1- Allah'ın Boyası: Allah'ın Dini:
2- Müslüman Olanın Gusletme Gereği:
2- Kıblenin Değiştirilmesine Dair Rivayetler:
3- Kıble Ne Zaman Değiştirildi?
4- Hz. Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e Yönelme Keyfiyeti:
5- Hicretten Önce Kıble Neresiydi?
8- Haber-i Vahid ile Yürürlükte Olan Hükmü Kaldırma:
9- Neshedici Hüküm Kendilerine Ulaşmayanların Durumu:
11- Kur'ân'ın Kısım Kısım İndirilişi:
3- Bu Ümmet Üzerindeki Büyük Lütuflardan Birisi: Vasat Ümmet Olmak
4- İcma ve îcma'a Göre Hüküm Vermek:
4- Ka'be'yi Göremeyenin Kıbleye Yönelmesi:
5- Namaz Kılan Kimsenin Bakacağı Yer:
1- Herkesin Bir Kıblesi Vardır:
2- Herkes Kendi Kıblesine Yönelir:
3- Hayırlarda Yarış ve Namazın İlk Vaktinde Kılınması:
4- Kıyamet Günü Hepimizi Toplayacaktır:
2- İstircâ'da Bulunmak: (İnnâ Lillahi ve İnnâ İleyhi
Râci'ûn) Demek:
3- En Büyük Musibet Dindeki Musibettir:
4- İstirca': (înnâ Lillah ve înnâ İleyhi Râciun):
5- Musibet Anında Istircâ'da Bulunmak:
6- Sabredenlere Allah'ın Ni'metleri:
1- Âyetin Anlaşılmasına ve Nuzül Sebebine Dair Rivayetler:
6- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmek:
7- Safa ile Merve Arasında Sa'yin Uygulaması:
8- Safa ile Merve Arasında Sa'yetmenin Hükmü:
9- Ka'be ve Safa ile Merve Arasında Binekli Olarak Tavaf
Edip Sa'yetmek:
1- Allah'ın İndirdiklerini Gizleyenler:
2- ilmin Gizlenmesi ve Açıklanması:
3- Apaçık Âyetler ve Haber-i Vâhid:
4- Gizlenmesi Caiz Olan Şeyler:
5- Apaçık Şekilde Bildirdikten Sonra:
6- Lanet ve Lanete Uğrayanlar:
2- Kâfire Lanet Okumaktan Kasıt:
1- Hepinizin İlâhı Tek Bir İlâhtır:
2- O'ndan Başka Hiçbir İlâh Yoktur:
4- Denizde Yolculuk Yapmanın Hükmü:
5- Denizin Aşırı Dalgalı Olması Halinde Denizde Yolculuk:
6- İnsanlar İçin Faydalı Olan Gemiler:
10- Kur'ân-ı Kerim'de Rîh (Rüzgâr) Kelimesinin Farklı
Kıraati:
11- İlim Adamlarının Rüzgâr ile İlgili Açıklamaları:
13- Ka'b el Ahbar'dan Bulutlara Dair Bir Rivayet:
14- Allah'ın Varlığı'nın Belgeleri: Âyetler
4- İlim Adamlarına Göre Taklidin Mahiyeti:
5- Taklid Yoluyla Bilgi Sahibi Olmak:
6- Avamdan Olanların Taklid Etmesi:
7- Akâid Konularında Taklid ve Kelamcılar:
5- Kur'ân-ı Kerim'in Sünnet ile Tahsis Edilmesi:
6- Meyte'den ve Necis Şeylerden Yararlanmak:
7- Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru:
10- Temiz Birşeye Fare Düşerse:
11- Böyle Bir Sıvının Taharetine Hüküm Verilirse:
12- Tenceredeki Yemeğe Kuş ve Benzeri Hayvanlar Düşerse:
13- Meyteden Alınan Peynir Mayası ile Meytenin Sütü:
17- Domuzun Kılları Müstesna Tümü Haramdır:
19- Hınzır (Domuz) Kelimesi ile İlgili Dil Bilginlerinin
Açıklamaları:
20- Allah'tan Başkasının Adına Kesilenler:
22- Zaruret Hangi Hallerde Sözkonusu Edilir:
23- Zaruret Halinde İzni Olmaksızın Başkasının Malından
Yemek:
24- Şarap İçmek Zorunda Kalınırsa:
25- Zaruret Halinde Kan İçmek:
26- Boğazında Lokma Kalan, Şarapla İndirebilir mi ve
Zarureti Gidermekte Öncelik:
27- Başkasına Ait Yiyecek Varken Meyte Yemesinin Hükmü:
30- Zaruret Halinde Haramlardan Yararlanmanın Şartları:
31- Haramın Mubah Kılınmasının Bir Diğer Şartı:
32- Masiyet Halinde Zaruret Dolayısıyla Ruhsattan
Yararlanmak:
2- "Birr" Kelimesinin Okunuşu:
4- Sözlerinde Duranlar ve Sabredenler:
7- "Ona Olan Sevgisine Rağmen.."
8- Ahidlerini Yerine Getirenler:
2- "... Üzerinize Kısas Yazıldı":
5- Katil ile Maktul Farklı Nitelikte Olursa:
6- Hür ile Köle Arasındaki Kısas:
7- Kâfire Karşılık Müslümanın Öldürülmesi:
8- Köle ile Hür, Erkek ile Dişiden Biri Diğerini
Öldürürse:
9- Kadın ve Erkeğin Birbirlerine Karşılık Öldürülmesi:
10- Kölesini Öldüren Efendinin Hükmü:
11- Baba ile Oğul Arasında Kısas:
12- Bir Kişiye Karşılık Topluluğun Öldürülmesi:
14- Kasten Öldürenden Diyetin Alınması ile îlgili
Görüşler:
132. İbrahim
de bunu oğullarına vasiyet etti. Ya'kub da: "Ey oğullarım, Allah sizin
için bu dini beğenip seçti. O halde siz ancak Müslümanlar olarak can
verin."
"İbrahim de
bunu" yani bu dini "oğullarına vasiyet etti." Bir görüşe göre
onurf oğullarına vasiyet ettiği: "Alemlerin Rabbine teslim oldum"
sözüdür. Bu daha doğrudur. Çünkü, sözü geçen en yakın şey odur. Yani: "Siz
de alemlerin Rabbine teslim olduk deyiniz," demektir.
Vasiyet etti"
Aynı anlama gelen Kureyşlilerce kullanılan iki ayn söyleyiştir. Her iki şekilde
de okunmuştur. Abdullah b. Mes'ud'un mus-hafında birinci şekildedir. Hz. Osman
mushafında ise ikinci şekildedir ve bu ikinci şekil Medine halkıyla Şamlıların
kıraatidir. Öbürleri ise birinci şekilde okumuşlardır ve bunda teksir (çokça
yapma) anlamı vardır.
"Yakub da"
İbrahim'e atfedilmiştir. Bunun atıf olmayıp yeni bir cümle olduğu da söylenmiştir.
Buna göre anlamı şöyle olur: Yakup da oğullarına vasiyette bulunup şöyle dedi:
Oğullarım, şüphesiz ki Allah sizin için bu dini beğenip seçmiştir. Buna göre
aynı tavsiyeyi önce İbrahim kendi oğullarına, ondan sonra da Yakub kendi
oğullarına yapmış olur.
İbrahim'in oğullan ise
büyük oğlu İsmail'dir. Hz. İbrahim onu henüz süt emen bir bebek iken Mekke'ye
götürdü. İki yaşında iken götürdüğü, ondört yaşında iken götürdüğü de söylenmiş
ise de- ileride İbrahim Sûresi'nde yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere-
birinci görüş daha sahihtir.
Hz. İsmail kardeşi Hz.
İshak'tan ondört sene önce dünyaya gelmiştir. Yüz otuzyedi yaşında vefat
etmiştir. Yüzotuz yaşında vefat ettiği de söylenmiştir. Babası İbrahim (a.s)
vefat ettiğinde kendisi seksendokuz yaşında idi. Bir görüşe göre Allah
tarafından boğazlanması emredilen odur.
Hz. İshak'ın annesi
ise Sare'dir. Bir diğer görüşe göre ise boğazlanması emredilen odur, ileride
yüce Allah'ın izniyle es-Saffat Sûresi'nde açıklanacağı üzere daha sahih olan
da budur. [1] Rumlar,
Yunanlılar, Ermeniler ve onlara bağlı olan diğer kollar ile İsrailoğulları
onun soyundan gelirler.
Hz. İshak yüzseksen
yıl yaşamış, Arz-ı mukaddeste vefat etmiş, babası İbrahim el-Halil'in yanında
defnedilmiştir. (ikisine de selam olsun).
Daha sonra da Sare
vefat edince Hz. İbrahim Kenanlı Yaktan kızı Kantu-ra ile evlenmiştir.
Kantura'dan Medyen, Medâin, Nehşân, Zemran, Neşik ve Şeyuh adındaki çocukları
doğmuştur. Sonra da vefat etmiştir.
Hz. İbrahim'in vefatı
ile Peygamber (s.a)'ın doğumu arasında yaklaşık iki bin altıyüz yıllık bir
zaman geçmiştir. Yahudiler bundan dörtyüz yıl gibi daha kısa bir zaman
zikrederler. Hz. Yakub'un çocuklarından yüce Allah'ın izniyle Yusuf Sûresi'nde
söz edilecektir.
Amr b. Faid el-Esvafî
ile İsmail b. Abdullah el-Mekkî: " ve Yakub'a* şeklinde
"oğullarına" kelimesine atfederek okumuştur. (O takdirde buyruğun
anlamı: "İbrahim de bunu oğullarına ve Ya'kub'a vasiyet etti, şeklinde
olur). Buna göre Hz. Yakub da Hz. İbrahim'in kendilerine vasiyette bulunduğu
kimselerin kapsamına girer.
el-Kuşeyrî der ki: Bu
kelime nasb ile "oğullarına" üzerine atfedilerek okunmuştur. Ancak
uzak bir ihtimaldir. Çünkü Yakub, vasiyette bulunduğu sırada Hz. İbrahim'in
çocukları arasında değildi. Onun dedesi Hz. İbrahim'e yetiştiğine dair bir
nakil de yoktur. Hz. Yakub, Hz. İbrahim'in vefatından sonra dünyaya gelmiştir.
Ve ayrıca Hz. Yakub kendi oğullarına da tıpkı Hz. İbrahim'in yaptığı gibi
vasiyette bulunmuştur. Hz. Yakub'un oğullarının adları yüce Allah'ın izniyle
ileride gelecektir. el-Kelbî der ki: Hz. Yakub, Mısır'a girdiğinde onların
putlara, ateşe ve ineklere taptıklarını görür. Çocuklarını bir araya toplar ve
onların bu şekilde şirke düşeceklerinden korktuğundart Benden sonra neye ibadet
edeceksiniz diye sorar...
Denildiğine göre, Hz.
Yakub'a bu adın veriliş sebebi şudur: Hz. Yakub'un el-İs adında ikiz[2]
kardeşi varmış. Annesinin karnından çıktığında Hz. Yakub kardeşi el-İs'in
topuğunu tutmuş idi. Ancak böyle bir açıklama su götürür. Çünkü o takdirde bu,
Arap diline uygun bir türetme olur. Halbuki Yakub Arapça olmayan bir isimdir.
Her ne kadar bu kelime kekliğin erkeğine verilen Arapça ada uygun düşse de
Arapça değildir. Hz. Yakub, yüzkırk-yedi yıl yaşamış ve Mısır'da vefat
etmiştir. Arz-ı Mukaddes'e taşınıp götürülmesini ve babası Hz. İshak'ın
yanında gömülmesini vasiyet etmişti. Oğlu Hz. Yusuf, onu oraya kadar götürmüş
ve onu orada defnetmiştir.
Yüce Allah'ın: Ey
oğullarım" buyruğu: Ey oğulların, dedi, anlamındadır. İbn Mes'ûd'un
ve.ed-Dahhâk'ın kıraatinde de böyledir.
el-Ferrâ der ki: Bu
edatın bu buyrukta hazf edilmesi, tavsiye etmenin de "demek" anlamını
ihtiva etmesinden ötürüdür. Demek anlamını ihtiva eden her sözün başına bu
edatın getirilmesi de caizdir, hazf edilmesi de. Nahiv-cilerin burada
"dedi" anlamını veren bu edatı kast ederek hazf edilmiştir, şeklindeki
açıklamalarının hiç bir değeri yoktur.
en-Nehhâs der ki: Ey
oğullarım!" buyruğu, muzaf bir nidadır. Sona gelen bu "yâ" harfi
mütekellim yâ'sı olduğundan ancak üstün okunması mümkündür. Çünkü sakin (med
harfi) olarak okunursa, iki sakin bir araya gelmiş olur.
Muhakkak
Allah..." buyruğunda de hemzenin esreli oluşu, "vasiyet etti"
de "dedi"nin aynı anlamı ihtiva ettiklerindendir. Burada "dedi
ki" anlamındaki kelimenin hazf edildiği de söylenmiştir.
"Ey oğullarım, Allah
sizin için bu dini" yani İslâm'ı "beğenip seçti." Beğenip
seçmek anlamına gelen "ıstıfa"yı recez vezniyle şair şöylece
kullanmıştır:
"Ey mülkler miras
bırakan hükümdarların oğlu, Allah'ın sana vermiş olduğu halifeliği (de miras
aldın). Seni onun için beğenip seçti, onu da senin için beğenip seçti."
Âyet-i kerimede
"din" kelimesinin başına gelen elif lam (ed-dîn şeklinde) ahit
içindir, çünkü onlar bu dini önceden beri tanıyorlardı.
"O halde siz
ancak müslümanlar olarak can verin." Bu ifade, beliğ bir kazdır. Anlamı da
şudur: İslâm'a bağlı kalına İslâm üzere devam edin ve ölünceye kadar asla
ondan ayrılmayın. Hz. Yakub (as) hem maksadı ihtiva eden hem de ölümü
hatırlatan, öğüt veren bir muhtevaya sahip veciz bir ifade kullanmıştır.
Şöyle ki; kişinin öleceği
muhakkaktır. Ancak ne zaman öleceğini bilmez. Bir kimseye ancak üzerinde
bulunduğu bir hal ile ölümün kendisine gelmesi emredilecek olursa, artık
hitabın yapıldığı andan itibaren kesintisiz olarak verilen o emre bağlı kalması
istenmiş olur. Ancak... can
verin...", buyruğunda nehy
edatıdır. nehy dolayısıyla cezm mahallinde-dir. Şeddeli nün ile tekid edilmiş,
iki sakin arka arkaya geldiğinden vav harfi hazf edilmiştir.
"Ancak
Müslümanlar olarak..." anlamındaki buyruk, hal konumunda mebtadâ ve haberdir.
Yani
Rabbiniz hakkında güzel zan besleyerek "can verin." İhlas sahibi olarak,
işinizi Allah'a havale ederek mü'minler olarak can verin, anlamlarına geldiği
de söylenmiştir. [3]
133. Yoksa
siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına:
"Benden sonra siz neye ibadet edeceksiniz?" dediği zaman onlar:
"Senin ilahına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir ve tek olan
ilahına ibadet edeceğiz. Biz O'na teslim olmuşuzdur" demişlerdi.
"Yoksa siz ölüm
Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız?" : Hazır... diniz"
anlamındaki kelime (Ol*)in haberidir. Sonunda tenis alameti olan hemze
bulunduğundan munsarıf değildir. Bu alametin geliş sebebi ise çoğulun müennes
hükmende olmasıdır. Bu hemze de tıpkı müenneslik he (te) si gibi isimlerin
sonuna gelir. Hitap Hz. İbrahim'e çocuklarına tavsiye etmediği şeyleri nisbet
eden ve onların yahudi ve hristiyan olduklarını ileri süren yahudilerle
hıristiyanlara yöneliktir. Allah onların bu sözlerini ve yalanlarını
reddetmekte ve azarlayıcı bir üslupla onlara şöyle seslenmektedir: Siz Yakub'u
gördünüz ve onun neyi tavsiye ettiğini bildiniz mi ki bir bilgiye dayanarak
böyle bir iddiada bulunmaktasınız? Bu da; hayır siz hazır değildiniz, onu
görmediniz, aksine iftira etmektesiniz, anlamındadır.
Burada
"yoksa" hayır anlamınadır. Yani hayır asıl Yakub'un huzurunda bulunanlar
sizler değil, sizden öncekiler, sizin geçmişlerinizdir. "Şüheda" hazır
bulunan anlamında "şahit" kelimesinin çoğuludur.
"Ölüm"den
önceki haller ve ölümün sebepleri "Yakub'a gelip çatığı zaman..."
çünkü bizzat ölümün kendisi geldiği takdirde herhangi bir şey söylemesine
imkân olmazdı.
Hz. Yakub,
tapınacakları ma'bud ile ilgili olarak "neye" diye soru sormuş,
"kime" diye sormamıştır. Çünkü o, onları denemek istemişti. Şayet
"kime" demiş olsaydı maksadı oğullan arasından kimlerin hidâyet
sahibi olduklannı görmek olacaktı, halbuki o hepsini denemek istediğinden
dolayı "neye" diye sormuştur. Diğer taraftan Allah'tan başka
tapınılan ma'budlar putlar, ateş, güneş ve taşlar gibi cansız yaratıklardır. O
bakımdan Hz. Yakub bu tür cansızlardan neye ibadet edeceklerini anlamak
istemiştir.
"Benden
sonra" ölümümden sonra demektir. Anlatıldığına göre Hz. Yakub
peygamberlerin muhayyer bırakıldığı şekilde hayat ve ölümden birisini seçmekte
serbest bırakılınca ölümü seçmiş ve: Oğullanma ve aileme vasiyet edinceye
kadar bana mühlet veriniz, demiş, onları bir araya toplamış ve bu sözleri
söylemiştir. Onlar da doğru yolu bularak: "Senin ilahına., ibadet
edeceğiz" diye cevap verdiler. Bu cevapları ile de hak din üzere sebat
ettiklerini, şanı yüce Allah'ı tanıdıklarını ona gösterdiler.
"Senin ilahına ve
babaların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir ve tek olan ilahına ibadet
edeceğiz... demişlerdi."
İbrahim, İsmail ve
İshak isimleri, mecrûr olan "babaların" anlamındaki kelimeden bedel
olarak cer mahallindedirler. Bu isimler, Arapça olmadıklarından munsarıf
değildirler. el-Kisâî der ki: İstersen "İshâk" ismini (ufalamak demek
olan:) "sahk"tan gelmiş kabul edebilirsin. Yakub'u da (erkek keklik
demek olan) kuştan türetebilirsin. (O taktirde bunlar munsarıf olurlar, demek
istiyor).
Şanı yüce Allah amcaya
ve dedeye "baba" adını vermiştir. Önce dedeyi sonra amca olan
İsmail'i yaşça Hz. İshak'tan büyük olduğundan dolayı zikretmektedir. İkinci
"ilah" kelimesi birincisinden bedeldir. Tekrarlanması vahdaniyet
sıfatıyla birlikte "tek olan ilah" şeklinde tekrar edildiğinden dolayıdır.
İkinci "ilah" kelimesinin hal olduğu da söylenmiştir. [4] İbn
Atiyye der ki: Bu güzel bir görüştür, çünkü maksat vahdaniyyetin isbat
edilmesidir.
el-Hasen, Yahya b.
Ya'mer, el-Cahderî ve Ebu Reca el-Utaridî"Babanın ilahına" diye
okumuşlardır. Bunu iki şekilde açıklamak mümkündür:
a) Hz.
İbrahim'i tek olarak zikretmiş ve amca olduğundan dolayı Hz. İsmail'i baba
olarak zikretmek istememiştir. en-Nehhâs der ki, böyle birşey gerekmez, çünkü
Araplar amcaya da baba demektedirler.
b) Burada
kelimesi Sibeveyh'in görüşüne göre cem'i müzekker-i salim olur. Çünkü Sibeveyh
baba demek olan "eb" kelimesinin ebune ve ebî-ne şeklinde geldiğini
nakletmektedir. Şair nitekim şöyle demiştir:
"Biz
onlara teslim olunuz, çünkü bizler sizin kardeşleriniziz dedik."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Bizim
seslerimizi anladıklarında (o esir kadınlar) Ağlaştılar ve bizim için:
Babalarımız size feda olsun, dediler." "Biz ona teslim
olmuşuzdur." Mübteda ve haberdir. (Meal de buna göre yapılmıştır). Hal
durumunda olması da muhtemeldir. (O takdirde anlamı şöyle olur: "Biz ona
teslim olmuşlar olarak senin ilahına., ibadet edeceğiz"). Âmil ise
"ibadet edeceğiz" anlamındaki fiildir. [5]
134. Onlar
bir ümmetti, geçtiler. Onların kazandığı kendilerinindir. Sizin kazandığınız da
sizin ve siz onların işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz.
"Onlar bir
ümmettiler geçtiler" buyruğunda "onlar" mübteda "bir ümmetti"
onun haberidir. "Geçtiler" de ümmetin sıfatıdır. (Buna göre anlam:
Onlar gelip geçen bir ümmetti, şeklinde olur). Arzu edildiği takdirde
müb-tedanın haberi de kabul edilebilir. (Asıl mealde olduğu gibi). O takdirde
"ümmet" kelimesi "onlar" kelimesinden bedel olur.
"Onların
kazandığı kendilerinindir, sizin kazandığınız da sizin" buyruğunda:
"mâ: şey, ne" mübteda olarak ref mahillindedir. Ya da Kûfelilerin
görüşüne göre sıfattır. Hayır ve şer türünden neyi kazandıysanız ve onlar ne
kazandıysa herkesin kazandığı kendisinindir.
Bu buyrukta kula
amellerin ve kazançların izafe edileceğinin, kula dayandırılacağının delili
vardır. Her ne kadar bunları işlemek ve kazanmak gücünü veren yüce Allah ise
de eğer bu kazandığı şey bir hayır ise onun lütfuy-la onu kazanmıştır. Eğer bir
şer ise adaleti ile kazanmıştır. Ehl-i Sünnet'in bu konudaki görüşü budur. Bu
anlamı ifade eden Kur'ân-ı Kerim'deki âyet-i kerimeler pek çoktur. Kul,
fiillerini kazanandır. Bunun anlamı ise kul için fiil ile birlikte onu
işleyebilecek bir kudret de yaratılmıştır. Bununla ihtiyara, yani seçim ve
tercihe dayalı hareket ile mesela titreme sonucu meydana gelen hareket
arasındaki fark anlaşılabilmektedir. İşte böyle bir fiil yapabilme kudretini
veren bu imkân, insanın mükellef tutulmasının kaynağını teşkil eder.
Cebriyye ise kulun
fiillerini kazanmasını (kâsib olmasını) reddetmektedir. Onlara göre rüzgârın
evirip çevirdiği bir kuru yaprak bir bitki gibidir.
Kaderiye ve Mu'tezile
bu iki görüşten farklı bir görüş ortaya atarak kulun kendi fiillerini
yarattığını ileri sürmektedirler.
"Ve siz onların
işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz." Yani kimse kimsenin
günahından sorumlu tutulmayacaktır. Buyruk yüce Allah'ın şu buyruğunu
andırmaktadır: "Hiçbir (günah) yüklenici başka bir yüklenici (nefs)in
yükünü yüklenmez." (el-En'am, 6/164) Yük taşıyan hiçbir kimse başkasının
ağırlığını taşımayacaktır. Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. [6]
135.
"Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız" dediler. De ki:
"Hayır, muvahhid olarak İbrahim'in dinine (uyarız); o şirk koşanlardan
değildi."
"Yahudi veya
hıristiyan olun ki doğru yolu bulaşınız, dediler." Her bir kesim tuttuğu
yola çağrıda bulundu; yüce Allah onların bu iddialarını reddederek: Ey
Muhammed "De ki: Hayır, muvahhid olarak İbrahim'in dinine" uyarız,
diye buyurdu. Bunun anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Hayır, biz
İbrahim'in dinine uyarak hidâyet bulabiliriz.
İbnu'l A'rec ve İbn
Ebi Able: şeklinde okumuşlardır. İfadenin -o zaman- takdiri şöyle olur: Hayır,
hidâyet İbrahim'in dinine uymakla olur veya bizim tuttuğumuz din İbrahim'in
dinidir.
"Hanlfen:
Muvahhid olarak" hoşlanılmayan dinlerden İbrahim'in dini olan hak dine
yönelerek, demektir. Kelime ez-Zeccâc'a göre haldir. Yani, hayır biz bu
durumda İbrahim'in dinine tabi oluyoruz. Ali b. Süleyman da şöyle demektedir:
Burada bu kelimeyi hal kabul etmek yanlıştır. Çünkü bu tür söyleyişler caiz
değildir (doğru değildir). Hz. İbrahim'e hanif denilmesinin sebebi onun
Allah'ın dini olan İslâm'a yönelmiş olmasıdır. Çünkü "el-hanef' meyletmek
demektir. Ayaklarının parmaklan birbirlerine (içe) doğru olan kimse için ahnef
ve hanfâ denilir. Bu durumda olan ayaklara da böyle denilir. Umm el-Ahnef şöyle
demiştir:
"Allah'a yemin
ederim eğer onun ayağında bir hanef (parmakları birbirine yakın) olmasaydı
Sizin yiğitleriniz arasında onun gibisi bulunmazdı."
Şair de şöyle
demektedir:
"Gölge öğleden
sonra yönünü değiştirdi mi onu hanif görürsün Kuşluk vaktinde ise
hıristiyanlığa giriyor."
Bu sözleriyle öğleden
sonra kıbleye doğru dönen sabah ise hıristiyanla-rın kıblesi olan doğu tarafına
dönen bukalemunu kastetmektedir.
Bazılanna göre de
"el-hanef" istikamet demektir. Hz. İbrahim'in dinine "Ha-nîf'
denilmesi istikameti yani dosdoğru olması dolayısıyladır. İşte ayaklan çarpık
olan kimseye "ahnef denilmesi "istikamefin uğurundan istifade etmek
için (tefeuul)dır. Nitekim zehirli bir hayvan tarafından sokulan kimseye
"selim", oldukça tehlikeli geçitlere de "Mefâze" (kurtuluş
yeri) denilmesi de bu türdendir. Çoğu dilcilerin görüşüne göre (bu şekilde)
kullanım bundan dolayıdır. [7]
136. Deyin
ki: "Biz Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İs-hak'a, Yakub'a
ve Esbat'a indirilene, Musa'ya, İsa'ya verilenlere ve bütün peygamberlere
Rableri tarafından verilenlere iman ettik. Onlardan birini diğerinden
ayırdetmeyiz. Biz ona teslim olmuşuzdur."
Buhârî Ebu Hureyre
(r.a)'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kitap ehli Tevrat'ı İbranice okuyor
ve müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Rasûlullah (s.a) ise şöyle buyurdu:
"Kitap ehlini tasdik de etmeyin yalanlamayın da. Bunun yerine Allah'a ve
bize indirilene... iman ettik, deyin (diye bu âyet-i kerimeyi okudu). [8]
Muhammed b. Sirîn der
ki: Sana sen mü'min misin diye sorulacak olursa, "Biz Allah'a, bize
indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a.. indirilene-iman ettik" âyeti
ile cevap ver.
Selefin çoğunluğu
kişinin: Ben hakikaten mü'minim, demesini hoş karşj-lamamışlardır. Buna dair
açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Enfal Sûresi'n-de (el-Enfal, 8/5. âyet, 3.
başlıkta) gelecektir.
Önceki ilim
adamlarından birisine bir kimseye bilmediği bir isim zikredilerek: Filan
peygambere iman ediyor musun diye soru sorulmuş. Ve denilmiş ki: Eğer evet
iman ediyorum derse belki o isimde bir peygamber yoktur.
Dolayısıyla peygamber
olmayan bir kimsenin peygamberliğine şahitlik etmiş olur. Eğer hayır derse
belki o kimse peygamberdir, böylelikle peygamberlerden birisini inkâr etmiş
olur. Bu kimse ne yapsın? Bu sorunun muhatabı şöyle cevap verir: Böyle bir
kimsenin: Eğer peygamber ise ben buna iman ettim, demesi gerekir.
Bu âyet-i kerimede
hitap bu ümmete yöneliktir. Onlara neye iman etmeleri gerektiğini
öğretmektedir.
İbn Abbas der ki:
Yahudilerden bir grup Peygamber(s.a)'ın yanına gelerek peygamberlerden kime iman
ettiklerine dair soru sorarlar, bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil olur.
Hz.İsa söz konusu edilince: Hayır biz İsa'ya da iman etmeyiz ona iman edene de
etmeyiz, dediler.
"Biz Allah'a,
bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve Es-bata indirilene.,
iman ettik." [9]
el-Esbat: Yakub
(a.s)'ın çocuklarıdır. Bunlar oniki tanedir. Onlardan her birisinin soyundan
bir ümmet gelmiştir. Tekili sıbt gelir. İsrailoğullannda sıbt,
İsmailoğullarında kabile durumundadır. Onlara "el-esbat" denilmesi,
peşpe-şe demek olan "es-Sabt"tan alınmadır. Onlar arka arkaya gelen
toplulukturlar. Bunun aslının "es-sebat" olduğu da söylenmiştir ki
ağaç demektir. Yani onlar çoklukları itibariyle ağaca benzerler. Ebu İshak
ez-Zeccâc der ki: Bu hususu bize Muhammed b. Ca'fer el-^nbarî'nin şu
anlattıkları açıklamaktadır:
el-Enbarî dedi ki:
Bize Ebu Büceyd (bazı nüshalarda Mecid) ed-Dekkâk anlatarak dedi ki: Bize
el-Esved b. Amir anlatarak dedi ki: Bize İsrail, Si-mak'tan, o İkrime'den o İbn
Abbas'tan rivayetle dedi ki: On peygamber dışında bütün peygamberler
İsrailoğullarındandır. Bu on peygamber: Nuh, Şu-ayb, Hud, Salih, Lut, İbrahim,
İshak, Yakub, İsmail ve Muhammed (s.a)'dır. İsa ile Yakub dışında hiç birisinin
iki ismi olmamıştır. Sıbt ise asılları bir olan topluluk ve kabile demektir.
Saç hakkında (kök
olan) sebt ve sebit (ta harfi ile) kullanılırsa, düz olmayan, dalgalı saç,
demek olur.
"Onlardan birini
diğerinden ayırdetmeyiz." el-Ferra der ki: Yani yahu-di ve hıristiyanların
yaptığı gibi bir kısmına iman ederken bir kısmını inkâr etmeyiz. [10]
137. Eğer
onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse hidâyet bulurlar. Ve eğer
yüzçevirirlerse onlar ancak muhalefettedirler. Onlara karşı Allah sana yeter.
O hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir.
"Eğer onlar da
sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse hidâyet bulurlar.'' Burada hitap
Muhammed (s.a) ve onun ümmetinedir. Anlamı şudur: Onlar sizin gibi iman eder,
sizin gibi tasdik ederlerse hidâyet bulmuş olurlar. Burada birbirinin misli ve
benzeri olmak, iki iman arasında sözkonusu olmuştur. Ve (bimisli'nin
başındaki) "be"nin fazladan ve pekiştirmek için geldiği
belirtilmiştir.
Taberî'nin anlattığını
İbn Abbas şu şekilde okumuş:
Eğer onlar sizin iman
ettiğinize iman ederlerse hidâyet bulurlar." Mushaftaki kıraate uygun
olmasa bile kıraatin ifade ettiği anlam da budur. Buradaki "misi:
gibi" kelimesi yüce Allah'ın:
"Hiçbir şey O'nun
gibi değildir" (eş-Şûrâ, 42/11) buyruğunda olduğu gibi fazladandır. Onun
gibi birşey yoktur anlamındadır. Nitekim şair de burada (misi) kelimesini
fazladan kullanarak şöyle demektedir:
"Böylelikle onlar
yenilmiş saman gibi edildiler."
Bakiyye rivayet
ediyor: Bize Şu'be, Ebû Hamza'dan, o İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Sizler, eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman
ederlerse" demeyiniz; çünkü yüce Allah'ın misli (benzeri) yoktur. Fakat
bunun yerine: Onlar sizin iman ettiğinize iman ederlerse, deyiniz. AB b. Nasr
el-Cehdamî de Şu'be yoluyla bu şekilde rivayet etmektedir ki bunu el-Beyhakî
zikretmiştir.
Anlamı şudur: Eğer
onlar sizin peygamberinize ve bütün peygamberlere iman edip ayrım
gözetmediğiniz gibi onlar da hiçbir ayrım gözetmezlerse hidâyet bulmuş
olurlar. Şayet kabul etmeyip mutlaka peygamberler arasında ayrım gözetmeye
kalkışırlarsa o takdirde onlar dinden uzaklaşmış, ayrılığa düşmüş ve muhalefet
etmiş olurlar. "Onlara karşı Allah sana yeter."
Nazar ehli
(kelamcılar)dan bir grubun şöyle dedikleri nakledilmiştir: Yüce Allah'ın:
"Onun misli gibisi yoktur" (eş-Şûrâ, 42/11) buyruğunda yer alan (ve
gibi anlamına gelen): "kef' harfinin fazladan olma ihtimali vardır. İbn
Abbas'tan nakledilen ve çoğunluğun okuyuşunu yasakladığına dair olan rivayet
ise, İbn Abbas'ın yüce Allah'tan teşbihi nefyetmek hususundaki mübalağalı bir
tutumu dolayısıyla ortaya koyduğu özel bir kanaatidir. İbn Atiyye de der ki:
Böyle bir rivayet İbn Abbas'tan tefsir türündendir. Yani bu, bu şekilde
açıklanır, demektir.
Buradaki
"be" harfinin "alâ" anlamına geldiği de söylenmiştir. O
takdirde anlamı şöyle olur: "Eğer onlar sizin imanınız üzere (gibi) iman
ederlerse hidâyet bulmuş olurlar."
Buradaki
"gibi" kelimesinin asıl anlamı ile kullanıldığı da söylenmiştir. Yani
"Allah tarafından size indirilenler gibisine iman ederlerse" anlamındadır.
Bunun delili ise yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ben Allah'ın indirdiği
bütün kitaplara iman ettim." (eş-Şûrâ, 42/15); "Bize ve size
indirilenlere iman ettik., deyiniz." (el-Ankebût, 29/46)
"Ve eğer"
iman etmekten "yüzçevirirlerse onlar ancak muhalefettedirler."
Zeyd b. Eşlem der ki:
Şikâk (muhalefet); anlaşmazlık demektir. Şikâk'ın mücadele, muhalefet ve
karşılıklı düşmanlık anlamına geldiği de söylenmiştir. Aslı, yan taraf
anlamına gelen "eş-Şık" kelimesidir. İki kesimden her birisi adeta
karşı tarafın bulunduğu şıkkın başkasında imiş gibi bir ifadedir. Şair der ki:
"îlim adamlarını
kaça (kaç kişiye) kadar zorla öldürecek Ve şikak ve nifak ile günah işleyip
duracaksın?"
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Aksi takdirde
biliniz ki bizler ve sizler
Kaldığımız sürece
şikak (ayrılık) içinde bâğî kimseleriz."
"Şikak"ın
meşakkatli ve zor gelen işi yapmaktan alındığı da söylenmiştir. Sanki her iki
kesimden birisi karşı tarafa ağır ve meşakkatli gelen işi yapmak
istiyormuşçasına davranmaya "şikak" denilir.
"Onlara karşı
Allah sana yeter." Yani Allah düşmanına karşı Rasûlüne yetecektir. Adeta
bu, yüce Allah tarafından Peygamberine yapılan ve kendisine karşı inatla
direnen, muhalefet eden, yüzçevirmiş kimselere karşı hidâyet ihsan edeceğini,
mü'minler vasıtasıyla ona kafi geleceğini, onların hakkından geleceğini, ifade
eden bir va'di gibidir.
Allah ona verdiği bu
va'dini yerine getirmiştir. Kaynukaoğullannın ve Kurayzaoğullannın
öldürülmesiyle Nadiroğullarının sürgüne gönderilmesiyle bu vaad gerçekleşmiştir.
Ayrıca "Onlara
karşı Allah sana yeter" buyruğu Hz. Osman'ın şehid edildiği vakit kanının
üzerine damladığı kelimedir. Hz. Osman, Peygamber (s.a)'ın kendisine haber
verdiği şekilde şehid düşmüştür.
"O" söz
söyleyen herkesin sözünü "hakkıyla işiten ve" kulları hakkında neleri
uyguladığını, onlara neler yaptığını "kemaliyle bilendir."
Nakledildiğine göre
Ebu Dulâme, Mansur'un yanına girdiğinde başında uzunca bir başlık ve (arka
tarafından) omuzları arasında: "Onlara karşı Allah sana yeter. O hakkıyla
işiten ve kemaliyle bilendir" diye yazılı, ön tarafından açık bir cübbe
giyindiğini, beline kılıcı astığını görür. Mansur bütün askerlere bu şekilde
kıyafet giymelerini emretmişti. Ebu Dülame'ye: Nasılsın ya Ebû Dulâme diye
sorunca o: Kötü haldeyim ey mü'minlerin emiri der. Bu sefer Mansur: Neden diye
sorunca: Yüzü belinde, kılıcı kıçında, Allah'ın Kitabını da sırtının arkasına
atmış bir kimse hakkındaki kanaatim ne olabilir? Mansur onun bu sözüne güldü ve
derhal bu kıyafetin değiştirilmesi için emir verdi. [11]
138.
Allah'ın boyası... boyası Allah'tan daha güzel kim olabilir! Biz O'na ibadet
edenleriz.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
"Allah'ın
boyası", el-Ahfeş ve başkaları Allah'ın dini demektir, demişlerdir. Bu
buyruk (daha önce, 135. âyette geçen): "İbrahim'in dinine" buyruğundan
bedeldir. (Yani Allah'ın dinine uyarız).
el-Kisaî der ki: Bu,
"tabi olunuz" emri takdir edilerek nasbedilmiştir. Ya da bağlı
kalınız, ondan ayrılmayınız anlamını ifade edecek şekilde iğra' [12]
olmak üzere nasbedilmiştir.
Bu buyruk, merfu
olarak okunsa da caizdir. O, Allah'ın boyasıdır, demek olur. Şeybân, Katade'nin
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudiler kendi çocuklarını yahudi olarak
boyarlar, hıristiyanlar da çocuklarını hıristiyan olarak boyarlar. Allah'ın
boyası ise İslâm'dır.
ez-Zeccâc der ki:
Bunun bu anlamda olduğunu, "boya" kelimesinin (daha önceden geçen):
"millet (din)" kelimesinden bedel olduğunu göstermektedir. Mücahid
de der ki: (Allah'ın boyası demek), Allah'ın insanları üzerinde yaratmış
olduğu fıtratıdır. Ebu İshak ez-Zeccâc der ki: Mücahid'in bu açıklaması nihayet
Allah'ın boyasının İslâm olduğu anlamına gelir. Çünkü fıtrat yaratmanın
başlangıcıdır. İnsanların üzerinde ilk olarak yaratıldıkları fıtrî din ise
İslâm'dır.
Mücahid'den, el-Hasen,
Ebu'l-Âliye ve Katade'den: Boya dindir, dedikleri rivayet edilmiştir. Bunun
aslı ise şudur: Hıristiyanlar çocuklarını suya bo-yuyorlardı (batırıyorlardı.)
İşte onların vaftiz dedikleri şey budur. Bu işi yaparak; işte bu çocuklarımız
için bir temizlemedir, derlerdi. İbn Abbas der ki: Hıristiyanların bir
çocukları olduğu zaman onun üzerinden yedi gün geçti mi onu vaftiz suyu adı
verilen bir suya daldırıyorlar ve sünnet olmak yerine bu su ile temizlemek
kastıyla böyle yapıyorlardı. Çünkü sünnet de bir temizliktir. Onlar bu işi
yaptıkları kimse için: İşte şimdi gerçek bir hıristiyan oldu, diyorlardı. Yüce
Allah ise: "Allah'ın boyası" diye buyurarak onların bu kanaatlerini
reddetmektedir. Yani Allah'ın boyası en güzel boyadır ki o da İslâm'dır.
Burada yüce Allah'ın
"dine" boya adını vermesi istiare ve mecaz yoluyladır. Çünkü boyanın
etkisi kumaşta nasıl ortaya çıkıyor ise dinin öngördüğü ameller ve
belirginlikler de o dine bağlı olan kimseler üzerinde öylece görülür.
Hemdan hükümdarlarının
şairlerinden birisi de şöyle demektedir:
"Her kesim
insanın kendilerine göre bir boyası vardır. Hemdanlılarm boyası ise en iyi
boyadır. Biz çocuklarımızı buna göre boyadık Boyalar arasında bizim boyamız ne
güzeldir!"
Şöyle de
açıklanmıştır: Boyanmak İslâm'a girmek isteyen kimse için hı-ristiyanlann
vaftizi yerine gusletmek demektir. Bu açıklamayı da el-Maverdî yapmıştır.
Bu açıklamaya göre
müslüman olan kâfirin gusletmesi bir ibadet ve vacip olur. Bu ise bir sonraki
başlıkta ele alınacaktır. [13]
Çünkü bu açıklamaya
göre "Allah'ın boyası" Allah'ın emrettiği gusul demek olur. Yani
İslâm'a girdiğiniz takdirde Allah'ın sizin için farz kıldığı şekilde
guslediniz. Nitekim Kays b. Asım ile Sumame b. Usal, İslâm'a girdiklerinde Hz.
Peygamber'in sünneti ile sabit olduğuna göre verilen emir bunu ifade
etmektedir. Ebu Hatim el-Bustî Sahih Müsnedinde Ebu Hureyre (r.a)'dan şunu
rivayet etmektedir: Hanifeoğullarından olan Sumame (b. Usal) esir alındı.
Peygamber (s.a) bir gün onun yanından geçti, o da İslâm'a girdi. Hz. Peygamber
onu Ebu Talha'nın etrafı duvar ile çevrili olan bahçesine gönderdi ve ona
gusletmesini emretti. O da gusledip iki rek'at namaz kıldı. Rasûlul-lah (s.a)
bunun üzerine şöyle buyurdu: "Sizin bu adamınızın İslâm'a bağlılığı güzel
bir şekilde olmuştur" diye buyurdu. [14]
Yine Kays b. Asım'dan
da rivayet edildiğine göre Kays İslâm'a girince Peygamber (s.a) ona sidr
karıştırılmış su ile yıkanmasını emretmiştir. Bunu en-Nesaî zikretmiş ve Ebu
Muhammed Abdülhak da bunun sahih olduğunu belirtmiştir. [15]
Yüce Allah'a
yaklaştırıcı bir ibadete de "sıbğa" adının verileceği de söylenmiştir.
Bunu İbnu'l Faris, el-Mücmel"mde kaydeder. el-Cevherî de der ki:
"Allah'ın boyası" Allah'ın dini demektir. Boyanın sünnet olmak demek
olduğu da söylenmiştir. Hz. İbrahim sünnet olmuş ve hıristiyanlar çocuklarını
suya bandırdıkları için bu boya sünnet olmak hakkında kullanılır olmuştur. Bu
açıklama el-Ferrâ'ya aittir.
"Biz O'na ibadet
edenleriz" buyruğu mübteda ve haberdir. [16]
139. De ki:
"Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz? Halbuki O, bizim de
Rabbimiz sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize sizin yaptıklarınız
size aittir. Biz O'na ihlasla ibadet edenleriz."
el-Hasen der ki:
Burada sözü geçen çekişmenin mahiyeti şu idi. onlar şöyle demişti: Biz size
göre Allah'a daha yakınız. Çünkü bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz.
Şöyle de denilmiştir: Bizim atalarımız ve kitaplarımız sizden öncedir. Ve
bizim geçmişimizde putatapıcılık yoktur.
Âyet-i kerimenin
anlamı da şudur: Kendilerinin Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını
iddia eden, atalarının ve kitaplarının sizden önce olması dolayısıyla Allah'a
daha yakın olduklarını ileri süren şu yahudi ve hıristiyan-lara ya Muhammed de
ki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?" Yani Rabbimiz bir
ve tek olduğu halde kendi iddianızı bize karşı mı delil getirmeye
çalışıyorsunuz? Halbuki herkes yaptığının karşılığını görecektir. Dinin önce
gelmiş olmasının etkisi nerede kaldı?
"Allah
hakkında" buyruğunun anlamı ise Allah'ın dini hakkında, ona yakınlık ve
onun nezdinde üstün bir değere sahip olmak hususunda, demektir.
Çoğunluk: Siz
bizimle., mı çekişiyorsunuz?" şeklinde okumuşlardır. Harekeli aynı
cinsten, birbirinin misli olan iki harfin bir araya gelmesinin caiz olmaması
ikincisinin ayrı bir harf durumunda olduğundan dolayıdır. İbn Muhaysın ise
şeklinde -birbirinin misli olan iki harf bir arada bulunduğundan dolayı-
idgamlı olarak okumuştur. en-Nehhâs der ki: Bu caiz olmakla birlikte büyük
çoğunluğun kıraatine aykırıdır. " Benimle tartışır mısınız?"
(el-En'am, 6/80) da ikinci nun'un hazfedilerek okunması da caizdir. Nitekim
Nafi' de Bana neyin müjdesini veriyorsunuz?" (el-Hicr, 15/54) diye aynı
şekilde okumuştur.
"Biz O'na ihlasla
ibadet edenleriz." İbadetimizi O'na ihlasla yapan kimseleriz.
Bunda onları azarlamak
anlamı da vardır. Yani sizler Allah'a karşı ibadetlerinizi ihlasla yapmıyorken
nasıl olur da size göre bizim için daha uygun olan ve bize daha yakışan bir
şeyin iddiasında bulunuyorsunuz?
İhlasın gerçek
mahiyeti fiilin yaratıkların görmelerini istemek düşüncesinden arındırılması
demektir. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Yüce Allah buyuruyor ki:
Ben ortakların en hayırlısıyım. Her kim Benimle bir başkasını ortak koşarsa o
(ortak koştuğu şey) Benim ortağıma aittir. Ey insanlar, amellerinizi yüce
Allah'a halis kılınız, çünkü yüce Allah ancak kendisi için ihlasla yapılan şeyi
kabul eder. Bu, Allah için ve akrabalık içindir demeyiniz. O takdirde o
akrabalık için olur. Ondan Allah'a ait hiçbir şey olmaz. Bu Allah için ve sizin
hatırınız için, demeyiniz. O takdirde o sizin hatırınız için olur ve ondan yüce
Allah için hiçbir şey olmaz." Bunu ed-Dahhak b. Kays el-Fihrî rivayet
etmiş ve şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: ... dedi ve hadisi
zikretti. Bu hadisi Dârakutnî zikretmiştir. [17]
Ruveym der ki: Amelin
ihlasla yapılması kişinin bu ameli karşılığında dünyada da ahirette de
herhangi bir karşılık istememesi ve iki melekten dahi onun için bir pay
istememesidir.
el-Cüneyd de der ki:
İhlas kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki yazsın, şeytan da
bilmez ki bozmaya çalışsın, heva da onun farkına varmaz ki onu başka taraflara
meylettirsin.
Ebu'l Kasım el-Kuşeyrî
ve başkaları ise Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler:
"Ben Cebrail'e İhlasın mahiyeti hakkında sordum, da şöyle dedi: Ben de
izzetin sahibi yüce Rabbimize İhlasın mahiyeti hakkında sordum O da şöyle
buyurdu: O benim sırlarımdan bir sırdır, Ben onu kullarımdan sevdiğim kimsenin
kalbine emanet ederim." [18]
140. Yoksa
siz: "Muhakkak İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbat yahudi ya da
hristiyan idi" mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz
yoksa Allah mı? Yanında bulunan Allah'tan gelmiş bir şahitliği saklayandan
daha zalim kim olabilir? Allah işlediklerinizden gafil değildir."
"Yoksa siz., mi
diyorsunuz?" dediler, anlamındadır. Hamza, Kisaî ve Hafs'ın rivayetine
göre Asım, bunu diyorsunuz şeklinde
"t" harfiyle okumuşlardır. Güzel bir okuyuştur. Çünkü ifadeler
arasında kopukluk yoktur. Sanki bunun anlamı şöyledir: Siz bizimle Allah
hakkında mı çekişiyorsunuz, yoksa peygamberler sizin dininiz üzere idiler mi
diyorsunuz? demek olur. Bu taktirde (yoksa anlamına gelen: muttasıl olur.
Ancak bunu
"ya" harfi ile okuyanların kıraatine göre munkatı' olur. (Bu okuyuşa
göre anlam ise şöyle olur: "Yoksa onlar... mi diyorlar?"
Buna göre (139.
âyetteki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?" buyruğu
ile) bu ifadede sözü geçen hususlar iki ayrı söz olur ve bu takdirde kelimesi
hayır, bilakis (... siz ... diyorsunuz) anlamında olur.
Yahudi" kelimesi,
idi"nin haberidir. Muhakk"ın
haberi ise cümlenin yapısı içerisindedir. Kur'ân'ın dışındaki sözlerde,
"Yahudiler" anlamındaki kelimenin, "Muhakkak" anlamındaki
edatın haberi olarak ref edilmesi mümkündür. Bu durumda "idi"
anlamını veren nakıs fiil, amel etmez olur. Bu açıklamayı en-Nehhâs
zikretmektedir.
"De ki: Siz mi
daha iyi bilirsiniz yoksa Allah mı?" Bu, onların (yani önceki
peygamberlerin) yahudi veya hıristiyan olduklarına dair iddiaları dolayısıyla
bir taraftan onları azarlayıcı bir ifadedir, diğer taraftan da onlara doğruyu
söyletmektir. Yüce Allah, onlara bu peygamberlerin halini sizden daha iyi
bilir diyerek iddialarını reddetmektedir. Yani önceki peygamberler yahudi
olmadıkları gibi hıristiyan da değillerdi.
"Allah'tan gelmiş
bir şahitliği saklayandan daha zalim kim olabilir?" Soru olmakla birlikte
anlamı daha zalim hiç kimse olamaz demektir.
"Yanında
Allah'tan gelmiş bir şahitlik" buyruğu ile onların bütün peygamberlerin
İslâm üzere olduklarını bildiklerini anlatmaktadır. Şöyle de denilmiştir:
Burada kasıt, Rasûlullah (s.a)'ın niteliklerine dair kitaplarında yer alan
bilgileri gizlemeleridir. Bu açıklamayı Katade yapmıştır. Ancak birinci
açıklama âyetin gelişine daha uygundur.
"Allah
işlediklerinizden gafil değildir." Allah, onların işlerini başıboş bırakmayacağını
ve amellerinin karşılıklarını onlara vereceğini haber vermektedir ve aynı
zamanda bir tehdittir.
Gafil: ihmali
sebebiyle işlerin farkına varamayan kimse demektir. Üzerinde herhangi bir
alamet ve imar izi taşımayan araziye denilen "el-gufTden alınmıştır.
Herhangi bir işaret ve alameti bulunmayan deveye de böyle denilir. Deneyimsiz
bir kimse için de "raculun ğuflun" denilir. el-Kisaî ise yağmur yağmamış
araziye "arzun ğuflun" denileceğini söylemiştir. Bir şeyi hatırlamakla
birlikte terketmek halinde de aynı kökten gelen kelime kullanılır.[19]
141. Onlar
bir ümmetti, geçtiler. Onların kazandığı kendilerinindir, sizin kazandığınız da
sizin. Ve siz onların işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz.
Tehdit ve korkutmak
anlamını ihtiva ettiğinden dolayı bu âyet-i kerimeyi yüce Allah aynı şekilde
tekrarlamaktadır, (bk. el-Bakara, 2/134) Yani önderliklerine ve faziletlerine
rağmen o peygamberler kazandıklarının karşılığını göçeceklerine göre sizin
böyle olmanız öncelikle sözkonusudur. Bundan dolayı aynı buyrukların
tekrarlanması gerekmiştir. İşte burada tekrarın sebebi budur. [20]
142.
İnsanlardan sefih olanlar: "Onları yönelmiş oldukları kıblelerinden
çeviren nedir?" diyecekler. De ki: "Doğu da batı da Allah'ındır. O
kimi dilerse onu dosdoğru yola iletir."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız:
"İnsanlardan
sefih olanlar., diyecekler." Yüce Allah bunların mü'min-lerin kıblesinin
Şam tarafından Ka'be'ye doğru değiştirilmesi ile ilgili olarak "onları
kıblelerinden çeviren nedir?" diyeceklerini haber vermektedir.
"Diyecekler"
dediler anlamındadır. Yüce Allah burada mazi (di'li geçmiş)in yerine gelecek
kipini kullanmıştır ki, bu ifade onların bu sözlerini sürdüreceklerini ve bunu
devam ettireceklerini göstermektedir. "İnsanlardan" buyruğu ile de
özel bir kesime işaret etmiştir. Çünkü "sefihtik" cansızlar ve hayvanlar
hakkında sözkonusudur. Bu buyrukta "sefih olanlar" ile kast edilenler,
"onları kıblelerinden çeviren nedir?" diyenlerin hepsidir.
Sefihler (sufehâ);
çoğul olup bunun tekili "sefih"tir. Aklı kıt ve hafif olan demektir.
Dokuması hafif olan kumaşa da "sefih" dediklerinden bu kelimeyi kıt
akıllılar hakkında da kullanmışlardır. Buna dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/13. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Kadınlar için bu
kelimenin çoğulu "sefâih" şeklinde gelir.
el-Müerric der ki:
Sefih, bildiğinin hilafını kasten söyleyen çok yalancı ve çok iftiracı
demektir. Kutrub'a göre çok cahil kimse demektir.
Burada
"sefihler" ile kastedilenler Mücahid'e göre Medine'deki
yahudiler-dir. es-Süddî'ye göre münafıklardır.
ez-Zeccâc da şöyle
demiştir: Kureyş kâfirleri kıblenin değiştirilmesini kabul etmeyince şöyle
dediler: Muhammed, doğduğu yere özlem duymaya başladı. Pek yakında sizin
dininize geri dönecektir.
Yahudiler de şöyle
dediler: Bu işin içinden çıkamaz oldu, şaşırdı kaldı.
Münafıklar ise:
Yönelmiş oldukları kıblelerinden onları çeviren nedir diye konuştular.
Müslümanlarla da alay ettiler.
"Çeviren"
yani döndüren, başka tarafa yönelten "nedir?" [21]
Hadis imamlarının İbn
Ömer'den rivayetlerine göre -lafız Malikindir- o şöyle demiştir: Müslümanların
Küba'da sabah namazını kıldıkları bir sırada birisi yanlarına gelip şöyle
dedi: Bu gece Rasûlullah (s.a)'a Kur'ân-ı Kerim nazil oldu ve Ka'be'ye yönelmesi
emredildi. Onlar da oraya yöneldiler. O sırada yüzleri Şam tarafına (Beytu'l
Makdis'e doğru) yönelmiş idi, Ka'be'ye doğru döndüler. [22]
Buhârî'nin el-Bera'dan
rivayetine göre Rasûlullah (s.a) Beytu'l Makdis'e doğru onaltı ya da onyedi ay
süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytul-lah'a doğru olmasını arzu
ediyordu. Onun (Beytullah'a doğru) kıldığı ilk namaz ikindi namazıydı. Onunla
birlikte bir topluluk da namaz kılmıştı. Peygamber (s.a) ile birlikte namaz
kılanlardan birisi, çıkıp rükû'a varmış olduklan bir halde bir mescid halkının
yanından geçti, şöyle dedi: Allah adına şahitlik ederim ki ben Peygamber (s.a)
ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım. Oldukları gibi Beytullah'a doğru
yöneldiler. Kıble Beytullah'a doğru değiştirilmeden önce (eski) kıbleye doğru
namaz kılıp öldürülmüş (şehid düşmüş) birtakım kimseler vardı ki onlar
hakkında ne diyeceğimizi bilemiyorduk. Bunun üzerine yüce Allah: "Allah
imanınızı zayi edecek değildir." (el-Bakara, 2/143) âyetini inzal buyurdu.
[23]
Görüldüğü gibi bu rivayette
ikindi namazından, Malik'in rivayetinde ise sabah namazından söz edilmektedir:
Bu buyruk, Peygamber (s.a)'e Seleme-oğulları Mescidinde farzın iki rek'atini
kıldıktan sonra nazil olmuş ve namazda iken yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmiştir.
O bakımdan bu mescide Mesci-du'l Kıbleteyn, (iki kıbleli mescid) adı
verilmiştir. Ebu'l-Ferec'in zikrettiğine göre Abbad b. Nehîk bu namazda
Peygamber (s.a) ile birlikte bulunuyor idi. Ebu Ömer et-Temhid adlı eserinde
Akabe'de bey'atte bulunan kadınlardan birisi olan Eşlem kızı Nuveyle'den şöyle
dediğini zikretmektedir: Öğlen namazını kılıyordum. Bu sırada Abbad b. Bişr b.
Kayzî gelip şöyle dedi: Rasû-lullah (s.a) kıbleye -veya Beytu'l Haram'a doğru-
yöneldi. Erkekler kadınların yerine, kadınlar da erkeklerin yerine geçti. [24]
Bu âyet-i kerimenin
namazda olunmadığı bir sırada nazil olduğu da söylenmiştir. Çoğunluğun
rivayeti bu şekildedir. Ka'be'ye doğru kılınan ilk namaz ise ikindi namazı
olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Beytu'l-Makdis'ten
Ka'be'ye doğru kıblenin değiştirildiği sırada Ka'be'ye doğru ilk namaz kılan
kişinin, Ebû Said b. el-Mualla'nın olduğu rivayet edilmiştir. Şöyle ki:
Mescid'e gitmekte olduğu bir sırada Rasûlullah (s.a)'ın müslümanlara minberin
üzerinde irad ettiği hutbede kıblenin değiştirilmiş olduğunu söylediğini ve bu
arada: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz."
(el-Bakara, 2/144) âyetini sonuna kadar okuduğunu işittim. Bunun üzerine
arkadaşıma şöyle dedim: Gel, Rasûlullah (s.a) minberden inmeden önce iki
rek'at namaz kılıverelim. Böylelikle Ka'be'ye doğru ilk namaz kılanlar biz
oluruz. (Orada bulunan) koyun ve develerin arkasına saklanarak iki rek'at
namaz kıldım. Daha sonra Rasûlullah (s.a) minberden indi ve cemaate o günün
öğle namazını kıldırdı. Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) Ebu Said el-Mualla'nın bu
hadisten başka rivayet ettiği bir hadis yoktur, der. Şu kadar var ki Fatiha
Sûresi'nin faziletine dair .".. namaz kılıyordum, Rasûlullah beni
çağırdı.." şeklindeki hadisini Buhârî rivayet etmiştir. [25]
Hadis daha önceden [26]
geçmiş bulunmaktadır. [27]
Hz. Peygamber'in
Medine'ye gelişinden sonra kıblenin ne vakit değiştirildiği hususunda farklı
rivayetler vardır. Buhârî'de geçtiği üzere onaltı veya onyedi ay sonra
denilmiştir. [28] Bunu Darakutnî de
el-Bera'dan rivayet etmiştir ve şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a) ile birlikte
Medine'ye gelişinden sonra on altı ay süre ile Beytu'l Makdis'e doğru namaz
kıldık. Daha sonra yüce Allah peygamberinin arzusunu bildiğinden: "Biz
yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz." (el- Bakara, 2/144)
âyetini indirdi. [29]
Bu rivayette şüphe
sözkonusu olmaksızın onaltı ay zikredilmektedir.
İmam Malik ise Yahya
b. Said'den, o Said b. el-Müseyyeb'den rivayet ettiğine göre kıblenin
değiştirilmesi Bedir gazvesinden iki ay önce olmuştur. [30]
İbrahim b. İshak der ki: Kıblenin değiştirilmesi, hicretin ikinci yılı Receb
ayında olmuştur. Ebu Hatim el-Büstî der ki: Müslümanlar tamı tamına on yedi ay
üç gün Beyt-i Makdis'e doğru namaz kıldılar. [31]
Şöyle ki; Peygamber (s.a)'ın Medine'ye gelişi Rabiulevvel ayının Pazartesi'ye
rastlayan onikinci günü idi. Yüce Allah ona Ka'be'ye yönelme emrini ise salı
gününe rastlayan Şa'ban ayının ortasında vermiş idi. [32]
İlim adamları Hz.
Peygamber'in Beytu'l-Makdis'e yönelme keyfiyeti hakkında da üç ayrı görüş
ortaya atmışlardır. el-Hasen der ki: Hz. Peygamber Beytu'l Makdis'e kendi görüş
ve içtihadına dayanarak yönelmişti. Bu, İkri-me ve Ebu'l-Aliye'nin de
görüşüdür.
İkincisine göre Hz.
Peygamber, Beytu'l-Makdis ile Ka'be'ye yönelmek arasında muhayyer idi. O,
yahudilerin iman etmelerini umarak ve onların İslâm'a ısınmaları arzusu ile
Kudüs'e doğru yönelmeyi tercih etti. Bu görüş de Ta-berî'ye aittir. ez-Zeccâc
der ki: Bu müşriklere imtihan olsun diyedir. Çünkü onlar Ka'be'ye alışmışlardı.
İbn Abbas ve
başkalarından oluşan cumhurun kabul ettiği görüşe göre; Hz. Peygamber'in
Beytu'l-Makdis'e doğru yönelmesi, kesinlikle yüce Allah'ın emir ve vahyi ile
olmuştur. Daha sonra da yüce Allah bunu neshede-rek namazda Ka'be'ye yönelmesi
emrini vermiştir. Delil olarak da yüce Allah'ın şu buyruğunu gösterirler:
"Senin yöneldiğin kıbleyi, ancak o peygambere uyanları ayağının iki
ökçesi üzerinde döneceklerden ayırdetmemiz için kıble yaptık." (el-Bakara,
2/143) [33]
Yine ilim adamları,
Hz. Peygamber'e namazın Mekke'de ilk olarak farz kılındığı sırada kıble
Beytu'l-Makdis'e doğru mu idi, yoksa Mekke'ye (Ka'be'ye) doğru mu idi hususunda
farklı iki görüşe sahiptirler.
Kimisi: Mekke'de de
kıble Beytu'l-Makdis'e doğru idi, Medine'de de on-yedi ay süreyle böyle devam
etti, daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye doğru yönelmesini emretmiştir, diyor.
Bu görüş İbn Abbas'ındır.
Başkaları ise şöyle
demektedir: Hz. Peygamber'e namazın ilk olarak farz kılındığı sırada kıble
Ka'be idi. O Mekke'de kaldığı sürece Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in kıldığı
şekilde namaz kılmaya devam etti. Medine'ye geldikten sonra -süre ile ilgili
görüş ayrılıklarına göre- onaltı veya onyedi ay süreyle Beytu'l-Makdis'e doğru
namaz kıldı. Daha sonra yüce Allah ona Ka'be'ye yönelme emrini verdi.
Ebû Ömer (İbn
Abdi'1-Berr) der ki: Bence konu ile ilgili iki görüşten daha sahih olanı
budur.
Başkası ise şöyle
demektedir: Peygamber (s.a) Medine'ye geldiğinde ya-hudilerin kalplerini
ısındırmak istedi. Bu, onların imana gelmelerini daha bir teşvik etsin diye
onların kıblelerine doğru yöneldi. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp
onlardan ümidini kesince Ka'be'ye döndürülmek istediğinden semaya doğru bakıp
dururdu. Hz. İbrahim'in kıblesi olduğundan dolayı Ka'be'yi seviyordu. Bu
açıklama da İbn Abbas'tan
nakledilmiştir.
Onun Ka'be'ye
yöneltilmek istemesi ise Arapların İslâm'a girmeleri için daha bir teşvik
edici unsur olduğundan dolayıdır da denilmiştir. Mücahid'den nakledildiğine
göre ise yahudilere muhalefet olsun diye Ka'be'ye yönelmek istemiştir.
