Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla
(Veda Haccında Mina'da nazil olan 281. ayeti dışında
Medine'de inmiştir 286 ayettir.
Medine'de inen ilk suredir.)
Bakara
sûresi Kur'an-ı Kerim'deki en uzun sûredir. Medine'de inmiştir. İk-rime der ki:
"Medine'de inen ilk sûre Bakara süresidir."
[1] Bu
sûre de Medine'de inmiş diğer sûreler gibi, yeni Medine toplumunda
Müslümanların hayatını düzenleyici yasamalara önem verir. O yeni Medine
toplumu aynı zamanda hem din, hem devletin bir arada olduğu bir toplumdu. Biri
ötekinden ayrı değildi. Beden ile ruhun ayrılmazlığı gibi, bir arada idiler.
Bu bakımdan Medine'deki yasamalar İslâm akidesini kökleştirmek temeli üzerinde
yükseliyordu.
Bu
akidenin ilk esası Allah'a ve gayba iman, Kur'an-ı Kerim'in kaynağının Yüce
Allah olduğuna, Allah'ın Rasûlüne, önceki Peygamberlere indirdiklerine salih
amelin de bu imanın meyvesi olduğuna inanmaktır. Amel insanın namaz
aracillğiyle Rabbi arasındaki ilişkisini kurarak ve Allah yolunda infak aracılığıyla
toplumsal dayanışmanın esaslarını gerçekleştirerek müşahhas ifadesini bulur.
Akidenin
gönüllere yerleştirilip açıklanması, müminlerin, kâfir ve münafıkların
niteliklerinden söz etmeyi gerektirir. Kurtuluşa nail olacaklar ile yok olacak
ve helak olacak kimseler arasında bir karşılaştırma yapabilmek için bu
gereklidir. Aynı zamanda yaratmanın başlangıcı, insanların atası Hz. Adem'in,
meleklerin kendisine secde etmesiyle şereflendirilmesi, cennette kendisi ile hanımı
arasında meydana gelenlerin birtakım sonuçlar doğurması, ondan sonra da
yeryüzüne iniş gibi hususları söz konusu ederek yüce Allah'ın kudretinden de
söz etmeyi gerektirmektedir.
Yüce
Allah'ın müminleri uyarıp sakındırması, bu sûrenin üçte birinden fazla bir
bölümünde İsrailoğullan'ndan söz etmeyi gerektirmektedir. İsrailo-ğulları'na
dair bu anlatılanlar 47. ayet-i kerime ile başlamakta, 123. ayet-i kerimeye
kadar devam etmektedir. Onlar Allah'ın nimetine karşı nankörlük ettiler.
Firavun'dan kurtulmalarını gereği gibi değerlendiremediler. Buzağıya taptılar.
Hz. Musa'dan inat, hakkı inkâr ve meydan okumak anlamlarını ifade edecek
birtakım taleplerde bulundular. Maddî isteklerinin gerçekleştirilmesine rağmen,
Allah'ın ayetlerini yine de inkâr ettiler, haksız yere Peygamberleri öldürdüler,
verdikleri ahid ve sözlerde durmadılar. İşte bütün bunlardan dolayı üzerlerine
Allah'ın lanetinin ve gazabının indirilmesini hâkettiler. Allah onları zelil
kıldı, rahmetinden uzaklaştırdı, kovdu.
Sûre,
Kitap Ehli'ne hitaptan sonra Kur"an ehlini muhatap alır. Bu hitabı
esnasında Hz. Musa ile Hz. Muhammed'in kavmi arasında ortak özellikler olan Hz.
İbrahim'in soyundan gelmek, onun fazilet ve üstünlüğünü ittifakla kabul etmek
hususları hatırlatılmakta, kıble ile ilgili ayrılıkçı iddiaların tümü reddedilmekte,
dinin en büyük esası olan ulûhiyetin tevhidini, kulluğu yaratıcıya tahsis
etmek, yüce ilaha, vermiş olduğu hoş ve güzel rızıklardan faydalan^ zorunlu
hallerde haramların mübahlığı gibi hususlara karşılık yalnızca ona şükretmek
suretiyle, dinin en büyük esası olan O'nun ulûhiyetini gereken şekilde
açıklamaktadır. Birr'in (iyiliğin) esaslarını da "...birr değildir."
(Bakara, 2/177) ayeti ile açıklamaktadır.
Daha
sonra sûre, iman eden müminler için İslâmî teşriin esaslarını ibadet ve
muamelât çerçevesinde ele almaktadır. Namaz kılmaktan zekât vermeye, ramazan
orucunu tutmaya, Beytullahı haccetmeye, Allah yolunda cihad etmeye, savaş
hükümlerini düzenlemeye, dinî zamanlama (takvim) hakkında kamerî ayları esas
almaya, Allah yolunda infak etmeye -çünkü helak olmaktan korunmanın aracıdır-,
anne baba ve yakınlara vasiyette bulunmaya, nafakada hak sahiplerini
açıklamaya, yetimlere karşı iyi davranıp onlara destek olmaya, evlilik,
boşanma, süt emme, iddet bekleme, kadınlardan îlâ yapmaya dair aile ile ilgili
durumları düzenlemeye, lağv yemininden sorumlu olmamaya, büyünün haram
kılınmasına, haksız yere öldürmeye, öldürmelerde kısasın gereğine, insanların
mallarını batıl yollarla yemenin haram olduğuna, şarabın, kumarın ve faizin
haram olduğuna, ay halinde ve ekim yeri ve neslin yatağı olan yerden
başkasından yani arka yoldan kadınlara yaklaşmanın haram olduğuna kadar...
Sûre
akide ve ulûhiyetin sırları hakkında büyük bir ayet-i kerime de ihtiva
etmektedir ki, bu da Âyete'l- Kürsî'dir. Ayrıca bu sûre, Kur'an-ı Kerim'in son
nazil olan buyruğu ile o korkunç kıyamet gününden sakındırmaktadır. Söz konusu
ayet-i kerime şudur: "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz, sonra herkese
kazandığının tamamının verileceği ve onlara hiçbir şekilde zulm olunmayacağı
birgün (olan kıyamet gününjden korkunuz" (Bakara, 2/281).
Bu
sûre aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'deki en uzun ayet-i kerime olan "deyn
(borçlanmak)" ayetini de ihtiva etmektedir. Bu ayet-i kerime sözleşmeleri
yazmak, şahit tutmak, şehadette bulunmak, erkek ve kadınların şahitliklerinin
hükümleri, rehin, emanetin yerine getirilmesinin gereği, şahitliğin gizlenmesinin
haram olduğu gibi hükümleri de açıklamaktadır.
Sûre
tevbe, Allah'a dönmek, kolaylık ve hoşgörü talebini ihtiva eden, zorlukların,
ağır yüklerin kaldırılması talebini ve kâfirlere karşı zafer niyazını ihtiva
eden çok büyük bir dua ile sona ermektedir.
Sûre
bütünüyle müminler için dosdoğru bir yoldur. Bu onların nitelikleri ile onlara
karşı çıkan kâfir ve münafıkların niteliklerini açıklayarak, özel ve genel
hayata dair yasama yöntemlerine açıklık getirerek sonunda da yüce Allah'a
sığınarak iman üzere sebat etmek, ona devamlı dua ederek ilâhî bağış, lütuf,
yardımını istiyerek, Allah'ın ve insanlığın düşmanlarına karşı zaferi gerçekleştirme
talebiftîlç bulunarak, müminler için dosdoğru bir yolu göstermektedir.
Sûrenin direktifleri arasında
şunlar da vardır: Dünya ve âhirette mutluluğun kaynağı ancak dine tabi
olmaktır. Dinin de üç esası vardır. Bunlar Allah'a ve Rasulüne iman, ahiret
gününe iman ve salih amel işlemektir. Genel olarak velayetin (dostluk ve
bağlılık duygusunun) iman ve istikamet ehline olması gerekir. Fakat dine
girmek üzere zorlamak da yasaktır.
[2]
Bu
sûreye "Bakara sûresi" adı verilmesi, Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na
verdiği bir inek kesme emrinin sözkonusu edildiğinden dolayıdır. Bu emrin veriliş
sebebi ise öldürülen kişiye bir parçası ile vurmak suretiyle ölünün katilini
açığa çıkarmaktı. O kişi Allah'ın izniyle dirildi. Katilinin kim olduğunu
onlara bildirdi. Sözü geçen bu kıssa sûrenin 67. ayet-i kelimesiyle
başlamaktadır. Gerçekten de insanın duygularını harekete getiren bir kıssadır.
Onu dinleyen hayrete düşer ve kıssayı sonuna kadar ilgiyle takip eder.
[3]
Bu
sûrenin fazileti çok büyüktür. Bu sûreye "Kur'an'ın fustâtl (en büyük otağı)"
adı verilir. Bunun sebebi ise sûrenin azameti, göz kamaştırıcılığı ve
öğütlerinin çokluğudur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Evlerinizi
mezarlara çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan içinde Bakara Sûresinin okunduğu evden
nefretle kaçar"[4]. Yine
Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bakara sûresini okuyunuz. Çünkü o
sûreyi okumak bir bereket, onu terketmek ise bir hasrettir, ziyandır).
Bâtılcılar (sihirbazlar) onun altından kalkamazlar"
[5]
el-Bustî'nin Sahih'inde Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir.
Resulullah (s.a.) buyuruyor ki: "Şüphesiz ki her şeyin bir zirvesi
vardır. Kur'an-ı Kerim'in zirvesi ise Bakara süresidir. Geceleyin bu sûreyi
evinde kim okursa, üç gece süreyle şeytan onun evine girmez. Gündüzün onu
okuyan kimsenin de üç gün süre ile şeytan evine girmez."
[6]
1-Elif,
Lâm, Mim.
2-
İşte bu Kitap; Onda hiçbir şüphe yoktur- Takva sahipleri için bir hidayettir.
3-
Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden de infak ederler.
4 "
Ve onlar sana indirilene de senden önce indirilene de yakînen [kesin olarak|
inamrlar-
5.
işte onlar rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta
kendileridirler.
"Elif,
Lâm, Mim". Mebnî ve mu'reb olmayan Mukatta Harflerdir. Sûrelerin
başlarında yer alan diğer hecâ (alfabe) harfleri de böyledir.
"İşte
bu kitap" buyruğu, işte bu o kitaptır ki... takdirindedir.
"Kitap" kelimesi "işte bu"dan bedeldir. "Onda hiçbir
şüphe yoktur". Onun hakkında şüphenin asla söz konusu olamayacağı
belirtilmektedir.
"Onlar
gayba inanırlar". Bu takva sahiplerinin bir özelliğidir.
[7]
"İşte
bu kitap" yakında bulunan bir şeye uzakda bulunan için kullanılan işaret
zamirini kullanmak suretiyle bu kitabın şanının yüceliğine dikkat çekilmektedir.
"Takva
sahipleri için bir hidâyettir". Bu mürsel veya aklî bir mecazdır. Hidayet
Kur'an-ı Kerim'e isnad edilmiştir. Çünkü o, hidayetin sebebidir. Hakikatte
hidâyet veren ise Yüce Allah'tır.
"İşte
onlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta
kendileridirler!" buyruğu takva sahiplerinin haline gereken önemin
gösterildiğini belirtmek içindir. "Onlar" buyruğu da hidâyetin onlara
münhasır olduğunu ifade etmektedir.
[8]
"Kitap"
Kur'an-ı Azimüşşandır. "İşte bu kitap;" buyruğu hakkında müfes-sirler
genel olarak şöyle demiştir: Yüce Allah'ın uzak için kullanılan zamiri
kullanarak: "şu kitaptır" diye buyurması, "bu kitap"
anlamındadır.
"Onda
hiç bir şüphe yoktur". Onun Allah tarafından geldiğinde şüphe yoktur.
"Takva sahipleri için bir hidâyettir." Kendilerini zararlı şeylerden,
ilahi yasaklardan koruyan bütün yasak ve haramlardan uzak duran kimseler için
doğru yol rehberidir.
İman:
Şuurlu şekilde kesin ve tereddütsüz kabul etmek demektir. Amel onun varlığının
delüidir. Gayb: Hesap, ceza, cennet cehennem ve bunlara benzer insan için
görülmeyen şeylerdir. "Namazı dosdoğru kılmak" ikame etmek; şart ve
rükünleri ile eksiksiz bir şekilde onu yerine getirmek demektir. Yakın: Kesin
inanmak: En ufak bir şüphe dahi sözkonusu olmayacak şekilde inanmak demektir.
İlmin hakikati işte budur.
[9]
Besmelenin
anlamı bu sûrede bulunan her şeyin Allah'tan olduğunu, insandan olmadığını
ilan etmektir. Allah bu sûreyi rahmetiyle insanları dünya ve ahirette hayır ve
mutluluğa iletmek için indirmiştir. Şüphesiz ki besmele Mushafa Kur'an-ı
Kerim'in dışında herhangi bir şeyi yazmamak için özel bir gayret gösteren
Ashâb-ı Kiram'm icmâı ile Kur'an-ı Kerim'den bir ayettir.
Şanı
yüce Allah, bu sûreye mukatta harflerle başlamaktadır. Bundan gaye Kur'an-ı
Kerim'in niteliğine dikkat çekmek, onun i'câzına işaret etmek ve sürekli
olarak onun en kısa bir sûresinin benzerini getirmek hususunda insanlara
meydan okumak, insan kelâmı olan hiç bir şeyin boy ölçüşemiyeceği bir söz olan
Allah'ın kelâmı olduğunu kesin olarak ispat etmektir. Şanı yüce Allah bununla
Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu Araplara şöyle diyor gibidir: Bu her Ara-bın
konuşurken kullandığı alfabe harflerinden oluşan AfâpÇa bir SÖZ Oİduğlİtia göre
onun benzerini getirmekten -insan sözü olduğuna inanıyorsanız- nasıl olur da
âciz kalırsınız?. Bu böyle olmakla birlikte sizler onunla boy ölçüşemez-siniz.
Kur'an-ı Kerim'in i'câzını açıklamak için bu harflerin zikredildiğini söyleyen
muhakkik ilim adamlarının görüşü işte budur.
[10]
Zemahşerî
der ki: Bütün bu mukatta' harfler Kur'an-ı Kerim'in başında bir defa vârid
olmamış meydan okuma ve ikazın tesirini artırmak için defalarca tekrar
edilmişlerdir. Tıpkı bir kıssanın defalarca tekrar edilmesi ve açıktan açığa
bir kaç yerde Kur'an'ın benzerini meydana getirmeleri için meydan okumanın tekrarlanması
gibi.
[11]
"Elif,
Lâm, Mim" in mukatta harflerden oluştuğunun delillerinden birisi de
Peygamber (s.a.)'in şu buyruğudur: "Her kim yüce Allah'ın Kitab'ından bir
harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene ise on katı iledir (On kat
fazlasıyla mükâfat görür). Ben sizlere: Elif, Lâm, Mim, tek bir harfdir, demiyorum.
Fakat Elif bir harf, Lâm bir harf ve Mim de bir harfdir."
[12]
Daha
sonra yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in üç özelliğini dile getirmektedir:
1- Bu kitap, ihtiva ettiği anlam, maksat, kıssa, ibret ve nakzedilmesi
kabil olmayan yasamayla ilgili hükümleri ile kapsadığı her şeyde mükemmel ve eksiksiz
bir kitaptır.
2- Dikkatle bakan ve gönlüyle ona kulak veren kimse için Kur'an'ın Allah'tan
gelmiş bir hak olduğunda hiç bir şüphe yoktur.
3- Bu kitap, takva sahibi müminler için hidayet ve doğru yolun kaynağıdır.
O takva sahipleri Allah'ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakınarak
Allah'ın azabından korunan kimselerdir; dolayısıyla bu kitaptan yararlanabilecek
olanlar da onlardır.
Daha
sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'den yararlanan takva sahiplerinin dört ayrı
niteliğini açıklamaktadır. Bu takva sahipleri Kur'an-ı Kerim'in haber vermiş olduğu
öldükten sonra diriliş (haşr), hesap, sırat, cennet, cehennem ve buna benzer
gaybî şeyleri tasdik eder ve iman ederler. Onlar aklın yaklaşık bir şekilde
idrak etmiş olduğu maddî ve duyularla hissedilen şeylerin sınırında durup
kalmazlar; ayrıca ruh, cin ve melek gibi ve başta Allah'ın varlığı ve vahdaniyeti
olmak üzere maddenin ötesindeki evrenleri de idrak ederler.
Diğer
taraftan bunlar şart, rükün, âdâb, huşu ile en mükemmel şekliyle namazı eda
ederler. Çünkü hususuz ve ayetlerinin üzerinde tefekkür etmeksizin okunan
Kur'an-ı Kerim, Allah'a karşı haşyet duymaksızın kılınan bir namaz ruhsuz bir
ceset gibidir.
Bu
takva sahiplerinin bir diğer özelliği de zekât, sadaka ve şer’an farz olan
diğer nafakalar gibi malî harcamaları iyilik ve ihsan yolunda yapmalarıdır. Böylelikle
toplum maddi açıdan bir rahatlığa kavuşur, mallar çeşitli şüphelerden temizlenir,
şer'an arzulanan yapı tamamlanmış olur; dinin direği olan namaz ile ferdin
yapısı, zekât ve buna bağlı olan şeylerle de toplumun yapısı. İşte bunlar
ilerlemenin, hayatm gelişmesinin, ümmetin mutluluğunun temelidir. Ayet-i kerime,
Resulullah (s.a.)'ın olacağını haber verdiği her türlü gaybî haberi kapsayan
genel bir ifade taşımaktadır. Yine ister farz olsun, ister nafile olsun, bütün
namazlar ve her türlü nafaka hakkında genel (umumî) bir karakter taşımaktadır.
Bu
takva sahiplerinin bir diğer özelliği de Peygamber Muhammed (s.a.)'e ve diğer
peygamber ve rasullere indirilen her şeyi tasdik etmeleridir. Onlar aynı
şekilde en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın ahireti de ve onun kapsamına
giren ruh ve cesetlerin bir arada kabirlerden diriltilmesi, hesap, ceza,
mî-zân, sırat, cennet, cehennem gibi diğer hususlara da kesinlikle ve en ufak
bir şüphe sözkonusu olmaksızın, tam bir tasdik ile tasdik eder ve doğrularlar.
Sözü
geçen gayba gerçek anlamıyla iman, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek,
ahiret gününe inanmak, Kur'an'a ve ondan önce indirilmiş bulunan kitaplara
(Tevrat, İncil, Zebur ve sahifelere) iman etmek niteliklerine sahip olan bu
kimseler, evet işte bunlar, Rablerinden gelen bir nur, bir hidayet üzeredirler.
Allah katında çok yüksek bir makamın sahibidirler. Ebedîlik yurdu olan
cennetlerde üstün derecelerle umduklarına nail olacak kimseler bunlardır.
[13]
İşte
müminlerin hayatta izledikleri yöntem ve İslâmî hayattaki nitelikleri
şunlardır: Kendilerine malum olmayan gaybın bütününe kesin bir iman; Yüce
Allah'ın zatı, meleklerin varlığı, ahiret yurdu gibi Kur'an-ı azîm'in haber
verdiği şeylere iman. Ayrıca imanın salih amel ile bir arada bulunması
lazımdır. Bu salih ameller, namazı dosdoğru kılmak, cihad uğrunda Allah yolunda
infak etmek, fakir ve muhtaçlara yardımcı olmak ve nafile sadaka, aileye,
çocuğa, akrabalara farz olan nafakayı vermektir. Allah'ın indirdiklerine iman
parçalanma kabul etmez; o bakımdan Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de indirdiği
her şeye tafsili bir şekilde iman ile daha önce indirilmiş semavî kitap ve
sahifelere ic-mâlî iman mutlaka gereklidir. Bununla birlikte imanda yakîn
olmadıkça muteber olmayacağı da bilinmelidir.
Ayeti
kerimeler bizi takvaya da yönlendirmektedir: Takva, dine aykırı hareket
etmekten korkmaktır. Hertürlü hayır takvada toplanmıştır. Allah'ın öncekilere
de sonrakilere de vasiyeti, emri budur. Ebû'd Derdâ'nın da söylediği gibi,
insanın elde edebileceği en hayırlı şey takvadır.
Sözü
geçen bu müminlerin niteliklerine sahip olan kimseye Kur'an-ı Kerim bir
hidayet olur. Yani Kur'an-ı Kerim müminin bütün amel ve hallerinde yol
gösterici ve önderidir. Onun gösterdiği yoldan asla sapmayan bir kimse, ahiret
yurdunda kurtuluşunu dünyada da mutluluk ve huzurunu teminat altına alır.
Cumhura göre, burada kendilerine işaret edilen müminlerdir. Her iki yerde de
(üç ve dördüncü ayetlerde) onlardan söz edilmektedir. Onlara işaretin tekrar
edilmesi, hidayet üzere olmaları ve felaha kavuşmaları için bu iki ayette sözü
geçen niteliklerin bulunması gerektiğidir: Mücahid der ki: Bakara sûresinin
baş tarafından dört ayet-i kerime müminlerin nitelikleri, iki ayet-i kerime
kâfirlerin nitelikleri, onüç ayet-i kerime de münafıkların nitelikleri hakkındadır.
[14]
6- Gerçekten o inkâr edenleri inzar etsen de
(uyarsan da) etmesen de birdir; iman
etmezler.
7- Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur; gözlerinin üzerine de perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap
da vardır.
"Gerçekten
o inkâr edenleri inzar etsen de etmesen de birdir" buyruğunun takdiri
ifadesi şöyledir: İster uyarılsınlar, isterse de uyarılmasınlar, inkâr edenler
için durum aynıdır, fark etmez. Burada "kulak" lannın teklik şekliyle
gelip "kalpleri" ve "gözleri" kelimeleri gibi çokluk
gelmemesi ya "(kulak anlamını verdiğimiz aslında işitmek anlamına gelen)
"sem" kelimesinin az hakkında da çok hakkında da kullanılan bir cins
isim hükmündeki masdar olduğundan dolayıdır veya çokluk lafzına bir muzaf
takdiri dolayısıyladır. Yani "işitmelerinin yerleri olan kulakları
üzerinde" demektir. Ya da çokluğa izafe edildiğinden dolayı, teklik olan
lafızla yetinilmiştir ki böyle bir şey, genellik ifade eder ki bu da zaten
çokluk ifade edilir.
[15]
"O
inkar edenleri inzar etsen de etmesen de onlar için birdir" buyruğu ile
kâfirlerin iman etmelerinden yana ümit kesilmektedir. Buna sebep ise onların
iman istidadına sahip olmayışlarıdır.
"Allah
kalplerine... mühür vurmuştur" buyruğu, açık istiare (istiare-i
mu-sarraha) dir. Onların kalpleri haktan yüz çevirdiğinden dolayı ağzı mühürlenmiş
bir kaba benzetilmektedir. "Mühür" kelimesinin istiare yoluyla
kullanılması, açık istiare şeklindedir. Çünkü kendisine benzetilen açıkça
zikredilmiş, benzeyen, benzeme edatı ve benzeme yönü söz konusu edilmemiştir.
"Onlar
için büyük bir azap vardır". Burada azabm belirtisiz (lam-ı tarifsiz)
gelmesi, azabın büyüklüğünü ve dehşetini ifade etmek içindir. Bununla birlikte
daha sonra yüce Allah'ın onu "büyük" sıfatı ile nitelemesi, kemmiyet
ve keyfiyet itibariyle büyüklüğün en ileri derecede olduğunu göstermektedir. Bu
azap verdiği acı bakımından son derece şiddetli olmasının yamsıra çok uzun
sürelidir.
[16]
Küfür:
Bir şeyi gizlemek ve örtmektir. Kâfir olan (inkâr eden) bir kimse gerçeğin
üzerini örtmüş, Allah'ın, üzerindeki nimetini gizlemiştir. Kur'an-ı Ke-rim'e
iman etmeyen herkes kâfirdir.
İnzâr:
İşin akibetini bildirerek korkutmaktır.
"Allah
kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur". Mühürle kalplerinin
üzerlerini mühürlemiştir. Maksat, kalplerinin kapatılmış olduğunu, onlara iman
ve nurun girmediğini anlatmaktır.
"Perde
çekmek" örtüp gizlemek anlamındadır. Maksat onların Allah'ın ayetlerine
bakmayıp görmezlikten gelmeleridir.
[17]
Yüce
Allah müminlerin durumlarını açıkladıktan sonra bu ayet-i kerimeyi iman ehliyle
küfür ehli arasında bir karşılaştırma yapmak üzere getirmiştir. Çünkü küfür
imanın zıddıdır, müminler kurtuluşa erenler, kâfirler ise cehennem ateşinde
ebedî kalmak üzere helak olanlardır.
Konu
ile ilgili sahih rivayete göre ayetin nüzul sebebi şudur: Taberî'nin İbni
Abbas'tan ve el-Kelbî'den rivayetine göre bu iki ayet-i kerime, Huyey b. Ahtab,
Ka*b bin Eşref ve benzeri Yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil olmuştur.[18]
Allah'ın
ayetlerini inkâr edip kâfir olanları, Kur'an-ı Kerim'i ve Muham-med'i (s.a.)
yalanlayanları uyarmak veya uyarmamak fark etmez, kalpleri bu uyarıdan dolayı
etkilenmez. Çünkü kalpleri îlahî nurun erişmesine imkan vermeyecek şekilde
örtülüdür. O kalplerde iman nuru parlamaz. Çünkü onlar hakka karşı, Allah'ın
ayetlerine karşı görmezlikten gelmişlerdir. Hidayet ve öğüdün etkileri onlara
ulaşmaz. Çünkü onlar bilmenin, düşünmenin, tefekkürün, işitme ve görme
duyularını kullanmanın bütün yollarını işlemez hale getirmiş, bunun sonucunda
hakkı görmez duruma düşmüşlerdir. O bakımdan hakka uymazlar. Hakkı işitmezler,
onu anlamazlar. Dolayısıyla onların cezaları da -Yüce Allah'ın ayetlerini
yalanlamalarından dolayı- sonu gelmez, çok çetin büyük bir azaptır.[19]
Bu
iki ayet-i kerime Peygamberi (s.a.) kavminin onu yalanlamasına karşı teselli
etmektedir. O bakımdan onlar için hasret çekmek, iman etmelerini ummak
gereksizdir. Onların bu durumları dolayısıyla Hz. Peygamberin kınanmasını
gerektiren bir husus da yoktur.
Kalplerin
üzerine mühür vurulması, hakkı anlamamak anlamındadır. Kulaklara ve gözlere
perde çekilmesi de, kendilerine okunması halinde Kur'an-ı Kerîm'i
kavrayamamaları veya Allah'ın mahlukatı üzerinde dikkatle düşünmemeleri ya da
yüce Allah'ın vahdaniyetini kabul etmeye çağrıldıkları vakit, iman etmemeleri
anlamındadır. Bütün bunlar ise onların küfür ve inkarlarından dolayıdır.
Yoksa, Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed veya herhangi bir kimsenin onların
hidayeti bulamamasında bir kusuru yoktur. Bütün bunların sebebi bizzat
kendileridir. Hakka inanmak ve gereğince amel etmek hususunda sağlıklı bilgi
yollarını kullanmaktan yüz çevirenler kendileridir.
Kalpler,
gözler ve kulaklar için mühür vurma tabirinin kullanılması, küfür ve inkarın
kalplerinde iyice yer ettiğini göstermektedir. O kadar ki bunlar imanın ve onun
güzelliklerinin delilleri üzerinde düşünüp tefekkür etmeye kendilerini ileten
sebep ve bunu gerektiren hususları elden kaçırmış bunun sonucunda da inkar ve
isyanı alışkanlık edinmiş bir hale gelmişlerdir. Kalplerine, kulaklarına ve
gözlerine mühür vurulmasının Yüce Allah'a isnat edilmesi, Allah'ın o kişiler ile
ilgili sünnetine dikkat çekmek içindir. Yoksa küfür ve inkâra mecbur
edildikleri, Yüce Allah'ın onları zorla iman etmekten engellediğini ifade etmek
için değildir. Bu küfrü ve küfrün kalplerinde yer etmesi alışkanlık haline
gelenler hakkında şanı yüce Allah'ın sünnetinin temsilî bir ifadesidir. Bu
ifade ile sanki küfür, onların kalplerine egemen olmuş ve kalplerinin dizginlerini
elinde tutmuş gibidir. Artık küfürden başka bir yol kalmamış olur. Şanı yüce
Allah'ın böyle takdir buyurması ise, yardımsız bıraktığı ve sapıklığı içerisinde
terk ettiği kimseler hakkında adaletinin bir tecellisidir. Zira yüce Allah bunu
yapmakla o kişinin elde etmesi gereken bir hakkım engellemiş olmuyor. Allah,
sadece onlara lütfetmek imkânına sahip olduğu bir şeyi vermemiştir; o kadar.
Bu
hususu şu iki ayet-i kerime açıklamaktadır: "Kalplerimiz kılıflıdır, dediler.
Aksine Allah küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Onlar ancak çok az iman
ederler" (Bakara, 2/88); "Onların çoğunluğu yüz çevirmişlerdir. Onlar
işitmezler. Ve dediler ki: Bizi davet edegeldiğin şeye karşılık kalplerimiz
örtülerin içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık vardır; bizimle senin aranda da
bir perde vardır..." (Fussilet, 41/4-5).
Yine
de onlar büyüklenmek ve inatlaşmak suretiyle Allah'ın egemenliğinin sınırlan
dışına çıkamıyorlar. Yüce Allah hidayet ve dalâlet olsun, herşeyin
yaratıcısıdır. Küfür ve imanın da yaratıcısıdır. Bu iki yoldan birisini seçen
ise insandır.
[20]
8-
İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki mümin olmadıkları halde "Allah'a ve
ahiret gününe inandık" derler.
9-
Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki onlar kendilerinden
başkasını aldatamazlar da farkına varmazlar.
10- Kalplerinde hastalık vardır; Allah da
hastalıklarını artırdı, yalan söyledikleri için de onlara acıklı bir azap
vardır.
"Mümin
olmadıkları halde". Daha önce geçen "İnandık derler" buyruğuna
uygun düşmesi için daha sonra *Onlar iman etmemişlerdir" denilmesi
gerektiği hatıra gelir. Ancak burada böyle denilmeyip "Mümin olmadıkları
halde" denilmiştir. Böylelikle fiil yerine isim kullanılarak müminlerin
dışına çıkartılmış ve yalanlayıcılıklarındaki aşırılıkları "mü'minûn"
lafzının başındaki "bi" harf-i cerri ile pekiştirilmiştir.
"Allah'ı
ve müminleri aldatmaya çalışırlar". Burada temsilî istiare vardır. Onların
imam açığa vurup küfrü gizlemeleri şeklinde rablerine karşı takındıkları
tutumları, yöneticilerini aldatmaya çalışan yönetilenlerin haline
benzetilmektedir.
"Kalplerinde
hastalık vardır". Burada kalplerinde bulunan münafıklık kinaye yoluyla
"hastalık" tabiriyle anlatılmıştır. Çünkü hastalık bedenin bozulmasıdır.
Münafıklık da kalpteki bozukluktur.
[21]
"Ahiret
günü": Haşirden itibaren sonsuza kadar veya cennetliklerin cennete
cehennemliklerin cehenneme girmelerine kadar uzanan zaman demektir.
Münafıklık:
Şerı bir ıstılah olup içinde küfrü gizlediği halde iman sahibi olduklarım
söyleyen kimselerin durumlarını ifade eder.
"Hastalık"
Burda hastalık kelimesiyle anlatılmak istenen şüphe, münafıklık, yalanlamak ve
inkârdır.
"Allah
da hastalıklarını" şüphe ve tereddütlerini "artırdı."
[22]
İşte
bunlar üçüncü sınıf insanlardır. Yüce Allah inkâr edenlerin halini iki ayet-i
kerimede münafıkların durumunu da onüç ayet-i kerimede açıklamakta ve bu
ayetlerde onların kötülüklerini, hilelerini dile getirmekte, içyüzlerini
açıklayarak, yaptıkları işlerin ne kadar gülünç olduğunu dile getirmekte; onları
sağır, dilsiz ve kör diye adlandırmakta; onlara dair misaller vermektedir.
Çünkü bunlar İslâm için açıktan açığa kâfir olanlardan daha büyük bir tehlikedir.
Burada
sözkonusu edilen münafıkların özellikleri sadece o dönemin değil her dönemde
mevcut olan münafıkların özelliklerindendir.
Birinci
nitelikleri, kalpleri küfür ve sapıklıkla dolup taştığı halde dil ile iman
ettiklerini söylemeleridir. Peygamberlik asrında münafıkların lideri Abdullah
b. Übey Selûl'ün arkadaşlarının büyük çoğunluğu Yahudiydi. Bunlar mümin
olduklarını iddia ediyorlardı. Allah onların bu iddialarını reddetmekte,
zahiren mümin olduklarını ileri sürseler dahi gerçekte mümin olmadıklarını
ifade buyurmaktadır. Şüphesiz onlar böylelikle Allah'ı aldatmaya çalışan kimselerin
durumuna düşmektedirler. Allah ise onların bu durumlarını bilmektedir; bu
nedenle onların zararları kâfirlerden daha çoktur. Allah'a ve âhiret gününe
iman iddialarında yalancı oldukları için ahirette onlar için can yakıcı bir
azap vardır.
Akıllarının
kıtlığı dolayısıyle Yüce Allah'ı aldatacaklarını düşünmüşlerdir. Halbuki Allah
aldatılmaktan münezzehtir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların böyle bir işi
yapmaya kalkışmaları Allah'ı gereği gibi tanımadıklarını göstermektedir. Eğer
Allah'ı gereği gibi tanımış olsalardı, onun asla aldatılamayaca-ğını da
bilirlerdi. Diğer taraftan onların bu aldatmaya çalışmalarının vebali sadece
kendilerine aittir ve Allah dilediği takdirde iç yüzlerini müslümanlara açmaya
kadirdir.
Bütün
bunlarla birlikte Yüce Allah, bunlara İslâmın hükümlerinin uygulanmasını
emretmektedir. İşledikleri günah türünden bir ceza ile muhatap olmaktadırlar.
Sanki müslümanlar Allah'ın onlar hakkında uygulamak istediği emri yerine
getirirken onları -teşbih ve temsilî olarak- aldatıyor gibidir. Böylelikle
asıl aldanan ve aldatılan kimselerin münafıklar olduğuna işaret edilmektedir.
Kâfir
oldukları halde öldürülmeyişlerinin sebebine gelince; doğrusu -İbnü'1-Arabî'nin
de dediği gibi-[23] Peygamber (s.a.)
münafıkları öldürmemiştir. Buna sebep onların kalplerini kendisine ısındırmak
maslahatı ve insanların İslâmdan uzaklaşmalarını sağlayacak kötü durumların doğması
endişesidir. Nitekim Resulullah (s.a.) da bu hususa işaret ederek şöyle
buyurmuştur: "Ben insanların, Muhammed (s.a.) ashabını öldürüyor,
demelerinden korkuyorum". Bu uygulama, itikadlarının kötü olduğunu bilmekle
birlikte, gönüllerini İslam'a ısındırmak arzusuyla müellefe-i kulub'e zekattan
pay verilmesini hatırlatmaktadır.
[24]
Münafıklık
tehlikeli bir hastalıktır Münafıklar içten içe toplumda yara açan, oldukça
rahatsız edici bir dikendir. İlk anda akla gelen İslam devletinin onların
zararlarından korunması için bu gibi kişilerin kökünün kazınmasıdır. Günümüzde
de devletler vatana ihanet edenlere bunu yapmaktadır. Şu kadar var ki, ilâhî
vahyin ve semavî teşrî'in oldukça derin etkiler bırakan uzun amaçlı bir hikmeti
vardır. O olayları uzun vadeli olarak değerlendirir. Neticede de insanların
kendi kısır bilgi ve hükümlerinin Allah'ın geniş ilmi karşısındaki durumu
ortaya çıkar.
Peygamberimiz
(s.a.) münafıklardan çok çekmiş, fakat nihayet onlara karşı muzaffer olmuştur.
Belki de bu, münafıklığın ve Yahudiliğin aynı şey olduğunu gösteren en
gerçekçi tarihî delillerden birisidir. Çünkü münafıklık gerçek bir korkaklıktan
ve karakterdeki bir zaaftan ortaya çıkar. Münafık söz ve fiilleriyle insanlara
karşı eğri büğrü davranışlar sergiler. Aslında bala katılmış son derece
öldürücü bir zehir olmakla birlikte kendini şirin gösterir.
Ayet-i
kerimeler yalancılığın, münafıkların şiarı olduğuna işaret etmektedir. Bundan
dolayı yüce Allah müminleri yalancılıktan önemle sakındırmakta-dır. Bu
yalancılık bir millete yayılırsa mutlaka o toplumda suçlar da artar, adi ve
bayağı davranışlar yaygınlık kazanır. Nitekim Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Yalan söylemekten çokça sakının. Çünkü yalan imandan uzaktır"
[25]
Yalan
söylemek, münafıkların şiarı olduğuna göre, açık^sözlülük ve itikada uygun
davranışlarda bulunmak da her türlü şeref ve ikrama layık olan müminlerin
şiarıdır. Münafıkların özelliklerinden bahsedilmesi, müminlerin ruhlarında
büyük bir etki bırakmakta ve bu gibi davranışlarda bulunmama yolunda bir öğüt
haline gelmektedir. Çünkü müminlerin ayırıcı özelliği, hak üzere sebat
göstermeleridir. Münafıklar ise münafıklıklarını sürdürüp giderken izledikleri
bu yola gittikçe daha da sıkı sarılır, imandan ve Kur*an'dan yüz çevirirler.
Bunun sonucunda da kalplerindeki hastalık artar durur; uyarıcı ve müjde-leyici
peygamber onlara geldikten sonra ruhları daralır, bunalırlar. Onun şanı ve
şerefi yükselip ona uyanlar artmaya devam ettikçe de kıskançlık ateşi içerisinde
kendilerini yer bitirirler.
[26]
11-
Onlara "Yeryüzünde fesat çıkarmayın" denildiğinde "Biz ancak
ıslah edicileriz" derler.
12-
Dikkat et! Gerçekten onlar, fesatçıların ta kendileridirler, fakat
farket-mezler.
13-
Onlara "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar:
"Biz de o kıt akıllıların inandığı gibi mi iman edelim?" derler.
Dikkat et! Asıl kıt akıllılar onların ta kendileridir, fakat bilmezler.
"Fesad
çıkarmayın" Fesad, salâhın zıddıdır. Burada murad fesada götüren
fitneleri çıkartmanın, müminlerin sırlarını, kâfirlere açıklamanın, kâfirleri
müminlere karşı kışkırtmanın, Muhammed (s.a.)'e tabi olmaktan onları uzaklaştırmanın,
küfre düşmenin ve Allah yolundan alıkoymanın yasaklanmasıdır.
"Biz
ancak ıslah edicileriz". Salâh, fesadın zıddıdır. Yani bizim işimiz fesad
çıkartmak değil, ıslah etmektir. Bizler ıslah eden, düzelten insanlarız.
Liderlerimize uymak suretiyle hayır ve salah için çalışırız. İşte her
dönemdeki fesatçıların durumu budur. Onlar çıkardıkları fesadın bizzat ıslah
olduğunu iddia ederler.
"Kıt
akıllılar (sefihler)". Zayıf akıllılar, demektir. Burada kasıt bilgisizler
ve insanların güçsüz olanlarıdır. Sefihliğin asıl anlamı ise hafifliktir.
[27]
Münafıklara:
"Fitneleri alevlendirmek kâfirler adına casusluk yapmak, Arapları
Müslümanlara karşı kışkırtmak suretiyle uygulamaya koyduğunuz son derece kötü
ve çirkin planlarınız bir fesattır" denildiğinde: "Hayır! Durum
zannettiğiniz gibi değildir. Bizler ancak ıslah eden kimseleriz. Biz ıslahtan
başka birşeyin peşinde değiliz" derler.
Şanı
yüce Allah fesat çıkartanların ancak kendileri olduğunu belirterek onların bu
iddialarını reddetmektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları işin ne kadar
tehlikeli olduğunu idrak edememekte ve bu fesadın farkına varamamaktadırlar.
Çünkü fesat artık onların tabî bir karakteri haline gelmiş ve tabiatlarında
yer etmiştir.
Müslümanlar
münafıklara değişik vesilelerle nasihatlarda bulunuyor onları imana
çağırıyorlardı. Doğru yolu gösteren akla kulak veren, doğruluk yolunu izleyen
kimselerin iman ettiği gibi, iman etmelerini söylüyor; onlara Abdullah b.
Selâm ve benzerlerini örnek gösteriyorlardı. Münafıklara: "Diğer insanlar
gibi siz de imanın çerçevesine giriniz" denildiğinde, onlar büyüklük taslayarak
şöyle cevap veriyorlardı: "Köle, fakir gibi, insanlar arasında güçsüz ve
bilgisizlikleri dolayısıyla da akılları kıt olanların iman ettiği gibi biz de
mi Kur"ana ve Muhammede iman edelim?"
Halbuki
asıl akıllı, önündeki hayır ve nur yolunu görüp de o yolu izleyen kimsedir.
Yüce Allah bizzat kendilerinin kıt akıllı olduğunu belirterek cevap vermekte,
iddialarını reddetmektedir. Onlar imanı sağlıklı bir şekilde idrak edememekte
ve onun gerçek mahiyetini ve etkisini bilememektedirler.
Şuur,
gizli olan bir şeyi idrâk etmek anlamına gelmekle birlikte, fesat çıkartmak
hakkında "farketmezler (la yaş'urûn)"; ilim ise vakıaya uygun ve
kesin bilgi demek olduğu halde, imanları hakkında da "bilmezler"
denilmesinin sebebi şudur: Yeryüzünde fesat çıkartmak, hissedilebilen bir
iştir. Onların ise bu fesadı idrak edecek kadar hisleri dahi yoktur. İman ise
kalbî bir durumdur. Onu ancak gerçek mahiyetini bilen kimseler idrak edebilir.
İman ayrıca yakînî bilgi olmadıkça gerçekleşmez. İlim bilinen şeyi gerçek
mahiyetiyle bilmek demektir. Onların ise imanın gerçeğine ulaşabilmelerini
sağlayacak kadar bir bilgileri yoktur.
[28]
Hakikatleri
tersyüz etmek, olayları değiştirmek, zayıf ve korkakların bir alâmetidir.
Güçlüler ise -ki onlar gerçeklere ulaşmak için sağlıklı bilgi vasıtalarını
kullanan kimselerdir- işte onlar, ebedi ve kalıcı olanlardır. Onlar gerçek ve
samimi bir şekilde insanlığı seven kimselerdir. Bundan dolayı da münafıkları
yaşayışlarını ve ahlâklarını düzeltmeye, aklın gösterdiği, fıtratın
gerektirdiği, insanlık tarihinin belgelediği, delillerin desteklediği hak
ilkelerinde sebat göstermeye çağırırlar.
"İnsanlardan
öyle kimseler vardır ki mümin olmadıkları halde... inandık derler"
ayetleri, imamn itikad ve kesin inanç olmaksızın kuru ikrardan ibaret olmadığını
göstermektedir. Çünkü yüce Allah, onların imam ikrar ettiklerini (sözlü olarak
söylediklerini) haber vermekte, bununla birlikte "...mümin olmadıkları
halde..." buyruğu ile de onların imandan uzak olduklarını ifade
etmektedir.[29]
14- Müminlerle karşılaştıklarında: "İman
ettik" derler. Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: "Muhakkak biz
de sizinle beraberiz. Biz ancak alay edenlerdeniz" derler.
15-
Allah onlarla alay eder ve azgınlıklarında serserice dolaşmalarına mühlet
verir.
16-
İşte onlar hidayet karşılığında dalaleti satın almışlardı. Onların ticareti
kâr sağlamamış doğru yola da ereme-mişlerdir.
"Allah
onlarla alay eder". Alay etmenin cezasına yine "alay" adının verilişi,
mecaz veya "müşakele" yolu ile olmuştur. Müşâkele ise, anlam itibariyle
farklılık olmakla beraber farklı cümlelerde lafızların birbirine uygun düşmesi
veya aynı anlamda olmasa dahi söylenen bir söze misliyle karşılık vermektir.
Yüce Allah'ın şu buyruğu gibi: "Bir kötülüğün cezası onun gibi bir
kötülüktür" (Şûra, 42/40). Halbuki ikincisi kötülük değildir. Şu kadar var
ki, kötülüğe karşılık olduğundan dolayı "kötülük" adı onun hakkında
da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da durum böyledir: "Size
kim saldırırsa siz de tıpkı onların saldırdıkları gibi onlara saldırın"
(Bakara, 2/84). Saldırıya karşılık olan ikinci "saldırı" aslında
saldırı değildir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da böyledir: "Şayet bir
ceza ile karşılık verecek olursanız, size verilen cezanın benzeri ile ceza
veriniz". (Nahl, 16/126) Burada sözü geçen birinci ceza, ceza değildir.
Söylenen lafza aynısıyla karşılık vermek ve onun benzeri bir ifade
kullanmaktır. Meselâ, Araplar da "Ceza cezaya karşılıktır" tabirini
kullanırlar. Halbuki burada sözü geçen birinci "ceza", ceza değildir.
"Hidayet
karşılığında dalâleti satın almışlardı?'" buyruğu, açık istiare
(isti-are-i musarraha) dir. Burada "satın alma" lafzı doğruluğu
sapıklığa, imanı küfre değiştirmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Onlar
yaptıkları bu alışveriş ile zarara uğramışlardır. Daha sonra "onların
ticareti kâr sağlamamış" buyruğu ile buna daha bir açıklık getirmiştir.
İşte buna da kendisine benzetilene (müşebbe-hün bih) uygun bir şeyi sözkonusu
etmek demek olan "terşih" sanatıdır.
[30]
"Şeytanlarıyla
başbaşa kaldıklarında..." Onlara gidip onlarla bir arada olduklarında...
Şeytanları, küfürde kardeşleri onların başkanları ve büyükleridir.
"Biz
ancak alay edenlerdeniz". Alay etmek (istihza) hafife almak demektir; bu
Yahudilerin yaptığı iştir.
"Allah
onlarla alay eder". Yani önce mühlet vermekle sonra da ibret verici bir
şekilde cezalandırmakla onları cezalandıracaktır. Burada müşâkele vardır.
Böylelikle ifadeler arasında bir uyum sağlanarak farklı manaları olmakla birlikte
dile bir akıcılık kazandırılmış olur.
"ve
azgınlıklarında". Haddi aşmaları, küfürde ileriye gitmelerinde
"serserice dolaşmalarına mühlet verir," Şaşkın şaşkın dolaşıp
dururlar. Mühlet vermesi, sapıklıklarını artırması veya onlara bir süre
tanıması demektir. "Doğruyu göremezler". Ayet-i kerimede geçen
"ameli" basiretin kaybedilmesi, doğruyu farkedememe anlamındadır.
[31]
Müfessirler
14. ayet-i kerimenin Abdullah b. Übeyy ile münafık arkadaşları hakkında nazil
olduğunu kaydederler. Bu münafık önce Ebû Bekir, Ömer ve Ali'yi (r.anhum)
yüzlerine karşı övmüştü. Daha önce de onlar hakkında kendi arkadaşlarına:
"Bu kıt akıllıları sizler nasıl savıp gönderdiğime dikkat edin!"
demişti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ancak Süyuti: Bunun senedi
sağlam değildir, diye açıklama yapmıştır.
