işiteceksinizdir." (Âli İmran, 3/186) Bu âyet-i kerimede
de: "Kitap ehlinden bir çoğu... sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek
isterler" diye buyurmaktadır. Rasûlullah (s. a) onlara karşı cihad emri verilip
cihad için izin alıncaya kadar onları affetmeye dair bu buyruklar gereğince
amel ediyordu. Bedir gazasında kâfirlerin elebaşlarından ve Kureyş'in ileri
gelenlerinden birtakım kimselerin öldürülmesi sonucunda Rasûlullah ve ashabı
ganimet elde etmiş ve zafer kazanmış olarak geri döndüler. Beraberlerinde
kâfirlerin elebaşları ve Kureyşlilerin ileri gelenleri de esir alınmıştı. Abdullah
b. Ubey b. Selûl ve onunla birlikte bulunan müşrikler ve putatapıcılar: İşte
bu artık kendisini gösteren, üstünlük sağlayan bir iş haline geldi, dediler,
Rasûlullah (s.a)'a İslâm üzere bey'at ettiler ve İslâm'a girdiler.
"Allah'ın
emri" yani Kurayzaoğullarının öldürülmesiyle Nadiroğullarının sürgüne
gönderilmesi "gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin, şüphesiz Allah
herşeye kadirdir. Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin." Bu emre dair
açıklamalar ise daha önceden (3. ve 43- âyetlerde) yapılmış bulunmaktadır.
Yüce Allah'a hamdolsun.
"Kendiniz için
önceden ne hayır gönderirseniz Allah nezdinde onu bulacaksınız." Hadis-i
şerifte belirtildiğine göre "kul vefat ettiği takdirde insanlar: Geriye
ne bıraktı der, melekler ise: Önünden ne gönderdi" derler.
Buhârî ve Nesaî'nin
rivayetlerine göre de Abdullah (b. Mes'ud) dedi ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu
ki: "Hanginiz mirasçılarının malını kendi öz malından daha çok
sever?" Ashab: Ey Allah'ın Rasûlü der, bizden kendi öz malını
mirasçılarının malından daha çok sevmeyen hiç kimse yoktur. Rasûlullah (s.a) bu
sefer şöyle buyurdu: "Hayır, aranızda mirasçının malını kendi öz malından
daha çok sevmeyen hiçbir kimse yoktur. (Çünkü) senin malın önünden
gönderdiğindir. Mirasçının malı ise geriye bıraktığındır." Bu lafzıyla hadis
Nesaî tarafından rivayet edilmiştir.[137]
Buhârî'nin lafzı ise şöyledir: Abdullah dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle
buyurdu: "Hanginiz mirasçısının malını kendi öz malından daha çok
sever?" Ashab-ı kiram: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler. Aramızdan kendi malını
daha çok sevmeyen hiçbir kimse yoktur. Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Kişinin kendi öz malı önden gönderdiği, mirasçısının malı ise geride
bıraktığıdır." [138]
Ömer b. el-Hattab
(r.a)'dan gelen rivayete göre o bir seferinde (Medinelilerin mezarlığı olan)
Beki' el-Garkad'ten geçip şöyle der: Selam size ey kabir ehli, bizden haberler
şunlar: Sizin hanımlarınız evlendiler, evlerinize başkaları yerleşti,
mallarınız da paylaşıldı. Söyleyeni görülmeyen bir ses ona şu cevabı verdi: Ey
Hattab'ın oğlu, bizdeki haberler de şöyle: Önden gönderdiklerimizi gördük,
infak ettiğimiz bizim kârımız oldu, geriye bıraktığımızı ise zarar ettik.
Şair ne güzel
söylemiş:
"Ölümünden önce
kendin için salih ameli önden gönder Salih amel işle. Çünkü ebedi kalmaya imkân
yoktur."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Ölümden önce,
diller tutulmadan ve
Kendin için (ecri)
umulur bir tevbeyi önden gönder."
Bir başkası da şöyle
demiştir:
"Seni
doğurduğunda annen, sen ağlıyor idin.
Çevrendekiler ise
gülüyorlardı sevinçle.
Öyle bir gün için
amelde bulun ki;
Ölümün gününde onlar
ağladıklarında sen gülmelisin sevinçle."
Bir diğeri de şöyle
demektedir:
"Hayırda yarış ve
onun için elini çabuk tut. Çünkü geride olanı biliyorsun.
Önden hayır gönder,
çünkü her kişi önden gönderdiğinin yanına gidiyor."
Bütün bunlardan da
daha güzeli Ebu'l Atehiye'nin şu beyitleridir:
"Hayatta iken
malınla mutlu olmaya bak,
Çünkü sen geriye ya
ıslah edici veya fesat yapıcı kimseyi bırakırsın
Malını ifsad edici
birisine bırakırsan o malı bırakmaz,
Salih kimse ise az
olan malını artırır
Eğer gücün yeterse
kendi nefsinin mirasçısı ol.
Çünkü kendisinin
mirasçısı olan kişi doğru iş yapar."
"Şüphesiz Allah
işlediklerinizi çok iyi görendir." buyruğuna dair açıklamalar ise daha
önceden (96. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. [139]
111.
"Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez" dediler.
Bu, onların kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz
delilinizi getirin."
112. Hayır,
kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a teslim ederse işte ona Rabbi nezdinde
ecri verilir. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler."
"Yahudi ve
hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez dediler."
Yani yahudiler: Yahudi
olandan başkası cennete girmeyecek, dediler. Hıristiyanlar da hristiyan
olandan başkası cennete girmeyecek, dediler.
el-Ferrâ (âyet-i
kerimede geçen şekliyle): "hûden" kelimesinin "yahudi"
anlamına gelmesini caiz görmüştür. Böylelikle o sondaki fazlalığın
hazfedil-mesini ve bu kelimenin "hâid"in çoğulu olmasını caiz
görmektedir. (Bu kelime de tevbe eden ve dönen anlamındadır).
el-Ahfeş Said der ki:
Olandan başkası" buyruğunda
kelimesi kimse lafzına uygun olarak tekil gelmiştir. Daha sonra
yahudiler" kelimesini çoğul getirmiştir. Çünkü "kimse"
anlamındaki edat, çoğul anlamını vermektedir: Bu, onların kuruntularıdır"
buyruğunun, ye harfi şeddeli değil de, med harfi olarak da okunabilir.
Buna dair açıklamalar
daha önceden (78. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.
"De ki:"
İmanınıza ve cennete gireceğinize dair söylediğiniz sözlerinizde "eğer
doğru söyleyenler iseniz delilinizi getirin" yani bu söylediklerinizi
delil ile açıklayın.
"De ki:
Delilinizi getirin" buyruğundaki:
getirin" buyruğunun aslı
şeklindedir. Ağırlığı dolayısıyla önce ötre hazfedildi, sonra da arka
arkaya ilki sakin (harekesiz) harf geldiğinden yâ harfi hazfedildi. Müzekker
müfred emr-i hayırda , müenneste ise denilir.
Burhan (delil), kesin
bilgi veren delil ve belge demektir. Çoğulu "berâ-hîn" gelir. Sultan
ve selâtîn, kurban ve karâbîn gibi. Taberî der ki: Burada delil istemek nazarın
(kıyasın) kabul edilmesi gereğini ve kıyası reddedenlerin de görüşlerinin
reddedilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır.
Daha sonra yüce Allah
onları reddetmek, yalanlamak, yani durum dediğiniz gibi değildir, demek üzere
"hayır* diye buyurmaktadır. Buradaki "belâ- "hayır"ın asıl
anlamı üzere olduğu da söylenmiştir. Sanki: Cennete hiç kimse girmeyecek mi
diye sorulmuş da "Hayır, (girecek). Kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a
teslim ederse..." diye cevap verilmiş gibidir.
"Teslim
ederse" buyruğunun teslimiyet gösterir ve boyun eğerse, anlamında olduğu
söylendiği gibi; amelini halis kılarsa anlamına geldiği de söylenmiştir.
Özellikle "yüz"ün sözkonusu edilmesi insanda görülen en şerefli
organı olmasından ve duyu organlarının toplandığı yer olmasından, insanın izzet
ve zilletinin yüzünden belli olmasından dolayıdır. Araplar "yüz" ile
bir-şeyin tümünü kasteder, anlatırlar. Bu âyet-i kerimede maksadın
"yüz" olması da uygundur..
"Kim İhsan edici
olarak" buyruğu, hal konumunda bir cümledir. "Yüzünü" ve
"ona" kelimelerindeki zamirler, "kim" anlamındaki lafza
aittir. "Ecri" anlamındaki kelimedeki zamir de böyledir. "Onlar
için" buyruğundaki çoğul zamir de mânaya racidir.
"Onlar için korku
yoktur ve onlar üzülmezler" buyruğuna dair açıklamalar ise daha önceden
(38. âyet-i kerimede) geçmiş bulunmaktadır. [140]
113.
Yahudiler: "Hıristiyanlar birşeye sahip değildir" dediler. Hıristiyanlar
da: "Yahudiler birşeye sahip değildir" dediler. Halbuki (hepsi)
kitabı da okurlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dediğini söylerler. Allah
anlaşmazlığa düştükleri hususta Kıyamet gününde aralarında hükmedecektir.
Yani onların her bir
kesimi karşı tarafın birşeye sahip olmadığı ve kendisinin Allah'ın rahmetini
karşı taraftan daha çok hak ettiği iddiasında bulundu." Halbuki (hepsi)
kitabı da okurlar." Kitaptan kasıt Tevrat ile İncil'dir. Cümle hal
mevkiindedir.
"Bilmeyenlerden
kasıt cumhurun görüşüne göre Arapların kâfir olanlarıdır. Çünkü onlar
kitapsızdı. Ata der ki: Kasıt, yahudi ile hıristiyanlardan önce bulunan
milletlerdir.
er-Rabi' b. Enes der
ki: Yani hıristiyanlardan önce yahudiler de böyle söylemişti.
İbn Abbas der ki:
Necranlılar, Peygamber (s.a)'ın huzuruna geldiler. Yahudi alimleri de onların
yanlarına geldi. Peygamber (s.a)'ın huzurunda anlaşmazlığa düştüler. Her bir
kesim ötekine: Siz birşeye sahip değilsiniz dedi; âyet-i kerime de bunun
üzerine indi. [141]
114.
Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden ve onların harab
olmasına çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Böyleler! oralara ancak korka
korka girerler. Onlar için dünyada rüsvaylık vardır. Ahirette de en büyük azap
yine onlaradır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
"Allah'ın
mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden... daha zalim kim
olabilir?" Hiç kimse olamaz. Bu buyrukta: ": ...enler..."
mübteda olarak ref
mahallindedir. "daha zalim" anlamındaki kelime ise onun haberidir.
Hiç kimse böylelerinden daha zalim olamaz, demektir. Fiile mastar anlamını
veren ise "mescidler"den bedel olarak nasb mahallindedir. İfadenin
"Allah'ın adının anılmasını istemediğinden dolayı
engelleyenlerden..." takdirinde olması da mümkündür.
Burada
"mescidler" ile yüce Allah, Beytü'l Makdis ile onun mihraplarını
murad etmiştir. Ka'be'yi kastettiği de söylenmiştir. Çoğul gelmesi ise bütün
mescidlerin kıblesinin ona doğru olması veya ta'zim içindir. Maksadın şâir
mescidler olduğu da söylenmiştir.
"Mesacid:
Mescidler" "mescid" kelimesinin çoğuludur. Araplar arasında buna
"mesced" diyenler de vardır. [142]
Halbuki mesced -el-Cevherî'nin açıkladığına göre- secdenin izleri orada
görüldüğünden dolayı kişinin alnına verilen addır. Üzerinde secdenin yapıldığı
yedi organ (olan alın, iki el, iki diz ve iki ayak) a da mesacid adı verilir. [143]
Bu âyet-i kerime ile
kimlerin kastedildiği, kimler hakkında nazil olduğu hususunda farklı görüşler
vardır. Müfessirler bunun Buhtnassar hakkında indiğinden söz etmektedirler.
Çünkü Beytü'l Makdis'i yıkmıştı. İbn Abbas ve başkaları da hıristiyanlar
hakkında inmiştir, demektedirler. Anlamı da şu olur: Ey hıristiyanlar,
kendinzin cennetlik olduğunuzu nasıl iddia edebilirsiniz? Sizler halbuki
Beytü'l Makdis'i yıktınız, orada namaz kılmak isteyenlerin namaz kılmasını
engellediniz. Buna göre âyet-i kerimenin anlamı Beytü'l Makdis'i ta'zim
etmelerine rağmen hıristiyanların oraya reva gördükleri işlerin hayret edilecek
birşey olduğunu ifade eder. Şu kadar var ki onlar bu işi ancak ve ancak
yahudilere olan düşmanlıkları dolayısıyla yapmışlardır.
Said'in rivayetine
göre Katade şöyle demiştir: Şu Allah'ın düşmanı olan hıristiyanların
yahudilere duydukları kin, onları Babilli ateşperest Buhtnassar'a Beytü'l
Makdis'i yıkması için yardımcı olacak noktaya kadar götürdü.
Rivayet edildiğine
göre bu yıkılmış haliyle Hz. Ömer dönemine kadar kalmıştır.
Bu âyet-i kerimenin
müşrikler hakkında indiği de söylenmiştir. Çünkü onlar namaz kılanlara ve
Peygamber (s.a)'e engel oldular. Hudeybiye yılında onları Mescid-i Haram'a
girmekten alıkoydular.
Bu âyet-i kerime ile
kıyamet gününe kadar her mescidden insanları alıkoyanların kastedildiği de
söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü lafız geneldir ve çoğul sîgasıyla varid
olmuştur. Bunun bazı mescidlere ve bazı şahıslara tahsis edilmesi ise zayıf
bir açıklama şeklidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [144]
Mescidlerin yıkımı
gerçek anlamı ile olabilir. Buhtnassar'ın ve hıristiyan-ların Beytü'l Makdis'i
tahrip etmeleri gibi. Anlatıldığına göre hıristiyanlar, İsrailoğullarına
krallarından birisinin komutası altında -el-Gaznevî'nin zikrettiğine göre
bunun adı Romalı Fasbisyanus oğlu Titus'tur-[145] pek
çok kimseyi öldürdüler, esir aldılar, Tevrat'ı yaktılar, Beytü'l Makdis'e
pislik attılar ve orayı tahrip ettiler.
Mescidlerin yıkımı
mecazen de olabilir. Müşriklerin Rasûlullah (s.a)'ı Mescid-i Haram'a gitmekten
alıkoyduklarında müslümanları da engellemeleri gibi.
Genel olarak
mescidlerde namaz kılmanın ve orada İslâm'ın şiarlarının açıkça ortaya
konulmasının engellenmesi mescidleri tahrip etmektir, yıkmak demektir. [146]
İlim adamlarımız der ki:
İşte bundan dolayı bizler eğer kadın, farz olan hacet eda etmemiş ise ister
beraberinde mahremi bulunsun, isterse bulunmasın hacca gitmekten alıkonulması
caiz değildir, deriz.[147]
Yine onun için fitneden korkulmadıkça mescidlerde namaz kılmasına da engel
olunmaz. Peygamber (s.a) da: "Allah'ın kadın kullarını Allah'ın
mescidlerinden alıkoymayınız" diye bu-yurmuştur.[148]
Bundan dolayı mescidin yıkılması, satılması, işlemez hale getirilmesi -mahalle
harab olsa bile- caiz değildir, demişizdir. Aynı şekilde ayrılık ve muhalefet
kastı olmadıkça mescidlerin inşa edilmesi de engellenemez. Mesela, bir
mescidin yanıbaşında veya ona yakın bir yerde başka bir mescid yapıp da bununla
birinci mescidin cemaatini ayırıp bölmek, orayı tahrib etmek ve araya ayrılık
sokmak istiyorlar ise, o takdirde ikinci mescid yıkılır ve yapımı engellenir.
Buna dayanarak şöyle demişizdir: Bir mısrda (meskûn şehir hükmünde olan yerde)
iki büyük caminin olması caiz değildir. Bir mescidin de iki imamı olmaz. Bir
mescidde iki ayrı cemaat yapılmaz.
Bütün bunlara ve
mescidlerin inşa edilmelerine ve diğer hükümlerine dair daha geniş açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi ile (et-Tevbe, 24 ile 107. âyetlerde) ve Nur
Sûresi'nde (en-Nur, 36-38. âyetlerde) gelecektir.
Âyet-i kerime aynı şekilde
namazın büyük önemine de delalet etmektedir. Namaz, amellerin en faziletlisi,
ecir itibariyle en büyüğü olduğuna göre ona engel olmak da en büyük bir
günahtır. [149]
Yüce Allah'a içinde
ibadet ve secde edilmesi mümkün olan her yere mescid adı verilir. Peygamber
(s.a) şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü bana mescid ve (teyemmüm ile) temizlenme
aracı kılındı." Bu, hadis imamları tarafından rivayet edilmiştir. [150]
Ümmetin icmaı ile; bir
kimse sözlü olarak bir yeri namaz kılmak için tayin ederse orası özel
mülkiyetinin dışına çıkar ve bütün müslümanlann genel mülkiyetine girer. Bir
kişi kendi evi içerisinde bir mescid inşa etse ve insanların oraya girmesini
engelleyip orayı sadece kendisine tahsis etse bu onun mülkünde kalmakla
birlikte mescid olma özelliği dışına da çıkmaz. Şayet bütün insanlara orayı
mubah (serbest) kılarsa, onun da hükmü diğer umuma ait mescidlerin hükmü gibi
olur ve özel mülkiyetinin dışına çıkar. [151]
"Böyleler!
oralara ancak korka korka girerler." "Böyleler!" anlamındaki
(düjî) mübtedâ, sonrası haberdir. "Korka korka" anlamındaki kelime de
hâl'dir. Yani müslümanlar o mescidleri de ellerine geçirir ve egemenlikleri
altına girerse o takdirde kâfirler oraya girme imkanını bulamazlar. Girecek
olsalar bile müslümanlann kendilerini çıkarmalarından ve oraya girdiler diye
te'dip etmelerinden korka korka girerler. Bu kâfirin herhangi bir şekilde
-ileride de yüce Allah'ın izniyle Tevbe Sûresi'nde görüleceği üzere- mescide
girme hakkına sahip olmadığının delilidir.
Bu âyet-i kerimeyi
Hıristiyanlar hakkında kabul edenler şu rivayeti kaydederler: Hz. Ömer'in
İslâm geldikten sonra Beytü'l Makdis'i yeniden inşa etmesi üzerinden uzun bir
süre geçtiği halde oraya hristiyan bir kimse girdi mi, daha önceleri orası
ma'bedleri oldukları halde mutlaka döve döve canı yakılırdı.
Âyet-i kerimeyi
Kureyşliler hakkında kabul edenler de şöyle demektedir: Peygamber (s.a)'ın emri
üzere (Hz. Ebu Bekir'in hac emirliği yaptığı sırada) şöyle seslenilmiştir:
"Şunu bilin ki bu seneden sonra müşrik bir kimse hacc etmeyecektir,
Beytullah'ı çıplak bir kimse tavaf etmeyecektir." [152]
Bunun, emir kast
edilerek haber kipinde bir ifade olduğu da söylenmiştir. Yani onlardan bir
kimse ancak korka korka Mescid-i Haram'a girecek hale gelinceye kadar onlarla
cihad ediniz ve onların kökünü kurutunuz. Yüce Allah'ın: "Allah'ın
Rasûlüne eziyet vermek sizin için olacak birşey değildir" (el-Ahzâb,
33/53) buyruğunda olduğu gibi. Bu da haber kipinde varid olmuş bir yasaktır. [153]
"Onlar için
dünyada rüsvaylık vardır." Bunun anlamı ile ilgili olarak Ka-tade'den
şöyle bir rivayet gelmiştir: Harbî olan için öldürülmek, zımmî olan için de
cizye vardır demektir. es-Süddî de der ki: Dünyada onlar için rüsvaylık,
Mehdi'nin kıyamı, Amuriye, Rumiye (Roma) ve Konstantiniyye'nin fet-hedilmesiyle
buna benzer diğer şehirlerinin fethedilmesidir; ki bunlara dair açıklamaları
et- Tezkire adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz.
Bu âyet-i kerimeyi
Kureyşliler hakkında kabul edenler ise onların rüsvay-lıklarının Mekke'nin
fethiyle gerçekleşmiş kabul ederler. Kâfir olarak ölen kişi için ise ahirette
(en büyük) azap vardır. [154]
115. Doğu da
batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vechi oradadır.
Şühhe yok ki Allah Vâsi'dir hakkıyla bilendir:
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
"Doğu da batı da
Allah'ındır." Meşrık (doğu) güneşin doğduğu yer, mağrib (batı) güneşin
battığı yerdir. Yani bu ikisi de ikisinin arasında bulunan diğer yönler ve
bütün yaratıklar -önceden de geçtiği üzere- varetmek, icad etmek itibariyle
yalnız O'nun mülkü ve tasarrufundadırlar. Özellikle doğu ve batının sözkonusu
edilmesi ve bunların yüce Allah'a ait olduklarının belirtilmesi şereflerine
dikkat çekmek içindir. Allah'ın evi, Allah'ın devesi demek gibi. Çünkü ileride
de açıklanacağı üzere âyetin nüzul sebebi bunu gerektirmektedir. [155]
"Bundan dolayı
nereye dönerseniz" buyruğu şarttır. Fiilin sonundan "nün"
harfinin hazf edilmesi bundandır. Buradaki Nereye" kelimesi âmel eden
türdendir. zâiddir. Cevabı: "Allah'ın Vech'i oradadır" buyruğudur.
"Dönerseniz" anlamındaki fiili, el-Hasen şeklinde, te ve lâm
harflerini üstün ile okumuştur. Aslı ise
şeklindedir. "Orada" buyruğu zarf olarak nasb mahallindedir.
Uzaklık ifade eder. Bu anlama gelen feth üzere mebni olup i'rab olmaz. Çünkü bu
müphemlik ifade eder. Uzaklık ifade etmek için kullanılan "hunâke"
gibidir. Yakın yeri anlatmak is-tedğimizde "hunâ" deriz. [156]
İlim adamları
"bundan dolayı her nereye dönerseniz..." buyruğunun nüzul sebebi
hakkında beş ayrı görüş ortaya sürmüşlerdir:
1- Abdullah
b. Âmir b. Rabia der ki: Bu buyruk, karanlık bir gecede kıbleden başka bir
tarafa namaz kılan kimseler hakkında inmiştir. Bunu Tirmizî, ondan
(Abdullah'dan) o da babasından (Âmir'den) rivayetle şöylece nak-letmiştir: Biz,
karanlık bir gecede yolculukta Peygamber (s.a) ile bulunuyorduk. Kıblenin
nerede olduğunu bilemedik. Bizden her bir kişi kendi kanaatine göre bir tarafa
dönüp namaz kıldı. Sabahı edince bunu Peygamber (s.a)'e anlattık. Bunun
üzerine: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır"
âyeti nazil oldu. Ebu İsa (et-Tirmizî) der ki: Bu hadisin isnadı pek istenen
seviyede bir isnad değildir. Biz bu hadisi ancak Eş'as es-Semmân yoluyla
biliyoruz. Eş'as b. Said Ebu Rabi' ise hadiste zayıf kabul edilmektedir. [157]
İlim adamlarının
çoğunluğu bu kanaatte olup şöyle demişlerdir: Bulutlu bir gecede kıbleden başka
bir tarafa yönelip namaz kılsa, sonra da kıbleden başka bir tarafa namaz
kıldığını açıkça anlasa o namazı caizdir. Süfyan, İb-nu'1-Mübarek, Ahmed ve
İshak da bu görüştedir.
Derim ki: Bu, Ebu
Hanife'nin ve Malik'in de görüşüdür. Şu kadar var ki Malik şöyle der: Vakit
içinde ise namazını iade etmesi müstehabdır. Ancak bu onun için vacib değildir.
Çünkü o farzını emrolunduğu şekilde eda etmiş bulunmaktadır. Bir ibadeti kemal
derecesinde yapabilmek ise vakti içerisinde telafi edilebilir. Buna delil
olarak da tek başına namaz kılıp da ondan sonra vakti çıkmadan o namazın
cemaatle kılındığını gören bir kimsenin onlarla namazını iade edeceğini
belirten sünnetteki uygulamayı gösterir. Namazın vakti çıkmadan o namazı
müstehab olarak iade etmesi istenen kimse, ancak kıbleyi tayin etmek için
ictihad etmekle birlikte tamamıyla kıbleyi arkasına alan veya doğu ya da batı
tarafına yönelen kimsedir. İctihad ederek az bir miktar sağa veya sola dönen
bir kimsenin ise namaz vakti içinde de dışında da iade etme yükümlülüğü
yoktur.
el-Muğîre ve Şafiî der
ki: Böyle bir kimsenin kıldığı namaz yeterli değildir. Çünkü kıbleye dönmek
namazın şartlarından birisidir. Ancak Malik'in söylediği daha sahih bir
görüştür. Çünkü göğüs göğüse kılıçla çarpışma esnasında kıbleye yönelmeyi
terketmeyi zaruret mubah kılabilmektedir. Aynı şekilde yolculuk halindeki
ruhsat da ona yönelmemeyi mubah kılar.
2- İbn Ömer
der ki: Bu âyet-i kerime yolculuk yapan kimse hakkında inmiştir. O, bineği
hangi tarafa dönerse o tarafa doğru nafile kılabilir. Bunu Müslim, İbn
Ömer'den rivayet etmiştir. Der ki: Rasûlullah (s.a) Mekke'den Medine'ye
dönerken bineği üzerinde yüzü hangi tarafa olursa olsun namaz kılardı. Devamla
İbn Abbas der ki: İşte: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü
oradadır" buyruğu bunun hakkında nazil olmuştur. [158]
Bu hadis-i şerif ve
benzeri diğer hadisler dolayısıyla, binek üstünde olan kimsenin bu şekilde
nafile namaz kılmasının caiz olacağı hususunda ilim adamları arasında görüş
ayrılığı yoktur. İleride de açıklanacağı üzere fazla korku dışında bir
kimsenin kıbleye yönelmeyi kasten herhangi bir şekilde ter-ketmesi caiz
değildir.
Bineği üzerinde
bulunanla hevdecinde namaz kılan hasta ile ilgili olarak Malik'ten farklı
görüşler nakledilmiştir. Bir seferinde: Deve sırtında hastalığı artsa dahi
farz bir namaz kılmaz demiştir. Suhnûn der ki: Eğer böyle bir şey yaparsa iade
eder. Bunu el-Bâcî nakletmiştir. Bir seferinde de şöyle demiştir: Eğer yerde
ancak ima ile namaz kılabilecek durumda ise deve üzerinde devesi
durdurulduktan ve kıbleye doğru yöneldikten sonra namazını kılsın.
İlim adamları sağlıklı
bir kimsenin, farz bir namazı özel olarak aşın korku hali dışında, yerden
başka bir alan üzerinde kılmasının caiz olmadığını ic-ma ile kabul etmişlerdir.
Nitekim ileride buna dair açıklamalar da gelecektir.
Fukaha, namazın
kısaltılamayacağı kısa mesafeli yolucuklar hakkında farklı görüşlere sahiptir.
Malik ve arkadaşları ile es-Sevrî der ki: Yolcu ancak namazın kısaltılabileceği
kadar bir mesafede bineği üzerinde nafile namaz kılabilir. Derler ki: Çünkü
Rasûlullah (s.a)'ın nafile namaz kıldığına dair rivayetin bulunduğu
yolculuklar namazın kısaltılabileceği kadar uzun mesafeli yolculuklardır.
Şafiî ve arkadaşları,
Ebu Hanife ve arkadaşları Hasan b. Hay, Leys b. Sa'd ve Davud b. Ali der ki:
Bütün yolculuklarda şehrin dışına çıktıktan sonra binek üzerinde nafile namaz
kılmak caizdir. Bu yolculuk ister namazın kısal-tılabileceği kadar uzun
mesafeli olsun, ister olmasın farketmez. Çünkü konu ile ilgili gelen
rivayetlerde herhangi bir yolculuğun tahsisine dair birşey yoktur. Caiz olan
her bir yolculukta bu hüküm sözkonusudur. Şu kadar var ki kabul edilmesi
gereken herhangi bir delil ile belli bir yolculuğun tahsis edildiğinin
gösterilmesi hali bundan müstesnadır. Ebu Yusuf der ki: Şehir içinde de
bineğinin üzerinde ima ile namaz kılabilir. Çünkü Yahya b. Said'in Enes b.
Malik'ten rivayetine göre o Medine sokaklarında eşeği üzerinde olduğu halde
ima ile namaz kılmıştı. Taberî der ki: Yürüyen olsun, binek üzerinde olsun,
yolculukta olsun mukîm olsun, bineği üzerinde devesi üzerinde ve ayakları
üzerinde yürürken, ima ile nafile namaz kılması caizdir.
İmam Şafiî'nin
arkadaşlarından birisinden nakledildiğine göre onların mezheplerinde kabul
edilen görüş yolculukta da ikamet halinde de binek üzerinde nafile kılmanın
caiz olduğu şeklindedir. el-Esrem de der ki: Ahmed b. Hanbel'e ikamet halinde
binek üzerinde namaz kılma hakkında soru sorulunca o şöyle demiş: Yolculukta
kılınabileceğine dair rivayet işittim, fakat ikamet halinde iken böyle bir
rivayet işitmiş değilim.
İbnu'l Kasım der ki:
Hevdecinde nafile kılan kimse oturarak kılar. Onun kıyamı bağdaş kurarak
oturması şeklinde olur. Ellerini dizleri üzerine koyarak rükûunu yapar, sonra
da başını kaldırır.
3-
Katade'nin görüşüne göre bu âyet-i kerime Necaşî hakkında inmiştir. Şöyle ki;
Necaşî vefat edince Peygamber (s.a) Medine dışında müslümanla-rı onun namazını
kılmaya çağırdı. [159]
Onlar: Biz, bizim kıblemizden başka bir tarafa namaz kılan ve bu halde ölmüş
bir kimsenin namazını nasıl kılarız? dediler. Habeş hükümdarı Necaşî -ki adı
Ashama idi, Arapça Atiyye demektir-ölünceye kadar Beytü'l Makdis'e dönüp namaz
kılardı. Kıble ise Ka'be'ye çevrilmiş idi. Bunun üzerine bu âyet-i kerime
nazil oldu. Onun hakkında da: "Muhakkak kitap ehlinden öyle kimseler
vardır ki Allah'a, size indirilene... iman ederler" (Ali İmran, 3/199)
buyruğu nazil oldu. İşte bu Necaşî için bir mazeret olmuştu. Peygamber (s.a)'ın
ashab-ı kiram ile birlikte onun için bu şekilde namaz kılması hicretin
dokuzuncu yılında olmuştu.
Gaib cenaze namazını
kabul eden -ki o da Şafiî'dir- bunu delil göstermiştir.
İbnu'l Arabî der ki:
Cenaze namazı ile ilgili en garip mes'elelerden birisi de Şafiî'nin gaibin
namazının kılınacağını söylemiş olmasıdır. Bağdat'ta İmam Fahrü'l İslâm'ın
mescidinde bulunuyordum. Yanına Horasan'dan bir adam gelir girer, ona: Filan
adam nasıldır diye sorar, sorduğu kişi vefat etti, deyince o da: İnna lillah
ve inna ileyhi raciûn dedikten sonra bize dönüp; haydi kalkın size onun için
namaz kıldırayım, der ve kalkıp bize onun namazını kıldırırdı. Ve bu, o
kişinin vefatından altı ay sonra ve namaz kıldığı yer ile vefat eden kişinin
beldesi arasında altı aylık bir mesafe olmasına rağmen oluyordu.
Bu konuda onların
dayanaklarını teşkil eden asıl delil Peygamber (s.a)'ın Necaşî üzerine namaz
kıldırmasıdır. Bizim mezhep alimlerimiz ise (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun)
şöyle demişlerdir: Bu hususta Peygambere has üç özellik vardır.
a) Nasıl ki
Mescid-i Aksa'yı görünceye kadar yeryüzü kuzeyiyle güneyiyle önüne derlenip
toplandığı gibi aynı şekilde Necaşî'nin nâşını görünceye kadar kuzeyden güneye
kadar yeryüzü önünde derlenip toplanmıştır. Ancak aykırı görüşü savunanlar: Onu
görmenin faydası ne ki? Fayda onun namazının bereketinin ona ulaşmasındadır,
derler.
b) Orada
Necaşî'nin namazını kılacak mü'minlerden veli olacak (bu işi üstlenecek) kimse
yoktu. Aykırı görüşte olanlar: Bu, âdeten imkânsız birşeydir, derler. Bir
hükümdar bir dine tabi olsun da ona tabi olan bulunmasın. Bir olayı imkânsız
birşeyle te'vil etmek de imkânsız kabul edilir.
c) Peygamber
(s.a) Necaşî'ye namaz kılmakla üzerine rahmetin inmesini ve hayatta olunca da
ölünce de kendisine bu önemin verildiğini gördükleri takdirde, onun dışında
kalan diğer hükümdarların da kalbini
ısındırmak istemiştir.