Ebu'l-Âliye
er-Reyahî'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Salih'in mescidinin
kıblesi de Ka'be'ye doğru idi. Yine Hz. Mûsâ (Beytu'l-Makdis'te-ki) kayaya doğru
ve Ka'be cihetine namaz kılardı. [34]
Ka'be bütün peygam-berleriri kıblesidir. Allah'ın salât ve selamı hepsine
olsun. [35]
Bu âyet-i kerime şanı
yüce Allah'ın hükümleri arasında ve Kitabında nâ-sih ve mensûh olduğunun açık
delilidir. Daha önceden de açıklandığı gibi (el-Bakara, 2/106. âyet) istisna
olarak kabul etmeyenlerin dışında ümmet bu hususta icma etmiştir. Yine ilim
adamları Kur'ân-ı Kerim'de ilk nesholunanın kıble olduğu üzerinde de icma
etmişlerdir. Bundan önceki başlıkta sözü edildiği gibi iki görüşten birisine
göre; iki defa neshedilmiştir. [36]
Yine bu âyet-i kerime,
Sünnetin Kur'ân-ı Kerim ile neshedilebileceğinin delilidir. Şöyle ki; Peygamber
Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmıştı. Bu hususta ise Kur'ân'da herhangi bir
âyet yoktur. Buna dair hüküm ancak sünnetten gelmektedir. Daha sonra bu hüküm
Kur'ân-ı Kerim ile neshedilmiştir. Buna göre: "Senin yöneldiğin" (el-Bakara,
2/143) buyruğunun anlamı halihazırda üzerinde bulunduğun kıble demek olur. [37]
Yine bu âyet-i
kerimede vahid haberin kat'î kabul edilebileceğine dair delil vardır. Şöyle
ki: Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kılmak, onlara göre şeri-atte kat'i bir emir
idi. Diğer taraftan Küba'da namaz kılanlara haberci gelip kıblenin Mescid-i
Harama doğru değiştirildiğini onlara bildirince onun sözünü kabul ettiler ve
Ka'be'ye doğru döndüler. Böylelikle -zannî bilgi ifade ettiği halde- vahid
habere dayanarak mütevâtir haberi terkettiler.
İlim adamları bunun
aklen caiz olup olmadığı ve vakıa olarak meydana gelip gelmediği hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Hatim der ki: Kabul edilen görüş eğer şeriat
onunla taabbüdü istemiş ise aklen bunun caiz olacağı ve Küba mescidi olayı
delil gösterilerek Rasûlullah (s.a)'ın zamanında da bunun meydana geldiği
şeklindedir. Ayrıca Peygamber (s.a)'ın, tek tek valileri çevredeki bölgelere
tayin edip gönderdiği ve bunların nâsih olanı da mensûh olanı da tebliğ
ettikleri de delil gösterilmiştir. Ancak bu Rasûlullah (s.a)'ın vefatından
sonra mümkün değildir. Bunun delili ise ashab-ı kiramın şu husus üzerinde icma
etmiş olmasıdır: Kur'ân-ı Kerim ve tevatür yoluyla bilinen bir husus, vahid
haber ile kaldırılamaz. Seleften olsun haleften olsun bunun caiz (mümkün)
olabileceğini kabul eden kimse yoktur. Bunun imkânsız olduğunu kabul eden
kimseler böyle bir şeyin muhal olan sonuca götürmesini delil göstermişlerdir,
ki bu da zannî bir delil ile kat'î olarak bilinen bir hükmü kaldırmaktır. Küba
mescidinde namaz kılanların kıssası ile Peygamber (s.a)'ın vali tayin etmesi
ise ya naklî ve tahkîkî olarak bilgi ifade eden karînelerin varlığına ya da
ihtimali ve takdirî olarak bunun bilgi ifade eden karinelere bağlı olarak kabul
edildiği şeklinde yorumlanır. [38]
Yine bu âyet-i
kerimede neshedici hükmün kendilerine ulaşmadığı kimselerin ilk hüküm ile
ibadetlerini sürdüreceklerine dair delil vardır. Bu husus, nâsihin varlığı ile
birinci hüküm ortadan kalkar, onun varlığını bilmekle değil, diyenlerin
görüşüne muhaliftir. Ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü Kübalılar haberci
gelip kendilerine nesneden hükmü bildirinceye kadar Beytu'l-Makdis'e doğru
namaz kılmaya devam ettiler. Haberci gelince Ka'be'ye doğru yöneldiler. Buna
göre neshedici hüküm ortaya çıktığı takdirde elbette ki önceki hükmü kaldırır.
Fakat bu hükmün bilinmesi şartı vardır. Çünkü neshedici hüküm bir hitaptır.
Kendisine ulaşmadığı kimseler hakkında hitap olması sözkonusu değildir.
Bu husustaki görüş
ayrılığının etkisi şurada görülür: Nesihten sonra ve neshin haberinin
ulaşmasından önce yapılmış bulunan ibadetler iade edilir mi edilmez mi?
Müvekkilinin kendisini azletmesinden ya da ölümünden sonra ve fakat vekilin
bunu bilmesinden önceki tasarruflarının hükümleri ile ilgili mes'ele
hakkındaki iki ayrı görüşün esasını da bu konudaki görüş ayrılığı teşkil
etmektedir. Aynı şekilde başkasının sermayesini kâr ortağı olarak çalıştıran
(Malikîlere göre mukârad, Hanefîlere göre amiDin hükmü de budur.
Yine hakimi görev
başına tayin eden kimsenin vefat etmesi ya da azledilmesi halinde de bu görüş
ayrılığı sözkonusudur. Sahih olan ise bu kimselerden her bir kişinin yaptıkları
fiilleri geçerlidir, hakimin verdiği hüküm reddedilmez şeklindedir.
Kadı Iyad der ki: Azad
edilip de azad edildiğini bilmeyen kölenin kendisi ile insanlar arasındaki
ilişkilerinin hür kimsenin hükümlerine tabi olacağı, kendisi ile Allah
arasındaki fiillerinin ise caiz olacağı hususunda mezhebimizde (Maliki
mezhebinde) görüş ayrılığı yoktur. Azad edilen cariyenin azad edildikten sonra
ve fakat azad edildiğini bilmeden önce (hürler gibi) örtün-meksizin kılmış
olduğu namazlarını iade etmeyeceği hususunda görüş ayrılıkları yoktur.
Şu kadar var ki Küba
mescidi mes'elesine kıyasen eda etmekte olduğu ibadetinin hükmünü değiştirmeyi
gerektiren herhangi bir husus ile karşı karşıya kalan kimse hakkında farklı
görüşler vardır. Her kim belli bir durum üzere namaz kılar, sonra namazını
tamamlamadan önce bu durumunda bir değişiklik olursa, o namazını kesmeksizin
tamamlar ve bundan önce yaptıkları caizdir ve yeterlidir. Aynı şekilde üryan
olarak namaz kılıp sonra namazda iken elbise bulan veya namazını sıhhatli iken
başladığı halde hastalanan ya da hasta başladıktan sonra sağlığına kavuşan veya
oturarak namaza başladıktan sonra ayağa kalkabilecek durumda olan yahut
namazda olduğu halde azad edilen bir cariye de bundan sonra örtmediği
yerlerini örtü alıp örter ve namazının geri kalan kısmını tamamlar.
Derim ki: Yine namaza
teyemmüm ile başlayıp da daha sonra suyu gören bir kimse namazını kesmez.
Nitekim Malik, Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- ve başkaları da böyle
demiştir. Namazını keseceği de söylenmiştir ki, bu da Ebû Hanife (yüce
Allah'ın rahmeti üzerine olsun)nin görüşüdür. İleride bu husus gelecektir. [39]
Bu âyet-i kerimede
vâhid haberin kabul olunacağının delili vardır. Selef bu husus üzerinde icma
etmiştir. Peygamber (s.a)'ın değişik bölgelere tek tek elçilerini ve valilerini
göndermesi şeklinde adet haline getirdiği uygulamasından da bunun kabul
olunacağı tevatür ile bilinmektedir. Hz. Peygamber'in gönderdiği bu tek tek
elçi ve valilerin gidiş maksatları ise insanlara dinlerini öğretip
rasûllerinin emir ve yasaklara dair sünnetlerini tebliğ etmektir. [40]
Yine bu âyet-i
kerimede Kur'ân-ı Kerim'in Rasûlullah(s.a)'ın üzerine kısım kısım ve ihtiyaca
binaen duruma göre nazil olduğunun delili vardır. Yüce Allah: "Bugün
sizin için dininizi tamamladım.." (el-Maide, 5/3) buyruğunda da
belirttiği gibi dinini kemale erdirinceye kadar böylece sürüp gitmiştir.
"De ki: Doğu da batı da Allah'ındır." Bu buyruk, delil olarak ortaya
konulmaktadır. [41] Yani doğulann, batıların
ve ikisi arasında bulunanların mutlak mülkü O'nundur. O bakımdan O, dilediği
tarafa doğru yönelmek emrini vermek yetkisine sahiptir. Buna dair açıklamalar
daha önceden de (el-Ba-kara, 2/115) geçmiş bulunmaktadır.
"O kimi dilerse
onu dosdoğru yola iletir." Yüce Allah'ın bu ümmete, İbrahim (a.s)'ın
kıblesine ileterek hidâyeti göstermiş olduğuna işarettir.
Sırat yol demektir.
Müstakim (dosdoğru) ise herhangi bir eğriliği bulunmayan yol demektir. Buna
dair açıklamalar daha önceden (el-Fâtiha, 1/6. âyette) geçmiş bulunmaktadır. [42]
143. Böylece
sizi vasat bir ümmet kıldık. İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de
size bir.şahit olsun diye. Senin yöneldiğin kıbleyi ancak o Peygambere
uyanları, ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırt etmek için kıble yaptık.
Gerçi o elbette büyük bir İştir. Ancak Allah'ın hidâyet ettiği kimseler
hakkında değil. Allah imanınızı zayi edecek değildir. Gerçekten Allah insanlara
Raûftur, Rahimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
"Böylece sizi
vasat bir ümmet kıldık." Yani Ka'be nasıl Arzın vasatı (ortası) ise sizi
de böylece vasat bir ümmet kıldık. Yani peygamberlerden aşağıda ve diğer bütün
ümmetlerin üzerinde bir ümmet.
Vasat, adaletli ve
dengeli demektir. Bunun asıl anlamı ise herşeyin en övü-leninin vasatı
olduğundan dolayıdır. Tirmizî'nin Ebu Said el-Hudrî'den rivâyetine göre
Peygamber (s.a) yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık"
buyruğu hakkında, yani "adaletli ve dengeli bir ümmet kıldık" dediğini
nakletmektedir. Tirmizî: Bu hasen, sahih bir hadistir, demiştir. [43]
Kur'ân-ı Kerim'de de:
"Onların vasat olanları dedi ki" (el-Kalem, 68/28) diye
buyurulmaktadır. Onların vasat olardan ise en mu'tedil ve en hayırlı olanları
demektir. Şair Züheyr der ki:
"Onlar vasat
(mutedil adaletli) kimselerdir. însanlar hükümlerine razı olur Gecelerden
birisi büyük (bir musibetle) gelirse."
Bir başkası da şöyle
demektedir:
"Siz küçük bir iş
olsun yahut büyük bir şeyi bilen Kabilelerin en vasatı (mutedil)
olanlarısınız."
Bir başkası da şöyle
demiş:
"İşlerde sakın
aşırıya gitme Soru sorarsan da olmadık şeyler sorma Ve bütün insanlar arasında
vasat (mutedil) bir kimse ol!"
Vadinin vasatı
(ortası) vadideki en hayırlı, suyu ve merası en bol olan yer demektir.
Vasat aşırılığın da
kusurun da uzağında kaldığı için övülmüştür. Yani bu ümmet hıristiyanların
peygamberleri hakkında aşırıya kaçtıkları gibi aşırı gitmemiştir. Diğer
taraftan yahudilerin peygamberlerine karşı kusurlu oldukları gibi o da
peygamberlere karşı kusur işlememiştir. Hadis-i şerifte: "İşlerin en
hayırlısı en vasat olanlarıdır" [44] diye
buyurulmaktadır. Bu hususta Hz.
Ali'nin şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Siz vasat olan yoldan ayrılmamaya bakınız. Çünkü daha
yüksekte olan da ona doğru iner, daha aşağıda olan da ona doğru çıkar.
Filan kişi kavminin en
vasat olanıdır. Yahut kavminin vasıtası ya da vasatıdır, denildiğinde onlann
en hayırlıları ve soylularındandır, demek olur. Buradaki "vasaf'ın iki
şey arasında bulunmak anlamıyla bir ilgisi yoktur. el-Cev-herî der ki:
"Arasında" tabirinin kullanılabildiği her yere "vast"
denilir. Eğer bu tabir (iki şeyin arasında olmak sözkonusu olmadığından)
kullanılamıyor ise o takdirde buna "vasat" adı verilir. Kimi zaman bu
da sükûnlu olarak "vast" şeklinde kullanılıyor ise de, uygun bir
kullanım değildir. [45]
"İnsanlara
karşı" mahşerde peygamberler lehine ümmetlerine karşı "şahitler
olasınız."
Nitekim Sahih-i
Buhârî'de Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği sabittir: Ra-sûlullah (s.a)
buyurdu ki: Kıyamet gününde Nuh (a.s) çağırılır. O da: Buyur, huzurundayım,
emrine itaat etmeye hazırım Rabbim der. Yüce Allah: Tebliğ ettin mi? diye
sorar, o: Evet deyince; ümmetine: Size tebliğ etti mi? diye sorulur. Onlar:
Bize uyaran bir kimse gelmedi, derler. Yüce Allah: Peki senin lehine kim
şahitlik edecek? diye soracak Hz. Nuh: Muhammed ve ümmeti diye cevap verir.
Onlar da Hz. Nuh'un tebliğ ettiğine dair şahitlik edecekler. "Peygamber de
size şahit olsun diye." İşte yüce Allah'ın: "Böylece sizi vasat bir
ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit
olsun diye..." buyruğu bunu anlatmaktadır..."[46]
Bu hadisi
İbnu'l-Mübarek bu manada daha uzun bir şekilde zikretmekte ve onda şu ifadeler
de yer almaktadır: "O ümmetler şöyle diyecek: Bize yetişmemiş olan
kimseler bize karşı nasıl şahitlik edecek? Şanı yüce Rabbimiz onlara şöyle der:
Peki sizler yetişmediğiniz kimselere karşı nasıl şahitlik edersiniz? Şu cevabı
verecekler: Rabbimiz Sen bize bir peygamber gönderdin ve bizim üzerimize
ahdini, Kitabını indirdin. Bizlere onlann tebliğ ettiklerine dair kıssaları
anlattın. Biz de Senin izin verdiğin ahdine dayanarak şahitlik ediyoruz. Yüce
Rab şöyle buyurur: Bunlar doğru söylediler. İşte aziz ve celil olan Rabbimizin:
"Böylece sizi vasat -adaletli- bir ümmet kıldık, insanlara karşı şahitler
olasınız, Peygamber size bir şahit olsun diye." buyruğu buna işarettir.
İbn En'um der ki: Bana ulaştığına göre o gün Muhammed (s.a)'ın ümmeti
şahitlikte bulunacaktır. Bunlardan ise kalbinde kardeşine karşı düşmanlık
besleyenler müstesna olacaktır. [47]
Bir başka grup ilim
adamı şöyle demiştir: Âyet-i kerimenin anlamı ölümden sonra birbirlerine karşı
yaptıkları şahitlik ile ilgilidir.. Nitekim Sahih-i Müslim'de Enes'ten gelen şu
rivayet yer almaktadır: Peygamber (s.a) yanından bir cenaze geçip de o
cenazeden hayırla söz edilip övülünce "vacip oldu, vacip oldu, vacip
oldu" buyurdu. Arkasından bir başka cenaze onun yanından geçirilirken bu
sefer o cenaze hakkında kötülükle söz edilince, Hz. Peygamber yine "vacip
oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdu. Hz. Ömer bunun üzerine şöyle
sordu: Anam babam sana feda olsun. Önce bir cenaze geçti, ondan hayırla söz
edildi, sen: "Vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun,
arkasından bir başka cenaze daha geçirildi, ondan da kötülükle söz edildi
yine: "vacip oldu, vacip oldu, vacip oldu" diye buyurdun. Bunun
üzerine Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Kendisinden hayırla söz edip
övdüğünüz kişiye cennet vacip olmuştur. Kendisinden kötülükle söz edip yerdiğiniz
kimseye de cehennem vacip olmuştur. Sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz,
sizler yeryüzünde Allah'ın şahitlerisiniz, sizler yeryüzünde Allah'ın
şahitlerisiniz." [48]
Buhârî de bu hadisi bu anlamı ifade edecek şekilde zikretmiştir. [49]
Bu hadisin Buhârî ile
Müslim'de bulunmayan rivayet yollarından birisinde de Hz. Peygamber'in ayrıca:
"İnsanlara karşı şahitler olasınız, Peygamber de size bir şahit olsun
diye" buyruğunu da okur. [50]
Eban ve Leys, Şehr b.
Havşeb'den o Ubade b. es-Sâmit'ten rivayetle dedi ki: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Benim ümmetime ancak peygamberlere verilmiş üç şey
verilmiş bulunuyor: Allah, bir peygamber gönderdiğinde ona: Bana dua et Ben de
senin duanı kabul edeyim diye buyururdu, bu ümmete de: "Bana dua edin
duanızı kabul edeyim" (El-Mümin, 40/60) diye buyurmuştur. Allah, bir
peygamber gönderdiğinde ona: Din hususunda Allah senin için bir zorluk
kılmamıştır, demiştir. Yine Allah bu ümmete: "Din hususunda üzerinize bir
zorluk kılmadı" (el-Hacc, 22/78) diye buyurmuştur. Allah bir» peygamber
gönderdiğinde onu kavmine karşı şahit kılardı. Ve Allah bu ümmeti bütün
insanlara karşı şahit kılmıştır." Bu hadisi Ebu Abdullah Tirmizî el-Hakim
"Nevâdiru'l Usul" [51] adlı
eserinde zikretmektedir. [52]
İlim adamlarımız der ki: Şanı yüce
Rabbimiz Kitabında bizlere
adalet vasfını vermiş ve bütün yaratıklarına karşı şehadette bulunmak görevi
ile görevlendirmiş olduğunu haber vermiş ve zaman itibariyle en son olsak dahi
mekân ve mevki itibariyle bizi birinci konuma çıkarmıştır. Nitekim Hz.
Peygamber de: "Biz en son olanlarız, (fakat) ilkleriz" [53] diye
buyurmuştur.
Bu ancak adalet sahibi
olan kimselerin şahitlik edeceğine de delildir. Başkasının başkaları
hakkındaki sözlerinin geçerli olması ancak adil olması halinde sözkonusudur.
Yüce Allah'ın izniyle sûrenin son taraflarında (el-Ba-kara, 2/282. âyet 11.
başlıkta) gelecektir. [54]
Bu buyrukta icmaın
sıhhatine ve icma gereğince hüküm vermenin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü
ümmetin fertleri adaletli oldukları takdirde insanlara karşı şahitlik ederler.
Her bir asır kendisinden sonrakine şahittir. As-hab-ı kiramın sözü tabiîne
karşı hüccet ve şahittir. Tabiînin sözü de kendilerinden sonrakiler hakkında
böyledir. Ümmet "şahitler* olarak tesbit edildiğine göre onların
sözlerini da kabul etmek icabeder. Bununla ümmetin tümü kastedilmiştir, diyen
kimselerin bu sözlerinin bir anlamı yoktur. Çünkü o takdirde kıyametin kopacağı
zamana kadar üzerinde icma olunacak hiçbir hüküm sözkonusu olamaz. Buna dair
geniş açıklamalar usul-u fıkıh ki-taplarındadır. [55]
"Peygamber de
size bir şahit olsun diye." Kıyamet gününde amellerinize şahitlik etsin;
lehinize şahitlik etsin yani sizin lehinize iman ettiğinize dair şahitlik
etsin diye veya size karşı size tebliğ ettiğine dair şehadette bulunsun diye;
anlamlarına geldiği söylenmiştir.
"Senin yöneldiğin
kıbleyi ancak o Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden
ayırdetmek için kıble yaptık." Burada birinci kıblenin kastedildiği
söylenmiştir. Çünkü "senin yöneldiğin" diye buyurulmak-tadır. İkinci
kıblenin sözkonusu edildiği de söylenmiştir. O takdirde (yönel-diğin'deki di'li
geçmişi ifade eden kelimesi zaid olur. Yani, halihazırda senin üzerinde
bulunduğun kıbleyi., demek olur. Nitekim buna dair açıklamalar önceden
geçmiştir.
Buna benzer bir ifade
de: "Siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmet idiniz."
(Âli İmran, 3/110) buyruğundadır. Burada kimisine göre (idiniz değil de)
"en hayırlı bir ümmetsiniz" anlamındadır. Buna dair açıklamalar
ileride (bu âyet-i kerimenin tefsiri yapılırken) gelecektir.
"O Peygambere
uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdet-memiz için." Ali b.
Ebi Talib (r.a) dedi ki: "Bilelim (mealde: ayırdedelim)in anlamı, görelim
şeklindedir.
Araplar bilme'yi
görmek yerine, görme'yi de bilmek yerine kullanırlar. Yüce Allah'ın:
"Rabbinin fil sahiplerine ne ettiğini görmedîte mi? " (el-Fil, 105/1)
buyruğunda olduğu gibi. Anlamı; bilmedin mi şeklindedir.
Bunun, 'sizlerin Bizim
o Peygambere uyanları ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayırdedebildiğimizi
bilesin, diye' anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü münafıklar yüce
Allah'ın, oluşlarından önce eşyayı bilip bilmediği hususunda şüphe etmekte
idiler.
Yakîn ehlini şüphe
ehlinden ayırdetmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Bunu İbn Fûrek ve
Taberî, İbn Abbas'tan nakletmektedirler.
"Peygamber ve ona
tabi olanlar bunu bilsin diye" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce
Allah bu hususu kendi adına haber vermektedir. Nitekim ona tabi olanlar yaptığı
halde, "emîr şu işi yaptı" denilmektedir. Bu açıklamayı el-Mehdevî
zikretmiştir. Güzel bir açıklamadır.
"Muhammed bilsin
diye" anlamında olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah burada Hz. Peygamber'in
bilmesini, Hz. Peygamber'in özelliğini ve faziletini göstermek üzere kendi
yüce zatına izafe etmiştir. Nitekim şanı yüce Rab-bimiz kudsî hadisinde kinaye
yoluyla şöyle buyurmuştur: "Ey Ademoğlu, Ben hastalandım, fakat sen Beni
ziyarete gelmedin." [56]
Birinci görüş daha
kuvvetlidir. Bunun anlamı, amellerin karşılığını görmeyi gerektiren görmek ile
alakalı ilimdir, bilmektir. Şanı yüce Allah açıkta olanı da gaybı da bilir.
Olmadan önce olacakları bilir. Değişen bilinen şeylerin halidir. Onun ilminde
ise değişiklik olmaz. Aksine onun ilmi hepsine tek bir şekilde taalluk eder.
Kitab-ı Kerim'de bu türden varid olmuş bütün buyruklar bu şekildedir. Mesela:
"Tâ ki Allah mü'minleri bilsin, (ayırd etsin) içinizden şahitler
edinsin." (Ali İmran, 3/140); "Tâ ki, içinizden mücahidleri ve
sabredenleri bilinceye (ortaya çıkarıncaya) kadar haberlerinizi de açıklayalım."
(Muhammed, 47/31) ve buna benzer âyetler de böyledir.
Bu âyet-i kerime
Kureyşlilerin: "Onları yönelmiş oldukları kıblelerinden çeviren
nedir?" şeklindeki sorularına bir cevaptır. Kureyş, Ka'be'ye yönelerek ibadete
alışmış idi. Yüce Allah, Rasûlüne tabi olanla olmayanı açıkça ortaya çıkarmak
için alışageldikleri şeylerden başkası ile sınamayı diledi.
ez-Zührî şeklinde
okumuştur. (O takdirde bu buyruğun anlamı şöyle olur: "O peygambere
uyanlar ökçeleri üzerinde geri döneceklerden ayır-dedilsin diye...")
"Peygambere"
emretmiş bulunduğum Ka'be'ye yönelmek hususunda "uyanları ökçeleri
üzerinde geri döneceklerden" dininden dönüp irtidat edeceklerden
"ayırdetmemiz için kıble yaptık." Çünkü kıble, değiştirilince kimi
müslümanlar irtidat etti, kimileri de münafıklık etti. Bundan dolayıdır ki
yüce Allah: "Gerçi o" diye buyurmaktadır. İbn Abbas, Mücahid ve
Ka-tade'ye göre kıblenin değiştirilmesi "elbette büyük bir iştir."
Buna göre ifadenin
takdiri şöyle olur: Gerçi o kıblenin değiştirilmesi büyük bir iştir. Yüce
Allah'ın Gerçi o... çok büyüktür..." buyruğunda (ve benzeri ifadelerde),
el-Ferrâ'ya göre ile lâm bir arada gelirse...dan...başka değil, ancak...
anlamındadır. (Buna göre: "Ancak o: ... çok büyüktür" diye meali
verilir). Basralılar ise bunun "(Muti)
hakkak" olduğunu
ve şeddesiz geldiğini söylerler.
el-Ahfeş der ki: Yani
şüphesiz kıble yahut kıblenin değiştirilmesi veya namazda dönülen tarafın
değiştirilmesi çok büyük bir iştir.
"Ancak Allah'ın
hidâyet ettiği* yani kalplerinde imanın kendisi olan hidâyeti yarattığı
"kimseler hakkında değil." Bu, yüce Allah'ın: "îşte bunların
kalplerine imanı yazmıştır.'' (el-Mücadele, 58/22) buyruğuna benzemektedir.
"Allah imanınızı
zayi edecek değildir." İlim adamları bu buyruğun Bey-tü'1-Makdis'e doğru
namaz kılarken vefat eden kimseler hakkında indiğini ittifakla kabul
etmektedirler. Buhârî'de el-Bera b. Azib'in rivayet ettiği hadiste önceden de
geçtiği üzere (142.âyet 2. başlıkta) böylece sabit olmuştur.
Tirmizî de İbn
Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber (s.a) Ka'be'ye
yöneltilince (ashab) şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, Beytu'l-Makdis'e doğru
namaz kılarken vefat eden kardeşlerimizin durumu ne olacak? Bunun üzerine yüce
Allah: "Allah imanınızı zayi edecek değildir" âyetini inzal buyurdu.
Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. [57]
Görüldüğü gibi burada
niyet, söz ve ameli kapsadığından dolayı namaza "iman" adı
verilmektedir. İmam Malik der ki: Ben bu âyet-i kerime vesilesiyle Mürcie'nin;
namaz imandan değildir şeklindeki sözlerini hatırlıyorum (da böyle bir sözü
nasıl söylediklerine şaşıyorum).
Muhammed b. İshak der
ki: "Allah" kıbleye yönelmek, peygamberinizi tasdik etmek suretiyle
sahip olduğunuz "imanınızı zayi edecek değildir." Müslümanların ve
usul alimlerinin büyük çoğunluğu bu görüştedir. İbn Vehb, İbnu'1-Kasım, İbn
Abdilhakem ve Eşheb İmam Malik'ten: "Allah imanınızı" namazınızı
"zayi edecek değildir" diye tefsir ettiğini nakletmektedirler.
"Gerçekten Allah,
insanlara Raûftur, Rahimdir." Ra'fet, rahmetten daha ileri derecededir.
Ebu Arar b. el-Alâ der ki: Ra'fet rahmetten daha çoktur, bunlasın anlamlan
birbirlerine yakındır. Bizler bu kelimenin sözlük anlamını, ilgili şiirleri,
diğer manalarını "el-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsnâ" adlı eserimizde
göstermiş bulunuyoruz. Oraya bakılabilir.
Kûfeliler ve Ebu Amr
"feul" vezninde şeklinde okumuşlardır. Ese-doğullan'nın şivesi
böyledir. el-Velid b. Ukbe'nin şu beyiti de bu şekildedir:
"Sakın o
takipçilerin en kötüsü olma.
Son derece raûf ve
rahim olan amcasıyla çarpışan."
el-Kisaî'nin
naklettiğine göre ise Esedoğullannın şivesi "fa'l" vezninde
şeklindedir. Ebu Cafer b. el-Ka'ka' ise hemzesiz ve sakil olarak şeklinde
okumuştur. İster sakin olsun ister harekeli olsun yüce Allah'ın Kitabındaki
her türlü hemzeyi böylece teshil ile okur. [58]
144. Biz
yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz. Onun için herhalde seni hoşnut
olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a çevir. Siz de
nerede bulunursanız yüzlerinizi ona doğru çeviriniz. Şüphe yok ki kendilerine
kitap verilenler bunun Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler.
Allah onların yaptığından gafil değildir.
İlim adamları der ki:
Bu âyet-i kerime yüce Allah'ın: "İnsanlardan sefih olanlar...
diyecekler." (Âyet, 142) buyruğundan önce inmiştir.
"Biz yüzünü göğe
doğru evirip çevirdiğini" Taberî'nin açıklamasına göre semaya doğru
yüzünü döndürdüğünü "görüyoruz." ez-Zeccâc der ki: Göğe doğru bakıp
bakıp durduğunu görüyoruz, demektir. Bu iki anlam birbirine yakındır.
Özellikle "göğün" sözkonusu edilmesi ona izafe edilen ve or-dan gelen
şeylerin ta'zim edilmesi özelliğine sahip oluşundan dolayıdır. Yağmur, rahmet
ve vahiy gibi.
"Hoşnud
olacağın" senin seveceğin anlamındadır. es-Süddî der ki: Hz. Peygamber
Beytu'l-Makdis'e doğru namaz kıldığında başını semaya doğru kaldırır,
kendisine neyin emrolunacağına bakardı. Ka'be'ye doğru namaz kılmayı seviyor
ve arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: "Biz yüzünü göğe doğru evirip
çevirdiğini görüyoruz" buyruğunu indirdi. Ebu îshak da el-Be-ra'dan şöyle
dediğini rivayet etmektedir. Rasûlullah (s.a)' Beyt-i Makdis'e doğru onaltı ya
da onyedi ay süreyle namaz kıldı. Rasûlullah (s.a) kıblesinin Ka'be'ye doğru
döndürülmesini arzu ediyordu. Bunun üzerine yüce Allah: "Biz yüzünü göğe
doğru evirip çevirdiğini görüyoruz* buyruğunu indirdi. Bu anlamdaki rivayetler
ve açıklamalar daha önceden (142. âyetin tefisirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Allah'a hamdolsun.
Âyet-i kerimenin
"Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir" bölümüne dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[59]
"Artık yüzünü
Mescid-i Haram'a" yani Ka'be'ye "doğru" onun tarafına
"çevir." Bu buyruğun Ka'be'ye yönelmek emrini ihtiva ettiği hususunda
görüş ayrılığı yoktur. İbn Abbas'tan nakledildiğine göre Beytullah'ın tümünün
bulunduğu tarafa doğru yönelmek emredilmektedir. İbn Ömer der ki: Ka'be'deki
oluk tarafına doğru dönmek emredilmektedir. Bunu îbn Atiyye nakletmiştir. Oluk
ise Medine ve Şam halkının kıblesidir. Endülüs (İspanya) halkının da yöneldiği
bir kıblesi vardır.
Derim ki: İbn Cüreyc,
Ata'dan o İbn Abbas'tan (Allah ondan ve babasından razı olsun) rivayetine göre
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur: "Beyt, (Ka'be) Mescid-i Haram'da
bulunanların kıblesidir. Mescid-i Haram, Harem bölgesinde bulunanların
kıblesidir. Harem bölgesi ise ümmetimin dünyanın doğusunda olsun batısında
olsun bütün yeryüzü halkı için bir kıbledir."[60]
"Artıkyüzünü
Mescid-i Haram'a çevir" buyruğunda geçen "eş-Şatr: ...a
döğru"nun birkaç anlamı vardır. Taraf ve yol anlamına gelir. Bu âyet-i
kerimede olduğu gibi. O takdirde mekân zarfı olur. Yüzünün karşısında demeye
benzer. Davud b. Ebi Hind der ki: İbn Mes'ud'un kıraatinde:
Artık yüzünü Mescid-i
Haram doğrultusuna çevir" şeklindedir. Şair de der ki:
"Ben Umm Zimba'a
diyorum ki doğrult
Develerin göğsünü
Temimoğullarına doğru"
Bir başka şair şöyle
demektedir:
"Düşmanınız, size
saldırma ihtimali bulunan bölgeniz tarafından
üzerinize gölge yaptı.
Parça parça üstünüzü örten karanlıkları olan bir dehşet." i
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Var mı elçi
olarak Âmr'a haber verecek? Artır"a doğru gidecek mesajın faydası
ne?"
Birşeyin
"şatr"ı, yansı anlamındadır. "Abdest imanın şatndır
(yansıdır)"[61] hadisi de bu anlamdadır.
Bu kelime zıt anlamlı
bir kelime de olabilir. Bir şeye doğru yöneldiği takdirde "satara"
fiili kullanıldığı gibi oradan uzaklaştırılıp yüzçevirdiği takdirde de bu fiil
kullanılır. Erkekler arasından "şatır" yakınlarını kötülükleriyle
oldukça yoran ve uygun olmayan bir istikamette yürüyen kimseye denilir. Fiilin
mazi şekli "şa-ta-ra" da "şa-tu-ra" da gelse, mastarı aynı
şekilde "şetaret" diye gelir.
Birisine
"şâtır"ın ne anlama geldiği sorulmuş o da: Allah'ın yasakladığından
alabildiğine uzaklaşmaya devam eden kimse demektir, diye cevap vermiştir. [62]
Her tarafın kıblesinin
Ka'be olduğu hususu üzerinde ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur.
Ka'be'yi gören bir kimsenin Ka'be'ye yönelmesinin farz olduğu ve Ka'be'yi görmekle
ve hangi cihette olduğunu bilmekle birlikte ona yönelmeyi terkeden kimsenin
namazının olmadığı, bu şekilde kıldıkları namazlarını iade etmekle yükümlü
olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Bu icmaı Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr)
zikretmektedir.
Yine ilim adamlarının
icmaına göre Ka'be'yi görmeyen kimse Ka'be'nin bulunduğu tarafa, Ka'be'ye ve
Ka'be cihetine doğru dönerek namaz kılmalıdır. Eğer hangi tarafta olduğunu
bilemeyecek olursa, delil olarak kullanması mümkün olan yıldız, rüzgâr, dağ ve
benzer herşeyi kullanması gerekir. Mes-cid-i Haram'da oturan bir kimsenin
yüzünü Ka'be'ye doğru çevirmesi ve Allah'tan ecri olduğuna inanarak ve ecrinin
verileceğini umarak Ka'be'ye bakması gerekir. Çünkü Ka'be'ye bakmanın -dahi
Ata ve Mücahid'in söylediklerine göre- ibadet olduğu belirtilmektedir. [63]
Ka'be'yi göremeyen bir
kimsenin kıbleye yönelirken bizzat Ka'be'ye isabet ettirmesi mi yoksa onun
tarafına dönmesi mi farz olduğu ihtilaflıdır? Kimisi bizzat Ka'be'ye doğru
yönelmesi gerektiğini söylemektedir. İbnu'l Ara-bî der ki: Şu kadar var ki, bu
görüş zayıftır.
Çünkü bu güç
yetirilemeyen birşeyle mükellef tutmaktır. Kimisi de Ka'be tarafına yönelmenin
farz olduğunu kabul etmiştir ki şu üç sebep dolayısıyla sahih olan görüş
budur:
a- Bu,
teklifin kendisiyle alakalı olduğu mümkün olan bir husustur.
b- Kur'ân-ı
Kerim'de emrolunan husus da budur. Çünkü yüce Allah: "Artık yüzünü
Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de nerede bulunursanız" yani yeryüzünün
doğu veya batısında olursanız "yüzlerinizi ona doğru çeviriniz* diye
buyurmaktadır.
c- İlim
adamları Beyt'in eninden birkaç katı daha uzun olduğu kesinlikle bilinen
uzunca saffı da delil göstermişlerdir. [64]
Bu âyet-i kerimede
İmam Malik'in ve onun doğrultusunda kanaat belirtenlerin lehine açık bir delil
vardır. Onlar namaz kılan kimsenin secde ettiği yere değil de önüne bakması
gerektiğini söylerler. es-Sevrî, Ebu Hanife, Şafiî ve el-Hasen b. Hayy ise
namaz kılan kimsenin secde ettiği yere bakmasının müstehab olduğunu söylerler.
Kadı Şüreyh ise şöyle
demektedir: Ayakta iken secde edeceği yere, rükû-da iken ayaklarının bulunduğu
yere, secdede iken burnunu koyduğu yere, otururken de kucağına bakması gerekir.
İbnu'l Arabî der ki: O
önüne bakar. Eğer başını eğecek olursa baş ile ilgili olarak hakkında farz
olan kıyam, kısmen gitmiş olur. Halbuki baş azaların en şereflisidir. Başını
dik tutup da gözü ile yere bakmak üzere kendisini zorlarsa bu ise büyük bir
zorluk ve büyük bir sıkıntıdır. Dinde ise bizim için zorluk yoktur. Şu kadar
var ki gücü yeten bir kimse için bu en faziletli olandır.
"Şüphe yok ki
kendilerine kitap verilenler" yani yahudiler ve hıristiyan-lar,
"bunun" kıblenin Beytu'l Makdis'ten Ka'be'ye doğru değiştirilmesinin
"Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler."
Onlar bunu dinlerinde
de kitaplarında da bulunmadığı halde nasıl olur da bilebilirler? diye sorulacak
olursa bu soruya iki şekilde cevap verilebilir:
Birincisi, onlar kendi
kitaplarında Muhammed (s.a)'ın hak peygamber olduğunu bildiklerinden dolayı
onun haktan başka birşey söylemeyeceğini ve haktan başka bir emir vermeyeceğini
de bilirler.
İkincisi, bazıları
inkâr etse dahi onlar dinlerinde neshin caiz olduğunu bilmektedirler. Dolayısıyla
kıblenin değiştirilmesinin caiz olduğunu da biliyorlar demektir.
"Allah onların
yaptıklarından gafili değildir." Bu buyruğun anlamına dair açıklamalar
daha önceden(el-Bakara, 2/74. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
İbn Amir ve Hamza ile
el-Kisaî, kitap ehline ya da Muhammed (s.a)'ın ümmetine hitaben. ( o^JLjü):
Yaptıklarınızdan, şeklinde okumuşlardır. Her iki okuyuş şekline göre de bu,
şanı yüce Allah'ın kulların amellerini (karşılıksız bırakmayıp) ihmal
etmeyeceğini, onlardan gafil olmadığını bildirmektedir. Bunda tehdid anlamı da
vardır.
Diğer kıraat imamları
ise "ya" ile okumuşlardır. [65]
145.
Andolsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen onlar yine
senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlar da
biri diğerinin kıblesine uymazlar. Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra
onların nevalarına uyarsan, o zaman muhakkak zulmedenlerden olursun.
"Andolsun ki sen
kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen onlar yine senin kıblene
uymazlar." Çünkü hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra kâfir
olmuşlardır ve âyetler yani alâmetler ve belgeler onlara fayda vermez.
"Kıble"nin
teksir (kırık) çoğulu: "Kıbelun" şeklinde, salim müennes olarak
"kibilâtun" şeklinde gelir. Kabilâtun şeklinde de olur,
"kıblâtun" şeklinde de olur.
Burada " Andolsun
ki... sen" edatının cevabı
Eğer" edatına cevap şekilde gelmiştir. Halbuki bunun cevabının
geniş ve meydana gelen bir işle olması gerekir. Birincisinin cevabı ise gelecek
ifade eden şekilde gelir. Buna dair el-Ferra ile el-Ahfeş şu açıklamayı
yapmışlardır: edatı için uygun gelen ifadelerle cevap verilmesi anlamının
"getirsen" şeklinde olduğundandır. Edatına ise geçmişte olan bir
kiple cevap verilebilir. Biri ötekinin yerine kullanılabilir. Mesela: Sen iyilik yaparsan sana da iyilik
yapılır" demek mümkündür. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Eğer Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu (ekini) sararmış
görürler..." (er-Rum, 30/51) Bunun anlamı ise: Eğer bir rüzgâr gönderse
idik., şeklindedir.
Ancak Sibeveyh
onlardan farklı olarak şöyle demektedir: kelimesinin anlamıin anlamından
farklıdır. Dolayısıyla biri ötekinin yerine geçmez. Bu âyet-i kerimedeki bu
bölümün anlamı: "Sen kendilerine kitap verilenlere her âyeti getirsen
dahi onlar yine senin kıblene uymazlar" şeklindedir. [66]
Sibeveyh der ki: "Eğer Biz bir rüzgâr göndersek onlar da arkasından onu
sararmış görürlerse, bundan sonra da muhakkak kâfir olurlar." (er-Rum,
30/51) yani kâfir olmaya devam eder giderler, şeklindedir.
"Sen de onların
kıblelerine uyacak değilsin." Bir haber olmakla birlikte emir anlamını
ihtiva etmektedir. Sakın böyle bir şeye yanaşma, demektir.
Bundan sonra
yahudilerin hıristiyanlann kıblelerine, hıristiyanların da ya-hudilerin
kıblelerine uymayacaklannı haber vermektedir. es-Süddî ve İbn Zeyd böyle
demişlerdir. Bu, onların kendi aralarındaki ayrılıkları, birbirlerine sırt
çevirdikleri ve sapık olduklarını bildirmektedir.
Bazıları da şöyle
demiştir: Bunun anlamı şöyledir: Onlardan İslâm'a girip de sana tabi olan,
hiçbir zaman İslâm'a girmeyecek olanın kıblesine uyacak değildir. İslâm'a
girmeyen de müslüman olanın kıblesine uyacak değildir. Ancak birinci açıklama
şekli daha doğru görülmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Andolsun ki sana
gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyarsan o zaman muhakkak
zulmedenlerden olursun." Burda hitap Peygamber (s.a)'a olmakla birlikte
asıl maksat nevasına uyması ve nevasına uyduğu için zalim olması mümkün olan
ümmetine mensup kimselerdir. Çünkü Peygamber (s.a)'ın zalim olmasını
gerektirecek herhangi bir iş yapması mümkün değildir. O halde bu buyruk,
ümmetinin kastedildiği şekilde açıklanır. Çünkü Peygamber (s.a) masumdur ve
ondan böyle bir işin kesinlikle sadır olmayacağını biliyoruz. Peygamber (s.a)'a
hitap edilmesi bu işin ne kadar büyük olduğunu göstermek içindir ve bu şekilde
hitap, ona indirildiğinden dolayıdır.
"Hevâlar
(ehvâ)" hevâ kelimesinin çoğuludur. Buna dair açıklamalar da "bunca
ilimden sonra" buyruğuna dair açıklamalar da daha önceden (120. âyet 2.
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Burada tekrarlamanın anlamı yoktur.[67]
146.
Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar.
Öyle iken içlerinde bir grup bilip durdukları halde yine de hakkı gizlerler.
"Kendilerine kitap
verdiklerimiz onu öz oğulları gibi tanırlar." Bu cümle bir haber
cümlesidir. Diğer taraftan bir önceki âyet-i kerimede geçen "zulmedenlerin
sıfatı olması ve "tanırlar"ın da hal olması mümkündür.[68]
Yani onlar Muhammed
(s.a)'ın nübüvvetini ve risaletinin doğruluğunu tanıdıkları halde
(zulmedenlerden olurlar). Bunu Mücahid, Katade ve başkaları söylemiştir.
Şöyle de denilmiştir:
Bunlar kıblenin Beytu'l-Makdis'ten Ka'be'ye doğru döndürüldüğünün hak olduğunu
bilirler. Bu açıklamayı da İbn Abbas, İbn Cübeyr, er-Rabi' ve yine Katade
yapmıştır.
İnsanın kendi nefsi
kendisine daha yakın olduğu halde özellikle oğulların tanınmasının sözkonusu
edilmesi, insanın bir zaman gelip kendisini tanıyamayacağının sözkonusu olması,
fakat çocuğunu tanımayacağı bir zamanın gelmeyeceği dolayısıyladır.
Rivayete göre Hz.
Ömer, Abdullah b. Selam'a şöyle demiş: Sen gerçekten oğlunu tanıdığın gibi
Muhammed (s.a)'ı tanıyor musun? O şu cevabı verir: Evet, hatta bundan da öte.
Allah semasındaki eminini yeryüzündeki eminine niteliklerini belirterek
gönderdi ve ben de onu bu nitelikleriyle tanıdım. Oğluma gelince annesinin
neler yaptığını bilemiyorum.
"Öyle iken
içlerinden bir grup bilip durdukları halde yine de hakkı" yani Mücahid,
Katade ve Husayf a göre Muhammed (s.a)'ı "gizlerler." Az önce
belirttiğimiz şekilde Ka'be'ye yönelmeyi gizlerler, şeklinde de açıklanmıştır.
"Bilip durdukları
halde" buyruğu inadı küfrün sıhhati (böyle bir küfür türünün sözkonusu
edilmesinin yerinde olduğu) hususunda açık bir delildir. "Onlar, kalpleri
bunlara inandığı halde zulümleri ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr
ettiler." (en-Neml, 27/14); "İşte o tanıdıkları kendilerine
geldiğinde onu inkâr ettiler." (el-Bakara, 2/89) buyrukları da bunu
andırmaktadır. [69]
147. Hak
Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.
"Hak" yani
Ka'be'ye yönelmek "Rabbindendir". Yahudilerin kendi kıblelerine dair
bildirdikleri değildir. Ali (r.a)'ın buradaki "el-Hak" kelimesini bir
önceki âyetin sonunda yer alan "bilip durdukları halde" ile mansub
okumuştur. Yani: Onlar Rabbinden gelen hakkı bilirler. Bu kelimenin
"hakka sıkı sıkıya bağlı kal" takdiriyle mansub olması da mümkündür.
Merfu olması ise
mübteda veya bir mübteda takdirine göredir. O zaman: O, haktır, Rabbinden
gelmiştir, anlamında olur. Ya da bir fiil takdir etmek de mümkündür. Yani hak
sana Rabbinden gelmiştir. en-Nehhâs der ki: Enbiya Sûresi'nde yer alan:
"Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler de onlar yüzçe-viricidirler. "
(el-Enbiya, 21/24) buyruğundaki "el-Hak" kelimesini mansup olmaktan
başka türlü okuyan bir kimsenin olduğunu bilmiyoruz. Aralarındaki fark ise
Bakara Sûresi'ndeki bu âyet-i kerime bir
âyet başlangıcıdır, Enbiya Sûresi'ndeki ise böyle değildir.
"O halde sakın şüphe
edenlerden olma." Burada hitap Peygamber (s.a)'a olmakla birlikte maksat
onun ümmetidir. Bir kimseye kimi zaman yakîn kimi zaman şüphe gelse ve biri
ötekini bertaraf edecek olsa bu kökten (imtira) gelen kelimeler kullanılır,
el-mira' da buradan gelmektedir. Çünkü taraflardan her birisi ötekinin sözünden
şüphe etmektedir. Birşey hakkında "imtira" ise şüphe etmek demektir.
"Teman" de bu şekildedir.
Taberî
"el-mumterin"in "şüphe edenler" demek olduğuna delil olmak
üzere el-A'şâ'nın şu beyitini nakletmektedir:
"(Kendilerini
dürterken koşup koşmayacakları hususunda) şüphe eden (binici)lerin(in)
bacaklarına, -serap görüldüğünde-Güzel koşularla memeden sağılan süt gibi cevap
verirler."
İbn Atiyye der ki:
Taberi bu hususta yanılmıştır. Çünkü Ebû Ubeyde ve başkaları şöyle demiştir:
Beyitte geçen "el-mumterîn", atlarının koşmasını süt
sa-ğıyormuşçasına atlarını koşsun diye topuklayanlar demektir. Beyitte
Taberi'nin dediği şekilde "şüphe" anlamı yoktur.
Derim ki: Hayır, bunda
"şüphe" anlamı vardır. Çünkü, bincinin atını alışageldiği şekilde
koşacak mı koşmayacak mı, deneme maksadı ile topuklaması anlamına gelme
ihtimali de vardır, demek maksadıyla atını bu şekilde topuklamak, ya atının
başına bir iş gelip gelmediğini öğrenmek ya da ne kadar koşabildiğim anlamak
maksadıyla satın aldığı sırada olur. el-Cevheri der ki Kamçı ya da başka bir
şey ile atın koşmasını anlamak kas-dıyla vurmak, demektir.
İsmi el-miryetu veya
el-muryetu şeklinde gelir. Dişi devenin memeleri süt versin diye sıvazlandığı
vakit de bu kökten gelen kelime kullanılır. Sütünün geldiğini ifade etmek için
ise (tuljll) denilir. Bunun ismi ise yalnız "el-miryetu" diye gelir
ve "el-muryetu" şeklindeki söyleyişi yanlıştır.
"el-miryetu"
şüphe demektir. Ötreli okunduğu da olur. Bu âyet-i kerimede bu kelime her iki
şekilde de okunmuştur. [70]
148.
Herkesin bir yönü vardır. O yüzünü ona doğru döndürür. Öyle ise siz de hayırda
birbirinizle yarışın. Nerede olursanız Allah tümünüzü biraraya getirir.
Şüphesiz Allah herşeye kadirdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
"Herkesin bir
yönü vardır." Viche: Yön (yüzyüze gelmek anlamına gelen) muvâcehe'den
gelmektedir. Viche, cihet ve vech aynı anlama gelir. Burada maksat kıbledir.
Yani onlar senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblesine uymazsın. Haklı
veya nevasına dayanarak, herkesin bir kıblesi vardır. [71]
"O, yüzünü ona
doğru döndürür." Buradaki "o" zamiri "herkes" lafzına
aittir, onun anlamına değildir. Çünkü bu zamir anlama ait olsaydı şöyle demek
gerekirdi: "Onlar yüzlerini ona doğru döndürürler." Buradaki buyruğun
anlamı ise: O kendi yüzünü ve şahsını oraya döndürür. Yani her bir din mensubunun
bir kıblesi vardır. O kıbleye sahip olan kişi kendi kıblesine yüzünü döndürür.
Bu, er-Rabi', Ata ve İbn Abbas'ın görüşüdür.
Ali b. Süleyman ise
şöyle demektedir: "Yüzünü ona doğru döndürür." Yani ona doğru
yönelir. İbn Abbas ve İbn Âmir meçhul olarak "o ona doğru döndürülür"
anlamında şeklinde okumuşlardır. Bu kıraate göre zamir tek kişiye ait olur.
Yani insanlardan her bir kimsenin bir kıblesi vardır. Ve her bir kişi o
kıblesine göre döndürülür. Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır.
Çoğunluğun okuyuşuna
göre "o" zamirinin - daha önce zikredilmemiş olmakla birlikte - yüce
Allah'a ait olması da muhtemeldir. Çünkü bu işin failinin Allah olduğu bilinen
bir husustur. Anlamı şöyle olur: Her bir din sahibinin bir kıblesi vardır.
Allah o din sahibi kimseyi o kıbleye döndürür. (Dönmesini emreder).
Taberî'nin
naklettiğine göre bazıları :" Her cihete döndüren odur" şeldinde
okumuşlardır.
İbn Atiyye der ki:
Taberî bu okuyuşu hatalı görmekle birlikte uygun ve açıklanabilir bir
kıraattir. Yani sizler Allah in sizi döndürdüğü her yöne doğru (dönünüz) ve
hayırlarda yarışınız. Bununla öteki arasında fark gözeterek, size emrettiği
şeylere itiraz etmeyiniz. Yani her hususta size düşen, itaat etmekten
ibarettir.
Burada "öyle ise
siz de hayırlarda birbirinizle yarışınız" emrinden önce "herkesin
bir yönü vardır" buyruğunun gelmesi dönülen yöne verilen önemden dolayıdır.
Nitekim mef'ul de bu sebepten dolayı daha önce gelir.
Ebu Amr ed-Dâni, bu
kıraatin İbn Abbas'dan nakledildiğini belirtmektedir. "Viche"
kelimesinde "vâv" harfinin salim bir harfmiş gibi kalması,
'"ıde:vaad" ile "zine: ağırlık, tartı" kelimelerinden
farklı olması ve "cihet" kelimesinin zarf, diğerlerinin mastar
oluşundan dolayıdır.
Ebû Ali (el-Fârisî)
der ki: Bazıları, bunun kıyasa aykırı okrak istisna kabilinden salim (harf-i
illetsiz) bir kelime imiş gibi kullanıldığı ve mastar olduğu kanaatindedir.
Bazılarının kanaatine
göre ise, bu kelime isimdir, mastar değildir. Ebû Ali'den başkalarına göre
mastar kullanılmak istenirse "cihet" şekli kullanılır. Bazan zarf
olarak da bu şekil kullanılabilir. [72]
"Öyle ise siz de
hayırlarda birbirinizle yarışın." Yani yüce Allah'ın size emretmiş olduğu
Beytu'l-Haram'a doğru yönelmekte acele ediniz. Her ne kadar bu buyruk, genel
olarak bütün itaatleri yapmak için eli çabuk tutmayı teşvik anlamını ihtiva
etmekte ise de, âyet-i kerimelerin konu ile ilgili akışı dolayısıyla maksat,
sözü geçen kıbleye yönelmektir. Bunun anlamı ise -doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır ya- namazın, vaktinin başlarında kılınması hususunda eli çabuk
tutmaktır.
Nesaî'nin Ebu Hureyre'den
rivayetine göre Rasûlullah (s. a) şöyle buyurmuştur: "Namazı vaktinin
erken saatlerinde kılan kimsenin misali, bir deve kurban edene benzer. Ondan
sonra kılanın misali, bir inek kurban edene benzer. Ondan sonra namaz kılanın
misali bir koç kurban edene benzer. Ondan sonra kılanın misali ise bir tavuk
tasadduk edene benzer. Ondan sonra kılanın misali ise bir yumurta tasadduk
edene benzer." [73]
Darakutnî de Ebu
Hureyre (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) şöyle
buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse namazı vakti içinde kılmakla
birlikte, vaktin ilk girdiği sıralarında (kılmadığından) kendisi için
ailesinden ve malından daha hayırlı olan şeyleri terketmiş olur."[74]
Bunu Malik Yahya
Said'in sözü olarak nakletmiştir. [75]
Yine Darakutnî İbn
Ömer'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Amellerin en hayırlısı vaktinin başlarında kılınan namazdır." [76]
İbn Mes'ud'dan gelen
rivayette ise "ilk vakitte kılınan namazdır" anlamındadır. [77]
Yine Darakutnî İbrahim
b. Abdülmelik'ten o Ebu Mahzure'den, o babasından o dedesinden şöyle dediğini
rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Vaktin başlangıcı
Allah'ın rızası, vaktin ortası Allah'ın rahmeti, vaktin sonu ise Allah'ın
affıdır." [78]
İbnu'l Arabî de
şunları eklemektedir: Ebu Bekr dedi ki: Allah'ın razı olmasını biz Allah'ın
affından daha çok severiz. Çünkü Allah ihsan edicilerden razı olur. Affetmesi
ise kusurlular hakkındadır. Şafii'nin tercih ettiği görüş de budur. Ebu Hanife
ise şöyle demiştir: Vaktin sonu daha faziletlidir. Çünkü vücub zamanı odur.
İmam Malik ise konuyla ilgili etraflı açıklamalarda bulunmuştur: Sabah ve
akşam namazının vakitlerinin ilkinde kılınmaları daha faziletlidir. Sabahın
ilk vaktinde kılınışının daha faziletli oluşu Hz. Aişe (r. an-ha)'dan gelen şu
rivayet dolayısıyladır. "Rasûlullah (s.a) sabah namazını kılar, ondan
sonra da kadınlar örtülerine bürünmüş oldukları halde namazdan dönerlerdi de
alacakaranlıktan dolayı tanınmazlardı." [79]
Akşam namazının ilk
vaktinde kılınışının sebebi ise Seleme b. el-Ek-vâ'dan gelen şu hadis-i
şeriftir: Rasûlullah (s.a) güneş batıp da perdenin arkasına saklandığında
akşam namazını kılardı. [80] Bu
iki hadisi de Müslim rivayet etmiştir.
Yatsı namazına gelince
İmam Malik'e göre bunun sonraya bırakılması gücü yeten kimse için daha
faziletlidir. İbn Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmektedir. Bir seferinde
Rasûlullah (s.a)'ı yatsı namazını kıldırmak üzere bekleyip durduk. Gecenin üçte
biri veya daha fazlası geçtikten sonra yanımıza çıkıp geldi. Aile halkındaki
bir durum ile mi uğraştı, yoksa başka bir durum mu vardı, bilemiyoruz.
Yanımıza çıktığında şöyle dedi: "Sizler öyle bir namazı bekliyorsunuz ki
sizin dışınızda herhangi bir din mensubu bu namazı beklemez. Ve eğer ümmetime
bu ağır gelmeyecek olsaydı (her zaman) bu saatte onlara namaz
kıldırırdım." [81]
Buhârî'de de Enes (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (s.a)
yatsı namazını gece yarısına kadar te'hir etti, sonra namaz kıldı., dedi ve
hadisin geri kalan kısmını nakletti. [82]
Ebu Berze der ki:
Peygamber (s.a) yatsı namazını geciktirmeyi severdi. [83]
Öğle namazına gelince
bu namaz gaflet halinde iken gelir insanları bulur. O bakımdan gerekli
hazırlıklarını yapıp bir araya toplanabilecekleri bir zamana kadar geciktirilmesi
müstehaptır. Ebu'l Ferec der ki: Malik dedi ki: Aşırı sıcak zamanlarında öğle
namazı dışında, bütün namazlarda vaktin ilki daha faziletlidir. İbn Ebi Uveys
de der ki: Malik zeval esnasında öğle namazının kılınmasını mekruh görürdü.
Fakat bundan sonra kılınmasını uygun görür ve şöyle derdi: İşte o vakit namaz
kılmak, Haricîlerin namazıdır.
Buhârî'nin Sahih'iyle
Tirmizî'nin Süneni'nde Ebu Zer el-Gıfarî'den şöyle dediği nakledilmektedir:
Peygamber (s.a) ile birlikte bir seferde bulunuyor idik. Müezzin öğle namazına
ezan okumak istedi. Peygamber (s.a).ona: Havanın serinlemesini bekle, dedi.
Daha sonra yine ezan okumak istedi yine Hz. Peygamber ona: Havanın
serinlemesini bekle dedi, Nihayet bizler tepelerin gölgelerini gördük. Bu
sefer Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Aşırı sıcak cehennemin ateşinin
kızmasından dolayıdır. O bakımdan sıcak olduğu takdirde siz de namazı serin
vakitlere bırakınız." [84]
Müslim'in Sahih'inde
de Enes'ten rivayet edildiğine göre Peygamber (s.a) öğlen namazını güneş zevale
erdi mi (batıya doğru kaydı mı) kılardı.[85]
Her iki hadisi bir
arada şöylece telif edebiliriz: Enes'in rivayeti, hava serin ise acele
ettiğini ortaya koyarken; sıcak olduğunda Hz. Peygamber namazı serin vakte
bırakırdı şeklinde anlaşılır.
Ebu İsa et-Tirmizî der
ki: "İlim ehlinden kimisi fazla sıcak olduğu takdirde öğlen namazının
geciktirilmesini tercih etmiştir. Bu aynı zamanda İbn el-Mübarek, Ahmed ve
İshak'ın da görüşüdür.
İmam Şafiî de der ki:
Eğer mescid halkı uzaktan geliyor ise öğlen namazının serin bir vakte
bırakılması uygundur. Tek başına namaz kılan ile kendi mahalle mescidinde
namaz kılan kimse için daha çok sevdiğim husus aşırı sıcakta namazı sonraya
bırakmamasıdır.
Ebû İsa der ki: İleri
derecede sıcak olduğu takdirde öğle namazının geciktirilmesi görüşünü kabul
edenlerin görüşüne uymak daha uygun ve daha yerindedir. Şafiî (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun)'ın kabul ettiği uzaktan gelen kimseler ile insanlara
zorluk dolayısıyla uygun gördüğü ruhsata gelince; Ebu Zer (r.a)'ın rivayet
ettiği hadiste Şafiî'nin dediğinin aksine delalet eden ifadeler vardır. Ebu Zer
der ki: Peygamber (s.a) ile birlikte bir yolculukta bulunuyor idik. Bilal öğle
namazı için ezan okudu. Peygamber (s.a) ona: "Ey Bilal serinleyinceye
kadar bırak sonra (yine) serinleyinceye kadar bırak" dedi. Eğer durum
Şafiî'nin kabul ettiği gibi olsaydı böyle bir vakitte namazı serinleyinceye
kadar bırakmanın bir anlamı olmazdı. Çünkü yolculuk esnasında bir arada
bulunuyorlardı ve ayrıca uzaktan namaza gelmelerine ihtiyaçları yoktu." [86]
İkindi namazına
gelince onun erken kılınması daha faziletlidir.
Bizim mezhebimize göre
cemaatin toplanması ümidiyle namazın geciktirilmesi erken kılınmasından daha
faziletli olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü cemaatin ne kadar
faziletli olduğu bilinen bir husustur. Vaktin başının fazileti ise pek
bilinmemektedir. Bilinen bir hususun elde edilmeye çalışılması ise daha
uygundur. Bunu İbnu'l-Arabî böyle demiştir. [87]
"Nerede olursanız
Allah tümünüzü" kıyamet gününde "biraraya getirir."
Bundan sonra yüce
Allah kendi zatını herşeye kadir olmakla nitelendirmektedir. Çünkü böyle bir
niteleme, ölümden ve çürümekten sonra tekrar diriltmektan söz etmek için tam
bir münasebet (uygunluk) arzetmektedir. [88]
149. Her
nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Elbette ki bu, Rabbinden
gelen bir haktır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
150. Her
nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a döndür. Siz de her nerede olursanız
yüzlerinizi onun tarafına döndürün. Tâ ki aralarında -zulmedenlerin dışında-
insanların size karşı bir delilleri kalmasın. O halde onlardan korkmayın,
Benden korkun ve tâ ki size olan nimetimi tamamlayayım; siz de hidâyete
kavuşmayı ümit edebilesiniz.
"Her nereden
çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram'a döndür."[89] Bu
buyruğun Ka'be'ye yönelme emrini pekiştirmek ve bu hususa verilen önemi belirtmek
için geldiği söylenmiştir. Çünkü kıblenin değiştirilmesi onlara gerçekten ağır
gelmiştir. Burada emir bir daha pekiştirilerek insanlara bu işe verilen önemi
göstermek istemiş ve böylelikle bu işin onlara daha hafif gelmesi ve huzur
içerisinde bunu kabul etmeleri sağlanmak istenmiştir.
Bir diğer görüşe göre
ise birinci emirden kasıt, sen yüzünü Ka'be tarafına doğru çevir yani
Ka'be'nin karşısında namaz kıldığın takdirde onu gör ve bizzat kıblen ona doğru
olsun, anlamındadır. Bundan sonra da: "Siz de her nerede olursanız"
ey müslümanlar, Medine'de ve Medine dışındaki sair mes-cidlerde nerede
olursanız olun, "yüzlerinizi onun tarafına döndürün" diye
buyurulmuştu. Bundan sonra da "Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i
Haram'a doğru döndür" diye buyurmaktadır. Bu da yolculuk halinde Ka'be'ye
yönelmenin vücubunu ifade eder.
İşte bu, yeryüzünün
dört bir yanında nerede bulunulursa bulunulsun Ka'be'ye yönelme emrini ifade
etmektedir.
Derim ki: Bu görüş
birincisinden daha güzeldir. Çünkü bununla her bir âyetin belli bir faydaya,
belli bir anlama işaret ettiğine dair bir yorum vardır.