[32]
İşte
şeytanları andıran, hatta onlardan da kötü olan Yahudilerin münafıklarına ait
nübüvvet asnndaki bir tablo. Yalan söyleyen herkesin idraki az, görüş mesafesi
kısadır. Geleceğe bakamaz, o bakımdan onlar birbirleriyle ve ele-başılarıyla
yalnız kaldıkları vakit, onlarla dayanışmaya girer ve: "Şüphesiz biz
sizinle birlikteyiz" derler. Müminleri gördükleri vakit de iman
ettiklerini açıklarlar. Yüce Allah ise onların durumlarını açığa çıkartarak,
onları rezil etmiş, onlara en ufak bir değer vermemiştir. En ağır bir şekilde
de onları cezalandıracaktır. Bütün işlerinde şaşkınlıklarını, sapıklıklarını
daha da artıracaktır.
Diğer
taraftan onlar, Allah'ın Kitab'ını kavramak yolunda akıllarını kullanmamakla,
dosdoğru yolu terketmeleri ve kıskançlıkları sebebiyle, bu dinin doğruluğunu
ortaya koyan delilleri terketmekle oldukça zararlı bir ticarete kalkışmışlar,
sapıklığa bedel olarak hidayeti ödemiş, küfre ve nevaların sapıklıklarına
karşılık olarak da nuru, aydınlığı vermişlerdir. Onlar kendilerini bekleyen
cehennem azabı sebebiyle bu ticaretlerinde kar sağlayamamışlardır. İbni Abbâs
der ki: "Onlar dalâleti, sapıklığı aldılar, hidayeti terkettiler".
Yani küfrü imana tercih ettiler ve imanı küfre değiştiler. Yüce Allah'ın burada
bu işe "satın almak" tabirini kullanması, anlama, genişlik
kazandırma suretiyle olmuştur. Çünkü satın almak, ticaret karşılıklı değişimi
ifade eder.
Araplar
kişinin alışverişinde kar ve zarar etmesini alışverişin kar ve zarar etmesi
şeklinde ifade ettikleri, yani kar ve zararı alışverişe isnat ettiklerinden
dolayı Yüce Allah da burada kân ticarete isnat etmiştir. Onlar hidayet karşılığında
dalaleti almakla, hidayet bulmuş olamamışlardır.
[33]
İman
karşılığında küfrü, hidayet, Kur'an, nûr dosdoğru yol karşılığında da
sapıklığı, batılı, karanlığı ve çıkmaz yolu alan her kimse için ceza ve ikab
söz konusudur. Çünkü böyle yapanlar sermayelerini kaybetmiş olurlar. Onların
sermayeleri ise sahip oldukları selim fıtrat ve gerçekleri idrak etmek için
aklî yetenektir. Bilindiği gibi insanlar bütün sermayesini yitiren ve her hangi
bir ticarette yaptığı zararı telafi edemeyen, zarar eden taciri ahmak ve
anlayışı kıt olmakla nitelendirir. İşte münafıkın durumu da aynen böyledir.
Diğer taraftan Kur'an anayasasında kişinin müslüman olması hususunda esas
alınan soyut dil ile söylenen söz değil de, kalpden İhlasın yerini bulmasıdır.
Kısacası
şanı yüce Allah, münafıkların çirkin suçlarından dört tanesini sözkonusu
etmektedir. Bunların herbirisi aslında onların cezaya çarptırılmaları için tek
başına yeterlidir.[34]
1- Allah'ı aldatmaya çalışmak. Aldatıcılık yerilmiş bir şeydir. Yerilen
bir işi yapmamak için ise yerilenin doğru işten ayırt edilmesi gerekir.
2- Fitneleri kışkırtmak, müslümanlara karşı düşmanları harekete geçirmek,
yalan haberleri körüklemek suretiyle yeryüzünde fesat çıkartmak.
3- Kalpte yer eden fiile uygun doğru bir iman ve itikattan yüz çevirmek.
4- Azgınlık içerisinde şaşkınlıkla bocalayıp durmak ve müminlere iftirada
bulunarak, onları beyinsizlikle nitelendirerek, sınırı aşmak. Halbuki gerçek
beyinsizler ve kıt akıllılar kendileridir. Çünkü önce delilden yüz çeviren,
sonra da o delile sımsıkı yapışan kimseyi kıt akıllılıkla (sefihlikle)
nitelendiren kimsenin kendisi kıt akıllıdır, sefihdir. Ayrıca ahiretini dünyaya
feda eden kimse de sefihdir. Çünkü Muhammed'e (s.a.) düşmanlık eden kimse,
Allah'a düşmanlık etmiş olur. İşte sefih diye buna denir. O halde sefihlik onlara
münhasırdır ve yalnız onlardır sefih. Onlar hidayet üzere olan seleflerine
değil de kendi nefislerinin isteklerine boyun eğdiklerini biliyorlardı. Ayrıca
kurtuluş ve mutluluklarında bir takım gerçekleşmesi mümkün olmayan temenni ve
dileklere dayandıklarının da farkındadırlar. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunu
dile getirmektedir: "Onlar sayılı günler dışında bize kesinlikle
(cehennem) ateşi dokunmayacaktır, dediler". (Bakara, 2/80); "Biz
Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Mâide, 5/18). Yani onun seçkin topluluğu
ve beğenip seçtiği kimseleriyiz şeklindeki sözleri bu tür boş temennilere
örnektir.
[35]
17-
Onların misali bir ateş yakanın misali gibidir. O etrafını aydınlatınca, Allah
nurlarını giderir. Kendilerini karanlıklar içinde görmeyecek halde ter-keder.
18-
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.
19-
Yahut içinde karanlıklar, gök gürültüsü ve şimşek ile gökten boşanan yağmur
gibidir. Ölüm korkusu ile yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar.
Allah kâfirleri çepeçevre kuşatandır.
20-
O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydınlattıkça da
(ışığı) içinde yürürler. Onları karanlıkta
bırakınca, dikilip kalırlar. Allah dilese onların işitmelerini ve görmelerini
giderir. Şüphesiz Allah herşeye gücü yetendir.
"Onların
misali bir ateş yakanın hali gibidir" buyruğunda temsilî bir benzetme
vardır. Münafık ateş yakan bir kimseye benzetilmektedir. İmanını açığa vurması
da ateşin etrafını aydınlatmasına benzetilmektedir. Onun imanından artık fayda
görmeyişi de ateşin sönmesini andırmaktadır.
"Yahut
içinde karanlıklar... boşanan yağmur gibidir" buyruğu da aynı şekilde
temsilî bir benzetmedir. İslam yağmura benzetilmiştir. Çünkü kalpler İslamla
hayat bulur. Kâfirlerin şüpheleri de karanlıklara benzetilmiştir.
"Sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler" buyruğu beliğ bir teşbihtir. Yani benzetme edatı
yoktur. Onlar bu duyularından yararlanmamak açısından sağırlara, dilsizlere ve
körlere benzerler. "Parmaklarını kulaklarına tıkarlar." Genelin
sözkonusu edilip onun bir parçası kastedildiğinden dolayı, burada mür-sel bir
mecaz vardır. Yani parmaklarının uçlarını kulaklarına koyarlar, demektir.
Özetle,
bu ayet-i kerimeler oldukça güçlü bir anlatım, güçlü bir etki ve son derece
parlak benzetmeler ihtiva etmektedir. Bu ayet-i kerimelerde Kur'an-ı Kerim
yağan ve yeryüzüne hayat veren yağmura benzetilmektedir.
Kur'an-ı
Kerim toprağa hayat veren yağmur gibi ölmüş nefisleri diriltir. Hevâlarınm
peşinden gidenler ise Kur'an-ı Kerim'de birtakım şüphelerin olduğu
görüşündedirler. Onların bu görüşleri yağmur ile birlikte arızi olarak ortaya
çıkan karanlıkları andırır. Yine ayet-i kerimelerde güç ve şiddet itibariyle
gök gürültüsünü andıran vaadler ve tehditler de vardır.
[36]
Mesel
(misal); artık bir darb-ı mesele dönüşmüş nitelik demektir yahut onların
münafiklıklarındaki hayret verici halleri... ya benzer, demektir.
"ateş
yakan". Isınmak ve aydınlanmak için ateş yakan veya ateş yakmak isteyen
kimse demektir, "etrafını aydınlatınca." Etrafında bulunanların görülmesini
sağlayınca.
"Gök
gürültüsü" bulutların bir araya gelip toplanması halinde işitilen hava
sürtüşmesinin sesidir. "Şimşek" çoğunlukla hava sürtüşmesi yahut artı
ve eksi bulutların elektrik alış verişi dolayısıyla meydana gelen bir ışık
parlamasıdır. "Yıldırım" (saika) ise, bazan yağmur ve şimşek olduğu
sıralarda, bazan de bulutların elektrik yüklerini yere doğru çeken bir sebep
dolayısıyla oluşan büyük bir ateştir.
"Onları
karanlıkta bırakınca dikilip kalırlar" Oldukları yerlerde şaşkın bir
şekilde kurtuluşa ermek maksadıyla durumun değişmesini bekliyerek
kalı-verirler. "Karanlıklar" gecenin bulutun ve sağanak şekilde yağan
yağmurun karanlıklarıdır.
[37]
Taberi,
İbni Abbas, İbni Mes'ûd ve başkalarından 19. ayet-i kerimenin nü-zülu hakkında
şunları rivayet etmektedir: Dediler ki: Medine halkından münafıklardan iki
kişi, Resulullah (s.a.)'dan kaçıp müşriklere sığındılar. Yüce Allah'ın sözünü
ettiği bu yağmur onlara isabet etti. Bu yağmurla birlikte şiddetli gök
gürültüsü, yıldırımlar ve şimşekler de vardı. Yıldırımlar, etraflarını aydınlattı
mı yıldırım kulaklarına girer de kendilerini öldürür korkusuyla parmaklarını
kulaklarına tıkıyorlardı. Şimşek çaktığı vakit ışığında yürüyorlardı. Çakmadığı
vakit de etraflarını göremiyorlar, yerlerinde kalakalıyorlardı. Bunun üzerine
şöyle demeye koyuldular: Keşke sabahı beklesek de Muhammed'e gitsek,
ellerimizi ellerine koysak. Sabah olunca yanma gittiler. İslâm'a girdiler ve
ellerini onun ellerine koydular, güzel bir şekilde İslâm'a bağlandılar. İşte
Yüce Allah, kaçıp giden bu iki münafıkın durumunu Medine'de bulunan diğer münafıklara
bir misal olarak verdi.
Münafıklar
Peygamber (s.a.)'in meclisinde hazır bulunduklarında Peygamber (s.a.)'in
sözleri dolayısiyla haklarında bir hüküm nazil olur yahut onlardan herhangi bir
şekilde söz edilir de öldürülürler korkusuyla parmaklarını kulaklarına
tıkıyorlardı. Tıpkı bu iki münafığın parmaklarını kulaklarına koydukları,
şimşek etraflarını aydınlattığında'da yürüdükleri gibi. Malları artıp dünyaya
çocukları gelince, ganimet veya bir fetih elde ettikleri vakit böyle davranırlar
ve "Muhammed'in dini doğru bir dindir" derlerdi. Şimşek yollarını aydınlattığında
yollarına devam edip yürüyen, etrafları karardığında da dikilip kalan bu iki
münafık gibi mallan telef olup çocukları ölüp başlarına belalar geldiğinde de:
"İşte bu Muhammedin dini yüzündendir" deyip kafir olarak gerisin
geri irtidat ediyorlardı.[38]
Yüce
Allah bu ayet-i kerimelerde durumlarını açıklamak, onların kötü işlerini, kötü
fiillerini beyan etmek, onları ibretli bir şekilde cezalandırmak, gizlediklerini
açığa çıkartıp rüsvay etmek üzere münafıkların durumuna dair iki misal
vermektedir. Çünkü münafıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisinde bir
hastalıktır. Misaller vermek ise birtakım hususları açıklamak, gizli ve ancak
düşünülerek anlaşılan şeyleri açık ve hissedilir olarak açığa çıkartmak için
Kur'an'ın izlediği bir yöntemdir. Bu iki misal münafıkların huzursuz, şaşkın
ve tutarsız durumlarını, işlerinin içyüzlerinin çabucak açığa çıkışını
tablo-laştıran iki örnektir:
Birinci
misal: Onların işlerinin çabucak açığa çıkışını canlandırmaktadır: Şöyleki
münafıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını söylemeleri, kendilerinin
ve çocuklarının güvenliklerini sağlama halleri, tıpkı kendisinden yararlanmak
için ateş yakan kimselerin haline benzer. Bu ateş çevrelerinde bulunan yerleri
ve eşyayı aydınlatıp kısa bir süre çevrelerini görmelerini sağladıktan sonra
Yüce Allah bu ateşi şiddetli yağan bir yağmur yahut şiddetli esen bir rüzgar
ile söndürüverir. Böylelikle onların hiçbirşey görmeyecek hale gelmelerini
sağlar; gecenin, üstüste yığılmış bulutların ve ateşin sönmesinin sebep olduğu
karanlıkların içerisinde bırakır. Çünkü artık aydınlık ortadan kalkmıştır.
Münafıklar
ise duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir. Onlar işitmenin sağladığı
faydayı, akıllarını işletmediklerinden dolayı öğüt verenin öğüdünü, doğru yol
gösterenin irşadını işitemezler. İşitseler bile anlayamazlar. O bakımdan onlar
hakkı işitemeyen hakka karşı sağır kimseler gibidirler. Aynı zamanda onlar
konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir meseleye karşı delil,
herhangi bir meseleye dair açıklama istemezler. Onlar sanki konuşmayan
dilsizler gibidirler. Onlar görmenin sağladığı faydayı da işlemez hale
getirmişlerdir. O bakımdan başlarına gelen türlü fitneler ile ümmetlerin maruz
kaldığı hallerden ibret almazlar. Sanki onlar hidâyeti göremeyen körler
gibidir. Onlar hiçbir zaman bulundukları sapıklık hallerinden vazgeçip hidayete
yönelmezler. O bakımdan sen de onlar için üzülme, tasalanma!
İkinci
misal: Onların şaşkınlıklarını, huzursuzluklarını ve fırsatçılıklarını dile
getirmektedir. Kur'an-ı Kerim, onlara ilâhî irşadlarda bulunmuştur. Ancak onlar
bunlardan yüz çevirmişlerdir. Onların bu durumları, karanlık bir gecede, gök
gürültüleri ve çakan şimşeklerle beraber şiddetle yağan bir yağmura tutulan
topluluğa benzer. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde kurtuluş yolunu
araştırırlar ve ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar; yani apaçık
ayetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar. Fakat aradan fazla zaman
geçmeden karanlıklara düşer yine huzursuzluğa, çalkantıya yuvarlanırlar. Eğer
Allah dilese gök gürültüsünün gürültüsüyle kulaklarını sağır eder. Gözleri kör
ediveren şimşeğin parıltısıyla onları kör eder. Fakat bir hikmet ve bir
maslahat dolayısıyla o bunu murad etmez. Çünkü onlara bir mühlet vermek,
doğruya dönsünler diye fırsat tanımak istemektedir.
Özetle;
nifak kısa bir süre için bazan münafık kimsenin yolu aydınlatabilir. Ancak
ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir. Bu ise münafıklığın sürekliliğine
son verir, devamını önler. Münafık herhangi bir amacını gerçekleştirmek ve
basit maddî bir kazanç elde etmek amacıyla münafıklığına umut bağlayabilir.
Fakat kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur gider. Münafıklar
böylece huzursuzluk ve çalkantı içerisinde kalırlar. Çünkü bir ayetin nüzûlu
ile gösterdikleri zahirî sevinç, müminlerle birlikte cihad etmeleri istendiği
zaman ortadan kalkar. Kısacası iyi günlerinde müslümanlara destek vermek ve
onların mutluluğunu zahiren paylaşmak, ibtilâ ve imtihan dönemlerinde ise
nankörlük edip müslümanlara sırt çevirmek münafıkların misali ve tavrıdır.
[39]
Münafıkların
niteliği işte böyledir. Onlar önce iman ettiler. Ama ateş yakanların ateşin
ışığında aydınlandıkları gibi iman bunların kalplerine aydınlık verince kâfir
oldular. Allah da onların nurlarını giderdi. Evlilik, miras, ganimetlerden pay
almak, kendileri, çocukları ve malları için güvenlikten yararlanmak gibi,
müslümanlara dair hükümler her ne kadar dünyada müslüman olduklarına dair
beyanlarından dolayı onlara uygulanmakta ise de bunun ahiret sözkonusu
olduğunda kendilerine faydaları olmayacaktır. Kur'an-ı Ke-rim'in şu buyruğunda
haber verdiği gibi ahirette acıklı azaba mahkum olacaklardır: "Şüphesiz
münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar" (Nisa, 4/145). Onların
küfürlerini ve nifaklarını gizleyerek, müslümanım diyerek elde ettikleri
menfaatler geçici bir süre yanan ateşin ışığından yararlanılmasına benzer.
Münafıklar gerçek bilgi edinme yollarını ve imanı bütünüyle terket-mişlerdir.
Onlar hakka karşı kör, sağır ve dilsizdirler. Dahası -icbar ve zorlama sözkonusu
olmaksızın- Allah'ın ezelî bilgisine müstenit ilminin onlar hakkındaki hükmüne
göre hakka hiç bir zaman da dönücü değildirler. Münafıklıklarına rağmen Allah,
onların dünyada cezalandırılmalarını istememiştir. Cassâs bundan şu hükmü
çıkartır: Dünyadaki cezalar suçların miktarlarına göre tespit edilmiş değildir.
Bunlar şanı yüce Allah'ın o cezalarda gözettiği kendisince malum maslahatlara
göredir. Yüce Allah işte buna göre hükümlerini verir."
[40]
Kur'an-ı
Kerim, Allah tarafından geldiğini gösteren şiddetli yağmur gibi, bir çok ayet
(belge) ve hayır taşımaktadır. Onda bulunan tehdit ve azarlayıcı ifadeler gök
gürültüsü gibidir. Onda bulunan nur ve kimi zaman münafıkların gözlerini
kamaştıracak dereceye varabilen apaçık deliller, şimşek gibidir. Onda bulunan
bu dünyadaki cihad çağrıları ile ahirette vuku bulacak azap tehditleri de
yıldırımlar gibidir.
Allah
bütün kainatı ve kafirleri kuşatıcıdır. Kimse onun hesabından, kudretinden
veya iradesinden kurtulamaz. Allah dileyecek olsa, münafıkları müminlere
bildirirdi de onlardan İslam'ın muhafazası ve izzeti kalkar veya öldürülürler
yahut da sürülürlerdi. O yüce Allah, kendisine nispetle var olması ve yok
olması mümkün olan her şeye kadir ve muktedirdir. Mükellef (aklı başında ve
buluğa ermiş) olan herkes, şanı yüce Allah'ın mutlak kadir olduğunu ve sahip
olduğu kudret ile fiillerini gerçekleştirdiğini, ilim ve ihtiyarına (seçim ve
tercihine) göre dilediğini yaptığını bilmekle yükümlüdür. Yine her mükellefin
Yüce Allah'ın kendisine bağışlaması ile iktisap kudretine sahip olduğunu, Allah'ın
kudretiyle insanı birtakım fiillere mecbur edip zorlamadığını bilmesi de
gerekir.
Şimdiye
kadar gördüğümüz bu yirmi ayetin dört tanesi müminler, iki tanesi kafirler,
diğer ayetler ise münafıklar hakkındadır.
[41]
21-
Ey insanlar! Sizi de, sizden öncekileri de yaratan rabbinize ibadet edin ki,
takva sahibi olasınız.
22- O (Allah) ki yeryüzünü sizin için bir döşek,
göğü de bir bina yaptı. Gökten su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere
meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a şirk koşmayınız.
"Ey
insanlar" Kur'an-ı Kerim'de bu üslûpla gelen nidaların çoğu söylenilecek
ifadeyi vurgulama ve mübalağa içindir. Çünkü şanı Yüce Allah'ın kullarına nida
ile, vermiş olduğu çeşitli emirler, yasaklar ve öğütler uyanık olmayı gerektiren
büyük işlerdendir.
[42]
"Rabbinize":
Burada rab, tazim kastiyle muhataplara izafe edilmiştir.
"Yeryüzünü
sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı" buyruğunda, yer ile sema
arasında bir "mukabele" vardır; yani bunlar biri diğerine karşı
kullanılan ifadelerdir. Döşek ve bina tabirleri de ifadeyi güzelleştiren
tabirlerdir.
[43]
Yâ
(ey) Edatı: Uzaktaki, yanılan veya gaflet içinde olana nida için kullanılır.
Eğer bu nida ile yakında olan bir kimseye seslenilirse, o zaman tazim kastı,
uyarı, dikkat çekme, gafil kalpleri yönlendirme murad edilir. Burada durum,
insanlara daha pekiştirici ve beliğ olan ifade ile nida etmeyi
gerektirmektedir. Arapçada yakın kimseye nida ise "ey" kelimesi ile
yapılır.
"Yaratmak"
Daha önce herhangi bir örneği/modeli olmaksızın icad etmek ve yoktan var etmek
demektir.
"Döşek
(firaş)" Yerleşmek ve üzerinde sabit olup oturmak için serilen sergi anlamındadır.
Burada anlatılmak istenen ise orada ikame etmek, üzerinde karar kılmak için
yeryüzünün hazırlanması demektir. Bu aynı zamanda başka iki ayet-i kerimede
sözü geçen buyrukları bize hatırlatmaktadır: "Yeri sizin için bir karar
yeri kılandır." (Mümin, 40/64); "Biz yeri bir beşik yapmadık mı"
(Nebe', 78/6).
"Eşler
(endâd)" Benzer demek olan "nidd" kelimesinin çokluk şeklidir.
Yani Allah'tan başka kendilerine ibadet edeceğiniz ilâhlardan ona eşler
(edinmeyiniz) demektir. Müminlerin ibadet etmelerinden kasıt ise onların daha
çok ibadete yönelmeleri daha çok ibadet etmeleri, ibadet etmekte sebat
göstermeleridir. Kâfirlerin ibadetinde, mutlaka bulunması gereken şart, iki
şehadeti (Allah'a ve rasulüne imanı) ikrar edip söylemektir. Mutlaka yapmaları
gereken fiil ise bu konudaki emrin -sözkonusu edilmese dahi- kapsamına girer.
Nitekim namaz kılması emrolunan kimseye aynı zamanda namazın şartlarından olan
abdest, niyet ve benzeri şeyler de emrediliyor demektir.
[44]
Şanı
yüce Allah, mümin, kafir ve münafıklardan ibaret olan insanların üç sınıfını
sözkonusu ettikten sonra, aralarında Mekke müşriklerinin de bulunduğu bütün
insanlara, kendisine ibadet etmeyi, onun emirlerine boyun eğmeyi, itaatle onun
önünde eğilmeyi, rubûbiyeti yalnızca ona tanımayı ve onun vahdaniyetini kabul
etmeyi bütün insanlara emretmektedir. Yine tapındıkları put, heykel ve ilâhları
bir kenara bırakıp yalnızca kendisine ibadet etmelerini de emretmektedir. Çünkü
onları da, onlardan önceki atalarını, dedelerini de, yaratan O'dur. Putlarının,
heykellerinin, ilâhlarının da yaratıcısı O'dur. Çünkü göklerin ve yerin hayır
ve bereketleri ile bütün insanlara ve mahlukata lütfuy-la nimetler ihsan eden
O'dur.
[45]
Yüce
Allah, Mekke'n' müşriklere de başkalarına da yani bütün insanlara yalnızca
kendisine ibadet etmelerini emretmektedir. Nitekim şu buyruğunda da dile
getirdiği gibi, daha önceki peygamberleri aracılığıyla da insanlara aynı emri
iletmiştir: "Andolsun ki biz her ümmet arasında: 'Allah'a ibadet edin ve
tağuttan uzak durun' diye bir peygamber göndermişizdir" (Nahl, 16/36).
Burada tağutların kapsamına putlar da girmektedir. İbadetin asıl anlamı
tezellül içinde boyun eğmektir. Burada ibadetten kasıt yüce Allah'ı birlemek
(tevhid), dininin şerl hükümlerine bağlanmak, putlara ibadeti terketmektir.
Buna sebep ise şudur: Allahu teala tek başına ibadete hak sahibidir. Çünkü
ibadet etmekle emrolunanlan da onlardan öncekileri de yani kulların tümünü
yaratan O'dur. Onların işlerini O çekip çevirir. Gerek duydukları hidayet
yollarını ve bilgi edinme vasıtalarını bağışlayan O'dur. İbadetin ise kesin bir
meyvesi vardır ki, o da takvaya ulaşmak, umduğunu elde etmek, hidayeti bulmak
ve kemal derecesine ulaşmaktır. Çünkü Yüce Allah, Cehennem için yarattığı
kimseyi takva sahibi olsun diye yaratmış değildir. Allah'ın hakkı ile ibadet
eden kullarından hasıl olmasını istediği tek şey takvadır. Arapçadaki
"le'alle = belki, olur ki -mealde sadece: ki-" kelimesi, aslında
beklenti ve umut ifade eder. Ancak herşeye kadir ve herşeyden üstün olan yüce
Allah için durumun bir beklenti seviyesinde kalması imkansızdır. O bakımdan
bununla anlatılmak istenen şudur: Sizler takvaya ulaşmayı ümit ederek bu işi
veya şunu yapınız ki, akü sahibi olasınız, öğüt alasınız ve takva sahibi
olasınız.
Yine
yüce Allah'ın ibadet emrini vermesi O'nun yeryüzünü bir döşek, orada rahat bir
şekilde yerleşmek, yaşamak, sükun ve huzur içerisinde -küresel olmasına ve
dönmesine rağmen- ikamet edebilmek için bir karar yeri kıldığından dolayıdır.
Çünkü o yeryüzü -böyle olmakla birlikte- yüce dağlarla sağlamlaştırılmıştır:
"Ve dağları (kazık) kılmadık mı" (Nebe', 78/7). Yine ibadet emrini
vermesinin bir diğer sebebi de onun semayı yer üzerinde kubbeyi andıran bir
şekilde yüksekçe bir tavan kılmış olmasıdır. Bu sema hayır ve bereketlerle insanın
üzerini örtmektedir. Bu semada bulunan pek çok yıldıza ve pek çok gök cismine
rağmen yapısını oldukça sağlam ve çekim sünneti (kanunu) ile bunlar arasındaki
oran ve dengeyi sapasağlam kılmıştır. O bakımdan bu semanın düzeni bozulmaz,
bu semadaki büyük bir gezegen, yıldız dünya üzerine düşmez, bu cisimler
birbirleriyle çarpışmaz. Yüce Allah semadan yani bulutlardan oldukça bereketli
bir su, kendisiyle ekinlerin ve otların bitip yeşerdiği tatlı bir yağmur
indirmiştir. Bu yağmur ölümünden sonra yeryüzünü diriltir, toprağa nefes
aldırır, yeşertir, hatta teneffüs ettiğimiz havayı da arındırır.
İnsanın
faydası için yaratmak, yoktan var etmek ve tekvin ile ona nimet ve rızıklar
bağışlamak, insanların menfaati için gökleri ve yeri yaratmak ile nitelenen Yüce
Zat, elbette ki ibadet ve tazim edilmeye, tezellülle önünde eğilmeye layıktır.
Hiçbirşey yaratamayan, rızık sunamayan, kendileri için bir menfaat
sağlayamadığı gibi kendilerine gelecek bir zararı da savamayan aciz putlar veya
insanlardan Allah'a ortaklar koşmak, elbette ki insanoğluna yakışmaz. Şanı yüce
Allah eşler, ortaklar, çocuklar edinmekten yücedir, münezzehtir. Çünkü onun
bunlara ihtiyacı yoktur. Gerçek kudrete sahip olan rububiyet ve vahdaniyetin
delilleri ile varlığı bilinen Yüce Zat, tek başına O itaat edilmeye layıktır.
Müşriklerin
Allah katında aracı olmaları umuduyla putları ilah edinmeleri, Kitap Ehli'nin
hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka yasa koymak, münkerleri helâl kılıp
hoş ve temiz olan bazı şeyleri haram kılmak hususunda rabler edinmeleri Allah'a
karşı yapılan bir iftira, bir yalan, bir gerçekdışılıktır. Herkes yaratanın,
rızık verenin Allah olduğunu kabul etmektedir. Bütün kafirler ve münafıklar
aslında uydurma ilahlarının hukuk ve düzenlerinin batıl olduğunu bilmektedirler.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onlara: 'Göklerle yeri kim
yarattı? Güneşi ve Ayı kim müsahhar (insanın emrine âmâ-de) kıldı?' diye
sorsan, onlar elbette: 'Allah' diyeceklerdir. O halde nasıl döndürülürler?"
(Ankebût), 29/61).
Yüce
Allah, kendi katında aracılar edinmeyi tenkit etmekte ve Allah'ın teşrf
buyurmadığı şeylerle ona yakınlık sağlamaya çalışmanın batıl olduğunu belirtmek
üzere de şöyle buyurmaktadır: "Ondan başka veli edinenler: 'Biz bunlara
ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz' (derler)..."
(Zümer, 39/3).
[46]
Allah'ı
tevhid etmek, O'nun Hininin sert hükümlerine bağlanmak demek olan ibadet, ancak
yaratan ve nzık veren Allah'a yapılır. Halis şekliyle Allah'a ibadete devam etmek
ise takva esaslarının tohumlarını iyice yeşertir. O bakımdan takva sahipleri
emirlere muhalefet etmek, masiyetleri işlemek cesaretini gösteremezler.
Yer
yüzünün "bir döşek" yani üzerinde yatmak ve karar kılmak için yaratıldığının
ifade edilmesinden maksat, uyumak üzere kullanılan, bilinen "döşek"
değildir. Hatta hiçbir döşek üzerinde uyumamak üzere yemin eden bir kimse yerde
yatıp uyuşa, Hanefîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre yeminini bozmuş olmaz. Çünkü
döşek kelimesi örfte yer hakkında kullanılmaz. Yeminler ise kullanılan
isimlerden alışılagelmiş ve örfte kabul edilen anlamlarına göre yorumlanırlar.
Halk arasında yerleşik manasıyla bu kelime yer hakkında kullanılmaz. Mâlikîler
ise yeminleri niyete yahut sebebe veya yeminin hakkında cereyan ettiği (yani
yemine sebep teşkil eden) duruma göre yorumlarlar. Şayet bunlar bulunmazsa o
takdirde örfe başvurulur. Bunlardan herhangi bir şey bulunmazsa o vakit yemin
edilen dilde o kelimeden mutlak olarak ne anlaşılıyorsa ona göre yorumlanır.
Ayet-i
kerime Allah'ın tevhidini dile getirmekte, benzeri olmayan yaratıcıyı, hiçbir
şeyin aciz bırakmadığı mutlak kadirin varlığını ispat etmektedir. Onun
kudretinin görünür tecellilerinden birisi de semanın yükselmesi ve görebildiğimiz
bir direk olmaksızın durması, herhangi bir değişiklik sözkonusu olmaksızın
zaman boyunca varlığının sürüp gitmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Halbuki onlar yine de
alametlerinden yüz çeviricidirler." (Enbiyâ, 21/32). Aynı şekilde hareket
etmesine, uzayda dönmesine rağmen, desteksiz olarak yeryüzünün sabitliği ve bu
şekildeki duruşu da tevhidin, onu yaratanın kudretinin, hiçbir şeyin O'nu acze
düşürmediğinin, en büyük delillerindendir. Aslında burada Allah'ın varlığını
delillendirme ve nimetini hatırlatma mevcuttur. Şanı yüce Allah yeryüzünden
çeşitli meyveleri, türlü bitkileri insanlar için yiyecek, hayvanlar için de bir
yem olmak üzere çıkartmıştır. İşte yüce Allah bu gerçeği şu buyruğunda şöylece
beyan buyurmaktadır: "Şüphesiz biz suyu bol bol dökeriz. Sonra da yeri
gereği gibi yararız; böylece onda taneler bitiririz, üzümler ve sebzeler,
zeytinlikler), kurmadıklar), sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlakları
sizin için de davarlarınız için de bir fayda olmak üzere". (Abese,
80/25-32).
Bu
ayet-i kerime yüce Allah'ın insanı hiçbir yaratılmışa muhtaç bırakmadığını
göstermektedir. Yüce Peygamberimiz de işte bu anlama şöylece işaret etmektedir:
"Allah'a yemin ederim; sizden herhangi birinizin ipini alıp sırtında odun
getirmesi -versin yahut vermesin- herhangi bir kimseden dilencilik yapıp
birşeyler istemesinden daha hayırlıdır."
[47]
Kurtubî der ki: Odun taşımanın kapsamına her türlü zenaat ve benzeri işler
girer. Kendisini kendisi gibi diğer bir insana, dünya nimetlerine olan arzusu
sebebiyle muhtaç düşüren bir kimse, Allah'a eş koşan kimselerin gittikleri
yolun bir ucunu yakalamış sayılır.
[48]
Yüce
Allah'ın: "Bildiğiniz halde" buyruğu, aklın delillerini kullanma ve
kör taklidi iptal etmenin emrolunduğunu göstermektedir. Çünkü müşrikler aslında
kendilerine nimet verenin, ortaklan değil de Yüce Allah olduğunu biliyorlardı.
Düşündükleri, ibretle baktıkları, akıl ve fikirlerini kullandıkları takdirde,
kuvvet ve imkanları ile Allah'ın vahdaniyetini görebilirlerdi. O bakımdan
onların: "Biz bunlara ancak Allah'a bizleri yaklaştırsınlar, diye ibadet
ediyoruz" (Zümer, 35/3) sözleriyle ifade ettikleri türden uydurma
aracılar edinmeye gerek yoktur.
[49]
23-
Eğer kulumuza indirdiğimizden Şüphe içinde iseniz, haydi siz de onun benzeri
bir sûre getirin. AUah'tan başka şahitlerinizi de çağırın, eğer doğru söyleyenler
iseniz. Bunu yapmazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık tutuşturucusu
insanlarla taşlar olan ve kafirler için hazırlanmış bulunan o ateşten sakının.
"Onun
benzeri" buyruğundaki zamir ya: "Kulumuza" kelimesine racidir ve
o vakit "siz de Muhammedin benzeri bir kimsenin, böyle bir sûre meydana getirmesini
isteyiniz" olur; ya da bu zamir "indirdiğimiz" kelimesine ait
olur ki o da Kur'an-ı Kerîm'dir. Bu durumda ise mana onun, yani Kur'an-ı
Kerim'in benzeri bir sûre getiriniz, demek olur. Zemahşerî der ki: Zamiri
indirilene (yani Kur'an-ı Kerim'e) ait kabul etmek daha uygundur. Çünkü Yüce
Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: "Onun benzeri bir sûre
getiriniz". (Yûnus, 10/38); "Onun benzeri on sûre getiriniz."
(Hûd, 14/13); "Bu Kur'an'ın bir benzerini yerine getirmek için bir araya
gelseler, onun benzerini getiremezler" (İsrâ, 17/88). Ayrıca Kur'an-ı
Kerim'in dilinin ve üslubunun mükemmelliği düşünülecek olursa zamirin ona ait
olması daha uygundur. Zamirin "indirilen"e ait kabul edilmesi, konu
itibariyle de daha yerinde olur. Çünkü söz konusu olan şey indirilendir.
Üzerine indirilen yani Muhammed (s.a) değildir.
[50]
"Kulumuza"
ibaresinde "kul," şanı yüce Allah'ın zatına izafe edilmiştir. Bu ise
onun Allah indindeki şerefine ve mevkiine dikkat çekmek içindir.
"Onun
benzeri bir sûre getirin." Bu emir onları âciz bırakmak anlamındadır.
"Sûre" kelimesinin belirtisiz gelmesi ise bütün sûrelerin genelini
ifade etmek ve bütün sûreleri kapsamak içindir. (Yani onun herhangi bir
suresinin benzerini meydana getirin, demek olur).
"Ki
hiç bir zaman da yapamayacaksınız'' ifadesi geçmişte, halihazırda ve gelecekte
bu meydan okumanın devam edip durduğunu ifade etmektedir.
"O
ateşten sakının", özü itibariyle, amaç olarak gözetilen gayeye yöneltici
bir îcâz (veciz ifade) dir. Yani sizler eğer bu işten aciz olduğunuzu
görürseniz, o takdirde Kur'an'a ve Peygamber Muhammed'e iman etmek suretiyle
cehennemden korkunuz, sakınınız anlamındadır.
[51]
"Kulumuz''dan
maksat Muhammed (s.a)'dir. "Onun benzeri"râ indirilenin benzeri yani
belagat, üslub ve gaybden haber vermek açısından onun benzerim getiriniz.
"Allah'tan
başka" O'nun dışında size yardımcı olmak üzere "şahitlerinizi"',
ilâhlarınızı, yardımcı ve başkanlarınızı ya da kıyamet gününde lehinize tanıklık
edecek olanları "çağırın; eğer" Muhammed'in Kur'an'ı kendiliğinden
uydurduğunu söylemekte "doğru söyleyenler iseniz." Çünkü siz de onun
gibi fasîh konuşan Araplarsmız.
Sûre:
Başı ve sonu belli olan en az üç ayetten ibaret Kur'an-ı Kerim'in bir parçası
veya bir bölümünün adıdır.
[52]
Kur'an-ı
Kerim, insanları Allah'ı tevhid eden takva sahipleri, inkarcı inatçı kafirler
ve ikisi arasında gidip gelen münafıklar olmak üzere üç kısma ayırdıktan,
vahdaniyet ve rubûbiyetin Allah için olduğunu aklî deliller ile onun ortağının
olamayacağını ispat ettikten sonra, Kur'an-ı Kerim'in de yüce Allah'ın kelâmı
olduğunu, onun Allah tarafından indirilmiş olduğunu ispat etmektedir. Bunu da
Kur'an-ı Kerim'in mu'ciz oluşu vasfıyla delillendirmiştir. Hiçbir kimse
cinlerden olsun, insanlardan olsun onunla boy ölçüşemez, onun benzerini meydana
getiremez. Üstelik Araplar belagat meydanlarının atlıları, fesahat alanının
ileri gelenleridir. Şiir, nesir, hitabet ve güzel söz söylemede olduğu kadar
hiçbir şeyde birbirlerine karşı övünmüyorlardı. Onlar benzerini meydana getirmekten
âciz kalıp Kur'an-ı Kerim'in en kısa sûresinin bir benzerini dahi getiremediklerine
göre, Muhammed (s.a)'in Peygamberlik iddiasının ve onun getirdiği ilahi
risaletin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. O halde onun Peygamberlik ve risaletini
inkar eden Cehennem ateşinde cezalandırılmaya hak kazanmış olur.
[53]
Ey
inkarcı Araplar ve diğer inkarcılar! Allah'ın, kulu ve rasûlü ümmî Peygamber
Abdullah oğlu Muhammed'e indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'in doğruluğundan yana
şüphe içinde bulunuyor ve onun insan sözü olduğunu iddia ediyorsanız sizin
gibi bir insan olan o zatm buna güç yetirebildiği gibi siz de onun benzerini
getiriniz. Eğer sizler bu Kur'an-ı Kerim'in uydurma ve insan kelâmı olduğunu
söylerken, onunla boy ölçüşebileceğiniz iddiasında doğru söylüyor iseniz; -ki
onlar: "Eğer biz dileseydik bunun benzerini elbette söylerdik"
(Enfâl, 8/31) diyorlardı- dilediğiniz başkan, eşraf, uydurma tanrılarınızı da
Kur'an-ı Kerim'in benzerini ortaya koymak için yardıma çağırınız. Ancak
Allah'tan başka hiçbir kimse onun benzerini meydana getiremez. Sizler bu işten
yani alışılmadık beyanı, üstün belagati, parlak üslubu, her türlü kusurdan
uzak fikrî yapısı, her zaman ve mekana elverişli göz kamaştırıcı yasama ve
hükümleri ve gayba dair haber vermesi hususlarında Kur'an'a benzer bir sûre
getirmekten acze düştüğünüz, ve buna şimdi güç yetiremiyeceğiniz gibi
gelecekte de aciz kalacaksınız.
Fiilen
bu konuda aciz olduğunuz açıkça ortaya çıktığına göre hakka yani Kur'an-ı
Kerim'e imana, Peygamber (s.a)m risâletini tasdike dönünüz. Çünkü yakıtı kâfir
insanlar ile taşların, putların olacağı cehennemden, biricik kurtuluş bununla
mümkündür. Demir ve buna benzer diğer sert maddeleri eritmek için en üstün
dereceli ateş fırınları dahi, bu cehennem ateşinin benzeri olamaz. Allah işte
bu cehennemi, İslâmın risâletini inkâr edip kabul etmeyen kâfirler için küfür
ve inkarlarına uygun bir ceza olmak üzere hazırlamıştır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmuştur: "Gerçekten siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, Cehennemin
odunusunuz. Siz oraya varacaksınız'' (Enbiyâ, 21/98).
Özetle:
Kur'an-ı Kerim'in en kısa bir suresinin bile şimdi ve gelecekte bir benzerini
ortaya koymaktan aciz kalışınız ortaya çıktığına göre artık şu inadınızı
bırakın. Bırakın da kafirler için hazırlanan cehennem ateşine odun olmamak
için KurWın Allah kelamı olduğunu itiraf edin.
[54]
"Eğer
kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz..." ayet-i kerimesi, yüce
Peygamberimiz (s.a.)'ın gerçek peygamber olduğuna birkaç açıdan delil teşkil
etmektedir.
Evvelâ,
Kur'an-ı Kerim'in benzerini meydana getirmek hususunda onlara meydan okunmuş ve
bu onları tahrik eder bir üslupla da yapılmış olduğuna göre tabii olan bu
meydan okuyuşa cevap vermek olurdu. Böylece gayeleri olan peygamberimizin
davasını da çürütmüş olurlardı. Böyle olmadığına göre artık Kur'an'ın insan
takatinin haricinde ancak Allah kelamı olduğu ortaya çıkar. Onun benzerini
meydana getirmekten yana acizlikleri açıkça ortaya çıktığına göre, bu acziyet
Kur'an-ı Kerim'in hiçbir şeyin âciz bırakamadığı Allah tarafından olduğunu ve
O'nun benzerini meydana getirmenin kulların gücü çerçevesinde bir şey olmadığım
açıkça ortaya koymuştur. Bu, Peygamber efendimizin kıyametin kopacağı zamana
kadar devam edecek kalıcı bîr mucizesidir. Bu mucize fesahat ve belagat
konularında Arapların kendilerim üstün görmeleri vakıası ile de son derece uyum
halindedir. O balamdan Yüce Allah, Muhammed (s.a.)'in en büyük mucizesini
onları da, diğer insanları da benzerini meydana getirmekten âciz kaldıkları bir
"kitap" kılmıştır. Bu şekilde onlara karşı ortaya konulan delil,
sihirbazlığın ilerlediği bir çağda Hz. Musa'mn asası ve eli, tıbbın ileri
olduğu bir çağ olan Hz. İsa'nın anadan doğma körü ve alacalık hastalığına
yakalanmış olanı iyileştirmesi ve ölüleri diriltmesi gibi, maddi mucizelerden
daha güçlü bir delil teşkil etmektedir.
İkinci
olarak; Peygamberimiz Hz. Muhammed'in hem iman edenler hem de iman etmeyenler
için insanlar arasında aklıyla en mükemmel, ahlakıyla en üstün, görüşüyle en
değerli kimse olduğu bilinen bir husustur. Aklının olgunluğunda, güzel
ahlakının mükemmelliğinde, anlayışının doğruluğunda, görüşünün isabetli
oluşunda kimse ona bir tenkit yöneltmemiştir. Bu niteliklere sahip olan bir
kimsenin yalan yere Peygamberlik iddiasında bulunması ve Peygamberliğinin
belgesi olarak da Araplardan herhangi bir kimsenin benzeri bir söz ortaya
koyması muhtemel bir "sözü" göstermesi düşünülemez. Çünkü o takdirde
yalan söylediği ve iddiasının batıl olduğu ortaya çıkabilirdi. İşte bu da Hz.
Peygamberin onlara Allah katından gelmiş bir kelâm ile meydan okuduğunu
göstermektedir.
Üçüncü
olarak; şanı yüce Allah: "Bunu yapmazsanız -ki hiçbir zaman da
yapamayacaksınız-" buyruğuyla onun benzerini ortaya koyamayacaklarını haber
vermektedir. Bu ise gaybî bir haberdir. Zamanın geçmesiyle de bu haberin
doğruluğu ve gerçekliği ortaya çıkmıştır. Ebû Bekr Cassâs şöyle demektedir:
[55] Şanı
yüce Allah, bütün Cinlere ve insanlara Kur'an-ı Kerim'in benzerini meydana
getirmekten âciz kalacaklarını belirterek şu buyruğu ile meydan okumuştur:
"De ki: Andolsun ki, bu Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek için
insanlar ve Cinler bir araya toplansalar, biribirlerine yardımcı dahi olsalar,
yine de benzerini getiremezler" (İsrâ, 17/88). Onların benzerini meydana
getirmekten âciz oldukları açıkça ortaya çıkınca bu sefer: "Onun benzen
uydurma on sûre getiririz" (Hud, 14/13) diye buyurdu. Bundan da aciz
oldukları ortaya çıkınca, bu sefer: "Eğer doğru söyleyen kimseler iseler,
onun benzeri bir söz getirsinler" (Tûr, 52/34) diye buyurdu ve onun en
kısa bir sûresinin olsun, benzerini getirmek üzere onlara meydan okudu.
Kendilerine sunulan delile itiraz etmeyip acizlikleri ortaya çıkınca bu sefer
savaşarak mağlup etme yoluna saptılar. İşte o zaman Allah da Peygamberine
onlarla savaşma emrini verdi.
Özetle:
Onlara karşı meydan okuma, çeşit çeşitti. Kimi zaman söz düzeni ve anlam
bakımından, kimi zaman anlam dışında yalnızca söz düzeni ile meydan okundu.
Fakat bütün hallerde onların başarısızlıkları da ortaya çıktı.
"Eğer
yapmazsanız..." ayeti, Kur'an'ın benzerini meydana getirmekten yana tam
anlamıyla âciz kalacaklarını ve kâfirlerin Peygamberimizin peygamberliğini
inkâr ettikleri, Kur'an'ı da tasdik ettikleri için Cehennem ateşini
ha-kettiklerini göstermektedir. Ateşten korkan ve sakınana düşen ise bu şekilde
bir inatlaşmayı terketmektir. Yine bu ayet-i kerime, ateşin asiler fâsıklar ve
kâfirler için hazırlanmış olup şu an mevcut olduğunu göstermektedir.
Kurtubî
der ki[56]: Bu
buyrukta hak ehlinin söylediği: "Cehennem vardır ve mahluktur"
şeklindeki görüşlerine açık bir delil vardır. Bida't ehli ise; Cehennem şu ana
kadar yaratılmış değildir, diyerek buna muhalefet etmektedirler.[57]
25-îman
edip de salih amel işleyenlere müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar
akan cennetler vardır, kendilerine orada rızık olarak o meyvelerden verildiği
her seferinde: Hu bizimler ve o birbirinin benzeri olarak kendilerine
getirilir. Orada onlar için temiz kılınmış zevceler vardır. Onlar orada ebedi
kalıcıdırlar.
"Birbirinin
benzeri olarak kendilerine getirilir". Görünüş itibariyle birbirine
benzemekle birlikte tadı itibariyle biri ötekinden farklı demektir.
"Temiz
kılınmış" ifadesi oradaki eşlerin niteliğidir. Sözlük anlamı itibariyle
normal bir temizlikten daha ileri derecedeki bir temizliği ifade eder.
