1- Allah'ın Boyası: Allah'ın Dini: 8

2- Müslüman Olanın Gusletme Gereği: 9

1- İnsanların Beyinsizleri: 11

2- Kıblenin Değiştirilmesine Dair Rivayetler: 11

3- Kıble Ne Zaman Değiştirildi?. 12

4- Hz. Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e Yönelme Keyfiyeti: 12

5- Hicretten Önce Kıble Neresiydi?. 13

6- Bu Âyet Neshin Delilidir: 13

7- Sünnetin Kur'ân İle Neshi: 13

8- Haber-i Vahid ile Yürürlükte Olan Hükmü Kaldırma: 13

9- Neshedici Hüküm Kendilerine Ulaşmayanların Durumu: 14

10- Vâhid Haberin Kabulü: 14

11- Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilişi: 14

1- Vasat Ümmet: 15

2- İnsanlara Karşı Şahitlik: 15

3- Bu Ümmet Üzerindeki Büyük Lütuflardan Birisi:  Vasat Ümmet Olmak  16

4- İcma ve îcma'a Göre Hüküm Vermek: 16

Ayetin Diğer Bölümleri: 16

1- Yeni Kıble Mescid-i Haram: 18

2- Mescid-i Haram'a Yönelmek: 18

3- Kıble Ka'be'dir: 19

4- Ka'be'yi Göremeyenin Kıbleye Yönelmesi: 19

5- Namaz Kılan Kimsenin Bakacağı Yer: 19

1- Herkesin Bir Kıblesi Vardır: 22

2- Herkes Kendi Kıblesine Yönelir: 22

3- Hayırlarda Yarış ve Namazın İlk Vaktinde Kılınması: 22

4- Kıyamet Günü Hepimizi Toplayacaktır: 24

1- Musibet: 28

2- İstircâ'da Bulunmak: (İnnâ Lillahi ve İnnâ İleyhi Râci'ûn) Demek: 29

3- En Büyük Musibet Dindeki Musibettir: 29

4- İstirca': (înnâ Lillah ve înnâ İleyhi Râciun): 29

5- Musibet Anında Istircâ'da Bulunmak: 29

6- Sabredenlere Allah'ın Ni'metleri: 30

1- Âyetin Anlaşılmasına ve Nuzül Sebebine Dair Rivayetler: 30

2- Safa ile Merve'nin Anlamı: 31

3- Allah'ın Şe'âiri: 32

5- Umre: 32

6- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmek: 32

7- Safa ile Merve Arasında Sa'yin Uygulaması: 33

8- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmenin Hükmü: 33

9- Ka'be ve Safa ile Merve Arasında Binekli Olarak Tavaf Edip Sa'yetmek: 34

1- Allah'ın İndirdiklerini Gizleyenler: 34

2- ilmin Gizlenmesi ve Açıklanması: 35

3- Apaçık Âyetler ve Haber-i Vâhid: 35

4- Gizlenmesi Caiz Olan Şeyler: 36

5- Apaçık Şekilde Bildirdikten Sonra: 36

6- Lanet ve Lanete Uğrayanlar: 36

7- Lanet Ediciler Kimlerdir?. 36

1- Kâfire Lanet Okumak: 37

2- Kâfire Lanet Okumaktan Kasıt: 38

3- Herkesin Laneti: 38

1- Hepinizin İlâhı Tek Bir İlâhtır: 39

2- O'ndan Başka Hiçbir İlâh Yoktur: 39

1- Âyetin Nüzul Sebebi: 39

2- Gece İle Gündüz: 40

3- Denizler ve Faydaları: 41

4- Denizde Yolculuk Yapmanın Hükmü: 41

5- Denizin Aşırı Dalgalı Olması Halinde Denizde Yolculuk: 42

6- İnsanlar İçin Faydalı Olan Gemiler: 42

7- Gökten İndirilen Su: 43

8- Yeryüzündeki Canlılar: 43

9- Esen Rüzgârlar: 43

10- Kur'ân-ı Kerim'de Rîh (Rüzgâr) Kelimesinin Farklı Kıraati: 44

11- İlim Adamlarının Rüzgâr ile İlgili Açıklamaları: 44

12- Bulutlar: 45

13- Ka'b el Ahbar'dan Bulutlara Dair Bir Rivayet: 46

14- Allah'ın Varlığı'nın Belgeleri: Âyetler. 46

1- Hoş Olan Şeyler Helâldir: 50

2- Helâl ve Temiz: 50

3- Şeytanın Adımları: 50

4- Açık Düşman Şeytan: 50

1- Atalarına Uyan Kâfirler: 51

2- Birşey Bilmeyen Ataları: 52

3- Taklid: 52

4- İlim Adamlarına Göre Taklidin Mahiyeti: 52

5- Taklid Yoluyla Bilgi Sahibi Olmak: 52

6- Avamdan Olanların Taklid Etmesi: 52

7- Akâid Konularında Taklid ve Kelamcılar: 53

1- Haram Kılınanlar: 55

2- Meyte'nin Anlamı: 55

3- Meyte'nin Mahiyeti: 56

4- Bu Âyetin Tahsisi: 56

5- Kur'ân-ı Kerim'in Sünnet ile Tahsis Edilmesi: 56

6- Meyte'den ve Necis Şeylerden Yararlanmak: 56

7- Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru: 57

8- Meytenin Derisi: 57

9- Meytenin Kılları ve Yünü: 57

10-  Temiz Birşeye Fare Düşerse: 58

11- Böyle Bir Sıvının Taharetine Hüküm Verilirse: 58

12- Tenceredeki Yemeğe Kuş ve Benzeri Hayvanlar Düşerse: 58

13- Meyteden Alınan Peynir Mayası ile Meytenin Sütü: 58

14- Kan: 59

15- Domuz Eti: 60

16- Domuzun Yağı: 60

17- Domuzun Kılları Müstesna Tümü Haramdır: 60

18- Su Domuzu: 60

19- Hınzır (Domuz) Kelimesi ile İlgili Dil Bilginlerinin Açıklamaları: 61

20- Allah'tan Başkasının Adına Kesilenler: 61

21- Zaruret Hali: 61

22- Zaruret Hangi Hallerde Sözkonusu Edilir: 62

23- Zaruret Halinde İzni Olmaksızın Başkasının Malından Yemek: 62

24- Şarap İçmek Zorunda Kalınırsa: 64

25- Zaruret Halinde Kan İçmek: 64

26- Boğazında Lokma Kalan, Şarapla İndirebilir mi ve Zarureti Gidermekte Öncelik: 64

27- Başkasına Ait Yiyecek Varken Meyte Yemesinin Hükmü: 65

28- Meyteden Yeme Miktarı: 65

29- Haram İle Tedavi: 66

30- Zaruret Halinde Haramlardan Yararlanmanın Şartları: 66

31- Haramın Mubah Kılınmasının Bir Diğer Şartı: 67

32- Masiyet Halinde Zaruret Dolayısıyla Ruhsattan Yararlanmak: 67

34- Allah Gafurdur, Rahimdir. 68

1- Âyetin Nüzul Sebebi: 70

2- "Birr" Kelimesinin Okunuşu: 70

3- Birr'in Anlamı: 71

4- Sözlerinde Duranlar ve Sabredenler: 71

5- Bu Ayetin Önemi: 72

6- Malı Veren.. 73

7- "Ona Olan Sevgisine Rağmen..". 73

8- Ahidlerini Yerine Getirenler: 74

1- Âyetin Nüzul Sebebi: 74

2- "... Üzerinize Kısas Yazıldı": 75

3- Kısasın Şekli: 75

4- Kısası Kim Uygular?. 75

5- Katil ile Maktul Farklı Nitelikte Olursa: 76

6- Hür ile Köle Arasındaki Kısas: 76

7- Kâfire Karşılık Müslümanın Öldürülmesi: 77

8- Köle ile Hür, Erkek ile Dişiden Biri Diğerini Öldürürse: 77

9- Kadın ve Erkeğin Birbirlerine Karşılık Öldürülmesi: 78

10- Kölesini Öldüren Efendinin Hükmü: 78

11- Baba ile Oğul Arasında Kısas: 78

12- Bir Kişiye Karşılık Topluluğun Öldürülmesi: 79

13- Kısas ve Diyet: 80

14- Kasten Öldürenden Diyetin Alınması ile îlgili Görüşler: 80

15- Kısasın Affedilmesi: 81

16- Ödemede Kolaylık: 82

17- Diyet Aldıktan Sonra...: 82

 


132. İbrahim de bunu oğullarına vasiyet etti. Ya'kub da: "Ey oğul­larım, Allah sizin için bu dini beğenip seçti. O halde siz ancak Müslümanlar olarak can verin."

 

"İbrahim de bunu" yani bu dini "oğullarına vasiyet etti." Bir görüşe gö­re onurf oğullarına vasiyet ettiği: "Alemlerin Rabbine teslim oldum" sözüdür. Bu daha doğrudur. Çünkü, sözü geçen en yakın şey odur. Yani: "Siz de alem­lerin Rabbine teslim olduk deyiniz," demektir.

Vasiyet etti" Aynı anlama gelen Kureyşlilerce kullanılan iki ayn söyleyiştir. Her iki şekilde de okunmuştur. Abdullah b. Mes'ud'un mus-hafında birinci şekildedir. Hz. Osman mushafında ise ikinci şekildedir ve bu ikinci şekil Medine halkıyla Şamlıların kıraatidir. Öbürleri ise birinci şekilde okumuşlardır ve bunda teksir (çokça yapma) anlamı vardır.

"Yakub da" İbrahim'e atfedilmiştir. Bunun atıf olmayıp yeni bir cümle ol­duğu da söylenmiştir. Buna göre anlamı şöyle olur: Yakup da oğullarına va­siyette bulunup şöyle dedi: Oğullarım, şüphesiz ki Allah sizin için bu dini be­ğenip seçmiştir. Buna göre aynı tavsiyeyi önce İbrahim kendi oğullarına, on­dan sonra da Yakub kendi oğullarına yapmış olur.

İbrahim'in oğullan ise büyük oğlu İsmail'dir. Hz. İbrahim onu henüz süt emen bir bebek iken Mekke'ye götürdü. İki yaşında iken götürdüğü, ondört yaşında iken götürdüğü de söylenmiş ise de- ileride İbrahim Sûresi'nde yü­ce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- birinci görüş daha sahihtir.

Hz. İsmail kardeşi Hz. İshak'tan ondört sene önce dünyaya gelmiştir. Yüz otuzyedi yaşında vefat etmiştir. Yüzotuz yaşında vefat ettiği de söylenmiştir. Babası İbrahim (a.s) vefat ettiğinde kendisi seksendokuz yaşında idi. Bir gö­rüşe göre Allah tarafından boğazlanması emredilen odur.

Hz. İshak'ın annesi ise Sare'dir. Bir diğer görüşe göre ise boğazlanması em­redilen odur, ileride yüce Allah'ın izniyle es-Saffat Sûresi'nde açıklanacağı üze­re daha sahih olan da budur. [1] Rumlar, Yunanlılar, Ermeniler ve onlara bağ­lı olan diğer kollar ile İsrailoğulları onun soyundan gelirler.

Hz. İshak yüzseksen yıl yaşamış, Arz-ı mukaddeste vefat etmiş, babası İb­rahim el-Halil'in yanında defnedilmiştir. (ikisine de selam olsun).

Daha sonra da Sare vefat edince Hz. İbrahim Kenanlı Yaktan kızı Kantu-ra ile evlenmiştir. Kantura'dan Medyen, Medâin, Nehşân, Zemran, Neşik ve Şeyuh adındaki çocukları doğmuştur. Sonra da vefat etmiştir.

Hz. İbrahim'in vefatı ile Peygamber (s.a)'ın doğumu arasında yaklaşık iki bin altıyüz yıllık bir zaman geçmiştir. Yahudiler bundan dörtyüz yıl gibi da­ha kısa bir zaman zikrederler. Hz. Yakub'un çocuklarından yüce Allah'ın iz­niyle Yusuf Sûresi'nde söz edilecektir.

Amr b. Faid el-Esvafî ile İsmail b. Abdullah el-Mekkî: " ve Yakub'a* şeklinde "oğullarına" kelimesine atfederek okumuştur. (O takdirde buyruğun anlamı: "İbrahim de bunu oğullarına ve Ya'kub'a vasiyet etti, şeklinde olur). Buna göre Hz. Yakub da Hz. İbrahim'in kendilerine vasiyette bulunduğu kim­selerin kapsamına girer.

el-Kuşeyrî der ki: Bu kelime nasb ile "oğullarına" üzerine atfedilerek okun­muştur. Ancak uzak bir ihtimaldir. Çünkü Yakub, vasiyette bulunduğu sıra­da Hz. İbrahim'in çocukları arasında değildi. Onun dedesi Hz. İbrahim'e ye­tiştiğine dair bir nakil de yoktur. Hz. Yakub, Hz. İbrahim'in vefatından son­ra dünyaya gelmiştir. Ve ayrıca Hz. Yakub kendi oğullarına da tıpkı Hz. İb­rahim'in yaptığı gibi vasiyette bulunmuştur. Hz. Yakub'un oğullarının adla­rı yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir. el-Kelbî der ki: Hz. Yakub, Mısır'a girdiğinde onların putlara, ateşe ve ineklere taptıklarını görür. Çocuklarını bir araya toplar ve onların bu şekilde şirke düşeceklerinden korktuğundart Benden sonra neye ibadet edeceksiniz diye sorar...

Denildiğine göre, Hz. Yakub'a bu adın veriliş sebebi şudur: Hz. Ya­kub'un el-İs adında ikiz[2] kardeşi varmış. Annesinin karnından çıktığında Hz. Yakub kardeşi el-İs'in topuğunu tutmuş idi. Ancak böyle bir açıklama su götürür. Çünkü o takdirde bu, Arap diline uygun bir türetme olur. Halbuki Yakub Arapça olmayan bir isimdir. Her ne kadar bu kelime kekliğin erkeği­ne verilen Arapça ada uygun düşse de Arapça değildir. Hz. Yakub, yüzkırk-yedi yıl yaşamış ve Mısır'da vefat etmiştir. Arz-ı Mukaddes'e taşınıp götürül­mesini ve babası Hz. İshak'ın yanında gömülmesini vasiyet etmişti. Oğlu Hz. Yusuf, onu oraya kadar götürmüş ve onu orada defnetmiştir.

Yüce Allah'ın: Ey oğullarım" buyruğu: Ey oğulların, dedi, anlamındadır. İbn Mes'ûd'un ve.ed-Dahhâk'ın kıraatinde de böyledir.

el-Ferrâ der ki: Bu edatın bu buyrukta hazf edilmesi, tavsiye etmenin de "demek" anlamını ihtiva etmesinden ötürüdür. Demek anlamını ihtiva eden her sözün başına bu edatın getirilmesi de caizdir, hazf edilmesi de. Nahiv-cilerin burada "dedi" anlamını veren bu edatı kast ederek hazf edilmiştir, şek­lindeki açıklamalarının hiç bir değeri yoktur.

en-Nehhâs der ki: Ey oğullarım!" buyruğu, muzaf bir nidadır. Sona gelen bu "yâ" harfi mütekellim yâ'sı olduğundan ancak üstün okunma­sı mümkündür. Çünkü sakin (med harfi) olarak okunursa, iki sakin bir ara­ya gelmiş olur.

Muhakkak Allah..." buyruğunda de hemzenin esreli olu­şu, "vasiyet etti" de "dedi"nin aynı anlamı ihtiva ettiklerindendir. Burada "de­di ki" anlamındaki kelimenin hazf edildiği de söylenmiştir.

"Ey oğullarım, Allah sizin için bu dini" yani İslâm'ı "beğenip seçti." Be­ğenip seçmek anlamına gelen "ıstıfa"yı recez vezniyle şair şöylece kullanmış­tır:

"Ey mülkler miras bırakan hükümdarların oğlu, Allah'ın sana vermiş olduğu halifeliği (de miras aldın). Seni onun için beğenip seçti, onu da senin için beğenip seçti."

Âyet-i kerimede "din" kelimesinin başına gelen elif lam (ed-dîn şeklinde) ahit içindir, çünkü onlar bu dini önceden beri tanıyorlardı.

"O halde siz ancak müslümanlar olarak can verin." Bu ifade, beliğ bir kazdır. Anlamı da şudur: İslâm'a bağlı kalına İslâm üzere devam edin ve ölün­ceye kadar asla ondan ayrılmayın. Hz. Yakub (as) hem maksadı ihtiva eden hem de ölümü hatırlatan, öğüt veren bir muhtevaya sahip veciz bir ifade kul­lanmıştır.

Şöyle ki; kişinin öleceği muhakkaktır. Ancak ne zaman öleceğini bilmez. Bir kimseye ancak üzerinde bulunduğu bir hal ile ölümün kendisine gelmesi emredilecek olursa, artık hitabın yapıldığı andan itibaren kesintisiz olarak verilen o emre bağlı kalması istenmiş olur.  Ancak... can verin...", buyruğunda  nehy edatıdır. nehy dolayısıyla cezm mahallinde-dir. Şeddeli nün ile tekid edilmiş, iki sakin arka arkaya geldiğinden vav har­fi hazf edilmiştir.

"Ancak Müslümanlar olarak..." anlamındaki buyruk, hal konumunda mebtadâ ve haberdir.

Yani Rabbiniz hakkında güzel zan besleyerek "can verin." İhlas sahibi ola­rak, işinizi Allah'a havale ederek mü'minler olarak can verin, anlamlarına gel­diği de söylenmiştir. [3]

 

133. Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydı­nız? Hani o oğullarına: "Benden sonra siz neye ibadet edecek­siniz?" dediği zaman onlar: "Senin ilahına ve babaların İbra­him, İsmail ve İshak'ın bir ve tek olan ilahına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olmuşuzdur" demişlerdi.

 

"Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız?" : Hazır... diniz" anlamındaki kelime (Ol*)in haberidir. Sonunda te­nis alameti olan hemze bulunduğundan munsarıf değildir. Bu alametin ge­liş sebebi ise çoğulun müennes hükmende olmasıdır. Bu hemze de tıpkı müenneslik he (te) si gibi isimlerin sonuna gelir. Hitap Hz. İbrahim'e çocuk­larına tavsiye etmediği şeyleri nisbet eden ve onların yahudi ve hristiyan ol­duklarını ileri süren yahudilerle hıristiyanlara yöneliktir. Allah onların bu söz­lerini ve yalanlarını reddetmekte ve azarlayıcı bir üslupla onlara şöyle ses­lenmektedir: Siz Yakub'u gördünüz ve onun neyi tavsiye ettiğini bildiniz mi ki bir bilgiye dayanarak böyle bir iddiada bulunmaktasınız? Bu da; hayır siz hazır değildiniz, onu görmediniz, aksine iftira etmektesiniz, anlamındadır.

Burada "yoksa" hayır anlamınadır. Yani hayır asıl Yakub'un huzurunda bu­lunanlar sizler değil, sizden öncekiler, sizin geçmişlerinizdir. "Şüheda" ha­zır bulunan anlamında "şahit" kelimesinin çoğuludur.

"Ölüm"den önceki haller ve ölümün sebepleri "Yakub'a gelip çatığı za­man..." çünkü bizzat ölümün kendisi geldiği takdirde herhangi bir şey söy­lemesine imkân olmazdı.

Hz. Yakub, tapınacakları ma'bud ile ilgili olarak "neye" diye soru sormuş, "kime" diye sormamıştır. Çünkü o, onları denemek istemişti. Şayet "kime" de­miş olsaydı maksadı oğullan arasından kimlerin hidâyet sahibi olduklannı gör­mek olacaktı, halbuki o hepsini denemek istediğinden dolayı "neye" diye sor­muştur. Diğer taraftan Allah'tan başka tapınılan ma'budlar putlar, ateş, gü­neş ve taşlar gibi cansız yaratıklardır. O bakımdan Hz. Yakub bu tür cansız­lardan neye ibadet edeceklerini anlamak istemiştir.

"Benden sonra" ölümümden sonra demektir. Anlatıldığına göre Hz. Ya­kub peygamberlerin muhayyer bırakıldığı şekilde hayat ve ölümden birisi­ni seçmekte serbest bırakılınca ölümü seçmiş ve: Oğullanma ve aileme va­siyet edinceye kadar bana mühlet veriniz, demiş, onları bir araya toplamış ve bu sözleri söylemiştir. Onlar da doğru yolu bularak: "Senin ilahına., iba­det edeceğiz" diye cevap verdiler. Bu cevapları ile de hak din üzere sebat ettiklerini, şanı yüce Allah'ı tanıdıklarını ona gösterdiler.

"Senin ilahına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir ve tek olan ilahına ibadet edeceğiz... demişlerdi."

İbrahim, İsmail ve İshak isimleri, mecrûr olan "babaların" anlamındaki ke­limeden bedel olarak cer mahallindedirler. Bu isimler, Arapça olmadıkların­dan munsarıf değildirler. el-Kisâî der ki: İstersen "İshâk" ismini (ufalamak de­mek olan:) "sahk"tan gelmiş kabul edebilirsin. Yakub'u da (erkek keklik de­mek olan) kuştan türetebilirsin. (O taktirde bunlar munsarıf olurlar, demek istiyor).

Şanı yüce Allah amcaya ve dedeye "baba" adını vermiştir. Önce dedeyi sonra amca olan İsmail'i yaşça Hz. İshak'tan büyük olduğundan dolayı zik­retmektedir. İkinci "ilah" kelimesi birincisinden bedeldir. Tekrarlanması vahdaniyet sıfatıyla birlikte "tek olan ilah" şeklinde tekrar edildiğinden do­layıdır. İkinci "ilah" kelimesinin hal olduğu da söylenmiştir. [4] İbn Atiyye der ki: Bu güzel bir görüştür, çünkü maksat vahdaniyyetin isbat edilmesidir.

el-Hasen, Yahya b. Ya'mer, el-Cahderî ve Ebu Reca el-Utaridî"Babanın ilahına" diye okumuşlardır. Bunu iki şekilde açıklamak mümkündür:

a) Hz. İbrahim'i tek olarak zikretmiş ve amca olduğundan dolayı Hz. İs­mail'i baba olarak zikretmek istememiştir. en-Nehhâs der ki, böyle birşey ge­rekmez, çünkü Araplar amcaya da baba demektedirler.

b) Burada kelimesi Sibeveyh'in görüşüne göre cem'i müzekker-i salim olur. Çünkü Sibeveyh baba demek olan "eb" kelimesinin ebune ve ebî-ne şeklinde geldiğini nakletmektedir. Şair nitekim şöyle demiştir:

"Biz onlara teslim olunuz, çünkü bizler sizin kardeşleriniziz dedik."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Bizim seslerimizi anladıklarında (o esir kadınlar) Ağlaştılar ve bizim için: Babalarımız size feda olsun, dediler." "Biz ona teslim olmuşuzdur." Mübteda ve haberdir. (Meal de buna gö­re yapılmıştır). Hal durumunda olması da muhtemeldir. (O takdirde anlamı şöyle olur: "Biz ona teslim olmuşlar olarak senin ilahına., ibadet edeceğiz"). Âmil ise "ibadet edeceğiz" anlamındaki fiildir. [5]

 

134. Onlar bir ümmetti, geçtiler. Onların kazandığı kendilerinindir. Sizin kazandığınız da sizin ve siz onların işlediklerinden so­rumlu olacak da değilsiniz.

 

"Onlar bir ümmettiler geçtiler" buyruğunda "onlar" mübteda "bir üm­metti" onun haberidir. "Geçtiler" de ümmetin sıfatıdır. (Buna göre anlam: Onlar gelip geçen bir ümmetti, şeklinde olur). Arzu edildiği takdirde müb-tedanın haberi de kabul edilebilir. (Asıl mealde olduğu gibi). O takdirde "üm­met" kelimesi "onlar" kelimesinden bedel olur.

"Onların kazandığı kendilerinindir, sizin kazandığınız da sizin" buy­ruğunda: "mâ: şey, ne" mübteda olarak ref mahillindedir. Ya da Kûfelilerin görüşüne göre sıfattır. Hayır ve şer türünden neyi kazandıysanız ve onlar ne kazandıysa herkesin kazandığı kendisinindir.

Bu buyrukta kula amellerin ve kazançların izafe edileceğinin, kula dayan­dırılacağının delili vardır. Her ne kadar bunları işlemek ve kazanmak gücü­nü veren yüce Allah ise de eğer bu kazandığı şey bir hayır ise onun lütfuy-la onu kazanmıştır. Eğer bir şer ise adaleti ile kazanmıştır. Ehl-i Sünnet'in bu konudaki görüşü budur. Bu anlamı ifade eden Kur'ân-ı Kerim'deki âyet-i ke­rimeler pek çoktur. Kul, fiillerini kazanandır. Bunun anlamı ise kul için fiil ile birlikte onu işleyebilecek bir kudret de yaratılmıştır. Bununla ihtiyara, ya­ni seçim ve tercihe dayalı hareket ile mesela titreme sonucu meydana gelen hareket arasındaki fark anlaşılabilmektedir. İşte böyle bir fiil yapabilme kud­retini veren bu imkân, insanın mükellef tutulmasının kaynağını teşkil eder.

Cebriyye ise kulun fiillerini kazanmasını (kâsib olmasını) reddetmektedir. Onlara göre rüzgârın evirip çevirdiği bir kuru yaprak bir bitki gibidir.

Kaderiye ve Mu'tezile bu iki görüşten farklı bir görüş ortaya atarak kulun kendi fiillerini yarattığını ileri sürmektedirler.

"Ve siz onların işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz." Yani kimse kimsenin günahından sorumlu tutulmayacaktır. Buyruk yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır: "Hiçbir (günah) yüklenici başka bir yükleni­ci (nefs)in yükünü yüklenmez." (el-En'am, 6/164) Yük taşıyan hiçbir kimse başkasının ağırlığını taşımayacaktır. Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. [6]

 

135. "Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız" dediler. De ki: "Hayır, muvahhid olarak İbrahim'in dinine (uyarız); o şirk koşanlardan değildi."

 

"Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız, dediler." Her bir kesim tuttuğu yola çağrıda bulundu; yüce Allah onların bu iddialarını red­dederek: Ey Muhammed "De ki: Hayır, muvahhid olarak İbrahim'in dini­ne" uyarız, diye buyurdu. Bunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Ha­yır, biz İbrahim'in dinine uyarak hidâyet bulabiliriz.

İbnu'l A'rec ve İbn Ebi Able: şeklinde okumuşlardır. İfadenin -o zaman- takdiri şöyle olur: Hayır, hidâyet İbrahim'in dinine uymakla olur ve­ya bizim tuttuğumuz din İbrahim'in dinidir.

"Hanlfen: Muvahhid olarak" hoşlanılmayan dinlerden İbrahim'in dini olan hak dine yönelerek, demektir. Kelime ez-Zeccâc'a göre haldir. Yani, ha­yır biz bu durumda İbrahim'in dinine tabi oluyoruz. Ali b. Süleyman da şöy­le demektedir: Burada bu kelimeyi hal kabul etmek yanlıştır. Çünkü bu tür söyleyişler caiz değildir (doğru değildir). Hz. İbrahim'e hanif denilmesinin sebebi onun Allah'ın dini olan İslâm'a yönelmiş olmasıdır. Çünkü "el-hanef' meyletmek demektir. Ayaklarının parmaklan birbirlerine (içe) doğru olan kim­se için ahnef ve hanfâ denilir. Bu durumda olan ayaklara da böyle denilir. Umm el-Ahnef şöyle demiştir:

"Allah'a yemin ederim eğer onun ayağında bir hanef (parmakları birbirine yakın) olmasaydı Sizin yiğitleriniz arasında onun gibisi bulunmazdı."

Şair de şöyle demektedir:

"Gölge öğleden sonra yönünü değiştirdi mi onu hanif görürsün Kuşluk vaktinde ise hıristiyanlığa giriyor."

Bu sözleriyle öğleden sonra kıbleye doğru dönen sabah ise hıristiyanla-rın kıblesi olan doğu tarafına dönen bukalemunu kastetmektedir.

Bazılanna göre de "el-hanef" istikamet demektir. Hz. İbrahim'in dinine "Ha-nîf' denilmesi istikameti yani dosdoğru olması dolayısıyladır. İşte ayaklan çar­pık olan kimseye "ahnef denilmesi "istikamefin uğurundan istifade etmek için (tefeuul)dır. Nitekim zehirli bir hayvan tarafından sokulan kimseye "se­lim", oldukça tehlikeli geçitlere de "Mefâze" (kurtuluş yeri) denilmesi de bu türdendir. Çoğu dilcilerin görüşüne göre (bu şekilde) kullanım bundan do­layıdır. [7]

 

136. Deyin ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İs-hak'a, Yakub'a ve Esbat'a indirilene, Musa'ya, İsa'ya verilenle­re ve bütün peygamberlere Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onlardan birini diğerinden ayırdetmeyiz. Biz ona teslim olmuşuzdur."

 

Buhârî Ebu Hureyre (r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kitap ehli Tevrat'ı İbranice okuyor ve müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Rasûlullah (s.a) ise şöyle buyurdu: "Kitap ehlini tasdik de etmeyin yalanlamayın da. Bu­nun yerine Allah'a ve bize indirilene... iman ettik, deyin (diye bu âyet-i ke­rimeyi okudu). [8]

Muhammed b. Sirîn der ki: Sana sen mü'min misin diye sorulacak olur­sa, "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a.. indirilene-iman ettik" âyeti ile cevap ver.

Selefin çoğunluğu kişinin: Ben hakikaten mü'minim, demesini hoş karşj-lamamışlardır. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Enfal Sûresi'n-de (el-Enfal, 8/5. âyet, 3. başlıkta) gelecektir.

Önceki ilim adamlarından birisine bir kimseye bilmediği bir isim zikredi­lerek: Filan peygambere iman ediyor musun diye soru sorulmuş. Ve denil­miş ki: Eğer evet iman ediyorum derse belki o isimde bir peygamber yok­tur.

Dolayısıyla peygamber olmayan bir kimsenin peygamberliğine şahitlik et­miş olur. Eğer hayır derse belki o kimse peygamberdir, böylelikle peygam­berlerden birisini inkâr etmiş olur. Bu kimse ne yapsın? Bu sorunun muha­tabı şöyle cevap verir: Böyle bir kimsenin: Eğer peygamber ise ben buna iman ettim, demesi gerekir.

Bu âyet-i kerimede hitap bu ümmete yöneliktir. Onlara neye iman etme­leri gerektiğini öğretmektedir.

İbn Abbas der ki: Yahudilerden bir grup Peygamber(s.a)'ın yanına gele­rek peygamberlerden kime iman ettiklerine dair soru sorarlar, bunun üzeri­ne bu âyet-i kerime nazil olur. Hz.İsa söz konusu edilince: Hayır biz İsa'ya da iman etmeyiz ona iman edene de etmeyiz, dediler.

"Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Es-bata indirilene., iman ettik." [9]

el-Esbat: Yakub (a.s)'ın çocuklarıdır. Bunlar oniki tanedir. Onlardan her birisinin soyundan bir ümmet gelmiştir. Tekili sıbt gelir. İsrailoğullannda sıbt, İsmailoğullarında kabile durumundadır. Onlara "el-esbat" denilmesi, peşpe-şe demek olan "es-Sabt"tan alınmadır. Onlar arka arkaya gelen topluluktur­lar. Bunun aslının "es-sebat" olduğu da söylenmiştir ki ağaç demektir. Yani onlar çoklukları itibariyle ağaca benzerler. Ebu İshak ez-Zeccâc der ki: Bu hususu bize Muhammed b. Ca'fer el-^nbarî'nin şu anlattıkları açıklamakta­dır:

el-Enbarî dedi ki: Bize Ebu Büceyd (bazı nüshalarda Mecid) ed-Dekkâk anlatarak dedi ki: Bize el-Esved b. Amir anlatarak dedi ki: Bize İsrail, Si-mak'tan, o İkrime'den o İbn Abbas'tan rivayetle dedi ki: On peygamber dı­şında bütün peygamberler İsrailoğullarındandır. Bu on peygamber: Nuh, Şu-ayb, Hud, Salih, Lut, İbrahim, İshak, Yakub, İsmail ve Muhammed (s.a)'dır. İsa ile Yakub dışında hiç birisinin iki ismi olmamıştır. Sıbt ise asılları bir olan topluluk ve kabile demektir.

Saç hakkında (kök olan) sebt ve sebit (ta harfi ile) kullanılırsa, düz olma­yan, dalgalı saç, demek olur.

"Onlardan birini diğerinden ayırdetmeyiz." el-Ferra der ki: Yani yahu-di ve hıristiyanların yaptığı gibi bir kısmına iman ederken bir kısmını inkâr etmeyiz. [10]

 

137. Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse hidâyet bulurlar. Ve eğer yüzçevirirlerse onlar ancak muhalefettedir­ler. Onlara karşı Allah sana yeter. O hakkıyla işiten, kemâliy­le bilendir.

 

"Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse hidâyet bulur­lar.'' Burada hitap Muhammed (s.a) ve onun ümmetinedir. Anlamı şudur: On­lar sizin gibi iman eder, sizin gibi tasdik ederlerse hidâyet bulmuş olurlar. Bu­rada birbirinin misli ve benzeri olmak, iki iman arasında sözkonusu olmuş­tur. Ve (bimisli'nin başındaki) "be"nin fazladan ve pekiştirmek için geldiği belirtilmiştir.

Taberî'nin anlattığını İbn Abbas şu şekilde okumuş:

Eğer onlar sizin iman ettiğinize iman eder­lerse hidâyet bulurlar." Mushaftaki kıraate uygun olmasa bile kıraatin ifade ettiği anlam da budur. Buradaki "misi: gibi" kelimesi yüce Allah'ın:

"Hiçbir şey O'nun gibi değildir" (eş-Şûrâ, 42/11) buyru­ğunda olduğu gibi fazladandır. Onun gibi birşey yoktur anlamındadır. Nite­kim şair de burada (misi) kelimesini fazladan kullanarak şöyle demektedir:

"Böylelikle onlar yenilmiş saman gibi edildiler."

Bakiyye rivayet ediyor: Bize Şu'be, Ebû Hamza'dan, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Sizler, eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse" demeyiniz; çünkü yüce Allah'ın misli (benzeri) yoktur. Fakat bunun yerine: Onlar sizin iman ettiğinize iman ederlerse, deyiniz. AB b. Nasr el-Cehdamî de Şu'be yoluyla bu şekilde rivayet etmektedir ki bunu el-Beyhakî zikretmiştir.

Anlamı şudur: Eğer onlar sizin peygamberinize ve bütün peygamberlere iman edip ayrım gözetmediğiniz gibi onlar da hiçbir ayrım gözetmezlerse hi­dâyet bulmuş olurlar. Şayet kabul etmeyip mutlaka peygamberler arasında ayrım gözetmeye kalkışırlarsa o takdirde onlar dinden uzaklaşmış, ayrılığa düşmüş ve muhalefet etmiş olurlar. "Onlara karşı Allah sana yeter."

Nazar ehli (kelamcılar)dan bir grubun şöyle dedikleri nakledilmiştir: Yü­ce Allah'ın: "Onun misli gibisi yoktur" (eş-Şûrâ, 42/11) buyruğunda yer alan (ve gibi anlamına gelen): "kef' harfinin fazladan olma ihtimali vardır. İbn Abbas'tan nakledilen ve çoğunluğun okuyuşunu yasakladığına dair olan riva­yet ise, İbn Abbas'ın yüce Allah'tan teşbihi nefyetmek hususundaki müba­lağalı bir tutumu dolayısıyla ortaya koyduğu özel bir kanaatidir. İbn Atiyye de der ki: Böyle bir rivayet İbn Abbas'tan tefsir türündendir. Yani bu, bu şe­kilde açıklanır, demektir.

Buradaki "be" harfinin "alâ" anlamına geldiği de söylenmiştir. O takdir­de anlamı şöyle olur: "Eğer onlar sizin imanınız üzere (gibi) iman ederlerse hidâyet bulmuş olurlar."

Buradaki "gibi" kelimesinin asıl anlamı ile kullanıldığı da söylenmiştir. Ya­ni "Allah tarafından size indirilenler gibisine iman ederlerse" anlamındadır. Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ben Allah'ın indirdiği bü­tün kitaplara iman ettim." (eş-Şûrâ, 42/15); "Bize ve size indirilenlere iman ettik., deyiniz." (el-Ankebût, 29/46)

"Ve eğer" iman etmekten "yüzçevirirlerse onlar ancak muhalefettedir­ler."

Zeyd b. Eşlem der ki: Şikâk (muhalefet); anlaşmazlık demektir. Şikâk'ın mücadele, muhalefet ve karşılıklı düşmanlık anlamına geldiği de söylenmiş­tir. Aslı, yan taraf anlamına gelen "eş-Şık" kelimesidir. İki kesimden her bi­risi adeta karşı tarafın bulunduğu şıkkın başkasında imiş gibi bir ifadedir. Şa­ir der ki:

"îlim adamlarını kaça (kaç kişiye) kadar zorla öldürecek Ve şikak ve nifak ile günah işleyip duracaksın?"

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Aksi takdirde biliniz ki bizler ve sizler

Kaldığımız sürece şikak (ayrılık) içinde bâğî kimseleriz."

"Şikak"ın meşakkatli ve zor gelen işi yapmaktan alındığı da söylenmiştir. Sanki her iki kesimden birisi karşı tarafa ağır ve meşakkatli gelen işi yapmak istiyormuşçasına davranmaya "şikak" denilir.

"Onlara karşı Allah sana yeter." Yani Allah düşmanına karşı Rasûlüne ye­tecektir. Adeta bu, yüce Allah tarafından Peygamberine yapılan ve kendisi­ne karşı inatla direnen, muhalefet eden, yüzçevirmiş kimselere karşı hidâyet ihsan edeceğini, mü'minler vasıtasıyla ona kafi geleceğini, onların hakkın­dan geleceğini, ifade eden bir va'di gibidir.

Allah ona verdiği bu va'dini yerine getirmiştir. Kaynukaoğullannın ve Kurayzaoğullannın öldürülmesiyle Nadiroğullarının sürgüne gönderilmesiyle bu vaad gerçekleşmiştir.

Ayrıca "Onlara karşı Allah sana yeter" buyruğu Hz. Osman'ın şehid edildiği vakit kanının üzerine damladığı kelimedir. Hz. Osman, Peygamber (s.a)'ın kendisine haber verdiği şekilde şehid düşmüştür.

"O" söz söyleyen herkesin sözünü "hakkıyla işiten ve" kulları hakkında neleri uyguladığını, onlara neler yaptığını "kemaliyle bilendir."

Nakledildiğine göre Ebu Dulâme, Mansur'un yanına girdiğinde başında uzunca bir başlık ve (arka tarafından) omuzları arasında: "Onlara karşı Al­lah sana yeter. O hakkıyla işiten ve kemaliyle bilendir" diye yazılı, ön ta­rafından açık bir cübbe giyindiğini, beline kılıcı astığını görür. Mansur bü­tün askerlere bu şekilde kıyafet giymelerini emretmişti. Ebu Dülame'ye: Nasılsın ya Ebû Dulâme diye sorunca o: Kötü haldeyim ey mü'minlerin emiri der. Bu sefer Mansur: Neden diye sorunca: Yüzü belinde, kılıcı kıçın­da, Allah'ın Kitabını da sırtının arkasına atmış bir kimse hakkındaki kanaatim ne olabilir? Mansur onun bu sözüne güldü ve derhal bu kıyafetin değiştiril­mesi için emir verdi. [11]

 

138. Allah'ın boyası... boyası Allah'tan daha güzel kim olabilir! Biz O'na ibadet edenleriz.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1- Allah'ın Boyası: Allah'ın Dini:

 

"Allah'ın boyası", el-Ahfeş ve başkaları Allah'ın dini demektir, demişler­dir. Bu buyruk (daha önce, 135. âyette geçen): "İbrahim'in dinine" buyru­ğundan bedeldir. (Yani Allah'ın dinine uyarız).

el-Kisaî der ki: Bu, "tabi olunuz" emri takdir edilerek nasbedilmiştir. Ya da bağlı kalınız, ondan ayrılmayınız anlamını ifade edecek şekilde iğra' [12] olmak üzere nasbedilmiştir.

Bu buyruk, merfu olarak okunsa da caizdir. O, Allah'ın boyasıdır, demek olur. Şeybân, Katade'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudiler kendi çocuklarını yahudi olarak boyarlar, hıristiyanlar da çocuklarını hıristiyan olarak boyarlar. Allah'ın boyası ise İslâm'dır.

ez-Zeccâc der ki: Bunun bu anlamda olduğunu, "boya" kelimesinin (da­ha önceden geçen): "millet (din)" kelimesinden bedel olduğunu göstermek­tedir. Mücahid de der ki: (Allah'ın boyası demek), Allah'ın insanları üzerin­de yaratmış olduğu fıtratıdır. Ebu İshak ez-Zeccâc der ki: Mücahid'in bu açıklaması nihayet Allah'ın boyasının İslâm olduğu anlamına gelir. Çünkü fıtrat yaratmanın başlangıcıdır. İnsanların üzerinde ilk olarak yaratıldıkları fıtrî din ise İslâm'dır.

Mücahid'den, el-Hasen, Ebu'l-Âliye ve Katade'den: Boya dindir, dedikle­ri rivayet edilmiştir. Bunun aslı ise şudur: Hıristiyanlar çocuklarını suya bo-yuyorlardı (batırıyorlardı.) İşte onların vaftiz dedikleri şey budur. Bu işi ya­parak; işte bu çocuklarımız için bir temizlemedir, derlerdi. İbn Abbas der ki: Hıristiyanların bir çocukları olduğu zaman onun üzerinden yedi gün geçti mi onu vaftiz suyu adı verilen bir suya daldırıyorlar ve sünnet olmak yerine bu su ile temizlemek kastıyla böyle yapıyorlardı. Çünkü sünnet de bir temiz­liktir. Onlar bu işi yaptıkları kimse için: İşte şimdi gerçek bir hıristiyan oldu, diyorlardı. Yüce Allah ise: "Allah'ın boyası" diye buyurarak onların bu ka­naatlerini reddetmektedir. Yani Allah'ın boyası en güzel boyadır ki o da İs­lâm'dır.

Burada yüce Allah'ın "dine" boya adını vermesi istiare ve mecaz yoluy­ladır. Çünkü boyanın etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkıyor ise dinin öngördü­ğü ameller ve belirginlikler de o dine bağlı olan kimseler üzerinde öylece gö­rülür.

Hemdan hükümdarlarının şairlerinden birisi de şöyle demektedir:

"Her kesim insanın kendilerine göre bir boyası vardır. Hemdanlılarm boyası ise en iyi boyadır. Biz çocuklarımızı buna göre boyadık Boyalar arasında bizim boyamız ne güzeldir!"

Şöyle de açıklanmıştır: Boyanmak İslâm'a girmek isteyen kimse için hı-ristiyanlann vaftizi yerine gusletmek demektir. Bu açıklamayı da el-Maverdî yapmıştır.

Bu açıklamaya göre müslüman olan kâfirin gusletmesi bir ibadet ve va­cip olur. Bu ise bir sonraki başlıkta ele alınacaktır. [13]

 

2- Müslüman Olanın Gusletme Gereği:

 

Çünkü bu açıklamaya göre "Allah'ın boyası" Allah'ın emrettiği gusul de­mek olur. Yani İslâm'a girdiğiniz takdirde Allah'ın sizin için farz kıldığı şe­kilde guslediniz. Nitekim Kays b. Asım ile Sumame b. Usal, İslâm'a girdik­lerinde Hz. Peygamber'in sünneti ile sabit olduğuna göre verilen emir bunu ifade etmektedir. Ebu Hatim el-Bustî Sahih Müsnedinde Ebu Hureyre (r.a)'dan şunu rivayet etmektedir: Hanifeoğullarından olan Sumame (b. Usal) esir alın­dı. Peygamber (s.a) bir gün onun yanından geçti, o da İslâm'a girdi. Hz. Peygamber onu Ebu Talha'nın etrafı duvar ile çevrili olan bahçesine gönderdi ve ona gusletmesini emretti. O da gusledip iki rek'at namaz kıldı. Rasûlul-lah (s.a) bunun üzerine şöyle buyurdu: "Sizin bu adamınızın İslâm'a bağlı­lığı güzel bir şekilde olmuştur" diye buyurdu. [14]

Yine Kays b. Asım'dan da rivayet edildiğine göre Kays İslâm'a girince Pey­gamber (s.a) ona sidr karıştırılmış su ile yıkanmasını emretmiştir. Bunu en-Nesaî zikretmiş ve Ebu Muhammed Abdülhak da bunun sahih olduğunu be­lirtmiştir. [15]

Yüce Allah'a yaklaştırıcı bir ibadete de "sıbğa" adının verileceği de söy­lenmiştir. Bunu İbnu'l Faris, el-Mücmel"mde kaydeder. el-Cevherî de der ki: "Allah'ın boyası" Allah'ın dini demektir. Boyanın sünnet olmak demek ol­duğu da söylenmiştir. Hz. İbrahim sünnet olmuş ve hıristiyanlar çocukları­nı suya bandırdıkları için bu boya sünnet olmak hakkında kullanılır olmuş­tur. Bu açıklama el-Ferrâ'ya aittir.

"Biz O'na ibadet edenleriz" buyruğu mübteda ve haberdir. [16]

 

139. De ki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz? Halbu­ki O, bizim de Rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıkla­rımız bize sizin yaptıklarınız size aittir. Biz O'na ihlasla ibadet edenleriz."

 

el-Hasen der ki: Burada sözü geçen çekişmenin mahiyeti şu idi. onlar şöy­le demişti: Biz size göre Allah'a daha yakınız. Çünkü bizler Allah'ın oğulla­rı ve sevgilileriyiz. Şöyle de denilmiştir: Bizim atalarımız ve kitaplarımız siz­den öncedir. Ve bizim geçmişimizde putatapıcılık yoktur.

Âyet-i kerimenin anlamı da şudur: Kendilerinin Allah'ın oğulları ve sev­gilileri olduklarını iddia eden, atalarının ve kitaplarının sizden önce olması dolayısıyla Allah'a daha yakın olduklarını ileri süren şu yahudi ve hıristiyan-lara ya Muhammed de ki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?" Yani Rabbimiz bir ve tek olduğu halde kendi iddianızı bize karşı mı delil ge­tirmeye çalışıyorsunuz? Halbuki herkes yaptığının karşılığını görecektir. Di­nin önce gelmiş olmasının etkisi nerede kaldı?

"Allah hakkında" buyruğunun anlamı ise Allah'ın dini hakkında, ona ya­kınlık ve onun nezdinde üstün bir değere sahip olmak hususunda, demektir.

Çoğunluk: Siz bizimle., mı çekişiyorsunuz?" şeklinde oku­muşlardır. Harekeli aynı cinsten, birbirinin misli olan iki harfin bir araya gel­mesinin caiz olmaması ikincisinin ayrı bir harf durumunda olduğundan do­layıdır. İbn Muhaysın ise şeklinde -birbirinin misli olan iki harf bir arada bulunduğundan dolayı- idgamlı olarak okumuştur. en-Nehhâs der ki: Bu caiz olmakla birlikte büyük çoğunluğun kıraatine aykırıdır. " Benimle tartışır mısınız?" (el-En'am, 6/80) da ikinci nun'un hazfedilerek okunması da caizdir. Nitekim Nafi' de Bana neyin müjdesini veriyorsunuz?" (el-Hicr, 15/54) diye aynı şekilde okumuştur.

"Biz O'na ihlasla ibadet edenleriz." İbadetimizi O'na ihlasla yapan kim­seleriz.

Bunda onları azarlamak anlamı da vardır. Yani sizler Allah'a karşı ibadet­lerinizi ihlasla yapmıyorken nasıl olur da size göre bizim için daha uygun olan ve bize daha yakışan bir şeyin iddiasında bulunuyorsunuz?

İhlasın gerçek mahiyeti fiilin yaratıkların görmelerini istemek düşünce­sinden arındırılması demektir. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah buyuruyor ki: Ben ortakların en hayırlısıyım. Her kim Benimle bir baş­kasını ortak koşarsa o (ortak koştuğu şey) Benim ortağıma aittir. Ey insan­lar, amellerinizi yüce Allah'a halis kılınız, çünkü yüce Allah ancak kendisi için ihlasla yapılan şeyi kabul eder. Bu, Allah için ve akrabalık içindir demeyi­niz. O takdirde o akrabalık için olur. Ondan Allah'a ait hiçbir şey olmaz. Bu Allah için ve sizin hatırınız için, demeyiniz. O takdirde o sizin hatırınız için olur ve ondan yüce Allah için hiçbir şey olmaz." Bunu ed-Dahhak b. Kays el-Fihrî rivayet etmiş ve şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: ... dedi ve hadisi zikretti. Bu hadisi Dârakutnî zikretmiştir. [17]

Ruveym der ki: Amelin ihlasla yapılması kişinin bu ameli karşılığında dün­yada da ahirette de herhangi bir karşılık istememesi ve iki melekten dahi onun için bir pay istememesidir.

el-Cüneyd de der ki: İhlas kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bil­mez ki yazsın, şeytan da bilmez ki bozmaya çalışsın, heva da onun farkına varmaz ki onu başka taraflara meylettirsin.

Ebu'l Kasım el-Kuşeyrî ve başkaları ise Peygamber (s.a)'ın şöyle buyur­duğunu nakletmektedirler: "Ben Cebrail'e İhlasın mahiyeti hakkında sordum, da şöyle dedi: Ben de izzetin sahibi yüce Rabbimize İhlasın mahiyeti hakkın­da sordum O da şöyle buyurdu: O benim sırlarımdan bir sırdır, Ben onu kul­larımdan sevdiğim kimsenin kalbine emanet ederim." [18]

 

140. Yoksa siz: "Muhakkak İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbat yahudi ya da hristiyan idi" mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi da­ha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı? Yanında bulunan Allah'tan gel­miş bir şahitliği saklayandan daha zalim kim olabilir? Allah iş­lediklerinizden gafil değildir."

 

"Yoksa siz., mi diyorsunuz?" dediler, anlamındadır. Hamza, Kisaî ve Hafs'ın rivayetine göre Asım, bunu  diyorsunuz şeklinde "t" harfiy­le okumuşlardır. Güzel bir okuyuştur. Çünkü ifadeler arasında kopukluk yok­tur. Sanki bunun anlamı şöyledir: Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyor­sunuz, yoksa peygamberler sizin dininiz üzere idiler mi diyorsunuz? demek olur. Bu taktirde (yoksa anlamına gelen:  muttasıl olur.

Ancak bunu "ya" harfi ile okuyanların kıraatine göre munkatı' olur. (Bu okuyuşa göre anlam ise şöyle olur: "Yoksa onlar... mi diyorlar?"

Buna göre (139. âyetteki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?" buyruğu ile) bu ifadede sözü geçen hususlar iki ayrı söz olur ve bu takdir­de kelimesi hayır, bilakis (... siz ... diyorsunuz) anlamında olur.

Yahudi" kelimesi, idi"nin haberidir.  Muhakk"ın haberi ise cümlenin yapısı içerisindedir. Kur'ân'ın dışındaki sözlerde, "Yahu­diler" anlamındaki kelimenin, "Muhakkak" anlamındaki edatın haberi olarak ref edilmesi mümkündür. Bu durumda "idi" anlamını veren nakıs fiil, amel etmez olur. Bu açıklamayı en-Nehhâs zikretmektedir.

"De ki: Siz mi daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?" Bu, onların (yani ön­ceki peygamberlerin) yahudi veya hıristiyan olduklarına dair iddiaları dola­yısıyla bir taraftan onları azarlayıcı bir ifadedir, diğer taraftan da onlara doğruyu söyletmektir. Yüce Allah, onlara bu peygamberlerin halini sizden da­ha iyi bilir diyerek iddialarını reddetmektedir. Yani önceki peygamberler ya­hudi olmadıkları gibi hıristiyan da değillerdi.

"Allah'tan gelmiş bir şahitliği saklayandan daha zalim kim olabilir?" Soru olmakla birlikte anlamı daha zalim hiç kimse olamaz demektir.

"Yanında Allah'tan gelmiş bir şahitlik" buyruğu ile onların bütün pey­gamberlerin İslâm üzere olduklarını bildiklerini anlatmaktadır. Şöyle de denilmiştir: Burada kasıt, Rasûlullah (s.a)'ın niteliklerine dair kitaplarında yer alan bilgileri gizlemeleridir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Ancak birinci açıklama âyetin gelişine daha uygundur.

"Allah işlediklerinizden gafil değildir." Allah, onların işlerini başıboş bı­rakmayacağını ve amellerinin karşılıklarını onlara vereceğini haber vermek­tedir ve aynı zamanda bir tehdittir.

Gafil: ihmali sebebiyle işlerin farkına varamayan kimse demektir. Üzerin­de herhangi bir alamet ve imar izi taşımayan araziye denilen "el-gufTden alın­mıştır. Herhangi bir işaret ve alameti bulunmayan deveye de böyle denilir. Deneyimsiz bir kimse için de "raculun ğuflun" denilir. el-Kisaî ise yağmur yağ­mamış araziye "arzun ğuflun" denileceğini söylemiştir. Bir şeyi hatırlamak­la birlikte terketmek halinde de aynı kökten gelen kelime kullanılır.[19]

 

141. Onlar bir ümmetti, geçtiler. Onların kazandığı kendilerinindir, sizin kazandığınız da sizin. Ve siz onların işlediklerinden so­rumlu olacak da değilsiniz.

 

Tehdit ve korkutmak anlamını ihtiva ettiğinden dolayı bu âyet-i kerime­yi yüce Allah aynı şekilde tekrarlamaktadır, (bk. el-Bakara, 2/134) Yani ön­derliklerine ve faziletlerine rağmen o peygamberler kazandıklarının karşılı­ğını göçeceklerine göre sizin böyle olmanız öncelikle sözkonusudur. Bundan dolayı aynı buyrukların tekrarlanması gerekmiştir. İşte burada tekrarın sebe­bi budur. [20]

 

142. İnsanlardan sefih olanlar: "Onları yönelmiş oldukları kıblele­rinden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da Al­lah'ındır. O kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir."

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:

 

1- İnsanların Beyinsizleri:

 

"İnsanlardan sefih olanlar., diyecekler." Yüce Allah bunların mü'min-lerin kıblesinin Şam tarafından Ka'be'ye doğru değiştirilmesi ile ilgili olarak "onları kıblelerinden çeviren nedir?" diyeceklerini haber vermektedir.

"Diyecekler" dediler anlamındadır. Yüce Allah burada mazi (di'li geçmiş)in yerine gelecek kipini kullanmıştır ki, bu ifade onların bu sözlerini sürdüre­ceklerini ve bunu devam ettireceklerini göstermektedir. "İnsanlardan" buy­ruğu ile de özel bir kesime işaret etmiştir. Çünkü "sefihtik" cansızlar ve hay­vanlar hakkında sözkonusudur. Bu buyrukta "sefih olanlar" ile kast edilen­ler, "onları kıblelerinden çeviren nedir?" diyenlerin hepsidir.

Sefihler (sufehâ); çoğul olup bunun tekili "sefih"tir. Aklı kıt ve hafif olan demektir. Dokuması hafif olan kumaşa da "sefih" dediklerinden bu ke­limeyi kıt akıllılar hakkında da kullanmışlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/13. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Kadın­lar için bu kelimenin çoğulu "sefâih" şeklinde gelir.

el-Müerric der ki: Sefih, bildiğinin hilafını kasten söyleyen çok yalancı ve çok iftiracı demektir. Kutrub'a göre çok cahil kimse demektir.

Burada "sefihler" ile kastedilenler Mücahid'e göre Medine'deki yahudiler-dir. es-Süddî'ye göre münafıklardır.

ez-Zeccâc da şöyle demiştir: Kureyş kâfirleri kıblenin değiştirilmesini kabul etmeyince şöyle dediler: Muhammed, doğduğu yere özlem duymaya başladı. Pek yakında sizin dininize geri dönecektir.

Yahudiler de şöyle dediler: Bu işin içinden çıkamaz oldu, şaşırdı kaldı.

Münafıklar ise: Yönelmiş oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir di­ye konuştular. Müslümanlarla da alay ettiler.

"Çeviren" yani döndüren, başka tarafa yönelten "nedir?" [21]

 

2- Kıblenin Değiştirilmesine Dair Rivayetler:

 

Hadis imamlarının İbn Ömer'den rivayetlerine göre -lafız Malikindir- o şöy­le demiştir: Müslümanların Küba'da sabah namazını kıldıkları bir sırada bi­risi yanlarına gelip şöyle dedi: Bu gece Rasûlullah (s.a)'a Kur'ân-ı Kerim na­zil oldu ve Ka'be'ye yönelmesi emredildi. Onlar da oraya yöneldiler. O sı­rada yüzleri Şam tarafına (Beytu'l Makdis'e doğru) yönelmiş idi, Ka'be'ye doğ­ru döndüler. [22]

Buhârî'nin el-Bera'dan rivayetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu'l Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytul-lah'a doğru olmasını arzu ediyordu. Onun (Beytullah'a doğru) kıldığı ilk na­maz ikindi namazıydı. Onunla birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Pey­gamber (s.a) ile birlikte namaz kılanlardan birisi, çıkıp rükû'a varmış olduklan bir halde bir mescid halkının yanından geçti, şöyle dedi: Allah adına şa­hitlik ederim ki ben Peygamber (s.a) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıl­dım. Oldukları gibi Beytullah'a doğru yöneldiler. Kıble Beytullah'a doğru de­ğiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru namaz kılıp öldürülmüş (şehid düş­müş) birtakım kimseler vardı ki onlar hakkında ne diyeceğimizi bilemiyor­duk. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah imanınızı zayi edecek değildir." (el-Bakara, 2/143) âyetini inzal buyurdu. [23]

Görüldüğü gibi bu rivayette ikindi namazından, Malik'in rivayetinde ise sabah namazından söz edilmektedir: Bu buyruk, Peygamber (s.a)'e Seleme-oğulları Mescidinde farzın iki rek'atini kıldıktan sonra nazil olmuş ve namaz­da iken yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmiştir. O bakımdan bu mescide Mesci-du'l Kıbleteyn, (iki kıbleli mescid) adı verilmiştir. Ebu'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyor idi. Ebu Ömer et-Temhid adlı eserinde Akabe'de bey'atte bulunan kadınlardan birisi olan Eşlem kızı Nuveyle'den şöyle dediğini zikretmektedir: Öğlen na­mazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b. Kayzî gelip şöyle dedi: Rasû-lullah (s.a) kıbleye -veya Beytu'l Haram'a doğru- yöneldi. Erkekler kadınla­rın yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti. [24]

Bu âyet-i kerimenin namazda olunmadığı bir sırada nazil olduğu da söy­lenmiştir. Çoğunluğun rivayeti bu şekildedir. Ka'be'ye doğru kılınan ilk na­maz ise ikindi namazı olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye doğru kıblenin değiştirildiği sırada Ka'be'ye doğru ilk namaz kılan kişinin, Ebû Said b. el-Mualla'nın olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki: Mescid'e gitmekte olduğu bir sırada Rasûlullah (s.a)'ın müslümanlara minberin üzerinde irad ettiği hutbede kıblenin değiştirilmiş ol­duğunu söylediğini ve bu arada: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz." (el-Bakara, 2/144) âyetini sonuna kadar okuduğunu işittim. Bunun üzerine arkadaşıma şöyle dedim: Gel, Rasûlullah (s.a) minberden in­meden önce iki rek'at namaz kılıverelim. Böylelikle Ka'be'ye doğru ilk na­maz kılanlar biz oluruz. (Orada bulunan) koyun ve develerin arkasına sak­lanarak iki rek'at namaz kıldım. Daha sonra Rasûlullah (s.a) minberden in­di ve cemaate o günün öğle namazını kıldırdı. Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) Ebu Said el-Mualla'nın bu hadisten başka rivayet ettiği bir hadis yoktur, der. Şu kadar var ki Fatiha Sûresi'nin faziletine dair .".. namaz kılıyordum, Rasû­lullah beni çağırdı.." şeklindeki hadisini Buhârî rivayet etmiştir. [25] Hadis da­ha önceden [26] geçmiş bulunmaktadır. [27]

 

3- Kıble Ne Zaman Değiştirildi?

 

Hz. Peygamber'in Medine'ye gelişinden sonra kıblenin ne vakit değişti­rildiği hususunda farklı rivayetler vardır. Buhârî'de geçtiği üzere onaltı ve­ya onyedi ay sonra denilmiştir. [28] Bunu Darakutnî de el-Bera'dan rivayet et­miştir ve şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) ile birlikte Medine'ye gelişinden son­ra on altı ay süre ile Beytu'l Makdis'e doğru namaz kıldık. Daha sonra yüce Allah peygamberinin arzusunu bildiğinden: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz." (el- Bakara, 2/144) âyetini indirdi. [29]

Bu rivayette şüphe sözkonusu olmaksızın onaltı ay zikredilmektedir.

İmam Malik ise Yahya b. Said'den, o Said b. el-Müseyyeb'den rivayet et­tiğine göre kıblenin değiştirilmesi Bedir gazvesinden iki ay önce olmuştur. [30] İbrahim b. İshak der ki: Kıblenin değiştirilmesi, hicretin ikinci yılı Receb ayın­da olmuştur. Ebu Hatim el-Büstî der ki: Müslümanlar tamı tamına on yedi ay üç gün Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldılar. [31] Şöyle ki; Peygamber (s.a)'ın Medine'ye gelişi Rabiulevvel ayının Pazartesi'ye rastlayan onikinci günü idi. Yüce Allah ona Ka'be'ye yönelme emrini ise salı gününe rastlayan Şa'ban ayı­nın ortasında vermiş idi. [32]

 

4- Hz. Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e Yönelme Keyfiyeti:

 

İlim adamları Hz. Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e yönelme keyfiyeti hak­kında da üç ayrı görüş ortaya atmışlardır. el-Hasen der ki: Hz. Peygamber Beytu'l Makdis'e kendi görüş ve içtihadına dayanarak yönelmişti. Bu, İkri-me ve Ebu'l-Aliye'nin de görüşüdür.

İkincisine göre Hz. Peygamber, Beytu'l-Makdis ile Ka'be'ye yönelmek ara­sında muhayyer idi. O, yahudilerin iman etmelerini umarak ve onların İslâm'a ısınmaları arzusu ile Kudüs'e doğru yönelmeyi tercih etti. Bu görüş de Ta-berî'ye aittir. ez-Zeccâc der ki: Bu müşriklere imtihan olsun diyedir. Çünkü onlar Ka'be'ye alışmışlardı.

İbn Abbas ve başkalarından oluşan cumhurun kabul ettiği görüşe göre; Hz. Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e doğru yönelmesi, kesinlikle yüce Al­lah'ın emir ve vahyi ile olmuştur. Daha sonra da yüce Allah bunu neshede-rek namazda Ka'be'ye yönelmesi emrini vermiştir. Delil olarak da yüce Al­lah'ın şu buyruğunu gösterirler: "Senin yöneldiğin kıbleyi, ancak o pey­gambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde döneceklerden ayırdetmemiz için kıble yaptık." (el-Bakara, 2/143) [33]

 

5- Hicretten Önce Kıble Neresiydi?