Darakutnî'nin
rivayetine göre Enes b. Malik şöyle demiştir: Peygamber (s.a) bir yolculukta
bulunup da bineği üzerinde bulunduğu halde namaz kılmak istedi mi kıbleye doğru
yönelir, tekbir alır sonra da bu haliyle bineği hangi tarafa dönerse yine
namazına devam ederdi. Bu hadisi Ebû Dâvûd da rivayet etmiştir. [90]
Şafiî, Ahmed ve Ebû
Sevr de bu görüştedir.
İmam Malik'in görüşüne
göre kıbleye yönelmesi gerekmez. Çünkü İbn Ömer'den gelen hadiste şöyle dediği
belirtilmektedir: Rasûlullah (s.a) Mekke'den Medine'ye doğru gelirken bineği
üzerinde namaz kılardı. İbn Ömer der ki: İşte: "Bundan dolayı nereye
dönerseniz Allah'ın vechi oradadır." (el-Bakara, 2/115) buyruğu buna dair
nazil olmuştur. [91]Açıklamalar ise önceden
geçmiş bulunmaktadır. [92]
Derim ki: Her iki
hadis arasında herhangi bir tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Çünkü bu tür
hadisler mutlak ve mukayyed kabilindendir. Şafiî'nin görüşü de daha uygundur.
Bu konuda Enes'ten gelen hadis-i şerif de sahihtir.
Rivayet edildiğine
göre Ca'fer b. Muhammed'e Kur'ân-ı Kerim'de kıssaların tekrarlanmasının ne
anlam ifade ettiği sorulur o da şöyle der: Yüce Allah bütün insanların
Kur'ân-ı Kerim'i ezberleyemeyeceğini bildiğinden dolayıdır. Eğer aynı kıssa
tekrarlanmamış olsaydı bazı insanların bunu bilmeleri bazılarının da
bilmemeleri sözkonusu olurdu. Böylelikle bu kıssanın Kur'ân-ı Kerim'i kısmen
ezberleyenler tarafından da bilinmesi için tekrarlanmıştır.
"Tâ ki aralarında
zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir delilleri kalmasın."
Mücahid der ki: Burada sözü geçen zulmedenler Arap müşrikleridir. Onların
ileri sürdükleri delil ise: Sen bizim kıblemize geri döndün şeklinde idi. Bu
sözlerine: "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır" buyruğu ile
(el-Bakara, 2/142) cevap verilmiştir.
Şöyle de denilmiştir:
"Tâ ki aralarından zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir
delilleri kalmasın" buyruğunun anlamı şöyledir: Onlar sizlere: Ka'be'yi
görmediğiniz halde Ka'be'ye yönelmekle emrolundunuz, di-yemesinler. Çünkü yüce
Allah: "Siz de her nerede olursanız yüzlerinizi O'nun tarafına
döndürün" diye buyurunca ileri sürebilecekleri delil de ortadan
kalkmaktadır.
Ebu Ubeyde der ki:
"Burada yer alan : Dışında, kelimesi "vav" anlamındadır. Yani;
Ve tâ ki zulmedenlerin de size karşı bir delilleri kalmasın anlamındadır. Bu
"vav" anlamına gelen bir istisnadır. Şairin şu sözleri de bu türdendir:
"Medine'de bir
tek evden başka ev yoktur Halifenin evi, Mervan'ın evi dışında."
Burada şair, Medine'de
halifenin eviyle Mervan'ın evi dışında ev yoktur, demek istemiştir. Yüce
Allah'ın: "Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna, onlar için
kesintisiz bir ecir vardır." (et-Tin, 95/6) buyruğu hakkında da böyle
denilmiştir. Yani iman edip salih amel işleyenler için... vardır.
ez-Zeccâc ise bu
görüşün tutarsız olduğunu belirterek şunları söylemiştir: Böyle bir açıklama
nahiv bilginlerince ileri derecede hatalı görülmüştür ve bu açıklamaya göre
kelimelerin anlamları iptal edilmektedir. Bu açıklamaya göre istisna edatı ile
ondan sonrasının ayrıca zikredilmesine gerek yoktur. Bunlara göre bu istisna
birinci türden değildir (istisna munkatı'dır). Zulmedenler, işte onlar size
karşı delil getirmeye kalkışırlar, demektir. Ebu İshak ez-Zeccâc der ki: Yani
Allah sizlere kıble hususunda nasıl delil getireceğinizi: "Herkesin bir
yönü vardır, o yüzünü ona doğru döndürür." (el-Ba-kara, 2/148) buyruğu ile
göstermiş bulunmaktadır ki; "İnsanların size karşı bir delilleri
kalmasın". Bundan tek istisna ise, kendisi için bu husus açıklık kazanmış
olmasına rağmen haksızlık yaparak aklı sıra delil getirmeye kalkışan
zalimlerdir.
Nitekim günlük
konuşmamızda şöyle dediğimiz olur: Senin bana karşı zulmün veya bana
zulmetmenin dışında getirebileceğin bir delilin yoktur. Bunun anlamı ise:
Senin ileri sürebilecek hiçbir delilin yoktur, fakat sen bana zulmediyorsun,
şeklindedir. Burada karşı tarafın zulmüne "delil" adının verilmesi
zulmü delil diye gösterenin, çürük olmasına rağmen, ona "delil" adını
vermesinden dolayıdır.
Kutrub da der ki: Bu
buyruğun anlamı şöyle olabilir: Tâ ki insanların sizlere karşı -zulmedenlere
karşı olması müstesna- ileri sürebilecek herhangi bir delilleri olmasın. Buna
göre "zulmedenler" anlamındaki ism-i mevsul, "sizler"
anlamındaki zamirden bedel olur.
Kimisi de buradaki
istisna muttasıl bir istisnadır, demiştir. Bu anlamı verecek açıklamalar İbn
Abbas'tan ve başkalarından nakledilmiştir. Taberî de bu açıklamayı tercih eder
ve şöyle der: Yüce Allah kıbleye yönelmeleri hususunda Peygamber (s.a) ve onun
ashabına karşı herhangi bir kimsenin ileri sürebileceği bir delilinin
olamayacağını belirtmektedir. Yani tutarsız ve çürük delil getirme dışında
hiçbir kimsenin size karşı ileri sürebileceği bir delili yoktur. Onların bu
tutarsız delilleri ise: Ne diye kıblelerinden döndüler, Muhammed dininde
hayrete düştü, o bizim kıblemize ancak bizim ondan daha çok hidâyet üzere
oluşumuzdan dolayı yönelmiştir ve buna benzer ancak bir putperestin yahut bir
yahudi ya da bir münafikın söyleyebileceği türden sözlerdir.
Hüccet (delil); burada
davalaşmak ve tartışmak anlamına gelen delil getirmek demektir. Yüce Allah bu
davranışa "hüccet" adını vermekte ve zalimler tarafından haksızca
ileri sürüldüğünden dolayı da bunun tutarsız olduğunu hükme bağlamaktadır.
İbn Atiyye der ki:
Buradaki istisnanın munkatı' bir istisna olduğu da söylenmiştir. Munkatı'
istisna olabilmesi için "insanlar" ile yahudilerin kas-tedilmesi daha
sonra arap kâfirlerin istisna edilmesi gerekir. Şöyle buyurmuş gibi olur: Fakat
zulmedenler size karşı delil getirirler (tartışırlar). Ancak burada
"aralarından" diye buyurulmuş olması böyle bir açıklamayı reddetmektedir.
Bunun anlamı şudur: Fakat zulmedenler -bunlardan kasıt ise, Mu-hammed tekrar
bizim kıblemize geri döndü, ileride bütünüyle bizim dinimize dönecektir,
şeklindeki sözleri söyleyen Kureyş kâfirleridir- size karşı delil getirmeye
kalkışırlar, demektir. Bunun kapsamına ise bu husus hakkında yahudilerin
dışında ileri geri konuşan herkes girmektedir.
İbn Abbas ile Zeyd b.
Ali ve İbn Zeyd, hemze'yi üstün ve lam'ı şeddesiz diye okumuşlardır. Buna göre
burası yeni bir söz başlangıcı olur. O takdirde "zulmedenler" bir
ibtida olur. (Anlamı da: Dikkat edin, zulmedenler..." Ya da bu iğra
anlamına gelir. O takdirde " .... ler" mukadder bir fiil ile mansub
olur. (Mesela: Onlardan zalim olanlara karşı dikkatli olunuz, anlamına gelir).
"O halde
onlardan" yani insanlardan "korkmayın, Benden korkun."
Haşyet, (korku);
aslında sakınmaktan dolayı ortaya çıkan kalpteki bir huzurdur. Korku (havf)
ise; kendisi sebebiyle organların çabuk hareket ettiği kalpteki bir korkudur.
Onun sebebiyle organlar çabuklaştığından dolayı buna "havf" adı
verilmiştir. Âyetin ifade ettiği anlam ise: Yüce Allah dışında kalan herkesin
fakir ve küçük olduğunu belirtmektir. Ayrıca insanlara aldırış etmeyi bir
kenara iterek yüce Allah'ın emrine riâyet etmeyi emretmektir.
"Ve tâ ki size
olan nimetimi tamamlayayım." buyruğu "tâ ki aralarından..."
buyruğuna atfedilmiştir. Bunu el-Ahfeş demiştir. (Meal de buna göre
yapılmıştır.) Bunun atfolmayıp mübteda olarak merfu' durumunda olduğu,
haberinin de gizli olduğu da söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri şöyle
olur: Size olan nimetimi tamamlamak üzere kıblemi de öğretmiş bulunmaktayım.
Bu açıklamayı da ez-Zeccâc yapmıştır.
"Ni'metin
tamamlanmasından kasıt ise^doğru olan kıbleye yönelterek hidâyet vermektir.
Cennete girmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Said b. Cübeyr der ki: Yüce
Allah'ın kulu üzerindeki nimeti onu cennetine sokmadıkça tamam olmaz.
"Siz de hidâyete
kavuşmayı ümit edebilesiniz." Buna dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/2. âyet, 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. [93]
151. Nitekim
aranızdan sizden bir Rasûl gönderdik ki size âyetlerimizi okuyor, sizi
tertemiz yapıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve size bilmediğiniz şeyleri
de öğretiyor.
"Nitekim aranızda
sizden bir Rasûl gönderdik...." buyruğunda yer alan "nitekim"
gizli bir masdann sıfatı durumundadır. Yani aranızda sizden bir rasûl
gönderdiğimiz gibi üzerinizdeki nimetimi tamamlamak suretiyle eksiksiz
bırakmayayım diye. Bu açıklama el-Ferrâ'ya aittir.
İbn Atiyye der ki: Bu
husustaki görüşlerin en güzeli budur. Anlamı da şöyle olur: Aranızda sizden
bir Rasûl gönderdiğimiz gibi, İbrahim (a.s)'ın sünnetini açıklamak hususunda
da üzerinizdeki nimetimi size tamamlayayım diye.
Bunun şu anlama
geldiği de söylenmiştir: Aranızda sizden bir Rasûl gönderdiğimiz gibi, hidâyet
bulaşınız diye. Bu buyruğun hal durumunda olduğu da söylenmiştir. Anlamı da
şöyle olur: Bu halde üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım diye. Âyet-i
kerimedeki benzetme ise, kıbledeki ni'metin risa-letteki ni'met gibi olması ve
emrolunan şeyin azametinin sözkonusu edilmesi, nimetin azameti ve büyüklüğü
gibi olması ile ilgilidir.
Bir diğer görüşe göre
bu buyrukta (ve bundan sonraki âyette) bir takdim ve bir te'hir vardır. Anlamı
da şöyle olur: "Yani aranızda sizden bir rasûl gönderdiğimiz gibi, siz de
beni zikredin" demek olur.
Bu açıklama şekli Hz.
Ali'den rivayet edilmiş olup ez-Zeccâc da bunu tercih etmiştir. Yani Biz sizin
aranızda doğruluk ile bildiğiniz bir Rasûl gönderdiğimiz gibi Beni de tevhid
ile ve onu tasdik etmek ile zikrediniz. Bu görüşe göre bir önceki âyetin
sonunda durak yapmak caizdir.
Derim ki: Tirmizî'nin
el-Hakirn'in Kitabında tercih ettiği görüş de budur. Yani Ben size saymış
bulunduğum bunca lütufları ihsan etmiş olduğum gibi, siz de şükrederek Beni
anınız, Ben de üzerinizdeki nimetlerimi daha da artırarak sizi anayım. Çünkü bu
şekilde anmanız Bana bir şükürdür ve Ben de şükrettiğiniz takdirde nimetlerimi
daha çok artıracağıma dair size vaad-de bulunmuşumdur. Bu ise yüce Allah'ın:
"Andolsun ki şükrederseniz elbette size (olan nimetlerimi)
artırırım." (İbrahim, 14/7) buyruğudur. Buna göre gerek bu âyet-i
kerimedeki: Nitekim, gibi buyruğu, gerek el-Enfal'de-ki: "Rabbin seni.,
çıkardığı gibi" (el-Enfal, 8/5) ile el-Hicr Sûresi'nin sonlarında yer
alan: "Nitekim paylaştıranlara... indirmiştik" (el-Hicr, 15/7)
buyruğundaki bu edat ileride yeri gelince açıklanacağı üzere; kendisinden
sonraki buyruklar ile alakalıdır. [94]
152. Öyle
ise siz Beni zikredin. Ben de sizi zikredeyim ve Bana şükredin nankörlük
etmeyin.
153. Ey iman
edenler, sabırla ve namazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle
beraberdir.
"Öyle ise siz
Beni zikredin. Ben de sizi zikredeyim" buyruğu bir emir ve onun cevabından
ibarettir. Yapılan işe karşılık vermek (mücâzat) anlamı dolayısıyla (ikinci
fiil) de cezmedilmiştin
Zikr asıl itibariyle
anılana karşı kalbin dikkatli olması ve uyanık bulunmasıdır. Dil ile anmaya
zikir denilmesinin sebebi ise, kalb zikre delalet ettiğinden dolayıdır. Şu
kadar var ki zikir, dil ile söyleme hakkında daha çok kullanılmaya
başlandığından artık, o hatıra gelir olmuştur.
Âyet-i kerimenin
anlamı şudur: Siz itaatle Beni anınız, Ben de sevap ve mağfiretle sizi anayım.
Bu açıklamayı Said b. Cübeyr yapmıştır. Yine Said b. Cübeyr der ki: Zikir,
Allah'a itaat etmektir. Allah'a itaat etmeyen kimse isterse pek çok teşbih
getirsin, tehlil getirsin, Kur'ân okusun Allah'ı zikretmiş olmaz. Peygamber
(s.a)'dan da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah'a itaat eden
Allah'ı zikretmiş olur. İsterse kıldığı namazlar tuttuğu oruçlar, yaptığı
hayırlar az olsun. Allah'a isyan eden kimse de Allah'ı unutmuş demektir.
İsterse namazı, orucu, yaptığı hayırlar pek çok olsun." [95] Bunu
Ebu Abdullah Muhammed b. Huveyzimendad "Ahkâmu'l-Kur'ân" adlı
eserinde zikretmektedir.
Ebu Osman en-Nehdî de
der ki: Ben yüce Allah'ın bizi zikrettiği anın hangisi olduğunu biliyorum.
Ona: Bunu nereden biliyorsun? diye sorulunca şu cevabı verir: Yüce Allah:
"Siz Beni zikredin; Ben de sizi zikredeyim" diye buyurmaktadır.
es-Süddî de der ki:
Allah'ı zikreden her kulu mutlaka yüce Allah da zikreder. Allah'ı zikreden her
bir mü'mini mutlaka yüce Allah rahmetiyle anar. Onu zikreden her bir kâfiri de
mutlaka Allah azabıyla zikreder.
Ebu Osman'a: Biz
Allah'ı zikrettiğimiz halde kalbimizde bunun lezzetini bulamıyoruz denince
şöyle der: Organlarınızdan birisini kendisine itaat ile süsledi diye yüce
Allah'a hamdediniz.
Zünnun el-Mısrî
(Allah'ın rahmetrüzerine olsun) da der ki: Gerçek anlamıyla yüce Allah'ı
zikreden bir kimse O'nun zikriyle birlikte herşeyi unutur. Allah da onun
herşeyini koruma altına alır ve Allah onun için herşeyin bedeli olur.
(Mükâfatını verir.) Muaz b. Cebel (r.a) der ki: Ademoğlunu Allah'ı zikretmekten
çok Allah'ın azabından kurtaracak hiçbir amel yoktur.
Zikrin fazilet ve
sevabına dair hadis-i şerifler pek çoktur ve hadis imamları bunları
kitaplarında rivayet etmiş bulunmaktadır. İbn Mâce'nin Abdullah b. Büsr'den
rivayetine göre bedevî bir Arap Rasûlullah (s.a)'a şöyle der: İslâm'ın
hükümleri bana çok geliyor. Bana kendisine sımsıkı sarılacağım bir-şey bildir.
Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Aziz ve celil olan Allah'ın zikriyle dilin
her zaman nemli olsun. (Allah'ı zikretmekten uzak durma)."[96]
Ebu Hureyre (r.a)'dan
da rivayetle Peygamber (s.a)'ın şu buyruğunu kaydeder: Aziz ve celil olan
Allah buyuruyor ki: "Kulum Beni zikredip Beni anarken dudakları
kıpırdadıkça Ben kulum ile birlikteyim." [97]
Şanı yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler, Allah'ı çok çok zikredin." (el-Ahzab, 33/41)
buyruğunu açıklarken konu ile ilgili daha geniş bilgiler ve bundan kastın
bütün hallerde devam etmesi gereken kalp ile zikir olduğuna dair açıklamalar
gelecektir.
"Ve bana
şükredin, nankörlük etmeyin" buyruğunda geçen Şükür, iyiliği bilmek ve
bunu sözkonusu etmektir. Sözlükteki asıl anlamı açıkça ortaya çıkmak, zuhur
etmek demektir. Buna dair açıklamalar (el-Bakara, 2/52. âyet 3 ve 4.
başlıklarda) daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Kulun yüce Allah'a şükretmesi
O'nu kendisine yaptığı lütuflar dolayısıyla övmesidir. Yüce Rab-bin kula şükrü
ise kendisine itaat ettiği için onu övmesidir. Şu kadar var ki kulun şükrü
itaatlerde bulunmakla beraber, Rabbin ni'metlerini de dil ile söylemek, kalp
ile ikrar edip kabul etmektir.
"Nankörlük
etmeyin" buyruğu nankörlüğü yasaklamaktadır. O bakımdan kelimenin
sonundaki çoğul için kullanılan nün hazfedilmiştir. Buradaki nün ise mütekellim
(birinci şahıs) nûn'udur. Sonundan (mütekellime ait) ya harfinin hazfedilmesi
ise bir âyet başı (sonu) olduğundan dolayıdır. Kur'ân-ı Ke-rim'in dışındaki
hitaplarda hazfedilmemesi daha güzeldir. Benim sizin üzerinizdeki ni'metimi ve
lütuflarımı inkâr etmeyiniz, demektir.
Burada küfür
(nankörlük) nimetin örtülmesidir, yalanlamak değildir. Küfr'ün sözlük anlamına
dair açıklamalar (el-Bakara, 2/6. âyette) ile sabır ve namaz ile yardım
dilemeye dair açıklamalar (el-Bakara, 2/45. âyette) daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. O bakımdan bunları burada tekrarlamanın anlamı yoktur. [98]
154. Allah
yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine onlar
diridirler, fakat siz anlayamazsınız.
Bu, yüce Allah'ın bir
başka âyet-i kerimede yer alan: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü
sanmayın. Aksine onlar Rableri katında diridirler. Rızıklanırlar..." (Âl-i
İmran, 3/169) buyruğunu andırmaktadır. Orada yüce Allah'ın izniyle şehitlere
ve şehitlerin hükümlerine dair açıklamalar gelecektir.
İleride de
açıklanacağı üzere yüce Allah ölümden sonra onları rızıklan-dırmak üzere
dirilteceğine göre, kâfirleri de azablandırmak üzere diriltmesi mümkündür. Bu
buyruk bir bakıma kabir azabına da delildir. Şehitler ise yüce Allah'ın
buyurduğu gibi diridirler. Yoksa bu diriltileceklerdir, anlamına gelmez. Çünkü
böyle olsaydı şehitler ile başkaları arasında bir fark olmazdı. Çünkü herkes
diriltilecektir. Buna yüce Allah'ın: "Fakat siz anlayamazsınız"
buyruğu delildir. Mü'minler ise ölümden sonra tekrar diriltilecekleri-ni
bilirler, anlarlar.
"Ölüler"
kelimesinin merfu gelmesi bir gizli mübteda dolayısıyladır. "Aksine onlar
diridirler" buyruğu da bu şekildedir. Yani onlar ölüdürler, demeyin.
Aksine onlar diridirler, şeklindedir. Burada "demeyin" kelimesinin
amel etmesi (i'rabını değiştirmesi) doğru olmaz. Çünkü bunlar arasında bir
ilişki yoktur. [99]
155.
Andolsun ki sizleri (biraz) korku açlık, mallardan, canlardan mahsullerden
eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele!
"Andolsun ki
imtihan edeceğiz" buyruğunda geçen: Bela (imtihan); güzel de olabilir,
kötü de olabilir. Bunun aslı mihnet (imtihan edilmek) dır. Buna dair
açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/49. âyet, 13. başlıkta) geçmiş
bulunmaktadır.
Anlamı: Andolsun ki
-önceden de belirtildiği gibi; karşılığını vermek
sözkonusu olsun diye
ortaya çıkartmak anlamında- mücahidlerle sabredenleri bilinceye kadar sizleri
imtihan edeceğiz.
Konu ile ilgili şöyle
denilmiştir: Bu şekilde onların imtihan edilmeleri kendilerinden sonrakiler
için bir alâmet olsun diyedir. Böylelikle onlar da hak kendileri için apaçık
belli olunca bu imtihanlara sabrettiklerini bilsinler diye.
Yüce Allah'ın bü
hususu onlara böyle bir sınamanın mutlaka gelip kendilerine isabet edeceğini
yakînen bilsinler diye bildirmiştir. Bu suretle kendilerini böyle bir imtihana
hazırlamış olurlar ve bu imtihan dolayısıyla sarsıntıya uğramaktan uzak
kalırlar. Ayrıca bu buyrukta azimli olmaya ve insanın kendisini hazırlamasına
karşılık yüce Allah'ın sevabını acilen verdiğine de işaret vardır, diye de
açıklanmıştır.
"Biraz ":
Çoğul anlamında tekil bir kelimedir. ed-Dahhâk bunu çoğul olarak ":
Birtakım şeylerle" diye okumuş, ancak çoğunluk tekil olarak okumuştur.
Yani biraz korku, biraz açlık ile... Daha veciz olmak üzere ikinci sefer bu
kelime kullanılmamıştır.
"Biraz
korku"; İbn Abbas'ın açıklamasına göre düşman ve savaş korkusu ile. Şafiî
de şöyle demiştir: Buradaki korku, yüce Allah korkusudur.
İbn Abbas'ın görüşüne
göre kuraklık ve kıtlık dolayısıyla meydana gelecek açlıkla; Şafiî'ye göre ise
ramazan ayındaki açlık ile olmak üzere "(biraz) açlık", kâfirlerle
savaşla uğraşıldığından bir görüşe göre malları telef eden türlü musibetlerle,
Şafiî'ye göre farz kılınan zekât ile "mallardan", İbn Ab-bas'a göre
cihadda öldürmekle ve ölmekle, Şafiî'ye göre türlü hastalıklarla
"canlardan", Şafiî'ye göre kişinin yavrusu ileride de belirtileceği
üzere seleften gelen haberde varid olduğu gibi, kalbinin meyvesi olduğundan
dolayı çocukların ölümüyle; İbn Abbas'a göre ise bitkilerin azlığı ve
bereketlerin kesilmesi ile "mahsullerden eksiltmekle imtihan
edeceğiz."
"Sab'redenlere"
sabrın sevabını "müjdele!"
Sabr'ın asıl anlamı
hapsetmek, alıkoymaktır. Sevabı ise belli bir miktara bağlı değildir, buna dair
açıklamalar daha önceden (el-Bakara, 2/45'te) geçmiş bulunmaktadır. Fakat bu
mükâfata ancak ilk sadme halinde gösterilen sabır ile ulaşılabilir.
Nitekim Buhârî, Enes
(r.a)'dan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Sabır
ancak ilk sadme ile birlikte olur." [100] Bu
hadisi Müslim, ondan daha geniş bir şekilde kaydetmektedir. [101]
Yani sevabın kendisi
sebebiyle oldukça büyüdüğü ve nefse ağır gelen sabır, ancak musibetin hücum
ettiği ve sıcaklığını koruduğu esnada gösterilen dirençtir. Bu sabır kalbin
metanetine ve sabır makamındaki sebatına delildir. Musibetin harareti geçtikten
sonra herkes sabreder. İşte bu bakımdan şöyle denilmiştir: Aklı başında olan
herkesin musibet esnasında, ahmak olanın üç gün sonra göstermekten başka çaresi
olmayan şeyleri musibet esnasında göstermesi gerekir. Sehl b. Abdullah
et-Tusterî der ki: Yüce Allah: "Sabredenlere müjdele" diye
buyurduğundan dolayı artık sabır (bizim için) bir yaşayış (biçimi) oldu.
Sabır iki. türlüdür:
Allah'ın masiyetine karşı sabır. Böyle bir kişi mücahid demektir. Allah'a
itaate karşı sabır. Böyle bir kişi de abid demektir. Kişi hem Allah'ın
masiyetine karşı sabreder, hem Allah'a itaat üzre sabrederse yüce Allah ona
kaza ve kaderine razı olmak meziyetini kazandırır. Bu rızanın alâmeti ise
nefsin karşı karşıya kaldığı hoş olmayan ve sevilen şeylere karşı kalbin
sükûnetini koruması, huzurunu bozmamasıdır.
el-Havvâs der ki:
Sabır Kitab ve Sünnetin hükümleri üzere sebat göstermektir. Ruveym de sabır
şekvayı terketmektir, der. Zünnûn el-Mısrî de: Sabır yüce Allah'tan yardım
dilemektir, der. Üstad Ebu Ali der ki: Sabrın sınırı takdire itiraz
etmemektir. Şikâyet etmek kastıyla olmaksızın belanın izhar edilmesi sabra
aykırı değildir. Çünkü yüce Allah Hz. Eyyûb kıssasında onun: "Ya Rab, bana
bu dert gelip çattı" (el-Enbiya, 21/83) dediğini bize haber vermekle
birlikte onun hakkında: "Biz gerçekten onu sabredici bulduk. O ne güzel
kuldu" (Sâd, 38/44) diye buyurmaktadır. [102]
156. Onlar
kendilerine bir musibet gelip çattığında: "Muhakkak biz Allah'ınız ve
muhakkak biz O'na dönücüleriz" diyenlerdir.
157. İşte
Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar hidâyet
bulanların tâ kendileridir.
Buyruklarına dair
açıklamalarımızı altı başlık halinde sunacağız:
Mü'mine rahatsızlık
veren ve ona gelip çatan herşey bir musibettir. Musibetin çoğulu masâib gelir.
el-Masûbe de musibet gibidir. Araplar, bu kelimenin aslı itibariyle vâv
olmakla birlikte çoğulunu hemzeli olarak "mesâib" şeklinde
kullanmakta ittifak halindedirler. Onlar böyleliklle aslî harfi zaid harfe
benzetmiş gibidirler. Bu kelime asla uygun olan şekli ile "mesâvib"
şeklinde de çoğul yapılabilir. Musâb kelimesi "isabet" anlamındadır.
Nitekim şair şöyle demiştir:
"Ey Sülemliler!
Sizin selâm vererek size selâm bağışlayan birisine
(Vurup) isabet
ettirmeniz, şüphesiz bir zulümdür."
ok deftere isabet
etti, eder şekli kipinin bir şivesidir.
Musibet küçük dahi
olsa insanın karşı karşıya kaldığı ve isabet aldığı şeydir. Kötülük hakkında
kullanılır.
İkrime'nin rivayetine
göre Rasûlullah (s.a)'ın kandili bir gece sönünce o da: "Muhakkak biz
Allah'ınız ve muhakkak biz ona dönücüleriz" der. Ona: Bu bir musibet midir
ey Allah'ın Rasûlü? diye sorulunca şu cevabı verir: "Evet, mü'mini
rahatsız eden her şey bir musibettir."
Derim ki : Bu buyruğun
anlamı sahih hadiste sabittir. Müslim Ebu Said el-Hudrî (r.a) ile Ebu Hureyre
(r.a)'dan her ikisinin de Rasûlullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu dinlemişlerdir:
"Mü'mine isabet eden her bir bitkinlik, yorgunluk, hastalık ve üzüntü,
hatta kişiyi üzen her bir keder dolayısıyla mutlaka Allah günahlarından bir
kısmını örter." [103]
İbn Mâce, Sünen'inde
şu rivayeti kaydetmektedir: Bize Ebu
Bekr b. Ebi Şeybe anlattı, bize Veki' b. el-Cerrah, Hişam b. Ziyad'dan o
annesinden, o Fa-tıma bint el-Hüseyin'den, o babasından rivayetle dedi ki:
Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Her kime bir musibet gelip çatarsa, o da
musibetini hatırladığında yeniden istircâ'da bulunursa (innâ lillah ve innâ
ileyhi râciûn, derse) o musibetten bu yana geçen uzun zaman olsa dahi Allah
onun için o musibet ile karşı karşıya kaldığı günkü ecrin benzerini
yazar." [104]
Ebû Ömer (b.
Abdi'1-Berr) el-Firyabî'den şöyle dediğini nakletmektedir[105]
Bize Fıtr b. Halife anlattı, bize Ata b. Ebi Rebâh [106]
anlattı, dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi
birinize bir musibet gelip çattığında benim (vefatım) ile karşı karşıya
kalacağı (kaldığı) musibeti hatırlasın. Çünkü o en büyük musibetlerden
birisidir." Bunu es-Semerkandî Ebu Muham-med, el-Müsned'inde şöylece
rivayet etmiştir: Bize Ebu Nuaym haber verdi dedi ki: Bize Fıtr b. Halife haber
verdi... deyip hadisi aynen o da zikretti. Bunun bir benzerini de Mekhûl'den
mürsel senediyle kaydetti. [107]
Ebu Ömer der ki:
Rasûlullah (s.a) doğru söylemiştir. Çünkü onun vefatıyla karşı karşıya kalınan
musibet müslümanın ondan sonra kıyamet gününe kadar karşı karşıya kalacağı
bütün musibetlerden daha büyüktür. Vahiy kesilmiş, nübüvvet ölmüştür (sona
ermiştir). Onun vefatından sonra ortaya çıkan ilk büyük kötülük, Arapların
irtidadı ile başgöstermiş ve bundan sonra başkaları da sürüp gitmiştir. Bu ise
hayrın kesilmesinin başı ve eksikliğin ilkidir. Ebu Sa-id der ki: Daha
Rasûlullah (s.a)'ın kabrinin topraklarından ellerimizi silkele-memiştik ki
kalplerimizi tanımaz hale geldik. Ebu'l-Atahiye bu hadis-i şerifin anlamını
nazım halinde şu şekilde çok güzel ifade etmiştir:
"Sabret, her
musibete yiğitçe katlan
Bil ki kişi ebedi
kalmaz
Görmez misin
musibetlerin pek çok olduğunu
Ve aynı zamanda ölümün
kulları beklediğini?
Şu gördüklerinden kime
bir musibet isabet etmemiş ki?
Bu senin tek yolcusu
olmadığın bir yoldur.
Sen Muhammed'i ve onun
musibetlerini hatırladığında
Senin Peygamber
Muhammed'i kaybetmekle uğradığın musibeti de an!" [108]
"Muhakkak biz
Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz diyenlerdir." Şanı yüce Allah
bu kelimeleri musibetlere uğrayanlar için bir sığınak, türlü mihnetlerle karşı
karşıya kalanlar için bir korunak kılmıştır. Çünkü bu kelimeler pek çok mübarek
manayı ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak biz Allah'ınız"
buyruğu tevhiddir. Ubudiyyeti ve Allah'ın mülkü altında olduğunu ikrar ve
ifade etmektir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" buyruğu ise
canlarımızın öleceğini ve kabirlerimizden diriltileceğini ikrar etmektir.
Bütün işlerin O'na ait olduğu gibi teWr O'na döneceğine dair yakînin
ifadesidir.
Said b. Cübeyr (yüce
Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Bu kelimeler bizim peygamberimizden
önce herhangi bir peygambere verilmiş değildir. Eğer Yakub (a.s) bu kelimeyi
bilmiş olsaydı: "Ey Yusuf un ayrılığının kederi, gel, şimdi gelişinin tam
zamanıdır!" (Yusuf, 12/84) demezdi. [109]
Ebû Sinan der ki:
Oğlum Sinan'ı defnettim. Bu sırada Ebu Talha el-Havlanî kabrin kıyısında idi.
Çıkmak istediğimde elimden tuttu, beni teselli edip şöyle dedi: Sana bir müjde
vereyim mi ey Sinan'ın babası, bana ed-Dahhak Ebu Musa'dan anlatarak dedi ki:
Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: "Allah'ın kullarından birinin oğlu vefat
ettiğinde Allah meleklerine: Kulumun oğlunun canını mı aldınız der, onlar: Evet
derler. Allah: Onun kalbinin meyvesini mi aldınız diye sorar, melekler: Evet
derler. Yine sorar: Peki kulum ne dedi? Melekler: Sana hamdetti, istircâ'da
bulundu, derler. Yüce Allah bunun üzerine şöyle buyurur: Haydi kulum için
cennette bir ev yapınız ve ona Hamd Evi adını veriniz."[110]
Müslim, Unun
Seleme'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Herhangi bir müslümana bir musibet gelip çattı mı o
da aziz ve celil olan Allah'ın kendisine emrettiği şekilde: Muhakkak biz
Allah'ınız ve şüphesiz biz ona dönücüleriz. Allah'ım, bu musibetimin ecrini
bana ver, onun yerine bana ondan daha hayırlısını ihsan buyur, diyecek olursa
mutlaka Allah da ona ondan daha hayırlısını verir." [111]
İşte bu, yüce
Allah'ın: "Sabredenlere müjdele" buyruğuna dikkatimizi çekmektedir.
Onun yerine daha hayırlısını vermeye gelince ya yüce Allah'ın Umm Seleme'ye
Rasûlullah (s.a)'ı vermesi türünden olur, çünkü kocası Ebu Seleme vefat edince
Rasûlullah onunla evlenmişti, ya da pek çok büyük sevaplar vermesiyle olur.
Ebu Musa'nın rivayet ettiği hadis-i şerifte olduğu gibi. Bazen her ikisini
ihsan ederek de olabilir. [112]
"İşte Rablerinden
salavât ve rahmet hep onların üzerindedir." Bunlar yüce Allah'ın sabredip
istircâ'da bulunanlara verdikleri ni'metleridir. Allah'ın kuluna salât
getirmesi, onu affetmesi, ona rahmet buyurması, bereketi, dünya ve ahirette
onu şereflendirmesidir. ez-Zeccâc der ki: Aziz ve celil olan Allah'ın salâtı
gufran ve güzel övgüdür. Ölü üzerine salât getirmek (namaz) da ona övgü ve ona
dua etmek demektir. Ayrıca "rahmefin tekrar edilmesi ise lafzın değişmesi
dolayısıyladır ve bu anlama daha güç kazandırmak ve pekiştirmek içindir. Başka
yerlerdeki: "Apaçık âyetleri ve hidâyeti^." (el-Bakara, 2/159) ile
"Yoksa onlar gizlediklerini ve fısıltılarını işitmeyiz rki sanırlar?"
(ez-Zuhruf, 43/80) buyruklarında da bu türden ifadeler kullanılmıştır. Şair de
şöyle demiştir:
"Yahya'ya ve onun
yolunda olanlara
Kerim bir Rab ve itaat
edilir bir şefaatçi salât getirsin."
Burada rahmet ile,
sıkıntının açılması ve ihtiyacın giderilmesinin kastedildiği de söylenmiştir.
Buhârî'de Hz. Ömer (r.a)'ın şöyle dediği nakledilmektedir: "İki denk ve
ayrıca ona verilen ilave ne güzeldir: Onlar kendilerine bir musibet gelip
çattığında: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz
diyenlerdir. İşte Rablerinden salavât ve rahmet hep onların üzerinedir ve onlar
hidâyet bulanların tâ kendileridir." (âyetini okudu)/»
Hz. Ömer burada iki
denk ile salât getirmeyi ve rahmeti, ilave ile de hidâyete iletmeyi
kastetmektedir. İki denk şey'in sevaba hak kazanmak ile çokça ecrin verilmesi
anlamına geldiği de söylenmiştir.Musibetlerin kolaylaştırılması, kederin
hafifletilmesi anlamına geldiği de söylenmiştir. [113]
158. Şüphe
yok ki Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya
umre yaparsa onlar arasında güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal
yoktur. Gönül isteği ile her kim bir hayır işlerse gerçekten Allah,
şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi bilendir.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:
Buhârî'nin Asım b.
Süleyman'dan rivayetine göre şöyle demiş: Enes b. Mâ-lik'e Safa ile Merve
hakkında sordum. Şöyle dedi: Biz bunların (arasında tavaf etmenin) cahiliyye
işlerinden olduğu görüşünde idik. İslâm gelince ori^ lardan uzak durduk. Yüce
Allah da: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ta alâmetlerindendir. Her kim
Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için
bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi."[114]
Tirmizî'nin de
rivayetine göre Urve şöyle demiş: Ben Aişe'ye şöyle dedint Safa ile Merve
arasında tavaf etmeyen herhangi bir kimse aleyhinde bir şey olduğu görüşünde
değilim ve ben ikisi arasında tavaf etmemeye de aldırmıyorum. Bana şöyle dedi:
Kızkardeşimin oğlu, ne kadar kötü birsöz söyledin. Rasûlullah (s.a) da
müslümanlar da (ikisi arasında) tavaf ettiler. MüşelleFde-ki tağût olan Menat
için ihlal eden (hacc için telbiyede bulunan) kimseler.
Safa ile Merve
arasında tavaf etmezlerdi. Bunun üzerine yüce Allah: "Her kim Beyt'i
hacceder veya umre yaparsa onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir
vebal yoktur" buyruğunu indirdi. Eğer durum senin dediğin gibi olsaydı: "Onlar
arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" denmesi
gerekirdi. ez-Zührî der ki: Ben bunu Ebu Bekir b. Abdurrahman b. el-Haris
el-Hişam'a zikrettim ve bunu beğendi ve: Şüphesiz ki bu, bir ilimdir, dedi.
Ben ilim ehlinden birtakım kimseleri şöyle derken dinledim: Safa ile Merve
arasında tavaf etmeyen Araplar şöyle derlerdi: Bizim bu iki taş arasında tavaf
etmemiz bir cahiliyye işidir. Ensar'dan olan başkalan ise şöyle dediler:
Bizler, Beytullah'ı tavaf etmekle emrolunduk, Safa ile Merve arasında tavaf
etmekle emrolunmadık. Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile
Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu indirdi. Ebu Bekr b. Abdurrahman
der ki: Gördüğüm kadarıyla bu âyet-i kerime hem bunlar, hem berikiler hakkında
inmiştir. (Tirmizî) der ki: Bu hasen sahih bir hadistir."[115]
Buhârî de bu manada bu
hadisi rivayet etmiştir. Oradaki rivayette yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa
ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu indirdi; denildikten
sonra şu ifade yer almaktadır:
Aişe dedi ki:
"Rasûlullah (s.a) her ikisi arasında tavaf etmeyi bir sünnet olarak
uyguladı. Herhangi bir kimsenin ikisi arasında tavaf etmeyi terketmesi yakışmaz."
Sonra bunu Ebu Bekr b. Abdurrahman'a haber verdim de şöyle dedi: Şüphesiz ki
bu bir ilimdir, daha önce bunu işitmemiştim. İlim ehlinden birtakım kimselerin
-Aişe'nin zikrettiklerinden başka- şunu sözkonusu ettiklerini dinledim: Menat
için ihrama giren birtakım kimselerin hepsi Safa ile Merve arasında tavaf
ediyorlardı. Allah Kur'ân-ı Kerim'de Beyt'in tavafını sözkonusu edip Safa ile
Merve'den söz etmeyince şöyle dediler: Ey Allah'ın Rasû-lü, biz Safa ile Merve
arasında tavaf ediyorduk. Allah da Beytullah'ın etrafında tavaf etme emrini
indirdiği halde Safâ'dan söz etmedi. Safa ile Merve arasında tavaf etmemizin
bizim için bir mahzuru var mıdır? Bunun üzerine yüce Allah: "Şüphe yok ki
Safa ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" âyetini indirdi. Ebu Bekr der
ki: Benim işittiğim şu ki bu âyet-i kerime her iki kesim hakkında nazil
olmuştur: Cahiliyye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmekten çekinen
kimseler ile daha sonra İslâm geldikten sonra yüce Allah Beyt'in tavafını
emredip de Safa (ile Merve)yi sözkonusu etmediğinden dolayı Beyt'in tavafından
sonra bilinen şekilde söz edinceye kadar ikisi arasında tavaf etmekten çekinen
kimseler hakkında nazil olmuştur. [116]
Tirmizî Asım b.
Süleyman el-Ahvel'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Enes b. Malik'e Safa
ile Merve hakkında soru sordum da şöyle dedi: Safa ile
Merve cahiliyye
döneminin şe'airinden (alâmetlerinden) idi. İslâm gelince ondan uzak durduk.
Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın
alâmetlerindeadir. Her kim Beyt'i hacceder ve umre yaparsa onlar arasında
güzelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu indirdi.
(Devamla) dedi ki: Bu ikisi arasında tavaf (yani sa'y) tatav-vudur. (Nitekim
yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:) "Gönül isteğiyle kim bir
hayır işlerse gerçekten Allah şükredenlerin ecrini veren ve herşeyi çok iyi
bilendir." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir." [117] Bu
hadisi Buhârî de rivayet etmiştir. [118]
İbn Abbas'tan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Cahiliyye döneminde şeytanlar bütün gece boyunca
Safa ile Merve arasında sesler çıkartırlardı. Bu ikisi arasında putlar da
vardı. İslâm gelince Müslümanlar: Ey Allah'ın Rasûlü, dediler; biz Safa ile
Merve arasında tavaf etmeyiz. Çünkü bunlar şirk (koşulan) varlıklardır. Bunun
üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu. [119]
eş-Şa'bi der ki:
Cahiliyye döneminde Safa üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer
put vardı. Tavaf yaptıklarında bu putlara sürünürler-di. Müslümanlar bundan
dolayı her ikisi arasında tavaf etmekten imtina ettiler. Bunun üzerine bu
âyet-i kerime nazil oldu. [120]
Sözlükte Safa
kelimesinin asıl anlamı düzgün taş demektir. Burada ise Mekke'de bilinen
tepenin adıdır. Merve de aynı şekilde bir tepenin adıdır. Bundan dolayı âyet-i
kerimede her ikisinden de harf-i tarifli olarak söz edilmektedir.
Anlatıldığına göre
Safâ'ya bu adın veriliş sebebi seçilen (mustafa) Hz. üzerinde durmasıdır. Onun
bu adından dolayı buraya da Safa denilmiştir. Hz. Havva ise Merve üzerinde
vakfe yaptığından buraya da kadın ismi verilmiştir. Bundan dolayı da bu tepenin
adı müennes (dişil)dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
eş-Şa'bi der ki: Safa
üzerinde İsaf, Merve üzerinde de Naile adında birer put vardı. İşte bundan
dolayı birisinin adı müzekker, öbürünün adı da müennes oldu ve önce adı müzekker
olan sözkonusu edildi. Bu güzel bir açıklamadır. Çünkü zikredilen hadis-i
şerifler böyle bir manaya delalet etmektedir. Her ikisi arasında tavaf
etmekten hoşlanmayanların hoşlanmayışlarının tek sebebi de budur. Bu hususta
Allah mahzuru ortadan kaldırıncaya kadar bu böyle sürdü.
Kitap ehlinin iddia
ettiğine göre bu İsaf ve Naile Ka'be'de zina etmişler, yüce Allah da onları iki
taşa dönüştürmüş ve onlardan ibret alınsın diye Safa ile Merve üzerine
koymuştur. Aradan uzun zaman geçtikten sonra Allah dışında bunlara ibadet
edilir olmuştur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Safâ'nın çoğulu
"Safât" gelir ve düzgün taş anlamındadır. Safâ'nın tekil bir isim
olduğu, çoğulun ise Sufiyyun ve Âsfâ şeklinde geldiği de söylenmiştir. Recez
vezninde şair şöyle demiş:
"Sanki onun iki
ipi de üzerine saçılmış su damlalarından dolayı Düzgün taşlar üzerindeki
kuşların pisliklerini andırıyordu."
Taşın Safa adını
alması için beyaz ve sert olması şartının da bulunduğu söylenmiştir. Yine
denildiğine göre bunun türediği kök dır. Yani toprak've çamurdan arınmış taş
demektir.
Merve (tekili merv
gelir) ise nisbeten yumuşak küçük taşlar demektir. Sert taşlar demek olduğu da
söylenmiştir. Doğrusu şu ki, Merve parçalanıp etrafı incelmiş sert ya da
yumuşak her türlü taştır. Çoğunlukla bu tür taşlar hakkında merve tabiri
kullanıldığı gibi sert olan taşlar hakkında kullanıldığı da olur.
Şair der ki:
"Yeri yumuşak bir
ayakkabı" edindi
Merve (sert taşlara)
rast geldi mi de ezer geçer."
Ebu Zueyb de der ki:
"Öyle ki ben
musibetlere karşı bir merve (sert taşlar) gibiyim; Muşakkardaki Safa kalası
gibi her gün dövülen."
Merve'nin siyah taşlar
demek olduğu söylendiği gibi, ateş çakmaya yarayan parlak beyaz taşlar (çakmak
taşı) olduğu da söylenmiştir. [121]
"Şüphe yok ki Safa
ile Merve Allah'ın alâmetlerinden (şe'âirinden)dir."
Allah'ın
alâmetlerinden ve ibadet yerlerindendir.
Şeâir kelimesi şe'îra
kelimesinin çoğuludur. Şeâir, yüce Allah'ın alâmet-lendirdiği ibadet
yerleridir. Yani insanlar için alâmet olarak tesbit ettiği vakfe yeri, Sa'y ve
kurban kesme yeridir. Şiar, alâmet demektir. Devenin hör-gücüne bir demir
batırmak suretiyle alâmet yapmaya, hediyelik kurbanların iş'ârı denilir. Şair
el-Kümeyt der ki:
"Onları ardı
ardına nesil nesil öldürüyoruz. Sen onları şöyle görürsün: Kendileri kurban
edilerek (Allah'a yaklaşılan) kurbanlıkların şeâiri gibi." [122]
4- Haccın Kelime Anlamı:
"Her kim Beyt'i
hac eder" yani kasteder... Haccın asıl anlamı kastetmektir. Şair der ki:
"Avfoğullarından
gelip konaklamış pek çok aile görüyorum Bunların hepsi de zaferân ile boyanmış
Zibrikanın örtü ve sarığını[123]
hac (ziyaret etmeyi
kast) ediyorlar."
Doktorun kafadaki
yarayı elindeki mil ile derinliğini ölçmesi hakkında da bu tabir (Hacce) kullanılır.
Nitekim şair şöyle demiştir:
"Dibinde çökme
olan beyin zarına kadar ulaşmış (me'mûme) olan yarayı haccediyor (elindeki mil
ile derinliğini ölçüyor)."
Daha sonra bu isim,
Beytü'l-Haram'ı özel birtakım fiilleri yerine getirmek üzere kastetmek için kullanılır
olmuştur. [124]
".... veya umre
yaparsa" yani ziyaret ederse. Umre ziyaret etmek demektir. Şair der ki:
"Ma'meroğlu umre
(ziyaret) yapınca
Uzaktan uzağa, uzak
bir yere yükseldi ve ileriye atılmak için
ayaklarını bir araya
topladı." [125]
"Onlar arasında
tavaf emesinde kendisi için bir vebal yoktur." Yani günah yoktur. (Âyet-i
kerimede geçen kelime: Cünâh şeklindedir.) Bu kelimenin aslı meyletmek anlamına
gelen "cünûh"tan gelmektedir. Eğri olduklarından dolayı azalara
"el-cevânilı" adının verilmesi de burdan gelmektedir. Hz. Aişe'nin bu
âyet-i kerimeye dair açıklaması bundan önce geçmiş bulunmaktadır.
İbnu'l-Arabî de şöyle
demektedir: "Bu hususta söylenecek sözün tahkiki şudur: Bir kimsenin:
"Bu işi yapmaktan dolayı senin için bir vebal yoktur" denildiği vakit
o yapılan fiilin mubah olduğu ifade edilmektedir. Buna karşılık: Senin bu işi
yapmamanda senin için bir vebal yoktur, denilmesi ise o fiilin terkedilmesinin
mubah olduğunu ifade eder. Urve yüce Allah'ın: "Onlar arasında tavaf
etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğunu görünce şöyle dedi:
İşte bu tavafın terkedilmesinin caiz olduğunun delilidir. Diğer taraftan
şeriatın tavafın uygulanmasını esas aldığını, terkedilmesinde bir ruhsat
görmediğini görünce bu iki çatışan durumun birbiriyle telif edilmesini istedi.
Hz. Âişe de ona: "Onlar arasında tavaf etmesinde kendisi için bir vebal
yoktur" buyruğunun tavafın terkedilebileceeğine dair delil olmadığını,
aksine eğer: "Onlar arasında tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal
yoktur" şeklinde olsaydı terkine delil olabileceğini söyledi. O halde
oradaki bu ifade tavafın terkinin mubah olduğunu belirtmek için değildir ve
buna dair bir delil de taşımamaktadır. Aksine bu buyruk, cahiliyye döneminde
bu işi sakıncalı gören veya orada bulunan putları kastederek cahiliyye
döneminde ikisi arasında tavaf eden kimselerin tavaf etmesinin bundan böyle
mubah olduğunu ifade etmek için gelmiş ve bununla yüce Allah onlara eğer tavaf
eden kimsenin batıl bir maksadı yoksa, tavafın sakıncalı olmayacağını onlara
bildirmiştir."
Denilse ki: Ata'nın
İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas: "Onlar arasında tavaf etmemesinde
kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde okumuştur. İbn Mes'ud'un
kıraatinde de böyledir. Ubey b. Ka'b'ın Mushaf ında da böyle olduğu rivayet
edilmektedir. Aynı zamanda Enes'ten de buna benzer bir rivayet gelmiştir.
Cevap şudur: Bu,
mushafta bulunanın hilafınadır. Mushafta sabit olan kıraat, sahih olup olmadığı
bilinmeyen bir kıraat dolayısıyla terkedilemez. Diğer taraftan Ata, İbn
Abbas'tan bizzat işitmeksizin çokça mürsel rivayet naklederdi. Bu hususta
Enes'ten gelen rivayet hakkında ise bunun sağlam bir şekilde zaptedilmediği
söylenmektedir veya buradaki "(olumsuzluk ifade eden) lâ" te'kid için
zaid olarak gelmiştir. Şairin dediği gibi:
"Ben beyaz tenli
kadınları alay ediyorlar diye [126]
kınamıyorum. Saçına ak düşmüş oldukça çirkin görünümlü kişiyi
gördüklerinde." [127]
Tirmizî'nin Hz.
Cabir'den rivayetine göre Peygamber (s.a) Mekke'ye geldiğinde Beytullah'ın
etrafında yedi defa tavaf etti ve: "Siz de İbrahim'in makamından bir
namazgah edinin" (el-Bakara, 2/125) âyetini okudu ve Makam-ı İbrahim'in
arkasında (iki rekat) namaz kıldı. Ardından Hacer-i Es-ved'e gitti, onu istilam
etti. Sonra da: "Yüce Allah'ın (kelamında) başladığı ile biz de
başlıyoruz" deyip (sa'yine) Safâ'dan başladı ve: "Şüphe yok ki Safa
ile Merve Allah'ın alâmetlerindendir" buyruğunu okudu. Tirmizî der ki: Bu
hasen sahih bir hadistir. İlim ehline göre uygulama da bu şekildedir. Tavafa
Merve'den önce Safâ'dan başlanır. Eğer Safâ'dan önce Merve'den başlayacak
olursa bu sayılmaz ve Safâ'dan başlar. [128]
İlim adamları Safa ile
Merve arasında sa'yın vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Şafiî ve
İbn Hanbel sa'ym bir rükün olduğunu söylemişlerdir. İmam Malik'in meşhur olan
görüşü de budur. Çünkü Hz. Peygamber: "Sa'y yapınız, muhakkak Allah
üzerinize sa'yetmeyi yazmıştır." Bu hadisi Darakutnî rivayet etmiştir.[129]
Yazmak ise farz kılmak
anlamındadır. Çünkü yüce Allah: "Oruç sizin üzerinize de yazıldı"
(el-Bakara, 2/183) diye buyurmaktadır. Hz. Peygam-ber'in: "Beş vakit
namazı Allah kulları üzerine yazmıştır" [130]
diye buyurmaktadır. İbn Mâce de Şeybe'nin bir Umm veledinden (yani kendisinden
çocuğu olmuş bir cariyesinden) şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah
(s.a)'ı Safa ile Merve arasında sa'yederken ve bu arada: j)el-Abtah (vadisi)
ancak koşarak katedilir" diye buyurarak, Safa ile Merve-afasında
sa'yettiğini gördü. [131]
Unutarak ya da kasten
sa'yin bir tek şavtını (turunu) dahi terkedecek olsa beldesinden yahut
hatırladığı yerden Mekke'ye geri döner, tavaf eder, sa'yeder. Çünkü sa'y ancak
tavafa bitişik (onun ardından) yapılır. İmam Malik'e göre bu ister hacda
isterse de - farz olmamakla birlikte - umrede ol-' sun böyledir. Eğer bu arada
kadınlara yaklaşmış ise İmam Malik'e göre menâsikinin tamamlanması ile birlikte
bir umre ve bir hediye kurbanı gerekir. Şafiî'ye göre ise sadece hediye kurbanı
gerekir. Geri dönüp tavaf ve sa'yi yaptığı takdirde ise umrenin bir anlamı
yoktur.
Ebu Hanife ve
arkadaşları es-Sevrî ve eş-Şa'bî de şöyle demektedirler: Sa'y vacip değildir.
Hacılardan bir kimse sa'yi terkedip de sa'yetmeksizin ülkesine geri dönerse
kurban keserek bunu telafi eder. Çünkü sa'y haccın sünnetlerinden bir tanedir.
Bu, aynı zamanda İmam Malik'in el-Utebiyyedeki [132] bir
görüşü olarak kaydedilmektedir.[133]
İbn Abbas, İbn
ez-Zübeyr, Enes b. Malik ve İbn Sîrin'den sa'yin tatavvu olduğuna dair rivayet
gelmiştir. Çünkü yüce Allah: "Gönül isteği ile kim bir hayır işlerse
(tatavvuda bulunursa)" diye buyurmaktadır.
Hamza ile Kisaî meczum
muzari olarak diye okurlar. Aynı şekil-de
şeklinde de okurlar. Geri kalanları ise mazi olarak diye okurlar.
Tatavvu: Mü'min
kişinin kendiliğinden bir işi yapması demektir. Buna göre her kim nafile olarak
birşey yaparsa Allah onu şükür ile karşılar. Allah'ın kula şükretmesi ise
itaatinin sevap ve ecrini vermesi demektir/
Bu konuda sahih olan
görüş belirttiğimiz hususlar sebebiyle Şafiî (yüce Allah'ın rahmeti üzerine
olsun)ın kabul ettiği görüştür. Diğer taraftan Hz. Peygamber'in:
"Menâsikinizi benden öğreniniz" [134]
diye buyurmuş olması da onun bu görüşünü desteklemektedir. Böylelikle bu,
haccın mücmel ifadesini açıklayan bir beyan olur. O halde bunun (yani sa'yin)
da farz olması gerekir. Hz. Peygamber'in rek'atlerinin sayısını açıklaması ve
-sünnet ya da tatavvu olduğu üzerinde eğer ittifak olmamış ise- bu kabilden
olan diğer hususlara dair beyanı gibidir. Tuleyb der ki: İbn Abbas, Safa ile
Merve arasında tavaf eden (sa'yeden) birtakım kimseler görür ve şöyle der: İşte
bu anneniz İsmail'in annesinin size miras bıraktığı bir davranıştır. Derim ki:
Bu, ileride İbrahim Sûre-si'nde (İbrahim, 14/37. âyetin açıklamasında)
açıklanacağı üzere Buhârî'nin hadisinde [135] de
sabit olan bir husustur. [136]
Ka'be'nin etrafında
olsun Safa ile Merve arasında olsun özürsüz olarak binek üzerinde tavaf edip
sa'y yapmak caiz değildir. Eğer özürlü olarak tavaf ederse bir kurban kesmesi
gerekir. Özürsüz tavaf ederse eğer Beytullah'ın yakınında ise iade eder. Şayet
oradan aynlmış ise bir hediye kurbanı gönderir.
Bunu bu şekilde
söylememizin sebebi Peygamber (s.a)'ın bizzat tavaf ederek: "Menâsikinizi
benden öğreniniz" diye buyurmuş olmasıdır. Bunu bir özür sebebiyle caiz
kabul edişimiz ise Peygamber (s.a)'ın devesi üzerinde tavaf etmekle birlikte
elindeki asâ ile rüknü (Hacer-i Esved'i) istilam etmesidir. Ayrıca kendisine
"rahatsızım" diyen Hz. Aişe'ye: "Bineğinin üzerinde olduğun
halde tavaf edenlerin arkasından sen de tavaf et" demiş olmasıdır. [137]
Mezhebimize mensup
ilim adamları deve üstünde tavaf etmekle bir insanın sırtında tavaf etmek
arasında fark gözetmişlerdir. Eğer bir insanın sırtında tavaf edecek olursa bu
yeterli değildir. O takdirde tavaf etmiş olmaz. Asıl tavaf eden onu taşıyan
kimsedir. Şayet bir deve üzerinde tavaf edecek olursa o zaman bizzat kendisi
tavaf etmiş olur. îbn Huveyzimendad der ki: Bu, ihtiyarî bir ayınm gözetmedir.
Bunun yeterli olup olmamasına gelince; yeterlidir. Nitekim bayılıp da taşınarak
tavaf ettirilen veya taşınarak Arafat'ta vakfe yaptınlan kimsenin (bu tavaf ve
vakfesinin) yeterli olduğunu görüyoruz. [138]
159-
Muhakkak indirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti insanlara kitapta apaçık
bir şekilde bildirdikten sonra gizleyenlere; işte onlara hem Allah lanet eder,
hem de lanet edebilecekler lanet eder.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı yedi başlık altında ele
alacağız-.
Yüce Allah, indirmiş
olduğu apaçık âyetlerini ve hidâyeti gizleyenlerin lanetlenmiş olduğunu haber
vermektedir. İlim adamları bununla kimlerin kastedildiği hususunda farklı
görüşlere sahiptirler.
Muhammed (s.a)'ın
niteliklerini gizleyen yahudi alimleri ile hıristiyan rahiplerinin kastedildiği
söylenmiştir. Yahudiler ayrıca (zina eden kimselerin) recmedilmesi hükmünü de
gizlemişlerdir.
Bununla hakkı
gizleyenlerin kastedildiği de söylenmiştir. Buna göre bu âyet-i kerime
yaygınlaştırılmasına ihtiyaç duyulan Allah'ın dininden olan herhangi bir
bilgiyi gizleyen herkes hakkında genel bir hüküm ifade etmektedir. Bu husus
Hz. Peygamber'in şu hadis-i şerifiyle açıklanmaktadır: "Bildiği bir husus
kendisine sorulup da onu gizleyen kimseye kıyamet gününde Allah ateşten bir gem
takacaktır." Bu hadisi Ebu Hureyre ve Amr b. Âs rivayet etmiş olup İbn
Mâce bunu kitabında kaydetmiş bulunmaktadır. [139]
Ancak Abdullah b.
Mes'ud'un şu söyledikleri de bununla çatışma halindedir: Sen bir topluluğa
akıllarının ermediği bir söz söyleyecek olursan mutlaka bu onların bir kısmını
fitneye düşürür. Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur: "İnsanlara
anlayabilecekleri şeyleri anlat. Siz Allah'ın ve Rasûlü-nün yalanlanmasını hiç
arzu eder misiniz?" [140]
Ancak bu birtakım
bilgilere dair bir hüküm olarak yorumlanır. Kelam ilmi ile bütün avamın eşit
bir şekilde anlayamayacağı hususlar böyledir. Buna göre alim olan kimsenin anlaşılacak
şeyleri anlatması ve her insanı konumuna göre değerlendirmesi gerekir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [141]
Ebu Hureyre (r.a)'ın:
"Şayet yüce Allah'ın kitabındaki bir âyet-i kerime olmasaydı size tek bir
hadis-i şerif dahi nakletmezdim" [142]
derken kastettiği âyet-i kerime budur.
İlim adamları bu
âyet-i kerimeyi hak olan ilmi tebliğ etmenin ve ücret almaksızın herkese ilmi
açıklamanın vücubuna delil göstermişlerdir. Çünkü kişinin yapmakla mükellef
olduğu bir iş için ücrete hak kazanması sözkonu-su değildir. İslâm'a girdi diye
ücrete hak kazanamayacağı gibi. Buna dair açıklamalar bundan önce (el-Bakara,
2/41 âyet 2. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
Âyet-i kerimenin ne
anlama geldiğinin tahkiki şöyledir: İlim adamı eğer ilmi gizlemek maksadını
güderse asi olur. Böyle bir maksat gütmezse bu bilgiye başkasının da sahip
olduğunu bildiği takdirde tebliğ etmek yükümlülüğü yoktur. Bu hususta
kendisine soru sorulanın bu âyet-i kerime ve hadis-i şerif dolayısıyla tebliğ
etmek görevidir.
Şu kadar var ki
İslâm'a girinceye kadar kâfir olan kimseye Kur'ân-ı Ke-rim'in ve ilmin
öğretilmesi caiz değildir. Aynı şekilde bid'atçi olan bir kimseye cedel
(tartışma) ve delil getirme yöntemlerini hak ehliyle tartışsın diye öğretmek de
caiz değildir. Yine haksızca karşı tarafın malını alsın diye hasımlardan
birisine bir delil öğretmesi de caiz değildir.
Yönetici olan kimseye
raiyesinin ağırına gidecek uygulamalar yapmasına sebep teşkil edecek şekilde
te'vil de öğretmek caiz değildir. Yasakları işlemek, vacipleri terketmek ve
benzeri neticelere varmak için bir araç kullanmalarına meydan verecek şekilde
sıradan kimseler (süfelıâ) arasında da ruhsatları yaygınlaştırmak caiz
değildir.
Peygamber (s.a)'ın
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Hikmeti ehli olan kimselerden ayrı
koymayınız. O takdirde bu kimselere zulmedersiniz. Ehil olmayan kimselere de
onu öğretmeyiniz. O takdirde hikmete zulmetmiş olursunuz." [143]
Yine Hz. Peygamber'in
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Domuzların boynuna incileri
asmayınız." [144] Hz.
Peygamber bununla fıkhı ehli olmayan kimselere öğretmeyi kastetmektedir.
Suhnûn der ki: Ebu
Hureyre ile Amr b. el-As'ın rivayet ettikleri hadisler şahitlik etmeye dairdir.
Ancak İbn Arabî der ki: Sahih olan bunun hilafıdır. Çünkü hadis-i şerifte:
"Her kime bir bilgiye dair soru sorulursa" denilmektedir.