Bu
ayet-i kerimede "cennetler" kelimesinin belirtisiz
"ırmaklar" kelimesinin ise belirtili geliş sebebi şudur: Cennet
(belirtili olarak) sevap yurdunun tümüne addır ve bunun içerisinde pek çok
cennetler vardır. Bu cennetler de amel eden insanların hak edişlerine uygun
olarak değişik mertebelerdedir. Amel edenlerin her bir sınıfı için bu
cennetlerden bir tane vardır. Irmakların belirtili olarak geliş sebebi ise
tür/cins olarak söz konusu olmaları dolayısıyla-dır. Nitekim günlük konuşmada
şöyle denilir: Filan kişinin (belirtisiz olarak) bir bahçesi vardır. Onun
içinde (bundan sonrakiler belirtili olarak) akarsuyu, incir, üzüm ve çeşitli
meyveleri vardır. Böylelikle muhatabın bilmiş olduğu türlere işaret edilir. Ya
da anlatılmak istenen cennetin nehirleri olduğundan dolayı belirti için gelen
"elif lam" belirtisi izafetin (isim tamlamasının) ifade ettiği
belirti yerine kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Ve baş (burda belirtili olduğu
için: başım anlamındadır) da ağararak tutuştu" (Meryem, 19/4) buyruğunda
olduğu gibi. Ya da burada belirti için gelen "elif, lam" takısı ile
Yüce Alla-hın şu buyruğunda sözü geçen ırmaklara işaret edildiğinden dolayı
belirtili gelmiştir: "Orada kokusu, tadı değişmeyen sudan ırmaklar, tadı
değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzetli gelen şarabtan nehirler...
vardır" (Muham-med, 47/15).
[58]
Allahı
tasdik ederek "İman edip de" farz ve nafile olarak "salih amel
işleyenlere müjdele" bildir ki: "Gerçekten onlar için" ağaç ve
köşklerinin "altından ırmaklar akan cennetler" ağaçları ve konaklan
bulunan bahçeler "vardır". Bu cennetler müminler için ebedilik
yurdudur. Ona "cennet" deniliş sebebi, içinde bulunan şeyleri
ağaçları ile örtmesinden dolayıdır. "Kendilerine orada rızık olarak o
meyvelerden verildiği her defasında" bu cennetlerden onlara birşeyler
ye-dirildikçe; "Ha, bu bizim daha önce rızıklandığımız" yani
meyvelerinin benzerliği dolayısıyla cennetten bize daha önceden verilmiş
"şeydi, derler ve o birbirinin benzeri olarak kendilerine
getirilir". Renk itibariyle birbirini andırmakla birlikte birinin tadı
diğerinden farklıdır.
"Orada"
cennette "onlar için" hurilerden ve başkalarından ayhali ve diğer
pisliklerden "temiz kılınmış zevceler vardır. Onlar orada ebedi
kalıcıdırlar." Ebediyen orada duracaklardır, ne ölürler, ne de
çıkartılırlar. Ebedî kalmak (huld) baki kalmak demektir. Cennetül-Huld de
buradan gelmektedir.
[59]
Kur'an-ı
Kerim'de birbirine zıt şeyler arasında karşılaştırmalar yapmak bir adettir.
Şanı Yüce Allah kâfirlerle isyankârların cezasını sözkonusu edince, hemen
akabinde tertemiz takva sahibi müminlerin mükafatlarını da sözkonusu etmiştir.
Böylelikle iki kesim arasındaki fark, açıkça ortaya çıkar ve kişi bu iki
tarafın durumlarını birbiriyle karşılaştırmak suretiyle ibret ve öğüt alarak,
Allah'ın emirlerini yerine getirmeye daha bir yönelir.
[60]
Ey
Muhammedi Sen ve sana mirasçı olan mümin ve takva sahibi ilim adamları, iman
edip, salih amel ve güzel işler işleyenlere ağaçlan bulunan ve köşk ve
meskenlerinin altından cennet ırmaklarının aktığı cennetlerin (bahçelerin)
müjdelerini ver! Oralarda canların çektiği, gözlerin zevkle baktığı şeyler
vardır. -Buharî ve Müslim'de rivayet edildiği şekliyle-; "orada hiçbir
gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği hiç bir insanın hatırından
geçirmediği şeyler vardır." Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu gerçeği dile
getirmektedir: "İşlediklerine bir mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan
neler gizlendiğini hiçbir nefis bilmez" (Secde, 32/17).
O
cennetlerde kesintisiz nzıklar, canın çektiği çeşitli meyveler vardır. Günün
başlangıcında veya sonunda onlara herhangi bir meyve sunulduğu her seferde
hayretle şöyle diyeceklerdir: Bu meyve dünyada iken bize nzık olarak verileni
andırmaktadır. Ancak o meyveyi yedikleri vakit alışageldikleri tadın dışında
bir tad alırlar ve yalnızca şekli, görünüşü ve türü itibariyle dünya meyvesine
benzediğini, ama aslında tad ve lezzet ve hacim itibariyle ondan farklı olduğunu
farkederler. Bu açıdan bu meyveler hiçbir zaman görmedikleri çeşit ve
türdendir. Madde ve tadı itibariyle farklı olmakla birlikte, dünyadaki meyvelere
benzemesi ile ilgili olarak İbni Abbas şöyle demiştir: "Cennette dünyadan
isimler dışında hiçbir şey yoktur". Taberi de der ki
[61];
"Konu ile ilgili en uygun tevil (açıklama şekli) renk ve görünüşleri
itibariyle birbirine benzeyen fakat tatları farklı meyveler getirilecektir,
diyenlerin açıklamasıdır. O alimler bununla şunu anlatmak istiyorlar: Cennetin
meyveleri ile dünyadaki meyveler görünüş ve renk itibariyle birbirine
benzemekle beraber, tad ve lezzet bakımından farklıdırlar.
Şanı
yüce Allah'ın bize haber verdiği şekliyle iman ettiğimiz gaybî hususlardan
birisi de cennette müminler için huru'l-în'den zevceler olduğudur. Bunlar
çadırları içinde, örtüler ve perdeler arkasındadırlar. Onlardan önce ne bir
insan ne de bir cin dokunmuştur onlara. Ay hali, lohusalık gibi maddi ve manevi
pisliklerden, tiksinti veren kirliliklerden, küçük büyük abdestlerden, balgam
çıkarmak ve tükürmekten, nefis ve hevânın şerlerinden uzaktırlar. Müslim'in
rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler orada
yerler, içerler; fakat tükürmezler, küçük büyük abdest bozmazlar,
sümkürmezler" As-hâb-ı kiram: "Peki yemek ne olacak?" diye
sorunca; Hz. Peygamber şu cevabı verir: Misk kokusu gibi geyirmek ve ter (ile
hazmedecekler) ve sizler nasıl kendiliğinizden nefes alıyor iseniz onlara da o
şekilde teşbih ve tahmîd etmek (elhamdülillah demek) ilham olunacaktır".
Ancak
dünyadaki mümin kadınların kıyamet gününde huru'l-în'den daha faziletli
olacakları bildirilmiştir. Bu konu Allah'ın şu buyruğunda söz edilmektedir:
"Biz onları yeniden yarattık; onları bakireler kıldık ve eşlerine
düşkünler ve hep bir yaşta (kıldık)" (Vakıa, 56/35-38).
Tirmizî'nin
de rivayetine göre Ümmü Seleme şöyle demiştir:... Ey Allanın Rasûlü! dedim.
"Dünyanın kadınları mı üstündür? Hurul-în mi üstündür?" Hz.
Peygamber: "Hayır! dünya kadınları Hurul-înden üstündürler. Tıpkı
elbisenin astarından üstün olduğu gibi". Ben: "Bu neden dolayı
olacaktır, ey Allanın Rasûlü?" diye sorunca: "(Dünya kadınlarının)
kıldıkları namazlarla tuttukları oruçlar ve aziz ve celil olan Allah'a
yaptıkları ibadet ile böyle olacaktır".[62] Yine
Sahîh'te sabit olduğuna göre, cennette her bir erkeğin iki tane hanımı olacaktır.
İlim adamları derler ki: Bunlardan bir tanesi dünya kadınlarından, diğeri de
cennet kadınlarından olacaktır.
Cennet,
dünyadan ebedîlik vasfıyla aynin*. Yani orada devamlılık, kalıcılık ve sonu gelmez
uzun bir dönem kalınacaktır. Bunun değiştirilmesi arzusu olmayacaktır. Cennet
ayrıca eksiksiz, tam bir mutluluktur ve müminlerin emelidir.
[63]
Ruhlara
ferahlık veren kalpleri heyecanla harekete getiren, ebedi kalıcı sonsuz
nimetler yurdu olan cennete dair Kur"an'daki müjdeler çoktur. Bu cennet
salih amel işleyen müminler için tahsis edilmiştir. Cennete girmek için tek
başına iman yeterli değildir. Aksine onunla birlikte itaatin ve salih amelin de
bulunması lüzumludur. Cennet nimetleri sınırsızdır. Rızkı kesintisizdir. Yüce
Allah o cennette hazırladığı nimetleri bizim kavrayabileceğimiz bir şekilde bu
ayet-i kerime ile ve başka ayetlerle anlatmayı murad etmiştir. İnsanın tabiatı
maddi şeylere alaka duyduğundan dolayı yüce Allah da onları nefislerinin meyledeceği
şeylerle teşvikte bulunmuş; bir başka ayet-i kerimede özlü bir şekilde dile
getirdiği maddi gerçekleri onlara şöylece vaadetmiştir: "Orada canların arzuladığı,
gözlerin zevk aldığı şeyler de vardır ve sizler orada ebedi kalıcısınız"
(Zuhruf, 43/71). İnsan ahiret âleminde yine insan olarak kalacaktır. Şu kadar
var ki, onun insan kişiliği dünyadakinden daha mükemmel ve hayatın tadını bozan
şeylerden uzak olacaktır.
Sahiplerini
cennetlere yerleştiren salih ameller ise, örfün, şeriatin, aklın ve selim
fıtratın kabul ettiği her türlü hayırdır. Bunların bir kısmı Müminûn Sûresinin
baş taraflarında şöylece dile getirilmiştir:
"Müminler
felah bulmuşlardır. Onlar ki namazlarında huşua dikkat ederler, boş söz ve
işlerden yüz çevirirler, zekâtı eda ederler, ırzlarını korurlar. Meğer ki
eşlerinden yahud cariyelerine karşı olan durumları müstesna. Çünkü onlar (bu
durumda) kınanmazlar. Artık her kim bundan başkasını isterse o kimseler, sınırı
aşmış olurlar. Ve onlar ki emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler, namazlarını
korurlar. İşte bunlar mirasçılardır ki, Firdevs'e mirasçı olurlar. Onlar orada
ebediyen kalıcıdırlar" (Müminûn, 23/1-11)
Müminlerin
cennette ebedilikleriyle kâfirlerin cehennemde ebediliklerinin şeriatteki
anlamı devamlı ve kesintisiz kalıcılıktır yani oradan çıkmayacaklardır.
Kaldıkları bu yurtlar onlarla birlikte yok olmayacaktır. Orada kafirler için
sonu gelmez ebedi bir hayat sözkonusu olacaktır.
[64]
26-
Gerçekten Allah bir sivrisineği veya ondan daha ileri herhangi bir şeyi misal
vermekten çekinmez. İman edenler bunun Rablerinden bir hak olduğunu bilirler.
Kâfirler ise: "Allah bu misal ile ne murad etmiştir?" derler. Allah
bununla çoğu kimseyi saptırır ve yine bununla çoğu kimseyi de hidayete erdirir.
O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz.
27- Onlar ki Allahm ahdini sağlamlaş-tırdıktan
sonra bozarlar. Allanın bitiştirilmesin! emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde
fesad yaparlar. İşte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
"...
çekinmez" yani terketmez. Burada yüce Allah "çekinme (mealde
haya)"yı terketmek anlamında kullanmıştır. Çünkü terketmek hayanın
sonuçlarmdandır. Herhangi bir şeyi işlemekten utanan bir kimse onu terkeder.
Nitekim Zemahşe-ri'de {Keşşaf, 1/204) de böyle açıklamıştır. Buna göre bu, bir
tür mecazdır.
"Allahm
ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar." Burada kapalı istiare vardır.
Çünkü ahid ipe benzetilmiş ve kendisine benzetilen hazfedilmiştir. Ayrıca onun
gereklerinden bir şey -ki bu da bozmaktır- ile ona işaret edilmiştir. Ahd'e
"ip" adının verilmesi de istiare yoluyladır. Çünkü ahdin tarafları
arasında ilişkinin belli bir sağlamlığı vardır. Nitekim Zemahşeri de (1/207
de) böyle demiştir. Yani bozmak (nakzetmek) tabiri ip hakkında kullanılır iken,
ahit hakkında da kullanılmıştır.
[65]
"misal
vermekten çekinmez". Misal vermeyi terk etmez. Çekinmek (haya), ayıplanmak
ve yerilmek korkusundan dolayı insanda görülen değişik bir durumdur. Haya,
Yüce Allah hakkında kullanıldığı takdirde, o zaman bununla anlatılmak istenen,
hayanın başlangıcı ve ondan önceki korku hali değil; hayanın sonucu olan kötü
bir fiili terketmektir. (Buna göre "Allah... haya etmez" buyruğu;
"...çekinmez, vazgeçmez." demektir.)
"Misâl"
sözlükte benzeyen, denk olan demektir. Dilde misal vermek ise herhangi bir
durum için uygun düşen bir şeyi söz konusu ederek, onun gizli olan güzellik ve
çirkinliğini ortaya çıkarmaktır.
"Hak"
Sabit olması hak olan ve gereken, buna karşılık aklın inkâr etmeye yol
bulamadığı şey demektir.
"Fasıklık"
Sözlükte çıkmak, demektir. Taze hurma, kabuğundan çıktığı zaman bu tabir
kullanılır.
"Bozmak
(nakzetmek)" İpin, eğirilmiş yünün ve benzeri şeylerin yapısını çözmek ve
ayırmak demektir. "Misak" Bir şeyin kendisi vasıtasıyla
sağlamlaş-tırıldığı ve artık bozulması zor olacak şekilde muhkem kılındığı şey
demektir. Ahdin mîsâkı (pekiştirilmesi) ise, tekid edilmesi demektir. Maksat
yemin ile pekiştirilmiş olan ahittir. Allah'ın ahdi ise kullarından aldığı
düşünmek, tetkik etmek ve ibret almak suretiyle onların kevnî sünnetlerini
anlama hususundaki ahitleridir. Bu, kendilerine önceki kitaplarda emretmiş
olduğu ve ortaya çıktığı zaman kendisine iman etmelerini istediği Muhammed
(s.a.)'e imandır. İmanın yolu ise anlayıp kavramaya götüren akıl ve beş duyu
nimetini kullanmaktır.
Mîsâkın
(ahdin) bozulması: Bu ilâhî bağışları, yaratılış maksatları doğrultusunda
-adeta kaybedilmiş yahut tümüyle işletilmemişler gibi- kullanmamaktır. Buna
göre: "Sağlamlaştırıldıktan sonra" buyruğu onlar hakkında pekiştirildikten
sonra, demektir. Pekiştirilmesi emrolunan şey ise, Peygambere iman, akrabalık
bağlan ve benzeri hususlardır. Yeryüzünde fesat çıkarmak ise; günahlar
işlemek, isyan etmek, imandan alıkoymak ile olur.
[66]
Taberi,
Tefsir1 inde (I, 138) Ashâb-ı Kiram arasından bir gruptan şunu rivayet
etmektedir: Şanı yüce Allah münafıklara: "Onların misali bir ateş yakanın
hali gibidir" (ayet 17) ile: "yahut boşanan yağmur gibidir"
(ayet 19) buyruklarında münafıklara ait bu iki misali verince münafıklar,
Allah böyle misaller vermekten daha yüce ve daha üstündür, dediler. Bunun
üzerine yüce Allah da; "Gerçekten Allah bir sivrisineği... misal vermekten
çekinmez... İşte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir" buyruklarını
indirdi.
[67] Süyuti ise Celâleyn' de:
"Senet itibariyle bu görüş, daha sahih ve sûrenin daha önce geçen bölümlerine
daha münasiptir", demektedir.
[68]
Şanı
yüce Allah sivrisinek ve benzeri, gerek ondan daha aşağı, gerek ondan daha büyük
bir şeyi misal vermeyi basit ve önemsiz olduğundan dolayı -onu örnek
göstermekten çekinen kimsenin yaptığı gibi- misal vermekten çekinmez. Çünkü
ister küçük, ister büyük olsun, bu misali ve benzeri şeyleri göstermekte garip
kaçacak, çekinilecek veya ayıp görülecek bir taraf yoktur. Çünkü bunların
hepsindeki azamet ve kudret aynı ölçüdedir. O da yaratmak ve harikulade bir
şekilde var etmektir. Diğer taraftan örnek, bir anlama açıklık kazandırmak ve
onu bilinen ve tanık olunan şekliyle izah etmektir. Misaller insanların daha
kolay bir şekilde anlayabilmesi için maddî şeylerin kalıbı çerçevesinde murad
edilen anlamlan açığa çıkarmak içindir.
Bunlar
sonucunda ise kapalı görünen hususlar açıklık kazanır, aklın karşısında vehim
gibi görünen şeyler ortadan kalkar.
Yüce
Allah hikmeti sonsuz olandır. Duruma, hal ve münasebetlere uygun bir şekilde
büyük olsun, küçük olsun eşyaya dair misaller vermekle, gayeye yönelik fayda
sağlar. Eğer bahsedilen konu, hak ve İslâm gibi büyük bir şey ise, ona nur ve
aydınlık gibi şeyleri misal gösterir. Eğer iş put gibi hakir ve düşük bir şey
ise, faydasız olması, faydasının bulunmaması açısından, onu andıran sinek,
sivrisinek ve örümceği misal verir.
Bütün
eşyayı, küçüğü ile büyüğü ile yaratanın Allah olduğunu tasdik eden müminler:
Bu, Allah'ın hak sözüdür. O haktan başkasını söylemez ve hepsi (her türlü
misal) onun için bîrdir ve bu bir maslahat, bir hikmet dolayısıyla verilmiştir,
derler. Hakir gördükleri şeylerin misal getirilmesiyle alay eden kâfirler ise,
hayret ve şaşkınlık içerisinde: "Allah bu gibi önemsiz ve hakir şeyleri
misal vermekle neyi anlatmak ister?" derler. Onlar şaşkınlık
içerisindedirler ve sonunda zarara uğrayacaklardır. Eğer iman edecek olurlarsa
hakkı bilir ve bu örneklemedeki hikmet yönünü de anlarlar. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "7h ki kendilerine kitab verilenler yakın ile inansınlar,
iman edenlerin de imanı artsın. Kitab verilenler ile müminler şüpheye düşmesin,
kalplerinde hastalık bulunanlarla kâfirler de: Allah bu misal ile neyi murad
etmiş? desinler diye." (Müddessir, 74/31).
Daha
sonra Yüce Allah bu tür soru soranlara böyle bir misalin Allah'ı inkâr
ettiklerinden dolayı kâfirlerin bir çoğunun sapıklığının artmasına, Allah'a
iman ettiklerinden dolayı da müminlerin çoğunun hidayetinin artmasına sebep
olduğunu belirterek cevâp vermektedir. Ayrıca verilen misal ile olsun, başkası
ile olsun Kur'an-ı Kerîm'deki buyruklar sebebiyle fâsıklardan başkası sapıtmaz.
Yani Allah'a itaatten yüzçeviren, onun yaratmasındaki sünnetinin dışına çıkıp
ayetlerini inkâr eden ve maksatları idrak etmekten yana akıl ve şuurlarını
işlemez hale getirenlerden başkasını saptırmaz.
Bu
buyruk, onların saptırılmalarının sebebinin Yüce Allah'ın öğüt almak isteyenler
için ibret kılmış olduğu kevnî sünnetlerinin dışına çıkmaları olduğuna işaret
etmektedir. Saptırmanın Yüce Allah'a isnad edilmesi, fiilin sebebe is-nad
edilmesi türündendir. Çünkü Yüce Allah misali verince, o misal sebebiyle
birtakım kimseler saptı ve birtakım kimseler de hidayet buldu. İşte bu, onların
sapıtmalarının ve hidayet bulmalarının sebebini teşkil etmiştir.
[69] Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz, bu misalleri insanlara veriyoruz.
Onlara ancak âtim olanlar akıl erdirir." (Ankebui, 29/43). Alimler ise
haklan yol göstericiliği sayesinde hidayet ve doğru yolu bulan müminlerdir.
Yüce
Allah bunun akabinde bu fasıklann niteliklerini açıklamaktadır. Onlar
yaptıkları ahitleri bozarlar. Akıl, şuur ve duyu gibi ilâhî bağışları asıl
maksatları doğrultusunda kullanmaz, Yüce Allah'a fıtrî olarak (D söz verdikleri
Muhammed'e iman, onu ve geçmiş bütün peygamberleri doğrulamak, Allah'ın
şeriatları gereğince amel etmek gibi ahitleri bozarlar. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onların kalpleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler.
Gözleri vardır, onlarla görmezler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. Onlar
dört ayaklı hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin
ta kendileridir." (A'râf, 7/179)
Onlar
Allah'ın bitiştirilmesini emretmiş olduğu, varlığına dair kevnî deliller ortada
olmasına rağmen Allah'a iman bağını keserler. Böylelikle delil ile, delilin
gösterdiği arasındaki ilişkiyi kopartmış olurlar. Bütün peygamberlere imanı da
kesmişlerdir. Bir peygamber ile diğer bir peygamber arasında ayırım gözetmişlerdir.
Halbuki Allah bütün peygamberlere iman ederek bağın koparılmamasını
emretmiştir. Diğer taraftan onlar akrabalar arası maddi yakınlığı, peygamberler
arasındaki manevi yakınlığı ve müminleri veli edinmek şeklindeki bağı da bitiştirmezler.
Arap müşrikleri Peygamber (s.a.)'i yalanlayarak fıtrat ahdini bozmuş oldular.
Kitap Ehli ise, hem fıtrat ahdini bozmuştur, hem de Yüce Allah'ın kitaplarında
kendilerinden almış olduğu peygamberimiz Muhammed'e iman ahdini bozmuştur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz içlerinden bir gurup
bilip durdukları halde yine de hakkı gizlerler." (Bakara, 2/146). Buna
göre peygamberlerin gönderilişlerini inkâr eden, onların gösterdikleri aydınlık
yol ile doğruyu bulmayan herkes, Allah'ın ahdini bozmuş demektir.
Bu
bozguncular, yeryüzünde masiyetler işleyerek, insanlar arasında bozgunculuk
yaparak, onları imandan alıkoyarak inançlarından saptırarak, Kur'an
çerçevesinde şüpheler uyandırarak -kendi nüfuz ve payelerini korumak gayesiyle-
yeryüzünde fesat çıkartırlar.
Sonuçta
ise bunlar rezil edilmek, şaşkınlık içerisinde kalmak ve yardımsız bırakılmak
suretiyle dünyada acıklı azab ve Allah'ın kendilerine gazab etmesi suretiyle de
ahirette hüsrana uğrayacak olanlardır. Dünyalarında da ahiretle-rinde de onlar
için bir mutluluk yoktur. Çünkü bunlar hidayet karşısında dalâleti, mağfiret
karşısında gazabı, cennet karşılığında cehennemi, ahde vefa karşısında ahdi
bozmayı, bağları bitiştirmek yerine kesmeyi, salah yerine fesadı, sevap ve ecir
yerine cezayı almışlardır.
[70]
Müşriklerin
kanaatlerine göre fasih söz söyleyenlerin anlatımlarına yakışmadığı sanılan
arı, sinek, örümcek, karınca ve benzeri küçük görülen şeylerin
1- Fıtrî ahit veya Allah'ın ahdi: Allah'ın kalplere yerleştirmiş olduğu
şuur ve bütün insanların sahip oldukları akıl ile Yüce Allah'ın tevhidine dair
apaçık delillerdir. Bu Allah'ın kendilerine verdiği ve sağlamlaştırdığı emir
mesabesindedir. "Oyları nefislerine şahit tutup: Ben sizin Rabbiniz değil
miyim? (diye buyurmuştu). Onlar da: Evet (Rabbimizsin) şahit olduk
demişlerdi." (Araf, 7/172). Dinî ahit ise, kendilerine Allah'ın mucizeleri
ile yolladığı bir rasul gönderdiği takdirde, onu tasdik edip ona tabi
olacaklarına dair Kitap Ehli'nden aldığı sözdür.
Kur'an-ı
Kerîm'de sözkosunu edilmesi Kur'an-ı Kerîm'in fesahatini tenkid edilecek bir
düzeye indirerek, onun mu'ciz olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü bu gibi
şeylerin küçüklüğü eğer bunları sözkonusu etmek, ileri derecede birtakım
hikmetleri kapsıyor ise fasahatte eleştiri getirecek bir yön değildir. İşte
ayetlerin kendilerinden öncekileriyle ilişkisi bu açıdandır.
Yüce
Allah hakkında haya (utanmak, çekinmek) vârid olduğu takdirde, bununla
anlatılmak istenen, hayanın başlangıcı ve önceki durumu olan korku değildir.
Burada anlatılmak istenen, onun sonucu ve vardığı nihai nokta olan fiili
terketmektir (yani çekindiğinden dolayı Allah böyle bir işi terketmez). Aynı
şekilde Yüce Allah için sözkonusu olan gazab ile anlatılmak istenen, intikam
arzusu ve kalpteki kanın galeyana gelmesi de değildir. Bununla anlatılmak istenen
hakkedilen cezayı vermektir. İşte bu konudaki prensip budur.[71]
Allah'ın
sözü mutlak bir gerçektir ve onda bir eksiklik sözkonusu değildir. O katıksız
bir haktır. Çünkü hakkı açıklamakta, hakkı ifade etmektedir. İnsan ruhunda
yaptığı etki vasıtasıyla da hakkı almaya ,onu kabule itmektedir.
Kur'an-ı
Kerîm'de benzer şeylerin ve misallerin verilmesi ile kapalı tarafların
açıklığa kavuşturulması ve gerçeklere zihinlerin dikkatinin çekilmesi, menfaat
ve maslahatların açıklanması, sonsuz hikmetlerin beyan edilmesi kasd edilir. Bu
ise akıl, sahip olunan kültür ve elde edilen eğitim ve öğretim açısından güzel
görünen bir husustur. İnkâr eden kâfirler ise, apaçık şekliyle ortaya çıktıktan
sonra yine de hak etrafında tartışır, her şeyi açık seçik ortaya çıksa da yine
de delil hakkında şüphe eder, böylelikle saded dışına çıkar ve delilden yüz
çevirirler.
İman
ve küfür kalıtım yoluyla alman yahut cebren ve zor ile kabul edilen şeyler
değildir. İradenin, seçim ve akim bunlarda bir rolü vardır. Sebep ise insanın
duyu, şuur ve fikir gibi güçlerini kullanmaktır; yoksa kâfirlerin ileri sürdükleri
gibi, verilen misallerin insanları sapıklar veya hidayet bulanlar diye
ayırmakta herhangi bir etkisi yoktur. Şanı Yüce Allah, akıl ve din hidayeti ile
yolunu bulan herhangi bir kimseyi saptırmaz. O Allah'ın dosdoğru yolunun dışına
çıkmış fasıklan saptırır ki, ezelden beri Allah'ın ilminde bunların hidayet
bulmayacakları bilinen bir husustur. Buna göre saptırmanın Yüce Allah'a is-nad
edilmesi fiilin sebebe isnad edilmesi kabilindendir. Çünkü Yüce Allah misal
verip de o misal sebebiyle birtakım kimseler sapıp birtakım kimseler de hidayet
bulunca bu, insanların sapmalarının ve hidayet bulmalarının sebebini teşkil
etmiştir. Buna göre onların sapmalarının asıl sebebi fasıklıktır. Yani Al-lahu
Teala'nın mahlukatındaki sünnetlerinde - kanunlarında belirlenen doğru yoldan
çıkmadır. Halbuki Allah, onları, onlara verdiği Kitabı ile, akıl ve şuur
yetenekleri ile doğru yola yöneltmiştir.
Bizzat
kendilerini saptıran fasıkların nitelikleri pek çoktur. Bunların bir kısmını
27. ayet-i kerime şöyle sözkonusu etmiştir: "Pekiştirildikten sonra Allah'ın
ahdini bozmak." Allah'ın ahdi ise rasûlleri aracılığı ile kitaplarında insanlara
yönelttiği emirler, kendisine itaat etmeleri için onlara verdiği buyruklar ve
kendisine isyan etmek türünden olup kendilerine yasak kıldığı şeylerdir. Bunu
bozmaları ise emir ve yasakları terketmektir.
Yine
fasıkların niteliklerinden bir tanesi, Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği
şeyi kesmektir. Bu ise yeryüzünde Allah'ın dinine, ona ibadete, onun şeriati-ni
uygulayıp çizdiği sınırlan korumaya bir işarettir. O bakımdan Yüce Allah'ın
bitiştirilmesini emrettiği her şeyi kapsayan genel bir ifadedir. Cumhurun görüşü
budur. Akrabalık bağını düzeltmek ise bunun bir parçasıdır.
Fasıkların
niteliklerinden bir tanesi de yeryüzünde fesat çıkartmaktır. Yani Yüce
Allah'tan başkasına ibadet etmek, yaptıkları işlerde hakkı tecavüz edip
zulmetmek, şehvet ve arzularının peşine gitmektir. Fesadın en ileri noktası da
işte budur.
Fasıklık
ise, kaçınılmaz olarak zarara uğramayı gerektirir; kişinin itaatin, sonunda
kâra yani kurtuluşa ulaştırdığı gibi. Burada fasıklar ile anlatılmak istenen
küfür dışında kalan masiyetleri işleyen asiler değildir.
Bu
ayet-i kerimede ahde bağlı kalmanın, onun gereklerini yerine getirmenin şer'an
ve aklen vâcib bir iş olduğunun delili vardır. Caiz olup da kişinin kendisini
yapmak taahhüdü altına soktuğu bütün ahitler de bu hükme tabidir. Bunları
bozmak, kişi için helâl değildir. Sözü geçen bu ahid, ister müslüman ile, ister
müslüman olmayan ile yapılsın, farketmez. Çünkü Yüce Allah ahdini bozan herkesi
yermiş ve: "Ey iman edenler! Ahitlerinizi tastamam yerine getiriniz."
(Mâide, 5/1) diye buyurmuştur. Yüce Peygamberine de şu buyruğu vermiştir:
"Eğer bir topluluğun hainlik etmesinden kesin endişeye düşersen, adalet
üzere kendilerine (ahitlerini) at. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez."
(Enfâl, 8/28). Bu buyruğu ile Allahu Teala ahdi bozmayı yasaklamaktadır. Ahdi
bozmak, ancak ahdi nakzetmekle, yani hükümlerine aykırı hareket etmekle
sözkonusu olur.
Az
olsalar bile hidayet bulan müminlerin; çok olmalarına rağmen fâsık, sapkın o
kâfirlerden daha üstün faziletleri, daha büyük menfaatleri ve daha geniş çapta
etkileri vardır. Ayet-i kerime fıska saplanmış kafirler kadar olmasa da
hidayette olanların da çokluk itibariyle kafirler gibi olduğunu hissettiriyor
olsa bile; bununla anlatılmak istenen zahirî mana değildir. Çünkü asıl nazarı
itibara alınması gereken niteliktir, nicelik değildir. Yüce Allah da:
"Kullarımdan gereği gibi şükreden ise pek azdır." (Sebe', 34/13)
diye buyurmaktadır.
Şanı
Yüce Allah'ın: "Allah bununla çoğu kimseyi saptırır ve yine bununla da
çoğu kimseyi hidayete erdirir." ayetinde bu yolda saptırmayı hidayetten önce
söz konusu etmesi, sapıtmanın küfür olan asıl sebep ve menşeinin daha önceden
varolduğundan dolayıdır. O bakımdan bu, kâfirlerin durumuna uygun bir ifadedir.
Böylelikle onların kulaklarına cevap olarak ulaşan ilk şeyin o olması ile
onların gücünü ortadan kaldıran, varlıklarını sarsan bir söz olması sağlanmış
olmaktadır. Allah bu gerçeği bu işin yenilendiğini ve devam edip durduğunu
haber vermek üzere geleceği de ifade eden muzâri (şimdiki ve geniş zaman) kipi
ile ifade etmiştir.
[72]
28-
Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr edi- yorsunuz? Halbuki daha önce ölüler idiniz de sizi diriltti. Sonra sizi yine öl-
dürecek, sonra yine tekrar sizi dirilte- cek ve sonunda yalnız O'na döndürüle-
çeksiniz.
29-
Yerde ne varsa hepsini sizin için
yaratan, sonra göğe yönelip (istiva
edip) de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur. O, herşeyi çok iyi
bilen (aıîm)dir%
"Sonra
göğe yönelip (İstiva edip)..." buyruğunda yer alan "sonra" tabiri
arada geçen zaman fasılasını ifade etmek için değil, iki yaratma arasındaki
farklılığı ve göklerin yaratılışının yerin yaratılışına üstünlüğünü açıklamak
içindir. İlk atıf (bağlaç) "fe" harfi ile yapılmış iken, daha
sonrakileri "sümme (sonra)" ile atfedilmişlerdir. Çünkü birinci
yaratma fasılasız olarak ölümün akabinde gelmiştir. Ölüm ise hayat denilen bir
süre geçtikten sonra ve ikinci hayattan sonra gelir.
[73]
"Nasıl
oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz?". Burada ifadeler azarlamak ve sitem
maksadıyla gaibten hazır olan muhataba yöneltilmiştir (iltifat).
"Çok
iyi bilen (Alîm)". Şanı Yüce Allah'ın kendi zatını vasfettiği mübalağa
kiplerinden birisidir. Anlamı ise, bilgisi her şeyi kuşatan, ilmi geniş olan demektir.
Yüce Allah'ın, Arapların mübalağa kastı ile kelimenin sonuna "yuvarlak
te" getirerek kullandıkları "allame" kelimesi ile
nitelendirilmesi caiz değildir.
"Onları
yedi gök halinde düzenleyen" yani eksiksiz bir şekilde, bir çatlak ve
eğrilik-büğrülük bulunmaksızın yaratışlarını tam yapan "O'dur." Çünkü
onların düzenlenmesi (tesviye edilmeleri) nin anlamı, yaratılışlarının dengeli
kılınması, dosdoğru olması, eğrilik ve çatlaktan uzak olması veya yaratma işleminin
tamamlanması demektir.
"Yönelip
(istiva edip)" buyruğunda sözü geçen istiva, sözlükte bir şeyin üstüne
yükselmek demektir.
"O
her şeyi çok iyi bilendir." Allah gökleri herhangi bir düzensizlik olmaksızın
sapasağlam ve eksiksiz bir şekilde yarattıktan sonra, yerde bulunan her şeyi de
orada yaşayanların gereklerine, menfaat ve maslahatlarına uygun olarak
yarattıktan sonra, her şeyin durumunu genel ve özel olarak çok iyi bilir.
[74]
"Nasıl
oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz?" Bu ifade: Sizi küfürden alıkoyacak,
iman etmeye davet edecek bunca delillere sahip olmanıza rağmen, nasıl oluyor da
Allah'ı inkâr ediyorsunuz?" Buradaki soru delilin varlığına rağmen,
onların küfür ve inkârda devam etmelerinin hayret edilecek bir şey olduğunu
ifade etmek ve tavırlarını reddetmek (inkâr) içindir veya azarlamak maksadına
yöneliktir.
"...Daha
önce ölüler" yani sulblerde nutfeler "idiniz de sizi"
analarınızın rahminde ve dünyada size ruh üflemek suretiyle "diriltti.
Sonra sizi" ecellerinizin sona ermesi halinde "yine öldürecek sonra
sizi tekrar" öldükten sonra diriliş ile "diriltecek"
amellerinizin karşılığını verecek ve "sonunda yalnız O'na döndürüleceksiniz."
"Daha
önce ölüler idiniz" cümlesinin başından ayetin sonuna kadar
"vav" harfinin gelmesi ile şöyle denilmiş gibi oluyor: Sizin
durumunuz bu iken nasıl olur da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki önce
babalarınızın sülblerinde nutfeler halinde ölüler idiniz. O size can verdi,
canlandırdı. Bu hayattan sonra sizi tekrar öldürecek, sonra ölümden sonra sizi
yeniden diriltecek, sonra da hesaba çekecektir...
"Yerde
ne varsa" yani içindekileriyle birlikte yeri "hepsini" onlarla
faydalana-sınız ve ibret alasınız diye "sizin için yaratan sonra göğe
yönelip (istiva edip) de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur." Yeri
yarattıktan sonra Yüce Allah iradesi ile iradesine has ve dosdoğru bir kasıt
ile semaya yöneldi; kastetti, demektir.
[75]
Yüce
Allah fasıkların niteliklerini, kâfirlerin Kur'an-ı Kerîm'e karşı tutumlarını
sözkonusu ettikten sonra, bu iki ayet-i kerime ile onların bu tutumlarını
reddetmek, bunun hayret edilecek bir durum olduğunu belirtmek, tutum ve
küfürlerinin nitelikleri dolayısıyla onları azarlamak üzere, insanları imana
götürmesi gereken delilleri sözkonusu ederek hitabı kâfirlere yöneltmektedir.
Bu deliller Yüce Allah'ın kudretini gösteren nimetlerdir. Allah insanları ölümlerinden
sonra hayat vererek canlandırmıştır. Sonra onları öldürmekte, sonra yine hayat
vermektedir. Yeryüzünde gizli bulunan bütün nimetleri kendisinden
faydalanmaları için O yaratmıştır. Karanın ve denizin karanlıklarında (insanlar)
yollarını bulsunlar diye kandillerle süslenmiş yedi göğü de yaratan O'dur. İşte
bütün bunlardan sonra nasıl olur da Muhammed ve onun peygamberliği red edilerek
küfür tercih edilebilir.
[76]
Ey
kâfirler! Durumunuz hayret vericidir. Şanı Yüce Allah, ölümünüzden sonra bu
dünya hayatında sizi var etmekle birlikte, nasıl olur da O'nun varlığını ve
kudretini inkâr ediyorsunuz? Gizli-açık üzerinizdeki nimetlerini tamamlamış,
sizlere hayatın akü, duyu ve duygular gibi en üstün nimetlerini bağışlamış,
hayatın kalıcılığını sağlayan rızıklarla sizi donatmış bulunuyor. Ecelinizin
sona ermesiyle birlikte canınızı alıyor, öldükten sonra da kabirlerinizden
sizleri diriltiyor, sonra hesaba çekilmek, amellerinizin karşılığını görmek
üzere de tekrar ona döndürülüyorsunuz. Böylelikle herkes dünyada iken
işlediklerinin karşılığını görecek ve her nefis kendisine ihsan edilen nimetler
dolayısıyla hesaba çekilecek. İşte iki ölüm ve iki hayat. Bunlar size küfür
üzere kalmanızda ileri sürebileceğiniz bir mazeret bırakmamakta, Kur'an-ı
Kerîm'in misalleriyle alay etmeniz, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr
etmeniz için hiç bir şeyi mazeret sürmenize imkân vermemektedir.
İbni
Abbâs ve İbni Mes'ûd şöyle tefsir ediyor: Sizler yaratılmadan önce yok idiniz, ölü
idiniz. O sizi diriltti, yani yarattı. Sonra ecellerinizin sona ermesiyle sizi
öldürecek, sonra da kıyamet gününde sizi tekrar diriltecektir. Bu tefsiri başka
ayet-i kerime de desteklemektedir: "Rabbimiz bizi iki kere öldürdün, iki
kere de dirilttin." (Mü'min, 40/11). İbni Atiyye der ki: İşte ayet-i
kerime ile kastedilen budur. Kâfirler ölmeyi ve diriltilmeyi kabul
ettiklerinden dolayı bu delilin gereğini kabul etmekten de kurtulamazlar.
Kâfirler başlangıçta yok olan ölüler olduklarını, sonra dünyada yaratıldıkları
anı, sonra yine dünyada öldürüldüklerini kabul ettiklerine göre, öbür
diriltmenin gereğini de kabul etmeleri gerekir ve bu onlar aleyhlerine daha
güçlü bir delil olur. Onların bunu inkâr etmeleri ise, delil getirmek imkânını
bulamayacakları bir iddia halini alır.
[77]
Daha
sonra, Yüce Allah öldükten sonra dirilmeye ve insanları imana yöneltmeye dair
bir delil sözkonusu etmektedir. Bu, yeryüzünü içinde bulunan her şeyle
yararlanalım, Allah'ın yaratan ve rızık veren olduğunu kabul edelim diye, bizler
için yaratmasıdır. Buna göre faydalanmak ya hayatı sürdürme esnasında varolan
şeylerden yararlanmak suretiyle maddi anlamıyla olur, ya da egemenlik altına
alamadığımız şeyler üzerinde durup düşünerek, ibret alarak, manevi şekliyle
gerçekleşir. Her iki durumda ise bedenlerin ve ruhların gıdası gerçekleşmiş
olur.
Yüce
Allah yeryüzünde insanlar için hayatlarını sürdürme imkânını hazırlamış,
insanı korunmuş bir tavanın gölgesine almakla bunu gerçekleştirmiştir. Sözü
geçen bu tavan kudreti ile yükselttiği, sapasağlam bir yapı halinde
düzenlediği, hikmeti ile var ettiği yedi semadır. Bunlara geceleyin yeryüzünü
aydınlatsınlar diye harikulade gezegenler ve yıldızlar yerleştirmiştir.
Bunların gerçek mahiyetlerini, durumlarını, onlarda bulunan harikuladelikleri
yalnızca Allah bilir. Allah yerde ve gökte ne yarattıysa hepsini bilendir. İşte
bütün bunlar yaratıcı bir ve tek ilahın varlığını gösteren göz kamaştırıcı
kudretinin delilleridir. O, bu kudretiyle tekrar yaratmayı ve tekrar hayatı
takdir etmeye kadirdir. Artık bütün bunlardan sonra küfrü, inkârı veya
Allah'ın varlığını kabul etmemeyi haklı çıkartan bir sebep bulunabilir mi?
[78]
Önceden
indirilmiş semavî bir kitaba iman etmiş olsalar bile, Muhammed (s.a.)'in peygamber
olarak getirdiklerini tasdik etmeyen herkes küfür dairesi içine gelir. Çünkü
bunlar Kur'an-ı Kerîm'in Allah tarafından indirildiğini kabul etmemektedirler.
Kur'an'ın bir insan sözü olduğunu ileri süren herkes, Allah'a şirk koşmuş ve
Allah'ın ahdini bozmuş olur. Mutezile: "Nasıl olur da Allah'ı inkâr
ediyorsunuz..." ayet-i kerimesi küfrün kullar tarafından yapılan bir iş
olduğunun delilidir, demektedir.[79]
Allah'ın
kudretine ve varlığına dair delliller pek çoktur. Bunların bir kısmı bu ayet-i
kerime ile sözkonusu edilmiştir. Bunlar içindekilerle birlikte harikulade bir
şekilde yarattığı gökler ve yeryüzü, yoktan insanı yaratmış olması, sonra onu
öldürmesi, sonra tekrar diriltmesi, insan hayatının akışı içerisinde yaptıkları
dolayısıyla hesaba çekilmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İlk yaratmayı başlattığımız gibi onu tekrar iade ederiz." (Enbiyâ,
21/104). Buna göre insanların tekrar yaratılmaları ilkin yaratılmaları gibidir.
Tekrar yaratılmaları bir dönüştür. Müminler bunun sonucunda imanları ve salih
amelleri sebebiyle cennetlerle mükâfat, kâfirler de küfürleri sebebiyle azab
göreceklerdir.
Yüce
Allah'ın "...sonra..." buyruğunda kelimesinde araya zaman fasılasının
girişi ve bir sıralama kastedilmemektedir. "Sonra" kelimesi ile
anlatılmak istenen nimetlerin sayılıp dökülmesidir. O bakımdan bu ayeti kerime
ile: "bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (Nâzîat, 79)30) ayeti
arasında bir çelişki yoktur. Çünkü bu ayeti kerimede geçen "Sonra"
yi ifade eden "ba'de" kelimesi haber vermenin sıralanışında bir
"sonralık" ifade eder. Yoksa zaman itibariyle veya bizatihi işin
kendisindeki sıralanışındaki bir tertibi ifade etmez. Buna şunu misal
gösterebiliriz: Bir kişi başkasına: "Ben sana bunca büyük nimeti vermedim
mi? Sonra senin kadrini yükseltmedim mi, sonra da seni düşmanlarına karşı
savunmadım mı?" diyebilir. Burada anlatım itibariyle sonradan sözünü
ettiği bazı şeyler, belki daha önceden meydana gelmiş olabilir.
Buna
şöyle de cevap verilebilir: Yer semadan önce yaratılmış fakat semanın yaratılışından
sonra yayılıp döşenmiştir. O takdirde ayetler arasında bir tearuz olmaz.
Nitekim İbni Cüzey de bu görüştedir. Fakat İbni Kesîr şöyle demektedir: Bu
ayet (yani Bakara 29. ayet) yeryüzünün semadan önce yaratıldığını
göstermektedir. Nitekim Secde (Fussilet, 41/9-10) ayetinde de şöyle
buyu-rulmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr mı
ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz?..." Bu ve öteki ayet-i kerime yerin
semadan önce yaratıldığını göstermektedir. Bu bilinen kadarıyla ilim adamları
arasında anlaşmazlığın bulunmadığı bir husustur. Şu kadar var ki İbni Cerîr
et-Taberî, Katâde'den, onun semanın yeryüzünden önce yaratıldığını ileri
sürdüğünü naklet-miştir. Kurtubî ise "Bundan sonra da yeri yayıp
döşedi." (Nâziât, 79/30) ayet-i kerimesini tefsiri esnasında bu hususta açık
bir görüş belirtmemiştir.[80]
"Yerde
ne varsa hepsini sizin için yaratan..." ayet-i kerimesi, insanın faydası,
maslahatının gerçekleşmesi ve yaratıkların ihtiyaçlarının karşılanması için
yeryüzünü hazırlayan ilâhî kudrete dikkat çekmektedir. Şanı Yüce Allah, yeryüzünde
bulunanları ve yaratıkların varedilmeleri ile ilgili cahillikleri sebebiyle
kâfirleri kınamış, onlara sitemde bulunmuştur
[81]
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri
yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar mı kılıyorsunuz1? İşte o
âlemlerin Rabbi Allah'dır. Orada üstünden sabit dağlar yarattı, onda bereketler
kıldı ve gıdalarını takdir etti. (Bütün bunları) Soranlar için müsavi olarak
dört günde yaptı." (Fussilet, 41/9-10). Buna göre Bakara süresindeki bu
ayet-i kerimeden kasıt, gereken şekilde ibret ve öğüt almaktır. Buna delil ise,
ondan önce ve ondan sonra söz konusu edilen hayat vermek, öldürmek, yaratmak,
semaya yönelmek ve onları düzenlemekten söz ediştir.
Fakat
ayet-i kerimenin zikredilmesindeki asıl hedef sözü geçenler olmakla birlikte,
bu ayet aynı zamanda şu prensibe de usûl âlimlerince delil teşkil etmiştir:
"Yasaklayıcı delil gelinceye kadar eşyada aslolan mübahlıktır."[82] Yani
aslolan, Allah'ın yeryüzünde yarattığı her şeyden faydalanmanın mubah olduğudur
ve bu yasaklayıcı delil gelinceye kadar böyledir. Hiç bir yaratığın Allah'ın
mubah kıldığı bir şeyi haram kılmak hakkı yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın size indirdiği ve kendisinden haram ve
helal kıldığınız rızıktan ne haber? Söyleyin bana! De ki: Allah mı size izin
verdi, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (Yunus, 10/59).
Allah'ın
ilmi bütün yaratıkları kuşatır ve kapsar. O her şeyin yaratıcısıdır. Göklerdeki
ve yerdeki bu sapasağlam ve sarsılmaz düzen ancak yarattığını çok iyi bilen ve
hikmeti sonsuz bir Yaratıcı tarafından var edilebilir. Dolayısıyla insanların
hidayet bulması için bir Kitab ile desteklenmiş bir rasûl-peygamber
göndermesinde, bu Kitab'ında da mahlukatından küçük veya büyük dilediği
herhangi bir şeyi misal göstermesinde şaşılacak bir taraf yoktur.