Bu görüşe aykırı
kanaatte olanlar da derler ki: Peygamber (s.a)'ın ve başkalarının yaptıkları
duanın bereketi ittifakla ölüye ulaşır. İbnu'l Arabî der ki: Peygamber (s.a)'ın
Necaşî'nin namazını kıldırması ile ilgili olarak bence kabule değer olan görüş
şudur: O Necaşî'nin ve onunla birlikte iman edenlerin ölü üzerinde namaz
kılınması sünneti ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip değillerdi. Onun namazı
kılınmadan defnedileceği öğrenilince elini çabuk tutarak onun üzerine namaz
kıldı.
Derim ki: Birinci
te'vil daha güzeldir. Çünkü Hz. Peygamber onu gördüğü takdirde gaib bir
kimsenin namazını kılmış olmaz, Hazır olan ve görülen bir kimsenin namazını
kılmış olur. Gaib ise görünmeyen hakkında kullanılır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
4- Âyetin
nüzul sebebi ile ilgili dördüncü görüş İbn Zeyd'e aittir. O şöyle demiştir:
Yahudiler Peygamber (s.a)'ın Beytü'l Makdis'e doğru namaz kılmasını güzel
bulmuş ve şöyle demişlerdi: O ancak bizim vasıtamız ile hidâyet bulabildi.
Ancak kıble Ka'be'ye döndürülünce bu sefer yahudiler: Onları üzerlerinde
bulundukları kıbleyi terkedip başka tarafa dönmeye iten ne oldu dediler, bunun
üzerine de: "Doğu da batı da Allah'ındır" âyet-i kerimesi nazil
oldu. Bu görüşe göre ifadelerin akışı şöyle olur: Yahudiler Kıble'ye karşı
tepki gösterince şanı yüce Allah da kullarının kendisine dilediği şekilde
ibadetlerini tayin edebileceğini beyan etti. O dilerse Beytü'l-Makdis'e
dönmelerini emreder, dilerse Ka'be'ye doğru yönelmelerini emreder. O bir işi
yaptı diye O'na karşı bir delil getirilemez, yaptığından dolayı sorumlu
tutulamaz, insanlar sorumlu tutulurlar.
5- Bu âyet-i
kerime: "Her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürün"
(el-Bakara, 2/144 ve 150) buyruğu ile neshedilmiştir. Bu görüş İbn Abbas'a
aittir. Sanki önceleri kişi dilediği şekilde namaz kılabilirdi, sonra bu
neshedilmiş gibi bir mana anlaşılmaktadır. Katade ise nesheden buyruk yüce
Allah'ın: "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" (el-Bakara, 2/149);
yani onun yönüne doğru döndür, buyruğudur, der. Bunu da et-Tirmizî nakletmektedir.
[160]
6- Mücahid
ve ed-Dahhâk'tan da bu âyetin muhkem olduğu rivayet edilmiştir. Anlamı da
şudur: İster doğuda bulununuz, ister batıda bulununuz, kendisine yönelmeniz
emrolunan Allah'ın Vechi (ciheti) -ki o da Ka'be'dir- oradadır. Yine Mücahid
ve İbn Cübeyr'den gelen rivayete göre: "Bana dua edin size icabet edeyim (duanızı
kabul edeyim)" (el-Mu'min, 40/60) buyruğu nazil olunca ashab-ı kiram'ın
nereye doğru yönelelim, diye sormaları üzerine "bundan dolayı nereye
dönerseniz Allah'ın vech'i oradadır" âyet-i kerimesi nazil oldu.
İbn Ömer ile en-Nehaî'den
rivayete göre; siz yolculuklarınızda ve gittiğiniz yerlerde nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü oradadır, demektir. Bunun daha önce geçen yüce Allah'ın:
"Allah'ın mescidlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden...
daha zalim kim olabilir?" (âyet, 114) buyruğu ile ilişkilidir. Buna göre
anlamı şöyle olur: Ey mü'minler, yüce Allah'ın toprakları sizin için geniştir.
Hepinizi kuşatır. O bakımdan Allah'ın mescidlerini tahrip eden kimseler,
-arzının neresinde bulunursanız bulununuz- yüzlerinizi Allah'ın kıblesine doğru
çevirmenize engel teşkil etmesin.
Bu âyet-i kerimenin
Peygamber (s.a)'ın Hudeybiye yılı Beytullah'a girmesinin engellenmesi ve
müslümanlann bundan dolayı üzülmesi üzerine nazil olduğu da söylenmiştir. Buna
göre bu âyet-i kerimenin nüzulü ile ilgili on ayrı görüş ortaya çıkmaktadır.
Bu âyet-i kerimeyi
neshedilmiş kabul eden kimselere, âyetin ifadesi haberdir, diye itiraz
edilemez. Çünkü bu âyetin emir anlamına gelme ihtimali vardır.
"Bundan dolayı
nereye dönerseniz Allah'ın Vech'i oradadır" buyruğunun anlamı Allah'ın
Vechi'ne doğru yüzlerinizi döndürünüz, şeklinde olabilir. İşte Haccac
tarafından yüzü yere doğru döndürülerek boğazlanması emredilince Said b.
Cübeyr'in (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) okuduğu âyet-i kerime budur. [161]
Kur'ân ve sünnette
yüce Allah'a izafe edilen Vech'in te'vili ile ilgili olarak ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır. İleri gelen ilim adamları der ki:
Bu, varlığın kendisine
racîdir. Varlıktan vech ile söz etmek mecazî bir ifadedir. Çünkü vech, gören
kimseye göre organların en açık görüneni ve en üstün değerlileridir. İbn Fûrek
der ki: Bazan kelimelerin anlamlan daha da genişletilerek maksat nitelenen
olmakla birlikte birşeyin niteliği sözkonusu edilebilir. Bir kimsenin: Alimi
gördüm ve alime baktım kastıyla ben filan kişinin bu gün ilmini gördüm ve
ilmine baktım demesi gibi. Aynı şekilde burada da vechin sözkonusu edilmesi de
böyledir. Kasıt vechi olan yani varlığı olan kimsedir. İşte yüce Allah'ın:
"Biz size ancak Allah'ın vechi içinyediri-yoruz" (el-İnsan, 76/9)
buyruğu bu şekilde açıklanıp yorumlanmıştır. Çünkü bundan kasıt, vechi bulunan
Allah için yediriyoruz, demektir. Diğer taraftan: "Ancak o çok yüce
Rabbinin vechini umarak..." (el-Leyl, 92/20); buyruğu, vechi olan zatın
rızasını umarak demektir.
İbn Abbas der ki:
Vech, aziz ve celil olan Allah'ın zatını ifade etmek için kullanılır. Nitekim
bir başka yerde şöyle buyurulmaktadır.: "Celal ve ikram sahibi Rabbinin
vechi ise baki kalır." (er-Rahmân, 55/27)
İmamlardan birisi de
şöyle demiştir: Bu, kadim olan yüce Allah'ın sıfatları arasında, aklın gerekli
gördüğü sıfatlara ek ve onlardan ayrı sem'î yolla sabit olmuş bir sıfattır. İbn
Atiyye de der ki: Ancak Ebu'l-Mealî bu görüşü zayıf kabul etmiştir. Evet, bu
görüş bu şekilde zayıftır. Ancak kasıt O'nun varlığıdır. Burada sözü geçen
"vech"den kastın, bizim kendisine yönlendirildiğimiz cihet, yani
kıble olduğu da söylenmiştir. Vech'in kasıt anlamına geldiği de söylenmiştir.
Şairin şu beyitinde olduğu gibi:
"Saymak imkânı
bulunmayan günahtan dolayı Allah'tan mağfiret dilerim O Allah ki kulların
Rabbidir, vech (kasıt) ve amel de O'nadır."
"Allah'ın Vechi
oradadır" buyruğundan kastın, Allah'ın nzası ve sevabı oradadır, demek
olduğu da söylenmiştir. Nitekim: "Biz ancak size Allah'ın vechi için
yediririz" derken, O'nun rızası için ve O'nun sevabını talep ederek
yedi-ririz denmek istenmiştir. Peygamber (s.a)'ın şu hadis-i şerifi de bu
anlamdadır: "Her kim Allah'ın vechini umarak bir mescid bina ederse Allah
da onun gibisini cennette o kişi için bina eder.";[162]
"Kıyamet gününde mühür vurulmuş birtakım sahifeler getirilir. Yüce
Allah'ın huzuruna bu sahifeler dimdik dikilir. Aziz ve celil olan Allah
meleklerine: Şunu atınız, bunu kabul ediniz buyurur. Melekler, rabbimiz izzetin
hakkı için yemin ederiz ki biz hayırdan başka bir-şey görmedik. Yüce Allah daha
iyi bildiği halde şöyle buyurur: Bu benim vec-himden (rızamdan) başkası içindi.
Ben benim vechim (rızam) aranarak yapılan dışında hiçbir ameli kabul
etmem." [163] Yani Benim için halis
olmayan hiçbir ameli kabul etmem diye buyurur. Bu hadisi Darakutnî rivayet
etmiştir.
"Allah'ın yüzü
oradadır" buyruğundan "Allah oradadır" denmek istendiği de
söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Siz nerede olursanız O sizinle
beraberdir" (el-Hadid, 57/4) buyruğuna benzemektedir. Bunu el-Kelbî ve
el-Kutebî demiştir, Mu'tezile'nin görüşü de buna yakındır. [164]
"Şüphe yok ki
Allah vâsi'dir"; yani kullarına dinlerinde genişlik verendir. Onların
vüs'atlerinde olmayan (takatleri dışında kalan) şeylerle onları yükümlü
tutmaz. Burada "vâsi'"in O'nun bilgisi herşeyi kuşatır anlamına geldiği
de söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "O'nun bilgisi herşeyi kuşatacak genişliktedir."
(Taha, 20/98) buyruğunda olduğu gibi. el-Ferrâ der ki: el-Vâsi': Bağışı ve
verdiği, herşeyi kuşatacak kadar geniş olan cömert demektir. Buna delil ise
yüce Allah'ın: "Ve Benim rahmetim herşeyi kuşatmıştır" (el-A'raf,
7/156) buyruğudur. Bunun, mağfireti geniş anlamına geldiği de söylenmiştir. Yani
hiçbir günahı bağışlamak O'na büyük bir iş gelmez, demek olur.
Kullara lütfuyla ihsan
eden bununla birlikte amellerine muhtaç olmayan demek olduğu da söylenmiştir.
Mesela, filan kişi kendisinden isteneni kuşatır, yani bu konuda cimrilik
etmez, denilir (iken bu kökten gelen fiil kullanılır). Allah da: "Vüs'at
sahibi (genişlik sahibi) olan da vüs'atince infak etsin." (et-Talâk,
65/7); yani zengin olan kişi de Allah'ın kendisine verdiğinden harcamada
bulunsun, diye buyurmaktadır. "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ"
adlı eserimizde de açıklamış bulunuyoruz. Yüce Allah'a hamdolsun. [165]
116. Onlar:
"Allah oğul edindi" dediler. O münezzehtir. Aksine göklerde ve yerde
ne varsa hepsi O'nundur. Hepsi O'na boyun eğicidir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı
beş başlık halinde sunacağız:
"Onlar: Allah
oğul edindi, dediler" buyruğu ile yüce Allah hıristiyanların: Mesih
Allah'ın oğludur, şeklindeki sözlerini bize haber vermektedir. Yahudilerin:
Üzeyr Allah'ın oğludur, şeklindeki sözleri haber verilmektedir, de denilmiştir.
Arapların inkarcı kâfirlerinin: Melekler Allah'ın kızlarıdır, şeklindeki
sözleri haber verilmektedir, de denilmiştir. Kâfir cahillere dair bu tür haberler
Kur'an-ı Kerim'de Meryem Sûresi (19/12. âyette) ile Enbiyâ Sûresi'nde (21/26.
âyette) de yer almaktadır. [166]
"O münezzehtir,
aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur"
âyetiyle ilgili olarak
Buhârî, İbn Abbas'tan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Yüce Allah buyurdu ki: Böyle bir şeye kalkışmaması gerektiği halde
Ademoğlu Beni yalanladı. Yine böyle bir işe kalkışmaması gerektiği halde
Ademoğlu Bana sövdü. Onun Beni yalanlaması şudur: O Benim evvelde olduğu gibi
kendisini yeniden yaratacağıma kadir olamayacağımı ileri sürdü. Onun Bana
sövmesi ise Benim oğlumun olduğunu söylemesidir. Ben eş ya da bir oğul
edinmekten münezzehim." [167]
"Subhane"
kelimesi, mastar olarak mensûbdur. Anlamı onların "Allah oğul edindi"
sözlerinden yüce Allah'ın noksanlıktan berî olduğunu, münezzeh ve uzak olduğunu
ifade etmektir. Aksine o yüce Allah, zatı ile birdir, sıfatlarıyla tektir,
oğlu yoktur ki ayrıca bir eşe muhtaç olsun: "O'nun bir zevcesi yokken
nasıl bir evladı olabilir? O herşeyi yaratmıştır." (el-En'am, 6/105) Ayrıca
O başkasından da doğmamıştır ki kendisinden önce bir varlık bulunsun.
Zalimlerin, inkarcıların söylediklerinden yücedir, münezzehtir, pek yücedir.
"Aksine göklerde
ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." Bütün bunların hepsi O'nun tarafından
varedilip icad edildiğinden dolayı yalnız O'nun mülküdür. "Ma" edatı
mutedâ olarak merfudur. Haber ise "lehu" "onundur* buyruğudur.
"O oğul edindi" diyen kimse de göklerde ve yerde bulunanlar
arasındadır. "Subhanallah"ın yüce Allah'ın her türlü kötülükten uzak
olması demek olduğuna dair açıklamalar da daha önceden (30. âyet-i kerimenin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [168]
Oğlun babasının
cinsinden başka türlü olamayacağı bilinen bir husustur. Peki şanı yüce ve
münezzeh olan Allah'a hiçbir şey benzemezken, nasıl olur da yarattıklarından
oğul edinebilir? Diğer taraftan O şöyle buyurmuştur. "Göklerde ve yerde
olanların hepsi Rahmana ancak kul olarak geleceklerdir." (Meryem, 19/93)
Nitekim burada da: "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi
O'nundur" diye buyurmaktadır.
Oğul olmak, babanın
cinsinden olmayı ve sonradan yaratılmayı gerektirir. Kadîm olmak ise tam
aksine vahdaniyeti ve ezelî sübûtu gerektirir. Şanı yüce Allah vâhid, ehad, tek
ve samed olan ezelî ve kadîmdir. Doğmamıştır, doğurulmamıştır. Ve hiçbir kimse
O'nun dengi değildir.
Diğer taraftan evlat
olmak köle ve kul olmaya da aykırıdır. -Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle
Meryem Sûresi'nde [169] bu
husus gelecektir.- Peki oğul nasıl olur da kul ve köle olur? Böyle birşey
imkânsızdır. İmkânsız olan bir sonuca götüren herşey de zaten imkânsızdır. [170]
"Hepsi O'na boyun
eğicidir." Mebtedâ ve haberdir. İfade "Onlannhepsi" takdirinde
olup, "onlar" anlamındaki zamir hazf edilmiştir. Âyet-i kerimede
geçen "kânitûn" itaat edici ve boyun eğicidirler, demektir.
Bütün yaratıklar yüce
Allah'a kunut eder, yani boyun eğer, itaat eder. Cansızların kunûtu, (itaati)
ilahî san'atın onlarda ve üzerlerinde açıkça görülmesidir.
Çünkü kunut, itaat
demektir ve susmak ve sessiz olmak demektir. Zeyd b. Erkam'ın: Bizler namazda
konuşuyor idik. Kişi yanında bulunan arkadaşıyla konuşurdu ve bu yüce
Allah'ın: "Ve Allah için kunut ediciler olarak namaza durun."
(el-Bakara, 2/238) buyruğu ininceye kadar devam etti. Bu buyrukla bizlere
susmak emrolundu ve konuşmaktan nehyolunduk [171]
sözündeki "kunut" de işte bu anlamadır.
Kunut, aynı zamanda
namaz demektir. Şair der ki:
"Allah için namaz
kılar, kitaplarını okur Ve bir kasta binaen insanlardan uzak kalır."
es-Süddî ve başkaları
da yüce Allah'ın: "Hepsi O'na boyun eğicidir" yani kıyamet gününde
böyle olacaktır, demişlerdir. el-Hasen de şöyle demektedir: Şehadet kelimesini
getiren herkes O'nun kuludur.
Kunut, sözlükte asıl
anlamı itibariyle ayakta durmak demektir. Nitekim: "Namazın en faziletli
olanı kunutu (yani kıyamı) uzun olanıdır" [172]
hadisi de böyledir. Bunu ez-Zeccâc söylemiştir.
Buna göre bütün
mahlukat kânittir; yani kulluğun gereğini yerine getirirler. Ya ikrar ederek,
kabul ede'rek bunu yapıyorlar veya başka türlü bunu yapıyorlar. Çünkü ilahî
san'atın etkileri onlar üzerinde açıkça görülmektedir.
Bunun asıl anlamının
itaat olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Kunut eden erkeklerle kunut
eden kadınlar" (el-Ahzab, 33/35) buyruğunda da bu anlamdadır. Buna dair
daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın: "Ve Allah için kunut edenler olarak
namaza kalkınız" (el-Bakara, 2/238) buyruğunu tefsir ederken gelecektir. [173]
117.
Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur. Birşeyin olmasını hükmederse ona sadece
"ol" der, o da oluverir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız.
"Göklerin ve
yerin yaratıcısı O'dur." Önceden herhangi bir örneği bulunmaksızın
birşeyi vareden anlamına gelen "bedT (mealde yaratıcı)" kelimesi
faîl vezninde mübalağa ifade eden bir isimdir. Mahzûf bir mübtedanın haberi
olarak merfû' gelmiştir. İsm-i faili "mübdi"' gelir. Mubsir'den basir
gibi.
Yüce Allah göklerin ve
yerin geçmiş bir örnek olmaksızın yaratıcısı (be-dî'i)dir. Yani onları daha
önce herhangi bir tarif ve örnek sözkonusu olmaksızın yaratan, vareden,
meydana getirendir. Daha önce görülmemiş bir şeyi ortaya koyan herkese de
"mubdi'" denilir.
Bid'at sahipleri
tabiri de buradan gelmektedir. Bid'ate bu adın veriliş sebebi o bid'at sözü
söyleyenin belli bir önderin, kılavuzun herhangi bir fiil veya bir sözüne
dayanmaksızın uydurup söylemesi dolayısıyla bu ad verilmiştir. Buhârî'de de
teravih namazı kastedilerek: "Bu ne güzel bir bid'attir* denildiği ifade
edilmektedir. [174]
Herhangi bir yaratığın
ortaya koyduğu her bir bid'atın ya şeriatte asıl bîr dayanağı vardır veya
yoktur. Eğer şeriatte aslî bir dayanağa sahip ise o takdirde bu, Allah'ın ve
Rasûlünün teşvik ettiği işlerin genel kapsamı içerisine girer ve bu da övgüye
değer şeylerin sınırları içerisindedir. Şayet bir çeşit cömertlik,
eliaçıklılık, maruf bir işi işlemek gibi onun benzerleri mevcut ise böyle bir
işi yapmak da övülmeye değer şeyler arasındadır. İsterse o kişiden önce o
türden bir iş yapılmamış olsun.
Bunu Hz. Ömer (r.a)'ın
(teravih namazını kastederek): Bu, ne iyi bir bid'attir şeklindeki sözü de
desteklemektedir. Çünkü bu iş hayır türünden bir işti ve övgüye değer şeylerin
kapsamı içerisine girmekteydi. Her ne kadar Peygamber (s.a) bu namazı kılmış
ise de o bu namazı (zaman zaman) terketmiş ve olduğu gibi sürdürmemiştir. Bu
namazı kılmak için de cemaatin toplanmasını istememiştir. Hz. Ömer'in bunu
koruması ve kılmak üzere cemaati toplayıp bu işe onları teşvik etmesi de bir
bid'attir, ancak övülen ve övgüye değer görülen bir bid'attir. Şayet Allah'ın
ve Rasûlünün emrettiğine aykırı ise o takdirde bu, yerilen ve reddedilen
işlerin kapsamına girer.
Bu anlamdaki
açıklamaları el-Hattabî ve başkaları da yapmış bulunmaktadır.
Derim ki: Aynı zamanda
bu Peygamber (s.a)'ın irad ettiği hutbesinde söylediği: "İşlerin en
kötüsü sonradan ihdas edilenleridir ve her bid'at bir dalalettir" [175]
şeklindeki buyruğunun da ifade ettiği anlam budur. O, bunlarla Ki-tab'a veya
Sünnete ya da aslıab-ı kiramın uygulamasına uygun olmayanı kastetmektedir.
Nitekim bunu şu buyruğu ile de açıklamış bulunmaktadır: "Her kim İslâm'da
güzel bir sünnet (yol) ortaya koyarsa o kişi hem onun ecrini alır, hem de ondan
sonra onun ile amel edenlerin de ecirleri (kadar) ecir alır. Bununla birlikte
onlardan herhangi birisinin ecirlerinden de birşey eksilmez. Her kim İslâm'da
kötü bir yol ortaya koyarsa o yolun günahını ve ondan sonra da onunla amel
edenlerin günahını da alır. Bununla birlikte onlardan herhangi birisinin
günahlarından da birşey eksilmez." [176]
İşte bu, sonradan
ortaya konulan bid'atlerin güzel ve çirkin olmak üzere ikiye ayrıldığına
işarettir. Ve bu konuda bu hadis aslî bir dayanaktır. Hatalardan korunmamız,
başarımız Allah'tandır, O'ndan başka bir Rab yoktur. [177]
"Birşeyin
olmasını hükmederse, sadece ona «ol» der ve o da oluverir."
Yani ezelden beri
ilminde tesbit ettiği şekliyle bir işi sağlam ve güçlü bir şekilde dilediği
takdirde ona "ol" der. İbn Arefe der ki: Bir şeye dair hüküm vermek
(kaza) onu sağlam bir şekilde yapmak, muhkem kılmak, yürürlüğe koymak, o işi
bitirmek demektir. İşte (hâkime) kâdî adının verilmesi de buradan gelmektedir.
Çünkü hâkim hüküm verdi mi artık davanın tarafları arasında görülmesi gereken
işini bitirmiş olur. el-Ezherî der ki: Kadâ (hüküm verdi) kelimesinin sözlükte
birkaç anlamı vardır ki hepsinin ifade ettiği ortak anlam, birşeyin kesilip
sonunun gelmesi, tamamlanması şeklindedir. Ebu Zueyb der ki:
"Ve o ikisi
üzerinde iyice dokunmuş iki zırh vardır ki, onları yapıp bitirmiştir, Ta Davud
ya da tepeden tırnağa örten zırhları çok iyi yapan Tübba yapmıştır."
eş-Şemmâh da Ömer b.
el-Hattâb (r.a) hakkında şunları söylemiştir:
"Birtakım işleri
yapıp bitirdin ondan sonra da ayrılıp gittin
Öyle büyük işler ki;
henüz yenleri içinde ve üzerleri kesilip açılmamıştır."
İlim adamlarımız der
ki: "Kadâ (hükmetti)" müşterek (birkaç anlama gelen) bir lafızdır.
1- Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, yaratmak anlamına gelir: "Onları yedi
gök halinde iki günde yarattı (kadâ)." (Fussilet, 41/12)
2- Bildirmek
anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Biz kitabda
İsrailoğullarına şunu bildirdik..(kada)" (el-İsra, 17/4)
3- Emretmek
anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Rabbin
kendisinden başka ibadet etmeyin., diye emretti (kadâ)" (el-İsra, 17/23)
4- Kabul
ettirmek ve hükümleri uygulayıp bitirmek anlamına da gelir. İşte hâkime kadî
denilmesi buradan gelmektedir.
5- Bu kelime
hakkı tastamam yerine getirmek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Mûsâ, süreyi tamamlayıp..(kadâ)" (el-Kasas, 28/29.)
6- İrade
etmek, dilemek anlamına da gelir. Yüce Allah'ın: "Birşeyin olmasını
hükmederse (dilerse) sadece ona «ol» der ve o da oluverir" buyruğunda
olduğu gibi. Yani birşeyi yaratmak irade ettiği vakit ona: ol, der demektir.
İbn Atiyye der ki:
"Kadâ" takdir etti anlamındadır. İradesini gerçekleştirdi, yürürlüğe
koydu anlamına geldiği de olur.
Bu âyet-i kerimede
Ehl-i Sünnet mezhebine göre ezelde takdir etti ve hükmünü bu şekilde verip
bitirdi, şeklinde her iki anlama göre açıklanabilir. Mu'tezile mezhebine göre
ise yaratmak ve varetmek esnasında o hükmüm» yürürlüğe koydu, şeklinde
açıklanmıştır. [178]
Burada geçen
"emr" kelimesi emretti, emreder'in masdarı olmayıp çoğul olanak
"umur" olarak gelen kelimenin tekilidir (isimdir).
İlim adamlarımız der
ki: Kur'an-ı Kerim'de "emr" kelimesi ondört anlama gelir:
1- Din:
"Nihayet hak geldi ve Allah'ın emri galip oldu." (et-Tevbe, 9/48»
Burada Allah'ın emrinden kasıt Allah'ın dini olan İslâm'dır.
2- Söz:
"Emrimiz" yani sözümüz "gelince..." (el-Mu'minun, 23/27)
"fom-di aralarında emirlerini karşılıklı konuştular." (Tana, 20/62);
yani karşilıfc-lı olarak birbirlerine sözlerini söylediler.
3- Azap:
"Emrolup bitince" (İbrahim, 14/22); yani cehennem halkına azap
edilmesi gerekince..
4- Hz. İsa: "Bir emre hüküm verdiği zaman" (Âli İmran, 3/48); yani Hat. İsa'nın
varolması hükmünü verdiği zaman. Yüce Allah ezelden beri onun babasız olarak
doğacağını biliyordu.
5- Bedir'de öldürme: "Allah'ın emri" yani Bedir'de öldürme işi
"gelince—"" (el-Mu'min, 40/78) Yine: "Allah olması gereken
bir emri" yani Mekke küflerinin öldürülmesi işini "yerine getirmek
için..." (el-Enfal, 8/42)
6- Mekke'nin fethi: "O halde Allah'ın emri" yani Mekke'nin fethi "gelinceye
kadar bekleyedurun." (et-Tevbe, 9/24)
7- Kureyzaoğullannın öldülümesi ile Nadiroğullannın
sürgün edilmesi: "Allah'ın emri
gelinceye kadar affedip görmezlikten gelin." (el-Bakara, 2/109)
8- Kıyamet: "Allah'ın emri gelmiştir. Onu acele
istemeyin." (en-Nahl, 16/1)
9- Kaza:
"Emri tedbir eder." (er-Ra'd, 13/2); kaza ve hükmü tedbir eder.
10- Vahy: "Gökten yere emr tedbir
eder" (es-Secde, 32/5); yani vahyi gökten yere indirir. "Emr" yani
vahiy "onlar arasında iner durur" (et-Talak, 65/12) buyruğu da bu
türdendir.
11- Mahlûkatın işleri: "Haberiniz olsun ki" yaratıklara ait bütün
umur (işler) "Allah'a dönüp varır." (eş-Şûrâ, 42/53)
12- Zafer:
"İşten" yani zaferden "bize birşey (pay) var mı diyorlardı. De
ki: Bütün emr" zafer ve üstünlük "Allah'ın (elinde)dır." (Âl-i
İmran, 3/154)
13- Günah: "Sonunda onlar emirlerinin" yani
günahlarının "cezasını tattılar." (et-Talâk, 65/9)
14- Durum ve fiil: "Fir"avun'un emri" yani işleri ve durumu "hiç de
doğ-rultucu değildir." (Hûd, 11/97) Yüce Allah bir başka yerde de:
"O'nun emrine" yani fiiline "aykırı hareket edenler.,
çekinsinler." (en-Nur, 24/63) diye de buyurmaktadır. [179]
Yüce Allah'ın
"kun (ol)" emrinin "kef" harfinin keynûne'den (yani olmaktan),
nün harfinin ise onun nurundan geldiği söylenmiştir. Hz. Peygam-ber'in:
"Yarattıklarının şerrinden Allah'ın eksiksiz kelimeleri ile (Allah'a) sığınırım"
[180]
buyruğu ile kastedilen de bu "kun: ol" emridir. Bu hadis-i şerifte
"kelimeler" lafzı tekil olarak: "Allah'ın eksiksiz kelimesi
ile..." diye de rivayet edilmiştir. "Kelimeler"in çoğul gelişi
şöyle açıklanır: Bu kelime (kun emri) bütün emir ve işlerde sözkonusu olduğuna
göre her bir işe ve her bir şeye ol dediğine göre bunlar çoğul kelimeler demek
olur. Buna Ebu Zer'in Peygamber (s.a)'dan rivayet ettiği ve yüce Allah'ın
buyruğu olarak nakledilen: "Benim bağışım da bir kelamdır, azabım da bir
kelamdır" hadisi de buna delalet etmektedir. Bu hadisi Tirmizî oldukça
uzun bir hadisin bir bölümü olarak kaydetmiştir. [181]
"Kelime"nin
hadis-i şerifte tekil olarak kullanılması da yine çoğul anlamı ile
"kelimeler" demektir. Fakat tek bir kelime değişik zamanlarda bütün
işler için dağılmış olduğundan bu bir kelime olmaktan çıkar pek çok kelimeler
haline gelir. Fakat hepsinin kaynağı yine tek bir kelimedir.
Hadis-i şerifte
"eksiksiz" deniliş sebebi ise dilcilere göre kelamın asgari
miktarının üç harften ibaret olduğundan dolayıdır. Birincisi başlangıç harfidir.
İkincisi kelimenin ortasında gelen doldurma harftir, üçüncüsü ise söylenip
susulan harftir. Eğer bir kelam iki harften ibaret ise dilcilere göre bu
eksiktir. Yed (el), dem (kan) ve fem (ağız) kelimeleri gibi. Bunun eksilmesi
ise bir sebep dolayısıyla olmuştur. O bakımdan bu gibi kelimeler insanlar
tarafından söylendiği vakit eksik söylenmiş kelimelerden kabul edilir. Çünkü
bunlar iki harflidir. Ayrıca (konuşma) araçları kullanılarak söylenilir. Şanı
yüce olan Rabbimiz tarafından ise (iki harfli söylense dahi) o kelime tamdır.
Çünkü konuşmak için O'nun konuşma araçlarına (organlarına) ihtiyacı yoktur.
Yüce Allah yaratıklara benzemekten yücedir, münezzehtir. [182]
Burada
"feyekûnu" kelimesinin son harfi olan "nun" harfi ötreli
olarak ve yeni bir cümlenin başlangıcı olarak okunmuştur. Sîbeveyh der ki: Yani
o olur, anlamındadır. Başkası ise bu kelime: "Der" kelimesi üzerine
atfedilmiştir. Birinci açıklamaya göre oluş, emirden sonradır. Her ne kadar
yok ise de o var seviyesindedir. Çünkü ileride açıklanacağı üzere, Allah tarafından
bilinmektedir.
İkinci görüşe göre ise
verilen emir ile birlikte oluverir. Taberî bu görüşü tercih etmiş ve şöyle
demiştir: Yüce Allah'ın birşeye "ol" emrini vermesi varoluştan önce
de değildir, sonraya da kalmaz. Birşeyin varolmak ile emro-lunması ancak emir
ile varolması ile birlikte olur. Varolması emrolunmadık-ça da var olmaz.
İleride açıklaması gelecektir. Taberî devamla der ki: Bunun bir benzeri de
insanların kabirlerinden kalkacakları vakitteki durumlarıdır. Yüce Allah'ın
onları kabirlerinden çıkmak üzere çağırmasından önce de olmayacağı gibi
sonraya da kalmayacaktır. Nitekim şöyle buyurulmaktadır: "Bundan sonra
sizi yerden bir defa çağırınca hemen çıkıverirsiniz." (er-Rum, 30/25) Şu
kadar var ki İbn Atiyye bu görüşü zayıf bulmuş ve şöyle demiştir: Böyle bir
açıklama anlam açısından yanlıştır. Çünkü "ol" demenin tekvîn
(oluşum) ve var olmak ile birlikte olmasını gerektirir.
Bu âyet-i kerime
ışığında inanılması gereken husus özetle şöyledir: Şanı yüce Allah varolmaları
şartıyla yok olan şeylere ezelden beri emredip durmaktadır. Kudreti ile
varettiği şeyler sonradan olmakla birlikte o kadirdir. Bilinen şeylerin daha
sonra meydana gelmelerini de bilendir. Âyet-i kerimedeki buyruklar bunların
gelecekte olmasını gerektirmektedir. O bakımdan bu emrolunan şeylere göre
böyledir. Çünkü sonradan yaratılan şeyler daha önce yokken bilahare var
olurlar. Yüce Allah'a isnad edilen kudret ve ilim ise ezelîdir, kadîmdir.