"Şehadete dair sorulursa" denilmemektedir. Zahiri üzre nassı kabul etmek
-onu izale edecek bir başka delil gelinceye kadar böyle kalmak- ise gerekli
bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [145]
"Muhakkak
İndirdiğimiz apaçık âyetlerimizi ve hidâyeti" buyruğu nass ile tesbit
edilenleri de naslardan çıkartılan hükümleri de kapsamaktadır. Çünkü
"hidâyet" adı bunların hepsini kapsamına alır.
Ayrıca bunda vâhid
haber ile amel etmenin gereğine de delil vardır. Çünkü bu haberi nakledecek
kimsenin, ancak sözünün kabul edilmesi gerekmiş olması halinde beyanda
bulunması icabeder. Ayrıca yüce Allah (bir sonraki âyet-i kerimede) "ancak
tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna" diye buyurmakta ve
onların haberleriyle beyanın gerçekleşmiş olacağını hükme bağlamaktadır.
Bu buyruğun: Onların
her birisine gizlemenin yasaklanması beyanda bulunmasının da emredilmesi ve
böylelikle haber verenlerin çoğalarak onlar vasıtasıyla haberin tevatür
derecesine ulaşması anlamına gelmesi de mümkündür, denilecek olursa cevabımız
şu olur:
Böyle bir kanaat
yanlıştır. Çünkü onlara ancak bu hususta anlaşmaları mümkün olabilen kimseler
olduklarından dolayı gizlemeleri yasaklanmıştır. Gizlemek üzere birbirleriyle
anlaşmaları mümkün olan kimselerin (gizledikleri bilginin, olmadığını
bildirmelerine dair) verecekleri haberin ilmi gerektirmesi sözkonusu değildir.
Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. [146]
Yüce Allah'ın:
"Apaçık âyetlerimizi (el-beyyinât) ve hidâyeti..." diye buyurması bu
türden olmayan şeylerin gizlenmesinin caiz olduğunu göstermektedir. Özellikle
de açıklanmaması caiz olan bu şeyleri, açıklanması-sakıncalı olacaksa
gizleyebilirle daha da pekişmiş olur. Ebu Hureyre böyle bir açıklamayı
korkunca terketmiş ve şöyle demiş: Rasûlullah (s.a)'dan iki kap dolusu (ilim)
belledim. Bunlardan birisini etrafa saçtım (öğrettim), diğerini ise saçacak
olursam şu boğazım kesilir. Bu hadisi Buhârî rivayet etmiştir. [147]
İlim adamları der ki:
Ebu Hureyre'nin öğretip saçmadığı ve yazdığı taktirde kendisi adına fitneye
(azaba, işkenceye) uğratılmasından ya da öldürülmekten korktuğu bilgi,
fitneler ile mürted ve münafıkların şahıs olarak ta-, yini ve bu türden olup
apaçık âyetler ve hidâyet ile ilgisi olmayan şeyler ile alakalıdır. Doğrusunu
en iyi bilen yüce Allah'tır. [148]
"Kitapta apaçık
bir şekilde bildirdikten sonra" buyruğundan kasıt indirilen apaçık
âyetler ve hidâyettir. Kitap da burada cins isimdir. Allah tarafından
indirilmiş bulunan bütün kitaplar kastedilmektedir. [149]
"İşte onlara hem
Allah lanet eder" onlardan uzaklaşır, teberrî eder, onları sevap ve
mükâfatından uzaklaştırıp kendilerine: Lanetim üzerinize olsun, der. Tıpkı
lanetli İblise dediği gibi: "Ve Benim lanetim kıyamet gününe kadar senin
üzerinedir." (Sâd, 38/78)
Sözlükte lanet etmenin
asıl anlamı, uzaklaştırmak ve kovmak demektir. Bu-na dair açıklamalar daha
önceden (el-Bakara, 2/88. âyette) geçmiş bulunmak-tadır. [150]
"Hem de lanet
edebilecekler lanet eder" buyruğu ile ilgili olarak Kata-de ve er-Rabi'
şöyle demişlerdir: "Lanet edebilecekler"den kasıt, melekler ve
mü'minlerdir. İbn Atiyye der ki: Bu, açıktır ve sözün muktezasına uygundur.
Mücahid ve İkrime der
ki: Bunlar haşerat ve hayvanlardır. Hakkı gizleyen kötü ilim adamları günahları
sebebiyle kuraklığa mahkûm olurlar, o bakımdan bu kötü alimlere bu haşerat ve
hayvanlar lanet ederler.
ez-Zeccâc der ki:
Doğrusu ise "lanet edebilecekler"den kastın meleklerle mü'minler
olduğudur. Bundan kastın yeryüzündeki hayvanların olmasına gelince; bunun
hakikati ancak konu ile ilgili bilgi sahibi olmamızı gerektiren bir nas veya
bir haber ile anlaşılabilir, öğrenilebilir. Bu hususta ise biz herhangi bir şey
bulamadık.
Derim ki: Bu hususta
el-Berâ b. Âzib (r.a)'ın rivayet ettiği bir habergelmiş bulunmaktadır. O şöyle
der: Rasûlullah(s.a) yüce Allah'ın: "İşte onlara hem Allah lanet eder hem
de lanet edebilecekler lanet eder" buyruğu ile ilgili olarak: "İşte
bunlar yeryüzünde hareket eden hayvanlardır" diye buyurmuştur. Bu hadisi
İbn Mâce, Muhammed b. es-Sabbah'tan şöylece rivayet etmektedir: Bize Ammâr b.
Muhammed, Leys'ten o Ebu'l Minhal'dan o Zâzân'dan o da el-Berâ'dan haber
vererek dedi ki:.. [151]
Hadisin senedi hasendir.
Eğer: Peki burada akıl
sahibi olmayan varlıklar nasıl akıl sahibi olan varlıkların çoğulu gibi çoğul
yapılmıştır? denilecek olursa şu cevabı veririz: Çünkü aklı ermeyen bu
yaratıklara aklı erenlerin yaptıkları bir iş isnad edilmiştir. Nitekim yüce
Allah (Hz. Yusuf sözlerini aktararak, güneşi, ay'ı ve onbir yıldızı kastederek
ve akıl sahibi olanlara has çoğul şekliyle): "Onların bana secde ettiklerini
gördüm" (Yusuf, 12/4) diye buyurmaktadır. Burada cansızlar gibi çoğul
yapılmamıştır. Ayrıca yüce Allah (organlara hitaben): "Niçin aleyhimize
şahitlik ettiniz?" (Fussilet, 41/21); "Onları sana bakar
görürsün.." (el-A'raf, 7/198) diye buyurmaktadır. (Burada da akılsız
varlıklar akıl sahibi varlıklar gibi çoğul yapılmıştır). Buna benzer örnekler
pek çoktur. Yüce Allah'ın izniyle ileride gelecektir.
el-Berâ b. Âzib ve İbn
Abbas da: "Lanet edebileceklerden kasıt, cinler ve insanlar dışındaki
bütün yaratıklardır. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Kâfire
kabrinde darbe indirildiği vakit bağırır. Onun bu bağırmasını, insanlar ve
cinler dışında herkes işitir ve bağırtıyı işiten herkes de ona lanet
okur." [152]
îbn Mes'ud ve es-Süddî
de şöyle der: Arkadaşına lanet edip de bu lanetin semaya çıktıktan sonra
tekrar aşağıya inip de hakkında lanetin okunduğu kişiyi bu işe ehil (layık)
görmeyince onu söyleyen kişiye geri döner. Bu sefer söyleyenin de bu işe ehil
olmadığını bulur. Bu sefer gider yüce Allah'ın indirdiğini gizleyen yahudilere
konar. İşte yüce Allah'ın: "Hem de lanet edebilecekler lanet eder"
buyruğunun anlamı budur. Yahudilerden ölenlerden bu lanet artık kalkar. Bu
sefer bu lanet geriye kalan yahudiler üzerine iner. [153]
160. Ancak
tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna. Artık onların
tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri pek çok kabul eden, pek çok rahmet
edenim.
"Ancak tevbe
edenler" buyruğu ile yüce Allah tevbe edip amellerini, sözlerini düzelten
ve tevbeleri ile yüce Allah'a dönen kimseleri istisna etmektedir.
Bizim ilim
adamlarımıza göre kişinin: tevbe ettim, demesi bu sözünden sonra, önce
yaptıklarının aksi kendisinden görülmedikçe yeterli değildir. Eğer kişi
irtidat etmiş ise İslâm'ın şer'î hükümlerini açıktan izhar ederek İslâm'a döner.
Eğer kişi çeşitli masiyetler işleyen bir kimse ise ondan salih amelin açıkça
görülmesi ile fesad ehli ve önceden işlemiş olduğu hallerin sahibi kimselerden
uzak kalmasıyla olur. Şayet putperest kimselerden ise onlardan ayrılır, İslâm
ehli ile oturup kalkar. Böylelikle daha önceki halinin aksini izhar ederek
tevbe gerçekleşir. İleride yüce Allah'ın izniyle Nisa Sûresinde (en-Nisâ, 4/17.
âyet-i kerimede) tevbeye ve hükümlerine dair açıklamalar gelecektir.
Yüce. Allah'ın:
"Ve açıklayanlar müstesna" buyruğu hakkında kimi ilim adamı şöyle
demiştir: Şarap kaplarını, içki kaplarını kırıp onlan dökerek açıktan beyan
edenler demektir.
Tevrat'ta bulunan
Muhammed (s.a)'ın peygamberliği ve ona tabi olmanın vücûbunu açıklayanlar
hakkında olduğu da söylenmiştir.
Ancak bu ifadenin
genel olarak alınması önceden de açıkladığımız üzere daha uygundur. Yani
bulundukları halin zıddını açıkça ortaya koyanlar demektir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
"Artık onların
tevbelerini kabul ederim ve Ben tevbeleri pek çok kabul eden, pek çok rahmet
edenim" buyruğuna dair açıklamalar ise daha önceden (el-Bakara, 2/37.
âyet 5. başlık) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. [154]
161.
Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin
ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.
162. Onda
ebedî kalıcıdırlar. Üzerlerinden azab ne hafifletilir ne de onlara mühlet
verilir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
"Kâfir olarak
ölenler" buyruğundaki "vav" harfi hal içindir.
İbnu'l-Arabî der ki:
Bana birçok hocam muayyen bir kâfire lanet okumanın caiz olmadığını
söylemiştir. Çünkü o kişinin hangi hal üzere vefat edeceği bilinmemektedir. Yüce
Allah ise bu âyet-i kerimede mutlak olarak lanetlemek için küfür üzere ölmeyi
şart koşmaktadır. Peygamber (s.a)'ın kâfir olup muayyen kimselere lanet
okumasına dair gelen rivayetlere gelince; onun bu kimselerin akıbetlerine dair
bilgi sahibi oluşundan dolayıdır. İbnu'l-Arabî der ki: Bence sahih olan,
halinin zahir olanı ve onu öldürmenin, onunla savaşmanın caiz olması
dolayısıyla muayyen olarak bir kâfire lanet okumanın caiz olduğu şeklindedir.
Peygamber (s.a)'dan: "Allah'ım, Amr b. el-As beni hicvetmiş bulunuyor, o
benim şair olmadığımı da biliyor. Allah'ım, sen de ona lanet et, bana
hicvettiği kadar sen de onu hicvet" diye buyurduğu rivayet edilmiştir. [155]
Görüldüğü gibi burada sonunda Amr b. el-As iman etmek, dine bağlanmak ve
müslüman olmakla birlikte Hz. Peygamber ona lanet buyurmuş ve: "Bana
hicvettiği kadar sen de ona hicvet" diyerek adaletli bir talepte bulunmuştur.
Adaleti ve insafı aşmamıştır. Burada Hz. Peygamber'in hicvetmeyi yüce Allah'a
nisbet etmesi böyle bir niteliğe tâ baştan beri yüce Allah'ın sahip olması
anlamıyla değil, yapılan böyle bir davranışa ceza olmak türünden Allah'a
nisbet etmiştir. Nitekim yüce Allah'a mekr (hile ve tuzak) alay ve aldatmanın
nisbeti de bu yolludur. Şanı yüce Allah zalimlerin söylediklerinden yüce ve büyüktür.
Derim ki: Belli bir
şahsı tayin etmeksizin genel olarak bütün kâfirlere lanet okumak hususunda ise
görüş ayrılığı yoktur. Çünkü Malik'in Davud b. el-Husayn'dan rivayetine göre o
el-A'rec'in şöyle dediğini dinlemiştir: Benim yetiştiğim bütün insanlar Ramazan
ayında bütün kâfirlere lanet okurlardı. İlim adamlarımız der ki: İster zimmet
altında olsunlar ister olmasınlar farketmez. Bununla birlikte böyle bir lanet
okumak vacip değildir. Fakat bu iş yapan kimse için mubahtır. Çünkü kâfirler
hakkı inkâr etmekte, dine ve bu dine mensup olanlara düşmanlık etmekte, aynı
şekilde açıktan açığa içki içen, faiz yiyen, erkek olup da kadınlara benzeyen,
kadın olup da erkeklere benzeyen ve buna benzer hadis-i şeriflerde lanet
edildikleri varid olan, açıktan masi-yet işleyen herkesin durumu da böyledir. [156]
Kâfire, onu küfürden
alıkoymak, engellemek üzere lanet okunmaz. Aksine ona lanet okumak, küfre bir
ceza ve onun küfrünün çirkinliğini açıkça ortaya koymaktır. Kâfir ister ölmüş
bulunsun, ister deli olsun farketmez.
Seleften bazıları ise
şöyle demiştir: Delirmiş ya da ölmüş bir kâfire küfrüne ceza olsun ya da onu
küfründen alıkoymak yoluyla olsun lanet okumanın bir faydası yoktur; çünkü o
bundan dolayı etkilenmez. Buna göre bu âyet-i kerime ile anlatılmak istenen
şudur: İnsanlar böyle bir kâfire kıyamet gününde lanet okurlar ki, bundan
dolayı etkilensin, zarar görsün ve kalbi acıyla dolsun ve böylelikle bu lanet
okuma, onun küfürünün bir cezası olsun diye. Nitekim yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr
edecek, kiminiz, kiminize lanet edecektir." (el-Ankebût, 29/25) Bu âyet-i
kerime yüce Allah tarafından lanet olunacaklarına dair -lanet edilmelerinin
emrolunduğuna dair değil- haber vermenin delili olduğunu kabul eden bu görüşün
delilidir.
İbnu'l Arabi'nin
naklettiğine göre âsi kimseye lanet okumak ittifakla caiz değildir. Çünkü
rivayet edildiğine göre Pegyamber (s.a)'a defalarca içki içmiş birisi
getirildiği halde orada bulunanlardan birisi:
Allah ona lanet etsin,
bu iş dolayısıyla bu adam buraya ne kadar da getiriliyor? deyince Peygamber
(s.a): "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız" diye
buyurmuştur. [157]
Böylelikle Hz.
Peygamber, o kişinin kardeş olarak saygınlığını dile getirmektedir. Bu ise ona
karşı şefkatli olmayı gerektirir. Ayrıca bu hadis, sahih bir hadistir.
Derim ki: Bu hadisi
Buhârî ve Müslim rivayet etmiştir. Bazı ilim adamları âsiye lanet okumak
hususunda görüş ayrılığının bulunduğundan söz eder ve şöyle der: Peygamber
(s.a)'ın: "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcıları olmayınız"
buyruğunu haddin ona uygulanışından sonra Nuayman hakkında söylemiştir.
Kendisine yüce
Allah'ın emrettiği had uygulanan kimsenin lanet edilmemesi gerekir. Kendisine had
uygulanmayan kimsenin ise ister adı tayin edilsin, ister edilmesin lanet
edilmesi caizdir. Çünkü Peygamber (s.a) lanet edilmesini gerektiren o hal üzere
devam ettiği sürece kendisine lanet okunması gereken kimseden başkasına lanet
etmemiştir. Bu halinden tevbe edip vazgeçer, haddin de temizlediği kimseye ise
lanet yöneltilemez. İşte bunu Peygamber (s.a)'ın şu hadis-i şerifi açıkça
beyan etmektedir: "Herhangi birinizin cariyesi zina ettiği takdirde ona
had vursun ve (bundan sonra da) onu ayrıca azarlamasın." [158]
İşte bu hadis-i şerif
sahih olmanın yanında, azarlama ve lanetlemenin ancak haddin uygulanmasından
ve tevbeden önce sözkonusu olabileceğini göstermektedir. Doğrusunu en iyi
bilen yüce Allah'tır.
İbnu'l Arabî der ki:
Mutlak olarak âsiye lanet etmeye gelince bu icma ile caizdir. Çünkü Peygamber
(s.a)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bir yumurtayı çaldığı için
eli kesilen hırsıza Allah lanet etsin." [159]
İşte "Allah'ın,
meleklerin ve bütün insanların laneti" yani Allah'ın rahmetinden
uzaklaştırılmaları "onların üzerlerinedir." Lanet etmek, aslında
kovmak ve uzaklaştırmaktır. Buna dair açıklamalar daha önceden (el-Baka-ra,
2/88. âyette) geçmiş bulunmaktadır. Kulların laneti kovmak demektir. Allah'ın
laneti ise azaba uğratmak demektir.
Hasan-ı Basrî bu
buyrukları şeklinde merfu olarak okumuştur. O takdirde açıklaması şöyle olur:
Bunların cezalan Allah'ın onlara lanet etmesi, meleklerin onları lanetlemesi ve
bütün insanların onları lanetlemesidir. Nitekim: "Ben Zeyd'in ayakta
durmasından hoşlanmadım, Amr'ın ve Halid'in de" denir. Çünkü burada anlam
Zeyd'in ayakta durmasını, Amr'ın ayakta durmasını, Halid'in ayakta durmasını
hoş görmüyorum, şeklindedir. Ancak el-Hasen'in bu şekildeki kıraati Mushaf
taki yazılışa muhaliftir.
Bu gibi kimselere
bütün insanlar lanet etmemektedir. Çünkü onların kavimlerinden olanlar onlan
lanetlemez, denilecek olursa böyle bir soruya üç şekilde cevap verilebilir:
1- İnsanların
çoğu tarafından yapılan lanete "insanların laneti" denilmesi,
çoğunluğun azınlık hakkındaki laneti diye "tağlib" yoluyla
zikredilmiştir.
2- es-Süddî
der ki: Zalime herkes lanet eder. Kâfir zalime lanet ettiği takdirde kendisine
de lanet etmiş olur. (Çünkü kâfir de zâlimdir).
3-
Ebu'l-Âliye der ki: Bundan kasıt kıyamet gününde bütün insanlarla birlikte
kendi kavminin de onları lanetleyeceğidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr edecek, kiminiz kiminize
lanet edecektir." (el-Ankebût, 29/25)
Daha sonra yüce Allah:
"Onda" yani o lanet içinde, yani bu lanetin gerektirdiği ceza
içerisinde "ebedî kalıcıdırlar" diye buyurmaktadır. Onların lanette
ebedi kalmaları lanetin ebediyyen onlara olacağı demektir, diye de
açıklanmıştır.
"Üzerlerinden
azab ne hafifletilir ne de onlara mühlet verilir." Herhangi bir süre dahi
azaptan geriye bırakılmazlar, azapları ertelenmez.
"Ebedî
kalıcıdırlar" buyruğu, "üzerlerine" buyruğundaki zamir halidir.
Bundaki âmil be "üzerlerine" kelimesindeki zarf manasınadır. Çünkü
bunda karar bulup yer etmek anlamı vardır. [160]
163.
Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O Rahmandır,
Rahimdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı da iki başlık halinde sunacağız:
"Hepinizin ilâhı
tek bir ilâhtır." Yüce Allah hakkın gizlenmesini sakındırdıktan sonra ilk
açıklanması gereken ve gizlenmesi caiz olmayan hususun tevhid hususu olduğunu
beyan etmektedir. Hemen bunun akabinde tevhidin delilini ve nazar etme yolunun
bilgisini (aklı kullanma yolunu) sözko-nusu etmektedir. Bu ise bütün bunlann
var olması için benzersiz bir failin bulunmasının kaçınılmaz olduğu bilinsin
diye yaratmanın harikaları üzerinde düşünmek, tefekkür etmektir.
İbn Abbas (r. anhuma)
der ki: Kureyş kâfirleri, ya Muhammed, bize Rab-bini anlat dediler, yüce Allah
bunun üzerine İhlas Süresiyle bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu. Müşriklerin
ise o sırada üçyüzaltmış tane putları vardı. Yüce Allah, kendisinin bir ve tek
(vâhid) olduğunu beyan buyurdu. [161]
"O'ndan başka
hiçbir ilâh yoktur" buyruğu, nefiy ve isbattır. Bunun başı (lâ ilahe:
Hiçbir ilah yoktur) küfürdür, illallahu: O'ndan başka) imandır. Manası,
Allah'tan başka ma'bud yoktur.
Nakledildiğine göre
eş-Şiblî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Allah der, fakat "la
ilahe" demezmiş. Ona niçin böyle dediğine dair soru sorulunca şöyle cevap
vemiştir: Korkarım ki inkâr sözünü söylemeye başlarım da ikrar sözünü
söylemeye ulaşamam.
Derim ki: Bu, hakikati
olmayan oldukça incelikli bilgilerindendir. Çünkü şanı yüce Allah, bunu Kitab-ı
Kerim'inde hem nefy hem de isbatı bir arada zikretmiş ve defalarca
tekrarlamıştır. Peygamber (s.a)'ın vasıtası ile de bu sözü söyleyen kimseye de
pek çok sevap vadinde bulunmuştur. Bu tür hadisleri Muvatta', Buhârî, Müslim
ve başkaları da rivayet etmiştir. (Mesela) Peygamber (s.a) şöyle
buyurmaktadır: "Her kimin söylediği son söz lâ ilahe illallah olursa o
kişi cennete girer."
Bu hadisi Müslim
rivayet etmiştir. [162]
Maksat bunu dil ile değil, kalb ile söylemektir. Eğer la ilahe dese ve ölse,
onun inancında ve kalbinde vahdaniy-yet ile Allah için gerekli olan sıfatlar
yer etmiş ise Ehl-i Sünnet'in ittifakı ile böyle bir kimse cennet ehlindendir.
Şanı yüce Allah'ın
vahid, la ilahe illahû, er-Rahman ve er-Rahîm isimlerinin anlamlarına dair
açıklamalarımızı "el-Kitabu'l-Esnâ fi Şerhi Esmailla-hi'l-Hüsnâ" adlı
eserimizde kaydetmiş bulunuyoruz. Cenab-ı Allah'a hamd-ü senalar olsun. [163]
164.
Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında,
insanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten
indirip onunla ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği suda ve orda her türden
canlıyı üretip yaymasında, rüzgârları estirişinde ve gökle yer arasında boyun
eğdirilmiş olan bulutta, akıl eden bir topluluk için nice âyetler vardır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı ondört başlık halinde sunacağız:
Atâ der ki:
"Hepinizin ilâhı tek bir ilâhtır" âyeti nazil olunca Kureyş kâfirleri:
Bütün insanlara tek bir ilah nasıl olur da yeter, demeye başladılar. Bunun
üzerine: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında.." âyeti nazil
oldu.
Bunu Süfyan,
babasından o Ebu'd-Duhâ'dan şöylece rivayet etmektedir: "Hepinizin ilahı
tek bir ilahtır" âyeti nazil olunca bunun herhangi bir delili var mıdır?
dediler. Bunun üzerine yüce Allah: "Muhakkak göklerin ve yerin
yaratılışında..." âyetini inzal buyurdu. Onlar sanki bu sözleriyle bir
âyet (mucize) istediler de Allah da onlara tevhidin delilini böylece beyan
etti. Bu alemin, bu harikulade yapının mutlaka bir bina edicisi ve bir sânii
olduğunu onlara açıkladı.
"Gökler
(semâvât)"ın çoğul gelmesi, değişik cinslerden olduğundan dolayıdır.
Çünkü her bir sema, ötekinin cinsinden ayrıdır. Buna karşılık yerin tekil
olarak zikredilmesi hepsinin toprak oluşundan dolayıdır. Doğrusunu en iyi bilen
yüce Allah'tır.
Semânın âyet (Allah'ın
vahdâniyyetine delil) olma özelliği, altından direksiz olarak, üstünden de
herhangi bağı olmaksızın yükseltilmiş olmasıdır. Bu,
Allah'ın sonsuz
kudretine ve olağanüstü yaratıcılığına delildir. Eğer bir peygamber gelip de
herhangi bir bağlantısı bulunmaksızın havada bir dağın durması şeklinde (bir
mucize göstermesi için) ona meydan okuyacak olsa (o da bunu getirse) bu bir
mucize olur. Diğer taraftan gökte güneş, ay, gezegenler, aydınlık saçan, doğan
ve batan, parıl parıl parlayan ve ışık saçmayan yıldızların bulunması da
ikinci bir âyet (Allah'ın vahdâniyyetine delil)dir.
Yeryüzünün âyet oluşu
ise denizleriyle, nehirleriyle, madenleriyle, ağaçlarıyla, yumuşak ve sert
arazileriyledir.[164]
"Gece ile
gündüzün değişip durmasında..." Bunların değişip durması bilinemeyen bir
yerden (ya da bir sebepten ötürü) birisinin gelmesi, ötekinin de gitmesidir.
Aydınlık, karanlık, uzunluk ve kısalık gibi nitelikleri açısından aralarındaki
farklılığın sözkonusu edildiği de söylenmiştir.
Leyi (gece):
"Leyle"nin çoğuludur. Ayni anlamda olmak üzere: "Leyâli ve
leyâl" şeklinde de çoğulu yapılır. Çoğul yapma ölçülerinin dışına çıkan
istisnaî çoğul şekillerinden birisidir. "Leyâlî" kıyas itibariyle
"leylâfın çoğulu gibidir. Şiirde de bunu kullanmışlardır:
"Her gün ve her
gecede.."
Bir başka şair de
şöyle demektedir:
"Her gün ve her
gecede
Hatta onu gören herkes
şöyle der:
Vay yazık böyle bir
deveye, bu ne kadar bedbahttır!"
İbn Faris, el-Mücmel
adlı eserinde şöyle demektedir: Bir çeşit kuşa leyi denildiği de
söylenmektedir. Ancak ben böyle bir şeyi bilmiyorum.
Gündüz (nehâr) ise:
"Nuhur ve enhira" şeklinde çoğul yapılabilir. Ahmed b. Yahya Sa'leb
der ki: Neher kelimesi nuhur'un çoğuludur. Nuhur, "nehâr"ın çoğulunun
çoğuludur. "Nehâr"ın çoğul yapılmayan müfred bir isim olduğu da
söylenmiştir. Buna sebep ise masdar anlamını ihtiva etmesidir. "Ziya"
demek gibi. Az hakkında da çok hakkında da kullanılır. Ancak birincisi daha
çoktur. Şair der ki:
"Eğer iki tirit
olmasaydı zayıflayarak helak olurduk Biri gece tiridi, diğeri de gündüzleri
gelen tirit."
İbn Fâris der ki:
Nehâr'ın ne demek olduğu bilinmektedir. Çoğulu neher ve enher gelir. Neher
kelimesinin nuhur şeklinde çoğulu yapıldığı söylenir. Nehar ise tan yerinin
ağarması ile güneşin batması arasındaki aydınlık vakittir. Toy kuşu yavrusuna
neher denildiği de söylenir. en-Nadr b. Şumeyl der ki: Neharın başı güneşin
doğmasıdır. Bundan öncesi ise nehar'dan sayılmaz. Sa'leb ise der ki: Araplara
göre nehâr'ın (gündüzün) başlangıcı güneşin doğuşudur. Buna delil de Umeyye b.
Ebi's-Salt'ın şu beyitini göstermektedir:
"Ve güneş her bir
gecenin sonunda doğar Kırmızı olarak ve onun rengi gül gibi olur."
Ayrıca Adiy b. Zeyd'in
şu sözlerini de delil gösterir:
"Ve o güneşi bir
engel kıldı ki onda bir kapalılık yoktur Gündüz ile gece arasında; bunlar
birbirinden ayrılmıştır."
el-Kisaî de şöyle bir
beyit nakletmektedir:
"Gündüzün güneşi
çıktığı vakit şüphesiz ki o
Benim sana selam
verdiğimin emaresidir, sen de selam ver (selâmımı al)!"
ez-Zeccâc ise
"Kitabu'l-Envâ" adlı eserinde şöyle demektedir: Gündüzün başlangıcı,
güneşin ışıklarını zerrecikler gibi saçması iledir.
İbnu'l-Enbarî ise,
zamanı üç bölüme ayırın Bir bölümü katıksız gece; bu güneşin batışından tan
yerinin ağarmasına kadar olan vakittir. Bir bölümü katıksız gündüz; bu da
güneşin doğuşundan batışına kadar olan vakittir. Bir bölümü ise gündüz ile
gece arasında ortaktır. Bu da tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin
doğuşuna kadar olan vakittir. Çünkü bu vakitte gece karanlığının kalıntıları
da devam etmekte, gündüzün ışığının başlangıçları da bir arada
görülebilmektedir.
Derim ki: Doğrusu tan
yerinin ağarmasından güneşin batış vaktine kadar devam ettiğidir. Nitekim İbn
Fâris de el-Mücmel inde böyle rivayet etmektedir. Buna Sahih-i Müslim'deki şu
sahih hadis-i şerif de delalet etmektedir: Adiy b. Hatim dedi ki: "Tan
yerinin beyaz ipliği sizin için (tarafınızdan) seçilinceye kadar yeyin,
için." (el-Bakara, 2/187) âyeti nazil olunca Adiy b. Hatim, ey Allah'ın
Rasûlü, ben yastığımın altına iki iplik koyuyorum, biri beyaz iplik, öbürü
siyah iplik. Bu ikisiyle geceyi gündüzden ayırdedebiliyorum deyince Ra-sûlullah
(s.a) şöyle buyurur: "Muhakkak senin yastığın oldukça geniştir. Burada
sözkonusu olan gecenin siyahlığı ile gündüzün beyazlığıdır. "[165]
İşte bu hadis-i şerif
gündüzün, tan yerinin ağarmasından güneşin batışına kadar olduğunu hükme
bağlamaktadır.
Aynı zamanda bu,
yeminler ile ilgili hususlarda fıkhı (derin bilgi sahibi olmayı) da
gerektirmektedir ve buna pek çok hükümler bağlı bulunmaktadır. Mesela, bir
kimse bir başkasıyla gündüzün konuşmamak üzere yemin etse ve güneşin doğuşundan
önce onunla konuşsa yeminini bozmuş olur, birinci görüşe göre ise bozmuş
olmaz. Ancak Peygamber (s.a)'ın buyruğu bu hususta ayırdedici söz ve nihaî
hükmü bildirir. Kelimenin dildeki zahirî anlamına bakıp bunun sünnette hangi
anlamda kullanıldığını ele aldığımız taktirde gündüzün, aydınlığın yayılması
demek olduğunu görürüz. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Ona avucumu
(darbemi) iyice yerleştirdim ve onun deliğini açıp genişlettim Onun önünde
duran, (açtığım yaranın) arkasını görebiliyordu."
Huzeyfe'den bu görüşe
delalet eden rivayet de gelmiş olup bunu Nesaî rivayet etmiştir. İleride oruç
âyetleri açıklanırken (el-Bakara, 2/173 vd.) yüce Allah'ın izniyle bu da
gelecektir. [166]
"İnsanlar için
faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde..."
buyruğunda yer alan:
Fülk: Gemiler
demektir. Tekili de çoğulu da aynıdır. Müzekkeri ve mü-ennesi de yapılır. Şu
kadar var ki tekildeki harekeler, çoğuldaki harekelerin aynı değildir. Adeta
çoğul için başka bir kelime çatısı kurulmuş gibidir. Buna teşriiye yapılırken
"fülkâni" denilmesi delil gösterilebilir. "Fülk" kelimesi
tekil ve müzekkerdir. Yüce Allah: "O dopdolu gemide" (Yasin, 36/41)
buyruğunda bu kelimeyi müzekker olarak kullanmaktadır. "Denizlerde akıp
giden gemilerde" şeklinde bu âyet-i kerimede ise, müennes olarak kullanmaktadır
ki bunun tekil ve çoğul olma ihtimali de vardır.
Bir başka yerde ise
şöyle buyurmaktadır: "Hatta siz gemilerde bulunduğunuz zaman güzel bir
rüzgâr ile onları götürdüklerinde..." (Yunus, 10/22) buyruğunda da çoğul
gelmiştir. Sanki bu kelime tekil olduğu vakit binilen bir tek gemi (kayık ve
benzeri) olarak kullanılarak müzekker getirilmekte, bildiğimiz manada büyük
gemi (sefine) halinde ise müennes olarak kullanılır gibidir. Bunun tekilinin
"felek" çoğulunun ise "fülk" olduğu da söylenmiştir. Esed
ve Üsd, Haşeb ve Huşb gibi. Aslı dönmek, deveran etmekten gelir. Yıldızlann
üzerinde döndüğü semanın feleği (yörüngesi) de buradan gelmektedir. Kız
çocuğun memelerinin yuvarlaklaşmasını ifade etmek için de bu kelime
kullanılır. Yün eğirirken kullanılan kirmenin dönüşüne de "feleke" denilir.
Gemiye "fülk" denilmesi ise su ile birlikte en kolay bir şekilde
deveran etmesi dolayısıyladır.
Bu âyette gemilerden
Allah'ın varlığına delil (âyet) olaralrsöz edilmesine gelince: Yüce Allah bu
gemileri su üzerinde yürüyecek şekilde ve ağır olmalarına rağmen su üzerinde
duracak şekilde musahhar kılmıştır. Yüce Allah'ın bize bildirdiği gibi gemiyi
ilk yapan kişi Nuh (a.s)'dur. Hz. Cebrail ona: Sen gemiyi kuşun iskeleti gibi
yap dedi. Nuh (a.s) da Hz. Cebrail'in kendisine gösterdiği şekilde yaptı ve
sonrakilere gemi yapmayı miras bıraktı. Sefine ters dönmüş bir kuştur. Onun
altındaki su ise kuşun üstündeki hava gibidir. Bu açıklamayı İbnu'l Arabî
yapmıştır. [167]
Bu âyet ve benzerleri
ister, ticaret amacıyla olsun ister hac ve cihad gibi ibadet amacıyla olsun
denizde yolculuk yapmanın mutlak olarak caiz olduğunun delilidir. Sünnet-i
seniyyeden Ebu Hureyre yoluyla gelen şu hadis-i şerif de böyledir: Ebu Hureyre
dedi ki: Bir adam Rasûlullah (s.a)'ın yanına gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın
Rasûlü, bizler denizde yolculuk yapıyor ve beraberimizde az miktarda su
alıyoruz..[168]
Enes b. Malik yoluyla
rivayet edilen Umm Haram kıssası ile ilgili hadis-i şerif de böyledir, her ikisini
de hadis imamlarından olan İmam Malik ve başkaları rivayet etmiştir. [169]
Enes yoluyla gelen
hadis-i şerifi ondan bir topluluk rivayet etmiştir. Onlar da İshak b. Abdullah
b. Ebi Talha'dan o da Enes yoluyla rivayet etmişlerdir. Ayrıca bu hadisi Bişr
b. Ömer, Malik'ten, o İshak'tan, o Enes'ten, o da Umm Haram'dan rivayet ederek
hadisin senedini Umm Haram'a kadar götürmüş ve Enes'e kadar götürerek Enes
tarafından rivayet edilen bir hadis olarak kaydetmemiştir. Bu şekilde hadisi
Bundar Muhammed b. Beşşâr da böylece ondan rivayet etmiştir.
Bu hadis-i şerifte
erkekler için de kadınlar için de cihad amacıyla denizde yolculuk yapmanın
açık bir delili vardır. Cihad kastıyla denizde yolculuk yapmak caiz olduğuna
göre farz olan hac için denizde yolculuk yapmak daha öncelikle caizdir, hatta
vaciptir.
Ömer b. el-Hattab ile
Ömer b. Abdülaziz'den denizde yolculuk yapmanın men edildiğine dair rivayetler
gelmektedir. Ancak Kur'ân-ı Kerim ve Sünnet-i seniyye bu görüşü
reddetmektedir. Eğer denizde yolculuk yapmak mekruh olsaydı ya da caiz
olmasaydı muhakkak Peygamber (s.a) kendisine, biz denizde yolculuk yapıyoruz,
diyenlere bu işi yasaklardı. Bu âyet-i kerime ve benzerleri konu ile ilgili
açık bir nastır ve bu hususta onlara baş vurulması gerekir.
Diğer taraftan her iki
Ömer'den (Ömer b. el-Hattab ile Ömer b. Abdüla-ziz'den) gelen bu hususa dair
rivayet şu şekilde te'vil edilebilir: Onların bu engellemeleri ihtiyatlı
davranmaya ve dünyalık talebi ile daha çok kazanç elde etmek arzusuyla canlan
tehlikeye sokmayı terketmek amacıyla söylenmiş diye yorumlanabilir. Farzların
edası hususunda ise böyle bir yasak sözkonu-su olamaz.
Anlam itibariyle
denizde yolculuk yapmanın caiz olduğuna delalet eden hususlardan birisi de
şudur: Yüce Allah denizleri yeryüzünün ortasına yerleştirmiş ve insanları
denizin her iki kıyısında yaşayacak şekilde var etmiştir. İnsanların bu
menfaatlerini her iki tarafda ayrı ayn yerleştirmiştir. Bu menfaatlerden
birisinin elde edilmesi ve öbür tarafa getirilmesi ancak denizin aşılması ile
mümkündür. Allah da denizde yolculuk yapmayı gemiler ile kolaylaştırmıştır. Bu açıklamayı İbnu'l-Arabi yapmıştır.
Ebu Ömer (İbn
Abdi'1-Berr) der ki: İmam Malik hac amacıyla kadının gemide yolculuk yapmasını
mekruh görürdü. O bakımdan o cihad amacıyla denizde yolculuk yapmayı daha da
mekruh görürdü. Kur'ân ve Sünnet ise onun bu konudaki görüşünü reddetmektedir.
Şu kadar var ki Basralı bizim mezhebimize mensup bazıları şöyle demektedir: İmam
Malik'in böyle bir şeyi mekruh görmesi Hicaz'daki gemilerin küçük oluşundan
dolayıdır. Kadınlar ise bu gemilerde yolculuk yaptıkları takdirde dar
oldukları için ve orada yolculuk yapanlar kalabalık teşkil ettiklerinden dolayı
ihtiyaçlarını gördükleri takdirde gereken şekilde tesettüre riâyet edemezler.
Ayrıca Medine'den Mekke'ye karayoluyla yolculuk yapmak mümkün idi. İşte İmam
Malik bu sebepten böyle bir yolculuğu mekruh görmüştür. Basrahların gemileri
gibi büyük gemilere gelince; bunlarda yolculuk yapmakta (kadınlar için) bir
mahzur yoktur. (Devamla) der ki: Aslolan haccın bulûğa ermiş bulunan hür kimseler
arasından oraya yol bulabilen kimse için bir farz olduğudur. Kadın ya da erkek
olsun farketmez. Şu şartla ki, yolda güvenliğin çoğunlukla görülen bir durum
olması gerekir. Bu konuda denizin karadan ayrı bir özelliği söz-konusu
değildir.
Derim ki: Kitap,
sünnet ve mana, aynı zamanda bu iki husus için de yani hem ibadet ve hem
ticaret kastıyla deniz yolculuğu yapmanın mubah olduğunu göstermektedir. İşte
bunlar bu konudaki delili teşkil ederler ve bunlara uymak gerekir. Şu kadar
var ki, insanlar denizde yolculuk yapmaktan farklı şekilde etkilenirler.
Kimisi denizde kolaylıkla yolculuk yapar ve bu, ona ağır gelmez. Kimisine de
ağır gelir ve denizdeki yolculuk esnasında kuvvetten düşer. Aşın derecede
denizin tuttuğu ve aşın derecede başı dönen ile denizde yolculuk yaptığı esnada
farz namazı ve diğer benzeri farzları eda edemeyen kimsenin durumu gibi.
Birincisi için denizde yolculuk yapmak caizdir. İkincisi için ise böyle bir
yolculuk haramdır, bundan dolayı da engellenir. [170]
Deniz, aşırı derecede
yükselip büyük büyük dalgalarla dalgalandığı takdirde bu dalgalanması
esnasında olsun, çoğunlukla esenlikle yolculuğun sür-dürülemeyeceği zamanlarda
olsun, herhangi bir kimsenin denizde yolculuk yapmasının caiz olamayacağı
hususunda ilim adamları arasında görüş birliği vardır. İlim adamlarına göre
çoğunlukla esenliğin sözkonusu olabildiği zamanlarda deniz yolculuğu yapmak
caizdir. Çünkü böyle durumlarda denizde yolculuk yapıp da kurtulanların sayısı
tesbit edilemeyecek kadar çoktur. Diğer taraftan bu gibi yolculuklarda hayatını
kaybedenlerin sayısı ise mahduttur. [171]
"İnsanlar için
faydalı şeylerle" ticaret ve buna benzer durumlarını düzeltmeye yarayan
değişik maksatlar için kendilerine fayda sağlayacak " denizlerde akıp
giden gemilerde..." denizde yolculuk yapmakla kârlar elde edilir. Aynı
şekilde kendisine mal götürülenler de yararlanırlar.
Dine dil uzatan bazı
kimseler şöyle demiştir: Yüce Allah sizin Kitabınızda: "Biz o Kitab'da
hiçbir şeyi eksik bırakmadık." (el-En'am, 6/38) diye buyurmaktadır. Peki,
yemeğe güzel tatlar veren tuz, karabiber ve buna benzer türlü baharatlardan
nerede söz edilmektedir? Bu kişiye: "İnsanlar için faydalı şeylerle
denizlerde akıp giden gemilerde.." buyruğunda bu dediğin sözkonusu
edilmektedir, diye cevap verilmiştir. [172]
"Allah'ın gökten
indirip... suda" Burada kastedilen aleme can veren, bitkileri ve türlü
azıkları çıkartan yağmurlardır. Bu yağmurun bir kısmını (yerin altında),
yağmur yağmadığı zamanlarda ondan yararlanmak için depolar. Nitekim yüce Allah
buna işaretle şöyle buyurmaktadır: "O suyu yerde (yeraltı su
kaynaklarında) durdurduk." (el-Mü'minun, 23/18) [173]
"Ve orda her
türden canlıyı üretip yaymasında" dört bir yana dağıtmasında.. "O
gün insanlar darmadağın pervaneler gibi olacak." (el-Karia, 101/4)
buyruğundaki "darmadağın" kelimesi de aynı kökten gelmektedir.
Âyet-i kerimede geçen
"dâbbe (mealde: Her türden canlı)" kelimesi bütün canlıları kapsayan
bir ifadedir. Bazıları kuşları "dâbbe" kelimesinin kapsamı dışında
kabul etmekle birlikte bu görüş reddedilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yerde yürüyen ne kadar canlı (dâbbe) varsa hepsinin rızkını vermek
Allah'a aittir." (Hud, 11/6) Çünkü kuş da bazı hallerinde iki ayağı
üzerinde yerin üzerinde hareket eder. Nitekim şair el-A'şâ şöyle demektedir:
"Suya giden her
yolda vadinin bağırtlak kuşlarının debelenmesi..."[174]
Alkame b. Abede de der ki:
"Yıldırımları
kuşları'nın bir kıpırdanış (debib)dır." [175]
"Rüzgârları
estirişinde..." buyruğunda sözü geçen estiriş: (tasrîf) Rüzgârları kısır
ve aşılayıcı, aşırı soğuk ve sesli, yardım, helak edici, sıcak, soğuk, yumuşak
ve fırtına şeklinde şiddetli olarak estirilmesi demektir. Rüzgârların
estirilmesi güney, kuzey, batı, doğu (saba) ve rüzgâr esen iki cihet arasından
gelen ara yön rüzgârları demektir, de denilmiştir.
Bir başka açıklamaya
göre rüzgârların estirilmesi, büyük gemileri de küçük gemileri de aynı şekilde
sürükleyecek kadar esmesi ve her ikisini de onlara zarar verecek şeylerden
koruması demektir. Yelkenlerinin büyük ya da küçük olması önemli değildir.
Çünkü rüzgar eğer tek bir parça halinde gelmiş olsaydı yelkenlere çarpar ve bu
yelkenli gemilerin batmasına sebep olurdu.
Riyâh (rüzgârlar)
kelimesi "rîh" kelimesinin çoğuludur. Rüzgâra çoğunlukla huzur ve
sükûn (ravh) getirdiğinden dolayı bu ad verilmiştir.
Ebû Davud'un
rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a)'ı şöyle derken
dinledim: "Rüzgâr Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. Rahmet de
getirir, azap da getirir. Onu gördüğünüzde ona sövmeyiniz, Allah'tan hayrını
isteyiniz, şerrinden de Allah'a sığınınız." [176]
Bu hadisi aynı şekilde
İbn Mâce de Sünen'inde şöylece rivayet etmektedir: Bize Ebu Bekr b. Ebi Şeybe
anlattı. Bize Yahya b. Said anlattı. Yahya, el-Evzaî'den, o ez-Zührî'den
anlattı. ez-Zührî dedi ki: Bize Sabit ez-Zürakî, Ebu Hureyre'den naklederek
dedi ki: Rasûlullah (s.a) şöyle buyurdu: "Rüzgara sövmeyiniz. Çünkü o
Allah'ın kullarına rahmeti cümlesindendir. Rahmet ile de gelir, azab ile de.
Fakat siz Allah'tan onun hayrını isteyiniz ve kötülüğünden de Allah'a
sığınınız." [177]
Peygamber (s.a)'ın
şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Rüzgâra sövmeyiniz, çünkü rüzgâr
Rahmanın nefesindendir." Bunun anlamı şudur: Şanı yüce Allah, rüzgâra,
ferahlık vermek, rahat nefes aldırmak ve dinlendirmek özelliğini vermiştir.
Buradaki izafe, yani rüzgârın Rahman'ın nefesine izafe edilmesi, fiilin O'nun
tarafından yapılmasından dolayıdır. Yani, şanı yüce olan Allah rüzgârı bu
şekilde takdir etmiştir.
Müslim'in Sahih'inde
de İbn Abbas'tan Peygamber (s.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Ben (Ahzab gününde) saba rüzgânyla muzaffer kılındım, Ad kavmi ise Debûr
(batıdan esen rüzgâr) ile helak oldu."[178]
İşte bu da şanı yüce
Allah'ın Peygamber (s.a)'ı Ahzab günü estirdiği rüzgârlar ile sıkıntıdan
kurtardığına dair gelen haberlerin anlamını dile getirmektedir. Yüce Allah bu
hususta şöyle buyurmuştur: "Biz de onların üzerine bir rüzgâr ve
görmediğiniz ordular göndermiştik" (el-Ahzab, 33/9)
Günlük konuşmalar
esnasında: "Allah filan kişinin dünya kederlerinden bir kederini
nefeşlendirdi." Yani açtı denilir.
Müslim'in Sahih'inde
de Ebu Hureyre (r.a)'dan -aynı kelime kullanılarak-Hz. Peygamber'in şöyle
buyurduğu nakledilmektedir: "Her kim müslüman bir kimsenin dünya
kederlerinden bir kederini açarsa Allah da o kimsenin kıyamet günü
kederlerinden bir kederini açar." [179]
Şair de der ki:
"Saba rüzgârı
estiği vakit
Kederli birisinin
ciğeri üzerinden, kederleri açılıp gider gibi."
İbnü'l-Â'rabî der ki:
Nesim (esinti) rüzgârın ilk estiği sıralardır. "Rih" (rüzgâr)
kelimesinin aslı rûh şeklindedir. Bundan dolayı azlık belirten çoğulu "ervah"
şeklinde gelir. "Eryah" diye gelmez. Çünkü bu kelimenin asıl harfleri
arasında ya değil vav vardır, "Riyali" denilmesi ise çokluğu ifade
etmek ve ya'nın ra harfinin esreli oluşu ile münasib geldiğinden dolayıdır. Hz.
Hafsa'ya nis-bet edilen Mushafta ise şeklinde yazılıdır. [180]
Yüce Allah'ın:
"Rüzgârları estirişinde" buyruğunda geçen (ve rüzgârlar anlamına
gelen): "er-Riyâh" kelimesini Hamza ve el-Kisaî tekil olarak
"er-rîh: Rüzgâr" şeklinde okumuştur. Aynı şekilde el-A'raf (7/57),
el-Kehf (18/45) İbrahim (14/18), en-Neml (27/63), er-Rûm (30/48), Fâtır
(35/9), eş-Şûrâ (42/33), el-Câsiye (45/5)'daki kelimeleri de tekil olarak okurlar.
Buralarda aralarında okuyuş farkı yoktur.
İbn Kesir de A'raf,
Nemi, Rum, Fa tır ve Şûra sûrelerindeki kelimeleri onlar gibi okurken, Hamza:
"Rüzgârları aşılayıcılar..." (el-Hicr, 15/22)'de tekil olarak, İbn
Kesir de: "Ve O rüzgârları müjdeleyin olarak gönderendir."
(el-Furkan, 25/48)'dekini de tekil olarak okumuştur. Geri kalan kıraat imamları
ise İbrahim ile Şûra sûrelerindekiler dışında hepsini çoğul olarak okumuşlardır.
Bu iki sûredekini de çoğul olarak sadece Nâfi' okumuştur. Yedi kıraat imamının
bu yerler dışında kalan kelimelerde ihtilafları sözkonusu değildir.
Rum Sûresi'nde sözünü
ettiğimiz "rüzgârlar" kelimesi (sürede) ikinci olarak geçendir.
Yani: "Allah O'durki rüzgârları gönderip..." (er-Rûm, 30/48)
âyetidir. Diğeri olan: "Müjdeleyiciler olarak rüzgârları göndermesi"
(er-Rum, 30/46) âyetindeki "rüzgârlar" kelimesinin çoğul olarak
okunduğu hususunda kıraat farklılıkları yoktur.
Ebu Ca'fer Yezid b.
el-Ka'ka ise, eğer başında- elif-lam var ise, Kur'ân'ın tümünde
"er-riyah" şeklinde çoğul okumuştur. Ancak: "Yahut rüzgâr onu
uzak bir yere atmış gibidir." (el-Hacc, 22/31) buyruğu ile: "Kısır
rüzgârı" (ez-Zâ-riyat, 51/41) buyruklarını istisna etmektedir. Şayet bu
kelimenin başında elif-lam yok ise tekil olarak okur.
"er-Rîh
(rüzgâr)" kelimesini tekil olarak okuyan, bunun aza da çoğa da delalet
eden cins ismi oluşundan dolayı böyle okur. Çoğul olarak okuyan da rüzgârların
estiği cihetlerin birbirinden farklı olduğundan dolayı çoğul okur.
Rahmet kelimesiyle
birlikte çoğul, azab ile birlikte tekil olarak okuyanların bu şekildeki kıraat
sebepleri ise, Kur'ân-ı Kerim'de çoğunluğu gözönün-de bulundurmasından
dolayıdır. Mesela: "Rüzgârları müjdeciler olarak..." (er-Rum, 30/46)
ile "Kısır rüzgârı" (ez-Zâriyat, 51/41) buyruklarında olduğu gibi.
Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de rahmet ile anıldığı zaman çoğul, azab ile anıldığı
zaman tekil olarak gelmiştir. Yunus Sûresi'nde yer alan: "Onlar da güzel
bir rüzgâr ile onları götürdüklerinde" (Yunus, 10/22) âyeti bundan
istisnadır.
Rasûlullah (s.a)ın da
rüzgâr estiğinde şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Allah'ım, sen bunu
rüzgârlar kıl, bir rüzgâr kılma." [181]
Buna sebep ise şudur: Azap rüzgârı oldukça şiddetlidir ve adeta tek bir cisim
parçası imiş gibi bu rüzgârın cüzleri birbirine bitişiktir, ardarda gelir. Rahmet
rüzgân ise yumuşak ve bölüm bölümdür. Bundan dolayı ona "riyâh
(rüzgârlar)" adı verilmiştir.
Yunus Sûresi'nde
"gemiler" ile birlikte sözkonusu edildiğinde tekil olarak kullanılış
sebebine gelince: Gemilerin yol almasını sağlayan rüzgâr bitişik tek bir
rüzgâr gibidir. Daha sonra ayrıca "güzel" olmakla da nitelendirilerek
bu rüzgâr ile azap rüzgarı arasındaki ortak yanlar ortadan kaldırılmış
olmaktadır. [182]
İlim adamları der ki:
Rüzgâr havanın hareket etmesidir. Bu kimi zaman şiddetli olur, kimi zaman da
zayıf. Eğer havanın hareketi kıble yönünden başlayıp kıbleye doğru giderse bu
rüzgâra "sabâ rüzgârı" adı verilir. Eğer havanın hareketi kıblenin
gerisinden başlayıp kıble tarafına doğru giderse bu rüzgâra da "debûr
rüzgârı" denilir. Hava hareketi kıblenin sağından başlayıp soluna doğru
giderse buna "güney rüzgarı" adı verilir. Hava hareketi kıblenin
solundan başlayıp sağına doğru giderse buna da "kuzey rüzgârı" adı
verilir.
Bu rüzgârlardan her
birisinin kendine göre bir tabiatı vardır. Bu rüzgârların faydası da tabiatına
göre değişiktir. Saba rüzgârı sıcak ve kurudur. Debur rüzgârı soğuk ve
nemlidir. Güney rüzgârı sıcak ve nemlidir. Kuzey rüzgârı soğuk ve kurudur.
Bu rüzgârların farklı
tabiatta olması senenin mevsimlerinin de farklı olmasına benzer. Şöyle ki:
Yüce Allah zamanı dört mevsime ayırmıştır. Bunların ayrılık esasları havanın
halindeki değişikliğe göredir.
Yüce Allah ilk mevsim
olan bahar mevsimini sıcak ve nemli kılmıştır. Bu mevsimde yeşerme ve gelişip
büyüme sözkonusudur. Bu mevsimde sular (yağmurlar) yağar. Yeryüzü
güzelliklerini çıkartır, bitkisini yeşertir. İnsanlar ağaç dikmeye ve pek çok
ekinleri ekmeye koyulur. Hayvanlar bu mevsimde doğum yapar, sütler çoğalır.
Bahar bitti mi,
arkasından iki özellikten biri olan sıcaklıkta bahara benzeyen yaz mevsimi
gelir. Diğer bir özelliği olan nemlilik açısından da bu mevsimden ayrılır.
Çünkü yazın hava sıcak ve kurudur. Bu mevsimde meyveler olgunlaşır, baharın
ekilen taneler kurumaya başlar.
Yaz mevsimi sona erdi
mi onun arkasından iki özelliğinden birisi olan kurulukta yaza benzeyen
sonbahar mevsimi gelir. Diğer özelliği olan sıcaklıkta ise yazdan ayrıdır.
Çünkü sonbahar mevsiminde hava soğuk ve kurudur. Bu mevsimde meyvelerin
olgunlaşması son bulur. Artık kurumaya ve içindeki sular çekilmeye başlar ve
bu halleriyle meyveler saklanacak duruma gelirler. Bu mevsimde meyveler
kopartılır, üzüm bağları bozulur ve artık ağaçlardan meyve toplanma işi biter.
Sonbahar mevsimi bitti
mi arkasından kış mevsimi gelir. Bu mevsim de iki özelliğinden birisi olan
soğuklukta sonbahara yakındır. Ancak diğer özelliği olan kurulukta ondan
farklıdır. Çünkü kışın havalar soğuk ve rutubetlidir. Bu mevsimde çokça yağmur
ve kar yağar. Topraklar dinlenen bir beden gibi dinlenir. Tekrar yüce Allah,
yeryüzüne baharın sıcaklığını yere iade edinceye kadar hareket etmez. Bu
sıcaklık nem ile bir araya geldi mi işte şanı yüce Allah'ın izniyle o vakit
yeşermeler ve büyümeler ortaya çıkar.
Sözünü ettiğimiz
rüzgârların dışında pek çok rüzârlar daha esebilir. Ancak asıl olan bu dört
rüzgârdır. İki rüzgâr arasında esen her bir rüzgârın hükmü estiği cihet
itibariyle hangisine daha yakın ise, o yakın olduğu rüzgârın hükmünü alır ve
buna "en-nekbâ" adı verilir. [183]
Yüce Allah'ın:
"Ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş olan bulutta.."
buyruğuna gelince...
Burada sözü geçen buluta "es-Sehâb" adının verilmesi bulutun havada
sürüp gelmesi dolayısıyladır. Yerde sürülen eteğin toplanması, filan kişinin
filana karşı cüretkârca davranması, çokça yemek, içmek gibi anlamlar da aynı
kökten gelir.
Müsahhar kdınmış
(boyun eğdirilmiş) ise, emre verilmiş gibi anlamlara gelir. Bulutun müsahhar
kılınması ise bir yerden bir yere gönderilmesi şeklinde olur. Onun müsahhar
kılınışının gök ile yer arasında direksiz ve askısız durmasıdır. Birinci
açıklama ise daha açık ve üstündür. Bulut, kimi zaman su iie kimi zaman azafo
île geîebiüt.
Müslim'in Ebu Hureyre
(r.a)'dan rivayet ettiğine göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Bir
keresinde adamın birisi düzlük bir yerde bulunurken bir buluttan: Filanın
bahçesini sula, diye bir ses işitir. O bulut bir kenara ayrıldı ve suyunu kara
taşlık bir arazi üzerinde akıttı. Orada bulunan bir su yoluna yağan bütün
yağmurlar toplandı. Adam o suyu takibetti. Bahçesinde ayakta duran ve elindeki
kazmasıyla suyun yönünü değiştiren bir adam gördü. Ona: Ey Allah'ın kulu, adın
nedir? diye sorar. O da bulutta söylendiğini işittiği adı söyler. Daha sonra
adam sorana: Ey Allah'ın kulu, ya sen bana adımı ne diye soruyorsun? diye
sorunca şöyle der: Ben şu suyu yağdıran bulutta senin adını söyleyerek:
Filanın bahçesini sula, diyen bir ses işittim. Sen bunu ne yapıyorsun diye
sorar. Şu cevabı verir: Madem sen bunu söylüyorsun (ben de sana anlatayım): Ben
buradan aldığım mahsule bakıyorum. Onun üçte birini tasadduk ediyorum, üçte
birini ben ve çoluk çocuğum yiyoruz, geri kalan üçte birini ise tekrar buraya
(tohum olarak) iade ediyorum" Bir rivayette de: "Üçte birini
fakirlere, dilencilere ve yolculara veriyorum" denilmektedir. [184]
Kur'ân-ı Kerim'de de
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O Allah ki, rüzgârları gönderip
bulutları hareket ettirir. O bulutları ölmüş bir beldeye süreriz de o yeri
-ölümünden sonra- canlandırırız." (Fâtır, 35/9); "Nihayet bunlar (rüzgârlar)
ağır ağır bulutları kaldırınca biz onları ölmüş bir beldeye süreriz..."
(el-A'raf, 7/57) Bu anlamdaki buyruklar Kur'ân-ı Kerim'de pek çoktur.
İbn Mâce, Aişe (r.
anha)'dan rivayetine göre Peygamber (s.a) ufuklardan birisinden bir bulutun
gelmekte olduğunu görünce namazda olsa dahi işini bırakır o buluta doğru
yönelir ve: "Allah'ım, bizler sana bu bulut ile gönderilen şeyin
şerrinden sığınırız" derdi. O buluttan yağmur yağarsa, iki yahut üç defa
da: "Allah'ım, bunu faydalı bir mahsul kıl" derdi. Şayet o bulutu
açar ve ondan yağmur gelmezse bundan dolay) da Allah'a hamû ü sena ederdi.[185] Bu
hadisi bu anlamda Müslim, Peygamber (s.a)'ın hanımı Hz. Aişe'den şöylece rivayet
etmektedir: Rasûlullah (s.a) rüzgârlı ve bulutlu gün oldu mu bunun etkileri
onun yüzünde görülür, ileri geri gider gelirdi. Yağmur yağarsa "buna
sevinir ve "bu sıkıntısı giâerâi. liz. Aışe ûer"Ki: Ona sordum
"Dana şöyle dedi: "Ben bu bulutun ümmetime musallat kılınan bir azab
olduğundan korktum." Yağmur yağdığını görünce de: "Bu bir
rahmettir" derdi. Bir diğer rivayette de şöyle demiştir: "Belki de ya
Aişe, bu bulut Âd kavminin dediği şeklindedir: "Onlar onu kendilerine yönelmiş
bir bulut halinde görünce: Bu bize yağmur getiren bir buluttur, dediler.."
(el-Ahkâf, 46/24)[186]
İşte bu hadis-i
şeriflerle bu âyet-i kerimeler birinci görüşün lehine ve bulutların müsahhar
kılınışının sabit kalmaları anlamına gelmediğine delildir. Doğrusunu en iyi
bilen yüce Allah'tır.
Çünkü "sabit
olmak" bir yerden bir yere taşınmamayı ifade eder. Eğer "sabit
olmak" ile anlatılmak istenen bulutların semada da yerde de olmayıp havada
bulunması kastediliyor ise bu doğrudur. Çünkü yüce Allah burada: "Gökle
yer arasında" diye buyurmaktadır. Bununla birlikte bulutlar müsahhar kılınmıştır
ve bu ikisi arasında taşınmaktadır. Bu ise Allah'ın kudretini daha büyük bir
şekilde gösterir. Tıpkı havadaki kuş gibi.
Yüce Allah bu hususta
şöyle buyurmaktadır: "Onlar gök boşluğunda müsahhar kılınmış kuşları
görmezler mi? Onları Allah'tan başkası tutmuyor." (en-Nahl, 16/79) Bir
başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Üstlerinde saf saf dizilip
kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmediler mi? Onları Rahman (olan
Allah)dan başkası tutmuyor..." (el-Mülk, 67/19) [187]
Ka'b el-Ahbar,
bulutlar yağmurun eleğidir. Şayet su semadan indiğinde bu bulut olmasa yerde
neyin üzerine düşerse onu bozardı, der. Bunu Ka'b'dan İbn Abbas rivayet
etmiştir. el-Hatib Ebu Bekr Ahmed b. Ali, bunu Muaz b. Abdulah b. Hubeyb
el-Cühenî'den şöylece zikretmektedir: Selemeoğulları arasında bulunduğum bir
sırada İbn Abbas'ın dişi bir katır üzerinde yanımızdan geçtiğini gördüm. Onun
da yanından Ka'b'ın hanımının oğlu olan Tubey' geçti, İbn Abbas'a selam verdi.
İbn Abbas ona: Ka'b el-Ahbar'ın bulut hakkında herhangi bir şey söylediğini
duydun mu? diye sorar. Çocuk: Evet şöyle dediğini duydum der: Bulut yağmurun
eleğidir. Semadan su indiğinde eğer bulut olmasa o su yerde neyin üzerine
düşerse onu bozardı. İbn Abbas soran Peki sen Ka'b'ı bir sene bir tür bitki
ertesi sene ondan başka bir bitki bitiren yer hakkında bir şey söylerken
dinledin mi? Yine o: Evet der. Bu hususta şöyle derken onu dinledim: Tohum
semadan iner. İbn Abbas der ki: Ben de Ka'b'dan böyle dediğini dinledim. [188]
"... aklı eren
bir topluluk için nice âyetler" Allah'ın birliğine kudretine delil olan
belgeler "vardır."
Bundan dolayı yüce
Allah, bütün bu hususları: "Hepinizin ilâhı tek bir
ilâhtır"
buyruğunun akabinde sözkonusu etmiştir ki, bunlarla bu âyet-i kerimeden önce
sözünü ettiği yüce Allah'ın vahdaniyyetine, rahmetine ve yaratıklarına olan
şefkatine dair verdiği haberin doğruluğunu ortaya koysun diye. Peygamber
(s.a)'ın: "Bu âyet-i kerimeyi okuyup da onu ağzından dışarı fırlatanın vay
haline!" diye buyurduğu rivayet edilmiştir.[189]
Yani üzerinde tefekkür etmeyip gereken ibreti çıkarmayanın vay haline!