 

Yine ilim adamları, Hz. Peygamber'e namazın Mekke'de ilk olarak farz kılındığı sırada kıble Beytu'l-Makdis'e doğru mu idi, yoksa Mekke'ye (Ka'be'ye) doğru mu idi hususunda farklı iki görüşe sahiptirler.

Kimisi: Mekke'de de kıble Beytu'l-Makdis'e doğru idi, Medine'de de on-yedi ay süreyle böyle devam etti, daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye doğ­ru yönelmesini emretmiştir, diyor. Bu görüş İbn Abbas'ındır.

Başkaları ise şöyle demektedir: Hz. Peygamber'e namazın ilk olarak farz kılındığı sırada kıble Ka'be idi. O Mekke'de kaldığı sürece Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in kıldığı şekilde namaz kılmaya devam etti. Medine'ye geldikten sonra -süre ile ilgili görüş ayrılıklarına göre- onaltı veya onyedi ay süreyle Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldı. Daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye yö­nelme emrini verdi.

Ebû Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki: Bence konu ile ilgili iki görüşten da­ha sahih olanı budur.

Başkası ise şöyle demektedir: Peygamber (s.a) Medine'ye geldiğinde ya-hudilerin kalplerini ısındırmak istedi. Bu, onların imana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça or­taya çıkıp onlardan ümidini kesince Ka'be'ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp dururdu. Hz. İbrahim'in kıblesi olduğundan dolayı Ka'be'yi seviyordu. Bu açıklama da  İbn Abbas'tan nakledilmiştir.

Onun Ka'be'ye yöneltilmek istemesi ise Arapların İslâm'a girmeleri için da­ha bir teşvik edici unsur olduğundan dolayıdır da denilmiştir. Mücahid'den nakledildiğine göre ise yahudilere muhalefet olsun diye Ka'be'ye yönelmek istemiştir.

Ebu'l-Âliye er-Reyahî'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Salih'in mescidinin kıblesi de Ka'be'ye doğru idi. Yine Hz. Mûsâ (Beytu'l-Makdis'te-ki) kayaya doğru ve Ka'be cihetine namaz kılardı. [34] Ka'be bütün peygam-berleriri kıblesidir. Allah'ın salât ve selamı hepsine olsun. [35]

 

6- Bu Âyet Neshin Delilidir:

 

Bu âyet-i kerime şanı yüce Allah'ın hükümleri arasında ve Kitabında nâ-sih ve mensûh olduğunun açık delilidir. Daha önceden de açıklandığı gibi (el-Bakara, 2/106. âyet) istisna olarak kabul etmeyenlerin dışında ümmet bu hususta icma etmiştir. Yine ilim adamları Kur'ân-ı Kerim'de ilk nesholunanın kıble olduğu üzerinde de icma etmişlerdir. Bundan önceki başlıkta sözü edil­diği gibi iki görüşten birisine göre; iki defa neshedilmiştir. [36]

 

7- Sünnetin Kur'ân İle Neshi:

 

Yine bu âyet-i kerime, Sünnetin Kur'ân-ı Kerim ile neshedilebileceğinin delilidir. Şöyle ki; Peygamber Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmıştı. Bu hu­susta ise Kur'ân'da herhangi bir âyet yoktur. Buna dair hüküm ancak sünnet­ten gelmektedir. Daha sonra bu hüküm Kur'ân-ı Kerim ile neshedilmiştir. Bu­na göre: "Senin yöneldiğin" (el-Bakara, 2/143) buyruğunun anlamı haliha­zırda üzerinde bulunduğun kıble demek olur. [37]

 

8- Haber-i Vahid ile Yürürlükte Olan Hükmü Kaldırma:

 

Yine bu âyet-i kerimede vahid haberin kat'î kabul edilebileceğine dair de­lil vardır. Şöyle ki: Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmak, onlara göre şeri-atte kat'i bir emir idi. Diğer taraftan Küba'da namaz kılanlara haberci gelip kıblenin Mescid-i Harama doğru değiştirildiğini onlara bildirince onun sözü­nü kabul ettiler ve Ka'be'ye doğru döndüler. Böylelikle -zannî bilgi ifade et­tiği halde- vahid habere dayanarak mütevâtir haberi terkettiler.

İlim adamları bunun aklen caiz olup olmadığı ve vakıa olarak meydana gelip gelmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hatim der ki: Ka­bul edilen görüş eğer şeriat onunla taabbüdü istemiş ise aklen bunun caiz olacağı ve Küba mescidi olayı delil gösterilerek Rasûlullah (s.a)'ın zamanın­da da bunun meydana geldiği şeklindedir. Ayrıca Peygamber (s.a)'ın, tek tek valileri çevredeki bölgelere tayin edip gönderdiği ve bunların nâsih olanı da mensûh olanı da tebliğ ettikleri de delil gösterilmiştir. Ancak bu Rasûlullah (s.a)'ın vefatından sonra mümkün değildir. Bunun delili ise ashab-ı kiramın şu husus üzerinde icma etmiş olmasıdır: Kur'ân-ı Kerim ve tevatür yoluyla bilinen bir husus, vahid haber ile kaldırılamaz. Seleften olsun haleften olsun bunun caiz (mümkün) olabileceğini kabul eden kimse yoktur. Bunun imkân­sız olduğunu kabul eden kimseler böyle bir şeyin muhal olan sonuca götür­mesini delil göstermişlerdir, ki bu da zannî bir delil ile kat'î olarak bilinen bir hükmü kaldırmaktır. Küba mescidinde namaz kılanların kıssası ile Pey­gamber (s.a)'ın vali tayin etmesi ise ya naklî ve tahkîkî olarak bilgi ifade eden karînelerin varlığına ya da ihtimali ve takdirî olarak bunun bilgi ifade eden karinelere bağlı olarak kabul edildiği şeklinde yorumlanır. [38]

 

9- Neshedici Hüküm Kendilerine Ulaşmayanların Durumu:

 

Yine bu âyet-i kerimede neshedici hükmün kendilerine ulaşmadığı kim­selerin ilk hüküm ile ibadetlerini sürdüreceklerine dair delil vardır. Bu hu­sus, nâsihin varlığı ile birinci hüküm ortadan kalkar, onun varlığını bilmek­le değil, diyenlerin görüşüne muhaliftir. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Kübalılar haberci gelip kendilerine nesneden hükmü bildirinceye ka­dar Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmaya devam ettiler. Haberci gelince Ka'be'ye doğru yöneldiler. Buna göre neshedici hüküm ortaya çıktığı tak­dirde elbette ki önceki hükmü kaldırır. Fakat bu hükmün bilinmesi şartı var­dır. Çünkü neshedici hüküm bir hitaptır. Kendisine ulaşmadığı kimseler hakkında hitap olması sözkonusu değildir.

Bu husustaki görüş ayrılığının etkisi şurada görülür: Nesihten sonra ve nes­hin haberinin ulaşmasından önce yapılmış bulunan ibadetler iade edilir mi edilmez mi? Müvekkilinin kendisini azletmesinden ya da ölümünden sonra ve fakat vekilin bunu bilmesinden önceki tasarruflarının hükümleri ile ilgi­li mes'ele hakkındaki iki ayrı görüşün esasını da bu konudaki görüş ayrılı­ğı teşkil etmektedir. Aynı şekilde başkasının sermayesini kâr ortağı olarak ça­lıştıran (Malikîlere göre mukârad, Hanefîlere göre amiDin hükmü de budur.

Yine hakimi görev başına tayin eden kimsenin vefat etmesi ya da azledil­mesi halinde de bu görüş ayrılığı sözkonusudur. Sahih olan ise bu kimseler­den her bir kişinin yaptıkları fiilleri geçerlidir, hakimin verdiği hüküm red­dedilmez şeklindedir.

Kadı Iyad der ki: Azad edilip de azad edildiğini bilmeyen kölenin kendi­si ile insanlar arasındaki ilişkilerinin hür kimsenin hükümlerine tabi olaca­ğı, kendisi ile Allah arasındaki fiillerinin ise caiz olacağı hususunda mezhe­bimizde (Maliki mezhebinde) görüş ayrılığı yoktur. Azad edilen cariyenin azad edildikten sonra ve fakat azad edildiğini bilmeden önce (hürler gibi) örtün-meksizin kılmış olduğu namazlarını iade etmeyeceği hususunda görüş ayrı­lıkları yoktur.

Şu kadar var ki Küba mescidi mes'elesine kıyasen eda etmekte olduğu iba­detinin hükmünü değiştirmeyi gerektiren herhangi bir husus ile karşı karşı­ya kalan kimse hakkında farklı görüşler vardır. Her kim belli bir durum üze­re namaz kılar, sonra namazını tamamlamadan önce bu durumunda bir de­ğişiklik olursa, o namazını kesmeksizin tamamlar ve bundan önce yaptıkla­rı caizdir ve yeterlidir. Aynı şekilde üryan olarak namaz kılıp sonra namaz­da iken elbise bulan veya namazını sıhhatli iken başladığı halde hastalanan ya da hasta başladıktan sonra sağlığına kavuşan veya oturarak namaza baş­ladıktan sonra ayağa kalkabilecek durumda olan yahut namazda olduğu hal­de azad edilen bir cariye de bundan sonra örtmediği yerlerini örtü alıp ör­ter ve namazının geri kalan kısmını tamamlar.

Derim ki: Yine namaza teyemmüm ile başlayıp da daha sonra suyu gö­ren bir kimse namazını kesmez. Nitekim Malik, Şafiî -Allah'ın rahmeti üzer­lerine olsun- ve başkaları da böyle demiştir. Namazını keseceği de söylen­miştir ki, bu da Ebû Hanife (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)nin görü­şüdür. İleride bu husus gelecektir. [39]

 

10- Vâhid Haberin Kabulü:

 

Bu âyet-i kerimede vâhid haberin kabul olunacağının delili vardır. Selef bu husus üzerinde icma etmiştir. Peygamber (s.a)'ın değişik bölgelere tek tek elçilerini ve valilerini göndermesi şeklinde adet haline getirdiği uygulama­sından da bunun kabul olunacağı tevatür ile bilinmektedir. Hz. Peygamber'in gönderdiği bu tek tek elçi ve valilerin gidiş maksatları ise insanlara dinleri­ni öğretip rasûllerinin emir ve yasaklara dair sünnetlerini tebliğ etmektir. [40]

 

11- Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilişi:

 

Yine bu âyet-i kerimede Kur'ân-ı Kerim'in Rasûlullah(s.a)'ın üzerine kı­sım kısım ve ihtiyaca binaen duruma göre nazil olduğunun delili vardır. Yü­ce Allah: "Bugün sizin için dininizi tamamladım.." (el-Maide, 5/3) buyru­ğunda da belirttiği gibi dinini kemale erdirinceye kadar böylece sürüp git­miştir. "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır." Bu buyruk, delil olarak ortaya konulmaktadır. [41] Yani doğulann, batıların ve ikisi arasında bulunanların mut­lak mülkü O'nundur. O bakımdan O, dilediği tarafa doğru yönelmek emri­ni vermek yetkisine sahiptir. Buna dair açıklamalar daha önceden de (el-Ba-kara, 2/115) geçmiş bulunmaktadır.

"O kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir." Yüce Allah'ın bu ümmete, İb­rahim (a.s)'ın kıblesine ileterek hidâyeti göstermiş olduğuna işarettir.

Sırat yol demektir. Müstakim (dosdoğru) ise herhangi bir eğriliği bulun­mayan yol demektir. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Fâtiha, 1/6. âyet­te) geçmiş bulunmaktadır. [42]                                                   

 

143. Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. İnsanlara karşı şahitler ola­sınız, Peygamber de size bir.şahit olsun diye. Senin yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere uyanları, ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırt etmek için kıble yaptık. Gerçi o elbette bü­yük bir İştir. Ancak Allah'ın hidâyet ettiği kimseler hakkında değil. Allah imanınızı zayi edecek değildir. Gerçekten Allah in­sanlara Raûftur, Rahimdir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Vasat Ümmet:

 

"Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık." Yani Ka'be nasıl Arzın vasatı (or­tası) ise sizi de böylece vasat bir ümmet kıldık. Yani peygamberlerden aşa­ğıda ve diğer bütün ümmetlerin üzerinde bir ümmet.

Vasat, adaletli ve dengeli demektir. Bunun asıl anlamı ise herşeyin en övü-leninin vasatı olduğundan dolayıdır. Tirmizî'nin Ebu Said el-Hudrî'den rivâyetine göre Peygamber (s.a) yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıl­dık" buyruğu hakkında, yani "adaletli ve dengeli bir ümmet kıldık" dediği­ni nakletmektedir. Tirmizî: Bu hasen, sahih bir hadistir, demiştir. [43]

Kur'ân-ı Kerim'de de: "Onların vasat olanları dedi ki" (el-Kalem, 68/28) diye buyurulmaktadır. Onların vasat olardan ise en mu'tedil ve en hayırlı olan­ları demektir. Şair Züheyr der ki:

"Onlar vasat (mutedil adaletli) kimselerdir. însanlar hükümlerine razı olur Gecelerden birisi büyük (bir musibetle) gelirse."

Bir başkası da şöyle demektedir:

"Siz küçük bir iş olsun yahut büyük bir şeyi bilen Kabilelerin en vasatı (mutedil) olanlarısınız."

Bir başkası da şöyle demiş:

"İşlerde sakın aşırıya gitme Soru sorarsan da olmadık şeyler sorma Ve bütün insanlar arasında vasat (mutedil) bir kimse ol!"

Vadinin vasatı (ortası) vadideki en hayırlı, suyu ve merası en bol olan yer demektir.

Vasat aşırılığın da kusurun da uzağında kaldığı için övülmüştür. Yani bu ümmet hıristiyanların peygamberleri hakkında aşırıya kaçtıkları gibi aşırı git­memiştir. Diğer taraftan yahudilerin peygamberlerine karşı kusurlu oldukla­rı gibi o da peygamberlere karşı kusur işlememiştir. Hadis-i şerifte: "İşlerin en hayırlısı en vasat olanlarıdır" [44] diye buyurulmaktadır. Bu hususta Hz.

Ali'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Siz vasat olan yoldan ayrılmama­ya bakınız. Çünkü daha yüksekte olan da ona doğru iner, daha aşağıda olan da ona doğru çıkar.

Filan kişi kavminin en vasat olanıdır. Yahut kavminin vasıtası ya da va­satıdır, denildiğinde onlann en hayırlıları ve soylularındandır, demek olur. Bu­radaki "vasaf'ın iki şey arasında bulunmak anlamıyla bir ilgisi yoktur. el-Cev-herî der ki: "Arasında" tabirinin kullanılabildiği her yere "vast" denilir. Eğer bu tabir (iki şeyin arasında olmak sözkonusu olmadığından) kullanılamıyor ise o takdirde buna "vasat" adı verilir. Kimi zaman bu da sükûnlu olarak "vast" şeklinde kullanılıyor ise de, uygun bir kullanım değildir. [45]

 

2- İnsanlara Karşı Şahitlik:

 

"İnsanlara karşı" mahşerde peygamberler lehine ümmetlerine karşı "şa­hitler olasınız."

Nitekim Sahih-i Buhârî'de Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği sabittir: Ra-sûlullah (s.a) buyurdu ki: Kıyamet gününde Nuh (a.s) çağırılır. O da: Buyur, huzurundayım, emrine itaat etmeye hazırım Rabbim der. Yüce Allah: Tebliğ ettin mi? diye sorar, o: Evet deyince; ümmetine: Size tebliğ etti mi? diye so­rulur. Onlar: Bize uyaran bir kimse gelmedi, derler. Yüce Allah: Peki senin lehine kim şahitlik edecek? diye soracak Hz. Nuh: Muhammed ve ümmeti di­ye cevap verir. Onlar da Hz. Nuh'un tebliğ ettiğine dair şahitlik edecekler. "Peygamber de size şahit olsun diye." İşte yüce Allah'ın: "Böylece sizi va­sat bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de si­ze bir şahit olsun diye..." buyruğu bunu anlatmaktadır..."[46]

Bu hadisi İbnu'l-Mübarek bu manada daha uzun bir şekilde zikretmekte ve onda şu ifadeler de yer almaktadır: "O ümmetler şöyle diyecek: Bize ye­tişmemiş olan kimseler bize karşı nasıl şahitlik edecek? Şanı yüce Rabbimiz onlara şöyle der: Peki sizler yetişmediğiniz kimselere karşı nasıl şahitlik eder­siniz? Şu cevabı verecekler: Rabbimiz Sen bize bir peygamber gönderdin ve bizim üzerimize ahdini, Kitabını indirdin. Bizlere onlann tebliğ ettiklerine da­ir kıssaları anlattın. Biz de Senin izin verdiğin ahdine dayanarak şahitlik edi­yoruz. Yüce Rab şöyle buyurur: Bunlar doğru söylediler. İşte aziz ve celil olan Rabbimizin: "Böylece sizi vasat -adaletli- bir ümmet kıldık, insanlara kar­şı şahitler olasınız, Peygamber size bir şahit olsun diye." buyruğu buna işarettir. İbn En'um der ki: Bana ulaştığına göre o gün Muhammed (s.a)'ın üm­meti şahitlikte bulunacaktır. Bunlardan ise kalbinde kardeşine karşı düşman­lık besleyenler müstesna olacaktır. [47]

Bir başka grup ilim adamı şöyle demiştir: Âyet-i kerimenin anlamı ölüm­den sonra birbirlerine karşı yaptıkları şahitlik ile ilgilidir.. Nitekim Sahih-i Müslim'de Enes'ten gelen şu rivayet yer almaktadır: Peygamber (s.a) yanın­dan bir cenaze geçip de o cenazeden hayırla söz edilip övülünce "vacip ol­du, vacip oldu, vacip oldu" buyurdu. Arkasından bir başka cenaze onun ya­nından geçirilirken bu sefer o cenaze hakkında kötülükle söz edilince, Hz. Peygamber yine "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdu. Hz. Ömer bunun üzerine şöyle sordu: Anam babam sana feda olsun. Önce bir cenaze geçti, ondan hayırla söz edildi, sen: "Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" di­ye buyurdun, arkasından bir başka cenaze daha geçirildi, ondan da kötülük­le söz edildi yine: "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun. Bu­nun üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Kendisinden hayırla söz edip övdüğünüz kişiye cennet vacip olmuştur. Kendisinden kötülükle söz edip yer­diğiniz kimseye de cehennem vacip olmuştur. Sizler yeryüzünde Allah'ın şa­hitlerisiniz, sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz, sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz." [48] Buhârî de bu hadisi bu anlamı ifade edecek şekilde zikret­miştir. [49]

Bu hadisin Buhârî ile Müslim'de bulunmayan rivayet yollarından birisin­de de Hz. Peygamber'in ayrıca: "İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygam­ber de size bir şahit olsun diye" buyruğunu da okur. [50]

Eban ve Leys, Şehr b. Havşeb'den o Ubade b. es-Sâmit'ten rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Benim ümmetime ancak pey­gamberlere verilmiş üç şey verilmiş bulunuyor: Allah, bir peygamber gönder­diğinde ona: Bana dua et Ben de senin duanı kabul edeyim diye buyururdu, bu ümmete de: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim" (El-Mümin, 40/60) di­ye buyurmuştur. Allah, bir peygamber gönderdiğinde ona: Din hususunda Al­lah senin için bir zorluk kılmamıştır, demiştir. Yine Allah bu ümmete: "Din hu­susunda üzerinize bir zorluk kılmadı" (el-Hacc, 22/78) diye buyurmuştur. Al­lah bir» peygamber gönderdiğinde onu kavmine karşı şahit kılardı. Ve Allah bu ümmeti bütün insanlara karşı şahit kılmıştır." Bu hadisi Ebu Abdullah Tirmizî el-Hakim "Nevâdiru'l Usul" [51] adlı eserinde zikretmektedir. [52]

 

3- Bu Ümmet Üzerindeki Büyük Lütuflardan Birisi:  Vasat Ümmet Olmak

 

 İlim adamlarımız der ki: Şanı yüce

Rabbimiz Kitabında bizlere adalet vasfını vermiş ve bütün yaratıklarına karşı şehadette bulunmak görevi ile görevlen­dirmiş olduğunu haber vermiş ve zaman itibariyle en son olsak dahi mekân ve mevki itibariyle bizi birinci konuma çıkarmıştır. Nitekim Hz. Peygamber de: "Biz en son olanlarız, (fakat) ilkleriz" [53] diye buyurmuştur.

Bu ancak adalet sahibi olan kimselerin şahitlik edeceğine de delildir. Baş­kasının başkaları hakkındaki sözlerinin geçerli olması ancak adil olması halinde sözkonusudur. Yüce Allah'ın izniyle sûrenin son taraflarında (el-Ba-kara, 2/282. âyet 11. başlıkta) gelecektir. [54]

 

4- İcma ve îcma'a Göre Hüküm Vermek:

 

Bu buyrukta icmaın sıhhatine ve icma gereğince hüküm vermenin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü ümmetin fertleri adaletli oldukları takdirde in­sanlara karşı şahitlik ederler. Her bir asır kendisinden sonrakine şahittir. As-hab-ı kiramın sözü tabiîne karşı hüccet ve şahittir. Tabiînin sözü de kendi­lerinden sonrakiler hakkında böyledir. Ümmet "şahitler* olarak tesbit edil­diğine göre onların sözlerini da kabul etmek icabeder. Bununla ümmetin tü­mü kastedilmiştir, diyen kimselerin bu sözlerinin bir anlamı yoktur. Çünkü o takdirde kıyametin kopacağı zamana kadar üzerinde icma olunacak hiç­bir hüküm sözkonusu olamaz. Buna dair geniş açıklamalar usul-u fıkıh ki-taplarındadır. [55]

 

Ayetin Diğer Bölümleri:

 

"Peygamber de size bir şahit olsun diye." Kıyamet gününde amellerini­ze şahitlik etsin; lehinize şahitlik etsin yani sizin lehinize iman ettiğinize da­ir şahitlik etsin diye veya size karşı size tebliğ ettiğine dair şehadette bulun­sun diye; anlamlarına geldiği söylenmiştir.

"Senin yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere uyanları ökçeleri üze­rinde geri döneceklerden ayırdetmek için kıble yaptık." Burada birinci kıb­lenin kastedildiği söylenmiştir. Çünkü "senin yöneldiğin" diye buyurulmak-tadır. İkinci kıblenin sözkonusu edildiği de söylenmiştir. O takdirde (yönel-diğin'deki di'li geçmişi ifade eden kelimesi zaid olur. Yani, ha­lihazırda senin üzerinde bulunduğun kıbleyi., demek olur. Nitekim buna da­ir açıklamalar önceden geçmiştir.

Buna benzer bir ifade de: "Siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir üm­met idiniz." (Âli İmran, 3/110) buyruğundadır. Burada kimisine göre (idi­niz değil de) "en hayırlı bir ümmetsiniz" anlamındadır. Buna dair açıklama­lar ileride (bu âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken) gelecektir.

"O Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdet-memiz için." Ali b. Ebi Talib (r.a) dedi ki: "Bilelim (mealde: ayırdedelim)in anlamı, görelim şeklindedir.

Araplar bilme'yi görmek yerine, görme'yi de bilmek yerine kullanırlar. Yü­ce Allah'ın: "Rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedîte mi? " (el-Fil, 105/1) buyruğunda olduğu gibi. Anlamı; bilmedin mi şeklindedir.

Bunun, 'sizlerin Bizim o Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri dö­neceklerden ayırdedebildiğimizi bilesin, diye' anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü münafıklar yüce Allah'ın, oluşlarından önce eşyayı bilip bilmedi­ği hususunda şüphe etmekte idiler.

Yakîn ehlini şüphe ehlinden ayırdetmek anlamına geldiği de söylenmiş­tir. Bunu İbn Fûrek ve Taberî, İbn Abbas'tan nakletmektedirler.

"Peygamber ve ona tabi olanlar bunu bilsin diye" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah bu hususu kendi adına haber vermektedir. Nitekim ona tabi olanlar yaptığı halde, "emîr şu işi yaptı" denilmektedir. Bu açıkla­mayı el-Mehdevî zikretmiştir. Güzel bir açıklamadır.

"Muhammed bilsin diye" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah burada Hz. Peygamber'in bilmesini, Hz. Peygamber'in özelliğini ve fazileti­ni göstermek üzere kendi yüce zatına izafe etmiştir. Nitekim şanı yüce Rab-bimiz kudsî hadisinde kinaye yoluyla şöyle buyurmuştur: "Ey Ademoğlu, Ben hastalandım, fakat sen Beni ziyarete gelmedin." [56]

Birinci görüş daha kuvvetlidir. Bunun anlamı, amellerin karşılığını görme­yi gerektiren görmek ile alakalı ilimdir, bilmektir. Şanı yüce Allah açıkta ola­nı da gaybı da bilir. Olmadan önce olacakları bilir. Değişen bilinen şeylerin halidir. Onun ilminde ise değişiklik olmaz. Aksine onun ilmi hepsine tek bir şekilde taalluk eder. Kitab-ı Kerim'de bu türden varid olmuş bütün buyruk­lar bu şekildedir. Mesela: "Tâ ki Allah mü'minleri bilsin, (ayırd etsin) içiniz­den şahitler edinsin." (Ali İmran, 3/140); "Tâ ki, içinizden mücahidleri ve sabredenleri bilinceye (ortaya çıkarıncaya) kadar haberlerinizi de açıklaya­lım." (Muhammed, 47/31) ve buna benzer âyetler de böyledir.

Bu âyet-i kerime Kureyşlilerin: "Onları yönelmiş oldukları kıblelerinden çeviren nedir?" şeklindeki sorularına bir cevaptır. Kureyş, Ka'be'ye yönele­rek ibadete alışmış idi. Yüce Allah, Rasûlüne tabi olanla olmayanı açıkça or­taya çıkarmak için alışageldikleri şeylerden başkası ile sınamayı diledi.

ez-Zührî şeklinde okumuştur. (O takdirde bu buyruğun anlamı şöyle olur: "O peygambere uyanlar ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayır-dedilsin diye...")

"Peygambere" emretmiş bulunduğum Ka'be'ye yönelmek hususunda "uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden" dininden dönüp irtidat edeceklerden "ayırdetmemiz için kıble yaptık." Çünkü kıble, değiştirilin­ce kimi müslümanlar irtidat etti, kimileri de münafıklık etti. Bundan dolayı­dır ki yüce Allah: "Gerçi o" diye buyurmaktadır. İbn Abbas, Mücahid ve Ka-tade'ye göre kıblenin değiştirilmesi "elbette büyük bir iştir."

Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Gerçi o kıblenin değiştirilmesi bü­yük bir iştir. Yüce Allah'ın Gerçi o... çok büyüktür..." buy­ruğunda (ve benzeri ifadelerde), el-Ferrâ'ya göre ile lâm bir arada ge­lirse...dan...başka değil, ancak... anlamındadır. (Buna göre: "An­cak o: ... çok büyüktür" diye meali verilir). Basralılar ise bunun "(Mu­ti)

hakkak" olduğunu ve şeddesiz geldiğini söylerler.

el-Ahfeş der ki: Yani şüphesiz kıble yahut kıblenin değiştirilmesi veya na­mazda dönülen tarafın değiştirilmesi çok büyük bir iştir.

"Ancak Allah'ın hidâyet ettiği* yani kalplerinde imanın kendisi olan hi­dâyeti yarattığı "kimseler hakkında değil." Bu, yüce Allah'ın: "îşte bunların kalplerine imanı yazmıştır.'' (el-Mücadele, 58/22) buyruğuna benzemektedir.

"Allah imanınızı zayi edecek değildir." İlim adamları bu buyruğun Bey-tü'1-Makdis'e doğru namaz kılarken vefat eden kimseler hakkında indiğini it­tifakla kabul etmektedirler. Buhârî'de el-Bera b. Azib'in rivayet ettiği hadis­te önceden de geçtiği üzere (142.âyet 2. başlıkta) böylece sabit olmuştur.

Tirmizî de İbn Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (s.a) Ka'be'ye yöneltilince (ashab) şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılarken vefat eden kardeşlerimizin durumu ne olacak? Bunun üzerine yüce Allah: "Allah imanınızı zayi edecek değildir" âyetini inzal bu­yurdu. Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. [57]

Görüldüğü gibi burada niyet, söz ve ameli kapsadığından dolayı nama­za "iman" adı verilmektedir. İmam Malik der ki: Ben bu âyet-i kerime vesi­lesiyle Mürcie'nin; namaz imandan değildir şeklindeki sözlerini hatırlıyorum (da böyle bir sözü nasıl söylediklerine şaşıyorum).

Muhammed b. İshak der ki: "Allah" kıbleye yönelmek, peygamberinizi tas­dik etmek suretiyle sahip olduğunuz "imanınızı zayi edecek değildir." Müs­lümanların ve usul alimlerinin büyük çoğunluğu bu görüştedir. İbn Vehb, İbnu'1-Kasım, İbn Abdilhakem ve Eşheb İmam Malik'ten: "Allah imanınızı" na­mazınızı "zayi edecek değildir" diye tefsir ettiğini nakletmektedirler.

"Gerçekten Allah, insanlara Raûftur, Rahimdir." Ra'fet, rahmetten da­ha ileri derecededir. Ebu Arar b. el-Alâ der ki: Ra'fet rahmetten daha çoktur, bunlasın anlamlan birbirlerine yakındır. Bizler bu kelimenin sözlük anlamını, ilgili şiirleri, diğer manalarını "el-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı ese­rimizde göstermiş bulunuyoruz. Oraya bakılabilir.

Kûfeliler ve Ebu Amr "feul" vezninde şeklinde okumuşlardır. Ese-doğullan'nın şivesi böyledir. el-Velid b. Ukbe'nin şu beyiti de bu şekildedir:

"Sakın o takipçilerin en kötüsü olma.

Son derece raûf ve rahim olan amcasıyla çarpışan."

el-Kisaî'nin naklettiğine göre ise Esedoğullannın şivesi "fa'l" vezninde şeklindedir. Ebu Cafer b. el-Ka'ka' ise hemzesiz ve sakil olarak şeklinde okumuştur. İster sakin olsun ister harekeli olsun yüce Allah'ın Ki­tabındaki her türlü hemzeyi böylece teshil ile okur. [58]

 

144. Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz. Onun için herhalde seni hoşnut olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Siz de nerede bulunursanız yüz­lerinizi ona doğru çeviriniz. Şüphe yok ki kendilerine kitap ve­rilenler bunun Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bi­lirler. Allah onların yaptığından gafil değildir.

 

İlim adamları der ki: Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "İnsanlardan sefih olanlar... diyecekler." (Âyet, 142) buyruğundan önce inmiştir.

"Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini" Taberî'nin açıklamasına gö­re semaya doğru yüzünü döndürdüğünü "görüyoruz." ez-Zeccâc der ki: Gö­ğe doğru bakıp bakıp durduğunu görüyoruz, demektir. Bu iki anlam birbi­rine yakındır. Özellikle "göğün" sözkonusu edilmesi ona izafe edilen ve or-dan gelen şeylerin ta'zim edilmesi özelliğine sahip oluşundan dolayıdır. Yağmur, rahmet ve vahiy gibi.

"Hoşnud olacağın" senin seveceğin anlamındadır. es-Süddî der ki: Hz. Peygamber Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kal­dırır, kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka'be'ye doğru namaz kılma­yı seviyor ve arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz" buyruğunu indirdi. Ebu îshak da el-Be-ra'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir. Rasûlullah (s.a)' Beyt-i Makdis'e doğ­ru onaltı ya da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka'be'ye doğru döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz* buyruğunu indirdi. Bu anlamdaki rivayetler ve açıklamalar daha önceden (142. âyetin tefisirinde) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

Âyet-i kerimenin "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir" bölümü­ne dair açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız: [59]

 

1- Yeni Kıble Mescid-i Haram:

 

"Artık yüzünü Mescid-i Haram'a" yani Ka'be'ye "doğru" onun tarafına "çevir." Bu buyruğun Ka'be'ye yönelmek emrini ihtiva ettiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. İbn Abbas'tan nakledildiğine göre Beytullah'ın tümü­nün bulunduğu tarafa doğru yönelmek emredilmektedir. İbn Ömer der ki: Ka'be'deki oluk tarafına doğru dönmek emredilmektedir. Bunu îbn Atiyye nakletmiştir. Oluk ise Medine ve Şam halkının kıblesidir. Endülüs (İspanya) halkının da yöneldiği bir kıblesi vardır.

Derim ki: İbn Cüreyc, Ata'dan o İbn Abbas'tan (Allah ondan ve babasın­dan razı olsun) rivayetine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Beyt, (Ka'be) Mescid-i Haram'da bulunanların kıblesidir. Mescid-i Haram, Harem bölgesinde bulunanların kıblesidir. Harem bölgesi ise ümmetimin dünyanın doğusunda olsun batısında olsun bütün yeryüzü halkı için bir kıbledir."[60]

 

2- Mescid-i Haram'a Yönelmek:

 

"Artıkyüzünü Mescid-i Haram'a çevir" buyruğunda geçen "eş-Şatr: ...a döğru"nun birkaç anlamı vardır. Taraf ve yol anlamına gelir. Bu âyet-i keri­mede olduğu gibi. O takdirde mekân zarfı olur. Yüzünün karşısında deme­ye benzer. Davud b. Ebi Hind der ki: İbn Mes'ud'un kıraatinde:

Artık yüzünü Mescid-i Haram doğrultu­suna çevir" şeklindedir. Şair de der ki:

"Ben Umm Zimba'a diyorum ki doğrult

Develerin göğsünü Temimoğullarına doğru"

Bir başka şair şöyle demektedir:

"Düşmanınız, size saldırma ihtimali bulunan bölgeniz tarafından

üzerinize gölge yaptı. Parça parça üstünüzü örten karanlıkları olan bir dehşet."   i

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Var mı elçi olarak Âmr'a haber verecek? Artır"a doğru gidecek mesajın faydası ne?"

Birşeyin "şatr"ı, yansı anlamındadır. "Abdest imanın şatndır (yansıdır)"[61] hadisi de bu anlamdadır.

Bu kelime zıt anlamlı bir kelime de olabilir. Bir şeye doğru yöneldiği tak­dirde "satara" fiili kullanıldığı gibi oradan uzaklaştırılıp yüzçevirdiği takdir­de de bu fiil kullanılır. Erkekler arasından "şatır" yakınlarını kötülükleriyle oldukça yoran ve uygun olmayan bir istikamette yürüyen kimseye denilir. Fi­ilin mazi şekli "şa-ta-ra" da "şa-tu-ra" da gelse, mastarı aynı şekilde "şetaret" diye gelir.

Birisine "şâtır"ın ne anlama geldiği sorulmuş o da: Allah'ın yasakladığın­dan alabildiğine uzaklaşmaya devam eden kimse demektir, diye cevap ver­miştir. [62]

 

3- Kıble Ka'be'dir:

 

Her tarafın kıblesinin Ka'be olduğu hususu üzerinde ilim adamları arasın­da görüş ayrılığı yoktur. Ka'be'yi gören bir kimsenin Ka'be'ye yönelmesinin farz olduğu ve Ka'be'yi görmekle ve hangi cihette olduğunu bilmekle birlik­te ona yönelmeyi terkeden kimsenin namazının olmadığı, bu şekilde kıldık­ları namazlarını iade etmekle yükümlü olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Bu icmaı Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) zikretmektedir.

Yine ilim adamlarının icmaına göre Ka'be'yi görmeyen kimse Ka'be'nin bulunduğu tarafa, Ka'be'ye ve Ka'be cihetine doğru dönerek namaz kılma­lıdır. Eğer hangi tarafta olduğunu bilemeyecek olursa, delil olarak kullanma­sı mümkün olan yıldız, rüzgâr, dağ ve benzer herşeyi kullanması gerekir. Mes-cid-i Haram'da oturan bir kimsenin yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmesi ve Al­lah'tan ecri olduğuna inanarak ve ecrinin verileceğini umarak Ka'be'ye bak­ması gerekir. Çünkü Ka'be'ye bakmanın -dahi Ata ve Mücahid'in söyledik­lerine göre- ibadet olduğu belirtilmektedir. [63]

 

4- Ka'be'yi Göremeyenin Kıbleye Yönelmesi:

 

Ka'be'yi göremeyen bir kimsenin kıbleye yönelirken bizzat Ka'be'ye isa­bet ettirmesi mi yoksa onun tarafına dönmesi mi farz olduğu ihtilaflıdır? Ki­misi bizzat Ka'be'ye doğru yönelmesi gerektiğini söylemektedir. İbnu'l Ara-bî der ki: Şu kadar var ki, bu görüş zayıftır.

Çünkü bu güç yetirilemeyen birşeyle mükellef tutmaktır. Kimisi de Ka'be tarafına yönelmenin farz olduğunu kabul etmiştir ki şu üç sebep dolayısıy­la sahih olan görüş budur:

a- Bu, teklifin kendisiyle alakalı olduğu mümkün olan bir husustur.

b- Kur'ân-ı Kerim'de emrolunan husus da budur. Çünkü yüce Allah: "Ar­tık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de nerede bulunursanız" ya­ni yeryüzünün doğu veya batısında olursanız "yüzlerinizi ona doğru çevi­riniz* diye buyurmaktadır.

c- İlim adamları Beyt'in eninden birkaç katı daha uzun olduğu kesinlik­le bilinen uzunca saffı da delil göstermişlerdir. [64]

 

5- Namaz Kılan Kimsenin Bakacağı Yer:

 

Bu âyet-i kerimede İmam Malik'in ve onun doğrultusunda kanaat belir­tenlerin lehine açık bir delil vardır. Onlar namaz kılan kimsenin secde etti­ği yere değil de önüne bakması gerektiğini söylerler. es-Sevrî, Ebu Hanife, Şafiî ve el-Hasen b. Hayy ise namaz kılan kimsenin secde ettiği yere bakma­sının müstehab olduğunu söylerler.

Kadı Şüreyh ise şöyle demektedir: Ayakta iken secde edeceği yere, rükû-da iken ayaklarının bulunduğu yere, secdede iken burnunu koyduğu yere, otururken de kucağına bakması gerekir.

İbnu'l Arabî der ki: O önüne bakar. Eğer başını eğecek olursa baş ile il­gili olarak hakkında farz olan kıyam, kısmen gitmiş olur. Halbuki baş aza­ların en şereflisidir. Başını dik tutup da gözü ile yere bakmak üzere kendi­sini zorlarsa bu ise büyük bir zorluk ve büyük bir sıkıntıdır. Dinde ise bizim için zorluk yoktur. Şu kadar var ki gücü yeten bir kimse için bu en faziletli olandır.

"Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler" yani yahudiler ve hıristiyan-lar, "bunun" kıblenin Beytu'l Makdis'ten Ka'be'ye doğru değiştirilmesinin "Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler."

Onlar bunu dinlerinde de kitaplarında da bulunmadığı halde nasıl olur da bilebilirler? diye sorulacak olursa bu soruya iki şekilde cevap verilebilir:

Birincisi, onlar kendi kitaplarında Muhammed (s.a)'ın hak peygamber ol­duğunu bildiklerinden dolayı onun haktan başka birşey söylemeyeceğini ve haktan başka bir emir vermeyeceğini de bilirler.

İkincisi, bazıları inkâr etse dahi onlar dinlerinde neshin caiz olduğunu bil­mektedirler. Dolayısıyla kıblenin değiştirilmesinin caiz olduğunu da biliyor­lar demektir.

"Allah onların yaptıklarından gafili değildir." Bu buyruğun anlamına da­ir açıklamalar daha önceden(el-Bakara, 2/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bu­lunmaktadır.

İbn Amir ve Hamza ile el-Kisaî, kitap ehline ya da Muhammed (s.a)'ın üm­metine hitaben. ( o^JLjü): Yaptıklarınızdan, şeklinde okumuşlardır. Her iki okuyuş şekline göre de bu, şanı yüce Allah'ın kulların amellerini (karşılık­sız bırakmayıp) ihmal etmeyeceğini, onlardan gafil olmadığını bildirmekte­dir. Bunda tehdid anlamı da vardır.

Diğer kıraat imamları ise "ya" ile okumuşlardır. [65]

 

145. Andolsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getir­sen onlar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıble­lerine uyacak değilsin. Onlar da biri diğerinin kıblesine uymaz­lar. Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların ne­valarına uyarsan, o zaman muhakkak zulmedenlerden olursun.

 

"Andolsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen on­lar yine senin kıblene uymazlar." Çünkü hak kendileri için apaçık belli ol­duktan sonra kâfir olmuşlardır ve âyetler yani alâmetler ve belgeler onlara fayda vermez.

"Kıble"nin teksir (kırık) çoğulu: "Kıbelun" şeklinde, salim müennes ola­rak "kibilâtun" şeklinde gelir. Kabilâtun şeklinde de olur, "kıblâtun" şeklin­de de olur.

Burada " Andolsun ki... sen" edatının cevabı  Eğer" edatına cevap şekilde gelmiştir. Halbuki bunun cevabının geniş ve meydana gelen bir işle olması gerekir. Birincisinin cevabı ise gelecek ifade eden şekilde ge­lir. Buna dair el-Ferra ile el-Ahfeş şu açıklamayı yapmışlardır: edatı için uygun gelen ifadelerle cevap verilmesi anlamının "getirsen" şeklinde oldu­ğundandır. Edatına ise geçmişte olan bir kiple cevap verilebilir. Biri ötekinin yerine kullanılabilir. Mesela:  Sen iyilik ya­parsan sana da iyilik yapılır" demek mümkündür. Yüce Allah'ın şu buyruğun­da olduğu gibi: "Eğer Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu (ekini) sararmış görürler..." (er-Rum, 30/51) Bunun anlamı ise: Eğer bir rüzgâr gönderse idik., şeklindedir.

Ancak Sibeveyh onlardan farklı olarak şöyle demektedir: kelime­sinin anlamıin anlamından farklıdır. Dolayısıyla biri ötekinin yerine geç­mez. Bu âyet-i kerimedeki bu bölümün anlamı: "Sen kendilerine kitap ve­rilenlere her âyeti getirsen dahi onlar yine senin kıblene uymazlar" şeklin­dedir. [66] Sibeveyh der ki: "Eğer Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasın­dan onu sararmış görürlerse, bundan sonra da muhakkak kâfir olurlar." (er-Rum, 30/51) yani kâfir olmaya devam eder giderler, şeklindedir.

"Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin." Bir haber olmakla birlik­te emir anlamını ihtiva etmektedir. Sakın böyle bir şeye yanaşma, demektir.

Bundan sonra yahudilerin hıristiyanlann kıblelerine, hıristiyanların da ya-hudilerin kıblelerine uymayacaklannı haber vermektedir. es-Süddî ve İbn Zeyd böyle demişlerdir. Bu, onların kendi aralarındaki ayrılıkları, birbirlerine sırt çevirdikleri ve sapık olduklarını bildirmektedir.

Bazıları da şöyle demiştir: Bunun anlamı şöyledir: Onlardan İslâm'a girip de sana tabi olan, hiçbir zaman İslâm'a girmeyecek olanın kıblesine uyacak değildir. İslâm'a girmeyen de müslüman olanın kıblesine uyacak değildir. An­cak birinci açıklama şekli daha doğru görülmektedir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

"Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyarsan o zaman muhakkak zulmedenlerden olursun." Burda hitap Pey­gamber (s.a)'a olmakla birlikte asıl maksat nevasına uyması ve nevasına uy­duğu için zalim olması mümkün olan ümmetine mensup kimselerdir. Çün­kü Peygamber (s.a)'ın zalim olmasını gerektirecek herhangi bir iş yapması mümkün değildir. O halde bu buyruk, ümmetinin kastedildiği şekilde açık­lanır. Çünkü Peygamber (s.a) masumdur ve ondan böyle bir işin kesinlikle sadır olmayacağını biliyoruz. Peygamber (s.a)'a hitap edilmesi bu işin ne ka­dar büyük olduğunu göstermek içindir ve bu şekilde hitap, ona indirildiğin­den dolayıdır.

"Hevâlar (ehvâ)" hevâ kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da "bunca ilimden sonra" buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (120. âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın anlamı yoktur.[67]

 

146. Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Öyle iken içlerinde bir grup bilip durdukları halde yine de hakkı gizlerler.

 

"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğulları gibi tanırlar." Bu cümle bir haber cümlesidir. Diğer taraftan bir önceki âyet-i kerimede geçen "zulmedenlerin sıfatı olması ve "tanırlar"ın da hal olması mümkündür.[68]

Yani onlar Muhammed (s.a)'ın nübüvvetini ve risaletinin doğruluğunu ta­nıdıkları halde (zulmedenlerden olurlar). Bunu Mücahid, Katade ve başka­ları söylemiştir.

Şöyle de denilmiştir: Bunlar kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye doğru döndürüldüğünün hak olduğunu bilirler. Bu açıklamayı da İbn Abbas, İbn Cübeyr, er-Rabi' ve yine Katade yapmıştır.

İnsanın kendi nefsi kendisine daha yakın olduğu halde özellikle oğulla­rın tanınmasının sözkonusu edilmesi, insanın bir zaman gelip kendisini tanıyamayacağının sözkonusu olması, fakat çocuğunu tanımayacağı bir zama­nın gelmeyeceği dolayısıyladır.

Rivayete göre Hz. Ömer, Abdullah b. Selam'a şöyle demiş: Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi Muhammed (s.a)'ı tanıyor musun? O şu cevabı verir: Evet, hatta bundan da öte. Allah semasındaki eminini yeryüzündeki emini­ne niteliklerini belirterek gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin neler yaptığını bilemiyorum.

"Öyle iken içlerinden bir grup bilip durdukları halde yine de hakkı" ya­ni Mücahid, Katade ve Husayf a göre Muhammed (s.a)'ı "gizlerler." Az önce belirttiğimiz şekilde Ka'be'ye yönelmeyi gizlerler, şeklinde de açıklanmıştır.

"Bilip durdukları halde" buyruğu inadı küfrün sıhhati (böyle bir küfür türünün sözkonusu edilmesinin yerinde olduğu) hususunda açık bir delildir. "Onlar, kalpleri bunlara inandığı halde zulümleri ve büyüklenmeleri sebe­biyle onları inkâr ettiler." (en-Neml, 27/14); "İşte o tanıdıkları kendilerine geldiğinde onu inkâr ettiler." (el-Bakara, 2/89) buyrukları da bunu andırmak­tadır. [69]

 

147. Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.

 

"Hak" yani Ka'be'ye yönelmek "Rabbindendir". Yahudilerin kendi kıb­lelerine dair bildirdikleri değildir. Ali (r.a)'ın buradaki "el-Hak" kelimesini bir önceki âyetin sonunda yer alan "bilip durdukları halde" ile mansub oku­muştur. Yani: Onlar Rabbinden gelen hakkı bilirler. Bu kelimenin "hakka sı­kı sıkıya bağlı kal" takdiriyle mansub olması da mümkündür.

Merfu olması ise mübteda veya bir mübteda takdirine göredir. O zaman: O, haktır, Rabbinden gelmiştir, anlamında olur. Ya da bir fiil takdir etmek de mümkündür. Yani hak sana Rabbinden gelmiştir. en-Nehhâs der ki: Enbiya Sûresi'nde yer alan: "Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler de onlar yüzçe-viricidirler. " (el-Enbiya, 21/24) buyruğundaki "el-Hak" kelimesini mansup olmaktan başka türlü okuyan bir kimsenin olduğunu bilmiyoruz. Aralarında­ki fark ise Bakara Sûresi'ndeki bu âyet-i kerime  bir âyet başlangıcıdır, Enbiya Sûresi'ndeki ise böyle değildir.

"O halde sakın şüphe edenlerden olma." Burada hitap Peygamber (s.a)'a olmakla birlikte maksat onun ümmetidir. Bir kimseye kimi zaman yakîn kimi zaman şüphe gelse ve biri ötekini bertaraf edecek olsa bu kökten (imtira) gelen kelimeler kullanılır, el-mira' da buradan gelmektedir. Çünkü taraflardan her birisi ötekinin sözünden şüphe etmektedir. Birşey hakkında "imtira" ise şüphe etmek demektir. "Teman" de bu şekildedir.

Taberî "el-mumterin"in "şüphe edenler" demek olduğuna delil olmak üzere el-A'şâ'nın şu beyitini nakletmektedir:

"(Kendilerini dürterken koşup koşmayacakları hususunda) şüphe eden (binici)lerin(in) bacaklarına, -serap görüldüğünde-Güzel koşularla memeden sağılan süt gibi cevap verirler."

İbn Atiyye der ki: Taberi bu hususta yanılmıştır. Çünkü Ebû Ubeyde ve baş­kaları şöyle demiştir: Beyitte geçen "el-mumterîn", atlarının koşmasını süt sa-ğıyormuşçasına atlarını koşsun diye topuklayanlar demektir. Beyitte Taberi'nin dediği şekilde "şüphe" anlamı yoktur.

Derim ki: Hayır, bunda "şüphe" anlamı vardır. Çünkü, bincinin atını alı­şageldiği şekilde koşacak mı koşmayacak mı, deneme maksadı ile topukla­ması anlamına gelme ihtimali de vardır, demek maksadıyla atını bu şekilde topuklamak, ya atının başına bir iş gelip gelmediğini öğrenmek ya da ne ka­dar koşabildiğim anlamak maksadıyla satın aldığı sırada olur. el-Cevheri der ki Kamçı ya da başka bir şey ile atın koşmasını anlamak kas-dıyla vurmak, demektir.

İsmi el-miryetu veya el-muryetu şeklinde gelir. Dişi devenin memeleri süt versin diye sıvazlandığı vakit de bu kökten gelen kelime kullanılır. Sütünün geldiğini ifade etmek için ise (tuljll) denilir. Bunun ismi ise yalnız "el-mir­yetu" diye gelir ve "el-muryetu" şeklindeki söyleyişi yanlıştır.

"el-miryetu" şüphe demektir. Ötreli okunduğu da olur. Bu âyet-i kerime­de bu kelime her iki şekilde de okunmuştur. [70]

 

148. Herkesin bir yönü vardır. O yüzünü ona doğru döndürür. Öy­le ise siz de hayırda birbirinizle yarışın. Nerede olursanız Al­lah tümünüzü biraraya getirir. Şüphesiz Allah herşeye kadir­dir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Herkesin Bir Kıblesi Vardır:

 

"Herkesin bir yönü vardır." Viche: Yön (yüzyüze gelmek anlamına ge­len) muvâcehe'den gelmektedir. Viche, cihet ve vech aynı anlama gelir. Bur­ada maksat kıbledir. Yani onlar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıb­lesine uymazsın. Haklı veya nevasına dayanarak, herkesin bir kıblesi vardır. [71]

 

2- Herkes Kendi Kıblesine Yönelir:

 

"O, yüzünü ona doğru döndürür." Buradaki "o" zamiri "herkes" lafzına aittir, onun anlamına değildir. Çünkü bu zamir anlama ait olsaydı şöyle de­mek gerekirdi: "Onlar yüzlerini ona doğru döndürürler." Buradaki buyruğun anlamı ise: O kendi yüzünü ve şahsını oraya döndürür. Yani her bir din men­subunun bir kıblesi vardır. O kıbleye sahip olan kişi kendi kıblesine yüzü­nü döndürür. Bu, er-Rabi', Ata ve İbn Abbas'ın görüşüdür.

Ali b. Süleyman ise şöyle demektedir: "Yüzünü ona doğru döndürür." Ya­ni ona doğru yönelir. İbn Abbas ve İbn Âmir meçhul olarak "o ona doğru dön­dürülür" anlamında şeklinde okumuşlardır. Bu kıraate göre zamir tek kişiye ait olur. Yani insanlardan her bir kimsenin bir kıblesi vardır. Ve her bir kişi o kıblesine göre döndürülür. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır.

Çoğunluğun okuyuşuna göre "o" zamirinin - daha önce zikredilmemiş ol­makla birlikte - yüce Allah'a ait olması da muhtemeldir. Çünkü bu işin faili­nin Allah olduğu bilinen bir husustur. Anlamı şöyle olur: Her bir din sahibi­nin bir kıblesi vardır. Allah o din sahibi kimseyi o kıbleye döndürür. (Dön­mesini emreder).                                        

Taberî'nin naklettiğine göre bazıları :" Her cihete döndüren odur" şeldinde okumuşlardır.

İbn Atiyye der ki: Taberî bu okuyuşu hatalı görmekle birlikte uygun ve açıklanabilir bir kıraattir. Yani sizler Allah in sizi döndürdüğü her yöne doğ­ru (dönünüz) ve hayırlarda yarışınız. Bununla öteki arasında fark gözeterek, size emrettiği şeylere itiraz etmeyiniz. Yani her hususta size düşen, itaat et­mekten ibarettir.

Burada "öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışınız" emrinden ön­ce "herkesin bir yönü vardır" buyruğunun gelmesi dönülen yöne verilen önemden dolayıdır. Nitekim mef'ul de bu sebepten dolayı daha önce gelir.

Ebu Amr ed-Dâni, bu kıraatin İbn Abbas'dan nakledildiğini belirtmekte­dir. "Viche" kelimesinde "vâv" harfinin salim bir harfmiş gibi kalması, '"ıde:vaad" ile "zine: ağırlık, tartı" kelimelerinden farklı olması ve "cihet" ke­limesinin zarf, diğerlerinin mastar oluşundan dolayıdır.

Ebû Ali (el-Fârisî) der ki: Bazıları, bunun kıyasa aykırı okrak istisna ka­bilinden salim (harf-i illetsiz) bir kelime imiş gibi kullanıldığı ve mastar ol­duğu kanaatindedir.

Bazılarının kanaatine göre ise, bu kelime isimdir, mastar değildir. Ebû Ali'den başkalarına göre mastar kullanılmak istenirse "cihet" şekli kul­lanılır. Bazan zarf olarak da bu şekil kullanılabilir. [72]

 

3- Hayırlarda Yarış ve Namazın İlk Vaktinde Kılınması:

 

"Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın." Yani yüce Allah'ın si­ze emretmiş olduğu Beytu'l-Haram'a doğru yönelmekte acele ediniz. Her ne kadar bu buyruk, genel olarak bütün itaatleri yapmak için eli çabuk tutma­yı teşvik anlamını ihtiva etmekte ise de, âyet-i kerimelerin konu ile ilgili akı­şı dolayısıyla maksat, sözü geçen kıbleye yönelmektir. Bunun anlamı ise -doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır ya- namazın, vaktinin başlarında kılınması hu­susunda eli çabuk tutmaktır.

Nesaî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre Rasûlullah (s. a) şöyle buyur­muştur: "Namazı vaktinin erken saatlerinde kılan kimsenin misali, bir deve kurban edene benzer. Ondan sonra kılanın misali, bir inek kurban edene ben­zer. Ondan sonra namaz kılanın misali bir koç kurban edene benzer. Ondan sonra kılanın misali ise bir tavuk tasadduk edene benzer. Ondan sonra kı­lanın misali ise bir yumurta tasadduk edene benzer." [73]

Darakutnî de Ebu Hureyre (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra­sûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse namazı vakti için­de kılmakla birlikte, vaktin ilk girdiği sıralarında (kılmadığından) kendisi için ailesinden ve malından daha hayırlı olan şeyleri terketmiş olur."[74]

Bunu Malik Yahya Said'in sözü olarak nakletmiştir. [75]

Yine Darakutnî İbn Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlul­lah (s.a) buyurdu ki: "Amellerin en hayırlısı vaktinin başlarında kılınan na­mazdır." [76]

İbn Mes'ud'dan gelen rivayette ise "ilk vakitte kılınan namazdır" anlamın­dadır. [77]

Yine Darakutnî İbrahim b. Abdülmelik'ten o Ebu Mahzure'den, o baba­sından o dedesinden şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) bu­yurdu ki: "Vaktin başlangıcı Allah'ın rızası, vaktin ortası Allah'ın rahmeti, vak­tin sonu ise Allah'ın affıdır." [78]

İbnu'l Arabî de şunları eklemektedir: Ebu Bekr dedi ki: Allah'ın razı ol­masını biz Allah'ın affından daha çok severiz. Çünkü Allah ihsan edicilerden razı olur. Affetmesi ise kusurlular hakkındadır. Şafii'nin tercih ettiği görüş de budur. Ebu Hanife ise şöyle demiştir: Vaktin sonu daha faziletlidir. Çünkü vücub zamanı odur. İmam Malik ise konuyla ilgili etraflı açıklamalarda bulun­muştur: Sabah ve akşam namazının vakitlerinin ilkinde kılınmaları daha fa­ziletlidir. Sabahın ilk vaktinde kılınışının daha faziletli oluşu Hz. Aişe (r. an-ha)'dan gelen şu rivayet dolayısıyladır. "Rasûlullah (s.a) sabah namazını kı­lar, ondan sonra da kadınlar örtülerine bürünmüş oldukları halde namazdan dönerlerdi de alacakaranlıktan dolayı tanınmazlardı." [79]

Akşam namazının ilk vaktinde kılınışının sebebi ise Seleme b. el-Ek-vâ'dan gelen şu hadis-i şeriftir: Rasûlullah (s.a) güneş batıp da perdenin ar­kasına saklandığında akşam namazını kılardı. [80] Bu iki hadisi de Müslim ri­vayet etmiştir.

Yatsı namazına gelince İmam Malik'e göre bunun sonraya bırakılması gü­cü yeten kimse için daha faziletlidir. İbn Ömer'in şöyle dediği rivayet edil­mektedir. Bir seferinde Rasûlullah (s.a)'ı yatsı namazını kıldırmak üzere bekleyip durduk. Gecenin üçte biri veya daha fazlası geçtikten sonra yanı­mıza çıkıp geldi. Aile halkındaki bir durum ile mi uğraştı, yoksa başka bir du­rum mu vardı, bilemiyoruz. Yanımıza çıktığında şöyle dedi: "Sizler öyle bir namazı bekliyorsunuz ki sizin dışınızda herhangi bir din mensubu bu nama­zı beklemez. Ve eğer ümmetime bu ağır gelmeyecek olsaydı (her zaman) bu saatte onlara namaz kıldırırdım." [81] Buhârî'de de Enes (r.a)'dan şöyle dedi­ği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a) yatsı namazını gece yarısına kadar te'hir etti, sonra namaz kıldı., dedi ve hadisin geri kalan kısmını nakletti. [82]

Ebu Berze der ki: Peygamber (s.a) yatsı namazını geciktirmeyi severdi. [83]

Öğle namazına gelince bu namaz gaflet halinde iken gelir insanları bu­lur. O bakımdan gerekli hazırlıklarını yapıp bir araya toplanabilecekleri bir zamana kadar geciktirilmesi müstehaptır. Ebu'l Ferec der ki: Malik dedi ki: Aşırı sıcak zamanlarında öğle namazı dışında, bütün namazlarda vaktin ilki daha faziletlidir. İbn Ebi Uveys de der ki: Malik zeval esnasında öğle nama­zının kılınmasını mekruh görürdü. Fakat bundan sonra kılınmasını uygun gö­rür ve şöyle derdi: İşte o vakit namaz kılmak, Haricîlerin namazıdır.

Buhârî'nin Sahih'iyle Tirmizî'nin Süneni'nde Ebu Zer el-Gıfarî'den şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (s.a) ile birlikte bir seferde bulunuyor idik. Müezzin öğle namazına ezan okumak istedi. Peygamber (s.a).ona: Havanın serinlemesini bekle, dedi. Daha sonra yine ezan okumak istedi yi­ne Hz. Peygamber ona: Havanın serinlemesini bekle dedi, Nihayet bizler te­pelerin gölgelerini gördük. Bu sefer Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Aşırı sıcak cehennemin ateşinin kızmasından dolayıdır. O bakımdan sıcak oldu­ğu takdirde siz de namazı serin vakitlere bırakınız." [84]

Müslim'in Sahih'inde de Enes'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a) öğlen namazını güneş zevale erdi mi (batıya doğru kaydı mı) kılardı.[85]

Her iki hadisi bir arada şöylece telif edebiliriz: Enes'in rivayeti, hava se­rin ise acele ettiğini ortaya koyarken; sıcak olduğunda Hz. Peygamber na­mazı serin vakte bırakırdı şeklinde anlaşılır.

Ebu İsa et-Tirmizî der ki: "İlim ehlinden kimisi fazla sıcak olduğu takdir­de öğlen namazının geciktirilmesini tercih etmiştir. Bu aynı zamanda İbn el-Mübarek, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür.

İmam Şafiî de der ki: Eğer mescid halkı uzaktan geliyor ise öğlen nama­zının serin bir vakte bırakılması uygundur. Tek başına namaz kılan ile ken­di mahalle mescidinde namaz kılan kimse için daha çok sevdiğim husus aşı­rı sıcakta namazı sonraya bırakmamasıdır.

Ebû İsa der ki: İleri derecede sıcak olduğu takdirde öğle namazının ge­ciktirilmesi görüşünü kabul edenlerin görüşüne uymak daha uygun ve da­ha yerindedir. Şafiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'ın kabul ettiği uzaktan gelen kimseler ile insanlara zorluk dolayısıyla uygun gördüğü ruhsata gelin­ce; Ebu Zer (r.a)'ın rivayet ettiği hadiste Şafiî'nin dediğinin aksine delalet eden ifadeler vardır. Ebu Zer der ki: Peygamber (s.a) ile birlikte bir yolculukta bu­lunuyor idik. Bilal öğle namazı için ezan okudu. Peygamber (s.a) ona: "Ey Bilal serinleyinceye kadar bırak sonra (yine) serinleyinceye kadar bırak" de­di. Eğer durum Şafiî'nin kabul ettiği gibi olsaydı böyle bir vakitte namazı se­rinleyinceye kadar bırakmanın bir anlamı olmazdı. Çünkü yolculuk esnasın­da bir arada bulunuyorlardı ve ayrıca uzaktan namaza gelmelerine ihtiyaç­ları yoktu." [86]

İkindi namazına gelince onun erken kılınması daha faziletlidir.

Bizim mezhebimize göre cemaatin toplanması ümidiyle namazın gecik­tirilmesi erken kılınmasından daha faziletli olduğu hususunda görüş ayrılı­ğı yoktur. Çünkü cemaatin ne kadar faziletli olduğu bilinen bir husustur. Vak­tin başının fazileti ise pek bilinmemektedir. Bilinen bir hususun elde edilme­ye çalışılması ise daha uygundur. Bunu İbnu'l-Arabî böyle demiştir. [87]

 

4- Kıyamet Günü Hepimizi Toplayacaktır:

 

"Nerede olursanız Allah tümünüzü" kıyamet gününde "biraraya getirir."

Bundan sonra yüce Allah kendi zatını herşeye kadir olmakla nitelendir­mektedir. Çünkü böyle bir niteleme, ölümden ve çürümekten sonra tekrar diriltmektan söz etmek için tam bir münasebet (uygunluk) arzetmektedir. [88]

 

149. Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Elbette ki bu, Rabbinden gelen bir haktır. Allah yaptıkları­nızdan gafil değildir.

150. Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a döndür. Siz de her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürün. Tâ ki aralarında -zulmedenlerin dışında- insanların size kar­şı bir delilleri kalmasın. O halde onlardan korkmayın, Benden korkun ve tâ ki size olan nimetimi tamamlayayım; siz de hidâ­yete kavuşmayı ümit edebilesiniz.

 

"Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a döndür."[89] Bu buy­ruğun Ka'be'ye yönelme emrini pekiştirmek ve bu hususa verilen önemi be­lirtmek için geldiği söylenmiştir. Çünkü kıblenin değiştirilmesi onlara ger­çekten ağır gelmiştir. Burada emir bir daha pekiştirilerek insanlara bu işe ve­rilen önemi göstermek istemiş ve böylelikle bu işin onlara daha hafif gelme­si ve huzur içerisinde bunu kabul etmeleri sağlanmak istenmiştir.

Bir diğer görüşe göre ise birinci emirden kasıt, sen yüzünü Ka'be tarafı­na doğru çevir yani Ka'be'nin karşısında namaz kıldığın takdirde onu gör ve bizzat kıblen ona doğru olsun, anlamındadır. Bundan sonra da: "Siz de her nerede olursanız" ey müslümanlar, Medine'de ve Medine dışındaki sair mes-cidlerde nerede olursanız olun, "yüzlerinizi onun tarafına döndürün" di­ye buyurulmuştu. Bundan sonra da "Her nereden çıkarsan yüzünü Mes­cid-i Haram'a doğru döndür" diye buyurmaktadır. Bu da yolculuk halinde Ka'be'ye yönelmenin vücubunu ifade eder.

İşte bu, yeryüzünün dört bir yanında nerede bulunulursa bulunulsun Ka'be'ye yönelme emrini ifade etmektedir.

Derim ki: Bu görüş birincisinden daha güzeldir. Çünkü bununla her bir âyetin belli bir faydaya, belli bir anlama işaret ettiğine dair bir yorum vardır.

Darakutnî'nin rivayetine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Peygamber (s.a) bir yolculukta bulunup da bineği üzerinde bulunduğu halde namaz kılmak istedi mi kıbleye doğru yönelir, tekbir alır sonra da bu haliyle bineği hangi tarafa dönerse yine namazına devam ederdi. Bu hadisi Ebû Dâvûd da riva­yet etmiştir. [90]

Şafiî, Ahmed ve Ebû Sevr de bu görüştedir.

İmam Malik'in görüşüne göre kıbleye yönelmesi gerekmez. Çünkü İbn Ömer'den gelen hadiste şöyle dediği belirtilmektedir: Rasûlullah (s.a) Mek­ke'den Medine'ye doğru gelirken bineği üzerinde namaz kılardı. İbn Ömer der ki: İşte: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır." (el-Bakara, 2/115) buyruğu buna dair nazil olmuştur. [91]Açıklamalar ise önce­den geçmiş bulunmaktadır. [92]

Derim ki: Her iki hadis arasında herhangi bir tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Çünkü bu tür hadisler mutlak ve mukayyed kabilindendir. Şafiî'nin gö­rüşü de daha uygundur. Bu konuda Enes'ten gelen hadis-i şerif de sahihtir.

Rivayet edildiğine göre Ca'fer b. Muhammed'e Kur'ân-ı Kerim'de kıssala­rın tekrarlanmasının ne anlam ifade ettiği sorulur o da şöyle der: Yüce Al­lah bütün insanların Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyemeyeceğini bildiğinden do­layıdır. Eğer aynı kıssa tekrarlanmamış olsaydı bazı insanların bunu bilme­leri bazılarının da bilmemeleri sözkonusu olurdu. Böylelikle bu kıssanın Kur'ân-ı Kerim'i kısmen ezberleyenler tarafından da bilinmesi için tekrarlan­mıştır.

"Tâ ki aralarında zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir de­lilleri kalmasın." Mücahid der ki: Burada sözü geçen zulmedenler Arap müş­rikleridir. Onların ileri sürdükleri delil ise: Sen bizim kıblemize geri döndün şeklinde idi. Bu sözlerine: "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır" buyruğu ile (el-Bakara, 2/142) cevap verilmiştir.

Şöyle de denilmiştir: "Tâ ki aralarından zulmedenlerin dışında insan­ların size karşı bir delilleri kalmasın" buyruğunun anlamı şöyledir: Onlar sizlere: Ka'be'yi görmediğiniz halde Ka'be'ye yönelmekle emrolundunuz, di-yemesinler. Çünkü yüce Allah: "Siz de her nerede olursanız yüzlerinizi O'nun tarafına döndürün" diye buyurunca ileri sürebilecekleri delil de or­tadan kalkmaktadır.

Ebu Ubeyde der ki: "Burada yer alan : Dışında, kelimesi "vav" anlamındadır. Yani; Ve tâ ki zulmedenlerin de size karşı bir delilleri kalmasın an­lamındadır. Bu "vav" anlamına gelen bir istisnadır. Şairin şu sözleri de bu tür­dendir:

"Medine'de bir tek evden başka ev yoktur Halifenin evi, Mervan'ın evi dışında."

Burada şair, Medine'de halifenin eviyle Mervan'ın evi dışında ev yoktur, demek istemiştir. Yüce Allah'ın: "Ancak iman edip salih amel işleyenler müs­tesna, onlar için kesintisiz bir ecir vardır." (et-Tin, 95/6) buyruğu hakkın­da da böyle denilmiştir. Yani iman edip salih amel işleyenler için... vardır.

ez-Zeccâc ise bu görüşün tutarsız olduğunu belirterek şunları söylemiş­tir: Böyle bir açıklama nahiv bilginlerince ileri derecede hatalı görülmüştür ve bu açıklamaya göre kelimelerin anlamları iptal edilmektedir. Bu açıkla­maya göre istisna edatı ile ondan sonrasının ayrıca zikredilmesine gerek yok­tur. Bunlara göre bu istisna birinci türden değildir (istisna munkatı'dır). Zulmedenler, işte onlar size karşı delil getirmeye kalkışırlar, demektir. Ebu İshak ez-Zeccâc der ki: Yani Allah sizlere kıble hususunda nasıl delil getire­ceğinizi: "Herkesin bir yönü vardır, o yüzünü ona doğru döndürür." (el-Ba-kara, 2/148) buyruğu ile göstermiş bulunmaktadır ki; "İnsanların size kar­şı bir delilleri kalmasın". Bundan tek istisna ise, kendisi için bu husus açıklık kazanmış olmasına rağmen haksızlık yaparak aklı sıra delil getirme­ye kalkışan zalimlerdir.

Nitekim günlük konuşmamızda şöyle dediğimiz olur: Senin bana karşı zul­mün veya bana zulmetmenin dışında getirebileceğin bir delilin yoktur. Bu­nun anlamı ise: Senin ileri sürebilecek hiçbir delilin yoktur, fakat sen bana zulmediyorsun, şeklindedir. Burada karşı tarafın zulmüne "delil" adının ve­rilmesi zulmü delil diye gösterenin, çürük olmasına rağmen, ona "delil" adını vermesinden dolayıdır.

Kutrub da der ki: Bu buyruğun anlamı şöyle olabilir: Tâ ki insanların siz­lere karşı -zulmedenlere karşı olması müstesna- ileri sürebilecek herhangi bir delilleri olmasın. Buna göre "zulmedenler" anlamındaki ism-i mevsul, "siz­ler" anlamındaki zamirden bedel olur.

Kimisi de buradaki istisna muttasıl bir istisnadır, demiştir. Bu anlamı ve­recek açıklamalar İbn Abbas'tan ve başkalarından nakledilmiştir. Taberî de bu açıklamayı tercih eder ve şöyle der: Yüce Allah kıbleye yönelmeleri hu­susunda Peygamber (s.a) ve onun ashabına karşı herhangi bir kimsenin ile­ri sürebileceği bir delilinin olamayacağını belirtmektedir. Yani tutarsız ve çü­rük delil getirme dışında hiçbir kimsenin size karşı ileri sürebileceği bir de­lili yoktur. Onların bu tutarsız delilleri ise: Ne diye kıblelerinden döndüler, Muhammed dininde hayrete düştü, o bizim kıblemize ancak bizim ondan daha çok hidâyet üzere oluşumuzdan dolayı yönelmiştir ve buna benzer ancak bir putperestin yahut bir yahudi ya da bir münafikın söyleyebileceği türden sözlerdir.

Hüccet (delil); burada davalaşmak ve tartışmak anlamına gelen delil ge­tirmek demektir. Yüce Allah bu davranışa "hüccet" adını vermekte ve zalim­ler tarafından haksızca ileri sürüldüğünden dolayı da bunun tutarsız olduğu­nu hükme bağlamaktadır.

İbn Atiyye der ki: Buradaki istisnanın munkatı' bir istisna olduğu da söylenmiştir. Munkatı' istisna olabilmesi için "insanlar" ile yahudilerin kas-tedilmesi daha sonra arap kâfirlerin istisna edilmesi gerekir. Şöyle buyurmuş gibi olur: Fakat zulmedenler size karşı delil getirirler (tartışırlar). Ancak bu­rada "aralarından" diye buyurulmuş olması böyle bir açıklamayı reddet­mektedir. Bunun anlamı şudur: Fakat zulmedenler -bunlardan kasıt ise, Mu-hammed tekrar bizim kıblemize geri döndü, ileride bütünüyle bizim dinimi­ze dönecektir, şeklindeki sözleri söyleyen Kureyş kâfirleridir- size karşı de­lil getirmeye kalkışırlar, demektir. Bunun kapsamına ise bu husus hakkında yahudilerin dışında ileri geri konuşan herkes girmektedir.

İbn Abbas ile Zeyd b. Ali ve İbn Zeyd, hemze'yi üstün ve lam'ı şeddesiz diye okumuşlardır. Buna göre burası yeni bir söz başlangı­cı olur. O takdirde "zulmedenler" bir ibtida olur. (Anlamı da: Dikkat edin, zul­medenler..." Ya da bu iğra anlamına gelir. O takdirde " .... ler" mu­kadder bir fiil ile mansub olur. (Mesela: Onlardan zalim olanlara karşı dik­katli olunuz, anlamına gelir).

"O halde onlardan" yani insanlardan "korkmayın, Benden korkun."

Haşyet, (korku); aslında sakınmaktan dolayı ortaya çıkan kalpteki bir hu­zurdur. Korku (havf) ise; kendisi sebebiyle organların çabuk hareket ettiği kalpteki bir korkudur. Onun sebebiyle organlar çabuklaştığından dolayı buna "havf" adı verilmiştir. Âyetin ifade ettiği anlam ise: Yüce Allah dışında kalan herkesin fakir ve küçük olduğunu belirtmektir. Ayrıca insanlara aldı­rış etmeyi bir kenara iterek yüce Allah'ın emrine riâyet etmeyi emretmektir.

"Ve tâ ki size olan nimetimi tamamlayayım." buyruğu "tâ ki araların­dan..." buyruğuna atfedilmiştir. Bunu el-Ahfeş demiştir. (Meal de buna gö­re yapılmıştır.) Bunun atfolmayıp mübteda olarak merfu' durumunda oldu­ğu, haberinin de gizli olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöy­le olur: Size olan nimetimi tamamlamak üzere kıblemi de öğretmiş bulunmak­tayım. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır.

"Ni'metin tamamlanmasından kasıt ise^doğru olan kıbleye yönelterek hidâyet vermektir. Cennete girmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Said b. Cübeyr der ki: Yüce Allah'ın kulu üzerindeki nimeti onu cennetine sokma­dıkça tamam olmaz.

"Siz de hidâyete kavuşmayı ümit edebilesiniz." Buna dair açıklamalar da­ha önceden (el-Bakara, 2/2. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [93]

 

151. Nitekim aranızdan sizden bir Rasûl gönderdik ki size âyetle­rimizi okuyor, sizi tertemiz yapıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve size bilmediğiniz şeyleri de öğretiyor.

 

"Nitekim aranızda sizden bir Rasûl gönderdik...." buyruğunda yer alan "nitekim" gizli bir masdann sıfatı durumundadır. Yani aranızda sizden bir ra­sûl gönderdiğimiz gibi üzerinizdeki nimetimi tamamlamak suretiyle eksiksiz bırakmayayım diye. Bu açıklama el-Ferrâ'ya aittir.

İbn Atiyye der ki: Bu husustaki görüşlerin en güzeli budur. Anlamı da şöy­le olur: Aranızda sizden bir Rasûl gönderdiğimiz gibi, İbrahim (a.s)'ın sünne­tini açıklamak hususunda da üzerinizdeki nimetimi size tamamlayayım diye.

Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Aranızda sizden bir Rasûl gön­derdiğimiz gibi, hidâyet bulaşınız diye. Bu buyruğun hal durumunda oldu­ğu da söylenmiştir. Anlamı da şöyle olur: Bu halde üzerinizdeki nimetimi ta­mamlayayım diye. Âyet-i kerimedeki benzetme ise, kıbledeki ni'metin risa-letteki ni'met gibi olması ve emrolunan şeyin azametinin sözkonusu edilme­si, nimetin azameti ve büyüklüğü gibi olması ile ilgilidir.

Bir diğer görüşe göre bu buyrukta (ve bundan sonraki âyette) bir takdim ve bir te'hir vardır. Anlamı da şöyle olur: "Yani aranızda sizden bir rasûl gön­derdiğimiz gibi, siz de beni zikredin" demek olur.

Bu açıklama şekli Hz. Ali'den rivayet edilmiş olup ez-Zeccâc da bunu ter­cih etmiştir. Yani Biz sizin aranızda doğruluk ile bildiğiniz bir Rasûl gönder­diğimiz gibi Beni de tevhid ile ve onu tasdik etmek ile zikrediniz. Bu görü­şe göre bir önceki âyetin sonunda durak yapmak caizdir.

Derim ki: Tirmizî'nin el-Hakirn'in Kitabında tercih ettiği görüş de budur. Yani Ben size saymış bulunduğum bunca lütufları ihsan etmiş olduğum gi­bi, siz de şükrederek Beni anınız, Ben de üzerinizdeki nimetlerimi daha da artırarak sizi anayım. Çünkü bu şekilde anmanız Bana bir şükürdür ve Ben de şükrettiğiniz takdirde nimetlerimi daha çok artıracağıma dair size vaad-de bulunmuşumdur. Bu ise yüce Allah'ın: "Andolsun ki şükrederseniz elbet­te size (olan nimetlerimi) artırırım." (İbrahim, 14/7) buyruğudur. Buna gö­re gerek bu âyet-i kerimedeki: Nitekim, gibi buyruğu, gerek el-Enfal'de-ki: "Rabbin seni., çıkardığı gibi" (el-Enfal, 8/5) ile el-Hicr Sûresi'nin sonla­rında yer alan: "Nitekim paylaştıranlara... indirmiştik" (el-Hicr, 15/7) buyruğundaki bu edat ileride yeri gelince açıklanacağı üzere; kendisinden sonraki buyruklar ile alakalıdır. [94]

 

152. Öyle ise siz Beni zikredin. Ben de sizi zikredeyim ve Bana şük­redin nankörlük etmeyin.

153. Ey iman edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.

 

"Öyle ise siz Beni zikredin. Ben de sizi zikredeyim" buyruğu bir emir ve onun cevabından ibarettir. Yapılan işe karşılık vermek (mücâzat) anlamı do­layısıyla (ikinci fiil) de cezmedilmiştin

Zikr asıl itibariyle anılana karşı kalbin dikkatli olması ve uyanık bulun­masıdır. Dil ile anmaya zikir denilmesinin sebebi ise, kalb zikre delalet et­tiğinden dolayıdır. Şu kadar var ki zikir, dil ile söyleme hakkında daha çok kullanılmaya başlandığından artık, o hatıra gelir olmuştur.

Âyet-i kerimenin anlamı şudur: Siz itaatle Beni anınız, Ben de sevap ve mağfiretle sizi anayım. Bu açıklamayı Said b. Cübeyr yapmıştır. Yine Said b. Cübeyr der ki: Zikir, Allah'a itaat etmektir. Allah'a itaat etmeyen kimse ister­se pek çok teşbih getirsin, tehlil getirsin, Kur'ân okusun Allah'ı zikretmiş ol­maz. Peygamber (s.a)'dan da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah'a itaat eden Allah'ı zikretmiş olur. İsterse kıldığı namazlar tuttuğu oruçlar, yap­tığı hayırlar az olsun. Allah'a isyan eden kimse de Allah'ı unutmuş demek­tir. İsterse namazı, orucu, yaptığı hayırlar pek çok olsun." [95] Bunu Ebu Ab­dullah Muhammed b. Huveyzimendad "Ahkâmu'l-Kur'ân" adlı eserinde zik­retmektedir.

Ebu Osman en-Nehdî de der ki: Ben yüce Allah'ın bizi zikrettiği anın han­gisi olduğunu biliyorum. Ona: Bunu nereden biliyorsun? diye sorulunca şu cevabı verir: Yüce Allah: "Siz Beni zikredin; Ben de sizi zikredeyim" diye buyurmaktadır.

es-Süddî de der ki: Allah'ı zikreden her kulu mutlaka yüce Allah da zik­reder. Allah'ı zikreden her bir mü'mini mutlaka yüce Allah rahmetiyle anar. Onu zikreden her bir kâfiri de mutlaka Allah azabıyla zikreder.

Ebu Osman'a: Biz Allah'ı zikrettiğimiz halde kalbimizde bunun lezzetini bulamıyoruz denince şöyle der: Organlarınızdan birisini kendisine itaat ile süsledi diye yüce Allah'a hamdediniz.

Zünnun el-Mısrî (Allah'ın rahmetrüzerine olsun) da der ki: Gerçek anlamıyla yüce Allah'ı zikreden bir kimse O'nun zikriyle birlikte herşeyi unutur. Allah da onun herşeyini koruma altına alır ve Allah onun için herşeyin be­deli olur. (Mükâfatını verir.) Muaz b. Cebel (r.a) der ki: Ademoğlunu Allah'ı zikretmekten çok Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir amel yoktur.

Zikrin fazilet ve sevabına dair hadis-i şerifler pek çoktur ve hadis imam­ları bunları kitaplarında rivayet etmiş bulunmaktadır. İbn Mâce'nin Abdullah b. Büsr'den rivayetine göre bedevî bir Arap Rasûlullah (s.a)'a şöyle der: İs­lâm'ın hükümleri bana çok geliyor. Bana kendisine sımsıkı sarılacağım bir-şey bildir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Aziz ve celil olan Allah'ın zikriy­le dilin her zaman nemli olsun. (Allah'ı zikretmekten uzak durma)."[96]

Ebu Hureyre (r.a)'dan da rivayetle Peygamber (s.a)'ın şu buyruğunu kay­deder: Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: "Kulum Beni zikredip Beni anar­ken dudakları kıpırdadıkça Ben kulum ile birlikteyim." [97]

Şanı yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, Allah'ı çok çok zikredin." (el-Ahzab, 33/41) buyruğunu açıklarken konu ile ilgili daha geniş bilgiler ve bundan kas­tın bütün hallerde devam etmesi gereken kalp ile zikir olduğuna dair açık­lamalar gelecektir.

"Ve bana şükredin, nankörlük etmeyin" buyruğunda geçen Şükür, iyi­liği bilmek ve bunu sözkonusu etmektir. Sözlükteki asıl anlamı açıkça orta­ya çıkmak, zuhur etmek demektir. Buna dair açıklamalar (el-Bakara, 2/52. âyet 3 ve 4. başlıklarda) daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Kulun yüce Allah'a şükretmesi O'nu kendisine yaptığı lütuflar dolayısıyla övmesidir. Yüce Rab-bin kula şükrü ise kendisine itaat ettiği için onu övmesidir. Şu kadar var ki kulun şükrü itaatlerde bulunmakla beraber, Rabbin ni'metlerini de dil ile söy­lemek, kalp ile ikrar edip kabul etmektir.

"Nankörlük etmeyin" buyruğu nankörlüğü yasaklamaktadır. O bakımdan kelimenin sonundaki çoğul için kullanılan nün hazfedilmiştir. Buradaki nün ise mütekellim (birinci şahıs) nûn'udur. Sonundan (mütekellime ait) ya har­finin hazfedilmesi ise bir âyet başı (sonu) olduğundan dolayıdır. Kur'ân-ı Ke-rim'in dışındaki hitaplarda hazfedilmemesi daha güzeldir. Benim sizin üze­rinizdeki ni'metimi ve lütuflarımı inkâr etmeyiniz, demektir.

Burada küfür (nankörlük) nimetin örtülmesidir, yalanlamak değildir. Küfr'ün sözlük anlamına dair açıklamalar (el-Bakara, 2/6. âyette) ile sabır ve namaz ile yardım dilemeye dair açıklamalar (el-Bakara, 2/45. âyette) daha ön­ceden geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan bunları burada tekrarlamanın an­lamı yoktur. [98]

 

154. Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine on­lar diridirler, fakat siz anlayamazsınız.

 

Bu, yüce Allah'ın bir başka âyet-i kerimede yer alan: "Allah yolunda öl­dürülenleri sakın ölü sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Rızıklanırlar..." (Âl-i İmran, 3/169) buyruğunu andırmaktadır. Orada yüce Al­lah'ın izniyle şehitlere ve şehitlerin hükümlerine dair açıklamalar gelecektir.

İleride de açıklanacağı üzere yüce Allah ölümden sonra onları rızıklan-dırmak üzere dirilteceğine göre, kâfirleri de azablandırmak üzere diriltme­si mümkündür. Bu buyruk bir bakıma kabir azabına da delildir. Şehitler ise yüce Allah'ın buyurduğu gibi diridirler. Yoksa bu diriltileceklerdir, anlamı­na gelmez. Çünkü böyle olsaydı şehitler ile başkaları arasında bir fark olmaz­dı. Çünkü herkes diriltilecektir. Buna yüce Allah'ın: "Fakat siz anlayamaz­sınız" buyruğu delildir. Mü'minler ise ölümden sonra tekrar diriltilecekleri-ni bilirler, anlarlar.

"Ölüler" kelimesinin merfu gelmesi bir gizli mübteda dolayısıyladır. "Ak­sine onlar diridirler" buyruğu da bu şekildedir. Yani onlar ölüdürler, deme­yin. Aksine onlar diridirler, şeklindedir. Burada "demeyin" kelimesinin amel etmesi (i'rabını değiştirmesi) doğru olmaz. Çünkü bunlar arasında bir ilişki yoktur. [99]

 

155. Andolsun ki sizleri (biraz) korku açlık, mallardan, canlardan mahsullerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!

 

"Andolsun ki imtihan edeceğiz" buyruğunda geçen: Bela (imtihan); gü­zel de olabilir, kötü de olabilir. Bunun aslı mihnet (imtihan edilmek) dır. Bu­na dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet, 13. başlıkta) geç­miş bulunmaktadır.

Anlamı: Andolsun ki -önceden de belirtildiği gibi; karşılığını vermek

sözkonusu olsun diye ortaya çıkartmak anlamında- mücahidlerle sabreden­leri bilinceye kadar sizleri imtihan edeceğiz.

Konu ile ilgili şöyle denilmiştir: Bu şekilde onların imtihan edilmeleri kendilerinden sonrakiler için bir alâmet olsun diyedir. Böylelikle onlar da hak kendileri için apaçık belli olunca bu imtihanlara sabrettiklerini bilsinler diye.

Yüce Allah'ın bü hususu onlara böyle bir sınamanın mutlaka gelip ken­dilerine isabet edeceğini yakînen bilsinler diye bildirmiştir. Bu suretle ken­dilerini böyle bir imtihana hazırlamış olurlar ve bu imtihan dolayısıyla sar­sıntıya uğramaktan uzak kalırlar. Ayrıca bu buyrukta azimli olmaya ve insa­nın kendisini hazırlamasına karşılık yüce Allah'ın sevabını acilen verdiğine de işaret vardır, diye de açıklanmıştır.

"Biraz ": Çoğul anlamında tekil bir kelimedir. ed-Dahhâk bunu çoğul olarak ": Birtakım şeylerle" diye okumuş, ancak çoğunluk te­kil olarak okumuştur. Yani biraz korku, biraz açlık ile... Daha veciz olmak üzere ikinci sefer bu kelime kullanılmamıştır.

"Biraz korku"; İbn Abbas'ın açıklamasına göre düşman ve savaş korku­su ile. Şafiî de şöyle demiştir: Buradaki korku, yüce Allah korkusudur.

İbn Abbas'ın görüşüne göre kuraklık ve kıtlık dolayısıyla meydana gele­cek açlıkla; Şafiî'ye göre ise ramazan ayındaki açlık ile olmak üzere "(biraz) açlık", kâfirlerle savaşla uğraşıldığından bir görüşe göre malları telef eden türlü musibetlerle, Şafiî'ye göre farz kılınan zekât ile "mallardan", İbn Ab-bas'a göre cihadda öldürmekle ve ölmekle, Şafiî'ye göre türlü hastalıklarla "canlardan", Şafiî'ye göre kişinin yavrusu ileride de belirtileceği üzere se­leften gelen haberde varid olduğu gibi, kalbinin meyvesi olduğundan dola­yı çocukların ölümüyle; İbn Abbas'a göre ise bitkilerin azlığı ve bereketle­rin kesilmesi ile "mahsullerden eksiltmekle imtihan edeceğiz."

"Sab'redenlere" sabrın sevabını "müjdele!"

Sabr'ın asıl anlamı hapsetmek, alıkoymaktır. Sevabı ise belli bir miktara bağlı değildir, buna dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/45'te) geç­miş bulunmaktadır. Fakat bu mükâfata ancak ilk sadme halinde gösterilen sa­bır ile ulaşılabilir.                                                                         

Nitekim Buhârî, Enes (r.a)'dan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu ri­vayet etmektedir: "Sabır ancak ilk sadme ile birlikte olur." [100] Bu hadisi Müslim, ondan daha geniş bir şekilde kaydetmektedir. [101]

Yani sevabın kendisi sebebiyle oldukça büyüdüğü ve nefse ağır gelen sa­bır, ancak musibetin hücum ettiği ve sıcaklığını koruduğu esnada gösterilen dirençtir. Bu sabır kalbin metanetine ve sabır makamındaki sebatına delildir. Musibetin harareti geçtikten sonra herkes sabreder. İşte bu bakımdan şöyle denilmiştir: Aklı başında olan herkesin musibet esnasında, ahmak olanın üç gün sonra göstermekten başka çaresi olmayan şeyleri musibet esnasında gös­termesi gerekir. Sehl b. Abdullah et-Tusterî der ki: Yüce Allah: "Sabreden­lere müjdele" diye buyurduğundan dolayı artık sabır (bizim için) bir yaşa­yış (biçimi) oldu.

Sabır iki. türlüdür: Allah'ın masiyetine karşı sabır. Böyle bir kişi mücahid demektir. Allah'a itaate karşı sabır. Böyle bir kişi de abid demektir. Kişi hem Allah'ın masiyetine karşı sabreder, hem Allah'a itaat üzre sabrederse yüce Al­lah ona kaza ve kaderine razı olmak meziyetini kazandırır. Bu rızanın alâ­meti ise nefsin karşı karşıya kaldığı hoş olmayan ve sevilen şeylere karşı kal­bin sükûnetini koruması, huzurunu bozmamasıdır.

el-Havvâs der ki: Sabır Kitab ve Sünnetin hükümleri üzere sebat göster­mektir. Ruveym de sabır şekvayı terketmektir, der. Zünnûn el-Mısrî de: Sa­bır yüce Allah'tan yardım dilemektir, der. Üstad Ebu Ali der ki: Sabrın sını­rı takdire itiraz etmemektir. Şikâyet etmek kastıyla olmaksızın belanın izhar edilmesi sabra aykırı değildir. Çünkü yüce Allah Hz. Eyyûb kıssasında onun: "Ya Rab, bana bu dert gelip çattı" (el-Enbiya, 21/83) dediğini bize haber ver­mekle birlikte onun hakkında: "Biz gerçekten onu sabredici bulduk. O ne gü­zel kuldu" (Sâd, 38/44) diye buyurmaktadır. [102]

 

156. Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" diyenlerdir.

157. İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar hidâyet bulanların tâ kendileridir.           

Buyruklarına dair açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:

 

1- Musibet:

 

Mü'mine rahatsızlık veren ve ona gelip çatan herşey bir musibettir. Mu­sibetin çoğulu masâib gelir. el-Masûbe de musibet gibidir. Araplar, bu keli­menin aslı itibariyle vâv olmakla birlikte çoğulunu hemzeli olarak "mesâib" şeklinde kullanmakta ittifak halindedirler. Onlar böyleliklle aslî harfi zaid har­fe benzetmiş gibidirler. Bu kelime asla uygun olan şekli ile "mesâvib" şek­linde de çoğul yapılabilir. Musâb kelimesi "isabet" anlamındadır. Nitekim şa­ir şöyle demiştir:

"Ey Sülemliler! Sizin selâm vererek size selâm bağışlayan birisine

(Vurup) isabet ettirmeniz, şüphesiz bir zulümdür."

ok deftere isabet etti, eder şekli kipinin bir şivesidir.

Musibet küçük dahi olsa insanın karşı karşıya kaldığı ve isabet aldığı şey­dir. Kötülük hakkında kullanılır.

İkrime'nin rivayetine göre Rasûlullah (s.a)'ın kandili bir gece sönünce o da: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz ona dönücüleriz" der. Ona: Bu bir musibet midir ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şu cevabı ve­rir: "Evet, mü'mini rahatsız eden her şey bir musibettir."

Derim ki : Bu buyruğun anlamı sahih hadiste sabittir. Müslim Ebu Said el-Hudrî (r.a) ile Ebu Hureyre (r.a)'dan her ikisinin de Rasûlullah (s.a)'ın şöy­le buyurduğunu dinlemişlerdir: "Mü'mine isabet eden her bir bitkinlik, yor­gunluk, hastalık ve üzüntü, hatta kişiyi üzen her bir keder dolayısıyla mut­laka Allah günahlarından bir kısmını örter." [103]

 

2- İstircâ'da Bulunmak: (İnnâ Lillahi ve İnnâ İleyhi Râci'ûn) Demek:

 

İbn Mâce, Sünen'inde şu rivayeti kaydetmektedir: Bize  Ebu Bekr b. Ebi Şeybe anlattı, bize Veki' b. el-Cerrah, Hişam b. Ziyad'dan o annesinden, o Fa-tıma bint el-Hüseyin'den, o babasından rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöy­le buyurdu: "Her kime bir musibet gelip çatarsa, o da musibetini hatırladı­ğında yeniden istircâ'da bulunursa (innâ lillah ve innâ ileyhi râciûn, derse) o musibetten bu yana geçen uzun zaman olsa dahi Allah onun için o musi­bet ile karşı karşıya kaldığı günkü ecrin benzerini yazar." [104]

 

3- En Büyük Musibet Dindeki Musibettir:

 

Ebû Ömer (b. Abdi'1-Berr) el-Firyabî'den şöyle dediğini nakletmektedir[105] Bize Fıtr b. Halife anlattı, bize Ata b. Ebi Rebâh [106] anlattı, dedi ki: Rasûlul­lah (s.a) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi birinize bir musibet gelip çattığın­da benim (vefatım) ile karşı karşıya kalacağı (kaldığı) musibeti hatırlasın. Çünkü o en büyük musibetlerden birisidir." Bunu es-Semerkandî Ebu Muham-med, el-Müsned'inde şöylece rivayet etmiştir: Bize Ebu Nuaym haber verdi dedi ki: Bize Fıtr b. Halife haber verdi... deyip hadisi aynen o da zikretti. Bu­nun bir benzerini de Mekhûl'den mürsel senediyle kaydetti. [107]

Ebu Ömer der ki: Rasûlullah (s.a) doğru söylemiştir. Çünkü onun vefatıy­la karşı karşıya kalınan musibet müslümanın ondan sonra kıyamet gününe ka­dar karşı karşıya kalacağı bütün musibetlerden daha büyüktür. Vahiy kesilmiş, nübüvvet ölmüştür (sona ermiştir). Onun vefatından sonra ortaya çıkan ilk bü­yük kötülük, Arapların irtidadı ile başgöstermiş ve bundan sonra başkaları da sürüp gitmiştir. Bu ise hayrın kesilmesinin başı ve eksikliğin ilkidir. Ebu Sa-id der ki: Daha Rasûlullah (s.a)'ın kabrinin topraklarından ellerimizi silkele-memiştik ki kalplerimizi tanımaz hale geldik. Ebu'l-Atahiye bu hadis-i şeri­fin anlamını nazım halinde şu şekilde çok güzel ifade etmiştir:

"Sabret, her musibete yiğitçe katlan

Bil ki kişi ebedi kalmaz

Görmez misin musibetlerin pek çok olduğunu

Ve aynı zamanda ölümün kulları beklediğini?

Şu gördüklerinden kime bir musibet isabet etmemiş ki?

Bu senin tek yolcusu olmadığın bir yoldur.

Sen Muhammed'i ve onun musibetlerini hatırladığında

Senin Peygamber Muhammed'i kaybetmekle uğradığın musibeti de an!" [108]

 

4- İstirca': (înnâ Lillah ve înnâ İleyhi Râciun):

 

"Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenler­dir." Şanı yüce Allah bu kelimeleri musibetlere uğrayanlar için bir sığınak, türlü mihnetlerle karşı karşıya kalanlar için bir korunak kılmıştır. Çünkü bu kelimeler pek çok mübarek manayı ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın: "Muhak­kak biz Allah'ınız" buyruğu tevhiddir. Ubudiyyeti ve Allah'ın mülkü altın­da olduğunu ikrar ve ifade etmektir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" buyruğu ise canlarımızın öleceğini ve kabirlerimizden diriltileceğini ikrar et­mektir. Bütün işlerin O'na ait olduğu gibi teWr O'na döneceğine dair yakînin ifadesidir.

Said b. Cübeyr (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Bu kelime­ler bizim peygamberimizden önce herhangi bir peygambere verilmiş değil­dir. Eğer Yakub (a.s) bu kelimeyi bilmiş olsaydı: "Ey Yusuf un ayrılığının ke­deri, gel, şimdi gelişinin tam zamanıdır!" (Yusuf, 12/84) demezdi. [109]

 

5- Musibet Anında Istircâ'da Bulunmak:

 

Ebû Sinan der ki: Oğlum Sinan'ı defnettim. Bu sırada Ebu Talha el-Havlanî kabrin kıyısında idi. Çıkmak istediğimde elimden tuttu, beni teselli edip şöyle dedi: Sana bir müjde vereyim mi ey Sinan'ın babası, bana ed-Dahhak Ebu Musa'dan anlatarak dedi ki: Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Allah'ın kullarından birinin oğlu vefat ettiğinde Allah meleklerine: Kulumun oğlunun canını mı aldınız der, onlar: Evet derler. Allah: Onun kalbinin meyvesini mi aldınız diye sorar, melekler: Evet derler. Yine sorar: Peki kulum ne dedi? Me­lekler: Sana hamdetti, istircâ'da bulundu, derler. Yüce Allah bunun üzerine şöyle buyurur: Haydi kulum için cennette bir ev yapınız ve ona Hamd Evi adını veriniz."[110]

Müslim, Unun Seleme'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Herhangi bir müslümana bir musibet ge­lip çattı mı o da aziz ve celil olan Allah'ın kendisine emrettiği şekilde: Mu­hakkak biz Allah'ınız ve şüphesiz biz ona dönücüleriz. Allah'ım, bu musibe­timin ecrini bana ver, onun yerine bana ondan daha hayırlısını ihsan buyur, diyecek olursa mutlaka Allah da ona ondan daha hayırlısını verir." [111]

İşte bu, yüce Allah'ın: "Sabredenlere müjdele" buyruğuna dikkatimizi çek­mektedir. Onun yerine daha hayırlısını vermeye gelince ya yüce Allah'ın Umm Seleme'ye Rasûlullah (s.a)'ı vermesi türünden olur, çünkü kocası Ebu Sele­me vefat edince Rasûlullah onunla evlenmişti, ya da pek çok büyük sevap­lar vermesiyle olur. Ebu Musa'nın rivayet ettiği hadis-i şerifte olduğu gibi. Ba­zen her ikisini ihsan ederek de olabilir. [112]

 

6- Sabredenlere Allah'ın Ni'metleri:

 

"İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerindedir." Bunlar yüce Allah'ın sabredip istircâ'da bulunanlara verdikleri ni'metleridir. Al­lah'ın kuluna salât getirmesi, onu affetmesi, ona rahmet buyurması, bereke­ti, dünya ve ahirette onu şereflendirmesidir. ez-Zeccâc der ki: Aziz ve celil olan Allah'ın salâtı gufran ve güzel övgüdür. Ölü üzerine salât getirmek (na­maz) da ona övgü ve ona dua etmek demektir. Ayrıca "rahmefin tekrar edil­mesi ise lafzın değişmesi dolayısıyladır ve bu anlama daha güç kazandırmak ve pekiştirmek içindir. Başka yerlerdeki: "Apaçık âyetleri ve hidâyeti^." (el-Bakara, 2/159) ile "Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmeyiz rki sanırlar?" (ez-Zuhruf, 43/80) buyruklarında da bu türden ifadeler kullanıl­mıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Yahya'ya ve onun yolunda olanlara

Kerim bir Rab ve itaat edilir bir şefaatçi salât getirsin."

Burada rahmet ile, sıkıntının açılması ve ihtiyacın giderilmesinin kastedil­diği de söylenmiştir. Buhârî'de Hz. Ömer (r.a)'ın şöyle dediği nakledilmek­tedir: "İki denk ve ayrıca ona verilen ilave ne güzeldir: Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenlerdir. İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar hidâyet bulanların tâ kendileridir." (âyetini oku­du)/»

Hz. Ömer burada iki denk ile salât getirmeyi ve rahmeti, ilave ile de hi­dâyete iletmeyi kastetmektedir. İki denk şey'in sevaba hak kazanmak ile çok­ça ecrin verilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir.Musibetlerin kolaylaştı­rılması, kederin hafifletilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir. [113]

 

158. Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında güzelce ta­vaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur. Gönül isteği ile her kim bir hayır işlerse gerçekten Allah, şükredenlerin ecrini ve­ren ve herşeyi çok iyi bilendir.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:

 

1- Âyetin Anlaşılmasına ve Nuzül Sebebine Dair Rivayetler:

 

Buhârî'nin Asım b. Süleyman'dan rivayetine göre şöyle demiş: Enes b. Mâ-lik'e Safa ile Merve hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz bunların (arasında ta­vaf etmenin) cahiliyye işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince ori^ lardan uzak durduk. Yüce Allah da: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ta alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu indir­di."[114]

Tirmizî'nin de rivayetine göre Urve şöyle demiş: Ben Aişe'ye şöyle dedint Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen herhangi bir kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde değilim ve ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmı­yorum. Bana şöyle dedi: Kızkardeşimin oğlu, ne kadar kötü birsöz söyledin. Rasûlullah (s.a) da müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. MüşelleFde-ki tağût olan Menat için ihlal eden (hacc için telbiyede bulunan) kimseler.

Safa ile Merve arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde ken­disi için bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi. Eğer durum senin dediğin gi­bi olsaydı: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" denmesi gerekirdi. ez-Zührî der ki: Ben bunu Ebu Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris el-Hişam'a zikrettim ve bunu beğendi ve: Şüphesiz ki bu, bir ilim­dir, dedi. Ben ilim ehlinden birtakım kimseleri şöyle derken dinledim: Safa ile Merve arasında tavaf etmeyen Araplar şöyle derlerdi: Bizim bu iki taş ara­sında tavaf etmemiz bir cahiliyye işidir. Ensar'dan olan başkalan ise şöyle de­diler: Bizler, Beytullah'ı tavaf etmekle emrolunduk, Safa ile Merve arasında tavaf etmekle emrolunmadık. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki Sa­fa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu indirdi. Ebu Bekr b. Ab­durrahman der ki: Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerime hem bunlar, hem berikiler hakkında inmiştir. (Tirmizî) der ki: Bu hasen sahih bir hadistir."[115]

Buhârî de bu manada bu hadisi rivayet etmiştir. Oradaki rivayette yüce Al­lah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğu­nu indirdi; denildikten sonra şu ifade yer almaktadır:

Aişe dedi ki: "Rasûlullah (s.a) her ikisi arasında tavaf etmeyi bir sünnet ola­rak uyguladı. Herhangi bir kimsenin ikisi arasında tavaf etmeyi terketmesi ya­kışmaz." Sonra bunu Ebu Bekr b. Abdurrahman'a haber verdim de şöyle de­di: Şüphesiz ki bu bir ilimdir, daha önce bunu işitmemiştim. İlim ehlinden birtakım kimselerin -Aişe'nin zikrettiklerinden başka- şunu sözkonusu ettik­lerini dinledim: Menat için ihrama giren birtakım kimselerin hepsi Safa ile Mer­ve arasında tavaf ediyorlardı. Allah Kur'ân-ı Kerim'de Beyt'in tavafını sözko­nusu edip Safa ile Merve'den söz etmeyince şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasû-lü, biz Safa ile Merve arasında tavaf ediyorduk. Allah da Beytullah'ın etrafın­da tavaf etme emrini indirdiği halde Safâ'dan söz etmedi. Safa ile Merve ara­sında tavaf etmemizin bizim için bir mahzuru var mıdır? Bunun üzerine yü­ce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyeti­ni indirdi. Ebu Bekr der ki: Benim işittiğim şu ki bu âyet-i kerime her iki ke­sim hakkında nazil olmuştur: Cahiliyye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen kimseler ile daha sonra İslâm geldikten sonra yüce Allah Beyt'in tavafını emredip de Safa (ile Merve)yi sözkonusu etmediğin­den dolayı Beyt'in tavafından sonra bilinen şekilde söz edinceye kadar iki­si arasında tavaf etmekten çekinen kimseler hakkında nazil olmuştur. [116]

Tirmizî Asım b. Süleyman el-Ahvel'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Enes b. Malik'e Safa ile Merve hakkında soru sordum da şöyle dedi: Safa ile

Merve cahiliyye döneminin şe'airinden (alâmetlerinden) idi. İslâm gelince on­dan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Mer­ve Allah'ın alâmetlerindeadir. Her kim Beyt'i hacceder ve umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buy­ruğunu indirdi. (Devamla) dedi ki: Bu ikisi arasında tavaf (yani sa'y) tatav-vudur. (Nitekim yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:) "Gönül iste­ğiyle kim bir hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir." [117] Bu hadisi Buhârî de rivayet etmiştir. [118]

İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şey­tanlar bütün gece boyunca Safa ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu iki­si arasında putlar da vardı. İslâm gelince Müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler; biz Safa ile Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşu­lan) varlıklardır. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [119]

eş-Şa'bi der ki: Cahiliyye döneminde Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürler-di. Müslümanlar bundan dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina et­tiler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [120]

 

2- Safa ile Merve'nin Anlamı:

 

Sözlükte Safa kelimesinin asıl anlamı düzgün taş demektir. Burada ise Mek­ke'de bilinen tepenin adıdır. Merve de aynı şekilde bir tepenin adıdır. Bun­dan dolayı âyet-i kerimede her ikisinden de harf-i tarifli olarak söz edilmek­tedir.

Anlatıldığına göre Safâ'ya bu adın veriliş sebebi seçilen (mustafa) Hz. üzerinde durmasıdır. Onun bu adından dolayı buraya da Sa­fa denilmiştir. Hz. Havva ise Merve üzerinde vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Bundan dolayı da bu tepenin adı müennes (dişil)dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

eş-Şa'bi der ki: Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. İşte bundan dolayı birisinin adı müzekker, öbürünün adı da mü­ennes oldu ve önce adı müzekker olan sözkonusu edildi. Bu güzel bir açık­lamadır. Çünkü zikredilen hadis-i şerifler böyle bir manaya delalet etmekte­dir. Her ikisi arasında tavaf etmekten hoşlanmayanların hoşlanmayışlarının tek sebebi de budur. Bu hususta Allah mahzuru ortadan kaldırıncaya kadar bu böyle sürdü.

Kitap ehlinin iddia ettiğine göre bu İsaf ve Naile Ka'be'de zina etmişler, yüce Allah da onları iki taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın diye Sa­fa ile Merve üzerine koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra Allah dışında bunlara ibadet edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Safâ'nın çoğulu "Safât" gelir ve düzgün taş anlamındadır. Safâ'nın tekil bir isim olduğu, çoğulun ise Sufiyyun ve Âsfâ şeklinde geldiği de söylenmiştir. Recez vezninde şair şöyle demiş:

"Sanki onun iki ipi de üzerine saçılmış su damlalarından dolayı Düzgün taşlar üzerindeki kuşların pisliklerini andırıyordu."

Taşın Safa adını alması için beyaz ve sert olması şartının da bulunduğu söy­lenmiştir. Yine denildiğine göre bunun türediği kök dır. Yani toprak've çamurdan arınmış taş demektir.

Merve (tekili merv gelir) ise nisbeten yumuşak küçük taşlar demektir. Sert taşlar demek olduğu da söylenmiştir. Doğrusu şu ki, Merve parçalanıp etra­fı incelmiş sert ya da yumuşak her türlü taştır. Çoğunlukla bu tür taşlar hak­kında merve tabiri kullanıldığı gibi sert olan taşlar hakkında kullanıldığı da olur.

Şair der ki:

"Yeri yumuşak bir ayakkabı" edindi

Merve (sert taşlara) rast geldi mi de ezer geçer."

Ebu Zueyb de der ki:

"Öyle ki ben musibetlere karşı bir merve (sert taşlar) gibiyim; Muşakkardaki Safa kalası gibi her gün dövülen."

Merve'nin siyah taşlar demek olduğu söylendiği gibi, ateş çakmaya yarayan parlak beyaz taşlar (çakmak taşı) olduğu da söylenmiştir. [121]

 

3- Allah'ın Şe'âiri:

 

"Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerinden (şe'âirinden)dir."

Allah'ın alâmetlerinden ve ibadet yerlerindendir.

Şeâir kelimesi şe'îra kelimesinin çoğuludur. Şeâir, yüce Allah'ın alâmet-lendirdiği ibadet yerleridir. Yani insanlar için alâmet olarak tesbit ettiği vak­fe yeri, Sa'y ve kurban kesme yeridir. Şiar, alâmet demektir. Devenin hör-gücüne bir demir batırmak suretiyle alâmet yapmaya, hediyelik kurban­ların iş'ârı denilir. Şair el-Kümeyt der ki:

"Onları ardı ardına nesil nesil öldürüyoruz. Sen onları şöyle görürsün: Kendileri kurban edilerek (Allah'a yaklaşılan) kurbanlıkların şeâiri gibi." [122]

 

4- Haccın Kelime Anlamı:

 

"Her kim Beyt'i hac eder" yani kasteder... Haccın asıl anlamı kastetmek­tir. Şair der ki:

"Avfoğullarından gelip konaklamış pek çok aile görüyorum Bunların hepsi de zaferân ile boyanmış Zibrikanın örtü ve sarığını[123]

hac (ziyaret etmeyi kast) ediyorlar."

Doktorun kafadaki yarayı elindeki mil ile derinliğini ölçmesi hakkında da bu tabir (Hacce) kullanılır. Nitekim şair şöyle demiştir:

"Dibinde çökme olan beyin zarına kadar ulaşmış (me'mûme) olan yarayı haccediyor (elindeki mil ile derinliğini ölçüyor)."

Daha sonra bu isim, Beytü'l-Haram'ı özel birtakım fiilleri yerine getirmek üzere kastetmek için kullanılır olmuştur. [124]

 

5- Umre:

 

".... veya umre yaparsa" yani ziyaret ederse. Umre ziyaret etmek demek­tir. Şair der ki:

"Ma'meroğlu umre (ziyaret) yapınca

Uzaktan uzağa, uzak bir yere yükseldi ve ileriye atılmak için

ayaklarını bir araya topladı." [125]

 

6- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmek:

 

"Onlar arasında tavaf emesinde kendisi için bir vebal yoktur." Yani gü­nah yoktur. (Âyet-i kerimede geçen kelime: Cünâh şeklindedir.) Bu kelimenin aslı meyletmek anlamına gelen "cünûh"tan gelmektedir. Eğri olduklarından dolayı azalara "el-cevânilı" adının verilmesi de burdan gelmektedir. Hz. Aişe'nin bu âyet-i kerimeye dair açıklaması bundan önce geçmiş bulunmak­tadır.

İbnu'l-Arabî de şöyle demektedir: "Bu hususta söylenecek sözün tahkiki şudur: Bir kimsenin: "Bu işi yapmaktan dolayı senin için bir vebal yoktur" denildiği vakit o yapılan fiilin mubah olduğu ifade edilmektedir. Buna kar­şılık: Senin bu işi yapmamanda senin için bir vebal yoktur, denilmesi ise o fiilin terkedilmesinin mubah olduğunu ifade eder. Urve yüce Allah'ın: "On­lar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu görünce şöyle dedi: İşte bu tavafın terkedilmesinin caiz olduğunun delilidir. Diğer taraftan şeriatın tavafın uygulanmasını esas aldığını, terkedilmesinde bir ruhsat görmediğini görünce bu iki çatışan durumun birbiriyle telif edil­mesini istedi. Hz. Âişe de ona: "Onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunun tavafın terkedilebileceeğine dair delil ol­madığını, aksine eğer: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir ve­bal yoktur" şeklinde olsaydı terkine delil olabileceğini söyledi. O halde oradaki bu ifade tavafın terkinin mubah olduğunu belirtmek için değildir ve buna dair bir delil de taşımamaktadır. Aksine bu buyruk, cahiliyye dönemin­de bu işi sakıncalı gören veya orada bulunan putları kastederek cahiliyye döneminde ikisi arasında tavaf eden kimselerin tavaf etmesinin bundan böyle mubah olduğunu ifade etmek için gelmiş ve bununla yüce Allah on­lara eğer tavaf eden kimsenin batıl bir maksadı yoksa, tavafın sakıncalı ol­mayacağını onlara bildirmiştir."

Denilse ki: Ata'nın İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde okumuş­tur. İbn Mes'ud'un kıraatinde de böyledir. Ubey b. Ka'b'ın Mushaf ında da böy­le olduğu rivayet edilmektedir. Aynı zamanda Enes'ten de buna benzer bir rivayet gelmiştir.                

Cevap şudur: Bu, mushafta bulunanın hilafınadır. Mushafta sabit olan kıraat, sahih olup olmadığı bilinmeyen bir kıraat dolayısıyla terkedilemez. Diğer taraftan Ata, İbn Abbas'tan bizzat işitmeksizin çokça mürsel rivayet nak­lederdi. Bu hususta Enes'ten gelen rivayet hakkında ise bunun sağlam bir şekilde zaptedilmediği söylenmektedir veya buradaki "(olumsuzluk ifade eden) lâ" te'kid için zaid olarak gelmiştir. Şairin dediği gibi:

"Ben beyaz tenli kadınları alay ediyorlar diye [126] kınamıyorum. Saçına ak düşmüş oldukça çirkin görünümlü kişiyi gördüklerinde." [127]

 

7- Safa ile Merve Arasında Sa'yin Uygulaması:

 

Tirmizî'nin Hz. Cabir'den rivayetine göre Peygamber (s.a) Mekke'ye gel­diğinde Beytullah'ın etrafında yedi defa tavaf etti ve: "Siz de İbrahim'in makamından bir namazgah edinin" (el-Bakara, 2/125) âyetini okudu ve Makam-ı İbrahim'in arkasında (iki rekat) namaz kıldı. Ardından Hacer-i Es-ved'e gitti, onu istilam etti. Sonra da: "Yüce Allah'ın (kelamında) başladığı ile biz de başlıyoruz" deyip (sa'yine) Safâ'dan başladı ve: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu okudu. Tirmizî der ki: Bu hasen sahih bir hadistir. İlim ehline göre uygulama da bu şekildedir. Tavafa Merve'den önce Safâ'dan başlanır. Eğer Safâ'dan önce Merve'den başlayacak olursa bu sayılmaz ve Safâ'dan başlar. [128]

 

8- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmenin Hükmü:

 

İlim adamları Safa ile Merve arasında sa'yın vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şafiî ve İbn Hanbel sa'ym bir rükün olduğunu söylemiş­lerdir. İmam Malik'in meşhur olan görüşü de budur. Çünkü Hz. Peygamber: "Sa'y yapınız, muhakkak Allah üzerinize sa'yetmeyi yazmıştır." Bu hadisi Darakutnî rivayet etmiştir.[129]

Yazmak ise farz kılmak anlamındadır. Çünkü yüce Allah: "Oruç sizin üz­erinize de yazıldı" (el-Bakara, 2/183) diye buyurmaktadır. Hz. Peygam-ber'in: "Beş vakit namazı Allah kulları üzerine yazmıştır" [130] diye buyurmak­tadır. İbn Mâce de Şeybe'nin bir Umm veledinden (yani kendisinden çocuğu olmuş bir cariyesinden) şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a)'ı Safa ile Merve arasında sa'yederken ve bu arada: j)el-Abtah (vadisi) ancak koşarak katedilir" diye buyurarak, Safa ile Merve-afasında sa'yettiğini gördü. [131]

Unutarak ya da kasten sa'yin bir tek şavtını (turunu) dahi terkedecek ol­sa beldesinden yahut hatırladığı yerden Mekke'ye geri döner, tavaf eder, sa'yeder. Çünkü sa'y ancak tavafa bitişik (onun ardından) yapılır. İmam Malik'e göre bu ister hacda isterse de - farz olmamakla birlikte - umrede ol-' sun böyledir. Eğer bu arada kadınlara yaklaşmış ise İmam Malik'e göre menâsikinin tamamlanması ile birlikte bir umre ve bir hediye kurbanı gerekir. Şafiî'ye göre ise sadece hediye kurbanı gerekir. Geri dönüp tavaf ve sa'yi yaptığı takdirde ise umrenin bir anlamı yoktur.

Ebu Hanife ve arkadaşları es-Sevrî ve eş-Şa'bî de şöyle demektedirler: Sa'y vacip değildir. Hacılardan bir kimse sa'yi terkedip de sa'yetmeksizin ül­kesine geri dönerse kurban keserek bunu telafi eder. Çünkü sa'y haccın sün­netlerinden bir tanedir. Bu, aynı zamanda İmam Malik'in el-Utebiyyedeki [132] bir görüşü olarak kaydedilmektedir.[133]

İbn Abbas, İbn ez-Zübeyr, Enes b. Malik ve İbn Sîrin'den sa'yin tatavvu olduğuna dair rivayet gelmiştir. Çünkü yüce Allah: "Gönül isteği ile kim bir hayır işlerse (tatavvuda bulunursa)" diye buyurmaktadır.

Hamza ile Kisaî meczum muzari olarak diye okurlar. Aynı şekil-de  şeklinde de okurlar. Geri kalanları ise mazi olarak diye okurlar.

Tatavvu: Mü'min kişinin kendiliğinden bir işi yapması demektir. Buna göre her kim nafile olarak birşey yaparsa Allah onu şükür ile karşılar. Allah'ın ku­la şükretmesi ise itaatinin sevap ve ecrini vermesi demektir/

Bu konuda sahih olan görüş belirttiğimiz hususlar sebebiyle Şafiî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun)ın kabul ettiği görüştür. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in: "Menâsikinizi benden öğreniniz" [134] diye buyurmuş olması da onun bu görüşünü desteklemektedir. Böylelikle bu, haccın mücmel ifadesini açık­layan bir beyan olur. O halde bunun (yani sa'yin) da farz olması gerekir. Hz. Peygamber'in rek'atlerinin sayısını açıklaması ve -sünnet ya da tatavvu olduğu üzerinde eğer ittifak olmamış ise- bu kabilden olan diğer hususlara dair beyanı gibidir. Tuleyb der ki: İbn Abbas, Safa ile Merve arasında tavaf eden (sa'yeden) birtakım kimseler görür ve şöyle der: İşte bu anneniz İsmail'in an­nesinin size miras bıraktığı bir davranıştır. Derim ki: Bu, ileride İbrahim Sûre-si'nde (İbrahim, 14/37. âyetin açıklamasında) açıklanacağı üzere Buhârî'nin hadisinde  [135] de sabit olan bir husustur. [136]

 

9- Ka'be ve Safa ile Merve Arasında Binekli Olarak Tavaf Edip Sa'yetmek:

 

Ka'be'nin etrafında olsun Safa ile Merve arasında olsun özürsüz olarak binek üzerinde tavaf edip sa'y yapmak caiz değildir. Eğer özürlü olarak tavaf ederse bir kurban kesmesi gerekir. Özürsüz tavaf ederse eğer Beytullah'ın yakınında ise iade eder. Şayet oradan aynlmış ise bir hediye kurbanı gönderir.

Bunu bu şekilde söylememizin sebebi Peygamber (s.a)'ın bizzat tavaf ede­rek: "Menâsikinizi benden öğreniniz" diye buyurmuş olmasıdır. Bunu bir özür sebebiyle caiz kabul edişimiz ise Peygamber (s.a)'ın devesi üzerinde tavaf et­mekle birlikte elindeki asâ ile rüknü (Hacer-i Esved'i) istilam etmesidir. Ay­rıca kendisine "rahatsızım" diyen Hz. Aişe'ye: "Bineğinin üzerinde olduğun halde tavaf edenlerin arkasından sen de tavaf et" demiş olmasıdır. [137]

Mezhebimize mensup ilim adamları deve üstünde tavaf etmekle bir insanın sırtında tavaf etmek arasında fark gözetmişlerdir. Eğer bir insanın sırtında tavaf edecek olursa bu yeterli değildir. O takdirde tavaf etmiş olmaz. Asıl tavaf eden onu taşıyan kimsedir. Şayet bir deve üzerinde tavaf edecek olursa o zaman bizzat kendisi tavaf etmiş olur. îbn Huveyzimendad der ki: Bu, ihtiyarî bir ayınm gözetmedir. Bunun yeterli olup olmamasına gelince; yeterlidir. Nitekim bayılıp da taşınarak tavaf ettirilen veya taşınarak Arafat'ta vakfe yaptınlan kim­senin (bu tavaf ve vakfesinin) yeterli olduğunu görüyoruz. [138]

 

159- Muhakkak indirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti in­sanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizle­yenlere; işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edebi­lecekler lanet eder.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı yedi başlık  altında ele alacağız-.

 

1- Allah'ın İndirdiklerini Gizleyenler:

 

Yüce Allah, indirmiş olduğu apaçık âyetlerini ve hidâyeti gizleyenlerin la­netlenmiş olduğunu haber vermektedir. İlim adamları bununla kimlerin kas­tedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Muhammed (s.a)'ın niteliklerini gizleyen yahudi alimleri ile hıristiyan rahiplerinin kastedildiği söylenmiştir. Yahudiler ayrıca (zina eden kimsele­rin) recmedilmesi hükmünü de gizlemişlerdir.

Bununla hakkı gizleyenlerin kastedildiği de söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerime yaygınlaştırılmasına ihtiyaç duyulan Allah'ın dininden olan her­hangi bir bilgiyi gizleyen herkes hakkında genel bir hüküm ifade etmekte­dir. Bu husus Hz. Peygamber'in şu hadis-i şerifiyle açıklanmaktadır: "Bildi­ği bir husus kendisine sorulup da onu gizleyen kimseye kıyamet gününde Allah ateşten bir gem takacaktır." Bu hadisi Ebu Hureyre ve Amr b. Âs riva­yet etmiş olup İbn Mâce bunu kitabında kaydetmiş bulunmaktadır. [139]

Ancak Abdullah b. Mes'ud'un şu söyledikleri de bununla çatışma halin­dedir: Sen bir topluluğa akıllarının ermediği bir söz söyleyecek olursan mutlaka bu onların bir kısmını fitneye düşürür. Hz. Peygamber de şöyle bu­yurmuştur: "İnsanlara anlayabilecekleri şeyleri anlat. Siz Allah'ın ve Rasûlü-nün yalanlanmasını hiç arzu eder misiniz?" [140]

Ancak bu birtakım bilgilere dair bir hüküm olarak yorumlanır. Kelam il­mi ile bütün avamın eşit bir şekilde anlayamayacağı hususlar böyledir. Bu­na göre alim olan kimsenin anlaşılacak şeyleri anlatması ve her insanı konu­muna göre değerlendirmesi gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [141]

 

2- ilmin Gizlenmesi ve Açıklanması:

 

Ebu Hureyre (r.a)'ın: "Şayet yüce Allah'ın kitabındaki bir âyet-i kerime ol­masaydı size tek bir hadis-i şerif dahi nakletmezdim" [142] derken kastettiği âyet-i kerime budur.

İlim adamları bu âyet-i kerimeyi hak olan ilmi tebliğ etmenin ve ücret al­maksızın herkese ilmi açıklamanın vücubuna delil göstermişlerdir. Çünkü kişinin yapmakla mükellef olduğu bir iş için ücrete hak kazanması sözkonu-su değildir. İslâm'a girdi diye ücrete hak kazanamayacağı gibi. Buna dair açık­lamalar bundan önce (el-Bakara, 2/41 âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Âyet-i kerimenin ne anlama geldiğinin tahkiki şöyledir: İlim adamı eğer ilmi gizlemek maksadını güderse asi olur. Böyle bir maksat gütmezse bu bil­giye başkasının da sahip olduğunu bildiği takdirde tebliğ etmek yükümlü­lüğü yoktur. Bu hususta kendisine soru sorulanın bu âyet-i kerime ve ha­dis-i şerif dolayısıyla tebliğ etmek görevidir.

Şu kadar var ki İslâm'a girinceye kadar kâfir olan kimseye Kur'ân-ı Ke-rim'in ve ilmin öğretilmesi caiz değildir. Aynı şekilde bid'atçi olan bir kim­seye cedel (tartışma) ve delil getirme yöntemlerini hak ehliyle tartışsın diye öğretmek de caiz değildir. Yine haksızca karşı tarafın malını alsın diye ha­sımlardan birisine bir delil öğretmesi de caiz değildir.

Yönetici olan kimseye raiyesinin ağırına gidecek uygulamalar yapmasına sebep teşkil edecek şekilde te'vil de öğretmek caiz değildir. Yasakları işle­mek, vacipleri terketmek ve benzeri neticelere varmak için bir araç kullan­malarına meydan verecek şekilde sıradan kimseler (süfelıâ) arasında da ruhsatları yaygınlaştırmak caiz değildir.

Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Hikmeti ehli olan kimselerden ayrı koymayınız. O takdirde bu kimselere zulmedersiniz. Ehil olmayan kimselere de onu öğretmeyiniz. O takdirde hikmete zulmetmiş olursunuz." [143]

Yine Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Domuz­ların boynuna incileri asmayınız." [144] Hz. Peygamber bununla fıkhı ehli ol­mayan kimselere öğretmeyi kastetmektedir.

Suhnûn der ki: Ebu Hureyre ile Amr b. el-As'ın rivayet ettikleri hadisler şahitlik etmeye dairdir. Ancak İbn Arabî der ki: Sahih olan bunun hilafıdır. Çünkü hadis-i şerifte: "Her kime bir bilgiye dair soru sorulursa" denilmek­tedir. "Şehadete dair sorulursa" denilmemektedir. Zahiri üzre nassı kabul et­mek -onu izale edecek bir başka delil gelinceye kadar böyle kalmak- ise ge­rekli bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [145]

 

3- Apaçık Âyetler ve Haber-i Vâhid:

 

"Muhakkak İndirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti" buyruğu nass ile tesbit edilenleri de naslardan çıkartılan hükümleri de kapsamaktadır. Çünkü "hidâyet" adı bunların hepsini kapsamına alır.