"Ol" ibaresinin gerektirdiği anlam ise Allah'ın zatı ile kâim ve
kadîmdir.
Ebu'l Hasen el-Maverdî
der ki: Bir şeye yokluğu halinde mi yoksa varlığı halinde mi Allah ona ol der,
o da oluverir? Eğer o şey yokluğu halinde ise Allah'ın kendisine emrolunan
birşey olmadıkça emir vermesine imkân yoktur. Nitekim emrin de emreden
olmaksızın varlığına imkân yoktur. Eğer varolması halinde bu emir verilmiş ise
bu varolmak ve meydana gelmek için emir vermenin mümkün olmadığı bir durumda
olur. Çünkü zaten vardır ve meydana gelmiştir, diye bir soru sorulursa, buna üç
şekilde cevap verilir:
1- Bu, yüce
Allah tarafından varolan yaratıkları hakkındaki emirlerinin geçerli oluşunu
haber vermektedir. Nitekim yüce Allah İsrailoğullarından belli bir kesime hor
ve hakir maymunlar olmalarını emretmiştir. Bu durum ancak varolmayan şeyleri
varetmek halinde sözkonusudur.
2- Yüce
Allah olacak herşeyi olmadan önce bilendir. Buna göre henüz olmamış fakat
olmadan önce olacaklarını bildiği şeyler tıpkı varolan şeylere benzer.
Dolayısıyla bu gibi şeylere ol demesi ve yokluk halinden varlık haline
çıkmasını emretmesi mümkündür. Çünkü yokluk hallerinde bunların hepsi Allah
tarafından tasarlanmış ve bunları bilmektedir.
3- Bu, şanı
yüce Allah'ın yaratmayı ve varetmeyi dilediği, buna bağlı olarak da varolan ve
ayrıca söylediği herhangi bir söz olmaksızın ancak dilediği bir hükmü
gereğince meydana gelen varettiği ve yarattığı herşeye dair genel bir
haberidir. Allah bunu söylenen bir söz olmasa dahi "söz söylemek" ile
ifade etmektedir. Ebu'n Necm'in şu mısraında olduğu gibi:
"Ve kol ve bacak
eklemleri karna: Yetiş! dediler."
Ortada söylenmiş bir
söz yoktur. Anlatmak istediği ise sırtın karna değdiğinden (yani bineğin
oldukça zayıfladığından) ibarettir. Ayrca Amr b. Ha-meme ed-Dûsî'nin şu sözü de
böyledir:
"Ve ben yavruları
uçmuş bir kartal gibi oldum
Uçan birisini (tutmak)
isteyince ona: Düş! denilmesi (gibi).
Bir başka şair de
şöyle demiştir:
"Kanatları
bacaklarına: Yetiş, dediler Ve etinizi parçalanmaktan kurtarınız."[183]
118.
Bilmeyenler: "Allah bizimle konuşmalı yahut bize bir âyet gelmeli değil
miydi?" dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı onlar gibi böyle
söylemişlerdi. Kalpleri birbirine benzemiş. Biz yakin sahibi olanlara âyetleri
apaçık bildirmişizdir.
"Bilmeyenler".
İbn Abbas'a göre, Yahudiler, Mücahid'e göre hıristiyan-lardır. Taberî de bunu
tercih etmiştir. Çünkü âyet-i kerimede öncelikle sözü edilenler bunlardır.
(Yahudi ve hıristiyanlardır). er-Rabi', es-Süddî ve Katade ise: Arap
müşrikleridir, demişlerdir.
"... meli değil
iniydi (lev-lâ)" edatı teşvik içindir. Nitekim el-Eşheb b. Ru-meyle de
şöyle demektedir:
"Yaşlı develeri
kesmeyi öğünülecek en üstün işlerinizden sayıyorsunuz ey iri yarı fakat, bayağı
fakir, ve ahmak olanların oğulları! Siz miğfer giyinmiş kahramanlarla
(öğünmeli) değil miydiniz?"
Buradaki
"levlâ" başkası varolduğu için birşeyin imkânsız olduğunu ifade eden
"lev-lâ" türünden değildir. Dil bilginlerince ikisi arasındaki fark
şudur: Teşvik anlamına gelen ile birlikte açık yada mukadder bir fiilden başkası
gelmez. Olmayacağını ifade eden ile birlikte hemen ardında mübteda gelir ve
çoğunlukla da haberi hazfedilir.
Bu ifadelerinin anlamı
şudur: Allah, Muhammed (s.a)'ın peygamber olduğuna dair bizimle konuşmalı
değil mi? Biz de böylelikle onun peygamber olduğunu bilelim, ona inanalım. Ya
da o bize peygamber oluşuna bir alamet teşkil edecek bir âyet getirmeli değil
mi? Âyet ise delalet ve alamet olup buna dair açıklamalar bundan önce [184]
verilmiş bulunmaktadır.
"Onlardan
öncekiler" buyruğu ile kastedilenler, "bilmeyenlerden kastın Arap
kâfirleri olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre yahudiler ve hıristiyanlardır.
Buna karşılık "bilmeyenler"den kasıt yahudiler ve hristiyanlardır
diyenlerin görüşüne göre ise, "onlardan öncekiler" den kasıt, daha
önceki ümmetlerdir. "Bilmeyenler"den kastın hıristiyanlar olduğunu
söyleyenlere göre ise "onlardan öncekiler" ile kastedilenler
yahudilerdir.
"Kalpleri
birbirine benzemiş" yani işi yokuşa sürmek, mucize gösterilme teklifi ve
imanı terketme hususunda birbirlerine benzedikleri şeklinde açıklanmıştır.
el-Ferrâ der ki: Küfür üzerine ittifak etmeleri açısından "kalpleri
birbirine benzemiş" demektir.
"Biz yakîn sahibi
olanlara âyetleri apaçık göndermişizdir." buyruğunda yer alan
"yakîn"e dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 4. âyette) geçmiş
bulunmaktadır. [185]
119. Şüphe
yok ki Biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik.
Cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın.
"Şüphe yok ki Biz
seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik." Müjdeleme ve
korkutmaya dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/6 ve 25. âyetlerde)
geçmiş bulunmaktadır.
"Cehennemliklerden
sorumlu tutulmazsın." Mukâtil der ki: Peygamber (s.a): "Eğer Allah
yahudiler üzerine azabını indirecek olursa mutlaka iman ederler." deyince
yüce Allah: "Cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın" buyruğunu inzal
buyurdu. [186] Cumhur bu anlamı verecek
şekilde kelimesini "te" harfini ötreli olarak okumuşlardır. Bu
taktirde "müjdeleyici ve korkutucu olarak" buyruğuna atıf ile hal
konumunda olur. Anlamı: Biz seni onlardan sorumlu olmamak üzere müjdeleyici ve
korkutucu olarak hak ile gönderdik demek olur.
Said el-Ahfeş ise bu
kelimeyi "te" harfini üstün ve lam harfini de ötreli olarak: ":
Sormazsın," şeklinde okumuştur. Bu durumda yine aynı kelimelere hal
konumunda atıf olur. O takdirde bu buyruğun anlamı şöyle olur: Şüphesiz Biz
seni onlar hakkında sen soru sormaksızın, hak ile müjdeleyici ve korkutucu
olarak gönderdik. Çünkü yüce Allah'ın uyarılmalarından sonra küfre
sapacaklarını bilmesi onlara dair soru sormaya ihtiyaç bırakmaz. Sen onlara
dair soru sormazsın şeklindeki okuyuşun ifade edeceği anlam budur. Onun
sorumlu tutulmaması ise Hz. Peygamber'in gereken uyarı ve müjdeyi yaptıktan
sonra inkâr edenlerin küfürleri dolayısıyla sorumlu tutulmayacağını ifade eder.
İbn Abbas ve Muhammed b.
Ka'b da şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bir gün: "Keşke anne babama ne
şekilde muamele edildiğini bir bilebilsem" demiş bunun üzerine bu âyet-i
kerime nazil olmuştur. [187] Bu
ise nehiy olarak ve "lam" harfini sükûnlu olarak Sorma, şeklinde okuyanın kıraatine uygun bir
açıklamadır. Bu şekilde ise yalnızca Nafi' okumuştur. Bunu iki şekilde
açıklamak mümkündür:
a) Hayatta
olup isyan eden ve küfre sapan
kimselerin durumu hakkında soru sormayı yasaklamaktadır. Çünkü o kişinin
durumunda bir değişiklik olup küfürden imana, masiyetten itaate dönüş
yapabilir.
b) Daha
zahir olan anlamı ise, küfür ve masiyet üzere ölen kimsenin durumuna dair soru
sormayı yasaklamakta olduğudur. Bundan kasıt ise bu şekilde ölenin durumunun
büyük ve oldukça ağır bir halde bulunacağını ifade etmektir. Nitekim: Filan
hakkında hiçbir şey sorma, demek de bu tür bir anlam ifade eder. Yani senin
umduğundan da kötü bir haldedir.
İbn Mes'ud: Asla sana
sorulmayacaktır" şeklinde, Ubey b. Ka'b ise: Sana sorulmayacaktır"
şeklinde okumuşlardır ki her iki okuyuş da (mâna itibari ile) cumhurun kıraatine
uygundur ve kendisnin onların durumundan sorumlu tutulmayacağını ifade
etmektedir.
Bir görüşe göre ise o
anne babasından hangisinin daha erken öldüğünü sormuş ve bu âyet-i kerime nazil
olmuştur. Bizler "et-Tezkire" adlı eserimizde yüce Allah'ın onun için
annesini ve babasını diriltip ona iman ettiklerini kaydetmiştik. Ayrıca Hz.
Peygamber'in bir adama: "Muhakkak benim babam da senin baban da
cehennemdedir" [188]
dediğini belirtmiş ve buna dair açıklamalarda bulunmuştuk. Allah'a hamdolsun. [189]
120. Onların
dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden hoşnut olmazlar.
De ki: "Muhakkak Allah'ın hidâyeti doğru yolun kendisidir." Andolsun
ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan, senin
için Allah'tan seni koruyacak hiçbir dost ve hiçbir yardımcı yoktur.
Bu
buyruğun: "Onların dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyan-lar da asla
senden hoşnut olmazlar" bölümüne dair açıklamalarımızı iki başlık altında
sunacağız:
"Onların
dinlerine uymadıkça yahudiler de hıristiyanlar da asla senden hoşnut
olmazlar" yani ya Muhammed, onların sana kendilerine getirmeni
istedikleri âyetleri (mucizeleri) teklif etmelerinden maksatları iman etmek
değildir. Aksine sen onlara bütün istediklerini getirsen yine de senden razı
olmazlar. Onları razı ve hoşnud edecek tek bir şey, tuttuğun İslâm yolunu
terkedip onlara uymaktır. [190]
Millet (din): Yüce
Allah'ın kitaplarında ve peygamberlerinin aracılığı ile kullan için koyduğu
şeriatın adıdır. O bakımdan millet ile şeriat arasında fark yoktur. Din ile
millet ve şeriat arasında ise belli bir fark vardır. Çünkü millet ve şeriat,
Allah'ın kullarını yerine getirmeye çağırdığı şeyin adıdır. Din ise kulların
Allah'ın emrine uygun olarak yaptıkları şeye denir. [191]
Aralarında Ebu Hanife,
Şafiî, Davud, Ahmed b. Hanbel'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu âyet-i
kerimeye dayanarak küfrün tek bir millet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü yüce
Allah: "Onların milletine (dinine)" diye buyurarak
"millet" kelimesini tekil olarak zikretmiştir. Bunlar ayrıca:
"Sizin dininiz sizin, benim dinim benim" (el-Kâfirûn, 109/6)
buyruğunu, Hz. Peygamber'in de: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında
mirasçılık olmaz'[192] hadisini
de delil gösterirler. Yani burada iki ayrı milletten kasıt İslâm ve küfürdür.
Bunun delili ise Peygamber efendimizin: "Müslüman kâfire mirasçı
olmaz" [193] anlamındaki bir başka
hadisidir.
Malik
ve kendisinden gelen bir başka rivayette Ahmed ise küfrün ayrı milletler
olduğu görüşündedir. Buna göre yahudi hıristiyana mirasçı olmadığı gibi,
yahudi ve hristiyanda mecûsiye mirasçı olmaz. Onlar bu görüşlerine Peygamber
efendimizin: "İki ayrı millete mensup kimseler arasında mirasçılık
olmaz" hadisinin zahirini delil alırlar. Yüce Allah'ın: "Onların
dinine" buyruğundan kasıt ise çokluktur. İsterse lafız itibariyle tekil
olsun. Bunun delili ise bunun çoğul bir zamire (onlar) izafe edilmesidir.
Nitekim: Medine halkı alimlerinden -mesela- onların ilmini aldım ve onlara
okunan kendilerinin rivayet ettikleri hadisi de dinledim, derken, ilimlerini...
ve hadislerini... kastedilir.
"De ki: Muhakkak
Allah'ın hidâyeti doğru yolun kendisidir." Yani ey Mu-hammed, senin
izlemekte olduğun ve yüce Allah'ın dilediği kimsenin kalbine koyduğu Allah'ın
gerçek hidâyeti, asıl ve gerçek hidâyetin, doğru yolun kendisidir. Bunların
iddia ettikleri yol değildir.
"Andolsun ki eğer
sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyacak olursan..."
buyruğundaki nevalar (ehvâ): Hevâ kelimesinin çoğuludur. Hevalar
birbirlerinden farklı olduğu için burada çoğul gelmiştir. Eğer milletin
fertlerine hamledilmiş olsaydı "onların hevâsına" denilmesi
gerekirdi. Bu hitapta iki şekil sözkonusudur:
a) Bu hitap
baştan beri hitabın kendisine yönelik olması dolayısıyla Ra-sûlullah (s.a)'a
yöneliktir.
b) Rasûl'e
yönelik olmakla birlikte kasıt onun ümmetidir.
Birinci açıklama
şekline göre onun ümmetine bir edep öğretilmiş olur. Çünkü onların konumundan
aşağıdadırlar.
Âyetin nüzul sebebi:
Yahudiler ve hıristiyanlar Peygamber (s.a)'dan barış ve ateşkes antlaşmaları
yapmasını istiyor, Peygamber (s.a)'e İslâm'a girecekleri vaadinde
bulunuyorlardı. Allah ona, onların kendisinden dinlerine uymadığı sürece razı
olmayacaklarını bildirdi ve onlara karşı cihad etmesi emrini verdi.
"Bunca
ilimden" buyruğuna gelince; Alımed b. Hanbel'e: Kur'ân mahluktur, diyen
kimsenin durumu hakkında soru sorulmuş o da: Kâfirdir, demiştir. Ona neye
dayanarak onun kâfir olduğunu söylüyorsun diye sorulunca şu cevabı verir: Yüce
Allah'ın Kitabından birtakım âyet-i kerimelerle (bu âyetten başka):
"Andolsun ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına
uyarsan.." (er-Rad, 13/37) gibi buyruklardır. Kur'ân ise Allah'ın
il-mindendir. Allah'ın ilminin mahluk olduğunu kim iddia ederse kâfir olur. [194]
121.
Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar ona
iman ederler. Her kim onu inkâr ederse onlar zarara uğrayanların tâ
kendileridir.
122. Ey
İsrailoğulları, üzerinize ihsan ettiğim nimetimi ve Benim sizi gerçekten
âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.
123.
Kimsenin kimseye birşey ile faydalı olamayacağı, ondan fidyenin kabul
olunmayacağı ve hiçbir şekilde şefaatin de fayda vermeyeceği bir günden de
korkunuz. Ve onlara yardım da edilmez.
"Kendilerine
kitap verdiğimiz kimseler" buyruğu ile ilgili olarak Kata-de der ki:
Bunlar Peygamber (s.a)'ın ashabıdır. Bu açıklamaya göre de "kitap"
Kur'an-ı Kerim demek olur. İbn Zeyd der ki: Bunlar İsrailoğullarından İslâm'a
giren kimselerdir. Bu açıklamaya göre de "kitap" Tevrat demek olur.
Bununla birlikte âyet-i kerimenin hükmü geneldir.
"Kendilerine.."
mübtedadır, "okurlar" onun haberidir. (Meal buna göre yapılmıştır).
Arzu ederseniz "işte bunlar ona iman ederler" buyruğunu da haber
yapabilirsiniz. [195]
"Onu gereği gibi
okurlar" buyruğunun anlamı hakkında farklı açıklamalar yapılmıştır.
Oradaki emir ve yasaklara uyarak helalini helal, haramını haram bilip
muhtevasına uygun, kapsadığı hükümler gereğince amel ederek ona hakkıyla
uyarlar; demek olduğu İkrime tarafından söylenmiştir. İkrime delil olarak şunu
gösterir: Yüce Allah'ın: "Arkasından ona uyduğu zaman aya (yemin
olsun)" (eş-Şems, 91/2) buyruğunda da aynı kelimenin kullanıldığına
dikkat etmez misiniz? Bu, İbn Abbas ve İbn Mes'ud'un (Allah ikisinden de razı
olsun) açıklamalarının da anlamını ifade eder. Şair der ki:
"Ben kovamı benim
arkamdan gelir (bana uyar) kıldım."
Nasr b. İsa,
Malik'ten, o Nafi'den, o İbn Ömer'den o da Peygamber (s.a)'den: "Onu
gereği gibi okurlar" buyruğu hakkında "ona gereği gibi uyarlar"
dediğini de rivayet etmektedir. Şu kadar var ki bu hadisin senedinde el-Hatib
Ebu Bekr Ahmed'in söylediğine göre birden çok meçhul (bilinmeyen) ravi
bulunmaktadır. Bununla birlikte ifade ettiği anlam doğrudur. Ebu Mû-sâ
el-Eş'arî der ki: Her kim Kur'an-ı Kerim'e tabi olursa onu cennet bahçelerine
götürür.
Ömer b. el-Hattab'dan
rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: Burada sözü geçenler bir rahmet
âyetini okudukları zaman onun gereğini Allah'tan isterler, bir azap âyetini
okudukları zaman o azaptan Allah'a sığınırlar.
Bu anlamda bir hadis-i
şerif de Peygamber (s.a)'den rivayet edilmiştir: O bir rahmet âyetini okudu mu
dilekte bulunur, azap âyeti okudu mu Allah'a sığınırdı. [196]
el-Hasen der ki: Bu
buyrukta sözü geçenler Kur'an'ın muhkemi ile amel edip müteşabihine iman eden,
kendileri için içinden çıkılmaz (müşkil) bulduklarını da bilenine havale eden
kimselerdir.
Onu gereği gibi
okuyanlardır, da denilmiştir.
Derim ki: Böyle bir
açıklama uzak görülür. Ancak onun lafızlarını tertil ile (ağır ağır, tane tane)
okurlar anlamlarını da idrak ederler, şeklinde anlaşılması müstesna. Çünkü
manalarının gereği gibi anlaşılması ile bu konuda kendisine başarı ihsan
edilenler için bu anlamlara uymak, mümkün olur. [197]
124. Hani
Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tamamen yerine
getirmişti. "Ben seni insanlara imam yapacağım" diye buyurmuş, o da:
"Zürriyetimden de" demişti. "Zalimlere ahdim erişmez" diye
buyurmuştu.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı yirmi başlık halinde sunacağız. [198]
Ka'be ve kıble
sözkonusu edilince buna bağlı olarak İbrahim aleyhisse-lam'dan da söz
edilmektedir. Çünkü Beytullah'ı yapan odur. O bakımdan ya-hudilerin -ki İbrahim
(a.s)'ın soyundan gelirler- İbrahim'in dininden yüzçe-virmemeleri gerekirdi.
İbtilâ (imtihan): Sınamak ve denemek demektir. Bundan maksat, emir ve taabbüddür.
İbrahim'in
el-Maverdî'ye göre Süryanice anlamı, İbn Atiyye'ye göre Arapça anlamı şefkatli
merhametli baba demektir. es-Süheylî der ki: Süryanice ve Arapça arasında
birbirine yakın kelimeler pek çoktur. İbrahim'in, çocuklara olan rahmeti
dolayısıyla adının merhametli bir baba anlamına geldiğine dikkat ediniz. Çünkü
Hz. İbrahim ve onun eşi Sâre kıyamet gününe kadar mü'minlerin ölecek küçük
çocuklarına bakıcı kılınmışlardır.
Derim ki: Buna delil
olan hususlardan birisi de Buhârî'nin kitabında zikrettiği Semura'dan gelen
rüyaya dair uzunca hadistir. Orada şöyle denilmektedir: Peygamber (s.a)
bahçede (cennet bahçesinde) İbrahim (s.a)'ı etrafında insanların küçük
çocukları olduğu halde gördü.[199] Biz
bunu et-Tezkire adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun.
Bu âyet-i kerimede
sözü geçen Hz. İbrahim kimi tarihçilerin görüşüne göre Taruh'un oğludur.
Taruh'un babası ise Nahûr'dur. Kur'an-ı Kerim'de ise: "Hani İbrahim babası
Âzer'e.. demişti" (el-En'am, 6/74) diye buyurulmak-tadır. Sahih-i
Buhârî'de de bu şekildedir. Bunda ise ileride yüce Allah'ın izniyle En'am
Sûresinde (işaret edilen âyet-i kerimede) açıklanacağı üzere bir çelişki
yoktur. Hz. İbrahim'in dört oğlu vardı. -es-Süheylî'nin belirttiğine göre-
(adları): İsmail, İshâk, Medyen ve Medâin idi.
Âyet-i kerimede (Arap
dili kaidelerine göre özne olan Rab, daha önce gelmesi gerekirken) İbrahim
kelimesinin önce gelmesi bu işe verilen önem do-layısıyladır. Çünkü şanı yüce
Allah'ın imtihan eden kimse olduğu bilinen bir husustur. Diğer taraftan faile
(özneye) bitişik mef'ule (nesneye) ait zamirin bulunması aynı şekilde mef'ulun
öne alınmasını da gerektirir. İşte bu önem dolayısıyla ifade bu şekilde
gelmiştir. Bunu bilelim.
Genel olarak
kurrâ İbrahim" kelimesini üstünlü
Rabbi kelimesini de -belirttiğimiz gibi- ötreli olarak okumuşlardır. Şu kadar
var ki Cabir b. Zeyd'den tam aksini okuduğu rivayet edilmiştir. İbn Abbas'ın da
kendisine böyle okuttuğunu ileri sürmüştür. O takdirde anlam şöyle olur: Hani
İbrahim Rabbine dua etmiş ve Rabbinden dilekte bulunmuştu. Ancak böyle bir
okuma şekli (ve anlam) uzak bir ihtimaldir. Çünkü "( 0UI&): Kelimelerle"
ifadesinin baş tarafındaki "b" harfi buna mahal bırakmamaktadır. [200]
"Rabbi İbrahim'i
birtakım kelimelerle imtihan etmiş..." buyruğundaki kelimeler (kelimât);
kelimenin çoğuludur. Burada gerçekte bu kelimeler yüce yaratıcının kelâmını
ifade eder. Ancak bu "kelimeler" ile İbrahim (a.s)'ın yerine
getirmekle yükümlü tutulduğu görevler ifade edilmiştir. Bu görevlerle yükümlü
tutulması kelam (söz) ile gerçekleştiğinden bunlara bu isim verilmiştir.
Nitekim Hz. İsa'ya da
"Allah'ın kelimesi" adı verilmiştir. Çünkü Hz. İsa yüce Allah'ın
"kun: oF'dan ibaret bir kelimesinden var olmuştur. Bir şeye onun
mukaddimesinin adını vermek, mecazın iki kısmından birisidir. Bu açıklamalar
İbnu'l Arabî tarafından yapılmıştır. [201]
Bu âyet-i kerimede sözü geçen "kelimeler''le neyin kastedildiği hususunda
ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu görüşlerden bir tanesine göre bu
kelimeler İslâm'ın şer'î hükümlerini ifade eder. Bunlar da otuz ayrı bölümdür.
Bu otuz bölümün on tanesi Tevbe Sûresi'nde: "Tevbe edefıler, ibadet
edenler.." (et-Tevbe, 9/112) buyruğunda; on tanesi Ahzab Sûresi'nde:
"Şüphesiz müslüman erkekler ve müslüman kadınlar.." (el-Ahzab, 33/35)
âyetinde on tanesi Mu'minûn Sûresi'nde: "Gerçekten mü'minler felah bulmuşlardır...Ve
onlar namazlarını gereği gibi kılarlar... (el-Mu'minun, 23/1-8) buyrukları
ile; "...ancak namaz kılanlar ve namazlarına devam edenler öyle değil...
Ve onlar namazlarını gereği gibi muhafaza ederler" (el-Meâric, 70/22-34)
buyruklarında dile getirilmektedir.
İbn Abbas (r. anhuma)
dedi ki: Allah bu kelimeler ile her kimi imtihan ettiyse bunların altından
İbrahim (a.s)'ın dışında kalkabilmiş kimse yoktur. O, İslâm'ın tümüyle imtihan
edilmiş, bunu eksiksiz bir şekilde yerine getirmiştir. Bunun için yüce Allah
da kendisine "ilahî berâet "i takdir buyurarak: "Ve (görevini)
eksiksiz olarak yerine getiren İbrahim..." (en-Necm, 53/37) diye
buyurmuştur.
Kimisi de Hz.
İbrahim'in "kendileriyle imtihan edildiği kelimeler" emir ve nehiydir
derken, kimisi oğlunu boğazlamaktır, kimisi risaletin âdabını yerine
getirmektir demiştir ki bunların ifade ettikleri anlamlar birbirlerine yakındır.
Mücahid de şöyle demektedir: Burada sözü geçen kelimeler yüce Allah'ın:
"Ben seni bir husus ile imtihan edeceğim" demiş, Hz. İbrahim de:
Peki, beni insanlara imam yapacak mısın? diye sorunca yüce Allah: Evet diye
buyurmuş, Hz.İbrahim: Ya benim zürriyetimden de imam kılacak mısın? diye sorunca
yüce Allah: Ahdim zalimlere erişmez, diye cevap buyurmuş. Hz. İbrahim: Peki
Beyt'ini insanlar için gelip toplanacakları bir yer kılacak mısın? diye sormuş
yüce Allah: Evet buyurmuş. Hz. İbrahim ya bir güvenlik yeri de kılacak mısın?
diye sormuş, yüce Allah: Evet demiş. Yine Hz. İbrahim bize ibadet yerlerimizi
gösterip tevbemizi de kabul buyuracak mısın? diye sorunca yüce Allah: Evet
buyurmuş. Hz. İbrahim yine: Peki ya o Beyt'in ehlini çeşitli meyvelerle
rızıklandıracak mısın? diye sorunca yine yüce Allah: Evet buyurmuş.
İşte bu görüşe göre bu
kelimeleri eksiksiz yerine getirip tamamlayan (Hz. İbrahim değil) yüce
Allah'tır. Bundan da daha sahih bir görüş şudur: Abdur-rezzak'ın Ma'mer'den,
onun İbn Tavus'tan, onun İbn Abbas'tan naklettiğine göre o, yüce Allah'ın:
"Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları
tamamen yerine getirmişti" buyruğu hakkında şunları söylemiştir: Yüce
Allah onu taharet ile imtihan etmişti. Bunların beş tanesi başta beş tanesi de
bedendedir: Bıyıkları kesmek, mazmaza, istinşak, misvak kullanmak ve saçı
ortadan ayırmak. Bedende bulunanlar ise: Tırnakları kesmek, etek traşı yapmak,
sünnet olmak, koltuk altı kıllarını yolmak ve büyük abdest ile küçük abdestin
yerlerini su ile yıkamak. Bu açıklamaya göre ise bu kelimeleri eksiksiz olarak
yerine getiren İbrahim (a.s)'dir. Kur'an-ı Kerim'in zahirinden de anlaşılan budur.
Matar, Ebu'l-Celed'den
yine bunların on tane olduğunu rivayet etmiş, şu kadar var ki saçları ortadan
ayırmak yerine eklem yerleri üstündeki deri kıvrımlarını yıkamayı istinca
yerine ise istihdadı (etek traşını ustura gibi demirden aletlerle yapmayı)
sözkonusu etmiştir.
Katade ise bunlar
sadece Hacc menâsikidir, der. el-Hasen ise bunlar Hz. İbrahim'in karşı karşıya
kaldığı altı tane özel durumdur: Yıldız, ay, güneş, ateş, hicret ve sünnet
olmak.
Ebû İshak ez-Zeccâc
der ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle çelişkili değildir. Çünkü bütün bunlar
İbrahim (a.s)'ın kendileriyle imtihan olunduğu hususlardır.
Derim ki:
Muvatta"da ve başka hadis eserlerinde Yahya b. Said'den gelen rivayette
şöyle denilmektedir: Said b. el-Müseyyeb'i şöyle derken dinledim: İbrahim
(a.s) sünnet olan ilk kişidir. Misafiri ilk ağırlayandır, etek traşı yapan ilk
kimsedir, tırnaklarını kesen ilk kişidir, bıyıklarını kısaltan ilk kişidir,
saçları ağaran ilk kişidir. Saçlarının ağardığını görünce: Bu nedir diye sormuş
(yüce Allah): Bu vekardır diye buyurunca Hz. İbrahim de: Allah'ım benim
vekârımı daha da artır, diye dua etmiştir. [202]
Ebu Bekr b. Ebi Şeybe
de Said b.İbrahim'den, o babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Minberler
üzerinde ilk konuşan kişi Allah'ın Halili İbrahim'dir.
Başkaları da şöyle
demiştir: İlk tirit yapan, ilk kılıçla savaşan, ilk olarak misvakla dişlerini
temizleyen, ilk olarak su ile istinca yapan ve ilk olarak şalvar giyinen odur.
Muaz b. Cebel'den de
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a) buyurdu ki: "Eğer ben
minber edindiysem babam İbrahim de minber edinmişti. Eğer ben asa tuttuysam
babam İbrahim de asa tutmuştu." [203]
Derim ki: Bunlar
açıklanması, üzerinde durulması, haklarında bilgi verilmesi gereken birtakım
hükümlerdir. Sünnet olmaktan başlayarak diğerlerine dair açıklamalarda
bulunacağız. [204]
İlk sünnet olan
kişinin İbrahim (a.s) olduğu üzerinde ilim adamlarının ic-maı vardır. Ancak
sünnet olduğu yaş hakkında farklı görüşler vardır. Muvat-ta"da Ebu
Hureyre'den mevkuf olarak rivayet edildiğine göre o yüz yirmi yaşında iken
sünnet olmuş ve bundan sonra seksen yıl daha yaşamıştır. Böyle bir açıklama ise
kişisel görüşe dayanılarak yapılamaz. Bunu el-Evzaî de Yahya b. Said'den merfû
olarak rivayet etmiştir. Yahya b. Said, Said b. el-Müsey-yeb'den ö Ebu
Hureyre'den rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "İbrahim
(a.s) yüz yirmi yaşında iken sünnet oldu. Bundan sonra da seksen yıl
yaşadı." Bunu Ebu Ömer (İbn Âbdi'1-Berr) zikretmiştir.
Yine bu hadis
Yahya'nın dışında değişik yollardan gelen rivayetlerle merfû ve müsned olarak
da rivayet edilmiştir. Orada da: İbrahim (a.s) seksen yaşına gelince sünnet
olmuş ve kendisini keser ile sünnet etmiştir." denilmektedir. Sahih-i
Müslim'de de başkalarında da "seksen yaşında" denilmektedir. [205]
İbn Aclan'ın ve
el-A'rec'in Ebu Hureyre'den onun Peygamber (s.a)'dan yaptığı rivayette
kaydedilen ve raviler tarafından bilinen de budur. İkrime der ki: İbrahim (a.s)
seksen yaşında iken sünnet olmuştur. Yine o şöyle demiştir: Artık ondan sonra
İbrahim'in dini üzere Beytullah'ı ancak sünnetli olan kimseler tavaf etmiştir.
Evet, İkrime böyle demiştir. el-Müseyyeb b. Râfi' de bu şekilde söylemiştir.
Bunu el-Mervezî zikreder.
"el-Kadûm"
şeddesiz ve "el-kaddûm" şeklinde şeddeli olarak rivayet edilmiştir.
Ebu'z-Zinad der ki: Şeddeli olarak el-Kaddûm şeklinde (Suriye bölgesinde) bir
yerin adıdır. [206]
İlim adamları sünnet
olmanın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Ancak çoğunluk bunun müekked
bir sünnet olduğunu ve erkekler hakkında ter-kedilmemesi gereken İslâm'ın
fıtrat gereği gördüğü hususlardan birisi olduğunu kabul etmektedirler. Azınlık
bir kesim de bunun farz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü yüce Allah: "Sonra
Biz sana: Hanifbir müslüman olarak ibrahim'in dinine uy., diye vahyettik."
(en-Nahl, 16/123) diye buyurmuştur.