Bu sözler bunların
kendi kendilerini meydana getirmiş olabileceklerini reddetmemektedir, diyene
şu şekilde cevap verilir:
Senin bu dediğin
imkânsız birşeydir. Çünkü sözü geçen bu hususlar (ve başkaları) şayet kendi
kendilerini meydana getirmiş ise onlar ya var iken bu hususları meydana
getirmişlerdir veya yok iken meydana getirmişlerdir. Eğer yok oldukları halde
bunların meydana geldiği söylenecek olursa bu imkânsız birşeydir. Çünkü
birşeyin meydana getirilmesi ancak hayat sahibi, bilen, kudret sahibi ve irade
sahibi birisinden beklenebilir. Var olmayan birşeyin ise bu niteliklere sahip
olması düşünülemez. Eğer bunlar var ise zaten onların varlığı kendi kendilerini
meydana getirmelerine ihtiyaç bırakmaz. Yine, şayet onların dedikleri kabul
edilebilecek birşey olursa (mesela) bir yapının kendi kendisini meydana
getirmesi de mümkün olur. Aynı şekilde ahşap bir malzemenin, dokumanın da öyle
olması gerekirdi. Bu ise imkânsızdır. Bizi imkânsız bir sonuca götüren şeyin
kendisi de imkânsızdır.
Diğer taraftan yüce
Allah, bu âyet-i kerimede bizlere vahdaniyyetinden söz ederken sadece haber
vermekle yetinmiyor, bununla birlikte Kur'ân-ı Ke-rim'deki pek çok âyet-i
kerime de aklımızı kullanıp düşünmemizi, ibretle bunlar üzerinde aklımızı
kullanmamızı da emretmektedir. Yüce Peygamberine şöyle buyurmuştur: "De
ki: Göklerde ve yerde neler var, bir bakın." (Yunus, 10/101) Burada
kendilerine hitab edilmesi istenen kâfirlerdir. Çünkü yüce Allah:
"(Fakat) o âyetler ve korkutmalar, iman etmeyecek bir kavim için ne fayda
verir ki?" (Yunus, 10/101) diye buyurulmaktadır. Yüce Allah bir başka yerde
de şöyle buyurmaktadır: "Onlar göklerin ve yerin melekûtuna... bakıp düşünmezler
mi?" (el-A'raf, 7/185) "Melekût" ile kastedilen âyetlerdir
(belgelerdir.) Bir başka yerde de: "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler
vardır) görmez misiniz?" (ez-Zâriyat, 51/21) diye buyurmaktadır.
Yüce Allah, buyuruyor
ki: Onlar, bütün bunlara tefekkür ve ibretle, düşünme yoluyla bakmazlar mı ki,
bunların hadislere (sonradan olan değişikliklere) ve değişimlere maruz
kalmasını, sonradan yaratıldıklarının delili olarak görsünler ve ihdas edilen
(var edilen, yaratılan) birşeyin mutlaka kendisini yapan bir yapıcıya ihtiyacı
olduğunu, bu yapıcının hikmeti sonsuz, alim, kadir, mürid, semi', basîr ve
mütekellim olduğunun delili olarak görsünler?
Çünkü eğer o bu
sıfatlara sahip olmazsa, insanın bundan daha kâmil olması sözkonusu olurdu ki
buna da imkân yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz
insanı" yani Adem (a.s)'ı "süzülmüş bir çamurdan yarattık. Sonra
onu" yani onun soyundan gelenleri "bir nutfe kılıp sağlam bir
karargâha yerleştirdik... Sonra da Kıyamet gününde elbette diriltileceksiniz."
(el-Mü'minun, 23/12-16)
İnsan bu uyarıcı
buyruklar ışığında kendisine verilmiş bulunan akıl ile kendi nefsi hakkında
düşünecek olursa, bu nefsin belli bir şekilde düzene konulduğunu, değişik
hallere göre yönlendirilmiş olduğunu görür. Kendisi önce bir nutfe iken ondan
sonra bir alaka (sülüğü andıran bir kan pıhtısı) ondan sonra bir çiğnemlik et,
sonra et ve kemik olmuştur.
Bunu düşündüğü
takdirde insan eksik halden kemal haline doğru kendisini nakledenin kendisi
olmadığını bilir. Çünkü o aklının olgunluğunu ifade eden en üstün hali ve
herhangi bir organının en güçlü seviyesini bizzat var etme gücüne sahip
değildir.
Organlarına da
herhangi bir organı fazladan ekleyemez. Bu, onun eksik ve zaaf hallerinde böyle
bir şeyi öncelikle yapamayacağını ona gösterir. İnsan kendisini önce genç,
sonra olgunluk yaşında, sonra da yaşlı olarak görür. Gençlik ve güçlülük
halinden yaşlılık ve kocamışlık haline kendi kendisini taşıyan o değildir.
Kendisi için bu hali seçen de o değildir. Yaşlılık halini bir kenara itip
gençlrk gücünü geri getirmek imkânına da sahip değildir.
İşte kendi kendisini
bu şekilde halden hale geçirenin kendisi olmadığını, kendisini var eden bir
yaratıcının, bir durumdan ötekine taşıyan bir taşıyıcının olduğunu böylelikle
bilir. Şayet bu olmasaydı bu şekilde bir taşıyıcı ve tedbir edici olmaksızın
onun hallerinde herhangi bir değişiklik olmazdı.
Bir hakîm şöyle
demiştir: Büyük alemdeki herşeyin mutlaka insanın bedeni olan küçük alemde bir
benzeri vardır. İşte bundan dolayı yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Andolsun ki Biz insanı ahsen-i takvimde (en güzel bir surette)
yarattık." (et-Tîn, 95/4); "Kendi nefislerinizde de (nice âyetler)
vardır. Görmez misiniz?" (ez-Zâriyat, 51/21)
Mesela, insanın duyu
organları, ışık veren yıldızlardan daha şereflidir. İnsanın görmesi ve
işitmesi idrak edilen şeyleri bunlar vasıtasıyla idrak etmesi açısından güneşi
ve ayı andırır. İnsanın organları çürüdükten sonra yer cinsinden toprak
olurlar. Yine insanda su cinsinden, ter ve bedende diğer ıslak azalar vardır.
Hava türünden insanda ruh ve nefes vardır. Ateş türünden ise insanda hararet
vardır. Damarları ise yeryüzündeki nehirler konumunda, ciğeri nehirleri besleyen
pınarlar konumundadır. Çünkü damarlar ciğerden alacaklarını alırlar. İnsanın
mesanesi denizi andırır. Çünkü bedende bulunan değişik bölgeler nehirlerin
denize aktığı gibi, akıtacaklarını buraya akıtırlar. İnsanın kemikleri
yeryüzünün kazıkları durumunda olan dağlar gibidir. Azaları da ağaçları
andırır. Herbir ağacın yaprakları ya da meyveleri olduğu gibi her bir organın
da bir fiili ya da etkisi vardır. İnsanın bedeni üzerindeki saç ve kıllar
yeryüzü üzerindeki bitki ve ot durumundadır. Diğer taraftan insan dili ile
bütün canlıların seslerini taklit edebilin Azalarıyla da bütün canlıların
yaptığının benzerini yapar. Buna göre bu küçük alem büyük alem ile birlikte
aynı yaratıcının yaratığı ve sonradan varettiği varlık (muhdes)dir. O'ndan
başka hiçbir ilah yoktur. [190]
165.
İnsanlar arasında Allah'tan başkasını eş edinenler de vardır. Onları Allah'ı
sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır.
Zulmedenler azabı görecekleri vakit bütün kuvvetin gerçekten Allah'ın olduğunu
ve Allah'ın pek çetin azab sahibi olduğunu görselerdi!..
Yüce Allah bundan
önceki âyet-i kerimede vahdâniyyetine, kudretine, egemenliğinin azametine
delalet eden hususları haber verdikten sonra, burada da akıl sahiplerinin
kaçınılmaz olarak kabul etmek durumunda oldukları bunca âyete rağmen, Allah'a
eşler koşan kimselerin bulunduğunu haber vermektedir.
Eşler anlamına gelen
"endâd" kelimesinin tekili "nid"dir. Daha önceden
(el-Bakara, 2/22. âyette 6. başlıkda) buna dair açıklamalarda bulunulmuştur.
Bunlarla anlatılmak istenen ise Mücahid'in görüşüne göre; aciz olmalarına rağmen
Allah'a ibadet eder gibi ibadet ettikleri putlar ve heykellerdir.
"Onları Allah'ı
sever gibi severler." el-Müberred'in açıklamasına göre, onlar putlannı
batıl üzere olmalarına rağmen, mü'minlerin hak üzere Allah'a olan sevgileri
gibi severler. Zeccâc'ın açıklaması da bu anlama gelmektedir. Yani onlar
putlarına acizliklerine rağmen, mü'minlerin kudreti sonsuz Allah'a besledikleri
sevginin benzerini beslerler.
İbn Abbas ve es-Süddî
de şöyle demektedir: Burada "eş edinilenler"den kasıt kendilerine
uyulan başkanlardır. Allah'a isyanı gerektiren hususlarda bu başkanlarına itaat
ederler. Nitekim "onları... severler" zamiri, bu esasa göre (akıl
sahibi varlıklar hakkında kullanılan zamir şeklinde) gelmiştir. Birinci
açıklamaya göre ise putlara ait olması gereken bu zamir, asla aykırı olarak
akıl sahibi olan varlıkların zamiri gibi gelmiştir.
İbn Keysân ve yine
ez-Zeccâc, ayrıca şöyle derler: "Onları Allah'ı sever gibi severler"
buyruğunun anlamı Allah'a ve putlarına besledikleri sevgiyi eşit tutarlar,
demektir. Ebû İshak (ez-Zeccâc) der ki: Sahih olan görüş işte budur. Bunun
doğruluğunun delili ise (biraz sonra gelen): "İman edenlerin Allah'a
sevgisi ise en sağlamdır" buyruğudur.
Ebû Recâ:"
Onları., severler" buyruğunu ya harfini fethalı okumuştur. Bu türden
Kur'ân-ı Kerim'deki bütün kelimeleri böylece okumuştur. Bu bir şivedir.
el-Ferrâ der ki: Ebu Turab bana şu beyiti okudu:
"Ona olan sevgim
dolayısıyla siyahları severim, Ona olan sevgimden dolayı siyah köpekleri dahi
sevmeye başladım."
Yüce Allah'ın:
"Edinenler" buyruğundaki: " ...enler* mübtedâ olarak ref
mahallindedir. Edinen" şeklinde fiilin tekil gelmesi, "...en..."
anlamını veren edatın lafzına uygundur. Kur'ân'ın dışında (benzeri kullanımlarda)
fiilin şeklinde çoğul zamiri ile birlikte manaya uygun olarak kullanılması
mümkündür. Âyet-i kerimede Onları severler" anlamındaki fiilin çoğul
zamiri ile kullanılması, manaya nazarandır. Fiil tekil zamiri ile
kullanılırsa, lafza uygun kullanılmış olur. "Severler" buyruğu,
"edinen" fiilindeki zamirin halini bildirdiğinden nasb
mahallindedir. "Eşler" kelimesinin sıfatı da kabul edilebilir. sever
gibi" buyruğundaki benzetme edatı, mahzuf (düşürülmüş) bir masdarın
sıfatıdır. Onları Allah sevgisine benzeyen bir sevgi ile severler, demektir.
"İman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır." Yani putperestlerin,
putlarına, başkanlarına uyanların uydukları kimselerin duydukları sevgiden
daha sağlam bir sevgi ile Allah'ı severler.
Yüce Allah'ın burada:
"İman edenlerin Allah'a sevgisi ise en sağlamdır" diye buyurması yüce
Allah'ın evvela onları sevdiği, ondan sonra da onların yüce Allah'ı
sevmelerinden dolayıdır. Sevildiği kişi tarafından sevdiğine tanıklık edilenin
sevgisi daha bir eksiksizdir ve tamdır. Yüce Allah: "O onları sever,
onlarda O'nu severler." (el-Maide, 5/54) diye buyurmaktadır. İleride yüce
Allah'ın izniyle (Al-i İmran, 3/31. âyetin tefsirinde) mü'minlerin Allah'a
sevgisine ve Allah'ın mü'minlere olan sevgisine dair açıklamalar gelecektir.
"Zulmedenler
azabı görecekleri vakit, bütün kuvvetin gerçekten Allah'ın olduğunu ve Allah'ın
pek çetin azab sahibi olduğunu görselerdi." Medi-neliler ile Şamlılar
kelimesindeki "ye" harfini te ile okurlar. (Buna göre anlamı:
Görseydin olur). Mekke ile Kûfelilerin ve Ebû Amr'ın kıraati ise ya iledir. Ebu
Ubeyd'in tercihi de budur.
Âyet-i kerimenin
maksadının tam olarak anlaşılması biraz zordur ve âyette hazif vardır. Ebû
Ubeyd der ki: Bunun anlamı şudur: Eğer zulmedenler dünyada iken ahiret azabını
görecek olurlarsa hiç şüphesiz onlar bunu gördükleri vakit gücün bütünüyle
yalnızca Allah'ın olduğunu da bileceklerdir.
Buna göre
"görselerdi" buyruğundan kasıt göz ile görmektir.
en-Nehhas
"Meâni'l-Kur'ân" adlı eserinde şöyle demektedir: İşte müfessirlerin
benimsediği görüş de budur. Ancak "İ'rabu'l-Kur'ân" adlı eserinde ise
şöyle demektedir: Muhammed b. Yezid'den şöyle dediği rivayet edilmiştir. Ebu
Ubeyd'in yaptığı bu açıklama uzak bir ihtimaldir. Bu hususta kullandığı
ifadeler o kadar da güzel değildir. Çünkü "o zulmedenler azabı görecek
olsalar" diye bir takdirî ifadede bulunmaktadır. Sanki bu azabın
görülmesinde şüphe varmış gibi bir anlam çıkmaktadır. Halbuki yüce Allah bu
azabı vâ-cib (gerekli ve kaçınılmaz) kılmıştır. Takdir Ebu Ubeyd'in dediği gibi
değil, fakat el-Ahfeş'in de benimsediği görüşe göre şöyledir: Eğer zulmedenler
gücün Allah'a ait olduğunu görselerdi... Burada "görmek" bilmek
anlamındadır. Yani eğer onlar gerçekten kuvvetin yalnızca aziz ve celil olan
Allah'ın olduğunu ve azabının ne kadar şiddetli olduğunu bilselerdi, o
takdirde uydurma ilahlar edinmelerinin zararını da açık açık görürlerdi.
Nitekim yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Sen onları
Rablerinin huzurunda bulunduruldukları zaman bir görseydin." (el-En'am,
6/30); "Sen onları ateşin karşısında durdurulduklarında bir görsen."
(el-En'am, 6/27) Burada şart edatının cevabı verilmemiştir. ez-Zührî ve Katade
der ki: Bu cevabın zikredilmemesi tehdidin daha da ağır olduğunu ifade etmek
içindir. Bir kimsenin şöyle demesine benzer: Sen filanı sırtına kamçılar inip
kalkarken bir görseydin...
"Görselerdi"
kelimesini "görseydin" anlamına gelecek şekilde "te" harfiyle
okuyanların okuyuşuna göre ifadenin takdiri şöyle olur: Ya Muhammed, sen o
zalimleri azabı görecekleri azaptan korkup onun ne kadar büyük olduğunu
farkedecekleri zaman bir görsen, şüphesiz gücün muhakkak Allah'a ait olduğunu
ikrar ve kabul edeceklerdir. Buna göre şartın cevabı bu anlamda gizlidir.
Bir diğer takdire göre
şöyle olur: Ya Muhammed, sen azabı gördükleri ve ondan korktukları zaman
zalimlerin halini bir görsen. Sen kuvvetin bütünüyle yalnızca Allah'ın
olduğunu kesinlikle bilirdin. Peygamber (s.a) zaten bunu biliyordu. Fakat ona
bu şekilde hitap edilmesinden kasıt onun ümmetidir. Çünkü onun ümmeti arasında
böyle bir şeyi müşahede etmek suretiyle bilgisini güçlendirmeye ihtiyacı
olanlar vardır.
Bunun anlamının şöyle
olması da mümkündür: Ya Muhammed, sen zalim olana bunu söyle; şeklinde...
Burada buyruğun: ... Çünkü kuvvet bütünüyle yalnızca Allah'ındır... şeklinde
değerlendirilebileceği de söylenmiştir. Si-beveyh'in delil gösterdiği şu
beyitte olduğu gibi:
"Ve ben kerem
sahibinin kabahatini onun (kötülükleri) saklaması dolayısıyla bağışlarım Ve
kerim davranarak adi kimsenin sövmesinden de yüzçeviririm."
Bu açıklamaya göre
âyet-i kerimenin bu bölümünün anlamı şöyle olur: Ya Muhammed, sen o zalimleri
azabı gördükleri vakit bir görsen -kuvvet yalnızca Allah'ın olduğu için-
onların ne derece bir cezaya çarptırıldıklarını bilir ve kendilerine isabet
eden bu azabın çok büyük olduğunu anlardın.
Burada di'li geçmiş
(mazi) tabiri gelecekte olacak bu hususlar hakkında kullanılmıştır. Bundan
maksat durumun daha bir anlaşılır olmasını sağlamak ve bu işlerin
gerçekleşeceğinin sihhatini, doğruluğunu daha açık bir şekilde ortaya
koymaktır. İbn Âmir, tek başına " Görecekleri" kelimesindeki ye
harfi ötreli olarak okumaktadır. (Buna göre mana: Azabın kendilerine
gösterileceği vakit., şeklinde olur). Diğerleri ise "ye" harfini
fetlıalı olarak okurlar.
el-Hasen, Yakub,
Şeybe, Sellâm ve Ebu Ca'fer ise kelimelerini şeklinde okurlar. O tadirde bu
kelimeler yeni bir cümlenin başlangıcı olur veya bunlardan önce
"söylemek" kökünden türeyen bir fiil takdir edilir. Yani: Keşke sen
zulmedenleri azabı gördükleri vakit bir görsen. Muhakkak kuvvet yalnızca
Allah'ındır, derler...
Bu âyet-i kerimenin
nassı ile kuvvetin yalnızca Allah'ın olduğu isbat edilmektedir. Halbuki
Mu'tezile kadim sıfatların manalarının bulunmadığını ileri sürerken bu nassa
muhalif kanaat ortaya koymaktadır. Allah onların söylediklerinden yüce ve
münezzehtir. [191]
166. O zaman
kendilerine uyulanlar uyanlardan uzaklaşırlar. O azabı görmüş, aralarındaki
ilişkiler de kopup gitmiş olacaktır.
"O zaman
kendilerine uyutanlar" Katade, Ata ve er-Rabi'den nakledildiğine göre
efendiler ve başkanlar, küfür üzere kendilerine "uyanlardan uzaklaşırlar."
Yine Katade ve es-Süddî şöyle derler: Bunlar insanlardan uzak olacaklarını
belirtecek olan saptırıcı şeytanlardır. Bunun kendisine uyulan her kişi hakkında
genel olduğu da söylenmiştir.
Uyanlar da kendilerine
uyulanlar da "o azabı görmüş., olacaktır." Çünkü dünya hayatında onu
gözleriyle görecek olurlarsa ona kesin olarak inanırlar. Bunun ahirette
amellerinin kendilerine sunulması ve sorgulanmaları esnasında olacağı da
söylenmiştir.
Derim ki: Her iki
şekil de hasıl olur. Çünkü onlar ölüm esnasında uğrayacakları aşağılık
durumları görürler. Ahirette de can yıkıcı azabı ve ibretli cezayı tadarlar.
"Aralarındaki
ilişkiler", Mücahid ve başkalarının açıklamasına göre dünya hayatında
aralarındaki akrabalık ve buna benzer çeşitli ilişkiler "de kopmuş
olacaktır."
el-Esbâb:
(İlişkiler)in tekili sebep'tir. Sebep, asıl anlamı itibariyle birşeye bağlanıp
onunla o şeyin çekildiği ip demektir. Daha sonra herhangi bir şeyi çeker
durumdaki herşeye "sebep" denilir olmuştur. es-Süddî ve İbn Zeyd der
ki: Burada sözü geçen sebepler (ilişkiler) onların amelleri demektir. Yani
kendileriyle amelleri arasındaki ilişki kopup gitmiş olacaktır. Sebep aynı
zamanda yan ve taraf anlamına da gelir. Züheyr'in şu beyiti bu anlamdadır:
"Her kim ölümün
esbabından korkarsa onlar gelip onu bulur
İsterse merdiven ile
semanın esbabına (kıyısına, kenarına) çıkmaya kalkışsın." [192]
167.
Uyanlar: "Bizim için bir dönüş olsaydı da bizden uzaklaşıp gittikleri
gibi biz de onlardan uzaklaşırdık" derler. Böylece Allah hasretler halinde
amellerini kendilerine gösterecektir. Ve onlar cehennemden çıkacak da
değillerdir.
"Uyanlar: 'Bizim
için bir dönüş" önceki hale, duruma bir avdet "olsaydı" buna
imkân bulunsaydı, gerçekleşseydi, "de bizden uzaklaşıp gittikleri gibi
biz de onlardan uzaklaşırdık' derler." Yani tabi olanlar şöyle diyeceklerdir:
Eğer bizler salih amel işlemek ve onlardan uzaklaşmak üzere dünyaya geri
gönderilecek olursak, "bizden uzaklaşıp gittikleri gibi biz de onlardan
uzaklaşırdık."
Teberrîz (uzaklaşmak),
ayrılıp gitmek, kopmak demektir.
"Böylece Allah
hasretler halinde amellerini kendilerine gösterecektir." Yani yüce Allah
onlara azabı göstereceği gibi amellerini de gösterecektir.
"Allah...
gösterecektir" buyruğunun gözle görmek ile alakalı olduğu söylenmiştir. O
takdirde "hasretler" kelimesi de hal olur. Kalbin görmesinden gelme
ihtimali de vardır. O takdirde "hasretler" üçüncü meful olur. (Buna
göre anlam: "Allah amellerini kendilerine gösterecektir, onlara hasretler
de gösterecektir" şeklinde olur).
"Amellerini"
er-Rabi', kasıt, işledikleri ve onlar sebebiyle cehennem azabına uğradıkları
bozuk amelleridir. İbn Mes'ud ve es-Süddî ise şöyle demektedir: Terkettikleri
ve bundan dolayı da cennetten mahrum bırakıldıkları sa-lih amelleridir. Bu
anlamda birtakım hadis-i şerifler de rivayet edilmiştir.
es-Süddî der ki:
Cennet onların tepelerine kaldırılır. Onlar cennete ve eğer itaat etmiş
olsalardı kendileri için ayrılan evlere bakarlar. Arkasından bu evleri
mü'minler arasında paylaştınlacaktır. İşte pişmanlık duyacakları vakit budur.
Bu amellerin onlara izafe edilmesi onları işlemekle emrolunmuş olmaları
açısındandır. Bozuk amellerinin kendilerine izafe edilmesi ise fiilen işlediklerine
göredir.
Hasret:
"Haserât" kelimesinin tekilidir. İsim olursa böyle kullanılır. Sıfat
yapılırsa, "Hasrât" şeklinde çoğulu yapılır. Kaybedilen, elde
edilemeyen birşey için duyulan pişmanlığın en ileri derecesidir. Tehassür ise
böyle bir-şey dolayısıyla insanın adeta canı çıkarcasına kederlenmesidir. Bu
kelime kesilen ve gücü kaybolan "hasîr"den türetilmiştir. Gücü biten
deve gibi. Bu kelimenin "üzerini açmak" anlamından türetildiği de söylenmiştir.
Nitekim beraberinde zırhı bulunmayan kimseye "el-Hâsir" denir. Geri
açılıp püskürtül-meye de "el-inhisar" denilir.
"Ve onlar
cehennemden çıkacak da değillerdir." Bu da kâfirlerin cehennemde ebedî
kalacaklarına ve oradan da hiçbir şekilde çıkmayacaklarına delildir. Ehl-i
Sünnet'in kabul ettiği görüş bu âyet-i kerime ve yüce Allah'ın şu buyruğu
sebebiyle bu doğrultudadır: "Onlar deve, iğne deliğine girmedikçe cennete
giremezler." (el-A'raf, 7/40) Buna dair açıklamalar ileride gelecektir. [193]
168. Ey
İnsanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin. Şeytanın
adımlarına uymayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır.
Buyruğuna dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
"Ey
insanlar.." âyetinin Sakîf, Huzaa ve Mudlicoğullarının kendileri için
haram kıldıkları davarlar hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte
lafız umumidir.
Burada "temiz
(et-tayyib)": Helal anlamınadır. Buna göre kelime farklı olduğu için
helal anlamını te'kid etmektedir. İmam Malik'in et-Tayyib hakkındaki
açıklaması bu şekildedir.
Şafii de şöyle der:
et-Tayyib, lezzetli olan şey demektir. Buna göre bu (helâlden) başka bir
çeşiti anlatan bir kelimedir. O bakımdan pis olan hayvanın yenmesi yasaktır.
Buna dair açıklamalar ileride el-En'am Sûresi'nde (6/145. âyet) ile el-A'raf
Sûresi'nde (7/57. âyet 6. başlık) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. [194]
"Helâl ve temiz
olarak yeyin" buyruğu haldir. Mef ul olduğu da söylenmiştir. (Buna göre,
helal ve temiz olanları yeyin anlamında olur).
Helale bu adın veriliş
sebebi, yasak düğümünün ondan çözülmüş olmasıdır. Sehl b. Abdullah şöyle der:
Kurtuluş üç şeydedir: Helal yemek, farzları eda etmek ve Peygamber (s.a)'a
uymak.
Ebu Abdullah es-Sâcî
diye bilinen Said b. Yezid de şöyle demektedir: Beş özellik ile ilim tamam
olur: Bunlar yüce Allah'ı bilmek, hakkı bilmek, amelini Allah için ihlâsla
yapmak, sünnet üzere amel etmek ve helâl yemek. Bunlardan birisi olmadı mı
amel Allah'a yükseltilmez.
Sehl de der ki: Helâl
yemek ancak ilim ile sahih olabilir. Malın helâl olması ise altı özellikten
uzak olmasına bağlıdır: Faiz, haram, suht (her türlü haram ve kötü kaynağı
kapsayan genel bir isim) ğulûl (genel olarak hırsızlık, hainlik, özellikle de
ganimet hırsızlığı), mekruh ve şüpheler. [195]
"Şeytanın
adımlarına uymayın." Bu bir nehy (yasaklama)dır.
Hutuvât, Adımlar:
"hatve" ile "hutve"nin çoğuludur. Her ikisi de aynı anlamdadır.
el-Ferra der ki: "hatavât" kelimesi "hatve"nin çoğuludur.
"Hatve" ise iki ayak arası uzaklık (adım) demektir. el-Cevherî der
ki: "Azlık çoğulu: şekillerinde çokluk çoğulu ise şeklinde gelir...
"Hatve" bir adım demektir. Hatevât ve hitâ' şeklinde gelir.
İmruu'l-Kays der ki:
"Koşusu var,
ceylanların koşmasını andıran, Kimi vadiyi adımlarla (koşmaksızın) geçer, kimi
vadiyi de
yağmur gibi (hızlı
geçer)."
Ebu's-Simâl el-Adevi
ile Ubeyd b. Umeyr kelimesini hı ve ü
harf i
lerini üstün okuyarak
şeklinde okumuşlardır.
Ali b. Ebi Talib,
Katade, el-A'rec, Amr b. Meymûn ve el-A'meş'ten bu kelimenin hı ve ti harfleri
ötreli ve vav üzerinde hemze ile şeklinde okumuşlardır. el-Ahfeş der ki: Onlar
bu şekilde okumak ile burdaki kelimenin adım atmaktan değil de hatadan gelen
"hatîe" (günah)ın çoğulu olduğunu benimsemiş gibidirler.
Cumhurun okuyuşuna
göre buyruğun anlamı şöyle olur: Şeytanın izinden gitmeyin, onun davranışlarını
takib etmeyin. Şeriat hakkında birşey varid olmaz ise şeytana nisbet edilir.
İbn Abbas der ki:
"Şeytanın adımları"ndan kasıt onun amelleridir. Mü-cahid ise:
Şeytanın günahları, es-Süddî ona itaat, Ebu Miclez ise masiyet olan hususları
adamaktır, demişlerdir. Derim ki: Doğrusu şu ki, bu lafız sünnet ve şer'î
buyrukların ifade ettiği hükümler dışında kalan her türlü bid'at ve ma-siyeti
ifade eden genel bir lafızdır. Şeytana dair daha önceden (istiâze bahsi onuncu
başlıkta) yeteri kadar açıklamalar geçmiş bulunmaktadır[196]
"Çünkü o sizin
için apaçık bir düşmandır." Yüce Allah, şeytanın düşman olduğunu bize
bildirmektedir. O'nun bize verdiği haber ise hak ve doğrudur. O halde aklı
başında olan bir kimsenin yapması gereken, Hz. Adem zamanından beri
düşmanlığını açıkça ortaya koyan, kendisini ve bütün ömrünü, Ademoğullarının
hallerini bozmaya harcayan böyle bir düşmana karşı gereken uyanıklığı
göstermek ve tedbiri almaktır. Şanı yüce Allah, şeytana karşı uyanık ve
tedbirli olmayı emrederken şöyle buyurmaktadır:
"Şeytanın
adımlarına uymayın, çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır." Başka
yerlerde de şöyle buyurmaktadır: "O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve
Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." (el-Baka-ra,
2/169); "Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size hayasızlığı
emreder." (el-Bakara, 2/268); "Şeytan da onları uzak bir sapıklıkla
büsbütün saptırmak ister." (en-Nisa, 4/60); "Muhakkak şeytan, içki ve
kumarla aranıza kin ve düşmanlık bırakmak, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan
alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz mi?" (el-Maide, 5/91); "Şüphesiz
ki o apaçık saptırıcı bir düşmandır." (el-Kasas, 28/15); "Şüphe yok
ki şeytan sizin bir düşmanınızdır, siz de onu düşman edinin. O topluluğunu
ancak cehennemin arkadaşlarından olsunlar diye çağırır." (Fatır, 35/6)
İşte bunlar
sakındırmanın en ileri derecesini ifade ederler. Kur'ân-ı Ke-rim'de bu tür
buyruklar ise pek çoktur. Abdullah b. Ömer der ki: Gerçek şu ki İblis, yerin en
alt tabakasında bağlıdır. Hareket ettiği vakit yeryüzündeki her türlü şer de
harekete geçer. İki kişi ve daha çok sayıda kimseler arasındaki bütün
kötülükler, onun hareket edip kıpırdanmasındandır.
Tirmizî'nin de Ebu
Malik el-Eş'arî'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şu ifadeler yer almaktadır:
"Ve ben sizlere Allah'ı anmanızı emrediyorum. Bunun misali şuna benzer:
Bir adamın ardından düşmanları da çabucak onu takib etmektedirler. Nihayet
oldukça sağlam bir kaleye varınca kendisini onlardan kurtarır. İşte kulun
durumu da böyledir. Ancak Allah'ı anmakla koruyabilir kendisini
şeytandan..." Tirmizî bu hadis hakkında: Hasen, sahih, garib bir hadistir,
demektedir. [197]
169- O size
ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bimedlğiniz şeyleri söylemenizi
emreder.
"O size ancak
kötülüğü ve hayasızlığı... emreder." Kötülüğe (es-sû') bu adın veriliş
sebebi kötü akıbetleri dolayısıyla bu işi işleyenin üzülmesine, kötülük
görmesine sebep teşkil ettiğinden dolayıdır. Üzüntü ve keder anlamına da
gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar onun yakın olduğunu görünce
o kâfirlerin yüzü kötüleşiverir. (es-Sû' ile aynı kökten)" (el-Mülk,
67/27) Şair de şöyle der:
"Şu zaman üzmüş
ise de beni
Zamanın beni
sevindirdiği uzun vakitler de olmuştur
Her ikisi de benim
için farketmez
Birisi için şükür,
öteki için sabır sözkonusudur."
Kötülük (el-fahşâ) ise
aslında çirkin görünüş demektir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"Ve beyaz
ceylanın boynu gibi bir boyun; fakat görünüşü hiç de çirkin olmayan."
Daha sonra bu kelime
çirkin manalar hakkında da kullanılır olmuştur.
Birşeyin güzel veya
çirkin olduğunu tesbit eden şeriattir. Şeriatin yasakladığı herşey fahşâdan (çirkinliklerden)
sayılır. Mukâtil der ki: Kur'ân-ı Ke-rim'de sözü geçen bütün
"el-fehşâ" tabirlerinden kasıt zinadır. Yüce Allah'ın şu buyruğu
müstesna: "Şeytan sizi fakir olacaksınız diye korkutur ve size fah-şâyı
emreder." (el-Bakara, 2/268) Burada ise fahşâdan kasıt zekâtın engellenmesidir.
Derim ki: İşte buna
göre: es-Sû' haddi gerektirmeyen kötülükler, el-fahşâ ise haddi gerektiren
kötülük ve hayasızlıklar demektir, denilmiştir. Bu şekildeki açıklama İbn
Abbas ve başkalarından da nakledilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Ve Allah'a karşı
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder." Taberi der ki: Yüce Allah
burada onların haram kıldıkları bahire, sâibe ve buna benzer şerîat (yasa)
yaptıkları, haram kıldıkları şeyleri kast etmektedir.
Buradaki
"söylemenizi" anlamındaki buyruk, "kötülüğü ve hayasızlığı"
anlamında buyruğa atıf ile cer mahallindedir. [198]
170. Onlara:
"Allah'ın indirdiğine uyun" denildiği zaman onlar: "Hayır, biz
atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları birşeye
akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:
"Onlara"
Arap kâfirlerine, İbn Abbas'a göre yahudilere, Taberî'ye göre ise daha önce geçen:
"Ey insanlar... yeyin" buyruğundaki "insanlara" aittir. Kimisine
göre de: "İnsanlar arasında Allah'tan başkasını eş edinenler de vardır"
buyruğundaki "insanlar arasında"ya ait olduğu da söylenmiştir.
"Allah'ın
indirdiğine" onu kabul etmek ve gereğince amel etmek suretiyle "uyun
denildiği zaman onlar hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız
derler."
Şair elfeynâ
(bulduğumuz) kelimesini aynı anlamda şu beyitinde şöylece kullanmıştır:
"Ben onu kınayıcı
bulmadım;
Allah'ı da pek az
müstesna anıcı görmedim." [199]
"Ya ataları
birşeye akıl erdirememiş ve doğruyu da bulamamış idiyseler" buyruğun
başındaki elif, soru edatıdır. Ondan sonra gelen vâv harfinin üstün gelmesi ise
atıf vâv'ı oluşundandır. Burada cümlenin cümleye atf edilmesi sözkonusudur.
Çünkü atalarına uyan kimselerin: Akıl erdiremeseler dahi; biz yine de
atalarımıza uyarız, deyip onların yollarına bağlı kalmaları, tutarsızlığın,
bozukluğun en ileri derecesidir. İşte bu şekilde onlara yöneltilen soru ile
bağlılıklarının mahiyeti onlara söyletilmiş (takrir edilmiş) olmaktadır. Çünkü
atalarının durumu gerçekten de böyledir.
İlim adamlarımız der
ki: Bu âyet-i kerimenin lafızlanndaki güçlü ifade, taklidin batıl olduğu
anlamını vermektedir. Buna benzer bir başka âyet-i kerime de şöyledir:
"Onlara: Allah'ın indirdiğine ve rasûlüne geliniz, denildiği zaman:
'Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" dediler..."
(el-Maide, 5/104)
Bu âyet-i kerime ile
ondan önceki âyet-i kerime, daha önce gelen âyet ile ilişkilidir. Çünkü yüce
Allah kıt akıl ve görüşlerine dayanarak bahîre, sâibe ve vasîleye ait kestirip
attıkları hükümlerdeki bilgisizliklerinden, cahilliklerinden söz etmektedir.
Onlar bu cahilce tutumlarına, bunun atalarını üzerinde bul-duklan bir iş olduğunu
ve bu hususta atalanna uyduklarını delil diye ileri sürdüler. Diğer taraftan
Allah'ın Rasûlüne indirdiğini ve dininde emrettiklerini ter-kettiler. Bu
âyetteki "onlara" zamiri her iki âyette de bunlara râcidir. [200]
Bazıları bu âyet-i
kerimeyi taklidi yermek için ele alırlar. Çünkü burada yüce Allah batılda
atalanna tabi olduklarından, küfür ve masiyette onların izinden gittiklerinden
dolayı kâfirleri yermektedir.
Bu âyet-i kerimeyi
batılda taklid aleyhine delil kullanmak doğrudur. Hak üzere taklid ise dinin
asıllarından bir asıldır. Müslümanların sığınaklarından bir sığınaktır. Gerekli
incelemeyi yapmak imkânına sahip olmayan, bilgi edinmekte kusurlu müslüman
buna sığınır.
Biraz sonra geleceği
üzere usûle (itikâdi konulara) dair mes'elelerde caiz olup olmadığı hususunda
ilim adamları arasında görüş ayrılığı varsa da, fer'î mes'elelerde caiz oluşu
sahihtir, doğrudur. [201]
İlim adamlarına göre
taklidin gerçek mahiyeti, delilsiz olarak bir görüşü kabul etmektir. Buna göre
Peygamber (s.a)'ın buyruğunu, mucizesini tetkik etmeksizin kabul eden bir kimse
taklid etmiş olur. Bu mucizeyi tetkik eden kimse ise mukallid olmaz. Taklidin,
söylediği sözün doğruluğunu bilmediği kimsenin fetvasının doğru olduğuna
itikad etmek, anlamında olduğu da söylenmiştir.
Taklid, sözlükte
devenin kiladesi (yuları)ndan alınmadır. Devenin boynuna kendisi ile çekilecek
ipin konulmasına Araplar "taklid" derler. Mukallid adeta bütün
işlerini kendisini istediği tarafa çekip götürecek birisinin eline vermiş gibi
değerlendirilmektedir. Nitekim şair şöyle demektedir:
"İşinizi taklid
ediniz (yani komutasını kabul ediniz) Allah iyiliğinizi versin Kahraman yürekli
ve savaş işini çok iyi bilene." [202]
Taklid bilgi edinmenin
yolu değildir. Bilgiye de ulaştırmaz. Usûlde de fu-rû'da da bu böyledir. Bu,
aklî ilimler ile dinî ilimlerle uğraşanların çoğunluğunun kabul ettiği
görüştür. Haşviyye ve Sa'lebiyye'ye mensup cahil birtakım kimselerden ise, taklidin
hakkı bilmenin bir yolu olduğunun nakledilmesi ve vacip olanın bu olduğu,
tetkik ve araştırmanın haram olduğu şeklindeki nakiller ise buna muhaliftir.
Onlara karşı bu hususta getirilen deliller "fıkıh usûlü"
kitaplarındadır. [203]
Ehil olmadığı için
hükümleri asıl kaynaklarından çıkartmak ile uğraşmak imkânına sahip olmayan
avamdan olan kimsenin, dini ile ilgili bilmediği ve ihtiyaç duyduğu şeylerde
izlemesi farz olan tutum, çağında ve bulunduğu beldede en âlim olan kimseye
gidip karşı karşıya kaldığı durumu ona sorması ve bu hususta onun fetvasına
uymasıdır. Çünkü yüce Allah: "Eğer bilmiyorsanız zikir (ilim) erbabına
sorunuz" (en-Nahl, 16/43; el-Enbiya, 21/7) diye buyurmaktadır. Bu durumda
kişi, gereken araştırmayı yapıp çağının en bilgili olanını bilmek için gayret
harcamakla yükümlüdür. Öyle ki, onun bu şekilde kabul ettiği kişinin çoğunluk
tarafından böyle olduğu üzerinde ittifak olmalıdır.
Diğer taraftan ilim
adamı olan bir kimsenin, eğer o hususa dair nasıl bir delil getirileceğini
bilemiyor ve gereği gibi tetkik etmek imkânına sahip olmadığı, bununla beraber
üzerinde yeniden düşünüp maksadını elde edinceye kadar yeniden ele almak
istediği bir durum ile karşı karşıya kalıp gerekli araştırma için yeterli
vakit bulunmazsa ve bu sebepten dolayı da (konu ile ilgili) ibadetin vaktinin
geçmesinden korkarsa ya da hükmün vaktinin geçmesinden çekinirse; kendisi gibi
ilim adamı olan bir kimseyi taklid etmesi farz olur. Taklid ettiği diğer
müctehidin sahabî olup olmaması arasında fark yoktur. . Kadı Ebu Bekir ile
muhakkiklerden bir grubun kabul ettiği görüş budur. [204]
İbn Atiyye der ki: Ümmet, akâid ile ilgili hususlarda
taklidin batıl olduğunu icma ile kabul etmektedir. Ancak Kadı Ebû Bekr b.
el-Arabî, Ebu Amr Osman b. İsa b. Derbâs eş-Şafıî gibileri bu hususta farklı
görüşlerin olduğundan söz etmektedirler. İbn Derbâs "el-İntisâr"
adlı eserinde şunlan söylemektedir: Bazı kimseler Tevhid hususunda taklidin
caiz olduğunu söylemişlerdir. Ancak yüce Allah'ın şu buyruğu sebebiyle bu
görüş hatalıdır: "Biz atalarımızı bir ümmet (din) üzere bulduk ve bizler
onların izlerine uyan kimseleriz." (ez-Zuhruf, 43/23). Yüce Allah burada
atalarını taklid edip peygamberlere uymayı terkettiklerinden dolayı bu gibi
kimseleri yermektedir. Nitekim heva ehli olan kimselerin de büyüklerini taklid
edip Muhammed (s.a)'ın getirdiği dine tabi olmayı terketmeleri de böyledir.
Çünkü mükellef olan herkesin tevhidi öğrenmesi ve bunu kesin olarak bilmesi
farzdır. Bu ise –tevhid âyetinde (el-Bakara, 2/163)
açıkladığımız gibi - ancak Kitap ve Sünnetten elde edilebilir. Allah
dilediğine hidâyet verir.
İbn Derbâs der ki: Sapık fırkalara mensup
olan kimseler Kitap ve Sünnete sımsıkı sarılan kimselerin mukallid olduklannı
çokça söylemektedirler. Ancak bu, onların düştükleri bir hatadır. Aksine
taklid onlara daha layık ve onların kabul ettikleri görüşlere daha uygundur.
Çünkü onlar Allah'ın Kitabına, Resûlü’nün sünnetine ve ashab-ı kiramın icmaına
muhalefet ettikleri hususlarda efendilerinin ve büyük kabul ettikleri
kimselerin sözlerini benimsemişlerdir. Böylelikle onlar yüce Allah'ın şu
buyruklarında yerdiği kimselerin kapsamına girerler: "Rabbimiz, gerçekten
biz efendilerimize, büyüklerimize itaat ettik de onlar da bizi yoldan
saptırdılar., ve onları en büyük lanet ile lanetle." (el-Ahzâb,
33/67-68); "Biz babalarımızı bir ümmet (din) üzere bulduk ve muhakkak
bizler onların izlerine uyanlarız.." (ez-Zuhruf, 43/23). Daha sonra
peygamberine şunu bildirmektedir: "Dedi ki: Ben size atalarınızı üzerinde
bulduğunuzdan daha doğrusunu getirsem de mi? Onlar: Şüphesiz bizler sizin
gönderildiğiniz şeyleri inkâr edenleriz, dediler." (ez-Zuhruf, 43/24) Daha
sonra yüce Allah peygamberine: "Bunun üzerine biz de onlardan intikam
aldık." (ez-Zuhruf, 43/25) diye buyurmaktadır. Böylelikle yüce Allah
hidâyetin ancak onun gönderdiği peygamberlerin getirdiklerinde olduğunu beyan
etmektedir.
İtikâdî konularda gelen haberlere bağlı
kalarak, biz imamlarımızı atalarımızı ve insanları Kitap, Sünnet ve ümmetin
salih selefinin icmaını delil kabul eder bulduk; demeleri ile ötekilerinin: Biz
atalarımızı böyle bulduk, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik,
demeleri arasında en ufak bir ilişki yoktur. Çünkü birinci kesim bu
tutumlarını Allah tarafından indirilen hükme ve Rasûlüne tabi olmaya nisbet
ederken, diğerleri uydurmalarını batılcılara nis-bet etmekte, böylelikle
saptırmaları daha da ileri dereceye gitmiş olmaktadır. Nitekim yüce Allah
Kur'ân-ı Kerim'de şu buyruğunda bizlere naklettiği sözleri söyleyen Hz. Yusuf
u övmektedir: "Çünkü ben Allah'a inanmayan, ahi-reti inkâr eden bir kavmin
dinini terkettim. Onlar (aynı zamanda) ahireti de inkâr edenlerdir. Ben (onlar
yerine) atalarım İbrahim, İshak ve Yakub'un dinine uydum. Allah'a herhangi bir
şeyi ortak koşmamız bizim için olacak şey değildir. îşte bu bize ve insanlara
Allah'ın lütfudur." (Yusuf, 12/37-38)
Hz. Yusuf'un atalan; vahye tabi olan
peygamberler idiler. İşte yüce Allah'ın seçip beğendiği katıksız din de budur.
Hz. Yusuf'un atalarına bu şekilde uyması övülmeye değer nitelikleri
arasındadır. O peygamberlerin getirdikleri doğru haberler arasında arazlardan,
arazların cevherlerle (özlerle) ilişkilerinden ve onlardaki değişimlerden söz
edilmemektedir. İşte bu da bu gibi konularda (araz, cevher ve benzeri
mes'elelerde) hidâyet bulunmadığını ve bunları ortaya koyanların doğruyu bulan
kimseler olmadıklarını göstermektedir.
İbnu'l Hassâr da der ki: Bu gibi
kelimelerin dile dolanması ikiyüzüncü yıldan sonra Me'mun döneminde,
öncekilerin (filozofların) kitapları tercüme edilince görülür oldu. Yine bu
yıllarda âlemin kadîm olması, hadis olması ile cevher ve subûtu, araz ve
mahiyeti gibi hususlarda da ihtilafa düştükleri görüldü. Bid'atçiler ve
kalplerinde eğrilik bulunanlar bu terimleri çabucak ezber-leyiverdiler ve Ehl-i
Sünnet'e karşı alışkın olmadıkları şeyler söyleme yoluna gittiler, bu dine
mensup zayıf birtakım kimseleri şüpheye düşürmeye koyuldular. Nihayet bid'at
ortaya çıkıp bid'atçilerin taraftarları da oluşana kadar durum böylece sürdü.
Sultan da içinden çıkamadı ve nihayet o da Kur'ân'ın yaratıldığını söyledi.
İnsanları onu kabul etmeye mecbur etti ve bunu kabul etmesi için Ahmed b.
Hanbel'i dahi dövdü.
Şeyh Ebu'l Hasen el-Eş'arî ve Abdullah b.
Küllâb ile İbn Mücahid, Muha-sibî ve bunlara denk sünnet ehlinden birtakım ilim
adamları ortaya çıktı. Bid'atçilerle kendi kavramları üzerinde tartışmalar
yaptılar, sonra da onlarla çarpıştılar ve bizzat onların silahlarıyla onları
öldürdüler. Bu ümmete mensup Kitap ve sünnete sımsıkı yapışan müslüman
kimseler, inkarcıların şüphelerinden yüzçeviren kimseler idiler. Bunlar, cevher
ve araz gibi mes'ele-ler üzerinde akıl yormadılar. Selef bu yol üzere idi.
Derim ki: Şimdi, bu hususta din adına
mücadele vermek üzere kelamcı-lann terimlerini inceleyenlerin mevkii,
peygamberlerin mevkiine yakındır. Sahih rivayet ve haberleri kabul eden
mü'minlerin izlediği yola dil uzatıp ten-kid eden ve kelam kitaplarının
incelenmesini teşvik eden ve hakkı ancak bu terimler aracılığıyla bilen aşırıya
kaçmış kelamcılara gelince onlar, geçmiş imamların daha önceden izledikleri
yolu reddettiklerinden dolayı yerilmiş kimselerdir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
Delil ve belgeler ortaya koyarak tartışıp
münakaşa etmeye gelince, bu Kur'ân-ı Kerim'de apaçık bir husustur. Buna dair
açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle ileride (el-Hacc, 22/68-69; el-Ankebût,
29/46-47. âyetler açıklanırken) gelecektir. [205]
171. O inkâr edenlerin hali bağırıp
çağırmaktan başka birşey duymayana haykıranın haline benzer. Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler. Onun için akıl erdiremezler.
Yüce Allah, kâfirlere öğüt veren ve onlara
davette bulunan Muhammed (s.a)'ı, bağırıp çağırmaktan başka hiçbir şey duymayan
ve ne söylendiğini anlayamayan deve ve koyunlara seslenen çobanın durumuna
benzetmektedir.
İbn Abbas, Mücahid, İkrime, es-Süddî,
ez-Zeccâc, el-Ferrâ ve Sibeveyh böyle tefsir etmişlerdir ve bu buyruk son
derece veciz bir ifadedir.
Sibeveyh der ki: Kâfirler seslenip
çağırana değil, kendilerine seslenilen-lere benzetilmişlerdir. Yani: Ya
Muhammed, senin ve kâfirlerin misali, seslenen ve kendilerine seslenilip de
hiçbir şey anlayamayan davarların misaline benzer. Anlam buna delalet ettiği
için bu hazfedilmiştir.
İbn Zeyd de der ki: Bu buyruğun anlamı
şudur: İnkâr edenlerin cansız tanrılarına dua edip yalvarmaları, gece
karanlığında bağıran ve sesinin yankısını alanın durumuna benzer. Bağıran,
sesini işitmeyen kimseye bağırmaktadır. Ona cevap veren ise özünde hakîkat ve
fayda bulunmayan bir varlıktır.
Kutrub da der ki: Bu buyruğun anlamı
şudur: İnkâr eden kimselerin hiçbir şeyi anlayamayan şeylere yani putlara dua
edip yalvarmaları, nerede ol-duklanm bilmeksizin koyunlarına seslenen çobanın
durumuna benzer.
Taberî de şöyle demektedir: Burada
anlatılmak istenen kâfirlerin kendi tanrılarına dua etmelerinin oldukça
uzaktaki bir şeye seslenenin misaline benzediğidir. Bu kimse uzaklıktan dolayı
herhangi bir şey işitmemektedir. Seslenen kişi, kendisini yorgun ve bitap
düşüren bağırıp çağırmaktan başka hiçbir fayda görmez.
Son olarak verilen bu üç açıklama şeklinde
de kâfirler seslenip bağırana benzetilmekte, putlar da kendilerine
seslenilenlere benzetilmektedir.
Haykırmak (naîk): Koyunları gütme ve
onlara seslenmek demektir. Ko-yunlannı güdüp seslenen çoban hakkında
kullanılır. el-Ahtal da şöyle demektedir:
"Ey Cerir, sen koyunlarına seslen,
çünkü
Senin nefsin sana bu düzlük geniş arazide
cahilliği sevdirmiştir."
el-Kütebî der ki: Cerir, aslında koyun
çobanlığı yapan bir kimse değildi. O Küleyboğullarının koyun çobanlığı
yapmaktan dolayı ayıplanan kimseler olduğunu ve Cerir'in de onlardan birisi
olduğunu, dolayısıyla Cerir'in de onlar gibi cahil olduğunu anlatmak
istemiştir. Çünkü Araplar cahillikte koyun çobanlarını örnek gösterir ve:
"Koyun çobanından da daha cahil" derler, el-Kutebî der ki: Âyet-i
kerime ile ilgili böyle bir açıklama yolunu seçen de bir yol izlemiş olur. Şu
kadar var ki, bildiğimiz kadarıyla ilim adamlarından herhangi bir kimse böyle
bir açıklama yolunu seçmiş değildir.
Nida uzakta olana, duâ ise yakında olana
seslenmek demektir. Bundan dolayı uzaklara sesleniş olduğundan dolayı ezana
"namaz için nida" adı verilmiştir. Bu kelimenin asıl söylenişi
"nida" şeklinde olmakla birlikte bazen "nü-dâ" şeklinde de
söylenebilir.
Daha sonra yüce Allah kâfirleri sağır,
dilsiz ve körlere benzetmektedir. Buna dair açıklamalar ise sûrenin baş
taraflarında (el-Bakara, 2/18. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [206]
172. Ey iman edenler! Size rızık olarak
verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyiniz. Eğer yalnız O'na kulluk
ediyorsanız, Allah'a şükrediniz.
Bu buyruk daha önce (168. âyette) geçen
birinci emrin te'kidi mahiyetindedir. Burada faziletlerine işaret olsun diye
de özellikle mü'minler zikredilmiştir.
Yemekten kasıt bütün yönleriyle
faydalanmaktır. Alışılmış şekliyle yemek olduğu da söylenmiştir. Müslim'in
Sahih'inde Ebu Hureyre (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah
(s.a) buyurdu ki: "Ey insanlar, muhakkak ki Allah temizdir, ancak temiz
olanı kabul eder. Şüphesiz Allah mü'min-lere peygamberlere emrettiğini
emrederek şöyle buyurmuştur: "Ey peygamberler, temiz olan şeylerden yeyin
ve salih amel işleyin. Şüphesiz Ben yaptıklarınızı çok iyi bilenim."
(el-Mü'minun, 23/51) (Mü'minlere hitaben de) yine şöyle buyurmaktadır: "Ey
iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından
yeyin." Daha sonra (râvi) Hz. Peygamber'in saçı sakalına karışmış, toza
bulanmış, uzunca yolculuk yapıp da ya Rabbi, ya Rab-bi diye ellerini semaya
kaldırmakla birlikte yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve haram ile
beslenen bir kimseden söz etti (ve): Böyle birisinin duası nasıl kabul
edilir?" (diye buyurdu) [207]
"Eğer yalnız O'na kulluk ediyorsanız
Allah'a şükrediniz." Şükrün anlamı ile ilgili açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/52. âyet 3- başlık ve devamında) geçtiğinden burada
tekrarlamanın anlamı yoktur. [208]
173- O size meyteyi, kanı, domuz etini,
bir de Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Kim mecbur kalırsa saldırmamak
ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoknır. Şüphesiz ki Allah
Gafurdur, Rahimdir.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı otuzdört
başlık altında ele alacağız:
"O size ancak meyteyi.....haram
kıldı." Bu buyrukta yer alan “İnnemâ” kelimesi münhasıran bazı şeyleri
bildirmek üzere kullanılmaktadır. Hem olumluluk, hem olumsuzluk anlamını
ihtiva eder. Yani, hitabın kapsadıkları şeyler hakkında olumluluk, dışında
kalan şeyler hakkında da olumsuzluk ifade eder. Bu edat burada haram kılınan
şeylerin münhasıran neler olduğunu ifade etmektedir.
Özellikle de bu âyet-i kerime yüce
Allah'ın: "Ey iman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz
olanlarından yeyin" buyruğunun akabinde gelmiştir. Bu buyruk mutlak olarak
mubahlığı ifade etmektedir. Daha sonra yüce Allah, hasr edatı olan “İnnemâ”
kelimesiyle haram kılınan şeyleri zikretmektedir. Buna göre bunun her iki
kısmı (yani haramı da helali de) kapsaması gerekmektedir. Bu âyetin kapsamı
dışında haram kılınmış bir şey yoktur. Bu âyet, Medine'de inmiştir. Daha sonra
Arefe'de indiği rivayet olunan bir diğer âyet olan: "De ki: Bana
vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği şeyler olarak... başka
haram kılınmış birşey bilmiyorum." (el-En'am, 6/145) buyruğu ile bunu daha
da pekiştirmiş, böylelikle başta da sonda da beyan tam ve eksiksiz bir şekilde
gerçekleşmiş olmaktadır.
Bu açıklamalan İbnu'l Arabî yapmıştır.
İleride yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresinde işaret ettiğimiz âyet-i
kerimede açıklamalar yapılacaktır. [209]
"Meyte" kelimesi "haram
kıldı" kelimesi ile nasbedilmiştir. Bu buyruktaki "mâ" kâffe
(önceki âmilin amelini önleyen) edattır. Bunun ayrı yazılacak şekilde
"ellezi" anlamında ism-i mevsul olması da caizdir. O takdirde
"meyte kan ve domuz eti" kelimeleri "inne"nin haberi olmak
üzere merfu' okunur. İbn Ebi Able'nin kıraati böyledir. Bundan dolayı
"haram kıldı" da ism-i mevsul'a ait olan bir zamir söz konusu olur.
Yüce Allah'ın: "Onların yaptıkları ancak sihirbaz hilesidir."
(Ta-Ha, 20/69) buyruğu da buna benzemektedir.
Ebu Ca'fer, ha'yı ötreli, ra harfini
esreli, ondan sonra gelen isimleri de merfu' olmak üzere “” şeklinde
okumuştur. Bunu ya meçhul bir fiil olarak ya da "inne"nin haberi
olarak böyle okumuştur. (... haram kılındı, demek olur).
Ebu Ca'fer b. el-Ka'ka da:
"el-meyte" kelimesini şeddeli olarak "el-mey-yite" şeklinde
okumuştur. Taberî der ki: Bir grup dil alimi "meyt" ve "meyyit"
kelimelerinin şeddeli ve şeddesiz okunuşlarının iki ayrı söyleyiş olduğunu söylemişlerdir.
•Ebu Hatim ve başkaları ise şöyle
demektedir: Ölmüş olan hakkında her ikisi de kullanılır. Henüz ölmemiş hakkında
ise "meyt" diye şeddesiz olarak denilmez. Buna delil ise yüce
Allah'ın: "Muhakkak sen de öleceksin ve elbette onlar da öleceklerdir."
(ez-Zümer, 39/30) buyruğudur. Şair de şöyle demiştir:
"Ölüp de rahata kavuşan kimse
"meyt" değildir Asıl "meyt" olsa olsa yaşayan meyyitler
(ölüler)dir."
Henüz ölmemiş olan kişi ile ilgili olarak
bu kelimeyi hiçbir kimse şeddesiz olarak okumuş değildir. Bundan tek istisna
el-Bezzî'nin İbn Kesir'den rivayet ettiği: "Halbuki o ölmez."
(İbrahim, 14/17) buyruğudur. Ancak İbn Kesir'den gelen meşhur rivayet şeddeli
okunduğu şekildedir. Şairin:
"Temimlilerden bir meyt öldü mü
Yaşaması seni eğer sevindirirse, haydi
azık getir."
Şeklindeki sözlerine gelince; bununla
gerçek anlamda ölüyü kastetmiş olmasından daha beliğ bir hiciv olamaz. Bazı
kimseler ise onun ölüme yaklaşmış olanı kastettiği görüşündedir. Birincisi ise
daha meşhurdur. [210]
Meyte: Boğazlanabilen hayvanlardan şer'î
usûle göre boğazlanmaksızın canını veren hayvandır. Eti yenmeyen hayvanların
kesilmesi ise ölmesi gibidir. Yırtıcı hayvanlar ve benzerlerinde olduğu gibi.
Buna dair açıklamalar hem burada hem de yüce Allah'ın izniyle el-En'am
Sûresi'nde (el-En'am, 6/145. âyette) gelecektir. [211]
Bu âyet, umûmi olup Hz. Peygamber'in şu
buyruğu bunu tahsis etmektedir: "Bize iki ölü helal kılındı. Bunlar:
Balık ve çekirgedir. İki kan da helal kılındı. Bunlar da karaciğer ve
dalaktır."[212]
Bu hadisi Darakutnî rivayet etmiştir. Aynı şekilde Hz. Cabir'den gelen ve
anber balığı ile ilgili hadis-i şerif de senedinin sahih olması dolayısıyla
Kur'ân-ı Kerim'in umumî hükmünü tahsis etmektedir. Bu hadisi Bulıârî ile Müslim,
yüce Allah'ın: "Sizin için deniz avı., helal kılındı" (el-Maide,
5/96) buyruğu ile birlikte rivayet etmişlerdir. [213]
Ki orada yüce Allah'ın izniyle bu hususa
dair açıklamalar gelecektir.
İlim ehlinin büyük bir çoğunluğu ölüsüyle,
dirisiyle denizdeki bütün canlıların yenilmesinin caiz olduğu görüşündedirler.
İmam Malik'in kabul ettiği görüş de budur. Şu kadar var ki su domuzu [214]
ile ilgili cevap vermekten çekinmiş ve: Siz ona domuz diyorsunuz, demiştir.
İbnu'l-Kasım da şöyle demiştir: Ben onu yemekten uzak duruyorum, bununla
birlikte haram olduğu görüşünde değilim. [215]
İlim adamları yüce Allah'ın Kitabının
sünnet ile tahsis edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu hususta farklı
kanaatlere sahip olmakla birlikte; -İbnu'l Arabi'ye göre- zayıf hadis ile
Allah'ın Kitabının tahsis edilmesinin caiz olmadığını ittifakla kabul
etmişlerdir. Yine bu âyet-i kerimenin tahsis edildiğine dair Sahih-i Müslim'de
yer alan Abdullah b. Ebi Evfa'nın şu hadisi delil gösterilebilir. O şöyle
demektedir: Rasûlullah (s.a) ile birlikte yedi tane gazada bulunduk. Biz onunla
birlikte çekirge yiyorduk. [216]
Bu hadisin zahiri ister belli bir müdahale
ile olsun, isterse kendiliğinden olsun hangi şekilde ölürse ölsün çegirgenin
yenildiğini göstermektedir.
İbn Nafi', İbn Abdilhakem ve çoğu ilim
adamları bu görüştedir. Şafiî ve Ebu Hanife'nin de başkalarının da kabul ettiği
görüş budur.
Şu kadar var ki Malik ve onun çoğu
arkadaşları eğer kendiliğinden ölmüş ise çekirgenin yenmesini uygun
görmemişlerdir. Çünkü çekirge karada avlanan hayvanlardandır. Nitekim ihramh
bir kimsenin onu öldürmesi halinde ona karşılık ceza vermesi gerektiği bilinen
bir husustur. Bu açıdan o da ceylana benzemektedir.
Eşheb ise şöyle demektedir: Ayağının ya da
kanadının kesilmesinden dolayı çekirge ölürse yenmez. Çünkü bu yaşayabileceği
ve soyunun devam edebileceği bir haldir. İleride A'raf Sûresi'nde çekirgenin
hükmüne dair daha geniş açıklamalar (el-A'raf, 7/133. âyet 3 ve 4. başlıklarda)
gelecektir.
[217]
Meyteden veya necis şeylerden
yararlanmanın caiz olup olmadığı hususunda ilim adamlan arasında farklı
görüşler vardır. Bu konuda İmam Malik'ten gelen rivayetler de birbirinden
farklıdır. Bir defasında meyteden yararlanmanın caiz olduğunu söylemiştir.
Çünkü Peygamber (s.a) Hz Meymûne'ye ait (ve boğazlanmadan ölmüş) koyunun
yanından geçmiş ve: "Neden postunu almadınız?" demiştir. [218]
Bir başka seferinde de İmam Malik şöyle
demiştir: Meyte bütünüyle haramdır, onun herhangi bir parçasından da
yararlanmak caiz değildir. Necis olan herhangi bir şey ile de herhangi bir
şekilde yararlanmak caiz değildir.
Hatta necis olan bir su ile ekin ve
hayvanın dahi sulanması caiz değildir. Hayvanlara necis şeyler yem olarak
verilmez. Meyte, köpeklere, yırtıcı hayvanlara yedirilmez. Bununla birlikte
kendiliklerinden yerlerse engellenmezler.