Ayrıca bunda vâhid haber ile amel etmenin gereğine de delil vardır. Çünkü bu haberi nakledecek kimsenin, ancak sözünün kabul edilmesi ge­rekmiş olması halinde beyanda bulunması icabeder. Ayrıca yüce Allah (bir sonraki âyet-i kerimede) "ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayan­lar müstesna" diye buyurmakta ve onların haberleriyle beyanın gerçekleş­miş olacağını hükme bağlamaktadır.

Bu buyruğun: Onların her birisine gizlemenin yasaklanması beyanda bulunmasının da emredilmesi ve böylelikle haber verenlerin çoğalarak on­lar vasıtasıyla haberin tevatür derecesine ulaşması anlamına gelmesi de mümkündür, denilecek olursa cevabımız şu olur:

Böyle bir kanaat yanlıştır. Çünkü onlara ancak bu hususta anlaşmaları mümkün olabilen kimseler olduklarından dolayı gizlemeleri yasaklanmıştır. Gizlemek üzere birbirleriyle anlaşmaları mümkün olan kimselerin (gizledikleri bilginin, olmadığını bildirmelerine dair) verecekleri haberin ilmi gerek­tirmesi sözkonusu değildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. [146]

 

4- Gizlenmesi Caiz Olan Şeyler:

 

Yüce Allah'ın: "Apaçık âyetlerimizi (el-beyyinât) ve hidâyeti..." diye bu­yurması bu türden olmayan şeylerin gizlenmesinin caiz olduğunu göstermek­tedir. Özellikle de açıklanmaması caiz olan bu şeyleri, açıklanması-sakınca­lı olacaksa gizleyebilirle daha da pekişmiş olur. Ebu Hureyre böyle bir açık­lamayı korkunca terketmiş ve şöyle demiş: Rasûlullah (s.a)'dan iki kap do­lusu (ilim) belledim. Bunlardan birisini etrafa saçtım (öğrettim), diğerini ise saçacak olursam şu boğazım kesilir. Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. [147]

İlim adamları der ki: Ebu Hureyre'nin öğretip saçmadığı ve yazdığı tak­tirde kendisi adına fitneye (azaba, işkenceye) uğratılmasından ya da öldü­rülmekten korktuğu bilgi, fitneler ile mürted ve münafıkların şahıs olarak ta-, yini ve bu türden olup apaçık âyetler ve hidâyet ile ilgisi olmayan şeyler ile alakalıdır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. [148]

 

5- Apaçık Şekilde Bildirdikten Sonra:

 

"Kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra" buyruğundan kasıt in­dirilen apaçık âyetler ve hidâyettir. Kitap da burada cins isimdir. Allah tara­fından indirilmiş bulunan bütün kitaplar kastedilmektedir. [149]

 

6- Lanet ve Lanete Uğrayanlar:

 

"İşte onlara hem Allah lanet eder" onlardan uzaklaşır, teberrî eder, on­ları sevap ve mükâfatından uzaklaştırıp kendilerine: Lanetim üzerinize olsun, der. Tıpkı lanetli İblise dediği gibi: "Ve Benim lanetim kıyamet gününe ka­dar senin üzerinedir." (Sâd, 38/78)

Sözlükte lanet etmenin asıl anlamı, uzaklaştırmak ve kovmak demektir. Bu-na dair açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/88. âyette) geçmiş bulunmak-tadır. [150]

 

7- Lanet Ediciler Kimlerdir?

 

"Hem de lanet edebilecekler lanet eder" buyruğu ile ilgili olarak Kata-de ve er-Rabi' şöyle demişlerdir: "Lanet edebilecekler"den kasıt, melekler ve mü'minlerdir. İbn Atiyye der ki: Bu, açıktır ve sözün muktezasına uygun­dur.

Mücahid ve İkrime der ki: Bunlar haşerat ve hayvanlardır. Hakkı gizleyen kötü ilim adamları günahları sebebiyle kuraklığa mahkûm olurlar, o bakım­dan bu kötü alimlere bu haşerat ve hayvanlar lanet ederler.

ez-Zeccâc der ki: Doğrusu ise "lanet edebilecekler"den kastın melekler­le mü'minler olduğudur. Bundan kastın yeryüzündeki hayvanların olmasına gelince; bunun hakikati ancak konu ile ilgili bilgi sahibi olmamızı gerekti­ren bir nas veya bir haber ile anlaşılabilir, öğrenilebilir. Bu hususta ise biz herhangi bir şey bulamadık.

Derim ki: Bu hususta el-Berâ b. Âzib (r.a)'ın rivayet ettiği bir habergelmiş bulunmaktadır. O şöyle der: Rasûlullah(s.a) yüce Allah'ın: "İşte onlara hem Allah lanet eder hem de lanet edebilecekler lanet eder" buyruğu ile ilgili ola­rak: "İşte bunlar yeryüzünde hareket eden hayvanlardır" diye buyurmuştur. Bu hadisi İbn Mâce, Muhammed b. es-Sabbah'tan şöylece rivayet etmekte­dir: Bize Ammâr b. Muhammed, Leys'ten o Ebu'l Minhal'dan o Zâzân'dan o da el-Berâ'dan haber vererek dedi ki:.. [151] Hadisin senedi hasendir.

Eğer: Peki burada akıl sahibi olmayan varlıklar nasıl akıl sahibi olan var­lıkların çoğulu gibi çoğul yapılmıştır? denilecek olursa şu cevabı veririz: Çün­kü aklı ermeyen bu yaratıklara aklı erenlerin yaptıkları bir iş isnad edilmiş­tir. Nitekim yüce Allah (Hz. Yusuf sözlerini aktararak, güneşi, ay'ı ve onbir yıldızı kastederek ve akıl sahibi olanlara has çoğul şekliyle): "Onların bana secde ettiklerini gördüm" (Yusuf, 12/4) diye buyurmaktadır. Burada cansız­lar gibi çoğul yapılmamıştır. Ayrıca yüce Allah (organlara hitaben): "Niçin aley­himize şahitlik ettiniz?" (Fussilet, 41/21); "Onları sana bakar görürsün.." (el-A'raf, 7/198) diye buyurmaktadır. (Burada da akılsız varlıklar akıl sahibi varlıklar gibi çoğul yapılmıştır). Buna benzer örnekler pek çoktur. Yüce Al­lah'ın izniyle ileride gelecektir.

el-Berâ b. Âzib ve İbn Abbas da: "Lanet edebileceklerden kasıt, cinler ve insanlar dışındaki bütün yaratıklardır. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle bu­yurmaktadır: "Kâfire kabrinde darbe indirildiği vakit bağırır. Onun bu bağır­masını, insanlar ve cinler dışında herkes işitir ve bağırtıyı işiten herkes de ona lanet okur." [152]

îbn Mes'ud ve es-Süddî de şöyle der: Arkadaşına lanet edip de bu lane­tin semaya çıktıktan sonra tekrar aşağıya inip de hakkında lanetin okundu­ğu kişiyi bu işe ehil (layık) görmeyince onu söyleyen kişiye geri döner. Bu sefer söyleyenin de bu işe ehil olmadığını bulur. Bu sefer gider yüce Allah'ın indirdiğini gizleyen yahudilere konar. İşte yüce Allah'ın: "Hem de lanet ede­bilecekler lanet eder" buyruğunun anlamı budur. Yahudilerden ölenlerden bu lanet artık kalkar. Bu sefer bu lanet geriye kalan yahudiler üzerine iner. [153]

 

160. Ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna. Artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri pek çok kabul eden, pek çok rahmet edenim.

 

"Ancak tevbe edenler" buyruğu ile yüce Allah tevbe edip amellerini, söz­lerini düzelten ve tevbeleri ile yüce Allah'a dönen kimseleri istisna etmek­tedir.

Bizim ilim adamlarımıza göre kişinin: tevbe ettim, demesi bu sözünden son­ra, önce yaptıklarının aksi kendisinden görülmedikçe yeterli değildir. Eğer ki­şi irtidat etmiş ise İslâm'ın şer'î hükümlerini açıktan izhar ederek İslâm'a dö­ner. Eğer kişi çeşitli masiyetler işleyen bir kimse ise ondan salih amelin açık­ça görülmesi ile fesad ehli ve önceden işlemiş olduğu hallerin sahibi kimse­lerden uzak kalmasıyla olur. Şayet putperest kimselerden ise onlardan ayrılır, İslâm ehli ile oturup kalkar. Böylelikle daha önceki halinin aksini izhar ede­rek tevbe gerçekleşir. İleride yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresinde (en-Nisâ, 4/17. âyet-i kerimede) tevbeye ve hükümlerine dair açıklamalar gelecektir.

Yüce. Allah'ın: "Ve açıklayanlar müstesna" buyruğu hakkında kimi ilim adamı şöyle demiştir: Şarap kaplarını, içki kaplarını kırıp onlan dökerek açık­tan beyan edenler demektir.

Tevrat'ta bulunan Muhammed (s.a)'ın peygamberliği ve ona tabi olmanın vücûbunu açıklayanlar hakkında olduğu da söylenmiştir.

Ancak bu ifadenin genel olarak alınması önceden de açıkladığımız üze­re daha uygundur. Yani bulundukları halin zıddını açıkça ortaya koyanlar de­mektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Artık onların tevbelerini kabul ederim ve Ben tevbeleri pek çok ka­bul eden, pek çok rahmet edenim" buyruğuna dair açıklamalar ise daha ön­ceden (el-Bakara, 2/37. âyet 5. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. [154]

 

161. Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.

162. Onda ebedî kalıcıdırlar. Üzerlerinden azab ne hafifletilir ne de onlara mühlet verilir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Kâfire Lanet Okumak:

 

"Kâfir olarak ölenler" buyruğundaki "vav" harfi hal içindir.

İbnu'l-Arabî der ki: Bana birçok hocam muayyen bir kâfire lanet okuma­nın caiz olmadığını söylemiştir. Çünkü o kişinin hangi hal üzere vefat ede­ceği bilinmemektedir. Yüce Allah ise bu âyet-i kerimede mutlak olarak lanet­lemek için küfür üzere ölmeyi şart koşmaktadır. Peygamber (s.a)'ın kâfir olup muayyen kimselere lanet okumasına dair gelen rivayetlere gelince; onun bu kimselerin akıbetlerine dair bilgi sahibi oluşundan dolayıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bence sahih olan, halinin zahir olanı ve onu öldürmenin, onunla savaş­manın caiz olması dolayısıyla muayyen olarak bir kâfire lanet okumanın ca­iz olduğu şeklindedir. Peygamber (s.a)'dan: "Allah'ım, Amr b. el-As beni hic­vetmiş bulunuyor, o benim şair olmadığımı da biliyor. Allah'ım, sen de ona lanet et, bana hicvettiği kadar sen de onu hicvet" diye buyurduğu rivayet edil­miştir. [155] Görüldüğü gibi burada sonunda Amr b. el-As iman etmek, dine bağ­lanmak ve müslüman olmakla birlikte Hz. Peygamber ona lanet buyurmuş ve: "Bana hicvettiği kadar sen de ona hicvet" diyerek adaletli bir talepte bu­lunmuştur. Adaleti ve insafı aşmamıştır. Burada Hz. Peygamber'in hicvetme­yi yüce Allah'a nisbet etmesi böyle bir niteliğe tâ baştan beri yüce Allah'ın sahip olması anlamıyla değil, yapılan böyle bir davranışa ceza olmak türün­den Allah'a nisbet etmiştir. Nitekim yüce Allah'a mekr (hile ve tuzak) alay ve aldatmanın nisbeti de bu yolludur. Şanı yüce Allah zalimlerin söylediklerin­den yüce ve büyüktür.

Derim ki: Belli bir şahsı tayin etmeksizin genel olarak bütün kâfirlere la­net okumak hususunda ise görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Malik'in Davud b. el-Husayn'dan rivayetine göre o el-A'rec'in şöyle dediğini dinlemiştir: Benim yetiştiğim bütün insanlar Ramazan ayında bütün kâfirlere lanet okurlardı. İlim adamlarımız der ki: İster zimmet altında olsunlar ister olmasınlar farketmez. Bununla birlikte böyle bir lanet okumak vacip değildir. Fakat bu iş yapan kim­se için mubahtır. Çünkü kâfirler hakkı inkâr etmekte, dine ve bu dine men­sup olanlara düşmanlık etmekte, aynı şekilde açıktan açığa içki içen, faiz yi­yen, erkek olup da kadınlara benzeyen, kadın olup da erkeklere benzeyen ve buna benzer hadis-i şeriflerde lanet edildikleri varid olan, açıktan masi-yet işleyen herkesin durumu da böyledir. [156]

 

2- Kâfire Lanet Okumaktan Kasıt:

 

Kâfire, onu küfürden alıkoymak, engellemek üzere lanet okunmaz. Ak­sine ona lanet okumak, küfre bir ceza ve onun küfrünün çirkinliğini açıkça ortaya koymaktır. Kâfir ister ölmüş bulunsun, ister deli olsun farketmez.

Seleften bazıları ise şöyle demiştir: Delirmiş ya da ölmüş bir kâfire küf­rüne ceza olsun ya da onu küfründen alıkoymak yoluyla olsun lanet oku­manın bir faydası yoktur; çünkü o bundan dolayı etkilenmez. Buna göre bu âyet-i kerime ile anlatılmak istenen şudur: İnsanlar böyle bir kâfire kıyamet gününde lanet okurlar ki, bundan dolayı etkilensin, zarar görsün ve kalbi acıy­la dolsun ve böylelikle bu lanet okuma, onun küfürünün bir cezası olsun di­ye. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra kıya­met gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kiminiz, kiminize lanet edecek­tir." (el-Ankebût, 29/25) Bu âyet-i kerime yüce Allah tarafından lanet oluna­caklarına dair -lanet edilmelerinin emrolunduğuna dair değil- haber verme­nin delili olduğunu kabul eden bu görüşün delilidir.

İbnu'l Arabi'nin naklettiğine göre âsi kimseye lanet okumak ittifakla ca­iz değildir. Çünkü rivayet edildiğine göre Pegyamber (s.a)'a defalarca içki iç­miş birisi getirildiği halde orada bulunanlardan birisi:

Allah ona lanet etsin, bu iş dolayısıyla bu adam buraya ne kadar da ge­tiriliyor? deyince Peygamber (s.a): "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları ol­mayınız" diye buyurmuştur. [157]

Böylelikle Hz. Peygamber, o kişinin kardeş olarak saygınlığını dile getir­mektedir. Bu ise ona karşı şefkatli olmayı gerektirir. Ayrıca bu hadis, sahih bir hadistir.

Derim ki: Bu hadisi Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Bazı ilim adamları âsiye lanet okumak hususunda görüş ayrılığının bulun­duğundan söz eder ve şöyle der: Peygamber (s.a)'ın: "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız" buyruğunu haddin ona uygulanışından sonra Nuayman hakkında söylemiştir.

Kendisine yüce Allah'ın emrettiği had uygulanan kimsenin lanet edilme­mesi gerekir. Kendisine had uygulanmayan kimsenin ise ister adı tayin edil­sin, ister edilmesin lanet edilmesi caizdir. Çünkü Peygamber (s.a) lanet edilmesini gerektiren o hal üzere devam ettiği sürece kendisine lanet okun­ması gereken kimseden başkasına lanet etmemiştir. Bu halinden tevbe edip vazgeçer, haddin de temizlediği kimseye ise lanet yöneltilemez. İşte bunu Pey­gamber (s.a)'ın şu hadis-i şerifi açıkça beyan etmektedir: "Herhangi birini­zin cariyesi zina ettiği takdirde ona had vursun ve (bundan sonra da) onu ayrıca azarlamasın." [158]

İşte bu hadis-i şerif sahih olmanın yanında, azarlama ve lanetlemenin an­cak haddin uygulanmasından ve tevbeden önce sözkonusu olabileceğini gös­termektedir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

İbnu'l Arabî der ki: Mutlak olarak âsiye lanet etmeye gelince bu icma ile caizdir. Çünkü Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir yu­murtayı çaldığı için eli kesilen hırsıza Allah lanet etsin." [159]

 

3- Herkesin Laneti:

 

İşte "Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti" yani Allah'ın rah­metinden uzaklaştırılmaları "onların üzerlerinedir." Lanet etmek, aslında kovmak ve uzaklaştırmaktır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Baka-ra, 2/88. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Kulların laneti kovmak demektir. Al­lah'ın laneti ise azaba uğratmak demektir.

Hasan-ı Basrî bu buyrukları şeklinde merfu ola­rak okumuştur. O takdirde açıklaması şöyle olur: Bunların cezalan Allah'ın onlara lanet etmesi, meleklerin onları lanetlemesi ve bütün insanların onla­rı lanetlemesidir. Nitekim: "Ben Zeyd'in ayakta durmasından hoşlanmadım, Amr'ın ve Halid'in de" denir. Çünkü burada anlam Zeyd'in ayakta durması­nı, Amr'ın ayakta durmasını, Halid'in ayakta durmasını hoş görmüyorum, şek­lindedir. Ancak el-Hasen'in bu şekildeki kıraati Mushaf taki yazılışa muha­liftir.

Bu gibi kimselere bütün insanlar lanet etmemektedir. Çünkü onların ka­vimlerinden olanlar onlan lanetlemez, denilecek olursa böyle bir soruya üç şekilde cevap verilebilir:

1- İnsanların çoğu tarafından yapılan lanete "insanların laneti" denilme­si, çoğunluğun azınlık hakkındaki laneti diye "tağlib" yoluyla zikredilmiştir.

2- es-Süddî der ki: Zalime herkes lanet eder. Kâfir zalime lanet ettiği tak­dirde kendisine de lanet etmiş olur. (Çünkü kâfir de zâlimdir).

3- Ebu'l-Âliye der ki: Bundan kasıt kıyamet gününde bütün insanlarla bir­likte kendi kavminin de onları lanetleyeceğidir. Nitekim yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kimi­niz kiminize lanet edecektir." (el-Ankebût, 29/25)

Daha sonra yüce Allah: "Onda" yani o lanet içinde, yani bu lanetin ge­rektirdiği ceza içerisinde "ebedî kalıcıdırlar" diye buyurmaktadır. Onların lanette ebedi kalmaları lanetin ebediyyen onlara olacağı demektir, diye de açıklanmıştır.

"Üzerlerinden azab ne hafifletilir ne de onlara mühlet verilir." Herhan­gi bir süre dahi azaptan geriye bırakılmazlar, azapları ertelenmez.

"Ebedî kalıcıdırlar" buyruğu, "üzerlerine" buyruğundaki zamir halidir. Bundaki âmil be "üzerlerine" kelimesindeki zarf manasınadır. Çünkü bun­da karar bulup yer etmek anlamı vardır. [160]

 

163. Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmandır, Rahimdir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:

 

1- Hepinizin İlâhı Tek Bir İlâhtır:

 

"Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır." Yüce Allah hakkın gizlenmesini sakın­dırdıktan sonra ilk açıklanması gereken ve gizlenmesi caiz olmayan hususun tevhid hususu olduğunu beyan etmektedir. Hemen bunun akabinde tevhi­din delilini ve nazar etme yolunun bilgisini (aklı kullanma yolunu) sözko-nusu etmektedir. Bu ise bütün bunlann var olması için benzersiz bir failin bu­lunmasının kaçınılmaz olduğu bilinsin diye yaratmanın harikaları üzerinde düşünmek, tefekkür etmektir.

İbn Abbas (r. anhuma) der ki: Kureyş kâfirleri, ya Muhammed, bize Rab-bini anlat dediler, yüce Allah bunun üzerine İhlas Süresiyle bu âyet-i keri­meyi inzal buyurdu. Müşriklerin ise o sırada üçyüzaltmış tane putları vardı. Yüce Allah, kendisinin bir ve tek (vâhid) olduğunu beyan buyurdu. [161]

 

2- O'ndan Başka Hiçbir İlâh Yoktur:

 

"O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur" buyruğu, nefiy ve isbattır. Bunun ba­şı (lâ ilahe: Hiçbir ilah yoktur) küfürdür, illallahu: O'ndan başka) imandır. Ma­nası, Allah'tan başka ma'bud yoktur.

Nakledildiğine göre eş-Şiblî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Allah der, fa­kat "la ilahe" demezmiş. Ona niçin böyle dediğine dair soru sorulunca şöy­le cevap vemiştir: Korkarım ki inkâr sözünü söylemeye başlarım da ikrar sö­zünü söylemeye ulaşamam.

Derim ki: Bu, hakikati olmayan oldukça incelikli bilgilerindendir. Çünkü şanı yüce Allah, bunu Kitab-ı Kerim'inde hem nefy hem de isbatı bir arada zikretmiş ve defalarca tekrarlamıştır. Peygamber (s.a)'ın vasıtası ile de bu sö­zü söyleyen kimseye de pek çok sevap vadinde bulunmuştur. Bu tür hadis­leri Muvatta', Buhârî, Müslim ve başkaları da rivayet etmiştir. (Mesela) Pey­gamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Her kimin söylediği son söz lâ ilahe il­lallah olursa o kişi cennete girer."

Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir. [162] Maksat bunu dil ile değil, kalb ile söy­lemektir. Eğer la ilahe dese ve ölse, onun inancında ve kalbinde vahdaniy-yet ile Allah için gerekli olan sıfatlar yer etmiş ise Ehl-i Sünnet'in ittifakı ile böyle bir kimse cennet ehlindendir.

Şanı yüce Allah'ın vahid, la ilahe illahû, er-Rahman ve er-Rahîm isimle­rinin anlamlarına dair açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmailla-hi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamd-ü senalar olsun. [163]

 

164. Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında, insanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip onunla ölü­münden sonra yeryüzünü dirilttiği suda ve orda her türden canlıyı üretip yaymasında, rüzgârları estirişinde ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş olan bulutta, akıl eden bir topluluk için nice âyetler vardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız:

 

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Atâ der ki: "Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır" âyeti nazil olunca Kureyş kâ­firleri: Bütün insanlara tek bir ilah nasıl olur da yeter, demeye başladılar. Bu­nun üzerine: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında.." âyeti nazil oldu.

Bunu Süfyan, babasından o Ebu'd-Duhâ'dan şöylece rivayet etmektedir: "Hepinizin ilahı tek bir ilahtır" âyeti nazil olunca bunun herhangi bir de­lili var mıdır? dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Muhakkak göklerin ve ye­rin yaratılışında..." âyetini inzal buyurdu. Onlar sanki bu sözleriyle bir âyet (mucize) istediler de Allah da onlara tevhidin delilini böylece beyan etti. Bu alemin, bu harikulade yapının mutlaka bir bina edicisi ve bir sânii olduğu­nu onlara açıkladı.

"Gökler (semâvât)"ın çoğul gelmesi, değişik cinslerden olduğundan do­layıdır. Çünkü her bir sema, ötekinin cinsinden ayrıdır. Buna karşılık yerin tekil olarak zikredilmesi hepsinin toprak oluşundan dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

Semânın âyet (Allah'ın vahdâniyyetine delil) olma özelliği, altından direk­siz olarak, üstünden de herhangi bağı olmaksızın yükseltilmiş olmasıdır. Bu,

Allah'ın sonsuz kudretine ve olağanüstü yaratıcılığına delildir. Eğer bir pey­gamber gelip de herhangi bir bağlantısı bulunmaksızın havada bir dağın dur­ması şeklinde (bir mucize göstermesi için) ona meydan okuyacak olsa (o da bunu getirse) bu bir mucize olur. Diğer taraftan gökte güneş, ay, gezegen­ler, aydınlık saçan, doğan ve batan, parıl parıl parlayan ve ışık saçmayan yıl­dızların bulunması da ikinci bir âyet (Allah'ın vahdâniyyetine delil)dir.

Yeryüzünün âyet oluşu ise denizleriyle, nehirleriyle, madenleriyle, ağaç­larıyla, yumuşak ve sert arazileriyledir.[164]

 

2- Gece İle Gündüz:

 

"Gece ile gündüzün değişip durmasında..." Bunların değişip durması bi­linemeyen bir yerden (ya da bir sebepten ötürü) birisinin gelmesi, ötekinin de gitmesidir. Aydınlık, karanlık, uzunluk ve kısalık gibi nitelikleri açısından aralarındaki farklılığın sözkonusu edildiği de söylenmiştir.

Leyi (gece): "Leyle"nin çoğuludur. Ayni anlamda olmak üzere: "Leyâli ve leyâl" şeklinde de çoğulu yapılır. Çoğul yapma ölçülerinin dışına çıkan istis­naî çoğul şekillerinden birisidir. "Leyâlî" kıyas itibariyle "leylâfın çoğulu gi­bidir. Şiirde de bunu kullanmışlardır:

"Her gün ve her gecede.."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Her gün ve her gecede

Hatta onu gören herkes şöyle der:

Vay yazık böyle bir deveye, bu ne kadar bedbahttır!"

İbn Faris, el-Mücmel adlı eserinde şöyle demektedir: Bir çeşit kuşa leyi denildiği de söylenmektedir. Ancak ben böyle bir şeyi bilmiyorum.

Gündüz (nehâr) ise: "Nuhur ve enhira" şeklinde çoğul yapılabilir. Ahmed b. Yahya Sa'leb der ki: Neher kelimesi nuhur'un çoğuludur. Nuhur, "nehâr"ın çoğulunun çoğuludur. "Nehâr"ın çoğul yapılmayan müfred bir isim olduğu da söylenmiştir. Buna sebep ise masdar anlamını ihtiva etmesidir. "Ziya" de­mek gibi. Az hakkında da çok hakkında da kullanılır. Ancak birincisi daha çoktur. Şair der ki:

"Eğer iki tirit olmasaydı zayıflayarak helak olurduk Biri gece tiridi, diğeri de gündüzleri gelen tirit."

İbn Fâris der ki: Nehâr'ın ne demek olduğu bilinmektedir. Çoğulu neher ve enher gelir. Neher kelimesinin nuhur şeklinde çoğulu yapıldığı söylenir. Nehar ise tan yerinin ağarması ile güneşin batması arasındaki aydınlık vakit­tir. Toy kuşu yavrusuna neher denildiği de söylenir. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Neharın başı güneşin doğmasıdır. Bundan öncesi ise nehar'dan sayılmaz. Sa'leb ise der ki: Araplara göre nehâr'ın (gündüzün) başlangıcı güneşin do­ğuşudur. Buna delil de Umeyye b. Ebi's-Salt'ın şu beyitini göstermektedir:

"Ve güneş her bir gecenin sonunda doğar Kırmızı olarak ve onun rengi gül gibi olur."

Ayrıca Adiy b. Zeyd'in şu sözlerini de delil gösterir:

"Ve o güneşi bir engel kıldı ki onda bir kapalılık yoktur Gündüz ile gece arasında; bunlar birbirinden ayrılmıştır."

el-Kisaî de şöyle bir beyit nakletmektedir:

"Gündüzün güneşi çıktığı vakit şüphesiz ki o

Benim sana selam verdiğimin emaresidir, sen de selam ver (selâmımı al)!"

ez-Zeccâc ise "Kitabu'l-Envâ" adlı eserinde şöyle demektedir: Gündüzün başlangıcı, güneşin ışıklarını zerrecikler gibi saçması iledir.

İbnu'l-Enbarî ise, zamanı üç bölüme ayırın Bir bölümü katıksız gece; bu güneşin batışından tan yerinin ağarmasına kadar olan vakittir. Bir bölümü ka­tıksız gündüz; bu da güneşin doğuşundan batışına kadar olan vakittir. Bir bö­lümü ise gündüz ile gece arasında ortaktır. Bu da tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin doğuşuna kadar olan vakittir. Çünkü bu vakitte gece karan­lığının kalıntıları da devam etmekte, gündüzün ışığının başlangıçları da bir arada görülebilmektedir.

Derim ki: Doğrusu tan yerinin ağarmasından güneşin batış vaktine kadar devam ettiğidir. Nitekim İbn Fâris de el-Mücmel inde böyle rivayet etmekte­dir. Buna Sahih-i Müslim'deki şu sahih hadis-i şerif de delalet etmektedir: Adiy b. Hatim dedi ki: "Tan yerinin beyaz ipliği sizin için (tarafınızdan) seçilince­ye kadar yeyin, için." (el-Bakara, 2/187) âyeti nazil olunca Adiy b. Hatim, ey Allah'ın Rasûlü, ben yastığımın altına iki iplik koyuyorum, biri beyaz iplik, öbü­rü siyah iplik. Bu ikisiyle geceyi gündüzden ayırdedebiliyorum deyince Ra-sûlullah (s.a) şöyle buyurur: "Muhakkak senin yastığın oldukça geniştir. Bu­rada sözkonusu olan gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır. "[165]

İşte bu hadis-i şerif gündüzün, tan yerinin ağarmasından güneşin batışı­na kadar olduğunu hükme bağlamaktadır.

Aynı zamanda bu, yeminler ile ilgili hususlarda fıkhı (derin bilgi sahibi ol­mayı) da gerektirmektedir ve buna pek çok hükümler bağlı bulunmaktadır. Mesela, bir kimse bir başkasıyla gündüzün konuşmamak üzere yemin etse ve güneşin doğuşundan önce onunla konuşsa yeminini bozmuş olur, birin­ci görüşe göre ise bozmuş olmaz. Ancak Peygamber (s.a)'ın buyruğu bu hu­susta ayırdedici söz ve nihaî hükmü bildirir. Kelimenin dildeki zahirî anla­mına bakıp bunun sünnette hangi anlamda kullanıldığını ele aldığımız tak­tirde gündüzün, aydınlığın yayılması demek olduğunu görürüz. Nitekim şa­ir şöyle demektedir:

"Ona avucumu (darbemi) iyice yerleştirdim ve onun deliğini açıp genişlettim Onun önünde duran, (açtığım yaranın) arkasını görebiliyordu."

Huzeyfe'den bu görüşe delalet eden rivayet de gelmiş olup bunu Nesaî rivayet etmiştir. İleride oruç âyetleri açıklanırken (el-Bakara, 2/173 vd.) yü­ce Allah'ın izniyle bu da gelecektir. [166]

 

3- Denizler ve Faydaları:

 

"İnsanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde..."

buyruğunda yer alan:

Fülk: Gemiler demektir. Tekili de çoğulu da aynıdır. Müzekkeri ve mü-ennesi de yapılır. Şu kadar var ki tekildeki harekeler, çoğuldaki harekelerin aynı değildir. Adeta çoğul için başka bir kelime çatısı kurulmuş gibidir. Bu­na teşriiye yapılırken "fülkâni" denilmesi delil gösterilebilir. "Fülk" kelime­si tekil ve müzekkerdir. Yüce Allah: "O dopdolu gemide" (Yasin, 36/41) buyruğunda bu kelimeyi müzekker olarak kullanmaktadır. "Denizlerde akıp giden gemilerde" şeklinde bu âyet-i kerimede ise, müennes olarak kul­lanmaktadır ki bunun tekil ve çoğul olma ihtimali de vardır.

Bir başka yerde ise şöyle buyurmaktadır: "Hatta siz gemilerde bulundu­ğunuz zaman güzel bir rüzgâr ile onları götürdüklerinde..." (Yunus, 10/22) buyruğunda da çoğul gelmiştir. Sanki bu kelime tekil olduğu vakit binilen bir tek gemi (kayık ve benzeri) olarak kullanılarak müzekker getirilmekte, bil­diğimiz manada büyük gemi (sefine) halinde ise müennes olarak kullanılır gibidir. Bunun tekilinin "felek" çoğulunun ise "fülk" olduğu da söylenmiş­tir. Esed ve Üsd, Haşeb ve Huşb gibi. Aslı dönmek, deveran etmekten gelir. Yıldızlann üzerinde döndüğü semanın feleği (yörüngesi) de buradan gelmek­tedir. Kız çocuğun memelerinin yuvarlaklaşmasını ifade etmek için de bu ke­lime kullanılır. Yün eğirirken kullanılan kirmenin dönüşüne de "feleke" de­nilir. Gemiye "fülk" denilmesi ise su ile birlikte en kolay bir şekilde deveran etmesi dolayısıyladır.

Bu âyette gemilerden Allah'ın varlığına delil (âyet) olaralrsöz edilmesi­ne gelince: Yüce Allah bu gemileri su üzerinde yürüyecek şekilde ve ağır ol­malarına rağmen su üzerinde duracak şekilde musahhar kılmıştır. Yüce Al­lah'ın bize bildirdiği gibi gemiyi ilk yapan kişi Nuh (a.s)'dur. Hz. Cebrail ona: Sen gemiyi kuşun iskeleti gibi yap dedi. Nuh (a.s) da Hz. Cebrail'in kendi­sine gösterdiği şekilde yaptı ve sonrakilere gemi yapmayı miras bıraktı. Se­fine ters dönmüş bir kuştur. Onun altındaki su ise kuşun üstündeki hava gi­bidir. Bu açıklamayı İbnu'l Arabî yapmıştır. [167]

 

4- Denizde Yolculuk Yapmanın Hükmü:

 

Bu âyet ve benzerleri ister, ticaret amacıyla olsun ister hac ve cihad gibi ibadet amacıyla olsun denizde yolculuk yapmanın mutlak olarak caiz oldu­ğunun delilidir. Sünnet-i seniyyeden Ebu Hureyre yoluyla gelen şu hadis-i şerif de böyledir: Ebu Hureyre dedi ki: Bir adam Rasûlullah (s.a)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, bizler denizde yolculuk yapıyor ve be­raberimizde az miktarda su alıyoruz..[168]

Enes b. Malik yoluyla rivayet edilen Umm Haram kıssası ile ilgili hadis-i şerif de böyledir, her ikisini de hadis imamlarından olan İmam Malik ve baş­kaları rivayet etmiştir. [169]

Enes yoluyla gelen hadis-i şerifi ondan bir topluluk rivayet etmiştir. On­lar da İshak b. Abdullah b. Ebi Talha'dan o da Enes yoluyla rivayet etmişler­dir. Ayrıca bu hadisi Bişr b. Ömer, Malik'ten, o İshak'tan, o Enes'ten, o da Umm Haram'dan rivayet ederek hadisin senedini Umm Haram'a kadar gö­türmüş ve Enes'e kadar götürerek Enes tarafından rivayet edilen bir hadis ola­rak kaydetmemiştir. Bu şekilde hadisi Bundar Muhammed b. Beşşâr da böy­lece ondan rivayet etmiştir.

Bu hadis-i şerifte erkekler için de kadınlar için de cihad amacıyla deniz­de yolculuk yapmanın açık bir delili vardır. Cihad kastıyla denizde yolculuk yapmak caiz olduğuna göre farz olan hac için denizde yolculuk yapmak da­ha öncelikle caizdir, hatta vaciptir.

Ömer b. el-Hattab ile Ömer b. Abdülaziz'den denizde yolculuk yapma­nın men edildiğine dair rivayetler gelmektedir. Ancak Kur'ân-ı Kerim ve Sün­net-i seniyye bu görüşü reddetmektedir. Eğer denizde yolculuk yapmak mek­ruh olsaydı ya da caiz olmasaydı muhakkak Peygamber (s.a) kendisine, biz denizde yolculuk yapıyoruz, diyenlere bu işi yasaklardı. Bu âyet-i kerime ve benzerleri konu ile ilgili açık bir nastır ve bu hususta onlara baş vurul­ması gerekir.

Diğer taraftan her iki Ömer'den (Ömer b. el-Hattab ile Ömer b. Abdüla-ziz'den) gelen bu hususa dair rivayet şu şekilde te'vil edilebilir: Onların bu engellemeleri ihtiyatlı davranmaya ve dünyalık talebi ile daha çok kazanç el­de etmek arzusuyla canlan tehlikeye sokmayı terketmek amacıyla söylenmiş diye yorumlanabilir. Farzların edası hususunda ise böyle bir yasak sözkonu-su olamaz.

Anlam itibariyle denizde yolculuk yapmanın caiz olduğuna delalet eden hususlardan birisi de şudur: Yüce Allah denizleri yeryüzünün ortasına yer­leştirmiş ve insanları denizin her iki kıyısında yaşayacak şekilde var etmiş­tir. İnsanların bu menfaatlerini her iki tarafda ayrı ayn yerleştirmiştir. Bu men­faatlerden birisinin elde edilmesi ve öbür tarafa getirilmesi ancak denizin aşıl­ması ile mümkündür. Allah da denizde yolculuk yapmayı gemiler ile kolay­laştırmıştır.  Bu açıklamayı İbnu'l-Arabi yapmıştır.

Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki: İmam Malik hac amacıyla kadının ge­mide yolculuk yapmasını mekruh görürdü. O bakımdan o cihad amacıyla denizde yolculuk yapmayı daha da mekruh görürdü. Kur'ân ve Sünnet ise onun bu konudaki görüşünü reddetmektedir. Şu kadar var ki Basralı bizim mezhebimize mensup bazıları şöyle demektedir: İmam Malik'in böyle bir şe­yi mekruh görmesi Hicaz'daki gemilerin küçük oluşundan dolayıdır. Kadın­lar ise bu gemilerde yolculuk yaptıkları takdirde dar oldukları için ve orada yolculuk yapanlar kalabalık teşkil ettiklerinden dolayı ihtiyaçlarını gördük­leri takdirde gereken şekilde tesettüre riâyet edemezler. Ayrıca Medine'den Mekke'ye karayoluyla yolculuk yapmak mümkün idi. İşte İmam Malik bu se­bepten böyle bir yolculuğu mekruh görmüştür. Basrahların gemileri gibi bü­yük gemilere gelince; bunlarda yolculuk yapmakta (kadınlar için) bir mah­zur yoktur. (Devamla) der ki: Aslolan haccın bulûğa ermiş bulunan hür kim­seler arasından oraya yol bulabilen kimse için bir farz olduğudur. Kadın ya da erkek olsun farketmez. Şu şartla ki, yolda güvenliğin çoğunlukla görülen bir durum olması gerekir. Bu konuda denizin karadan ayrı bir özelliği söz-konusu değildir.

Derim ki: Kitap, sünnet ve mana, aynı zamanda bu iki husus için de yani hem ibadet ve hem ticaret kastıyla deniz yolculuğu yapmanın mubah oldu­ğunu göstermektedir. İşte bunlar bu konudaki delili teşkil ederler ve bunla­ra uymak gerekir. Şu kadar var ki, insanlar denizde yolculuk yapmaktan fark­lı şekilde etkilenirler. Kimisi denizde kolaylıkla yolculuk yapar ve bu, ona ağır gelmez. Kimisine de ağır gelir ve denizdeki yolculuk esnasında kuvvetten dü­şer. Aşın derecede denizin tuttuğu ve aşın derecede başı dönen ile denizde yolculuk yaptığı esnada farz namazı ve diğer benzeri farzları eda edemeyen kimsenin durumu gibi. Birincisi için denizde yolculuk yapmak caizdir. İkin­cisi için ise böyle bir yolculuk haramdır, bundan dolayı da engellenir. [170]

 

5- Denizin Aşırı Dalgalı Olması Halinde Denizde Yolculuk:

 

Deniz, aşırı derecede yükselip büyük büyük dalgalarla dalgalandığı tak­dirde bu dalgalanması esnasında olsun, çoğunlukla esenlikle yolculuğun sür-dürülemeyeceği zamanlarda olsun, herhangi bir kimsenin denizde yolculuk yapmasının caiz olamayacağı hususunda ilim adamları arasında görüş birli­ği vardır. İlim adamlarına göre çoğunlukla esenliğin sözkonusu olabildiği za­manlarda deniz yolculuğu yapmak caizdir. Çünkü böyle durumlarda deniz­de yolculuk yapıp da kurtulanların sayısı tesbit edilemeyecek kadar çoktur. Diğer taraftan bu gibi yolculuklarda hayatını kaybedenlerin sayısı ise mah­duttur. [171]

 

6- İnsanlar İçin Faydalı Olan Gemiler:

 

"İnsanlar için faydalı şeylerle" ticaret ve buna benzer durumlarını dü­zeltmeye yarayan değişik maksatlar için kendilerine fayda sağlayacak " de­nizlerde akıp giden gemilerde..." denizde yolculuk yapmakla kârlar elde edi­lir. Aynı şekilde kendisine mal götürülenler de yararlanırlar.

Dine dil uzatan bazı kimseler şöyle demiştir: Yüce Allah sizin Kitabınız­da: "Biz o Kitab'da hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (el-En'am, 6/38) diye bu­yurmaktadır. Peki, yemeğe güzel tatlar veren tuz, karabiber ve buna benzer türlü baharatlardan nerede söz edilmektedir? Bu kişiye: "İnsanlar için fay­dalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde.." buyruğunda bu dediğin söz­konusu edilmektedir, diye cevap verilmiştir. [172]

 

7- Gökten İndirilen Su:

 

"Allah'ın gökten indirip... suda" Burada kastedilen aleme can veren, bit­kileri ve türlü azıkları çıkartan yağmurlardır. Bu yağmurun bir kısmını (ye­rin altında), yağmur yağmadığı zamanlarda ondan yararlanmak için depolar. Nitekim yüce Allah buna işaretle şöyle buyurmaktadır: "O suyu yerde (yeral­tı su kaynaklarında) durdurduk." (el-Mü'minun, 23/18) [173]

 

8- Yeryüzündeki Canlılar:

 

"Ve orda her türden canlıyı üretip yaymasında" dört bir yana dağıtma­sında.. "O gün insanlar darmadağın pervaneler gibi olacak." (el-Karia, 101/4) buyruğundaki "darmadağın" kelimesi de aynı kökten gelmektedir.

Âyet-i kerimede geçen "dâbbe (mealde: Her türden canlı)" kelimesi bü­tün canlıları kapsayan bir ifadedir. Bazıları kuşları "dâbbe" kelimesinin kap­samı dışında kabul etmekle birlikte bu görüş reddedilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yerde yürüyen ne kadar canlı (dâbbe) varsa hepsinin rızkını vermek Allah'a aittir." (Hud, 11/6) Çünkü kuş da bazı hallerinde iki ayağı üzerinde yerin üzerinde hareket eder. Nitekim şair el-A'şâ şöyle demek­tedir:

"Suya giden her yolda vadinin bağırtlak kuşlarının debelenmesi..."[174] Alkame b. Abede de der ki:

"Yıldırımları kuşları'nın bir kıpırdanış (debib)dır." [175]

 

9- Esen Rüzgârlar:

 

"Rüzgârları estirişinde..." buyruğunda sözü geçen estiriş: (tasrîf) Rüz­gârları kısır ve aşılayıcı, aşırı soğuk ve sesli, yardım, helak edici, sıcak, so­ğuk, yumuşak ve fırtına şeklinde şiddetli olarak estirilmesi demektir. Rüzgâr­ların estirilmesi güney, kuzey, batı, doğu (saba) ve rüzgâr esen iki cihet ara­sından gelen ara yön rüzgârları demektir, de denilmiştir.

Bir başka açıklamaya göre rüzgârların estirilmesi, büyük gemileri de küçük gemileri de aynı şekilde sürükleyecek kadar esmesi ve her ikisini de onlara za­rar verecek şeylerden koruması demektir. Yelkenlerinin büyük ya da küçük ol­ması önemli değildir. Çünkü rüzgar eğer tek bir parça halinde gelmiş olsaydı yelkenlere çarpar ve bu yelkenli gemilerin batmasına sebep olurdu.

Riyâh (rüzgârlar) kelimesi "rîh" kelimesinin çoğuludur. Rüzgâra çoğun­lukla huzur ve sükûn (ravh) getirdiğinden dolayı bu ad verilmiştir.

Ebû Davud'un rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle derken dinledim: "Rüzgâr Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. Rahmet de getirir, azap da getirir. Onu gördüğünüzde ona sövmeyiniz, Al­lah'tan hayrını isteyiniz, şerrinden de Allah'a sığınınız." [176]

Bu hadisi aynı şekilde İbn Mâce de Sünen'inde şöylece rivayet etmekte­dir: Bize Ebu Bekr b. Ebi Şeybe anlattı. Bize Yahya b. Said anlattı. Yahya, el-Evzaî'den, o ez-Zührî'den anlattı. ez-Zührî dedi ki: Bize Sabit ez-Zürakî, Ebu Hureyre'den naklederek dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Rüzgara söv­meyiniz. Çünkü o Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. Rahmet ile de gelir, azab ile de. Fakat siz Allah'tan onun hayrını isteyiniz ve kötülüğünden de Allah'a sığınınız." [177]

Peygamber (s.a)'ın şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Rüzgâra sövmeyi­niz, çünkü rüzgâr Rahmanın nefesindendir." Bunun anlamı şudur: Şanı yü­ce Allah, rüzgâra, ferahlık vermek, rahat nefes aldırmak ve dinlendirmek özel­liğini vermiştir. Buradaki izafe, yani rüzgârın Rahman'ın nefesine izafe edil­mesi, fiilin O'nun tarafından yapılmasından dolayıdır. Yani, şanı yüce olan Allah rüzgârı bu şekilde takdir etmiştir.

Müslim'in Sahih'inde de İbn Abbas'tan Peygamber (s.a)'ın şöyle dediği ri­vayet edilmektedir: "Ben (Ahzab gününde) saba rüzgânyla muzaffer kılındım, Ad kavmi ise Debûr (batıdan esen rüzgâr) ile helak oldu."[178]

İşte bu da şanı yüce Allah'ın Peygamber (s.a)'ı Ahzab günü estirdiği rüz­gârlar ile sıkıntıdan kurtardığına dair gelen haberlerin anlamını dile getirmek­tedir. Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur: "Biz de onların üzerine bir rüzgâr ve görmediğiniz ordular göndermiştik" (el-Ahzab, 33/9)

Günlük konuşmalar esnasında: "Allah filan kişinin dünya kederlerinden bir kederini nefeşlendirdi." Yani açtı denilir.

Müslim'in Sahih'inde de Ebu Hureyre (r.a)'dan -aynı kelime kullanılarak-Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Her kim müslüman bir kimsenin dünya kederlerinden bir kederini açarsa Allah da o kimsenin kıya­met günü kederlerinden bir kederini açar." [179]

Şair de der ki:

"Saba rüzgârı estiği vakit

Kederli birisinin ciğeri üzerinden, kederleri açılıp gider gibi."

İbnü'l-Â'rabî der ki: Nesim (esinti) rüzgârın ilk estiği sıralardır. "Rih" (rüz­gâr) kelimesinin aslı rûh şeklindedir. Bundan dolayı azlık belirten çoğulu "er­vah" şeklinde gelir. "Eryah" diye gelmez. Çünkü bu kelimenin asıl harfleri ara­sında ya değil vav vardır, "Riyali" denilmesi ise çokluğu ifade etmek ve ya'nın ra harfinin esreli oluşu ile münasib geldiğinden dolayıdır. Hz. Hafsa'ya nis-bet edilen Mushafta ise şeklinde yazılıdır. [180]

 

10- Kur'ân-ı Kerim'de Rîh (Rüzgâr) Kelimesinin Farklı Kıraati:

 

Yüce Allah'ın: "Rüzgârları estirişinde" buyruğunda geçen (ve rüzgârlar anlamına gelen): "er-Riyâh" kelimesini Hamza ve el-Kisaî tekil olarak "er-rîh: Rüzgâr" şeklinde okumuştur. Aynı şekilde el-A'raf (7/57), el-Kehf (18/45) İb­rahim (14/18), en-Neml (27/63), er-Rûm (30/48), Fâtır (35/9), eş-Şûrâ (42/33), el-Câsiye (45/5)'daki kelimeleri de tekil olarak okurlar. Buralarda araların­da okuyuş farkı yoktur.

İbn Kesir de A'raf, Nemi, Rum, Fa tır ve Şûra sûrelerindeki kelimeleri on­lar gibi okurken, Hamza: "Rüzgârları aşılayıcılar..." (el-Hicr, 15/22)'de tekil olarak, İbn Kesir de: "Ve O rüzgârları müjdeleyin olarak gönderendir." (el-Furkan, 25/48)'dekini de tekil olarak okumuştur. Geri kalan kıraat imamları ise İbrahim ile Şûra sûrelerindekiler dışında hepsini çoğul olarak okumuşlar­dır. Bu iki sûredekini de çoğul olarak sadece Nâfi' okumuştur. Yedi kıraat ima­mının bu yerler dışında kalan kelimelerde ihtilafları sözkonusu değildir.

Rum Sûresi'nde sözünü ettiğimiz "rüzgârlar" kelimesi (sürede) ikinci ola­rak geçendir. Yani: "Allah O'durki rüzgârları gönderip..." (er-Rûm, 30/48) âyetidir. Diğeri olan: "Müjdeleyiciler olarak rüzgârları göndermesi" (er-Rum, 30/46) âyetindeki "rüzgârlar" kelimesinin çoğul olarak okunduğu hususun­da kıraat farklılıkları yoktur.

Ebu Ca'fer Yezid b. el-Ka'ka ise, eğer başında- elif-lam var ise, Kur'ân'ın tümünde "er-riyah" şeklinde çoğul okumuştur. Ancak: "Yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış gibidir." (el-Hacc, 22/31) buyruğu ile: "Kısır rüzgârı" (ez-Zâ-riyat, 51/41) buyruklarını istisna etmektedir. Şayet bu kelimenin başında elif-lam yok ise tekil olarak okur.

"er-Rîh (rüzgâr)" kelimesini tekil olarak okuyan, bunun aza da çoğa da de­lalet eden cins ismi oluşundan dolayı böyle okur. Çoğul olarak okuyan da rüzgârların estiği cihetlerin birbirinden farklı olduğundan dolayı çoğul okur.

Rahmet kelimesiyle birlikte çoğul, azab ile birlikte tekil olarak okuyanla­rın bu şekildeki kıraat sebepleri ise, Kur'ân-ı Kerim'de çoğunluğu gözönün-de bulundurmasından dolayıdır. Mesela: "Rüzgârları müjdeciler olarak..." (er-Rum, 30/46) ile "Kısır rüzgârı" (ez-Zâriyat, 51/41) buyruklarında oldu­ğu gibi. Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de rahmet ile anıldığı zaman çoğul, azab ile anıldığı zaman tekil olarak gelmiştir. Yunus Sûresi'nde yer alan: "Onlar da güzel bir rüzgâr ile onları götürdüklerinde" (Yunus, 10/22) âyeti bundan istisnadır.

Rasûlullah (s.a)ın da rüzgâr estiğinde şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Al­lah'ım, sen bunu rüzgârlar kıl, bir rüzgâr kılma." [181] Buna sebep ise şudur: Azap rüzgârı oldukça şiddetlidir ve adeta tek bir cisim parçası imiş gibi bu rüzgâ­rın cüzleri birbirine bitişiktir, ardarda gelir. Rahmet rüzgân ise yumuşak ve bö­lüm bölümdür. Bundan dolayı ona "riyâh (rüzgârlar)" adı verilmiştir.

Yunus Sûresi'nde "gemiler" ile birlikte sözkonusu edildiğinde tekil ola­rak kullanılış sebebine gelince: Gemilerin yol almasını sağlayan rüzgâr biti­şik tek bir rüzgâr gibidir. Daha sonra ayrıca "güzel" olmakla da nitelendiri­lerek bu rüzgâr ile azap rüzgarı arasındaki ortak yanlar ortadan kaldırılmış olmaktadır. [182]

 

11- İlim Adamlarının Rüzgâr ile İlgili Açıklamaları:

 

İlim adamları der ki: Rüzgâr havanın hareket etmesidir. Bu kimi zaman şid­detli olur, kimi zaman da zayıf. Eğer havanın hareketi kıble yönünden baş­layıp kıbleye doğru giderse bu rüzgâra "sabâ rüzgârı" adı verilir. Eğer hava­nın hareketi kıblenin gerisinden başlayıp kıble tarafına doğru giderse bu rüz­gâra da "debûr rüzgârı" denilir. Hava hareketi kıblenin sağından başlayıp so­luna doğru giderse buna "güney rüzgarı" adı verilir. Hava hareketi kıblenin solundan başlayıp sağına doğru giderse buna da "kuzey rüzgârı" adı verilir.

Bu rüzgârlardan her birisinin kendine göre bir tabiatı vardır. Bu rüzgâr­ların faydası da tabiatına göre değişiktir. Saba rüzgârı sıcak ve kurudur. Debur rüzgârı soğuk ve nemlidir. Güney rüzgârı sıcak ve nemlidir. Kuzey rüz­gârı soğuk ve kurudur.

Bu rüzgârların farklı tabiatta olması senenin mevsimlerinin de farklı olma­sına benzer. Şöyle ki: Yüce Allah zamanı dört mevsime ayırmıştır. Bunların ayrılık esasları havanın halindeki değişikliğe göredir.

Yüce Allah ilk mevsim olan bahar mevsimini sıcak ve nemli kılmıştır. Bu mevsimde yeşerme ve gelişip büyüme sözkonusudur. Bu mevsimde sular (yağmurlar) yağar. Yeryüzü güzelliklerini çıkartır, bitkisini yeşertir. İnsanlar ağaç dikmeye ve pek çok ekinleri ekmeye koyulur. Hayvanlar bu mevsim­de doğum yapar, sütler çoğalır.

Bahar bitti mi, arkasından iki özellikten biri olan sıcaklıkta bahara ben­zeyen yaz mevsimi gelir. Diğer bir özelliği olan nemlilik açısından da bu mev­simden ayrılır. Çünkü yazın hava sıcak ve kurudur. Bu mevsimde meyveler olgunlaşır, baharın ekilen taneler kurumaya başlar.

Yaz mevsimi sona erdi mi onun arkasından iki özelliğinden birisi olan ku­rulukta yaza benzeyen sonbahar mevsimi gelir. Diğer özelliği olan sıcaklık­ta ise yazdan ayrıdır. Çünkü sonbahar mevsiminde hava soğuk ve kurudur. Bu mevsimde meyvelerin olgunlaşması son bulur. Artık kurumaya ve içinde­ki sular çekilmeye başlar ve bu halleriyle meyveler saklanacak duruma ge­lirler. Bu mevsimde meyveler kopartılır, üzüm bağları bozulur ve artık ağaçlardan meyve toplanma işi biter.

Sonbahar mevsimi bitti mi arkasından kış mevsimi gelir. Bu mevsim de iki özelliğinden birisi olan soğuklukta sonbahara yakındır. Ancak diğer özelli­ği olan kurulukta ondan farklıdır. Çünkü kışın havalar soğuk ve rutubetlidir. Bu mevsimde çokça yağmur ve kar yağar. Topraklar dinlenen bir beden gi­bi dinlenir. Tekrar yüce Allah, yeryüzüne baharın sıcaklığını yere iade edin­ceye kadar hareket etmez. Bu sıcaklık nem ile bir araya geldi mi işte şanı yü­ce Allah'ın izniyle o vakit yeşermeler ve büyümeler ortaya çıkar.

Sözünü ettiğimiz rüzgârların dışında pek çok rüzârlar daha esebilir. An­cak asıl olan bu dört rüzgârdır. İki rüzgâr arasında esen her bir rüzgârın hük­mü estiği cihet itibariyle hangisine daha yakın ise, o yakın olduğu rüzgârın hükmünü alır ve buna "en-nekbâ" adı verilir. [183]

 

12- Bulutlar:

 

Yüce Allah'ın: "Ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş olan bulutta.."

buyruğuna gelince... Burada sözü geçen buluta "es-Sehâb" adının verilme­si bulutun havada sürüp gelmesi dolayısıyladır. Yerde sürülen eteğin toplan­ması, filan kişinin filana karşı cüretkârca davranması, çokça yemek, içmek gibi anlamlar da aynı kökten gelir.

Müsahhar kdınmış (boyun eğdirilmiş) ise, emre verilmiş gibi anlamla­ra gelir. Bulutun müsahhar kılınması ise bir yerden bir yere gönderilmesi şek­linde olur. Onun müsahhar kılınışının gök ile yer arasında direksiz ve askı­sız durmasıdır. Birinci açıklama ise daha açık ve üstündür. Bulut, kimi zaman su iie kimi zaman azafo île geîebiüt.

Müslim'in Ebu Hureyre (r.a)'dan rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a) şöy­le buyurmuştur: "Bir keresinde adamın birisi düzlük bir yerde bulunurken bir buluttan: Filanın bahçesini sula, diye bir ses işitir. O bulut bir kenara ayrıl­dı ve suyunu kara taşlık bir arazi üzerinde akıttı. Orada bulunan bir su yo­luna yağan bütün yağmurlar toplandı. Adam o suyu takibetti. Bahçesinde ayakta duran ve elindeki kazmasıyla suyun yönünü değiştiren bir adam gör­dü. Ona: Ey Allah'ın kulu, adın nedir? diye sorar. O da bulutta söylendiğini işittiği adı söyler. Daha sonra adam sorana: Ey Allah'ın kulu, ya sen bana adı­mı ne diye soruyorsun? diye sorunca şöyle der: Ben şu suyu yağdıran bulut­ta senin adını söyleyerek: Filanın bahçesini sula, diyen bir ses işittim. Sen bu­nu ne yapıyorsun diye sorar. Şu cevabı verir: Madem sen bunu söylüyorsun (ben de sana anlatayım): Ben buradan aldığım mahsule bakıyorum. Onun üç­te birini tasadduk ediyorum, üçte birini ben ve çoluk çocuğum yiyoruz, ge­ri kalan üçte birini ise tekrar buraya (tohum olarak) iade ediyorum" Bir ri­vayette de: "Üçte birini fakirlere, dilencilere ve yolculara veriyorum" denil­mektedir. [184]

Kur'ân-ı Kerim'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O Allah ki, rüzgâr­ları gönderip bulutları hareket ettirir. O bulutları ölmüş bir beldeye süreriz de o yeri -ölümünden sonra- canlandırırız." (Fâtır, 35/9); "Nihayet bunlar (rüz­gârlar) ağır ağır bulutları kaldırınca biz onları ölmüş bir beldeye süreriz..." (el-A'raf, 7/57) Bu anlamdaki buyruklar Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur.

İbn Mâce, Aişe (r. anha)'dan rivayetine göre Peygamber (s.a) ufuklardan birisinden bir bulutun gelmekte olduğunu görünce namazda olsa dahi işini bırakır o buluta doğru yönelir ve: "Allah'ım, bizler sana bu bulut ile gönde­rilen şeyin şerrinden sığınırız" derdi. O buluttan yağmur yağarsa, iki yahut üç defa da: "Allah'ım, bunu faydalı bir mahsul kıl" derdi. Şayet o bulutu açar ve ondan yağmur gelmezse bundan dolay) da Allah'a hamû ü sena ederdi.[185] Bu hadisi bu anlamda Müslim, Peygamber (s.a)'ın hanımı Hz. Aişe'den şöy­lece rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) rüzgârlı ve bulutlu gün oldu mu bu­nun etkileri onun yüzünde görülür, ileri geri gider gelirdi. Yağmur yağarsa "buna sevinir ve "bu sıkıntısı giâerâi. liz. Aışe ûer"Ki: Ona sordum "Dana şöy­le dedi: "Ben bu bulutun ümmetime musallat kılınan bir azab olduğundan korktum." Yağmur yağdığını görünce de: "Bu bir rahmettir" derdi. Bir diğer rivayette de şöyle demiştir: "Belki de ya Aişe, bu bulut Âd kavminin dediği şeklindedir: "Onlar onu kendilerine yönelmiş bir bulut halinde görünce: Bu bize yağmur getiren bir buluttur, dediler.." (el-Ahkâf, 46/24)[186]

İşte bu hadis-i şeriflerle bu âyet-i kerimeler birinci görüşün lehine ve bu­lutların müsahhar kılınışının sabit kalmaları anlamına gelmediğine delildir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

Çünkü "sabit olmak" bir yerden bir yere taşınmamayı ifade eder. Eğer "sa­bit olmak" ile anlatılmak istenen bulutların semada da yerde de olmayıp ha­vada bulunması kastediliyor ise bu doğrudur. Çünkü yüce Allah burada: "Gök­le yer arasında" diye buyurmaktadır. Bununla birlikte bulutlar müsahhar kı­lınmıştır ve bu ikisi arasında taşınmaktadır. Bu ise Allah'ın kudretini daha bü­yük bir şekilde gösterir. Tıpkı havadaki kuş gibi.

Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Onlar gök boşluğunda müsahhar kılınmış kuşları görmezler mi? Onları Allah'tan başkası tutmu­yor." (en-Nahl, 16/79) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Üstlerinde saf saf dizilip kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahman (olan Allah)dan başkası tutmuyor..." (el-Mülk, 67/19) [187]

 

13- Ka'b el Ahbar'dan Bulutlara Dair Bir Rivayet:

 

Ka'b el-Ahbar, bulutlar yağmurun eleğidir. Şayet su semadan indiğinde bu bulut olmasa yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı, der. Bunu Ka'b'dan İbn Abbas rivayet etmiştir. el-Hatib Ebu Bekr Ahmed b. Ali, bunu Muaz b. Abdulah b. Hubeyb el-Cühenî'den şöylece zikretmektedir: Selemeoğulları ara­sında bulunduğum bir sırada İbn Abbas'ın dişi bir katır üzerinde yanımızdan geçtiğini gördüm. Onun da yanından Ka'b'ın hanımının oğlu olan Tubey' geç­ti, İbn Abbas'a selam verdi. İbn Abbas ona: Ka'b el-Ahbar'ın bulut hakkın­da herhangi bir şey söylediğini duydun mu? diye sorar. Çocuk: Evet şöyle de­diğini duydum der: Bulut yağmurun eleğidir. Semadan su indiğinde eğer bu­lut olmasa o su yerde neyin üzerine düşerse onu bozardı. İbn Abbas soran Peki sen Ka'b'ı bir sene bir tür bitki ertesi sene ondan başka bir bitki bitiren yer hakkında bir şey söylerken dinledin mi? Yine o: Evet der. Bu hususta şöy­le derken onu dinledim: Tohum semadan iner. İbn Abbas der ki: Ben de Ka'b'dan böyle dediğini dinledim. [188]

 

14- Allah'ın Varlığı'nın Belgeleri: Âyetler

 

"... aklı eren bir topluluk için nice âyetler" Allah'ın birliğine kudretine delil olan belgeler "vardır."

Bundan dolayı yüce Allah, bütün bu hususları: "Hepinizin ilâhı tek bir

ilâhtır" buyruğunun akabinde sözkonusu etmiştir ki, bunlarla bu âyet-i ke­rimeden önce sözünü ettiği yüce Allah'ın vahdaniyyetine, rahmetine ve yaratıklarına olan şefkatine dair verdiği haberin doğruluğunu ortaya koysun di­ye. Peygamber (s.a)'ın: "Bu âyet-i kerimeyi okuyup da onu ağzından dışarı fırlatanın vay haline!" diye buyurduğu rivayet edilmiştir.[189] Yani üzerinde te­fekkür etmeyip gereken ibreti çıkarmayanın vay haline!