Katade de: Burada sözü
geçen husus sünnet olmaktır, demektedir. Mali-kî mezhebinden bazı ilim adamları
da bu görüşe meyletmiştir. Aynı zamanda bu Şafiî'nin de görüşüdür. İbn Süreye
sünnet olmanın vacip olduğuna, avrete bakmanın haram kılındığına dair icmaı
delil gösterir ve şöyle der: Eğer sünnet olma farz olmamış olsaydı, sünnet
edilenin avretine bakmak mubah kılınmazdı. Ancak bu husus ile ilgili olarak ona
şöyle cevap verilmiştir: Böyle birşey doktorun vücudun hasta bölgesine bakması
gibi bedenin bir maslahatı için mubah kılınır. Tıp ilmi yüce Allah'ın izniyle
ileride en-Nahl Sû-resi'nde geleceği gibi icma ile vacip değildir. Bizim
mezhebimize mensup bazı kimseler el-Haccac b. Artee'nin kaydettiği şu rivayeti
delil gösterirler: el-Haccac, Ebu'l Muleyh'ten, o babasından o Şeddad b.
Evs'ten Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sünnet
olmak erkekler için bir sünnet, kadınlar için de bir ikramdır." [207]
Hadisin ravilerinden olan Haccac ise rivayeti delil gösterilebilecek
kimselerden değildir.
Derim ki: Bu konuda
delil gösterilebilecek en üstün rivayet Ebu Hurey-re (r.a)'ın Peygamber
(s.a)'dan şöyle buyurduğuna dair rivayetidir: "Beş şey fıtrattandır.
Sünnet olmak.." [208]
Hadis-i şerif ileride gelecektir. Ebû Dâvûd da Umm Atiyye'den şu rivayeti
nakletmektedir. Medine'de kadınları sünnet eden bir kadın vardı. Peygamber
(s.a) ona şöyle demişti: "Fazla derinden kesme. Çünkü bu kadın tarafından
daha çok istenir, erkek tarafından da daha çok sevilir." Ebû Dâvûd der ki:
Bu hadis zayıftır (çünkü) onu rivayet eden meçhul bir kimsedir. [209]
Rezîn'in zikrettiği bir rivayette de: "Fazla derinden kesme çünkü böylesi
yüzü daha çok aydınlatıcıdır, erkek tarafından da daha çok sevilir." [210]
Eğer çocuk sünnetli
olarak doğarsa sünnet külfetinden kurtarılmış olur. el-Meymûnî der ki: Bana
Ahmed şöyle dedi: Burada sünnetli olarak bir çocuğu olmuş bir adam vardır.
Bundan dolayı çok ileri derecede üzülmüştü. Ben ona: Eğer Allah seni böyle bir
külfet altına sokmadıysa bundan dolayı ne diye üzülüp kederleniyorsun, dedim. [211]
Ebu'l Ferec el-Cevzî
der ki: Ka'b el-Ahbar'dan bana şöyle dediği nakledildi: Onüç peygamber
sünnetli olarak doğmuştur: Adem, Şit, İdris, Nuh, Sam, Lût, Yusuf, Mûsâ, Şuayb,
Süleyman, Yahya, İsa ve Peygamber (s.a).
Muhâmmed b. Habib
el-Haşimî ise şöyle demektedir: Bunlar ondört tanedir: Adem, Şit, Nuh, Hud,
Salih, Lut, Şuayb, Yusuf, Mûsâ, Süleyman, Ze-keriyya, İsa, -Ress [212]
ashabının peygamberi- Hanzala b. Safvan ve Muham-med'dir. Allah'ın selamı
hepsinin üzerine olsun.
Derim ki: Peygamber
(s.a)'ın sünnetli doğması ile ilgili olarak rivayetler arasında ihtilaf vardır.
Hafız Ebu Nuaym, el-Hilye adlı eserinde senedini de kaydederek Peygamber
(s.a)'ın sünnetli olarak doğduğunu zikretmektedir.
Ebu Ömer ise et-Temhid
adlı eserinde şu sened ile bir rivayet kaydetmektedir: Bize Ahmed b. Muhâmmed
b. Ahmed anlattı, bize Muhâmmed b. İsa anlattı, bize Yahya b. Eyyub b. Badî
el-Allaf anlattı, bize Muhammed b. Ebu's-Serî el-Askalanî anlattı, bize
el-Velid b. Müslim, Şuayb'den o Ata el-Horasa-nî'den o İkrime'den o İbn
Abbas'tan rivayetle şöyle anlattı: Abdülmuttalib Pe-yamber (s.a)'ı doğumunun
yedinci gününde sünnet etti. Bunun için bir yemek ziyafeti verdi ve ona
"Muhammed" adını verdi. Ebu Ömer der ki: Bu hadis senedi muttasıl
(fakat) garib bir hadistir. Yahya b. Eyyub der ki: Ben bu hadisi araştırdım da
kendileriyle karşılaştığım hadis ile uğraşan ilim adamları arasında İbn Ebi
es-Serrî'nin dışında kimse tarafından rivayet edildiğini görmedim. [213] Ebu
Ömer der ki: Peygamber (s.a)'ın sünnetli olarak doğduğu da söylenmiş
bulunmaktadır. [214]
Küçük çocuğun ne zaman
sünnet edileceği hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Bir
grup ilim adamından nakledilen haberlerde sabit olduğuna göre şöyle
demişlerdir: İbrahim (a.s) Hz. İsmail'i onüç yaşında, oğlu Hz. İshak'ı ise
yedi günlük iken sünnet etmiştir.
Hz. Fatıma'dan
çocuklarını yedinci gününde sünnet ettiği rivayet edilmektedir. Şu kadar var
ki İmam Malik bunu kabul etmez; bu yahudilerin uygu-lamalarındandır, der. İmam
Malik'in sözünü İbn Vehb ondan nakletmektedir.
el-Leys b. Sa'd da
şöyle demiştir: Küçük çocuk yedi ile on yaşlan arasında sünnet edilir. Buna
benzer bir rivayeti İbn Vehb İmam Malik'ten nakletmektedir.
İmam Ahmed der ki: Ben
bu hususa dair bir rivayet işitmiş değilim.
Buhârî'de ise Said b.
Cübeyr'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: İbn Ab-bas'a: Rasûlullah (s.a)
vefat ettiği sırada senin yaşın ne kadardı, o: O sırada ben sünnet edilmiş idim
(o dönemde) kişiyi ergenlik yaşına gelmedikçe veya'o yaşa yaklaşmadıkça sünnet
etmezlerdi, dedi. [215]
İlim adamları müslüman
olan ve yaşı büyük bir erkeğin sünnet olmasını müstehab kabul ederler. Ata
şöyle dermiş: İsterse seksen yaşına gelmiş olsun sünnet olmadıkça onun İslâm'ı
tamam olmaz.
el-Hasen'den gelen
rivayete göre de o yaşlı olarak İslâm'a giren bir kimsenin sünnet olmamasına
müsaade eder, bunda herhangi bir sakınca görmez ve (bu durumuyla) şahitlik
etmesinde, eti yenen hayvanları kesmesinde, haccedip namaz kılmasında bir
sakınca görmezdi.
İbn Abdi'1-berr der
ki: Genel olarak ilim adamları da bu görüştedirler. Bu-reyde'nin sünnet olmamış
kimsenin haccına dair rivayet ettiği hadis ise sahih değildir. İbn Abbas,
Cabir b. Zeyd ile İkrime'den: Sünnet olmamış kimsenin kestiği hayvan yenmez ve
şehadette bulunması da caiz değildir, dedikleri rivayet edilmektedir. [216]
Hadis-i şerifte geçen:
"Etek traşı için ilk istihdad eden" şeklindeki ifadede geçen
"istihdad" etek traşını demirden bir alet kullanarak yapmak demektir.
Umm Seleme'den Peygamber (s.a)'ın kılları dökmek kastıyla ilaç kullandığı
vakit eteğine bu ilacı sürmeyi bizzat kendi eliyle kendisi yapardı,[217] rivayeti
gelmiştir.
İbn Abbas'ın rivayet
ettiğine göre de bir adam Rasûlullah (s.a)'ın vücudundaki kılları dökmek üzere
ilaç sürmüş ve nihayet eteğine yaklaşınca ona: Sen yanımdan çık, demiş ve kendi
eliyle eteğine bu ilacı kendisi sürmüştür.
Enes'in rivayetine
göre Peygamber (s.a) kıl dökmek üzere ilaç kullanmazdı. Eteği etrafında kıllar
arttı mı orayı traş ederdi.
İbn Huveyzimendad der
ki: Bu Hz. Peygamber'in çoğunlukla traş olduğunu, nadiren de ilaç kullandığını
göstermektedir ki her iki hadisin birara-da mütalaası sahih bir şekilde mümkün
olabilsin. [218]
Tırnakların kesilmesi
ile ilgili olarak İmam Malik şöyle der: Ben erkeklerin yerine getirmek
durumunda oldukları gibi kadınların da tırnaklarını kesmelerini ve eteklerini
traş etmelerini uygun görüyorum. Bunu el-Haris b. Mis-kîn ve Suhnûn, İbn
Kasım'dan nakletmektedirler.
Tirmizî el-Hakim ise
Nevâdiru'l- Usul adlı eserinde şöyle demektedir: [219]
Yirmidokuzuncu esas: Bize Ömer b. Ebu Ömer anlattı. Bize İbrahim b. el-Ala
ez-Zubeydî, Ömer b. Bilal el-Fezarî'den anlatarak dedi ki: Ben Abdullah b. Bişr
el-Mâzinî'yi şöyle derken dinledim: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Tırnaklarınızı
kesiniz ve kestiğiniz tırnakları da gömünüz, eklem yerleri üzerindeki
kıvrımları temizleyiniz, diş etlerinizi yemek artıklarından temizleyiniz,
diş-lerinizi'n arasını da misvakla temizleyiniz, benim yanıma da dişleriniz
sararmış ve teniniz kokmuş halde de girmeyiniz." Bundan sonra Tirmizî
el-Hakim bu hadis ile ilgili güzel açıklamalarda bulunarak şunları söyler:
Tırnakların kesilmesi,
tırnağın teni yırttığı, tırmaladığı ve zarar verdiği içindir. Ayrıca tırnak
kirlerin toplanma yeridir. Kişi bazan cünüb olur da kirler dolayısıyla su tene
ulaşmaz ve o cünüb kalmaya devam eder. Çünkü cünüb olanın bir iğne ucu kadar
kuru bir yeri kalırsa, yıkama vücudunun her tarafını kaplamadıkça cünüb
kalmaya devam eder. İşte Peygamber efendimiz bundan dolayı onlara tırnaklarını
kesmeyi teşvik etmiştir. Rasûlullah (s.a) efendimizin namazda yanılması ile
ilgili olarak nakledilen hadiste şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Ben
nasıl yanılmayayım ki sizden herhangi birinizin tırnağı ile parmakları
arasında kir bulunur. Ve sizden herhangi bir kimse bana tırnaklarında cünüblük
ile pisliği bulunduğu halde semadan gelen haber hakkında soru sorar."
Bu hadisi el-Kiya diye
bilinen Ebu'l Hasen Ali b. Muhammed et-Taberî "Ah-kâmu'l Kur'ân" adlı
eserinde Süleyman b. Farac, Ebu Vâsil'den şöylece rivayet etmektedir: Ebu
Eyyub (r.a)'a vardım ve onunla tokalaştım^Tırnaklarımın uzun olduğunu görünce
şöyle dedi: Bir adam semadan gelen habere dair soru sormak üzere Peygamber
(s.a)'ın yanına geldi. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Sizden herhangi
bir kimse tırnakları altında kir ve pislik toplanacak kadar ve uçan kuşun
tırnakları gibi olduğu halde geliyor ve semadan gelen habere dair soru
soruyor."
Hz. Peygamber'in:
"Kestiğiniz tırnaklan da gömünüz" buyruğuna gelince: Bunun sebebi mü'minin
bedeninin saygı duyulmaya layık olduğundandır. O bedenden düşen, zail olan
herhangi bir bölümünün yine hürmete değer olma özelliği devam etmektedir. O
bakımdan tıpkı insan öldüğü gibi nasıl defnediliyor ise o artığının da
defnedilmesi onun için bir görevdir. İnsanın bir kısmı da bu şekilde öldüğü
takdirde aynen defnedilmesi, gömülmesi suretiyle ona duyulan saygı da yerine
getirilmiş olur. Ta ki o artıklar dağılıp da ateşe veya pislik veya çöplüklere
düşmesin. Rasûlullah (s.a), köpekler onu karıştırmasın diye hacamat olduğu
sırada kanının gömülmesini emretmiştir. Bize bunu babam (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun) anlatarak dedi ki: Bize Mû-sâ b. İsmail anlatıp dedi ki: Bize
el-Huneyd b. el-Kasım b. Abdurrahman b. Mâiz anlatarak dedi ki: Ben Amir b. Abdullah
b. ez-Zubeyr'i şöyle derken dinledim: Babası kendisine şunu anlatmış:
Rasûlullah (s.a)'ın yanına hacamat yaptırdığı bir sırada varmış. Hacamat
bitince Hz. Peygamber şöyle demiş: "Ey Abdullah, git bu kanı kimsenin
seni göremeyeceği bir yere dök." Ancak Abdullah, Rasûlullah (s.a)'ın
yanından uzaklaşınca kanı alıp içti. Geri dönünce Hz. Peygamber: "Ey
Abdullah kanı ne yaptın?" diye sorunca Abdullah şöyle demiş: İnsanların
gözünden en uzak olduğunu zannettiğim en gizli bir yere koydum. Hz. Peygamber:
"Onu içmiş olmayasın" deyince o: "Evet içtim" diye cevap
vermiş. Hz. Peygamber: "Kanı neden içtin? Vay, senden dolayı insanların
başına geleceklere ve vay sana, insanlardan çekeceklerinden" diye buyurmuş.
Babam bana anlatı dedi
ki: Bize Malik b. Süleyman el-Herevî anlatarak dedi ki: Bize Davud b.
Abdurrahman, Hişam b. Ömer'den, o babasından o Hz. Aişe'den şöyle dediğini
nakletmektedir. Rasûlullah (s.a) insandan ayrılan yedi şeyin gömülmesini
emrederdi: Saç, tırnak, kan, ay hali kanı, diş, sünnet olurken kesilen et
parçası ve çocuk doğarken onunla beraber gelen eşi.
Hadis-i şerifte geçen:
"Eklemler üzerindeki et kıvrımlarını da temizleyiniz" ifadesine
gelince, buralar kirlerin toplandığı bir yerdir. Her eklemin üst kısmındaki
boğumlara (burcume, çoğulu berâcim) denilir. İki boğum arasındaki bölüme ise
râcibe denilir, çoğulu revâcib gelir. Bu da eklemin sırt tarafında olur.
Parmakların kemiklerine verilen addır. Buna göre her bir parmağın iki tane
burcumesi, üç tane de râcibesi vardır. Baş parmak ise bir tane burcume ve iki
tane racibeye sahiptir. Rasûlullah (s.a)ın parmak boğumlarının temizlenmesini
emretmesi, oranın kir tutarak cenabetin kalmamasını ve tutan kirlerin ten ile
su arasında bir engel teşkil etmemesini sağlamak içindir.
"Diş etlerinizi temizleyiniz"
buyruğuna gelince, diş eti dişlerin üstünde ve altında bulunan ettir. Dişler
oradan çıkar. İki diş arasındaki azıcık et parçasına da "umr"
denilir, çoğulu ise "umur" gelir. Peygamber (s.a) orada yemeğin
kırıntıları kalmasın ve kaldığı takdirde ağzın kokusu değişerek kötü kokmasın
ve böylelikle iki melek eziyet görmesin diye bunu emretmiştir. Çünkü ağız
Kur'an-ı Kerimin yoludur. İki meleğin oturduğu yer ise iki azı dişinin
yanıdır. Yüce Allah'ın: "O bir söz söylemeye dursun mutlaka onun yanında
bir rakîb (gözetleyici) ve atîd (hazır bulunan) vardır." (Kâf, 50/18) buyruğu
hakkında yani onun iki azı dişi yanında bulunurlar, dediği rivayet
edilmektedir. Bize bunu Muhammed b. Ali eş-Şakîkî anlatarak dedi ki: Ben
babamın bunu Süfyan b. Uyeyne'den naklen zikrettiğini duydum ve söylediği de
güzeldir. Çünkü söylenen bir söz iki dudaktan çıkar. Sözün çıkıncaya kadar
geçtiği yer ise dildir. Âyet-i kerimede kullanılan kelimeler, adeta gözetleyici
meleğin sesin kalınlaştığı yer olan azı dişinin yakınında olduğuna işaret
ediyor gibidir.
"Dişlerinizin
arasını temizleyiniz" buyruğuna gelince; kasıt misvak kullanmaktır.
Onunla dişlerin arasının temizlenmesi istenmektedir.
"Ve benim yanıma
kokmuş ağızla ve teniniz kokarak gelmeyiniz." Ben el-Cârud'un en-Nadr'dan
naklederek şöyle dediğini duydum: Eklah: İçten kokana kadar dişleri sararmış
kimse demektir. Behar ise teninden hoş olmayan bir koku duyulan kişi demektir.
el-Cârud bize anlatarak dedi ki: Bize Cerir Mansur'dan, o Ebu Ali'den o Ebu
Cafer b. Temmam b. el-Abbas'tan, o babasından rivayetle dedi ki: Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurdu: "Misvak kullanınız. Ne diye siz benim huzuruma
dişleriniz sararmış olarak geliyorsunuz ki?" [220]
Bıyıkları kesmek
dudağın kenarı yani çerçevesi görününceye kadar bıyıkları almak demektir. Kişi
bıyıklan dipten yolmaz, çünkü o takdirde kendi kendisine müsle (işkence ve
eziyet) yapmış olur. Bu görüş İmam Malik'e aittir. İbn Abdulhakem'in rivayetine
göre o şöyle demiştir: Ben bıyıklarını kesenin (tamamıyla sıyırmak) te'dib
edilmesi gerektiği görüşündeyim. Eşheb'in ondan rivayetine göre o bıyıkların
kesilmesi bir bid'attir, böyle yapan bir kimsenin canı yanacak şekilde
dövülmesi gerektiği görüşündedir, demiştir. İbn Huveyzimendad da der ki: İmam Malik
şöyle der: Bıyıklarını kesen bir kimsenin canı yanacak şekilde dövülmesi
görüşündeyim. Adeta İmam Malik böyle yapan kimsenin kendisine müsle yaptığı
görüşünde idi.
Saçların yolunması da
böyledir. Ona göre saçların kısaltılması tamamıyla kesilmesinden daha uygundur.
Nitekim Peygamber (s.a)'ın saçlarının kulak yumuşaklarından daha uzun olduğuna
dair rivayet vardır. Onun ashabının da kimisinin saçları uzunca idi, kimisi de
saçlannı kısaltırdı. Hz. Peygamber sadece hac esnasında saçlarını traş etmiş ve
ashab-ı kiram da öyle yapmıştır. Rasûlullah(s.a)'ın tırnaklarını ve
bıyıklarını Cuma namazına çıkmadan önce kestiği de rivayet edilmiştir.
et-Tahavî der ki: Biz Şafiî'den bu hususa dair açık bir ifade bulamadık.
Şafiî'nin arkadaşları arasında olup kendilerini gördüğümüz el-Müzenî ve
er-Rabi' ise bıyıklarını kısaltırdı. Bu, onların bu hususu Şafiî'den (yüce
Alah'ın rahmeti üzerine olsun) öğrendiklerini gösterir. Tahavî devamla şöyle
der: Ebu Hanife, Züfer, Ebu Yusuf ve Muhammed'in görüşü, saç ve bıyık hakkında
bunları iyice kısaltmanın bir miktar kısaltmaktan daha efdal olduğu şeklinde
idi.
İbn Huveyzimendad ise
Şafiî'nin bıyıkların kesilmesi ile ilgili görüşünün Ebu Hanife'nin görüşü ile
aynı olduğunu zikretmektedir. Ebu Bekr el-Esrem de şöyle demektedir: Ben Ahmed
b. Hanbel'in bıyıklarını oldukça kısalttığını gördüm ve bıyıkların
kısaltılması hususunda sünnetin ne olduğuna dair ona soru sorulurken şöyle
dediğini duydum: Peygamber (s.a)'ın dediği gibi "bıyıkları
kısaltınız" [221]
emrine uygun olarak iyice kısaltır.
Ebu Ömer (İbn
Abdi'1-Berr) der ki: Bu hususta iki asıl delil vardır. Bunlardan birisi uhfû
(iyice kısaltınız) delilidir. Bu ise te'vil edilme ihtimali olan bir lafızdır.
İkincisi ise bıyıkların kısaltılmasıdır. Bu da birincisini açıklayıcı (müfessir)dır.
Müfessir ise mücmel hakkında hüküm verir. Medine halkının uygulaması da bu
şekildedir. Bu açıklama bu hususta söylenmiş en uygun görüştür.
Tirmizî'nin rivayetine
göre İbn Abbas şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) bıyığından bir miktar keser
ve: "Rahman olan Allah'ın Halili İbrahim (a.s) bunu yapardı" derdi.
Tirmizî devamla dedi ki: Bu hasen garib bir hadistir. [222]
Müslim'in rivayetine
göre de Ebu Hureyre Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir:
"Fıtrat beştir. Sünnet olmak, etek traşı yapmak, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek ve koltuk
altlarını yolmak." [223]
Yine bu hususta İbn
Ömer'in şöyle dediği nakledilmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Müşriklere muhalefet ediniz, bıyıklarınızı kısaltınız ve sakallarınızı
da bırakınız." [224]
Acemler (Arap
olmayanlar) ise sakallarını keser, bıyıklarını iyice uzatırlar ya da her
ikisini birlikte uzunca yaparlar. Bu ise güzelliğe ve temizliğe aykırıdır.
Rezîn'in Nafi'den
naklettiğine göre İbn Ömer, altındaki deri görülünceye kadar bıyıklarını kısaltırdı
ve bıyık ile sakal arasındaki kısmı kastederek bu ikisini de alırdı, demiştir.
Buhârî'deki rivayete
göre de İbn Ömer Hacc veya umre yaptığı vakit sakalının bir kabzadan fazla
olan uzunluğunu alıp keserdi. [225]
Tirmizî de Abdullah b.
Amr b. el-As'dan Rasûlullah (s.a)'ın sakalını eninden ve boyundan aldığını
nakletmektedir. Tirmizî bu garib bir hadistir demiştir. [226]
Eteğin traşı sünnet
olduğu gibi koltuk altlannın da yolunması sünnettir. Koltuk altlarının traş
edilmesi de caizdir, çünkü bu şekilde de temizlik gerçekleşir, ancak birincisi
daha uygundur. Zira alışılagelen ve kolay olan da budur.[227]
Fark: Saçın, ayrılma
yeri olan ortasından iki yana ayrılması demektir. Peygamber (s.a)'ın
Şemail'inde şöyle denilmektedir: Eğer saç örgüsü ayrılabilecek hale gelirse
ortadan ayırırdı. Eğer ayrılmayacak durumda ise o takdirde başının üzerinde
toplanmış halde bırakırdı. [228]
Nesaî'nin İbn
Abbas'tan rivayetine göre Rasûlullah (s.a) saçlarını aşağı doğru serbestçe
uzatırdı. Müşrikler ise saçlarını ortadan ayırırlardı. Hakkında kendisine
herhangi bir emir verilmediği hususlarda kitap ehline uygun davranmak hoşuna
giderdi. Ancak bundan sonra Rasûlullah (s.a) saçını ayırdı. Bunu Buhârî ve
Müslim Enes'ten rivayet etmişlerdir. [229]
Kadı Iyad der ki:
Burada saçın aşağı doğru serbest bırakılmasından kasıt ilim adamlarına göre
alnın üzerine bırakılması ve bir çeşit perçem olmasıdır. Bununla birlikte saçta
sünnet olan ortadan ayrılmasıdır. Zira Peygamber (s.a)'m son olarak yaptığı
budur. Ömer b. Abdulaziz'in cuma namazını bitirdikten sonra mescid kapısına
bekçiler koydurup saçını ortadan ayırmayan herkesin alnındaki saçını
çektiklerine dair rivayet vardır.
Saçı ortadan ayırmanın
İbrahim (a.s)'ın sünnetinden olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır. [230]
Ağaran saç bir nurdur,
o bakımdan özellikle ayıklanması mekruhtur. Ne-saî ve Ebû Dâvûd'da yer alan Amr
b. Şuayb'ın babasından onun da dedesinden yaptığı rivayete göre Rasûlullah
(s.a) şöyle buyurmuştur: "Ağaran saçlan yolmayınız. Çünkü saçı ağaran -ne
kadar müslüman varsa- kıyamet gününde bu (ağaran her bir kıl) onun için bir
nur olur, Allah ona bir hasene yazar ve ondan bir günahını siler."[231]
Derim ki: Ağaran
saçların yolunması mekruh olduğu gibi siyaha boyanarak renginin değiştirilmesi
de mekruhtur. Siyahın dışındaki renklerle değiştirilmesi ise caizdir. Çünkü
Peygamber (s.a) Ebu Kuhafe (Hz. Ebu Bekir'in babası) hakkında -sakalı sağâme
denilen bembeyaz bitki gibi ağarmış bir halde getirildiğinde- "bunu(n
rengini) herhangi birşeyle değiştirin fakat siyaha boyamaktan uzak durun"
demiştir. [232]
Şu beyiti söyleyen ne
güzel demiş:
"Onun kökü beyaz
iken üstünü siyaha boyuyor Kökü bozulmuş iken üstünde hayır kalmaz."
Bir başkası da şöyle
demiştir:
"Ey ağaran
saçlarını kına ile örtmeye çalışan kişi
Bunun yerine mutlak
Egemenden onu cehennemden korumasını iste." [233]
Tirit, yemeklerin en
güzeli, en bereketlisidir. Arapların yemeğidir. Peygamber (s.a) tiritin diğer
yemeklerden daha üstün olduğuna tanıklık etmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Aişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü tiridin diğer yemeklere olan
üstünlüğü gibidir." [234]
el-Bustî'nin
Sahih'inde ise Hz. Ebu Bekir'in kızı Hz. Esma'dan rivayet edildiğine göre o
tirit yaptığı vakit kaynayıp kabarması gidene kadar üstüne bir-şey örter ve
şöyle derdi: Rasûlullah (s.a)'ın: "Bu bereketin daha çok artmasına
sebeptir" dediğini duydum. [235]
Bütün bu açıklamalar
Abdürrezzak'ın İbn Abas'tan (Hz. İbrahim'in kendileriyle imtihan edildiği
kelimelere dair) naklettiği rivayetin ve Said b. el-Müseyyeb ile başkalarının
söylediklerinin açıklanmasına dairdir. Mazmaza, istinşak ve misvak kullanmaktan
Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/43), istincanın hükmüne dair açıklamalar Tevbe
Sûresi'nde (et-Tevbe, 9/108), misafir ağırlamanın hükmü ise Hud Sûresi'nde
(Hud, 11/69-71. âyetlerde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir.
Müslim'in rivayetine
göre de Enes şöyle demiştir: Bıyıkların kesilmesi, tırnakların kesilmesi,
koltuk altının yolunması, etek traşının yapılması hakkında bizim için bunları
kırk günden daha fazla bırakmamak şeklinde vakit tes-bit edilmiştir. [236]
İlim adamlarımız der
ki: Bu azamî süreyi sınırlandırmaktadır. Müstehab olan ise bunların Cumadan
Cumaya yapılması şeklindedir. Bu hadisi Ca'fer b. Süleyman rivayet eder. Ukaylî
der ki: Onun yaptığı rivayetler su götürür. Ebu Ömer ise onun hakkında: Ezberi
kötü olduğundan ve çokça yanlışlık yaptığından dolayı hüccet (delil) olmaz.
Ayrıca bu hadis, nakil yönünden de pek o kadar kuvvetli değildir. Şu kadar var
ki bazı kimseler bu görüştedir. Çoğunluk ise bu konuda herhangi bir sürenin
tesbit edilmemesi eğilimindedir. Başarımız Allah'tandır.[237]
Ben seni insanlara
imam yapacağım" buyruğunda geçen: "İmam" önder demektir. O
bakımdan yapı esnasında kullanılan ipe (şakule) de imam denilir. Yola da imam
denilir. Çünkü gidilmek istenen yerlere o takib edilerek varılır. Bu buyruğun
anlamına gelince: Biz seni bu hususlarda sana uymak, salih kimseler seni takib
etmek üzere seni imam kıldık demektir. Şanı yüce Allah böylece Hz. İbrahim'i
kendisine itaat edenlerin imamı kılmıştır. O bakımdan bütün ümmetler bundan
dolayı ona (mensup olduklarına) dair iddialarda bulunmaktadırlar. Doğrusunu en
iyi bilen Allah'tır. Aslında o, hanif bir müslüman idi. [238]
"Zürriyetünden de
demişti." Bu, şanı yüce Allah'a arzu belirten bir duadır. Yani Rabbim,
benim zürriyetimden de imamlar kıl, demektir. Hz. İbrahim'in bunu onların
durumu hakkında soru sormak üzere söylediği de ileri sürülmüştür. Yani peki,
Rabbim benim zürriyetimden geleceklerin durumu ne olacak diye sormuş, yüce
Allah da ona zürriyetinden gelecek olanlar arasında imamlığa layık olmayan,
isyankâr ve zalim kimselerin de bulunacağını haber vermiştir. İbn Abbas der
ki: İbrahim (a.s) soyundan bir imam kılınmasını Allah'tan dilemiş, yüce Allah
ona, soyundan gelecek olanlar arasında isyankârların da bulunacağını belirterek:
"Zalimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştur. [239]
Zürriyet kelimesi asıl
itibariyle "zerr"den gelmektedir. Çünkü şanı yüce Allah Hz. Adem'in
soyundan gelecek olan insanları kendilerine karşı şahit tuttuğu vakit. Hz.
Adem'in sulbünden zerr (toz zerrecikleri) halinde çıkarmıştı. Bu kelimenin
yaratmak alamını ihtiva eden ( tji )den geldiği de söylenmiştir. İşte zürriyet
de burdan gelmektedir ki insan ve cinlerin soyundan gelenlere denilir. Şu
kadar var ki, Araplar bu kelimenin sonundaki hemzeyi zamanla
kullanmamışlardır. Bu kelimenin çoğulu da "zerâri" şeklinde gelir.
Zeyd b. Sabit bu
kelimeyi "ze" harfini esreli ve üstünlü olarak şeklinde okumuştur.
İbn Cinni Ebu'1-Feth Osman der ki: Bu kelimenin aslının dört ayrı lafız olma
ihtimali vardır. Birincisi ikincisi üçüncüsü dördüncüsü de şeklindedir. Birinci
şekilde hemze-li gelmesi Allah insanları
yarattı'dan gelmektedir. İkincisi ise zer (toz zerrecileri) lafzından ve bu
anlamından gelmektedir. Çünkü haberde: "İnsanlar zer gibi idiler"
denilmektedir. Üç ve dördüncü şekilleri ise "taneyi savurdum"
anlamına kullanılan dan gelmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Rüzgarların savurduğu kupkuru bir çöp kırıntısı haline gelmiş..."
(el-Kehf, 18/45) buyruğu da böyledir. Böyle olması ise alabildiğine ince ve
hafif olmasından dolayıdır. İşte zer (toz zerrecikleri)nin durumu da budur.
el-Cevherî der ki: Rüzgarın toprağı savurması halinde bu kökten gelen kelime
kullanılır. Buğdayın savrulması ile ekin ekmek için tohum saçmayı ifade etmek
üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. Bu kelime yine şeklinde yüksekten
bıraktım, attım, anlamında da kullanılır.
el-Halil'in
açıklamasına göre "zürriyet" adının veriliş sebebi ekin eken tohumunu
nasıl saçıyorsa insanları da yüce Allah'ın yeryüzüne öylece saçtığından
dolayıdır.
Zürriyet kelimesinin
aslının "zurrûre" olduğu da söylenmiştir. Aynı harf bu şekilde çokça
tekrarlandığından dolayı re'lerin birisi ya harfine dönüşerek zur-rûye oldu,
daha sonra vav ye harfine idgam edilerek zürriyet haline geldi. Burada
zürriyetten kasıt ise özellikle oğullardır. Kimi zaman babalar ve oğullar
hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Bizim Hürriyetlerini dopdolu gemide
taşımış olmamız da onlar için bir âyettir." (Yasin, 36/41) buyruğu bu
türdendir. Buradaki zürriyetten kasıt ise onların atalarıdır. [240]
"Zalimlere ahdim
erişmez" buyruğunda sözü geçen ahid ile neyin kastedildiği hususunda
farklı görüşler vardır. Ebu Salih'in İbn Abbas'tan rivayetine göre bundan
kasıt peygamberliktir. es-Süddî de bu görüştedir. Mücahid'e göre imamet,
Katade'ye göre iman, Ata'ya göre rahmet, Dahhâk'a göre yüce Allah'ın dinidir.