Bu görüşe, yüce Allah'ın: "Meyte,
kan... üzerinize haram kılındı." (el-Maide, 5/3) buyruğunun zahirinden
anlaşılan mana açıklık getirmektedir. Bu buyruk herhangi bir şeyi tahsis
etmemektedir. Buradaki hitabın mücmel olduğunu söylemek de caiz değildir.
Çünkü mücmel zahirinden ne kastedildiği anlaşılmayan buyruktur. Araplar ise
yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize haram kılındı" buyruğundan yüce
Rabbimizin maksadını anlamışlardır. Yine Peygamber (s.a) "Meytenin
herhangi bir bölümünden yararlanmayınız" diye buyurmuştur.[219]
Ayrıca Abdullah b. Ukeym yoluyla gelen
hadis-i şerifte de şöyle denilmektedir: "Meytenin postundan da sinirinden
de yararlanmayınız." [220]
îşte Hz. Peygamber'in vefatından bir ay önce göndermiş olduğu mektubunda varid
olan açıklama da budur. Yüce Allah'ın izniyle en-Nahl Sûresi'nde (en-Nahl,
16/115. âyette) bu habere dair açıklama ayrıca gelecektir. [221]
Deve yahut inek ya da koyun kesilip de
karınlarında ölü bir cenin (yavru) bulunursa ayrıca onu kesmeksizin bu ölü
yavruyu yemek caizdir. Ancak canlı olarak çıkarsa o takdirde o da kesilir ve
kendine has hükmünü alır.
Çünkü annesinin kesiminden sonra cenin ölü
olarak çıkarılırsa, kesilen annenin organlarından bir organ gibi
değerlendirilir. Bunu açıklayan hususlardan birisi de şudur: Eğer koyunu satıp
karnındaki yavruyu istisna ederse bu caiz değildir. Tıpkı onun bir organını
satışın dışında bırakıp istisna etme halinde olduğu gibi. Böyle bir satışta
onun karnındaki yavrusu da diğer organları, gibi ona tabidir.
Aynı şekilde bir kimse cariyeyi
-karnındaki cenini bağımsız olarak azad etmeksizin dahi- azad ettiği takdirde
de hüküm budur. Şayet yavrusu ondan ayrılmış ise satışta olsun azat etmekte
olsun yavru ona tabi olmaz.
Hz. Cabir'den rivayet edildiğine göre
Rasûlullah (s.a)'a karınlarında ölü cenin bulunup da boğazlanan inek, koyun ve
deve.hakkında sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Arzu ettiğiniz taktirde
onu yeyiniz, Çünkü onun kesilmesi annesinin kesilmesidir." Bu hadisi Ebû
Dâvûd bu anlamı ile Ebu Said el-Hudrî'den rivayet etmiştir [222]
ki bu te'vil ihtimali olmayan açık bir nastır. İleride buna dair daha geniş
açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (5/3. âyet 7. başlıkta)
gelecektir.
[223]
Meytenin derisi tabaklanmak ile temizlenir
mi temizlenmez mi hususunda İmam Malik'ten farklı rivayetler gelmiştir. Ondan
gelen bir rivayete göre temizlenmez. Mezhebinin zahir görüşü budur.
Temizleneceğine dair rivayet de gelmiştir. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle
buyurmuştur: "Herhangi bir post tabaklandı mı artık o tahir olur." [224]
İmam Malik'in "temizlenmez"
şeklindeki görüşü şöyle açıklanır: Hayvanın postu da meytenin bir parçasıdır.
Eğer hayatta iken bu postu alınacak olursa necis olur. Ete kıyasen
tabaklamanın onu temizlememesi gerekir. Temizleneceğine dair haberler de
tabaklama işleminin derideki kirlilikleri izale edeceği şeklinde yorumlanır.
Böylelikle bu post ile kuru şeylerde ve üzerinde oturmak suretiyle faydalanmak
mümkün olabilir. Yine, su kırbası olarak da ondan yararlanmak caizdir. Çünkü
herhangi bir niteliği değişmediği sürece suda aslolan tahir olmaktır. Nitekim
ileride buna dair hükümler Furkan Sûresi'nde (25/48. âyette) gelecektir.
Taharet, pisliklerin izale edilmesi
şeklinde sözlük anlamıyla anlaşılabileceği gibi şer'î taharetin kastedileceği
şeklinde de anlaşılabilir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. [225]
Meytenin kılları ve yünü tahirdir. Çünkü
Umm Seleme (r. Anha)dan gelen rivayete göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Tabaklandığı takdirde meytenin derisinde, yıkandığı takirde de yün ve
kıllannda bir mahzur yoktur." [226]
Diğer taraftan bu kıl ve yün eğer hayvan
hayatta iken alınmış olsaydı tahir olacaktı. Ölümden sonra da bunların böyle
olması gerekir. Şu kadar var ki et, hayvan hayatta iken necis olduğundan dolayı
ölümünden sonraki hali de böyle olur. Buna göre yünün hayatta iken farklı bir
hükmü taşıdığı gibi, öldükten sonra da ondan farklı bir hüküm taşıması
gerekmesi aksi ile istidlalin gerektirdiği bir hükümdür.
Şu kadar var ki meyteden çıkan sütün ve
ölü tavuktan çıkan yumurtanın aynı hükmü taşıması gerekmez. Çünkü bize göre süt
ölümden sonra da tahirdir, yumurta da böyledir. Şu kadar var ki bunlar necis
bir yerde meydana geldiklerinden dolayı o necis yerde bulunduklan için
necistirler yoksa ölüm sebebiyle necis olmazlar. Bu mes'ele ile bundan önceki
mes'eleye dair daha geniş açıklamalar ve bu hususta ilim adamlarının farklı
kanaatleri ileride yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/115. âyette)
gelecektir.
[227]
Farenin içine düştüğü temiz şeylere
gelince onun iki hali sözkonusudur: Birincisi eğer fare canlı olarak
çıkartılabilmişse o tahirdir. Şayet fare düştüğü şeyin içinde ölmüşse bunun da
iki hali sözkonusudur: Ya içine düştüğü şey sıvıdır; o takdirde bütünüyle necis
olur, ya da içine düştüğü şey katıdır. O takdirde onun etrafı necis olur. Fare
ve çevresindekiler birlikte çıkartılıp atılır, geri kalan ile yararlanılır ve
aslı üzere geri kalan tahir kalmaya devam eder. Çünkü gelen rivayete göre
Peygamber (s.a)'e yağa düşüp de ölen fare hakkında soru sorulmuş o da şöyle
buyurmuştur: "Eğer içine düştüğü şey katı ise çev-resindekilerle birlikte
çıkartıp atınız; eğer sıvı ise (hepsini) dökünüz." [228]
İlim adamları (sıvı olan şeyin) yıkanması
hususunda farklı görüşlere sahiptir. Yıkamakla tahir olmayacağı söylenmiştir.
Çünkü bu da necis bir sıvıdır. O bakımdan kana, şaraba, sidiğe vesair necis
şeylere benzer. İbnu'1-Ka-sım da der ki: Yıkamakla tahir olur. Çünkü bu
necasete yakın olmak sebebiyle necis olmuş bir cisimdir. Bu açıdan elbiseye
benzer. Şu kadar var ki böyle birşeyi kan hakkında söylemek mümkün değildir.
Çünkü kan ayniyle ne-cistir. Şarap ve sidik de böyledir. Çünkü onları yıkamak,
bütünüyle onları ortadan kaldırmakdır, böyle bir işlem ise temizlik değildir. [229]
Böyle bir sıvıyı bu şekilde temizleyerek
taharetine hüküm verdiğimiz takdirde, taharet ve sair yararlanma yollan
açısından ilk haline döner. Şu kadar var ki durumu açıklamadıkça o şeyi satmaz.
Çünkü bu, insanlar nazarında bir kusurdur ve içleri böyle bir sıvıdan yararlanmayı
sindiremez. Aralarından böyle bir şeyin haram olduğuna ve necis olduğuna
inananlar da vardır. O bakımdan diğer kusurlu şeylerde olduğu gibi kusurunu
açıklamadıkça satması cajz değildir. Yıkamadan önce satması ise hiçbir şekilde
caiz değildir. Çünkü İmam Malik'e göre necis şeylerin satılması caiz değildir.
Ayrıca necis olan şey, bir sıvı olduğundan dolayı şaraba benzer. Peygamber
(s.a)'a şarap bedeli hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: "Allah
yahudilere lanet etsin. Onlara içyağlan haram kılındı. Kendileri ise
içyağlarını erittiler ve onun erimiş yağlarını satıp paralarını yediler." [230]
Ayrıca yüce Allah birşeyi haram kıldığı
takdirde onun bedelini de haram kılar. Böyle bir sıvı ise necis olduğundan
dolayı haramdır ve o bakımdan zahir hükmü gereğince onun bedelinin de haram
kılınması gerekmektedir. [231]
Bir tencereye uçan bir kuş veya bir başka
hayvan düştüğü ve öldüğü takdirde hükmün ne olacağı hususunda farklı rivayetler
vardır. İbn Vehb'in Ma-lik'ten rivayetine göre o şöyle demiş: Tencerede
bulunanlar yenmez ve meytenin ona karışması dolayısıyla necis olur. İbnu'l
Kasım'ın ondan rivayetine göre ise o şöyle demiş: Et yıkanır, yemeğin suyu
dökülür.
İbn Abbas'a da bu durum hakkında soru sorulmuş
o da: Et yıkanır ve yenir, diye cevap vermiştir. Arkadaşları arasında suyu
hususunda ona muhalefet eden kimse yoktur. Bu hükmü İbn Huveyzimendad
zikretmektedir. [232]
Meyteden alınan peynir mayası [233]
ile meytenin sütü hakkında İmam Şafiî şöyle demiştir: Bu da necistir. Çünkü
yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize haram kılınmıştır." (el-Maide, 5/3)
buyruğu geneldir (meytenin bütününü kapsamaktadır).
Ebu Hanife ise bunların tahir olduklarını
söylemiştir. O yaratılışı dolayısıyla bir yerde meydana gelen durumun,
etrafının necis olmasında herhangi bir etkisi olduğunu kabul etmez ve bu
görüşünü açıklamak üzere şöyle der: Bu bakımdan içindeki damarlarla birlikte et
yenir. Halbuki kesin olarak biliyoruz ki kan, bu damarların içlerinde
mevcuttur. Bunları ayrıca temizlemek ve yıkamak gerekmediği icma ile kabul
edilmiştir.
İmam Malik de Ebu Hanife'nin görüşüne
yakın bir görüştedir. O da bunların ölüm ile necis olmayacağını söyler. Şu
kadar var ki, necis olan bölgeye yakın olmak dolayısıyla necis olur. Bu gibi
yerlerin ise yıkanması da mümkün değildir. İşte tavuktan da ölümünden sonra
yumurta bu halde çıkar. Çünkü yumurta tavuktan çıkmadan önce sıvı hükmünde
olacak kadar yumuşaktır. Onun katılaşıp sertleşmesi hava ile teması
dolayısıyladır.
İbn Huveyzimendad der ki: Sizin bu
görüşünüz icmaa aykırı bir sonuca götürür. Çünkü Peygamber (s.a) ile ondan
sonra gelen müslümanlar peynir yiyorlardı. Bu peynir de onlara Acem
topraklarından getiriliyordu. Bilindiği gibi mecûsi olan acemlilerin kestikleri
meyte demektir. Fakat bu peynirin meytenin bağırsaklarından ya da kesilmiş bir
hayvanın bağırsaklarından alınan mayalarla doldurulmuş olmasına bakmıyorlardı;
denilecek olursa, böyle diyene şu şekilde cevap verilir:
Evvela peynir yapılan süte konulan bu tür
mayaların miktarı oldukça azdır. Eğer basit bir miktardaki necaset çok
miktardaki bir sıvıya kanşacak olur ise bu bağışlanır. Bu şekildeki bir
açıklama İmam Malik'ten gelen iki rivayetten birisine göre bir cevap teşkil
eder.
Öteki rivayete göre ise böyle bir itiraza
şu şekilde cevap verilebilir: Sizin dediğiniz bu d^ırum İslâm'ın ilk
dönemlerinde idi. Herhangi bir kimsenin Acem topraklarından getirilen peynirin
ashab-ı kiram tarafından yenildiğini nakletmesine imkan yoktur. Çünkü peynir
Arapların yediği şeylerden değildir. Müslümanlar fetihlerde bulunarak Acem
topraklarında dağılınca kesim işlerini kendileri üstlendiler. Peki Peygamber
(s.a)'ın ve ashab-ı kiramın Acem topraklarından getirilip onların kestikleri hayvanların
bağırsaklarından mayalarla imal edildiği bir tarafa, onların peynir yediklerini
neye dayanarak söyleyebiliriz? [234]
Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) der ki: Puta
tapanların, mecûsilerin ve kitabı olmayan sair kâfirlerin yemeklerini yemekte
-onların kestiklerinden olmadığı sürece ve şer'î usûle göre kesime gerek
bulunmadıkça- bir mahzur yoktur. Bundan tek istisna meytenin bağırsakları maya
olarak kullanıldığından dolayı peynirdir. İbn Mâce'nin Sünen'inde "peynir
ve yağ" başlığı altında şu rivayet yer almaktadır: Bize İsmail b. Mûsâ
es-Süddî anlattı. Bize Seyf b. Harun, Süleyman et-Teymî'den, o Ebu Osman
en-Nehdî'den, o Selman el-Fari-sî'den naklen dedi ki: Rasûlullah (s.a)'a yağ,
peynir ve kürkler hakkında soru soruldu, o da şöyle buyurdu: "Helal,
Allah'ın Kitabında helal kıldığıdır. Haram da Allah'ın Kitabında haram
kıldığıdır. Hakkında birşey söylemediği ise bağışladığı şeyler
cümlesindendir." [235]
Yüce Allah... "O size ancak meyteyi,
kanı., haram kıldı" diye buyurmaktadır. İlim adamları kanın haram, necis
olduğu, yenemeyeceği ve onunla yararlanamayacağını ittifakla kabul
etmişlerdir.
İbn Huveyzimendad der ki: Kana gelince
umumî belva halini almadıkça haramdır. Umumi belva halini aldığı takdirde ise
affedilir. Umumi belva halini alması ise etteki ve damarlardaki kandır. Bir de
beden ve elbise üzerindeki basit miktardaki kana rağmen namaz kılınabilir.
Bizim bu hükme varmamızın sebebi yüce Allah'ın: "Meyte ve kan...üzerinize
haram kılındı." (el-Maide, 5/3) diye buyurmasıdır. Bir başka yerde ise
şöyle buyurmaktadır: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir
kimsenin yiyeceği şeyler arasında ölüden, akıtılan kandan... başka haram
kılınmış birşey bulmuyorum." (el-En'am, 6/145) diye buyurmuş olmasıdır. Bu
buyrukta görüldüğü gibi akan kan haram kılınmıştır.
Nitekim Âişe (r. anha)nın da şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Biz Rasûlullah (s.a) döneminde tencerede yemek pişirir,
tencerenin üstünde kandan dolayı sanmtrak bir tabaka belirir, buna rağmen o
yemeği yer ve buna karşı bir tepki göstermezdik. [236]
Çünkü bu tür şeylerden sakınmak ağır yüktür ve zorluktur. Zorluk ve ağır yükler
ise dinde kaldırılmıştır. Bu husus şerîat-te aslî bir ilkedir. Ümmet ibadeti
eda etmek hususunda zorlanır ve bu iş ona ağır geldiği takdirde bu husustaki
ibadet üzerinden düşer. Nitekim zaruret halinde bir kimsenin meyte yediği,
hasta olan kimsenin böyle bir durumda oruç açtığı ve teyemmüm aldığı bilinen
bir husustur.
Derim ki: Şanı yüce Allah burada
"kanı" mutlak olarak zikrettiği halde el-En'am'daki âyet-i kerimede
(6/145'te): "Akmış" olmakla kayıtlamaktadır. İlim adamları icma ile
buradaki mutlakı mukayyede hamletmişlerdir. Buna göre burada "kan"dan
kasıt "akmış olan kan"dır. Çünkü ete karışmış durumda bulunan kanın
haram olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Aynı şekilde karaciğer ve dalak
hakkında da böylece icma edilmiştir. Balıktan ayrılan kanda ise görüş ayrılığı
vardır. el-Kânisi'den bunun tahir olduğu rivayet edilmektedir. Onun tahir
olması haram olmamasını da gerektirir. İbnu'l Arabi'nin de tercih ettiği görüş
budur. O şöyle demektedir: Çünkü balığın kanı necis olsaydı balığın
boğazlanması gerekirdi.
Derim ki: Bu aynı zamanda Ebu Hanife'nin
de balık kanı ile ilgili görüşüdür. Ben, Hanefî mezhebine mensup bir ilim
adamını şöyle derken dinledim: Balığın kanının tahir oduğunun delili şudur:
Balık kanı kuruduğu takdirde beyazlaşır. Halbuki diğer kanlar böyle değildir.
Onlar kararırlar. Bu nükte, Hanefîlerin Şafiîlere karşı delil getirmekte
lehlerine olabilecek bir özelliktedir. [237]
Yüce Allah'ın: "Domuz etini"
buyruğu ile domuzun özellikle eti zikredilmektedir ki bu da ister kesilsin
ister kesilmesin domuzun ayniyle haram olduğunu ifade etsin ve ayrıca onun
yağını ve buna bağlı olarak kıkırdak ve benzeri kısımlarını da kapsamına alsın
diyedir.
[238]
Ümmet, domuzun yağının haram kılındığı
hususunda icma etmiştir. İmam Malik ve arkadaşları şunu delil gösterirler: Bir
kimse içyağı yememek üzere yemin etse ve bunun yerine et yese o eti yediği için
yeminini bozmuş olmaz. Buna karşılık bir kimse et yememek üzere yemin etse
bunun yerine içyağı yese yeminini bozmuş olur. Çünkü yağ ile birlikte ete
"et" denilebilmektedir. O bakımdan yağ da etin kapsamına girer.
Bununla birlikte et, yağın kapsamına girmez. Şanı yüce Allah domuz etini haram
kıldığına göre onun "ef'inin sözkonusu edilmesi ayrıca yağının da
sözkonusu edilmesinin de yerine geçmiştir. Çünkü yağ da et adının kapsamına
girmektedir. Yüce Allah İs-railoğullarına da şu buyruğu ile: "Sığır ve
koyunun da içyağlarını onlara haram kıldık." (el-En'am, 6/146) diye
buyurmaktadır. Bu buyruğa göre ise onların etleri haram kılınmamakta ve et
"yağ" kelimesinin kapsamına girmektedir. İşte bundan dolayıdır ki
İmam Malik, yağ yememek üzere yemin eden ile et yememek üzere yemin eden kişi
arasında fark gözetmiştir. Şu kadar var ki yemin eden kimsenin eğer niyeti
yalnızca eti kastetmek şeklinde olup yağı yemininin kapsamına sokmamak
şeklinde ise, yağ yemesi halinde yeminini bozmuş olmaz. Doğrusunu en iyi bilen
yüce Allah'tır.
Şafiî, Ebu Sevr ve re'y sahiplerinin
görüşüne göre ise bir kimse et yememek üzere yemin edip yağ yiyecek olsa,
yeminini bozmuş olmaz. İmam Ah-med ise şöyle demektedir: Et yememek üzere yemin
etse buna karşılık yağ yerse yağdan da kaçınmayı kastetmiş olması hali
müstesna, bunda bir mahzur yoktur. [239]
Kılları dışında domuzun tümüyle haram
olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Domuz kılı ile deri dikişini yapmak
caizdir. Rivayet edildiğine göre adamın birisi Rasûlullah (s.a)'a domuz kılı
ile deri dikme hakkında soru sormuş Hz. Peygamber de: "Bunda bir mahzur
yoktur" diye buyurmuştur. Bu rivayeti İbn Huveyzimendad nakletmekte ve
şöyle demektedir: Çünkü Rasûlullah (s.a) döneminde deri dikim işi mevcuttu.
Ondan sonra da bu işin varolduğu görülen bir husustur. Ayrıca Rasûlullah
(s.a)'ın da ondan sonra gelen imamlardan herhangi birisinin de buna karşı
çıktığını bilmiyoruz. Rasûlullah (s.a)'ın caiz gördüğü birşey ise, şerîatte de
baştan beri onun böyle olduğu kabul edilir. [240]
Önceden de belirttiğimiz gibi kara
domuzunun haram olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Su domuzu (yunusbalığı
ve benzeri)nde ise görüş ayrılıkları vardır. İmam Malik bu hususta herhangi bir
cevaz vermekten kaçınmış ve: Siz ona domuz diyorsunuz, dediği daha önceden
geçmişti. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Maide Sûresi'nde
(5/96. âyet 4. başlıkta) gelecektir. [242]
Dil bilginlerinin çoğunluğunun görüşüne
göre "hınzîr" kelimesi rubâî (dört harfli) bir kelimedir. İbn Sîde,
kimi dilcilerden bu kelimenin göz ucuyla bakmak anlamına gelen “”den
türetilmiş olduğunu nakletmektedir. Çünkü domuz da bu şekilde bakar. Buna göre
bu kelime sülâsî (üç harflidir. es-Sihhah'ta yapılan açıklamaya göre: Bir kimse
daha iyi görebilmek için göz kapaklarını daraltıp kıstığı vakit onun hakkında
“”kelimesi kullanılır. Bunun masdan ise, gözün darlığı ve küçüklüğü demektir.
Bunun kişinin adeta gözünün yan tarafı ile bakması anlamına geldiği de
söylenmiştir.
Hınzîr kelimesinin çoğulu
"henâzîr" şeklinde gelir. Yine el-henâzîr, boyunda meydana gelen
oldukça sert yaralar açan, bilinen bir hastalığın adıdır. [243]
"... bir de Allah'tan başkası adına
kesileni haram kıldı." Yani kesilirken Allah'tan başkasının adı anılarak
kesilen hayvanları size haram kılmıştır. Bu ise, mecûsi, putperest ve muattıl
(yaratıcının varlığını kabul etmeyen) kimselerin kestikleridir. Çünkü
putperest kimse putu adına, mecûsi kimse ateşe keser, muattıl ise hiçbir şeye
inanmadığından dolayı kendi adına keser.
İlim adamları arasında mecûsinin ateşi
adına, putperestin putu adına kestiğinin yenmeyeceği hususunda görüş birliği
vardır. Malik, Şafiî ve başkalarına göre ise isterse ateşperest ateşine,
putperest de putu adına kesmemiş olsuh, yine de bunların kestikleri yenilmez.
Şu kadar var ki İbnu'l Müseyyeb ve Ebu Sevr, müslümana müslümanın emriyle
kestikleri takdirde caiz kabul etmişlerdir. Buna dair daha geniş açıklamalar
yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (1/5. âyet 2. başlıkta) gelecektir.
Âyet-i kerimede geçen ihlâlin anlamı sesi
yükseltmek demektir. Belli bir-şeyi söyleyerek sesi yükseltmeyi ifade etmek
üzere bu tabir kullanılır. İbn Ah-mer, bir düzlüğün niteliğini dile getirirken
şunları söylemektedir:
"Oradaki süvariler el-Ferkad ile
seslerini yükseltirler Binekli umre yapanın (telbiye ile) sesini yükselttiği
gibi."
en-Nâbiğa da şöyle demektedir:
"Veya sadefindeki bir inci ki onu
almak üzere dalan dalgıç
Oldukça sevinçlidir, onu gördüğü her
seferinde sesini yükseltir ve secde eder."
Doğumu esnasında çocuğun ağlamasına da
"ihlal ve istihlal" denilir.
İbn Abbas ve başkaları der ki: Burada
kasıt dikilitaşlar ve putlar için kesilenlerdir. Üzerinde Hz. Mesih'in adı
anılanlar değildir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar el-Maide Sûresi'nde
(az önce işaret edilen yerde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Arapların
hayvanı keserken yöneldikleri zatın adını yüksek sesle anmaları bir adet olarak
sürüp gelmiştir. Ve bu çoğunlukla gösterdikleri bir davranıştır. O kadar ki
onların bu şekilde seslerini yükseltmeleri kestiklerinin haram kılınış illeti
olan niyetleri olarak ifade edilmiştir. Nitekim Ali b. Ebi Talib (r.a)
Ferezdak'ın babası Galib'in boğazladığı develer hakkında niyeti göz önünde
bulundurmuş ve: Bunlar kesilirken Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler
cümlesindendir demiş, çevresindekiler de onlara el sürmemiştir. İbn Atiyye der
ki: Ebu'l-Hasen'in oğlu el-Hasen'in haberleri arasında şunu da gördüm: Oldukça
varlıklı bir kadının bebekleri için bir düğün tertipleyip onlar için develer
kestiğine dair soru sorulmuş, el-Hasen şu cevabı vermiştir: Bunların yenilmesi
helal değildir. Çünkü bunlar ancak bir put adına kesilmişlerdir.
Derim ki: Bu kabilden olmak üzere biz de
Müslim'in hocası Yahya b. Yahya et-Temîmî'den şöyle dediğini rivayet
etmekteyiz: Bize Cerir, Kâbus'tan naklederek şöyle haber verdi: Babam bir
kadını Aişe (r. anha)nın yanına gönderdi de ona kendisine selam söylemesini ve
Rasûlullah (s.a)'ın devam ettiği ve en çok sevdiği namazın hangisi olduğunu
sormasını istedi. Hz. Aişe şöyle dedi: Rasûlullah (s.a) öğlen namazından önce
dört rek'at kılardı. Bunların kıyamını uzun tutar, rükû' ve sücûdlarını çok güzel
yapardı. Hasta olsun, sağlıklı olsun veya hazır bulunsun (yolculukta olmasın)
hiçbir şekilde terketmediği namaza gelince, bunlar sabah namazından önce
kıldığı iki rek'at namazdır. [244]
Bunun üzerine orada bulunan kadınlardan birisi şöyle dedi: Ey mü'minlerin
annesi, bizlerin acemlerden birtakım süt annelerimiz vardır. Onların bayramı
oldu mu bize o bayramlarda hediye verirler. Biz onların gönderdikleri bu
hediyelerden herhangi birşey yiyelim mi? Hz. Aişe şu cevabı verir. O gün için
kesilenlerden yemeyiniz. Fakat ağaçlarının meyvelerinden yiyebilirsiniz. [245]
Yüce Allah'ın: "Kim mecbur
kalırsa" buyruğu itba' (öndeki harfe uyması) dolayısıyla "nun"
harfi ötreli şeklinde) ve iki sakin bir
araya geldiğinden dolayı aslolana uygun olarak esreli olarak da okunmuştur.
Buyrukta bir kısaltma vardır. Yani, her
kim haram kılınan şeylere zarureten muhtaç olup da ".... yerse onun
üzerine günah yoktur" demektir.
İbn Muhaysın dat harfini ti harfine idgam
ederek “”şeklinde, Ebu's-Simmâl ise ti harfini esreli olarak “” diye okumuştur.
Bunun aslı ise “” şeklindedir. İdgam yapılınca (Ebu's-Simmâl'in kıraatine göre)
n harfinin harekesi "tı"ye nakledilmiş olur. [246]
Zaruret halinde olmak (mecbur kalmak) ya
zalim bir kimsenin zorlaması (ikrahı) ile veya kıtlık ve yiyecek birşey
bulamamaktan dolayı açlık ile sözkonusu olur. Fukaha ve ilim adamlarının çoğunluğunca
kabul edilen görüşe göre âyet: Her kim yokluktan ve açlıktan dolayı bu haram
kılınanları yemek zorunda kalırsa, demek olur ki; doğru açıklama da budur. Bir
görüşe göre ise, bunun her kim bu haram kılınan şeyleri yemeye zorlanır ve
mecbur bırakılırsa, anlamına olduğu da söylenmiştir. Mücahid der ki: Yani:
Bunları yemeye mecbur bırakılırsa, demektir. Düşman tarafından yakalanıp domuz
eti ve buna benzer yüce Allah'a masiyet olan şeyleri yemeye zorlamaları demektir.
Şu kadar var ki böyle bir ikrah, ikrah süresi bitene kadar bu gibi şeyleri
yemeyi mubah kılar.
Açlık (el-mahmasa) haline gelince; bunun
sürekli olması ve olmaması halleri sözkonusudur. Eğer bu, sürekli olursa
meyteden karnı doyuracak kadar yemenin caiz olduğu hususunda görüş ayrılığı
yoktur. Şu kadar var ki elinin kesileceğinden korkmayacağı müslümana ait bir
mal bulduğu takdirde, o hayvanın etini yemesi helal olmaz. Mesela, bir yere
asılmış bulunan hurma, dağda bulunan koyun ve buna benzer yenilmeleri halinde
el kesmenin de başkasına eziyet vermenin de sözkonusu olmadığı şeyleri yemek
bu türdendir. Bu da görüş ayrılığının olmadığı hususlardan birisidir.
Çünkü Ebu Hureyre (r.a)'dan gelen hadise
göre o şöyle demiştir: Biz bir yolculukta Rasûlullah (s.a) ile birlikte
bulunuyor iken süt veren memeleri ağaçların dikenleri ile bağlanmış develer
gördük. Onlara doğru atıldık, Rasûlullah (s.a) bize seslenince ona geri döndük
şöyle buyurdu: "Bu develer müslüman bir aile halkına aittir. Bu develer
-Allah'tan sonra- onların kuvvet ve bereket kaynaklarıdır. Sizler azık
torbalarınıza geri dönüp baktığınızda orada bulunan ne varsa alınmış olduğunu
görmeniz hoşunuza gider mi? Böyle bir işin adaletli olduğunu kabul edebilir
misiniz?" Ashab-ı kiram: Hayır deyince Hz. Peygamber: "İşte sizin bu
yapmak istediğiniz de böyledir" diye buyurdu. Biz de şöyle dedik: Peki ya
yiyecek ve içeceğe ihtiyacımız olursa, o konudaki görüşünüz nedir? Şöyle
buyurdu: "Ye, fakat yanına birşey alma, iç fakat yanına birşey alma."
Bu hadisi İbn Mâce (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) rivayet etmiş [247]
ve: "Bence de asıl kabul edilmesi gereken budur" demiştir.
Bu hadisi İbnu'l-Münzir zikreder ve şöyle
der: Bizler ey Allah'ın Rasûlü dedik. Ona zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu
takdirde herhangi birimize kardeşinin malından ne helal olur? Şöyle buyurdu:
"Yer, fakat beraberinde bir-şey taşımaz, içer fakat beraberinde birşey
taşımaz." İbnu'l-Münzir der ki: Artık bundan sonra hakkında anlaşmazlığa
düşülen her bir husus, yüce Allah'ın mallardan haram kılması ile ilgili
hükümlerine başvurulur.
Ebu Ömer der ki: Bu konuda söylenenlerin
özeti şudur: Müslüman bir kimsenin bir diğer müslümanın canını kurtarma
mecburiyeti olur ve ondan başka bir kimse de bunu yapacak bulunmadığından, o
müslümanı kurtarma farziyyeti ona yönelik bulunursa, bu kimse hakkında bu
insanın canını ölümden kurtarması gereğine hükmedilir. Bu şekilde canını
kurtarmak için böyle bir mala ihtiyacı olduğu halde kendisinden engellenen
kişi, kendisini engelleyen kimseyle savaşmak ve çarpışmak hakkına sahiptir.
İsterse bu o kişinin ölümüne sebep olsun. Bu durum -ilim adamlarına göre- orada
sadece tek bir kişinin olması halinde başkasının da bulunmaması halinde
sözkonusudur. İşte o vakit, o tek kişinin bu işi yapması onun hakkında farz-ı
ayn olur. Eğer bunu yapabilecekler çok yahut bir cemaat iseler o takdirde bunu
yapmak o kalabalık ve cemaat için farz-ı kifaye olur. Bu konuda müslümanın
canını kurtaran su ve başka şeyler arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, ilim
adamları kişinin canını kurtaran şeyin kıymetini ödemenin gerekip gerekmediği
hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi o kıymetin ödenmesini öngörürken
kimisi kabul etmemektedir. Bizim mezhebimizde (Malikî mezhebinde) her iki
görüş de vardır. Verene zarar teşkil etmeyen, bununla birlikte yeterli gelen az
miktardaki şeyin bağışlanması ile; ölmekten ve telef olmaktan korkulması halinde
müslümanın canını kurtarmanın vücûbu hususunda, öncekileriyle son-rakileriyle
olsun, ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. [248]
İbn Mâce rivayet ediyor: Bize Ebu Bekr b.
Ebi Şeybe haber verdi. Bize Şe-bâbe haber verdi. -H-[249]
Bize Muhammed b. Beşşâr ile Muhammed b. el-Ve-lid anlatarak dediler ki: Bize
Muhammed b. Ca'fer anlattı, bize Şu'be, Ebu Bişr Ca'fer b. Ebi İyas'dan
anlatarak dedi ki: Ben (Gubaroğullarından birisi olan) Abbad b. Şurahbîl'i
şöyle derken dinledim: Bir kıtlık yılı idi. Medine'ye geldim. Oradaki etrafı
çevrilmiş arazilerden birisine girdim. Bir başak alıp onu ovaladım ve yedim.
Sonra da onu elbisemin arasında sakladım. Bahçe sahibi geldi beni dövdü ve
elbisemi aldı. Ben de Rasûlullah (s.a)'a gidip durumu haber verdim. Adama
şöyle dedi: "O aç yahut açlıktan bitkin düştüğü bir vakitte ona
yedirmedin, cahil iken de ona birşey öğretmedin." Peygamber (s.a) o kişiye
emir verdi ve o da ona elbisesini geri iade etti. Ayrıca ona bir vesk ya da
yarım vesk yiyecek (buğday) verilmesini emretti. [250]
Derim ki: Bu sahih bir hadis olup bu
hadisteki ravilerden Buhârî ve Müslim ittifakla hadis alırlar. Şu kadar var ki
İbn Ebi Şeybe'den yalnızca Müslim hadis rivayet eder. Ğubaroğullarından
Yeşkur'lu Abbad b. Şurahbil yoluyla Buhârî ve Müslim herhangi bir hadis
rivayet etmiş değillerdir. Ebu Ömer (İbn Abdi'1-Berr) -Allah'ın rahmeti üzerine
olsun- in belirttiğine göre Abbad'ın Peygamber (s.a)'dan bu olaydan başka bir
rivayeti yoktur. Bu hadis-i şerif açlık halinde el kesmenin ve te'dîb etmenin
sözkonusu olmayacağını ortaya koymaktadır.
Ebû Davud'un rivayetine göre el-Hasen,
Semura'dan Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Sizden herhangi biriniz davarların bulunduğu bir yere giderse, eğer o
davarların sahibi aralarında bulunuyor ise ondan izin istesin; ona izin verdiği
takdirde sütünü sağsın ve içsin. Eğer sahipleri aralarında bulunmuyor ise üç
defa seslensin. Onun seslenişine cevap verirse ondan izin alsın. Ona izin
verirse mesele yok. Aksi takdirde onların sütlerini sağsın, içsin, fakat
beraberinde birşey götürmesin." [251]
Tirmizî'nin Yahya b. Süleym'den, onun
Ubeydullah'tan, onun Nafi'den, onun İbn Ömer'den, onun da Peygamber (s.a)'dan
rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim başkasına ait
bir bahçeye girerse ondan yesin, fakat elbisesine birşey doldurup
almasın." Tirmizî der ki, bu ga-rib bir hadistir. Biz bunu sadece Yahya b.
Süleym yoluyla bilmekteyiz. [252]
Diğer taraftan Amr b. Şuayb'dan, onun
babasından onun da dedesi yoluyla gelen rivayette Peygamber (s.a)'a dallarda
asılı duran hurma hakkında sorulmuş o da şöyle buyurmuş: "İhtiyaç sahibi
olup da elbisesine birşey saklamaksızın kim ondan alır yerse onun için birşey
yoktur." Tirmizî bunun hakkında: Hasen bir hadistir demektedir. [253]
Hz. Ömer (r.a)'dan gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Sizden herhangi
birinizin yolu bir bahçeye düşerse oradan yesin fakat beraberinde herhangi bir
şey götürmesin." [254]
Ebu Ubeyd der ki: Ebu Ömer [255]
şöyle demiştir: Beraberinde birşey götürmek (sibân): İçinde birşeyler taşınan
bir kaptır. O kabı ellerinin arasında taşıdığı vakit buna "sibân"
denilir. Şayet kabı sırtının üstüne taşırsan buna "el-hâl" denilir.
Nitekim elbisene birşeyler koyup onu sırtının üstüne taşıdığın zaman da:
Elbisemi tahvil ettim denilir. Eğer taşıdığın şeyi kucağında götü-rürsen buna
da "hubne" denilir. Amr b. Şuayb yoluyla gelen merfu hadiste de:
"Beraberinde birşey götürmesin (hubne)" denilmektedir.
Ebu Ubeyd der ki: Bu hadis şöyle
açıklanır: Beraberinde birşeyler satın alabileceği hiçbir parası olmayan,
zaruret halinde kalmış aç kimseye ancak kendisini besleyecek kadar karnına
doldurup indireceği kadarını taşımasına ruhsat verilmiş, daha fazlasına
müsaade verilmemiştir.
Derim ki: İttifakla kabul edilen asıl
ilke, başkasına ait olan malın gönül hoşluğu ile olması dışında haram
kılınmasıdır. Eğer ortada İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi veya hali
hazırda bazı beldelerde görüldüğü şekliyle belli bir uygulama adet halini
almış ise o adete göre birşeyler yemek caizdir. Bu ise -az önce de geçtiği
gibi- açlık ve zaruret vakitlerine hamledilir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Şayet ikinci durum - (yani yirmiikinci
başlıkta sözü edilen açlığın devamlı) olması hali olan birinci hal dışında-
ikinci hal sözkonusu ise -ki bu da herhangi bir vakitte nadiren görülen bir
husustur - ilim adamlarının buna dair iki ayrı görüşleri vardır:
Birincisine göre kişi doyuncaya ve hatta
karnını iyice dolduruncaya kadar yiyebilir. Eğer geçeceği bir dağ yolunda veya
kuraklık bir yerde yine zaruret haline düşmekten korkarsa yanında azık dahi
alabilir. Şayet ona ihtiyacı kalmazsa tutar atar.
İmam Malik Muvatta' adlı eserinde bu
anlamda ifadeler kullanmıştır. Şafiî ve birçok ilim adamı da bu görüştedir. Bu
hususta delil şudur: Zaruret haram hükmünü kaldırır ve artık o mubah olur.
Zaruretin miktarı ise yiyecek bulamama halinde (haram şeyin) bulunması halidir.
Anber (balina) balığı ile ilgili hadis bu hususta açık bir nastır. Şöyle ki:
Peygamber (s.a)'ın ashabı yolculuklarından
geri döndüklerinde azıklan bitip tükenmişti. Bunun üzerine deniz kıyısına
gittiler. Denizin kıyısında olduk-ça*büyük bir kum tepesini andıran birşeyle
karşılaştılar. Oraya vardıklarında anber diye bilinen bir hayvan olduğunu
gördüler. Komutanları Ebu Ubeyde: Bu bir meytedir dedi, daha sonra da: Hayır,
aksine bizler Rasûlul-lah (s.a)'ın elçileriyiz ve Allah yolundayız. Ve sizler
şu anda (bunu yemeye) mecbur kalmış bulunuyorsunuz. Haydi yeyiniz. Hadisin
ravisi der ki: Bir ay boyunca üçyüz kişi olduğumuz halde o balıktan yedik ve
nihayet kilolarımız da arttı... Görüldüğü gibi ashab-ı kiram bu balıktan
yediler ve doydular. Onlar o balığın meyte olduğuna inanıyorlardı. Hatta Medine'ye
ondan beraberlerinde azık dahi aldılar.
Bunu Peygamber (s.a)'a naklettiler, o da
onlara onu yemenin helal olduğunu bildirip: "Peki beraberinizde onun
etinden bize yedirmek için birşey kaldı mı?" diye sormuş, onlar da
Rasûlullah (s.a)'a ondan bir parça göndermiş o da yemiş idi. [256]
Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Bu
durumda kendisini ölümden kurtaracak kadarını yer. îbnu'l Mâcişûn ve İbn Habib
bu görüştedir.
İmam Şafiî'nin arkadaşları ise ikamet
halinde olan ile yolculuk halinde olan arasında ayrım gözetip şöyle
demişlerdir: İkamet halinde olan kişi kendisini ölümden kurtaracak kadarını
yçr; yolculuk yapan kimse doyuncaya kadar yer ve beraberinde azık da alır. Ona
ihtiyacı kalmazsa atar. Ona ihtiyacı olan bir başkasını bulursa, o azık aldığı
meyte etini ona verir ve karşılığında ondan birşey almaz. Çünkü meytenin
satışı caiz değildir. [257]
Şarap içmek zorunda kalan bir kimse eğer
zorlama ile mecbur tutulmuş ise içebileceğinde görüş ayrılığı yoktur. Şayet açlık
veya susuzluk sebebiyle ise içmez. Malik'in el-Utebiye'de kabul ettiği görüş
budur. O şöyle der: Şarap, susuzluğundan başka birşeyini artırmaz. Aynı
zamanda bu Şafiî'nin de görüşüdür. Yüce Allah, şarabı mutlak olarak haram
kılmış, meyteyi ise zaruret olmamak şartına bağlı olarak haram kılmıştır.
el-Ebherî der ki: Eğer şarap açlığını veya
susuzluğunu giderebiliyor ise içebilir. Çünkü yüce Allah domuz hakkında:
"Çünkü o bir pisliktir" dedikten sonra zaruret dolayısıyla mubah
kılmıştır. Yine şarap hakkında da "o bir pisliktir" diye
buyurmuştur. Dolayısıyla kıyastan da daha güçlü bir delil olan celî (açık) mana
sebebiyle domuzun zaruret halinde mubah kılınmasının kapsamına girer. Şarabın
bir an dahi olsa susuzluğu gidereceği, kısa bir süre dahi olsa açhğı
hissettirmeyeceği ise kaçınılmaz bir husustur. [258]
Esbağ'ın rivayetine göre İbnu'l-Kasım
şöyle demiştir: Mecbur kalan bir kimse kan Lçer fakat şarap içmez. Meyte yer,
bununla birlikte kaybolmuş develere yaklaşmaz. -İbn Vehb de bu görüştedir.-
Sidik içer fakat şarap içmez. Çünkü şarap içmek halinde had gerekir. O
bakımdan onu içmek daha ağırdır. Şafiî mezhebine mensup ilim adamları bunu
açıkça zikrederler. [259]
Bir kimsenin boğazında yemek lokması
tıkanıp kalırsa şarap ile onu yutmaya çalışır mı çalışamaz mı? Bir görüşe göre
şarap ile onu yutmayı kolay-laştıramaz. Çünkü aslında böyle birşey olmadığı
halde, böyle bir iddiada bulunabilir. Ancak zaruret hali olduğundan dolayı İbn
Habib bunun caiz olduğunu söylemiştir. İbn Arabî der ki: "Boğazında lokma
tıkanan bir kimsenin (şarap ile bunu aşağıya indirmesi) kendisi ile yüce Allah
arasında caizdir. Ancak eğer biz onu görür isek, biz lokmanın boğazda tıkanma
hali ile diğer halleri karîneler ile ayırdedebiliriz. Eğer karînelerle bu
durumu ortaya çıkarsa tasdik edilir. Böyle bir durumu ortada görülmüyor ise
zahiren biz ona had uygularız, bâtınen ise (gerçekten böyle ise) yüce Allah
tarafından cezalandırılmaktan kurtulur."
Diğer taraftan muztar bir kimse bir meyte
(leş) bir domuz ve âdemoğlu etini görürse meyteyi yer, çünkü meyte böyle bir
durumda helaldir. Domuz ile ademoğlu ise hiçbir durumda helal olmaz. Nisbeten
daha hafif tutulmuş bir haramlılık daha ağır tutulmuş bir haramlılığa göre daha
kolay işlenebilir.
Mesela, bir kimse kızkardeşiyle ya da
yabancı birisiyle ilişki kurmak için baskı altında tutulursa yabancı ile ilişki
kurar. Çünkü bir halde yabancı ona helal olur. İşte bu gibi hükümlerin
belirleyici ilkesi budur. Ölecek olsa dahi ademoğlunun etinden yemez. Bu
görüş, mezhebimizin (Maliki) ilim adamlarının görüşüdür. Alımed ve Davud
(ez-Zahirî) de bu görüştedir. İmam Ahmed Hz. Peygamber'in: "Ölünün
kemiğini kırmak, hayatta iken kırmak gibidir. " [260]
hadisini delil gösterir.
Şafiî de der ki: Ademoğlunun etini yer. Bu
durumda zımmî bir kimseyi öldürmesi caiz değildir. Çünkü zımmînin kanı
haramdır. Müslüman ve esir bir kimseyi de öldüremez. Çünkü esir başkasına ait
olan bir maldır. Şayet harbi ya da muhsan bir zinakâr ise onu öldürmek ve
ondan yemek caiz olur. Davud (ez-Zahirî) el-Müzenî'yi hatalı görerek şöyle
der: Sen peygamberlerin etlerini de yemeyi mubah kıldın. Şu kadar var ki İbn
Şureyh şu sözleriyle onu mağlub eder: Sen peygamberleri kâfirlerin etlerini
yemekten men ettiğinden dolayı peygamberleri öldürmeye kalkışmış oluyorsun.
İbnu'l Arabî der ki: Bence sahih olan
görüş, bu işin kendisini kurtaracağını ve hayatta bırakacağını muhakkak olarak
bilmedikçe ademoğlundan yememesi şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[261]
İmam Malik'e hurma, ekin veya koyun gibi
başkasına ait bir malı bulduğu halde meyte yemek zorunda kalan zaruret
içerisindeki bir kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı
vermiştir: Eğer hırsız sayılmayıp söyleyeceği sözü tasdik edilecek şekilde
bedenine bir zarar gelmeyeceğinden emin olursa, bunlardan hangisini bulursa
açlığını giderecek kadarını yer ve beraberinde herhangi bir şey taşımaz. Böyle
bir şekilde hareket etmesi meyte yemesinden bana göre daha uygundur.
Bu anlamda yeteri kadar açıklamalar daha
önceden geçmiştir. Şayet sözünün doğru kabul edilmeyip hırsız sayılacağından
korkacak olursa bence meyteyi yemesi daha caizdir. Ve böyle bir durumda onun
için meyte yemek hususunda bir genişlik vardır. [262]
Ebû Dâvûd rivayet ederek der ki: Bize Mûsâ
b. İsmail anlattı, dedi ki: Bize Hammâd, Simâk b. Harb'dan, o Cabir b.
Semura'dan naklederek dedi ki: Adamın birisi beraberinde hanımı ve çocukları
olduğu halde el-Harre (Medine'nin dış taraflarındaki karataşlık bir bölge)
denilen yerde konakladı. Adamın birisi şöyle dedi: Benim bir devem kayboldu,
onu bulursan yanında alıkoy. Adam deveyi buldu, fakat sahibini bulamadı. Deve
hastalandı. Hanımı ona: Bu deveyi boğazla dedi ise de kabul etmedi, sonunda
deve öldü. Bu sefer kadın: Derisini yüz ki etini ve yağını kurutup yiyelim.
Adam: Hayır, Ra-sûlullah (s.a)'a sormadıkça böyle birşey yapamam dedi, Hz.
Peygamber'in yanına varıp sordu. Hz. Peygamber şöyle dedi: "Sende (buna)
muhtaç etmeyecek birşey var mı?" deyince adam: Hayır dedi. Hz. Peygamber:
"O halde onu yeyiniz" dedi. Bu sefer devenin sahibi gelince ona
olanları anlattı. Deve sahibi: Keşke onu boğazlamış olsaydın, deyince adam:
Senden utandım, cevabını verdi. [263]
İbn Huveyzimendad der ki: Bu hadis-i
şerifte iki hususa delil vardır:
1- Zaruret halinde olan bir kimse kendisi
telef olmaktan korkmasa dahi meyteden yiyebilir. Çünkü Hz. Peygamber ona muhtaç
bırakmayacak şeye sahip olup olmayacağını sormuş, ancak ölümden korkup
korkmayacağını sormamıştır.
2- Meyteden yer, doyar, saklar ve azık
olarak da alabilir. Çünkü Hz. Peg-yamber ona, alıp saklamayı mubah kıldı, buna
karşılık karnını doyurmama-yı da şart koşmadı.
Ebû Dâvûd der ki: Bize Harun b. Abdullah
anlatarak dedi ki: Bize el-Fadl b. Dukeyn anlatarak dedi ki: Bize Ukbe b. Vehb
b. Ukbe el-Âmirî haber vererek şöyle dedi: Babamı, el-Fucey' el-Âmirî'den
naklederek şöyle derken dinledim: (Fucey'), Hz. Peygamber'e giderek sormuş:
Meyte bize helal olmaz mı? Hz. Peygamber: "Sizin yediğiniz nedir?"
diye sorunca biz şöyle dedik: Ğabuk ve ıstıbah ediyoruz. Ebu Nuaym (el-Fadl b.
Dukeyn'in künyesi) dedi ki: Bunun ne demek olduğunu Ukbe bana şöylece
açıkladı: Sabahleyin bir kâse, akşamleyin de bir kâse. Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Yemin ederim ki bu açlığın kendisidir." Devamla (râvi) der
ki: Hz. Peygamber bu halleri üzere onlara meyte yemeyi helal kıldı. Ebû Dâvûd
der ki: İğtibak, günün sonunda, istibah ise günün başında olur. [264]
el-Hattabî der ki: İğtibak akşam, istibah
ise sabah olur. Sabahleyin bir bardak süt, akşamleyin de bir bardak süt
ölümden kurtarır ve kişiyi hayatta tutar. Bununla birlikte bedeni gıdalandırmaz
ve tam bir tokluk da vermez. Bununla birlikte Peygamber (s.a) onlara meyteden
yemeyi mubah kılmıştır. O halde bu hadisin delaleti şu olur: Meyte yemek,
kişinin ihtiyacı olan gıdayı alabilecek kadarına mubahtır. Malik'in görüşü
budur. Şafiî'nin iki görüşünden birisi de budur.
İbn Huveyzimendad der ki: Bunların sabah
ve akşam yemeleri caiz olduğuna göre doyuncaya kadar yeyip azık olarak
ayırmaları da caiz olur.
Ebu Hanife ile bir diğer görüşünde Şafiî
ise şöyle demektedir: Kişinin meyteden ancak kendisini ölümden kurtaracak
kadarını yiyebilmesi caiz olur. el-Müzenî'nin kabul ettiği görüş de budur.
Derler ki: Eğer baştan beri bu halde ise (yani tok ise) meyteden herhangi bir
şey yemesi onun için caiz olmaz. İşte meyteden yemeye başladıktan sonra da bu
noktaya gelmesi halinde durum budur. Buna yakın bir görüş el-Hasen'den de
rivayet edilmiştir.
Katade de der ki: Herhangi bir şekilde
meyteden doyasıya yiyemez. Mu-kâtil b. Hayyan ise der ki: Üç lokmadan fazlasını
yiyemez. Doğru olan ise -önceden de geçtiği gibi- bunun aksini ileri süren
görüştür.
[265]
Meyte ile tedaviye gelince ya aynı haliyle
kullanılmasına ya da onu yakarak kullanmaya ihtiyaç duyulur. Eğer yakmak
suretiyle değişikliğe uğrarsa İbn Habib: Onunla tedavi etmek de namaz kılmak da
caiz olur, der. İbnu'1-Ma-cişun'un bunu daha caiz kabul etmesi ise, yakmanın
-niteliklerinin değişmesi dolayısıyla- bir temizleme olduğundan hareketle daha
hafif görmüş olmasındandır. el-Utbiyye'de İmam Malik'ten "mertek"
denilen ve meytenin kemiklerinden yapılan ilaç hakkında şöyle dediği rivayet
edilmektedir: Eğer bu ilacı yarasının içine koyarsa orayı yıkamadıkça onunla
namaz kılamaz.
Eğer meyte bizatihi mevcut ise Suhnûn bu
hususta şöyle demektedir: Hiçbir şekilde onunla da domuz ile de tedavi
olunmaz. Çünkü aç olma halinin aksine bunun yerini tutan helal bir ilaç
bulunmaktadır. Zira açlık halinde meytenin yerini tutacak başka birşey
bulunursa meyte yenilemez.
Aynı şekilde şarap ile de tedavi edilemez.
Malik'in görüşü budur. Şafiî'nin mezhebinden de zahir (kuvvetli) olan görüş
budur. Şafiî mezhebi alimlerinden İbn Ebi Hureyre'nin kabul ettiği görüş de
budur. Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Açlık için değil de tedavi için şarap
içmek caizdir. İmam Şafiî mezhebi ilim adamlarından Kadı et-Taberî'nin tercih
ettiği görüş budur; es-Sevrî'nin görüşü de budur.
Şafiî mezhebine mensup kimi Bağdatlılar da
şöyle demektedir: Tedavi için değil de susuzluk dolayısıyla şarabın içilmesi
caizdir. Çünkü susuzluğun vereceği zarar çabuk ortaya çıkar, tedavininki ise
böyle değildir.
Şöyle de denilmiştir: Her iki sebep
dolayısıyla da şarabın içilmesi caizdir. Şafiî mezhebine mensup bazıları, haram
kılınan her türlü şey ile tedaviyi kabul etmemiştir. Bundan özel olarak sadece
develerin sidiklerini istisna etmişlerdir. Bu istisnaya sebep ise Uranîler ile
ilgili hadis-i şeriftir. [266]
Bazıları da haram olan herşeyin tedavide
kullanılmasını kabul etmemektedirler. Çünkü Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah ümmetimin şifasını onlara haram kıldığı bir şeyde
kılmamıştır." [267]
Tarık b. Süveyd'in şaraba dair soru
sorması esnasında Peygamber (sa)in ona şarabı yasaklaması veya şarap yapmasını
kerih görmesini de buna delil gösterirler. Ben şarabı tedavide kullanılmak
üzere yapıyorum, deyince Hz. Peygamber şu şekilde ona cevap verir:
"Şüphesiz ki o (şarap) bir ilaç değildir. O bir hastalıktır." Bu
hadisi Müslim Sahih'inde rivayet etmiştir. [268]
Bu hadis-i şerifin zaruret haliyle
kayıtlanma ihtimali vardır. Zehir ile tedavi olmak caiz ise de içilmesi caiz
değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [269]
"Mecbur kalırsa saldırmamak..."
Bu buyruk haldir. İstisna olduğu da söylenmiştir.. Yüce Allah'ın: "Ğayra
bâğin: Saldırmamak" buyruğundaki "Ğayra" (olumsuzluk anlamını
veren edat), hal olarak nasb edilmiştir. Müstesna olmak üzere nasb edildiği de
söylenmiştir. Eğer bu edatın yerine “fî” kullanılabiliyorsa haldir. Yerine
"illâ" istisna edatı kullanılabiliyorsa istisnadır. Diğerlerini de
buna kıyas edin.
Bâğin: Saldıran, kelimesinin aslı, sonunda
ya harflidir. Yâ harfi üzerinde ötre ağır geldiğinden sakin okunur. Tenvin de
sakin olduğundan yâ harfi hazf edilmiştir. Sonundaki esre buna delâlet eder.
Katade, el-Hasen, er-Rabi' b. Zeyd ve
İkrime'nin açıklamalarına göre anlamı şöyledir: İhtiyacından fazla yememek
suretiyle "saldırmamak" ve bu haramlara ilişmek ve yemek imkânı ile
birlikte bunlardan yemeyerek "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah
yoktur." es-Süddî der ki: Bunlara arzu ile ve lezzet duyarak
"saldırmamak" karnını doyuruncaya kadar yemek suretiyle de
"haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur."
Mücahid, İbn Cübeyr ve başkalarına göre de
anlamı şöyledir: Müslümanlara "saldırmamak ve" onlara karşı
"haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur."
Buna göre saldırgan ve haddi aşan
kimselerin kapsamına yol kesiciler, İslâm Devleti'nin meşru yöneticilerine
karşı çıkanlar, akrabalık bağlarını kesmek uğrunda, müslümanlara baskın yapmak
yolunda yolculuk yapan ve benzeri durumda olanlar da girmektedir.
Bu açıklama doğru bir açıklamadır. Çünkü
sözlükte bağy'in (saldırganhğın) asıl anlamı fesad çıkarmak maksadını
gütmektir. Kötü işler yapan kadın hakkında da bu kökten gelen kelime
kullanılır. Yüce Allah bu kökten olmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Ve
cariyelerinizi de zinaya (el-biğa) zorlamayın." (en-Nur, 24/33)
Bağy kelimesi bazen fesadın dışında
birtakım şeyleri istemek, taleb etmek hakkında da kullanılabilir. Araplar
(mesela) devesini aramak maksadıyla çıkan kimseler hakkında da bu kelimeyi
kullanır. Şairin şu beyitleri de bu türdendir:
"Büyü kastıyla yapılan düğümler seni
hayır aramaktan alıkoymasın Çünkü uğursuz şeyler uğurlular, uğurlu denilen
şeyler uğursuzlar gibidir." [270]
"Ve haddi aşmaksızın." Yüce
Allah -önceden de açıkladığımız gibi- bütün mubahlardan istifade etmekten acze
düştüğü zaruret halinde acizliğinden ötürü haram olanların tümünden yemeyi helal
kılmıştır. Buna göre mubah olan birşeyin bulunmaması haram olan şeyin mubah
kılınması için bir şarttır. [271]
Zaruret hali ile birlikte masiyetin
sözkonusu olması halinde (zaruretin ruhsatından yararlanmak hususunda) ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır. Mesela, zaruret halinde olan kişi, yol
kesmek veya gidip gelen yolcuları korkutmakta ise, Malik ve iki görüşünden
birisinde Şafiî, ruhsattan istifade etmesini -masiyeti dolayısıyla- mahzurlu
görmüşlerdir. Çünkü yüce Allah, böyle birşeyi destek ve yardımcı olmak üzere
mubah kılmıştır. İsyan eden kimseye yardım etmek ise helal değildir. Böyle bir
kimse eğer haram kılınan bir-şeyden yemek isterse önce tevbe etsin, sonra
yesin.
Ebu Hanife ve öteki görüşünde Şafiî ise
isyan halinde olana bunu mubah görmüşler ve kişinin itaat halinde ya da isyan
halinde olması için bu tür şeylerin mubah kılınması açısından herhangi bir
fark görmemişlerdir. İbnu'l Ara-bî der ki: Masiyetini devam ettirmekle birlikte
böyle bir işi mubah görene hayret edilir. Kimsenin bu görüşte olduğunu da
zannetmiyorum. Böyle bir görüşü ileri süren kesinlikle hata eder.
Derim ki: Sahih ise bunun hilafınadır.
Çünkü masiyet kastıyla yapılan yolculukta kişinin kendi kendisini ölüme
bırakması, içinde bulunduğu masiyet-ten daha büyük bir masiyettir. Nitekim yüce
Allah: "Kendi nefislerinizi öldürmeyiniz" (el-Maide, 5/29) diye
buyurmaktadır. Bu buyruk umumidir. Kaldı ki böyle bir kimsenin ikinci bir halde
tevbe etmesi ve tevbenin işlediği günahlarını silmesi de muhtemeldir. Mesruk
şöyle demektedir: Meyte, kan ve domuz eti yemek zorunda kalan bir kimse
ölünceye kadar bunlardan ye-mese - Allah'ın onu affetmesi hali dışında -
cehenneme girer. el-Kiya diye bilinen Ebu'l Hasen et-Taberî de şöyle
demektedir: Zaruret halinde meyteden yemek bir ruhsat değil, farz bir
azimettir. Eğer meyteden yemeyecek olursa asi olur.
Diğer taraftan meyteden yemek, yolculuğun
ruhsatlarından veya yolculuk şartına bağlı bir ruhsat değildir. Aksine ister yolculukta
olunsun, ister ikamet halinde olunsun zaruretin sonuçlarındandır. Bu, tıpkı
hasta olduğu takdirde ikamet halinde olan günahkârın orucunu açmasına benzer
ve tıpkı su bulmamak halinde isyankârın yolculukta teyemmüm etmesine benzer.
el-Kiya der ki: Bizce sahih olan da budur.
Derim ki: Bu hususta İmam Malik'ten gelen
rivayetler farklıdır. Onun kabul ettiği görüşlerin meşhur olanı el-Bacî'nin
el-Müntekâ adlı eserinde belirttiğine göre, zaruret halinde olan bir kimsenin
masiyet kastıyla yaptığı yolculukta (yenmesi haram kılınan şeylerden) yemesi
caiz olur, şu kadar var ki namazını kısaltması ve orucunu açması caiz olmaz.
İbn Huveyzimendad da der ki: Zaruret
halinde olanın yemesine gelince bu hususta itaat eden ile isyan eden arasında
fark yoktur. Çünkü meytenin (zaruret halinde) hem yolculuk esnasında hem ikamet
halinde yenilmesi caizdir. Masiyetler işlemek üzere yola çıkan bir kimsenin
üzerinden ikamet edenin hükmü kalkmaz. Aksine mukîm olmaktan daha kötü bir
haldedir. Oruç açmak ve namaz kısaltmak ise böyle değildir.
Çünkü bunlar yolculuk şartına bağlı iki
ayrı ruhsattır. Buna göre yolculuk bir masiyet için yapıldığı takdirde
yolculukta namazını kısaltması caiz olmaz. Çünkü böyle bir ruhsat yolculuğa has
bir ruhsattır.
Buridan dolayı şöyle diyoruz: Masiyet
kastıyla çıktığı yolculukta suyu bulmadığı takdirde teyemmüm eder. Çünkü
teyemmüm hem yolculuk halinde hem ikamet halinde aynıdır. İşlemiş olduğu bir
masiyet dolayısıyla böyle bir kimseye meyteden yemesini ve teyemmümde
bulunmasını engellemek nasıl caiz olabilir? Halbuki yemeği terkederse ölür, bu
ise en büyük bir masi-yettir.
Teyemmümü terkederse namazı zayi eder.
Böyle birisine şu şekilde söylemek caiz olur mu: Sen bir masiyet işledin haydi
bir tane daha işle. İçki içmiş olan bir kimseye zina et, zina eden bir
kimseye, kâfir ol demek caiz olur mu? Veya her ikisine haydi namazı
kılmayıverin denilebilir mi? Bütün bunları (İbn Huveyzimendad) Ahkâmu'l-Kur'ân
adlı eserinde zikretmekte, İmam Malik'ten olsun, onun arkadaşlarından herhangi
bir kimseden olsun farklı bir görüşten de söz etmemektedir.
el-Bacî ise şöyle demektedir: "Ziyad
b. Abdurrahman el-Endelûsî'nin rivayetine göre yaptığı yolculuk sebebiyle âsi
olan bir kimse namazını kısa kilar, Ramazan ayında oruç açar. Bütün bu hususlar
arasında o fark gözetmez. Bu, aynı zamanda Ebu Hanife'nin de görüşüdür.
Yemekten uzak durmak suretiyle kendisini öldürmesinin caiz olmayacağı
hususunda ve farz olarak yemekle emrolunduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Masiyet kastıyla yolculuğa çıkan bir kimse üzerinden namaz ve oruç gibi farz
ve vacipler sakıt olmaz. Aksine bunları yerine getirmek zorundadır. İşte sözünü
ettiğimiz şeylerin durumu da böyledir.
Birinci görüşü şöylece açıklayabiliriz: Bu
gibi şeyler (namazın kısaltılması, Ramazan ayında oruç açılması gibi)
insanların ihtiyaçları dolayısıyla yolculuklarda mubah kılınmıştır. Böyle bir
kimsenin masiyetleri işlemek üzere -ve kendisini öldürmemek imkânı varken-
bunlardan faydalanması mubah değildir. İbn Habib der ki: Bu da önce tevbe
etmesi, tevbe ettikten sonra da mey-te etini yemesi suretiyle gerçekleşebilir.