Bu sözler bunların kendi kendilerini meydana getirmiş olabileceklerini red­detmemektedir, diyene şu şekilde cevap verilir:

Senin bu dediğin imkânsız birşeydir. Çünkü sözü geçen bu hususlar (ve başkaları) şayet kendi kendilerini meydana getirmiş ise onlar ya var iken bu hususları meydana getirmişlerdir veya yok iken meydana getirmişlerdir. Eğer yok oldukları halde bunların meydana geldiği söylenecek olursa bu im­kânsız birşeydir. Çünkü birşeyin meydana getirilmesi ancak hayat sahibi, bi­len, kudret sahibi ve irade sahibi birisinden beklenebilir. Var olmayan bir­şeyin ise bu niteliklere sahip olması düşünülemez. Eğer bunlar var ise zaten onların varlığı kendi kendilerini meydana getirmelerine ihtiyaç bırakmaz. Yi­ne, şayet onların dedikleri kabul edilebilecek birşey olursa (mesela) bir ya­pının kendi kendisini meydana getirmesi de mümkün olur. Aynı şekilde ah­şap bir malzemenin, dokumanın da öyle olması gerekirdi. Bu ise imkânsız­dır. Bizi imkânsız bir sonuca götüren şeyin kendisi de imkânsızdır.

Diğer taraftan yüce Allah, bu âyet-i kerimede bizlere vahdaniyyetinden söz ederken sadece haber vermekle yetinmiyor, bununla birlikte Kur'ân-ı Ke-rim'deki pek çok âyet-i kerime de aklımızı kullanıp düşünmemizi, ibretle bun­lar üzerinde aklımızı kullanmamızı da emretmektedir. Yüce Peygamberine şöyle buyurmuştur: "De ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakın." (Yunus, 10/101) Burada kendilerine hitab edilmesi istenen kâfirlerdir. Çünkü yüce Al­lah: "(Fakat) o âyetler ve korkutmalar, iman etmeyecek bir kavim için ne fay­da verir ki?" (Yunus, 10/101) diye buyurulmaktadır. Yüce Allah bir başka yer­de de şöyle buyurmaktadır: "Onlar göklerin ve yerin melekûtuna... bakıp dü­şünmezler mi?" (el-A'raf, 7/185) "Melekût" ile kastedilen âyetlerdir (belge­lerdir.) Bir başka yerde de: "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler vardır) gör­mez misiniz?" (ez-Zâriyat, 51/21) diye buyurmaktadır.

Yüce Allah, buyuruyor ki: Onlar, bütün bunlara tefekkür ve ibretle, düşün­me yoluyla bakmazlar mı ki, bunların hadislere (sonradan olan değişiklikle­re) ve değişimlere maruz kalmasını, sonradan yaratıldıklarının delili olarak gör­sünler ve ihdas edilen (var edilen, yaratılan) birşeyin mutlaka kendisini ya­pan bir yapıcıya ihtiyacı olduğunu, bu yapıcının hikmeti sonsuz, alim, kadir, mürid, semi', basîr ve mütekellim olduğunun delili olarak görsünler?

Çünkü eğer o bu sıfatlara sahip olmazsa, insanın bundan daha kâmil ol­ması sözkonusu olurdu ki buna da imkân yoktur. Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Andolsun ki Biz insanı" yani Adem (a.s)'ı "süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra onu" yani onun soyundan gelenleri "bir nutfe kılıp sağ­lam bir karargâha yerleştirdik... Sonra da Kıyamet gününde elbette diril­tileceksiniz." (el-Mü'minun, 23/12-16)

İnsan bu uyarıcı buyruklar ışığında kendisine verilmiş bulunan akıl ile ken­di nefsi hakkında düşünecek olursa, bu nefsin belli bir şekilde düzene ko­nulduğunu, değişik hallere göre yönlendirilmiş olduğunu görür. Kendisi önce bir nutfe iken ondan sonra bir alaka (sülüğü andıran bir kan pıhtısı) on­dan sonra bir çiğnemlik et, sonra et ve kemik olmuştur.

Bunu düşündüğü takdirde insan eksik halden kemal haline doğru kendi­sini nakledenin kendisi olmadığını bilir. Çünkü o aklının olgunluğunu ifade eden en üstün hali ve herhangi bir organının en güçlü seviyesini bizzat var etme gücüne sahip değildir.

Organlarına da herhangi bir organı fazladan ekleyemez. Bu, onun eksik ve zaaf hallerinde böyle bir şeyi öncelikle yapamayacağını ona gösterir. İn­san kendisini önce genç, sonra olgunluk yaşında, sonra da yaşlı olarak gö­rür. Gençlik ve güçlülük halinden yaşlılık ve kocamışlık haline kendi ken­disini taşıyan o değildir. Kendisi için bu hali seçen de o değildir. Yaşlılık ha­lini bir kenara itip gençlrk gücünü geri getirmek imkânına da sahip değildir.

İşte kendi kendisini bu şekilde halden hale geçirenin kendisi olmadığı­nı, kendisini var eden bir yaratıcının, bir durumdan ötekine taşıyan bir taşı­yıcının olduğunu böylelikle bilir. Şayet bu olmasaydı bu şekilde bir taşıyıcı ve tedbir edici olmaksızın onun hallerinde herhangi bir değişiklik olmazdı.

Bir hakîm şöyle demiştir: Büyük alemdeki herşeyin mutlaka insanın be­deni olan küçük alemde bir benzeri vardır. İşte bundan dolayı yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir surette) yarattık." (et-Tîn, 95/4); "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler) vardır. Görmez misiniz?" (ez-Zâriyat, 51/21)

Mesela, insanın duyu organları, ışık veren yıldızlardan daha şereflidir. İn­sanın görmesi ve işitmesi idrak edilen şeyleri bunlar vasıtasıyla idrak etme­si açısından güneşi ve ayı andırır. İnsanın organları çürüdükten sonra yer cin­sinden toprak olurlar. Yine insanda su cinsinden, ter ve bedende diğer ıslak azalar vardır. Hava türünden insanda ruh ve nefes vardır. Ateş türünden ise insanda hararet vardır. Damarları ise yeryüzündeki nehirler konumunda, ci­ğeri nehirleri besleyen pınarlar konumundadır. Çünkü damarlar ciğerden ala­caklarını alırlar. İnsanın mesanesi denizi andırır. Çünkü bedende bulunan de­ğişik bölgeler nehirlerin denize aktığı gibi, akıtacaklarını buraya akıtırlar. İn­sanın kemikleri yeryüzünün kazıkları durumunda olan dağlar gibidir. Aza­ları da ağaçları andırır. Herbir ağacın yaprakları ya da meyveleri olduğu gi­bi her bir organın da bir fiili ya da etkisi vardır. İnsanın bedeni üzerindeki saç ve kıllar yeryüzü üzerindeki bitki ve ot durumundadır. Diğer taraftan in­san dili ile bütün canlıların seslerini taklit edebilin Azalarıyla da bütün canlıların yaptığının benzerini yapar. Buna göre bu küçük alem büyük alem ile birlikte aynı yaratıcının yaratığı ve sonradan varettiği varlık (muhdes)dir. O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. [190]

 

165. İnsanlar arasında Allah'tan başkasını eş edinenler de vardır. Onları Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a sev­gisi ise en sağlamdır. Zulmedenler azabı görecekleri vakit bü­tün kuvvetin gerçekten Allah'ın olduğunu ve Allah'ın pek çe­tin azab sahibi olduğunu görselerdi!..

 

Yüce Allah bundan önceki âyet-i kerimede vahdâniyyetine, kudretine, ege­menliğinin azametine delalet eden hususları haber verdikten sonra, burada da akıl sahiplerinin kaçınılmaz olarak kabul etmek durumunda oldukları bun­ca âyete rağmen, Allah'a eşler koşan kimselerin bulunduğunu haber vermek­tedir.

Eşler anlamına gelen "endâd" kelimesinin tekili "nid"dir. Daha önceden (el-Bakara, 2/22. âyette 6. başlıkda) buna dair açıklamalarda bulunulmuştur. Bunlarla anlatılmak istenen ise Mücahid'in görüşüne göre; aciz olmalarına rağ­men Allah'a ibadet eder gibi ibadet ettikleri putlar ve heykellerdir.

"Onları Allah'ı sever gibi severler." el-Müberred'in açıklamasına göre, on­lar putlannı batıl üzere olmalarına rağmen, mü'minlerin hak üzere Allah'a olan sevgileri gibi severler. Zeccâc'ın açıklaması da bu anlama gelmektedir. Ya­ni onlar putlarına acizliklerine rağmen, mü'minlerin kudreti sonsuz Allah'a besledikleri sevginin benzerini beslerler.

İbn Abbas ve es-Süddî de şöyle demektedir: Burada "eş edinilenler"den kasıt kendilerine uyulan başkanlardır. Allah'a isyanı gerektiren hususlarda bu başkanlarına itaat ederler. Nitekim "onları... severler" zamiri, bu esasa gö­re (akıl sahibi varlıklar hakkında kullanılan zamir şeklinde) gelmiştir. Birin­ci açıklamaya göre ise putlara ait olması gereken bu zamir, asla aykırı ola­rak akıl sahibi olan varlıkların zamiri gibi gelmiştir.

İbn Keysân ve yine ez-Zeccâc, ayrıca şöyle derler: "Onları Allah'ı sever gibi severler" buyruğunun anlamı Allah'a ve putlarına besledikleri sevgiyi eşit tutarlar, demektir. Ebû İshak (ez-Zeccâc) der ki: Sahih olan görüş işte budur. Bunun doğruluğunun delili ise (biraz sonra gelen): "İman edenlerin Al­lah'a sevgisi ise en sağlamdır" buyruğudur.

Ebû Recâ:" Onları., severler" buyruğunu ya harfini fethalı oku­muştur. Bu türden Kur'ân-ı Kerim'deki bütün kelimeleri böylece okumuştur. Bu bir şivedir. el-Ferrâ der ki: Ebu Turab bana şu beyiti okudu:

"Ona olan sevgim dolayısıyla siyahları severim, Ona olan sevgimden dolayı siyah köpekleri dahi sevmeye başladım."

Yüce Allah'ın: "Edinenler" buyruğundaki: " ...enler* mübtedâ ola­rak ref mahallindedir. Edinen" şeklinde fiilin tekil gelmesi, "...en..." anlamını veren edatın lafzına uygundur. Kur'ân'ın dışında (benzeri kullanım­larda) fiilin şeklinde çoğul zamiri ile birlikte manaya uygun olarak kullanılması mümkündür. Âyet-i kerimede Onları severler" an­lamındaki fiilin çoğul zamiri ile kullanılması, manaya nazarandır. Fiil tekil za­miri ile kullanılırsa, lafza uygun kullanılmış olur. "Severler" buyruğu, "edi­nen" fiilindeki zamirin halini bildirdiğinden nasb mahallindedir. "Eşler" ke­limesinin sıfatı da kabul edilebilir. sever gibi" buyruğundaki benzetme edatı, mahzuf (düşürülmüş) bir masdarın sıfatıdır. Onları Allah sevgisine benzeyen bir sevgi ile severler, demektir. "İman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır." Yani putpe­restlerin, putlarına, başkanlarına uyanların uydukları kimselerin duydukla­rı sevgiden daha sağlam bir sevgi ile Allah'ı severler.

Yüce Allah'ın burada: "İman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır" diye buyurması yüce Allah'ın evvela onları sevdiği, ondan sonra da onların yüce Allah'ı sevmelerinden dolayıdır. Sevildiği kişi tarafından sevdiğine ta­nıklık edilenin sevgisi daha bir eksiksizdir ve tamdır. Yüce Allah: "O onları sever, onlarda O'nu severler." (el-Maide, 5/54) diye buyurmaktadır. İleride yüce Allah'ın izniyle (Al-i İmran, 3/31. âyetin tefsirinde) mü'minlerin Allah'a sevgisine ve Allah'ın mü'minlere olan sevgisine dair açıklamalar gelecektir.

"Zulmedenler azabı görecekleri vakit, bütün kuvvetin gerçekten Allah'ın olduğunu ve Allah'ın pek çetin azab sahibi olduğunu görselerdi." Medi-neliler ile Şamlılar kelimesindeki "ye" harfini te ile okurlar. (Buna gö­re anlamı: Görseydin olur). Mekke ile Kûfelilerin ve Ebû Amr'ın kıraati ise ya iledir. Ebu Ubeyd'in tercihi de budur.

Âyet-i kerimenin maksadının tam olarak anlaşılması biraz zordur ve âyet­te hazif vardır. Ebû Ubeyd der ki: Bunun anlamı şudur: Eğer zulmedenler dün­yada iken ahiret azabını görecek olurlarsa hiç şüphesiz onlar bunu gördük­leri vakit gücün bütünüyle yalnızca Allah'ın olduğunu da bileceklerdir.

Buna göre "görselerdi" buyruğundan kasıt göz ile görmektir.

en-Nehhas "Meâni'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: İşte müfessirlerin benimsediği görüş de budur. Ancak "İ'rabu'l-Kur'ân" adlı eserinde ise şöyle demektedir: Muhammed b. Yezid'den şöyle dediği rivayet edilmiş­tir. Ebu Ubeyd'in yaptığı bu açıklama uzak bir ihtimaldir. Bu hususta kullan­dığı ifadeler o kadar da güzel değildir. Çünkü "o zulmedenler azabı görecek olsalar" diye bir takdirî ifadede bulunmaktadır. Sanki bu azabın görülmesin­de şüphe varmış gibi bir anlam çıkmaktadır. Halbuki yüce Allah bu azabı vâ-cib (gerekli ve kaçınılmaz) kılmıştır. Takdir Ebu Ubeyd'in dediği gibi değil, fakat el-Ahfeş'in de benimsediği görüşe göre şöyledir: Eğer zulmedenler gü­cün Allah'a ait olduğunu görselerdi... Burada "görmek" bilmek anlamında­dır. Yani eğer onlar gerçekten kuvvetin yalnızca aziz ve celil olan Allah'ın ol­duğunu ve azabının ne kadar şiddetli olduğunu bilselerdi, o takdirde uydur­ma ilahlar edinmelerinin zararını da açık açık görürlerdi. Nitekim yüce Al­lah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Sen onları Rablerinin huzu­runda bulunduruldukları zaman bir görseydin." (el-En'am, 6/30); "Sen onları ateşin karşısında durdurulduklarında bir görsen." (el-En'am, 6/27) Burada şart edatının cevabı verilmemiştir. ez-Zührî ve Katade der ki: Bu ce­vabın zikredilmemesi tehdidin daha da ağır olduğunu ifade etmek içindir. Bir kimsenin şöyle demesine benzer: Sen filanı sırtına kamçılar inip kalkarken bir görseydin...

"Görselerdi" kelimesini "görseydin" anlamına gelecek şekilde "te" harfiy­le okuyanların okuyuşuna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Ya Muhammed, sen o zalimleri azabı görecekleri azaptan korkup onun ne kadar büyük ol­duğunu farkedecekleri zaman bir görsen, şüphesiz gücün muhakkak Allah'a ait olduğunu ikrar ve kabul edeceklerdir. Buna göre şartın cevabı bu anlam­da gizlidir.

Bir diğer takdire göre şöyle olur: Ya Muhammed, sen azabı gördükleri ve ondan korktukları zaman zalimlerin halini bir görsen. Sen kuvvetin bütünüy­le yalnızca Allah'ın olduğunu kesinlikle bilirdin. Peygamber (s.a) zaten bu­nu biliyordu. Fakat ona bu şekilde hitap edilmesinden kasıt onun ümmeti­dir. Çünkü onun ümmeti arasında böyle bir şeyi müşahede etmek suretiyle bilgisini güçlendirmeye ihtiyacı olanlar vardır.

Bunun anlamının şöyle olması da mümkündür: Ya Muhammed, sen zalim olana bunu söyle; şeklinde... Burada buyruğun: ... Çünkü kuvvet bütünüy­le yalnızca Allah'ındır... şeklinde değerlendirilebileceği de söylenmiştir. Si-beveyh'in delil gösterdiği şu beyitte olduğu gibi:

"Ve ben kerem sahibinin kabahatini onun (kötülükleri) saklaması dolayısıyla bağışlarım Ve kerim davranarak adi kimsenin sövmesinden de yüzçeviririm."

Bu açıklamaya göre âyet-i kerimenin bu bölümünün anlamı şöyle olur: Ya Muhammed, sen o zalimleri azabı gördükleri vakit bir görsen -kuvvet yalnız­ca Allah'ın olduğu için- onların ne derece bir cezaya çarptırıldıklarını bilir ve kendilerine isabet eden bu azabın çok büyük olduğunu anlardın.

Burada di'li geçmiş (mazi) tabiri gelecekte olacak bu hususlar hakkında kullanılmıştır. Bundan maksat durumun daha bir anlaşılır olmasını sağlamak ve bu işlerin gerçekleşeceğinin sihhatini, doğruluğunu daha açık bir şekil­de ortaya koymaktır. İbn Âmir, tek başına " Görecekleri" kelimesin­deki ye harfi ötreli olarak okumaktadır. (Buna göre mana: Azabın kendile­rine gösterileceği vakit., şeklinde olur). Diğerleri ise "ye" harfini fetlıalı ola­rak okurlar.

el-Hasen, Yakub, Şeybe, Sellâm ve Ebu Ca'fer ise kelimelerini şeklinde okurlar. O tadirde bu kelimeler ye­ni bir cümlenin başlangıcı olur veya bunlardan önce "söylemek" kökünden türeyen bir fiil takdir edilir. Yani: Keşke sen zulmedenleri azabı gördükleri vakit bir görsen. Muhakkak kuvvet yalnızca Allah'ındır, derler...

Bu âyet-i kerimenin nassı ile kuvvetin yalnızca Allah'ın olduğu isbat edilmektedir. Halbuki Mu'tezile kadim sıfatların manalarının bulunmadığını ileri sürerken bu nassa muhalif kanaat ortaya koymaktadır. Allah onların söy­lediklerinden yüce ve münezzehtir. [191]

 

166. O zaman kendilerine uyulanlar uyanlardan uzaklaşırlar. O azabı görmüş, aralarındaki ilişkiler de kopup gitmiş olacaktır.

 

"O zaman kendilerine uyutanlar" Katade, Ata ve er-Rabi'den nakledil­diğine göre efendiler ve başkanlar, küfür üzere kendilerine "uyanlardan uzak­laşırlar." Yine Katade ve es-Süddî şöyle derler: Bunlar insanlardan uzak ola­caklarını belirtecek olan saptırıcı şeytanlardır. Bunun kendisine uyulan her kişi hakkında genel olduğu da söylenmiştir.

Uyanlar da kendilerine uyulanlar da "o azabı görmüş., olacaktır." Çün­kü dünya hayatında onu gözleriyle görecek olurlarsa ona kesin olarak ina­nırlar. Bunun ahirette amellerinin kendilerine sunulması ve sorgulanmaları esnasında olacağı da söylenmiştir.

Derim ki: Her iki şekil de hasıl olur. Çünkü onlar ölüm esnasında uğra­yacakları aşağılık durumları görürler. Ahirette de can yıkıcı azabı ve ibretli cezayı tadarlar.

"Aralarındaki ilişkiler", Mücahid ve başkalarının açıklamasına göre dünya hayatında aralarındaki akrabalık ve buna benzer çeşitli ilişkiler "de kop­muş olacaktır."

el-Esbâb: (İlişkiler)in tekili sebep'tir. Sebep, asıl anlamı itibariyle birşeye bağlanıp onunla o şeyin çekildiği ip demektir. Daha sonra herhangi bir şeyi çeker durumdaki herşeye "sebep" denilir olmuştur. es-Süddî ve İbn Zeyd der ki: Burada sözü geçen sebepler (ilişkiler) onların amelleri demektir. Ya­ni kendileriyle amelleri arasındaki ilişki kopup gitmiş olacaktır. Sebep aynı zamanda yan ve taraf anlamına da gelir. Züheyr'in şu beyiti bu anlamdadır:

"Her kim ölümün esbabından korkarsa onlar gelip onu bulur

İsterse merdiven ile semanın esbabına (kıyısına, kenarına) çıkmaya kalkışsın." [192]

 

167. Uyanlar: "Bizim için bir dönüş olsaydı da bizden uzaklaşıp git­tikleri gibi biz de onlardan uzaklaşırdık" derler. Böylece Allah hasretler halinde amellerini kendilerine gösterecektir. Ve on­lar cehennemden çıkacak da değillerdir.

 

"Uyanlar: 'Bizim için bir dönüş" önceki hale, duruma bir avdet "olsay­dı" buna imkân bulunsaydı, gerçekleşseydi, "de bizden uzaklaşıp gittikle­ri gibi biz de onlardan uzaklaşırdık' derler." Yani tabi olanlar şöyle diye­ceklerdir: Eğer bizler salih amel işlemek ve onlardan uzaklaşmak üzere dünyaya geri gönderilecek olursak, "bizden uzaklaşıp gittikleri gibi biz de onlardan uzaklaşırdık."

Teberrîz (uzaklaşmak), ayrılıp gitmek, kopmak demektir.

"Böylece Allah hasretler halinde amellerini kendilerine gösterecektir." Yani yüce Allah onlara azabı göstereceği gibi amellerini de gösterecektir.

"Allah... gösterecektir" buyruğunun gözle görmek ile alakalı olduğu söylenmiştir. O takdirde "hasretler" kelimesi de hal olur. Kalbin görmesin­den gelme ihtimali de vardır. O takdirde "hasretler" üçüncü meful olur. (Bu­na göre anlam: "Allah amellerini kendilerine gösterecektir, onlara hasretler de gösterecektir" şeklinde olur).

"Amellerini" er-Rabi', kasıt, işledikleri ve onlar sebebiyle cehennem aza­bına uğradıkları bozuk amelleridir. İbn Mes'ud ve es-Süddî ise şöyle demektedir: Terkettikleri ve bundan dolayı da cennetten mahrum bırakıldıkları sa-lih amelleridir. Bu anlamda birtakım hadis-i şerifler de rivayet edilmiştir.

es-Süddî der ki: Cennet onların tepelerine kaldırılır. Onlar cennete ve eğer itaat etmiş olsalardı kendileri için ayrılan evlere bakarlar. Arkasından bu ev­leri mü'minler arasında paylaştınlacaktır. İşte pişmanlık duyacakları vakit bu­dur. Bu amellerin onlara izafe edilmesi onları işlemekle emrolunmuş olma­ları açısındandır. Bozuk amellerinin kendilerine izafe edilmesi ise fiilen iş­lediklerine göredir.

Hasret: "Haserât" kelimesinin tekilidir. İsim olursa böyle kullanılır. Sıfat yapılırsa, "Hasrât" şeklinde çoğulu yapılır. Kaybedilen, elde edilemeyen birşey için duyulan pişmanlığın en ileri derecesidir. Tehassür ise böyle bir-şey dolayısıyla insanın adeta canı çıkarcasına kederlenmesidir. Bu kelime ke­silen ve gücü kaybolan "hasîr"den türetilmiştir. Gücü biten deve gibi. Bu ke­limenin "üzerini açmak" anlamından türetildiği de söylenmiştir. Nitekim be­raberinde zırhı bulunmayan kimseye "el-Hâsir" denir. Geri açılıp püskürtül-meye de "el-inhisar" denilir.

"Ve onlar cehennemden çıkacak da değillerdir." Bu da kâfirlerin cehen­nemde ebedî kalacaklarına ve oradan da hiçbir şekilde çıkmayacaklarına de­lildir. Ehl-i Sünnet'in kabul ettiği görüş bu âyet-i kerime ve yüce Allah'ın şu buyruğu sebebiyle bu doğrultudadır: "Onlar deve, iğne deliğine girmedikçe cennete giremezler." (el-A'raf, 7/40) Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. [193]

 

168. Ey İnsanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apa­çık bir düşmandır.

 

Buyruğuna dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:

 

1- Hoş Olan Şeyler Helâldir:

 

"Ey insanlar.." âyetinin Sakîf, Huzaa ve Mudlicoğullarının kendileri için haram kıldıkları davarlar hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Bununla bir­likte lafız umumidir.

Burada "temiz (et-tayyib)": Helal anlamınadır. Buna göre kelime farklı ol­duğu için helal anlamını te'kid etmektedir. İmam Malik'in et-Tayyib hakkın­daki açıklaması bu şekildedir.

Şafii de şöyle der: et-Tayyib, lezzetli olan şey demektir. Buna göre bu (he­lâlden) başka bir çeşiti anlatan bir kelimedir. O bakımdan pis olan hayvanın yenmesi yasaktır. Buna dair açıklamalar ileride el-En'am Sûresi'nde (6/145. âyet) ile el-A'raf Sûresi'nde (7/57. âyet 6. başlık) yüce Allah'ın izniyle gele­cektir. [194]

 

2- Helâl ve Temiz:

 

"Helâl ve temiz olarak yeyin" buyruğu haldir. Mef ul olduğu da söylen­miştir. (Buna göre, helal ve temiz olanları yeyin anlamında olur).

Helale bu adın veriliş sebebi, yasak düğümünün ondan çözülmüş olma­sıdır. Sehl b. Abdullah şöyle der: Kurtuluş üç şeydedir: Helal yemek, farzla­rı eda etmek ve Peygamber (s.a)'a uymak.

Ebu Abdullah es-Sâcî diye bilinen Said b. Yezid de şöyle demektedir: Beş özellik ile ilim tamam olur: Bunlar yüce Allah'ı bilmek, hakkı bilmek, ame­lini Allah için ihlâsla yapmak, sünnet üzere amel etmek ve helâl yemek. Bun­lardan birisi olmadı mı amel Allah'a yükseltilmez.

Sehl de der ki: Helâl yemek ancak ilim ile sahih olabilir. Malın helâl ol­ması ise altı özellikten uzak olmasına bağlıdır: Faiz, haram, suht (her türlü haram ve kötü kaynağı kapsayan genel bir isim) ğulûl (genel olarak hırsız­lık, hainlik, özellikle de ganimet hırsızlığı), mekruh ve şüpheler. [195]

 

3- Şeytanın Adımları:

 

"Şeytanın adımlarına uymayın." Bu bir nehy (yasaklama)dır.

Hutuvât, Adımlar: "hatve" ile "hutve"nin çoğuludur. Her ikisi de aynı an­lamdadır. el-Ferra der ki: "hatavât" kelimesi "hatve"nin çoğuludur. "Hatve" ise iki ayak arası uzaklık (adım) demektir. el-Cevherî der ki: "Azlık çoğulu: şekillerinde çokluk çoğulu ise şeklinde ge­lir... "Hatve" bir adım demektir. Hatevât ve hitâ' şeklinde gelir. İmruu'l-Kays der ki:

"Koşusu var, ceylanların koşmasını andıran, Kimi vadiyi adımlarla (koşmaksızın) geçer, kimi vadiyi de

yağmur gibi (hızlı geçer)."

Ebu's-Simâl el-Adevi ile Ubeyd b. Umeyr  kelimesini hı ve ü harf­ i

lerini üstün okuyarak şeklinde okumuşlardır.

Ali b. Ebi Talib, Katade, el-A'rec, Amr b. Meymûn ve el-A'meş'ten bu ke­limenin hı ve ti harfleri ötreli ve vav üzerinde hemze ile şeklinde okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Onlar bu şekilde okumak ile burdaki kelime­nin adım atmaktan değil de hatadan gelen "hatîe" (günah)ın çoğulu olduğu­nu benimsemiş gibidirler.

Cumhurun okuyuşuna göre buyruğun anlamı şöyle olur: Şeytanın izinden gitmeyin, onun davranışlarını takib etmeyin. Şeriat hakkında birşey varid ol­maz ise şeytana nisbet edilir.

İbn Abbas der ki: "Şeytanın adımları"ndan kasıt onun amelleridir. Mü-cahid ise: Şeytanın günahları, es-Süddî ona itaat, Ebu Miclez ise masiyet olan hususları adamaktır, demişlerdir. Derim ki: Doğrusu şu ki, bu lafız sünnet ve şer'î buyrukların ifade ettiği hükümler dışında kalan her türlü bid'at ve ma-siyeti ifade eden genel bir lafızdır. Şeytana dair daha önceden (istiâze bah­si onuncu başlıkta) yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır[196]

 

4- Açık Düşman Şeytan:

 

"Çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır." Yüce Allah, şeytanın düşman olduğunu bize bildirmektedir. O'nun bize verdiği haber ise hak ve doğrudur. O halde aklı başında olan bir kimsenin yapması gereken, Hz. Adem zama­nından beri düşmanlığını açıkça ortaya koyan, kendisini ve bütün ömrünü, Ademoğullarının hallerini bozmaya harcayan böyle bir düşmana karşı ge­reken uyanıklığı göstermek ve tedbiri almaktır. Şanı yüce Allah, şeytana kar­şı uyanık ve tedbirli olmayı emrederken şöyle buyurmaktadır:

"Şeytanın adımlarına uymayın, çünkü o sizin için apaçık bir düşman­dır." Başka yerlerde de şöyle buyurmaktadır: "O size ancak kötülüğü, haya­sızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (el-Baka-ra, 2/169); "Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size hayasızlığı em­reder." (el-Bakara, 2/268); "Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla büsbütün saptırmak ister." (en-Nisa, 4/60); "Muhakkak şeytan, içki ve kumarla ara­nıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alı­koymak ister. Artık vazgeçtiniz mi?" (el-Maide, 5/91); "Şüphesiz ki o apaçık saptırıcı bir düşmandır." (el-Kasas, 28/15); "Şüphe yok ki şeytan sizin bir düşmanınızdır, siz de onu düşman edinin. O topluluğunu ancak cehenne­min arkadaşlarından olsunlar diye çağırır." (Fatır, 35/6)

İşte bunlar sakındırmanın en ileri derecesini ifade ederler. Kur'ân-ı Ke-rim'de bu tür buyruklar ise pek çoktur. Abdullah b. Ömer der ki: Gerçek şu ki İblis, yerin en alt tabakasında bağlıdır. Hareket ettiği vakit yeryüzündeki her türlü şer de harekete geçer. İki kişi ve daha çok sayıda kimseler arasın­daki bütün kötülükler, onun hareket edip kıpırdanmasındandır.

Tirmizî'nin de Ebu Malik el-Eş'arî'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şu ifa­deler yer almaktadır: "Ve ben sizlere Allah'ı anmanızı emrediyorum. Bunun misali şuna benzer: Bir adamın ardından düşmanları da çabucak onu takib etmektedirler. Nihayet oldukça sağlam bir kaleye varınca kendisini onlardan kurtarır. İşte kulun durumu da böyledir. Ancak Allah'ı anmakla koruyabilir kendisini şeytandan..." Tirmizî bu hadis hakkında: Hasen, sahih, garib bir ha­distir, demektedir. [197]

 

169- O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bimedlğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

 

"O size ancak kötülüğü ve hayasızlığı... emreder." Kötülüğe (es-sû') bu adın veriliş sebebi kötü akıbetleri dolayısıyla bu işi işleyenin üzülmesine, kö­tülük görmesine sebep teşkil ettiğinden dolayıdır. Üzüntü ve keder anlamı­na da gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar onun yakın olduğunu görünce o kâfirlerin yüzü kötüleşiverir. (es-Sû' ile aynı kökten)" (el-Mülk, 67/27) Şair de şöyle der:

"Şu zaman üzmüş ise de beni

Zamanın beni sevindirdiği uzun vakitler de olmuştur

Her ikisi de benim için farketmez

Birisi için şükür, öteki için sabır sözkonusudur."

Kötülük (el-fahşâ) ise aslında çirkin görünüş demektir. Nitekim şair şöy­le demektedir:

"Ve beyaz ceylanın boynu gibi bir boyun; fakat görünüşü hiç de çirkin olmayan."

Daha sonra bu kelime çirkin manalar hakkında da kullanılır olmuştur.

Birşeyin güzel veya çirkin olduğunu tesbit eden şeriattir. Şeriatin yasak­ladığı herşey fahşâdan (çirkinliklerden) sayılır. Mukâtil der ki: Kur'ân-ı Ke-rim'de sözü geçen bütün "el-fehşâ" tabirlerinden kasıt zinadır. Yüce Allah'ın şu buyruğu müstesna: "Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size fah-şâyı emreder." (el-Bakara, 2/268) Burada ise fahşâdan kasıt zekâtın engellen­mesidir.

Derim ki: İşte buna göre: es-Sû' haddi gerektirmeyen kötülükler, el-fah­şâ ise haddi gerektiren kötülük ve hayasızlıklar demektir, denilmiştir. Bu şe­kildeki açıklama İbn Abbas ve başkalarından da nakledilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." Taberi der ki: Yüce Allah burada onların haram kıldıkları bahire, sâibe ve buna benzer şerîat (yasa) yaptıkları, haram kıldıkları şeyleri kast etmektedir.

Buradaki "söylemenizi" anlamındaki buyruk, "kötülüğü ve hayasızlığı" anlamında buyruğa atıf ile cer mahallindedir. [198]

 

170. Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman onlar: "Ha­yır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları birşeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

 

1- Atalarına Uyan Kâfirler:

 

"Onlara" Arap kâfirlerine, İbn Abbas'a göre yahudilere, Taberî'ye göre ise daha önce geçen: "Ey insanlar... yeyin" buyruğundaki "insanlara" aittir. Ki­misine göre de: "İnsanlar arasında Allah'tan başkasını eş edinenler de var­dır" buyruğundaki "insanlar arasında"ya ait olduğu da söylenmiştir.

"Allah'ın indirdiğine" onu kabul etmek ve gereğince amel etmek sure­tiyle "uyun denildiği zaman onlar hayır, biz atalarımızı üzerinde buldu­ğumuz şeye uyarız derler."

Şair elfeynâ (bulduğumuz) kelimesini aynı anlamda şu beyitinde şöylece kullanmıştır:

"Ben onu kınayıcı bulmadım;

Allah'ı da pek az müstesna anıcı görmedim." [199]

 

2- Birşey Bilmeyen Ataları:

 

"Ya ataları birşeye akıl erdirememiş ve doğruyu da bulamamış idiyse­ler" buyruğun başındaki elif, soru edatıdır. Ondan sonra gelen vâv harfinin üstün gelmesi ise atıf vâv'ı oluşundandır. Burada cümlenin cümleye atf edil­mesi sözkonusudur. Çünkü atalarına uyan kimselerin: Akıl erdiremeseler da­hi; biz yine de atalarımıza uyarız, deyip onların yollarına bağlı kalmaları, tu­tarsızlığın, bozukluğun en ileri derecesidir. İşte bu şekilde onlara yöneltilen soru ile bağlılıklarının mahiyeti onlara söyletilmiş (takrir edilmiş) olmakta­dır. Çünkü atalarının durumu gerçekten de böyledir.

İlim adamlarımız der ki: Bu âyet-i kerimenin lafızlanndaki güçlü ifade, tak­lidin batıl olduğu anlamını vermektedir. Buna benzer bir başka âyet-i keri­me de şöyledir: "Onlara: Allah'ın indirdiğine ve rasûlüne geliniz, denildiği zaman: 'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" dediler..." (el-Maide, 5/104)

Bu âyet-i kerime ile ondan önceki âyet-i kerime, daha önce gelen âyet ile ilişkilidir. Çünkü yüce Allah kıt akıl ve görüşlerine dayanarak bahîre, sâibe ve vasîleye ait kestirip attıkları hükümlerdeki bilgisizliklerinden, cahilliklerinden söz etmektedir. Onlar bu cahilce tutumlarına, bunun atalarını üzerinde bul-duklan bir iş olduğunu ve bu hususta atalanna uyduklarını delil diye ileri sür­düler. Diğer taraftan Allah'ın Rasûlüne indirdiğini ve dininde emrettiklerini ter-kettiler. Bu âyetteki "onlara" zamiri her iki âyette de bunlara râcidir. [200]

 

3- Taklid:

 

Bazıları bu âyet-i kerimeyi taklidi yermek için ele alırlar. Çünkü burada yüce Allah batılda atalanna tabi olduklarından, küfür ve masiyette onların izin­den gittiklerinden dolayı kâfirleri yermektedir.

Bu âyet-i kerimeyi batılda taklid aleyhine delil kullanmak doğrudur. Hak üzere taklid ise dinin asıllarından bir asıldır. Müslümanların sığınaklarından bir sığınaktır. Gerekli incelemeyi yapmak imkânına sahip olmayan, bilgi edin­mekte kusurlu müslüman buna sığınır.

Biraz sonra geleceği üzere usûle (itikâdi konulara) dair mes'elelerde ca­iz olup olmadığı hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı varsa da, fer'î mes'elelerde caiz oluşu sahihtir, doğrudur. [201]

 

4- İlim Adamlarına Göre Taklidin Mahiyeti:

 

İlim adamlarına göre taklidin gerçek mahiyeti, delilsiz olarak bir görüşü kabul etmektir. Buna göre Peygamber (s.a)'ın buyruğunu, mucizesini tetkik etmeksizin kabul eden bir kimse taklid etmiş olur. Bu mucizeyi tetkik eden kimse ise mukallid olmaz. Taklidin, söylediği sözün doğruluğunu bilmedi­ği kimsenin fetvasının doğru olduğuna itikad etmek, anlamında olduğu da söylenmiştir.

Taklid, sözlükte devenin kiladesi (yuları)ndan alınmadır. Devenin boynu­na kendisi ile çekilecek ipin konulmasına Araplar "taklid" derler. Mukallid adeta bütün işlerini kendisini istediği tarafa çekip götürecek birisinin eline vermiş gibi değerlendirilmektedir. Nitekim şair şöyle demektedir:

"İşinizi taklid ediniz (yani komutasını kabul ediniz) Allah iyiliğinizi versin Kahraman yürekli ve savaş işini çok iyi bilene." [202]

 

5- Taklid Yoluyla Bilgi Sahibi Olmak:

 

Taklid bilgi edinmenin yolu değildir. Bilgiye de ulaştırmaz. Usûlde de fu-rû'da da bu böyledir. Bu, aklî ilimler ile dinî ilimlerle uğraşanların çoğunluğunun kabul ettiği görüştür. Haşviyye ve Sa'lebiyye'ye mensup cahil birta­kım kimselerden ise, taklidin hakkı bilmenin bir yolu olduğunun nakledil­mesi ve vacip olanın bu olduğu, tetkik ve araştırmanın haram olduğu şek­lindeki nakiller ise buna muhaliftir. Onlara karşı bu hususta getirilen delil­ler "fıkıh usûlü" kitaplarındadır. [203]

 

6- Avamdan Olanların Taklid Etmesi:

 

Ehil olmadığı için hükümleri asıl kaynaklarından çıkartmak ile uğraşmak imkânına sahip olmayan avamdan olan kimsenin, dini ile ilgili bilmediği ve ihtiyaç duyduğu şeylerde izlemesi farz olan tutum, çağında ve bulunduğu bel­dede en âlim olan kimseye gidip karşı karşıya kaldığı durumu ona sorması ve bu hususta onun fetvasına uymasıdır. Çünkü yüce Allah: "Eğer bilmiyor­sanız zikir (ilim) erbabına sorunuz" (en-Nahl, 16/43; el-Enbiya, 21/7) diye buyurmaktadır. Bu durumda kişi, gereken araştırmayı yapıp çağının en bil­gili olanını bilmek için gayret harcamakla yükümlüdür. Öyle ki, onun bu şe­kilde kabul ettiği kişinin çoğunluk tarafından böyle olduğu üzerinde ittifak olmalıdır.

Diğer taraftan ilim adamı olan bir kimsenin, eğer o hususa dair nasıl bir delil getirileceğini bilemiyor ve gereği gibi tetkik etmek imkânına sahip ol­madığı, bununla beraber üzerinde yeniden düşünüp maksadını elde edince­ye kadar yeniden ele almak istediği bir durum ile karşı karşıya kalıp gerek­li araştırma için yeterli vakit bulunmazsa ve bu sebepten dolayı da (konu ile ilgili) ibadetin vaktinin geçmesinden korkarsa ya da hükmün vaktinin geç­mesinden çekinirse; kendisi gibi ilim adamı olan bir kimseyi taklid etmesi farz olur. Taklid ettiği diğer müctehidin sahabî olup olmaması arasında fark yoktur. . Kadı Ebu Bekir ile muhakkiklerden bir grubun kabul ettiği görüş budur. [204]

 

7- Akâid Konularında Taklid ve Kelamcılar:

 

İbn Atiyye der ki: Ümmet, akâid ile ilgili hususlarda taklidin batıl oldu­ğunu icma ile kabul etmektedir. Ancak Kadı Ebû Bekr b. el-Arabî, Ebu Amr Osman b. İsa b. Derbâs eş-Şafıî gibileri bu hususta farklı görüşlerin olduğun­dan söz etmektedirler. İbn Derbâs "el-İntisâr" adlı eserinde şunlan söylemek­tedir: Bazı kimseler Tevhid hususunda taklidin caiz olduğunu söylemişler­dir. Ancak yüce Allah'ın şu buyruğu sebebiyle bu görüş hatalıdır: "Biz ata­larımızı bir ümmet (din) üzere bulduk ve bizler onların izlerine uyan kim­seleriz." (ez-Zuhruf, 43/23). Yüce Allah burada atalarını taklid edip peygam­berlere uymayı terkettiklerinden dolayı bu gibi kimseleri yermektedir. Nite­kim heva ehli olan kimselerin de büyüklerini taklid edip Muhammed (s.a)'ın getirdiği dine tabi olmayı terketmeleri de böyledir. Çünkü mükellef olan her­kesin tevhidi öğrenmesi ve bunu kesin olarak bilmesi farzdır. Bu ise –tevhid âyetinde (el-Bakara, 2/163) açıkladığımız gibi - ancak Kitap ve Sünnetten el­de edilebilir. Allah dilediğine hidâyet verir.

İbn Derbâs der ki: Sapık fırkalara mensup olan kimseler Kitap ve Sünne­te sımsıkı sarılan kimselerin mukallid olduklannı çokça söylemektedirler. An­cak bu, onların düştükleri bir hatadır. Aksine taklid onlara daha layık ve on­ların kabul ettikleri görüşlere daha uygundur. Çünkü onlar Allah'ın Kitabı­na, Resûlü’nün sünnetine ve ashab-ı kiramın icmaına muhalefet ettikleri hususlarda efendilerinin ve büyük kabul ettikleri kimselerin sözlerini benim­semişlerdir. Böylelikle onlar yüce Allah'ın şu buyruklarında yerdiği kimse­lerin kapsamına girerler: "Rabbimiz, gerçekten biz efendilerimize, büyükle­rimize itaat ettik de onlar da bizi yoldan saptırdılar., ve onları en büyük la­net ile lanetle." (el-Ahzâb, 33/67-68); "Biz babalarımızı bir ümmet (din) üze­re bulduk ve muhakkak bizler onların izlerine uyanlarız.." (ez-Zuhruf, 43/23). Daha sonra peygamberine şunu bildirmektedir: "Dedi ki: Ben size ata­larınızı üzerinde bulduğunuzdan daha doğrusunu getirsem de mi? Onlar: Şüphesiz bizler sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr edenleriz, dediler." (ez-Zuhruf, 43/24) Daha sonra yüce Allah peygamberine: "Bunun üzerine biz de onlardan intikam aldık." (ez-Zuhruf, 43/25) diye buyurmaktadır. Böylelik­le yüce Allah hidâyetin ancak onun gönderdiği peygamberlerin getirdikle­rinde olduğunu beyan etmektedir.

İtikâdî konularda gelen haberlere bağlı kalarak, biz imamlarımızı ataları­mızı ve insanları Kitap, Sünnet ve ümmetin salih selefinin icmaını delil kabul eder bulduk; demeleri ile ötekilerinin: Biz atalarımızı böyle bulduk, efendi­lerimize ve büyüklerimize itaat ettik, demeleri arasında en ufak bir ilişki yok­tur. Çünkü birinci kesim bu tutumlarını Allah tarafından indirilen hükme ve Rasûlüne tabi olmaya nisbet ederken, diğerleri uydurmalarını batılcılara nis-bet etmekte, böylelikle saptırmaları daha da ileri dereceye gitmiş olmaktadır. Nitekim yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de şu buyruğunda bizlere naklettiği söz­leri söyleyen Hz. Yusuf u övmektedir: "Çünkü ben Allah'a inanmayan, ahi-reti inkâr eden bir kavmin dinini terkettim. Onlar (aynı zamanda) ahireti de inkâr edenlerdir. Ben (onlar yerine) atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un di­nine uydum. Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için olacak şey değildir. îşte bu bize ve insanlara Allah'ın lütfudur." (Yusuf, 12/37-38)

Hz. Yusuf'un atalan; vahye tabi olan peygamberler idiler. İşte yüce Allah'ın seçip beğendiği katıksız din de budur. Hz. Yusuf'un atalarına bu şekilde uy­ması övülmeye değer nitelikleri arasındadır. O peygamberlerin getirdikleri doğru haberler arasında arazlardan, arazların cevherlerle (özlerle) ilişkilerin­den ve onlardaki değişimlerden söz edilmemektedir. İşte bu da bu gibi ko­nularda (araz, cevher ve benzeri mes'elelerde) hidâyet bulunmadığını ve bun­ları ortaya koyanların doğruyu bulan kimseler olmadıklarını göstermektedir.

İbnu'l Hassâr da der ki: Bu gibi kelimelerin dile dolanması ikiyüzüncü yıldan sonra Me'mun döneminde, öncekilerin (filozofların) kitapları tercüme edi­lince görülür oldu. Yine bu yıllarda âlemin kadîm olması, hadis olması ile cev­her ve subûtu, araz ve mahiyeti gibi hususlarda da ihtilafa düştükleri görül­dü. Bid'atçiler ve kalplerinde eğrilik bulunanlar bu terimleri çabucak ezber-leyiverdiler ve Ehl-i Sünnet'e karşı alışkın olmadıkları şeyler söyleme yolu­na gittiler, bu dine mensup zayıf birtakım kimseleri şüpheye düşürmeye ko­yuldular. Nihayet bid'at ortaya çıkıp bid'atçilerin taraftarları da oluşana ka­dar durum böylece sürdü. Sultan da içinden çıkamadı ve nihayet o da Kur'ân'ın yaratıldığını söyledi. İnsanları onu kabul etmeye mecbur etti ve bu­nu kabul etmesi için Ahmed b. Hanbel'i dahi dövdü.

Şeyh Ebu'l Hasen el-Eş'arî ve Abdullah b. Küllâb ile İbn Mücahid, Muha-sibî ve bunlara denk sünnet ehlinden birtakım ilim adamları ortaya çıktı. Bid'atçilerle kendi kavramları üzerinde tartışmalar yaptılar, sonra da onlar­la çarpıştılar ve bizzat onların silahlarıyla onları öldürdüler. Bu ümmete mensup Kitap ve sünnete sımsıkı yapışan müslüman kimseler, inkarcıların şüphelerinden yüzçeviren kimseler idiler. Bunlar, cevher ve araz gibi mes'ele-ler üzerinde akıl yormadılar. Selef bu yol üzere idi.

Derim ki: Şimdi, bu hususta din adına mücadele vermek üzere kelamcı-lann terimlerini inceleyenlerin mevkii, peygamberlerin mevkiine yakındır. Sa­hih rivayet ve haberleri kabul eden mü'minlerin izlediği yola dil uzatıp ten-kid eden ve kelam kitaplarının incelenmesini teşvik eden ve hakkı ancak bu terimler aracılığıyla bilen aşırıya kaçmış kelamcılara gelince onlar, geçmiş imamların daha önceden izledikleri yolu reddettiklerinden dolayı yerilmiş kim­selerdir.  Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Delil ve belgeler ortaya koyarak tartışıp münakaşa etmeye gelince, bu Kur'ân-ı Kerim'de apaçık bir husustur. Buna dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle ileride (el-Hacc, 22/68-69; el-Ankebût, 29/46-47. âyetler açıklanırken) gelecektir. [205]

 

171. O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırmaktan başka birşey duy­mayana haykıranın haline benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onun için akıl erdiremezler.

 

Yüce Allah, kâfirlere öğüt veren ve onlara davette bulunan Muhammed (s.a)'ı, bağırıp çağırmaktan başka hiçbir şey duymayan ve ne söylendiğini an­layamayan deve ve koyunlara seslenen çobanın durumuna benzetmektedir.

İbn Abbas, Mücahid, İkrime, es-Süddî, ez-Zeccâc, el-Ferrâ ve Sibeveyh böy­le tefsir etmişlerdir ve bu buyruk son derece veciz bir ifadedir.

Sibeveyh der ki: Kâfirler seslenip çağırana değil, kendilerine seslenilen-lere benzetilmişlerdir. Yani: Ya Muhammed, senin ve kâfirlerin misali, ses­lenen ve kendilerine seslenilip de hiçbir şey anlayamayan davarların misa­line benzer. Anlam buna delalet ettiği için bu hazfedilmiştir.

İbn Zeyd de der ki: Bu buyruğun anlamı şudur: İnkâr edenlerin cansız tan­rılarına dua edip yalvarmaları, gece karanlığında bağıran ve sesinin yankısı­nı alanın durumuna benzer. Bağıran, sesini işitmeyen kimseye bağırmaktadır. Ona cevap veren ise özünde hakîkat ve fayda bulunmayan bir varlıktır.

Kutrub da der ki: Bu buyruğun anlamı şudur: İnkâr eden kimselerin hiç­bir şeyi anlayamayan şeylere yani putlara dua edip yalvarmaları, nerede ol-duklanm bilmeksizin koyunlarına seslenen çobanın durumuna benzer.

Taberî de şöyle demektedir: Burada anlatılmak istenen kâfirlerin kendi tan­rılarına dua etmelerinin oldukça uzaktaki bir şeye seslenenin misaline ben­zediğidir. Bu kimse uzaklıktan dolayı herhangi bir şey işitmemektedir. Ses­lenen kişi, kendisini yorgun ve bitap düşüren bağırıp çağırmaktan başka hiç­bir fayda görmez.

Son olarak verilen bu üç açıklama şeklinde de kâfirler seslenip bağırana benzetilmekte, putlar da kendilerine seslenilenlere benzetilmektedir.

Haykırmak (naîk): Koyunları gütme ve onlara seslenmek demektir. Ko-yunlannı güdüp seslenen çoban hakkında kullanılır. el-Ahtal da şöyle demek­tedir:

"Ey Cerir, sen koyunlarına seslen, çünkü

Senin nefsin sana bu düzlük geniş arazide cahilliği sevdirmiştir."

el-Kütebî der ki: Cerir, aslında koyun çobanlığı yapan bir kimse değildi. O Küleyboğullarının koyun çobanlığı yapmaktan dolayı ayıplanan kimseler olduğunu ve Cerir'in de onlardan birisi olduğunu, dolayısıyla Cerir'in de on­lar gibi cahil olduğunu anlatmak istemiştir. Çünkü Araplar cahillikte koyun çobanlarını örnek gösterir ve: "Koyun çobanından da daha cahil" derler, el-Kutebî der ki: Âyet-i kerime ile ilgili böyle bir açıklama yolunu seçen de bir yol izlemiş olur. Şu kadar var ki, bildiğimiz kadarıyla ilim adamlarından her­hangi bir kimse böyle bir açıklama yolunu seçmiş değildir.

Nida uzakta olana, duâ ise yakında olana seslenmek demektir. Bundan do­layı uzaklara sesleniş olduğundan dolayı ezana "namaz için nida" adı veril­miştir. Bu kelimenin asıl söylenişi "nida" şeklinde olmakla birlikte bazen "nü-dâ" şeklinde de söylenebilir.

Daha sonra yüce Allah kâfirleri sağır, dilsiz ve körlere benzetmektedir. Bu­na dair açıklamalar ise sûrenin baş taraflarında (el-Bakara, 2/18. âyetin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır. [206]

 

172. Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyiniz. Eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız, Allah'a şükrediniz.

 

Bu buyruk daha önce (168. âyette) geçen birinci emrin te'kidi mahiyetin­dedir. Burada faziletlerine işaret olsun diye de özellikle mü'minler zikredil­miştir.

Yemekten kasıt bütün yönleriyle faydalanmaktır. Alışılmış şekliyle yemek olduğu da söylenmiştir. Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre (r.a)'dan şöyle de­diği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Ey insanlar, muhak­kak ki Allah temizdir, ancak temiz olanı kabul eder. Şüphesiz Allah mü'min-lere peygamberlere emrettiğini emrederek şöyle buyurmuştur: "Ey peygam­berler, temiz olan şeylerden yeyin ve salih amel işleyin. Şüphesiz Ben yap­tıklarınızı çok iyi bilenim." (el-Mü'minun, 23/51) (Mü'minlere hitaben de) yine şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şey­lerin temiz olanlarından yeyin." Daha sonra (râvi) Hz. Peygamber'in saçı sa­kalına karışmış, toza bulanmış, uzunca yolculuk yapıp da ya Rabbi, ya Rab-bi diye ellerini semaya kaldırmakla birlikte yediği haram, içtiği haram, giy­diği haram ve haram ile beslenen bir kimseden söz etti (ve): Böyle birisinin duası nasıl kabul edilir?" (diye buyurdu) [207]

"Eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız Allah'a şükrediniz." Şükrün anla­mı ile ilgili açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/52. âyet 3- başlık ve de­vamında) geçtiğinden burada tekrarlamanın anlamı yoktur. [208]

 

173- O size meyteyi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adı­na kesileni haram kıldı. Kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoknır. Şüphesiz ki Allah Gafurdur, Rahimdir.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı otuzdört başlık altında ele alacağız:

 

1- Haram Kılınanlar:

 

"O size ancak meyteyi.....haram kıldı." Bu buyrukta yer alan “İnnemâ” ke­limesi münhasıran bazı şeyleri bildirmek üzere kullanılmaktadır. Hem olum­luluk, hem olumsuzluk anlamını ihtiva eder. Yani, hitabın kapsadıkları şey­ler hakkında olumluluk, dışında kalan şeyler hakkında da olumsuzluk ifade eder. Bu edat burada haram kılınan şeylerin münhasıran neler olduğunu ifa­de etmektedir.

Özellikle de bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin" buyruğunun akabin­de gelmiştir. Bu buyruk mutlak olarak mubahlığı ifade etmektedir. Daha son­ra yüce Allah, hasr edatı olan “İnnemâ” kelimesiyle haram kılınan şeyleri zik­retmektedir. Buna göre bunun her iki kısmı (yani haramı da helali de) kap­saması gerekmektedir. Bu âyetin kapsamı dışında haram kılınmış bir şey yoktur. Bu âyet, Medine'de inmiştir. Daha sonra Arefe'de indiği rivayet olu­nan bir diğer âyet olan: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kim­senin yiyeceği şeyler olarak... başka haram kılınmış birşey bilmiyorum." (el-En'am, 6/145) buyruğu ile bunu daha da pekiştirmiş, böylelikle başta da son­da da beyan tam ve eksiksiz bir şekilde gerçekleşmiş olmaktadır.

Bu açıklamalan İbnu'l Arabî yapmıştır. İleride yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresinde işaret ettiğimiz âyet-i kerimede açıklamalar yapılacaktır. [209]

 

2- Meyte'nin Anlamı:

 

"Meyte" kelimesi "haram kıldı" kelimesi ile nasbedilmiştir. Bu buyruk­taki "mâ" kâffe (önceki âmilin amelini önleyen) edattır. Bunun ayrı yazıla­cak şekilde "ellezi" anlamında ism-i mevsul olması da caizdir. O takdirde "meyte kan ve domuz eti" kelimeleri "inne"nin haberi olmak üzere merfu' okunur. İbn Ebi Able'nin kıraati böyledir. Bundan dolayı "haram kıldı" da ism-i mevsul'a ait olan bir zamir söz konusu olur. Yüce Allah'ın: "Onların yap­tıkları ancak sihirbaz hilesidir." (Ta-Ha, 20/69) buyruğu da buna benze­mektedir.

Ebu Ca'fer, ha'yı ötreli, ra harfini esreli, ondan sonra gelen isimleri de mer­fu' olmak üzere “” şeklinde okumuştur. Bunu ya meçhul bir fiil olarak ya da "inne"nin haberi olarak böyle okumuştur. (... haram kılındı, demek olur).

Ebu Ca'fer b. el-Ka'ka da: "el-meyte" kelimesini şeddeli olarak "el-mey-yite" şeklinde okumuştur. Taberî der ki: Bir grup dil alimi "meyt" ve "mey­yit" kelimelerinin şeddeli ve şeddesiz okunuşlarının iki ayrı söyleyiş oldu­ğunu söylemişlerdir.

•Ebu Hatim ve başkaları ise şöyle demektedir: Ölmüş olan hakkında her ikisi de kullanılır. Henüz ölmemiş hakkında ise "meyt" diye şeddesiz olarak denilmez. Buna delil ise yüce Allah'ın: "Muhakkak sen de öleceksin ve elbette onlar da öleceklerdir." (ez-Zümer, 39/30) buyruğudur. Şair de şöyle demiştir:

"Ölüp de rahata kavuşan kimse "meyt" değildir Asıl "meyt" olsa olsa yaşayan meyyitler (ölüler)dir."

Henüz ölmemiş olan kişi ile ilgili olarak bu kelimeyi hiçbir kimse şedde­siz olarak okumuş değildir. Bundan tek istisna el-Bezzî'nin İbn Kesir'den ri­vayet ettiği: "Halbuki o ölmez." (İbrahim, 14/17) buyruğu­dur. Ancak İbn Kesir'den gelen meşhur rivayet şeddeli okunduğu şekildedir. Şairin:

"Temimlilerden bir meyt öldü mü

Yaşaması seni eğer sevindirirse, haydi azık getir."

Şeklindeki sözlerine gelince; bununla gerçek anlamda ölüyü kastetmiş ol­masından daha beliğ bir hiciv olamaz. Bazı kimseler ise onun ölüme yaklaş­mış olanı kastettiği görüşündedir. Birincisi ise daha meşhurdur. [210]

 

3- Meyte'nin Mahiyeti:

 

Meyte: Boğazlanabilen hayvanlardan şer'î usûle göre boğazlanmaksızın canını veren hayvandır. Eti yenmeyen hayvanların kesilmesi ise ölmesi gibi­dir. Yırtıcı hayvanlar ve benzerlerinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar hem burada hem de yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresi'nde (el-En'am, 6/145. âyette) gelecektir. [211]

 

4- Bu Âyetin Tahsisi:

 

Bu âyet, umûmi olup Hz. Peygamber'in şu buyruğu bunu tahsis etmek­tedir: "Bize iki ölü helal kılındı. Bunlar: Balık ve çekirgedir. İki kan da he­lal kılındı. Bunlar da karaciğer ve dalaktır."[212] Bu hadisi Darakutnî rivayet et­miştir. Aynı şekilde Hz. Cabir'den gelen ve anber balığı ile ilgili hadis-i şe­rif de senedinin sahih olması dolayısıyla Kur'ân-ı Kerim'in umumî hükmü­nü tahsis etmektedir. Bu hadisi Bulıârî ile Müslim, yüce Allah'ın: "Sizin için deniz avı., helal kılındı" (el-Maide, 5/96) buyruğu ile birlikte rivayet et­mişlerdir. [213]

Ki orada yüce Allah'ın izniyle bu hususa dair açıklamalar gelecektir.

İlim ehlinin büyük bir çoğunluğu ölüsüyle, dirisiyle denizdeki bütün canlıların yenilmesinin caiz olduğu görüşündedirler. İmam Malik'in kabul et­tiği görüş de budur. Şu kadar var ki su domuzu [214] ile ilgili cevap vermekten çekinmiş ve: Siz ona domuz diyorsunuz, demiştir. İbnu'l-Kasım da şöyle de­miştir: Ben onu yemekten uzak duruyorum, bununla birlikte haram olduğu görüşünde değilim. [215]

 

5- Kur'ân-ı Kerim'in Sünnet ile Tahsis Edilmesi:

 

İlim adamları yüce Allah'ın Kitabının sünnet ile tahsis edilmesi hususun­da farklı görüşlere sahiptirler. Bu hususta farklı kanaatlere sahip olmakla bir­likte; -İbnu'l Arabi'ye göre- zayıf hadis ile Allah'ın Kitabının tahsis edilme­sinin caiz olmadığını ittifakla kabul etmişlerdir. Yine bu âyet-i kerimenin tah­sis edildiğine dair Sahih-i Müslim'de yer alan Abdullah b. Ebi Evfa'nın şu ha­disi delil gösterilebilir. O şöyle demektedir: Rasûlullah (s.a) ile birlikte yedi tane gazada bulunduk. Biz onunla birlikte çekirge yiyorduk. [216]

Bu hadisin zahiri ister belli bir müdahale ile olsun, isterse kendiliğinden olsun hangi şekilde ölürse ölsün çegirgenin yenildiğini göstermektedir.

İbn Nafi', İbn Abdilhakem ve çoğu ilim adamları bu görüştedir. Şafiî ve Ebu Hanife'nin de başkalarının da kabul ettiği görüş budur.

Şu kadar var ki Malik ve onun çoğu arkadaşları eğer kendiliğinden ölmüş ise çekirgenin yenmesini uygun görmemişlerdir. Çünkü çekirge karada av­lanan hayvanlardandır. Nitekim ihramh bir kimsenin onu öldürmesi halinde ona karşılık ceza vermesi gerektiği bilinen bir husustur. Bu açıdan o da cey­lana benzemektedir.

Eşheb ise şöyle demektedir: Ayağının ya da kanadının kesilmesinden do­layı çekirge ölürse yenmez. Çünkü bu yaşayabileceği ve soyunun devam ede­bileceği bir haldir. İleride A'raf Sûresi'nde çekirgenin hükmüne dair daha ge­niş açıklamalar (el-A'raf, 7/133. âyet 3 ve 4. başlıklarda) gelecektir. [217]

 

6- Meyte'den ve Necis Şeylerden Yararlanmak:

 

Meyteden veya necis şeylerden yararlanmanın caiz olup olmadığı husu­sunda ilim adamlan arasında farklı görüşler vardır. Bu konuda İmam Malik'ten gelen rivayetler de birbirinden farklıdır. Bir defasında meyteden yararlanma­nın caiz olduğunu söylemiştir. Çünkü Peygamber (s.a) Hz Meymûne'ye ait (ve boğazlanmadan ölmüş) koyunun yanından geçmiş ve: "Neden postunu almadınız?" demiştir. [218]

Bir başka seferinde de İmam Malik şöyle demiştir: Meyte bütünüyle ha­ramdır, onun herhangi bir parçasından da yararlanmak caiz değildir. Necis olan herhangi bir şey ile de herhangi bir şekilde yararlanmak caiz değildir.

Hatta necis olan bir su ile ekin ve hayvanın dahi sulanması caiz değildir. Hay­vanlara necis şeyler yem olarak verilmez. Meyte, köpeklere, yırtıcı hayvan­lara yedirilmez. Bununla birlikte kendiliklerinden yerlerse engellenmezler.