Allah'ın ahdi,
Allah'ın emri anlamındadır da denilmiştir. Çünkü ahid kelimesi emir hakkında
da kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Allah bize
ahdetti" (Âli İmran, 3/183); yani emretti. Yine bir başka yerde: "Ey
Ademoğulları, Ben size ahdetmedim mi?" (Yâsîn, 36/60) buyruğu da: Daha
önceden bu hususta size emir vermemiş miydim? demektir.
Allah'ın ahdi, onun
verdiği emirler olduğuna göre "zalimlere ahdim erişmez" buyruğunun
anlamı şöyle olur: Zalimlerin kendilerinden Allah'ın emirlerinin kabul
edileceği ve emirlerini uygulamakla görevli olacakları bir konuma gelmeleri
caiz değildir. Bu doğrultuda açıklama inşaallah birazdan gelecektir.
Ma'mer Katade'den yüce
Allah'ın: "Zalimlere ahdim erişmez" buyruğunu açıklarken şunları
söylemektedir: Ahirette Allah'ın ahdi zalimlere erişme-yecektir. Dünyada ise
Allah'ın ahdine zalim erişmiştir. Ve bu ahid sayesinde o güvenlik kazanmış,
yemek yemiş, yaşamış ve çevresini görebilmiştir, ez-Zeccâc der ki: Bu güzel bir
açıklamadır. Bunun anlamı, benim emanım, zalimlere erişmez, şeklindedir. Yani
ben onlara azabımdan yana güven vermem, demek olur.
Said b. Cübeyr der ki:
Burada geçen "zalim" müşrik anlamındadır.
İbn Mes'ud ve Talha b.
Musarrif âyetin bu bölümünü şekilde okumuşlardır. Zalimler benim ahdime nail
olmazlar, anlamına gelecek. Geri kalanı ise "ez-Zâlimîn" şeklinde
nasb ile okumuşlardır.
Hamza, Hafs ve İbn
Muhaysin "ahdî" şeklinde ya'yı sakin (harf-i med şeklinde) okurken,
gerisi "ahdiye" şeklinde fethalı okumuşlardır. [241]
Bir grup ilim adamı bu
âyet-i kerimeyi imamın (İslâm Devlet Başka-nı'nın) bu işi üstlenebilecek gücün
yanında, adaletli, ihsan sahibi ve fazilet sahibi bir kimse olması gerektiğine
delil göstermişlerdir. Nitekim Peygamber (s.a)'ın işin ehli olan kimseler ile çekişilmemesine
dair emri[242] de bu gibi kimseler
hakkındadır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. [243]
Fasıklar, haksızlık ve
zulüm yapanlar ise imam olmak ehliyetine sahip kimseler değildir. Çünkü yüce
Allah: "Zalimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştur. İşte İbn
ez-Zubeyr'in, el-Huseyn b. Ali'nin, (Allah hepsinden razı olsun) huruçları,
ayaklanmaları bundandır. Yine Iraklıların hayırlıları ve ilim adamları da
Haccâc'a karşı çıkmışlardır. Medine halkı da Umeyyeoğullarını Medine'den
dışarı çıkartmış, onlara karşı çıkmışlardır. İşte Müslim b. Ukbe'nin gerçekleştirdiği
Harre vakası ve faciası bu sebeple olmuştur. [244]
İlim adamlarının
çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise zalim imama itaat etmek ve sabır
göstermek ona karşı çıkmaktan evladır. Çünkü ona karşı çıkıp onunla çekişmeye
girmek, güvenlik yerine korkuyu ve kan dökmeyi getirmek olur, sefihlerin
ellerini gelişigüzel uzatmalanna, müslümanlara baskın ve talanların tertib
edilmesine, yeryüzünde de fesadın çıkmasına sebep teşkil eder. Birincisi
Mu'tezile'den de bir kesiminin görüşüdür, aynı zamanda Haricîlerin de görüşü
budur. Bunu bilelim. [245]
İbn Huveyzimendad der
ki: Zalim olan hiçbir kimse peygamber, halife, hakim, müftü, namaz kıldırmak
üzere imam olamaz. Şeriat sahibinden yaptığı rivayetleri kabul olunmaz. Ahkâma
dair şehadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki, fasıklığa başladığından dolayı
hal ve akd ehli tarafından azledilmedikçe azledilmez. Azledilmeden önce verdiği
doğruya, hakka uygun hükümler bozulmaz, geçerli kalmaya devam eder.
Malik, Hariciler ve
bağîler hakkında bunu açıkça ifade etmiş ve herhangi bir içtihada uygun olarak
verdikleri yahut icmaa muhalefet etmedikleri ya da naslara aykırı düşmedikleri
takdirde verdikleri hükümleri bozulmaz, demiştir.
Bizim bu kanaati
belirtmemizin sebebi ise ashabın icmaından dolayıdır. Şöyle ki: Haricîler
onların hayatta oldukları dönemlerde çıkmış ve imamlardan onların verdikleri
hükümleri tek tek elden geçirdiklerine ve bu hükümlerden herhangi birisini
nakzettiklerine dair bir rivayet gelmemiştir. Aynca onların aldıkları zekâtı
tekrar aldıkları da uyguladıkları hadleri bir daha uyguladıkları da
görülmemiştir. İşte bu onların ictihadlannda isabetli oldukları takdirde
uyguladıkları hükümlerin bozulmayacağını göstermektedir. [246]
(Belli Hizmet
Karşılığında Olmayan Bağış, Atiye v.s.) Almak: İbn Huveyzimendad der ki: Zalim
yöneticilerden erzak almaya gelince bunun üç hali vardır: Eğer ellerinde
bulunan malın tümü şeriatın gerektirdiği şekilde alınmış ise böyle bir rızkı
almak caizdir. Nitekim ashab-ı kiram ve tabiin Haccac'dan ve başkalanndan
almıştır. Eğer bir kısmı helal ve bir kısmı haksız yollarla alınıp karışık
halde bulunuyor ise -günümüz ümerasının elindeki mallarda olduğu gibi- vera'
ve takva bunu terketmeyi gerektirir. İhtiyaç sahibi olan kimsenin bunu alması
caizdir. Böyle bir zalim yönetici elinde çalıntı mal bulunup bununla birlikte
bir başka adamın kendisine vekalet verdiği iyi ve helal bir mal bulunan hırsıza
benzer. Bu hırsız gelip de elindeki bu maldan bir kimseye tasaddukta bulunacak
olursa ondan bu sadakanın alınması caizdir. Hırsızın çaldığı malın bir kısmını
sadaka olarak vermiş olması mümkün olmakla birlikte bu böyledir. Şu kadar var
ki onun sadaka olarak verdiği malın bir yağma olduğunun bilinmemesi de
şarttır. Eğer bu durumdaki kişi satar veya satın alırsa akid sahih olur ve
bağlayıcıdır. Bununla birlikte vera' ve takva böyle bir şeye bulaşmamayı
gerektirir. Çünkü mallar aynları dolayısıyla haram değildir, elde edildikleri
cihet dolayısıyla haram olurlar.
Eğer yöneticilerin
elinde bulunan mal, açıktan açığa zulümle alındığı bilinen bir mal ise onların
ellerinden birşey almak caiz değildir. Ellerinde bulunan malın bir kısmı
gasbedilmiş olmakla birlikte sahibi de bilinmiyor, taliplisi de bulunmuyor ise
bu tıpkı hırsız ve yol kesicilerin elinde bulunması gibi bir uygulamaya tabi
tutulur, beytü'l male konulur ve uygun görülen süre o mala (kendisinindir diye)
talip olacak şahıs beklenir. Eğer malın sahibi bilinmeyecek olursa o vakit
imam onu müslümanların menfaatine uygun göreceği yerlere harcar. [247]
125. Hani
Biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık. Siz de İbrahim'in
makamından bir namazgah edinin. İbrahim ve İsmail'e de: "Evimi tavaf
edenler, itikâfa girenler, rükû ve sücûd edenler için iyice temizleyin"
diye emir vermiştik.
Bu âyet-i kerimenin:
"Hani Biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık"
bölümüne dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
"Hani Biz o
Evi" yani Kabe'yi "insanlar için bir dönüş yeri" dönüp varacakları
bir yer "..kılmıştık."
Bu fiilin tasrifi
şekillerinde yapılır.
Mesabe: Beyte sıfat
olan bir masdardır. Bununla dönülüp varılan yer kastedilmektedir. Varaka b.
Nevfel Ka'be hakkında şöyle demiştir:
"Tüm kabileler
için bir dönüş yeridir. Aheste aheste yürüyen develer oraya koşar."
el-A'meş de bu
kelimeyi çoğul olarak '"mesâbat" şeklinde okumuştur.
Bu kelimenin
"sevap"tan gelme ihtimali de vardır. Yani "Hani Biz o Evi
insanlar için sevap alacakları bir yer kılmıştık" anlamına da gelebilir.
Müca-hid de der ki: Hiçbir kimse oradan arzusunu gerçekleştirmiş olduğu kanaatiyle
geri dönmez.
Şair der ki:
"Beytullah onlar
için bir dönüş yeri kılınmıştır. Ebediyyen ondan arzuladıkları kadarını elde
etmezler"
"Mesabe"
kelimesinin sonundaki yuvarlak "t" mübalağa ifade eder. Çünkü oraya
dönüp gelenler pek çoktur. Zira, Beytullah'tan ayrılıp da ondan maksadını
gerçekleştirdiği kanaatine sahip olan kimse çok azdır. Bu kelimenin mübalağa
ifadesi "nessâbe (neseb alimi) ve allame (bilgin)" gibidir. Bu açıklamaları
el-Ahfeş yapmıştır.
Başkaları ise şöyle
demektedir: Sondaki yuvarlak "t" masdar'ın müennes olması
dolayısıyladır. Mübalağa için değildir.
Oraya gidenlerin hepsi
bir daha dönmez, denilecek olursa, şöyle cevap verilir: Burada anlam özel
olarak sadece oraya gelenler hakkında değildir. Bunun anlamı oraya gelecek
hiçbir kimsenin bulunmamasının sözkonusu olmayacağı ve insanlar arasında oraya
doğru gidecek kimsenin bulunmamasının düşünülemeyeceği şeklindedir. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır. [248]
"Hani Biz o evi
insanlar için bir dönüş yeri ve emin kılmıştık'' buyruğunu Ebu Hanife ve
çeşitli bölgelerin bir grup fukahası, Harem'e sığındıkları takdirde muhsan
(evli) kimse ile hırsıza, cezanın uygulanmayacağına delil göstermişler, aynca
yüce Allah'ın: "Kim oraya girerse emin olur" (Âli İmran, 3/97)
buyruğunu da buna destekleyici delil olarak ileri sürmüşlerdir. Sanki:
Beytul-lah'a girene eman veriniz, güvenlik altında tutunuz, diye buyurmuş
gibidir.
Doğrusu ise Harem'de
hududun uygulanacağı ve bu hükmün neshedilmiş olduğu şeklindedir. Çünkü ittifak
Beytullah'ta öldürmenin olmayacağı hükmü üzerindedir. Ancak Beytullah'ın
dışında öldürülür. Görüş ayrılığı ise Harem bölgesinin içinde öldürülür mü
öldürülmez mi hususu ile ilgilidir. Harem bölgesine ise hakikat anlamı ile
Beytullah adı verilemez. Harem bölgesinde başkasını öldürenin öldürüleceği
üzerinde de fukaha icma etmişlerdir. Yine o bölge içerisinde haddi gerektirici
bir suç işleyecek olursa bu cezanın da ona uygulanacağı, kabul edilmiştir. O
bölgede savaşırsa yine onunla savaşılır ve orada öldürülür.
Ebu Hanife ise şöyle
demektedir: Harem bölgesine sığınan bir kimse orada öldürülmez ve takibat
altına alınmaz. Şu kadar var ki ölünceye ya da oradan çıkıncaya kadar sürekli
sıkıştırılır, tazyik altında tutulur.
Bizler, böyle bir
kimseyi kılıçla öldürürken o böyle bir kimseyi açlığa mahkûm ederek ve
engelleyerek öldürmektedir. Peki bu iki öldürmeden hangisi daha ağırdır?
Yüce Allah'ın:
"Ve emin kılmıştık" buyruğunda Ka'be'ye yönelme emri te'kid
edilmektedir. Yani Beytü'l-Makdis'te bu üstün fazilet yoktur. İnsanlar oraya
gidip hac etmez. Harem bölgesine sığınan bir kimse baskın ve talana uğramaktan
emin olur. Buna dair açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle Maide Sû-resi'nde
(5/97. âyetin tefsirinde) gelecektir.
"Siz de
İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" bölümüne dair açıklamaları da
üç başlık halinde sunacağız: [249]
Yüce Allah'ın: ":
Edinin" buyruğunu Nafi' ve İbn Âmir, İbrahim (a.s)'a tabi olanların orayı
namazgah edindiğini haber verecek şekilde "hı" harfini üstün olarak
okumuştur. Ayrıca bu kelime "kılmıştık" fiiline de atfedilmiş olur. Buna
göre anlamı şöyle olur: Biz o evi bir dönüş yeri ve emin kılmıştık, onlar
İbrahim'in makamından bir namazgah edinmişlerdi.
Bunun:
"Hani" demek olan in takdir edilmesi suretiyle atfedildiği de;
söylenmiştir. Şöyle denilmiş gibi olur: Hani Biz o evi bir dönüş yeri kılmıştık.
Ve hani onlar da İbrahim'in makamından bir namazgah edinmişlerdi, demek olur.
Birinci açıklamaya
göre ifade tek bir cümledir, ikincisine göre ise iki cümle olur.
Kıraat âlimlerinin
cumhuru ise emir ifade etmek üzere ": "Edinin" şeklinde okumuş
ve böylelikle sözün birinci bölümünden ayırarak cümleyi cümleye atfedilmiş
olarak değerlendirmişlerdir.
el-Mehdevî der ki:
Bunun: "... nimetimi ve .. hatırlayın" (âyet 122) buyruğuna
atfedilmiş olması da mümkündür. Sanki bunu yahudilere söylemiş gibi olur. Ya
da: "Hani Biz o evi., kılmıştık" anlamına atfedilmiş olabilir. Çünkü
bunun anlamı: "O evi insanlar için., kılmış olduğumuzu hatırlayın,"
şeklinde olur. Ya da: "Bir dönüş yeri" buyruğunun anlamına
atfedilmiş olması da mümkündür. Çünkü bunun anlamı: Orası sizin için bir dönüş
yeri olsun, oraya tekrar tekrar gidip gelin, şeklindedir. [250]
İbn Ömer'den rivayet
edildiğine göre Hz. Ömer şöyle demiştir: Üç hususta Rabbime muvafakat ettim.
Makam-ı İbrahim, hicab ve Bedir esirleri hususunda. Bu hadisi Müslim ve
başkaları rivayet etmiştir. [251]
Buhârî de bu hadisi Enes'ten şöylece rivayet etmektedir: Enes dedi ki: Hz.
Ömer şöyle dedi: Üç hususta Rabbime muvafakat ettim veya Rabbim üç hususta bana
muvafakat etti... [252]
Bu hadisi ayrıca Ebû
Dâvûd et-Tayalîsî Müsned'inde rivayet ederek şöyle demiştir. Bize Hammad b.
Seleme anlattı, bize Ali b. Zeyd, Enes b. Malik'ten naklederek dedi ki: Ömer
şöyle dedi: Dört hususta Rabbime muvafakat ettim. Ey Allah'ın Rasûlü, keşke
Makam'ın arkasında namaz kılsan dedim şu: "Siz de İbrahim'in makamından
bir namazgah edinin" âyeti nazil oldu. Ey Allah'ın Rasûlü, hanımlarını
perde (hicab) ile ayırsan. Çünkü onların huzuruna iyi olanlar da kötü olanlar
da gelmektedir. Bunun üzerine yüce Allah: "Onlardan ihtiyacınız olan
birşeyi istediğimiz vakit perde arkasından isteyin" (el-Ahzab, 33/53) Şu:
"Andolsun ki Biz insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık"
(el-Mu'minun, 23/12) buyruğu nazil olunca ben: "Yaratanların en güzeli
olan Allah'ın şanı ne yüce ve ne güzeldir" dedim. Bunun üzerine
"Yaratanların en güzeli olan Allah'ın şanı ne yüce, ne mübarektir!"
(el-Mu'minun, 23/14) buyruğu nazil oldu. Peygamber (s.a)'ın hanımlarının yanına
girdim ve: Ya bu işinizden vazgeçersiniz yahutta Allahu Teala sizin yerinize
ona daha hayırlı hanımlar verecektir, dedim. Bunun üzerine de şu: "Eğer o
sizi boşarsa umulur ki Rabbi sizden daha hayırlı... zevceler verir."
(et-Tahrim, 66/5) âyet-i kerimesi nazil oldu. [253]
Derim ki: Bu rivayette
esirlerden söz edilmemektedir. Buna göre Hz. Ömer'in Rabbine muvafakati beş
yerde gerçekleşmiş demektir. [254]
"İbrahim'in
Makamı'ndan" Makam, sözlükte iki ayağın bulunduğu, konulduğu yer
demektir. en-Nehhâs der ki: Makam, "karne yekûmu"
(kalktı-kal-kar)" dan masdar da olabilir, yerin adı da olabilir. Makam
ise, "ekame (ikamet etti)"den gelmektedir. Züheyr'in şu beytine
gelince;
"Aralarında
yüzleri güzel olup makamlarda oturan) kimseler vardır; Kimi zaman konuşulan ve
kimi zaman iş yapılan meclisleri de var."
Burada aralarında o
makamdan da bulunan kimseler vardır, demek istemektedir.
Makamın hangisi
olduğunu tayin etmek hususunda farklı görüşler vardır. Bu görüşlerin en sahih
olanı insanların kudüm tavafından sonra yakınında iki rek'at kıldıkları ve
günümüzde bildikleri taştır. Bu aynı zamanda Cabir b. Abdullah'ın, İbn
Abbas'ın, Katade'nin ve başkalarının da görüşüdür.
Müslim'in Sahih'inde
yer alan ve Hz. Cabir'den gelen uzunca hadis-i şerifte Peygamber (s.a)
Beytullah'ı görünce (Hacer-i Esved) rüknünü istilam et-ti(selamladı), üç defa
remel yaptı ve (diğer) dördünde de yürüyerek tavaf yaptı. Sonra da Makam-ı
İbrahim'in yanına yaklaşarak: "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah
edinin" âyetini okudu. Arkasından "İhlas ve Kâ-firûn" sûrelerini
okuduğu iki rek'at namaz kıldı...[255]
İşte bu Mekkeliler
için tavaf sonrası kılınan iki rek'at ile diğer namazların (tavafın
kendisinden) daha faziletli olduğunu ve bir bakıma da Mekkeli olmayan
yabancılar için de tavafın -ileride de geleceği üzere- daha faziletli olduğunu
göstermektedir.
Buhârî'deki rivayete
göre de, Makam-ı İbrahim, Hz. İbrahim'in Beyt'i bina ederken Hz. İsmail'in
kendisine uzattığı taşları kaldırmak imkânı ortadan kalkınca üzerine çıktığı ve
iki ayağının (iz yapacak şekilde) içine gömüldüğü taşın adıdır.[256]
Enes der ki: Ben
Makam'da (Hz. İbrahim'in) ayaklarının ve topuğunun, ayak tabanındaki iki
çukurun izlerini gördüm. Şu kadar var ki insanların ellerini o taşa sürmesi o
izleri giderdi. Bunu el-Kuşeyrî nakletmektedir.
es-Süddî de der ki:
Makam, Hz. İsmail'in hanımı Hz. İbrahim'in başını yıkadığı vakit Hz.İbrahim'in
ayağının altına koyduğu taştır.
Yine İbn Abbas,
Mücahid, İkrime ve Ata'ya göre ise haccın bütünüdür. Ata'dan gelen bir rivayete
göre de Arefe, Müzdelife ve Cemrelerdir. eş-Şa'bî de bu görüştedir. en-Nehaî
ise: Harem'in bütünü Makam-ı İbrahim'dir, demektedir. Mücahid de bu
görüştedir.
Derim ki: Makam
hususunda güvenilir görüş, olan sahih hadislerde sabit olduğu üzere birinci
görüştür. Ebu Nuaym de Muhammed b. Sûka'nın Mu-hammed b. el-Münkedir'den, onun
Cabir'den yaptığı rivayete göre Hz. Ca-bir şöyle demiş: Peygamber (s.a) Rükün
ile Makam arasında veya kapı ile Makam arasında dua eden ve: Allah'ım filana
mağfiret buyur, diyen birisini görür. Hz. Peygamber ona: "Bu da ne
oluyor?" diye sorunca adam şöyle der: Adamın birisi bu Makamda bana
kendisine dua etmemi söyledi. Hz. Peygamber: "Dön, senin arkadaşına
mağfiret olundu" der. Ebu Nuaym der ki: Ahmed b. Muhammed b. Ahmed b.
İbrahim el-Kâdî anlattı. Dedi ki: Bize Muhammed b. Asım b. Yahya el-Kâtib
anlattı; dedi ki: Bize Abdurrahman b. el-Kasım el-Kattân el-Kûfî anlatarak dedi
ki: Bize el-Haris b. İmran el-Caferî, Muhammed b. Sûka'dan anlatarak dedi ki...
dedi ve hadisi zikretti. (Yine) Ebu Nuaym der ki: Abdurrahman b. el-Haris de
Muhammed'den o Cabir'den böylece rivayet etmiştir. Bu hadis el-Haris b.
Muhammed'den, o İkrime'den o İbn Abbas'tan gelen yolla bilinmektedir.
"Namazgah
(musalla)"ın anlamı dua edilen yer demektir. Bu açıklama Mü-cahid'e
aittir. Yanında namaz kılınan yer anlamına geldiği de Katade tarafından
söylenmiştir. İmamın yanında durduğu kıble anlamına geldiği de el-Hasen
tarafından söylenmiştir.
"İbrahim'e ve
İsmail'e de: 'Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve sücûd edenler için
iyice temizleyin' diye emir vermiştik" buyruğuna dair açıklamalarımızı da
altı başlık halinde sunacağız: [257]
"... diye emir
vermiştik." Bunun vahyetmiştik, anlamına geldiği de söylenmiştir.
"... iyice
temizleyin" buyruğundaki , cer edici edatın hazf edildiğini kabul
edenlere göre, nasb mahallindedir. Sibeveyh der ki: Bu açıklayıcı (müfessire)
edat olan anlamındadır. Buna göre irâbda mahalli yoktur. Kûfeliler ise bu:
"kavi: söz söylemek (yani ona... dedik)" anlamına gelir, derler.
Mücahid ve ez-Zührî'den gelen rivayete göre putlardan iyice temizleyin
demektir.. Ubeyd b. Umeyr ve Said b. Cübeyr ise her türlü afet ve şüpheli şeylerden
temizleyin anlamına gelir, derken kâfirlerden temizleyin anlamına geldiği de
söylenmiştir. es-Süddî de der ki: Onu temizlik ve tertemiz bir niyet üzere
temellendirip kurdular, anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın: "İlk gününden
takva temeli üzerine kurulan mescid..." (et-Tevbe, 9/108) buyruğuna
benzer. Yemân'dan gelen rivayete göre o: Onu tütsüleyiniz ve örtülerle örtünüz,
demiştir.
"Evimi"
buyruğunda yüce Allah, Evi kendi zatına izafe etmiştir. Bu, Evin şerefine ve
değerine işaret eden bir izafettir. Mahlûkun halika ve mülk olan şeyin de
malike izafe edilmesi türündendir.
el-Hasen, İbn Ebi
İshak, Medineliler, Hişam ve Hafs:
şeklinde "ya" harfini üstün olarak okurken diğerleri yâ
harfini harekesiz (med harfi olarak) okurlar. [258]
"Tavaf
edenler." İfadenin zahirinden anlaşılan Beytullah'ı tavaf eden
kimselerdir. Ata'nın görüşü budur. Said b. Cübeyr ise Mekke'ye gelen yabancılar
için temizleyin anlamına gelir, demektedir ki uzak ihtimalli bir açıklamadır.
"İtikâfa
girenler." Ata'dan gelen rivayete göre şehirde ikamet edenler ve
yabancılar demektir. "Tavaf edenler" buyruğu da bu şekildedir.
Lügatte itikâf: Bir
şeyin yanından ayrılmamak ve birşeye yönelmek anlamındadır. Şairin şu
mısraında olduğu gibi:
"Halay çeken
Nabatlılann yönelişleri gibi..."
Mücahid'in
açıklamasına göre de itikâfa çekilenlerden kasıt, orada müca-virlik
yapanlardır. İbn Abbas, namaz kılanlardır demektedir. Tavaf etmeksizin
oturanlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu anlamlar birbirine yakındır.
"Rükû ve sücûd
edenler" yani Ka'be'nin yakınında namaz kılanlar için "iyice
temizleyin" diye emir vermiştik. Özellikle rükû ve sücûdun sözkonusu
edilmesi, namaz kılanın yüce Allah'a en yakın olduğu haller olmalarından dolayıdır.
Daha önceden rükû' (el-Bakara, 2/53. âyetin tefsirinde) ve sücûdun (el-Bakara,
2/34. âyetin açıklamasında) anlamına ait açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.
Allah'a hamdolsun. [259]
Yüce Allah:
"Evimi., iyice temizleyin" diye emir vermiştir. Buyruğunun
kapsamına O'nun bütün
evleri de girmektedir; bütün evleri temizlenip arındırılmak hususunda,
Beytullah ile aynı hükümdedirler. Özellikle Ka'be'nin sözkonusu edilmesi ise o
sırada başka bir mescid olmadığından veya saygınlığı daha büyük olduğundan
dolayıdır. Daha açık bir şekilde ifadeden anlaşılan birinci görüştür. Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
Kur'ân-ı Kerim'de bir
başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Birtakım evlerde Allah
onların yükselmesine ve oralarda kendi adının anılmasına izin vermiştir."
(er-Nur, 24/36) Yüce Allah'ın izniyle orada mescidlere dair hükümler
açıklanacaktır.
Ömer b. el-Hattâb
(r.a)'dan rivayet edildiğine göre o bir seferinde mes-ciddeki bir adamın sesini
işitir. Bu da ne oluyor? Nerede olduğunu biliyor musun diye sorar.
Huzeyfe de şöyle
demiştir: Peygamber (s.a) buyurdu ki: "Allah bana şunu vahyetti: Ey
uyarıcıların kardeşi, ey rasûllerin kardeşi, kavmini uyar ki Benim evlerimden
herhangi birisine ancak selim kalplerle, doğru söyleyen dillerle, tertemiz
ellerle, günahsız ferçlerle girsinler. Herhangi bir kimseye bir haksızlık yapmış
olarak evlerimden birisine girmesinler. Çünkü o, Benim huzurumda bu şekilde
ayakta dikildiği sürece o haksızlığı sahiplerine verinceye kadar ona lanet
eder dururum. (Dediğim gibi hareket edenin) kendisiyle işittiği kulağı,
kendisiyle gördüğü gözü olurum. Benim dostlarımdan, seçkinlerimden olur,
peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle salihlerle birlikte Bana komşu
olur." [260]
Şafiî, Ebu Hanife,
Sevrî ve seleften bir topluluk, bu âyet-i kerimeyi farz olsun nafile olsun
Beytullah'ın içinde namaz kılmanın caiz olduğuna delil göstermişlerdir. Şafii
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Eğer, Kabe'nin içinde onun
duvarlarından herhangi birisine yönelmiş olarak namaz kılarsa namazı caizdir.
Kapıya doğru dönüp, kapı açıkken namaz kılacak olursa namazı batıldır.
Ka'be'nin damında namaz kılanın durumu da böyledir. Çünkü o Ka'be'nin herhangi
bir tarafına yönelmemektedir.
İmam Malik ise der ki:
Kabe'nin içinde farz da kılınamaz, sünnet de kılınamaz, orada sadece tatavvu'
namazı kılınabilir. Şu kadar var ki eğer içinde farz namaz kılınacak olursa
vakit içinde o farz iade edilir. Esbağ ise kesinlikle iade edilmesi gerekir,
der.
Derim ki, sahih olan
da budur. Çünkü Müslim İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir. Usame
b. Zeyd bana Peygamber (s.a)'ın Beytullah'a girdiği sırada her yanında dua
ettiğini ve ordan çıkıncaya kadar içinde namaz kılmadığını haber verdi.
Çıktığı vakit ise Kabe'ye doğru iki rekat namaz kıldı ve: "İşte kıble
budur" dedi. [261] Bu
hadis-i şerif ise bu konuda açık bir nastır.
Denilse ki: Buhârî İbn
Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasû-lullah (s.a) Usame b. Zeyd,
Bilal ve Osman b. Talha el-Hacebîyle Beyt'in içine girdiler, üzerlerine kapıyı
kilitlediler. Kapıyı açtıklarında içeriye ilk giren ben oldum. Bilal ile
karşılaştım ve ona: Rasûlullah (s.a) Beyt'in içinde namaz kildi mı? diye
sordum. O: Evet, Yemen cihetine bakan iki direk arasında (namaz kıldı), dedi.
Bu hadisi ayrıca Müslim de rivayet etmiştir.[262]
Müslim bu hadisin
rivayetinde şunları da söylemektedir: İki direği soluna, bir tanesini sağına,
üç tanesini de arkasına aldı. O günde Beyt'in altı tane direği vardık[263]
Deriz ki: Burada
"namaz kıldı (salla)" kelimesinin Usame'nin rivayetinde söylediği
gibi dua etti, anlamına gelmesi de ihtimal dahilindedir. Bilinen namazı kıldı
anlamına gelme ihtimali de vardır. Her ikisi de ihtimal dahilinde olduğuna göre
sizin ileri sürdüğünüz bu hadisin delil diye gösterilmesi söz-konusu olmaz.
Denilse ki: İbnu'l
Münzir ve başkaları Usame'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Peygamber
(s.a) Kabe'de birtakım resimler gördü. Ben ona kova ile su getiriyordum, o da
bu suyu bu resimler üzerine döküyordu. Ayrıca bunu Ebû Dâvûd et-Tayalisî de
rivayet ederek şöyle demiş: Bana İbn Ebu Zi'b Abdurrahman b. Mehran'dan
anlatarak dedi ki: Bize İbn Abbas'ın mev-lası Umeyr, Usame b. Zeyd'den
naklederek dedi ki: Ka'be'nin içine Rasûlullah (s.a)'ın yanına girdim. Orada
birtakım resimlerin bulunduğunu gördü. Benden su istedi, ben de ona istediği
suyu getirdim. Su ile resimleri silmeye başladı. Silerken de:
"Yaratamayacakları şeylerin resimlerini yapan bir kavmin üzerine Allah'ın
laneti olsun" diye buyurdu. [264]
İşte Peygamber (s.a)'ın Usame su getirmek üzere gittiği sırada namaz kılmış
olması ihtimali vardır. Bu durumda Bilal Usame'nin görmediğine tanık olmuş
olur. Birşeyi olumlu olarak nakleden kimse nefyeden kimseden önceliklidir.
Usame'nin kendisi ise şöyle demiştir: İnsanlar Bilal'in dediğini kabul etti,
benim dediğimi ise terkettiler. [265]
Ayrıca Mücahid,
Abdullah b. Safvân'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ömer b. el-Hattab'a
şöyle dedim: Rasûlullah (s.a) Kabe'ye girdiği sırada ne yaptı diye sordum: İki
rekat namaz kıldı cevabını verdi.[266]
Buna cevap olarak
deriz ki: Bu nafile namaz hakkında yorumlanır, zaten Kabe'nin içinde nafile
namaz kılmanın sahih olduğu hususunda ilim adamları arasında bir görüş
ayrılığı bulunduğunu bilmiyoruz. Farz namaz kılmak ise olmaz. Çünkü yüce Allah,
ileride de açıklanacağı üzere: "Nerede bulunursanız yüzlerinizi o yana
çeviriniz" (el-Bakara 2/144) diye buyurmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber'in,
Kabe'den dışarıya çıkınca: İşte kıble burasıdır, demesi de yüce Allah'ın tayin
ettiği şekilde kıble cihetini tayin etmektedir. Eğer farz namaz Kabe'nin içinde
sahih olmuş olsaydı, Hz. Peygamber "İşte kıble bu taraftır" diye
buyurmazdı. Böylelikle hadislerin arası cem'edilmiş (uyumlu bir şekilde
açıklanmış) olmaktadır. Böyle bir açıklama bir kısmını kabul etmemekten daha
iyidir. Buna göre hadisler arasında bir tearuz (çatışma) yoktur. Yüce Allah'a
hamdolsun. [267]
İlim adamları Kabe'nin
damında namaz kılmak hususunda da farklı görüşlere sahiptir. Şafiî, daha önce
görüşünü belirtmiştir.