İbn Habib bu hususta yüce Allah'ın:
"Kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine
günah yoktur" buyruğuna sarılmıştır. Böylelikle meytenin zaruret
dolayısıyla mubah kılınabilmesi için sal-dırmamasının şart koşulduğunu
göstermektedir. Yol kesmek veya yolda gidip gelenleri soymak üzere yolculuk
yapan yahut akrabalık bağını kesmek veya bir günah işlemek üzere yola çıkan bir
kimse ise hem saldırgandır, hem de haddi aşan bir kimsedir. Dolayısıyla böyle
bir yolculukta mübahlığın şartları bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır."
Derim ki: Bu hitaptan anlaşılanı delil
göstermektir. Hitaptan anlaşılan (mef-humu'l-hitab)ı delil göstermek ise usûl
alimleri arasında ihtilaflı bir husustur. [272]
Âyet-i kerimenin düzeni ise saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın zaruret halinde
olan için günah olmadığını ifade etmekte, öyle olmayanlar hakkında da herhangi
birşey dememektedir. Aslolan ise hitabın genel oluşudur. Herhangi bir sebep
dolayısıyla bu genelliğin ortadan kalktığını ileri süren kimsenin buna dair
delil getirmesi gerekir. [273]
"Şüphesiz ki Allah Gafurdur
Rahimdir." (yapılan isyanları bağışlar), dolayısıyla hakkında ruhsat
verdiği şeylerden ötürü sorgulamaması öncelikle sözkonusudur. O'nun belli
şartlarda birtakım ruhsatlar vermiş olması da rahmeti cümlesindendir. [275]
174. Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi
gizleyip de onu az bir bedelle satanlar, işte onlar karınlarına ateşten başka
birşey yemezler. Kıyamet gününde ise Allah onlarla konuşmaz. Onları temize
çıkarmaz. Onlar için acıklı bir azap da vardır.
"Allah'ın indirdiği kitaptan birşeyi
gizleyip de.." Yahudi ilim adamları yüce Allah'ın Tevrat'ta indirmiş
olduğu Muhammed (s.a)'ın niteliklerini ve peygamberliğinin doğruluğunu
gizlediler.
Burada yer alan "indirdiği"
buyruğu "açığa çıkarıp izhar ettiği" demektir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın indirdiği gibi ben de indiririm
diyenden..." (el-En'âm, 6/93); ortaya çıkartacağım diyenden, demektir.
Bu kelimenin, asıl anlamı üzere olduğu da
söylenmiştir. Yani yüce Allah'ın melekleri aracılığıyla peygamberlerinin
üzerine gönderdiklerini gizleyenler; "Onu" yani gizledikleri şeyleri
"az bir bedel ile" yani rüşvet almak karşılığında
"satanlar." Burada alınan bedele "az" denilmesi süresinin
sona ermesi, akibetinin kötü olması dolayısıyladır. Onların aldıkları rüşvetin
(veballerine oranla) az olmasından ötürü böyle denildiği de söylenmiştir.
Derim ki: Bu âyet-i kerime her ne kadar
yahudi alimleri hakkında ise de elde edeceği dünyalık sebebiyle kendi isteğiyle
hakkı gizleyen müslüman-ları da kapsamına alır. Bu hususa dair açıklamalar daha
önceden [276] geçmiş
bulunmaktadır.
"Karınlarına" buyruğunda
"karınlar" kelimesinin zikredilmesi yemenin gerçek anlamıyla
olacağına delalet etmesi ve te'kid içindir. Çünkü, filan kişi benim arazimi
yedi ve benzeri ifadelerde "yemek" tabiri mecazî olarak da
kullanılabilir. Yine "karınlar" kelimesinin zikredilmesi ile onların
açgözlülüklerine ve herhangi bir değer taşımayan bir miktar yiyecekten elde
edecekleri pay karşılığında ahiretlerini satmış olduklarına dikkat
çekilmektedir.
"Ateşten başka" buyruğunun
anlamı ise şudur: Onların o aldıkları bedel, onlar için haramdır. Bunu
aldıkları için Allah da onları ateş ile azablandıra-caktır. Böylelikle onların
aldıkları rüşvetleri Allah "ateş" diye adlandırmaktadır. Çünkü bu
aldıkları bedel onları ateşe götürür. Müfessirlerin çoğunluğu böyle
söylemiştir.
Şöyle de açıklanmıştır: Yani yüce Allah,
hakkı gizlediklerinden dolayı gerçek anlamıyla ateş yemek suretiyle cehennemde
onları cezalandıracaktır. Böylelikle yüce Allah sonunda ulaşacakları durumu
"hal" ifade eden kiplerle anlatmaktadır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler
karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar." (en-Nisâ, 4/10); yani böyle
yapanların sonuçta varacakları durum budur.
Şairlerin söyledikleri şu ifadeler de bu
türdendir:
"Ölmek için doğurunuz, sakım için
bina yapınız."
Yine bir başkası şöyle demiştir:
"Annenin doğurdukları ölüm
içindir."
Bir başkası da:
"Biz bu evlerimizi zaman onları
yıksın diye yapıyoruz" (demektedir).
Bu tür anlatımlar Kur'ân'da da şiirde de
pek çoktur.
"Kıyamet gününde İse Allah onlarla
konuşmaz." Bu, Allah'ın onlara olan gazabını ve onlardan razı olmasının
sözkonusu olmayacağını ifade etmektedir. Çünkü: Bir kimseye kızıp gazap
ettiğinde onunla konuşmayacağı söylenir. Taberî de der ki: Bu, Allah
sevecekleri bir şekilde onlarla konuşmayacaktır, demektir. Çünkü Kur'ân-ı
Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Orada hakir olarak kalın ve Benimle
konuşmayın." (el-Mü'minun, 23/108)
Bunun, melekleri onlara selam vermek üzere
göndermeyeceği anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Onları temize çıkarmaz."
Onların kötü olan amellerini ıslah edip temizlemez, arındırmaz. ez-Zeccâc der
ki: Allah onlardan hayır ile söz edip övmez, onları temiz kimseler diye
adlandırmaz.
"Onlar İçin acıklı" yani acı ve
ıstırap verici "bir azap vardır." Buna dair açıklamalar daha önceden
(el-Bakara, 2/10. âyette) geçmiş bulunmaktadır.
Müslim'in Sahih'inde Ebu Hureyre (r.a)'dan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Üç kişi
vardır ki kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz, onları temize çıkarmaz, onlara
bakmaz ve onlar için can yakıcı bir azap vardır. (Bunlar): Zina eden yaşlı,
yalan söyleyen bir hükümdar ve büyüklük taslayan fakir." [277]
Bu hadis-i şerifte özellikle bu gibi
kimselerin can yakıcı azaba uğrayıp ağır ceza çekeceklerinin belirtilmesi, sadece
ve sadece inat olsun diye bu işleri yaptıklarından ve onları bu masiyetlere
iten şeyin oldukça önemsiz olmasından dolayıdır. Çünkü onlar böyle bir şeyi
ihtiyaçlarından dolayı yapmamakta, böyle olmayıp onlar gibi olmayanların bu
gibi hallere ittiği bir zaruret ile bunlar karşı karşıya kalmamaktadır.
Hadis-i şerifte "ve onlara
bakmaz" buyruğunun anlamı ise onlara merhamet buyurmaz, onlara şefkat
etmez demektir. Yüce Allah'ın izniyle Al-i İm-ran Sûresi'nde (77. âyet 1.
başlıkta) buna dair açıklamalar gelecektir. [278]
175. Onlar hidâyete karşılık sapıklığı,
mağfirete karşılık azabı satın aldılar. Onlar ateşe ne kadar da
dayanıklıymışlar!
Yüce Allah'ın: "Onlar hidâyete
karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azabı satın aldılar" buyruğuna dair
açıklamalar daha önceden (16. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Azap
sapıklığa tabi olup mağfiret de onların kabul etmedikleri, bir kenara
ittikleri hidâyete bağlı olduğundan dolayı kelimenin anlamı genişletilerek
"satın almak" tabiri ile bu tutumlan ifade edilmektedir.
"Onlar ateşe ne kadar da
dayanıklıymışlar!" buyruğu aralarında el-Ha-sen ve Mücahid'in de bulunduğu
çoğunluğun görüşüne göre bu ifade teac-cüb (hayret) anlamındadır. Ve burada
hayret etmeleri istenenler, yaratıklardır. Şöyle buyurulmuş gibidir: Sizler
bunların ateşe karşı dayanıklı oluşlarından ve orada kalacakları süreden
dolayı hayret ediniz. Kur'ân-ı Kerim'de (bu tür teaccüb ifade eden) şu
buyruklar da bulunmaktadır: "Kahrolası o insan; ne kadar da nankördür
o!" (Abese, 80/17); "Onlar neler neler görür, neler neler işitirler
(hayret)!" (Meryem, 19/38) İşte bu buyrukların da ifade ettikleri anlam
budur. (Teaccüb ve hayrettir). Bu açıklamaları Ebu Ali (yapmıştır).
el-Hasen, Katade, İbn Cübeyr ve er-Rabî'
der ki: Allah'a yemin olsun ki onlar cehenneme dayanamayacaklardır. Fakat
cehenneme karşı ne kadar da cesaretli imişler! Bu şekilde bir anlatım
Yemenlilerin kullandıkları bir üsluptur ve bilinmektedir. el-Ferrâ der ki:
Bana el-Kisaî haber verip şöyle dedi: Bana Yemen Kadısı şunu bildirdi: îki
davalı yanına gelip davalaştılar. Onlardan birisinin yemin etmesi gerekti.
Yemin etti. Arkadaşı ona: Sen Allah'a karşı ne kadar da dayanıklı imişsin!
dedi. Ona karşı ne kadar da cüretkâr imişsin, demek istedi.
Burada buyruk şu anlama gelmektedir: Onlar
cehenneme götürecek işler yaptıkları için ateşe karşı ne kadar da
cesaretlidirler! ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre bunun anlamı: Onlar cehennemde
ne kadar da uzun bir süre kalacaklardır, şeklindedir. Bu ifade ise: Filan kişi
hapse ne kadar da dayanıklıdır, yani orada ne kadar da çok kaldı anlamındaki
ifade türündendir.
Bu buyruğun şu anlama geldiği de
söylenmiştir: Onların cehennemden çekinip sakınmaları ne kadar da azdır! İşte
bu şekildeki az sakınmaları "sabır ve dayanıklılık" diye ifade
edilmektedir.
el-Kisaî ve Kutrub da şöyle demişlerdir:
Yani bunlar cehennemliklerin amellerini ne kadar da sürdürüp devam
ettiriyorlar!
Bir görüşe göre de burada soru, azarlamak
anlamındadır. (Teaccüb anlamında değildir). Bu açıklamayı İbn Abbas, es-Süddî,
Ata, Ebu Ubeyde Ma'mer b. el-Müsennâ yapmıştır. Bunun da anlamı şöyle olur:
Onların cehennemliklerin amellerine dayanıp sabretmelerini sağlayan şey nedir?
Bunun onları küçümsemek ve yaptıklarını
hafife almak anlamına bir soru olduğu da söylenmiştir. [279]
176. Bunun sebebi: Allah'ın, kitabı hak
ile indirmesidir. Muhakkak ki kitapta anlaşmazlığa düşenler elbette uzak bir
ayrılık içindedirler.
Bu buyruktaki: “Zâlike” kelimesi ref
mahallindedir ve hükme işaret etmektedir. Şöyle demiş gibidir: Haklarında
verilen cehennemliklerden olmak hükmünün sebebi Allah'ın kitabı hakla
indirmesidir.
ez-Zeccâc der ki: Bunun takdiri şöyledir:
İş böyle olacaktır veya işte bu iş ya da onların bu azabı Allah'ın kitabı hakla
indirmesinden dolayıdır, şeklindedir.
el-Ahfeş der ki: Buradaki "bu"
kelimesinin haberi zikredilmemiştir. Bunun anlamı ise: Onlar bunu biliyorlar.
Bunun sebebi ise., şeklindedir. Bunun nasb
mahallinde olup: Bizim onlara bunu yapmamızın sebebi., anlamına geldiği de
söylenmiştir.
"Bunun sebebi Allah'ın, kitab'ı"
burada Kur'ân-ı Kerim demektir.
"Hakla" yani doğrulukla bir
görüşe göre de açık ve kesin delil ile "indirmesidir. Muhakkak ki
kitap'ta" burada da Tevrat anlamındadır; "anlaşmazlığa düşenler,
elbette uzak bir ayrılık içindedirler." Hıristiyanlar Tevrat'ta Hz. İsa'nın
niteliklerinin bulunduğunu ileri sürdüler, yahudiler ise onun niteliklerini
reddedip inkâr ettiler.
Bir görüşe göre ise onlar Tevrat'a
yapışmak hususunda atalarına ve geçmişlerine muhalefet ettiler. Bir diğer
açıklamaya göre: Tevrat'ta bulunan Muhammed (s.a)'in niteliklerine aykırı
davranışlarda bulundular ve Tevrat hakkında anlaşmazlığa düştüler.
Burada da "kitap" ile Kur'ân'ın
kastedildiği söylenmiştir. Anlaşmazlığa düşenler ise Kureyş kâfirleridir.
Onların kimisi Kur'ân bir büyüdür, kimisi geçmişlerin efsanesidir, kimisi
uydurulup iftira edilmiştir ve buna benzer şeyler söylemektedir.
"Ayrılık içinde olmanın" ne
anlama geldiğine dair açıklamalar ise daha önceden (137. âyette) geçmiş
bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun. [280]
177. Yüzlerinizi doğu ve batıya
döndürmeniz birr değildir. Fakat birr, Allah'a, âhiret gününe, meleklere,
kitaba ve peygamberlere iman eden, ona olan sevgisine rağmen malı akrabasına,
yetimlere, yoksullara, yolculara, dilenenlere, kölelere veren, namazını
dosdoğru kılan, zekâtını verenin, ahidleşince ahid-lerini yerine getirenlerin,
sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerinkidir. İşte
sâdık olanlar da bunlardır, takva sahibi olanlar da bunlardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı sekiz
başlık halinde sunacağız:
Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi.... birr
değildir" buyruğunda kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler
vardır. Katade der ki: Bize anlatıldığına göre adamın biri Peygamber (s.a)'e
"birr"in mahiyetini sorar. Bunun üzerine de yüce Allah bu âyet-i
kerimeyi inzal buyurdu. [281]
Yine Katade der ki: Kişi farzlar
emrolunmadan önce Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in Allah'ın kulu ve
Rasûlü olduğuna şahitlik ettiği ve sonra da bu haliyle öldüğü takdirde, cennet
onun için hak olurdu. İşte yüce Allah bu âyet-i kerimeyi inzal buyurdu.
er-Rabî ve yine Katade der ki: Burada
hitap yahudilerle hıristiyanlaradır. Çünkü bunlar, Allah'a yönelmek ve
yüzlerini döndürmek hususunda ihtilafa düşmüşlerdir. Yahudiler
Beytü'l-Makdis'e doğru, hıristiyanlar ise güneşin doğduğu tarafa yönelirler.
Buna karşılık kıblenin değiştirilmesi hususunda ileri geri konuşup her bir
kesim kendisinin yöneldiği tarafın üstün olduğunu ileri sürünce onlara: Hayır,
birr sizin üzerinde bulunduğunuz bu durum değildir, fakat birr Allah'a iman
eden ... inkidir, denildi. [282]
Hamza ve Hafs buradaki "el-Birr"
kelimesini "el-Birra" şeklinde okumuşlardır. Çünkü "Leyse:
değildir" edatı "kâne: idi" kabilindendir. Bundan sonra gelen iki
marifeden istediğini isim ve haber yapabilirsin. Burada "Leyse"den
sonra "el-birr" kelimesi geldiğinden onu (haber yaparak) nasb
etmiştir. "Döndürmeniz" anlamındaki “En tuvellu” yı da isim
yapmıştır.
Mastarın (başına fiili mastara çeviren
edat gelmiştir) isim olması ise daha uygundur. Çünkü belirtisiz (nekire)
gelmez. "el-Birr" kelimesi ise bazan ne-kire gelebilir, fiil de
tarifte (marife oluşta) daha güçlüdür.
Buna karşılık geri kalanlar ise
"el-birru" şeklinde ve "leyse"nin ismi kabul ederek
okumuşlardır.
Haberi ise "döndürmeniz"
anlamındaki ibaredir. Bu ikinci okuyuşun takdiri; Birr, yüzlerinizi ...
döndürmeniz değildir, şeklindedir.
Birinci okuyuşun takdiri ise:
Yüzlerinizi... döndürmeniz birr değildir, şeklindedir. Yüce Allah'ın şu
buyruklan da bunun gibidir: "Onların delilleri 'eğer doğru söyleyenler
iseniz babalarımızı getiriniz' demekten başka birşey olmadı." (el-Câsiye,
45/25); "Bundan sonra kötülük edenlerin akıbeti kötülük oldu, çünkü onlar
Allah'ın âyetlerini yalanladılar." (er-Rûm, 30/10); "Sonra ikisinin
de akıbetleri orada ebedî kalmak üzere ateşin içinde kalmalarıdır"
(el-Haşr, 59/17) buna benzer daha başka buyruklar da vardır.
"el-Birr" kelimesinin geçtiği
ikinci âyet-i kerimede bu kelimeden sonra "be" harf-i cerri
geldiğinden dolayı bu kelimenin icma ile ref ile (el-birru) şeklinde okunması
ikinci okuyuşu daha da kuvvetlendirmektedir ki sözkonusu âyet-i kerime
şöyledir: "Birr, evlere arkalarından girmek değildir." (el-Bakara,
2/189) Bu halde ancak ref ile okumak caizdir. Böylece birincinin ikinciye
hamledilmesi (onun gibi okunması) ondan farklı okunmasından daha iyidir.
Diğer taraftan Ubey b. Ka'b'ın Mushaf'ında
da (bu âyette) bu kelimeden sonra "be" harfi gelmiş bulunmaktadır.
İbn Mes'ud'un Mushaf'ında da böyledir, kıraat alimlerinin çoğunluğu da bunu
kabul etmiştir. Bununla birlikte her iki okuyuş şekli de güzeldir. [283]
"Fakat birr, Allah'a.. İman eden...
" Burada "el-birr" kelimesi bütün hayırları kapsayan bir
isimdir. İfadenin takdiri şöyledir: "Fakat birr, Allah'a iman edenin.,
yaptığı birrdir (iyiliktir)." Görüldüğü gibi muzaf hazfedilmiştir. Yüce
Allah'ın: "O kasabaya sor." (Yusuf, 12/82); "Buzağı kalplerine
içirilmişti" (el-Bakara, 2/93) buyruklarında olduğu gibi. [284]
Bu açıklama el-Ferra, Kutrub ve ez-Zeccâc'a aittir. Şair de şöyle demiştir:
"Çünkü o ancak ya bir ikbaldir veya
bir sırt çeviriştir."
Yani ya ikbal sahibidir veya sırt
çevirendir, demektir. en-Nâbiğa da şöyle demiştir:
"Arkadaşlığı Ebu Merhab'ı (gölgeyi)
andıran hale gelen kimsenin Arkadaşlığını nasıl sürdürürsün?"
Burada kasıt Ebu Merhab'ın arkadaşlığı
gibi arkadaş olan demektir. Muzaf hazfedilmiştir.
Bu buyruğun anlamının: Fakat iyilik sahibi
şudur ki... şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah
nezdinde yüksek derecelerdirler" (Âli İmran, 3/163); yani yüksek
derecelere sahip kimselerdir, demektir.
Bu âyet-i kerimenin inişiyle ilgili şu
açıklamalar da vardır: Peygamber (s.a) Medine'ye hicret edip farz namazlar
emrolunup kıble Ka'be'ye döndürülüp bütün hadler tayin ve tesbit edildikten
sonra yüce Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi ve şöyle buyurdu: Birr'in bütünü
sadece sizin namaz kılıp da başka birşey yapmamanızdan ibaret değildir. Fakat
birr yani iyilik sahibi kimse, Allah'a ibadet eden... kimsenin yaptığıdır. Bu
açıklama İbn Abbas, Mücahid, Dahhâk, Ata, Süfyan ve ez-Zeccâc'a aittir.
Buradaki "birr" kelimesinin
(iyilik yapan anlamına gelen): el-Bârr ve el-berr anlamında olması da
mümkündür. Kimi zaman fail, mastar anlamını ifade eden kelime ile de
kastedilebilir.
Nitekim adi (adaletli) bir adam, oruç ve
fıtr, (yani oruçlu ve oruçsuz) da denilebilmektedir. Âyet-i kerimede de şöyle
buyurulmaktadır: "Eğer suyunuz yerin dibine geçmek (yani geçmiş)
olursa" (el-Mülk, 67/30) Ebu Ubeyde'nin tercih ettiği açıklama şekli budur.
el-Müberred de şöyle demektedir: Ben eğer
Kur'ân-ı Kerim'i okuyan kıraat erbabından birisi olsaydım "be"
harfini üstün olarak "fakat el-berr (iyilik yapan)" diye okurdum,
demiştir.
[285]
Yüce Allah'ın: "Abidleşince ahidlerini
yerine getirenlerin... sabredenlerinkidir" buyruğu ile ilgili olarak şöyle
denilmiştir: "Ahidlerini yerine getirenlerin" kelimesi "iman
eden" deki “Men” üzerine atfedilmiştir. Çünkü bu kelime çoğul anlamında ve
ref mahallindedir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Fakat iyilik, iman edenler ve
ahidlerini yerine getirenlerinkidir. Bu açıklama el-Ferrâ ve el-Ahfeş'e aittir.
"Ve’s-sabirin: Sabredenler"
kelimesi ise ya övmek kastıyla nasbedilmiştir veya ondan önce gizli bir fiil
sözkonusudur. Araplar övmek ve yermek için kullandıkları isimleri nasbederler.
Sanki böyle yapmakla övdükleri ya da yerdikleri kişiyi bu hususta tek başına
tutmak ve sözün baş tarafına onu tabi kılmak istemeyerek nasbet derler. Övmek
kastıyla bu şekilde nasbedilen buyruklardan birisi de: "Ve namazı
dosdoğru kılanlara.." (en-Nisa, 4/162) buyruğunda görülmektedir. el-Kisaî
de üzere şu beyitleri kaydetmektedir:
"Her bir kavim kendilerini doğru yola
iletenin emrine itaat ettiler.
Numeyr müstesna, onlar kendi azgınlarının
emrine itaat ettiler.
(Düşmanlarından korktukları için) göç
edenler, buna karşılık (kendilerinden korkulmadığından) hiçbir kimsenin göç
etmesine sebep olamayanlar
Ve göç edip arkada bıraktıkları (yurtlan
için): biz bu evi kime bırakıyoruz? diyenler(dir onlar)."
Ebû Ubeyde de şu beyitleri buna örnek
olarak göstermektedir:
"Uzağa gitmesin benim o kavmim
Düşmanlara zehirdirler; (misafirlere çokça
ikram ettikleri için) develer için bir afettirler
Her savaşa katılırlar
Ve iffetlerini koruyan temiz
insanlardır."
Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Biz Dabbeoğulları ki, Cemel
sahipleriyiz..."
Burada kendilerini övmek üzere nasb
okumuştur.
Yermek kastıyla nasbetmeye gelince yüce
Allah'ın şu buyruğu buna örnektir: "Onlara nerede olurlarsa olsunlar
lanet edilmiştir." (el-Ahzâb, 33/61) Urve b. el-Verd de şöyle demiştir:
"Bana şarap içirdiler, sonra etrafımı
kuşattılar
Allah'ın düşmanları (kahrolasıca) yalan ve
uydurmalarla."
Bu şekilde sıfatların kullanılması oldukça
geniş bir yol ve açıkça bilinen bir husustur. İ'rab açısından bunun tenkid
edilecek bir tarafı yoktur ve belirttiğimiz gibi Arap dilinde bu, kullanılan
ve varolan birşeydir.
Yaptığı açıklamalarda oldukça zorlamalara
kaçan birisi şöyle demiştir: Bu, ana Mushafı yazdıklannda yazıcıların
düştükleri bir hatadır. Buna delil ise Hz. Osman'dan Mushafa bakıp da dediği
kaydedilen şu rivayettir: Ben bunda lahn (dil kurallarına aykırılıklar)
görmekteyim. Bununla birlikte Araplar, doğru konuşmalarıyla da bunu
doğrultacaklardır. [286]
Aynı şekilde en-Nisa Sûresi'nde: "Namazları dosdoğru kılanlar"
(en-Nisa, 4/162) âyetiyle Maide Sûresi'nde-ki "Ve Sabitler"
(el-Maide, 5/69) kelimesi de bu şekildedir.
Bu şekilde zorlamalı açıklamalarda
bulunana verilecek cevap ise az önce kaydettiğimiz açıklamalardır.
Şöyle de denilmiştir: "Abidlerini
yerine getirenler" buyruğu mübteda olup merfudur, haberi ise
hazfedilmiştir. Takdiri: Onlar ahidlerini yerine getirenlerdir, demektir.
el-Kisaî der ki: Bu âyet-i kerimedeki
"sabredenler" buyruğu "akrabasına" buyruğu üzerine
atfedilmiştir. Sanki: "Ve sabredenlere veren" denilmiş gibidir.
en-Nehhâs ise şöyle demektedir: Bu bir hatadır ve apaçık bir yanlışlıktır.
Çünkü "sabredenler" kelimesini atfedersek mansup okuyup "akrabasına"
kelimesi bu sefer “Men” kelimesinin sılasına dahil olur. Diğer taraftan
"ahidlerini yerine getirenler" buyruğunu “Men” üzerine nesak atfı
olarak ref ettiğimiz takdirde, bu sefer sıla bitmeden önce ona nesak yapmış
olur ve sıla ile mevsulun arasını matuf ile ayırmış oluruz.
el-Kisaî de der ki: Abdullah'ın kıraatinde
ise: "(mansub olarak) ahidlerini yerine getirenler ve sabredenler"
şeklindedir. Yine en-Nehhâs şöyle demektedir: O takdirde bunlar
"akrabasına" üzerine atf-ı nesak yapılmış veya övmek kastıyla
nasbedilmiş olurlar."
el-Ferrâ şöyle demektedir: Abdullah (b.
Mesud'un) en-Nisa Sûresi'ndeki: "Namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı
verenler" (en-Nisa, 4/162) buyruğunda "dosdoğru kılanlar"
kelimesini mansub "verenler" kelimesini ise ref ile okumuştur.
Ya'kub ve el-A'meş ise bu âyet-i kerimede
geçen: "ahidlerini yerine getirenler" ve "sabredenler"
kelimelerini merfu olarak okumuştur. el-Cahde-rî de "ahid" kelimesini
çoğul olarak şeklinde okumuştur.
"Yerine getirenler" kelimesinin
"iman eden" buyruğundaki zamire atfedildiği de söylenmiştir. Ancak
Ebu Ali bunu kabul etmeyerek şöyle der: Anlamın onunla ilgisi yoktur. Çünkü
burada anlatılmak istenen iyilik, Allah'a iman edenin imanı ile ahidlerini
yerine getirenlerin yaptığıdır, şeklinde değildir. Burada kahraman kim ileri
giderse odur ve Amr'dır demek gibi değildir. Burada "iman eden"
buyruğundan sonra anlatılanlar ile iman eden kimselerin fiilleri ve nitelikleri
sayılmaktadır. [287]
İlim adamlarımız der ki: Bu âyet-i kerime
ana hükümleri dile getiren büyük bir âyettir. Çünkü bu âyet-i kerime onaltı kaide
ihtiva etmektedir: Allah'a, O'nun isim ve sıfatlarına iman -ki biz bunları
"el-Kitabu'l-Esna..." adlı esirimizde açıklamış bulunuyoruz- neşr,
haşr, mizan, sırat, havz, şefaat, cennet ve cehennem -buna dair
açıklamalarımızı da "et-Tezkire" adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz-
meleklere, indirilmiş kitaplara, bu kitapların -önceden de geçtiği üzere-
Allah'tan gelmiş hak kitaplar olduğuna, peygamberlere imanı, farz olsun vacip
olsun, gereken yerlerde mal infak edip, akrabalık bağlarını gözetmeyi, onların
bağlarını koparmayı terketmeyi, yetimleri araştırıp gözetmeyi, onları ihmal
etmemeyi, aynı şekilde yoksulları da gözden uzak tutmamayı, diğer taraftan
ibnu's-sebil'i -bir görüşe göre yolunu devam ettiremeyen yolcu, bir görüşe
göre misafirdir- gözetmeyi, dilencileri gözetip köleleri kölelikten kurtarmayı
ihtiva etmektedir.
Buıja dair açıklamalar sadakalarla ilgili
âyet-i kerimede (et-Tevbe, 9/60) gelecektir. Ayrıca bu âyet-i kerime namazın korunması,
zekâtın verilmesi, verilen ahidlerin yerine getirilmesi, sıkıntılara karşı
sabretmesi ilkelerini de ihtiva etmektedir. Bu kaidelerden her birisi başlı
başına bir kitap yazmayı gerektirir. Bunların çoğunluğuna daha önceden dikkat
çekilmiş bulunulmaktadır. Geri kalanları ise yüce Allah'ın izniyle yeri
geldikçe açıklanacaktır.
Yalnızca yetim olduğu için zengin olsa
dahi akrabalık bağlarını gözetmek kastıyla yetim kimseye nafile sadaka verilir
mi, yoksa fakir olmadıkça verilmez mi hususunda ilim adamlarının iki ayrı
görüşü vardır. Bu görüş ayrılığı ise hemen şimdi açıklayacağımız gibi; farz
zekâtın dışında mal vermek hakkındadır. [288]
Şüphesiz malda zekatın dışında bir hak
vardır ve ancak bununla birr kemal derecesine ulaşır, diyen kimseler, yüce
Allah'ın: "Ona olan sevgisine rağmen malı... kölelere veren"
buyruğunu kendi lehlerine delil gösterirler. Burada farz olan zekâtın
kastedildiği söylenmiş ise de birinci görüş daha sahihtir.
Çünkü Darakutnî Fatıma bint Kays'tan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Rasûlullah (s.a) buyurdu ki: "Şüphesiz ki
malda zekâtın dışında bir hak vardır." Daha sonra Hz. Pegyamber:
"Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz birr değildir.." âyetini
sonuna kadar okudu. [289]
Bu hadisi ayrıca İbn Mâce, Sünen'inde, [290]
Tirmizî de Cami'inde (Sünen'inde) rivayet etmiş ve şöyle demiştir: "Bu
hadis isnadı pek kuvvetli olmayan bir hadistir. (Senedinde geçen) Ebu Hamza
Meymun el-A'ver zayıf kabul edilmektedir. Beyân ve İsmail b. Salim bunu
eş-Şa'bî'den, onun bir sözü olarak rivayet etmektedirler ki bu daha
sahihtir." [291]
Derim ki: Bu hadis her ne kadar tenkid
edilmiş ise de bunun sıhhatine biz-zatbu âyet-i kerimede yer alan yüce
Allah'ın: "Namazını dosdoğru kılan, zekâtı veren" buyruğu delil
teşkil etmektedir. Görüldüğü gibi burada zekâtı namaz ile birlikte sözkonusu
etmektedir. Bu ise yüce Allah'ın: "Ona olan sevgisine rağmen malı.,
kölelere veren" buyruğundan kastın farz olan zekât olmadığının delilidir.
Eğer böyle birşey olsaydı o takdirde bu bir tekrar olurdu. Bununla birlikte
doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İlim adamları ittifakla şunu kabul
ederler: Zekâtın eda edilmesinden sonra müslümanlar birtakım ihtiyaçlarla
karşı karşıya kalacak olurlarsa, bu ihtiyacı karşılamak üzere gereken
harcamanın yapılması gerekir.
İmam Malik (Allah'ın rahmeti üzerine
olsun) şöyle demektedir: İsterse bütün mallarını kuşatacak kadar olsun,
insanların (müslümanların) fidye vererek esirlerini kurtarmaları vaciptir.
Aynı zamanda bu bir icmadır ve bizim tercih ettiğimiz görüşün gücünü daha da
artırmaktadır. Başarı Allah'tandır. [292]
Yüce Allah'ın: "Ona olan sevgisine
rağmen" buyruğundaki zamirin kime ait olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir.
Bu zamirin malı verene ait olduğu ve mef ul olan "mal" kelimesinin hazfedildiği
söylenmiştir.
Diğer taraftan "akrabasına"
kelimesinin "sevgi" ile nasbedilmesi caizdir. Buna göre ifadenin
takdiri şöyle olur: Akrabasına sevgi duyması ile birlikte malını veren, demek
olur.
Buradaki zamirin mala ait olduğu da
söylenmiştir. O takdirde masdar me-fule izafe edilmiş olur. İbn Atiyye der ki:
"Ona olan sevgisine rağmen" buyruğu konuşma esnasında beliğ bir
itiraz (ara cümleciği) olarak gelebilir.
Derim ki: Yüce Allah'ın: "Ona olan
sevgilerine rağmen yoksula... yemek yedirirler" (el-İnsan, 76/8) buyruğu
da buna benzemektedir. Burada hem itiraz (ara cümleciği) hem de masdarın
mefule izafe edilmesi birarada kullanılmıştır. Yemeğe olan sevgilerine rağmen
onu yoksula yedirirler, demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu şekildeki
kullanımın, ara cümleciği olarak kullanılmasına örnektir:
"Erkek veya kadın her kim. -o mü'min
olduğu halde- salih amellerden işlerse işte onlar..." (en-Nisa, 4/124)
Bu, belagat âlimlerine göre "tetmim" diye adlandırılır, belagatın
türlerinden bir türdür. Aynı zamanda buna ihtiras ve ihtiyat da denilir. Burada
yüce Allah "ona olan sevgisine rağmen" buyruğu ile "o mümin
olarak" buyruğundaki ifadeleri tamamlamaktadır. Züheyr'in şu beyiti de bu
türdendir:
"Kim bir gün Herim ile her ne halde
olursa olsun karşılaşırsa Görür ki eliaçıklık cömertlik onun huyudur"
İmru'1-Kays da der ki:
"Ondan bir şey istemeden sana veren
büyüğe (gidersen);
Cimriliğini ve usandığını görmeksizin
çeşit çeşit cömertlikle verdiğini görürsün." Burada birinci beyitte,
ikinci beyitte de güzel bir şekilde tetmımdir. Antere'nin şu beyitinde de
böyle bir tetmim vardır:
"Bildiğin üzre benden övgüyle söz et,
çünkü ben
Muaşereti kolay olan bir kimseyim -eğer
bana zulmedilmezse-."
Burada da "eğer bana
zulmedilmezse" tabiri güzel bir şekilde tetmimdir. Tarafe de şöyle
demiştir:
"-Orayı ifsad etmeksizin- senin
yurdunu sulasın Bahar yağmuru ve devamlı yağan yağmurlar."
er-Rabi' b. Dab' el-Fezârî de şöyle
demektedir:
"Ben çürüyüp gittim fakat benim yaptıklarım
ve konuşmalarım çürüyüp gitmez Herkes de öyle -söyledikleri müstesna-
fanidir."
Burada birinci beyitte: "orayı ifsâd
etmeksizin" ifadesi ile ikinci beyitte: "söyledikleri müstesna"
tabirleri tetmim ve ihtirasdır. Ebû Heffân da der ki:
"Ölüm ruhlarımızı yoketti
-zulmetmeksizin-
Cömertlik de bizim mallarımızı tüketti
-ayıplamaksızm-."
Burada şairin "zulmetmeksizin"
ile "ayıplamaksızın" sözleri tetmim ve ihtiyattır, şiirde bunun
benzerleri pek çoktur.
Âyetteki bu zamirin "verme"ye
ait olduğu da söylenmiştir. Çünkü fiil onun masdarını göstermektedir. Yüce
Allah'ın şu buyruğuna benzer: "Allah'ın lütfundan kendilerine verdikleri
ile cimrilik edenler sanmasınlar ki o kendileri için daha hayırlıdır"
(Âli İmran, 3/180); yani onlar cimriliğin kendileri için daha hayırlı
olacağını zannetmesinler. Çünkü malı vermek, insanlar muhtaç oldukları veya
fakirlikle karşı karşıya kaldıklarında onlar tarafından sevilen birşeydir.
Bu zamirin yüce Allah'ın: "Allah'a
iman eden" buyruğundaki "Allah" ism-i celaline ait olduğu da
söylenmiştir. Anlamı da şudur: Maksat kişinin bütün bu alanlarda sağlıklı, mala
karşı tutkun, fakirlikten korkup hayatta kalacağından emin iken tasaddukta
bulunmasıdır. [293]
"Ahidleşince ahidlerini yerine
getirenlerin.." Yani gerek kendileri ile yüce Allah arasında olsun, gerek
kendileri ile insanlar arasında olsun ahid-lerine bağlı kalanların,
"sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler
inkidir."
Buradaki sıkıntı (el-be'sâ)dan kasıt,
darlık ve fakirlik, hastalık; (ed-dar-râ)dan kasıt ise hastalık ve
kötürümlüktür. Bu açıklamayı İbn Mes'ud (r.a) yapmıştır. ,Hz. Peygamber de
şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah buyuruyor ki: Ben kullarımdan herhangi
birisini yatağında bırakacak bir bela ile mübtela kılıp da ziyaretine gelenlere
şikâyette bulunmazsa ona etinden daha hayırlı bir et, kanından daha hayırlı bir
kan veririm. Onun canını alırsam rahmetime alırım, ona afiyet ihsan edersem
günahı kalmamış olarak ona afiyet veririm." Ey Allah'ın Rasûlü: Etinden
daha hayırlı bir et ne demektir, diye sorulunca şu cevabı verdi: "Günah
işlemeyen bir et demektir." Peki, kanından daha hayırlı bir kan ne
demektir diye sorulunca: "Günah işlemeyen bir kan demektir" diye
cevap verir. [294]
el-Be'sâ ile ed-darrâ "fa'lâ" vezninde
iki isimdir. Bunların fiilleri yoktur. Çünkü ikisi de sıfat olmayıp isimdirler.
"İşte sadık olanlar da bunlardır,
takva sahibi olanlar da bunlardır" buyruğuyla yüce Allah, onlan yaptıkları
işlerinde doğruluk, takva ve onlara bağlı kalmak ile din hususunda ciddi ve
gayretli olmakla nitelendirmektedir ki bu da övgünün oldukça ileri bir
derecesidir.
Doğruluk (sıdk) yalanın zıddıdır. Gayretle
savaşılması halinde savaşanlar hakkında: "(JlüJl »>yjû»): Onlara karşı
çok iyi savaştılar" denilir. Sıddîk doğruluktan ayrılmayan kimse demektir.
Hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Doğruluğa sımsıkı sanlınız. Çünkü doğruluk (sıdk) birre (iyiliğe)
götürür. Birr ise cennete götürür. Kişi, doğru söylemeye devam edip doğruyu
araştırıp durursa sonunda Allah katında sıddîk diye yazılır." [295]
178. Ey iman edenler! Öldürülenler
hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi
iledir. Fakat kime onun kardeşi tarafından birşey affolunursa, artık örfe uymak
ve ona güzellikle ödemek gerekir. Bu, Rabbinizden bir hafifletme ve bir
rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa onun için pek acıklı bir azap vardır.
Bu buyruğa dair açıklamalarımızı onyedi
başlık halinde sunacağız:
Buhârî, Nesaî ve Dârakutnî İbn Abbas'tan şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: "İsrailoğulları arasında kısas vardı,
fakat diyet yoktu. Allah bu ümmete: "Öldürülenler hakkında üzerinize
kısas yazıldı. Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir. Her kime
kardeşi tarafından birşey affolunursa" affetmek kasten öldürmekte diyeti
kabul etmesi demektir; "artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek
gerekir." Ma'rufa uyar ve güzellikle ödemeyi yerine getirir. "Bu
Rabbinizden" sizden öncekilere farz olarak yazdıklarına göre "bir
hafifletme ve bir rahmettir.. Kim bundan sonra haddi aşarsa" yani diyeti
kabul ettikten sonra (katili) öldürürse" "onun için pek acıklı bir
azap vardır." Buhârî'nin lafzı budur. (Senedi de şöyledir): Bize
el-Hu-meydi anlattı, bize Süfyan anlattı, bize Amr anlatarak dedi ki: Ben
Mücahid'i şöyle derken dinledim: O da dedi ki: Ben İbn Abbas'ı şöyle derken
dinledim...[296]
eş-Şa'bî de yüce Allah'ın: "Hür kimse hür ile, köle köle ile, dişi dişi
iledir" buyruğu hakkında dedi ki: Bu âyet-i kerime birbiriyle çarpışan iki
Arap kabilesi hakkında nazil oldu. Onlardan birisi: Kölemize karşılık filan oğlu
filanı, cariyemize karşılık da filan kızı filan kadını öldüreceğiz. Buna benzer
bir rivayet Katade'den de gelmiştir. [297]
Yüce Allah'ın: "Üzerinize kısas
yazıldı" buyruğundaki "yazıldı" farz kılındı ve tesbit edildi
anlamındadır. Ömer b. Ebi Rabia'nın şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır:
Öldürmek ve savaşmak üzerimize (farz)
yazıldı;
Güzel kadınlar hakkındaysa eteklerini (
sürünmesin diye) yukarı doğru çekmek."
Burada "yazıldı" kelimesinin
Levh-i Mahfuz'da yazılan ve hakkında ilahî hükmün önceden takdir edildiği şeyi
haber vermek anlamında olduğu da söylenmiştir.
Kısas kelimesi izi takip etmek anlamına
gelen "kassa"dan alınmıştır. Geçmişlerin eser ve haberlerini izleyen
hikâye ve kıssa anlatana "el-kâs" denilmesi buradan gelmektedir.
Saçın kas edilmesi (kesilmesi) de buradan gelmektedir. Katil sanki öldürmekte
belli bir yol izlemiş, bu hususta onun izi takip edilip onun izlediği yoldan
gidilerek "kısas" kelimesi kullanılmış gibidir. "Onun üzerine
izlerini takip ederek (kasas) gerisin geriye döndüler." (el-Kehf, 18/64)
buyruğu da buradan gelmektedir.
"Kass"ın koparmak anlamına
geldiği de söylenmiştir. İşte kısas da buradan alınmadır. Çünkü cinayet
işleyenin açtığı yara gibi o da yaralanır veya öldürdüğü kimseye karşılık
olarak o da öldürülür. “” ile “” tabirleri, hâkim ona kısas uyguladı, anlamına
gelir. [298]
Eğer maktulün velisi katili öldürmek
isteyecek olursa, katilin Allah'ın emrine teslim olması ve meşru olan şekliyle
kendisine kısas emrinin uygulanmasını itaatle kabul etmesi, katile farz
kılınmıştır. Diğer taraftan maktulün velisine de velisi olduğu kimsenin
katilini öldürmekle kalması ve haddi aşarak başkasına saldırıda bulunmaması
farzdır. Araplar gibi yaparak katilden başkasını öldürmek suretiyle haddi
aşmamalıdır.
İşte Peygamber (s.a)'ın şu hadis-i
şerifinin anlamı da budur: "Kıyamet gününde insanlar arasında Allah'a
karşı en ileri derecede isyan etmiş olarak (gelecekler arasında) üç kişi
vardır. Birisi katilinden başkasını öldüren adam, diğeri harem hududunda katil
olmuş kimse, diğeri de cahiliyye döneminin kin ve düşmanlığını güden ve
sürdüren kimse." [299]
eş-Şa'bî, Katade ve başkaları der ki:
Cahiliyye insanları arasında haddi aşmak ve şeytana itaat etmek sözkonusu idi.
Güç, kuvvet sahibi, kendisini koruyabilen bir kişi, herhangi bir kabileden bir
köle öldürülecek olursa ve bunu karşı taraftan öldüren de köle ise bu
güçlüler: Biz kölemizin karşılığında hür olandan başkasını öldürmeyiz,
derlerdi. Bunlardan bir kadın öldürüldüğünde; biz bu kadın karşılığında ancak
erkek bir kimseyi öldürürüz, aşağı tabakalardan bir kimseleri öldürüldüğünde,
ancak şerefli bir kimseyi ona karşılık öldürürüz, derlerdi.
Araplar: "Öldürmek, öldürmeye karşı
en iyi koruyucudur" derlerdi. Bu, "daha çok hayatta
bırakıcıdır" şeklinde ve "öldürmeyi daha ileri derecede önleyicidir"
şeklinde de rivayet edilmiştir.
Yüce Allah, onlara haddi aşmayı
yasaklayarak şöyle buyurdu: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas
yazıldı. Hür kimse hür ile... dır" diye buyurdu. Bir başka âyet-i
kerimede de: "Kısasta sizin için bir hayat vardır" (el-Bakara, 2/179)
diye buyurulmaktadır. Arapların söyledikleri bu sözleri ile yüce Allah'ın bu
buyrukları arasında fesahat ve akıcılık bakımından çok büyük bir fark vardır. [300]
Öldürme halinde kısası ancak Ulu'l-Emr'in
uygulayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah onlara kısası
uygulamayı, hadleri yerine getirmeyi ve başka hususları farz kılmıştır. Çünkü
şanı yüce Allah, bütün mü'minlere kısası yerine getirmeleri için hitapta
bulunmuştur. Diğer taraftan bütün mü'minlerin bir arada toplanıp kısası
uygulamaları mümkün değildir. O bakımdan mü'minler devlet yöneticisini kısasın
uygulanması ile diğer hadlerin uygulanması hususunda kendilerinin konumuna
oturtmuşlardır. Kısas, lazım olan yerine getirilmesi gereken emir değildir.
Uyulması, yerine getirilmesi gereken, kısas ve diğer hadlerin saldırganlığa
kadar gitmeyip sının aşmamaktır. Şayet kısas uygulamaksızın diyet ya da
affetmek suretiyle karşılıklı rıza meydana gelirse bu da ileride açıklanacağı
üzere mubahtır.
Şayet: "Üzerinize kısas yazıldı"
buyruğunun anlamı farz kılındı ve zorunlu kılındı şeklindedir, nasıl kısas
vacip olmaz (farz olmaz) denilecek olursa şu şekilde cevap verilebilir:
Bunun anlamı istediğiniz takdirde
üzerinize farz yazıldı, şeklindedir. Böylelikle yüce Allah tarafların cimrilik
etmeleri halinde kısasın uygulanabilecek en ileri iş olduğunu bize bildirmektedir.
Âyet-i kerimedeki "el-katlâ"
kelimesi (maktul anlamına gelen) katîl kelimesinin çoğuludur..Bu kabilden
çoğullar, müennes bir çoğul olup insanların karşı karşıya kalıp hoşuna
gitmeyen durumlar hakkında kullanılır. O bakımdan bu kipte gelmiştir. Cerhâ,
zemnâ, hamkâ, sar'â ve ğarkâ ile bunlara benzeyen diğer kelimeler gibi. (Bu
kelimelerin sırasıyla anlamları: Yaralılar, kötürümler, ahmaklar, baygınlar ve
suda boğulmuşlar). [301]
Yüce Allah'ın: "Hür kimse hür ile,
köle köle ile, dişi dişi iledir" buyruğunun te'vili hususunda farklı
görüşler vardır. Bir kesim şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime belli bir türden
olan bir kişinin kendi türünden olan bir diğerini öldürmesinin hükmünü
açıklamaktadır. Böylelikle bu âyet, hür bir kimsenin hür bir kimseyi, kölenin
köleyi, dişinin dişiyi öldürmesinin hükmünü açıklamakta ve bu türlerden
birisinin bir diğerini öldürmesi halinde hükmün ne olacağını ele almamaktadır.
Buna göre bu âyet-i kerime muhkemdir ve bunda bir dereceye kadar mücmellik
vardır ki bunu yüce Allah'ın şu buyruğu açıklamaktadır: "Biz onda
üzerlerine cana can, göze göz... diye yazdık" (el-Maide, 5/45). Peygamber
(s.a) de kadın karşılığında yahudi erkeği öldürmekle [302]
de sünnet-i seniyyesi ile bu âyet-i kerimeyi açıklamaktadır.
Bu görüş Mücahid'e aittir. Ebu Ubeyd
ayrıca bunu İbn Abbas'tan da nakletmektedir. Yine İbn Abbas'tan bu âyet-i
kerimenin el-Maide süresindeki âyet (45. âyet-i kerime) ile neshedildiği de
rivayet edilmiştir [303]
ki, Iraklı ilim adamlarının görüşü de budur. [304]
Kûfeliler ile es-Sevrî, hür köle
karşılığında, müslüman zımmî karşılığında öldürülür demişlerdir. Buna yüce
Allah'ın: "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında üzerinize kısas
yazıldı" buyruğunu delil gösterirler. Bu buyrukta ifade genel olarak
kullanılmıştır. Ayrıca: "Biz onda üzerlerine cana can... diye yazdık"
(el-Maide, 5/45) buyruğunu da delil göstererek şöyle derler: Zımmî ile
müslüman kimse kısas hususunda yeterli olan kanın hürmeti (saygınlığı)
hususunda birbirlerine eşittirler. Bu ise ebediyyen sabit olan kanın
hürmetidir. Zımmînin kanını dökmek ebediyyen haramdır. Müslüman da böyledir.
Her ikisi de Dar-ı İslâm'a mensup kimselerdir. Bunu tahkîk etmek için şu da
delil gösterilir: Zımmînin malını çalan bir müslümanın eli kesilir. İşte bu
zımmînin malının müslümanın malına eşit olduğunun delilidir. Bu, aynı zamanda
zımmînin kanının müslümanın kanına eşit olduğuna da delildir. Çünkü mal, ancak
ona sahip olan malikin hürmeti dolayısıyla muhterem olur (ona haksızca el
uzatılması haram olur).
Ebu Hanife ve arkadaşları ile es-Sevrî ve
İbn Ebi Leyla hür bir kimsenin ittifakla köle karşılığında öldürüleceğini kabul
ettikleri gibi, kölenin de hür karşılığında öldürüleceğini kabul etmişlerdir.
Davud (ez-Zahirî)nin de görüşü budur. Aynı zamanda bu görüş Ali, İbn Mes'ud
(Allah ikisinden de razı olsun) dan da rivayet edilmiştir. Said b.
el-Müseyyeb, Katade, İbrahim en-Ne-haî ve el-Hakem b. Uyeyne de bu görüştedir.
İlim adamlarının cumhuru ise köle
karşılığında hürün öldürülmesini kabul etmezler. Çünkü âyet-i kerimede türler
ayrı ayrı ele alınmış ve buna göre bir bölümleme yapılmıştır. Ebû Sevr de der
ki: Bütün fukaha, köleler ile hürler arasında öldürme dışındaki yaralamalarda
kısas yapılmayacağı hususunda ittifak ettiklerine göre, öldürmede bunun
olmaması daha uygundur. Bu hususta yaralamalar ile öldürme arasında fark
gözeten çelişkiye düşer. Aynı şekilde hata yoluyla köle öldüren bir kimsenin o
kölenin kıymetini ödemekten başka bir sorumluluğu yoktur. Hata yoluyla
öldürmekte hür köleye benzemediği gibi, kasten öldürmede de onun benzeri
olamaz. Diğer taraftan köle alınıp satılan bir maldır. Hür, o köle hakkında
dilediği gibi tasarrufta bulunabilir. Dolayısıyla hür ile köle arasında eşitlik
de olmaz, kıymetlerinin birbirine denk kabul edilmesi de sözkonusu değildir.
Derim ki: Bu icma doğrudur. Fakat onun
önce: "Fukahanın hepsi., çelişkiye düşmüş olur" demesine gelince,
İbn Ebi Leyla ve Davud (ez-Zahirî) hürler ile köleler arasında öldürmelerde ve
bütün azalarda kısas yapılacağını kabul etmektedir. Davud (ez-Zahirî) Hz.
Peygamber'in şu hadisini delil gösterir: "Müslümanların kanları
birbirlerine denktir." [305]
Burada Hz. Peygamber hür ile köle arasında herhangi bir ayırım gözetmemektedir.
Yüce Allah'ın izniyle buna dair açıklamalar ileride Nisa Sûresi'nde (4/92.
âyet 2. başlıkta) gelecektir. [306]
Cumhur aynı şekilde kâfire karşılık
müslümanın öldürülmeyeceğini kabul ederler. Çünkü Peyamber (s.a): "Kâfire
karşılık müslüman öldürülmez" buyurmuştur. Bu hadisi Buhârî Hz. Ali b. Ebi
Talib'ten rivayet etmiştir. [307]
Kâfire karşılık müslümanın öldürüleceği
görüşünü savunanların lehlerine delil olarak ileri sürdükleri Rabia'dan gelen
hadis sahih değildir. Buna göre Peygamber (s.a) Hayber'in fethedildiği gün
kâfir bir kimseye karşılık müslüman bir kimseyi öldürdüğü nakledilmektedir. Bu
hadisin sahih olmayış sebebi munkatı' oluşudur. Aynı şekilde
İbnu'l-Beylemani'nin hadisi de böyledir. Bu hadis İbn Ömer'den o Peygamber
(s.a)'dan merfu olarak rivayet edilmekle birlikte zayıf bir hadistir.
Dârakutnî der ki: Bu hadisi müsned olarak
(kesintisiz bir senedle) ancak İbrahim b. Ebi Yahya rivayet etmştir. O ise
hadisi terkedilmiş bir kimsedir. Doğrusu ise bunun Rabia'dan, onun İbnu'l
Beylemanî'den mürsel olarak Peygamberden gelen rivayet şeklidir. İbnu'l
Beylemanî ise hadis rivayetinde zayıf bir kimsedir. Hadisi mevsul olarak
(kesintisiz olarak) rivayet ettiği takdirde bu rivayeti delil olamaz. Ya
mürsel olarak yaptığı rivayet (nasıl delil olabilir?) [308]
Derim ki: Bu hususta Buhârî'nin naklettiği
hadisten başka sahih bir hadis yoktur. Bu ise yüce Allah'ın: "Öldürülenler
hakkında üzerinize kısas yazıldı" âyetinin genel kapsamını ve aynı
şekilde "cana karşılık can" (el-Maide, 5/45) buyruğunun genel
kapsamını (umumunu) tahsis etmektedir. [309]
Ali b. Ebi Talib, el-Hasen b. Ebi'l Hasen el-Basrî'den
bu âyet-i kerimenin âyette sözü geçenlerin hükmünü açıklamak üzere indiği
görüşünde oldukları rivayet edilmiştir. Böylelikle bu, bunlar arasında ve hür
bir kimsenin köle bir kimseyi yahut köle bir kimsenin hür bir kimseyi ya da
erkeğin dişiyi ya da dişinin erkeği öldürmek arasında fark bulunduğunu
göstermek içindir.
Hz. Ali ile Hasan-ı Basrî derler ki: Bir
erkek bir kadını öldürdüğü takdirde öldürülen kadının velileri istedikleri
takdirde katili öldürür, buna karşılık katilin velilerine yarım diyet öderler,
diledikleri takdirde onun öldürülmesini istemez, hayatta kalır ve ondan
kadının diyetini alırlar. Buna karşılık bir kadın bir erkek öldürürse öldürülen
erkeğin velileri kadını öldürmek istedikleri takdirde kadını öldürür ve yarım
diyet alırlar, aksi takdirde öldürülen adamlarının diyetini alır ve kadına
kısas uygulamayıp hayatta bırakırlar.
Bunueş-Şa'bî, Hz. Ali'den rivayet etmekle
birlikte sahih değildir. Çünkü eş-Şa'bî Hz. Ali ile karşılaşmamıştır.
el-Hakem Ali ile Abdullah (b. Mes'ud)'tân
(Allah onlardan razı olsun) şöyle dediklerini rivayet etmektedir: Erkek bir
kadını kasten öldürecek olursa kadına karşılık kısasen öldürülür. Bu ise
Şa'bî'nin Hz. Ali'den yaptığı rivayet ile tearuz etmekte (çatışmakta )dır.
İlim adamları icma ile şunu kabul ederler:
Bir gözü kör ve eli çolak olan bir kimse organlan sıhhatli bir erkeği öldürdüğü
takdirde maktulün velisi hem gözü kör olanı öldürüp hem de kendisinin tek bir
gözü kör olduğu için iki gözü de gören birisini öldürdü, diye katilden yarım
diyet alamaz. Aynı şekilde eli çolak olanın iki eli de sağlam olan kimseyi
öldürmesi halinde de böyle'bir uygulamaya gidilemez. İşte bu, canın cana denk
olduğunun delilidir. Bu hususta küçük çocuk ile büyük arasında da denklik
vardır.
Böyle diyen (yani bu görüşe itiraz eden)
kimseye şöyle denilir: Kadın erkeğe denk değilse ve kadın Peygamber (s.a)'ın:
"Müslümanların kanları birbirine denktir" buyruğunun kapsamına
girmiyorsa; kadın da erkeğe denk olmadığına göre ne diye kadına karşılık
erkeğin öldürüleceğini kabul ediyor, sonra da yarım diyet alıyorsun? Halbuki
ilim adamları diyetin kısas ile birlikte sözkonusu olamayacağını icma ile
kabul ederler. Ve diyet kabul edildiği takdirde artık (katilin) kanı haram olur
ve kısas kalkar. Senin ileri sürdüğün bu görüş ne aslî bir kaidedir, ne de
kıyasa dayalıdır. Bu açıklamayı Ebu Ömer (İbn Abdilberr) -Allah ondan razı
olsun- yapmıştır.
Hür bir kimse köleyi öldürdüğü takdirde
eğer kölenin efendisi isterse hür kimseyi öldürür ve kölenin kıymetini indikten
sonra hür olanın diyetini öder. Dilerse kısas yoluyla öldürmeyi terkeder ve
sadece kölesinin kıymetini alır. Bu görüş de Hz. Ali ile el-Hasen'den
zikredilmiş olmakla birlikte onlardan böyle bir rivayetin gelmesi de
reddedilmiş, kabul edilmemiştir. [310]
İlim adamları erkeğin kadına karşılık,
kadının da erkeğe karşılık öldürüleceği hususunda icma etmişlerdir. Cumhur
ayrıca rücu' yoluyla herhangi bir-şeyin alınacağı görüşünü kabul etmezler. Az bir
kesim ise diyetler arasında fazlalık var ise o miktarda rücu'un sözkonusu
olacağı görüşündedirler.
Mâlik, Şafiî, Alımed, İshak, es-Sevrî ve
Ebu Sevr der ki: Öldürme dışındaki hallerde de, kadın ile erkek arasındaki
kısasta da durum böyledir.
Hammad b. Ebu Süleyman ile Ebu Hanife
şöyle demektedir: Öldürme dışında kadınla erkek arasında kısas yoktur, sadece
öldürmelerde kısas vardır.
Şu kadar var ki, az önce de geçtiği üzere
öldürmede kısas olduğuna göre yaralamaların da buna ilhak edilerek onlarda da kısasın
sözkonusu olması öncelikle gereklidir, delili ile görüşleri çürütülmektedir. [311]
İbnu'l-Arabî der ki: "Bazı kimseler
cehalette o dereceye ulaşmışlardır ki, hür bir kimse kendi kölesini öldürme
karşılığında öldürülür, demek noktasına kadar gelmişler ve bu konuda
el-Hasen'den bir hadis rivayet etmektedirler: el-Hasen'in Semura'dan
rivayetine göre Rasûlullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kim kölesini
öldürürse biz de onu öldürürüz..." [312]
Halbuki bu zayıf bir hadistir. Bizim delilimiz ise yüce Allah'ın şu
buyruğudur: "Kim mazlum olduğu halde öldürülürse biz onun velisine bir
selahiyet vermişizdir. O halde o da (katilde) haddi aşmasın." (el-İsra,
17/33) Bu mes'elede âyet-i kerimede geçen "velî"den kasıt kölenin
efendisidir. Peki efendi nasıl olur da kendi kendisinin velisi olabilir?"
Şu kadar var ki efendi eğer hata yoluyla
kölesini öldürecek olursa Beytu'l-mal adına kölesinin kıymetinin ondan
alınmayacağını kabul etmektedir. Amr b. Şuayb babasından, o dedesinden rivayet
ettiğine göre adamın birisi kasten kendi kölesini öldürmüş, Peygamber (s.a) da
ona sopa cezası verdikten sonra bir yıl süreyle sürgüne göndermiş, müslümanlar
arasında ona verilen (ganimetten) payını düşürmüş, [313]
fakat kölesi karşılığında ona kısas uy-gulamamıştır.
"Eğer: Neden erkek hanımını öldürecek
olursa nikâh kocaya kısasın uygulamasının bertaraf edilmesi için bir şüphedir,
çünkü nikâh altında olmak bir çeşit köleliktir, demiyorsunuz? Nitekim Leys b.
Sa'd bu görüştedir, denilecek olursa şu şekilde cevap veririz: Nikâh, erkeğin
lehine kadının aleyhine olduğu kadar kadının lehine ve erkeğin de aleyhine
olan bir akiddir. Buna delil ise erkeğin hanımının kızkardeşiyle ve onun
dışında dört kadın ile evlenemeyeceği, ilişki kurma hakkını erkek ondan
istediği gibi onun da erkekten bu hakkı istediğidir. Şu kadar var ki erkeğin
kadın üzerinde yüce Allah'ın, malından yaptığı harcamaları sebebiyle erkeğe
verdiği bir kavâmeti (aile başkanlığı) üstünlüğü vardır. Yani erkeğin mehir ve
nafaka vermek yükümlülüğü dolayısıyla bu hak ona verilmiştir. Eğer nikâh,
kısasta bir şüphe unsuru ise bu şüphe her iki taraf hakkında da sözkonusu
olmalıdır." [314]
Derim ki: İbnu'l-Arabî'nin zayıf dediği
hadis aslında sahihtir. Bu hadisi Ne-saî ve Ebû Dâvûd rivayet etmiştir. Hadisin
geri kalan kısmı şöyledir: "Kim kölesinin burnunu keserse biz de onun
burnunu keseriz, kim kölesini burarsa biz de onu burarız."
Buhârî de Ali b. el-Medînî'den naklen
şöyle der: el-Hasen'in Semura'dan hadis dinlemesi sahihtir. Ve o (el-Medînî) bu
hadisi delil alır. Buhârî devamla der ki: Ben de bu görüşteyim.
Eğer hadis sahih olmasaydı, bu iki imam bu
görüşte olmazlardı. Bunların kanaati'de yeterlidir. Ve hür kimse kendisinin
kölesi (ni öldürmek) karşılığında öldürülür. en-Nehaî iki görüşünden birisinde
ve es-Sevrî şöyle demektedir: el-Hasen'in, Semura'dan akîka hadisi dışında
hadis işitmediği de söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Öldürme dışında köleler arasında kısas
hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Ömer b. Abdulaziz,
Salim b. Abdullah, ez-Zührî, Kur-ran, Malik, Şafiî ve Ebu Sevr kısas yapılacağı
görüşündedir. eş-Şa'bî, en-Nehaî, es-Sevrî ve Ebu Hanife ise öldürme dışında
köleler arasında kısas yoktur, derler. İbnu'l Münzir der ki: Birinci görüş
daha sahihtir. [315]
Darakutnî [316]
ve Ebu İsa et-Tirmizî, Suraka b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet
etmektedirler: Rasûlullah (s.a)'ın, oğlundan dolayı babaya kısas uyguladığını
gördüm. Fakat babasından dolayı oğluna kısas uygulamadığını gördüm. Ebu İsa
der ki: "Bu, Süraka yoluyla ancak bu sened ile bildiğimiz bir hadistir.