Buradaki
"...sonra istiva etti." ayeti ile "Rahman Arş'a istiva
etti." (Tâ-Hâ, 20/5) buyrukları, tefsiri zor ayetlerdendir. Bu hususta
ilim adamlarının üç görüşü vardır
[83]
Birincisi
imamların çoğunun görüşüdür: Bizler bu buyrukları okuruz, onlara iman ederiz,
fakat tefsir etmeyiz. İmam Mâlik'ten rivayet edildiğine göre bir kişi
kendisine: "Rahman Arş'a istiva etti." buyruğu hakkında soru sormuş,
o da şu cevabı vermiş: "İstiva bilinmeyen bir şey değildir. Fakat
keyfiyetinin nasil olduğunu akıl kavrayamaz; bu hususta soru sormak ise
bid'attir. Ben gördüğüm kadarıyla sen kötü bir kişisin."
İkinci
görüş; Müşebbihe'nin şu görüşüdür: "Biz bu ayet-i okuruz ve sözün zahirine
uygun bir şekilde tefsir ederiz. Bu da şöyle olur; İstiva bir şeyin üzerine yükselmek
veya kurulmak demektir." Ancak bu batıldır çünkü bu gibi şeyler cisimlere
ait sıfatlardandır. Şanı Yüce Allah ise bu gibi sıfatlardan münezzeh ve
yücedir.
Üçüncü
görüş de kimi ilim adamlarının görüşüdür: Bizler bu buyrukları okuruz ve te'vil
ederiz. Bunun zahirine uygun bir şekilde de anlamaya çalışırız.
Bunun
yani istiva etmenin "istila etme" olduğu söylenmiştir. Şairin şu beytinde
olduğu gibi:
"Bişr
Irak'a istiva etti, Kılıçsız ve kan akıtmaksızın."
İstivanın
yükselmek anlamına olduğu da söylenmiştir. Maksat -yine de en iyisi Allah
bilir- Allah'ın emrinin yücelmesi ve yükselmesi demektir.
İstivâ'nm
yönelmek ve onu kastetmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana
orayı yaratmak, icad etmek suretiyle ona yönelmiştir, demek olur. Taberî
herhangi bir keyfiyet ve sınırlama olmaksızın bu açıklama şeklini tercih
etmiştir.
Kur'an-ı
Kerîm bu ayet-i kerime ve bir başkasında yedi sema ile yedi arzın bulunduğunu
söylemektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Allah yedi gök ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (Talâk,
65/17). Yani göklerin biri ötekinin üstündedir. Yerlerin de biri ötekinin
altındadır. Şu kadar var ki sünnet-i seniyyede göklerin ve yerlerin mahiyetini
açıklayan bir haber vârid olmamıştır. O bakımdan semanın tabiatını
araştırmanın dinî açıdan bir faydası yoktur. Bize düşen bu verilen sayı
hususunda Kur'an-ı Kerîm'in zahirine iman etmekten ve bunu semayı yükseltip
yeryüzünü yayıp döşeyen Yaratıcının azametine delil olarak görmekten ibarettir.
Râzî, Tefsir" inde astronomi bilginlerinin birtakım nazariyelerini de
kaydetmektedir. Bunlardan yedi sema ile yedi gezegenin kastedildiği anlamı
çıkmaktadır.[84] Şu kadar var ki modern ilim
Neptün, Plüton ve Üranus gibi daha önce bilinen gezegenlerden ayrı yeni
gezegenlerin varlığını keşfetmiştir. Daha önce bilinenler ise Ay (Kamer),
Merkür (Utarid), Venüs (Zühre), Güneş (Şems), Mars (Merih), Jüpiter (Müşteri)
ve Satürn (Zühal) gezegenleri idi.
[85]
30-
Hani Rabbin meleklere: "Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım."
demişti. "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken orada fesat
çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. (Allah)
"Sizin bilmediklerinizi herhalde ben bilirim" demişti.
31-
Âdem'e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterip: "Eğer
doğru söyleyenler iseniz, bunların isimlerini bana bildirin" dedi.
32-
Dediler ki: "Seni teşbih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bir şey
bilmeyiz. Gerçekten sen Alîm'sin, Ha-kîm'sin."
33- (Allah) "Ey Âdem onlara isimlerini haber
ver." diye buyurdu. O da onlara isimlerini haber verince (Allah) buyurdu
ki: "Size gerçekten göklerin ve yerin gizliliklerini ben bilirim ve neyi
açıklarsanız neyi gizlerseniz yine ben bilirim" demedim mi?
"...hamdinle"
yani hamdinle teşbih eder olduğumuz halde demektir. Anlamı: Seni hamdedenler
olarak, hamdini aralıksız sürdürenler olarak teşbih ediyoruz. Çünkü senin bu
konuda bize verdiğin başarı ve lütfün ile üzerimizdeki nimetlerin olmasaydı
sana ibadet etmek imkânını bulamazdık. "Onları meleklere gösterip"
buyruğunda yer alan zamir Arapçada akıl sahibi kimseler içindir. Burada
cansızlar için kullanılan zamir kullanılmamıştır. Çünkü Yüce Allah burada
isimlerin kendilerini değil ad olduğu şeyleri murad etmiştir. İsimlerin ad
olduğu şeyler arasında ise akıl sahibi olanlar da vardır, olmayanlar da vardır.
O bakımdan akıl sahibi olanlar tarafı ifadede ağırlık kazanmıştır.
[86]
"Rabbin"
Burada Rab kelimesi Allah'ın rasûlüne izafe edilmiştir. Bundan kasıt ise, onun
yüksek şerefine ve üstün makamına dikkat çekmektir. Ayet-i kerimede Rabbimizin
sözüne muhatap olan "melekler" in yöneltilen hitabtan önce sözkonusu
edilmesi, önce sözkonusu edilenlere verilen önemden dolayıdır.
"...bana
bildirin" buyruğu ile onlar, âciz bırakma ve onlara sitemde bulunmak
istenmiştir.
"İsimlerini
haber verince" buyruğunda hazif ile yapılmış bir icaz vardır. İfadenin
takdiri şöyledir: Hz. Adem onlara isimlerini haber verdi. İsimlerini onlara
haber verince...
"...sonra
onları meleklere gösterip" buyruğundaki "onlar" zamirinde -az önce
de açıklandığı gibi- akıl sahiplerine akıl sahibi olmayanlara göre daha önem
verilmiştir. (Tağlîb).
"Gizliliklerini
ben bilirim ve neyi açıklarsanız neyi gizlerseniz yine ben bilirim."
buyruğunda "bilirim" fiillerinin tekrarlanması, Şanı Yüce Allah'ın
bilgisinin bütün eşyayı kuşattığına dikkat çekmek içindir. Bu şekildeki
ifadelere "it-nâb" adı verilir. "Neyi açıklarsanız" ile
"neyi gizlerseniz" kelimelerinin bir arada kullanılması da bedi'
ilminde "tibâk" diye adlandırılır.
[87]
"Rabbin"
Rab, mâlik, efendi, ıslâh edici ve noksanlıkları giderici, demektir.
"Melekler" nuranî cisimlerdir, yemezler, içmezler, kendilerine
verilen emirlerde Allah'a karşı gelmezler, emrolunduklannı yaparlar.
"Melâike" kelimesi "Melek" kelimesinin çoğuludur. Bunun
aslı mef al vezninde "melek" dir.
"Halife"
hükümlerin uygulanışında başkasının yerine geçen, onun makamını işgal eden
demektir. Burada halifeden kasıt Âdem (a.s.) dir.
"Biz
seni hamdinle teşbih" her türlü eksikliklerden tenzih ederken, sana
hamdedip dururken, yani: "sübhanallahi ve bihamdihî" sözlerini
aralıksız tekrar ettiğimiz halde "ve takdis edip dururken" şanını
yüceltip seni tazim edip azametine yakışmayan şeylerden seni tenzih ederken;
"orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?
demişlerdi." Yani bizler halife kılınmaya daha layıkız, demek istemişlerdi.
"orada"
masiyetler işleyerek "fesat çıkartacak" haksızca öldürmelerle
"kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" Daha önce orada yaşayan
cinlerin soyundan gelenlerin yaptıklarını yapacak birisini mi varedeceksin?
Cinler bu şekilde fesat çıkartınca Yüce Allah üzerlerine melekleri göndermiş ve
melekler de onları dağlara ve adalara sürmüştü.
"Sizin"
Adem'in halifelik makamına getirilmesindeki maslahatlara dair
"bilmediklerinizi herhalde ben bilirim, demişti."
"Âdem'e
bütün isimleri öğretti." Çokluk (olan "isimler" (esmâ)'nın
teklik şekli "isim"dir. İsim sözlükte eşyanın kendisi ile bilindiği
şeydir. Burda onunla anlatılmak istenen isim taşıyan varlıkların isimleridir.
"Alîm"
kendisine hiç bir şeyin gizli kalmadığı zat; "Hakim" halkettiği, yarattığı
şeyi sapasağlam yapan, bütün yaptığı işler sonsuz hikmet taşıyan demektir.
[88]
Şanı
Yüce Allah ile melekler arasındaki bu kıssa veya karşılıklı konuşma, anlaşılır
olmayı sağlamak için akıl ile kavranılan birtakım anlamlan hissedilir tablolarla
açığa çıkarmak suretiyle bir çeşit temsilî ifadedir. Bu kıssada şanı Yüce
Allah, Âdem (a.s.)'i Allah adına yeryüzünde halifesi seçmesi ile insanı ne
derece şereflendirdiğini göstermektedir. Ayrıca meleklerin bilemediği dili ona
öğretmesi, insanlara bu yüce yaratıcıya iman etmeyi vâcib kılan hususlardandır.
Küfür ve inat hiç bir kimseye yakışmaz. Bu şekilde bu buyruklar kafirlerin
azarlanışını devam ettirmekte, Allah'ın onlar üzerindeki nimetlerin hatırlatılması
sürmektedir.
[89]
Ya
Muhammedi Kavmine ataları Adem'in yaratılış kıssasını anlat! Hani Yüce Allah
meleklere: Ben yeryüzünde bir halife edineceğim. Bu halife orayı imar edecek,
orada yerleşecek. Benim hükümlerimi insanlar arasında uygulayacaktır. Ondan
sonra arka arkaya gelen nesiller de kâinatın imarı için onun bütün görevlerini
üstleneceklerdir, demişti. Melekler hayret ile ve öğrenmek amacıyla şöyle
sorarlar: "Sen nasıl olur da öyle bir halife yaratırsın? Halbuki onun
soyundan gelecekler arasında masiyetler işleyerek fesat çıkartacak, haksızca
ve haddi aşarak kanlar dökecek kimseler bulunacaktır. Çünkü onlar işlerini
irade ve seçimlerine dayanarak yapacaklardır. Zira onlar çamurdan yaratılmışlardır.
Madde onların yapılarının bir parçasıdır. Bu şekilde olan bir yaratığın ise
hata işleme ihtimali daha yüksektir.
Peki,
-itiraz ve kıskançlık yolu ile değil de hayret ve öğrenmek üzere- itaat edenler
yerine masiyet edenleri nasıl yaratırsın? Halbuki sen hayırdan başkasını
yapmayan, hayırdan başkasını dilemeyen Hakîm'sin."
Melek1
/ ileride insanoğlunun yapacaklarını nasıl oldu da bilebildi diye sorulursa
cevabımız şu olur.
Melekler
ya bunu Allah tarafından verilen bir haber ile ya da Levh-i Mah-fûz'dan
bilmişlerdir. Yahut onlar günah işlemekten yana korunmuş (masum) biricik
yaratıkların kendileri olduğunu, onların dışında kalan diğer bütün yaratıkların
ise bu nitelikte olmadığını bilmiş olduklarından dolayı bu soruyu sormuşlardır.
\a da Sekaleyn'den birisi olan insanları diğeri olan cinlere kıyas etmişlerdir.
Çünkü cinler daha Önceden yeryüzünde yerleştirilmiş ve meleklerin orada sakin
olmalarından önce fesat çıkartmışlardı.[90]
Yahut melekler hayır ve şerri kendisinde barındıran maddenin tabiatını
bildiklerinden dolayı bu-
nu
söylemiş olabilirler ki bizim tercihimiz de budur. Şöyle de denilebilir: Hz.
Âdem'den önce yeryüzünde bir çeşit yaratıklar vardı. Bunlar fesat çıkardılar,
kanlar döktüler. İşte bu halife de onların yerine geçecektir. Bunun delili ise
Yüce Allah'ın: "Sonra sizi arkalarından yeryüzünde halifeler
yaptık." (Yunus, 10/14) buyruğudur. İşte melekler bu yeni halifeyi
öncekilere kıyas ederek böyle söylemiş olabilirler.
Melekler
böyle diyerek kendilerinin halife kılınmaya daha uygun olduklarını söylediler.
Bunu da şöyle gerekçelendirmişlerdi: Çünkü bizim amellerimiz seni tesbîh,
takdis etmek ve sana itaat etmekten ibarettir. Yüce Allah onlara şu cevabı
vermişti: Onu halife kılmamdaki sizin için gizli olan maslahatı ve hikmeti ben
daha iyi bilirim. Yeryüzünün nasıl ıslah olacağını, nasıl imar edileceğini,
onu imar etmeye kimin elverişli olduğunu en iyi bilenim. Bu yaratığı yaratmakta
sizin bilmediğiniz, benim bildiğim özel bir hikmetim vardır. Belki de insanlar
arasındaki menfaatler üzere yapılan yarış, (hayatta) kalmak üzere
biribirleriyle anlaşmazlıkları, kendi menfaatlerine karşı duydukları sevgi, kainatın
ilerlemesinin, dünyanın uygarlaşmasının en güçlü sebeplerinden birisidir.
Dünya hayır ve şer ile ıslah ve imar olur. Bununla da peygamberlerin gönderiliş,
insanların sınanış ve nefse karşı cihad hikmeti ortaya çıkar. Bu açıklamalar
meleklerin Yüce Allah'ın fiillerinin sonsuz hikmet ve kemale sahib olduğunu
bilmeleri yolunda bir irşâddır.
Daha
sonra Yüce Allah kendilerinin halifeliğe daha lâyık oldukları şeklindeki
meleklerin kanaatlerini çürütmek, onların acizliklerini ortaya çıkarmak üzere
melekleri bir sınavdan geçirir. Bu sınav Hz. Adem'e eşyanın isimlerini ve
bitki, cansız, insan, hayvan gibi dünyanın kendileriyle imar olacağı türleri öğretmesinden
sonra olmuştu. Yüce Allah bu öğretmenin ardından ad taşıyan varlıklar
topluluğunu meleklere arzetti; ya da onlardan birtakım örnekler ar-zetti. Yani
bizzat onların varlıklarını sundu. Çünkü Yüce Allah "Gösterip (arze-dipT
diye buyurmaktadır. Göstermek (arzetmek) isimler hakkında düşünülemez. Yüce
Allah onlara: Eğer sizler halifeliğe başkalarından daha çok hak sahibi
olduğunuz iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz haydi bunlarm isimlerini
bana bildiriniz, dedi. Onlar da bu istenileni yerine getiremediler ve şöyle
dediler: Seni her türlü eksiklikten tenzih ederiz; Rabbimiz, bize öğrettiğinden
başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen her şeyi çok iyi bilensin, her yaratmasında
hikmeti sonsuz olansın.
İşte
bu buyruklar, Hz. Âdem'in meleklerin bilmediği şeylerin kendisine öğretilmesi
ile meleklere üstün kılındığını, onlardan daha seçkin bir mevkide bulunduğuna
işaret etmektedir. O bakımdan meleklerin ona karşı öğünmelerine neden olan bir
üstünlükleri yoktur.
Daha
sonra şanı Yüce Allah şöyle buyurdu: Ey Âdem, onların bilmekten âciz oldukları
ve bilemeyeceklerini itiraf ettikleri bu eşyanın isimlerini onlara bildir. Hz.
Adem onlara bütün bu eşyanın isimlerini haber verince melekler Hz. Âdem'in ve
soyundan gelecek olanların halifelik makamına getiriliş sırrını ve maddî
şeylerle uğraşmaya kendilerinin elverişli olmadıklarını idrak ettiler.
Halbuki
bunlarla uğraşmaksızm dünya ayakta duramaz. Onlarla uğraşama-yışlannın sebebi
ise meleklerin nurdan, Âdem'in ise çamurdan yaratılmış olması ve maddenin
Âdem'in yapısının bir parçası olmasıdır.
İşte
bu esnada Yüce Allah meleklere şöyle buyurur: Ben sizlere göklerde ve yerde
sizin için gaybî olan şeyleri de gaybî olmayan şeyleri de en iyi bilen olduğumu,
yeryüzünde boşuna bir halife yaratmayacağımı, gizli ve açık herşeyi bildiğimi,
sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz sözlerinizi dahi bildiğimi söylememiş
miydim?
İbni
Abbas'tan şu rivayet gelmiştir: "(Melekler kendi aralarında şöyle demişlerdi):
Allah kendi katında bizden daha değerli bir yaratık yaratmayacaktır. O
bakımdan bizler yeryüzünde halifeliğe daha layıkız."
[91] Bu
ilgili ayetlerin bir açıklama şeklidir. Taberî de der ki: Ayet-i kerimenin
tevili ile ilgili olarak en uygun açıklama İbni Abbâs'ın söyledikleridir: Bu
ise Yüce Allah'ın: "Sizin açıkladıklarınızı en iyi bilenim."
buyruğunun anlamını ifade eder. Ben göklerin ve yerin gaybını bilmekle
birlikte dillerinizle açığa vurduğunuzu da "gizlediklerinizi de"
yani içinizde saklayıp açıklamadıklarınızı da "bilirim". Bana hiç bir
şey gizli kalmaz. Sizin gizledikleriniz ile açığa vurduklarınız benim için
birdir. Dilleriyle onların açığa vurdukları ise, Şanı Yüce Allah'ın
kendilerinden söylediklerini haber verdiği husustur ki, o da onların: "Biz
seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken, orada fesat çıkartacak, kanlar
dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demeleridir. Açıklamayıp gizledikleri
ise İblis'in Allah'ın emrine muhalefet etmesi, ona itaat etmeyip büyüklenmesi
gibi gizli olan hususlardır.[92]
1- Bu ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın emir ve hükümlerini uygulamak hususunda
yeryüzünde halife kıldığı insanın üstün kılınışının delilidir. Bunu yüce
Allah'ın: "Ey Dâvûd! Şüphesiz biz seni yeryüzünde bir halife yaptık."
(Sad, 38/26) buyruğu da göstermektedir. Hz. Âdem'in halife kılınış hikmeti,
insanlara rahmettir. Çünkü belli bir aracı olmaksızın Yüce Allah'tan emir ve
nehiyle-rin alınması kullar için altından kalkılabilecek bir iş değildir. Şanı
Yüce Allah'ın insanlardan rasûller göndermesi, onun rahmetinin bir
tecellisidir. Bununla birlikte müfessirlerin "halife" kelimesinin
açıklanmasında ve kimin yerine halifeliğe gelindiğinin belirmesinde farklı
görüşleri vardır.[93]
İbni
Abbâs der ki: Yeryüzünde ilk yerleşenler cinlerdir. Cinler orada fesat
çıkarttılar, kan döktüler. Biri ötekini öldürdü. Yüce Allah onlara meleklerden
bir ordu ile İblis'i gönderdi. İblis ve beraberindekiler bu cinleri öldürdü.
Sonunda onları denizin ortasındaki adalara ve dağların eteklerine sığınmak
zorunda bıraktı. Daha sonra Yüce Allah, Hz. Âdem'i yarattı ve onu yeryüzünde
yerleş-
tirdi.
İşte bundan dolayı: Şüphesiz ki ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, diye
buyurdu. Bu görüşe göre; ben yeryüzünde cinlerin yerine bir halife yaratacağım
ve bu halife ile onun soyundan gelecekler, onların yerini tutacak, yeryüzünde
onlar yerleşecekler, onlar orayı imar edecekler demektir. Yine buna göre Adem
yeryüzündeki akıllı türlerin ilki değildir.
Hasan-ı
Basrî de Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki ben yeryüzünde bir halife
yaratacağım." buyruğunun açıklaması ile ilgili olarak şunları
söylemektedir: Yani biri ötekinin arkasından gelip onun yerine geçecek
varlıklar yaratacak. Bunlar ise halifesi olacakları babaları Âdem'in, soyundan
gelecek olanlardır. Gelen her bir nesil, kendisinden önceki neslin halifesi
olacaktır ve bu peşpeşe nesiller halinde böylece sürüp gidecektir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Sizi yeryüzünün halifeleri kılan O'dur."
(En'âm, 6/165); "Ve sizi yeryüzünün halifeleri yapan mı?" (Nemi,
27/62); "Eğer biz dileseydik sizin yerinize melekler getirirdik ve onlar
yeryüzünde (size) halef olurlardı." (Zuhruf, 43/60); "Onlardan sonra
kötü kimseler gelip onların yerine halef olmuştur (geçmiştir)." (A'râf,
7/169).
Halife
kimdir? Denildiğine göre halife ile Âdem (a.s.) kastedilmiştir. Onun sözkonusu
edilmesiyle soyundan gelen evlatlarının sözkonusu edilmesine gerek
görülmemiştir. Nitekim Mudar ve Hâşim denilerek kabilenin atasını söz konusu
etme yeterli görülmüştür.
Zeyd
b. Ali der ki: Burada halife ile kastedilen sadece Âdem (a.s.) değildir.
Nitekim bir grup müfessir de bu görüştedir. İbni Kesîr der ki: İlk bakışta
görüldüğüne göre, muayyen olarak Hz. Âdem kastedilmemektedir. Çünkü böyle olmuş
olsaydı meleklerin: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi
yaratacaksın?" demeleri hoş kaçmazdı. Onlar bu sözleriyle bu yaratığın
soyundan bu işleri yapacak kimseler gelecektir, demek istemişlerdir. Onlar
buna özel bir bilgi ile veya kokmuş, ses veren bir çamurdan yaratılmış,
"beşeri tabiat" veya "halife" kelimesinden anladıklarıyla
bu neticeye ulaşmış olabilirler. Çünkü halife insanlar arasında ortaya çıkan
zulümler hakkında hüküm veren ve haram ve günahlardan onları alıkoyan kimse
demektir. Yahut da melekler, bunu insanları daha önceki yaratıklara kıyas
ederek söylemiş olabilirler.
Kısacası
halife ile ne kastedildiği hususunda iki farklı görüş vardır:
a) Âdem (a.s.) kastedilmektedir. Yüce Allah'ın: "Orada fesat
çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?" buyruğu ile ise bizzat kendisi
değil, onun soyundan gelecek olanlar kastedilmiştir.
b) Kastedilenler Âdem (a.s.)'in soyundan gelecek olanlardır.
Diğer
taraftan bu ayet-i kerime, yönetici bir imam ve sözü dinlenip itaat edilecek
bir halife tayininde temel bir delildir. Aslında bunun farz olduğu hususunda
ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bundan tek istisna Mutezi-le'den
Ebu Bekr el-Asam'dır. Ona göre dinde imam (devlet yöneticisi) tayini -iyi
olmakla birlikte- farz değildir. Ümmet ne zaman ki hac ve cihadlarını yerine
getirir, aralarındaki meselelerde adaleti uygular, kendiliklerinden üzerlerindeki
hakları verir, ganimetleri, fey'i ve sadakaları sahiplerine pay edip dağıtır,
gereken kimselere hadleri uygularsa bu onlar için yeterlidir. Ayrıca bütün bunları
yerine getirmek üzere bir imam tayin etmek onlar için farz değildir.
Cumhurun
bu konudaki delilleri ise Yüce Allah'ın: "Muhakkak ben yeryüzünde bir
halife yaratacağım." buyruğu ile: "Ey Davudi Şüphesiz ki biz seni yeryüzünde
bir halife kıldık." (Sâd, 28/36) buyruğudur. "Allah sizden iman edip
sa-lih amel işleyen kimselere mutlaka onları yeryüzünde halife yapacaktır diye
va-adetmiştir." (Nûr, 24/55). Yani onlardan halifeler kılacaktır.
Ashab-ı
Kiram Saîdeoğulları Sakîfesinde kimi halife tayin edecekleri hu-
susunda
muhacirler ile ensâr arasında bir anlaşmazlık ortaya çıktıktan sonra,
Hz.
Ebû Bekir'i öne geçirip halifelik makamına getirmek hususunda icmâ etmişlerdir.[94]
a) Halifeyi tayin ve tespit etmek: Nitekim Peygamber (s.a.) Hz. Ebu
Bekir'i İşaret yoluyla, Hz, Ebû Bekir de Hz. Ömer'i açık ifade ile
kendilerinden sonra halife olarak tespit etmişlerdir.
b) Hz. Ömer'in yaptığı gibi meseleyi seçkin bir topluluğun tercihine ve
seçimine bırakmak. Nitekim Hz. Ömer'in seçtiği böyle bir topluluk kendi aralarından
Osman b. Afvân (r.a.)'ı seçmişlerdir.
c) Hal ve akd ehlinin icmâı.
2- Din alimlerinin büyük bir çoğunluğu meleklerin bütün günahlardan korunmuş
olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.[96] Yüce
Allah'ın meleklere Hz. Âdem'i yaratacağını haber vermesi, onu yeryüzünde halife
kılması kullarına yapacakları işlerinde danışmada bulunmayı öğretmektedir.
Meleklerin: "Orada fesat çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?"
şeklindeki sözleri ise, itiraz veya Âdemoğlunu kıskanmak üzere söylenmiş
değildir. Bu bilgi edinmek ve bu husustaki hikmeti açığa çıkarmak amacıyla
sorulmuş bir sorudur.
3- Eş'arî, Cubâî ve el-KaTbî "Adem'e bütün isimleri öğretti."
ayetini dillerin, bütünü ile tevkifi olduğuna delil göstermişlerdir. Yani şanı
Yüce Allah bu söz ve anlamlar hakkında, hangi sözlerin hangi anlamlar hakkında
konulmuş olduğuna dair kesin bir bilgiyi (Hz. Adem'de) yaratmıştır.[97]
4- Allah'ın yaratmış olduğu türlerin Hz. Âdem'e öğretmesi ve bunların
mahiyetleri, özellikleri, nitelik ve isimlerini bilme ilhamını vermesi ya aynı
anda gerçekleşmiştir veya değişik zamanlarda olmuştur. Bu ayet-i kerime aynı
zamanda ilmin üstünlüğünün delilidir. Çünkü Yüce Allah, Hz. Âdem'i yaratmaktaki
hikmetinin mükemmel oluşunu ancak Hz. Âdem'in ilmini açığa çıkartmak ile
ortaya koymuştur. Eğer ilimden daha şerefli bir şeyin varlığı mümkün olmuş
olsaydı, ilim ile değil de o şey ile Hz. Adem'in üstünlüğünü dile getirmek
gerekirdi.[98]
İsimlerin
öğretilmesi ve bunların meleklere sunulmasındaki hikmet ise, Hz. Âdem'in
şerefini yüceltmek ve onu seçkin kılmaktır. Böylelikle meleklerin ilim ve
bilgileri ile Hz. Adem'e karşı övünecek bir tarafları kalmamıştır. Diğer taraftan
Yüce Allah'ın gaybında saklı bulunan sır ve bilgileri kullarından dilediği
kimse vasıtası ile açığa çıkartacağını da göstermesi sözkonusudur.
[99]
5- "Eğer doğru söyleyenler iseniz." buyruğu delil ile
ispatlanmadığı sürece, kuru iddialara aldırış edilmeyeceğini ve herhangi bir
şey ile ilgili iddiada bulunan kimseden iddiasını desteklemek üzere delil ve
belge getirmesinin isteneceğini göstermektedir.
6- Yüce Allah'ın, "Bunların" buyruğu duyuların idrâk ettiği
eşyanın adlarını onun verdiğine işarettir. Kuşlar, dört ayaklı hayvanlar ve
onun (Hz. Âdem'in) önündeki çeşitli hayvan türleri gibi.
7- Meleklerin: "Seni tenzih ederiz" ifadesini kullanmaları,
yaratanın ilminin karşısında yaratıkların ilminin oldukça basit kaldığını,
yaratanın işlerinin hikmet ve faydadan uzak olmayacağını, meleklerin bilgisinin
herşeyi kuşatama-yan sınırlı bir bilgi olduğunu göstermekte, ayrıca kendisine
bilmediği herhangi bir şeye dair soru sorulan bir kimsenin de; "Allah daha
iyi bilir, ben bilmiyorum" demesinin gerektiğini ortaya koymaktadır.
Böylelikle o; meleklere, peygamberlere ve faziletli ilim adamlarına uymuş,
onların yolundan gitmiş olur.
8- Hz. Âdem'in isim taşıyan varlıkların isimlerini haber verdiğini
belirten ayet-i kerimelerde insanın şerefine, onun kendi dışındaki diğer
yaratıklara üstün kılındığına, ilmin ibadetten daha faziletli olduğuna delâlet
vardır. Çünkü meleklerin ibadetleri Hz. Âdem'den fazladır. Bununla birlikte
onlar halifelik makamına lâyık olmamışlardır. Ayrıca bu ayet-i kerimeler ilmin,
halifeliğin şartı olduğunu ve Hz. Âdem'in de meleklerden faziletli olduğunu
göstermektedir.
9- Yeryüzündeki herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan meleklerin halifelik
makamına getirilmesi, insanların kâinatın sırlarını tanımak, yeryüzünü imar
etmek, orada bulunan türlü faydalı ürünleri ekin ve madenleri çıkartmak vb.
hususlarla ilgili hikmetini gerçekleştirmez, diğer taraftan 20. asırda ne
derece ileri noktalara vardığına tanık olduğumuz ilim ve tekniğin ilerlemesi
sonucunu da vermezdi.
[100]
34'
Hani biz meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik de hemen secde etmişlerdi-
Ancak İblis dayattı, büyüktendi. (Zaten)
o, kafirlerdendi.
"Hani
biz meleklere... demiştik" buyruğunda sığanın çoğul gelmesi ta'zim
içindir. Bu ayeti kerime daha önce geçen (30. ayet): "Hani Rabbin
meleklere... demişti" buyruğuna atfedilmiştir. Bu 34. ayet-i kerimede
ilâhî heybet ve celâli duyurmak üzere gaib sîgasından mütekellim sîgasma geçiş
(iltifat) vardır.
"Secde
etmişlerdi" Hazif ile yapılan icaz vardır. Yani Âdem'e secde etmişlerdi.
"Dayattı" buyruğunda da böyledir. Yani secde etmeyi kabul etmeyip
dayattı, anlamındadır.
[101]
"Secde
edin." Secde etmek, sözlükte kendisi için secde yapılanın önünde boyun
eğmek ve eğilmek demektir. Şer! bir terim olarak ise alnı yere koymaktır. Yüce
Allah için secde ibadet olmak üzere yapılır. Başkasına ise şanını yökseltmek ve
selâmlamak üzere yapılır. Meleklerin Hz. Âdem'e, babasının -t» kardeşlerinin
Hz. Yûsuf a secde etmeleri gibi. Secde çok eskiden hüküm-iarlan selâmlama şekli
idi. Bu açıdan zamana göre farklılık olmasında sa-kmea yoktur.
"İblis",
cinlerin babası olan şeytandır. Melekler arasında bulunuyordu. Nitekim Yüce
Allah onun hakkında: "O cinlerdendi, Rabbinin emrine karşı gelin.T «Kehf,
18/50) diye buyurmaktadır.
'Ancak
İblis dayattı". Secde etmeyi kabul etmedi, "büyüklendi." Hz.
Adem'e karşı büyüklük tasladı ve "Ben ondan hayırlıyım." (A'râf,
7/12) dedi.
*Ve"
Allah'ın ilminde "o kâfirlerden idi." Cinlerin ve şeytanların
kâfir-jenndendi türündendi. Bu bakımdan dayattı ve büyüklük tasladı.
[102]
Meleklerin
kendisine secde etmesini Yüce Allah'ın babamız Hz. Adem'e verdiği bir diğer
lütuftur. Ayrıca onu yeryüzünde halifelik makamına getirmiş, ona eşya ve
türlerin isimlerini, dilleri öğretmişti. İşte bütün bunlar, aslın yahut atanın
şerefli ve mükerrem kılınması ile insan türünün de kerim kılındığının delilleri
arasındadır.
[103]
Ey
Muhammed! Kavmine, o tertemiz meleklere şöyle dediğimizi de hatırlat: Âdem'e
kafirlerin putlarına yaptığı şekilde ibadet ve ilâh edinmek amacı ile değil de,
boyun eğmek, selâmlamak ve tazim amacıyla secde edin, demiştik. İblis dışında
bütün melekler ona secde etmişti. O ise secde etmekten yüz çevirmiş, Hz.
Âdem'e karşı büyüklük taslamış ve "Ben ondan daha hayırlı olduğum halde
ona secde mi edecek misim? Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın",
demiş, böylelikle yüz çevirmesi, büyüklük taslaması, kendisini üstün görmesi ve
aldanışa götüren gururu sebebiyle kâfirlerden olmuş; kıyamet gününe kadar
Rabbinin emrine karşı gelip isyan etmesi, Âdem'e secde etmeyi reddetmesi
sebebiyle de lanet edilmeyi hak etmiştir.
[104]
Bu
kıssadan alınan ibret şöylece tecelli etmektedir: Hz. Âdem'e ve onun soyundan
gelenlere Allah'ın emirlerine karşı gelip âsi olmak yakışmaz. Onlara düşen
yalnızca Allah'a ibadet etmek ve bu konuda herhangi bir tereddüt ve kusur
göstermemektir. Çünkü Şanı Yüce Allah: "Andolsun biz Âdemoğlunu üstün
kılmışızdır." (İsrâ, 17/70) buyruğunda da işaret ettiği gibi, Âdemoğlunu
şerefli ve üstün kılmıştır. Hz. Âdem'i yeryüzünde halife kılmış, bilmediği
şeyleri ona öğretmiştir: Taberî der ki: Yüce Allah, İblis kıssası ile
Âdemoğullarından o İb-lis'e benzeyen kimseleri azarlamak istemiştir. Bunlar ise
peygamber olduğunu bilmelerine rağmen ve şanı yüce Allah'ın kendilerine de
geçmişteki atalarına da eskiden beri nimet ve lutuflarda bulunmasına rağmen,
Muhammed (s.a.)'i inkâr eden Yahudilerdir.[105]
Melekler
ve şeytanlar insanlarla ilişkileri bulunan birtakım varlıklardır. Biz bu
varlıkların hakikatim bilemeyiz. Bunlara dair Kur'an ve Sünnetteki haberlere
keyfiyetin, durumun ve akıbetin nasıl olduğunu araştırmaksızın iman ederiz.
Secde
etmek iki türlüdür: Birincisi kulluk etmek, ilâh edinmek kastıyla yapılan
secdedir ki, bu da yalnızca Yüce Allah'a yapılır. Bunun da iki şekli vardır:
Ya namazda alışılmış şekil olan alnı yere koymak şeklinde ya da iradesinin
gereği olan itaat ve boyun eğmek şeklinde olur. Nitekim Yüce Allah:
"Gövdeli bitkiler de gövdesiz bitkiler de secde ederler." (Rahman,
55/6); "Göklerde ve yerde bulunan herkes isteyerek, istemeyerek Allah'a
secde eder." (Ra'd, 13/15) diye buyurmaktadır. Bu şekilleriyle secde,
kayıtsın ve şartsız olarak yalnız Allah'ındır, başkasına yapılmaz.
İkinci
tür secde: İlâh edinmeksizin selâmlamak ve şanı yüceltmek kasdıy-la yapılan
secdedir. Meleklerin Hz. Adem'e Hz. Yâkûb'un ve çocuklarının Hz. Yûsufa secde
etmeleri gibi. Bu. ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre Resulullah
(a.s.rm dönemine kadar mubah idi. Hz. Peygamberin ashabı ona ağaç ve devenin
secde ettiğini görünce: Ağaçtan, kaçıp giden deveden sana secde etmeye biz
daha layıkız, demeleri üzerine Hz. Peygamber de onlara şöyle demişti:
"Âlemlerin Rabhi olan Allah'tan başkasına secde etmek yakışmaz." Ayrıca
Resulullah <a..s,ı insanlara secde etmeyi yasaklamış, musafaha (tokalaşma'yı
emretmiştir Bunu da İbni Mâce'nin Sünen' inde Müslim'in Sahih' inde Et*û
Vâüdfden omm da Muâz b. Cebel'den rivayet ettiği hadis-i şeriften öğreniyoruz.[106]
Özetle:
tomnet Hz. Âdem'e secdenin ibadet ve tazim maksadıyla olmadığı, şa ıiı şekilden birisi suretinde olduğu
üzerinde ittifak etmiştir: Bu sec-it ya «Kjade eğilmek ve selamlamak kastıyla
yapılmıştı ya da Kabe'yi ve Bey- Makdosl köe edinerek ona doğru yönelerek
yapılmıştı. İbnü'l-Arabî'nin gire Yüce Allah'ın: "Onun için secdeye
kapanınız." (Hicr, 15/29) buyruğu dolayısıyla, bu daha güçlü bir görüştür.[107]
İblis’in
mahiyetine gelince; bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır:
1- O cinlerdendir, cinler de bir tür melektir. Ancak cinler ateşten
yaratılmışlardır. İblis de onlardandır. Bunun delili Yüce Allah'ın şu
buyruğundan açikça anlaşılmaktadır: "Hani biz meleklere: Adem'e secde
edin, demiştik de 76-jsten başkası hemen secde etmişti. O ise cinlerden olduğu
için Rabbinin emrinden dı§an çıkmıştı." (Kehf, 18/50).
2- İblis meleklerden idi. Çünkü secde etme hitabı meleklere yönelikti. Diler
taraftan bu ayetin ve benzerlerinin zahirinden anlaşılan İblis'in de
melek-jerden olduğudur. İbni Abbâs şöyle demektedir: "İblis meleklerden
idi. Allah'a karşı gelince Allah da ona gazab etti, onu lanetledi ve böylece
bir şeytan oldu."[108]
el-Bağavî
de şöyle demektedir: "Daha sahih olan görüş budur. Çünkü secde etme hitabı
esnasında İblis, meleklerle birlikte idi. Ayrıca Yüce Allah'ın: "O
enlerdendi." Sözü cennetin bekçileri olan meleklerdendi, demektir. Saîd b.
Cü-beyr de şöyle demiştir: "O cennette bulunanlardandı. Bir grup da: O
cennetlik-ierin süslenecekleri eşyaları işleyen meleklerden idi,
demişlerdir"[109]
Benim
tercih ettiğim görüş birinci görüştür. Çünkü "O cinlerdendi" ayeti
bunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca İblis rabbinin emrine
karşı gelmiştir. Melekler ise Allah'ın kendilerine verdiği emirlerde Allah'a
karşı gelmezler.
Secde
etmekten yüz çevirmek kıssası şuna da delildir: Allah'ın emirlerini uygulamayı
kabul etmeyip büyüklük taslamak (istikbâr) ve gururlanmak, küfrün sebepleri
arasındadır. Çünkü İblis'in kendi adına secde etmeyi hoş görmeyip Âdem'e karşı
büyüklük taslayarak Âdem'e secde etmeyi terketmesi, Yüce Allah'ın emrini
anlamsız ve hikmetsiz görmesi demektir. Bunun sonucunda da o kafirlerden
olmuştur.
İblis'ten
önce kafir bulunup bulunmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Ondan önce
kâfir yoktu, o kâfir olan ilk kişidir, denildiği gibi; ondan önce yeryüzünde
bulunan cinlerin teşkil ettiği kâfir bir kavim vardı, da denilmiştir. Yine
İblis'in küfrü bilgisizlikten dolayı mı idi, inattan dolayı mı idi, hususunda
Ehl-i Sünnet arasında iki ayrı görüş vardır. Bununla birlikte onun kâfir olmadan
önce Yüce Allahı tanıdığı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. O bilgisizliğinden
dolayı kâfir olmuştur, diyenler: kâfir olduğu esnada bilgisi ondan alındı;
inadı dolayısıyla kafir oldu diyenler ise, bile bile o kâfir olmuştur,
demektedirler.[110]
Maliki
mezhebine mensup ilim adamları, bu kıssadan ve Yüce Allah'ın ezelden beri
İblisin kâfir oluşundan şu hükmü çıkartmışlardır: Peygamber olmayıp da kendisi
vasıtasıyla birtakım kerametleri ve olağandışı birtakım halleri Yüce Allah'ın
izhar ettiği kimsenin bu durumu onun veli olduğunun delili değildir. Çünkü
bizden herhangi birisinin Yüce Allah'ın velisi olduğunu bilebilmek, ancak onun
mümin olduğunu bilmemiz ile mümkün olabilir. Bir kimsenin mümin olarak öleceği
bilinemeyeceğine göre, o kişinin yüce Allah'ın velisi olduğunu kesinlikle
söylemek imkânına sahip değiliz, demektir. Çünkü Yüce Allah'ın velisi, ancak
iman ile vefat eden kimselerdir
[111]
35-
Ve Biz: "Ey Âdem sen ve eşin cenete yerleş, ondan bol bol istediğiniz gibi
yiyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız; yoksa ikiniz de zalimlerden olursunuz."
dedik.
36-
Şeytan onları ordan kaydırıp onları içinde bulunduklarından (cennetten)
çıkardı. Biz de: "Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin
için bir süreye kadar karar yeri ve faydalanacak şey vardır." dedik.
37-
Derken Adem Rabbinden bazı kelimeleri telakki etti (belleyip aldı). O da
tevbesini kabul etti. Çünkü O Tev-vâb'dır, Rahîm'dir.
38-
"Hepiniz oradan inin." dedik. "Şayet benden size bir bidayet
gelirse kim benim hidayetime uyarsa onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar
asla üzülmezler de."
39-
Kâfir olup ayetlerimizi (kitaplarımızı) yalanlayanlara gelince; işte bunlar
ateş ehlidirler ve onlar orada ebe-diyyen kalıcıdırlar.
"Kiminiz
kiminize düşman olarak inin." cümlesi hal cümlesi olmakla birlikte, yeni
bir cümle olması da mümkündür. (O takdirde anlamı: "Kiminiz kiminize
düşmandır" olur).
ikinci
defa "Oradan inin" emrinin verilmesi ikincisinde: "Şayet benden
si-ae bir hidayet gelirse..." fazlalığı dolayısıyladır. Cennetten
yeryüzüne iniş emri Hjl Âdem ile Havva'ya yöneliktir; maksat onlar ve
soylarından gelecek olanlar-imt. Çünkü ikisi insanların başlangıcını teşkil
ettiklerinden dolayı, adeta bütün msanlarmış gibi muhatap alınmışlardır.
[112]
"Yalnız
bu ağaca yaklaşmayınız!" Yani meyvesini yemek kasdı ile yaklaşmayınız.
Burada yasak ona yaklaşmak ile alakalı olarak zikredilmiştir. Böylelikle
ağacın meyvesinden yemenin yasakhğını mübalağalı bir şekilde ifade etmiş
olmaktadır.
"İçinde
bulunduklarından" buyruğu müphem bir ifadedir. Bu ise cennette
nitelendirilemeyecek çapta büyük hayırların bulunduğunu ifade etmektedir.
"Tevvâb'dır,
Rahim'dir." İkisi de mübalağa kipidir. Yani tevbeleri pek çok kabul eden,
rahmeti geniş olandır, demektir.
[113]
"Bol
bol". Herhangi bir sıkıntı ve herhangi bir sınırlama olmaksızın, rahat,
hoş ve temiz olarak "istediğiniz şekilde yiyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız."
Yani ondan yemek kasdıyla ona el sürmeyiniz. Sözü geçen bu ağaç ise buğday,
üzüm ağacı veya başka bir çeşit ağaçtır. 'Yoksa ikiniz de zalimlerden"
isyan edenlerden "olursunuz."
"Şeytan
onları ordan kaydırıp" hataya düşürüp Allah'ın emrine muhalefet etmeye
itti. Böylece onları "içinde bulundukları halden çıkardı".
"Faydalanacak
şey". Kendisi ile yararlanılan türlü yiyecek, içecek, giyecek ve benzeri
şeylerdir.
"Telakki
etti". Aldı, kabul etti veya ilham olundu. "Tevbesini kabul
etti." Tevbe, dönmek demektir. Bu kelime eğer "an" edatı ile
geçişli yapılırsa günahtan dönmek; (burada olduğu gibi "alâ" ile
yapılırsa o vakit tevbenin kabul edilmesi şeklinde olur.
"Kim
benim hidayetime uyarsa" bana iman eder ve itaatime uygun amelde bulunursa
"onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de". Cennete
girmek suretiyle ahirette kederlenmezler. "Ayetlerimizi"
kitaplarımızı, "yalanlayanlar ateş ehlidirler ve onlar orada ebediyyen
kalıcıdırlar". Oradan ayrılmayacaklardır. Sonsuza kadar orada
kalacaklardır. Ne ölürler, ne de ordan çıkartılırlar.
[114]
Ayet-i
kerimeler Yüce Allah'ın insanın hangi cihetlerden şanını ve şerefini
yücelttiğini açıklamaya devam etmektedir. Burada sözkonusu edilen husus ise
insanların yaratılışının başlangıç dönemlerinde cennetteki durumudur. Şu kadar
var ki, hikmet-i ilâhi, onun yeryüzünde kalmasını ve kâinatı imar etmek olan
bir misyon ile görevlendirilmesini şeytana, şeytanın hilelerine karşı yapılacak
mücadelede insanın meziyetinin ortaya çıkartılmasını gerekli görmüştür.
Bu
kıssa Peygamber (s.a.)'e karşı karşıya kaldığı inkâr ve zor durumlara karşılık,
teselli olarak zikredilmiştir. Böylelikle masiyetin insanın bir özelliği olduğu
ve son derece üstün kılınmış olmalarına rağmen, herhangi bir mükellefiyet ile
yükümlü kılındıkları takdirde bu emri yerine getiremeyebileceklerinin bilinmesi
istenmiştir.
[115]
Ya
Muhammedi Sen kavmine şunu da anlat: Yüce Allah Âdem'e ve onun eşine cennette
yerleşmelerini, oradaki nimetlerden istedikleri gibi yararlanmalarını,
herhangi bir zorluk ve sıkıntı çekmeksizin afiyetle ya da sınırsız bol bir
şekilde yemelerini emretmiş, bununla birlikte belli bir ağaçtan yemelerini de
yasaklamıştır. Çünkü o ağaçtan yemek kendilerine zulmetmeleri demektir. Şu
kadar var ki onların düşmanı olan şeytan oradan ayaklarını kaydırdı, içinde
bulundukları uçsuz bucaksız nimetlerden çıkmalarına sebep oldu. Bunu ise o
ağaçtan yemek hususunda onları aldatarak gerçekleştirdi. Ya da onları uzaklaştırıp
cennetten çıkardı. Bunu şu sözleriyle gerçekleştirdi: "Rabbinizin size bu ağacı
yasaklaması melekler olmayasınız yahut (burada) ebediyen kalmaya-anız diyedir.
Bir de onlara: Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti."
(A'râf, 7/20-21). Bu şekilde şeytanın vesveselerinin etkisi altında kaldılar,
cennetten yeryüzüne çıkartıldılar, dünyanın sıkıntıları ile karşı karşıya kaldılar.