Bu görüşe, yüce Allah'ın: "Meyte, kan... üzerinize haram kılındı." (el-Maide, 5/3) buyruğunun zahirinden anlaşılan mana açıklık getirmektedir. Bu buy­ruk herhangi bir şeyi tahsis etmemektedir. Buradaki hitabın mücmel olduğu­nu söylemek de caiz değildir. Çünkü mücmel zahirinden ne kastedildiği an­laşılmayan buyruktur. Araplar ise yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize haram kı­lındı" buyruğundan yüce Rabbimizin maksadını anlamışlardır. Yine Peygam­ber (s.a) "Meytenin herhangi bir bölümünden yararlanmayınız" diye buyur­muştur.[219]

Ayrıca Abdullah b. Ukeym yoluyla gelen hadis-i şerifte de şöyle denilmek­tedir: "Meytenin postundan da sinirinden de yararlanmayınız." [220] îşte Hz. Peygamber'in vefatından bir ay önce göndermiş olduğu mektubunda varid olan açıklama da budur. Yüce Allah'ın izniyle en-Nahl Sûresi'nde (en-Nahl, 16/115. âyette)  bu habere dair açıklama ayrıca gelecektir. [221]

 

7- Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru:

 

Deve yahut inek ya da koyun kesilip de karınlarında ölü bir cenin (yav­ru) bulunursa ayrıca onu kesmeksizin bu ölü yavruyu yemek caizdir. Ancak canlı olarak çıkarsa o takdirde o da kesilir ve kendine has hükmünü alır.

Çünkü annesinin kesiminden sonra cenin ölü olarak çıkarılırsa, kesilen an­nenin organlarından bir organ gibi değerlendirilir. Bunu açıklayan hususlar­dan birisi de şudur: Eğer koyunu satıp karnındaki yavruyu istisna ederse bu caiz değildir. Tıpkı onun bir organını satışın dışında bırakıp istisna etme ha­linde olduğu gibi. Böyle bir satışta onun karnındaki yavrusu da diğer organ­ları, gibi ona tabidir.

Aynı şekilde bir kimse cariyeyi -karnındaki cenini bağımsız olarak azad etmeksizin dahi- azad ettiği takdirde de hüküm budur. Şayet yavrusu ondan ayrılmış ise satışta olsun azat etmekte olsun yavru ona tabi olmaz.

Hz. Cabir'den rivayet edildiğine göre Rasûlullah (s.a)'a karınlarında ölü cenin bulunup da boğazlanan inek, koyun ve deve.hakkında sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Arzu ettiğiniz taktirde onu yeyiniz, Çünkü onun kesil­mesi annesinin kesilmesidir." Bu hadisi Ebû Dâvûd bu anlamı ile Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etmiştir [222] ki bu te'vil ihtimali olmayan açık bir nastır. İleride buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'n­de (5/3. âyet 7. başlıkta) gelecektir. [223]

 

8- Meytenin Derisi:

 

Meytenin derisi tabaklanmak ile temizlenir mi temizlenmez mi hususun­da İmam Malik'ten farklı rivayetler gelmiştir. Ondan gelen bir rivayete göre temizlenmez. Mezhebinin zahir görüşü budur. Temizleneceğine dair rivayet de gelmiştir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir post tabaklandı mı artık o tahir olur." [224]

İmam Malik'in "temizlenmez" şeklindeki görüşü şöyle açıklanır: Hayva­nın postu da meytenin bir parçasıdır. Eğer hayatta iken bu postu alınacak olur­sa necis olur. Ete kıyasen tabaklamanın onu temizlememesi gerekir. Temiz­leneceğine dair haberler de tabaklama işleminin derideki kirlilikleri izale ede­ceği şeklinde yorumlanır. Böylelikle bu post ile kuru şeylerde ve üzerinde oturmak suretiyle faydalanmak mümkün olabilir. Yine, su kırbası olarak da ondan yararlanmak caizdir. Çünkü herhangi bir niteliği değişmediği sürece suda aslolan tahir olmaktır. Nitekim ileride buna dair hükümler Furkan Sûresi'nde (25/48. âyette) gelecektir.

Taharet, pisliklerin izale edilmesi şeklinde sözlük anlamıyla anlaşılabile­ceği gibi şer'î taharetin kastedileceği şeklinde de anlaşılabilir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. [225]

 

9- Meytenin Kılları ve Yünü:

 

Meytenin kılları ve yünü tahirdir. Çünkü Umm Seleme (r. Anha)dan ge­len rivayete göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Tabaklandığı takdir­de meytenin derisinde, yıkandığı takirde de yün ve kıllannda bir mahzur yok­tur." [226]

Diğer taraftan bu kıl ve yün eğer hayvan hayatta iken alınmış olsaydı ta­hir olacaktı. Ölümden sonra da bunların böyle olması gerekir. Şu kadar var ki et, hayvan hayatta iken necis olduğundan dolayı ölümünden sonraki ha­li de böyle olur. Buna göre yünün hayatta iken farklı bir hükmü taşıdığı gi­bi, öldükten sonra da ondan farklı bir hüküm taşıması gerekmesi aksi ile is­tidlalin gerektirdiği bir hükümdür.

Şu kadar var ki meyteden çıkan sütün ve ölü tavuktan çıkan yumurtanın aynı hükmü taşıması gerekmez. Çünkü bize göre süt ölümden sonra da ta­hirdir, yumurta da böyledir. Şu kadar var ki bunlar necis bir yerde meyda­na geldiklerinden dolayı o necis yerde bulunduklan için necistirler yoksa ölüm sebebiyle necis olmazlar. Bu mes'ele ile bundan önceki mes'eleye dair da­ha geniş açıklamalar ve bu hususta ilim adamlarının farklı kanaatleri ileride yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/115. âyette) gelecektir. [227]

 

10-  Temiz Birşeye Fare Düşerse:

 

Farenin içine düştüğü temiz şeylere gelince onun iki hali sözkonusudur: Birincisi eğer fare canlı olarak çıkartılabilmişse o tahirdir. Şayet fare düştüğü şeyin içinde ölmüşse bunun da iki hali sözkonusudur: Ya içine düştüğü şey sıvıdır; o takdirde bütünüyle necis olur, ya da içine düştüğü şey katıdır. O tak­dirde onun etrafı necis olur. Fare ve çevresindekiler birlikte çıkartılıp atılır, ge­ri kalan ile yararlanılır ve aslı üzere geri kalan tahir kalmaya devam eder. Çün­kü gelen rivayete göre Peygamber (s.a)'e yağa düşüp de ölen fare hakkında soru sorulmuş o da şöyle buyurmuştur: "Eğer içine düştüğü şey katı ise çev-resindekilerle birlikte çıkartıp atınız; eğer sıvı ise (hepsini) dökünüz." [228]

İlim adamları (sıvı olan şeyin) yıkanması hususunda farklı görüşlere sa­hiptir. Yıkamakla tahir olmayacağı söylenmiştir. Çünkü bu da necis bir sıvı­dır. O bakımdan kana, şaraba, sidiğe vesair necis şeylere benzer. İbnu'1-Ka-sım da der ki: Yıkamakla tahir olur. Çünkü bu necasete yakın olmak sebe­biyle necis olmuş bir cisimdir. Bu açıdan elbiseye benzer. Şu kadar var ki böy­le birşeyi kan hakkında söylemek mümkün değildir. Çünkü kan ayniyle ne-cistir. Şarap ve sidik de böyledir. Çünkü onları yıkamak, bütünüyle onları or­tadan kaldırmakdır, böyle bir işlem ise temizlik değildir. [229]

 

11- Böyle Bir Sıvının Taharetine Hüküm Verilirse:

 

Böyle bir sıvıyı bu şekilde temizleyerek taharetine hüküm verdiğimiz tak­dirde, taharet ve sair yararlanma yollan açısından ilk haline döner. Şu kadar var ki durumu açıklamadıkça o şeyi satmaz. Çünkü bu, insanlar nazarında bir kusurdur ve içleri böyle bir sıvıdan yararlanmayı sindiremez. Aralarından böyle bir şeyin haram olduğuna ve necis olduğuna inananlar da vardır. O ba­kımdan diğer kusurlu şeylerde olduğu gibi kusurunu açıklamadıkça satma­sı cajz değildir. Yıkamadan önce satması ise hiçbir şekilde caiz değildir. Çün­kü İmam Malik'e göre necis şeylerin satılması caiz değildir. Ayrıca necis olan şey, bir sıvı olduğundan dolayı şaraba benzer. Peygamber (s.a)'a şarap be­deli hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: "Allah yahudilere lanet etsin. On­lara içyağlan haram kılındı. Kendileri ise içyağlarını erittiler ve onun erimiş yağlarını satıp paralarını yediler." [230]

Ayrıca yüce Allah birşeyi haram kıldığı takdirde onun bedelini de haram kılar. Böyle bir sıvı ise necis olduğundan dolayı haramdır ve o bakımdan za­hir hükmü gereğince onun bedelinin de haram kılınması gerekmektedir. [231]

 

12- Tenceredeki Yemeğe Kuş ve Benzeri Hayvanlar Düşerse:

 

Bir tencereye uçan bir kuş veya bir başka hayvan düştüğü ve öldüğü takdirde hükmün ne olacağı hususunda farklı rivayetler vardır. İbn Vehb'in Ma-lik'ten rivayetine göre o şöyle demiş: Tencerede bulunanlar yenmez ve meytenin ona karışması dolayısıyla necis olur. İbnu'l Kasım'ın ondan rivaye­tine göre ise o şöyle demiş: Et yıkanır, yemeğin suyu dökülür.

İbn Abbas'a da bu durum hakkında soru sorulmuş o da: Et yıkanır ve ye­nir, diye cevap vermiştir. Arkadaşları arasında suyu hususunda ona muhale­fet eden kimse yoktur. Bu hükmü İbn Huveyzimendad zikretmektedir. [232]

 

13- Meyteden Alınan Peynir Mayası ile Meytenin Sütü:

 

Meyteden alınan peynir mayası [233] ile meytenin sütü hakkında İmam Şa­fiî şöyle demiştir: Bu da necistir. Çünkü yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize ha­ram kılınmıştır." (el-Maide, 5/3) buyruğu geneldir (meytenin bütününü kapsamaktadır).

Ebu Hanife ise bunların tahir olduklarını söylemiştir. O yaratılışı dolayı­sıyla bir yerde meydana gelen durumun, etrafının necis olmasında herhan­gi bir etkisi olduğunu kabul etmez ve bu görüşünü açıklamak üzere şöyle der: Bu bakımdan içindeki damarlarla birlikte et yenir. Halbuki kesin olarak bi­liyoruz ki kan, bu damarların içlerinde mevcuttur. Bunları ayrıca temizlemek ve yıkamak gerekmediği icma ile kabul edilmiştir.

İmam Malik de Ebu Hanife'nin görüşüne yakın bir görüştedir. O da bun­ların ölüm ile necis olmayacağını söyler. Şu kadar var ki, necis olan bölge­ye yakın olmak dolayısıyla necis olur. Bu gibi yerlerin ise yıkanması da müm­kün değildir. İşte tavuktan da ölümünden sonra yumurta bu halde çıkar. Çün­kü yumurta tavuktan çıkmadan önce sıvı hükmünde olacak kadar yumuşak­tır. Onun katılaşıp sertleşmesi hava ile teması dolayısıyladır.

İbn Huveyzimendad der ki: Sizin bu görüşünüz icmaa aykırı bir sonuca götürür. Çünkü Peygamber (s.a) ile ondan sonra gelen müslümanlar peynir yiyorlardı. Bu peynir de onlara Acem topraklarından getiriliyordu. Bilindiği gibi mecûsi olan acemlilerin kestikleri meyte demektir. Fakat bu peynirin mey­tenin bağırsaklarından ya da kesilmiş bir hayvanın bağırsaklarından alınan mayalarla doldurulmuş olmasına bakmıyorlardı; denilecek olursa, böyle di­yene şu şekilde cevap verilir:

Evvela peynir yapılan süte konulan bu tür mayaların miktarı oldukça az­dır. Eğer basit bir miktardaki necaset çok miktardaki bir sıvıya kanşacak olur ise bu bağışlanır. Bu şekildeki bir açıklama İmam Malik'ten gelen iki rivayet­ten birisine göre bir cevap teşkil eder.

Öteki rivayete göre ise böyle bir itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Sizin dediğiniz bu d^ırum İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Herhangi bir kimsenin Acem topraklarından getirilen peynirin ashab-ı kiram tarafından yenildiğini nakletmesine imkan yoktur. Çünkü peynir Arapların yediği şeylerden değil­dir. Müslümanlar fetihlerde bulunarak Acem topraklarında dağılınca kesim işlerini kendileri üstlendiler. Peki Peygamber (s.a)'ın ve ashab-ı kiramın Acem topraklarından getirilip onların kestikleri hayvanların bağırsaklarından mayalarla imal edildiği bir tarafa, onların peynir yediklerini neye dayanarak söyleyebiliriz? [234]

Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki: Puta tapanların, mecûsilerin ve kitabı olmayan sair kâfirlerin yemeklerini yemekte -onların kestiklerinden olmadı­ğı sürece ve şer'î usûle göre kesime gerek bulunmadıkça- bir mahzur yok­tur. Bundan tek istisna meytenin bağırsakları maya olarak kullanıldığından dolayı peynirdir. İbn Mâce'nin Sünen'inde "peynir ve yağ" başlığı altında şu rivayet yer almaktadır: Bize İsmail b. Mûsâ es-Süddî anlattı. Bize Seyf b. Ha­run, Süleyman et-Teymî'den, o Ebu Osman en-Nehdî'den, o Selman el-Fari-sî'den naklen dedi ki: Rasûlullah (s.a)'a yağ, peynir ve kürkler hakkında so­ru soruldu, o da şöyle buyurdu: "Helal, Allah'ın Kitabında helal kıldığıdır. Ha­ram da Allah'ın Kitabında haram kıldığıdır. Hakkında birşey söylemediği ise bağışladığı şeyler cümlesindendir." [235]

 

14- Kan:

 

Yüce Allah... "O size ancak meyteyi, kanı., haram kıldı" diye buyurmak­tadır. İlim adamları kanın haram, necis olduğu, yenemeyeceği ve onunla ya­rarlanamayacağını ittifakla kabul etmişlerdir.

İbn Huveyzimendad der ki: Kana gelince umumî belva halini almadıkça haramdır. Umumi belva halini aldığı takdirde ise affedilir. Umumi belva ha­lini alması ise etteki ve damarlardaki kandır. Bir de beden ve elbise üzerin­deki basit miktardaki kana rağmen namaz kılınabilir. Bizim bu hükme var­mamızın sebebi yüce Allah'ın: "Meyte ve kan...üzerinize haram kılındı." (el-Maide, 5/3) diye buyurmasıdır. Bir başka yerde ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği şeyler arasın­da ölüden, akıtılan kandan... başka haram kılınmış birşey bulmuyorum." (el-En'am, 6/145) diye buyurmuş olmasıdır. Bu buyrukta görüldüğü gibi akan kan haram kılınmıştır.

Nitekim Âişe (r. anha)nın da şöyle dediği rivayet edilmektedir: Biz Rasûlullah (s.a) döneminde tencerede yemek pişirir, tencerenin üstünde kandan dolayı sanmtrak bir tabaka belirir, buna rağmen o yemeği yer ve buna kar­şı bir tepki göstermezdik. [236] Çünkü bu tür şeylerden sakınmak ağır yüktür ve zorluktur. Zorluk ve ağır yükler ise dinde kaldırılmıştır. Bu husus şerîat-te aslî bir ilkedir. Ümmet ibadeti eda etmek hususunda zorlanır ve bu iş ona ağır geldiği takdirde bu husustaki ibadet üzerinden düşer. Nitekim zaruret halinde bir kimsenin meyte yediği, hasta olan kimsenin böyle bir durumda oruç açtığı ve teyemmüm aldığı bilinen bir husustur.

Derim ki: Şanı yüce Allah burada "kanı" mutlak olarak zikrettiği halde el-En'am'daki âyet-i kerimede (6/145'te): "Akmış" olmakla kayıtlamaktadır. İlim adamları icma ile buradaki mutlakı mukayyede hamletmişlerdir. Buna göre burada "kan"dan kasıt "akmış olan kan"dır. Çünkü ete karışmış durum­da bulunan kanın haram olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Aynı şekilde ka­raciğer ve dalak hakkında da böylece icma edilmiştir. Balıktan ayrılan kan­da ise görüş ayrılığı vardır. el-Kânisi'den bunun tahir olduğu rivayet edilmek­tedir. Onun tahir olması haram olmamasını da gerektirir. İbnu'l Arabi'nin de tercih ettiği görüş budur. O şöyle demektedir: Çünkü balığın kanı necis ol­saydı balığın boğazlanması gerekirdi.

Derim ki: Bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin de balık kanı ile ilgili görü­şüdür. Ben, Hanefî mezhebine mensup bir ilim adamını şöyle derken dinle­dim: Balığın kanının tahir oduğunun delili şudur: Balık kanı kuruduğu tak­dirde beyazlaşır. Halbuki diğer kanlar böyle değildir. Onlar kararırlar. Bu nük­te, Hanefîlerin Şafiîlere karşı delil getirmekte lehlerine olabilecek bir özel­liktedir. [237]

 

15- Domuz Eti:

 

Yüce Allah'ın: "Domuz etini" buyruğu ile domuzun özellikle eti zikredil­mektedir ki bu da ister kesilsin ister kesilmesin domuzun ayniyle haram ol­duğunu ifade etsin ve ayrıca onun yağını ve buna bağlı olarak kıkırdak ve benzeri kısımlarını da kapsamına alsın diyedir. [238]

 

16- Domuzun Yağı:

 

Ümmet, domuzun yağının haram kılındığı hususunda icma etmiştir. İmam Malik ve arkadaşları şunu delil gösterirler: Bir kimse içyağı yememek üzere yemin etse ve bunun yerine et yese o eti yediği için yeminini bozmuş olmaz. Buna karşılık bir kimse et yememek üzere yemin etse bunun yerine içyağı yese yeminini bozmuş olur. Çünkü yağ ile birlikte ete "et" denilebilmekte­dir. O bakımdan yağ da etin kapsamına girer. Bununla birlikte et, yağın kapsamına girmez. Şanı yüce Allah domuz etini haram kıldığına göre onun "ef'inin sözkonusu edilmesi ayrıca yağının da sözkonusu edilmesinin de ye­rine geçmiştir. Çünkü yağ da et adının kapsamına girmektedir. Yüce Allah İs-railoğullarına da şu buyruğu ile: "Sığır ve koyunun da içyağlarını onlara ha­ram kıldık." (el-En'am, 6/146) diye buyurmaktadır. Bu buyruğa göre ise on­ların etleri haram kılınmamakta ve et "yağ" kelimesinin kapsamına girmekte­dir. İşte bundan dolayıdır ki İmam Malik, yağ yememek üzere yemin eden ile et yememek üzere yemin eden kişi arasında fark gözetmiştir. Şu kadar var ki yemin eden kimsenin eğer niyeti yalnızca eti kastetmek şeklinde olup ya­ğı yemininin kapsamına sokmamak şeklinde ise, yağ yemesi halinde yemi­nini bozmuş olmaz. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır.

Şafiî, Ebu Sevr ve re'y sahiplerinin görüşüne göre ise bir kimse et yeme­mek üzere yemin edip yağ yiyecek olsa, yeminini bozmuş olmaz. İmam Ah-med ise şöyle demektedir: Et yememek üzere yemin etse buna karşılık yağ yerse yağdan da kaçınmayı kastetmiş olması hali müstesna, bunda bir mah­zur yoktur. [239]

 

17- Domuzun Kılları Müstesna Tümü Haramdır:

 

Kılları dışında domuzun tümüyle haram olduğu hususunda görüş ayrılı­ğı yoktur. Domuz kılı ile deri dikişini yapmak caizdir. Rivayet edildiğine gö­re adamın birisi Rasûlullah (s.a)'a domuz kılı ile deri dikme hakkında soru sormuş Hz. Peygamber de: "Bunda bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur. Bu rivayeti İbn Huveyzimendad nakletmekte ve şöyle demektedir: Çünkü Rasû­lullah (s.a) döneminde deri dikim işi mevcuttu. Ondan sonra da bu işin va­rolduğu görülen bir husustur. Ayrıca Rasûlullah (s.a)'ın da ondan sonra ge­len imamlardan herhangi birisinin de buna karşı çıktığını bilmiyoruz. Rasû­lullah (s.a)'ın caiz gördüğü birşey ise, şerîatte de baştan beri onun böyle ol­duğu kabul edilir. [240]

 

18- Su Domuzu:[241]

 

Önceden de belirttiğimiz gibi kara domuzunun haram olduğu hususun­da görüş ayrılığı yoktur. Su domuzu (yunusbalığı ve benzeri)nde ise görüş ayrılıkları vardır. İmam Malik bu hususta herhangi bir cevaz vermekten ka­çınmış ve: Siz ona domuz diyorsunuz, dediği daha önceden geçmişti. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Maide Sûresi'nde (5/96. âyet 4. başlıkta) gelecektir. [242]

 

19- Hınzır (Domuz) Kelimesi ile İlgili Dil Bilginlerinin Açıklamaları:

 

Dil bilginlerinin çoğunluğunun görüşüne göre "hınzîr" kelimesi rubâî (dört harfli) bir kelimedir. İbn Sîde, kimi dilcilerden bu kelimenin göz ucuy­la bakmak anlamına gelen “”den türetilmiş olduğunu nakletmektedir. Çünkü domuz da bu şekilde bakar. Buna göre bu kelime sülâsî (üç harflidir. es-Sihhah'ta yapılan açıklamaya göre: Bir kimse daha iyi görebilmek için göz kapaklarını daraltıp kıstığı vakit onun hakkında “”kelimesi kullanılır. Bunun masdan ise, gözün darlığı ve küçüklüğü demektir. Bunun kişinin ade­ta gözünün yan tarafı ile bakması anlamına geldiği de söylenmiştir.

Hınzîr kelimesinin çoğulu "henâzîr" şeklinde gelir. Yine el-henâzîr, boyun­da meydana gelen oldukça sert yaralar açan, bilinen bir hastalığın adıdır. [243]

 

20- Allah'tan Başkasının Adına Kesilenler:

 

"... bir de Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı." Yani kesilirken Allah'tan başkasının adı anılarak kesilen hayvanları size haram kılmıştır. Bu ise, mecûsi, putperest ve muattıl (yaratıcının varlığını kabul etmeyen) kim­selerin kestikleridir. Çünkü putperest kimse putu adına, mecûsi kimse ate­şe keser, muattıl ise hiçbir şeye inanmadığından dolayı kendi adına keser.

İlim adamları arasında mecûsinin ateşi adına, putperestin putu adına kestiğinin yenmeyeceği hususunda görüş birliği vardır. Malik, Şafiî ve baş­kalarına göre ise isterse ateşperest ateşine, putperest de putu adına kesme­miş olsuh, yine de bunların kestikleri yenilmez. Şu kadar var ki İbnu'l Müseyyeb ve Ebu Sevr, müslümana müslümanın emriyle kestikleri takdirde ca­iz kabul etmişlerdir. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (1/5. âyet 2. başlıkta) gelecektir.

Âyet-i kerimede geçen ihlâlin anlamı sesi yükseltmek demektir. Belli bir-şeyi söyleyerek sesi yükseltmeyi ifade etmek üzere bu tabir kullanılır. İbn Ah-mer, bir düzlüğün niteliğini dile getirirken şunları söylemektedir:

"Oradaki süvariler el-Ferkad ile seslerini yükseltirler Binekli umre yapanın (telbiye ile) sesini yükselttiği gibi."

en-Nâbiğa da şöyle demektedir:

"Veya sadefindeki bir inci ki onu almak üzere dalan dalgıç

Oldukça sevinçlidir, onu gördüğü her seferinde sesini yükseltir ve secde eder."

Doğumu esnasında çocuğun ağlamasına da "ihlal ve istihlal" denilir.

İbn Abbas ve başkaları der ki: Burada kasıt dikilitaşlar ve putlar için ke­silenlerdir. Üzerinde Hz. Mesih'in adı anılanlar değildir. Nitekim ileride bu­na dair açıklamalar el-Maide Sûresi'nde (az önce işaret edilen yerde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Arapların hayvanı keserken yöneldikleri zatın adını yüksek sesle anmaları bir adet olarak sürüp gelmiştir. Ve bu çoğunluk­la gösterdikleri bir davranıştır. O kadar ki onların bu şekilde seslerini yük­seltmeleri kestiklerinin haram kılınış illeti olan niyetleri olarak ifade edilmiş­tir. Nitekim Ali b. Ebi Talib (r.a) Ferezdak'ın babası Galib'in boğazladığı de­veler hakkında niyeti göz önünde bulundurmuş ve: Bunlar kesilirken Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler cümlesindendir demiş, çevresindekiler de onlara el sürmemiştir. İbn Atiyye der ki: Ebu'l-Hasen'in oğlu el-Hasen'in haberleri arasında şunu da gördüm: Oldukça varlıklı bir kadının bebekleri için bir düğün tertipleyip onlar için develer kestiğine dair soru sorulmuş, el-Hasen şu cevabı vermiştir: Bunların yenilmesi helal değildir. Çünkü bunlar ancak bir put adına kesilmişlerdir.

Derim ki: Bu kabilden olmak üzere biz de Müslim'in hocası Yahya b. Yah­ya et-Temîmî'den şöyle dediğini rivayet etmekteyiz: Bize Cerir, Kâbus'tan nak­lederek şöyle haber verdi: Babam bir kadını Aişe (r. anha)nın yanına gön­derdi de ona kendisine selam söylemesini ve Rasûlullah (s.a)'ın devam et­tiği ve en çok sevdiği namazın hangisi olduğunu sormasını istedi. Hz. Aişe şöyle dedi: Rasûlullah (s.a) öğlen namazından önce dört rek'at kılardı. Bun­ların kıyamını uzun tutar, rükû' ve sücûdlarını çok güzel yapardı. Hasta ol­sun, sağlıklı olsun veya hazır bulunsun (yolculukta olmasın) hiçbir şekilde terketmediği namaza gelince, bunlar sabah namazından önce kıldığı iki rek'at namazdır. [244] Bunun üzerine orada bulunan kadınlardan birisi şöyle de­di: Ey mü'minlerin annesi, bizlerin acemlerden birtakım süt annelerimiz vardır. Onların bayramı oldu mu bize o bayramlarda hediye verirler. Biz on­ların gönderdikleri bu hediyelerden herhangi birşey yiyelim mi? Hz. Aişe şu cevabı verir. O gün için kesilenlerden yemeyiniz. Fakat ağaçlarının meyve­lerinden yiyebilirsiniz. [245]

 

21- Zaruret Hali:

 

Yüce Allah'ın: "Kim mecbur kalırsa" buyruğu itba' (önde­ki harfe uyması) dolayısıyla "nun" harfi ötreli  şeklinde) ve iki sakin bir araya geldiğinden dolayı aslolana uygun olarak esreli olarak da okun­muştur.

Buyrukta bir kısaltma vardır. Yani, her kim haram kılınan şeylere zarureten muhtaç olup da ".... yerse onun üzerine günah yoktur" demektir.

İbn Muhaysın dat harfini ti harfine idgam ederek “”şeklinde, Ebu's-Simmâl ise ti harfini esreli olarak “” diye okumuştur. Bunun aslı ise “” şeklindedir. İdgam yapılınca (Ebu's-Simmâl'in kıraatine göre) n harfinin harekesi "tı"ye nakledilmiş olur. [246]

 

22- Zaruret Hangi Hallerde Sözkonusu Edilir:

 

Zaruret halinde olmak (mecbur kalmak) ya zalim bir kimsenin zorlama­sı (ikrahı) ile veya kıtlık ve yiyecek birşey bulamamaktan dolayı açlık ile söz­konusu olur. Fukaha ve ilim adamlarının çoğunluğunca kabul edilen görü­şe göre âyet: Her kim yokluktan ve açlıktan dolayı bu haram kılınanları ye­mek zorunda kalırsa, demek olur ki; doğru açıklama da budur. Bir görüşe gö­re ise, bunun her kim bu haram kılınan şeyleri yemeye zorlanır ve mecbur bırakılırsa, anlamına olduğu da söylenmiştir. Mücahid der ki: Yani: Bunları yemeye mecbur bırakılırsa, demektir. Düşman tarafından yakalanıp domuz eti ve buna benzer yüce Allah'a masiyet olan şeyleri yemeye zorlamaları de­mektir. Şu kadar var ki böyle bir ikrah, ikrah süresi bitene kadar bu gibi şey­leri yemeyi mubah kılar.

Açlık (el-mahmasa) haline gelince; bunun sürekli olması ve olmaması hal­leri sözkonusudur. Eğer bu, sürekli olursa meyteden karnı doyuracak kadar yemenin caiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki elinin kesileceğinden korkmayacağı müslümana ait bir mal bulduğu takdirde, o hay­vanın etini yemesi helal olmaz. Mesela, bir yere asılmış bulunan hurma, dağ­da bulunan koyun ve buna benzer yenilmeleri halinde el kesmenin de baş­kasına eziyet vermenin de sözkonusu olmadığı şeyleri yemek bu türdendir. Bu da görüş ayrılığının olmadığı hususlardan birisidir.

Çünkü Ebu Hureyre (r.a)'dan gelen hadise göre o şöyle demiştir: Biz bir yolculukta Rasûlullah (s.a) ile birlikte bulunuyor iken süt veren memeleri ağaç­ların dikenleri ile bağlanmış develer gördük. Onlara doğru atıldık, Rasûlullah (s.a) bize seslenince ona geri döndük şöyle buyurdu: "Bu develer müslüman bir aile halkına aittir. Bu develer -Allah'tan sonra- onların kuvvet ve bereket kaynaklarıdır. Sizler azık torbalarınıza geri dönüp baktığınızda orada bulu­nan ne varsa alınmış olduğunu görmeniz hoşunuza gider mi? Böyle bir işin adaletli olduğunu kabul edebilir misiniz?" Ashab-ı kiram: Hayır deyince Hz. Peygamber: "İşte sizin bu yapmak istediğiniz de böyledir" diye buyurdu. Biz de şöyle dedik: Peki ya yiyecek ve içeceğe ihtiyacımız olursa, o konudaki gö­rüşünüz nedir? Şöyle buyurdu: "Ye, fakat yanına birşey alma, iç fakat yanına birşey alma." Bu hadisi İbn Mâce (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) rivayet et­miş [247] ve: "Bence de asıl kabul edilmesi gereken budur" demiştir.

Bu hadisi İbnu'l-Münzir zikreder ve şöyle der: Bizler ey Allah'ın Rasûlü dedik. Ona zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu takdirde herhangi birimize kardeşinin malından ne helal olur? Şöyle buyurdu: "Yer, fakat beraberinde bir-şey taşımaz, içer fakat beraberinde birşey taşımaz." İbnu'l-Münzir der ki: Ar­tık bundan sonra hakkında anlaşmazlığa düşülen her bir husus, yüce Allah'ın mallardan haram kılması ile ilgili hükümlerine başvurulur.

Ebu Ömer der ki: Bu konuda söylenenlerin özeti şudur: Müslüman bir kim­senin bir diğer müslümanın canını kurtarma mecburiyeti olur ve ondan başka bir kimse de bunu yapacak bulunmadığından, o müslümanı kurtarma farziyyeti ona yönelik bulunursa, bu kimse hakkında bu insanın canını ölüm­den kurtarması gereğine hükmedilir. Bu şekilde canını kurtarmak için böyle bir mala ihtiyacı olduğu halde kendisinden engellenen kişi, kendisini engel­leyen kimseyle savaşmak ve çarpışmak hakkına sahiptir. İsterse bu o kişinin ölümüne sebep olsun. Bu durum -ilim adamlarına göre- orada sadece tek bir kişinin olması halinde başkasının da bulunmaması halinde sözkonusudur. İş­te o vakit, o tek kişinin bu işi yapması onun hakkında farz-ı ayn olur. Eğer bunu yapabilecekler çok yahut bir cemaat iseler o takdirde bunu yapmak o kalabalık ve cemaat için farz-ı kifaye olur. Bu konuda müslümanın canını kur­taran su ve başka şeyler arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, ilim adamları kişinin canını kurtaran şeyin kıymetini ödemenin gerekip gerekmediği husu­sunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi o kıymetin ödenmesini öngörürken ki­misi kabul etmemektedir. Bizim mezhebimizde (Malikî mezhebinde) her iki görüş de vardır. Verene zarar teşkil etmeyen, bununla birlikte yeterli gelen az miktardaki şeyin bağışlanması ile; ölmekten ve telef olmaktan korkulması ha­linde müslümanın canını kurtarmanın vücûbu hususunda, öncekileriyle son-rakileriyle olsun, ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. [248]

 

23- Zaruret Halinde İzni Olmaksızın Başkasının Malından Yemek:

 

İbn Mâce rivayet ediyor: Bize Ebu Bekr b. Ebi Şeybe haber verdi. Bize Şe-bâbe haber verdi. -H-[249] Bize Muhammed b. Beşşâr ile Muhammed b. el-Ve-lid anlatarak dediler ki: Bize Muhammed b. Ca'fer anlattı, bize Şu'be, Ebu Bişr Ca'fer b. Ebi İyas'dan anlatarak dedi ki: Ben (Gubaroğullarından birisi olan) Abbad b. Şurahbîl'i şöyle derken dinledim: Bir kıtlık yılı idi. Medine'ye gel­dim. Oradaki etrafı çevrilmiş arazilerden birisine girdim. Bir başak alıp onu ovaladım ve yedim. Sonra da onu elbisemin arasında sakladım. Bahçe sahi­bi geldi beni dövdü ve elbisemi aldı. Ben de Rasûlullah (s.a)'a gidip duru­mu haber verdim. Adama şöyle dedi: "O aç yahut açlıktan bitkin düştüğü bir vakitte ona yedirmedin, cahil iken de ona birşey öğretmedin." Peygamber (s.a) o kişiye emir verdi ve o da ona elbisesini geri iade etti. Ayrıca ona bir vesk ya da yarım vesk yiyecek (buğday) verilmesini emretti. [250]

Derim ki: Bu sahih bir hadis olup bu hadisteki ravilerden Buhârî ve Müslim ittifakla hadis alırlar. Şu kadar var ki İbn Ebi Şeybe'den yalnızca Müs­lim hadis rivayet eder. Ğubaroğullarından Yeşkur'lu Abbad b. Şurahbil yo­luyla Buhârî ve Müslim herhangi bir hadis rivayet etmiş değillerdir. Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- in belirttiğine göre Abbad'ın Peygamber (s.a)'dan bu olaydan başka bir rivayeti yoktur. Bu hadis-i şerif aç­lık halinde el kesmenin ve te'dîb etmenin sözkonusu olmayacağını ortaya koy­maktadır.

Ebû Davud'un rivayetine göre el-Hasen, Semura'dan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sizden herhangi biriniz davarların bulunduğu bir yere giderse, eğer o davarların sahibi aralarında bulunuyor ise ondan izin istesin; ona izin verdiği takdirde sütünü sağsın ve içsin. Eğer sa­hipleri aralarında bulunmuyor ise üç defa seslensin. Onun seslenişine cevap verirse ondan izin alsın. Ona izin verirse mesele yok. Aksi takdirde onların sütlerini sağsın, içsin, fakat beraberinde birşey götürmesin." [251]

Tirmizî'nin Yahya b. Süleym'den, onun Ubeydullah'tan, onun Nafi'den, onun İbn Ömer'den, onun da Peygamber (s.a)'dan rivayetine göre Hz. Pey­gamber şöyle buyurmuştur: "Her kim başkasına ait bir bahçeye girerse on­dan yesin, fakat elbisesine birşey doldurup almasın." Tirmizî der ki, bu ga-rib bir hadistir. Biz bunu sadece Yahya b. Süleym yoluyla bilmekteyiz. [252]

Diğer taraftan Amr b. Şuayb'dan, onun babasından onun da dedesi yoluy­la gelen rivayette Peygamber (s.a)'a dallarda asılı duran hurma hakkında so­rulmuş o da şöyle buyurmuş: "İhtiyaç sahibi olup da elbisesine birşey sak­lamaksızın kim ondan alır yerse onun için birşey yoktur." Tirmizî bunun hak­kında: Hasen bir hadistir demektedir. [253] Hz. Ömer (r.a)'dan gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Sizden herhangi birinizin yolu bir bahçeye düşerse oradan yesin fakat beraberinde herhangi bir şey götürmesin." [254]

Ebu Ubeyd der ki: Ebu Ömer [255] şöyle demiştir: Beraberinde birşey götür­mek (sibân): İçinde birşeyler taşınan bir kaptır. O kabı ellerinin arasında ta­şıdığı vakit buna "sibân" denilir. Şayet kabı sırtının üstüne taşırsan buna "el-hâl" denilir. Nitekim elbisene birşeyler koyup onu sırtının üstüne taşıdığın zaman da: Elbisemi tahvil ettim denilir. Eğer taşıdığın şeyi kucağında götü-rürsen buna da "hubne" denilir. Amr b. Şuayb yoluyla gelen merfu hadiste de: "Beraberinde birşey götürmesin (hubne)" denilmektedir.

Ebu Ubeyd der ki: Bu hadis şöyle açıklanır: Beraberinde birşeyler satın alabileceği hiçbir parası olmayan, zaruret halinde kalmış aç kimseye ancak kendisini besleyecek kadar karnına doldurup indireceği kadarını taşıması­na ruhsat verilmiş, daha fazlasına müsaade verilmemiştir.

Derim ki: İttifakla kabul edilen asıl ilke, başkasına ait olan malın gönül hoşluğu ile olması dışında haram kılınmasıdır. Eğer ortada İslâm'ın ilk dönem­lerinde olduğu gibi veya hali hazırda bazı beldelerde görüldüğü şekliyle bel­li bir uygulama adet halini almış ise o adete göre birşeyler yemek caizdir. Bu ise -az önce de geçtiği gibi- açlık ve zaruret vakitlerine hamledilir. Doğru­sunu en iyi bilen Allah'tır.

Şayet ikinci durum - (yani yirmiikinci başlıkta sözü edilen açlığın devam­lı) olması hali olan birinci hal dışında- ikinci hal sözkonusu ise -ki bu da her­hangi bir vakitte nadiren görülen bir husustur - ilim adamlarının buna dair iki ayrı görüşleri vardır:

Birincisine göre kişi doyuncaya ve hatta karnını iyice dolduruncaya ka­dar yiyebilir. Eğer geçeceği bir dağ yolunda veya kuraklık bir yerde yine za­ruret haline düşmekten korkarsa yanında azık dahi alabilir. Şayet ona ihti­yacı kalmazsa tutar atar.

İmam Malik Muvatta' adlı eserinde bu anlamda ifadeler kullanmıştır. Şa­fiî ve birçok ilim adamı da bu görüştedir. Bu hususta delil şudur: Zaruret ha­ram hükmünü kaldırır ve artık o mubah olur. Zaruretin miktarı ise yiyecek bulamama halinde (haram şeyin) bulunması halidir. Anber (balina) balığı ile ilgili hadis bu hususta açık bir nastır. Şöyle ki:

Peygamber (s.a)'ın ashabı yolculuklarından geri döndüklerinde azıklan bi­tip tükenmişti. Bunun üzerine deniz kıyısına gittiler. Denizin kıyısında olduk-ça*büyük bir kum tepesini andıran birşeyle karşılaştılar. Oraya vardıkların­da anber diye bilinen bir hayvan olduğunu gördüler. Komutanları Ebu Ubeyde: Bu bir meytedir dedi, daha sonra da: Hayır, aksine bizler Rasûlul-lah (s.a)'ın elçileriyiz ve Allah yolundayız. Ve sizler şu anda (bunu yemeye) mecbur kalmış bulunuyorsunuz. Haydi yeyiniz. Hadisin ravisi der ki: Bir ay boyunca üçyüz kişi olduğumuz halde o balıktan yedik ve nihayet kilolarımız da arttı... Görüldüğü gibi ashab-ı kiram bu balıktan yediler ve doydular. On­lar o balığın meyte olduğuna inanıyorlardı. Hatta Medine'ye ondan beraber­lerinde azık dahi aldılar.

Bunu Peygamber (s.a)'a naklettiler, o da onlara onu yemenin helal oldu­ğunu bildirip: "Peki beraberinizde onun etinden bize yedirmek için birşey kaldı mı?" diye sormuş, onlar da Rasûlullah (s.a)'a ondan bir parça gönder­miş o da yemiş idi. [256]

Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Bu durumda kendisini ölümden kur­taracak kadarını yer. îbnu'l Mâcişûn ve İbn Habib bu görüştedir.

İmam Şafiî'nin arkadaşları ise ikamet halinde olan ile yolculuk halinde olan arasında ayrım gözetip şöyle demişlerdir: İkamet halinde olan kişi kendisi­ni ölümden kurtaracak kadarını yçr; yolculuk yapan kimse doyuncaya kadar yer ve beraberinde azık da alır. Ona ihtiyacı kalmazsa atar. Ona ihtiyacı olan bir başkasını bulursa, o azık aldığı meyte etini ona verir ve karşılığında on­dan birşey almaz. Çünkü meytenin satışı caiz değildir. [257]

 

24- Şarap İçmek Zorunda Kalınırsa:

 

Şarap içmek zorunda kalan bir kimse eğer zorlama ile mecbur tutulmuş ise içebileceğinde görüş ayrılığı yoktur. Şayet açlık veya susuzluk sebebiy­le ise içmez. Malik'in el-Utebiye'de kabul ettiği görüş budur. O şöyle der: Şa­rap, susuzluğundan başka birşeyini artırmaz. Aynı zamanda bu Şafiî'nin de görüşüdür. Yüce Allah, şarabı mutlak olarak haram kılmış, meyteyi ise zaru­ret olmamak şartına bağlı olarak haram kılmıştır.

el-Ebherî der ki: Eğer şarap açlığını veya susuzluğunu giderebiliyor ise içe­bilir. Çünkü yüce Allah domuz hakkında: "Çünkü o bir pisliktir" dedikten sonra zaruret dolayısıyla mubah kılmıştır. Yine şarap hakkında da "o bir pis­liktir" diye buyurmuştur. Dolayısıyla kıyastan da daha güçlü bir delil olan celî (açık) mana sebebiyle domuzun zaruret halinde mubah kılınmasının kap­samına girer. Şarabın bir an dahi olsa susuzluğu gidereceği, kısa bir süre da­hi olsa açhğı hissettirmeyeceği ise kaçınılmaz bir husustur. [258]

 

25- Zaruret Halinde Kan İçmek:

 

Esbağ'ın rivayetine göre İbnu'l-Kasım şöyle demiştir: Mecbur kalan bir kim­se kan Lçer fakat şarap içmez. Meyte yer, bununla birlikte kaybolmuş deve­lere yaklaşmaz. -İbn Vehb de bu görüştedir.- Sidik içer fakat şarap içmez. Çün­kü şarap içmek halinde had gerekir. O bakımdan onu içmek daha ağırdır. Şa­fiî mezhebine mensup ilim adamları bunu açıkça zikrederler. [259]

 

26- Boğazında Lokma Kalan, Şarapla İndirebilir mi ve Zarureti Gidermekte Öncelik:

 

Bir kimsenin boğazında yemek lokması tıkanıp kalırsa şarap ile onu yut­maya çalışır mı çalışamaz mı? Bir görüşe göre şarap ile onu yutmayı kolay-laştıramaz. Çünkü aslında böyle birşey olmadığı halde, böyle bir iddiada bu­lunabilir. Ancak zaruret hali olduğundan dolayı İbn Habib bunun caiz oldu­ğunu söylemiştir. İbn Arabî der ki: "Boğazında lokma tıkanan bir kimsenin (şarap ile bunu aşağıya indirmesi) kendisi ile yüce Allah arasında caizdir. An­cak eğer biz onu görür isek, biz lokmanın boğazda tıkanma hali ile diğer hal­leri karîneler ile ayırdedebiliriz. Eğer karînelerle bu durumu ortaya çıkarsa tasdik edilir. Böyle bir durumu ortada görülmüyor ise zahiren biz ona had uygularız, bâtınen ise (gerçekten böyle ise) yüce Allah tarafından cezalan­dırılmaktan kurtulur."

Diğer taraftan muztar bir kimse bir meyte (leş) bir domuz ve âdemoğlu eti­ni görürse meyteyi yer, çünkü meyte böyle bir durumda helaldir. Domuz ile ademoğlu ise hiçbir durumda helal olmaz. Nisbeten daha hafif tutulmuş bir haramlılık daha ağır tutulmuş bir haramlılığa göre daha kolay işlenebilir.

Mesela, bir kimse kızkardeşiyle ya da yabancı birisiyle ilişki kurmak için baskı altında tutulursa yabancı ile ilişki kurar. Çünkü bir halde yabancı ona helal olur. İşte bu gibi hükümlerin belirleyici ilkesi budur. Ölecek olsa da­hi ademoğlunun etinden yemez. Bu görüş, mezhebimizin (Maliki) ilim adamlarının görüşüdür. Alımed ve Davud (ez-Zahirî) de bu görüştedir. İmam Ahmed Hz. Peygamber'in: "Ölünün kemiğini kırmak, hayatta iken kırmak gi­bidir. " [260] hadisini delil gösterir.

Şafiî de der ki: Ademoğlunun etini yer. Bu durumda zımmî bir kimseyi öl­dürmesi caiz değildir. Çünkü zımmînin kanı haramdır. Müslüman ve esir bir kimseyi de öldüremez. Çünkü esir başkasına ait olan bir maldır. Şayet har­bi ya da muhsan bir zinakâr ise onu öldürmek ve ondan yemek caiz olur. Da­vud (ez-Zahirî) el-Müzenî'yi hatalı görerek şöyle der: Sen peygamberlerin et­lerini de yemeyi mubah kıldın. Şu kadar var ki İbn Şureyh şu sözleriyle onu mağlub eder: Sen peygamberleri kâfirlerin etlerini yemekten men ettiğinden dolayı peygamberleri öldürmeye kalkışmış oluyorsun.

İbnu'l Arabî der ki: Bence sahih olan görüş, bu işin kendisini kurtaraca­ğını ve hayatta bırakacağını muhakkak olarak bilmedikçe ademoğlundan ye­memesi şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [261]

 

27- Başkasına Ait Yiyecek Varken Meyte Yemesinin Hükmü:

 

İmam Malik'e hurma, ekin veya koyun gibi başkasına ait bir malı buldu­ğu halde meyte yemek zorunda kalan zaruret içerisindeki bir kişinin duru­mu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Eğer hırsız sayılma­yıp söyleyeceği sözü tasdik edilecek şekilde bedenine bir zarar gelmeyece­ğinden emin olursa, bunlardan hangisini bulursa açlığını giderecek kadarı­nı yer ve beraberinde herhangi bir şey taşımaz. Böyle bir şekilde hareket et­mesi meyte yemesinden bana göre daha uygundur.

Bu anlamda yeteri kadar açıklamalar daha önceden geçmiştir. Şayet sö­zünün doğru kabul edilmeyip hırsız sayılacağından korkacak olursa bence meyteyi yemesi daha caizdir. Ve böyle bir durumda onun için meyte yemek hususunda bir genişlik vardır. [262]

 

28- Meyteden Yeme Miktarı:

 

Ebû Dâvûd rivayet ederek der ki: Bize Mûsâ b. İsmail anlattı, dedi ki: Bi­ze Hammâd, Simâk b. Harb'dan, o Cabir b. Semura'dan naklederek dedi ki: Adamın birisi beraberinde hanımı ve çocukları olduğu halde el-Harre (Me­dine'nin dış taraflarındaki karataşlık bir bölge) denilen yerde konakladı. Ada­mın birisi şöyle dedi: Benim bir devem kayboldu, onu bulursan yanında alı­koy. Adam deveyi buldu, fakat sahibini bulamadı. Deve hastalandı. Hanımı ona: Bu deveyi boğazla dedi ise de kabul etmedi, sonunda deve öldü. Bu se­fer kadın: Derisini yüz ki etini ve yağını kurutup yiyelim. Adam: Hayır, Ra-sûlullah (s.a)'a sormadıkça böyle birşey yapamam dedi, Hz. Peygamber'in ya­nına varıp sordu. Hz. Peygamber şöyle dedi: "Sende (buna) muhtaç etmeye­cek birşey var mı?" deyince adam: Hayır dedi. Hz. Peygamber: "O halde onu yeyiniz" dedi. Bu sefer devenin sahibi gelince ona olanları anlattı. Deve sa­hibi: Keşke onu boğazlamış olsaydın, deyince adam: Senden utandım, ceva­bını verdi. [263]

İbn Huveyzimendad der ki: Bu hadis-i şerifte iki hususa delil vardır:

1- Zaruret halinde olan bir kimse kendisi telef olmaktan korkmasa dahi meyteden yiyebilir. Çünkü Hz. Peygamber ona muhtaç bırakmayacak şeye sahip olup olmayacağını sormuş, ancak ölümden korkup korkmayacağını sor­mamıştır.

2- Meyteden yer, doyar, saklar ve azık olarak da alabilir. Çünkü Hz. Peg-yamber ona, alıp saklamayı mubah kıldı, buna karşılık karnını doyurmama-yı da şart koşmadı.

Ebû Dâvûd der ki: Bize Harun b. Abdullah anlatarak dedi ki: Bize el-Fadl b. Dukeyn anlatarak dedi ki: Bize Ukbe b. Vehb b. Ukbe el-Âmirî haber ve­rerek şöyle dedi: Babamı, el-Fucey' el-Âmirî'den naklederek şöyle derken din­ledim: (Fucey'), Hz. Peygamber'e giderek sormuş: Meyte bize helal olmaz mı? Hz. Peygamber: "Sizin yediğiniz nedir?" diye sorunca biz şöyle dedik: Ğabuk ve ıstıbah ediyoruz. Ebu Nuaym (el-Fadl b. Dukeyn'in künyesi) dedi ki: Bu­nun ne demek olduğunu Ukbe bana şöylece açıkladı: Sabahleyin bir kâse, akşamleyin de bir kâse. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Yemin ederim ki bu açlığın kendisidir." Devamla (râvi) der ki: Hz. Peygamber bu halleri üzere onlara meyte yemeyi helal kıldı. Ebû Dâvûd der ki: İğtibak, günün sonun­da, istibah ise günün başında olur. [264]

el-Hattabî der ki: İğtibak akşam, istibah ise sabah olur. Sabahleyin bir bar­dak süt, akşamleyin de bir bardak süt ölümden kurtarır ve kişiyi hayatta tu­tar. Bununla birlikte bedeni gıdalandırmaz ve tam bir tokluk da vermez. Bu­nunla birlikte Peygamber (s.a) onlara meyteden yemeyi mubah kılmıştır. O halde bu hadisin delaleti şu olur: Meyte yemek, kişinin ihtiyacı olan gıdayı alabilecek kadarına mubahtır. Malik'in görüşü budur. Şafiî'nin iki görüşün­den birisi de budur.

İbn Huveyzimendad der ki: Bunların sabah ve akşam yemeleri caiz oldu­ğuna göre doyuncaya kadar yeyip azık olarak ayırmaları da caiz olur.

Ebu Hanife ile bir diğer görüşünde Şafiî ise şöyle demektedir: Kişinin meyteden ancak kendisini ölümden kurtaracak kadarını yiyebilmesi caiz olur. el-Müzenî'nin kabul ettiği görüş de budur. Derler ki: Eğer baştan beri bu hal­de ise (yani tok ise) meyteden herhangi bir şey yemesi onun için caiz olmaz. İşte meyteden yemeye başladıktan sonra da bu noktaya gelmesi halinde du­rum budur. Buna yakın bir görüş el-Hasen'den de rivayet edilmiştir.

Katade de der ki: Herhangi bir şekilde meyteden doyasıya yiyemez. Mu-kâtil b. Hayyan ise der ki: Üç lokmadan fazlasını yiyemez. Doğru olan ise -önceden de geçtiği gibi- bunun aksini ileri süren görüştür. [265]

 

29- Haram İle Tedavi:

 

Meyte ile tedaviye gelince ya aynı haliyle kullanılmasına ya da onu yaka­rak kullanmaya ihtiyaç duyulur. Eğer yakmak suretiyle değişikliğe uğrarsa İbn Habib: Onunla tedavi etmek de namaz kılmak da caiz olur, der. İbnu'1-Ma-cişun'un bunu daha caiz kabul etmesi ise, yakmanın -niteliklerinin değişme­si dolayısıyla- bir temizleme olduğundan hareketle daha hafif görmüş olma­sındandır. el-Utbiyye'de İmam Malik'ten "mertek" denilen ve meytenin ke­miklerinden yapılan ilaç hakkında şöyle dediği rivayet edilmektedir: Eğer bu ilacı yarasının içine koyarsa orayı yıkamadıkça onunla namaz kılamaz.

Eğer meyte bizatihi mevcut ise Suhnûn bu hususta şöyle demektedir: Hiç­bir şekilde onunla da domuz ile de tedavi olunmaz. Çünkü aç olma halinin aksine bunun yerini tutan helal bir ilaç bulunmaktadır. Zira açlık halinde mey­tenin yerini tutacak başka birşey bulunursa meyte yenilemez.

Aynı şekilde şarap ile de tedavi edilemez. Malik'in görüşü budur. Şafiî'nin mezhebinden de zahir (kuvvetli) olan görüş budur. Şafiî mezhebi alimlerin­den İbn Ebi Hureyre'nin kabul ettiği görüş de budur. Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Açlık için değil de tedavi için şarap içmek caizdir. İmam Şafiî mezhebi ilim adamlarından Kadı et-Taberî'nin tercih ettiği görüş budur; es-Sevrî'nin görüşü de budur.

Şafiî mezhebine mensup kimi Bağdatlılar da şöyle demektedir: Tedavi için değil de susuzluk dolayısıyla şarabın içilmesi caizdir. Çünkü susuzluğun ve­receği zarar çabuk ortaya çıkar, tedavininki ise böyle değildir.

Şöyle de denilmiştir: Her iki sebep dolayısıyla da şarabın içilmesi caizdir. Şafiî mezhebine mensup bazıları, haram kılınan her türlü şey ile tedaviyi ka­bul etmemiştir. Bundan özel olarak sadece develerin sidiklerini istisna etmişlerdir. Bu istisnaya sebep ise Uranîler ile ilgili hadis-i şeriftir. [266]

Bazıları da haram olan herşeyin tedavide kullanılmasını kabul etmemek­tedirler. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah ümme­timin şifasını onlara haram kıldığı bir şeyde kılmamıştır." [267]

Tarık b. Süveyd'in şaraba dair soru sorması esnasında Peygamber (sa)in ona şarabı yasaklaması veya şarap yapmasını kerih görmesini de buna de­lil gösterirler. Ben şarabı tedavide kullanılmak üzere yapıyorum, deyince Hz. Peygamber şu şekilde ona cevap verir: "Şüphesiz ki o (şarap) bir ilaç değil­dir. O bir hastalıktır." Bu hadisi Müslim Sahih'inde rivayet etmiştir. [268]

Bu hadis-i şerifin zaruret haliyle kayıtlanma ihtimali vardır. Zehir ile te­davi olmak caiz ise de içilmesi caiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [269]

 

30- Zaruret Halinde Haramlardan Yararlanmanın Şartları:

 

"Mecbur kalırsa saldırmamak..." Bu buyruk haldir. İstisna olduğu da söy­lenmiştir.. Yüce Allah'ın: "Ğayra bâğin: Saldırmamak" buyruğundaki "Ğayra" (olum­suzluk anlamını veren edat), hal olarak nasb edilmiştir. Müstesna olmak üzere nasb edildiği de söylenmiştir. Eğer bu edatın yerine “fî” kullanılabiliyorsa haldir. Yerine "illâ" istisna edatı kullanılabiliyorsa istisnadır. Diğerle­rini de buna kıyas edin.

Bâğin: Saldıran, kelimesinin aslı, sonunda ya harflidir. Yâ harfi üzerinde ötre ağır geldiğinden sakin okunur. Tenvin de sakin olduğundan yâ harfi hazf edilmiştir. Sonundaki esre buna delâlet eder.

Katade, el-Hasen, er-Rabi' b. Zeyd ve İkrime'nin açıklamalarına göre an­lamı şöyledir: İhtiyacından fazla yememek suretiyle "saldırmamak" ve bu haramlara ilişmek ve yemek imkânı ile birlikte bunlardan yemeyerek "had­di aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur." es-Süddî der ki: Bunla­ra arzu ile ve lezzet duyarak "saldırmamak" karnını doyuruncaya kadar ye­mek suretiyle de "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur."

Mücahid, İbn Cübeyr ve başkalarına göre de anlamı şöyledir: Müslü­manlara "saldırmamak ve" onlara karşı "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur."

Buna göre saldırgan ve haddi aşan kimselerin kapsamına yol kesiciler, İs­lâm Devleti'nin meşru yöneticilerine karşı çıkanlar, akrabalık bağlarını kes­mek uğrunda, müslümanlara baskın yapmak yolunda yolculuk yapan ve ben­zeri durumda olanlar da girmektedir.

Bu açıklama doğru bir açıklamadır. Çünkü sözlükte bağy'in (saldırganhğın) asıl anlamı fesad çıkarmak maksadını gütmektir. Kötü işler yapan kadın hakkında da bu kökten gelen kelime kullanılır. Yüce Allah bu kökten olmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Ve cariyelerinizi de zinaya (el-biğa) zorlama­yın." (en-Nur, 24/33)

Bağy kelimesi bazen fesadın dışında birtakım şeyleri istemek, taleb etmek hakkında da kullanılabilir. Araplar (mesela) devesini aramak maksadıyla çı­kan kimseler hakkında da bu kelimeyi kullanır. Şairin şu beyitleri de bu tür­dendir:                        

"Büyü kastıyla yapılan düğümler seni hayır aramaktan alıkoymasın Çünkü uğursuz şeyler uğurlular, uğurlu denilen şeyler uğursuzlar gibidir." [270]

 

31- Haramın Mubah Kılınmasının Bir Diğer Şartı:

 

"Ve haddi aşmaksızın." Yüce Allah -önceden de açıkladığımız gibi- bü­tün mubahlardan istifade etmekten acze düştüğü zaruret halinde acizliğin­den ötürü haram olanların tümünden yemeyi helal kılmıştır. Buna göre mu­bah olan birşeyin bulunmaması haram olan şeyin mubah kılınması için bir şarttır. [271]

 

32- Masiyet Halinde Zaruret Dolayısıyla Ruhsattan Yararlanmak:

 

Zaruret hali ile birlikte masiyetin sözkonusu olması halinde (zaruretin ruh­satından yararlanmak hususunda) ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Me­sela, zaruret halinde olan kişi, yol kesmek veya gidip gelen yolcuları korkut­makta ise, Malik ve iki görüşünden birisinde Şafiî, ruhsattan istifade etme­sini -masiyeti dolayısıyla- mahzurlu görmüşlerdir. Çünkü yüce Allah, böyle birşeyi destek ve yardımcı olmak üzere mubah kılmıştır. İsyan eden kimse­ye yardım etmek ise helal değildir. Böyle bir kimse eğer haram kılınan bir-şeyden yemek isterse önce tevbe etsin, sonra yesin.

Ebu Hanife ve öteki görüşünde Şafiî ise isyan halinde olana bunu mubah görmüşler ve kişinin itaat halinde ya da isyan halinde olması için bu tür şey­lerin mubah kılınması açısından herhangi bir fark görmemişlerdir. İbnu'l Ara-bî der ki: Masiyetini devam ettirmekle birlikte böyle bir işi mubah görene hay­ret edilir. Kimsenin bu görüşte olduğunu da zannetmiyorum. Böyle bir gö­rüşü ileri süren kesinlikle hata eder.

Derim ki: Sahih ise bunun hilafınadır. Çünkü masiyet kastıyla yapılan yol­culukta kişinin kendi kendisini ölüme bırakması, içinde bulunduğu masiyet-ten daha büyük bir masiyettir. Nitekim yüce Allah: "Kendi nefislerinizi öl­dürmeyiniz" (el-Maide, 5/29) diye buyurmaktadır. Bu buyruk umumidir. Kaldı ki böyle bir kimsenin ikinci bir halde tevbe etmesi ve tevbenin işlediği günahlarını silmesi de muhtemeldir. Mesruk şöyle demektedir: Meyte, kan ve domuz eti yemek zorunda kalan bir kimse ölünceye kadar bunlardan ye-mese - Allah'ın onu affetmesi hali dışında - cehenneme girer. el-Kiya diye bi­linen Ebu'l Hasen et-Taberî de şöyle demektedir: Zaruret halinde meyteden yemek bir ruhsat değil, farz bir azimettir. Eğer meyteden yemeyecek olur­sa asi olur.

Diğer taraftan meyteden yemek, yolculuğun ruhsatlarından veya yolcu­luk şartına bağlı bir ruhsat değildir. Aksine ister yolculukta olunsun, ister ika­met halinde olunsun zaruretin sonuçlarındandır. Bu, tıpkı hasta olduğu tak­dirde ikamet halinde olan günahkârın orucunu açmasına benzer ve tıpkı su bulmamak halinde isyankârın yolculukta teyemmüm etmesine benzer. el-Ki­ya der ki: Bizce sahih olan da budur.

Derim ki: Bu hususta İmam Malik'ten gelen rivayetler farklıdır. Onun ka­bul ettiği görüşlerin meşhur olanı el-Bacî'nin el-Müntekâ adlı eserinde be­lirttiğine göre, zaruret halinde olan bir kimsenin masiyet kastıyla yaptığı yol­culukta (yenmesi haram kılınan şeylerden) yemesi caiz olur, şu kadar var ki namazını kısaltması ve orucunu açması caiz olmaz.

İbn Huveyzimendad da der ki: Zaruret halinde olanın yemesine gelince bu hususta itaat eden ile isyan eden arasında fark yoktur. Çünkü meytenin (zaruret halinde) hem yolculuk esnasında hem ikamet halinde yenilmesi ca­izdir. Masiyetler işlemek üzere yola çıkan bir kimsenin üzerinden ikamet ede­nin hükmü kalkmaz. Aksine mukîm olmaktan daha kötü bir haldedir. Oruç açmak ve namaz kısaltmak ise böyle değildir.

Çünkü bunlar yolculuk şartına bağlı iki ayrı ruhsattır. Buna göre yolculuk bir masiyet için yapıldığı takdirde yolculukta namazını kısaltması caiz olmaz. Çünkü böyle bir ruhsat yolculuğa has bir ruhsattır.

Buridan dolayı şöyle diyoruz: Masiyet kastıyla çıktığı yolculukta suyu bul­madığı takdirde teyemmüm eder. Çünkü teyemmüm hem yolculuk halinde hem ikamet halinde aynıdır. İşlemiş olduğu bir masiyet dolayısıyla böyle bir kimseye meyteden yemesini ve teyemmümde bulunmasını engellemek na­sıl caiz olabilir? Halbuki yemeği terkederse ölür, bu ise en büyük bir masi-yettir.