Malik ise şöyle
demektedir: Kabe'nin damında namaz kılan bir kimse vakit içinde namazını iade
eder. Malik'in arkadaşlarından birisi de; her zaman (mutlaka) iade eder,
demektedir.
Ebu Hanife ise:
Kabe'nin damında namaz kılan bir kimse için ayrıca bir-şey yapmak gerekmez,
demektedir. [268]
Beytullah'ın yakınında
namaz kılmak mı daha faziletlidir, yoksa onu tavaf etmek mi daha faziletlidir?
Bu hususta da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmam Malik der ki:
Dışarıdan gelenler için tavaf daha faziletlidir, Mekkeliler için ise namaz daha
faziletlidir. Bu görüş, İbn Abbas, Ata ve Mücahid'den de nakledilmiştir.
Cumhur, namazın daha faziletli olduğunu kabul etmektedir. Bir rivayette şöyle
denilmektedir: "Huşu duyan erkekler, rükû eden yaşlılar, süt emen
yavrular, otlayan hayvanlar olmasaydı sizin üzerinize azabı yağmur gibi
yağdırırdık."[269]
Ebu Bekr Ahmed b. Ali
b. Sabit el-Hatib "es-Sâbik ve'l-Lâhik" adlı eserinde Abdullah b.
Mes'ud'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Şayet aranızda huşu duyan erkekler, otlayan hayvanlar, süt emen yavrular
bulunmasaydı, günahkârlar üzerine azap sağnak sağnak yağ-dırılırdı.
"Burada
"rükû eden yaşlılar" ifadesi geçmemektedir. Ebu Zer'den gelen hadis-i
şerifte de şöyle denilmektedir: "Namaz en hayırlı bir husustur. İster çok
kıl, ister az kıl." Bunu da el-Â'currî rivayet etmiştir.
Namazın ve sucudun
faziletine dair haberler pek çoktur ve bunlar cumhurun görüşünün daha sahih
olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. [270]
126. Hani
İbrahim: "Rabbim, bunu emin bir belde kıl ve ahalisinden Allah'a ve
ahiret gününe iman edenleri mahsullerle rızık-landır" demişti. Buyurdu ki:
"Kâfir olanı dahi kısa bir süre faydalandıracak ve sonra onu cehennem
azabına mahkûm edeceğim. Varacağı yer ne kötüdür!"
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
"Bunu"; yani
Mekke'yi "emin bir belde kıl" buyruğu, hem kendi soyundan gelecekler
için hem de başkaları için oranın güvenilir ve rahat yaşanılır bir yer olması
için dua ettiğini göstermektedir. Rivayet edildiğine göre; İbrahim (a.s) bu
duayı yapınca yüce Allah, Hz. Cebrail'e emir verdi. Şam bölgesinde bulunan
Taif i oradan söktü ve bir hafta süreyle onunla birlikte Beyt'in etrafında
tavaf etti. İşte bundan dolayı ona Taif adı verildi. Sonra da bu beldeyi
Tihame'ye yerleştirdi. O dönemde Mekke ve çevresi, susuz, bitkisiz, kurak bir
yerdi. Yüce Allah onun çevresini böylelikle Taif ve benzeri yerler gibi
mübarek kıldı, ileride -yüce Allah'ın izniyle- İbrahim Sûresi'nde (14/37. âyetin
tefsirinde) açıklanacağı üzere- orada çeşitli meyvelerin, mahsullerin yetişmesini
takdir buyurdu. [271]
Mekke'nin güvenilir
bir harem bölgesi olması İbrahim (a.sTin dua ve dileği ile mi olmuştur, yoksa
ondan önce de mi böyle idi, hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır:
Birinci görüşe göre;
Mekke her zaman için zorba yöneticilerden, yerin dibine geçmekten, zelzele
sarsıntılarından ve buna benzer değişik beldelerin başına gelen sair
musibetlerden himaye edilmiş bir harem bölgesi olarak kalmıştır. Azgın ve
isyankâr nefislere o bölgeye karşı bir ta'zim ve bir saygı duygusu
yerleştirildi ki, bu sayede Mekke halkı diğer belde halklarından ayrıcalıklı
bir şekilde güvenlikten faydalana gelmişlerdir. Şanı yüce Allah, orada av ile
ilgili tanık olunan hususu kendi tevhidi için büyük bir alamet kılmıştır.
Şöyle ki: Orada av köpeği ile av hayvanı bir arada bulunduğu halde av köpeği av
hayvanını ürkütmediği gibi, av hayvanı da ondan kaçmaz. Nihayet harem
bölgesinin dışına çıktılar mı köpek av hayvanına saldırıya geçer ve bu sefer
birbirlerinden kaçma ve kovalama durumu geri döner.
Hz. İbrahim Rabbinden
orasını kıtlıktan, kuraklıktan, baskın ve yağmalardan yana güvenlikli bir
belde kılmasını dilemiş, ora halkına çeşitli mahsullerle rızık ihsan etmesini
istemiştir. Yoksa bazı kimselerin sandığı gibi öldürülmesi gereken kimseler
hakkında da kanının dökülmesini engellemek anlamında bir dilekte
bulunmamıştır. İbrahim (a.s)'ın duasında böyle bir şeyi kastetmesi, oldukça
uzak bir ihtimal olduğundan dolayı yüce Allah'tan kendi şeriatinde Harem'e
sığınan kimsenin öldürülmesinin haram kılınmasını istemiştir, demek mümkün
değildir. Bu oldukça uzak bir ihtimaldir.
İkinci bir görüşe
göre; Mekke diğer beldeler gibi İbrahim (a.s)'ın duasından önce sair bölgeler
gibi harem bölgesi değildi. Onun duası ile -Medine nasıl daha önce harem
bölgesi değil iken Rasûlullah 'in harem bölgesi kılması ile güvenilir bir
bölge haline geldiyse- Mekke de Hz. İbrahim'in duasından sonra güvenilir bir
harem bölgesi haline gelmiştir.
Birinci görüşün
sahipleri İbn Abbas yoluyla gelen şu hadisi delil gösterirler: Rasûlullah
(s.a) Mekke'nin fethedildiği gün buyurdu ki: "Şüphe yok ki bu beldeyi
gökleri ve yeri yarattığı gün dahi Yüce Allah haram kılmıştır. Kıyamet gününe
kadar yüce Allah'ın haram kılması dolayısıyla bu bölge bir haremdir. Bu
bölgede benden önce hiçbir kimseye savaşmak helal kılınmadı. Bana da ancak
günün kısa bir süresi içerisinde (savaşmak) helal kılınmıştır. O (belde) yüce
Allah'ın haram kılması dolayısıyla kıyamet gününe kadar haramdır. Onun dikeni
kesilmez, avı ürkütülmez, oranın yitiğinin alınması ancak (sahibini bulmak
üzere) tanıtacak kimse için helal olur. Oranın yaş bitkisi de asla koparılmaz.
Bunun üzerine Hz. Abbas: Ey Allah'ın Rasûlü, dedi. Bundan izhir otunu istisna
edin. Çünkü o otu demircileri (ve kuyumcuları) kullanırlar ve onu evlerinde
(çatılarının üstünde kullanırlar). Bunun üzerine Hz. Peygamber de: "İzhir
müstesna" diye buyurdu. Ebu Şureyh tarafından gelen hadis de buna
yakındır. Her iki hadisi de Müslim ve başkaları rivayet etmiştir. [272]
Yine Müslim'in
Sahihinde Abdullah b. Zeyd b. Asım'dan, Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "İbrahim Mekke'yi haram kıldı ve ora halkı için dua
etti. Ben de İbrahim nasıl Mekke'yi haram kıldıysa Medine'yi haram kildim. Ve
ben de Medine'nin sa'ının ve muddunun [273] İbrahim'in
Mekke halkı için yaptığı duanın iki katı fazlasıyla (bereketlenmesi için) dua
ettim." [274]
İbn Atiyye der ki:
"Bu iki hadis arasında bir tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Çünkü
birinci hadis, şanı yüce Allah'ın Mekke'ye dair ezelî ilim ve kazasının, diğer
taraftan da Hz. Adem'in hayatta olduğu sürede bölgenin ma'mur olduğu sıralarda
iman ile (harem bölgesi olduğuna inanılarak) hürmetinin (saygınlığının)
bulunduğunu haber vermektedir. İkinci hadis ise Hz. İbrahim'in orasının haram
oluşunu yenilediğini ve kaybolup gittikten sonra bunun tekrar açığa
çıkartıldığinı haber vermektedir. Birinci hadiste Hz. Pey-gamber'in
söyledikleri Mekke fethinin ikinci günü olmuştu ve Mekke'nin mü'minler için
hürmetinin yüce Allah'a isnad edilerek oldukça büyük bir iş olduğunu haber
vermek sadedindedir. İkinci hadiste Medine'nin haram kılınmasını sözkonusu
ederken, Hz. İbrahim'i zikretmesi ise kendisine örnek olması açısındandır.
Diğer taraftan şüphesiz ki Medine'nin haram kılınması da yine yüce Allah
tarafından olmuştur ve O'nun yerini bulan kazası ve ezelî ilmi
cümlesindendir."
Taberî der ki: Mekke
önceden de haram idi. Şu kadar var ki İbrahim (a.s) yüce Allah'tan bunu
dileyinceye kadar insanların o bölgenin haram oluşuna riâyetle Allah'a taabbüd
etmeleri istenmemişti. Hz. İbrahim'in isteği üzerine yüce Allah o bölgeyi
haram kıldı. [275]
"Ve ahalisinden
Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mahsullerle rı-zıklandır demişti."
Rızkın ne anlama geldiğine dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/3'te
22. başlık) geçmiş bulunmaktadır.
Semerât (mahsuller)
ise semere (mahsul meyve)nin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da önceden
(el-Bakara, 2/22'de 4. başlık) geçmiş bulunmaktadır.
"İman
edenleri" buyruğu "ahalisi" buyruğundan kısmın bütünden bedeli
şeklindedir. (Yani bu belde halkı arasından iman edenleri rızıklandır, demek
olur).
İman ise tasdik etmek
anlamındadır, buna dair açıklamalar da önceden (el-Bakara, 2/3'te 1. başlık)
geçmiş bulunmaktadır.
"Kâfir olanı dahi
kısa bir süre faydalandıracağım..." buyruğunda yer alan: Kâfir
olanı..." anlamındaki buyrukta yer alan:..anı..." nasb mahallindedir.
Buyruk, inkâr edenleri de rızıklandıracağım takdirindedir. Bununla birlikte
bunun yeni bir cümle (ibtida) olarak ref mahallinde olması da mümkündür. O
takdirde bu şart olur, "Faydalandıracak., mahkûm edeceğim" buyruğu da
cevap olur.
"Kâfir olanı dahi
kısa bir süre..." buyruğunun Allah tarafından mı yoksa İbrahim (a.s)
tarafından mı söylendiği hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ubey b.
Ka'b ile İbn İshak ve başkaları: Bu yüce Allah'ın söylediği sözdür derler ve
"faydalandıracağım, mahkûm edeceğim" (anlamını verecek şekilde)
okumuşlardır. İbn Amir dışında yedi kurra da böyle okumuşlardır. Ancak İbn
Amir Faydalandır, şeklinde okumuştur.
Ebu İs-hak ez-Zeccâc ise Ubeyy'in: Onu kısa bir süre faydalandıracağız
sonra... mahkûm edeceğiz" şeklinde okumuştur.
İbn Abbas, Mücahid ve
Katade, bu İbrahim (a.s)'ın söylediği bir sözdür demiş ve bunu
Faydalandır...." ve sonra... mahkûm et" şeklinde okumuşlardır. Adeta
İbrahim (a.s) mü'minlere duada, kâfirlere de bedduada bulunmuş gibi olur. Buna
göre "buyurdu" kelimesindeki zamir İbrahim (a.s)'a ait olur ve
kullanılan ifade uzun olduğundan dolayı tekrar Dedi (mealde; buyurdu) kelimesi
tekrarlanmıştır. Ya da bunun tekrarlanma sebebi, artık söylenen sözlerin belli
bir kesim için dua bir başka kesim için ise beddua oluşundan dolayıdır.
Cemaatin okuyuşuna
göre ise "buyurdu" kelimesindeki zamir yüce Allah'a aittir. en-Nehhâs
da bunu tercih etmiştir. Öbür kıraati ise şazz bir kıraat olarak değerlendirip
şöyle demiştir: Hem ifadenin uyum ve akışı hem de tefsir, okuyuşun böyle
olmaması gerektiğini göstermektedir. İfade arasındaki uyum açısından şanı yüce
Allah İbrahim (a.s)'dan haber vererek onun: "Rabbim onu emin bir belde kıl"
diye dua ettiğini belirtmektedir. Daha sonra yüce Allah Hz. İbrahim'in:
"Ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mahsullerle
rızıklandır" dediğini zikretmekte ve bu iki ifade arasına ayrıca "dedi"
getirmemektedir. Bundan sonra ise: "Buyurdu ki: Kâfir olanı dahi..."
diye buyurmaktadır. O bakımdan bu yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e verdiği bir cevap
olmaktadır. Çünkü burada "İbrahim dedi ki" denilmemektedir.
Tefsir'in öbür
okuyuşun şaz oluşunu gerektirmesine gelince İbn Ab-bas'tan, Said b. Cübeyr'den
ve Muhammed b. Kab'dan sahih olarak gelen rivayetler bunu göstermektedir. İşte
İbn Abbas'ın kullandığı ifade: İbrahim (a.s) bütün insanlar arasında yalnızca
iman edenlere dua etti. Yüce Allah da ona iman edenleri rızıklandırdığı gibi
kâfir olanları da nzıklandıracağmı onları az bir süre yararlandırdıktan sonra
cehennem azabına mahkûm edeceğini bildirmiştir.
Ebu Ca'fer (İbn Cerir
et-Taberî) der ki: Ayrıca yüce Allah başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır:
"Her birine onlara da bunlara da Rabbinin bağışından ardarda veririz.
Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir." (el-İsra, 17/20) Yine yüce Allah:
"Diğer ümmetleri dahi faydalandıracağız" (Hûd, 11/48) diye
buyurmaktadır.
Ebû İshak der ki:
İbrahim (a.s) soyundan gelecekler arasında kâfirlerin de olacağını bildiğinden
dolayı bu duasında özellikle mü'minleri sözkonusu etmiştir. Çünkü yüce Allah
ona: "Zalimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştu. [276]
127. Hani
İbrahim ve İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı:
"Rabbimiz, bizden kabul buyur, şüphesiz Sen semî'sin, alimsin."
"Hani İbrahim ve
İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı."
Ebu Ubeyde ile
el-Ferra'nın açıklamasına göre âyet-i kerimede geçen "el-Ka-vaid"
temelleri anlamındadır. el-Kisaî'ye göre ise duvarları demektir. Bilinen ise
bunların temeller olduğudur. Hadis-i şerifte şöyle denilmektedir: "Beyt,
yıkılmca ondan oldukça büyük taşlar çıkartıldı. Bunun üzerine İbn ez-Zübeyr:
"İşte bunlar İbrahim (a.s)'ın yükselttiği temellerdir" dedi.
Evin temelleri
kaybolduğu fakat yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i onlara muttali kıldığı da
söylenmiştir. İbn Abbas der ki: Hz. İbrahim dünya yaratılmadan iki bin yıl
önce yaratılmış temellere yerleştirdi. (İbn Abbas) o temelleri görmüştü. Daha
sonra da arz onun altından döşendi. "Kavâid"in tekili kaidedir.
Kadınlar hakkında "el-kavâid" kullanıldığı takdirde de bunun tekili
"kâid" gelir. [277]
Beytullah'ı ilk olarak
kimin bina edip kimin temellerini attığı hususunda farklı görüşler vardır. İlk
olarak melekler tarafından yapıldığı söylenmiştir. Cafer b. Muhammed'in şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Hazır olduğum bir sırada babama Beyt'in
yaratılışına dair soru soruldu, o da şöyle dedi: Şanı yüce Allah:
"Muhakkak Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." deyince melekler:
"Biz Seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken, orada fesat çıkartacak,
kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" (el-Bakara, 2/30) demişlerdi.
Yüce Allah onlara gazap etti. Arşına sığındılar ve onun etrafında Rab-lerinin
rızasını dileyerek yedi şavt tavaf ettiler, nihayet yüce Allah onlardan razı
oldu ve: Haydi yeryüzünde Benim için bir ev yapınız. Ademoğulların-dan
kendisine gazap ettiğim kimse o eve sığınsın. Sizin Arşın etrafında tavaf
ettiğiniz gibi o da Beytimin etrafında tavaf etsin. Sizden razı olduğum gibi ondan
da razı olayım. Bunun üzerine melekler de bu evi bina ettiler.
Abdurrezzak'ın İbn
Cüreyc'den onun da Ata, İbnu'l Müseyyeb ve başkalarından kaydettiğine göre
yüce Allah Hz. Adem'e şöyle vahyetti: Yeryüzüne indiğin vakit Benim için orada
bir ev yap. Sonra da meleklerin semadaki Arşımın etrafında dolaştıklarını
gördüğün gibi sen de onun etrafında öylece dolaş. Ata der ki: İnsanlar onun
Beytini beş dağdan bina ettiğini söylerler. Bunlar Hira, Tur-i Sina, Lübnan,
Cudi ve Tur-u Zîta dağlarıdır. Rubdu-nu (çevresini kuşatan temeli) ise Hira
dağından getirmişti. el-Halil der ki: Burada er-Rubd'dan kasıt, Beytin
etrafını çeviren kayadan olan temeldir. O bakımdan Medine'nin çevresine de
Rabad denilir.
el-Maverdî'nin Ata'dan
rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah Adem'i cennetten yere
indirince ona şöyle dedi: Ey Adem, git, Benim için bir ev yap ve onun etrafında
tavaf et. Meleklerin Arşımın etrafında yaptığını gördüğün şekilde o evin
yanında Beni zikret.
Bu sefer Hz. Adem,
dolaşmaya başladı. Yer onun için dürülüp katlandı, çöllük olan yerler onun için
bir araya toplandı. Yerden nereye bastıysa mutlaka orada ümran oldu. Nihayet
Beyt-i Haram'ın yerine kadar geldi. Cebrail (a.s) o vakit, kanatlarım yere
vurdu ve en alttaki yedinci arzın üzerinde sapasağlam duran bir temel ortaya
çıktı. Melekler ona kayaları getirip bıraktı. Bir tanesini otuz kişi dahi
kaldıramazdı. Hz. Adem Beyt'i önceden de belirt-tiğimiZ'gibi beş dağdan gelen
taşlarla yaptı.
Kimi haberlerde şu
rivayet yer almaktadır: Hz. Adem'e cennet çadırlarından bir çadır da yere
indirildi ve orada yerleşmek, etrafında da tavaf etmek üzere Kabe'nin yerinde
bu çadır kuruldu. Bu çadır şanı yüce Allah, Hz. Adem'in canını alıncaya kadar
kaldı, onun vefatından sonra kaldırıldı. Bu rivayet ise Vehb "b. Münebbih
yoluyla gelmektedir.
Bir başka rivayette de
Hz. Adem ile birlikte bir evin yere indirildiği ve kendisinin ayrıca
çocuklarından iman eden mü'minlerin tufan zamanına kadar orayı tavaf ettikleri
daha sonra yüce Allah'ın bunu kaldırıp semaya yerleştirdiği belirtilmektedir.
İşte el-Beytu'1-Ma'mur diye bilinen yer burasıdır. Bu da Katade'den rivayet
edilmektedir ki el-Halimî bunu "Minhâcu'd-Din" adlı eserinde
zikretmiş ve şöyle demiştir: Katade'nin ifade ettiği Hz. Adem ile birlikte bir
de ev indirildiği şeklindeki ifadesinin onunla birlikte eni boyu ve kalınlığı
itibariyle Beytu'l Ma'mur miktan kadar indirildi anlamına gelmesi, sonra da
ona: İşte bunun kadar bir ev yap denmiş olması da mümkündür. Hz. Adem onun
kadar bir yer araştırdı ve o kadar bir yeri Ka'be'in yapıldığı yer olarak
tesbit etti, o bakımdan Kabe'yi de orada kurdu.
Çadıra gelince, bu
çadırın onunla birlikte indirilip Kabe'nin yerinde kurulmuş olması mümkündür.
Ona Kabe'yi inşa etmesi emri verilince o da orayı bina etti, bu çadır da
Ka'be'nin etrafında Hz. Adem'in kalbine huzur vermek üzere hayatı boyunca
kaldı, sonra da kaldırıldı. Böylelikle bu haberler arasında uyum vardır, demek
olur.
İşte Hz. Adem'in
Ka'be'yi binası böyle olmuştur. Bundan sonra da orayı Hz. İbrahim yapmıştır.
İbn Cüreyc der ki:
Bazıları da şöyle demiştir: Şanı yüce Allah başı bulunan bir bulut gönderdi.
Buluttaki bu baş: Ey İbrahim dedi. Şüphesiz Rabbin sana bu bulut kadar bir
miktar almanı emrediyor. Hz. İbrahim ona bakmaya ve onun miktannı çizip tesbit
etmeye başladı. Daha sonra bu baş: Evet yapman gerekeni yaptın, deyince Hz.
İbrahim kazımaya başladı ve yerde sağlamca yerleşmiş bir temeli ortaya
çıkarttı.
Ali b. Ebi Talib
(r.a)'dan da şöyle bir rivayet gelmiştir: Şanı yüce Allah İbrahim (a.s)'a
Beyt'i yapması emrini verince Şam'dan oğlu İsmail ve onun annesi Hacer ile
birlikte yola çıktı. Allah onunla birlikte kendisiyle konuşan ve oldukça hızlı
yürüyen bir rüzgar (sekinet) gönderdi. İbrahim (a.s) da sabah akşam bu rüzgar
yol aldıkça onunla birlikte yol alırdı. Nihayet Hz. İbrahim onunla birlikte
Mekke'ye kadar geldi. Ona: Benim bulunduğum bu yere temelini kur, dedi. Hz.
İbrahim İsmail ile birlikte evi yükseltmeye koyuldu. Nihayet rüknün (Hacer-i
EsvedMn bulunduğu yere ulaşınca oğluna: Yavrucuğum, insanlar için bir işaret
yapacağım bir taş getir, bana. Hz. İsmail ona bir taş getirdi, onu beğenmedi,
başkasını getir dedi. Hz. İsmail bir başka taş aramak üzere gidip geldiğinde
onun rüknü alıp yerine koymuş olduğunu görünce: Babacığım bu taşı sana kim
getirdi diye sorunca Hz.İbrahim, beni sana muhtaç etmeyen cevabını verdi.
İbn Abbas'ın dediğine
göre Ebu Kubeys dağı: Ey İbrahim, ey Ralıman'ın Halili diye seslendi. Senin
benim yanımda bir emanetin vardır, gel onu al. Hz. İbrahim oraya gittiğinde
cennetteki yakuttan bembeyaz bir taş ile karşılaştı. Hz. Adem, çenetten onu
alıp indirmiş idi. İbrahim ve İsmail evin temellerini yükseltince, kare
şeklinde içinde bir baş bulunan bir bulut geldi ve benim gibi kareyi andıran
bu şekilde evi yükseltin, diye seslendi. İşte İbrahim (a.s)'ın yaptığı bina
budur.
Rivayet edildiğine
göre Hz. İbrahim ile Hz.İsmail Beytin inşaasını bitirince Allah Beytin
temellerini yükseltmelerine mükâfat olmak üzere kendilerine atları verdi.
Tirmizî el-Hakim
rivayet ediyor: Bize Ömer b. Ebu Ömer anlattı. Bana Nu-aym b. Hammad anlattı,
bize Abdürrezzak'ın kardeşi Abdülvehhab b. Hem-mam, İbn Cüreyc'den, o İbn Ebi
Müleyke'den o İbn Abbas'tan rivayetle dedi ki: Atlar da diğer yabanî hayvanlar
gibi yabanî idiler. Yüce Allah İbrahim ve İsmail'e (ikisine de selam olsun)
evin temellerini yükseltme izni verince şanı yüce Rabbimiz: "Ben sizlere
sizin için saklamış bulunduğum bir hazineyi vereceğim" diye buyurdu. Daha
sonra Hz. İsmail'e Ecyad'a çık, dua et, hazine sana gelecektir, diye vahyetti.
Hz. İsmail Ecyad'a çıktı. -Orası o sırada bazı hayvanların gelip sığındığı bir
yer idi. Hz. İsmail ne dua edeceğini de bilmiyordu, hazinenin ne olduğunu da
bilmiyordu. Ne şekilde dua edeceği ona ilham edildi. Yeryüzünde Arap
topraklarında bulunan ne kadar at varsa hepsi onun huzuruna geliverdi. Bu
atlar ona boyun eğdi, itaat etti. O bakımdan sizler bu atların sırtına bininiz,
onlara yem veriniz. Bunlar uğurludurlar. Atanız İsmail'in size mirasıdır.
Diğer taraftan ata arabî adının verilmesi Hz. İsmail'e dua etme emrinin
verilmesi ve atın da ona gelmesi dolayısıyladır.
Abdülmun'im b. İdris
Vehb b. Münebbih'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Çamur ve taş ile Beyti
ilk yapan kişi Şît (a.s)'tir. [278]
Kureyş'in Beyt'i inşa
etmelerine dair haber ise meşhurdur. Bu haberde yılandan da söz edilmektedir.
Bu yılan onların Beyt'i yıkmalarına engel oluyordu. Nihayet Kureyşliler
Makam-ı İbrahim'in yanına toplanıp yüce Allah'a hep birlikte: Rabbimiz kötü bir
iş yapmayacağız, biz sadece Senin Beytinin şerefini gözetmek, onu süslemek
istiyoruz. Eğer buna razı isen (buna izin ver), değil isen uygun gördüğünü yap.
Bu sırada gökten büyükçe bir kuşun hafif bir şekilde kanat çırpma sesini
işittiler. Ona doğru baktıklarında kartaldan daha büyük bir kuş ile
karşılaştılar. Bu kuşun sırtı siyah, karnı ve ayakları beyazdı. Pençelerini
yılanın kafasına batırdıktan sonra onu alıp gitti. Bu kuş, kuyruğundan daha
büyük olan bu yılanı sürükleyerek, Ecyad taraflarına kadar alıp gitti.
Kureyşliler de Beyti yıktılar. Kureyşliler Vadiden omuzlarında taşıdıkları
taşlarla Beyti bina etmeye başladılar. Yirmi zira kadar yükselttiler.
Peygamber (s.a),
üzerinde çizgili bir izara bürünmüş olarak, Ecyad tarafından taş taşırken bu
izarını omuzu üstüne kaldırıp koymak istedi. Ancak izan küçük olduğundan dolayı
avreti görüneceğinden ona: Ya Muhammed avretini ört-diye seslenildi. Bundan
sonra Hz. Peygamber'in açık gezdiği görülmedi.
Kabe'nin inşası ile
ona vahyin gelmesi arasında beş yıllık bir süre vardır. Kabe'nin yapımı ile
oradan (Mekke'den) çıkartılması arasında ise onbeş yıllık bir süre vardır.
Bunu Abdürrezzak, Ma'mer'den, o Abdullah b. Osman'dan o Ebu't-Tufayl'den
zikretmektedir.
Ma'mer'den, onun da
ez-Zülırî'den rivayetine göre şöyle denilmektedir: Kureyşliler Ka'be'yi bina
edip rüknün (Hacer-i Esved'in) yerine vardıklarında hangi kabilenin rüknü
kaldırıp yerine koyacağı hususunda Kureyşliler arasında anlaşmazlık
başgösterdi. Hatta bu anlaşmazlık ileri noktalara kadar vardı. Nihayet: Gelin
şu yoldan yanınıza kim çıkıp gelirse onun hakemliğini kabul edelim, dediler ve
bunu kabul etmek üzere aralannda anlaştılar. Rasû-lullah (s.a) onlann yanına
geldi. O sırada genç bir delikanlı idi, üzerinde çizgili bir örtü vardı. Onun
hakemliği kabul etmesini istediler, o da rüknün kaldırılıp bir elbise üzerine
konulmasını emretti. Daha sonra her bir kabile başkanına emrederek elbisenin
bir tarafını tutturdu. Arkasından kendisi duvarın üzerine çıktı. Rüknü ona
doğru kaldırdılar ve rüknü Peygamber (s.a) yerine yerleştirdi.
İbn İshak der ki: Bana
anlatıldığına göre Kureyşliler rüknün üzerinde Sür-yanice bir yazı gördüler.
Mahiyetinin ne olduğu bilinmiyordu. Nihayet onlara yahudilerden bir adam bu
yazıyı okudu. Şunlar yazılıydı: Ben Allah'ım. Bekke'nin (Mekke'nin) Rabbiyim,
gökleri ve yeri yarattığım, güneş ve ayı şekillendirdiğim gün burayı da
yarattım. Onun etrafında yedi tane hanif hükümdar varettim. Buranın çevresini
saran iki dağ (Ebu Kubeys ve el-Ahmer dağları) zail olmadıkça burası da zail
olmaz. Buranın halkı için su ve süt bereketli kılınmıştır."
Ebu Cafer Muhemmed b.
Ali'den şöyle dediği nakledilmektedir: Amalika, Curhüm ve İbrahim (a.s)
döneminde Kabe'nin kapısı yer hizasında idi. Ku-reyş tarafından Kabe
yapılıncaya kadar bu böyle devam etti.
Müslim'in rivayetine
göre Hz. Aişe şöyle demiştir: Ben Rasûlullah (s.a)'a Hicr'in Beytten olup
olmadığını sordum. O: Evet (Beyttendir) dedi. Ben: Peki niye orayı beytin
içine sokmadılar diye sorunca şu cevabı verdi: "Kavminin parası yeterli
gelmedi." Ben: Peki kapısı ne diye yüksektedir diye sorunca bu sefer
şöyle buyurdu: "Kavminin bunu yapmalarının sebebi dilediklerini oraya
soksunlar, dilediklerini de engellesinler diyedir. Eğer senin kavmin henüz
daha cahiliyyeden yeni çıkmış olmasa ve kalplerinin bu işten hoşlanmayacaklarından
korkmasa idim, Hicri Beyte katar ve kapısını yere kadar indirmeye
çalışırdım." [279]
Abdullah b. ez-Zübeyr
(r.a)'dan da şöyle dediğini rivayet etmektedir. Bana teyzem (yani Aişe -r.
anha) anlattı dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Ey Aişe, senin
kavmin eğer henüz şirkten yeni uzaklaşmamış olsaydı, Ka'be'yi yıkar, onu yere
kadar indirir ve birisi doğu tarafına öteki de batı tarafına açılan iki kapı
yapardım. Ayrıca Hicirden ona altı zira' kadar bir yeri ilave ederdim. Çünkü
Kureyş Ka'be'yi bina ettiğinde bu kadarcık bir yeri kısaltmış idi." [280]
Urve'den, onun
babasından onun da Hz. Aişe'den rivayetine göre Hz. Aişe şöyle demiş:
Rasûlullah (s.a) bana dedi ki: "Şayet senin kavmin henüz küfürden yeni
kurtulmuş olmasaydı, Ka'be'yi yıkar ve İbrahim'in temelleri üzerinde inşa
ederdim. Çünkü Kureyşliler Ka'be'yi yaptığında kısalttı ve ben ona bir kapı
yapardım." [281]
Yine Buhârî'deki rivayete göre: "Ben ona iki kapı yapardım"
denilmektedir.
İşte Kureyş'in Kabe'yi
bina etmesine dair haberler böyledir. [282]
Şamlılar (Emeviler),
Abdullah b. ez-Zübeyr'e hücum edip onların sebep oldukları yangın dolayısıyla
Ka'be'nin yapısı hasara uğrayıp zayıflayınca İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi yıktı ve
Hz. Aişe'nin ona verdiği habere uygun olarak yeniden inşa etti. Hicr
tarafından oraya beş zira'lık kadar bir alan ekledi. Abdullah insanların
rahatlıkla görebildiği bir temeli ortaya çıkartıncaya kadar kazısını sürdürdü
ve bu temel üzerine binasını yaptı. Önceden Ka'be'nin yüksekliği onsekiz zira'
idi. Ona Hicrden bu miktar ilavede bulununca bu sefer boyuna da on zira' daha
ekledi. Birisinden girilip öbüründen çıkılacak şekilde Ka'be'ye de iki kapı
yaptı. Müslim'in Sahih'inde bu şekilde belirtilmektedir. [283]
Bununla birlikte hadisin lafızları arasında farklılık vardır.
Süfyan ise Davud b.
Şâbur'dan, o Mücahid'den şöyle rivayet etmektedir: İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi yıkıp
yeniden bina etmek isteyince insanlara-. Haydi yıkınız dedi. Ancak yıkmak
istemediler ve üzerlerine azabın inmesinden korktular. Mücahid der ki: Biz
Mina'ya çıkıp orada kaldık, üç gün süreyle azabı bekleyip durduk. Daha sonra
İbn ez-Zübeyr bizzat Ka'be'nin duvarı üzerine çıktı, ona herhangi bir şeyin
isabet etmediğini görünce onlara da bu işi yapmak üzere cesaret geldi ve
yıkmaya başladılar. İbn ez-Zübeyr Ka'be'yi inşa edince birisinden girdikleri,
öbüründen de çıktıkları iki kapı yaptı. Hicr tarafından altı zira'lık bir yer
ekledi. Boyunu da dokuz zira' kadar uzattı.