Böylece insan ile şeytan arasında düşmanlık başgösterdi. İblis, Âdem'in onun
eşi Havva'nın ve ikisinin soyundan gelenlerin düşmanı, insanlar da onun
düşmandır. O bakımdan onun aldatmasından sakınınız: "Muhakkak şeytan sizin
düşmanmızdır. Siz de onu düşman edinin. O kendi topluluğunu ancak cehennemin
arkadaşlarından olsunlar diye çağırır." (Fâtır, 35/6).
Daha
sonra Yüce Allah Hz. Âdem'e birtakım kelimeler ilham etti. O ve eşi bu
kelimeler gereğince amel ederek ve samimi bir şekilde tevbe ettiler. Sözü geçen
bu kelimeler Yüce Allah'ın şu buyruğunda şöylece ifade edilmektedir:
"Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve merhamet
etmezsen herhalde zarara uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 7/23). Yüce Allah
tevbeleri-ni kabul buyurdu. Çünkü O tevbeyi çokça kabul eden, kullara rahmeti
geniş olandır. Bunun sonucunda insanlar yeryüzünde iki gruba ayrıldı: Birisi
Allah'a iman eden, O'na itaat üzre amel edenler ki, ahirette Allah'ın cennetlerinde
olacaklardır. Diğer bir grup ise Allah'ın kitaplarında indirdiklerini
yalanlayan, peygamberlerin risaletlerini inkâr edenlerdir. Onlar da cehennem
ateşinde ebe-diyyen kalacaklardır.
[116]
Aşağıda
görüleceği üzere bu ayet-i kerimeler birtakım meseleleri ortaya koymaktadır.
1- Yüce Allah'ın: "Sen ve eşin cennette yerleş" buyruğu
dolayısıyla müfes-sirler Hz. Havva'nın yaratılış keyfiyetini sözkonusu etmiş ve
şöyle demişlerdir: Onun eşi Âdem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bunu da
Yüce Allah'ın: "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da
zevcesini var eden... Rab-binizden korkun." (Nisa, 4/1); "Sizi tek
bir candan yaratan ve bundan da onda sükûn bulsun diye eşini yaratan
O'dur." (A'râf, 7/189) buyruğunun ve Buhârî ile Müslim'de yer alan Ebû
Hureyre'nin rivayet ettiği Peygamber (s.a.)'in hadisini ileri sürerek
delülendirirler: "Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz.
Çünkü onlar eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmışlardır." Müslim'in bir
rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Kadın kaburga kemiğinden
yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı ise onun üst kısmıdır. Kaburga
kemiğinin eğriliği gibi onun sana bütünüyle doğru olması mümkün olmaz. Şayet
ondan yararlanırsan eğriliği ile birlikte ondan yararlanırsın. Bunu doğrultmak
istersen kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." İlim adamları der ki:
İşte bundan dolayı kadın eğridir. Çünkü o eğri bir şey olan kaburga kemiğinden
yaratılmıştır.[117]
Ancak
bu iki ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle cevap verilmiştir.
[118]
er-Râ-zî gibi pek çok müfessir şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "ondan"
buyruğundan kasıt, onun türünden demektir. Böylelikle bu buyruk er-Rûm'daki:
"Sizin için nefislerinizden onlarla sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve
şefkat peyda ettiği eşler yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir."
(30/21) buyruğuna uygun düşer. Bununla anlatılmak istenen, o sizin türünüzden
eşler yaratmıştır, demektir. Yoksa her bir zevceyi, eşi olan kocasının
bedeninden yaratmıştır, anlamında değildir.
İlgili
hadis-i şerife gelince; bu kadının huyunu ve durumunu kaburga kemiklerinin
eğriliğine benzeten temsilî bir ifadedir. Bu, Yüce Allah'ın: "İnsan
aceleden yaratılmıştır." (Enbiyâ, 21/37) buyruğunu andırmaktadır.
Bununla
birlikte ayet-i kerimenin akışı Hz. Havva'nın Hz. Adem'in cennete girişinden
önce yaratılmış olmasını gerektirmektedir. es-Süddî'den de Hz. Havva'nın, Hz.
Adem'in cennete girişinden sonra yaratıldığı nakledilmektedir.
2- Cennet, sözlükte bahçe demektir. O bakımdan ilim adamları Hz. Adem'in
yerleştirilmiş olduğu cennet hakkında da farklı görüşlere sahiptir: Acaba bu
cennet semada mıdır yoksa yeryüzünde midir?
[119]
Çoğu ilim adamları, Bu semadadır. Cennet, Yüce Allah'ın kıyamet gününde mümin
kulları için hazırlamış olduğu ebedîlik ve sevap yurdudur. Çünkü bu sûrede
bundan önce o cennetten söz edilmiştir, görüşündedir.
Mutezile
ve Kaderiye ise şöyle demiştir: Bu, ebedîlik yurdu dışında kalan yeryüzündeki
bir cennet (behçe) tir. Yüce Allah bunu Hz. Âdem'i sınamak üzere Aden yahut
Filistin ya da Faris ve Kermân bölgeleri arasında yaratmıştır. Ayrıca bu, Ebû
Hanife ile Ebû Mansur"un da görüşüdür. Selefin de kanaati budur. Delilleri
ise şudur: Eğer bu ebedîlik yurdu olan cennet olsaydı İblis'in ona ulaşmamış
olması gerekirdi. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onda ne bir
saçmalama ne de günah gerektiren bir şey yoktur." (Tür, 52/23);
"Orada ne boş bir söz, ne de yalan işitirler." (Nebe, 78/35);
"Onlar orada ne boş bir söz ne de günahı gerektiren bir söz işitirler.
Ancak; selam selam, denildiğini (işitirler)." (Vakıa, 56/25-26). Diğer
taraftan Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla da cennete girenler çıkartılmazlar:
"Onlar oradan bir daha çıkartılmazlar." (Hicr, 15/48).
Diğer
taraftan ebedilik yurdu olan cennet, kutsallık yurdudur. Günahlardan ve
masiyetlerden uzak tutulmuştur. İblis ise orada yalan söylemiştir, boş işler
yapmıştır. Adem ve Havva'yı masiyetleri sebebiyle oradan çıkartmıştır. Allah
katındaki yüce değeri, aklının mükemmelliği ile birlikte Hz. Adem ebedilik
yurdunda; yok olmak, tükenmek bilmeyen bir mülkün içinde olmakla birlikte,
nasıl olur da "ebedilik ağacını" aramaya kalkabilir? Âlusî bu görüşü
tercih eder.
Kurtubî
ise bu delillere karşılık şu cevabı verir: "Elif ve lam harfleri ile belirtili
hale getirilmiş olan cennet (el-cennet) tabirinden insanların örfünde ebedilik
yurdu olan cennetten başkası anlaşılmamaktadır. Hz. Adem'i aldatmak üzere de
İblis'in cennete girişi aklen imkânsız değildir. Delil diye gösterilen ayet-i
kerimelerde sözü geçen cennetin nitelikleri ise, Kıyamet gününde cennet ehlinin
oraya girişinden sonraki niteliklerdir. Oranın Allah'ın orada ebedi kılmak
istediği kimseler için ebedilik yurdu olması; çıkmasına hükmettiği kimselerin
de oradan çıkarılması imkânsız değildir. Nitekim melekler de cennete girer ve
çıkarlar. Peygamber (s.a.) de İsrâ gecesi oraya girmiş, sonra oradan çıkmıştır.
Diğer taraftan cennetin kutsallaştırılmış olması orada masiyetlerin işlenmesini
engellemez.
Ehl-i
Sünnet, ebedîlik yurdu olan cennetin Âdem (a.s.)'in kendisinden çıkartıldığı
cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Diğer taraftan mükemmel aklına rağmen
Hz. Adem'in yok oluş yurdunda ebedîlik ağacını dilemesi nasıl düşünülebilir? O
halde tıpkı bizim dünyada iken cennette ebedî kalmayı umduğumuz gibi, Hz. Âdem
için de daha üstün ve daha mükemmele göz dikerek (cennette olmakla birlikte)
böyle bir talepte bulunması mümkündür.
3- Hz. Âdem'in yemesi yasaklanıp da kendisinden yediği ağacın hangisi olduğunu
tayin etmek hususunda da ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.[120] Bir
grup ilim adamı, üzüm ağacı olduğunu söyleyip bundan dolayı şarabın haram
kılındığını belirtmişlerdir. Başkaları da, başaktır, demiştir. İncir ağacı
olduğu da söylenmiştir. Doğrusu ise Kurtubî'nin dediği gibi: Şanı Yüce Allah'ın
Hz. Âdem'e bir ağaca yaklaşmasını yasakladığına, onun ise o ağaca yaklaşarak
emre muhalefet ettiğine, ondan yiyerek de isyan etmiş olduğuna inanmaktır.
Yaklaşmanın
yasaklığını belirten tehdid ile birlikte Hz. Adem'in bu ağaçtan nasıl olup da
yediği hususunda da ihtilâf edilmiştir. Sözü geçen bu tehdit Yüce Allah'ın:
"Zalimlerden olursunuz." (Bakara, 2/35) buyruğunda dile getirilmektedir.
Kimisi şöyle demiştir: Onlar o ağacın bütün türleri hakkında yasağın sözko-nusu
olduğunu farketmeden bizzat işaret edilen ağaçtan değil başka bir ağaçtan
yemişlerdir. İblis sanki bu hususta lafzın zahirini delil kabul etmesini
isteyerek, onu aldatmış gibidir. Yani Hz. Âdem ile Hz. Havva özel ve muayyen
bir ağacm kastedildiğini sanmışlardı. Oysa kastedilen o ağacın türü idi. Bu da
Kurtubî'nin belirttiği gibi, güzel bir açıklamadır. Taberi de bu görüşü tercih
etmiştir.
Şöyle
de denilmektedir: İblis'in aldatması sonucu ağaçtan ilk olarak yiyen Havva
olmuştur.
4- Hz. Âdem'in önce isyan sonra tevbe etmesi: Malikî, Ebû Hanife ve Şafiî
ashabından olan fukahanın çoğunluğu şöyle demiştir: Peygamberler küçük ve büyük
günahlardan korunmuşlardır (masumdurlar). Çünkü bizler fiil, etki ve
yaşayışları hususunda onlara herhangi bir karineye bağlı kalmaksızın mutlak
olarak uymakla emrolunmuşuzdur. Bizler onların küçük günahları işleyebileceklerini
kabul edecek olursak, onlara uymak imkansız olur.[121]
Buna Hz. Âdem'in işlemiş olduğu günahın büyük günahlardan değil de küçük
günahlardan olduğu ve bu günahın ondan peygamberlikten önce sadır olduğu
şeklinde cevap verilmiştir. Peygamberin günahtan korunması ise (ismet) ancak
peygamberlikten sonra sözkonusu olur. Veya Hz. Âdem'in işlediği bu günah,
unutularak işlenmişti. Yaptığı işin büyüklüğünü ifade etmek üzere buna
"isyan" adı verilmiştir. Unutmak ve yanılmak ise ismet sıfatına
aykırı değildir. Ya da bu -selefin izlediği yol üzere- kıssada vârid olan
diğer hususlar gibi, müteşâbih bir husustur, bunu zahirine göre yorumlamaya
imkan yoktur.
[122]
Kanaatimce
tercihe değer görüş sözkonusu bu aykırı hareketin unutarak ve yanılarak ortaya
çıktığıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Âdem unuttu ve biz onun
(günaha karşı) bir azmini bulmadık" (Tâ-Hâ, 20/115).
Hz.
Âdem'in tevbesi Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik.
Eğer bize mağfiret etmezsen herhalde zarara uğrayanlardan oluruz." (A'râf,
7/23) buyruğu ile olmuştur.
İbni
Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiş: Yüce Allah'ın en çok sevdiği
söz babamız Âdem'in günahı işlediği zaman: "Allah'ım, seni hamdinle teşbih
ederim! Senin adm ne mübarektir! Şanın ne yücedir! Senden başka hiç bir ilâh
yoktur. Ben kendime zulmettim, sen bana mağfiret buyur. Çünkü günahları senden
başka bağışlayacak yoktur." şeklinde söylediği sözlerdir.
Kur'ân-ı
Kerîm, Hz. Havva'nın tevbesini söz konusu etmeksizin Hz. Adem'in tevbesinden
bahsetmekle yetinmiştir. Çünkü Hz. Havva ona tabidir. Nitekim Kur*an ve
sünnetin bir çok yerinde bu sebepten dolayı kadınlardan ayrıca söz
edilmemiştir. Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle denmektedir: "İkisi
dediler ki: Rabbimiz!Nefislerimize zulmettik." (A'râf, 7/23)
[123]
Bir
insamn tevbesinin kabul edilebilmesi ancak şu dört şart ile mümkündür:
Yaptığından pişmanlık duyması, o andan itibaren günahı terketmesi, gelecekte bu
günaha dönmeme kararım vermesi, kullara yaptığı haksızlıkları iade edip hakkını
vermesi yahut diliyle ondan özür dilemek suretiyle hasmım razı etmesi
[124]
5- İblis'in cennete girişi: İlim adamları Yüce Allah "Oradan defolup
çık, çünkü sen kovulmuşsun" (Sâd, 38/77) buyruğu ile cennetten kovulduktan
sonra Hz. Âdem'e İblis'in nasıl vesvese verme imkanını bulduğu sorusunu ortaya
atmışlardır. Çünkü o sırada Hz. Âdem cennette, İblis ise cennet dışında idi.
Buna birkaç şekilde cevap verilmiştir. Bu cevaplardan birisi şudur: İblis'in
cennete girişinin yasaklanması, oranın şanını korumak üzere olmuş olabilir.
Ancak Hz. Âdem ile Hz. Havva'ya imtihan olmak üzere vesvese yoluyla girmesi
engellenmemiş olabilir. Bir diğer kesim de şöyle demiştir: İblis oradan
çıkartıldıktan sonra cenete de girmemiş, Hz. Âdem'in yanına da ulaşmamıştır. O
sadece Yüce Allah'ın kendisine verdiği vesvese verme imkanı ile bu işi
yapmıştır. Nitekim Resulullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz
şeytan Âdemoğlunun içinden kanın aktığı gibi akar."[125]
6- Yüce Allah'ın: "Şayet benden size bir hidayet gelir de..."
(Bakara, 2/38) buyruğu kul kendi fiilini yaratır, diyen Kaderiyye ve bu görüşü
kabul edenlerin aksine kulların fiillerinin Yüce Allah tarafından yaratılmış
olduğuna işaret edilmektedir. Yine 38. ayet-i kerime bir Peygamber vasıtasıyla
kendisine hidayet ulaşıp da o peygambere uyan kimsenin ahirette kurtuluşa
ereceğini göstermektedir. 39. ayet-i kerime ise Allah'ın hidayetine uymayan
kimselerin -ki onlar inanarak Allah'ın ayetlerini inkâr eden, dilleriyle de
bunları yalanlayan kimselerdir- cezasının bu ayetleri reddedip inkâr ettikleri
ve böylelikle de şeytanın vesvesesine uydukları için cehennem ateşi içerisinde
ebediyyen kalacaklarını açıklamaktadır.
7- Melekler Yüce Allah'ın yarattıklarındandır. Onların gerçek mahiyetlerini
bilemeyiz. Onların var olduklarına inanmak ise, şer'an farzdır. Çünkü Kur'ân-ı
Kerîm ve Peygamber (s.a.) bize bunu haber vermiştir. Bunlar her zaman Allah'a
itaatte bulunmak tabiatında yaratılmışlardır. İsyan etmekten münezzehtirler. O
halde acaba melekler insanlardan üstün müdür?
İlim
adamları bu husus ile ilgili olarak, farklı görüşlere sahiptirler. Kimi ilim
adamına göre onlar insanlardan daha üstün ve faziletlidirler. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması melekler
ol-mayasınız yahut ebedî kalmayasınız diyedir." (A'raf, 7/20). Ayrıca Hz.
Yûsuftan murad almak isteyen kadınlara dair: "Allah'ı tenzih ederiz, bu
bir beşer değildir, bu çok şerefli bir melekten başka bir şey olamaz,
dediler." (Yûsuf, 12/31) buyruğu da bunu göstermektedir.
Bazı
ilim adamlarının görüşüne göre Âdemoğlu tür olarak meleklerden üstündür. Çünkü
melekler zaten karakterleri icabı itaat ederler. İnsanlarda ise hayır ve şer
duyulan, güdüleri vardır. Âdemoğlu kendi şehvet ve eğilimlerine karşı cihâd
etmek zorundadır.
Alimlerden
bir diğer grup ise şöyle demiştir: Genel olarak melekler, genel olarak
insanlardan üstündür. Özel insanlar ise, -ki bunlar peygamberlerdir-meleklerin
seçkinlerinden de üstündür.
Ben
meleklerin insanlara üstünlüğü görüşünü tercih ediyorsam da, bu konuya dalmaktan
uzak durmak daha uygundur.
[126]
Kur"ân-ı
Kerîm'de Adem (s.a.) adı toplam 25 defa geçmektedir. Bakara Sûresi 31-37.
ayetlerde, Âl-i İmran sûresi 33-59. ayetlerde, Mâide Sûresi 27. ayette, A'râf
Sûresi 11, 172. ayette, İsrâ Sûresi 61-70. ayette, Kehf Sûresi 50. ayette,
Meryem Sûresi 58. ayette, Tâ-Hâ Sûresi 115-121. ayetlerde, Yasin Sûresi 60.
ayette Hz. Âdem'den söz edilmektedir. Bakara, A'râf, İsrâ ve Kehf sûrelerinde
olduğu gibi kimi zaman Hz. Adem'den isim ve nitelikleriyle söz edilmesi, Hicr
ve Sâd sûrelerinde olduğu gibi de kimi zaman yalnızca niteliklerinden söz
edilerek kıssanın anlatımının çeşitli türler alması, Kur'ân-ı Kerîm'in i'câzma
delil olan hususlar arasında yer alır.
Kıssada
altı konu ele alınmaktadır.
[127]
1- Hz. Âdem'in çamurdan yaratılışı: Kur'ân-ı Kerîm Âdem (a.s.)'in
yaratılışının aslının çamurdan, değişmiş çamurdan olduğunu ifade etmektedir.
Nihayet bu pişmiş çamur gibi ses veren bir hale gelince, Allah onun içine
kendi nez-dinden ruh üflemiştir. Bunun üzerine o, hareket eden maddi, aklî,
manevî ve ahlâkî birtakım güçlere sahip bir insan oluvermiştir. Adem ve Havva
Kur'ân-ı Kerîm'in haber verdiği şekilde insan türünün esasını teşkil eder. İlim
adamları günümüzde artık maymunu insanın aslı ve atası kabul eden Darwin
nazariyesinin çürüklüğünü ortaya koymuştur.
2- Adem'e secde ediliş: Yüce Allah İblis'e ve meleklere Âdem'e ibadet
için değil de şanını yüceltmek kastıyla secde etmeleri emrini vermiş, bütün
melekler secde ettiği halde cinlerden olan İblis secde etmemiştir. İblis
böylelikle Rab-binin emri dışına çıkmış, büyüklük taslamış ve dayatmıştır.
3- İblis'in emre muhalefet ediş sebebi ve cezası: İblis kendisinin Hz.
Âdem'den daha üstün olduğunu ileri sürmüş; "Beni ateşten onu ise çamurdan
yarattın" demiştir. Ateş ise yükselmek ve yukarı doğru çıkmak gibi
özelliklere sahip olduğundan dolayı, aşağı doğru çökme ve hareketsizlik unsuru
olan çamurdan daha üstündür. Yüce Allah büyüklük tasladığı için ve Allah'a
haksızlığı nispet ettiğinden dolayı onu kovmuştur. Şu kadar var ki İblis
kıyamet gününe kadar kendisine mühlet verilmesini istemiş, Allah da ona mühlet
vermiştir. Ayrıca Hz. Âdem'e soyundan gelecek olanları azdırmak tehdidinde
bulunmuş, Yüce Allah da ona Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullan üzerinde onun
herhangi bir etkisinin olamayacağını belirtmiş ve hem onu hem de ona uyanları
cehennem azabı ile tehdit etmiştir.
4- Hz. Âdem'in yeryüzünde halife kılınması: Yüce Allah meleklerine Hz.
Âdem'i yeryüzünde kendisinin halifesi kılacağını haber vermiştir. Bu halifenin
yeryüzünde bulunan şeylerde tasarruf etme yetkisi olacaktır. Melekler de Yüce
Allah'a kendileri itaat ehli oldukları, masiyetlerden uzak kaldıkları halde,
yeryüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimseleri -bilgi edinmek ve
hikmetini öğrenmek üzere- nasıl yaratacağını sordular. Cenab-ı Hak da onlara
yarattığı bu varlıkta mevcut olan kendilerinin bilmediği sırlan bildiğini ve
kendilerinin bilmedikleri ilmi ona bir özellik olarak bahşettiğini belirterek
cevab verdi.
5- Hz. Adem'e duyularla hissedilir eşyanın isimlerinin öğretilmesi: Yüce
Allah Hz. Âdem'e çevresinde gördüğü ekin, ağaç, meyve, kap-kacak, hayvan ve
cansız gibi bütün eşyanın isimlerini öğreterek onu meleklerden üstün ve mümtaz
kılmıştır. Çünkü Âdem (a.s.)'in yemesinde, içmesinde bunlardan yararlanma
ihtiyacı vardı. Herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan meleklerden farklı bir
durumdaydı. Daha sonra Yüce Allah meleklerden ad taşıyan bu varlıkların
isimlerini söylemelerini istedi, ancak melekler bunu bilemediler. Hz. Âdem'in
soyundan gelenlerin birtakım şeylere ihtiyaç duymaları onları çalışmaya, kâinatı
imar etmeye, ekin, sanayi ve ticaret gibi bütün alanlarda gerekli araçların
gelişimi için çalışmaya iter.
6-
Hz. Âdem'in ve eşinin cennette yerleşmeleri ve oradan çıkmaları: Yüce Allah Hz.
Âdem'i cennete yerleştirdi, ona eş olarak Havva'yı yarattı, her ikisine muayyen
olarak kendilerine belirttiği bir ağaç dışında cennetteki meyvelerden
yararlanmayı mubah kıldı. İblis onlara o ağaçtan yemek için vesvese verdi, onları
kandırdı. Onlara: Rabbinizin size bu ağacın meyvesinden yemeyi yasak kılmasının
tek sebebi, ondan yemenizin sizleri meleklerden kılacağıdır veya sizlerin
ölümsüz ebedi kimseler olacağınız içindir. Hz. Âdem işin başında ağaçtan yemeyi
reddetti. Şeytanın aldatmalarına karşı direndi. Şu kadar var ki İblis vesvese
vermeye devam etti: "Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim." diye
onlara yemin etti. Nihayet Hz. Âdem kendisine secde etmeyi kabul etmeyen
düşmanının o olduğunu unuttu. Havva ile birlikte o ağaçtan yediler. "Hemen
ayıp yerleri görülüverdi ve cennetin yapraklarıyla üstlerini örtünmeye başladılar."
(Tâ-Hâ, 20/121). Böylelikle avret yerlerini örtmeye çalışıyorlardı. Allah Hz.
Âdem'e emrine aykırı hareket ettiği ve ağaçtan yediği için sitemde bulundu.
Hz. Adem de pişman oldu. Allah'tan mağfiret dileyip tevbe etti, Allah da
tevbesini kabul etti. Bununla birlikte ona ve Havva'ya cennetten çıkıp yeryüzünde
yerleşme emrini verdi.
[128]
1- Yüce Allah'ın tek başına bildiği birtakım sırlar, hikmetler ve
bilgiler vardır. Melekler de dahil olmak üzere mahlukatından hiç bir kimse
bunları bilemez. Çünkü melekler Hz. Âdem'in halifelik makamına getiriliş
hikmetini bilmediklerinden dolayı bu seçimin sebebi ile ilgili soru
sormuşlardı.
2- Şanı Yüce Allah inayetiyle bir şeye yöneldiği takdirde o şeyi oldukça
üstün ve büyük kılar. Nitekim onun inayeti toprağa yöneldi de ondan eksiksiz
tam bir insan yarattı, bu insana meleklerin idrak etmekten âciz olduğu bir seviyede
bilgi, marifet ve buna benzer şeyleri cömertçe ihsan etti.
3- Allah tarafından üstün ve şerefli kılınmış olmakla birlikte insan
zayıftır. Unutmaya meyillidir. Nitekim Hz. Âdem de Allah'ın emir ve
yasaklarını unutmuş, düşmanı olan şeytana itaat etmiş, Allah'ın yemeyi
yasakladığı ağaçtan yemişti.
4- Tevbe edip Yüce Allah'a dönmek, Allah'ın uçsuz bucaksız rahmetine nail
olmanın yoludur. Rabbine karşı gelen Âdem tevbe etti, Allah da onun tevbe-sini
kabul etti. Buna göre isyan eden bir kimseye düşen, bir an önce tevbeye koşmak,
Allah'ın rahmet, rıza ve mağfiretinden ümid kesmeksizin ondan mağfiret
dilemeye yönelmektir.
5- Kibir, inat, fesat çıkartmak üzere ısrar, İlâhî gazabı hak etmenin,
lanete uğramanın, gazaba uğrayıp Allah'ın rahmetinden kovulmanın sebepleri
arasında yer alır. Secde etmeyi kabul etmeyen, bu inkarcı konumunu sürdürmekte
ısrar edip Allah'a karşı inad eden şeytan, insanı aldatıp ve onu Allah'ın
itaatinden çevirmesi suretiyle Allah'ın egemenliğine karşı meydan okudu; bunun
üzerine de Allah ona gazab etti ve ebediyyen cennetten kovdu.
[129]
40-
Ey İsrailoğullan! Size verdiğim nimetimi hatırlayın ve ahdimi yerine getirin
ki ben de sizin ahdinizi yerine getireyim ve yalnız benden korkun.
41-
Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz ve onu inkâr
edenlerin ilki olmayınız. Ayetlerimi de az bir pahaya satmayınız ve yalnız
benden korkunuz.
42-
Bilip dururken hakkı batıla karıştırıp hakkı da gizlemeyiniz.
43-
Namazı dosdoğru kılınız, zekâtı veriniz ve rükû edenlerle birlikte rükû ediniz.
"Nimetimi".
Nimetin yüce Allah'ın zatına izafe edilmesi, onun şerefine işaret etmek, bu
nimetin yüce değerini, kolayca elde edilişini ve onun mühim yerini açıklamak
içindir.
"Ayetlerimi
de az bir pahaya satmayınız." Burada sözü geçen satmak, gerçek anlamıyla
değildir. Bu daha önce geçen "Onlar hidayet karşılığında dalâleti satan
almışlardır" (Bakara, 2/16) buyruğunda geçtiği şekilde açık istiaredir
(is-tiare-i musarraha). Anlatılmak istenen ise benim ayetlerimi az b r pahaya
değişmeyiniz, şeklindedir. Paha aslında kendisi ile bir şeyler satın alman
değerin adıdır. Yani onlar Allah'ın ayetlerini yani çok büyük hakkı, az bir
bedele, önemsiz bir değere değiştirdiler. O bakımdan bu zararlı bir alışveriş
oldu. Çünkü terkedilen hakka nispeten çok veya büyük olan her bir şey yine de
az ve değersiz demektir.
"Ve
yalnız benden korkun." (40. ayet) ile "yalnız benden korkunuz"
(41. ayet) buyrukları, ihtisas ifade eder. Yani özellikle ve münhasıran, sadece
Allah'tan korkmak gerektiğini dile getirmektedirler. "Yalnız sana ibadet
ederiz." buyruğundaki ihtisas ifadesinden daha teTridli bir ifadedir.
"Hakkı
batıla karıştırıp hakkı da gizlemeyiniz." buyruklarında "hak"
kelimesinin tekrar edilmesi yasaklanan şeyin çirkinliğini daha ileri bir
boyutta ifade etmek içindir. Çünkü burada açıklama-tasrih, ifade pekiştirici
olsun diye kullanılmıştır.
"Rükû
edenlerle birlikte rükû' ediniz." buyruğunda namaz hakkında "rükû"
tabirinin kullanılması, bütüne parçasının bir adını vermek türlerinden birisi
olarak mecaz-ı mürsel'dir.
[130]
İsrâîl:
Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshâk'ın oğlu olan Hz. Ya'kûb (hepsine selâm olsun)
dur. Onun oğullan ise Yahudilerdir. "İsrâîl" Allah'ın seçkin kulu demektir.
Mücâhid, komutan anlamına geldiği de söylenmiştir.
"Ahdimi"
buyruğu ile kastedilen Allah'ın ahdidir. Yani Yüce Allah'ın, Allah'a iman
etmek, rasûllerine iman etmek, özellikle de Hz. İsmail'in soyundan gelecek olan
peygamberlerin sonuncusu Muhammed'e iman etmek üzere Tevrat'ta kendilerinden
aldığı sözdür. "Ahdiniz" ben de size vermiş olduğum imana karşılık
sevap vereceğime, Beytü'l-Makdis ve çevresinde size iktidar vereceğime,
dünyada güzel ve geniş bir hayat sürmenizi sağlayacağıma dair ahdim demektir.
"Ayetlerimi
de az bir pahaya satmayınız." Arapçada satma ve satın alma, tabirlerinin
her biri diğeri yerinde kullanılabilir. Bu buyruğun anlamı şudur: Benim
ayetlerimi dünyalıktan az bir bedel ve önemsiz bir pahaya satmayınız. Veya
insanlardan aldığınız dünyalıkları ellerinizden kaybedersiniz korkusuyla onları
gizlemeyiniz, "ve yalnız benden korkun." Ahdinizi bozmak, ona uymayı
terketmek hususunda, herkes bir tarafa, sadece benden korkunuz.
"Beraberi-nizdekileri" tevhîd ve nübüvvet hususunda Kur'ân-ı Kerîm'e
uygun düşen bir şekilde indirmiş olduğum Tevrat'ı "doğrulayarak
indirdiğime" yani Kur'ân-ı Kerîm'e "iman ediniz."
"Hakkı
batıla" Allah tarafından indirilmiş olan hakkı sizin uydurduğunuz batıla
"karıştırıp" Tevrat'ta bulunan gerçekleri uydurduğunuz iftiralar ile
değiştirip "hakkı da gizlemeyiniz."
[131]
Bu
surenin 40-142. ayetleri, -yaklaşık bir cüz tutacak kadar- özellikle
İsrailoğulları'ndan söz etmektedir. Bu ayetlerle onların gerçek kimlikleri
açıklanmakta, işledikleri kusurlar dile getirilmektedir. Surenin baş
tarafından itibaren buraya kadar gördüğümüz ilk ayet-i kerimeler Allah'ın
varlığını, birliğini ispat etmek, ona ibadeti emretmek, Kur'ân-ı Kerîm'in
Allah'ın mu'ciz kelâmı olduğunu ispatlamak, diğer taraftan insanı yaratmak, onu
üstün ve şerefli kılmak, gökleri ve yeri yaratmak suretiyle Allah'ın
kudretinin tecellilerini beyan etmek, insanın bütün bunlara karşı tutumlarını,
mümin, kâfir ve münafık olmak üzere kısımlara ayrıldıklarını açıklamak
sadedinde idi. Daha sonra Yüce Allah aralarında peygamberlerin geldiği
kavimlere hitab etmeye başlar. İlk olarak Yahudiler'e hitap ettiğini görüyoruz.
Çünkü Yahudiler semavî kitaplara sahip en eski kavimlerdendir. Diğer taraftan
bunlar Kur'ân-ı Kerîm'e iman edenlere karşı en ileri derecede düşmanlık
edenlerdir. Halbuki son peygambere bütün insanlar arasında öncelikle onlar iman
etmeli idi. Bundan dolayı Yüce Allah kendilerine ihsan etmiş olduğu pek çok
nimetleri onlara hatırlattığı gibi, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini tasdik
etmek üzere onlardan alınmış kesin ve pekiştirilmiş ahidlerini de
hatırlatmaktadır. Kur"ân-ı Kerîm'in kimi zaman yumuşak ve latif bir
şekilde, kimi zaman korkutucu ve ağır bir üslûpla, kimi zaman nimetleri
hatırlatarak, kimi zaman da işledikleri suçları, kabahatleri sayıp dökerek,
amelleri dolayısıyla azarlayarak, onlara karşı deliller ortaya koyarak çeşitli
üslûplarda onlara hitap ettiğini görüyoruz.
[132]
Ey
salih bir peygamber olan Yakub'un evlâtları! Hakka uymak hususunda atanız gibi
olunuz. Allah'ın sizin atalarınıza ihsan etmiş olduğu Firavn'un azabından
kurtarmak, bulutlarla gölgelendirmek gibi nimetlerini hatırlayın, O'nun
emirlerine uyarak, O'na itaat ederek nimetlerine karşı şükür edin. Sizden
alınan söz üzere Allah'a iman etmek, hiç bir fark gözetmeksizin özellikle son
peygamber Muhammed'e olmak üzere bütün peygamberlerine iman etmek şeklindeki
sözünü yerine getirin ki, ben de Arz-ı Mukaddes'te size iktidar vermek,
şanınızı yükseltmek, geçiminizi bollaştırmak, düşmanlarınıza karşı size zafer,
ahirette de ebedî mutluluğu vermek şeklindeki dünya ve âhirete dair size
vermiş olduğum sözümü yerine getireyim.
Bu
sözün kapsamı içerisinde olmak üzere- Kur"ân-ı Kerîm'e de, onun Allah
tarafından indirildiğine ve Allah'ın Tevrat'ı, ondan önceki peygamberlere
indirilen kitaplarla birlikte destekleyici, doğrulayıcı ve onlara uygun olarak
indirdiğine de iman ediniz. Onun önceki kitaplara uygunluğu, Allah'ın
tevhidine çağırması, ahlaksızlıkların terkedilmesine davet etmesi, ma'rûfun
emredilip münker-den sakmdırılması çağrısında bulunması bakımındandır. Ayrıca
Tevrat'ta Resulullah (s.a.)'ın nitelikleri de açıklanmaktadır. O halde ey Kitab
Ehli, onu inkâr edenlerin ilki olmayınız. Siz insanlar arasında ona iman etmeye
en layık olan kimselersiniz. Çünkü Tevrat'ta onun doğruluğunun delili vardır.
Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğunu gösteren Allah'ın ayetlerini
başkanlık, liderlik, mal, miras, gelenekler ve eski alışkanlıklar gibi basit ve
dünyevî bedellere değişmeyiniz. Çünkü bütün bunlar oldukça basit ve değersiz
şeylerdir. Kâr sağlayamayan, zarar dolu bir ticarettir. Allah'tan başka hiç
bir kimseden korkmayınız. Çünkü bütün hayırlar onun elindedir. Tevrat'ta
bulunan hakkı, uydurduğunuz ve kendi ellerinizle yazdığınız batıla
karıştırmayınız. Allah'ın ayetlerini gizlemenin zararlarını bildiğiniz halde,
peygamberin niteliklerini ve gerçek müjdesini gizlemeyiniz. Çünkü ahirette
bilgi sahibi olanın göreceği ceza ile cahilin göreceği ceza bir değildir.
Allah'ın üzerinize farz kıldığı namaz ve zekatı yerine getiriniz. Bunları
Peygamber Muhammed (s.a.) ile birlikte edâ ediniz.
Yüce
Allah'ın burada namazı "rükû" tabiri ile ifade etmesinin sebebi onları
namaz diye kıldıkları rükû'suz eski amellerinden uzaklaştırmak içindir.
[133]
Bu
ayet-i kerimeler akideye, ahlaka, ibadete, özel ve genel hayata dair pek çok
hükümlere dikkat çekmekte, Yahudilere Allah'ın kendilerine ihsan etmiş olduğu
nimetlerden gafil kalmamaları, bu nimetleri unutmamaları yolunu göstermektedir.
Burada sözü geçen "nimet" cins ismi olup çokluk anlamında teklik bir
kelimedir. Yüce Allah bir başka yerde: "Eğer Allah'ın nimetini sayıp dökmeye
kalkışırsanız sayamazsınız." (İbrahim, 14/34) diye buyurmaktadır. Yüce Allah'ın
İsrailoğulları üzerindeki nimetlerinden bazısı: Onları Firavun hanedanından
kurtarması, onlardan peygamberler göndermesi, üzerlerine men ve selvayı
indirmesi, taştan onlara su fışkırtması, içinde Muhammed (s.a.)'in niteliklerinin,
risâletinin bulunduğu Tevrat'ı onlara emânet bırakmasıdır.
[134]
Geçmiş atalara verilen nimetler onların evlatlarına da verilmiş nimet
durumundadır. Çünkü evlatlar da atalarının şerefiyle şereflenirler ve bu
nimetler, nesillerinin devamına sebep teşkil etmiştir. Pek çok nimetin
varlığını hatırlatmak, bu nimetlerin sebebine açıktan muhalefet etmekten
utanmayı, muhalefet edildiği takdirde işlenen masiyetin büyüklüğünü, o bakımdan
da Muhammed (s.a.) ve Kur"ân-ı Kerîm'e imanı bir zorunluluk haline
getirmektedir.
Bu
ayetler sözlerine bağlı kalmak yükümlülüğünü de onlara getirmektedir. Bu ise
Yüce Allah'ın bütün emir, yasak ve tavsiyelerinde genel bir yükümlülüktür.
Bunun kapsamına Tevrat ve başka ilâhî kitaplar da sözü geçen Muhammed (s.a.)'e
iman da girmektedir. Onlar Allah'a verdikleri sözlerinde durdukları, bunları
yerine getirdikleri takdirde, Allah da onlara verdiği sözünde duracaktır:
Onları lütuf ve nimette bulunmak suretiyle cennete koyacaktır.
Yahudilerden
istenen sözlerine bağlı kalmak, bizden de istenmiştir. Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Akidlere bağlı kalınız." (Mâide, 5/1);
"Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getiriniz."
(Nahl, 16/95).
Yüce
Allah onlara yalnızca kendisinden korkmalarını, Allah'ın indirdiğine, yani
Kur'ân-ı Kerîm'e iman edip tasdik etmelerini emretmekte, inkâr edenlerin ilki
olmalarını yasaklamakta, Allah'ın ayetleri karşılığında bir bedel, yani
ki-taplardaki Muhammed (s.a.)'in niteliklerini değiştirmek karşılığında rüşvet
almamalarını emretmektedir. Yahudi hahamları (bilginleri) ise bu işi
yapıyorlardı. Bu işi yapmaları onlara yasaklandı.
İlim
adamları 41. ayet-i kerime ve benzerleri ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm
öğretme karşılığında ücret alma meselesini de ele alırlar.[135]
ez-Zührî ve Re'y ashabı bunu yasak kabul ederek şöyle demişlerdir: Kur"ân
öğretme karşılığında ücret almak caiz değildir. Çünkü Kur'ân'ı öğretmek Yüce
Allah'a yakınlaşmak niyeti ile ihlâsı gerektiren farzlardan bir farzdır. O
bakımdan namaz ve oruç gibi ibadetler için ücret alınmadığı gibi, Kur'ân-ı
Kerîm öğretmek karşılığında da ücret alınmaz. Diğer taraftan Yüce Allah da:
"Ayetlerimi de az bir pahaya satmayınız." diye buyurmaktadır.
Hanefi'lerin
dışında kalan ilim adamlarının çoğunluğu ise, Kur'ân öğretme karşılığında ücret
almayı caiz görmüşlerdir. Çünkü İbni Abbâs'tan rivayet edilen ve Buhârî
tarafından tahrîc edilen "Rukye hadisi"nde Peygamber Efendimiz şöyle
buyurmuştur: "Karşılığında ücret almaya en çok hak kazandığınız şey
Allah'ın Kitabı 'dır."
Diğer
taraftan Kur'ân öğretme işini namaz ve oruca kıyas etmek fasittir. Çünkü böyle
bir kıyas, nassa rağmen' yapılmaktadır. Ayrıca Kur'ân öğretmenin etkisi sadece
o kişide kalmayıp yaygınlaşır. O bakımdan yalnızca işleyene münhasır kalan
ibadetlerden farklıdır.
Aynı
görüş ayrılığı bu şekliyle namaz ve buna benzer sair dinî şeâirin edâ edilmesi
karşılığında ücret almak hakkında da söz konusudur.
Yüce
Allah Yahudilere -başkaları da bu hususta onlardan farklı değildir-ellerinde
bulunan kitaptaki hakkı batıla karıştırmalarını yasaklamaktadır. Bu ise
değişiklik yapmak ve gizlemektir. Bildiklerini gizlemelerini de bunlara yasaklamaktadır.
Muhammed (s.a.)'in hak peygamber olduğunu gizlemek de bunun kapsamına girer.
Buna göre onların küfür ve inkârları inadî bir küfür iledir. Bu buyruğu ile de
Yüce Allah onların bilgi sahibi olduklarına dair de tanıklıkta bulunuyor.
Ayetlerin
sonlarında Yüce Allah onlara namaz kılmalarını, zekat vermelerini
emretmektedir. Namazı da "rükû" tabiriyle ifade etmiştir. Çünkü
İsrailo-ğulları'nm namazlarında rükû' yoktu. Bu şekilde ifade etmesi İslâmî
niteliği ile namaz kılma yolunu onlara göstermek içindir. Daha sahih kabul
edilen görüşe göre buradaki zekâttan kasıt, farz olan zekattır. Çünkü burada
namaz ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Yani maksat fıtır sadakası değildir.
Namaz nefisleri arındırıp temizler, zekât da malı arındırıp temizler. İkisi de
Allah'ın nimetlerine şükrün ifadesini taşırlar. Zekatın ayırıcı bir özelliği
ise, toplumsal dayanışmayı gerçekleştirmesidir. Zenginin fakire ihtiyacı
fakirin de zengine ihtiyacı vardır. el-Cassâs der ki: Namaz ve zekât tabirleri
ile kastedilen, bizim muhatap olduğumuz farz namazlar ve farz zekâtlardır.[136]
44- Siz insanlara iyiliği emreder, kendinizi
unutur musunuz? Halbuki Kitabı da okuyup durursunuz. Halâ akıllanmayacak
mısınız?
45-
Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o hâşi'lerden başkasına
elbette büyük gelir.
46-
Onlar ki gerçekten Rablerine kavuşacaklarını ye sonunda yalnız O'na dönücü
olduklarını bilirler.
47-
Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve sizi âlemlere gerçekten üstün
kıldığımı hatırlayın.
48-
Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda vermez. Ondan
herhangi bir şefaat da kabul olunmaz. Ondan bir fidye de alınmaz ve onlara
yardım da edilmez.
"Şüphesiz
o" buyruğundaki zamir namaza aittir. Namaz ve sabrı kastederek "o
ikisi" diye buyurulmamıştır. Çünkü Araplar bazan iki isim söz konusu
etmekle birlikte, kinaye yoluyla onlardan yalnız birisini zikredebilirler. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Altın ve gümüşü yığıp da onu Allah yolunda
infâk etmeyenler..." (Tevbe, 9/34) buyruğunda (altın ve gümüş iki isim olduğu
halde) zamirin teklik şekli kullanılmış ve "ikisini de infâk
etmeyenler" denilmemiştir. Yine: "Bir ticaret yahut bir eğlence
gördüklerinde ona doğru giderler." (Cum'a, 62/11) buyruğunda da: O
ikisine doğru giderler, diye buyurulmamıştır.
"Kimse
kimseye hiç bir fayda veremez." buyruğu ve ondan sonra yer alan olumsuz
cümleler, kendisinden korkulması istenen "gün" ün sıfatlarıdır. Her
bir cümlede "gün" e ait ve "onda" takdirinde bir zamir
bulunur. Yani o günde kimse kimseye hiç bir fayda veremez, o günde kimseden
herhangi bir şefaat da kabul olunmaz şeklindedir.
[137]
"İyiliği
emreder de kendinizi unutur musunuz?" buyruğundaki soru azarlamak
anlamını ifade eder. "Halbuki kitabı da okuyup durursunuz" buyruğu da
ağır bir sitem ve bir azar ihtiva etmektedir. "Hala akıllanmayacak
mısınız?" buyruğu inkarî bir istifhamdır yani tutumlarını reddetmek
anlamını taşır. "Kendinizi unutur musunuz?" buyruğu onların yapmaları
gerekeni terk edişle-rindeki aşırılıklarını dile getirilmektedir. "Öyle
bir gün" ifadesinde "gün" kelimesinin belirtisiz gelmesi,
dehşeti ifade etmek içindir. "Kimse kimseye hiç bir fayda veremez"
buyruğundaki "kimse" anlamına gelen nefs kelimelerinin belirtisiz
gelmesi ise, genellik ifade etmesi içindir.
[138]
"Siz
insanlara birr (iyilik)" itaat, hayır ve salih amel demektir,
"emrederek kendinizi unutur musunuz?" Terkeder ve nefsinize iyiliği
emretmez misiniz? 'Kitap" dan kasıt Tevrat'tır. "Hala akıllanmayacak
mısınız?" Yaptığınız işin kötülüğünü anlayarak bu işten geri dönmeyecek
misiniz?
"Sabır"
nefsi hoşlanmadığı şeye zorlamaktır. "Namaz." Kurtubî ve başkaları
şöyle der: Diğer ibadetler arasında özellikle namazın sözkonusu edilmesi onun
şanını yüceltmek ve ona dikkat çekmek içindir. Hz. Peygamber de herhangi bir
işten dolayı sıkıntıya düştüğü vakit namaza koşardı.
[139]
"Şüphesiz
o (namaz) hâşi'lerden" yani Allah'a itaat ile sükûn ve huzur bulanlardan
"başkasına elbette büyük gelir." Yani namaz bu şekilde olmayanlara
ağır ve zor gelir. "Onlar ki... bilirler." Yani inanır veya
kesinlikle bilirler demektir. (Ayet-i kerimede kullanılan kelime
"zannederler" şeklindedir).
"Rablerine"
öldükten sonra dirilmek suretiyle "kavuşacaklarını ve" âhiret-ze
amellerinin karşılıklarını vermek üzere "sonunda yalnız O'na dönücü olduklarını
bilirler".
"Size
verdiğim nimetlerimi" bana itaat etmek suretiyle o nimetlere şükrederek
"ve sizi" atalarınızı, "âlemlere" çağdaşları olan âlemlere
"gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın."
"Ve
öyle bir günden" kıyamet gününden "korkun ki kimse kimseye hiç bir
-"ayda veremez." Hiç bir kimse başkası adına bir ödemede bulunamaz.
"Ve onla-Tt yardım da edilmez," Allah'ın azabından kimse onları
koruyamaz.
[140]
el-Vâhidî
ve es-Salebî'nin İbni Abbâs'dan rivayetlerine göre o şöyle demiştir: Bu ayet
(44. ayet) Medine'deki Yahudiler hakkında inmiştir. Onlardan bir kişi
müslümanlar arasında evlilik dolayısıyla akrabalık bağı bulunan hısımlarına,
yakınlarına, süt akrabalığı bulunan müslümanlara şöyle dermiş: Tuttuğun bu din
üzerinde sebat göster. Bu dinin emirlerini yerine getir. Bu adam -yani Muhammed
(s.a.)'ın işi haktır, gerçektir. Böylelikle bu işi insanlara emrediyor,
kendisi ise bu işi yapmıyordu.
[141]
es-Süddî
de der ki: İsrailoğullan Allah'a itaat etmeyi, ondan korkup tak-vâlı olmayı,
iyilik yapmayı emrediyor, kendileri ise bunlara uymuyorlardı. Yüce Allah da
bundan dolayı onları kınadı.