Teyemmümü terkederse namazı zayi eder. Böyle birisine şu şekilde söy­lemek caiz olur mu: Sen bir masiyet işledin haydi bir tane daha işle. İçki iç­miş olan bir kimseye zina et, zina eden bir kimseye, kâfir ol demek caiz olur mu? Veya her ikisine haydi namazı kılmayıverin denilebilir mi? Bütün bun­ları (İbn Huveyzimendad) Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde zikretmekte, İmam Malik'ten olsun, onun arkadaşlarından herhangi bir kimseden olsun farklı bir görüşten de söz etmemektedir.

el-Bacî ise şöyle demektedir: "Ziyad b. Abdurrahman el-Endelûsî'nin ri­vayetine göre yaptığı yolculuk sebebiyle âsi olan bir kimse namazını kısa kilar, Ramazan ayında oruç açar. Bütün bu hususlar arasında o fark gözetmez. Bu, aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşüdür. Yemekten uzak durmak su­retiyle kendisini öldürmesinin caiz olmayacağı hususunda ve farz olarak ye­mekle emrolunduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Masiyet kastıyla yol­culuğa çıkan bir kimse üzerinden namaz ve oruç gibi farz ve vacipler sakıt olmaz. Aksine bunları yerine getirmek zorundadır. İşte sözünü ettiğimiz şeylerin durumu da böyledir.

Birinci görüşü şöylece açıklayabiliriz: Bu gibi şeyler (namazın kısaltılma­sı, Ramazan ayında oruç açılması gibi) insanların ihtiyaçları dolayısıyla yol­culuklarda mubah kılınmıştır. Böyle bir kimsenin masiyetleri işlemek üzere -ve kendisini öldürmemek imkânı varken- bunlardan faydalanması mubah de­ğildir. İbn Habib der ki: Bu da önce tevbe etmesi, tevbe ettikten sonra da mey-te etini yemesi suretiyle gerçekleşebilir.

İbn Habib bu hususta yüce Allah'ın: "Kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur" buyruğuna sarıl­mıştır. Böylelikle meytenin zaruret dolayısıyla mubah kılınabilmesi için sal-dırmamasının şart koşulduğunu göstermektedir. Yol kesmek veya yolda gi­dip gelenleri soymak üzere yolculuk yapan yahut akrabalık bağını kesmek veya bir günah işlemek üzere yola çıkan bir kimse ise hem saldırgandır, hem de haddi aşan bir kimsedir. Dolayısıyla böyle bir yolculukta mübahlığın şart­ları bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır."

Derim ki: Bu hitaptan anlaşılanı delil göstermektir. Hitaptan anlaşılan (mef-humu'l-hitab)ı delil göstermek ise usûl alimleri arasında ihtilaflı bir husus­tur. [272] Âyet-i kerimenin düzeni ise saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın zaru­ret halinde olan için günah olmadığını ifade etmekte, öyle olmayanlar hak­kında da herhangi birşey dememektedir. Aslolan ise hitabın genel oluşudur. Herhangi bir sebep dolayısıyla bu genelliğin ortadan kalktığını ileri süren kim­senin buna dair delil getirmesi gerekir. [273]

 

34- Allah Gafurdur, Rahimdir. [274]

 

"Şüphesiz ki Allah Gafurdur Rahimdir." (yapılan isyanları bağışlar), dolayısıyla hakkında ruhsat verdiği şeylerden ötürü sorgulamaması öncelik­le sözkonusudur. O'nun belli şartlarda birtakım ruhsatlar vermiş olması da rahmeti cümlesindendir. [275]

 

174. Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi gizleyip de onu az bir bedel­le satanlar, işte onlar karınlarına ateşten başka birşey yemez­ler. Kıyamet gününde ise Allah onlarla konuşmaz. Onları temi­ze çıkarmaz. Onlar için acıklı bir azap da vardır.

 

"Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi gizleyip de.." Yahudi ilim adamları yüce Allah'ın Tevrat'ta indirmiş olduğu Muhammed (s.a)'ın niteliklerini ve pey­gamberliğinin doğruluğunu gizlediler.

Burada yer alan "indirdiği" buyruğu "açığa çıkarıp izhar ettiği" demek­tir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm diyenden..." (el-En'âm, 6/93); ortaya çıkartacağım diyenden, de­mektir.

Bu kelimenin, asıl anlamı üzere olduğu da söylenmiştir. Yani yüce Allah'ın melekleri aracılığıyla peygamberlerinin üzerine gönderdiklerini gizleyenler; "Onu" yani gizledikleri şeyleri "az bir bedel ile" yani rüşvet almak karşılı­ğında "satanlar." Burada alınan bedele "az" denilmesi süresinin sona er­mesi, akibetinin kötü olması dolayısıyladır. Onların aldıkları rüşvetin (vebal­lerine oranla) az olmasından ötürü böyle denildiği de söylenmiştir.

Derim ki: Bu âyet-i kerime her ne kadar yahudi alimleri hakkında ise de elde edeceği dünyalık sebebiyle kendi isteğiyle hakkı gizleyen müslüman-ları da kapsamına alır. Bu hususa dair açıklamalar daha önceden [276] geçmiş bulunmaktadır.

"Karınlarına" buyruğunda "karınlar" kelimesinin zikredilmesi yemenin gerçek anlamıyla olacağına delalet etmesi ve te'kid içindir. Çünkü, filan ki­şi benim arazimi yedi ve benzeri ifadelerde "yemek" tabiri mecazî olarak da kullanılabilir. Yine "karınlar" kelimesinin zikredilmesi ile onların açgözlülük­lerine ve herhangi bir değer taşımayan bir miktar yiyecekten elde edecek­leri pay karşılığında ahiretlerini satmış olduklarına dikkat çekilmektedir.

"Ateşten başka" buyruğunun anlamı ise şudur: Onların o aldıkları bedel, onlar için haramdır. Bunu aldıkları için Allah da onları ateş ile azablandıra-caktır. Böylelikle onların aldıkları rüşvetleri Allah "ateş" diye adlandırmaktadır. Çünkü bu aldıkları bedel onları ateşe götürür. Müfessirlerin çoğunlu­ğu böyle söylemiştir.

Şöyle de açıklanmıştır: Yani yüce Allah, hakkı gizlediklerinden dolayı ger­çek anlamıyla ateş yemek suretiyle cehennemde onları cezalandıracaktır. Böy­lelikle yüce Allah sonunda ulaşacakları durumu "hal" ifade eden kiplerle an­latmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Şüphe yok ki zulüm­le yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar." (en-Nisâ, 4/10); yani böyle yapanların sonuçta varacakları durum budur.

Şairlerin söyledikleri şu ifadeler de bu türdendir:

"Ölmek için doğurunuz, sakım için bina yapınız."

Yine bir başkası şöyle demiştir:

"Annenin doğurdukları ölüm içindir."

Bir başkası da:

"Biz bu evlerimizi zaman onları yıksın diye yapıyoruz" (demektedir).

Bu tür anlatımlar Kur'ân'da da şiirde de pek çoktur.

"Kıyamet gününde İse Allah onlarla konuşmaz." Bu, Allah'ın onlara olan gazabını ve onlardan razı olmasının sözkonusu olmayacağını ifade etmekte­dir. Çünkü: Bir kimseye kızıp gazap ettiğinde onunla konuşmayacağı söyle­nir. Taberî de der ki: Bu, Allah sevecekleri bir şekilde onlarla konuşmaya­caktır, demektir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Orada ha­kir olarak kalın ve Benimle konuşmayın." (el-Mü'minun, 23/108)

Bunun, melekleri onlara selam vermek üzere göndermeyeceği anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Onları temize çıkarmaz." Onların kötü olan amellerini ıslah edip temiz­lemez, arındırmaz. ez-Zeccâc der ki: Allah onlardan hayır ile söz edip övmez, onları temiz kimseler diye adlandırmaz.

"Onlar İçin acıklı" yani acı ve ıstırap verici "bir azap vardır." Buna da­ir açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/10. âyette) geçmiş bulunmaktadır.

Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edil­mektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Üç kişi vardır ki kıyamet gününde Al­lah onlarla konuşmaz, onları temize çıkarmaz, onlara bakmaz ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. (Bunlar): Zina eden yaşlı, yalan söyleyen bir hü­kümdar ve büyüklük taslayan fakir." [277]

Bu hadis-i şerifte özellikle bu gibi kimselerin can yakıcı azaba uğrayıp ağır ceza çekeceklerinin belirtilmesi, sadece ve sadece inat olsun diye bu işleri yaptıklarından ve onları bu masiyetlere iten şeyin oldukça önemsiz olmasından dolayıdır. Çünkü onlar böyle bir şeyi ihtiyaçlarından dolayı yapmamak­ta, böyle olmayıp onlar gibi olmayanların bu gibi hallere ittiği bir zaruret ile bunlar karşı karşıya kalmamaktadır.

Hadis-i şerifte "ve onlara bakmaz" buyruğunun anlamı ise onlara merha­met buyurmaz, onlara şefkat etmez demektir. Yüce Allah'ın izniyle Al-i İm-ran Sûresi'nde (77. âyet 1. başlıkta) buna dair açıklamalar gelecektir. [278]

 

175. Onlar hidâyete karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azabı satın aldılar. Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıymışlar!

 

Yüce Allah'ın: "Onlar hidâyete karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azabı satın aldılar" buyruğuna dair açıklamalar daha önceden (16. âyetin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır. Azap sapıklığa tabi olup mağfiret de onla­rın kabul etmedikleri, bir kenara ittikleri hidâyete bağlı olduğundan dolayı kelimenin anlamı genişletilerek "satın almak" tabiri ile bu tutumlan ifade edil­mektedir.

"Onlar ateşe ne kadar da dayanıklıymışlar!" buyruğu aralarında el-Ha-sen ve Mücahid'in de bulunduğu çoğunluğun görüşüne göre bu ifade teac-cüb (hayret) anlamındadır. Ve burada hayret etmeleri istenenler, yaratıklar­dır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sizler bunların ateşe karşı dayanıklı oluşların­dan ve orada kalacakları süreden dolayı hayret ediniz. Kur'ân-ı Kerim'de (bu tür teaccüb ifade eden) şu buyruklar da bulunmaktadır: "Kahrolası o insan; ne kadar da nankördür o!" (Abese, 80/17); "Onlar neler neler görür, neler ne­ler işitirler (hayret)!" (Meryem, 19/38) İşte bu buyrukların da ifade ettikleri anlam budur. (Teaccüb ve hayrettir). Bu açıklamaları Ebu Ali (yapmıştır).

el-Hasen, Katade, İbn Cübeyr ve er-Rabî' der ki: Allah'a yemin olsun ki onlar cehenneme dayanamayacaklardır. Fakat cehenneme karşı ne kadar da cesaretli imişler! Bu şekilde bir anlatım Yemenlilerin kullandıkları bir üslup­tur ve bilinmektedir. el-Ferrâ der ki: Bana el-Kisaî haber verip şöyle dedi: Ba­na Yemen Kadısı şunu bildirdi: îki davalı yanına gelip davalaştılar. Onlardan birisinin yemin etmesi gerekti. Yemin etti. Arkadaşı ona: Sen Allah'a karşı ne kadar da dayanıklı imişsin! dedi. Ona karşı ne kadar da cüretkâr imişsin, de­mek istedi.

Burada buyruk şu anlama gelmektedir: Onlar cehenneme götürecek işler yaptıkları için ateşe karşı ne kadar da cesaretlidirler! ez-Zeccâc'ın nakletti­ğine göre bunun anlamı: Onlar cehennemde ne kadar da uzun bir süre kalacaklardır, şeklindedir. Bu ifade ise: Filan kişi hapse ne kadar da dayanık­lıdır, yani orada ne kadar da çok kaldı anlamındaki ifade türündendir.

Bu buyruğun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Onların cehennemden çe­kinip sakınmaları ne kadar da azdır! İşte bu şekildeki az sakınmaları "sabır ve dayanıklılık" diye ifade edilmektedir.

el-Kisaî ve Kutrub da şöyle demişlerdir: Yani bunlar cehennemliklerin amellerini ne kadar da sürdürüp devam ettiriyorlar!

Bir görüşe göre de burada soru, azarlamak anlamındadır. (Teaccüb anla­mında değildir). Bu açıklamayı İbn Abbas, es-Süddî, Ata, Ebu Ubeyde Ma'mer b. el-Müsennâ yapmıştır. Bunun da anlamı şöyle olur: Onların cehen­nemliklerin amellerine dayanıp sabretmelerini sağlayan şey nedir?

Bunun onları küçümsemek ve yaptıklarını hafife almak anlamına bir so­ru olduğu da söylenmiştir. [279]

 

176. Bunun sebebi: Allah'ın, kitabı hak ile indirmesidir. Muhakkak ki kitapta anlaşmazlığa düşenler elbette uzak bir ayrılık için­dedirler.

 

Bu buyruktaki: “Zâlike” kelimesi ref mahallindedir ve hükme işaret etmek­tedir. Şöyle demiş gibidir: Haklarında verilen cehennemliklerden olmak hükmünün sebebi Allah'ın kitabı hakla indirmesidir.

ez-Zeccâc der ki: Bunun takdiri şöyledir: İş böyle olacaktır veya işte bu iş ya da onların bu azabı Allah'ın kitabı hakla indirmesinden dolayıdır, şek­lindedir.

el-Ahfeş der ki: Buradaki "bu" kelimesinin haberi zikredilmemiştir. Bunun anlamı ise: Onlar bunu biliyorlar.

Bunun sebebi ise., şeklindedir. Bunun nasb mahallinde olup: Bizim on­lara bunu yapmamızın sebebi., anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Bunun sebebi Allah'ın, kitab'ı" burada Kur'ân-ı Kerim demektir.

"Hakla" yani doğrulukla bir görüşe göre de açık ve kesin delil ile "indir­mesidir. Muhakkak ki kitap'ta" burada da Tevrat anlamındadır; "anlaşmaz­lığa düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler." Hıristiyanlar Tevrat'ta Hz. İsa'nın niteliklerinin bulunduğunu ileri sürdüler, yahudiler ise onun ni­teliklerini reddedip inkâr ettiler.

Bir görüşe göre ise onlar Tevrat'a yapışmak hususunda atalarına ve geç­mişlerine muhalefet ettiler. Bir diğer açıklamaya göre: Tevrat'ta bulunan Muhammed (s.a)'in niteliklerine aykırı davranışlarda bulundular ve Tevrat hak­kında anlaşmazlığa düştüler.

Burada da "kitap" ile Kur'ân'ın kastedildiği söylenmiştir. Anlaşmazlığa dü­şenler ise Kureyş kâfirleridir. Onların kimisi Kur'ân bir büyüdür, kimisi geç­mişlerin efsanesidir, kimisi uydurulup iftira edilmiştir ve buna benzer şeyler söylemektedir.

"Ayrılık içinde olmanın" ne anlama geldiğine dair açıklamalar ise daha önceden (137. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. [280]

 

177. Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz birr değildir. Fakat birr, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamber­lere iman eden, ona olan sevgisine rağmen malı akrabasına, yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere, kölelere veren, namazını dosdoğru kılan, zekâtını verenin, ahidleşince ahid-lerini yerine getirenlerin, sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kı­zıştığı zamanlarda sabredenlerinkidir. İşte sâdık olanlar da bunlardır, takva sahibi olanlar da bunlardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

 

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi.... birr değildir" buyruğunda kimlerin kas­tedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Katade der ki: Bize anlatıldığına göre adamın biri Peygamber (s.a)'e "birr"in mahiyetini sorar. Bunun üzeri­ne de yüce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. [281]

Yine Katade der ki: Kişi farzlar emrolunmadan önce Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve Rasûlü olduğuna şahitlik ettiği ve sonra da bu haliyle öldüğü takdirde, cennet onun için hak olurdu. İşte yü­ce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu.

er-Rabî ve yine Katade der ki: Burada hitap yahudilerle hıristiyanlaradır. Çünkü bunlar, Allah'a yönelmek ve yüzlerini döndürmek hususunda ihtila­fa düşmüşlerdir. Yahudiler Beytü'l-Makdis'e doğru, hıristiyanlar ise güneşin doğduğu tarafa yönelirler. Buna karşılık kıblenin değiştirilmesi hususunda ile­ri geri konuşup her bir kesim kendisinin yöneldiği tarafın üstün olduğunu ileri sürünce onlara: Hayır, birr sizin üzerinde bulunduğunuz bu durum de­ğildir, fakat birr Allah'a iman eden ... inkidir, denildi. [282]

 

2- "Birr" Kelimesinin Okunuşu:

 

Hamza ve Hafs buradaki "el-Birr" kelimesini "el-Birra" şeklinde okumuş­lardır. Çünkü "Leyse: değildir" edatı "kâne: idi" kabilindendir. Bundan son­ra gelen iki marifeden istediğini isim ve haber yapabilirsin. Burada "Leyse"den sonra "el-birr" kelimesi geldiğinden onu (haber yaparak) nasb etmiştir. "Döndürmeniz" anlamındaki “En tuvellu” yı da isim yapmıştır.

Mastarın (başına fiili mastara çeviren edat gelmiştir) isim olması ise daha uygundur. Çünkü belirtisiz (nekire) gelmez. "el-Birr" kelimesi ise bazan ne-kire gelebilir, fiil de tarifte (marife oluşta) daha güçlüdür.

Buna karşılık geri kalanlar ise "el-birru" şeklinde ve "leyse"nin ismi ka­bul ederek okumuşlardır.

Haberi ise "döndürmeniz" anlamındaki ibaredir. Bu ikinci okuyuşun tak­diri; Birr, yüzlerinizi ... döndürmeniz değildir, şeklindedir.

Birinci okuyuşun takdiri ise: Yüzlerinizi... döndürmeniz birr değildir, şek­lindedir. Yüce Allah'ın şu buyruklan da bunun gibidir: "Onların delilleri 'eğer doğru söyleyenler iseniz babalarımızı getiriniz' demekten başka birşey ol­madı." (el-Câsiye, 45/25); "Bundan sonra kötülük edenlerin akıbeti kötülük oldu, çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanladılar." (er-Rûm, 30/10); "Son­ra ikisinin de akıbetleri orada ebedî kalmak üzere ateşin içinde kalmala­rıdır" (el-Haşr, 59/17) buna benzer daha başka buyruklar da vardır.

"el-Birr" kelimesinin geçtiği ikinci âyet-i kerimede bu kelimeden sonra "be" harf-i cerri geldiğinden dolayı bu kelimenin icma ile ref ile (el-birru) şeklin­de okunması ikinci okuyuşu daha da kuvvetlendirmektedir ki sözkonusu âyet-i kerime şöyledir: "Birr, evlere arkalarından girmek değildir." (el-Bakara, 2/189) Bu halde ancak ref ile okumak caizdir. Böylece birincinin ikinciye hamledilmesi (onun gibi okunması) ondan farklı okunmasından daha iyidir.

Diğer taraftan Ubey b. Ka'b'ın Mushaf'ında da (bu âyette) bu kelimeden sonra "be" harfi gelmiş bulunmaktadır. İbn Mes'ud'un Mushaf'ında da böy­ledir, kıraat alimlerinin çoğunluğu da bunu kabul etmiştir. Bununla birlikte her iki okuyuş şekli de güzeldir. [283]

 

3- Birr'in Anlamı:

 

"Fakat birr, Allah'a.. İman eden... " Burada "el-birr" kelimesi bütün ha­yırları kapsayan bir isimdir. İfadenin takdiri şöyledir: "Fakat birr, Allah'a iman edenin., yaptığı birrdir (iyiliktir)." Görüldüğü gibi muzaf hazfedilmiştir. Yü­ce Allah'ın: "O kasabaya sor." (Yusuf, 12/82); "Buzağı kalplerine içirilmişti" (el-Bakara, 2/93) buyruklarında olduğu gibi. [284] Bu açıklama el-Ferra, Kutrub ve ez-Zeccâc'a aittir. Şair de şöyle demiştir:

"Çünkü o ancak ya bir ikbaldir veya bir sırt çeviriştir."

Yani ya ikbal sahibidir veya sırt çevirendir, demektir. en-Nâbiğa da şöy­le demiştir:

"Arkadaşlığı Ebu Merhab'ı (gölgeyi) andıran hale gelen kimsenin Arkadaşlığını nasıl sürdürürsün?"

Burada kasıt Ebu Merhab'ın arkadaşlığı gibi arkadaş olan demektir. Mu­zaf hazfedilmiştir.

Bu buyruğun anlamının: Fakat iyilik sahibi şudur ki... şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah nezdinde yüksek derecelerdirler" (Âli İmran, 3/163); yani yüksek derecelere sahip kimselerdir, demektir.

Bu âyet-i kerimenin inişiyle ilgili şu açıklamalar da vardır: Peygamber (s.a) Medine'ye hicret edip farz namazlar emrolunup kıble Ka'be'ye döndürülüp bütün hadler tayin ve tesbit edildikten sonra yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi ve şöyle buyurdu: Birr'in bütünü sadece sizin namaz kılıp da başka birşey yapmamanızdan ibaret değildir. Fakat birr yani iyilik sahibi kimse, Al­lah'a ibadet eden... kimsenin yaptığıdır. Bu açıklama İbn Abbas, Mücahid, Dahhâk, Ata, Süfyan ve ez-Zeccâc'a aittir.

Buradaki "birr" kelimesinin (iyilik yapan anlamına gelen): el-Bârr ve el-berr anlamında olması da mümkündür. Kimi zaman fail, mastar anlamını ifa­de eden kelime ile de kastedilebilir.

Nitekim adi (adaletli) bir adam, oruç ve fıtr, (yani oruçlu ve oruçsuz) da denilebilmektedir. Âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: "Eğer suyunuz yerin dibine geçmek (yani geçmiş) olursa" (el-Mülk, 67/30) Ebu Ubeyde'nin tercih ettiği açıklama şekli budur.

el-Müberred de şöyle demektedir: Ben eğer Kur'ân-ı Kerim'i okuyan kı­raat erbabından birisi olsaydım "be" harfini üstün olarak "fakat el-berr (iyi­lik yapan)" diye okurdum, demiştir. [285]

 

4- Sözlerinde Duranlar ve Sabredenler:

 

Yüce Allah'ın: "Abidleşince ahidlerini yerine getirenlerin... sabredenlerinkidir" buyruğu ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: "Ahidlerini yerine ge­tirenlerin" kelimesi "iman eden" deki “Men” üzerine atfedilmiştir. Çünkü bu kelime çoğul anlamında ve ref mahallindedir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Fa­kat iyilik, iman edenler ve ahidlerini yerine getirenlerinkidir. Bu açıklama el-Ferrâ ve el-Ahfeş'e aittir.

"Ve’s-sabirin: Sabredenler" kelimesi ise ya övmek kastıyla nasbedilmiştir veya ondan önce gizli bir fiil sözkonusudur. Araplar övmek ve yermek için kullandıkları isimleri nasbederler. Sanki böyle yapmakla övdükleri ya da yer­dikleri kişiyi bu hususta tek başına tutmak ve sözün baş tarafına onu tabi kıl­mak istemeyerek nasbet derler. Övmek kastıyla bu şekilde nasbedilen buy­ruklardan birisi de: "Ve namazı dosdoğru kılanlara.." (en-Nisa, 4/162) buy­ruğunda görülmektedir. el-Kisaî de üzere şu beyitleri kaydetmektedir:

"Her bir kavim kendilerini doğru yola iletenin emrine itaat ettiler.

Numeyr müstesna, onlar kendi azgınlarının emrine itaat ettiler.

(Düşmanlarından korktukları için) göç edenler, buna karşılık (kendilerinden korkulmadığından) hiçbir kimsenin göç etmesine sebep olamayanlar

Ve göç edip arkada bıraktıkları (yurtlan için): biz bu evi kime bırakıyoruz? diyenler(dir onlar)."

Ebû Ubeyde de şu beyitleri buna örnek olarak göstermektedir:

"Uzağa gitmesin benim o kavmim

Düşmanlara zehirdirler; (misafirlere çokça ikram ettikleri için) develer için bir afettirler

Her savaşa katılırlar

Ve iffetlerini koruyan temiz insanlardır."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Biz Dabbeoğulları ki, Cemel sahipleriyiz..."

Burada kendilerini övmek üzere nasb okumuştur.

Yermek kastıyla nasbetmeye gelince yüce Allah'ın şu buyruğu buna ör­nektir: "Onlara nerede olurlarsa olsunlar lanet edilmiştir." (el-Ahzâb, 33/61) Urve b. el-Verd de şöyle demiştir:

"Bana şarap içirdiler, sonra etrafımı kuşattılar

Allah'ın düşmanları (kahrolasıca) yalan ve uydurmalarla."

Bu şekilde sıfatların kullanılması oldukça geniş bir yol ve açıkça bilinen bir husustur. İ'rab açısından bunun tenkid edilecek bir tarafı yoktur ve be­lirttiğimiz gibi Arap dilinde bu, kullanılan ve varolan birşeydir.

Yaptığı açıklamalarda oldukça zorlamalara kaçan birisi şöyle demiştir: Bu, ana Mushafı yazdıklannda yazıcıların düştükleri bir hatadır. Buna delil ise Hz. Osman'dan Mushafa bakıp da dediği kaydedilen şu rivayettir: Ben bunda lahn (dil kurallarına aykırılıklar) görmekteyim. Bununla birlikte Araplar, doğru ko­nuşmalarıyla da bunu doğrultacaklardır. [286] Aynı şekilde en-Nisa Sûresi'nde: "Namazları dosdoğru kılanlar" (en-Nisa, 4/162) âyetiyle Maide Sûresi'nde-ki "Ve Sabitler" (el-Maide, 5/69) kelimesi de bu şekildedir.

Bu şekilde zorlamalı açıklamalarda bulunana verilecek cevap ise az ön­ce kaydettiğimiz açıklamalardır.

Şöyle de denilmiştir: "Abidlerini yerine getirenler" buyruğu mübteda olup merfudur, haberi ise hazfedilmiştir. Takdiri: Onlar ahidlerini yerine ge­tirenlerdir, demektir.

el-Kisaî der ki: Bu âyet-i kerimedeki "sabredenler" buyruğu "akrabası­na" buyruğu üzerine atfedilmiştir. Sanki: "Ve sabredenlere veren" denilmiş gibidir. en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bu bir hatadır ve apaçık bir yanlış­lıktır. Çünkü "sabredenler" kelimesini atfedersek mansup okuyup "akraba­sına" kelimesi bu sefer “Men” kelimesinin sılasına dahil olur. Diğer taraftan "ahidlerini yerine getirenler" buyruğunu “Men” üzerine nesak atfı olarak ref ettiğimiz takdirde, bu sefer sıla bitmeden önce ona nesak yapmış olur ve sı­la ile mevsulun arasını matuf ile ayırmış oluruz.

el-Kisaî de der ki: Abdullah'ın kıraatinde ise: "(mansub olarak) ahidleri­ni yerine getirenler ve sabredenler" şeklindedir. Yine en-Nehhâs şöyle de­mektedir: O takdirde bunlar "akrabasına" üzerine atf-ı nesak yapılmış veya övmek kastıyla nasbedilmiş olurlar."

el-Ferrâ şöyle demektedir: Abdullah (b. Mesud'un) en-Nisa Sûresi'ndeki: "Namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler" (en-Nisa, 4/162) buyruğunda "dosdoğru kılanlar" kelimesini mansub "verenler" kelimesini ise ref ile okumuştur.

Ya'kub ve el-A'meş ise bu âyet-i kerimede geçen: "ahidlerini yerine ge­tirenler" ve "sabredenler" kelimelerini merfu olarak okumuştur. el-Cahde-rî de "ahid" kelimesini çoğul olarak şeklinde okumuştur.

"Yerine getirenler" kelimesinin "iman eden" buyruğundaki zamire atfedildiği de söylenmiştir. Ancak Ebu Ali bunu kabul etmeyerek şöy­le der: Anlamın onunla ilgisi yoktur. Çünkü burada anlatılmak istenen iyilik, Allah'a iman edenin imanı ile ahidlerini yerine getirenlerin yaptığıdır, şek­linde değildir. Burada kahraman kim ileri giderse odur ve Amr'dır demek gi­bi değildir. Burada "iman eden" buyruğundan sonra anlatılanlar ile iman eden kimselerin fiilleri ve nitelikleri sayılmaktadır. [287]

 

5- Bu Ayetin Önemi:

 

İlim adamlarımız der ki: Bu âyet-i kerime ana hükümleri dile getiren bü­yük bir âyettir. Çünkü bu âyet-i kerime onaltı kaide ihtiva etmektedir: Allah'a, O'nun isim ve sıfatlarına iman -ki biz bunları "el-Kitabu'l-Esna..." adlı esi­rimizde açıklamış bulunuyoruz- neşr, haşr, mizan, sırat, havz, şefaat, cennet ve cehennem -buna dair açıklamalarımızı da "et-Tezkire" adlı eserimizde yap­mış bulunuyoruz- meleklere, indirilmiş kitaplara, bu kitapların -önceden de geçtiği üzere- Allah'tan gelmiş hak kitaplar olduğuna, peygamberlere ima­nı, farz olsun vacip olsun, gereken yerlerde mal infak edip, akrabalık bağ­larını gözetmeyi, onların bağlarını koparmayı terketmeyi, yetimleri araştırıp gözetmeyi, onları ihmal etmemeyi, aynı şekilde yoksulları da gözden uzak tutmamayı, diğer taraftan ibnu's-sebil'i -bir görüşe göre yolunu devam etti­remeyen yolcu, bir görüşe göre misafirdir- gözetmeyi, dilencileri gözetip kö­leleri kölelikten kurtarmayı ihtiva etmektedir.

Buıja dair açıklamalar sadakalarla ilgili âyet-i kerimede (et-Tevbe, 9/60) gelecektir. Ayrıca bu âyet-i kerime namazın korunması, zekâtın verilmesi, ve­rilen ahidlerin yerine getirilmesi, sıkıntılara karşı sabretmesi ilkelerini de ih­tiva etmektedir. Bu kaidelerden her birisi başlı başına bir kitap yazmayı ge­rektirir. Bunların çoğunluğuna daha önceden dikkat çekilmiş bulunulmak­tadır. Geri kalanları ise yüce Allah'ın izniyle yeri geldikçe açıklanacaktır.

Yalnızca yetim olduğu için zengin olsa dahi akrabalık bağlarını gözetmek kastıyla yetim kimseye nafile sadaka verilir mi, yoksa fakir olmadıkça veril­mez mi hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bu görüş ayrılığı ise hemen şimdi açıklayacağımız gibi; farz zekâtın dışında mal vermek hak­kındadır. [288]

 

6- Malı Veren..

 

Şüphesiz malda zekatın dışında bir hak vardır ve ancak bununla birr kemal derecesine ulaşır, diyen kimseler, yüce Allah'ın: "Ona olan sevgisine rağmen malı... kölelere veren" buyruğunu kendi lehlerine delil gösterirler. Burada farz olan zekâtın kastedildiği söylenmiş ise de birinci görüş daha sahihtir.

Çünkü Darakutnî Fatıma bint Kays'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Şüphesiz ki malda zekâtın dışında bir hak vardır." Daha sonra Hz. Pegyamber: "Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürme­niz birr değildir.." âyetini sonuna kadar okudu. [289]

Bu hadisi ayrıca İbn Mâce, Sünen'inde, [290] Tirmizî de Cami'inde (Sünen'inde) rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Bu hadis isnadı pek kuvvetli ol­mayan bir hadistir. (Senedinde geçen) Ebu Hamza Meymun el-A'ver zayıf ka­bul edilmektedir. Beyân ve İsmail b. Salim bunu eş-Şa'bî'den, onun bir sö­zü olarak rivayet etmektedirler ki bu daha sahihtir." [291]

Derim ki: Bu hadis her ne kadar tenkid edilmiş ise de bunun sıhhatine biz-zatbu âyet-i kerimede yer alan yüce Allah'ın: "Namazını dosdoğru kılan, zekâtı veren" buyruğu delil teşkil etmektedir. Görüldüğü gibi burada zekâ­tı namaz ile birlikte sözkonusu etmektedir. Bu ise yüce Allah'ın: "Ona olan sevgisine rağmen malı., kölelere veren" buyruğundan kastın farz olan ze­kât olmadığının delilidir. Eğer böyle birşey olsaydı o takdirde bu bir tekrar olurdu. Bununla birlikte doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İlim adamları ittifakla şunu kabul ederler: Zekâtın eda edilmesinden son­ra müslümanlar birtakım ihtiyaçlarla karşı karşıya kalacak olurlarsa, bu ih­tiyacı karşılamak üzere gereken harcamanın yapılması gerekir.

İmam Malik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demektedir: İsterse bü­tün mallarını kuşatacak kadar olsun, insanların (müslümanların) fidye vere­rek esirlerini kurtarmaları vaciptir. Aynı zamanda bu bir icmadır ve bizim ter­cih ettiğimiz görüşün gücünü daha da artırmaktadır. Başarı Allah'tandır. [292]

 

7- "Ona Olan Sevgisine Rağmen.."

 

Yüce Allah'ın: "Ona olan sevgisine rağmen" buyruğundaki zamirin kime ait olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Bu zamirin malı verene ait olduğu ve mef ul olan "mal" kelimesinin hazfedildiği söylenmiştir.

Diğer taraftan "akrabasına" kelimesinin "sevgi" ile nasbedilmesi caizdir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Akrabasına sevgi duyması ile birlikte malını veren, demek olur.

Buradaki zamirin mala ait olduğu da söylenmiştir. O takdirde masdar me-fule izafe edilmiş olur. İbn Atiyye der ki: "Ona olan sevgisine rağmen" buy­ruğu konuşma esnasında beliğ bir itiraz (ara cümleciği) olarak gelebilir.

Derim ki: Yüce Allah'ın: "Ona olan sevgilerine rağmen yoksula... yemek yedirirler" (el-İnsan, 76/8) buyruğu da buna benzemektedir. Burada hem iti­raz (ara cümleciği) hem de masdarın mefule izafe edilmesi birarada kullanıl­mıştır. Yemeğe olan sevgilerine rağmen onu yoksula yedirirler, demektir. Yü­ce Allah'ın şu buyruğu da bu şekildeki kullanımın, ara cümleciği olarak kul­lanılmasına örnektir:

"Erkek veya kadın her kim. -o mü'min olduğu halde- salih amellerden iş­lerse işte onlar..." (en-Nisa, 4/124) Bu, belagat âlimlerine göre "tetmim" di­ye adlandırılır, belagatın türlerinden bir türdür. Aynı zamanda buna ihtiras ve ihtiyat da denilir. Burada yüce Allah "ona olan sevgisine rağmen" buyru­ğu ile "o mümin olarak" buyruğundaki ifadeleri tamamlamaktadır. Züheyr'in şu beyiti de bu türdendir:

"Kim bir gün Herim ile her ne halde olursa olsun karşılaşırsa Görür ki eliaçıklık cömertlik onun huyudur"

İmru'1-Kays da der ki:

"Ondan bir şey istemeden sana veren büyüğe (gidersen);

Cimriliğini ve usandığını görmeksizin çeşit çeşit cömertlikle verdiğini görürsün." Burada birinci beyitte, ikinci beyitte de güzel bir şe­kilde tetmımdir. Antere'nin şu beyitinde de böyle bir tetmim vardır:

"Bildiğin üzre benden övgüyle söz et, çünkü ben

Muaşereti kolay olan bir kimseyim -eğer bana zulmedilmezse-."

Burada da "eğer bana zulmedilmezse" tabiri güzel bir şekilde tetmimdir. Tarafe de şöyle demiştir:

"-Orayı ifsad etmeksizin- senin yurdunu sulasın Bahar yağmuru ve devamlı yağan yağmurlar."

er-Rabi' b. Dab' el-Fezârî de şöyle demektedir:

"Ben çürüyüp gittim fakat benim yaptıklarım ve konuşmalarım çürüyüp gitmez Herkes de öyle -söyledikleri müstesna- fanidir."

Burada birinci beyitte: "orayı ifsâd etmeksizin" ifadesi ile ikinci beyitte: "söyledikleri müstesna" tabirleri tetmim ve ihtirasdır. Ebû Heffân da der ki:

"Ölüm ruhlarımızı yoketti -zulmetmeksizin-

Cömertlik de bizim mallarımızı tüketti -ayıplamaksızm-."

Burada şairin "zulmetmeksizin" ile "ayıplamaksızın" sözleri tetmim ve ih­tiyattır, şiirde bunun benzerleri pek çoktur.

Âyetteki bu zamirin "verme"ye ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü fiil onun masdarını göstermektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzer: "Allah'ın lütfundan kendilerine verdikleri ile cimrilik edenler sanmasınlar ki o ken­dileri için daha hayırlıdır" (Âli İmran, 3/180); yani onlar cimriliğin kendi­leri için daha hayırlı olacağını zannetmesinler. Çünkü malı vermek, insanlar muhtaç oldukları veya fakirlikle karşı karşıya kaldıklarında onlar tarafından sevilen birşeydir.

Bu zamirin yüce Allah'ın: "Allah'a iman eden" buyruğundaki "Allah" ism-i celaline ait olduğu da söylenmiştir. Anlamı da şudur: Maksat kişinin bütün bu alanlarda sağlıklı, mala karşı tutkun, fakirlikten korkup hayatta ka­lacağından emin iken tasaddukta bulunmasıdır. [293]

 

8- Ahidlerini Yerine Getirenler:

 

"Ahidleşince ahidlerini yerine getirenlerin.." Yani gerek kendileri ile yüce Allah arasında olsun, gerek kendileri ile insanlar arasında olsun ahid-lerine bağlı kalanların, "sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlar­da sabredenler inkidir."

Buradaki sıkıntı (el-be'sâ)dan kasıt, darlık ve fakirlik, hastalık; (ed-dar-râ)dan kasıt ise hastalık ve kötürümlüktür. Bu açıklamayı İbn Mes'ud (r.a) yap­mıştır. ,Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah buyuruyor ki: Ben kullarımdan herhangi birisini yatağında bırakacak bir bela ile mübtela kılıp da ziyaretine gelenlere şikâyette bulunmazsa ona etinden daha hayırlı bir et, kanından daha hayırlı bir kan veririm. Onun canını alırsam rahmetime alı­rım, ona afiyet ihsan edersem günahı kalmamış olarak ona afiyet veririm." Ey Allah'ın Rasûlü: Etinden daha hayırlı bir et ne demektir, diye sorulunca şu cevabı verdi: "Günah işlemeyen bir et demektir." Peki, kanından daha ha­yırlı bir kan ne demektir diye sorulunca: "Günah işlemeyen bir kan demek­tir" diye cevap verir. [294]

el-Be'sâ ile ed-darrâ "fa'lâ" vezninde iki isimdir. Bunların fiilleri yoktur. Çünkü ikisi de sıfat olmayıp isimdirler.

"İşte sadık olanlar da bunlardır, takva sahibi olanlar da bunlardır" buyruğuyla yüce Allah, onlan yaptıkları işlerinde doğruluk, takva ve onlara bağ­lı kalmak ile din hususunda ciddi ve gayretli olmakla nitelendirmektedir ki bu da övgünün oldukça ileri bir derecesidir.

Doğruluk (sıdk) yalanın zıddıdır. Gayretle savaşılması halinde savaşan­lar hakkında: "(JlüJl »>yjû»): Onlara karşı çok iyi savaştılar" denilir. Sıddîk doğruluktan ayrılmayan kimse demektir.

Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Doğruluğa sımsıkı sanlınız. Çün­kü doğruluk (sıdk) birre (iyiliğe) götürür. Birr ise cennete götürür. Kişi, doğ­ru söylemeye devam edip doğruyu araştırıp durursa sonunda Allah katında sıddîk diye yazılır." [295]

 

178. Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıl­dı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir. Fakat kime onun kardeşi tarafından birşey affolunursa, artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafiflet­me ve bir rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa onun için pek acıklı bir azap vardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onyedi başlık halinde sunacağız:

 

1- Âyetin Nüzul Sebebi:

 

Buhârî, Nesaî ve Dârakutnî İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmek­tedirler: "İsrailoğulları arasında kısas vardı, fakat diyet yoktu. Allah bu üm­mete: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir. Her kime kardeşi tarafından birşey affolunur­sa" affetmek kasten öldürmekte diyeti kabul etmesi demektir; "artık örfe uy­mak ve ona güzellikle ödemek gerekir." Ma'rufa uyar ve güzellikle ödeme­yi yerine getirir. "Bu Rabbinizden" sizden öncekilere farz olarak yazdıkla­rına göre "bir hafifletme ve bir rahmettir.. Kim bundan sonra haddi aşar­sa" yani diyeti kabul ettikten sonra (katili) öldürürse" "onun için pek acıklı bir azap vardır." Buhârî'nin lafzı budur. (Senedi de şöyledir): Bize el-Hu-meydi anlattı, bize Süfyan anlattı, bize Amr anlatarak dedi ki: Ben Mücahid'i şöyle derken dinledim: O da dedi ki: Ben İbn Abbas'ı şöyle derken dinle­dim...[296] eş-Şa'bî de yüce Allah'ın: "Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi di­şi iledir" buyruğu hakkında dedi ki: Bu âyet-i kerime birbiriyle çarpışan iki Arap kabilesi hakkında nazil oldu. Onlardan birisi: Kölemize karşılık filan oğ­lu filanı, cariyemize karşılık da filan kızı filan kadını öldüreceğiz. Buna benzer bir rivayet Katade'den de gelmiştir. [297]

 

2- "... Üzerinize Kısas Yazıldı":

 

Yüce Allah'ın: "Üzerinize kısas yazıldı" buyruğundaki "yazıldı" farz kı­lındı ve tesbit edildi anlamındadır. Ömer b. Ebi Rabia'nın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:

Öldürmek ve savaşmak üzerimize (farz) yazıldı;

Güzel kadınlar hakkındaysa eteklerini ( sürünmesin diye) yukarı doğru çekmek."

Burada "yazıldı" kelimesinin Levh-i Mahfuz'da yazılan ve hakkında ilahî hükmün önceden takdir edildiği şeyi haber vermek anlamında olduğu da söy­lenmiştir.

Kısas kelimesi izi takip etmek anlamına gelen "kassa"dan alınmıştır. Geçmişlerin eser ve haberlerini izleyen hikâye ve kıssa anlatana "el-kâs" de­nilmesi buradan gelmektedir. Saçın kas edilmesi (kesilmesi) de buradan gelmektedir. Katil sanki öldürmekte belli bir yol izlemiş, bu hususta onun izi takip edilip onun izlediği yoldan gidilerek "kısas" kelimesi kullanılmış gibi­dir. "Onun üzerine izlerini takip ederek (kasas) gerisin geriye döndüler." (el-Kehf, 18/64) buyruğu da buradan gelmektedir.

"Kass"ın koparmak anlamına geldiği de söylenmiştir. İşte kısas da bura­dan alınmadır. Çünkü cinayet işleyenin açtığı yara gibi o da yaralanır veya öldürdüğü kimseye karşılık olarak o da öldürülür. “” ile “” tabirleri, hâkim ona kısas uyguladı, anlamına gelir. [298]

 

3- Kısasın Şekli:

 

Eğer maktulün velisi katili öldürmek isteyecek olursa, katilin Allah'ın em­rine teslim olması ve meşru olan şekliyle kendisine kısas emrinin uygulan­masını itaatle kabul etmesi, katile farz kılınmıştır. Diğer taraftan maktulün ve­lisine de velisi olduğu kimsenin katilini öldürmekle kalması ve haddi aşarak başkasına saldırıda bulunmaması farzdır. Araplar gibi yaparak katilden baş­kasını öldürmek suretiyle haddi aşmamalıdır.

İşte Peygamber (s.a)'ın şu hadis-i şerifinin anlamı da budur: "Kıyamet gü­nünde insanlar arasında Allah'a karşı en ileri derecede isyan etmiş olarak (ge­lecekler arasında) üç kişi vardır. Birisi katilinden başkasını öldüren adam, di­ğeri harem hududunda katil olmuş kimse, diğeri de cahiliyye döneminin kin ve düşmanlığını güden ve sürdüren kimse." [299]

eş-Şa'bî, Katade ve başkaları der ki: Cahiliyye insanları arasında haddi aş­mak ve şeytana itaat etmek sözkonusu idi. Güç, kuvvet sahibi, kendisini ko­ruyabilen bir kişi, herhangi bir kabileden bir köle öldürülecek olursa ve bu­nu karşı taraftan öldüren de köle ise bu güçlüler: Biz kölemizin karşılığın­da hür olandan başkasını öldürmeyiz, derlerdi. Bunlardan bir kadın öldürül­düğünde; biz bu kadın karşılığında ancak erkek bir kimseyi öldürürüz, aşa­ğı tabakalardan bir kimseleri öldürüldüğünde, ancak şerefli bir kimseyi ona karşılık öldürürüz, derlerdi.

Araplar: "Öldürmek, öldürmeye karşı en iyi koruyucudur" derlerdi. Bu, "da­ha çok hayatta bırakıcıdır" şeklinde ve "öldürmeyi daha ileri derecede ön­leyicidir" şeklinde de rivayet edilmiştir.

Yüce Allah, onlara haddi aşmayı yasaklayarak şöyle buyurdu: "Öldürü­lenler hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür kimse hür ile... dır" diye bu­yurdu. Bir başka âyet-i kerimede de: "Kısasta sizin için bir hayat vardır" (el-Bakara, 2/179) diye buyurulmaktadır. Arapların söyledikleri bu sözleri ile yü­ce Allah'ın bu buyrukları arasında fesahat ve akıcılık bakımından çok büyük bir fark vardır. [300]

 

4- Kısası Kim Uygular?

 

Öldürme halinde kısası ancak Ulu'l-Emr'in uygulayacağı hususunda gö­rüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah onlara kısası uygulamayı, hadleri yerine ge­tirmeyi ve başka hususları farz kılmıştır. Çünkü şanı yüce Allah, bütün mü'minlere kısası yerine getirmeleri için hitapta bulunmuştur. Diğer taraftan bütün mü'minlerin bir arada toplanıp kısası uygulamaları mümkün değildir. O bakımdan mü'minler devlet yöneticisini kısasın uygulanması ile diğer hadlerin uygulanması hususunda kendilerinin konumuna oturtmuşlardır. Kısas, lazım olan yerine getirilmesi gereken emir değildir. Uyulması, yerine getirilmesi gereken, kısas ve diğer hadlerin saldırganlığa kadar gitmeyip sı­nın aşmamaktır. Şayet kısas uygulamaksızın diyet ya da affetmek suretiyle kar­şılıklı rıza meydana gelirse bu da ileride açıklanacağı üzere mubahtır.

Şayet: "Üzerinize kısas yazıldı" buyruğunun anlamı farz kılındı ve zorun­lu kılındı şeklindedir, nasıl kısas vacip olmaz (farz olmaz) denilecek olursa şu şekilde cevap verilebilir:

Bunun anlamı istediğiniz takdirde üzerinize farz yazıldı, şeklindedir. Böylelikle yüce Allah tarafların cimrilik etmeleri halinde kısasın uygulanabi­lecek en ileri iş olduğunu bize bildirmektedir.

Âyet-i kerimedeki "el-katlâ" kelimesi (maktul anlamına gelen) katîl keli­mesinin çoğuludur..Bu kabilden çoğullar, müennes bir çoğul olup insanla­rın karşı karşıya kalıp hoşuna gitmeyen durumlar hakkında kullanılır. O ba­kımdan bu kipte gelmiştir. Cerhâ, zemnâ, hamkâ, sar'â ve ğarkâ ile bunlara benzeyen diğer kelimeler gibi. (Bu kelimelerin sırasıyla anlamları: Yaralılar, kötürümler, ahmaklar, baygınlar ve suda boğulmuşlar). [301]

 

5- Katil ile Maktul Farklı Nitelikte Olursa:

 

Yüce Allah'ın: "Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir" buyru­ğunun te'vili hususunda farklı görüşler vardır. Bir kesim şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime belli bir türden olan bir kişinin kendi türünden olan bir di­ğerini öldürmesinin hükmünü açıklamaktadır. Böylelikle bu âyet, hür bir kim­senin hür bir kimseyi, kölenin köleyi, dişinin dişiyi öldürmesinin hükmünü açıklamakta ve bu türlerden birisinin bir diğerini öldürmesi halinde hükmün ne olacağını ele almamaktadır. Buna göre bu âyet-i kerime muhkemdir ve bunda bir dereceye kadar mücmellik vardır ki bunu yüce Allah'ın şu buyru­ğu açıklamaktadır: "Biz onda üzerlerine cana can, göze göz... diye yazdık" (el-Maide, 5/45). Peygamber (s.a) de kadın karşılığında yahudi erkeği öldürmek­le [302] de sünnet-i seniyyesi ile bu âyet-i kerimeyi açıklamaktadır.

Bu görüş Mücahid'e aittir. Ebu Ubeyd ayrıca bunu İbn Abbas'tan da nak­letmektedir. Yine İbn Abbas'tan bu âyet-i kerimenin el-Maide süresindeki âyet (45. âyet-i kerime) ile neshedildiği de rivayet edilmiştir [303] ki, Iraklı ilim adam­larının görüşü de budur. [304]

 

6- Hür ile Köle Arasındaki Kısas:

 

Kûfeliler ile es-Sevrî, hür köle karşılığında, müslüman zımmî karşılığın­da öldürülür demişlerdir. Buna yüce Allah'ın: "Ey iman edenler, öldürülen­ler hakkında üzerinize kısas yazıldı" buyruğunu delil gösterirler. Bu buy­rukta ifade genel olarak kullanılmıştır. Ayrıca: "Biz onda üzerlerine cana can... diye yazdık" (el-Maide, 5/45) buyruğunu da delil göstererek şöyle derler: Zım­mî ile müslüman kimse kısas hususunda yeterli olan kanın hürmeti (saygın­lığı) hususunda birbirlerine eşittirler. Bu ise ebediyyen sabit olan kanın hürmetidir. Zımmînin kanını dökmek ebediyyen haramdır. Müslüman da böy­ledir. Her ikisi de Dar-ı İslâm'a mensup kimselerdir. Bunu tahkîk etmek için şu da delil gösterilir: Zımmînin malını çalan bir müslümanın eli kesilir. İşte bu zımmînin malının müslümanın malına eşit olduğunun delilidir. Bu, aynı zamanda zımmînin kanının müslümanın kanına eşit olduğuna da delildir. Çün­kü mal, ancak ona sahip olan malikin hürmeti dolayısıyla muhterem olur (ona haksızca el uzatılması haram olur).

Ebu Hanife ve arkadaşları ile es-Sevrî ve İbn Ebi Leyla hür bir kimsenin ittifakla köle karşılığında öldürüleceğini kabul ettikleri gibi, kölenin de hür karşılığında öldürüleceğini kabul etmişlerdir. Davud (ez-Zahirî)nin de görü­şü budur. Aynı zamanda bu görüş Ali, İbn Mes'ud (Allah ikisinden de razı ol­sun) dan da rivayet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, Katade, İbrahim en-Ne-haî ve el-Hakem b. Uyeyne de bu görüştedir.

İlim adamlarının cumhuru ise köle karşılığında hürün öldürülmesini ka­bul etmezler. Çünkü âyet-i kerimede türler ayrı ayrı ele alınmış ve buna gö­re bir bölümleme yapılmıştır. Ebû Sevr de der ki: Bütün fukaha, köleler ile hürler arasında öldürme dışındaki yaralamalarda kısas yapılmayacağı husu­sunda ittifak ettiklerine göre, öldürmede bunun olmaması daha uygundur. Bu hususta yaralamalar ile öldürme arasında fark gözeten çelişkiye düşer. Ay­nı şekilde hata yoluyla köle öldüren bir kimsenin o kölenin kıymetini öde­mekten başka bir sorumluluğu yoktur. Hata yoluyla öldürmekte hür köleye benzemediği gibi, kasten öldürmede de onun benzeri olamaz. Diğer taraf­tan köle alınıp satılan bir maldır. Hür, o köle hakkında dilediği gibi tasarruf­ta bulunabilir. Dolayısıyla hür ile köle arasında eşitlik de olmaz, kıymetle­rinin birbirine denk kabul edilmesi de sözkonusu değildir.

Derim ki: Bu icma doğrudur. Fakat onun önce: "Fukahanın hepsi., çeliş­kiye düşmüş olur" demesine gelince, İbn Ebi Leyla ve Davud (ez-Zahirî) hür­ler ile köleler arasında öldürmelerde ve bütün azalarda kısas yapılacağını ka­bul etmektedir. Davud (ez-Zahirî) Hz. Peygamber'in şu hadisini delil göste­rir: "Müslümanların kanları birbirlerine denktir." [305] Burada Hz. Peygamber hür ile köle arasında herhangi bir ayırım gözetmemektedir. Yüce Allah'ın iz­niyle buna dair açıklamalar ileride Nisa Sûresi'nde (4/92. âyet 2. başlıkta) ge­lecektir. [306]

 

7- Kâfire Karşılık Müslümanın Öldürülmesi:

 

Cumhur aynı şekilde kâfire karşılık müslümanın öldürülmeyeceğini ka­bul ederler. Çünkü Peyamber (s.a): "Kâfire karşılık müslüman öldürülmez" buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî Hz. Ali b. Ebi Talib'ten rivayet etmiştir. [307]

Kâfire karşılık müslümanın öldürüleceği görüşünü savunanların lehleri­ne delil olarak ileri sürdükleri Rabia'dan gelen hadis sahih değildir. Buna gö­re Peygamber (s.a) Hayber'in fethedildiği gün kâfir bir kimseye karşılık müslüman bir kimseyi öldürdüğü nakledilmektedir. Bu hadisin sahih olma­yış sebebi munkatı' oluşudur. Aynı şekilde İbnu'l-Beylemani'nin hadisi de böy­ledir. Bu hadis İbn Ömer'den o Peygamber (s.a)'dan merfu olarak rivayet edil­mekle birlikte zayıf bir hadistir.

Dârakutnî der ki: Bu hadisi müsned olarak (kesintisiz bir senedle) ancak İbrahim b. Ebi Yahya rivayet etmştir. O ise hadisi terkedilmiş bir kimsedir. Doğrusu ise bunun Rabia'dan, onun İbnu'l Beylemanî'den mürsel olarak Pey­gamberden gelen rivayet şeklidir. İbnu'l Beylemanî ise hadis rivayetinde za­yıf bir kimsedir. Hadisi mevsul olarak (kesintisiz olarak) rivayet ettiği takdir­de bu rivayeti delil olamaz. Ya mürsel olarak yaptığı rivayet (nasıl delil ola­bilir?) [308]

Derim ki: Bu hususta Buhârî'nin naklettiği hadisten başka sahih bir hadis yoktur. Bu ise yüce Allah'ın: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıl­dı" âyetinin genel kapsamını ve aynı şekilde "cana karşılık can" (el-Maide, 5/45) buyruğunun genel kapsamını (umumunu) tahsis etmektedir. [309]

 

8- Köle ile Hür, Erkek ile Dişiden Biri Diğerini Öldürürse:

 

Ali b. Ebi Talib, el-Hasen b. Ebi'l Hasen el-Basrî'den bu âyet-i kerimenin âyette sözü geçenlerin hükmünü açıklamak üzere indiği görüşünde oldukla­rı rivayet edilmiştir. Böylelikle bu, bunlar arasında ve hür bir kimsenin köle bir kimseyi yahut köle bir kimsenin hür bir kimseyi ya da erkeğin dişiyi ya da dişinin erkeği öldürmek arasında fark bulunduğunu göstermek içindir.

Hz. Ali ile Hasan-ı Basrî derler ki: Bir erkek bir kadını öldürdüğü takdir­de öldürülen kadının velileri istedikleri takdirde katili öldürür, buna karşı­lık katilin velilerine yarım diyet öderler, diledikleri takdirde onun öldürülme­sini istemez, hayatta kalır ve ondan kadının diyetini alırlar. Buna karşılık bir kadın bir erkek öldürürse öldürülen erkeğin velileri kadını öldürmek istedik­leri takdirde kadını öldürür ve yarım diyet alırlar, aksi takdirde öldürülen adamlarının diyetini alır ve kadına kısas uygulamayıp hayatta bırakırlar.

Bunueş-Şa'bî, Hz. Ali'den rivayet etmekle birlikte sahih değildir. Çünkü eş-Şa'bî Hz. Ali ile karşılaşmamıştır.

el-Hakem Ali ile Abdullah (b. Mes'ud)'tân (Allah onlardan razı olsun) şöy­le dediklerini rivayet etmektedir: Erkek bir kadını kasten öldürecek olursa kadına karşılık kısasen öldürülür. Bu ise Şa'bî'nin Hz. Ali'den yaptığı rivayet ile tearuz etmekte (çatışmakta )dır.

İlim adamları icma ile şunu kabul ederler: Bir gözü kör ve eli çolak olan bir kimse organlan sıhhatli bir erkeği öldürdüğü takdirde maktulün velisi hem gözü kör olanı öldürüp hem de kendisinin tek bir gözü kör olduğu için iki gözü de gören birisini öldürdü, diye katilden yarım diyet alamaz. Aynı şe­kilde eli çolak olanın iki eli de sağlam olan kimseyi öldürmesi halinde de böy­le'bir uygulamaya gidilemez. İşte bu, canın cana denk olduğunun delilidir. Bu hususta küçük çocuk ile büyük arasında da denklik vardır.

Böyle diyen (yani bu görüşe itiraz eden) kimseye şöyle denilir: Kadın erkeğe denk değilse ve kadın Peygamber (s.a)'ın: "Müslümanların kanları bir­birine denktir" buyruğunun kapsamına girmiyorsa; kadın da erkeğe denk ol­madığına göre ne diye kadına karşılık erkeğin öldürüleceğini kabul ediyor, sonra da yarım diyet alıyorsun? Halbuki ilim adamları diyetin kısas ile birlik­te sözkonusu olamayacağını icma ile kabul ederler. Ve diyet kabul edildiği takdirde artık (katilin) kanı haram olur ve kısas kalkar. Senin ileri sürdüğün bu görüş ne aslî bir kaidedir, ne de kıyasa dayalıdır. Bu açıklamayı Ebu Ömer (İbn Abdilberr) -Allah ondan razı olsun- yapmıştır.

Hür bir kimse köleyi öldürdüğü takdirde eğer kölenin efendisi isterse hür kimseyi öldürür ve kölenin kıymetini indikten sonra hür olanın diyetini öder. Dilerse kısas yoluyla öldürmeyi terkeder ve sadece kölesinin kıyme­tini alır. Bu görüş de Hz. Ali ile el-Hasen'den zikredilmiş olmakla birlikte on­lardan böyle bir rivayetin gelmesi de reddedilmiş, kabul edilmemiştir. [310]

 

9- Kadın ve Erkeğin Birbirlerine Karşılık Öldürülmesi:

 

İlim adamları erkeğin kadına karşılık, kadının da erkeğe karşılık öldürü­leceği hususunda icma etmişlerdir. Cumhur ayrıca rücu' yoluyla herhangi bir-şeyin alınacağı görüşünü kabul etmezler. Az bir kesim ise diyetler arasında fazlalık var ise o miktarda rücu'un sözkonusu olacağı görüşündedirler.

Mâlik, Şafiî, Alımed, İshak, es-Sevrî ve Ebu Sevr der ki: Öldürme dışında­ki hallerde de, kadın ile erkek arasındaki kısasta da durum böyledir.

Hammad b. Ebu Süleyman ile Ebu Hanife şöyle demektedir: Öldürme dı­şında kadınla erkek arasında kısas yoktur, sadece öldürmelerde kısas vardır.

Şu kadar var ki, az önce de geçtiği üzere öldürmede kısas olduğuna gö­re yaralamaların da buna ilhak edilerek onlarda da kısasın sözkonusu olma­sı öncelikle gereklidir, delili ile görüşleri çürütülmektedir. [311]

 

10- Kölesini Öldüren Efendinin Hükmü:

 

İbnu'l-Arabî der ki: "Bazı kimseler cehalette o dereceye ulaşmışlardır ki, hür bir kimse kendi kölesini öldürme karşılığında öldürülür, demek nokta­sına kadar gelmişler ve bu konuda el-Hasen'den bir hadis rivayet etmekte­dirler: el-Hasen'in Semura'dan rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Kim kölesini öldürürse biz de onu öldürürüz..." [312] Halbuki bu za­yıf bir hadistir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Kim maz­lum olduğu halde öldürülürse biz onun velisine bir selahiyet vermişizdir. O halde o da (katilde) haddi aşmasın." (el-İsra, 17/33) Bu mes'elede âyet-i ke­rimede geçen "velî"den kasıt kölenin efendisidir. Peki efendi nasıl olur da ken­di kendisinin velisi olabilir?"

Şu kadar var ki efendi eğer hata yoluyla kölesini öldürecek olursa Beytu'l-mal adına kölesinin kıymetinin ondan alınmayacağını kabul etmektedir. Amr b. Şuayb babasından, o dedesinden rivayet ettiğine göre adamın birisi kasten kendi kölesini öldürmüş, Peygamber (s.a) da ona sopa cezası verdik­ten sonra bir yıl süreyle sürgüne göndermiş, müslümanlar arasında ona ve­rilen (ganimetten) payını düşürmüş, [313] fakat kölesi karşılığında ona kısas uy-gulamamıştır.

"Eğer: Neden erkek hanımını öldürecek olursa nikâh kocaya kısasın uy­gulamasının bertaraf edilmesi için bir şüphedir, çünkü nikâh altında olmak bir çeşit köleliktir, demiyorsunuz? Nitekim Leys b. Sa'd bu görüştedir, deni­lecek olursa şu şekilde cevap veririz: Nikâh, erkeğin lehine kadının aleyhi­ne olduğu kadar kadının lehine ve erkeğin de aleyhine olan bir akiddir. Bu­na delil ise erkeğin hanımının kızkardeşiyle ve onun dışında dört kadın ile evlenemeyeceği, ilişki kurma hakkını erkek ondan istediği gibi onun da er­kekten bu hakkı istediğidir. Şu kadar var ki erkeğin kadın üzerinde yüce Al­lah'ın, malından yaptığı harcamaları sebebiyle erkeğe verdiği bir kavâmeti (aile başkanlığı) üstünlüğü vardır. Yani erkeğin mehir ve nafaka vermek yü­kümlülüğü dolayısıyla bu hak ona verilmiştir. Eğer nikâh, kısasta bir şüphe unsuru ise bu şüphe her iki taraf hakkında da sözkonusu olmalıdır." [314]

Derim ki: İbnu'l-Arabî'nin zayıf dediği hadis aslında sahihtir. Bu hadisi Ne-saî ve Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Hadisin geri kalan kısmı şöyledir: "Kim kö­lesinin burnunu keserse biz de onun burnunu keseriz, kim kölesini burar­sa biz de onu burarız."

Buhârî de Ali b. el-Medînî'den naklen şöyle der: el-Hasen'in Semura'dan hadis dinlemesi sahihtir. Ve o (el-Medînî) bu hadisi delil alır. Buhârî devam­la der ki: Ben de bu görüşteyim.