Müslim naklettiği
hadisinde şöyle demektedir: İbn ez-Zübeyr şehid düşünce Haccac, Abdülmelik b.
Mervan'a mektup yazarak durumu haber verdi ve İbn ez-Zübeyr'in Ka'be'nin
yapısını Mekke halkından adaletli kimselerinin de gözleriyle gördükleri bir
temele yerleştirdiğini bildirdi. Abdülmelik ona şu cevabı verdi: Bizim İbn
ez-Zübeyr'in bu asılsız iddialarına ihtiyacımız yoktur. Yüksekliğine yaptığı
ilaveyi olduğu gibi bırak. Hicrden yaptığı ilaveyi ise boz, eski haline döndür,
açtığı yeni kapıyı da kapat. Bunun üzerine Haccac binayı bozdu ve eski haline
çevirdi. [284]
Bir rivayette de şöyle
denilmektedir: Abdülmelik dedi ki: Ben Ebu Hu-beyb'in (yani İbn ez-Zübeyr'in)
Aişe'den işittiğini ileri sürdüğü sözleri işittiğini zannetmiyorum. Ancak
el-Haris b. Abdullah işitmiştir, ben de ondan bu sözleri işittim dedi.
Abdülmelik, onun ne dediğini işittin deyince, Haris şöyle dedi: Aişe dedi ki:
Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: Senin kavmin Beytin binasını kısalttılar. Eğer
onlar şirkten yeni kurtulmamış olsalardı onların bıraktıklarını (yani Beyt'e
almadıkları bölümü) iade ederdim. Eğer benden sonra senin kavmin bu Beyti
yeniden inşa etmek isteseler haydi kalk, sana bıraktıkları (ve Beyte
katmadıkları) yerleri göstereyim. Ona yaklaşık yedi zi-ra'hk bir yer
gösterdi." Bir başka rivayette Abdülmelik'in şöyle dediği nakledilmektedir:
Şayet orayı yıkmadan önce senin bu sözünü işitmiş olsaydım İbn ez-Zübeyr'in
inşa ettiği halde Beyti bırakırdım. [285]
İşte Ka'be'nin inşa
edilmesiyle ilgili olarak gelen rivayetler bunlardır.
Rivayet edildiğine
göre er-Reşid, Malik b. Enes'e, Haccac tarafından yapılan şekliyle Ka'be'yi
yıkmak ve Peygamber (s.a)'dan gelen hadise dayanarak İbn ez-Zübeyr'in yaptığı
şekle iade etmek istediğinden sözetmiş. Malik ona: Allah adına sana and
veriyorum ey mü'minlerin emiri, sen bu evi hükümdarların oyuncağı haline
getirme. Her isteyen gelip evi yıkıp bir daha yeniden yapmasın. O vakit
insanların kalbinde bulunan bu eve karşı duydukları heybet yok olur.
el-Vakidî der ki: Bize
Ma'mer, Hemmam b.Münebbih'ten anlattı, o Ebu Hu-reyre'yi şöyle derken dinlemiş:
Rasûlullah (s.a) Es'ad el-Himyeri'ye sövülmesini yasaklamıştı. Bu Tubba'
(unvanlı Yemen hükümdarı) idi. Beytullah'ı ilk olarak örtü ile örten kişidir.
Son Tubba' odur.
îbn İshak der ki:
Beytullah önceleri Mısır'da yapılan Kubatı kumaşı ile örtülürken daha sonra
çizgili Yemen kumaşlarıyla örtülmeye başlandı. Onu atlas ile ilk örten kişi
ise Haccac'dır.
İlim adamları der ki:
Ka'be'nin örtülerinden herhangi bir şey almamak gerekir. Çünkü bu örtüler
oraya hediye edilir. Bu örtülerden herhangi bir şey eksiltilmez. Said b.
Cübeyr'den rivayet edildiğine göre o, şifa olarak Ka'be'nin kokularından birşey
almayı hoşgörmezdi. Hizmetçinin onun kokusundan bir-şeyler aldığını görürse
ensesine acıtıp acıtmaycağına bakmaksızın bir tokat indirirdi.
Ata' da der ki: Bizden
herhangi birimiz Ka'be'nin kokusu ile şifa bulmak isteyince kendisine ait bir
koku getirir bunu Hacer'e sürer, odan sonra o kokuyu alırdık.
"Rabbimiz bizden
kabul buyur." Yani onlar "Rabbimiz bizden kabul buyur"
diyorlardı. Burada "diyorlardı" hazfedilmiştir. Ubey ile Abdullah b.
Mes'ud'un kıraatinde şu şekildedir: "Hani İbrahim ve İsmail o Evin temellerini
birlikte yükseltiyorlardı. İkisi de: Rabbimiz bizden kabul buyur... diyorlardı." [286]
İsmail'in açıklaması:
İsma' ya Allah (Allah'ım duy) şeklindedir. Çünkü "îl" yüce Allah'ın
adıdır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/98. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır. el-Maverdî'nin rivayetine göre Hz. İbrahim Rabbine dua
edince İsma' ya îl diye seslenmiş. Rabbi, onun duasını kabul edip ona oğul
ihsan edince Rabbine dua edip seslendiği şekilde oğluna isim vermiş.
"Şüphesiz sen
Semi'sin, Alimsin." Semî ve Alîm (herşeyi işiten ve bilen) yüce Allah'ın
iki ismidir. Bunlara dair: "el-Esnâ fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüs-nâ"
adlı eserimizde açıklamalarda bulunduk. [287]
128. Rabbimiz, ikimizi
de Sana teslim olmuşlar kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş müslüman bir ümmet
(kıl!) Bize menâsi-kimizi göster. Tevbelerimizi kabul et Şüphesiz tevbeleri en
çok kabul eden ve hakkıyla esirgeyen Sensin."
"Rabbimiz,
ikimizi de Sana teslim olmuşlar kıl" dualarıyla İslâm üzere kendilerine
sebat verilmesini ve teslimiyetlerinin devamlı olmasını istemişlerdir.
Burada
"İslâm" imanı ve amelleri birlikte kapsar. Yüce Allah'ın: "Şüphesiz
Allah katında din İslâm'dır." (Âli İmran, 3/19) buyruğu da bu anlamdadır.
Bu buyruk, iman ve İslâm aynı şeylerdir, diyenlerin lehine bir delildir. Onlar
bu görüşlerini bir başka âyet-i kerimede yer alan yüce Allah'ın şu buyruğu ile
de desteklemek istemişlerdir: "Derken orada mü'minlerden olanları
çıkardık, fakat orada müslümanlardan bir ev halkından başka bulmadık."
(ez-Zâriyât, 51/35-36)
İbn Abbas ile Avf
el-A'rabî "ikimizi de Sana teslim olmuşlar kıl" anla-mındaki
kelimesini "sana teslim olmuş kimseler kıl" anlamında çoğul olarak
şeklinde okumuşlardır.
"Soyumuzdan da
Sana teslim olmuş bir ümmet" kıl. Denildiğine göre; bütün peygamberler
sadece kendilerine ve kendi ümmetlerine dua ettikleri halde istisna olarak
İbrahim (a.s) kendisine ve ümmetine dua etmekle birlikte bizim bu ümmetimize
de dua etmiştir.
"Soyumuzdan"
ifadesinin anlamı yani onların bir kısmı da sana teslim olan bir ümmet olsun,
demektir. Çünkü yüce Allah daha önceden ona soyundan gelecekler arasında
zalimlerin bulunacağını da bildirmiş idi.
Taberî'nin
naklettiğine göre o: "Soyumuzdan" ifadesi ile özel olarak sadece
Arapları kastetmiştir. es-Süheylî der ki: İkisinin soyundan gelenler ise
Araplardır. Çünkü Araplar İsmail'in oğlu Nebt'in soyundan gelirler veya
İsmail'in oğlu Teymen'in çocuklarıdırlar. İsmail'in oğlu Nebt'den, Nebt'in de
oğlu Kayder'den gelmektedirler, de denilmektedir. Adnanîler Nebt'in soyundan
gelirler. Kahtanîler İsmail'in oğlu Nebt'in oğlu Kaydar'dan ya da Tey-men'den
gelirler.
İbn Atiyye: Bu zayıf
bir görüştür, demektedir. Çünkü Hz. İbrahim'in yaptığı bu dua hem araplar
hakkında hem de onların dışında iman eden kimseler hakkında tecelli edip kabul
edilmiştir.
Ümmet: Burada cemaat
anlamındadır. Eğer hayırlı hususlarda kendisine uyulan bir kimse ise, tek kişi
dahi ümmet olabilir. Nitekim yüce Allah'ın şu buyruğu bunu ifade etmektedir:
"Gerçekten İbrahim (başlıbaşına) bir ümmetti. Allah'a itaat eden Hanifbir
müslümandı." (en-Nahl, 16/120) Peygamber (s.a) de Zeyd b. Amr b. Nufeyl
hakkında: "O tek başına bir ümmet olarak diriltilecektir" diye
buyurmuştur. [288] Çünkü Zeyd b. Amr b.
Nufeyl, dininde Allah'tan başkasını ortak koşmamıştı. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Ümmet kelimesi bazan
başka bir anlamda da kullanılabilir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Biz babalarımızı bir ümmet üzere bulduk." (ez-Zuhruf, 43/22); yani
bir din ve bir millet (şeriat) üzere bulduk. "Bu sizin ümmetiniz tek bir
ümmettir." (el-Enbiya, 21/92) buyruğundaki "ümmet" de bu
anlamdadır.
Ümmet aynı zamanda
"süre ve zaman" anlamlarına da kullanılmaktadır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi:
"Ve bir ümmetten
sonra hatırladı." (Yusuf, 12/45); bir süre sonra hatırladı demektir.
"Zeyd'in
annesidir" anlamında "bu, Zeyd'in ümmetidir" de denilir.
Ümmet aynı şekilde
boy, pos anlamına gelir. Filanın ümmeti güzeldir, demek boyu poşu-güzeldir
demektir. Şair der ki:
"Şüphesiz ki
Muaviye (oğullan) en kerim olanlardır Yüzleri güzel, ümmetleri (boyları)
uzundur."
Aynı kökten gelen
"el-âmme" beyni örten zara kadar ulaşan kafadaki yara demektir. Bu
şekilde yaralanmış kimseye me'mûm veya emîm denilir.
"Bize
menâsikimlzi göster." Buradaki "göster" dileği gözün görmesiyle
ilgilidir. O bakımdan iki mef'ul alan geçişli fiil olmuştur. Kalbin görmesi ile
ilgili olduğu da söylenmiştir. Ancak bu görüşü savunan kimseye karşı delil
olarak kalbin görmesiyle ilgili fiilin üç tane mef'ul alması gerektiği söylenilir.
İbn Atiyye der ki: Kalbin görmesi ile ilgili olarak kullanılan
"gösterme" fiilinin başına hemze gelip o şekilde kullanılmış ise iki
mePule geçiş yapmakla yetinilir. el-Esved b. Ya'fur'un kardeşi olan Hutâit b.
Yafur der ki:
"Sen bana zayıf
düşerek ölen cömert birisini göster. Çünkü ben de
Senin gördüğünü
görüyorum. Ya da cimri bir kimsenin ebedî kaldığını (göster)."
Ömer b. Abdülaziz,
Katade, İbn Kesir, İbn Muhaysin, es-Süddî ve Ya'kub'dan rivayetle Ravh ile
Ruveys ve es-Sûsî "bize göster" anlamına gelen kelimesini Kur'ân'da
geçtiği her yerde ra harfini sakin olarak şeklinde okumuşlardır.
Ebû Hatim bu okuyuşu
tercih etmiştir. Ebu Amr ise ra harfinin esresini gizlice çıkartarak (ihtilas)
okur. Diğerleri ise bu harfin esresini açıkça okurlar. Ebû Ubeyd de bunu tercih
etmiştir.
Bu kelimenin aslı
hemze ile şeklindedir. Birinci şekilde okuyanlar şu açıklamayı yapıyorlar:
Aradaki hemze harekesiyle birlikte gidince geriye ra harfi olduğu gibi sakin
olarak kalır. Bunlar şairin şu sözlerini de delil gösterirler:
"Abdullah'ın
ibriğini bize göster de onu Zemzem suyuyla dolduralım Çünkü adamlar susamış
bulunuyorlar."
"Ra" harfini
esre ile okuyanlar da hazfedilen hemzenin harekesini ra'ya naklederler. Ebu Amr
ise (ihtilas yaparak) daha kolay ve hafif okuyuşu tercih etmiştir. Suca b. Ebi
Nasr -ki güvenilir ve doğru sözlü birisi idi-dan gelen rivayete göre o
Rasûlullah (s.a)'ı rüyasında görmüş, Ebu Amr'ın kıraatinden bazı hususlan
onunla müzakere etmiş, Hz. Peygamber onun okuyuşundan sadece iki yeri
düzeltmiş, birisi bu buyruk, diğeri ise: "Biz ondan daha hayırlısını veya
onun benzerini getirmedikçe hiçbir âyeti neshetmeyiz veya unutturmayız"
(el-Bakara 2/106) buyruğundaki kelimesini hemzeli olarak okumasını
düzeltmiştir. [289]
Yüce Allah'ın:
"Ve bize menâsikimizi göster" buyruğuna gelince, denildiğine göre
"misk" sözlükte yıkamak anlamındadır. Elbisesini yıkayan bir kimse
hakkında bu kelime kullanılır. Şeriatte ise ibadetin adıdır. Abid olan bir
kimse hakkında "nâsik adam" denilir.
Burada geçen
"menâsik" kelimesiyle ne kastedildiği hususunda ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır. Katade ve es-Süddî'nin dediğine göre burada
kastedilen şey, haccın menâsiki ve alametleridir. Mücahid, Ata ve İbn Cüreyc'e
göre menâsik kurban kesme yerleri anlamındadır. Bütün ibadet yerleri olduğu ve
kendisi ile yüce Allah'a ibadet olunan her yere "mensek" ve
"mensik" denildiği de söylenmiştir. Abid kimseye nâsik denilir.
en-Nehhâs der ki: Bu fiil "neseke-yensuku" şeklinde geldiğinden
(mensek-menâsik'in tekili- yerine) "mensuk" denilmeliydi. Ancak Arap
dilinde "mef ul" vezninde kelime yoktur. (Bundan dolayı
"mersek" denilmiştir).
Züheyr b. Muhammed'den
şöyle dediği rivayet edilmektedir: İbrahim (a.s) Beytullah'ı inşa işini
bitirince: Rabbim ben inşa işini bitirdim. Artık bize menâsikimizi göster, dedi.
Yüce Allah, ona Hz. Cebrail'i gönderdi ve Hz.Cebrail ona hac yaptırdı.
Arafat'tan dönüp de kurban bayramı günü geldiğinde İblis ona göründü. Hz.
Cebrail ona: İblis'e ufak taşlar at, dedi. Ona yedi tane küçük taş attı. Ertesi
gün ve üçüncü gün de böyle oldu. Daha sonra Hz. İbrahim Sebîr (Mekke ile Mina
arasında Mekke'ye giderken sağda kalan bir dağ) üzerine çıkarak: Ey Allah'ın
kullan daveti kabul ediniz diye seslendi. Denizler ötesinde kalbinde zerre
ağırlığı kadar iman bulunan herkes onun bu çağrısını işitti ve: Lebbeyk
Allahumme lebbeyk, dedi.
Züheyr der ki: (O
günden bu yana) hep yeryüzünde en az yedi müslüman ve daha fazla müslüman
bulunagelmiştir. Bu olmasa yer ve onun üzerindekiler helak edilir. Onun
çağrısını ilk kabul edenler ise Yemenliler olmuştur. Ebu Miclez'den ise şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Hz. İbrahim Beytullah'ın inşasını bitirince Hz.
Cebrail ona gelip Beytullah etrafında tavaf etmeyi gösterdi.
Ebu Miclez'den
rivayette bulunan kişi zannederim Safa ile Merve arasındaki tavafı da öğretti
demişti.- Sonra oradan Akabe'ye doğru gittiler. Şeytan karşılarına çıktı.
Cebrail yedi küçük çakıl taşı aldı, Hz. İbrihim'e de o şekilde yedi taş verdi.
Tekbir getirerek şeytana attı. İbrahim'e de: Sen de tekbir getirerek at, dedi.
Her bir seferinde de tekbir getirerek taş attılar ve nihayet şeytan kaybolup
gitti. Arkasından orta cemreye gittiler. Yine şeytan karşılarına çıktı. Hz.
Cebrail yedi taş aldı, Hz.İbrahim'e de yedi taş verdi ve: Tekbir getirerek at
dedi. Her atışlarında tekbir getiriyorlardı. Nihayet şeytan kaybolup gitti.
Ondan sonra küçük cemreye geldiler. Yine şeytan karşılanna çıktı. Hz. Cebrail
aynı şekilde yedi taş attı, Hz. İbrahim'e de yedi taş verdi ve: Tekbir
getirerek at dedi. Attıkları her seferinde tekbir getirerek taş attılar, sonunda
şeytan kaybolup gitti. Arkasından Cem'a (Müzdelifeye) Hz.İbrahim'i getirerek
işte insanlar (hacılar) burada namazlarını cem'ederler. Sonra onu alıp Arafat'a
gitti, ona: Arefte (bildin mi?) deyince Hz. İbrahim de: Evet dedi. İşte bundan
dolayı oraya Arafat adı verilmiştir.
Rivayet edildiğine
göre Hz. Cebrail Hz. İbrahim'e arefte, arefte, arefte diye sormuş. Yani bu
Minâ'yı, Cem'i ve burayı bildin mi diye sormuş, o da: Evet deyince o yere
"Arafat" adı verildi.
Husayf b.
Abdurrahman'dan gelen rivayete göre Mücahid kendisine şunları söylemiş:
İbrahim (a.s): "Ve bize menâsikimizi göster" dediğinde yani Safa ile
Merve'yi göster, demiştir. Çünkü Safa ile Merve Kur'an nassıyla Allah'ın
şeairindendir. Daha sonra Hz. Cebrail onunla birlikte çıktı. Akabe cemresine
vardıklarında İblis'in orada oturduğunu gördüler. Hz.Cebrail: Tekbir getirerek
ona taş at, dedi. Bu sefer İblis orta cemreye gitti. Yine Hz. Cebrail: Tekbir
getirerek ona taş at dedi. Daha sonra uzak cemrede (küçük cemrede) de aynı şekilde
oldu. Ondan sonra Hz. Cebrail Hz. İbrahim'i Meş'ar-i Haram'a getirdi. Oradan da
Arafat'a götürerek ona: Sana gösterdiklerimi bildin mi (arafte)? diye sordu.
Hz. İbrahim de: Evet dedi. İşte denildiğine göre buraya bundan dolayı
"Arafat" denilmiştir. Hz. Cebrail ona: İnsanlar arasında hac
çağrısını yap, deyince Hz. İbrahim: Ne diyeyim diye sormuş o da: Ey insanlar,
Rabbinizin çağrısına cevap verin, sözünü üç defa tekrarla, dedi. Hz.İbrahim
bunu yaptı ve (insanlar): Lebbeyk Allahumme lebbeyk, diye cevap verdiler. O gün
bu şekilde cevap veren her kişi hacı olacaktır.
Bir diğer rivayete
göre Hz. İbrahim bu şekilde seslenince dönerek her tarafa çağırışını yaptı. O
bakımdan insanlar doğudan batıdan bu çağırıya cevap verdi. Dağlar da sesi
uzaklara gitsin diye eğiliverdiler.
Muhammed b. İshak der
ki: Halilu'r-Rahman İbrahim (Allah'ın salât ve selamı üzerine olsun)
Beytullah'ın inşasını bitirince Cebrail (a.s) yanına gelip ona şöyle dedi:
Beyt'in etrafına yedi defa dolaşıp tavaf yap. Hz. İbrahim Hz. İsmail ile
birlikte yedi defa dolaşıp tavaf ettiler. Her bir tavaflarında bütün rükünleri
istilam ediyorlardı (selam veriyorlardı). Yedi defa dönüşlerini bitirince
Makamın arkasında iki rek'at namaz kıldılar. Daha sonra Hz. Cebrail kalkıp ona
bütün menâsiki Safa'yı Merve'yi, Mina'yı ve Müzdelife'yi gösterdi. Mina'ya
gidip Akabe'den aşağıya doğru inince İblis ona göründü., dedi ve az önce
kaydedilen rivayetlerin benzerini zikretti.
İbn İshak der ki: Bana
ulaştığına göre Adem (a.s) İbrahim (a.s)'den önce Ka'be'nin bütün rükünlerini
istilam ediyordu. Yine İbn İshak der ki: İshak ve Sare de Şam bölgesinden
gelerek haccettiler. İbrahim (a.s) her yıl burak üzerinde gelip Beytullah'ı
haccediyordu. Bundan sonra da peygamberler ve ümmetler orayı haccetti.
Muhammed b. Sâbat
Peygamber (s.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Herhangi bir peygamberin
ümmeti helak oldu mu o peygamber kendisine iman edenlerle birlikte Mekke'ye
gelip vefat edinceye kadar orada kalırdı. Orada Nuh, Hud ve Salih vefat
etmişlerdir. Kabirleri ise Zemzem ite Hicr arasındadır.
İbn Vehb'in
naklettiğine göre Hz. Şuayb kendisiyle birlikte iman edenlerle beraber
Mekke'de vefat etmiştir. Kabirleri Daru'n-Nedve ile Sehmoğulla-rının yerleri
arasında Mekke'nin batı tarafındadır.
İbn Abbas der ki: Mescid-i
Haram'da yalnızca iki kabir vardır. Başka kabir yoktur. Bunlar Hz. İsmail'in
kabriyle Hz. Şuayb'ın kabridir. Hz.İsmailin kabri Hicrdedir. Hz. Şuayb'ın kabri
ise Hacer-i Esved'in karşısındadır.
Abdullah b. Damra
es-Selulî de der ki: Rükün, Makam ve Zemzeme kadar olan yer arasında
doksandokuz tane peygamberin kabri vardır. Bunlar haccetmek üzere geldiler ve
orada gömüldüler. Allah'ın salât ve selamı hepsinin üzerine olsun.
"Tevbelerimizi
kabul et." Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in günahtan korunmuş masum
peygamberler olmakla birlikte "tevbelerimizi kabul et" demelerinin
anlamı ile ilgili farklı açıklamalar yapılmıştır. Bir kesim: Onlar herhangi
bir günahları olduğundan dolayı değil, İslâm üzere sebat ve devam talebinde
bulundular demektedir.
Derim ki: Bu güzel bir
açıklamadır. Ondan da daha güzel olan açıklama ise şudur: Onlar menâsiki
öğrenip Beytullah'ın inşasını gerçekleştirince insanlara da bu vakfe yeri ile
bu hac yerlerinin günahlardan kurtulup tevbe kabulünü istemek makamları
olduğunu açıklayıp öğretmek istediler.
Aramızdan zalimlik
edecek kimselerin tevbesini kabul et, anlamına geldiği de söylenmiştir.
Hz.Adem kıssasında peygamberlerin masumiyeti ile ilgili açıklamalar
(el-Bakara, 2/35. âyet 12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yine yüce Allah'ın
"şüphesiz tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla esirgeyen Sensin"
buyruğuna dair açıklamalar da (el-Bakara, 2/37. âyet 5. başlık) önceden geçmiş
bulunmaktadır. Burada tekrarlamaya gerek yoktur. [290]
129.
"Rabbimİz, onların arasında onlardan bir peygamber gönder ki onlara
âyetlerini okusun. Onlara Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları tezkiye etsin,
şüphesiz Sen aziz olansın, hakim olansın."
"Rabbimiz,
onların arasında onlardan bir peygamber^ yani Muhammed (s.a)'ı"
gönder." Ubeyy'in kıraatinde: Ahh Onlardan onların sonlarında bir
peygamber gönder" şeklindedir. Halid b. Ma'dan'ın rivayetine göre
Peygamber (s.a)'ın ashabından bir grup ona şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasûlü,
bize kendine dair birşeyler söyle. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Olur,
ben atam İbrahim'in duası ve İsa'nın müjdesiyim." [291]
"Bir Rasûl
(peygamber)" yani gönderilmiş bir peygamber, risalet sahibi kılınmış bir
peygamber gönder, demektir. İbnu'l Enbarî der ki: Bu rasûl kelimesinin
kolaylıkla yürüyen ve bütün dişi develerin önünden giden develer hakkında
kullanılan dan gelmiş olması uygun görülmektedir. İhmal edilmiş, serbest
bırakılmış topluluğa "resel" denir, çoğulu "er-sâl" gelir.
Ardı arkasına peyder pey gelen topluluk hakkında ve memeden geldiğinden dolayı
süte de bu kökten türeyen tabirler kullanılmaktadır.
"Ki onlara
âyetlerini okusun, onlara Kitab'ı" Kuranı "ve hikmeti öğretsin."
İbn Vehb'in İmam Malik'ten rivayetine göre o, hikmeti dini bilmek, Kur'an'ı
te'vil etmek hususunda derin bilgi sahibi olmak, yüce Allah'tan bir seciye ve
bir nur olan kavrayış şeklinde açıklamıştır. İbn Zeyd de böyle açıklamıştır.
Katade de der ki:
Hikmet sünnet ve şeriatin beyan edilmesi demektir. Özel olarak hüküm (taraflar
arasında hükmetmek) ve kaza anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu manalar
birbirine yakındır.
Burada öğretmenin
Peygamber (s.a)'a nisbet edilmesi, üzerinde düşünülecek hususları onun vermesi
ve yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu vahiy dolayısıyla tetkik edip düşünme
yolunu öğretmesi dolayısıyladır.
"Onları tezkiye
etsin." Şirkin pisliklerinden arındırsın. İbn Cüreyc ve başkaları böyle
açıklamışlardır.
(Tezkiye'den gelen)
zekât: Arındırmak ve temizlemek demektir ki buna dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/43. âyet 2 ve 3- başlıklar) geçmiş bulunmaktadır. Buradan
öğretilmesi istenenler ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Âyetler
lafızların zahiren tilavet edilmesi, Kitap lafızların anlamları, hikmet ise
hükümdür. Hüküm ise yüce Allah'ın hitabı ile murad ettiği mutlak, mukayyed,
müfesser, mücmel, umum, husus gibi bütün hükümlerdir.
Bu da az önce geçen
hususların anlamını ifade eder. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Aziz"
kendisine zarar verilemeyen ve asla mağlup olunamayan güçlü demektir. İbn
Keysan der ki: Anlamı hiçbir şeyin onu aciz bırakmamasıdır. Bu-nun'delili de
Allah'ın şu buyruğudur: "Ne göklerde ne de yerde hiçbir şey Allah'ı aciz
bırakacak değildir." (Fatır, 35/44) el-Kisaî de "aziz" mutlak
galip olan demektir.
Şanı yüce Allah'ın:
"Ve o söz söylemede de beni yenik düşürdü. (Azzenî)" (Sad, 38/23)
buyruğu da buradan gelmektedir.
"Men azze
bezze": Galip gelen talan yapar, şeklindeki mesel de buradan gelmektedir.
Aziz'in benzersiz
olması anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu da yüce Allah'ın şu buyruğu
açıklamaktadır: "Onun gibi hiçbir şey yoktur." (eş-Şûrâ, 42/11)
Yüce Allah'ın
"el-Aziz" adı ile ilgili daha geniş açıklamalarınızı "el-Esnâ fi
Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde vermiş bulunuyoruz.
"Hakîm"
buyruğunun anlamına dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/32. âyet 3.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. [292]
130. Nefsini
sefahate bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüzçevirebilir? Andolsun ki
Biz onu dünyada beğenip seçmi-şizdir. O şüphe yok ki âhirette de muhakkak
salihlerdendir.
"Nefsini sefahate
bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüzçevirebilir?" Kim* mübtedâ
olarak ref mahallinde olup, soru edatıdır. Yüzçevirir" ifadesi de
sılasıdır. Nefsini sefahate bırakandan başkası..." buyruğu da haber
mahallindedir.
Bu reddetmek anlamını
ihtiva eden bir azar ve ağır bir serzeniştir. Yani nefsini sefahate bırakandan
başkası İbrahim'in dininden yüzçevirmez demektir. Bu açıklamayı en-Nehhas
yapmıştır. Anlamı şudur: İbrahim'in dinine aldırış etmeyip onun milletinden,
yani din ve şeriatinden uzak duranlar, ancak kendisini sefahate kaptıran
kimseler olabilir.
"Nefsini sefahate
bırakan" ile kastedilen Katade'ye göre yahudiler ve hı-ristiyanlardır.
Onlar Hz. İbrahim'in din ve şeriatinden yüzçevirip Allah'tan gelmemiş bir
bid'at olarak yahudiliği ve hıristiyanlığı din diye kabul ettiler.
ez-Zeccâc der ki:
"Sefahate bırakan" bilmeyen cahil demektir. Yani nefsinin durumunu
bilmeyip onun hakkında hiçbir şekilde düşünmeyen kimseden başkası İbrahim'in
dininden yüzçevirmez. Ebu Ubeyde de nefsini sefahate bırakmanın nefsini helak
etmesi demek olduğunu söylemiştir. Sa'leb ile el-Müberred'in naklettiklerine
göre Sefahat etti, fiili fâ harfi esreli olarak, tıpkı fâ harfinin üstün ve
şeddeli gelmesi halinde olduğu gibi, iki mef ûl alır. Ebu'l-Hattab ile
Yunus'tan da bunun (aynı anlamı veren) bir başka söyleyiş şekli olduğunu da
nakletmektedir.
el-Ahfeş der ki:
"Nefsini sefahate bırakan" yani kendisi hakkında yaptıkları
sebebiyle "sefih" olmasını gerektiren işler yapan kimse demektir. Bu
açıklamayı el-Ahfeş'ten el-Maverdî nakletmektedir. Bu fiil, fâ harfi ötreli
okunursa, mef ul olmaz. Bu, el-Müberred ile Sa'leb'in görüşüdür.
el-Mehdevi'nin nakline
göre ise bu, kendisini sefahate kaptıran anlamındadır. el-Kisaî'nin
el-Ahfeş'ten naklettiğine göre; anlamı kendisi hakkında cahillik eden
demektir. Burada "hakkında" anlamını veren edatı haz-fedildiğinden
"nefsi" kelimesi nasb olmuştur. el-Ahfeş der ki: "Nikâh akdini
bağlamaya..." (el-Bakara, 2/235) buyruğunda da böyledir. Burada da cer
edatı hazf edilmiştir. Bu açıklama Sibeveyh'in Arapların kullandıklarını
naklettiği; Filân sırtı ve karnı dövdü, şeklindeki ifadeye benzemekte olup
burada da takdir edilir.
el-Ferrâ ise, burada
bu kelimenin (ve benzerlerinin) temyiz olduğunu kabul etmektedir.
İbn Bahr da der ki:
Bunun anlamı nefsini, nefsinde bulunan ve hiçbir benzeri olmayan yaratıcının
varlığına delalet eden belge ve delaletleri bilmeyen kimse demektir. O nefsini
ve ondaki delaletleri bilecek olsa yüce Allah'ın vahdaniyetini ve kudretini de
bilebilirdi.
Derim ki: Bu,
ez-Zeccâc'ın açıklamasının anlamını ifade eder. Kişi kendi nefsinde düşünerek
onlar vasıtasıyla yakaladığı elleri, üzerlerinde yürüdüğü ayakları, kendisiyle
gördüğü gözü, işittiği kulağı, konuştuğu dili, süt emmeye ihtiyacı kalmayıp da
gıda maddeleri alma ihtiyacı ortaya çıktığında çıkan ve yemekleri öğütmeye
yarayan dişleri, gıdayı hazmetmek için hazırlanmış midesi, gıdaların özlerinin
çıkıp vardığı yer olan ciğeri, bu özlerin aza ve organlara kendileri
vasıtasıyla ulaşıp gittiği damadan, geçitleri, gıdanın posasının biriktiği
bağırsakları, bedenin alt tarafından artıkları atması üzerinde düşünüp bütün
bunları kendisini yaratan, kudreti sonsuz, herşeyi bilen, hikmeti sonsuz
yaratıcısının varlığına delil diye görsün. Yüce Allah'ın: "Kendi nefislerinizde
de (nice belgeler vardır). Görmez misiniz?" (ez-Zâriyât, 51/21) buyruğunun
anlamı da işte budur. el-Hattabî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu
hususa işaret etmiştir. Buna dair daha geniş açıklamalar ileride (Zariyat
Sûresi'nde işaret edilen âyet-i kerime açıklanırken) yüce Allah'ın izniyle
gelecektir.