[142]
Az
önce nüzul sebebinde de görüldüğü gibi, bu ayet-i kerimeler Kitap Ehli hakkında
özellikle de hahamlar ve rahipler hakkında nazil olmuştur. Bunlar insanlara
hayrı emreder, İslâm üzere sebat göstermelerini söyler, kendileri
ter-kederlerdi. Bu gerçekten şaşılacak, garip karşılanacak bir husustur. Bir
işin yapılmasını emreden kimse, o hususta uyulacak örnek kişi olmalıdır. Bizzat
o kişinin başkasına verdiği emri işlemek hususunda dikkatli ve çabuk davranması
gerekir. Aksi takdirde çevresindeki insanları aydınlatırken kendisi yanıp duran
bir kandilden başka bir şeye benzemezler. İşte bu ifadeler ile ağır bir şekilde
azarlanmakta ve yaptıkları işlerin kötülüğü dile getirilerek onlara sitem
edilmektedir. Ey Kitap Ehli! Hayrın bütün çeşitlerini ihtiva eden bir iyiliği
insanlara emredip durduğunuz halde, kendinizi unutmanız size yakışır mı? Niçin
başkasına verdiğiniz emirleri siz uygulamıyorsunuz? Üstelik siz Kitabı da
okuyup duruyor, Allah'ın emirlerine karşı kusurlu hareket edenler hakkında o
Kitap'ta bulunan tehditleri biliyorsunuz. Kendinize yaptığınızı akledip düşünmüyor
musunuz? Niye uykunuzdan uyanıp körlüğünüze bir son vermiyor musunuz?
Bu
hitap her ne kadar Kitap Ehli'nden Yahudilere yönelik ise de, her dönemde
diğer milletlere de bir hitaptır. Çünkü nazar-ı itibara alınması gereken, iniş
sebebinin özel olması değil, lafzın genel olmasıdır. Böyle bir hastalığın tedavi
yolu gerçek anlamıyla iman etmeniz, size kötülüğü emreden nefsinize karşı
Allah'ın rızasına uygun işleri yapmak hususunda gerçek sabır ile ve namaz ile
yardım dilemenizdir. Gerçek sabır Yüce Allah'ın yasak kılman arzulara karşı
direnip de kendisini onlardan alıkoyan kimseler için hazırladığı, vadettiği
güzel mükâfatlan hatırlamakla olur. Namaz ile yardım dilemek ise, nefsi doğruluk
yolundan ayrılmamak hususunda eğitmek içindir. Her kim mükellefiyetlerini
yüklenmek, yerine getirmek hususunda nefsini masiyetlerden alıkoymakta direnir
(sabreder) ve namazında Rabbine münacaatta bulunur, günde beş defa Allah ile
namazla ilişkilerini kurar ve sağlamlaştırırsa, başkalarına öğüt verme
liyâkatini da kazanır. Doğruyu gösteren aklı ile doğru yoldan sapmanın
tehlikelerini idrâk eder ve böylelikle kendisi için de kurtuluşu teminat altına
alır. Çünkü ma'rûfü emretmek, açık bir iştir ve bu, bilenin görevidir. Bundan
daha önemli bir görev ise, öğüt veren kimsenin o işi bizzat kendisinin
yapmasıdır. Başkalarına vermiş olduğu emirlerden herhangi bir şekilde geri kalmamasıdır.
Kur"ân-ı Kerîm'in bize naklettiğine göre Şuayb (a.s.) şöyle demiştir:
"Size yasakladığıma (ters düşerek) kendim size muhalefet etmek istemiyorum."
(Hûd, 11/88).
Namaz
emrine sımsıkı sarılmak, nefisleri Allah'a itaatle boyun eğen, onun şiddetli
cezasından korkan, kalpleri iman ile mamur hale gelip Allah'ın- huzuruna çıkıp
onun önünde hesap vereceklerini tasdik eden huşu' sahipleri dışındakilere ağır
gelir. Bu şekildeki huşu sahipleri ruhlarını dinlendirmek, kalplerine huzur
kazandırmak, gönüllerini rahat ettirmek, huzursuzluklarını gidermek için namaza
koşarlar, işte peygamber efendimizin: "Gözümün nuru namazdır."
[143]
bayrağn ile düe gemdıği durum budur.
Daha
sahih alam görüşe göre, Yahudiler ile başkalarına emrolunmuş bulu-
,
Mâm şeriatının öngördüğü şekliyle namaz olduğu-
Bo
Binliği ae, onların da şeriatın feri hükümlerine muhatap
mükellef
olmalarıdır. Çünkü onlara emrolunan ı kerimede de görüldüğü gibi, rükû'uda
kapsayan bir narı namazlarda açıkladığımız gibi rükû yoktur.
'onlar
ki... zannederler" buyruğunda kullanılan "zan"
ı
kavuşacağını zanneden (inanan) kimseye namazın ağır gelme-; etmektedir.
Allah'tan korkan takva sahipleri için bu nasıl ağır Ira da, Kitab'ı okumakla
birlikte kendilerine emrolunanları ı azarlanmalarına sebep teşkil eden bir
diğer husustur.
Yapılması
istenilen şeyler ile ilgili verilen emir ve teşvikler alanında ilâhî
hatırlatılması güzel ve yerindedir. Bundan dolayı Yüce Allah, Kitap Ehifne
atalarına da kendilerine de lütfettiği nimetleri tekrar tekrar hatırlat onları
kendilerinin dışında kalan ve çağdaşları olan diğer âlemlere üstün aralarından peygamberler göndermiş olduğunu
söylemiştir. Bu hitap
yalnızca
toplumun bütününe yönelik değildir. Aynı zamanda ayrı ayrı her ferde de yönelik
bir hitaptır. Çünkü her kişi kendinden sorumludur. O bakımdan herkes ayrı ayrı
takvanın dışında hiç bir şeyin kurtarıcı olmayacağı, kendisine yaptığı ameller
dışında hiçbir şeyin fayda vermiyeceği dehşetlerle dolu olan bir gön olan
kıyamet gününden korkmalıdır. O günde orada şefaatçilerin, aracıların şefaati
kabul olunmayacaktır. Bedel veya fidye ödemenin faydası olmayacak ve kusurlu
hareket edenlerin azaba uğramaları önlenemeyecektir.
[144]
Görevini
gereği gibi yerine getirmeyip kusurlu davranan herkes cezayı ve kınanmayı hak
eder. Ayet-i kerimedeki azarlayıcı ifadeler Yahudilerin iyiliği emrettikleri
halde kendilerinin, iyilik işlemeyi terkettikleri içindir. Bildiği ile amel
etmeyen âlim bir kimsenin azarlanması bilmediği için amel etmeyen kişiye göre
daha ileri boyutlardadır. Çünkü bilen bir kimse bilmeyen gibi olamaz.
İlâhî
emirlere itaat edip onlara aykırı düşmemek sabrı gerektirir. Sabrın en özel
hallerinden birisi de namazdır. Çünkü namazda nefisler arzularından
alıkonulmakta, insanın azaları namaz ile bütün arzulanan şeylerden uzak tutulmaktadır.
Bu bakımdan namaz nefse ağır gelir. Namaz üzerinde ısrar daha zor bir iştir.
Allah'a kalpleriyle yönelen, ona karşı alçakgönülllük ve itaatle hareket eden,
Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanan ve öldükten sonra dirilmeyi, amellerin
karşılığını görmeyi, yerde olsun gökte olsun en ufak bir şeyin kendisinden
gizli kalmadığı mutlak mâlikin önünde arz-ı ubudiyet eden kimselerin karşısında
ise bütün zorluklar önemsizleşir, kolaylaşır.
Ahiret
halleri Yahudiler ile onların dışında kalan diğer putperest toplumların
vehmettikleri gibi dünya halerine kıyas edilmez. İslâmm ölçüsünde ve adaletinde
günahkâr ve suçluların fidye veya bedel vermek suretiyle yahut da bir şefaat
yolu ile kurtulmalarının imkanı yoktur. Ahiret gününde ancak salih amelden ve
insanların kalplerindeki iman sayesinde elde edilen Allah'ın rızasından başka
hiç bir şeyin- faydası olmaz. Hüküm, şefaat etmek isteyeceklerin, katında hiç
bir fayda sağlayamayacağı mutlak âdil Allah'a aittir. O, kötülüğe kendi misli
ile ceza verirken iyiliğe kat kat fazlası ile karşılık verir. Nitekim yüce
Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve durdurun onları; çünkü
onlar hesaba çekileceklerdir. Ne oluyor size ki birbirinize yardım
etmiyorsunuz? Aksine onlar bu gün teslim olmuşlardır." (Sâffât, 37/24-26).
Kabul
olunmayacağı belirtilen şefaat, kâfirlerin şefaatidir. Müfessirler Yüce
Allah'ın: "Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda
veremez, ondan herhangi bir şefaat da kabul olunmaz." buyruğu ile
kastedilen "kimselerin her "kimse" değil, kâfirler olduğu
üzerinde icmâ etmişlerdir. Müminlere gelince, Yüce Allah'ın izniyle şefaatin
onlara faydası olacaktır. Çünkü Yüce Allah: "Ve onlar ancak onun rızasına
ermiş (mü'min)lere şefaat edebilirler." (Enbiyâ, 21/28) diye buyurmuştur.
Fasık bir kimse ise razı olunmuş bir kimse değildir. Yüce Allah'ın: "Onun
nezdinde şefaat, kendisine izin verilenden başkasına fayda vermez."
(Sebe', 34/23) buyruğuna gelince; şefaat eden kimse için yüce Mevlâ'nın irâde
buyurduğundan dönüşü gibi bir husus, şefaatte söz konusu değildir. Şefaat, Yüce
Allah'ın ezelden beri, şefaat edenin duasını kabul etmeyi irade buyurduğu ve
böylelikle şefaat eden kimsenin üstün şerefini açığa çıkarmak dileğini
gerçekleştirmekten ibarettir. Çünkü şefaat bir duadır. Şefaatin kabul
olunabileceğinin bilinmesinde, şefaate güvenerek dinin emir ve yasaklarını
önemsememek gibi bir aldanışa düşenleri haklı çıkartacak bir taraf yoktur. Çünkü
ahirette hiç bir kimseye Allah'a itaat ve onun rızasından başka bir şeyin
faydası olmayacaktır.
İsrailoğulları'nın
üstün kılınmaları ise, devamlı ve genel değildir. Aksine bu, onların kendi
çağdaşlarına münhasırdır ve Allah'ın emirlerini uyguladıkları süre ile
alakalıdır. Onların üstün kılınmaları faziletleri işleyip bayağılık ve
adilikleri terkettiklerinden kaynaklanır. Üstünlük eğer aralarındaki peygamherlerin
çokluğu dolayısıyla söz konusu edilirse, elbette ki bu da doğrudur ve bunda bir
şüphe yoktur. Fakat bu üstünlük onların her bir ferdinin kendilerinden olmayan
diğer fertlerden üstün olmasını gerektirmez. Peygamberlerinin getirdikleri
prensiplerden uzaklaşıp sapmaları ve onların sünnetlerini terket-meleri halinde
bu üstünlükleri ortadan kalkar. Şayet üstün kılınmalarından kasıt, Allah'ın
razı olacağı şeylerle Allah'a yakınlık ise, bu kendi çağdaşları olan
peygamberlerin tebliğ ettiği hidayeti bulanlara ve bu hususta onlara uyanlara
hastır. Ayrıca üstün kılınmalarına sebep olan davranış ve amel üzerinde
dosdoğru yürüdükleri süre ile kayıtlıdır.
[145]
49-
Oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmakla size azabın en kötüsünü
yükleyen Firavun hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın. Bunda sizin
için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.
50-
Bir zaman biz sizin için denizi yarıp sizî kurtarmış, Firavun hanedanını ise
kendiniz de görüp dururken suda boğmuştuk.
51-
Hani biz Musa'ya kırk gece vaad etmiştik. Siz onun arkasından buzağıyı,
zalimler olarak (ilâh) edindiniz.
52-
Bundan sonra sizi atfetmiştik, şük-redesiniz diye.
53-
Hani biz Musa'ya kitabı, Furkân'ı verdik, doğru yola gelirsiniz diye.
54-
Hani Musa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, gerçekten siz buzağıyı (ilâh)
edinmekle kendi kendinize zulmettiniz. Yaradanınıza tevbe edin, nefislerinizi
öldürün. Bu Rabbiniz nezdinde sizin için daha hayırlıdır." Sonra tevbenizi
kabul etti. Gerçekten O tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.
Bu
buyruklar da "Nimetimi hatırlayın" (47. ayet) buyruğuna
atfedilmiştir. 50 ve 51. ayet-i kerimeler ile 53. ayet-i kerimelerde de aynı
şekilde atıf söz konusudur.
"Firavun"
kıptî dilinde timsah anlamındadır.
51.
ayet-i kerimede yer alan "Vaad etmiştik" buyruğu aslında karşılıklı
ahitleşmeyi ifade etmektedir. Ancak burada fiil kipine bu anlamı vermek güzel
değildir. Çünkü Yüce Allah Hz. Musa'ya vaad etmiş, ancak Hz. Musa tarafından
Allah'a verilmiş bir vaad bulunmamaktadır.
"Bu
Rabbiniz nezdinde sizin için daha hayırlıdır." Yani sözü geçen bu durumlar
-öldürmeyi ve tevbeyi kapsamaktadır- daha hayırlıdır, demektir.
[146]
"Büyük
bir imtihan" buyruğunun belirtisiz gelmesi, bunun dehşetine işaret
etmektedir.
53.
ayet-i kerimede yer alan Türkân* kelimesinin "kitap"a atfedilmesi sıfatların
biribirlerine atfedilmesi tûründendir. Çünkü kitap Tevrat'tır, Furkân da burada
yine Tevrat'tır. O Allah tarafından indirilmiş, hak ile batılı biribirin-den
ayırd eden (fârik) bir Kitaptır.
[147]
"Firavun
hanedanından sizi" yani atalarınızı "kurtardığımız zamanı hatırlayın.'
Böylelikle anlara iman etmeleri için Yüce Allah'ın nimeti hatırlatılmaktadır.
Firarım, Batiamyus (Ptolemios)lulardan önce Mısır krallığı yapan kimselere
venien lakaptır.
Kadınlarınızı
hayatta bırakıp erkekleri Öldürmek suretiyle "size azabın en
hmmsmxm", ağıma, çetinini "yükleyen", tattıran... Kâhinler
Firavun'a İsrailoğul-mnmsmda. «J«ğawqlr birisinin elindeki krallığının
gitmesine sebep teşkil ede-
yani
azapta veya sizin kurtarılmanızda "sizin için Rabbinizden tâşâıl bir imtihan"
ibtilâ veya sınama "vardır."
"Kitap'
Tevrat'tır, "Furkân" ise hak ile batılı, helâl ile haramı birbirinden
ayırd eden şeriat demektir.
"Nefislerinizi
öldürün" yani sizden günahsız olan kimse günahkârı öldürsün.
"Bu" birbirinizi öldürmeniz "sizi yaratanınız", yoktan var
edeniniz "nezdinde sizin için daha hayırlıdır." Bu şekilde
aralarından yetmiş bin kişi civarında öldürülmüştür.
[148]
Bu
ayet-i kerimeler, Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na ihsan etmiş olduğu on nimetin
etraflı bir şekilde açıklanmasına dairdir. Bundan önce bunlara; "Size
•.erdiğim nimetimi... hatırlayın" (47. ayet) buyruğu ile genel olarak
işaret edilmişti. Böylelikle bu nimetlere şükretmelerinin zorunlu olduğu
onlara hatırla-nlmaktadır.
[149]
Ey
Kur'ân'ın indirildiği, Muhammed (s.a.)'in peygamberliği çağında yaşayan
Yahudiler! Allah'ın atalarınıza ihsan etmiş olduğu nimetleri hatırlayınız.
Bunlar, onlara bağlı olarak sizin üzerinizde de nimettir. Çünkü bu nimetler sizin
hayatınızın bekasının sebebini teşkil eder. Ayrıca bir ümmete verilen nimet o
ümmetin bütün fertlerini kapsar. Bunlar on tanedir. Gördüğümüz ayetlerde
bunların beşi söz konusu edilmektedir:
1- Firavun'dan ve onun hanedanından kurtuluş. Firavun erkek çocukları
boğazlıyor, kız çocukları diri bırakıyor, onlara oldukça ağır bir azap
tattırıyordu. Çünkü Firavun rüyasında Beytülmakdis'ten kendisini dehşete
düşüren bir ateşin çıktığını, bunun Mısır topraklarında bulunan kıptîlerin
evlerini sardığı halde, İsrailoğulları'nın evlerini yakmadığını görmüştü. Bu
rüya ona, krallığının İs-railoğulları'na mensup bir adamm eliyle son bulacağı
şeklinde yorumlanmıştı.
[150]
Bunun üzerine Firavun erkek çocukları öldürmeye, kız çocukları da diri bırakmaya
başladı. Halbuki Allah onları oldukça hakir kılıcı azaptan kurtarmıştı. Bu
şekilde helak olmaktan kurtarması, Allah'ın kurtulanın şükrü ve helak olanm da
sabrını ortaya çıkaran bir imtihan idi. İmtihan hayır ile de şer ile de
olabilir. Nitekim Yüce Allah: "Biz bir fitne (imtihan) olmak üzere sizi
hayır ve şer ile sınarız." (Enbiyâ, 21/35) diye buyurmaktadır. Bir başka
yerde de: "Biz onları iyiliklerle de kötülüklerle de sınayıp durduk,
dönerler diye." (A'râf, 7/168).
Öldürme
dışındaki azap türleri ile ilgili olarak İbni İshâk şunları söylemektedir:
Firavun İsrailoğulları'na azab ediyordu. Onları hizmetçi ve ağır işlerde işçi
olarak kullanıyordu. Kendisine ait işleri gördürmek üzere onları kısım kısım
ayırmıştı. Yansı inşaatlarda çalışıyor, diğer yarısı onun için toprak ekiyor,
ona ait işlerde çalışıyorlardı. Firavun'un işlerinde çalışmayan kimseler ise,
cizye ödemekle yükümlüydü. Bu şekilde Firavun onları ağır azaba tabi tutuyordu.
Firavun,
Batlamyus (Ptolemios) lulardan önce Mısır'da krallık yapan kimselerin
lakabıdır. Bizanslıların kralına Kayser, İranlıların kralına Kisra, Habeş
kralına Necâşî, Türklerin kralına Hakan adı verildiği gibi.
Yüce
Allah'ın azabı Firavun hanedanına nispet etmesi -onlar bu işi onun emir ve
otoritesi ile yapmalarına rağmen- bizzat bu işleri uyguladıklarından dolayı ve
bir fiili işleyen kimsenin bundan sorumlu tutulacağının bilinmesi içindir.
[151]
Taberî der ki: Bundan dolayı haksız yere başkasının emriyle birisini öldüren
herkes, bize göre kısas yolu ile öldürülür. İsterse onu başkasının zorlaması
sonucu öldürmüş olsun.
[152]
2- İsrailoğulları'nın izleyecekleri bir yolun hazırlanışından sonra
esenlikle Kızıldeniz'i geçmeleri, Firavun'un ve askerlerinin suda boğulmaları,
denizin ikiye ayrılması, Musa (a.s.)'nın mucizelerinden idi. Tıpkı bu, Yüce
Allah'ın insanların onları tasdik etmeleri için izhar ettiği diğer
peygamberlerin mucizeleri gibi bir mucize idi. Mucize, Yüce Allah'ın dilediği
zaman kullarından dilediği kimseler için yarattığı kevnî bir sünnettir.
Firavun
ve askerleri ise İsrailoğulları'nın arkasından gitmiş, nihayet denizin ortasına
geldikleri sırada Yüce Allah onların üzerine suyu kapatarak boğulmuşlardı.
3- İsrailoğullan'nın tevbesinin kabul edilmesi ve Allah'ın onları
affetmesi. Çünkü Yüce Allah isyankârların tevbelerini çokça kabul edendir.
Kendisine tevbe edip dönenlere son derece merhametlidir. Bu da Yüce Allah'a
karşı şükrü gerektirir. O'na şükretmek resullerine iman etmek, getirdikleri
şeylerde de onlara uymaktan ibarettir. Özellikle de peygamberlerin sonuncusu
Muhammed (s.a.)'e iman ve uymak ile.
4- Hakkı batıldan, haramı helalden ayıran Tevrat'ın, hidayet bulmaları,
onda bulunan hükümler uzermde iyice düşünmeleri, onun gösterdiği şeriat ve yolu
izlemeleri için Masa (s.a.) "ya indirilmesi.
5- Hz. Musa'nın Rafcbî ile buluşma vakti dolayısıyla, İsrailoğullan'nın
arasından ayrıldığı w- kert gûn oruç tuttuğu bir sırada onların buzağıyı ilâh
edinip Allah'tan başka şevlere ibadet etmeleri, Allah'a şirk koşarak
kendilerine ralüm etmelerinden sonra Allah'ın peygamberi Musa (a.s.)'ya verdiği
emir ile suçlu ve eûnalikâriardan topluca kurtuluş... İşte ya Muhammed! Sen,
Musa'nın Rahbine mönacatta bulunduğu sırada, buzağıya tapan kavmine söy-
Wwj»
sc sözleri îiatiriat:
Kj£Tiaâııı_
sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zarar vermiş oldunuz. Ebmdk «e
yaratana tevbe ediniz, yaptığınız bu cahillikten kurtulunuz. Çün-yaratıcıya
ibadeti terk ettiniz, ve bir sığıra ibadet ettiniz. şCTİatlerinde öngörülen
tevbenin yolu da şu idi: Suçsuz olan, suçlu
ı
öldürecekti. Yüce Allah onların üzerlerine öldürme esnasında biri ötekisi
gurup de merhamete gelmesin diye siyah bir bulut gönderdi. Buzağıya tapanlar
iman edenlerle kılıçlarıyla çarpıştılar. Bu iş güneşin doğuşu anından knşluk
vakti güneş yükseldiği zamana kadar sürüp gitti. Nihayet onlardan yretmiş bin
kişi kadar öldürüldü. Bundan sonra Hz. Musa ile Hz. Harun Yüce Allah'a yalvarıp
yakardı. Yüce Allah onlardan öldürülenlerin de öldürülme-yenlerinin de
tevbelerini kabul etti. Öldürülen, Allah katında rızıklanan bir şehit oldu,
kalan ise tevbesi kabul edilmiş bir kişi olarak hayatta kaldı. Silahı
bıraktılar, barış ve güvenlik hakim oldu. Bunda hayret edecek bir taraf yoktur.
Çünkü Yüce Allah kullarının tevbelerini kabul eden, onlara son derece
merhametli olandır.
Müfessirlerin
çoğunun görüşüne göre "kırk gün" Zilkade ayı ile Zilhicce ayının ilk
on günüdür.
Kısacası
bu nimet, en üstün ve büyük bir nimetti. Çünkü şanı yüce Allah şöyle
buyurmuştur: Vaadleştiğimiz sürenin bitmesi -ki kırk gün idi- esnasında Musa
Rabbi ile tayin edilen vakitte buluşmak üzere gittikten sonra, buzağıya
taptığınız için sizi affetmek şeklindeki nimetini hatırlayınız. Sözü geçen bu
kırk gün, A'râf sûresi 142. ayette Yüce Allah'ın şu buyruğu ile dile getirilmektedir:
"Musa ile otuz gece sözleştik ve buna ayrıca on (gece) daha kattık."
Bu şekildeki buluşma, onların Firavun'dan kurtarılmaları ve denizden
çıkarılmalarından sonra olmuştu.
[153]
Her
azgın ve zorba zalimin kaçınılmaz bir sonu vardır. Firavun'un denizde
boğulmakla sonunun gelmesi bunun bir örneğidir. Mazlumun da bir kurtuluşu ve
kesin bir zaferi vardır. Firavun ve hanedanı tarafından zulme uğratılan
İs-railoğulları'nm kurtarılışı da buna bir örnektir. Bu kurtuluş bir bayramdı;
Yüce Allah'a şükrü gerektiren bir bayram. O bakımdan Muharrem ayının 10. günü
olan âşûre günü şükür orucunun tutulduğu gün oldu. Müslim'in İbni Ab-bas'tan
rivayetine göre Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin aşure günü
oruç tuttuklarını görür. Resulullah (s.a.) onlara: "Şu oruçla geçirdiğiniz
günün mahiyeti nedir?" diye sorunca onlar: "Bu büyük bir gündür,
Allah bu günde Musa'yı ve kavmini kurtarmış, Firavun ve kavmini suda boğmuştu.
Musa şükür olmak üzere bu günü oruçla geçirdi, biz de bu günü oruçla geçiriyoruz."
dediler. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Musa'ya biz sizden daha yakınız.
Onun yaptığını yapmak bizim daha çok hakkımızdır." Bunun üzerine Resulullah
(s.a.) o günü oruçla geçirdi ve o günde oruç tutulmasını da emretti. Tirmizi
der ki: İbni Abbas'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "(Muharrem'in) dokuz
ve onuncu günü oruç tutunuz, Yahudilere muhalefet ediniz." Şafiî, Ahmed b.
Han-bel ve İshâk da bu hadisi delil göstermişlerdir.
Sehl
b. Abdullah'ın da dediği gibi, Yüce Allah'a şükretmek, gizli açık
masi-yetlerden uzak durmakla birlikte Allah'a itaat hususunda bütün gayretini
ortaya koymak demektir.
Tevbe
hususunda acele etmek, masiyetten kurtuluşun yoludur. Şanı yüce Allah rahmeti
geniş ve tevbeyi çokça kabul edendir.
Sabır,
kurtuluşun anahtarıdır. Kuşeyrî der ki: Kendisi uğrunda kaza ve kaderine karşı
sabreden bir kimseye Allah, onun uğradığı musibetlere bedel olarak kendisinin
gerçek dostları ile arkadaşlık nimetini verir. İşte İsrailoğul-ları Firavun ve
kavminin belâlarının sıkıntılarına sabrettiler, Allah da onlardan peygamberler
ve hükümdarlar çıkardı, hiç bir kimseye vermediği şeyleri onlara verdi.
[154]
55-
Hani: "Ey Musa! Biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla iman
etmeyiz." demiştiniz. O anda siz bakıp dururken yıldırım sizi çarpmıştı.
56-
Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar diriltmiştik. Belki şükredersiniz diye.
57-
Ve bulutla üzerinize gölge yaptık. Size men ve selva indirdik. Size verdiğimiz
helal nzıklardan yiyiniz (dedik). Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi
nefislerine zulmeder dururlardı.
58-
Hani, "Şu kasabaya girin ve istediğinizi bol bol yiyin, kapısından secde
ederek girin ve 'hıtta' deyin ki günahlarınızı affedelim ve biz iyilik yapanların
sevabını daha da artıracağız", demiştik.
59-
Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Biz
de fasıldık ettikleri için zulmedenlerin üzerlerine gökten bir azab indirdik.
60-
Hani Musa kavmi için su istemişti. Biz: "Asan ile taşa vur" dedik.
Hemen ondan on iki pınar ftşkırdı. Her bir insan topluluğu su alacağı yeri
öğrenmişti. "Allah'ın rızkından yiyiniz, içiniz. Yeryüzünde taşkınlık
yapıp fesat çıkarmayınız." (demiştik).
"Allah'ı
apaçık görmedikçe..." siz yüksek sesle, açıkça demiştiniz anlamındadır.
Daha uygun açıklama şekli budur. Ancak bunun "Allah'ı bize apaçık bir
şekilde göster" takdirinde olduğu da söylenmiştir. (Meal böyle
yapılmıştır.)
"Hıtta"
deyiniz. Yani bizim istediğimiz hıtta'dır. Bunun da anlamı, günahlarımızı
üzerimizden kaldır, şeklindedir.
"Hemen
ondan on iki pınar fışkırdı" ifadesi, "Asası ile taşa vurdu ve hemen
ondan on iki pınar fışkırdı" takdirindedir. Çünkü bu fışkırma onun var
edilmesi şeklinde emir ile değil, asasını taşa vurması ile gerçekleşmişti.
"Diğer günlerden onun sayısınca" (Bakara, 2/185) buyruğunda olduğu
gibi. Yani her kim oruç açarsa oruç açtığı günler sayısınca başka günlerde
tutar takdirindedir. Yine "Her kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi
aşmamak şartıyla; onun üzerine günah yoktur." (Bakara, 2/173) Yani muztar
kalır da yerse, onun için günah yoktur, takdirindedir.
[155]
"Ölümünüzden
sonra" buyruğu ile onların ölümlerinin gerçek bir ölüm olduğu daha da
tekid edilmektedir.
"...Yiyiniz"
buyruğunda hazif ile yapılan îcâz vardır. Yani onlara: 'Yiyiniz, dedik."
anlamındadır.
"Onlar
bize zulmetmediler." ibaresinde de hazif ile yapılan îcâz vardır ki
takdiri şöyledir: Kâfir olmak suretiyle kendilerine zulmettiler.
"Zulmetmediler"
ile "zulmeder dururlardı" şeklinde mazi ve muzâri fiillerinin bir
arada zikredilmesi, onların zulüm işlemeyi sürdürüp gittiklerini göstermek
içindir.
"Biz
de fâsıklık ettikleri için zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik."
buyruğunda "üzerlerine" denilmeyerek "zulmedenlerin
üzerine" denilmesi ve zamirin söz konusu edilmemesi, yaptıkları işin
çirkinliğini daha ileri derecede yüzlerine vurmak, azar ve yermenin boyutunu
daha ileriye götürmek içindir. "Bir azap" denilerek bunun belirtisiz
gelmesi ise, azabın dehşetli ve ağır olduğunu ifade etmek içindir.
"Allah'ın
rızkından yiyiniz." buyruğu, verilen nimet ve lütfün büyüklüğüne işaret
etmekte ve bunun yorgunluk ve meşakkat harcamaksızın ele geçen bir rızık
olduğuna işaret etmektedir.
[156]
"Siz"
başınıza gelen bu azabı görüp "bakıp dururken yıldırım" yani azap
çığlığı yahut gökten gelen ateş "sizi çarpmıştı. Sonra sizi ölümünüzden
sonra tekrar diriltmiştik." Bununla bizim size nimetimize "belki
şükredersiniz diye".
"Bulutla
üzerinize gölge yaptık." Tîh'te güneşin sıcağından ince bir bulut tabakası
ile sizi örtttük.
"Men"
bal gibi yumuşak, tatlı bir şey. "selva" bıldırcın diye bilinen kuşun
adıdır. Men ve Selva kelimelerinin her birisi kendi lafzından tekliği bulunmayan
çokluk bir isimdir.
"Şu
kasabaya" Beytü'l-Makdis veya Erîha'ya "girin ve istediğinizi bol
bol" afiyetle, sıkıntısız ve herhangi bir tahdit olmaksızın
"yiyin."
"Kapısından
secde ederek girin ve" Allah'ın önünde tevazu ve alçakgönüllülük ile
eğilerek: "Hıtta, deyin", yani bizim isteğimiz, büyük ya da küçük
günahlarımızı kaldırmandır, deyiniz. Maksat, Allah'tan mağfiret dileyiniz,
demektir.
"Gökten
bir azap indirdik." Bilindiği gibi azap iki türlüdür: Birisi savulması
mümkün olan yaratıkların azabıdır. Diğeri ise savulması imkânsız türdendir.
Tâûn, kolera ve veba gibi salgın hastalıklar, yıldırım ve ölüm gibi. İşte
burada kastedilen bu ikinci tür azapdır.
"Her
bir insan topluluğu" onlardan her bir insan grubu demektir. İsrailo-ğullan
12 sıbt (kol, kabile) idiler. "Su alacağı yeri öğretmişti." Herkesin
kendine has su alacağı yeri vardı ve başkaları bu konuda onlara ortak
olmuyordu.
"Taşkınlık
yapıp fesat çıkarmayınız.' Yani orada ileri derecede fesat yapmayınız. Burada
aynı anlama gelen Taşkınlık'' ve "fesat" kelimelerinin tekrarlanması
lafızların değişik olması dolayısıyla anlamı pekiştirmek istenmiştir.
[157]
Ey
Israiloğullan! Buzağıya tapmanızdan dolayı özür beyan etmek üzere Tir'a grtanek
için geçmiş atalarınızın arasından Musa (a.s.)'nın seçmiş olduğu kigipin söyledikleri şu sözü hatırlayınız:
Bizler, arada herhangi bir en- <tğmaikmxm çıplak gözle ayan beyan Allah'ı görmedikçe
-senin onun kelâmı-birlikte- asla Allah'ı da Kitabı'nı da tasdik etmeyeceğiz.
Hah onları azabı ile yakalamıştı. Bu ise semâdan bir ateş gön-oinraştu ki bu
bildiğimiz yıldırımdır. Bu yıldırım onları yak-Bu halleriyle bir gün ve bir
gece kaldılar. Hayatta olan da t olana bakıp duruyordu.
işte
İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya karşı durumu buydu. Ona karşı dik ediyorlar, isyan ve inat ediyorlardı. Allah
da yeryüzünde onlara vebalarla, hastalıklarla, yerdeki çeşitli hayvan ve
haşeratı onlara musallat kılmakla azap ediyordu. Nihayet bu şekilde onların
pek çoğu helak olup gitti. Sonra Allah onlara nimette bulunuyordu. İşte Yüce
Allah'ın -yukarıda ilk beşi geçen-sn nimetin geri kalanları şunlardır.
6- Sonra onları, gerçekten öldükten sonra, kendileri için takdir edilmiş
aian ecellerini tamamlamak üzere tekrar dirilttik. Kalktılar, yaşamaya devam
ettiler, biribirlerine bakar oldular. d) Ey Kur'ân'ın nüzulü çağında yaşayan Yahudiler!
Bütün bunlar, ölümden sonra diriltmek suretiyle Allah'ın her şeye kadir
olduğuna manasınız diyedir. Sizden istenen şükür ise Allah'a, kitaplarına ve
Muhammed (s.a.)'e iman etmektir.
Kimi
müfessirler de Yüce Allah'ın: "Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar
âırütmiştik." buyruğu hakkında şöyle demişlerdir: Yani bilgisizliğinizden
sonra size ilim vermiş, öğretmiştik. Kurtubî der ki: Birincisi ise daha
sahihtir. Çünkü
Bir
diğer görüşe göre burada diriltilmekten kasıt, neslin çokluğudur. Yani yıldırım
ve benzeri sebepler dolayısıyla aralarında ölüm çoğaldıktan sonra, Allah
onların nesillerine bereket ihsan etti. Bu, halk daha önce karşı karşıya
kaldıkları sıkıntılar ile nankörlük ettikleri için azapla karşı karşıya kalan
ataların istifâde ettiği nimetlere hakkı ile şükr edebilsinler diye.
(Tefsirü'l-Menar, 1/322).
sözde
aslolan hakikattir. Bu bir cezalandırma ölümü idi. Yüce Allah'ın şu buyruğu da
bu türdendir: "Binlerce oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından
çıkanları görmedin mi? Allah onlara "ölün" dedi sonra da onları
diriltiverdi." (Bakara, 2/243). <«
7- Atalarınızın Mısır'dan çıkıp denizi aşmalarından sonra Şam ile Mısır
arasında bulunan Tîh vadisinde şaşkın ve ne yapacaklarını bilmez halde kaldıkları
kırk yıl süre boyunca güneşin ışığından beyaz ve ince bulutla sizleri gölgelendirdik.
8- Sonra balı andıran ve suya karıştırıp içtikleri men gibi, tadı
lezzetli bıldırcını andıran bir kuş olan selva gibi türlü yiyecek ve
içeceklerle size nimetler ihsan ettik. Men üzerlerine tan yerinin ağardığı
andan güneşin doğduğu vakte kadar sisi andırır bir şekilde inerdi. Bıldırcın da
onlara gelir, herkes ertesi gününe kadar kendisine yetecek kadarını alırdı.
Ve
biz size şöyle dedik: Bu güzel ve hoş nzıktan yiyiniz, Allah'a şükrediniz.
Fakat böyle yapmadılar. O uçsuz bucaksız nimetleri inkâr ettiler. Fakat kendilerinden
başkasına da zarar vermediler. Çünkü şükretmedikleri için Allah bu nimetleri
onlara göndermeyi kesmiş, aykırı hareketleri dolayısıyla onları cezalandırmıştı.
Bunun sonucunda isyan etmelerinin vebali tekrar kendilerine dönmüştü.
9- Yine, "Tîh'ten çıkışınızdan sonra size: Şu kasabaya girin."
şeklinde emrimi vermekle üzerinizdeki nimetimi hatırlayınız. (Cumhûr'un
görüşüne göre sözü geçen kasaba Beytü'l-Makdis'tir. Bir görüşe göre de
Beytü'l-Makdis'e yakın Erîha denilen yerdir). Size orada yerleşin, oradan hiç
bir sıkıntı olmaksızın bol bol afiyetle yiyip için. Şu kadar var ki kasabanın
kapısından Allah'a secde ederek, boyun eğerek, yalnızca O'na yönelerek giriniz.
Böylelikle Tih'ten kurtuluşunuza Allah'a şükrediniz ve "Rabbimiz
günahlarımızı üzerimizden kaldır, günahlarımızı bağışla" deyiniz. Biz de
ihsan eden kimselere lütfumuzdan sevap ve bol ecir verip artıracağız. İhsan
eden kimse ise tevhidin esasını sahih bir şekilde kuran, kendisini güzel bir
şekilde yönlendiren, farzları edaya yöne-lip Müslümanlara herhangi bir zarar
vermeyen kimsedir.
Ancak
zalimler emre aykırı hareket ettiler, ona uymadılar. Onların bu uymayışları
"değiştirmek" ile ifade edilmektedir. Bu ise emre uymayan kimsenin, o
emri inkâr edip asıl emrolunduğu şeyden başkası ile emrolunmuş olduğunu iddia
eden kimse gibi olduğuna bir işarettir. Kendilerine verilen emri yerine
getirecek yerde gerisin geri sürünerek, Allah'a boyun eğmeksizin ve
zilletlerini arzetmeksizin girdiler. O bakımdan onların cezalan semâdan oldukça
ağır bir azabın (er-ricz) indirilmesi oldu. Müfessirlerin bir çoğunun görüşüne
göre bu azap Tâûn idi. Bu da onların fâsıklık etmeleri, Allah'a itaatin
sınırları dışına çıkmaları sebebiyle olmuştu. Denildiğine göre onlardan yetmiş
bin kişi bu tâûn ile helak olmuştur.
10- Ey İsraüoğulları! Tîh'te aşırı sıcaktan dolayı atalarınızın susayıp
Musa (a.s.)'dan su ihtiyaçlarının karşılanmasını istedikleri vakit size ihsan
etmiş oldu-
ğum
bir diğer nimetimi de hatırlayınız. Allah ona asâsıyla herhangi bir taşa vurmasını
emretti. O da taşa vurdu, taştan tazyikli bir şekilde sular fişkırdı. O taştan
on iki pınar kaynadı. Onların her bir topluluğu için su ihtiyaçlarını karşılamak
üzere bir pınar çıktı. Bu aralarında anlaşmazlık ve düşmanlık çıkmaması içindi.
İşte bu on iki sıbt Hz. Yakub'un on iki oğlunun soyundan gelenlerdir.
Hz.
Musa'nın asası ile suyun fışkırması, Hz. Musa için apaçık bir mucizeydi. Böyle
bir şey peygamberden başkası için gerçekleşmez. "Taş" ile kastedilen
taş türüdür. Yani kendisine taş denilebilecek herhangi bir şeye vur, demektir.
Hasan-ı Basrî der ki: Allah ona muayyen ve belli bir taşa vurmasını emretmedi.
Bu ise delil olarak daha açık olup, ilâhî kudreti daha net bir şekilde ortaya
koyar.
[158]
Kur'ân-ı
Kerîm'in nüzulü çağında bulunan İsrailoğullan'na hitap ederek, Yüce Allah'ın
atalarına vermiş olduğu nimetleri hatırlatması, ümmetin birliğinin, ümmet
fertleri arasında dayanışmanın var olması gereğinin, mutluluk ve bedbahtlığın
atalarını da, onların soyundan gelenleri de kapsayabilecek genel bir özellik
olduğunun delilidir. Bununla birlikte sonradan gelen torunlar atalarının
yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Fakat, ataların kötülüklerinden zarar görebildiği
gibi, istikametlerinden de faydalanabilirler. Nitekim Yüce Allah azabın genel
olarak gönderilmesi ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Bir de öyle
bir fitneden sakının ki o, içinizden yalnızca zulmedenlere gelip çatmaz."
(Enfâl, 8/25)
Şanı
yüce Allah duvar altında hazineleri bulunan iki yetim çocuk hakkında da: 'Ve
onların babaları salih bir kimse idi." (Kehf, 18/82) diye buyurmaktadır.
Bu şekilde babanın yahut dedenin salahı, oğlun ya da bizzat torunun salâhına
sebep teşkil etmiş ve atanın malının onun soyundan gelecekler için korunmasına
neden olmuştur. Yani salâh, hem cana hem mala fayda verir.
Yüce
Allah'ın: "Fakat kendi nefislerine zulmeder dururlardı." (Bakara,
2/57) buyruğunda Yüce Allah'ın kullarına ibâdet türünden emrettiği her şeyin
onlar için faydalı olduğuna, yasakladığı her şeyin de onlara gelebilecek bir zararı
önlemek için olduğuna bir işarettir. İşte bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunun
anlamını ifade eder: "Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi
aleyhi-nizedir." (Yûnus, 10/23); "Kazandığı kendisine, yaptığı da
aleyhinedir." (Bakara, 2/286).
Taştan
suyun fışkırtılması Musa (a.s.)'ın bir mucizesiydi. Mucizelerin tümünü yaratan
Allah'tır. Mucize bizim her gün tanık olduğumuz ve "âdet" tabir
edilen olaylardan farklı yeni bir hadisedir. Bilimsel keşifler ise kâinatta
bulunan gaz, hava, petrol, elektrik ve buna benzer enerji kaynaklarının
kullanılması ile bilimsel yasalara dayalı olarak ortaya çıkar. Şanı yüce Allah,
asanın vurulması söz konusu olmadan da denizi yarmaya elbette kadirdir. Fakat
onun yüce kudreti kullarına sebepler ile sonuçlar arasındaki bağlantıyı kurmayı
öğretmeyi murad etmiştir. Böylelikle kullar imkân oranında bu sebepleri elde
etmeye çalışsınlar. Hz. İsa'nın mucizeleri de buna benzer. Şanı yüce Allah kuşu
çamurdan da yaratmaya kadirdi, başka bir şeyden de. Ayrıca Hz. İsa'nın
yaratılması için meleğin Hz. Meryem'e üflemesini gerektiren bir durum da
yoktu. Çünkü Yüce Allah'ın kudretinin tecelli yolu: "Ol der, o da hemen
oluverir," (Âl-i İmran, 3/47). Şu kadar var ki Yüce Allah kudretini tedrîc
yolu ile ortaya çıkarmayı dilemiştir. Ta ki hayat sahibi olmak suretiyle çamur
ile kuş arasındaki fark ortaya çıksın. Hz. İsa'nın hilkati ise, yalnızca
annenin nutfesi ile olmuştu. Ruhun üflenmesi ise Allah'ın izni ve kudreti ile
gerçekleşmişti. "Ol der, o da hemen oluverir." (Âl-i İmran, 3/47).
Bütün bu açıklamalarımız mucizenin anlaşılmasını daha bir kolaylaştırmak
içindir.
Yahudilerin
türlü nimetlerle donatılmaları, onları dosdoğru yol üzerinde yürütmek, tevbe
etmelerini sağlayarak işlemiş oldukları günahlarından kurtarmak içindi.
Yahudilerin Tîh'te kırk yıl süre ile kalmaları, yeni bir neslin ortaya çıkması
içindi. Bu, yeni neslin hak akide esasına, ahlâkî değerlere ve faziletlere
sahip olarak yetişmesi ve bu süre zarfında da putperestliğin, buzağıya tapmanın
kök saldığı neslin de ortadan kalkması içindi.
Yüce
Allah Yahudilere kasabanın kapısından secde ederek ve "hıtta" diyerek
girmelerini emredince onlar sözü değiştirdiler ve kıçları üstünde gerisin geri
sürünerek kapıdan içeri girdiler, "Arpa içerisinde bir buğday tanesi
olsun" dediler. Onların maksatları Allah'ın emirlerine muhalefetti.
Böylelikle isyan ettiler, isyanda direndiler, alay ettiler. Allah da onları
"ricz" yani azap ile cezalandırdı. Bu da şeriatte açık nass ile
tespit edilen buyrukların değiştirilmesinin -eğer ibadet, kulluk etmek onların
lafzı ile söz konusu ise- caiz olmadığının açık delilidir. Çünkü Yüce Allah
kendi buyruğu ile vermiş olduğu emirleri değiştiren kimseleri yermiş
bulunmaktadır. Eğer teabbüd (kulluk), manası ile oluyor ise, o vakit bu anlamı
ifade edecek tabirlerle değiştirmek caiz olur. Ancak bu anlamın dışına çıkacak
lafızlarla değiştirmek caiz olmaz.
Buna
binaen ilim adamlarının çoğunluğu hitabın ne anlama geldiğini bilen,
kelimelerinin tek tek mahiyetini kavrayan bir kimsenin mana yoluyla hadisi
rivayet etmesini caiz kabul etmişlerdir. Şu kadar var ki değiştirilen lafızların
tam anlamıyla o manaya mutabık olması şarttır. İlim adamları, Arap olmayanların
da şeriatı öğrenebilmeleri için Kuran ve hadislerin onların dillerine tercüme
edilmesinin caiz olduğunu ittifakla kabul ederler. İşte bu da mana yoluyla bir
nakildir. Şanı yüce Allah Kuran-ı Kerim'inde geçmişlerin haberlerine dair
anlattıkları kıssalarda bunu yapmıştır. Bir takım kıssaları aynı anlamda
olmakla birlikte değişik yerlerde değişik lafızlarla bize sunmuştur. Ve bu
kıssaları o kıssa kahramanlarının dillerinden Arap diline nakletmiştir. Ayrıca
bu nakiller takdim, te'hir, hazf, ilga, fazlalık ve eksiklik bakımından da
farklı farklıdır. Hz. Peygamberin: "Allah benim sözümü işitip de işittiği
gibi tebliğ eden kişinin yüzünü ak etsin." hadisine gelince; bundan kasıt
o işitilen sözün hükmüdür, lafzı değildir. Çünkü hadis-i şerifin lafzı ile
ibadet olmamaktadır.[159]
Semadan
azabın indirilmesi suretiyle İsrailoğullan'nm cezalandırılmasına gelince, bu
onların fasıldık etmelerinden dolayıdır. Nitekim Yüce Allah: "Biz de
fâsıkhk ettikleri için..." (Bakara, 2/59) diye buyurmaktadır. A'raf
suresinde de: "Zalimlik ettikleri için." (A'raf, 7/162) diye
buyurmaktadır.
Şeriatta
fasıklık, Yüce Allah'ın itaati dışına çıkıp ona isyan etmekten ibarettir. İşte
bu fısk Yüce Allah'ın: "Zulmedenlerin üzerine..." buyruğunda ifade
ettiği zulmün kendisidir. Bunun tekrar edilmesinin faydası ise tekiddir yani
meseleyi vurgulamaktır. Gerçek de Râzî'nin söylediği gibidir.[160]
Aslında bu iki sebep dolayısıyla tekrar değildir. Birincisi; zulüm bazan küçük
günahlar dolayısıyla da söz konusu olabilir, büyük günahlar dolayısıyla da.
İkincisi onların bu değiştirme sebebiyle zalimliği hak etmiş olmaları ihtimal
dahilindedir. Bu bakımdan da semadan üzerlerine azap indi ve bu, yaptıkları
değişiklik sebebiyle oldu. Daha doğrusu bu değişiklikten önce işlemiş
oldukları fasıklıktan dolayı oldu. Buna göre, bir tekrar sözkonusu
olmamaktadır.