Eğer hadis sahih olmasaydı, bu iki imam bu görüşte olmazlardı. Bunların kanaati'de yeterlidir. Ve hür kimse kendisinin kölesi (ni öldürmek) karşılı­ğında öldürülür. en-Nehaî iki görüşünden birisinde ve es-Sevrî şöyle demek­tedir: el-Hasen'in, Semura'dan akîka hadisi dışında hadis işitmediği de söy­lenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Öldürme dışında köleler arasında kısas hususunda ilim adamları arasın­da farklı görüşler vardır. Ömer b. Abdulaziz, Salim b. Abdullah, ez-Zührî, Kur-ran, Malik, Şafiî ve Ebu Sevr kısas yapılacağı görüşündedir. eş-Şa'bî, en-Ne­haî, es-Sevrî ve Ebu Hanife ise öldürme dışında köleler arasında kısas yok­tur, derler. İbnu'l Münzir der ki: Birinci görüş daha sahihtir. [315]

 

11- Baba ile Oğul Arasında Kısas:

 

Darakutnî [316] ve Ebu İsa et-Tirmizî, Suraka b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Rasûlullah (s.a)'ın, oğlundan dolayı babaya kısas uygu­ladığını gördüm. Fakat babasından dolayı oğluna kısas uygulamadığını gör­düm. Ebu İsa der ki: "Bu, Süraka yoluyla ancak bu sened ile bildiğimiz bir hadistir. İsnadı sahih değildir. Bunu İsmail b Ayyaş, el-Müsenna b. es-Sab-bah'tan rivayet etmiştir. el-Müsenna'nın ise hadiste zayıf olduğu kabul edi­lir. Ayrıca bu hadisi Ebu Halid el-Ahmer, el-Haccac'dan, o Amr b. Şuayb'dan, o babasından, o ceddinden, o da Ömer'den o da Peygamber (s.a)'dan riva­yet etmiştir. Bu hadis Amr b. Şuayb'dan mürsel olarak da rivayet edilmiştir. Bu hadiste bir ızdırap vardır. İlim ehlince uygulama ise şuna göredir: Baba oğlunu öldürdüğü takdirde oğluna karşılık baba öldürülmez. Oğluna iftira et­tiği takdirde ona had uygulanmaz." [317]

İbnu'l Münzir der ki: Oğlunu kasten öldüren adam hakkında ilim adam­larının farklı görüşleri vardır. Bir kesim şöyle demektedir: Babaya kısas uy­gulanmaz, buna karşılık onun diyetini ödemekle yükümlüdür. Bu, Şafiî, Ahmed, îshak ve re'y sahiplerinin görüşüdür. Aynı zamanda bu görüş Ata ve Mücahid'den de rivayet edilmiştir. Malik, İbn Nafi' ve İbn Abdi'l-Hakem ise babanın oğula karşılık öldürüleceğini söylemektedir. İbnu'l-Münzir şöyle der: Kitap ve sünnetin bu konudaki buyruklarının zahiri dolayısıyla biz de bu gö­rüşteyiz. Kitab'ın zahir buyruğu yüce Allah'ın: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazüdı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir." Sünnetin zahir buyruğuna gelince Rasûlullah (s.a)'dan sabit olan şu hadis-i şeriftir: "Mü'minlerin kanları birbirlerine denktir." [318] Babanın bu âyet-i ke­rimenin genel kapsamı dışına çıkarılmasını gerektiren sabit bir haber bilmi­yoruz. Ayrıca biz bu hususta sabit olmayan haberler de rivayet etmişizdir, el-Kiya et-Taberî tarafından Osman el-Bettî'den, oğluna karşılık babanın öldü­rüleceği görüşü nakledilmiştir. Çünkü kısasa dair buyrukların genel ifadele­ri bunu gerektirmektedir. Buna benzer bir rivayet İmam Malik'ten de gelmiş­tir. Muhtemelen her ikisi de Kur'ân-ı Kerim'in genel buyruklan karşısında ahad haberleri kabul etmezler.

Derim ki: Mesela yatırıp boğazını kesmek yahut da ölünceye kadar aç ve susuz bırakmak ya da onu hedef edinmek gibi herhangi bir mazeretinin ile­ri sürülemeyeceği ya da hata iddiasında bulunmasını haklı çıkartacak bir şüp­henin olmadığı hallere benzer şekilde oğlunu kasten öldürdüğü takdirde ba­ba öldürülür. Bu konuda Maliki mezhebinde tek bir görüş vardır. Eğer onu te'dib etmek ya da kızdığından dolayı silah ile ona atış etse ve öldürse Ma-likî mezhebinde biı hususta birisi, buna karşılık baba öldürülür, diğeri ise bu­na karşılık öldürülmez fakat diyet ağırlaştırılır, şeklinde olmak üzere iki gö­rüş vardır. Bir grup ilim adamı bu ikinci görüşü kabul etmiştir. Böyle bir du­rumda yabancı kimse ise öldürülür.

İbnu'l Arabî der ki: "Hocamız Fahru'l-İslâm eş-Şaşîyî, kıyasa göre şöyle der­ken dinledim: Baba, oğul karşılığında öldürülmez. Çünkü baba oğulun var ol­masına sebep olmuştur. Nasıl yok olmasına sebep olabilir! Ancak bu görüşün batıl olduğunu şu hususla anlamak mümkündür: Baba kızı ile zina ederse rec-medilir. Halbuki o kızının varolmasına sebepti, kızın kendisi nasıl olurda onun yok oluşuna sebep olabilir? Diğer taraftan böyle bir görüşün altında yatan fı­kıh nedir ki? Hem neden Allah'a bu hususta isyan ettiği takdirde babanın yok oluşuna oğlu sebep olmasın ki? Rasûlullalı (s.a)'dan: "Oğlundan dolayı baba­ya kısas uygulanmaz" diye bir hadis de rivayet ederler. Ancak bu batıl bir ha­distir. Onların delil diye yapıştıkları şey şundan ibarettir: Ömer (r.a) oğlunu öldüren baba hakkında ağırlaştırılmış diyet hükmünü vermiştir. Ashabı-ı kiram­dan kimse bu konuda ona karşı çıkmamıştır. Diğer fukaha da bu meseleyi bü­tün haller hakkında geçerli mutlak bir mesele olarak kabul ettiler ve: Baba oğlu sebebiyle öldürülmez, dediler. Malik ise bu meseleyi etraflı ve muhkem bir şekilde ele alır ve şöyle der: Baba oğluna kılıç atsa, bu öldürme kastının olması da olmaması da ihtimal dahilinde olan bir haldir. Babalık şefkati öl­dürme kastının bulunmadığına dair bir şüphedir. Bu şüphe kısası düşürür. Fa­kat oğlunu yatınp bu şekilde maksadını açığa çıkartırsa o vakit bu durum onun aslî haline döner (yani aslolan kısasa tabi olur)."

İbnu'l-Münzir der ki: Malik, Şafiî, Ahmed ve İshak: "Oğul babasını öldü­rürse babası karşılığında öldürülür" derlerdi. [319]

 

12- Bir Kişiye Karşılık Topluluğun Öldürülmesi:

 

İmam Ahmed b. Hanbel bu âyeti: "Bir topluluk tek bir kişiye karşı öldü­rülmez" görüşüne delil göstermiş ve şöyle demiştir: Çünkü yüce Allah (kı­sasta) eşitliği şart koşmuştur. Topluluk ile tek kişi arasında ise eşitlik yoktur. Ayrıca yüce Allah : "Biz onda onların üzerine cana karşılık can, göze kar­şılık göz... diye yazdık" (el-Maide, 5/45) diye buyurmuştur.

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Âyet-i kerimede kısastan kasıt, kim olur­sa olsun öldürenin öldürülmesidir. Böylelikle öldürülen kimse karşılığında katil olmayanı öldürmek isteyen ve bir kişiye karşılık yüz kişiyi öldüren Arap­ların anlayışını reddetmektedir. Araplar bu şekildeki uygulamalarını övünmek, şeref ve güçlerini ortaya çıkarmak kastıyla yapıyorlardı. Yüce Allah ise bu hu­susta adaleti ve eşitliği emretti. Bu ise öldüren kimsenin öldürülmesi ile olur. Hz. Ömer San'a'da bir kişiyi öldüren yedi kişinin yedisini de öldürmüş ve şöy­le demiştir: Eğer bütün San'a halkı o tek kişiyi öldürmek için bir araya gel­miş olsalardı, ona karşılık ben de hepsini öldürecektim.*[320]

Hz. Ali de Abdullah b. Habbab'a karşılık Haruralıları öldürmüştür. Hz. Ali bir suç işleyinceye kadar onlarla savaşmamış idi. Abdullah b. Habbâb'ı koyun boğazlar gibi kesmeleri ve bu durumun Hz. Ali'ye haber verilmesi üzerine: "Allahu Ekber" diye seslendi ve onlara: "Abdullah b. Habbab'ın katilini bize çı­kartın, verin diye onlara seslenin" Harurahlar: Onu hepimiz öldürdük, dedi­ler ve bunu üç defa tekrarladılar. Bunun üzerine Hz. Ali arkadaşlarına şöyle dedi: "Haydi artık bunların üzerine gidebilirsiniz." Aradan fazla bir zaman geç­meden Hz. Ali ve beraberindekiler Haruralıları öldürdüler.

Bu iki hadisi (Hz. Ömer ve Hz. Ali'nin bu tür uygulamalarını) Darakutnî Sünen'inde rivayet etmiştir. [321]

Tirmizî'de de Ebu Said ile Ebu Hureyre yoluyla gelen rivayete göre Ra-sûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Eğer sema ve arz eh­li mü'min bir kimsenin kanını dökmekte ortak hareket etseler Allah hepsi­ni yüzüstü cehenneme yıkar." Tirmizî buna dair: Garib bir hadistir, demiştir. [322]

Aynı şekilde topluluk tek bir kişiyi öldürdükleri takdirde öldürülmeye­ceklerini bilirlerse bu sefer düşmanlar ortaklaşa düşmanlarını öldürmek üzere birbirleriyle yardımlaşır ve bu şekilde yüreklerine su serpecek şekil­de maksatlarını gerçekleştirebilirler. İşte böyle bir kaideye riâyet etmek la­fızlara riâyet etmekten daha uygundur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbnu'l-Münzir der ki: ez-Zührî, Habib b. Ebi Sabit ve İbn Sirîn, bir kişiye karşılık iki kişi öldürülmez, derler. Biz bunu Muaz b. Cebel, İbn ez-Zübeyr ve Abdülmelik'ten rivayet ettik. İbnu'l-Münzir der ki: Bu daha sahihtir. Tek kişiye karşılık bir topluluğun öldürülmesini mubah kabul edenlerin ileri sürecekleri bir delilleri yoktur. Ayrıca İbn ez-Zübeyr'den zikr ettiğimiz sözü söylediği sabittir. [323]

 

13- Kısas ve Diyet:

 

(Hadis) imamlard) Ebu Şureyh el-Ka'bî'den şöyle dediğini rivayet et­mektedirler: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Siz ey Huzaalılar topluluğu, Hu-zeylden şu maktulü öldürdünüz. Ben onun akilesini (diyetini) ödüyorum. Ar­tık ben bu sözümü söyledikten sonra her kimin bir maktulü olursa onun ak­rabaları iki şey arasında muhayyerdirler. Ya diyet alırlar veya (katili) öldü­rürler." Bu Ebû Davud'un lafzıdır. [324]

Tirmizî: Bu, hasen sahih bir hadistir, demekte ve Huzaalı Ebu Şureyh'ten (ki Ebu Şureyh el-Ka'bî'dir) Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu naklet­mektedir: "Her kimin bir yakını öldürülürse o kişi (katili) öldürebilir yahut affedebilir ya da diyeti alabilir." Bazı ilim adamları bu görüşü kabul etmiş­tir. Bu, Ahmed ve İshak'ın görüşüdür. [325]

 

14- Kasten Öldürenden Diyetin Alınması ile îlgili Görüşler:

 

Kasten (amd yoluyla) öldüren kimseden diyetin alınıp alınmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır.

Bir grup ilim adamı şöyle der: Öldürülenin velisi serbesttir. İsterse kısas uygular, isterse -katil razı olmasa dahi- diyet alır. Bu görüş Said b. el-Müsey-yeb, Ata ve el-Hasen'den de rivayet edilmektedir. Ayrıca Eşheb bunu Malik'ten rivayet etmiştir. el-Leys, el-Evzaî, Şafiî, Ahmed, İshak ve Ebu Sevr de bu gö­rüştedir.

Delilleri ise Ebû Şureyh yoluyla gelen hadis ve bu anlamı ihtiva eden di­ğer hadislerdir. Bu ise görüş ayrılığının sözkonusu olduğu bir hususta açık bir nastır.

Diğer taraftan aklen de kendisi razı olmasa dahi katilin diyet ödemesi ge­rekir. Çünkü kendini hayatta tutması ona farzdır. Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ve kendi kendinizi öldürmeyin." (en-Nisa, 4/29)

Ayrıca yüce Allah'ın: "Fakat kime kardeşi tarafından birşey..." te'viller-den birisine göre, kanı istenmeyip ondan diyet almaya razı olmak suretiyle "affolunursa, artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir." Yani kan sahibinin diyeti istemekte ma'ruf yoluna uyması, katilin de diyeti güzellik­le ödemesi, yani bu konuda savsaklamadan, vadeden sonraya ödemeyi bı­rakmadan yerine getirmesi gerekir.

"Rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir." Yani bizden öncekilere cana karşılık sadece can yani kısas farz kılınmıştı. Yüce Allah bu ümmete ile­ride açıklanacağı üzere maktulün velisinin razı olması halinde diyetin de ka­bul olunacağını belirterek lütufta bulunmuştur.

Başkaları ise bu konuda şöyle demektedir: Maktulün velisinin (katil razı olmasa) kısastan başka bir talepte bulunmak yetkisi yoktur. Katilin razı ol­ması hali dışında diyet alamaz. Bunu İbnu'l-Kasım, Malik'ten rivayet etmiş olup ondan meşhur olan görüş budur. es-Sevrî ve Kûfelilerin kabul ettiği gö­rüş de budur. Buna Hz. Enes yoluyla gelen ve bir diğer kadının dişini kıran er-Rubeyyi' kıssasını delil göstermişlerdir. Bu hadisi imamlar rivayet etmiş olup şöyle demişlerdir: Rasûlullah (s.a) kısasa hüküm verip de: "Kısas Allah'ın ki­tabı (farzı)dır, kısas Allah'ın kitabıdır" diye buyurmuş ve cinayet mağduru­nu kısas ile diyet arasında muhayyer bırakmamıştır. [326]

İşte bununla sabit olan şudur: Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile kas­ten cinayetlerde yerine getirilmesi gereken kısastır. Şu kadar var ki birinci gö­rüş daha sahihtir. Çünkü sözü geçen Ebu Şureyh yoluyla gelen hadis bunu gerektirmektedir.

er-Rabi' Şafiî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bana Ebu Hanife b. Simak b. el-Fadl eş-Şihabî haber verip dedi ki: Bana İbn Ebi Zi'b, el-Makbu-rî'den, o Ebu Şureyh el-Ka'bî'den anlattığına göre Rasûlullah (s.a) Mek­ke'nin fethedildiği gün şöyle buyurdu: "Her kimin bir yakını öldürülür ise o iki hayırlı şeyden birisini seçer, dilerse diyet alır, dilerse kısas uygular."[327] Ebu Hanife der ki: Ben de İbn Ebu Zi'b'e şöyle dedim: Ey Haris'in babası, sen bu­nu kabul ediyor musun? Göğsüme vurdu ve bana çokça bağırdı, ağır sözler söyledi ve şöyle dedi: Ben sana Rasûlullah (s.a)'dan hadis rivayet ediyorum sense: Bunu kabul ediyor musun diyorsun. Evet, bunu kabul ediyorum. İş­te bu benim üzerime ve bunu işiten herkesin üzerine farzdır. Çünkü şanı yü­ce Allah Muhammed (s.a)'ı insanlar arasından peygamber olarak seçti. Onun vasıtasıyla, onun yol göstericiliğiyle onları hidâyete eriştirdi. Peygamberi için neyi seçmişse onlar için de seçmiştir ve onun vasıtası ile seçmiştir. Artık bü­tün insanlara düşen ister istemez ona tabi olmaktır. Hiçbir müslümanın bu­nun dışında bir çıkışı olamaz. (Ebu Hanife) der ki: Ben keşke sussa diye te­menni edinceye kadar bana söyleyip durdu ve susmadı. [328]

 

15- Kısasın Affedilmesi:

 

Allah Teala'nın: "Fakat kime kardeşi tarafından birşey affolunursa ar­tık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir" buyruğuyla ilgili olarak ilim adamları "kime" ve "affolunursa" buyrukları ile ilgili olarak beş ayrı açık­lama getirmişlerdir:

1- Burada yer alan "kim" ile katil kastedilmektedir. "Affolunursa" buy­ruğu affedici bir kimseyi kapsamaktadır ki, bu da kanın (maktulün) velisi-dir. "Kardeş" ise maktulün kendisidir. "Birşey"den kasıt affedilen ve buna karşılık diyet alınan kandır. îbn Abbas'ın, Katade'nin, Mücahid'in ve bir grup ilim adamının görüşü budur.

Bu görüşe göre affetmek, terketmek şeklindeki aslî anlamını ifade eder. Buna göre anlam şöyledir: Katil, eğer maktulün velisi tarafından öldürülenin kanı karşılığında kısas istenmeyip affolunursa, o takdirde veli diyeti alır ve bu konuda ma'ruf yolunu izler. Katil de maktulün velisine güzellikle (diye­ti) öder.

2- Bu, İmam Malik'in görüşüdür. Buna göre "kim"den kasıt velidir. "Af-folunursa"dan kasıt de kolaylık gösterilirse demektir. Yoksa affetmek söz­lükteki anlamı ile kullanılmış değildir. Kardeşten kasıt katildir. "Birşey" ise diyettir. Yani eğer maktulün velisi diyet almak için kısası terkedip affetmek yoluna giderse, katil bu diyeti vermek ile kendisini teslim etmek arasında mu­hayyer bırakılır. Buna göre bu, kimi zaman kolay olur kimi zaman mümkün olmaz, zor olur.

İmam Mâlik'ten başkaları ise şöyle der: Eğer maktulün velileri diyet alma­ya razı olurlarsa, katilin başka bir seçeneği yoktur. Aksine diyet ödemek zo­rundadır. İmam Mâlik'ten bu görüş de rivayet edilmiştir. Mezhebine bağlı pek çok kimse bu görüşü tercih etmiştir.

Ebu Hanife der ki: Burada "affolunursa" yani verilir ise demektir. Dilde affetmek, vermek demektir. Bundan dolayı yüce Allah: "Sen affı tut" (el-A'raf, 7/199) yani kolaylığı tut, diye buyurmaktadır. Ebu'l Esved ed-Düelî de şöy­le demiştir:

"Sen benden kolaylıkla verdiğimi al ki sana olan sevgim devam etsin."

Peygamber (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Vaktin ilki Allah'ın rızası sonu ise Allah'ın affıdır." [329]

Yani şanı yüce Allah kullarına şehadet etmekte ve şöyle buyurmaktadır: Her kime diyet verilir ise o bu diyeti kabul etsin ve artık örfe tabi olsun.

3- Kimisi de şöyle demiştir: Katil veliye güzel bir şekilde diyeti ödesin, de­mektir. Yüce Allah veliyi, katil tarafından kolaylıkla verilmesi halinde malı almaya teşvik etmiş ve bunun kendi katından bir hafifletme ve bir rahmet ol­duğunu kabul etmiştir. Nitekim yüce Allah, Maide Sûresi'nde kısastan sözet-tikten sonra: "Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret olur" (el-Maide, 5/45) diye buyurarak affetmenin rahmetine ve sadakaya teş­vik etmektedir.

Yine yüce Allah bu âyet-i kerimedeki buyrukları ile suçlunun bunu ver­mesi halinde diyeti kabul etmeye teşvik etmekte, ardından da maktulün ve­lisini örfe göre tabi olmayı (istemeyi) cinayeti işleyene de güzellikle bunu öde­meyi emretmektedir.

4- Başkaları da şöyle demektedir: Bu lafızlar haklarında âyetin nazil ol­duğu kimselerin tümü hakkındadır. Bunlar kendi aralarında takas yapmak yo­luyla diyetleri düşürmüşlerdi. Âyetin manası şöyle olur: Bu iki kesimden ki­min öteki üzerinde bu diyetlerden dolayı alacak fazlası kalmışsa  (artık bu fazlahk'hususunda örfe uyulur ve güzellikle ödenir). Buna göre "affolunur­sa" artarsa anlamına gelir.

Süfyan b. Hüseyn b."Şua, eş-Şa'bî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İki Arap kabilesi arasında bir çarpışma olmuştu. Her iki taraftan da birtakım kimseler Öldürülmüştü. İki taraftan birisi şöyle dedi: Kadına karşılık erkek, erkeğe karşılık da kadın öldürülmedikçe razı olmayız. Nihayet Rasûlullah (s.a)'ın huzurunda davalaştılar. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, eşit ola­rak öldürme sözkonusu olur." Bunun üzerine diyet almak hususunda birbir­leriyle anlaştılar. Sonunda iki taraftan birisi diğerine üstün oldu (diyeti da­ha fazla geldi). İşte yüce Allah'ın: "Öldürülenler hakkında., kardeşi tara­fından birşey affolunursa.." buyruğunda kastedilen budur.[330] Yani her ki­min kardeşinden bir alacağı kalırsa maruf bir şekilde onu ödesin. eş-Şa'bî böy­lelikle âyetin hangi sebepten dolayı nazil olduğunu bize bildirmektedir.

Süfyan da burada geçen "affetmek"in fazladan gelme anlamına geldiğini zik­retmiştir ki, lafzın bu anlama gelme ihtimali vardır.

5- Bu açıklamaların beşincisine gelince:[331] Bu, Ali (r.a) ile el-Hasen'in gö­rüşüne göre erkeğin diyeti ile kadının diyeti, hürün diyeti ile kölenin diye­ti arasındaki fazlalık demektir. Yani her kimin diyet fazlasını alması sözko-nusu ise bunu ma'ruf yolunu izleyerek alsın, demektir. Buna göre "affolu­nursa" kelimesi burada da fazladan artarsa anlamınadır. [332]

 

16- Ödemede Kolaylık:

 

Bu âyet-i kerime ile alacaklının alacağını güzel bir şekilde ödemesi, öde­yenin de ödemesini güzel bir şekilde yerine getirmesi teşvik edilmektedir. Aca­ba bu teşvik vücub mu ifade eder yoksa mendupluk mu? Bunun merfu' ola­rak okunması vücûba delalet eder. Çünkü o takdirde: "Artık örfe uymak... gerekir" anlamına gelir.

en-Nehhâs der ki: "Kime... birşey affolunursa" buyruğu şarttır, cevabı ise: "Artık örfe uymak..." buyruğudur. Bu buyruk mübteda olmak üzere mer-fu'dur. Takdiri ise: Ona örfe uymak düşer, şeklindedir. Kur'ân'dan başka yer­lerde bu "uymak" ile "ödemek" kelimeleri iki masdar olarak mansub kabul edilebilir.

İbn Atiyye der ki: İbrahim b. Ebi Able bunu nasb ile okumuştur. Ref farz­ları ifade etmenin yoludur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ya iyi­likle tutmak., gerekir." (el-Bakara, 2/249) Mendup ise bu durumda mansub olarak gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Boyunları vurun" (Muhammed -s.a.-, 47/4). [333]

 

17- Diyet Aldıktan Sonra...:

 

"Bu, rabbinizden bir hafifletme ve bir rahmettir." Çünkü Tevrat'a mu­hatap olanlar için katili öldürmek sözkonusu idi, başka bir seçenekleri yok­tu. İncil'e muhatap olanlar için ise affetmek sözkonusu idi, onlar hakkında da kısas ya da diyet yoktu. Burada yüce Allah bu hükümleri bu ümmete ha­fifleterek sunmaktadır. Dileyen katili öldürür, dileyen diyet alır, dileyen de tümüyle affeder.

"Kim bundan sonra haddi aşarsa... vardır" buyruğu şart ve cevabını teş­kil etmektedir. Yani her kim diyet aldıktan sonra ve kısasın düşmesinden son­ra velisi olduğu kimsenin katilini öldürürse, "onun için pek acıklı bir azap vardır."

el-Hasen der ki: Cahiliyye döneminde bir kimse birisini öldürdü mü ken­di kavmine kaçardı (onlara sığınırdı). Kavmi gelir, diyet ödemek üzere ba­rış yapmak ister, maktulün velisi, tamam ben diyeti kabul ediyorum, der. Nihâyet katil emin olur, dışarı çıkar. Bu sefer veli katili öldürür, ondan sonra da kavminin diyetini onlara geri verirdi.

İlim adamları diyet aldıktan sonra (katili) öldürenin hükmü hakkında ih­tilaf etmişlerdir. Bir grup ilim adamı -ki Malik ve Şafiî de bunlardandır-şöyle demişlerdir: Bu ilk olarak öldüren kimse gibidir. Maktulün velisi diler­se onu öldürür, dilerse affeder, ahirette de onun için azap vardır.

Katade, İkrime, es-Süddî ve başkaları ise şöyle demektedir: Bunun aza­bı kesinlikle öldürülmesi şeklindedir. Hâkim bu durumda maktule affetmek yetkisini vermez.

Ebû Dâvûd, Cabir b. Abdullah'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sûlullah (s.a) buyurdu ki: "Diyet aldıktan sonra öldüren kimse(nin malı) ar­tıp çoğalmasın." [334]

el-Hasen der ki: Böyle bir kimse için azap sadece diyeti geri vermesi ve günahının karşılığının ise ahiret azabına kalması şeklindedir.

Ömer b. Abdülaziz de şöyle demektedir: Böyle birisinin durumunu belir­lemek imama aittir. O uygun gördüğünü ona uygular.

Dârakutnî'nin Sünen'inde Ebu Şureyh el-Huzaî'nin şöyle dediği kaydedil­mektedir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim bir kan (ve­lisi olduğu kimsenin öldürülmesi) ile ya da habl ile -ki habl topallık [335] de­mektir- isabet alırsa, bu kişi üç şeyden birisini seçebilir. Eğer dördüncüsü­nü yapmak isterse böyle bir kimseye engel olunuz. Bu kişi ya kısas ister, ya affeder veya diyet alır.

Bunlardan birisini kabul edip de sonra yine de haddini aşarsa artık için­de ebediyyen bırakılmak ve temelli çıkarılmamak üzere onun için cehennem vardır." [336]

 



[1] Ancak daha sahih olan, boğazlanması emredilenin Hz. İsmail olduğudur. Çünkü İsma­il, heın yaşça daha büyüktür, hem de kurban kesme olayı, Mekke-Minâ'da cereyan eı-miştir. Hz. İshâk ise, Harem bölgesine gelmiş değildir.

[2] Bu tafsilât yer yer  İsrâil oğullarının ellerindeki bilgilerden farklı ise de, İslâmî kaynak­lardan da sahih rivayetlere dayalı olanları yok gibidir. O bakımdan bu gibi bilgiler, sıh­hati tevsik edilemeyen rivayetlerden öteye gidemez.

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/351-354.

[4] O takdirde meal şöyle olur: "Babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilahına bir tek ilah olarak -yani tevhid ederek şirk koşmaksızın- ibadet edeceğiz."

[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/354-356.

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/356-357.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/357-358.

[8] Buhârî, İ'tisâm 25, Tevhîd 51'de böylece yakın ifadelerle ve başka râviden: BuhA-rî, Şehâdât 29, Tefsir 2. sûre 11; Ebû Dâvûd, İlnı 2; Müsned, IV, 136.

[9] Burada Kurtubî İbrahim, İsmailjshak ve Yakub kelimelerinin arapçada çeşitli şe­killerde çoğullarını sözkonusu ettikten sonra şunları söylemektedir: "Bütün bu ke­limelerin salim bir şekilde çoğul yapılmaları gerekir. O bakımdan "İbrahunıûn, İs-hakûn, Yakubûn, denilir."

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/358-359.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/360-362.

[12] İğrâ: Muhatabın dikkatini öğülmeye değer bir işe çekip o işi yapmasını teşvik etmek demektir. İsimden önce takdir edilen fiil ile nasb edilmiş kabul edilir.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/362-363.

[14] Hadis-i şerif buna yakın ifadelerle: Müsned, II, 483'te geçmektedir. Daha mufassal ve nisbeten farklı rivayetlerle de Müsned, II, 246, 304 ve 452'de yer almaktadır. Ayrıca bk. Buhârî, Salât 76, Meğâzî 70; Müslim, Cihâd 59; Ebû Dâvûd, Cihâd 114; Nesâî, Tahâre 127.

[15] Ebû Dâvûd, Tahâre 129; Tirmizî, Cıunua 72; Nesûi, Tahâre 126; Müsned, V, 61

[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/363-364.

[17] Dârakutnî, I, 51. Dahhâk b. Kays'ın sahabe olup olmadığı ihtilaflıdır. Ebu't-Tayyib Azi-mabadî, et-Ta'lik el-Muğnî, I, 52.

[18] Kaynağını tesbit edemedik

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/364-365.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/366-367.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/367.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/368.

[22] Buhûrl, Salât 32, Âhâd 1, Tefsir 2. sûre 16, 17, 19; Müslim, Mesacid 13; Nesaî, Sa-lât 24, Kıble 3; Muvatta', Kıble 6.

[23] Buhârî, İman 30, Salât 31.

[24] et-Temhîd, XVII, 46.

[25] Buhârî, Tefsir, 1. sûre, b.l. Müsned, III, 450, IV, 211. Aynı yerde Ebû Sâid'den rivayet edilen ve Hz. Ebû Bekir'in faziletine dair bir hadis daha vardır. Abdulganî en-Nablusî, Zehâ-iru'l-Mevârîs (III, 174)'de Nesâî'ye atfen bir hadis daha zikretmektedir. Böylece Ebû Sâid'den rivayet edilen hadislerin toplam, dördü bulunmaktadır.

[26] Fatiha Sûresi'nin tefsiri 1. bölüm 1. başlıkta.

[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/368-369.

[28] Buhârî, Saiât 31; Müslim, Mesâcid 12.

[29] Dârakutnl, I, 273-274; Müslim, Mesâcid 11.

[30] Muvatta', Kıble 7.

[31] Ebû Hatim el-Busti, es-Siretu'n-Nebeviyye, Lübnan, 1407/1987, s. 157.

[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/370.

[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/370.

[34] Hz. Musa'nın vefatından sonra İsrâiloğullarının Arz-ı Mukaddes'e girdikleri ve Beytu'l-Makdis'in Hz. Dâvûd ile Hz. Süleyman dönemlerinde, çok sonraları inşâ edildiği bili­nen bir gerçektir. Buna göre ifadenin: Hz. Musa'nın da namazda Kabe'ye doğru yöne­lerek namaz kıldığına dair bölümü, gerçeği ifade etmektedir.

[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/370-371.

[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/371.

[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/371-372.

[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/372.

[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/372-373.

[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/373-374.

[41] Kıblenin değiştirilmesini ileri sürerek İslâm, Kur'ân ve Hz. Peygamber hakkında şüp­he uyandırmak isteyenlere karşı.

[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/374.

[43] Tirmizî, Tefsir, 2. süre 8; Müsned, III, 9, 32.

[44] Hadisin bu lafızla kimi rivayet yollarının zayıf, kimisinin senedinde meçhul râvi bu­lunduğu, kimisinin büsbütün senedsiz olarak rivayet edildiği belirtilmiştir. el-Adûnî, Keş-fu'l-Hafâ, I, 391, hadis no: 1247.

[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/375-376.

[46] Buharı, İ'tisam 19; Tirmizl, Tefsir 2. sûre, 8; Müsned, III, 32.

[47] Hndisin bu bölümü: Müsned, III, 58de de yer almaktadır.

[48] Müslim, Cenâiz 60.

[49] Buhârî, Şehndât 6, Cenâiz 86; Ebü Dâvûd, Cenâiz 76; Tirmizî, Cenâiz 63; Nesal, Ce­nâiz 50.

[50] Nevâdiru'l-Usûl, I, 466

[51] Nevâdiru'l-Usûl, II, 556.

[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/376-377.

[53] Müslim, Cıımııa 20; Buhârî, Cııınua 1, Cihâd 109, Enbiya 54; Ta'bîr 40, Diyât 15 aynı manada

[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/377-378.

[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/378.

[56] Müslim, Birr, 43.

[57] Tirmizî, Tefsir, 2. sûre 11.

[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/378-380.

[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/381.

[60] Beyhakî, es-Sunenu'l-Kubrû, II, 16, hadisin "delil olamayacak kadar zayıf" kaydıyla.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/382.

[61] Müslim, Tahare 1; Dârimi, Vudû' 2; Müsned, V, 342, 344.

[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/382-383.

[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/383.

[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/383.

[65] Meal de buna göredir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/384.

[66] Ancak el-Ahfeş ile el-Ferrâ'ya göre: "Getirseydin.. uymazlardı" anlamına gelir.

[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/385-386.

[68] O takdirde meal şöyle olur: "... O zaman muhakkak onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları halde: kendilerine kitap ı erdiğimiz zalimlerden olursun."

[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/386-387.

[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/387-388.

[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/389.

[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/389-390.

[73] Buhârî, Cumua 4; Müslim, Cumua 10; Ebû Davûd Tahâre 127; Nesai, Cumua 13; Tir-mizî, Cumua 6; Muvatta' Cumua 1; Müsned, II, 460.

[74] Darakutnî, I, 248.

[75] Muvatta', Vukût 23.

[76] Darakutnî, I, 247.

[77] Darakutnî, I, 247.

[78] Darakutnî, I, 250.

[79] Buhârî, Mevâkît 27, Ezan 163; Müslim, Mesâcid 230-232; Ebû Dâvûd, Salât 8; Tirmizl, Salât 2; Nesâl, Mevâkît 25, Sehv 101; Dârimî, Salât 20; Müsned, VI, 33, 37 v.s.

[80] Müslim, Mesâcid 216.

[81] Müslim, Mesâcid 220; ayrıca bk. Buhârî, Mevâkît, 24, 25.

[82] Buhârî, Ezan 156. Yatsı namazının tehirine dair hadislerin yerleri için bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres li Elfâzi'l-Hadis, I, 31.

[83] "Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar geciktirmekten çekinmezdi" şeklinde: Buhâ­rî, Ezan 104

[84] Buharî, Mevâkît 10, Ezan 18; Ebû Dâvûd, Salât 4; Tirmizl, Salât 5; Müsned, V, 155, 162, 176

[85] Müslim'de bu manada Enes'ten bir rivayet tesbit edemedik. Ancak bu manadaki bir ha­dis Câbir b. Semure'dan olup Mesâcid 188 dedir.

[86] Tirmizi, Salât 5'te 157 nolu hadisten sonraki açıklamaları.

[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/390-392.

[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/392.

[89] 149. âyet kısmen 150. âyete, kısmen de daha önce geçen 144. âyetin son bölümlerine benzediğinden muhtemelen- ayrıca tefsir edilmemiştir.

[90] Ebû Dâvûd, Sefer 8; Dârakutnî, I, 396.

[91] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 33.

[92] Bk. el-Bakara, 2/115. âyet 3. başlık.

[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/393-396.

[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/397.

[95] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-MunîrŞerhu'l-Gâfnii's-Sağir, III, 307 yakın lafızlarla. Hadisin za­yıf olduğu belirtilmiştir. Bk. Kurtubî, Dâru'l-Hadis baskısı, II, 176, dn: 4.

[96] İbn Mâce, Edeb 53; Tirmizt, Deavât 4; Müsned, IV, 188, 190.

[97] İbn Mâce, Edeb 53, Zevâid'inden naklen zayıf olduğu kaydıyla. Buhârî, Tevhid 43'te Ebû Hureyre'den muallak olarak zikretmektedir. Müsned, II, 540'da da Zevâid'de za­yıf olduğu belirtilen Muhammed b. Mus'ab'dan itibaren seneddeki raviler, İbn Mace ile aynıdır. Ayrıca bk. İbn Hacer, Fethu'l-Bâri, XIII, 508-509.

[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/398-399.

[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/400..

[100] Buhârt, Cenâiz 32, 43, Ahkâm 11.

[101] Müslim, Cenâiz 14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 23; Tirmizî Cenâiz, 13, 64; Ne-sûî, Cenâiz 22; İbn Mace, Cenâiz 55; Müsned, III, 130, 143, I, 375, 429, 451.

[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/400-402..

[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/402-403.

[104] Buharı, Merdâ 1; Müslim, Birr 52; Tirmizî, Cenâiz 1

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/403.

[105] İbn Mâce, Cenâiz 55; Müsned, I, 201. M. F. Abdulbaki'nin neşri İbn Mâce'de bu hadis­ten sonra Zevâid'den nakledilen nota göre senedde yer alan Hişâm b. Ziyâd'ı A. B. Han-bel zayıf kabul ederken, İbn Hibbân, uydurma hadisleri sika (güvenilir) ravilerden ri­vayet ettiği kanaatini belirtir. Kurtubî'nin senedi adeti hilâfına zikretmiş olmasının se­bebi bu olmalıdır. Ayrıca bk. Zehebî, Mizânu'l-l'tidâl, V, 423-

[106] Kurtubî baskılarında Atâ b. Ebî Rebâh olmakla birlikte, İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, III, 322'de Atâ b. Ebî Reyâh'tır. Ancak doğrusu Reyâh değil, Rebâh olmalıdır. Hadis mür-seldir. Aynı anlamdaki bir rivayet, Muvatta', Cenâiz 4l'de yer almaktadır. Ancak bu da mürseldir. Benzeri diğer rivayetler ve kaynakları için bk. İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, XIX, 322 v.d.; el-İstizkâr, VIII, 335 v.d.

[107] Bk. es-Semerkandî, Bahru'l-Ulûm, I, 169-170

[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/403-404.

[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/404.

[110] Tirmizi, Cenâiz 36; Müsned IV, 415

[111] Müslim, Cenâiz 3-4; Ebû Dâvûd, Cenâiz 18; Tirmizl, Deavât 83; İbn Mâce, Cenâiz, 55.

[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/404-405.

[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/405-406.

[114] Buhârl, Cenâiz 43 (2) Buhârî, Hacc 80.

[115] Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12.

[116] Buhârî, Hacc 79. Hz. Âişe'den gelen bu rivayetin değişik şekilleri için bk: Buhârî, Um­re 10, Tefsir 2. sûre 21 ve 53. sûre 3; Müslim, Hacc 259-261; Ebû Dâvûd, Menâsik 55;" Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12; Nesâî, Menâsik 168; İbn Mâce, Menâsik 43; Muvatta, Hacc 129; Müsned, VI, 162, 227.

[117] Tirmizî, Tefsir 2. sûre 13.

[118] Buhârî, Hacc 80.

[119] Hâkîm, el-Müstedrek, II, 271, Müslim'in şartına göre sahih olduğu kaydıyla.

[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/406-408.

[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/408-409.

[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/409.

[123] Kurtubi Merhum, bundan sonra beyitte "örtü ve sarık" anlamında kullanılan "es-sibb* kelimesinin müşterek bir lafız olduğunu belirtir ve ayrıca: Çokça söven, örtü, sarık. Hüzeyl şivesinde: Halat, ince keten parçası anlamına geldiğini -Cevheri'den naklen- belir­tir. Buna dair Arap Edebiyatından bazı beyitlerle de istişhâd eder. Doğrudan tefsir ile ilgisi olmayan bu açıklamalara bu şekilde değinmeyi yeterli gördük.

[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/410.

[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/410.

[126] Burada olumsuzluk edatı olan (ellâ'daki) lâ zaid kabul edildiğinden tercüme edilmedi.

[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/410-411.

[128] Tirmizl, Hacc, 33, Tefsir 2. sûre 14.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/411-412.

[129] Dûrakutnl, II, 255.

[130] Muvatta', Salâtu'1-Leyl 14; Ebû Dâvûd, Vitr 2; Nesat, Salât 6; İbn Mâce, İkame 194.

[131] İbn Mâce, Menâsik 43.

[132] İmam Malik mezhebinde muteber bir fıkıh kitabı. Müellifi Muhammed b. Ahmed b. Ab-dilaziz el-Uteb (v. 254. H.)'ye nisbetle böyle anılır.

[133] Hanefî mezhebinde Sây'ın hükmü vücubtur. Terkinin cezası da merhum müfessirimizin belirttiği gibidir. (Bk. Dr. ez-Zuhaylî, el-Fıkhu'l-lslâmî, III, 88,174). Hükmünü "sün­net" diye ifade etmesi Hanefî mezhebi ile diğer mezheblerin ıstılahlara dair tarif fark­lılıklarına bağlıdır.

[134] Yakın ifadelerle: Müslim, Hacc 310-, Ebû Dâvûd, Menâsik 77; Nesâi, Menâsik 220; Müsned, III, 318.

[135] Buhârî, Enbiya 9'daki hadislere işaret etmektedir.

[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/412-413.

[137] Buhârt, Hacc 64, 74; Müslim, Hacc 258; Ebû Dâvûd, Menâsik 48; Nesâi, Hacc 138, 139.

[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/413.

[139] Ebû Dâvûd, İlin 9; Tirmizî, İlin 3; İbn Mâce, Muknddime 24; Müsned, II, 263, 305, 344, 353, 495.

[140] Buhârî, İlin 49'da bab başlığından sonra: "Ali dedi ki..." diyerek nakletmekte. Hz. Pey­gamber'in hadisi olarak zikretmemektedir.

[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/414.

[142] Ebû Hureyre'den gelen rivayet Buhârî, tim 42 ile İbn Mâce, Mukaddime 24'de "... iki âyet olmasaydı.." şeklindedir. "Bir âyet olmasaydı..." şeklindeki ifade ise Buhârî, Vu-dû' 24 ile Müslim Tahâre 6; Muvatta'Tahâre 29'da olup bu rivayet de Hz. Osman'dan gelmektedir.

[143] Elimizin altındaki kaynaklarda tesbit edemedik. Kurtubî merhum da sıhhatinden emin olmadığına işaretle ruyjye: rivayet edildi, gibi bir "temrîd sigası" kullanmaktadır.

[144] İbn Mâce, Mukaddime 17'de: "İlim taleb etmek, her müslümana farzdır. İlmi ehil olma­yanlara öğretmeye çalışan, domuzlara mücevherat, inci ve altından gerdanlık takan kim­se gibidir" anlamında senedi zayıf olduğu belirtilen bir rivayet yer almaktadır. Ancak çeşitli yollarıyla hadisin hasen (li gayrihi) derecesine yükseldiği belirtilmektedir. (Ha­dise dair Zevâid'den alınan nottan).

Müfessirimizin kaydettiği rivayetin durumu ile ilgili bilgi için bk. eş-Şevkâni, e\-Fevâ-idu'l-Mecmûa, s. 274

[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/415-416.

[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/416.

[147] Buhârî, İlm 42.

[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/416.

[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/417.

[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/417.

[151] İbn Mâce, Fiten 22. Hadiste sözü edilen el-Leys b. Ebî Süleym ile ilgili hadis âlimleri­nin değerlendirmeleri için bk. ez-Zehebî, Mizânu'l-Î'tidâl, IV, 340-343; İbn Hacer, Takribu't-Tehzlb, II, 138.

[152] Kabir nimet ve azabını dile getiren uzunca hadisin bir bölümünü teşkil eden bu hadis örnek olarak: Enes b. Mâlik'ten: Buhârî, Cenâiz 68, 87, Ebû Dâvûd, Sünne 24; Nesâi, Cenâiz 110; Müsned, III, 126, 234'te; Beni b. Âzib'ten: Ebû Dâvûd, Sünne 24; Müsned, IV, 296'da geçmekte, ancak bunlarda "işiten herkesin lanet okuduğundan" söz edilme­mektedir.

Ancak Suyûtî, ed-Durru'l-Mensûr,l, 391'de şunları söylemektedir: "İbn Mâce, İbnu'l-Münzir ve İbn Ebi Hatim, el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediğini nakletmektedirler: Peygam­ber (sav) ile birlikte bir cenazede bulunuyorduk. Şöyle buyurdu: Kâfire iki gözü (ka­şı) arasına öyle iki darbe indirilir ki, insanlarla cinler dışında herkes onun sesini işitir, sesini işiten her canlı hayvan ona lanet okur..."

Hem Kurtubrnin, hem Suyutî'nin kast ettikleri hadis İbn Mâce, Fiten 22'de yer alan 4021. hadiste ise, kabir azabı ile ilgili bölüm yoktur. Sadece lanet edenlerden kastın "devâb-bulard" yani "yeryüzünde hareket eden hayvanlar" olduklarından söz edilmektedir. Bu da az önce Kurtubî tarafından kayd edilmiş bulunmaktadır.

[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/417-418.

[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/419.

[155] İbnu'I-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'ân'Az (I, 50) bu şekilde belli bir kaynağa atfetmeden zik­retmektedir.

[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/419-420.

[157] Buhârî, Hudud 4, 5.

[158] Buhârî, Hudud 36, Buyu 66, 110; Müslim, Hudûd 30; Ebû Dâvûd, Hudûd 32; Müsned, II, 249, 494.

[159] Buhârî, Hudûd 7, 13; Müslim, Hudûd 7; Nesâî, Sârik 1; İbn Mâce, Hudûd 22.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/420-421.

[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/422.

[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/423.

[162] Bu lafızlarla: Buhârî, Cenâiz 1 bab başlığı olarak; Ebû Dâvûd, Cenâiz 16. Müslim, İman 43'teki: "Kim Allah'tan başka ilâh olmadığını bilir halde ölürse cennete girer" anlamın­daki hadis, müfessirimizin dile getirdiği maksadını aynen ifade etmektedir.

[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/423.

[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/424-425.

[165] Müslim, Siyam 33; Buhârî, Tefsir 2. sûre 28; Ebû Dâvûd, Savm 18.

[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/425-427.

[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/427-428.

[168] Ebû Dâvûd, Tahâre 41; Tirmizl, Tnhare 52; Nesûî, Tahare 47; Muvatta', Tahâre 12; İbn Mâce, Tahâre 38.

[169] Bk. Buhârt, Cihad 3, Tabir 12; Müslim, İmare 160; Ebû Dâvûd, Cihâd 9; Nesûî, Cihad 40; Muvatta', Cihad 39.

[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/428-429.

[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/430.

[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/430.

[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/430.

[174] Burada "debelenme" diye tercüme ettiğimiz "debîb" kelimesi âyet-i kerimede de geçen ve her türlü canlıyı ifade ettiği kaydedilen "dâbbe" kelimesiyle aynı köktendir.

[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/430-431.

[176] Ebû Dâvûd, Edeb 103

[177] İbn Mâce, Edeb 29. Ayrıca, Müsned, II, 250, 268, 409...; Tirmizî, Fiten 65

[178] Buharı, İstiska 26, Bed'u'1-halk 5, Enbiyâ 6, Edeb 84, Meğâzi 29; Müslim, tstiskâ 17.

[179] Müslim, Zikir 38; Ebû Dûvûd, Edeb 60.

[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/431-432.

[181] Nevevî, el-Ezkâr, Kahire, 1375/1955, s. 163'te Şafii tarafından el-Umm'da rivayet edil­diği belirtilmektedir. Ayrıca Suyûti, ed-Dûrru'l-Mensûr, I, 399.

[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/432-433.

[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/433-434.

[184] Müslim, Zühd 45; Müsned, II, 296.

[185] İbn Mâce, Dua 21.

[186] Müslim, İstiskâ 14.

[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/434-436.

[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/436.

[189] Suyûtî Cem'u'l-Cevâmi, 874'te yakın lafızlarla. Kurtubî, Dâru'l-Hadis baskısı, II, 206'da-ki nottan.

[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/436-439.

[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/439-442.

[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/442-443.

[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/443-444.

[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/444-445.

[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/445.

[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/445-446.

[197] Tirmizî, Edeb 78.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/446.

[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/447.

[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/448.

[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/448-449.

[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/449.

[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/449.

[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/449-450.

[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/450.

[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/450-452.

[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/452-453.

[207] Müslim, Zekât 64; Tirmizl, Tefsir 2. sûre 37; Dârimî, Rikaak 9; Müsned, II, 328.

[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/454.

[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/455.

[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/455-456.

[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/456.

[212] Darakutnî, IV, 272; İbn Mâce, Et'ime 31; Müsned, II, 97.

[213] Buhârt, Zebâih ve Sayd 12, Meğâzî 65; Müslim, Sayd ve Zebâih 17, 18; Nesaî, Sayd 35; Müsned, III, 311.

[214] Bu âyetin tefsirine dair 18. başlığa ve ilgili nota bakınız.

[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/456-457.

[216] Buharı, Zebâih 13; Müslim, Sayd 52; Tirmizl, Et'iıne 22; Nesaî, Sayd 37…

[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/457.

[218] Müslim, Hayz 100, 102-104; Ebû Dâvûd, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 7; Nesaî, Fera' 5.

[219] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 120, 122.

[220] Tirmizî, Libâs 7; Nesai, Fera' 5; îbn Mâce, Libâs 26, Ebû Dâvûd, Libâs 39; Müsned, IV, 310, 311.

[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/457-458.

[222] Ebû Dâvûd, Edâhî 17; Îbn Mâce, Zebâih 15; ayrıca bk. Tirmizî, Sayd 10.

[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/458.

[224] Müslim, Hayz 105; Ebû Dâvûd, Libâs 38; Tirmizl, Libâs 7; Nesaî, Fera' 4

[225] Görüldüğü kadarıyla merhum müfessir sarahatle ifade etmemekle birlikte, tabaklama­nın şer'an temizlediği görüşünü nassa uygunluğu dolayısıyla, daha bir kabule şayan gör­mektedir.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/459.

[226] Dârakutnî, I, 47. Dârakutnî hadisin sonunda râvilerinden Yûsuf b. es-Sifr'in metruk ol­duğunu, bu hadisi ondan başka kimsenin (Evzâî'den) nakletmediğini kaydeder.

[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/459.

[228] Buhârl, Vudû' 67, Zebâih 34; Ebû Dâvûd, Et'üne 47; Tirmizî, Et'ime 8; Nesal, Fera' İO. Müsned, II, 233, 265, VI, 330; Dârimî Et'ime 41; Muvatta' İsti'zan 20. Yakın ifadelerle

[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/460.

[230] Buhârî, Enbiyâ 50, Tefsir 6. Sûre 6, Buyu' 103, 112; Müslim, Mûsâkat 71-74; Nesaî, Bu­yu' 93, Fera' 8, 9; Müsned, I, 25, II, 213, III, 324, 326.

[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/460.

[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/460-461.

[233] "Peynir mayası" diye tercüme ettiğiniz "enfiha" ile ilgili sözlükte şu açıklamalar yer al­maktadır: Buzağı, oğlak ve benzerlerinin işkembelerinden bir bölümdür. Peynir maya­sı kasdıyla buzağı, oğlak ve benzerlerinin süt yavrusu iken midelerinden alınan parça. (el-Kâmusu'l- Muhit, el-Mu'cemu'l-Vastt).

[234] Ebû Dâvûd, Et'ime 38'de: İbn Ömer'den gelen rivayete göre, Tebûk'te Peygamber (sav)'e peynir getirilmiş, o da bıçak getirilmesini isteyip besmele çekerek peyniri kes­miş. Sünen-i Ebû Davud'un en yetkin sarihi kabul edilen el-Hattâbî'den naklen hadis ile ilgili şu açıklama yer almaktadır: "Ebû Davud'un bu hadisi, peynirin, kestikleri yen­meyen bir kavim tarafından imal edilmiş olduğunu göstermektedir. Onlar peyniri ba­ğırsaklarla mayalıyorlardı. Peynir imalinde onlarla birlikte çalışan müslümanlar da vardı. Kâfirler de müslümanlarla birlikte çalışıyorlar diye Hz. Peygamber, onu yemek­ten imtina etmemişti."

[235] İbn Mâce, Et'ime 60; Ebû Dâvûd, Et'ime 30; Tirmizî, Libâs 6.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/461-462.

[236] Hadisi Kumıbînin zikrettiği bu lafızlnrla tesbit edemedik. Ancak, Hz. Peygamberin ten­cerede pişen etten yediğine dair -ancak, üzerinde kandan dolayı sarımtrak bir tabaka­nın belirdiği zikredilmeksizin- bazı hadisler için bk. Buhârî, Et'ime 31; Talâk 14; Müslim, Itk 14; Nesâî, Talâk 29; Muvatta' Talâk 25; Müsned, VI, 178, 180

[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/462-463.

[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/463.

[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/463-464.

[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/464.

[241] Su domuzu (hınzîru'1-mâ) ile ilgili sözlüklerin açıklamalarından, bununla "yunus balı-ğı"nın kast edildiğini anlıyoruz. "el-Müncid" adlı sözlükte: "Su domuzu: hınzîru'1-mâ" hakkında şu açıklamalar yer alır: "Dulfın'den küçük bir balık cinsi." Lârus el-Mu'cemu'l-Arabi el-Hadis'te şu açıklamalar yer alır: "et-Tuhas ile aynı şeydir. Bu da Balık türü ve dulfînler alt grubundandır." "et-Tuhas" de aynı sözlükte şöylece açık­lanmaktadır: "Dulfin diye bilinen memeli balıklardan bir tür. Bütün denizlerde grup­lar halinde yaşar. Her birinin uzunluğu kimi zaman üç metreyi bulur." D.M. Doğan'ın Büyük Türkçe Sözlük adlı eserinde de "Yunus Balığı" ile ilgili şu açık­lamalar yapılmaktadır: "Balinagillerden, boyu üç metreyi geçmeyen, sürüler halinde ya­şayan etçil memeli hayvan."

Bütün bu açıklamalardan "su domuzu" ile yunus balığı'nın kast edildiğini anlıyoruz. Ge­rek Mâliki alimlerin ifadelerinden, gerekse buradaki açıklamalardan. Mâlik'in bunu hoş görmemesi yalnızca adı dolayısıyladır. (Bk. Ebû Ömer b. Abdi'1-Berr, el Kâfi, I, 437)

[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/464-465.

[243] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/465.

[244] Hadisin buraya kadar olan bölümü, Müsned, VI, 43'te: "Cerîr, Kâbus'tan..." diye yer aılmaktadır.

[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/465-466.

[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/466-467.

[247] İbn Mâce, Ticarât 68

[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/467-468.

[249] Aynı hadisin iki yahut da fazla senedi varsa, bir senetten ötekine geçişte "hâ" harfi kul­lanarak senedin tahvil edildiğine işaret edilir. (Nevevî, Takrib, II, 88)

[250] İbn Mâce, Ticarât 67, Ayrıca bk.; Ebû Dâvûd, Cihad 85; Nesaî, Kudât 21; Müsned, IV. 16"

[251] Ebû Dâvûd, Cihad 85; Tirmizi, Buyu' 60.

[252] Tirmizî, Buyu' 54.

[253] Tirmizî, Buyu' 54; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Lukata h. 10; Hudud 13; Nesat, Sârik 12.

[254] İbn M6.ce, Ticârât 67.

[255] H. 224'te vefat eden Ebû Ubeyd (Fuat Sezgin, Tarihu't-Turas, VIII/1,137)'in, H. 463'te vefat eden, Ebû Ömer künyeli ve bu Tefsir'de "Ebû Ömer" denildi mi hatıra gelen İbn Abdi'1-Berr'den nakil yapmasına elbetteki imkân yoktur. Lisânu'l-Arab, XIII, 76'da: "Ebû Amr dedi ki..." denilerek burada verilen açıklamaların bir kısmı aynen aktarılmaktadır. Dolayısıyla bu Ebû Ömer değil, H. 205 veya 206 yılında vefat etmiş bulunan Ebû Amr eş-Şeybânî b. Mirar (Bkz. Fuat Sezgin, a.g.e., VIII-I, 210) olabilir. (Arapça'da Amr ile Ömer aynı harflerle -Ayn- mim ve ra harfleriyle- yazıldığı için Amr'ın sonuna vav yazılarak bir­birinden ayırd edilmeleri sağlanır. Baskıda "vav" harfi düşmüş olmalıdır).

[256] Bk. Buhârî, Zebâih 12, Meğâzî 65; Müslim, Sayd 17, 18; Ebû Dâvûd, Et'ime 46; Nam, Sayd 35; Dârimî, Sayd 6; Müsned, III, 311.

[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/468-471.

[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/471.

[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/471.

[260] Ebû Dâvûd, Cenâiz 60; İbn Mâce, Cenâiz 63; Muvatta', Cenâiz 45; Müsned, VI, 105.

[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/41-472.

[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/472.

[263] Ebû Dâvûd, Et'ime 36; Müsned, V, 96.

[264] Ebû Dâvûd, Et'ime 36.

[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/473-474.

[266] Bu hadisin çeşitli rivayetleri için bk. Buh&rl, Cihâd 152, Zekat 68, Hudûd 15, 17, 18, T»b 5, 6, 29; Ebû Dâvûd, Hudûd 3; Tirmizî, Tahare 55; Nesaî, Tahare 55, 190, Tahri-mu'd-Dem 7-9; İbn Mûce, Hudûd 20.

[267] Buhârî, Eşribe 15

[268] Müslim, Eşribe 12; Ebû Dâvûd, Tıb 11; Tirmizî, Tıb 8.

[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/474-475.

[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/475-476.

[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/476.

[272] Mefhumu'l-kitab, Delilu'l-hitab, Mefhumu'l-muhâlefe diye anılan delildir. Delilin söz ko­nusu etmediği şeylerin hükmünün, sözkonusu ettiklerinden farklı olması demektir. Et­raflı bilgi için fıtıh usulü eserlerinin ilgili bahislerine bakılmalıdır.

[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/476-478.

[274] Asıl nüshada da başlıkların sayımında tam bir birlik olmadığı, baskıya hazırlayan tara­fından da belirtilmiş bulunuyor.

[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/478.

[276] 41. âyet 1. başlık 79. âyet 5. başlıkta

[277] Müslim, İman 172; Müsned, II, 480. Ayrıca, Nesaî, Zekât 77; Müsned, II, 433 yakın la­fızlarla.

[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/479-481.

[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/481-482.

[280] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/482-483.

[281] Mürsel olduğu açıkça görülen bu rivayeti ve sonrakini, el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 52'de zikretmektedir.

[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/483-484.

[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/484.

[284] Buyruklar: O kasaba halkına sor; ve: Buzağının sevgisi., takdirindedir.

[285] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/485.

[286] Bu ifadelerin Hz. Osman ile herhangi bir ilgisi yoktur. Uydurmadır. Başta Kurtubi ol­mak üzere -bu âyette olduğu gibi- Zemahşeri, Ebu Hayyan ve Alûsî bu sözün Hz. Os­man tarafından söylenmiş olduğunu kabul etmezler. Adı geçenlerin en-Nisa, 4/162. âye­tin tefsirinde yaptıkları açıklamalara bakınız.

[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/486-488.

[288] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/488.

[289] Dârakutni, II, 125.

[290] İbn Mâce, Zekât 3'te. Ancak burada hadis: "Malda zekâtın dışında bir hak yoktur" an­lamındadır. Serik'ten itibaren hadisin senedi Darakutnî ile de Tirmizî ile de aynıdır. Do­layısıyla Tirınizfnin hadisin senedi ile ilgili birazdan kaydedilecek açıklamaları, bura­larda da aynen geçerlidir.

[291] Tirmizî, Zekât 27. Darakutnî, Zekât 13, aynı manada yakın lafızlarla ve Serik'ten itiba­ren aynı senedle.

[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/488-489.

[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/489-491.

[294] Muvatta', Ayn 5 (yakın ifadelerle). Ancak aynı Muvatta'daki bu rivayet Atâ b. Yesâr'dan gelen mürsel bir rivayettir. İbn Abdi'1-Berr bu hadisi et-Temhîd, V, 47'de Ebû Said el-Hudrîden de mevsûl olarak rivayet etmektedir. Gerek bu hadis, gerek bu manadaki di­ğer hadisler için ayrıca bk. el-lstizkâr, XXVII, 22 vd.

[295] Buhârî, Edeb 69; Müslim, Birr, 103, 104, 105; Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/491-492.

[296] Buhârî, Tefsir 2. sûre 23, Diyât, 8; Nesâî, Kasâme 27, 28; Dârakutnî, III, 86, 199.

[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/492-493.

[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/493.

[299] Müsned, II, 187, IV, 32

[300] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/493-494.

[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/494-495.

[302] Bk. Buhârî, Diyât 5; Müslim, Kasâme 15-17; Ebû Dâvüd, Diyât 10; iVesâî, Kasâme 12, 13; İbn Mâce, Diyât 24.

[303] Bu iki âyetin bir arada anlaşılması ve uygulanması imkânsız bir şey değildir. O bakım­dan neshin varlığını kabul etmeyi gerektiren bir durum yoktur.

[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/495.

[305] Ebû Dâvûd Cihad 147, Diynt 11; Nesâî, Kasâme 10; İbn Mâce, Diyât 31

[306] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/495.-496

[307] Buhârî, Diyât 24, 31; Ayrıca: İlin 39; Ebû Dâvûd, Diyât 11, Cihâd 147; Tirmizi, Diyât 16; Nesâî, Kasâme 9; Dârakutnî, III, 98.

[308] Dârakutnî, III, 135. Bu hususta gerek Dârakutnî'de gerek başka eserlerde yer alan ri­vayetlerin geniş bir tetkiki için bk. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 335 vd.

[309] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/496-497.

[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/497-498.

[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/498.

[312] Ebû Dâvûd, Diyât 7; Tirmizî, Diyât 17; Nesâî, Kasame 10, 11, 16; İbn Mâce, Diyât 23; Dârimî, Diyât 7; Müsned, V, 10, 11, 12...

[313] İbn Mâce, Diyât 23.

[314] Tırnak içine aldığımız bu son paragraf da İbnu'l-Arabî Ahkâmu'l-Kur'ân, (I, 63)ye aittir.

[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/498-499.

[316] Dârakutni, III, 142

[317] Tirmizl, Diyât 9.

[318] Altıncı başlık sonlarında geçen bu hadisin kaynakları da orada gösterildi.

[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/499-501.

[320] Buhârî, Diyât 21.

[321] Darakutnî, III, 132-133.

[322] Tirmizî, Diyât 8.

[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/501-502.

[324] Ebû Dâvûd, Diyât 4.

[325] Tirmizî, Diyât 13.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/502.

[326] Buharî, Sulh 8, Tefsir 2. sûre 23, 5. sûre 6, Cihâd 12; Ebû Dâvûd, Diyât 28; İVesâî, Ka-sâme 16; İbn Mâce, Diyât 16.

[327] Bk. Ebû Dâvûd, Diyât 4; Tirmizî, Diyât 13

[328] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/502-504.

[329] Tirmizl, Salât 13.

[330] Nesâi, Kasâme 8'de Abbas'dan buna yakın mânâda.

[331] Merhum müfessir üç ve dördüncü görüşten söz etmemiştir. Bu görüşleri İbn Atiyye (II, 62 vd)'nin de yardımıyla, böylece numaraladık.

[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/504-506.

[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/506.

[334] Ebû Dâvûd, Diyât 5; Müsned, III, 363.

[335] Habl; sözlükte azaların fesadı, yani işlemez hale gelmesi demektir. (îbmı'l-Esîr, en-Ni-haye, II, 8) Hadiste bu kelime "curh ve cirâh" diye açıklandığı halde; Kurtubî'nin bas­kılarında bu kelime topallık demek olan "el-arec" diye geçmiştir. Tercümeyi Kurtubîde-ki metne göre yapmakla birlikte, hadisin asıl rivâyetindeki açıklamanın muteber olma­sı gerektiği açıktır.

[336] Dûrakutnî, III, 96; İbn Mâce, Diyât 3; Darimî, Diyât 1; Müsned, IV, 31.

İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/506-507.