İbrahim'in şeriatı
ondan neshedilen hükümler dışında bizim için de şeri-attir, diyenler bu âyet-i
kerimeyi delil göstermişlerdir. Bu da yüce Allah'ın: "Babanız İbrahim'in
milletine (din ve şeriatine uyun)." (el-Hacc, 22/78) buyruğu ile:
"İbrahim'in dinine tabi ol, diye" (en-Nahl, 16/123) buyruklarını andırmaktadır,
ki ileride buna dair açıklamalar gelecektir.
"Andolsun ki Biz
onu dünyada beğenip seçmiştedir." Risalet için onu seçtik ve her türlü
kötülükten onu arındırdık.
"Istıfâ (beğenip
seçmek)" safvet'den türetilmiş bir kelime olup en arı ve temiz olanı
seçmek, daha hayırlı olanı beğenmek anlamına gelir.
"O şüphe yok ki
âhirette de muhakkak salihlerdendir." Ahrette salih olan fevz bulan yani
umduklarını elde eden ve korktuklarından emin olan kimsedir.
"Şüphe yok ki
âhirette" buyruğu, sıla'ya dahil olduğu için sonradan gelmesi gerektiği
halde (âyet-i kerimede) nasıl önce gelmiştir? sorusuna en-Nehhâs şu cevabı
vermektedir: Bu buyruğun anlamı "o âhirette salihlerdendir"
takdirinde ve sıla'ya dahil değildir ki bunun önce getirilmiş olması sözkonusu
olsun. Bu hususta arap dil bilginlerinin üç ayrı görüşü vardır: Bunlardan
birisine göre bunun anlamı: O âhirette salih bir kimsedir, şeklindedir. Bir
diğer görüşe göre de burada geçen "âhirette" tabiri hazfedilmiş bir
masdar ile alakalıdır, yani onun salahı ahirettedir. Yani asıl güzel mükâfatını
ahi-rette görecektir. Üçüncü görüşe göre ise burada geçen
"salihler"in anlamı sa-lih davrananlar şeklinde değildir. Bizatihi
başlıbaşına bir isimdir. Adam ve çocuk demek gibi.
Derim ki: Bu hususta
dördüncü bir görüş daha vardır. O, ahiret ile ilgili ameller hususunda salih
kimselerdendir, anlamındadır. Buna göre ifadede mu-zaf hazfedilmiş bulunmaktadır.
el-Huseyn b. el-Fadl da der ki: Bu ifadede takdim ve te'hir vardır. Bunun
ifade ettiği anlam şudur: Biz andolsun ki dünyada da âhirette de onu seçip
beğendik. O, hiç şüphesiz salih kimseler arasındadır.
Haccac b. Haccac -ki o
Haccac el-Esved'dir, aynı zamanda Zik el-Asel diye bilinen Haccac el-Ahvel de
odur- der ki: Muaviye b. Kurra'yı Şöyle derken dinledim: Allah'ım, şüphe yok
ki salihleri ıslah eden Sensin. Onlara itaatine uygun olan ameller işlemeyi
Sen nasibettin ve bunun sonucunda da onlardan razı oldun. Allah'ım onları
nasıl ıslah ettiysen bizleri de ıslah eyle. İtaatine uygun amel etmeyi onlara
nasıl nasib edip de onlardan razı olduysan, bize de Sana itaat ile amel etmeyi
nasibeyle ve bizden razı ol! [293]
131. Rabbi
ona: "Teslim ol" dediği zaman o da: "Âlemlerin Rabbi-ne teslim
oldum" demişti.
Yani Rabbi ona
"teslim ol" dediğinde biz onu beğenip seçmiş idik. Bu buyruğu ona
yüce Allah yıldız, ay ve güneş ile sınadığı zaman söylemişti.
İbn Keysan ve el-Kelbî
der ki: "Teslim ol" buyruğunun anlamı dinini tev-hid ile Allah'a
halis kıl, demektir. İtaatle boyun eğ ve korkarak ona itaat et, anlamına
geldiği de söylenmiştir. İbn Abbas da der ki: Rabbi ona bu sözü (babasının
kendisini saklamış olduğu) yerin altında gizli bulunan bölmeden çıktığı vakit
söylemiştir. -İleride En'am Sûresi'nde (el-En'am, 6/75) gelecektir.-Burada
teslim olmak ise en geniş ve eksiksiz anlamıyla kullanılmıştır.
Arap dilinde İslâm
(teslim olmak): Kendisine teslim olunan kimseye tam bir itaat ve boyun eğmek
demektir. Her İslâm, iman değildir, fakat her iman İslâmdır. Çünkü Allah'a iman
eden bir kimse O'na teslim olmuş ve itaat edip bağlanmış olur. Şu kadar var ki
teslim olan herkes Allah'a iman etmiş olmaz. Çünkü kılıçtan korktuğu için de
(müslüman olmasını gerektiren) sözler söyleyebilir ve bu iman olmaz.
Bu konuda Kaderiyye ve
Haricîler farklı düşünürler ve şöyle derler: İslâm imanın kendisidir. Her
mü'min müslümandır, her müslüman mü'mindir. Çünkü yüce Allah: "Muhakkak
Allah katında din İslâm'dır" (Ali İmran, 3/19) diye buyurmaktadır. İşte bu
da İslâm'ın dinin kendisi olduğunu ve Müslüman olmayanın da mü'min olmayacağını
göstermektedir.
Bizim delilimiz ise
yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Bedevî Araplar: îman ettik, dediler. De ki:
Siz iman etmediniz, fakat teslim olduk, deyiniz." (el-Hucurat, 49/14)
Burada yüce Allah İslâm'a giren herkesin mü'min olmadığını bize
bildirmektedir. Bu da Müslüman olan herkesin mü'min olmayacağını
göstermektedir. Sa'd b. Ebi Vakkas, Hz. Peygamber'e: Filana da (bir şeyler) ver,
çünkü o mü'mindir, deyince Hz. Peygamber: "Veya Müslüman dır (de.)"
diye cevap verir. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.[294]
Bu da imanın İslâm
olmadığının delilidir. Çünkü iman bâtındır (içte gizlidir), İslâm ise
zahirdir. Bu da açıkça görülen bir husustur.
Kimi zaman iman İslâm
anlamında kullanılır, İslâm da iman kastedilerek kullanılabilir. Çünkü bunlar
birbirlerinden ayrılmaz ve biri ötekinden sadır olur. Nitekim imanın meyvesi ve
imanın sıhhatinin delaleti olan İslâm böyledir, bu nokta iyice bilinmelidir.
Başarı Allah'tandır. [295]
[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/202.
[2] Benzer hadisler için bk. Bu hart, Nikâh 1; Müslim,
Nikâh 5; Nesat, Nikâh 4 v.s...
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/203-204.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/205-206.
[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/206.
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/206-207.
[6] Buhârl, Salât 42, Cihâd 172, Cizye 4.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/207-208.
[8] Bk. el-Bakara, 2/29. âyet, onuncu başlık.
[9] Bk. et-Tevbe, 9/71. âyetin tefsiri
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/208-209.
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/209.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/209.
[12] Buhârî, Teheccüd 12; Müslim, Musâfirîn 207; İbn Mâce,
İkâme 174.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/210.
[14] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/211.
[15] Müslim, Cihâd 58; Müsned, I, 31, 32
[16] Buhârî, Tefsir 33. sûre 7, Nikâh 29; Müslim, Radâ'
49-50; İbn Mâce, Nikâh 57; Müsned, VI, 134, 158, 261.
[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/211-212.
[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/212-213.
[19] Yakın manada bir hadis için bk. Tirmizî, Cihâd 24.
[20] Nesaî, Cihâd 43. Ancak Ebû Said el-Hudrî'den değil,
Sa'd b. Ebî Vakkas'tan.
[21] Nesâî, Cihâd 43; Tirmizî, Cihâd 24; Müsned, V, 198.
Ayrıca bk. Buhârî, Cihâd, 76; Ebû Dâvûd, Cihâd 70.
[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/214-215.
[23] Burada "ni'me" ve "bi'se"
fiilleriyle ilgili sarf-nahvî açıklamalar gerekli görülmediğinden tercüme
edilmemiş, âyetin anlamına dair açıklamaların tercümesi ile yetinilmiştirni
yüce Allah peygamberine lütfunu indirdiği için kıskanıp "Allah'ın indirdiğini
inkâr etmek karşılığında nefislerini satmaları ne kötüdür!"
[24] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/215-216.
[25] Müslim, tman 329.
[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/217-218.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/218-219.
[28] Müslim, İman 231; Müsned, V, 386, 405
[29] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/219-221.
[30] Müsned, I, 248
[31] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/221-223.
[32] Bu görüşe göre âyetin meali şöyle olur: "Andolsun
ki sen onları insanlar arasında hayata en tutkun kimseler bulursun.
Müşriklerden olan her bir kimse de kendisine bin yıl ömür verilsin
ister..."
[33] Bu lafızlarla ve Ebû Hureyre'den: Nesaî, Siyam 44; İbn
Mâce, Siyam 34; '"zehzeha" yerine aynı anlamda: "bâade"
lafzı ile ve Ebû Said el-Hudrî'den: Müslim Siyam, 167-168; Dârimî, Cihâd 10 ile
Nesaî ve İbn Mâce, aynı yerler.
[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/223-226.
[35] Müsned.l, 274
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/226.
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/227.
[38] "Kur'ân'da Arapça Olmayan Kelimeler Var
mıdır?" başlığı altında rivayetle Hafs'ın rivayetidir. İbn Kesir'den üç
şekilde rivayet edilmiştir. Ka'b b. Mâlik der ki:
"Bedir günü
sizinle yardımcı güçlerimiz ile birlikte karşılaştık O günde, zaferle birlikte;
Mîkâl ve Cibril de vardı."
Bir başka şair de şöyle
demektedir:
"Haç'a ibadet ettiler, Muhammed'i de yalanladılar Cebrail'i de
Mîkâl'ı da yalanladılar."
[39] Nesaî, İstiâze, 56.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/227-230.
[40] Taberî, Beyrut, 1408/1988,1, 441; el-Vâhîdî,
Esbâbu'n-Nüzûl, Beyrut, 1411/1991, s. 34.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/230.
[41] Yani dövemeyeceksin, Allah beni senden koruyacaktır,
anlamında olur.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/230-232.
[43] Biz Muhammed Ümmeti'nin de uzun bir zamandan beri
Kur'ân'a karşı takındığımız ve gösterişten öteye gitmeyen bu sözde saygıyı
bırakıp, Kur'ân-ı Kerim'i arkamıza attığımız bir kitap olmaktan çıkartıp
gerçek konumu olan "yol göstericilik" mevkiine tekrar getirmemiz
imani bir sorumluluğumuzdur.
[44] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/232-233.
[45] Buna göre âyetin meali: Şeytanların Süleyman'ın mülkü
aleyhine uydurduklarına uyup gittiler ve bunu sürdürdüler, şeklinde olur. Yani
müfessir demek istiyor ki: Fiil muza-ri olmakla birlikte mazi anlamını ihtiva
etmektedir.
[46] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/234-235.
[47] Meal ikinci ihtimale göre yapılmıştır. Hnl olma
ihtimaline göre meal şöyle olur: "Fakat şeytanlar sihri öğreterek kâfir
oldular."
[48] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/235-236.
[49] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/236-237.
[50] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/237-238.
[51] Buhârî, Nikah 47; Müslim, Cumua 47; Ebû Dâvûd, Edeb
86, 87; Tirmizî, Birr 79; Muvatta', Kelam 7; Dârimi, Salât 199; Müsned, II,
269...
[52] Buhârî, Şehadât 27, Hıyel 10, Ahkâm 20; Müslim, Akdiye
4; Ebû Dâvûd, Akdiye 7, Edeb, 87; Tirmizî Ahkâm 11, 18; Nesaî, Kudât 12, 33;
İbn Mâce, Ahkâm 5...
[53] Tirmizî, Birr, 71; Müsned, II, 369, IV, 193-194.
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/238.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/238-239.
[56] Buhârî, Bed'u'1-halk 11, Tıb 47, 49, 50, Edeb 56,
Deavât 57; Müslim, Selâm 43; İbn Mâ-ee, Tıb 45; Müsned, VI, 57, 63.
[57] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/239-240.
[58] Sözü geçen bu Cündeb'in böyle bir sihirbazı öldürdüğü
rivayet edilmektedir. (İzzud-din İbnu'1-Esîr, Üsdu'l-Ğabe, I, 361; İbn Hacer
Takrib, I, 135). Ancak İbnu'1-Esîr, sihirbazı öldürdükten sonra; Hz.
Peygamber'den: "Sihirbazın haddi (cezası) bir kılıç darbesidir"
hadisini naklettiğini belirtmektedir. Bu hadisi Tirmizî, Hudûd 27'de Cundeb'den
nakletmekte ise de bu hadisin Cundeb'den mevkuf (senedi muttasıl ya da münkati
olarak sahabeye kadar ulaşan haber) rivayetinin sahih olduğunu belirtmektedir.
Hz. Pey-gamber'in söylediği belirtilen hadisin kaynağını ise tesbit edemedik.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/240.
[60] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/241.
[61] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/241.
[62] Tirmizî, Hudud 27. Ayrıca bk. 8. başlığına dair not.
[63] Buhârî, Diyât 6; Müslim, Kasâıne 25, 26; Ebû Dâvûd,
Hudud 1; Tirmizî, Hudud 15 v.s.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/241-243.
[65] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/243.
[66] Merhum ınüfessirin işaret ettiği ve Buh&rî, Tıb 49
da yer alan ifade şöyledir: "Katâde dedi ki: Sâid b. el-Müseyyeb'e sordum:
Büyülenmiş ya da karısına yaklaşamayan bir kimsenin bu büyüsü
çöz(dür)ülebilir. Ya da ona nüşrâ yapılabilir mi? Dedi ki: Bunda bir mahzur
yoktur. Bunu yapanlar bununla islâh (arayı düzeltmek) isterler. Çünkü fayda sağlayan
(sihir) yasaklanmamıştır."
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/244.
[68] Buharı, Ahkâm 21, Bed'u'1-halk 11, İ'tikâf 11, 12;
Müslim, Selâm 23-24; Ebû Dâvûd, Savm 78, Sünnet 17, Edeb 81; İbn Mâce, Siyam
65; Dârimi, Rikaak 66; Müsned, III, 156, 285, 309, VI, 337.
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/244.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/245.
[71] Buhârî, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3-5; Ebû
Dûvûd, Salât 24; Tirmizi, Mevâkît 119, Siyer 5; Nesûî, Gıısl 26; İbn Mâce,
Taharet 90 vs...
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/245-247.
[73] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/247-248.
[74] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/248.
[75] Ebû Dâvûd, Edeb 116; Müsned, V, 194, VI, 450.
[76] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/248-249.
[77] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/249.
[78] Tercümede kesinti olmaması için, bir sonraki paragraf
ile yeri değiştirilmiştir.
[79] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/249-250.
[80] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/250-251.
[81] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/251.
[82] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/251-252.
[83] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/253.
[84] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/253-254.
[85] Bk. en-Nur. 24/4-5 âyetler, 9 ve 10 başlıklar.
[86] Zerâi sözlükte bir şeye götüren yol ve araç
anlamındadır.
[87] Bu buyruğun nçıklaması yapıldığında yedinci başlıkta
îbn Atiyye'nin: "İşte bu Seddü'z-Zerai'e açık bir misaldir" dediği de
geçmişti.
[88] Buhârî, Salât 48, 54, Cenâiz 70, Menâkıbu'l-Ensâr 37;
Müslim, Mesâcid 16.
[89] Muvatta', Sefer 85.
[90] Muvatta', Sefer 85.
[91] Buhârî, İman 39, Buyu' 2; Müslim, Müsâkât 107; Ebû
Dâvûd, Buyu' 3; Tirmizî, Buyu' 1; Nesaî, Buyu' 2; Kudât 11; îbn Mâce, Fiten 14;
Dârimî, Buyu' 1; Müsned, IV, 267, 269-271, 275.
[92] Tirmizî, Kiyâme 19; tbn Mâce, Zühd 24.
[93] Müslim, İman 146; Tirmizî, Birr 6; Müsned, II, 164 (4)
Ebû Dâvûd, Buyu' 54; Müsned, II, 42, 84.
[94] Dârakutnt, III, 52
[95] Metinde yer alan "Harire" kelimesi konuya
uygun bir anlam taşımadığından, yazma müs-halardan birinde yer aldığı
belirtilen "cerîre" kelimesine göre tercüme yapılmıştır.
[96] Malikilerin "Beyu'1-Âcâl: vadeli satışlar"
dedikleri bir çeşit 'îne satışıdır. Bk. Dr. Vehbe ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l-
İslâmi, IV, 466, 508 vd.
[97] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/254-257.
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/257-258.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/258.
[100] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/258.
[101] O takdirde mana: "Ehl-i Kitap'tan olan kâfirler
de müşrikler de Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini
istemezler" şeklinde olur.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/259.
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/260.
[104] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/260.
[105] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/260-261.
[106] Müslim, Zühd 14; Müsned, IV, 174.
[107] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/261-262.
[108] Bedâ; Allah Tealn'nın daha sonradan başka bir hükmü
uygun bulması üzerine eski hükmü değiştirmesi demektir. Allah'a böyle bir
şeyin nisbeti caiz değildir. (Dr. Subhi es-Sâlih, Mebâhisfî Ulumi'l- Kur'ân,
Beyrut, 1974, sh. 271-272)
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/262-263
[110] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/263.
[111] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/263.
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/264.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/264.
[114] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/264.
[115] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/264.
[116] Bk. el-Bakara, 2/180. âyet, 21. başlık.
[117] Ebû Dâvûd Buyu', 88; Tirmizl, Vesâyâ 5; İbn Mûce, Vesâyâ
6. Ayrıca bk. Buhârî, Vesâ-yâ 6; Ebû Dâvûd, Vesâyâ 6.
[118] Bu şekilde bir âyetin önce tilavet olunup sonradan
nesholunduğuna dair rivayet Ahmed b. Hanbel tarafından, Müsned, I, 47 ve 55'de
iki defa, ancak Hz. Ebû Bekir'den değil, Hz. Ömer'den rivayetle
kaydedilmektedir. Ebû Hureyre'den Hz. Peygamber'e merfuan rivayet ise:
Buh&rî, Ferâiz 29; Müslim, İman 113; Müsned, II, 526'da kaydedilmektedir.
[119] Bk. el-îsra, 17/1. âyet 3- başlık.
[120] Bk. es-Saffat, 3/102-113. âyetler 10. başlık.
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/265-266.
[122] Müslim, Cenaiz 106.
[123] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/266-267.
[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/267-268.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/268-269.
[126] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/269.
[127] Buna göre âyetteki "veliniz yoktur"
buyruğunun animin şu olur: Allah'tan başka işlerinizi çekip çevirecek, düzene
koyacak kimseniz yoktur.
[128] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/270.
[129] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/271.
[130] Bu kelimeye dair açıklamalar daha önceden 96. ayette geçmiş bulunmaktadır.
[131] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/272..
[132] Buhârî, İlm 15, Zekât 5, Ahkâm 3, Temenni 5, İ'tisâm
13; Müslim, Müsafirîn 268; İbn Mâce, Zühd 22; Müsned, I, 385, 432, II, 9, 36.
[133] Buhari, İlim 15.
[134] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/272-273.
[135] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/273.
[136] Buhârî, Merdn 15; Müslim, Cihad 116.
[137] Nesâî, Vasâyâ 1; Müsned, I, 382.
[138] Buhârî, Rikaak 12.
[139] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/273-276.
[140] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/277-278.
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/278.
[142] el-Ferrâ'dan mekân isimleri arasında istisna olarak
"mefil" vezninde gelen kelimelere dair açıklamaların yer aldığı bir
paragraf gereksiz görüldüğünden çevrilmemiştir.
[143] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/279.
[144] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/279-280.
[145] lîtus (39-81): Roma imparatoru (79-81). Vespasianus'un
oğlu. Babası imparator olunca Kudüs'ü kuşatmakla görevlendirildi ve 70'te
kenti aldı. (Büyük Larousse) Ve tahrip etti. (el-Müncid, el-A'lâm, 2. baskı, s.
411)
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/280.
[147] Yalnız farz hac için ve fitne olmaması halinde hüküm
böyledir. Ayrıca bk. Dr. V. Zuhey-li, el-Fıkhu'l-lslâmî, III, 35 vd.
[148] Buhârl, Cumua, 13; Müslim, Salât 136; Ebû Dâvûd, Salât
52; Müsned, II, 16
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/280-281.
[150] Buhari, Teyemmüm 1, Salât 56; Müslim, Mesâcid 3-5; Ebû
Dâvûd, Salât 24; Tirmizî, Me-vâkît 119, Siyer 5; Nesâî, Gıısl 26; İbn Mâce,
Tahâre 90... Ayrıca 102. âyet 16. başlıkta bu hadisin bir benzeri de geçmiş ve
kaynakları gösterilmiştir.
[151] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/281.
[152] Buhârl, Hacc 67, Tefsir 9. sûre 2 ve 3; Müslim, Hacc
435; Ebû Dâvûd, Menâsik 66 v.s...
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/281-282.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/282.
[155] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/282-283.
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/283.
[157] Tirmizî, Tefsir 2. sûre 3.
[158] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirîn 33.
[159] Buhârl, Cenâiz 4, 61, 65 Menâkıbu'l-Ensâr 38; Müslim,
Cenaiz 62-67; Ebû Dâvûd, Ce-nâiz 58; Müsned, III, 319, v.s.
[160] Tirmizl, Tefsir 2. sûre 4.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/283-287.
[162] Buhârî, Salât 65; Müslim, Mesacid 24, 25; Zühd 43-44.
[163] Darakutnî, I, 51.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/287-289.
[165] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/289.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/289.
[167] Buhârî, Bed'u'1-halk, Tefsir 2. sûre 6, Tefsir 112.
sûre Nesâî, Cenâiz 117.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/290.
[168] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/290.
[169] 9. âyetin tefsirinde ve devamındn
[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/290-291.
[171] Buhârî, el-Amel fi's-Salât 2, Tefsir 2. sûre 43;
Müslim, Mesacid 35; Ebû Dâvûd, Salat 174; Tirmizî, Salât 180; Tefsir 2. sûre
33; Nesâî, Sehv 20; Müsned, IV, 368
[172] Müslim, Müsafirin 164, 165; Tirmizî, Salât 168; Nesâî,
Zekât 49; İbn Mâce, İkâme, 20; Müsned, III, 302, 391, IV, 385
[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/291.
[174] Buhârt, Teravih 1; Muvatta', es-Salâtu fi Ramazan 3.
[175] Buharı, İ'tisam 2; Müslim, Cuınua 43; İbn Mâce,
Mukaddime 7
[176] Müslim, İlm 15, Zekât 69; İbn Mâce, Mukaddime 14.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/292.
[177] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/292-293.
[178] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/293-294.
[179] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/294-295.
[180] Müslim, Zikr 54, 55; Ebû Dâvûd, Tıb 19; Tirmizî,
Deavât 40; İbn Mâce, Tıb 35; Dûri-mî, İsti'zân 48; Muvatta', Şear 11, İsti'zân
34.
[181] Tirmizî, Kıyame 48; Müsned, V, 154, 177.
[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/295-296.
[183] Görüldüğü gibi bütün bunlarda fiilen söylenmiş bir söz
yoktur.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/296-297.
[184] Mukaddime'de sûre, âyet, kelime ve harfin anlamına
dair yapılan açıklamalar bahsinde.
[185] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/298-299.
[186] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 43'de Mukatil'den mürsel
bir rivayet olarak kaydetmektedir.
[187] el-Vâhidî, a.g.e., 42-43; Süyûtî, ed-Durru'l-Mensûr,
Beyrut, 1403/1983,1, 271'de, mürsel ve senedinin zayıf olduğunu kaydetmektedir.
[188] Müslim, İman 347.
[189] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/299-300..
[190] Burada "rızâ" kelimesine ait sarfa dair
açıklamalar ile kelimelerine ait nahve dair açıklamaların yer aldığı bir
paragraf gerek görülmediğinden çevirilmemiştir.
[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/301.
[192] Ebû Dûvûd, Ferâiz 10; Tirmizî, Ferâiz 16; îbn Mâce,
Ferâiz 6; Müsned, II, 187.
[193] Buhârî, Ferâiz 26; Müslim, Ferâiz 1; Ebû Dâvûd,
Ferâiz, 10; Tirmizî, Ferâiz, 15.
[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/301-302
[195] O takdirde meal şöyle olur: "Kendlerine kitap
verdiğimiz ve onu gereği gibi okuyan kimseler, işte onlar o kitaba iman
edenlerdir..."
[196] Dârimî, Salât 69; Müsned, V, 382, 384, 389, 394, 397
[197] 122. âyet 47. âyetin aynısıdır. 123. âyet ise 48.
âyetin hemen hemen aynısıdır. Bundan dolayı merhum müfessir ayrıca tefsir
etmemiştir.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/303-304
[198] Ancak görüleceği üzere başlıklar 20 değil, 23 tür.
[199] Buhârî, Tâ'bir 48; Müsned, V, 8.
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/304-305
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/305
[202] Muvatta, Sıfatu'n-Nebiyy 4.
[203] es-Sirâcu'1-Munîr, Şerhu'l-Câmii's-Sağir, II, 56'da
zayıf olduğu kaydıyla.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/306-307
[205] Hz. İbranim'in sünnet olmasına dair rivayetler için
bk. Buharı, Enbiyâ 8, İsti'zân 51; Müslim, Fedâil 151; Müsned, II, 322, 418,
435; Muvatta', Sıfatu'n-Nebiy 4.
[206] Çoğu rivayetler şeddesizdir. Bu da marangoz aleti olan
keser demektir. Şeddeli rivayette bu isim ile anılan yer de kastedilir, alet
de. Ancak çoğunluk bu kelimeyi şeddesiz ve marangoz aleti olan keseri
kastederek rivayet eder. (Arapça baskıdaki nottan)
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/307-308
[207] Müsned, V, 75
[208] Buhârt, Libâs 51, 63, 64; istizan 1; Müslim, Tahâre
49; Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tir-mizl, Edeb 14; Nesâî, Tahare 9, 10, Zinet, 55;
Muvatta', Sıfatu'n-Nebiyy 3; v.s.
[209] Ebû Dâvûd, Edeb 167
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/308-309
[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/309.
[212] Ress: Semud kavmine ait bir kuyunun ya da bir bölgenin
adıdır. Yemame yolunda bir kasaba olduğu da rivayet edilir. Rivayete göre
burada yaşayan kavim, peygamberlerini yalanlamış ve onu bir kuyuya atıp öldürdüklerinden
bu kavme "Ashabu'r-Ress" denilmiştir. (Lisanu'l-Arab, VI, 98)
[213] İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, XX, 61 ve XXIII, 140
[214] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/309-310.
[215] Buhârî, İsti'zân 51
[216] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/310.
[217] İbn Mâce, Edeb 39.
[218] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/311.
[219] I, 316-317.
[220] Müsned, I, 214.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/311-313.
[221] Buharı, Libâs 63-64; Müslim, Tahâre 52, 54; Tirmizî,
Edeb 18; Nesâi, Zinet 2, 56; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tirmizî, Edeb
15, 16; Muvatta', Şear 1.
[222] Tirmizî, Edeb 16.
[223] Hadisin baş tarafı beşinci başlıkta geçmişti.
Kaynakları için oradaki nota bakınız.
[224] Buhârî, Libâs 64; Müslim, Tahare 54.
[225] Buhârî, Libâs 64.
[226] Tirmizî, Edeb 17.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/313-315.
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/315.
[228] İbn Kesîr, Şemâilu'r-Rasûl, s. 50.
[229] Buhârî, Menâkıb 23, Menâkıbu'l-Ensâr 52, Libâs 70;
Müslim, Fedâil 90; Ebû Dâvûd, Te-reccul 10; Nesâî, Zinet 61; İbn Mâce, Libâs
36; Müsned, I, 287, 320. Bütün bu kaynaklar rivayeti ittifakla İbn Abbas'tan
nakletmektedirler, Enes'ten rivayet edenleri yoktur.
[230] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/315.
[231] Ebû Dâvûd, Tereccul 17; Tirmizi, Fedailu'l-Cihad 9;
Müsned, II, 179, 207, 210.
[232] Ebû Dâvûd, Tereccul 18; Nesâî, Zînet 15; Müsned, III,
247.
[233] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/315-316.
[234] Buhârî, Eti'me 25, 30, Fedailu's-Sahâbe 30, Enbiya
32,46; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 70, 89; Tirmizi, Et'ime 31; Dârimî, Et'ime 29.
[235] Müsned, VI, 350.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/316.
[236] Müslim, Tahare 51; Nesâî, Tahare 13.
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/316-317.
[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/317.
[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/317.
[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/317-318.
[241] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/318-319.
[242] Bk. Buhârî, Fiten 2, Ahkâm 43; Müslim, İmâre 41, 42;
Nesâî, Bey'at 1-5; İbn Mâce, Ci-hâd 41; Muvatta', Cîhâd 5; Müsned, III, 441, V,
314, 316, 319
[243] bk. el-Bakara, 2/30. âyetin tefsiri.
[244] Taberî ve tbnu'1-Esîr gibi tarihlerin 63. yılı
olaylarına bakınız.
[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/319-320.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/320.
[247] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/320-321.
[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/321-322.
[249] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/322-323.
[250] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/323.
[251] Müslim, Fedâilu's-Sahâbe 24.
[252] Buharı, Tefsir 2. sûre 6; Dârimî, Menâsik 33; Müsned,
I, 23, 24, 36.
[253] Müsned, I, 23, 24, 36'da. Ancak el-Mu'minûn, 23/14. âyetin
muvafakati sözkonusu edilmemektedir.
[254] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/323-324.
[255] Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvûd, Menâsik 56; Tirmizî, Hacc
33; Nesâî, Hacc 149; Dârimi, Menâsik 34; Müsned, III, 320.
[256] Buhûrî, Enbiyâ 9.
[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/324-325.
[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/326.
[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/326-327.
[260] Hadisin kaynağını tesbit edemedik.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/327.
[261] Müslim, Hacc 395; Müsned, V, 201; 208iVesdî, Menâsik
133; ayrıca bk, Buhârt, Salât 30
[262] Buhârî, Hacc 51; Müslim, Hacc 391-394; Nesat, Mesacid
5; Müsned, II, 120.
[263] Buhârî, Salât 96; Meğâzî, 77; Ebû DâvÜd, Menâsik 92;
Nesâî, Kıble 6, Menâsik 131; Mu-vatta', Hacc 193; Müsned, II, 113, 138, V, 210
[264] Mecmau'z-Zevâid, V, 173 muhtasar olarak.
[265] Bk. Buhârî, Zekât 55.
[266] Süyûti, el-Câmiu's-Sağtr, 5996. Kurtubî, Daru'l-Hadis
baskısından.
[267] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/327-329.
[268] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/329.
[269] Mecmau'z-Zevâid, X, 227'de zayıf olduğu kaydıyla
[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/329-330.
[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/330.
[272] Buhari, Buyu' 28, Sayd 10, Cizye 22..., Müslim, Hacc
445, 447; Ebû Dâvûd, Menâsik 89; Nesâî, Hacc 110, 120; İbn Mâce, Menâsik 103;
Müsned, I, 315...
[273] Sâ: 2, 75 litre ya da 2175 gr. Ebu Hanife ve
diğerlerine göre 3800 gr a tekabül eder. Mudd ise 0.688 litre ya da 675 gr'dır.
[274] Müslim, Hacc 454, 455; Buhârl, Buyu' 53 (ancak:
"iki katı fazlasıyla" yerine: "İbrahim'in Mekke'ye dua ettiği
gibi ettim" şeklinde). Medine'nin Hz. Peygamber tarafından haram ilan
edildiğini belirten diğer hadislerin yeri için bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres li
el-Fâzi'l-Hadis, VI, 452
[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/331-332.
[276] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/332-334.
[277] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/334.
[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/334-337.
[279] Müslim, Hacc 405; ayrıca bk. Buharı, Temenni 9, Hacc
42.
[280] Buhari, Hacc 42; Müslim, Hacc 401; Nesal; Menâsik 125.
[281] Buhârî, Hacc 42; Nesaî, Menâsik 125.
[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/337-339.
[283] Müslim, Hacc 402
[284] Müslim, Hacc 402
[285] Müslim, Hacc 403-404
[286] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/339-340.
[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/340-341.
[288] Müsned, I, 189-190; nynca bk. Buhârl,
Menâkıbu'l-Ensar, 24
[289] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/341-343.
[290] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/343-346.
[291] Müsned, V, 262; aynen bk. IV, 127, 128.
[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/346-347.
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/348-350.
[294] Buhârî, İman 19, Zekat 53; Müslim, îman 236, Zekat
131; Ebû Dûvûd, Sünne 15; Nesûî, İman 7, Müsned, I,
[295] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/350-351.