"Hani
Musa kavmi için su istemişti." (60. ayet) buyruğu istiskâ (yağmur duası ve
namazı) sünnetini ifade etmektedir. Bu ise nasûh tevbe ile birlikte kulluğu,
Allah'a olan fakru ihtiyacı, miskinlik ve zilleti izhar etmekle olur. Bizim
şeriatımız da istiskâyı şehrin dışındaki namazgaha çıkmak, hutbe ve namaz
kılmak suretiyle meşru kabul etmiştir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne
göre böyledir. Çünkü bizim Peygamberimiz (s.a.), istiskâda bulunmuş, zillet
arzederek ağır ağır, Allah Teâlâ'ya yalvarıp yakaran bir edâ ile namazgaha
çıkmıştır. Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise, şehrin dışına çıkmak ve namaz
kılmak istiskânm sünnetlerinden değildir. Ona göre istiskâ sadece dua etmekten
ibarettir. Görüşüne delil olarak da Buharî ve Müslim'de yer alan ve Hz. Enes'in
rivayet ettiği hadisi gösterir. Kurtubî ise şöyle demektedir: Ebû Hanife'nin
lehine bu hadis-i şerifte delil olabilecek bir taraf yoktur. Çünkü o hadis-i
şerifte söz konusu edilen, hemen Allah tarafından kabul edilen bir duadır. O
bakımdan orada dua ile yetinilmiştir. Yoksa bu hadis ile istiskânın sünnetini
açıklamak kastı güdülmemiştir. Hz. Peygamber istiskânın sünnetini açıklamayı
kastettiğinde fiili ile bunu beyân etmiştir. Nitekim Müslim'in Abdullah b.
Zeyd el-Mâzinî'den yaptığı rivayet bunu ifade etmektedir. Orada şöyle
denmektedir: Resulullah (s.a.) namazgaha çıktı, yağmur duasında bulundu (istiskâ),
ridâsını ters çevirip giydi, sonra da iki rekât namaz kıldı.[161]
Yüce
Allah'ın: "Yiyiniz, içiniz." buyruğu ile "taşkınlık yapıp fesat
çıkarmayınız" buyruğu ise nimetlerin temelde mubah olduğuna delil olup
ayrıca masi-yetlerden sakındırmakta, masiyetin ceza ve zararlarına dikkat
çekilerek uyanda bulunulmaktadır.
[162]
6/
Hani siz şöyle demiştiniz: "Ey Musa, biz yalnız bir çeşit yemeğe
sabrede-meyiz. Bizim için Rabbine dua et de bakla, sebze, acur, sarımsak,
mercimek ve soğan gibi bize yerin bitirdiği şeylerden çıkarsın." Dedi ki:
"Daha hayırlı olanı böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?
Öyle ise Mısır'a çekip gidin. İstediğiniz şeyler size verilecek." Onlara
zillet ve meskenet verildi. Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar. Bu
Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberlerini
öldürmelerinden, isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından dolayı idi.
"Yerin
bitirdiği şeylerden". Burada bitirmek, aklî mecaz şeklinde yere izafe
edilmiştir. İlişki sebepliliktir. Çünkü yer bitki bitmesinin sebebidir.
"Onlara
zillet ve meskenet verildi." Zillet ve meskenet, çadırın altında bulunanları
kuşattığı gibi bundan kinaye olarak diğerlerini de kuşatacağına işarettir.
"Haksız
yere" ifadesi, onların bu haksızlıklarının ne kadar çirkin olduklarını
daha ileri boyutlarda ifade etmek içindir.
"Dedi
ki: Daha hayırlı olanı böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz?"
buyruğunda konuşması istenilen bizzat Hz. Musa'dır. Onun bu şekilde soru
sorması ise inkâr (yaptıklarını reddetmek) içindir.
[163]
Bakla:
Yerde yeşeren her türlü baklagil ve sebzeliklerin genel adıdır. Acur: Bilinen
bir hıyar çeşididir.
Sarımsak
(fum): Bunun bildiğimiz sarımsak olduğunun iki delili vardır: Birincisi İbni
Mes'ud'un bunu (peltek se) ile sûm şeklinde okuması ve ondan sonra da soğanın
söz konusu edilmesidir.
Daha
aşağı (ednâ): Daha aşağı mertebede demektir. Yani yakınlık anlamına gelen
"dünuv" daha aşağı anlamına gelen "dûn"dan gelir. Bu,
bundan daha aşağıdır (dûndur) yani miktarı daha azdır, demek gibi. Dünuv ve
yakınlık (kurb) ise miktarın azlığını ifade etmek için kullanılan kelimelerdir.
Mısır:
Yani ziraatin yapıldığı herhangi bir belde.
"Onlara
zillet ve meskenet verildi" yani ona maruz bırakıldılar. Zillet, aşağılık
ve bayağılık demektir. Meskenet, fakirlik ve ihtiyaç halinde olmak demektir.
"Allah'tan
gelen bir gazaba uğratıldılar." Bu gazap ile iç içe kalarak dönmek
durumunda kaldılar.
"Bu"
yani onlara vurulan bu zillet ve gazap "haksız yere" zulmen
Zekeriy-ya ve Yahya -ikisine de selâm olsun- gibi "peygamberleri
öldürmelerinden, isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından" masiyetlerde
haddi aşmalarından "dolayı idi." "Bu" kelimesi tekid için
tekrarlanmıştır. Bu tekrardan kasıt ise, onların meskenet ve gazaba maruz
bırakılmalarının sebebini açıklamaktır. Dolayısıyla bununla cezaya sebep
teşkil eden şey reddedilmektedir.
İsyan
itaatin zıddı, taşkınlık (i'tidâ) ise her hususta sınırı aşmaktır.
[164]
Ey
Yahudiler! Daha önceden atalarınızın söyledikleri şu sözleri hatırlayınız: Ey
Musa, bizim tek çeşit yemek yemeye devam etmemize imkân kalmamıştır. (Sözü
geçen bu tek çeşit yemek ise, men ve selva idi.) Bize Rabbinden yeryüzünde
yetişen ve diğer insanların yediği nane, kereviz, pırasa ve buna benzer güzel
bakliyat türünden yerde biten şeylerden ihsan etmesini iste. Onlar Hz.
Musa'dan dua etmesini istemişlerdi. Çünkü peygamberlerin duasının başkalarının
dualarına göre kabul edilme ihtimali daha yüksek olduğunu biliyorlardı.
Hz.
Musa ise bu isteklerinden şaşırmış bir şekilde onları azarlayarak ve böyle bir
talebi tepki ile karşılayarak şöyle dedi: Siz daha hayırlı, daha rahat elde
edilen men ve selva gibi değerli şeyleri, bu gibi bayağı türlere mi değişmek
istiyorsunuz? Halbuki men alışageldiğiniz tatlıdır, diğeri ise en güzel kuş etidir.
Her ikisi de mükemmel ve lezzetli birer gıdadır. Sizler menfaat ve hayır itibariyle
daha aşağıda olanı istediğinize göre, haydi Tîh'den aşağı ininiz
[165] ve
herhangi bir zirai beldede yerleşiniz. Orada istediğinizi elde edebileceksiniz.
İs-raıloğulları men ve selvayı tek bir çeşit yemek olarak ifade ettiler.
Halbuki bunlar iki ayrı şeydir. Buna sebep gıda olarak her gün bunları yiyip
durmalarıydı. Nitekim namaz, oruç ve kıraate devam eden bir kimse hakkında, o
tekdüze devam edip gidiyor, denilir. Bu da onun bu işlere devam etmesinden
dola-Tidır.
Fakat
Yüce Allah bu nimetlere karşı nankörlük etmelerini, Allah'ın Hz. Musa'ya vermiş
olduğu ayetlerle, yani göz kamaştırıcı mucizelerle alay etmeleri, haksız yere
peygamberleri öldürmeleri dolayısıyla onları cezalandırdı. Çünkü Yahudiler
Zekeriyyâ, Yahya ve diğer peygamberleri, öldürmelerini haklı çıkartacak hiç
bir sebep olmaksızın, zâlimce öldürdüler. Onların cezaları dünya hayatında
zillet ve hakirliğe mahkûm edilmek oldu. Söz konusu bu zillet ve ha-kirlik
onlardan ayrılmayacak ve onları kuşatacak bir şekildeydi. Tıpkı bir çadırın,
altında bulunanları kuşattığı gibi. Dünya hayatında Allah'ın gazabını, belâ ve
intikamını hak ettiler, ahirette de acıklı azabını.
Bu
ceza, onların Rablerinin emirlerine tekrar tekrar isyan etmelerinden dolayı
idi. Dinlerinin sınırlarını aşıp aralarında peygamberlerin de bulunduğu
insanlara karşı haksızlık etmişlerdi. Buna göre ceza çekmelerinin iki sebebi
vardı: İsyan etmek ve haddi aşmak. İsyan yasak kılınan şeyleri işlemek, haddi
aşmak ise izin verilen ve emrolunan sınırı aşmaktır.
Zillet
ve meskenetin üzerlerine vurulması, yani Yahudilerin zillet, hakirliğe ve
ihtiyaca mahkum edilmeleri ise -mal sahibi olsalar dahi- ruhlarının derinliklerinde
bunların yer etmesidir. Onlar zilletin niteliklerini, ruhî zayıflığı, nefsi
hakir düşürmeyi, bayağı ve adi tasarrufları, âdi ahlakı atalarından kalıtım
yoluyla aldılar. Adeta nefis doygunluğu ve izzetini farkedemiyorlar, gözleri
bir türlü doymuyor ve hiç bir şeye kanmıyor. Her zaman için onların göz diktikleri
menfaatler ve kinler onlara egemendir. O kadar ki onlar maddeyi ilahlaştı-rıp
ona tapıyorlar. Bütün bunlar ise içten içe daha çok mal elde etmek duygusuna
sahip olmalarından dolayıdır.
Yine
Yahudilerin bir devlete sahip olmaları, onların zillet ve adiliğe mahkûm
edilmelerini ifade eden bu ayet-i kerimeye aykırı değildir. Çünkü gerçek bir
devleti ayakta tutan esaslara onlar sahip bulunmamaktadırlar. O Yahudi milleti,
devletleri olsa dahi hiçbir zaman rahat huzur ve güven içinde olmamışlar ve
olamayacaklardır. Bundan dolayı o mîuet\)aşvta kmef^a &m&.
nxt£x<& bütün büyük devletlerden sınırsız ve devamlı ekonomik, siyasal
ve askeri yardım ve destek almak durumunda kalmışlardır.
[166]
Men
ve selva gibi en değerli yiyecekleri bırakıp onların yerine daha aşağı seviyede
bulunan soğan, sarımsak, mercimek, hıyar ve benzeri şeyleri istemek, insan
nefsinin bazan güzel yerine kötü olanı, üstün yerine aşağı olanı kabul
edebileceğini göstermektedir. Hasan-ı Basrî der ki: Yahudiler önceleri pırasa,
soğan, mercimek gibi şeyler yerlerdi. Böylelikle onlar kötü bir şekilde
asıllarına çektiler, tabiatları alışageldikleri şeylere özlem duymaya başladı
ve: "Biz yalnız bir çeşit yemeğe sabredemeyiz" dediler.
[167]
Onların "sabredenleyiz" demeleri bu yemeklerden hoşlanmadıklarını
göstermektedir. Nimete şükretmemek ise, o nimetin son bulmasının habercisidir.
Sanki onlar bu nimetin son bulmasını ve başkasının gelmesini istemiş gibi
oldular.
Soğan,
sarımsak vb. hoş kokusu olmayan bitkileri yemeye gelince, bu, ilim adamlarının
cumhurunun görüşüne göre mubahtır. Çünkü bu konuda sabit hadisler vardır.
Fakat, bu gibi şeyleri yiyen kimsenin mescit ve buna benzer toplanma yerlerinde
hazır bulunmaktan uzak durması gerekir ki, hoş olmayan kokularından dolayı
çevresi rahatsız olmasın. Ebu Saîd el-Hudrî, Resulullah (s.a.)'tan, Hayber günü
fethedildiği sırada, ashabın sarımsak yemesi üzerine şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Ey insanlar! Ben Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi haram kılmak
hakkına sahip değilim, fakat bu kokusundan hoşlanmadığım bir bitkidir."
Âyet-i kerime de hoş şeylerin ve lezzetli yiyeceklerin yenilmesinin caiz
olduğunu göstermektedir. Resulullah (s.a.) da helva ve balı sever, tatlı ve
soğuk içerdi.
Yüce
Allah'ın Yahudilere verdiği zillet ve meskenet cezası ile onları gazaba maruz
bırakması haktır, adalettir, onların işledikleri günahlara uygun bir cezadır.
Çünkü onlar hakka uymaya karşı büyüklendiler. Allah'ın ayetlerini inkar
ettiler. Şeriatın taşıyıcıları olan peygamberleri ve onlara uyanları küçümsediler.
O kadar ki haksız yere ve zalimce onları öldürdüler. Halbuki peygamberler
öldürülmelerini gerektirecek bir iş işlemekten yana korunmuş masum kullardır.
Hiç bir peygamber hiç bir zaman öldürülmesini gerektirecek bir fiil işlemez.
Şanı yüce Allah "haksız yere" buyruğu ile işledikleri günahın
çirkinliğine ve çok açık bir günah olduğuna açıkça işaret etmektedir.
İmam
Ahmed, İbni Mesud'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Kıyamet gününde insanlar arasında azabı en şiddetli olan
kimse peygamber tarafından öldürülen veya peygamber öldürmüş olan kimse,
dalâlet (sapıklığın) önderi ve maktullere müsle yapan (azalarını kesen) bir kimse
olacaktır."
Kâfirlerin
peygamberleri öldürmelerine nasıl imkan verilebilir? diye sorulacak olursa,
şöyle cevap verilir: Bu peygamberlerin şanını yüceltmek, onların makamlarını
yükseltmek içindir; mümin olup da Allah yolunda öldürülenlerin durumunda olduğu
gibi. Yoksa bu, onları yardımsız bırakmak değildir. İbni Ab-bas ve Hasan-ı
Basri der ki: Peygamberler arasından öldürülenler sadece kendilerine savaşma
emri verilmemiş olan peygamberlerdir. Savaşma emri verilmiş olan her bir
peygambere mutlaka zafer nasib olmuştur.
[168]
62-
Muhakkak iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabitlerden Allah'a ve ahiret
gününe inanan ve salih amel işleyenlerin, elbette Allah Teâlâ katında ecirleri
vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler de.
"Yahudiler"
Yahudilik dinine girmiş olanlar, "Hristiyanlar"' Hz. İsa (a.s.)'ya
uyan kimselerdir.
[169]
"ve Sâbiîler'den": Meleklere yahut yıldızlara ibadet eden, Yahudi
veya Hristiyanlardan bir taifenin adıdır.
[170]
İşte bunlar arasından "kim" bizim peygamberimiz döneminde
"Allah'a ve ahiret gününe iman eder" ve onun şeriatı gereğince
"salih amel işlerse, elbette onların rablan katında ecirleri",
amellerinin sevabı "vardır."
[171]
Bu
ayeti kerime Selmân-ı Farisî'nin arkadaşları hakkında inmiştir. Hz. Sel-mân
Cundîsâbur'un soylularından idi.
[172]
İbni Ebi Hatim ve Müsned' inde el-Ade-nî, Mücâhid'den (Selman-ı Farisî'nin)
şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resu-lullah (s.a.)'a, kendileriyle
birlikte olduğum bir dine mensup kimseler hakkında soru sordum. Ona kıldıkları
namazları, ibadetleri anlattım ve şu: "Muhakkak iman edenler, Yahudiler..."
ayeti nazil oldu.
[173]
el-Vahidî de Mücâhid'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Hz. Selmân,
Resulullah (s.a.s.)'a, arkadaşlarını anlatınca, Resulullah (s.a.s.):
"Onlar cehennemdedir" dedi. Selmân der ki: Yeryüzü gözümde
kararıverdi. Daha sonra: "Muhakkak iman edenler, Yahudiler... üzülmezler
de" buyruğu nazil olunca, sanki üzerimden bir dağ kalkmış gibi oldu.
[174]
Kui'an
üslûbu, Kur'an kıssasını anlatırken arada hatırlatma yöntemini izlemiş ve
ümitsizliği bertaraf etmek ve ümit kesmeyi ortadan kaldırmak için cezalandırılmayı
gerektiren sebepleri açıklarken umut kapısını da açık tutmuştur. İşte burada da
aynı durumu görüyoruz. Yüce Allah Yahudilere eskiden geçmişlerinin yaptıklarını
hatırlatıp onların varacakları yeri ve cezalarını, -Kur'an'ın nüzulü çağındakiler
ibret alsınlar diye- açıkladıktan sonra, bütün müminler için genel olan şu
ilkeyi söz konusu etmektedir: Allah'a ve ahiret gününe iman edip de O'nun dinine
sımsıkı yapışan, sağlam amel işleyen herkes, ister Müslümanlardan olsun, ister
Yahudilerden, ister Hristiyanlardan isterse de kayıtsız şartsız dinlerini
bırakıp İslama girenlerden olsun, (ameli, mensûh olmayan bir şeriata uygun
olmak şartıyla) kurtuluşa erenlerdendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"O kâfirlere de ki: Eğer (şirkten) vazgeçerlerse geçmiş günahları
bağışlanır..." (Enfâl, 8/38).
[175]
Resulullah
(s.a.)'ın Allah'tan getirdiklerini doğrulayanlar daha önce Yahudiliğe veya
Hristiyanlığa girmiş veya dinlerini değiştirmiş ve bununla birlikte yalnızca
Allah'a hiç bir kimseyi şirk koşmaksızm iman eden, öldükten sonra dirilişe,
amellerinin hesabının görüleceğine inanıp salih ameller işleyenler için
amellerinin sevabı Allah nezdindedir. Kıyametin dehşetli halleri dolayısıyla onlar
için korku yoktur ve cennette ebedî nimetleri görecekleri vakit de, dünyayı ve
dünyanın güzelliklerini geride bıraktıkları için üzülmezler.
[176]
Kurtuluşun
ve umulanlara kavuşmanın esasını salih amel ile birlikte olan sahih iman teşkil
eder.
Bu
ayet, neshedilmiş değildir. Aksine peygamber (s.a.)'e imanı üzere sebat gösteren
müminler hakkındadır.
Yahudi
ve Hristiyanlann Kitap Ehli oldukları hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kitap
Ehli olduklarından dolayı kadınları ile nikahlanmak ve yemeklerini yemek
caizdir. Nitekim Mâide suresi (5. ayet ile) onların cizye yükümlülüğüne tabi
tutulmaları da bunu ifade etmektedir ki bunu da Tevbe suresi (29. ayet)
açıklığa kavuşturmaktadır. Sabitler hakkında ise görüş ayrılığı vardır:
Bir
grup ilim adamı (es-Süddî, İshâk b. Raheveyh ve Ebu Hanife) bunların
kestiklerini yemekte ve kadınları ile nikâhlanmakta bir mahzur yoktur, demişlerdir.
Başkaları
ise (Mücâhid, Hasan-ı Basrî ve İbni Ebi Necîh) kestikleri yenmez, kadınları
ile evlenilmez demişlerdir.
Sâbiîler
yıldızların etkilerine ve faal olduklarına inanan ve bununla birlikte
yaratıcının vahdaniyetine inanan topluluğun adıdır.[177]
63-
Hani sizden sağlam söz almış ve Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık. "Size
verdiğimizi kuvvetle alın, içindekileri hatırlayın ki sakıtlasınız."
(demiştik).
64-
Bundan sonra ise yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti
olmasaydı, şüphesiz zarara uğrayanlardan olurdunuz.
65-
Andolsun sizden cumartesi günü haddi aşanları bilmişsinizdir. Onlara: "Hor
ve hakir maymunlar olun" demiş-
66-
Biz bunu önümdekilere de ardından gelenlere de bir ibret, takva sahipleri için
de bir öğüt kıldık.
"Sizden
söz almıştık." diye buyurulup da "Sizden sözler almıştık"
şeklinde buyurulmamasının sebebi, ayrı ayrı her birisinden alınan sözleri
kastetmesi-dir. Meselâ: "Sonra sizi bir bebek olarak çıkartır."
(Mümin, 40/67) buyruğunda olduğu gibi. Sizden her birinizi bebek olarak
çıkartır, demektir.
Onlara
"Hor ve hakir maymunlar olun," demiştik. Bu teklifi bir emir değil,
tekvînî bir emirdir. Maksat onların maymunlara dönüştürülmeleridir. "Hor
ve hakir" ibaresi ya maymunların sıfatıdır veya haberden sonra bir
haberdir (o takdirde mana şöyle olur: Maymunlar olun, hor ve hakirler olun.)
veya "olun" zamirinden haldir (o takdirde anlamı: Hor ve hakîr halde
maymunlar olun, şeklinde olur.)
[178]
"Maymunlar
olun." Burada emir, hakikat anlamında değildir. Bununla küçük ve hakir
düşürmek anlamı kastedilmiştir. "Önümüzdekilere de ardından gelenlere de
bir ibret" yani ondan önce gelenlere ve ondan sonra gelenlere ibret
olmasından kinayedir.
[179]
"Sağlam
söz (mîsâk)": Pekiştirilmiş ahit demektir. Burada ise Tevrat'ta bulunan
hükümler gereğince amel etmeye dair olan söz kastedilmektedir.
"Tür":
Filistin'in kuzeyinde bilinen dağın adıdır.
"Size
verdiğimizi kuvvetle alın." Yani kararlılıkla ve isteyerek, içten gelerek
alın. "İçindekileri de" Gereğince amel etmek suretiyle
"hatırlayın. Ki, sakı-nasınız" Cehennemden veya masiyetlerden
konmasınız.
"Cumartesi
günü haddi aşanlar" Yüce Allah o günde balık avlamalarını yasaklamıştı.
Sözü geçen kimseler deniz kıyısında bulunan Eyle kasabası halkıdır. "Hor
ve hakir" Allah'ın rahmetinden uzak...
"Önündekilere
de ardından gelenlere de" yani hem kendi çağdaşı olan ümmetlere, hem de
onlardan sonra gelenlere bir ibret, takva sahipleri için de bir öğüt
kıldık." Özellikle takva sahiplerinin söz konusu edilmesi, başkalarının aksine
bu gibi şeylerden onların yararlanmalarıdır. Takva sahipleri ise Allah'ın farz
kıldıklarını yerine getiren, ona isyanı gerektiren şeylerden uzak duran
kimselerdir.
[180]
Bundan
önceki ayetler İsrailoğulları'na üstün ve değerli nimetleri hatırlatmaya
dairdi. Bu ayet-i kerimeler ise işledikleri masiyet ve aykırılıklar sebebiyle
onları ayıplamakta ve tenkit etmektedir. Onlar Allah'a verdikleri ahdi ve sözü
bozdular. Cumartesi günü ile ilgili ilahi yasağı çiğnediler ve sonunda Allah'ın
rahmetinden ve insanlardan uzak kılınmış maymunlar gibi oldular. Musa (a.s.)
döneminde yaşayan İsrailoğullan arasında bu durum görüldüğüne göre, Kur*an-ı
Kerîm'in indirildiği dönemde yaşayan, onların soyundan gelen kimselerin
geçmişlerinin başına gelenden korkarak, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini
inkâr etmemeleri gerekirdi.
[181]
Ey
İsrailoğullan! Geçmişteki atalannızdan Tevrat'ta bulunan hükümler gereğince
amel etmelerine dair söz aldığımız zamanı hatırlayınız. Onlar bunu kabul
etmemiş, sonunda Yüce Allah onlan korkutmak üzere Tûr'u tepelerine kaldırmış ve
onlara Tevrat'ın içinde bulunan hükümlere tam bir ciddiyetle, içten gelen bir
gayret ve ısrar ile uymalannı emretmişti. Yine sizler Tevrat'ta bulunan
hükümleri hatırlayınız ve orada bulunan hükümler gereğince amel ediniz.
Tevrat'ın anlamları üzerinde düşününüz ki, takva sahiplerinden olasınız. Çünkü
ilim amele götürür. Amel ise nefsin derinliklerine ilmi yerleştirir ve Allah'ın
gözetimi altında bulunmayı bir tabiat haline getirir. Bunun sonucunda da insanı
masiyetlerden koruyan bir takva ortaya çıkar. Bu takva bayağı ve adi işlerle
uğraşmaktan müslümanı korur ve Rabbın katında nzaya kavuşturur. Nitekim Yüce
Allah: "Ve güzel akıbet takvanındır." (Tâ-Hâ, 20/132) diye buyurmuştur.
Siz
bu emirleri bir süreye kadar kabul ettiniz. Fakat daha sonra itaatten yüz
çevirdiniz. Eğer Allah'ın size rahmeti, lütfü ve size mühlet vermesi söz konusu
olmasaydı -çünkü hak ettiğiniz cezayı acilen vermemişti- dünya ve ahiret
mutluluğunu kaybedenlerden, zarara uğramış, helak edilmişlerden olurdunuz.
Gerçekten
sizler cumartesi günü balık avlamak suretiyle sınırı aşan atalarınızın
durumunu biliyorsunuz. O gün sadece ibadete ayrıldığından dolayı avlanmak haramdı.
Musa (a.s.) o günde iş yapmalarını onlara yasak kılmış ve Rableri-ne itaat
etmelerini farz, haftanın diğer günlerinde de çalışmayı mubah kılmıştı.
Bu
yasağı çiğneyenlerin cezası ise hayvan mertebesine inmek olmuştu. Akılsız,
idraksiz, düşüncesiz, hevâlan doğrultusunda serserice dolaşan, gelişigüzel
arzularının mahkûmu maymunlar ve isteklerinin emrinde hareket eden domuzlar
gibi yaşadılar. Açıktan açığa münkerleri işlediler, insanî erdemlerden uzak
kaldılar. O kadar ki insanlar dahi onları hakir gördü ve onları kendileriyle
birlikte oturup kalkmaya, ilişkilerde bulunmaya lâyık ve ehil görmedi.
Onların
aşağılık maymunlara dönüştürülmelerinin anlamı hayırdan uzak, zelil ve hakir
kılınmalarıdır. Mücâhid der ki: Onlar maymunlar kılığına sokulmadılar. Suretleri
değiştirilmedi, kalpleri değiştirildi ve kalpleri hiç bir öğüt kabul etmez ve
hiç bir yasağı kavramaz oldu. Bu, Yüce Allah'ın onlara verdiği bir misaldir.
Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda da koca koca kitaplar yüklenmiş eşek
misaline benzetilmişlerdir: "Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu
yüklenme-yenlerin hali, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir."
(Cuma, 62/5).
[182]
Ancak
müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre masiyetleri sebebiyle suretleri de
meshedümiş (değiştirilmiş) ve maymun suretine dönüşmüştür. Ka-tâde der ki:
Gençleri maymun, yaşlıları da domuz oldu. Aralarından yalnızca bu yasağın
çiğnenmesinden vazgeçilmesini isteyenler ve bu doğrultuda telkinde bulunanlar
kurtuldu, diğerleri ise helak oldular.
Meshedilerek
sureti değiştirilenlerin soyu olmaz; yemez, içmez ve üç günden fazla
yaşamazlardı. İşte bu şekilde Yüce Allah, dilediği kimseye dilediğini yapar ve
dilediği şekle dönüştürür.
[183]
Bu
ayet-i kerimenin benzeri diğer ayet de Yüce Allah'ın şu buyruğudur:
"Onların bir kısmını maymunlar ve domuzlar suretine soktu ve onlar tağûta
taptılar." (Mâide: 5/60).
İbni
Kesîr der ki: Doğrusu, bu mesh'in hem manevî hem şeklî olduğudur. Yüce Allah en
iyisini bilendir.
[184]
Durum
her ne olursa olsun, şanı Yüce Allah İsrailoğullarını -türü her ne ise- mesh
ile cezalandırdı. Bu ise Allah'a itaatin dışına çıkan her fâsıkm cezasıdır.
Bunu bilen de benzeri işlerden sakınsın diye bir ibrettir. Yani Allah'ın sınırlarını
aşmaktan vazgeçsin diyedir. Aynı zamanda böyle bir ceza, takva sahipleri için
de öğüttür. Çünkü gerçek takva sahibi kimse, böyle bir cezadan öğüt alır ve
Allah'ın sınırlarına yaklaşmaz, uzak durur: "İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır,
onlara yaklaşmayınız." (Bakara, 2/187). O bakımdan ey Kur'an'ın nüzulü
çağında yaşayan Yahudiler! Geçmişlerinizin başına gelenlerden öğüt almanız
gerekir. Size yakışan budur.
[185]
Bu
ayet-i kerimeler üç hususu göstermektedir: Tur'un kaldırılması, mesh ve
Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı hareket eden isyankârlara ölüm.
Tur
dağının Yahudiler üzerinde şemsiye gibi kaldırılması bir uyarı, korkutma ve
dehşete düşürme mahiyetinde idi. Şu ayet-i kerime Yüce Allah'ın buyruğuna
açıklık getirmektedir: "Hani biz dağı üzerlerine bir gölgelikmiş gibi
çekip kaldırmıştık." (A'raf, 7/171). Ebu Ubeyde der ki: Bunun anlamı,
"O dağı yerinden oynatmış ve koparmıştı" şeklindedir.
Tur'un
hangi dağ olduğu hususunda farklı görüşler vardır: İbni Abbas'tan
nakledildiğine göre Tur, Hz. Musa'nın Yüce Allah ile üzerinde konuştuğu ve Hz.
Musa'ya üzerinde Tevrat'ın indirildiği dağdır, başkası değildir. Mücahid ve
Katâde ise; "Bu, herhangi bir dağdır" demişlerdir.
Tur'un
kaldırılış sebebi de şudur: Musa (a.s.) Allah katından İsrailoğulla-rı'na
içinde Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları getirince, "Bu Tevrat'ı alınız ve
hükümlerine bağlı kalınız" demiş, onlar da: "Hayır, Allah seninle
nasıl konuştu ise bizimle de öyle konuşmadıkça kabul etmeyiz" demişlerdi.
Bunun üzerine onlar da ölü olarak yere yığılmış, sonra canlandınlmışlardı. Yine
Hz. Musa onlara, "Bu Tevrat'ı alınız" dediği halde onlar yine:
"Hayır" demişlerdi. Allah da meleklere uzunluğu bir fersah[186] ve
yine eni onun kadar olan Filistin dağlarından bir dağı dipten koparmalarını
emretti. Askerlerinin sayısı da bu kadar idi. Bu dağ üzerlerine bir gölge gibi
kaldırıldı. Arkalarından da bir deniz, önlerinden ise ateş getirildi. Onlara:
"Bu Tevrat'ı alınız ve onu zayi etmemek üzere de söz veriniz. Aksi
takdirde dağ üzerinize inecektir." denildi. Yüce Allah'a tevbe ederek
secde ettiler ve söz vererek Tevrat'ı aldılar. Taberî, ilim adamlarının
birisinden naklen şöyle demektedir: Eğer ilk defasında almış olsalardı, onlar
için söz ve ahit söz konusu olmazdı.
[187]
Onlar yanları üzere secde etmişlerdi. Çünkü korkularından dolayı dağı
gözetlemek durumunda kalmışlardı. Allah onlara merhamet buyurunca,
"Allah'ın kabul ettiği ve kendisi sebebiyle kullarına merhamet buyurduğu
bir secdeden daha faziletli bir secde şekli olamaz." dediler ve böylelikle
secdelerini tek bir yanları üzere yapmaya devam ettiler.
İbni
Atıyye der ki: Sahih olan tek husus şu ki, şanı yüce Allah onların secde
ettikleri vakitte kalplerine imanı halketti, yoksa onlar kalpleri iman ile
mutmain olmaksızın zorlanarak iman etmiş değillerdir.
Mücahid'den
Tur'un kaldırılışına dair bir başka sebep rivayet edilmektedir. Mücahid şöyle
der: Hz. Musa kavmine kapıdan secde ederek girmelerini ve "hıtta"
demelerini emretti. Secde etmeleri için de girecekleri kapı alçaltümıştı. Ancak
onlar secde etmediler ve kıçları üstünde sürünerek girdiler ve (hıtta yerine)
hunta (buğday) dediler. Böylelikde dağ onların tepelerine kaldırıldı."
[188]
Mesh:
Cumhurun görüşüne göre Yüce Allah cumartesi günü balık avlamak suretiyle haddi
aşan Yahudileri meshetmiştir. O günde Musa (a.s.) tarafından çalışmak haram
kılınmıştı. Katâde der ki: Gençleri maymun, yaşlıları domuz oldular. Bundan
ancak onları çalışmaktan alıkoymak isteyenler kurtulmuştur. Bunlar ise
Yahudilere aykırı hareket etmelerini yasaklayan ve açıktan açığa bu işten
vazgeçmelerini söyleyip onlardan uzak kalanlardı. Geri kalanları ise helak
oldu.
Bu
ayetin tefsirinde Mücahid'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Onların sadece
kalpleri meshedildi, anlayışları da maymun anlayışı seviyesine indirildi.
Aykırı
hareket edenler için öğüt almaya gelince: Yüce Allah cumartesi günü haddi aşıp
o günde hileli yola başvurarak balık avlayan isyankârlara meshi bir ceza olarak
takdir buyurdu. Onların bu hileli işlerini Yüce Allah A'raf suresinde (7/163.
ayette) şöylece dile getirmektedir: "Bir de onlara deniz kıyısındaki o
kasabayı sor. Hani onlar cumartesi gününde haddi aşmışlardı. Çünkü cumartesi
günlerinde balıklar akın akın meydana çıkarak yanlarına geliyor, cumartesi
tatili yapmadıkları gün ise gelmiyordu. İşte biz itaattan çıktıkları için
kendilerini böylece imtihan ediyorduk."
Yani
suyun geldiği (gelgit olayının birinci aşaması) sırada suyun önünde engeller
veya havuzlar yaptılar. Sular geri çekilip gittiğinde balıklar bu havuzlarda
kalıyor, pazar sabahı gidip bu balıklan alıyorlardı. İşte Tevrat gereğince amel
etmekten uzak durup Tevrat'ı unutan, zayi eden, Tevrat üzerinde düşünmeyen,
emir ve tehditlerini korumayan Yahudilerin cezası bu olmuştu. Onların cezaları
Tur dağının tıpkı bir gölgelik gibi üzerlerine yükseltilmesi idi.
Bu,
semavî kitaplardan maksadın, gereklerince amel etmek olduğunu, yoksa dil ile
okuyup telkin etmek olmadığının delilidir. Amel etmeksizin güzelce okumak, bu
kitapları bir kenara atmaktır.
Bunun
anlamı şudur: Öğütlerinden ibret almaksızın, hükümleriyle amel etmeksizin
Kur"an lafızlarını sadece teğannî ile okumak hiç bir fayda sağlamaz.
Nesâî, Ebu Saîd el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"İnsanlar arasında en kötü olanlardan birisi de Kur'an'ı okuyup da onun
hiç bir buyruğuna riayet etmeyen fasık bir kimsedir." Böylelikle Peygamberimiz
ilâhi kitaplardan maksadın, -açıkladığımız gibi- onlarda bildirilen hükümler
gereğince amel etmek olduğunu açıklamıştır.
[189]
67-
Hani Musa kavmine: "Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor."
deyince: "Bizi alaya mı alıyorsun?" dediler. O "Cahillerden
olmaktan Allah'a sığınırım." dedi.
68-
"Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize açıklasın."
dediler. Dedi ki: "Muhakkak ki o: 'O (inek) çok yaşlı da değildir, çok
genç de değildir, ikisi arasında dinçtir." diyor. Artık em-rolunduğunuzu
yapın."
69-
"Rabbine bizim için dua et de onun renginin nasıl olduğunu bize iyice
açıklasın" dediler. "Buyuruyor ki: "Gerçekten o bakanlara
ferahlık verecek sapsarı bir inektir demişti."
70-
Dediler ki: "Bizim için Rabbine dua et de nasıl olduğunu bize iyice açıklasın.
Çünkü bize göre bir çok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse gerçekten
biz hidayete ereriz."
71- Dedi ki: "O şöyle buyuruyor: Muhakkak
ki o işe koşulmamış, tarla sürmemiş ve ekin sulamamıştır. Salimdir, hiç bir
alacası yoktur" Dediler ki: "İşte şimdi hak ile geldin." Hemen
onu boğazladılar; fakat az kalsın yapamayacaklardı.
72-
Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa
düşmüştünüz. Halbuki Allah sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır.
73-
Biz: "Onun bir parçasıyla ona vurun." dedik. İşte Allah ölüleri
böyle diriltir ve size ayetlerini gösterir. Akıl erdiresiniz diye.
"Hemen
onu boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." buyruğunda hazif ile
yapılan îcâz vardır. İfadenin takdiri şöyledir: İstenen nitelikleri kendisinde
toplayan ineği araştırdılar, buldular. Bu ineği bulunca da boğazladılar.
"Allah
sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır." cümlesi, "hakkında
birbiri-nizle anlaşmazlığa düşmüştünüz." buyruğu ile "biz, onun bir
parçasıyla ona vurun, dedik." buyruğu arasında bir ara (muterize)
cümlesidir. Bu ara cümlesinin faydası muhataplara gerçeğin kesin olarak ortaya
çıkacağını hissettirmektir.
[190]
"İşe
koşulmamış" yani işe koşularak zelil kılınmamış "tarla
sürmemiş", ekin için toprağı işlememiş "ve ekin sulamamıştır."
Ziraata hazırlanmış araziye su vermemiştir. "Salimdir", her türlü
kusurdan ve çalışmanın etkilerinden uzaktır. "Hiçbir alacası yoktur",
yani öz renginden başka bir rengi bulunmamaktadır. "Sapsarı bir
inektir"; yani başka renklerden bir iz bile yoktur. Hatta onun boynuzu ve
tırnakları dahi öyledir.
"Dediler
ki: İşte şimdi hak ile geldin". Tam bir açıklamayı getirdin. Bu nitelikleriyle
ineği araştırdılar ve annesine karşı iyi davranan genç bir delikanlının böyle
bir ineği olduğunu tespit ettiler. İneği, derisi dolusu altına satın aldılar.
"Hemen
onu boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." Pahalı olduğundan
dolayı bu talebi gerçekleştiremeyeceklerdi.
"Onun"
yani ineğin, "bir parçasıyla" yani diliyle ya da kuyruk sokumu ile
"ona" yani maktule "vurun, dedik." Bu şekilde ona vurulunca
maktul hayat buldu ve: Beni filân ve filân öldürdü, dedi. Bu kişiler onun amca
çocuklarıydılar, mirastan mahrum bırakıldılar ve her ikisi de öldürüldü.
"Akıl
erdiresiniz diye" düşünüp tefekkür edesiniz ve tek bir canı diriltmeye
kadir olanın pek çok canı diriltmeye kadir olacağını bilip imana gelesiniz
diye.
[191]
Bu
ayet-i kerimelerle, ahdi bozmak, cumartesi günü haddi aşmak, Tevrat'ı uygulamak
hususunda inatlaşmak gibi Yahudilerin cürümlerinin söz konusu edildiği daha
önceki ayet-i kerimeler ile bağlantılı olan husus, bunların da Yahudilerin
toplulukların hususiyetlerini saymayı sürdürmesidir. Bu ise onların
peygamberlere aykırı düşmeleri, resullere zorluk çıkartmaları, Yüce Allah'ın
emirlerini uygulamakta vakit geçirmeleri, tereddütlü davranmalarıdır.
[192]
İbni
Ebî Hatim, Abîde es-Selmânî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İsrailoğulları
arasında çocuğu olmayan bir adam vardı. Bu adamın çokça malı vardı. Onun
mirasçısı ise kardeşinin oğluydu. Bu yeğeni onu öldürdü, sonra da onu geceleyin
taşıyıp kendilerinden olan bir başka adamın kapısı önünde bıraktı. Sabah
olunca o kişilerden amcasının kanını talep etmeye koyuldu. Nihayet taraflar
silahlandı ve birbirlerine girdiler.
Aralarında
bulunan akıl ve görüş sahibi olan kimseler: "Ne diye birbirinizi
öldüreceksiniz, işte aranızda Allah'ın Peygamberi (a.s.) var." dedi. Bunun
üzerine Hz. Musa'ya gittiler ve bu hususu ona anlattılar. O da kendilerine:
"Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor." dedi. Eğer itiraz
etmemiş olsalardı, herhangi bir ineği boğazlamaları onlar için yeterli olurdu.
Fakat işi zora koştular, onlar işi sıkı tuttukça işleri zorlaştınldı. Nihayet
kesmekle emrolundukları ineğin nitelikleri onlara açıklandı. Bu nitelikteki bir
ineği de başka ineği bulunmayan bir adamın yanında buldular.
Bu
adam da onlara şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ben onun derisi kadar altın verilmedikçe
vermem. Daha aşağısını kabul etmem. Derisi dolusu altın ile onu aldılar,
kestiler. Maktule (ölüye) ineğin bir parçası ile vurdular, ölü ayağa kalktı.
Seni kim öldürdü? diye sordular. O da kardeşinin oğlunu göstererek, "Bu",
dedi. Sonra da eskisi gibi ölü olarak yere yığıldı. Kardeşinin oğluna malından
hiç bir şey verilmedi. O zamandan itibaren, katile miras verilmez" oldu.[193] Bir
rivayette de "delikanlıyı alıp öldürdüler." denilmektedir.
[194]
Ey
Yahudiler! Musa'nın sizin geçmişteki atalarınız olan kavmine: "Allah size
herhangi bir inek boğazlamanızı emrediyor." dediği zamanı hatırlayınız.
Onlar bu emre uymadılar, işi sıkı tuttular. Allah da durumu onlara zorlaştırdı.
Hz. Musa'ya: "Bizimle alay mı ediyorsun ey Musa?" dediler. "Biz
senden öldürme ile ilgili hususu soruyoruz, sen bize bir inek kesmeyi
emrediyorsun?" Hz. Musa şöyle dedi: "Ben ciddi olunması gereken bir
yerde insanlarla alay etmekten Allah'a sığınırım. Çünkü Allah'ın hükümlerini
tebliğ konusunda şaka ve alaya gitmek akılsızlığın, cahilliğin delilidir."
Hz.
Musa'nın ciddi olduğunu görünce, bu sefer ineğin ayırd edici niteliğini ona
sordular, sorularını alabildiğine çoğalttılar, yaşını sordular. Hz. Musa
onlara: "Küçük de değildir, büyük de değildir, ikisi arası orta yaştadır,
haydi tmrolunduğunuzu yapınız, işi zorlaştırmayınız, Allah da işinizi
zorlaştırır." dedi.
Fakat
onlar işi daha da zorlaştırdılar. Bu sefer rengini sordular. Hz. Musa :iıiara:
"Bakanlara ferahlık verecek şekilde sapsarı bir inektir" dedi. Bu
kadarıyla da yetinmediler, ayırdedici başka bir takım daha özellikler
istediler ve bu konuda da şu sözleriyle özürlerini beyan etmeye kalkıştılar:
"İnekler pek çoktur ve bize göre bütün inekler birbirine benzer
görülüyor, inşaallah biz isteneni bulup yapacağız." Rivayete göre
Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Eğer is- yapıp inşaallah dememiş
olsalardı, ebediyyen bu inek onlara açıklanmazdi." Hz. Musa onlara şöyle
dedi: "Yüce Allah buyuruyor ki: "Bu inek tarla sürmek ve sulamak
suretiyle çalıştırılarak zelil kılınmış değildir. Her türlü kusurdan da
uzaktır. Ve onda sapsarı renkten başka bir renk de yoktur."
Bu
sefer "Şimdi apaçık gerçeği ortaya koymuş oldun." dediler ve o ineği
araştırmaya başladılar. Bu nitelikle ineği ancak annesine karşı iyi davranan
yaşça küçük bir yetimin yanında buldular. Onunla pazarlık yaptılar, o da alabildiğine
pahalı bir fiyat istedi. Nihayet derisi dolusu altına satın aldılar. Onların
bu emri yerine getirmeleri pek kolay olmadı. İbni Abbas der ki: "Eğer istedikleri
bir ineği kesmiş olsalardı, bu dahi onlara yeterli gelirdi. Fakat kendi
aleyhlerine olmak üzere işi sıkı tuttular, Allah da onların işini
zorlaştırdı."
Ve
ey Kur'an'ın çağdaşı olan Yahudiler! Şunu da hatırlayın: Hani siz bir kişiyi
öldürmüştünüz... Bu ifade lafzan sonraya bırakılıp mana itibariyle önceden söz
konusu edilmesi gereken hususlar kabilindendir. Böyle yapılması ise ineğin
kesilme sebebini bilmeye teşviktir. Öldürme Resulullah (s.a.)'a çağdaş olanlara
isnat edildi. Çünkü onlar da soylarından geldikleri ataları ile gurur duyuyor,
yaptıklarım beğeniyorlardı. İşte bu şekilde katil tek kişi olduğu halde,
öldürme işi bütün bir millete isnat edilmektedir. Çünkü millet kendi arasında
bir dayanışma içindedir ve geneli itibariyle tek bir kişi gibidir. O bakımdan
hepsi tek kişinin suçundan dolayı sorumlu tutulur. Ayrıca bunda geçmişlere,
halihazırda bulunanlara, topluma ve fertlere bir azarlama da vardır.
Siz
geçmişinizdeki bu öldürme olayını, maktul hakkındaki anlaşmazlığınızı
hatırlayın. Her biriniz kendisinin katil olmadığını söylüyor, suçsuz olduğunu
iddia ediyor, başkasını itham ediyordu. Allah onların bu işlerini ve hakikati
gizlemelerini ise red etmektedir. Siz bu gün de yanınızda bulunan Resulullah
(s.a.)'ın niteliklerini gizlemektesiniz. Allah ise mutlaka sizin öldürme ile
ilgili gizleyip sakladığınızı açığa çıkaracaktır. O bakımdan biz onlara şöyle
dedik: Bu maktule öldürülmüş olan kimseye kesilen ineğin bir parçası ile
vurunuz. Vurdular. Allah maktulü diriltti, o da öldürenleri haber verdi. İşte
bu şekilde hayret verici bir canlandırma gibi Allah kıyamet gününde ölmüşleri
canlandıracak, her kişiye amelinin karşılığını verecektir. İşte Allah, Kur*an
ve peygamberin doğruluğuna delâlet eden apaçık ayetlerini size göstermektedir.
Çünkü bu Kur"an gaybî olan hususları haber vermektedir ki, aklınızı
kullanasınız. Olur ki şeriatın sırlarını kavrar, şeriata boyun eğmenin
faydasını anlarsınız. Nefislerinizi, hevâları peşine takılmaktan alıkoyup
Allah'ın size vermiş olduğu emirlerde Allah'a itaat edesiniz.
[195]
Bu
kıssa Yahudilerin kötülüklerini ve işi zora koşan tutumlarını açıklarken bir
takım ibret ve öğütler ihtiva etmektedir. Bu öğütlerin en önemlilerini
aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:
1- Din hususunda aşırılığa düşmek, öğülmeye değer bir şey değildir. Çokça
soru sormak da ısrar etmek de makbul bir şey değildir. Bundan dolayı Yüce Allah
şu buyruğu ile Kur'an-ı Kerîm'in nüzulü sırasında bu tür bir tutumu bize
yasaklamaktadır: "Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde üzüleceğiniz
birtakım şeyleri sormayınız." (Mâide, 5/21). Müslim'in Sa'd b. Ebî
Vakkâs'tan rivayet ettiği şu hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.) bize aynı
şeyi yasaklamaktadır: "Müslümanlar arasında en büyük suçlu Müslümanlara
haram kılınmamış bir şey hakkında soru sorup da, o şeyin haram kılınmasına
sebep olan kimsedir." Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri Ebu
Hüreyre'den gelen şu hadis-i şerifte de aynı husus bize yasaklanmaktadır:
"Size yasakladığım şeyden uzak durunuz, size emrettiğim şeyi de gücünüz
yettiğince yerine getiriniz. Sizden öncekileri helak eden, onların çokça soru
sormaları ve peygamberlerine muhalif düşmeleridir." Yine Buharî ve Müslim
tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"...Ve (Rabbiniz Allah) sizin için kîlu kâl'i, gereksiz yere çokça soru
sormayı ve malı zayi etmeyi uygun görmemiştir."