İsnadı sahih değildir. Bunu İsmail b Ayyaş, el-Müsenna b. es-Sab-bah'tan
rivayet etmiştir. el-Müsenna'nın ise hadiste zayıf olduğu kabul edilir. Ayrıca
bu hadisi Ebu Halid el-Ahmer, el-Haccac'dan, o Amr b. Şuayb'dan, o babasından,
o ceddinden, o da Ömer'den o da Peygamber (s.a)'dan rivayet etmiştir. Bu hadis
Amr b. Şuayb'dan mürsel olarak da rivayet edilmiştir. Bu hadiste bir ızdırap
vardır. İlim ehlince uygulama ise şuna göredir: Baba oğlunu öldürdüğü takdirde
oğluna karşılık baba öldürülmez. Oğluna iftira ettiği takdirde ona had
uygulanmaz." [317]
İbnu'l Münzir der ki: Oğlunu kasten
öldüren adam hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir kesim
şöyle demektedir: Babaya kısas uygulanmaz, buna karşılık onun diyetini
ödemekle yükümlüdür. Bu, Şafiî, Ahmed, îshak ve re'y sahiplerinin görüşüdür.
Aynı zamanda bu görüş Ata ve Mücahid'den de rivayet edilmiştir. Malik, İbn
Nafi' ve İbn Abdi'l-Hakem ise babanın oğula karşılık öldürüleceğini
söylemektedir. İbnu'l-Münzir şöyle der: Kitap ve sünnetin bu konudaki
buyruklarının zahiri dolayısıyla biz de bu görüşteyiz. Kitab'ın zahir buyruğu
yüce Allah'ın: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazüdı. Hür kimse
hür ile, köle köle ile, dişi dişi iledir." Sünnetin zahir buyruğuna
gelince Rasûlullah (s.a)'dan sabit olan şu hadis-i şeriftir: "Mü'minlerin
kanları birbirlerine denktir." [318]
Babanın bu âyet-i kerimenin genel kapsamı dışına çıkarılmasını gerektiren
sabit bir haber bilmiyoruz. Ayrıca biz bu hususta sabit olmayan haberler de
rivayet etmişizdir, el-Kiya et-Taberî tarafından Osman el-Bettî'den, oğluna
karşılık babanın öldürüleceği görüşü nakledilmiştir. Çünkü kısasa dair
buyrukların genel ifadeleri bunu gerektirmektedir. Buna benzer bir rivayet
İmam Malik'ten de gelmiştir. Muhtemelen her ikisi de Kur'ân-ı Kerim'in genel
buyruklan karşısında ahad haberleri kabul etmezler.
Derim ki: Mesela yatırıp boğazını kesmek
yahut da ölünceye kadar aç ve susuz bırakmak ya da onu hedef edinmek gibi
herhangi bir mazeretinin ileri sürülemeyeceği ya da hata iddiasında
bulunmasını haklı çıkartacak bir şüphenin olmadığı hallere benzer şekilde
oğlunu kasten öldürdüğü takdirde baba öldürülür. Bu konuda Maliki mezhebinde
tek bir görüş vardır. Eğer onu te'dib etmek ya da kızdığından dolayı silah ile
ona atış etse ve öldürse Ma-likî mezhebinde biı hususta birisi, buna karşılık
baba öldürülür, diğeri ise buna karşılık öldürülmez fakat diyet
ağırlaştırılır, şeklinde olmak üzere iki görüş vardır. Bir grup ilim adamı bu
ikinci görüşü kabul etmiştir. Böyle bir durumda yabancı kimse ise öldürülür.
İbnu'l
Arabî der ki: "Hocamız Fahru'l-İslâm eş-Şaşîyî, kıyasa göre şöyle derken
dinledim: Baba, oğul karşılığında öldürülmez. Çünkü baba oğulun var olmasına
sebep olmuştur. Nasıl yok olmasına sebep olabilir! Ancak bu görüşün batıl
olduğunu şu hususla anlamak mümkündür: Baba kızı ile zina ederse rec-medilir.
Halbuki o kızının varolmasına sebepti, kızın kendisi nasıl olurda onun yok
oluşuna sebep olabilir? Diğer taraftan böyle bir görüşün altında yatan fıkıh
nedir ki? Hem neden Allah'a bu hususta isyan ettiği takdirde babanın yok
oluşuna oğlu sebep olmasın ki? Rasûlullalı (s.a)'dan: "Oğlundan dolayı
babaya kısas uygulanmaz" diye bir hadis de rivayet ederler. Ancak bu
batıl bir hadistir. Onların delil diye yapıştıkları şey şundan ibarettir: Ömer
(r.a) oğlunu öldüren baba hakkında ağırlaştırılmış diyet hükmünü vermiştir.
Ashabı-ı kiramdan kimse bu konuda ona karşı çıkmamıştır. Diğer fukaha da bu
meseleyi bütün haller hakkında geçerli mutlak bir mesele olarak kabul ettiler
ve: Baba oğlu sebebiyle öldürülmez, dediler. Malik ise bu meseleyi etraflı ve
muhkem bir şekilde ele alır ve şöyle der: Baba oğluna kılıç atsa, bu öldürme
kastının olması da olmaması da ihtimal dahilinde olan bir haldir. Babalık
şefkati öldürme kastının bulunmadığına dair bir şüphedir. Bu şüphe kısası
düşürür. Fakat oğlunu yatınp bu şekilde maksadını açığa çıkartırsa o vakit bu
durum onun aslî haline döner (yani aslolan kısasa tabi olur)."
İbnu'l-Münzir
der ki: Malik, Şafiî, Ahmed ve İshak: "Oğul babasını öldürürse babası
karşılığında öldürülür" derlerdi. [319]
İmam Ahmed b. Hanbel
bu âyeti: "Bir topluluk tek bir kişiye karşı öldürülmez" görüşüne
delil göstermiş ve şöyle demiştir: Çünkü yüce Allah (kısasta) eşitliği şart
koşmuştur. Topluluk ile tek kişi arasında ise eşitlik yoktur. Ayrıca yüce Allah
: "Biz onda onların üzerine cana karşılık can, göze karşılık göz... diye
yazdık" (el-Maide, 5/45) diye buyurmuştur.
Buna şu şekilde cevap
verilebilir: Âyet-i kerimede kısastan kasıt, kim olursa olsun öldürenin
öldürülmesidir. Böylelikle öldürülen kimse karşılığında katil olmayanı öldürmek
isteyen ve bir kişiye karşılık yüz kişiyi öldüren Arapların anlayışını
reddetmektedir. Araplar bu şekildeki uygulamalarını övünmek, şeref ve güçlerini
ortaya çıkarmak kastıyla yapıyorlardı. Yüce Allah ise bu hususta adaleti ve
eşitliği emretti. Bu ise öldüren kimsenin öldürülmesi ile olur. Hz. Ömer
San'a'da bir kişiyi öldüren yedi kişinin yedisini de öldürmüş ve şöyle
demiştir: Eğer bütün San'a halkı o tek kişiyi öldürmek için bir araya gelmiş
olsalardı, ona karşılık ben de hepsini öldürecektim.*[320]
Hz. Ali de Abdullah b.
Habbab'a karşılık Haruralıları öldürmüştür. Hz. Ali bir suç işleyinceye kadar
onlarla savaşmamış idi. Abdullah b. Habbâb'ı koyun boğazlar gibi kesmeleri ve
bu durumun Hz. Ali'ye haber verilmesi üzerine: "Allahu Ekber" diye
seslendi ve onlara: "Abdullah b. Habbab'ın katilini bize çıkartın, verin
diye onlara seslenin" Harurahlar: Onu hepimiz öldürdük, dediler ve bunu
üç defa tekrarladılar. Bunun üzerine Hz. Ali arkadaşlarına şöyle dedi:
"Haydi artık bunların üzerine gidebilirsiniz." Aradan fazla bir zaman
geçmeden Hz. Ali ve beraberindekiler Haruralıları öldürdüler.
Bu iki hadisi (Hz.
Ömer ve Hz. Ali'nin bu tür uygulamalarını) Darakutnî Sünen'inde rivayet
etmiştir. [321]
Tirmizî'de de Ebu Said
ile Ebu Hureyre yoluyla gelen rivayete göre Ra-sûlullah (s.a)'ın şöyle
buyurduğu rivayet edilmektedir: "Eğer sema ve arz ehli mü'min bir
kimsenin kanını dökmekte ortak hareket etseler Allah hepsini yüzüstü cehenneme
yıkar." Tirmizî buna dair: Garib bir hadistir, demiştir. [322]
Aynı şekilde topluluk
tek bir kişiyi öldürdükleri takdirde öldürülmeyeceklerini bilirlerse bu sefer
düşmanlar ortaklaşa düşmanlarını öldürmek üzere birbirleriyle yardımlaşır ve bu
şekilde yüreklerine su serpecek şekilde maksatlarını gerçekleştirebilirler.
İşte böyle bir kaideye riâyet etmek lafızlara riâyet etmekten daha uygundur.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbnu'l-Münzir der ki:
ez-Zührî, Habib b. Ebi Sabit ve İbn Sirîn, bir kişiye karşılık iki kişi
öldürülmez, derler. Biz bunu Muaz b. Cebel, İbn ez-Zübeyr ve Abdülmelik'ten
rivayet ettik. İbnu'l-Münzir der ki: Bu daha sahihtir. Tek kişiye karşılık bir
topluluğun öldürülmesini mubah kabul edenlerin ileri sürecekleri bir delilleri
yoktur. Ayrıca İbn ez-Zübeyr'den zikr ettiğimiz sözü söylediği sabittir. [323]
(Hadis) imamlard) Ebu
Şureyh el-Ka'bî'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasûlullah (s.a)
buyurdu ki: "Siz ey Huzaalılar topluluğu, Hu-zeylden şu maktulü
öldürdünüz. Ben onun akilesini (diyetini) ödüyorum. Artık ben bu sözümü
söyledikten sonra her kimin bir maktulü olursa onun akrabaları iki şey
arasında muhayyerdirler. Ya diyet alırlar veya (katili) öldürürler." Bu
Ebû Davud'un lafzıdır. [324]
Tirmizî: Bu, hasen
sahih bir hadistir, demekte ve Huzaalı Ebu Şureyh'ten (ki Ebu Şureyh
el-Ka'bî'dir) Peygamber (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her
kimin bir yakını öldürülürse o kişi (katili) öldürebilir yahut affedebilir ya
da diyeti alabilir." Bazı ilim adamları bu görüşü kabul etmiştir. Bu,
Ahmed ve İshak'ın görüşüdür. [325]
Kasten (amd yoluyla)
öldüren kimseden diyetin alınıp alınmayacağı hususunda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır.
Bir grup ilim adamı
şöyle der: Öldürülenin velisi serbesttir. İsterse kısas uygular, isterse -katil
razı olmasa dahi- diyet alır. Bu görüş Said b. el-Müsey-yeb, Ata ve
el-Hasen'den de rivayet edilmektedir. Ayrıca Eşheb bunu Malik'ten rivayet
etmiştir. el-Leys, el-Evzaî, Şafiî, Ahmed, İshak ve Ebu Sevr de bu görüştedir.
Delilleri ise Ebû
Şureyh yoluyla gelen hadis ve bu anlamı ihtiva eden diğer hadislerdir. Bu ise
görüş ayrılığının sözkonusu olduğu bir hususta açık bir nastır.
Diğer taraftan aklen
de kendisi razı olmasa dahi katilin diyet ödemesi gerekir. Çünkü kendini
hayatta tutması ona farzdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve kendi
kendinizi öldürmeyin." (en-Nisa, 4/29)
Ayrıca yüce Allah'ın:
"Fakat kime kardeşi tarafından birşey..." te'viller-den birisine
göre, kanı istenmeyip ondan diyet almaya razı olmak suretiyle
"affolunursa, artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir."
Yani kan sahibinin diyeti istemekte ma'ruf yoluna uyması, katilin de diyeti
güzellikle ödemesi, yani bu konuda savsaklamadan, vadeden sonraya ödemeyi bırakmadan
yerine getirmesi gerekir.
"Rabbinizden bir
hafifletme ve bir rahmettir." Yani bizden öncekilere cana karşılık sadece
can yani kısas farz kılınmıştı. Yüce Allah bu ümmete ileride açıklanacağı
üzere maktulün velisinin razı olması halinde diyetin de kabul olunacağını
belirterek lütufta bulunmuştur.
Başkaları ise bu
konuda şöyle demektedir: Maktulün velisinin (katil razı olmasa) kısastan başka
bir talepte bulunmak yetkisi yoktur. Katilin razı olması hali dışında diyet
alamaz. Bunu İbnu'l-Kasım, Malik'ten rivayet etmiş olup ondan meşhur olan görüş
budur. es-Sevrî ve Kûfelilerin kabul ettiği görüş de budur. Buna Hz. Enes
yoluyla gelen ve bir diğer kadının dişini kıran er-Rubeyyi' kıssasını delil
göstermişlerdir. Bu hadisi imamlar rivayet etmiş olup şöyle demişlerdir:
Rasûlullah (s.a) kısasa hüküm verip de: "Kısas Allah'ın kitabı
(farzı)dır, kısas Allah'ın kitabıdır" diye buyurmuş ve cinayet mağdurunu
kısas ile diyet arasında muhayyer bırakmamıştır. [326]
İşte bununla sabit
olan şudur: Allah'ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti ile kasten cinayetlerde
yerine getirilmesi gereken kısastır. Şu kadar var ki birinci görüş daha
sahihtir. Çünkü sözü geçen Ebu Şureyh yoluyla gelen hadis bunu
gerektirmektedir.
er-Rabi' Şafiî'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bana Ebu Hanife b. Simak b. el-Fadl
eş-Şihabî haber verip dedi ki: Bana İbn Ebi Zi'b, el-Makbu-rî'den, o Ebu Şureyh
el-Ka'bî'den anlattığına göre Rasûlullah (s.a) Mekke'nin fethedildiği gün
şöyle buyurdu: "Her kimin bir yakını öldürülür ise o iki hayırlı şeyden
birisini seçer, dilerse diyet alır, dilerse kısas uygular."[327] Ebu
Hanife der ki: Ben de İbn Ebu Zi'b'e şöyle dedim: Ey Haris'in babası, sen bunu
kabul ediyor musun? Göğsüme vurdu ve bana çokça bağırdı, ağır sözler söyledi ve
şöyle dedi: Ben sana Rasûlullah (s.a)'dan hadis rivayet ediyorum sense: Bunu
kabul ediyor musun diyorsun. Evet, bunu kabul ediyorum. İşte bu benim üzerime
ve bunu işiten herkesin üzerine farzdır. Çünkü şanı yüce Allah Muhammed
(s.a)'ı insanlar arasından peygamber olarak seçti. Onun vasıtasıyla, onun yol
göstericiliğiyle onları hidâyete eriştirdi. Peygamberi için neyi seçmişse onlar
için de seçmiştir ve onun vasıtası ile seçmiştir. Artık bütün insanlara düşen
ister istemez ona tabi olmaktır. Hiçbir müslümanın bunun dışında bir çıkışı
olamaz. (Ebu Hanife) der ki: Ben keşke sussa diye temenni edinceye kadar bana
söyleyip durdu ve susmadı. [328]
Allah Teala'nın:
"Fakat kime kardeşi tarafından birşey affolunursa artık örfe uymak ve ona
güzellikle ödemek gerekir" buyruğuyla ilgili olarak ilim adamları
"kime" ve "affolunursa" buyrukları ile ilgili olarak beş
ayrı açıklama getirmişlerdir:
1- Burada
yer alan "kim" ile katil kastedilmektedir. "Affolunursa"
buyruğu affedici bir kimseyi kapsamaktadır ki, bu da kanın (maktulün)
velisi-dir. "Kardeş" ise maktulün kendisidir. "Birşey"den
kasıt affedilen ve buna karşılık diyet alınan kandır. îbn Abbas'ın, Katade'nin,
Mücahid'in ve bir grup ilim adamının görüşü budur.
Bu görüşe göre affetmek,
terketmek şeklindeki aslî anlamını ifade eder. Buna göre anlam şöyledir: Katil,
eğer maktulün velisi tarafından öldürülenin kanı karşılığında kısas istenmeyip
affolunursa, o takdirde veli diyeti alır ve bu konuda ma'ruf yolunu izler.
Katil de maktulün velisine güzellikle (diyeti) öder.
2- Bu, İmam
Malik'in görüşüdür. Buna göre "kim"den kasıt velidir.
"Af-folunursa"dan kasıt de kolaylık gösterilirse demektir. Yoksa
affetmek sözlükteki anlamı ile kullanılmış değildir. Kardeşten kasıt katildir.
"Birşey" ise diyettir. Yani eğer maktulün velisi diyet almak için
kısası terkedip affetmek yoluna giderse, katil bu diyeti vermek ile kendisini
teslim etmek arasında muhayyer bırakılır. Buna göre bu, kimi zaman kolay olur
kimi zaman mümkün olmaz, zor olur.
İmam Mâlik'ten
başkaları ise şöyle der: Eğer maktulün velileri diyet almaya razı olurlarsa,
katilin başka bir seçeneği yoktur. Aksine diyet ödemek zorundadır. İmam
Mâlik'ten bu görüş de rivayet edilmiştir. Mezhebine bağlı pek çok kimse bu
görüşü tercih etmiştir.
Ebu Hanife der ki: Burada
"affolunursa" yani verilir ise demektir. Dilde affetmek, vermek
demektir. Bundan dolayı yüce Allah: "Sen affı tut" (el-A'raf, 7/199)
yani kolaylığı tut, diye buyurmaktadır. Ebu'l Esved ed-Düelî de şöyle
demiştir:
"Sen benden
kolaylıkla verdiğimi al ki sana olan sevgim devam etsin."
Peygamber (s.a) da
şöyle buyurmuştur: "Vaktin ilki Allah'ın rızası sonu ise Allah'ın
affıdır." [329]
Yani şanı yüce Allah
kullarına şehadet etmekte ve şöyle buyurmaktadır: Her kime diyet verilir ise o
bu diyeti kabul etsin ve artık örfe tabi olsun.
3- Kimisi de
şöyle demiştir: Katil veliye güzel bir şekilde diyeti ödesin, demektir. Yüce
Allah veliyi, katil tarafından kolaylıkla verilmesi halinde malı almaya teşvik
etmiş ve bunun kendi katından bir hafifletme ve bir rahmet olduğunu kabul
etmiştir. Nitekim yüce Allah, Maide Sûresi'nde kısastan sözet-tikten sonra:
"Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona keffaret olur"
(el-Maide, 5/45) diye buyurarak affetmenin rahmetine ve sadakaya teşvik
etmektedir.
Yine yüce Allah bu
âyet-i kerimedeki buyrukları ile suçlunun bunu vermesi halinde diyeti kabul
etmeye teşvik etmekte, ardından da maktulün velisini örfe göre tabi olmayı
(istemeyi) cinayeti işleyene de güzellikle bunu ödemeyi emretmektedir.
4- Başkaları
da şöyle demektedir: Bu lafızlar haklarında âyetin nazil olduğu kimselerin
tümü hakkındadır. Bunlar kendi aralarında takas yapmak yoluyla diyetleri
düşürmüşlerdi. Âyetin manası şöyle olur: Bu iki kesimden kimin öteki üzerinde
bu diyetlerden dolayı alacak fazlası kalmışsa
(artık bu fazlahk'hususunda örfe uyulur ve güzellikle ödenir). Buna göre
"affolunursa" artarsa anlamına gelir.
Süfyan b. Hüseyn
b."Şua, eş-Şa'bî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İki Arap kabilesi
arasında bir çarpışma olmuştu. Her iki taraftan da birtakım kimseler
Öldürülmüştü. İki taraftan birisi şöyle dedi: Kadına karşılık erkek, erkeğe
karşılık da kadın öldürülmedikçe razı olmayız. Nihayet Rasûlullah (s.a)'ın
huzurunda davalaştılar. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, eşit olarak
öldürme sözkonusu olur." Bunun üzerine diyet almak hususunda birbirleriyle
anlaştılar. Sonunda iki taraftan birisi diğerine üstün oldu (diyeti daha fazla
geldi). İşte yüce Allah'ın: "Öldürülenler hakkında., kardeşi tarafından
birşey affolunursa.." buyruğunda kastedilen budur.[330]
Yani her kimin kardeşinden bir alacağı kalırsa maruf bir şekilde onu ödesin.
eş-Şa'bî böylelikle âyetin hangi sebepten dolayı nazil olduğunu bize
bildirmektedir.
Süfyan da burada geçen
"affetmek"in fazladan gelme anlamına geldiğini zikretmiştir ki,
lafzın bu anlama gelme ihtimali vardır.
5- Bu
açıklamaların beşincisine gelince:[331] Bu,
Ali (r.a) ile el-Hasen'in görüşüne göre erkeğin diyeti ile kadının diyeti,
hürün diyeti ile kölenin diyeti arasındaki fazlalık demektir. Yani her kimin
diyet fazlasını alması sözko-nusu ise bunu ma'ruf yolunu izleyerek alsın,
demektir. Buna göre "affolunursa" kelimesi burada da fazladan
artarsa anlamınadır. [332]
Bu âyet-i kerime ile
alacaklının alacağını güzel bir şekilde ödemesi, ödeyenin de ödemesini güzel
bir şekilde yerine getirmesi teşvik edilmektedir. Acaba bu teşvik vücub mu
ifade eder yoksa mendupluk mu? Bunun merfu' olarak okunması vücûba delalet
eder. Çünkü o takdirde: "Artık örfe uymak... gerekir" anlamına gelir.
en-Nehhâs der ki:
"Kime... birşey affolunursa" buyruğu şarttır, cevabı ise: "Artık
örfe uymak..." buyruğudur. Bu buyruk mübteda olmak üzere mer-fu'dur.
Takdiri ise: Ona örfe uymak düşer, şeklindedir. Kur'ân'dan başka yerlerde bu
"uymak" ile "ödemek" kelimeleri iki masdar olarak mansub
kabul edilebilir.
İbn Atiyye der ki: İbrahim
b. Ebi Able bunu nasb ile okumuştur. Ref farzları ifade etmenin yoludur. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ya iyilikle tutmak., gerekir."
(el-Bakara, 2/249) Mendup ise bu durumda mansub olarak gelir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Boyunları vurun" (Muhammed -s.a.-, 47/4). [333]
"Bu, rabbinizden
bir hafifletme ve bir rahmettir." Çünkü Tevrat'a muhatap olanlar için
katili öldürmek sözkonusu idi, başka bir seçenekleri yoktu. İncil'e muhatap
olanlar için ise affetmek sözkonusu idi, onlar hakkında da kısas ya da diyet
yoktu. Burada yüce Allah bu hükümleri bu ümmete hafifleterek sunmaktadır.
Dileyen katili öldürür, dileyen diyet alır, dileyen de tümüyle affeder.
"Kim bundan sonra
haddi aşarsa... vardır" buyruğu şart ve cevabını teşkil etmektedir. Yani
her kim diyet aldıktan sonra ve kısasın düşmesinden sonra velisi olduğu
kimsenin katilini öldürürse, "onun için pek acıklı bir azap vardır."
el-Hasen der ki:
Cahiliyye döneminde bir kimse birisini öldürdü mü kendi kavmine kaçardı
(onlara sığınırdı). Kavmi gelir, diyet ödemek üzere barış yapmak ister,
maktulün velisi, tamam ben diyeti kabul ediyorum, der. Nihâyet katil emin olur,
dışarı çıkar. Bu sefer veli katili öldürür, ondan sonra da kavminin diyetini
onlara geri verirdi.
İlim adamları diyet
aldıktan sonra (katili) öldürenin hükmü hakkında ihtilaf etmişlerdir. Bir grup
ilim adamı -ki Malik ve Şafiî de bunlardandır-şöyle demişlerdir: Bu ilk olarak
öldüren kimse gibidir. Maktulün velisi dilerse onu öldürür, dilerse affeder,
ahirette de onun için azap vardır.
Katade, İkrime,
es-Süddî ve başkaları ise şöyle demektedir: Bunun azabı kesinlikle öldürülmesi
şeklindedir. Hâkim bu durumda maktule affetmek yetkisini vermez.
Ebû Dâvûd, Cabir b.
Abdullah'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ra-sûlullah (s.a) buyurdu ki:
"Diyet aldıktan sonra öldüren kimse(nin malı) artıp çoğalmasın." [334]
el-Hasen der ki: Böyle
bir kimse için azap sadece diyeti geri vermesi ve günahının karşılığının ise
ahiret azabına kalması şeklindedir.
Ömer b. Abdülaziz de
şöyle demektedir: Böyle birisinin durumunu belirlemek imama aittir. O uygun
gördüğünü ona uygular.
Dârakutnî'nin
Sünen'inde Ebu Şureyh el-Huzaî'nin şöyle dediği kaydedilmektedir: Rasûlullah
(s.a)'ı şöyle buyururken dinledim: "Her kim bir kan (velisi olduğu
kimsenin öldürülmesi) ile ya da habl ile -ki habl topallık [335] demektir-
isabet alırsa, bu kişi üç şeyden birisini seçebilir. Eğer dördüncüsünü yapmak
isterse böyle bir kimseye engel olunuz. Bu kişi ya kısas ister, ya affeder veya
diyet alır.
Bunlardan
birisini kabul edip de sonra yine de haddini aşarsa artık içinde ebediyyen
bırakılmak ve temelli çıkarılmamak üzere onun için cehennem vardır." [336]
[1] Ancak daha sahih olan, boğazlanması emredilenin Hz.
İsmail olduğudur. Çünkü İsmail, heın yaşça daha büyüktür, hem de kurban kesme
olayı, Mekke-Minâ'da cereyan eı-miştir. Hz. İshâk ise, Harem bölgesine gelmiş
değildir.
[2] Bu tafsilât yer yer
İsrâil oğullarının ellerindeki bilgilerden farklı ise de, İslâmî kaynaklardan
da sahih rivayetlere dayalı olanları yok gibidir. O bakımdan bu gibi bilgiler,
sıhhati tevsik edilemeyen rivayetlerden öteye gidemez.
[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/351-354.
[4] O takdirde meal şöyle olur: "Babaların İbrahim,
İsmail ve İshak'ın ilahına bir tek ilah olarak -yani tevhid ederek şirk
koşmaksızın- ibadet edeceğiz."
[5] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/354-356.
[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/356-357.
[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/357-358.
[8] Buhârî, İ'tisâm 25, Tevhîd 51'de böylece yakın
ifadelerle ve başka râviden: BuhA-rî, Şehâdât 29, Tefsir 2. sûre 11; Ebû Dâvûd,
İlnı 2; Müsned, IV, 136.
[9] Burada Kurtubî İbrahim, İsmailjshak ve Yakub
kelimelerinin arapçada çeşitli şekillerde çoğullarını sözkonusu ettikten sonra
şunları söylemektedir: "Bütün bu kelimelerin salim bir şekilde çoğul
yapılmaları gerekir. O bakımdan "İbrahunıûn, İs-hakûn, Yakubûn,
denilir."
[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/358-359.
[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/360-362.
[12] İğrâ: Muhatabın dikkatini öğülmeye değer bir işe çekip
o işi yapmasını teşvik etmek demektir. İsimden önce takdir edilen fiil ile nasb
edilmiş kabul edilir.
[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/362-363.
[14] Hadis-i şerif buna yakın ifadelerle: Müsned, II,
483'te geçmektedir. Daha mufassal ve nisbeten farklı rivayetlerle de Müsned,
II, 246, 304 ve 452'de yer almaktadır. Ayrıca bk. Buhârî, Salât 76, Meğâzî 70;
Müslim, Cihâd 59; Ebû Dâvûd, Cihâd 114; Nesâî, Tahâre 127.
[15] Ebû Dâvûd, Tahâre 129; Tirmizî, Cıunua 72; Nesûi,
Tahâre 126; Müsned, V, 61
[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/363-364.
[17] Dârakutnî, I, 51. Dahhâk b. Kays'ın sahabe olup
olmadığı ihtilaflıdır. Ebu't-Tayyib Azi-mabadî, et-Ta'lik el-Muğnî, I, 52.
[18] Kaynağını tesbit edemedik
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/364-365.
[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/366-367.
[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/367.
[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/368.
[22] Buhûrl, Salât 32, Âhâd 1, Tefsir 2. sûre 16, 17, 19;
Müslim, Mesacid 13; Nesaî, Sa-lât 24, Kıble 3; Muvatta', Kıble 6.
[23] Buhârî, İman 30, Salât 31.
[24] et-Temhîd, XVII, 46.
[25] Buhârî, Tefsir, 1. sûre, b.l. Müsned, III, 450, IV, 211.
Aynı yerde Ebû Sâid'den rivayet edilen ve Hz. Ebû Bekir'in faziletine dair bir
hadis daha vardır. Abdulganî en-Nablusî, Zehâ-iru'l-Mevârîs (III, 174)'de
Nesâî'ye atfen bir hadis daha zikretmektedir. Böylece Ebû Sâid'den rivayet
edilen hadislerin toplam, dördü bulunmaktadır.
[26] Fatiha Sûresi'nin tefsiri 1. bölüm 1. başlıkta.
[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/368-369.
[28] Buhârî, Saiât 31; Müslim, Mesâcid 12.
[29] Dârakutnl, I, 273-274; Müslim, Mesâcid 11.
[30] Muvatta', Kıble 7.
[31] Ebû Hatim el-Busti, es-Siretu'n-Nebeviyye, Lübnan,
1407/1987, s. 157.
[32] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/370.
[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/370.
[34] Hz. Musa'nın vefatından sonra İsrâiloğullarının Arz-ı
Mukaddes'e girdikleri ve Beytu'l-Makdis'in Hz. Dâvûd ile Hz. Süleyman
dönemlerinde, çok sonraları inşâ edildiği bilinen bir gerçektir. Buna göre
ifadenin: Hz. Musa'nın da namazda Kabe'ye doğru yönelerek namaz kıldığına dair
bölümü, gerçeği ifade etmektedir.
[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/370-371.
[36] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/371.
[37] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/371-372.
[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/372.
[39] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/372-373.
[40] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/373-374.
[41] Kıblenin değiştirilmesini ileri sürerek İslâm, Kur'ân
ve Hz. Peygamber hakkında şüphe uyandırmak isteyenlere karşı.
[42] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/374.
[43] Tirmizî, Tefsir, 2. süre 8; Müsned, III, 9, 32.
[44] Hadisin bu lafızla kimi rivayet yollarının zayıf,
kimisinin senedinde meçhul râvi bulunduğu, kimisinin büsbütün senedsiz olarak
rivayet edildiği belirtilmiştir. el-Adûnî, Keş-fu'l-Hafâ, I, 391, hadis no:
1247.
[45] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/375-376.
[46] Buharı, İ'tisam 19; Tirmizl, Tefsir 2. sûre, 8;
Müsned, III, 32.
[47] Hndisin bu bölümü: Müsned, III, 58de de yer
almaktadır.
[48] Müslim, Cenâiz 60.
[49] Buhârî, Şehndât 6, Cenâiz 86; Ebü Dâvûd, Cenâiz 76;
Tirmizî, Cenâiz 63; Nesal, Cenâiz 50.
[50] Nevâdiru'l-Usûl, I, 466
[51] Nevâdiru'l-Usûl, II, 556.
[52] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/376-377.
[53] Müslim, Cıımııa 20; Buhârî, Cııınua 1, Cihâd 109,
Enbiya 54; Ta'bîr 40, Diyât 15 aynı manada
[54] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/377-378.
[55] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/378.
[56] Müslim, Birr, 43.
[57] Tirmizî, Tefsir, 2. sûre 11.
[58] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/378-380.
[59] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/381.
[60] Beyhakî, es-Sunenu'l-Kubrû, II, 16, hadisin
"delil olamayacak kadar zayıf" kaydıyla.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/382.
[61] Müslim, Tahare 1; Dârimi, Vudû' 2; Müsned, V, 342,
344.
[62] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/382-383.
[63] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/383.
[64] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/383.
[65] Meal de buna göredir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/384.
[66] Ancak el-Ahfeş ile el-Ferrâ'ya göre:
"Getirseydin.. uymazlardı" anlamına gelir.
[67] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/385-386.
[68] O takdirde meal şöyle olur: "... O zaman muhakkak
onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıdıkları halde: kendilerine kitap ı
erdiğimiz zalimlerden olursun."
[69] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/386-387.
[70] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/387-388.
[71] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/389.
[72] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/389-390.
[73] Buhârî, Cumua 4; Müslim, Cumua 10; Ebû Davûd Tahâre 127;
Nesai, Cumua 13; Tir-mizî, Cumua 6; Muvatta' Cumua 1; Müsned, II, 460.
[74] Darakutnî, I, 248.
[75] Muvatta', Vukût 23.
[76] Darakutnî, I, 247.
[77] Darakutnî, I, 247.
[78] Darakutnî, I, 250.
[79] Buhârî, Mevâkît 27, Ezan 163; Müslim, Mesâcid 230-232;
Ebû Dâvûd, Salât 8; Tirmizl, Salât 2; Nesâl, Mevâkît 25, Sehv 101; Dârimî,
Salât 20; Müsned, VI, 33, 37 v.s.
[80] Müslim, Mesâcid 216.
[81] Müslim, Mesâcid 220; ayrıca bk. Buhârî, Mevâkît, 24,
25.
[82] Buhârî, Ezan 156. Yatsı namazının tehirine dair
hadislerin yerleri için bk. el-Mu'cemu'l-Mufehres li Elfâzi'l-Hadis, I, 31.
[83] "Yatsı namazını gecenin üçte birine kadar
geciktirmekten çekinmezdi" şeklinde: Buhârî, Ezan 104
[84] Buharî, Mevâkît 10, Ezan 18; Ebû Dâvûd, Salât 4;
Tirmizl, Salât 5; Müsned, V, 155, 162, 176
[85] Müslim'de bu manada Enes'ten bir rivayet tesbit
edemedik. Ancak bu manadaki bir hadis Câbir b. Semure'dan olup Mesâcid 188
dedir.
[86] Tirmizi, Salât 5'te 157 nolu hadisten sonraki
açıklamaları.
[87] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/390-392.
[88] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/392.
[89] 149. âyet kısmen 150. âyete, kısmen de daha önce geçen
144. âyetin son bölümlerine benzediğinden muhtemelen- ayrıca tefsir
edilmemiştir.
[90] Ebû Dâvûd, Sefer 8; Dârakutnî, I, 396.
[91] Müslim, Salâtu'l-Müsâfirin 33.
[92] Bk. el-Bakara, 2/115. âyet 3. başlık.
[93] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/393-396.
[94] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/397.
[95] el-Azîzî, es-Sirâcu'l-MunîrŞerhu'l-Gâfnii's-Sağir, III,
307 yakın lafızlarla. Hadisin zayıf olduğu belirtilmiştir. Bk. Kurtubî,
Dâru'l-Hadis baskısı, II, 176, dn: 4.
[96] İbn Mâce, Edeb 53; Tirmizt, Deavât 4; Müsned, IV, 188,
190.
[97] İbn Mâce, Edeb 53, Zevâid'inden naklen zayıf olduğu
kaydıyla. Buhârî, Tevhid 43'te Ebû Hureyre'den muallak olarak zikretmektedir.
Müsned, II, 540'da da Zevâid'de zayıf olduğu belirtilen Muhammed b. Mus'ab'dan
itibaren seneddeki raviler, İbn Mace ile aynıdır. Ayrıca bk. İbn Hacer,
Fethu'l-Bâri, XIII, 508-509.
[98] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/398-399.
[99] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/400..
[100] Buhârt, Cenâiz 32, 43, Ahkâm 11.
[101] Müslim, Cenâiz 14, 15. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cenâiz 23;
Tirmizî Cenâiz, 13, 64; Ne-sûî, Cenâiz 22; İbn Mace, Cenâiz 55; Müsned, III,
130, 143, I, 375, 429, 451.
[102] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/400-402..
[103] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/402-403.
[104] Buharı, Merdâ 1; Müslim, Birr 52; Tirmizî, Cenâiz 1
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/403.
[105] İbn Mâce, Cenâiz 55; Müsned, I, 201. M. F.
Abdulbaki'nin neşri İbn Mâce'de bu hadisten sonra Zevâid'den nakledilen nota
göre senedde yer alan Hişâm b. Ziyâd'ı A. B. Han-bel zayıf kabul ederken, İbn
Hibbân, uydurma hadisleri sika (güvenilir) ravilerden rivayet ettiği kanaatini
belirtir. Kurtubî'nin senedi adeti hilâfına zikretmiş olmasının sebebi bu
olmalıdır. Ayrıca bk. Zehebî, Mizânu'l-l'tidâl, V, 423-
[106] Kurtubî baskılarında Atâ b. Ebî Rebâh olmakla
birlikte, İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, III, 322'de Atâ b. Ebî Reyâh'tır. Ancak
doğrusu Reyâh değil, Rebâh olmalıdır. Hadis mür-seldir. Aynı anlamdaki bir
rivayet, Muvatta', Cenâiz 4l'de yer almaktadır. Ancak bu da mürseldir. Benzeri
diğer rivayetler ve kaynakları için bk. İbn Abdi'1-Berr, et-Temhîd, XIX, 322
v.d.; el-İstizkâr, VIII, 335 v.d.
[107] Bk. es-Semerkandî, Bahru'l-Ulûm, I, 169-170
[108] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/403-404.
[109] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/404.
[110] Tirmizi, Cenâiz 36; Müsned IV, 415
[111] Müslim, Cenâiz 3-4; Ebû Dâvûd, Cenâiz 18; Tirmizl,
Deavât 83; İbn Mâce, Cenâiz, 55.
[112] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/404-405.
[113] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/405-406.
[114] Buhârl, Cenâiz 43 (2) Buhârî, Hacc 80.
[115] Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12.
[116] Buhârî, Hacc 79. Hz. Âişe'den gelen bu rivayetin değişik
şekilleri için bk: Buhârî, Umre 10, Tefsir 2. sûre 21 ve 53. sûre 3; Müslim,
Hacc 259-261; Ebû Dâvûd, Menâsik 55;" Tirmizî, Tefsir 2. sûre 12; Nesâî,
Menâsik 168; İbn Mâce, Menâsik 43; Muvatta, Hacc 129; Müsned, VI, 162, 227.
[117] Tirmizî, Tefsir 2. sûre 13.
[118] Buhârî, Hacc 80.
[119] Hâkîm, el-Müstedrek, II, 271, Müslim'in şartına göre
sahih olduğu kaydıyla.
[120] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/406-408.
[121] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/408-409.
[122] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/409.
[123] Kurtubi Merhum, bundan sonra beyitte "örtü ve
sarık" anlamında kullanılan "es-sibb* kelimesinin müşterek bir lafız
olduğunu belirtir ve ayrıca: Çokça söven, örtü, sarık. Hüzeyl şivesinde: Halat,
ince keten parçası anlamına geldiğini -Cevheri'den naklen- belirtir. Buna dair
Arap Edebiyatından bazı beyitlerle de istişhâd eder. Doğrudan tefsir ile ilgisi
olmayan bu açıklamalara bu şekilde değinmeyi yeterli gördük.
[124] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/410.
[125] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/410.
[126] Burada olumsuzluk edatı olan (ellâ'daki) lâ zaid kabul
edildiğinden tercüme edilmedi.
[127] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/410-411.
[128] Tirmizl, Hacc, 33, Tefsir 2. sûre 14.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/411-412.
[129] Dûrakutnl, II, 255.
[130] Muvatta', Salâtu'1-Leyl 14; Ebû Dâvûd, Vitr 2; Nesat,
Salât 6; İbn Mâce, İkame 194.
[131] İbn Mâce, Menâsik 43.
[132] İmam Malik mezhebinde muteber bir fıkıh kitabı.
Müellifi Muhammed b. Ahmed b. Ab-dilaziz el-Uteb (v. 254. H.)'ye nisbetle böyle
anılır.
[133] Hanefî mezhebinde Sây'ın hükmü vücubtur. Terkinin
cezası da merhum müfessirimizin belirttiği gibidir. (Bk. Dr. ez-Zuhaylî,
el-Fıkhu'l-lslâmî, III, 88,174). Hükmünü "sünnet" diye ifade etmesi
Hanefî mezhebi ile diğer mezheblerin ıstılahlara dair tarif farklılıklarına
bağlıdır.
[134] Yakın ifadelerle: Müslim, Hacc 310-, Ebû Dâvûd,
Menâsik 77; Nesâi, Menâsik 220; Müsned, III, 318.
[135] Buhârî, Enbiya 9'daki hadislere işaret etmektedir.
[136] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/412-413.
[137] Buhârt, Hacc 64, 74; Müslim, Hacc 258; Ebû Dâvûd,
Menâsik 48; Nesâi, Hacc 138, 139.
[138] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/413.
[139] Ebû Dâvûd, İlin 9; Tirmizî, İlin 3; İbn Mâce,
Muknddime 24; Müsned, II, 263, 305, 344, 353, 495.
[140] Buhârî, İlin 49'da bab başlığından sonra: "Ali
dedi ki..." diyerek nakletmekte. Hz. Peygamber'in hadisi olarak zikretmemektedir.
[141] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/414.
[142] Ebû Hureyre'den gelen rivayet Buhârî, tim 42 ile İbn
Mâce, Mukaddime 24'de "... iki âyet olmasaydı.." şeklindedir.
"Bir âyet olmasaydı..." şeklindeki ifade ise Buhârî, Vu-dû' 24 ile
Müslim Tahâre 6; Muvatta'Tahâre 29'da olup bu rivayet de Hz. Osman'dan
gelmektedir.
[143] Elimizin altındaki kaynaklarda tesbit edemedik.
Kurtubî merhum da sıhhatinden emin olmadığına işaretle ruyjye: rivayet edildi,
gibi bir "temrîd sigası" kullanmaktadır.
[144] İbn Mâce, Mukaddime 17'de: "İlim taleb etmek, her
müslümana farzdır. İlmi ehil olmayanlara öğretmeye çalışan, domuzlara
mücevherat, inci ve altından gerdanlık takan kimse gibidir" anlamında
senedi zayıf olduğu belirtilen bir rivayet yer almaktadır. Ancak çeşitli
yollarıyla hadisin hasen (li gayrihi) derecesine yükseldiği belirtilmektedir.
(Hadise dair Zevâid'den alınan nottan).
Müfessirimizin
kaydettiği rivayetin durumu ile ilgili bilgi için bk. eş-Şevkâni,
e\-Fevâ-idu'l-Mecmûa, s. 274
[145] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/415-416.
[146] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/416.
[147] Buhârî, İlm 42.
[148] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/416.
[149] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/417.
[150] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/417.
[151] İbn Mâce, Fiten 22. Hadiste sözü edilen el-Leys b. Ebî
Süleym ile ilgili hadis âlimlerinin değerlendirmeleri için bk. ez-Zehebî, Mizânu'l-Î'tidâl,
IV, 340-343; İbn Hacer, Takribu't-Tehzlb, II, 138.
[152] Kabir nimet ve azabını dile getiren uzunca hadisin bir
bölümünü teşkil eden bu hadis örnek olarak: Enes b. Mâlik'ten: Buhârî, Cenâiz
68, 87, Ebû Dâvûd, Sünne 24; Nesâi, Cenâiz 110; Müsned, III, 126, 234'te; Beni
b. Âzib'ten: Ebû Dâvûd, Sünne 24; Müsned, IV, 296'da geçmekte, ancak bunlarda
"işiten herkesin lanet okuduğundan" söz edilmemektedir.
Ancak Suyûtî,
ed-Durru'l-Mensûr,l, 391'de şunları söylemektedir: "İbn Mâce,
İbnu'l-Münzir ve İbn Ebi Hatim, el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediğini
nakletmektedirler: Peygamber (sav) ile birlikte bir cenazede bulunuyorduk.
Şöyle buyurdu: Kâfire iki gözü (kaşı) arasına öyle iki darbe indirilir ki,
insanlarla cinler dışında herkes onun sesini işitir, sesini işiten her canlı
hayvan ona lanet okur..."
Hem Kurtubrnin, hem
Suyutî'nin kast ettikleri hadis İbn Mâce, Fiten 22'de yer alan 4021. hadiste
ise, kabir azabı ile ilgili bölüm yoktur. Sadece lanet edenlerden kastın
"devâb-bulard" yani "yeryüzünde hareket eden hayvanlar"
olduklarından söz edilmektedir. Bu da az önce Kurtubî tarafından kayd edilmiş
bulunmaktadır.
[153] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/417-418.
[154] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/419.
[155] İbnu'I-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'ân'Az (I, 50) bu şekilde
belli bir kaynağa atfetmeden zikretmektedir.
[156] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/419-420.
[157] Buhârî, Hudud 4, 5.
[158] Buhârî, Hudud 36, Buyu 66, 110; Müslim, Hudûd 30; Ebû
Dâvûd, Hudûd 32; Müsned, II, 249, 494.
[159] Buhârî, Hudûd 7, 13; Müslim, Hudûd 7; Nesâî, Sârik 1;
İbn Mâce, Hudûd 22.
İmam Kurtubi, el-Camiu
li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/420-421.
[160] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/422.
[161] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/423.
[162] Bu lafızlarla: Buhârî, Cenâiz 1 bab başlığı olarak;
Ebû Dâvûd, Cenâiz 16. Müslim, İman 43'teki: "Kim Allah'tan başka ilâh
olmadığını bilir halde ölürse cennete girer" anlamındaki hadis, müfessirimizin
dile getirdiği maksadını aynen ifade etmektedir.
[163] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/423.
[164] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/424-425.
[165] Müslim, Siyam 33; Buhârî, Tefsir 2. sûre 28; Ebû
Dâvûd, Savm 18.
[166] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/425-427.
[167] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/427-428.
[168] Ebû Dâvûd, Tahâre 41; Tirmizl, Tnhare 52; Nesûî,
Tahare 47; Muvatta', Tahâre 12; İbn Mâce, Tahâre 38.
[169] Bk. Buhârt, Cihad 3, Tabir 12; Müslim, İmare 160; Ebû
Dâvûd, Cihâd 9; Nesûî, Cihad 40; Muvatta', Cihad 39.
[170] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/428-429.
[171] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/430.
[172] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/430.
[173] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/430.
[174] Burada "debelenme" diye tercüme ettiğimiz
"debîb" kelimesi âyet-i kerimede de geçen ve her türlü canlıyı ifade
ettiği kaydedilen "dâbbe" kelimesiyle aynı köktendir.
[175] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/430-431.
[176] Ebû Dâvûd, Edeb 103
[177] İbn Mâce, Edeb 29. Ayrıca, Müsned, II, 250, 268, 409...; Tirmizî, Fiten 65
[178] Buharı, İstiska 26, Bed'u'1-halk 5, Enbiyâ 6, Edeb 84,
Meğâzi 29; Müslim, tstiskâ 17.
[179] Müslim, Zikir 38; Ebû Dûvûd, Edeb 60.
[180] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/431-432.
[181] Nevevî, el-Ezkâr, Kahire, 1375/1955, s. 163'te Şafii
tarafından el-Umm'da rivayet edildiği belirtilmektedir. Ayrıca Suyûti,
ed-Dûrru'l-Mensûr, I, 399.
[182] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/432-433.
[183] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/433-434.
[184] Müslim, Zühd 45; Müsned, II, 296.
[185] İbn Mâce, Dua 21.
[186] Müslim, İstiskâ 14.
[187] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/434-436.
[188] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/436.
[189] Suyûtî Cem'u'l-Cevâmi, 874'te yakın lafızlarla.
Kurtubî, Dâru'l-Hadis baskısı, II, 206'da-ki nottan.
[190] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/436-439.
[191] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/439-442.
[192] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/442-443.
[193] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/443-444.
[194] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/444-445.
[195] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/445.
[196] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/445-446.
[197] Tirmizî, Edeb 78.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/446.
[198] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/447.
[199] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/448.
[200] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/448-449.
[201] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/449.
[202] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/449.
[203] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/449-450.
[204] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/450.
[205] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/450-452.
[206] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/452-453.
[207] Müslim, Zekât 64; Tirmizl,
Tefsir 2. sûre 37; Dârimî, Rikaak 9; Müsned, II, 328.
[208] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/454.
[209] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/455.
[210] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/455-456.
[211] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/456.
[212] Darakutnî, IV, 272; İbn
Mâce, Et'ime 31; Müsned, II, 97.
[213] Buhârt, Zebâih ve Sayd 12,
Meğâzî 65; Müslim, Sayd ve Zebâih 17, 18; Nesaî, Sayd 35; Müsned, III, 311.
[214] Bu âyetin tefsirine dair 18.
başlığa ve ilgili nota bakınız.
[215] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/456-457.
[216] Buharı, Zebâih 13; Müslim,
Sayd 52; Tirmizl, Et'iıne 22; Nesaî, Sayd 37…
[217] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/457.
[218] Müslim, Hayz 100, 102-104;
Ebû Dâvûd, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 7; Nesaî, Fera' 5.
[219] Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I,
120, 122.
[220] Tirmizî, Libâs 7; Nesai,
Fera' 5; îbn Mâce, Libâs 26, Ebû Dâvûd, Libâs 39; Müsned, IV, 310, 311.
[221] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/457-458.
[222] Ebû Dâvûd, Edâhî 17; Îbn
Mâce, Zebâih 15; ayrıca bk. Tirmizî, Sayd 10.
[223] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/458.
[224] Müslim, Hayz 105; Ebû Dâvûd, Libâs 38; Tirmizl, Libâs
7; Nesaî, Fera' 4
[225] Görüldüğü kadarıyla merhum
müfessir sarahatle ifade etmemekle birlikte, tabaklamanın şer'an temizlediği
görüşünü nassa uygunluğu dolayısıyla, daha bir kabule şayan görmektedir.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/459.
[226] Dârakutnî, I, 47. Dârakutnî
hadisin sonunda râvilerinden Yûsuf b. es-Sifr'in metruk olduğunu, bu hadisi
ondan başka kimsenin (Evzâî'den) nakletmediğini kaydeder.
[227] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/459.
[228] Buhârl, Vudû' 67, Zebâih 34;
Ebû Dâvûd, Et'üne 47; Tirmizî, Et'ime 8; Nesal, Fera' İO. Müsned, II, 233, 265,
VI, 330; Dârimî Et'ime 41; Muvatta' İsti'zan 20. Yakın ifadelerle
[229] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/460.
[230] Buhârî, Enbiyâ 50, Tefsir 6.
Sûre 6, Buyu' 103, 112; Müslim, Mûsâkat 71-74; Nesaî, Buyu' 93, Fera' 8, 9;
Müsned, I, 25, II, 213, III, 324, 326.
[231] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/460.
[232] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/460-461.
[233] "Peynir mayası"
diye tercüme ettiğiniz "enfiha" ile ilgili sözlükte şu açıklamalar
yer almaktadır: Buzağı, oğlak ve benzerlerinin işkembelerinden bir bölümdür.
Peynir mayası kasdıyla buzağı, oğlak ve benzerlerinin süt yavrusu iken
midelerinden alınan parça. (el-Kâmusu'l- Muhit, el-Mu'cemu'l-Vastt).
[234] Ebû Dâvûd, Et'ime 38'de: İbn
Ömer'den gelen rivayete göre, Tebûk'te Peygamber (sav)'e peynir getirilmiş, o
da bıçak getirilmesini isteyip besmele çekerek peyniri kesmiş. Sünen-i Ebû
Davud'un en yetkin sarihi kabul edilen el-Hattâbî'den naklen hadis ile ilgili
şu açıklama yer almaktadır: "Ebû Davud'un bu hadisi, peynirin, kestikleri
yenmeyen bir kavim tarafından imal edilmiş olduğunu göstermektedir. Onlar
peyniri bağırsaklarla mayalıyorlardı. Peynir imalinde onlarla birlikte çalışan
müslümanlar da vardı. Kâfirler de müslümanlarla birlikte çalışıyorlar diye Hz.
Peygamber, onu yemekten imtina etmemişti."
[235] İbn Mâce, Et'ime 60; Ebû
Dâvûd, Et'ime 30; Tirmizî, Libâs 6.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/461-462.
[236] Hadisi Kumıbînin zikrettiği
bu lafızlnrla tesbit edemedik. Ancak, Hz. Peygamberin tencerede pişen etten
yediğine dair -ancak, üzerinde kandan dolayı sarımtrak bir tabakanın belirdiği
zikredilmeksizin- bazı hadisler için bk. Buhârî, Et'ime 31; Talâk 14; Müslim,
Itk 14; Nesâî, Talâk 29; Muvatta' Talâk 25; Müsned, VI, 178, 180
[237] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/462-463.
[238] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/463.
[239] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/463-464.
[240] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/464.
[241] Su domuzu (hınzîru'1-mâ) ile
ilgili sözlüklerin açıklamalarından, bununla "yunus balı-ğı"nın kast
edildiğini anlıyoruz. "el-Müncid" adlı sözlükte: "Su domuzu:
hınzîru'1-mâ" hakkında şu açıklamalar yer alır: "Dulfın'den küçük bir
balık cinsi." Lârus el-Mu'cemu'l-Arabi el-Hadis'te şu açıklamalar yer
alır: "et-Tuhas ile aynı şeydir. Bu da Balık türü ve dulfînler alt
grubundandır." "et-Tuhas" de aynı sözlükte şöylece açıklanmaktadır:
"Dulfin diye bilinen memeli balıklardan bir tür. Bütün denizlerde gruplar
halinde yaşar. Her birinin uzunluğu kimi zaman üç metreyi bulur." D.M.
Doğan'ın Büyük Türkçe Sözlük adlı eserinde de "Yunus Balığı" ile
ilgili şu açıklamalar yapılmaktadır: "Balinagillerden, boyu üç metreyi
geçmeyen, sürüler halinde yaşayan etçil memeli hayvan."
Bütün bu açıklamalardan "su domuzu" ile yunus
balığı'nın kast edildiğini anlıyoruz. Gerek Mâliki alimlerin ifadelerinden,
gerekse buradaki açıklamalardan. Mâlik'in bunu hoş görmemesi yalnızca adı
dolayısıyladır. (Bk. Ebû Ömer b. Abdi'1-Berr, el Kâfi, I, 437)
[242] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/464-465.
[243] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/465.
[244] Hadisin buraya kadar olan
bölümü, Müsned, VI, 43'te: "Cerîr, Kâbus'tan..." diye yer
aılmaktadır.
[245] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/465-466.
[246] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/466-467.
[247] İbn Mâce, Ticarât 68
[248] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/467-468.
[249] Aynı hadisin iki yahut da
fazla senedi varsa, bir senetten ötekine geçişte "hâ" harfi kullanarak
senedin tahvil edildiğine işaret edilir. (Nevevî, Takrib, II, 88)
[250] İbn Mâce, Ticarât 67, Ayrıca
bk.; Ebû Dâvûd, Cihad 85; Nesaî, Kudât 21; Müsned, IV. 16"
[251] Ebû Dâvûd, Cihad 85;
Tirmizi, Buyu' 60.
[252] Tirmizî, Buyu' 54.
[253] Tirmizî, Buyu' 54; ayrıca
bk. Ebû Dâvûd, Lukata h. 10; Hudud 13; Nesat, Sârik 12.
[254] İbn M6.ce, Ticârât 67.
[255] H. 224'te vefat eden Ebû
Ubeyd (Fuat Sezgin, Tarihu't-Turas, VIII/1,137)'in, H. 463'te vefat eden, Ebû Ömer
künyeli ve bu Tefsir'de "Ebû Ömer" denildi mi hatıra gelen İbn
Abdi'1-Berr'den nakil yapmasına elbetteki imkân yoktur. Lisânu'l-Arab, XIII,
76'da: "Ebû Amr dedi ki..." denilerek burada verilen açıklamaların
bir kısmı aynen aktarılmaktadır. Dolayısıyla bu Ebû Ömer değil, H. 205 veya 206
yılında vefat etmiş bulunan Ebû Amr eş-Şeybânî b. Mirar (Bkz. Fuat Sezgin,
a.g.e., VIII-I, 210) olabilir. (Arapça'da Amr ile Ömer aynı harflerle -Ayn- mim
ve ra harfleriyle- yazıldığı için Amr'ın sonuna vav yazılarak birbirinden
ayırd edilmeleri sağlanır. Baskıda "vav" harfi düşmüş olmalıdır).
[256] Bk. Buhârî, Zebâih 12,
Meğâzî 65; Müslim, Sayd 17, 18; Ebû Dâvûd, Et'ime 46; Nam, Sayd 35; Dârimî,
Sayd 6; Müsned, III, 311.
[257] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/468-471.
[258] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/471.
[259] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/471.
[260] Ebû Dâvûd, Cenâiz 60; İbn
Mâce, Cenâiz 63; Muvatta', Cenâiz 45; Müsned, VI, 105.
[261] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/41-472.
[262] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/472.
[263] Ebû Dâvûd, Et'ime 36;
Müsned, V, 96.
[264] Ebû Dâvûd, Et'ime 36.
[265] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/473-474.
[266] Bu hadisin çeşitli
rivayetleri için bk. Buh&rl, Cihâd 152, Zekat 68, Hudûd 15, 17, 18, T»b 5,
6, 29; Ebû Dâvûd, Hudûd 3; Tirmizî, Tahare 55; Nesaî, Tahare 55, 190,
Tahri-mu'd-Dem 7-9; İbn Mûce, Hudûd 20.
[267] Buhârî, Eşribe 15
[268] Müslim, Eşribe 12; Ebû
Dâvûd, Tıb 11; Tirmizî, Tıb 8.
[269] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/474-475.
[270] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/475-476.
[271] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/476.
[272] Mefhumu'l-kitab,
Delilu'l-hitab, Mefhumu'l-muhâlefe diye anılan delildir. Delilin söz konusu
etmediği şeylerin hükmünün, sözkonusu ettiklerinden farklı olması demektir. Etraflı
bilgi için fıtıh usulü eserlerinin ilgili bahislerine bakılmalıdır.
[273] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/476-478.
[274] Asıl nüshada da başlıkların
sayımında tam bir birlik olmadığı, baskıya hazırlayan tarafından da
belirtilmiş bulunuyor.
[275] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/478.
[276] 41. âyet 1. başlık 79. âyet
5. başlıkta
[277] Müslim, İman 172; Müsned,
II, 480. Ayrıca, Nesaî, Zekât 77; Müsned, II, 433 yakın lafızlarla.
[278] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/479-481.
[279] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/481-482.
[280] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/482-483.
[281] Mürsel olduğu açıkça görülen
bu rivayeti ve sonrakini, el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 52'de zikretmektedir.
[282] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/483-484.
[283] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/484.
[284] Buyruklar: O kasaba halkına
sor; ve: Buzağının sevgisi., takdirindedir.
[285] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/485.
[286] Bu ifadelerin Hz. Osman ile
herhangi bir ilgisi yoktur. Uydurmadır. Başta Kurtubi olmak üzere -bu âyette
olduğu gibi- Zemahşeri, Ebu Hayyan ve Alûsî bu sözün Hz. Osman tarafından
söylenmiş olduğunu kabul etmezler. Adı geçenlerin en-Nisa, 4/162. âyetin
tefsirinde yaptıkları açıklamalara bakınız.
[287] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/486-488.
[288] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/488.
[289] Dârakutni, II, 125.
[290] İbn Mâce, Zekât 3'te. Ancak
burada hadis: "Malda zekâtın dışında bir hak yoktur" anlamındadır.
Serik'ten itibaren hadisin senedi Darakutnî ile de Tirmizî ile de aynıdır. Dolayısıyla
Tirınizfnin hadisin senedi ile ilgili birazdan kaydedilecek açıklamaları, buralarda
da aynen geçerlidir.
[291] Tirmizî, Zekât 27.
Darakutnî, Zekât 13, aynı manada yakın lafızlarla ve Serik'ten itibaren aynı
senedle.
[292] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/488-489.
[293] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/489-491.
[294] Muvatta', Ayn 5 (yakın
ifadelerle). Ancak aynı Muvatta'daki bu rivayet Atâ b. Yesâr'dan gelen mürsel
bir rivayettir. İbn Abdi'1-Berr bu hadisi et-Temhîd, V, 47'de Ebû Said
el-Hudrîden de mevsûl olarak rivayet etmektedir. Gerek bu hadis, gerek bu
manadaki diğer hadisler için ayrıca bk. el-lstizkâr, XXVII, 22 vd.
[295] Buhârî, Edeb 69; Müslim,
Birr, 103, 104, 105; Ebû Dâvûd, Edeb 80; Tirmizî, Birr 46.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/491-492.
[296] Buhârî, Tefsir 2. sûre 23,
Diyât, 8; Nesâî, Kasâme 27, 28; Dârakutnî, III, 86, 199.
[297] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/492-493.
[298] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/493.
[299] Müsned, II, 187, IV, 32
[300] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/493-494.
[301] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/494-495.
[302] Bk. Buhârî, Diyât 5; Müslim,
Kasâme 15-17; Ebû Dâvüd, Diyât 10; iVesâî, Kasâme 12, 13; İbn Mâce, Diyât 24.
[303] Bu iki âyetin bir arada
anlaşılması ve uygulanması imkânsız bir şey değildir. O bakımdan neshin
varlığını kabul etmeyi gerektiren bir durum yoktur.
[304] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/495.
[305] Ebû Dâvûd Cihad 147, Diynt
11; Nesâî, Kasâme 10; İbn Mâce, Diyât 31
[306] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/495.-496
[307] Buhârî, Diyât 24, 31;
Ayrıca: İlin 39; Ebû Dâvûd, Diyât 11, Cihâd 147; Tirmizi, Diyât 16; Nesâî,
Kasâme 9; Dârakutnî, III, 98.
[308] Dârakutnî, III, 135. Bu
hususta gerek Dârakutnî'de gerek başka eserlerde yer alan rivayetlerin geniş
bir tetkiki için bk. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, III, 335 vd.
[309] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/496-497.
[310] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/497-498.
[311] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/498.
[312] Ebû Dâvûd, Diyât 7; Tirmizî,
Diyât 17; Nesâî, Kasame 10, 11, 16; İbn Mâce, Diyât 23; Dârimî, Diyât 7;
Müsned, V, 10, 11, 12...
[313] İbn Mâce, Diyât 23.
[314] Tırnak içine aldığımız bu
son paragraf da İbnu'l-Arabî Ahkâmu'l-Kur'ân, (I, 63)ye aittir.
[315] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/498-499.
[316] Dârakutni, III, 142
[317] Tirmizl, Diyât 9.
[318] Altıncı başlık sonlarında
geçen bu hadisin kaynakları da orada gösterildi.
[319] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/499-501.
[320] Buhârî, Diyât 21.
[321] Darakutnî, III, 132-133.
[322] Tirmizî, Diyât 8.
[323] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları:
2/501-502.
[324] Ebû Dâvûd, Diyât 4.
[325] Tirmizî, Diyât 13.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/502.
[326] Buharî, Sulh 8, Tefsir 2. sûre 23, 5. sûre 6, Cihâd
12; Ebû Dâvûd, Diyât 28; İVesâî, Ka-sâme 16; İbn Mâce, Diyât 16.
[327] Bk. Ebû Dâvûd, Diyât 4; Tirmizî, Diyât 13
[328] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/502-504.
[329] Tirmizl, Salât 13.
[330] Nesâi, Kasâme 8'de Abbas'dan buna yakın mânâda.
[331] Merhum müfessir üç ve dördüncü görüşten söz etmemiştir.
Bu görüşleri İbn Atiyye (II, 62 vd)'nin de yardımıyla, böylece numaraladık.
[332] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/504-506.
[333] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç
Yayınları: 2/506.
[334] Ebû Dâvûd, Diyât 5; Müsned, III, 363.
[335] Habl; sözlükte azaların fesadı, yani işlemez hale
gelmesi demektir. (îbmı'l-Esîr, en-Ni-haye, II, 8) Hadiste bu kelime "curh
ve cirâh" diye açıklandığı halde; Kurtubî'nin baskılarında bu kelime
topallık demek olan "el-arec" diye geçmiştir. Tercümeyi Kurtubîde-ki
metne göre yapmakla birlikte, hadisin asıl rivâyetindeki açıklamanın muteber
olması gerektiği açıktır.
[336] Dûrakutnî, III, 96; İbn Mâce, Diyât 3; Darimî, Diyât
1; Müsned, IV, 31.
İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/506-507.