Yasaklanan
soru sorma ise, Yüce Allah'ın kullarından gizlediği ve kendilerini muttali
kılmadığı -meselâ kıyametin kopması ile ilgili soru sormak gibi-hususlar, ruhun
gerçek mahiyeti, kaza ve kaderin sırrı, işi yokuşa sürmek, alay olsun diye soru
sormak, mucize talebinde bulunmak, inat olsun ve işi zorlaştır-sm diye
olağanüstü olaylar talebinde bulunmak, mugalatalı ve yanlışa düşürücü türden
gereği olmayan cevabında pratik faydalar bulunmayan ve şeriatın helâl ve haram
hükmünü belirtmediği hususlara dair soru sormak gibi.
Yüce
Allah açıkça hakkı inkâr eden, işi zora koşan, tartışan, inatlaşan, alay eden
bir tavır ile soru sormak hususunda direnme günahını, Yahudiler aleyhine tescil
etmiş bulunmaktadır.
2- Verilen emir, özellikle bir inek kesme idi, başka bir hayvan değil.
Çünkü inek onların taptıkları buzağının türündendi. Böylelikle tazim ettikleri
bir türün önemsizliği ortaya çıkacaktı.
3- Peygamberlerin emirleri ile alay etmeleri kınanmaya, azarlanmaya ve
cezalandırılmaya onları maruz bırakmıştır.
4- Hayatta olan bir varlığın öldürülmesi ile maktulün diriltilmesi,
eşyayı zıtlarından varetmek hususunda Yüce Allah'ın kudretini daha açık bir
şekilde ortaya koyar. Yüce Allah Bakara suresinde ölüleri diriltmekten beş ayrı
yerde söz etmektedir. Birisi Yüce Allah'ın: "Sonra sizi ölümünüzden sonra
tekrar di-riltmiştik." (Bakara, 2/56) buyruğu. Bu kıssada: "Onun bir
parçası ile ona vurun." dedik
buyruğunda. Diğeri binlerce kişi oldukları halde yurtlarından çıkan kimselerin
kıssasında: "Allah onlara: "Ölün", dedi sonra da onları
diriltti."
Bakara,
2/243). Biri Uzeyr kıssasında: "Allah onu yüz yıl öldürdü, sonra diriltti."
(Bakara, 2/259) Diğeri de İbrahim (a.s.) kıssasında: "Rabbim ölüleri nasıl
dirilttiğini bana göster, demişti." (Bakara, 2/260)
5- Suçsuz bir canı öldürmeye karşı şiddetli bir tepki gösterildiğini
görüyoruz. Onların inatçı, alaycı konumlarından sonra bu husustan söz etmesi,
inat konusuna dikkat çekmek ve azarlamak ile ineğin kesilme sebebini öğrenme arzu
ve şevkini uyandırmaktır. Aslında bu tür özellikler Yahudilerin alışkanlıklarıdır.
onlardan ayrılmayan tabiî durumlarıdır. Kur*an-ı Kerim ise olayları anlatırken
tarihçilerin gözettikleri sıraya riayet etmez. O hedefine uygun bir şekilde
anlatım yolunu seçer. Bunun sebebi ise öğüt, ibret, dikkatleri çekmek ve
uyarmaktır.
6-...[196]
7- Burada gördüğümüz Bakara kıssasında bizden öncekilerin şeriatının bizim
için de şeriat olduğunun delili vardır. İmam Şafiî dışında kalan usûl alimlerinin
cumhuru (çoğunluğu) bu görüştedir.
8- İmam Malik, Maktul'ün "Kanım filânın yanındadır, yahut filân beni
öldürdü" demesini Kasâme'yi[197]
kabul etmenin sıhhatine delil göstermiştir. İmam Şafiî ve ilim adamlarının
cumhuru ise bunu kabul etmemektedir. Çünkü maktulün, "Kanım filanın
yanındadır yahut filân beni öldürdü" demesi doğru ve yalan olma ihtimali
olan bir haberdir.
[198]
74-
Sonra bunun ardından yine kalpleriniz taş gibi, veya taştan da katılaştı. Çünkü
öyle taşlar vardır ki, ondan ırmaklar kaynar. Yine öyle taşlar vardır ki
yarılıp su çıkarır. Öyle taşlar da vardır ki, Allah korkusundan yuvarlanır.
Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
"Sonra
bunun ardından yine kalpleriniz taş gibi... katı kesildi." Açık bir
istiaredir. Kalplerin sertliği ve katılığı nitelendirilmekte. Bununla ibret ve
öğüt almaktan ne kadar uzak oldukları ifade edilmek istenmiştir. "Taş
gibi" mücmel ve mürsel bir benzetmedir. Çünkü benzetme edatı söz konusu
edilmekle birlikte, benzeme yönü hazfedilmiştir.
"Ondan
ırmaklar kaynar." Mürsel bir mecazdır. Yani ırmakların suyu o taşlardan
fışkırır. Bu ise yerin zikredilmesi ile birlikte hallin kastedilmesi
kabilindendir.
"Sonra
bunun ardından..." buyruğundaki "sonra" edatı hem sıralanışı ifade
için hem de arada zaman geçtiğini ifade içindir. "Sonra" edatının
kullanılması Yahudilerin kalplerinin katılığını, sağlıklı halden alabildiğine
uzak bir noktaya ulaşmış olduğunu göstermektedir. "Veya taştan da katı
kesildi." Burada "veya", "hatta" anlamındadır. Yani
aksine taştan da daha katı kesildi, anlamındadır. Yüce Allah'ın: "Ve biz
onu yüz bin veya daha fazla kişiye gönderdik." * Sâffat, 37/147)
buyruğunda olduğu gibi.
Zemahşerî
el-Keşşâf da (I, 153) şöyle demektedir: "Daha da katı" ifadesi *taş
gibi" ifadesindeki benzetme edatına atfedilmiştir. Bunun ifade ettiği anlam
şudur: Sizin kalplerinizin durumunu bilen kimse, taşlara veya taştan da daha
katı bir maddeye benzetir ki, o da meselâ, demir olabilir. Veya kalplerinizi
tanıyan bir kimse taşlara benzetir ya da, "O kalpler taştan da daha
katıdır." der.
[199]
"Kalpleriniz
katılaştı." Yani hakkı kabul etmeye karşı katılaşıp sertleşti.
"Sonra
bunun ardından" yani ölünün diriltilmesi ve daha önce sözü geçen mucizelerin
akabinde bunlar meydana geldi ve kalpleriniz kasvet açısından katılık
açısından "taş gibi" oldu.
"Allah
yaptıklarınızdan gafil değildir" bununla birlikte sizin için tayin edilmiş
olan vakte kadar cezanızı erteler.[200]
Yahudiler
suyun kaynaması, dağın kaldırılması, günahkârların maymun ve domuzlara
dönüştürülmesi, maktulün diriltilmesi gibi mucizelere ve önceden beri
verilegelen öğütlere rağmen hakkı kabul etmediler. Kalpleri katılık açısından
taşları andırmaktadır. Hatta taşlardan da katıdır. Bu kalpler, mucizelerle
etkilenme özelliğini kaybetmek, öğüt ve ibretlerden herhangi bir şekilde
etkilenmemek sonucunda adeta cansız varlıklar gibi oldu. Hatta cansız varlıklardan
aşağılara da düştüler. Çünkü kayalardan kimi zaman su fışkırır, yeri
canlandıran bitkilere faydalı olan ırmaklar akıp gider. Bunda da insanlar için
faydalar vardır. Taşlar kimi zaman şiddetli rüzgârlardan ve buna benzer zelzele
ve sarsıntılardan da etkilenir, dağların üst taraflarından aşağı doğru yuvarlanırlar.
Kayaları kırar, kaleleri yıkar. Bunda ise insanlar için faydalı bir şey yoktur.
Bütün
bu öğüt ve ibretlere rağmen Yahudilerin inat ve fesatları artıp durdu. Fakat
Yüce Allah onların amellerini tespit eder, sonra da amellerinin karşılıkları
ile onları cezalandırır. Bu ise son derece tehdit dolu bir ifadedir. Çünkü Yüce
Allah'ın: "Yaptıklarınızdan" buyruğu küçük ya da büyük bütün amelleri
kapsar. Onun: "Zerre ağırlığı kadar bir hayır işleyen onu görür. Zerre
ağırlığı kadar bir şer işleyen de onu görür." (Zilzâl, 99/8) buyruğu da
bunu pekiştirmektedir.
[201]
Yüce
Allah bu varlık aleminde hiç bir şeyi boşuna yaratmış değildir. Ne yarattıysa
bir faydası için yaratmıştır. Bu ayet-i kerimede taşların ve benzeri cansız
varlıkların bir takım faydaları gösterilmektedir. Bu taşların Allah'ın emrine
boyun eğdikleri dile getirilmektedir. Eğer yaratıklardan herhangi bir kısmı
ilâhî boya ile boyanmayı kabul etmemekte direnir ve öğütlerden etkilen-meyip
hakkı kabul etmediği için de faydasızlaşırsa, Yüce Allah dünyada da ahirette de
ona uygun bir ceza verir. Eğer nimetler onu harekete geçilmeyecek olursa,
dünyada ona bir takım cezaları musallat eder, ahirette de cehennem ateşiyle
azaplandırır. Buna sebep ise haktan yüz çevirmesi, Yüce Allah'ın emirlerine
itaat etmemesidir.
İçlerinden
su çıktığından dolayı taşların Yahudilerin kalplerinden daha faydalı olarak
değerlendirilmesi kadar Yahudiler için ağır bir ifade olamaz. Mücahid der ki:
Bir dağın tepesinden yuvarlanan her bir taş, bir taştan fışkıran her bir
ırmak, bir taştan çıkan her bir su, mutlaka Allah'ın korkusundan dolayı bunu
yapar. Bunun böyle olduğuna dair Kur"an-ı Kerîm'in ayeti nazil olmuştur.
İşte bu buyruk, burada sözü geçen taşlar sözünün gerçek anlamında olduğunu
ifade eder. Yüce Allah'ın: "Hamdiyle onu teşbih etmeyen hiç bir şey
yoktur." (İsrâ, 17/44) buyruğunda olduğu gibi. Taberî bazı müfessirlerden
şunu nakletmektedir: Taşların kopması mecaz ve istiare türünden bir ifadedir.
Tıpkı Yüce Allah'ın: "Çökmek isteyen" (Kehf, 18/77) buyruğunda duvara
istiare yoluyla irade ve dilemenin isnat edildiği gibi.
[202]
75-
Artık bunların size inanacaklarını mı umarsınız? Halbuki onların bir fırkası
vardı ki Allah'ın kelâmını dilerlerdi de onu anladıktan sonra bile bile tahrif
ederlerdi.
76-
İman edenlerle karşılaştıklarında: "İman ettik" derler. Birbirleriyle
baş-başa kaldıklarında ise: "Allah'ın size açtığını, onu Rabbinizin
huzurunda aleyhinize delil göstersinler diye mi haber veriyorsunuz? Akıl erdiremiyor
musunuz?" derler.
77-
Gizlediklerini de açıkladıklarını da Allah'ın muhakkak bildiğini bilmiyorlar
mı?
78- Onların içinden, kuruntu dışında kitabı
bilmeyen ümmîler de vardır. Onlar yalnız zannediyorlar.
"Size
inanacaklarını mı umarsınız?'' Soru inkâr (tutumlarını red) içindir. "Bile
bile tahrif ederlerdi." bu cümle onların yaptıkları işin çirkin
görüldüğünü en ileri derecede ifade etmektedir. Yaptıkları iş bilmeden değil de
kasdî olarak Tevrat'ı tahrif etmekti.
[203]
"Onların
bir fırkası" yani hahamlarından bir grubu "Allah'ın kelâmını"
Tevrat'ı "dinlerlerdi de onu anladıktan" kavrayıp öğrendikten
"sonra bile bile tahrif ederlerdi" değiştirirler ya da batıl bir
şekilde tevil eder, yorumlarlardı. Yahudi münafıklar "iman edenlerle
karşılaştıklarında iman ettik derler." Ondan sonra geri dönüp arkadaşları
ile tenhada "Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise Allah'ın size
açtığını" verdiği hükmü yahut size anlattığını veya Tevrat'ta Muhammed
(s.a.)'in niteliklerine dair bildirdiklerini "Rabbinizin huzurunda"
yani âhirette; "aleyhinize delil göstersinler" yani sizden davacı
olsunlar, sizinle tartışsınlar "diye mi haber veriyorsunuz?" Yani
onlar doğruluğunu bildikleri halde Muhammed'e uyma konusunda size karşı delil
ortaya koysunlar diye mi böyle yapıyorsunuz?
"Bilmiyorlar
mı..." Burada soru takrir (yani gerçeği söyletmek) içindir. Bu soru azar
veya sitem için de olabilir.
"Onlarnın
içinde kuruntu" başkanlarından öğrendikleri ve doğru kabul ettikleri
fakat aklî ya da nakli hiç bir delile de dayanmayan yalanlar "dışında
Kitab'ı bilmeyen ümmiler" kitaplarını bilmeyen avam" da vardır. Onlar
yalnız" zannediyorlar" yani onlar Peygamber (s.a.)'in nübüvvetini
inkâr edişlerinde ve bunun dışında uydurduklarında ancak zanna dayanıyorlar. Bu
konuda herhangi bir bilgileri yoktur.
[204]
İbni
Abbâs ve Mukâtil der ki: Yüce Allah'ın: "Artık bunların size inanacaklarını
mı umarsınız?" buyruğu Hz. Musa (a.s.)'nın kendisi ile birlikte Yüce Allah'ın
huzuruna çıkmak üzere seçtiği yetmiş kişi hakkında inmiştir. Bu yetmiş kişi Hz.
Musa ile birlikte gidip de Yüce Allah'ın kelâmını, emir ve yasaklarını
işittiler, sonra kavimlerine geri döndüler. Doğru ve samimi olanlar
işittiklerini olduğu gibi tebliğ ettiler. Onlardan bir kısmı ise: Bizler Yüce
Allah'ın kelâmını şu şekilde duyduk: "Eğer bu işleri yapabilirseniz
yapınız, yapmazsanız da mahzuru yoktur."
Müfessirlerin
çoğuna göre ise ayet-i kerime recm ayeti ile Hz. Muhammed (s.a.)'in
niteliklerini değiştirenler hakkında inmiştir.
[205]
İlim adamları Hz. Musa'nın Allah'ın kelâmını daha önce onun hitabını işitmemiş
olduğu halde, hangi yolla tanıdığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Bir
görüşe göre o harf ve sesten ibaret olmayan, kesintiye uğramayan, nefes alıp
vermenin söz konusu olmadığı bir ses işitince, bunun insan kelâmı olmadığını,
aksine ancak âlemlerin Rabbi Allah'ın kelâmı olabileceğini anladı.
Bir
diğer görüşe göre o, belli bir cihetten olmayan bir söz işitti. İnsanların sözü
ise altı yönden birisinden işitilir. Onun belli bir yönden gelmediğini görünce
bunun insan kelâmı olmadığını anladı. .
Bir
diğer görüşe göre, Hz. Musa'nın bedeni bütünü ile kulak kesildi ve böylelikle
Yüce Allah'ın kelâmını işitti ve bununla o işittiğinin Allah kelâmı olduğunu
bildi.
Bu
hususta şöyle de denilmiştir: Mucize onun işittiği lafzın Allah'ın kelâmı
olduğunun delili olmuştur. Şöyle ki: Hz. Musa'ya asanı yere bırak, denilince
asasını yere bıraktı. O da bir yılan oluverdi. İşte bu karşı karşıya kaldığı
durumun ve kendisine: "Şüphesiz ben senin Rabbinim." (Ta-Ha, 20/12)
diyenin, Aziz ve Celil olan Allah olduğunun delili idi.[206]
76.
ayetin nüzul sebebi Mücâbid'in açıklamasına göre şöyledir: Peygamber <s.a.)
Kurayzalılar ile savaşıldığı gün kalkıp şöyle dedi: "Ey Maymunların kardeşleri,
ey domuzlann kardeşleri, ey tâğûtlara ibadet edenler!" Yahudiler birbirlerine:
"Bunu Muhammed'e kim bildirdi, bu olsa olsa sizden birisinden çıkmıştır.
Allah'ın size açıkladığı sırrı size karşı delil olsun diye nasıl
söylersiniz?" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
İbni
Abbas da der ki: Yahudiler iman edenlerle karşılaştıklarında: "Biz sizin
arkadaşınızın Allah'ın resulü olduğuna iman ediyoruz, fakat o sadece size
peygamberdir." Fakat biribirleriyle başbaşa kaldıkları vakit: "Hiç
Araplara böyle bir şey söylenir mi? Sizler o peygamberin geleceğini belirterek
onlara karşı zafer kazanacağınızı bekliyor ve söylüyordunuz. Bu peygamber işte
onlardan geldi." dediler. Bunun üzerine Yüce Allah: "İman edenlerle
karşılaştıklarında..." ayetini indirdi.
es-Süddi
de der ki: Bu ayet-i kerime önce iman eden, sonra münafıklığa sapan bir grup
Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bunlar mümin Araplara gelir ve o sözlerini
söylerlerdi. Aralarından kimisi de: Bunu Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil
göstersinler diye mi haber veriyorsunuz?" Ve bizler size göre Allah
tarafından daha çok seviliyoruz, Allah katında sizden daha çok değerliyiz,
desinler diye mi bunları anlatıyorsunuz?" dediler.
[207]
Peygamber
(s.a.) ve ashâb-ı kiram, Kitap Ehli'nin davetini kabul etmesine iman etmesine
özel bir gayret göstermiştir. Çünkü Allah'ın varlığı, peygamberleri tasdik
etmek, öldükten sonra dirilişi ve ahiret gününe iman etmek gibi onlarla ortak
noktalar vardı. Bu ayet-i kerimenin, Yahudilerle andlaşma içerisinde bulunup
da aralarında karşılıklı süt akrabalığı bulunan ve İslama girmelerini temenni
eden Ensar hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir. Allah Te-ala, işte bu
hususa işaret etmek üzere "artık bunların size inananacaklarını mı
umarsınız?" buyruğunu inzal buyurdu.
Bu
ayet-i kerimeler, Yahudilerin çirkin davranış ve tutumları açıklanırken îrâd
buyurulmuştur. Bunlar Peygamber (s.a.)'e ve müminlere Yahudilerin iman etmeleri
umut ve emelini taşımamalarını dile getirmektedir. Bunun sebebi şudur:
Yahudilerden belli bir topluluk -bunlar Yahudi ve lider kadrodan bir kesim idi-
önce Allah'ın kelâmını dinler, sonra bunu değiştirir ya da kendi hevâ ve
eğilimleri doğrultusunda açıklarlardı. Sonraki nesillerde öncekilerden farklı
değildi. Çünkü bunlar da geçmişlerinden hakka karşı büyüklenmeyi miras almışlardı.
Onlar yaptıkları işin hakikate aykırı olduğunu bilmektedirler. O halde,
eskiden beri sapıklıkta ayak diretip durmuş bulunan bu kimselerin iman
edeceklerini nasıl umabilirsiniz?
Onları
iman etmemeye götüren bir diğer sebep de: münafık olanları müminlerle
karşılaştıklarında: "Bizler sizin gibi Allah'a ve peygambere iman ediyoruz.
Çünkü bu peygamber bizim kitabımızda müjdelenen peygamberdir, biz sizinle
beraberiz" demeleri; başbaşa kaldıklarında ise: "Sizler Muhammed'e
uyanlara Allah'ın Tevrat'a üzerinize indirdiği şeyleri nasıl anlatırsınız.
Böyle bir işi nasıl yaparsınız? Onlar sizin kendi sözlerinizle size karşı delil
getirecekler ve Kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda size karşı davacı
olacaklardır. Size zarar verecek sırlarınızı nasıl yayabiliyorsunuz?" diye
çıkışmalarıydı: Yüce Allah kendi aralarındaki bu konuşmalarına şu şekilde
cevap vermektedir:
Yüce
Allah'ın gizliyi, açığı, gaybı ve gayb olmayanı bildiğini onlar bilmiyorlar
mı- Sizler gizli bir işi ister açığa vurun, isterse de hiç açığa vurmayın,
Allah amellerinizin karşılığını verecektir.
Yüce
Allah, Yahudi ilim adamlarının ve hahamlarının durumunun bu olduğunu böylece
söz konusu ettikten sonra, aralarından ümmî olanların durumunu açıklamaya
geçmektedir. Bu ümmîler dinlerine dair işittikleri ve akılla-nyla
kavramadıkları bir takım yalanlardan başka bir şey bilmemektedirler. Meselâ
onlar, Allah'ın seçilmiş kavmi olduklarına, peygamberlerin ancak kendilerinden
olduğuna ve kendilerine şefaat edeceklerine, ateşin sayılı günler dışında
kendilerine dokunmayacağına inanırlar, bunları böyle bilirler. Halbuki bütün bu
hususlarda onların bildikleri bir vehimden ibarettir, onlar sadece doğru
olmayan bir zanna sahip bulunuyorlardır.
Evet,
bunların iman etmeleri umulmaz; fakat böylelerine üzülmek de gerekmez.
Nitelikleri ve çirkinlikleri bu gibi şeyler olanlardan hayır gelmez ve onlar
için üzülmeye de gerek yoktur.
Yüce
Allah'ın Yahudilere açtığı (feth ettiği) şeylerden kasıt ise, şeriat ve
hükümleri verme, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini müjdeleme nimetleridir. Bu
buyrukta kendisine şeriat verilmiş kimse, namazda Kur'an okurken takılıp da
arkasından ona kıraatin açıldığı (hatırlatılarak okumaya devam edildiği) ve
böylelikle darlıktan çıkan kimseye benzetilmektedir. Ya da: "Allah'ın size
açtığı" buyruğunun anlamı, "hüküm verdiği ve beraberinizdekileri
tasdik edici olarak size gelecek olan peygambere iman edip ona yardımcı
olacağınıza dair sizden almış olduğu söz demek de olabilir. "Rabbinizin
huzurunda" buyruğundan kasıt ise, ahirette -Suyûtî'nin de dediği gibi-
kendi kendilerine karşı delil getirmeleri kastedilmiştir. Muhakkikler bunun
Allah'ın Kitabı'ndaki hükmü hakkında olduğu görüşündedirler. Yani sizin onlara
naklettiğiniz Tevrat'ın hükümleri, Kur'an-ı Kerîm'de bulunanlara uygundur.
Buna göre karşı delil getirme, dünyada söz konusu olmaktadır. Bu, Yüce
Allah'ın ifk'te bulunan (Hz. Ai-şe'ye iftirada bulunan) kimseler hakkındaki şu
buyruğunu andırmaktadır: "Şahitleri getiremediklerine göre onlar Allah
katında yalancıların ta kendileridir." (Nûr, 24/23). Yani O'nun kitabında
açıklanmış bulunan hükmüne göre durumları böyledir, demektir."
[208]
Onların
kuruntu ve temennilerine gelince; bunlar uydurdukları yalanlardır. Bazıları,
"ellerindeki Tevrat'ı okumalarıdır" diye açıklamıştır. Yani onların kitaptan
payları anlamını kavramaksızın, amelde etkisi görülecek şekilde gereken ibreti
çıkarmaksızın, yalnızca lafızlarını, kelimelerini okumaktan ibarettir. Bu Yüce
Allah'ın: "Kendilerine Tevrat yükletilip sonra onu yüklenmeyenlerin misali
koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumuna benzer." (Cuma, 62/5) buyruğunu
andırmaktadır.
[209]
Allah'ın
kelâmını tarif etmek ve değiştirmek, haramın en ağır türüdür. Bu tahrif ve
değiştirme ister yanlış te'vil ile olsun, ister değişiklik yapmak suretiyle
olsun, farketmez. Yahudi hahamları her iki türünü de yapmışlardır. Yüce Allah
onları değiştirmek ve tahrif etmekle nitelendirmiş: "Elleriyle kitabı
yazanların vay haline!" (Bakara, 2/79) diye buyurmuştur. Bu tahrifin
değişik durumları vardı. Musa (a.s.) döneminde rivayet edildiğine göre onun
tarafından seçilmiş yetmiş kişiden bir kısmı Tûr'da Hz. Musa ile konuştuğunda
Allah'ın kelâmını, Hz. Musa'ya verilen emirleri ve yasaklan işitmişlerdi. Daha
sonra bunlar: Bunun sonunda biz Yüce Allah'ın: "Eğer bu şeyleri
yapabilirseniz yapınız, yapmak istemezseniz mahzuru yoktur", dediğini de
işittik" dediler.
Yüce
Allah'ın: "Onu anladıktan sonra bile bile tahrif ederlerdi." buyruğu
hakkında Mücâhid ve es-Süddi şöyle demektedir: Bunlar Tevrat'ı tahrif eden
Yahudi bilginleridir. Hevâlanna uyarak haramı helal, helali haram kılıyorlardı.
Muhammed
(s.a.) döneminde ise Resulullah (s.a.)'ın kendi kitaplarındaki niteliklerini,
sıfatlarını değiştirdiler. Recm ayetini tahrif ettiler ve: "Ümmîler
hakkında bizim aleyhimize bir yol yoktur." (Âl-i İmran, 3/75) dediler.
Burada kastettikleri ise Araplardır. Yani "Onların mallarından aldığımız
bizim için helâldir. Yine onlar: "Hiç bir günahın bize zararı olmaz.
Çünkü bizler Allah'ın sevdikleriyiz, onun oğullarıyız" diyorlardı. Yüce
Allah bundan münezzehtir, yücedir.
[210]
Tevrat'ta
olduğu gibi İncil'de de her iki şekildeki tahrif söz konusudur. Bunun
delilleri ise gayet açıktır. Çünkü her iki kitabın da asılları kayıptır. İlim
adamları vasıtasıyla bu iki kitabın yazılışı onlarca yıl sonra olmuştur.
Nitekim Yüce Allah: "Kelimeleri yerlerinden tahrif ederler." (Nisa,
4/46) diye buyurmaktadır.
Bilgisiz
yahut mülhidler (inkarcılar) tarafından Kur*an'da da menfi anlamda te'viller
yapılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'den bir ayet veya kelimenin düşürülmesi şeklinde
bir tahrif ise olmamıştır. Çünkü Yüce Allah: "Şüphesiz Zikri biz indirdik
ve elbette onu koruyacak olan da bizleriz." (Hicr, 15/9) buyruğu ile
Kitab-ı mübîninde Kur'an-ı Kerîm'i korumayı taahhüdü altına aldığını açıklamıştır.
Bakara
sûresinin 78. ayeti, akide ve hükümlerin asıllarında taklidin batıl olduğunu ve
böyle bir imana sahip kimsenin imanının önemsenmeyeceğini göstermektedir. Çünkü
Yüce Allah'ın: "Onlar yalnız zannediyorlar." buyruğunun anlamı,
"Yalan söylüyorlar ve buna istinaden anlatıyorlar" şeklindedir. Zira
onların okuduklarının doğruluklarına dair bir bilgileri yoktur. Onlar
okuduklarıyla kendi hahamlarını taklit etmekten başka bir şey yapmıyorlar.
İslâmın ilk döneminde üç neslin insanları (ashâb, tabiin ve etbâu't-tâbiîn)
akide hususunda taklidin batıl olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Bu asırlarda
bilgisiz bir kimse, akideyi delili ile birlikte, hükümleri de rivayeti ile
birlikte bilen birisinden öğrenir ve herhangi bir delil ve belge olmaksızın ne
olursa olsun o kişinin görüşünü taklid etme yoluna sapmazdı.
Bu
ayet-i kerimelerde Muhammed (s.a.)'e çağdaş olan Yahudilere yöneltilen hitapta
Yahudilerin Kur'an-ı Kerîm'e ve peygamber Muhammed'in davetine iman etmelerinin
beklenilmemesine işaret etmektedir. Çünkü ona çağdaş olanlar atalarının
karakterlerini ve huylarını devralmışlardır. İsyanda ısrar ve Allah'ın kelâmından
yüz çevirme, ruhlarında kök salmıştır. Onların ataları da hakta insanlar
arasında en çok tartışan ve şüphe uyandıran kimselerdi; isterse bu hak gözleri
kamaştıracak kadar açık olsun. Yine ataları insanlar arasında en yalancı, en
mağrur, faiz, aldatma, hile yapma ve eğriyi doğru gösterme gibi yollarla
insanların mallarını batıl yollarla en çok yiyen kimselerdiler. Bununla
birlikte Allah'ın özel ve seçkin kavmi, insanların en faziletlileri olduklarına
da inanıyorlardı; çağımızda benzerlerinin inandıkları gibi. İşte bunlar,
İslâm'ı kabul etmekten kendilerini alıkoyan boş kuruntularıdır.
[211]
79-
Elleriyle kitabı yazıp sonra az bir
paha
ile satabilmek için: "Bu Allah ka-tındandır." diyenlere veyl olsun!
Elleriyle yazdıklarından dolayı veyl olsun onlara! Kazandıkları yüzünden de
veyl olsun onlara!
80-
Onlar bir de: "Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmaz"
dediler. De ki: "Allah'tan bir ahit mi aldınız? Allah asla ahdinden
dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz?"
81-
Hayır, (ahdiniz yoktur). Kim bir kötülük işler ve günahı onu kuşatırsa işte
onlar cehennemliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar.
82-
İman edip salih amel işleyenler ise onlar cennetliktirler. Orada ebedî kalıcıdırlar.
"Hayır
(belâ)": Bu, olumsuz soru edatına cevap olarak gelir. "Neam" ise
olumlu soruya cevap olarak gelir. Sen bunu yapmadın mı? diye sorulduğu takdirde
cevabı "belâ", "evet yaptım" şeklinde gelir. Yüce Allah'ın:
"Ben sizin Rab-biniz değil miyim? sualine onlar: Belâ demişlerdi."
(Araf, 7/172). Yani evet, sen bizim Rabbimizsin, demektir. Şayet bunun yerine
"neam" demiş olsalardı, kâfir olurlardı. Çünkü o takdirde anlamı:
"Evet, sen bizim Rabbimiz değilsin" şeklinde olurdu. Olumlu olarak:
"Yaptın mı?" diye sorulursa cevabı: "neam" gelir (Evet,
yaptım anlamında). Yüce Allah'ın: '"Rabbinizin vaadettiğini hak olarak
buldunuz mu? Onlar neam (evet, hak olarak bulduk) dediler." (A'râf, 7/44)
buyruğunda olduğu gibi.
[212]
"Veyl"
kelimesinin 79. ayette üç defa tekrarlanması azarlamak, sitem etmek,
günahlarının çirkinliğini ortaya koymak içindir. İşledikleri günah ve cürüm
ise tahriftir yani kitabı değiştirmektir.
"Ve
günahı onu kuşatırsa"; burada "kuşatma" kelimesi günahların
iyiliklere üstün gelmesini ifade etmek üzere istiare yoluyla kullanılmıştır.
Çünkü burada günahlar, dört bir yandan bir kavmi kuşatan düşman ordusuna
benzetilmiştir.
[213]
"Elleriyle"
yani kendiliklerinden uydurdukları kitabı "yazıp sonra az bir pahaya
satabilmek için" yani dünyadan az bir bedel karşılığında satmak için... Bu
işi yapanlar Yahudilerdir. Onlar Tevrat'ta bulunan Rasulullah (s.a.)'ın niteliklerini,
recm ayetini ve başka hükümleri değiştirdiler ve indirildikleri şekilden başka
türlü yazdılar, "bu Allah katındandır diyenlere veyl olsun."
"Onlar
sayılı" oldukça az "günler," atalarının buzağıya taptıkları süre
olan kırk gün "dışında bize asla cehennem ateşi dokunmaz", isabet
etmez "dediler".
"Kim
bir kötülük" burada kasıt küfür ya da şirktir; "işler ve günahı onu
kuşatırsa" yani müşrik olarak ölmek suretiyle onun her tarafını istilâ
eder veya dört bir yandan onu sararsa "onlar cehennemliktirler."
[214]
79.
ayet-i kerime, İbni Abbâs'm dediği gibi Kitap Ehli hakkında ya da el-Abbas'm
dediği gibi "Peygamber (s.a.)'in sıfat ve niteliklerini değiştirenler hakkında
inmiştir. Tevrat'ta Peygamber Efendimizin nitelikleri, orta boylu, iri kara
gözlü, buğday tenli, güzel yüzlü olarak tanıtılırken, onlar kıskançlıklarından
dolayı bunları değiştirmişler, yerine "Biz kitabımızda onun uzun boylu,
mavi gözlü, düz saçlı olduğunu görüyoruz." demişlerdi.
80.
ayet-i kerimenin iniş sebebi de, İbni Abbas'ın dediğine göre şöyledir:
Re-sulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde Yahudiler şöyle diyordu: "Dünyanın
ömrü yedi bin senedir. Allah cehennemde insanları ahiret günlerinden bir gün
azaplan-dıracaktır. O bakımdan ahiret yedi günden ibarettir. Sonra da azap
kesilecektir". Buna dair Yüce Allah: "Sayılı günler dışında bize ateş
dokunmaz... Orada ebedi kalıcıdırlar." buyruklarını indirdi. Taberî'nin
İbni Abbas'tan rivayetine göre de Yahudiler: "Bizler cehenneme ancak
yemini bozmanın cezası dolayısıyla gireceğiz. Yani buzağıya ibadet ettiğimiz
süre olan kırk gün kadar gireceğiz. Bu süre bitince azabımız da sona
erecektir." Bunun üzerine bu ayet-i kerime inmiştir.
[215]
Tevrat'ı
değiştirip tahrif edilen ayetleri elleriyle yazan, yanlarında bulunan
Tevrat'ta yazılı olan Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini değiştiren kimselere
helak, şiddetli azap yahut çok büyük bir ceza vardır. Yine bunlara rüşvet aldıkları,
türlü masiyetler işledikleri, Yüce Allah'a karşı yalan uydurdukları için büyük
bir azap vardır. Onlar bu yalanlan veya iftiraları karşılığında çok önemsiz, aşağılık
bir dünyalık değer veya bir başkanlık ya da bir makam elde etmeye
çalışıyorlardı. Bu bakımdan veyl onlara, yazıklar olsun onlara! Çünkü Yahudilerin
üç tane büyük cinayetleri olmuştur: Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini değiştirmek,
Allah'a karşı iftirada bulunmak ve rüşvet almak. Bu üç büyük suçtan her birisi
için ayrı ayrı helak olmakla tehdit edilmişlerdir.
Yahudilerin
iddialarından birisi de, pek az ve sayılı günler dışında cehennem ateşinin
kendilerine dokunmayacağı şeklindedir. Onlara göre bu pek az günler, buzağıya
taptıkları süre olan kırk günlük bir zamandır. Yahudilerin çoğunluğu cehennem
ateşinin kendilerine sadece yedi gün süre üe dokunacağı görüşündedir. Çünkü
onlar dünyanın ömrünün yedi bin yıl olacağına inanmaktadırlar. Cehennemde azap
gören ve kurtulamayacak olan kimseler dahi her bin sene karşılığında bir gün
olmak üzere toplam yedi gün kalacaktır. Yüce Allah onların bu iddialarını
şöylece reddetmektedir: "Bu konuda Rabbiniz size söz mü vermiş1? Eğer öyle
bir şey varsa kesinlikle Allah sözünden caymaz. Yoksa siz Allah'a karşı bilginiz
olmadık bir şeyi mi uyduruyorsunuz?". Yani böyle bir söz ancak Allah
tarafından gelen bir söze dayanılarak söylenilebilir ya da ona karşı yapılan
bir iftira ve uydurma yolu ile söylenebilir. Bu konuda Yüce Allah'tan bir söz
verilmediğine göre -ki bu vahiy ve sâdık haber üe olur- o halde siz
yalancısınız. Kendinizin Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuzu ileri sürerken
iftirada bulunuyorsunuz. Sünnet-i seniyede onların az sayıdaki gün akabinde
ateşten kurtulacakları iddiaları da ayrıca dile getirilmektedir.
İmam
Ahmed, Buhari ve Nesâî, Leys b. Sa'd'dan, Hafız îbni Merdûveyh ve Buharî, Ebu
Hureyre (r.a)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Hayber
fethedildiği sırada Resulullah (s.a.)'a zehir katılmış bir koyun hediye edilir.
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Burada bulunan Yahudileri toplayıp bana
getiriniz." Toplanıp getirilen Yahudilere Resulullah (s.a.):
"Babanız kimdir?" diye sorar; onlar, filân, derler. Hz. Peygamber:
"Yalan söylediniz; aksine, babanız filândır" der. Onlar: "Doğru
söyledin, haklısın" derler. Sonra onlara: "Veyl! Bir-şey hakkında
size soru sorarsam bana doğruyu söyleyecek misiniz?" Onlar: "Evet, ya
Ebe'l-Kâsım dediler, zaten yalan söyleyecek olsak, babamız hakkındaki
yalanımızı bildiğin gibi, onu da bilirsin." Resulullah (s.a.) onlara:
"Peki cehennem ehli kimlerdir?" diye sorar, onlar: Biz orada kısa
bir süre bulunacağız, sonra da sizler bizim yerimizi alacaksınız, derler.
Resulullah (s.a.): "Hor ve hakir olarak (orada kalacaksınız) Allah'a
yemin ederim, hiç bir zaman orada sizin yerinize biz geçmeyeceğiz." dedi.
Daha sonra Resulullah (s.a.) onlara şöyle dedi: "Bir şey hakkında size
soru sorsam bana doğru cevap verecek misiniz?" Onlar: "Evet ya
Ebe'l-Kâsım" dediler. "Siz (pişirdiğiniz bu) koyuna zehir kattınız
mı?" Onlar: "Evet" dediler. Resulullah (s.a.): "Peki sizi
böyle davranmaya iten ne oldu?" diye sorunca, şu cevabı verdiler:
"Eğer bir yalancı isen senden kurtulup rahat edelim dedik ve eğer
peygambersen sana zararı zaten olmayacaktı."
Ey
Yahudiler! Durum sizin zannettiğiniz, arzuladığınız veya canınızın çektiği
gibi değildir. Aksine, evet sizler cehennemde ebediyyen kalacaksınız. Buna
sebep ise küfür gibi sizi çepeçevre kuşatan masiyetler işlemeniz, haksız yere peygamberleri
öldürmeniz, Allah'ın emirlerine karşı çıkmanız, alabildiğine iftiralarda
bulunarak nevalarınızın peşine takılıp gitmenizdir.
Bundan
önceki açıklamalarımızda "belâ" nın daha önce olumsuz bir ifadeye
cevap olarak kullanıldığını ve bunun o olumsuz cümleyi iptal ve reddetmek
anlamını taşıdığını görmüştük. Kazanç sağlamak, menfaat elde etmektir. Burada
günah hakkında "kazanma" tabirinin kullanılması onlarla alay
türünden-dir. Günah (seyyie) ise cehennemi gerektiren kötü ve çirkin iştir.
Burada kastedilen ise Allah'a şirk koşmaktır.
Cehennemde
ebedî kalışın sebebi ise, Yüce Allah'ın şeriatinde bütün insanlar için geçerli
genel bir kanunun muhtevâası dolayısıyladır; o da şudur: Kim kalbi ile, dili ve
azaları ile bütün yönlerini kuşatan bir günah işlemiş olup da herhangi bir
iyiliği bulunmuyor ise, o kişi cehennemliklerdendir. Allah'a, peygamberlerine
ve ahiret gününe iman edip salih amel işleyen, üzerindeki görevleri yerine
getirip haramı terk eden kimse ise cennetliklerdendir. İbni Ab-bas der ki: Kim
sizin inkâr ettiğinize iman eder, Allah'ın dininden terk ettiğinizi işlerse,
onun için cennet vardır ve onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Burada, hayra
verilen sevap ile kötülüğe verilen karşılığın bu işlerin sahipleri için ebedi
olacağını, sonunun gelmeyeceğini, kesintiye uğramayacağını onlara haber
vermektedir.
Müminlere
yapılan vaad ile kâfirlere yapılan tehditlerden sözü geçen her iki tür karşılık
da Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Ne sizin boş arzularınızla
ne de Kitap Ehli'nin kuruntularıyla olur. Kim bir kötülük yaparsa onun karşılığında
ceza görür ve o kendisine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulur.
Erkek veya kadın her kim mümin olarak salih amellerden işlerse işte onlar
cennete girerler ve hurma çekirdeğinin çukuru kadar bile haksızlığa
uğramazlar." (Nisa, 4/123-124).
Fakat
isyan edenlerden kim samimi bir şekilde tevbe eder, günahtan vazgeçer,
günahına pişmanlık duyar, gelecekte de benzeri bir iş işlememeye kesin karar
verirse, bu sefer onun durumunda değişiklik olur. Cehennemliklerden olmaktan
çıkar, cennet ehli arasına girer.
Tirmizî,
Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Kul bir günah işledi mi, onun kalbine siyah bir nokta konulur.
Tevbe eder, vazgeçer ve Allah'tan mağfiret dilerse kalbi cilalanır tekrar geri
dönerse o siyah nokta artar ve nihayet onun kalbinin tümünü kuşatır." İşte
Yüne Allah'ın Kur"an-ı Kerîm'de: "Hayır, aksine onların kazandıkları
kalblerini kaplamıştır." (Mutaffifîn, 83/14) buyruğunda sözünü ettiği
"er-rân (günahın kalbi örtmesi)" işte budur.
İmam
Ahmed de Abdullah b. Mes'ûd'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyur-iuğunu
nakletmektedir: "Küçük görülen günahlardan çokça sakınınız. Çünkü bu küçük
günahlar kişinin aleyhine onu helak edinceye kadar bir araya gelir ve
toplanırlar." Resulullah (s.a.) bu gibi kimseleri düzlük bir arazide
konaklayan inr topluluğa benzetir. Bunların yemek yapma vakitleri gelince her
birisi gider (ateş yakmak üzere) birer çubuk getirir. Nihayet bir yığın
toplarlar ve ateş yakar ve o ateşe koyduklarını pişirirler.
[216]
79.
ayet-i kerime ile ondan bir önceki ayet Allah'ın şeriatinde değişiklik ve
değiştirme yapmaktan sakındırmayı ihtiva etmektedir. Allah'ın dinini değiştirip
ya da ondan olmayan şeyi bid'at olarak uyduran herkes, bu ağır tehdidin ve
acıklı azabın kapsamına girer. Resulullah (s.a.) sonraki dönemlerde olacakları
bildiğinden dolayı bu işten sakındırmış ve şöyle buyurmuştur: "Şunu
biliniz ki, sizden önceki kitap ehli yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise
yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Biri müstesna hepsi cehennemde olacaktır."
Bu buyruğu ile Resulullah (s.a.) dinde Allah'ın Kitabı'na yahut sünnetine ya da
ashabının sünnetine muhalif, kendiliklerinden herhangi bir şeyi uydurmaktan ve
böylelikle bu uydurmalarla insanları saptırmaktan sakındırmıştır.
79.
ayet-i kerime de, Allah'ın Kitabı'nı tahrif etme karşılığında, çok olsa dahi
elde edilen bedelde bir bereket ve hayır olmayacağını açıklamaktadır. Şanı
yüce Allah Yahudi hahamlarının aldıklarını, ya yok olması ve kalmaması ya da
haram olması dolayısıyla az olmakla nitelendirmiştir. Çünkü haramda bereket
yoktur. Allah katında artmaz. İbni İshâk ve el-Kelbî şöyle der: Resulullah
(s.a.)'ın kitaplarındaki niteliği "Orta boylu, buğday tenli" şeklinde
iken, onlar "beyaz ve uzun boylu" diye değiştirmişler, kendi
arkadaşlarına ve uyanlarına da: "Şu son zamanda gönderilen peygamberin
niteliklerine bir bakınız; bundaki nitelikler ile o birbirine benzemiyor"
demişlerdir.
81.
ayet-i kerimede yer alan: "Hayır, kim bir kötülük işler ve günahı onu kuşatırsa..."
buyruğu, iki şarta bağlı olarak ifade edilen bir hususun, bunların asgarisi
ile gerçekleşmeyeceğini göstermektedir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Rabbi-miz
Allah'tır, deyip sonra dosdoğru olanlar..." (Fussüet, 41/30) buyruğu da
bunu andırmaktadır. Cehennemde ebediyyen kalmanın sebebi ise Allah'a şirk
koşmaktır.
82. ayet-i kerime cennete girmenin iman ve salih
amel işleme şartlarının bir arada bulunmasına bağlı olduğunu göstermektedir.
Nitekim Müslim'de yer alan bir rivayete göre Resulullah (s.a.), Süfyân b.
Abdullah es-Sakafî'ye: "Ey Allah'ın Rasûlü, bana İslâmda öyle bir söz
söyle ki senden başka ona dair hiç bir kimseye soru sormayayım" demesi
üzerine şöyle cevap vermişti: "Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru
ol."
Sözü
geçen 81 ve 82. ayet-i kerimenin bir arada olmaları, Kur"an-ı Ke-rîm'in
beyânda (hükümleri açıklamakta) izlediği yolun bir özelliğidir. Şanı yüce
Allah'ın vaadi ve tehdidi bir arada zikretmesi, hayır ve şer ehlini, cennet ile
cehennem ehlini bir arada zikretmesi, izlediği bir yoldur. Bunları bir sefer
teşvik ile bir sefer korkutmakla, kimi zaman müjdelemek, kimi zaman da uyarmak
ile irşatta bulunmada bir hikmet vardır. Çünkü insan lütuf ve kahr ile kemal
derecesine ulaşır.
[217]
83- Hani İsraüoğuUarı'ndan:
"AUah'tan başkasına ibadet etmeyin.
Anneye, ba- baya, akrabaya, yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara güzel söz söyleyin*
Namazı dosdoğru kılın, zekâtı
verin" diye söz almıştık. Sonradan azınız müstesnâ yüz çevirdiniz
ve siz hâlâ da yüz çevirmektesiniz.
Söz
(mîsâk): Tevrat'ta kendilerinden alınan pekiştirilmiş sağlam ahit demektir.
Ayrıca ahdin birisi yaratılış ve fıtrat ahdi, diğeri ise nübüvvet ve risâlet
aidi olmak üzere iki türlü olduğunu da hatırlatalım. Burada söz konusu olan
ikinci ahittir.
"Anne-babaya,
akrabaya" yani ister anne tarafından ister baba tarafından alan
yakınlara... "yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara"
iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, Muhammed (s.a.) hakkında doğru söz
söylemek ve anlara yumuşak söz söylemek suretiyle "güzel söz
söyleyin."
"Sonradan
azınız müstesna yüz çevirdiniz." Yani bu söze bağlı kalmadınız, bundan yüz
çevirdiniz. Kasıt onların atalarıdır. "Ve siz" atalarınız gibi bundan
*hala da yüz çevirmektesiniz."
[218]
Yahudilerin
kötülüklerini, çirkin suçlarmı ele alıp tedavi etmek, onları itaate alıştırıp
geçmişteki ve halihazırdaki durumlarından kurtarmak için Kur'an-ı Kerim'in
çeşitli üslûplar kullandığını görüyoruz. Bundan önceki ayet-i kerimelerde
onları âlemlere üstün kılmak, suda boğulmaktan kurtarmak, üzerlerine aıen ve
selvayı indirmek gibi İsrailoğulları'na vermiş olduğu nimetleri sayıp dökmüştü.
Arkasından her bir nimetin akabinde aykırı davranışlarından söz ediliyor,
sonra onlara verilen bir ceza, daha sonra da tevbe etmeleri dile getiriliyor.
Bu
gördüğümüz ayet-i kerimede Yüce Allah'ın, atalarından emrolundukla-n ibadetler
ve insanlarla ilişkilere dair kendilerinden almış olduğu ahdi onlara
hatırlatmakta; sonra onların bu ahdi ihmal ettiklerini dile getirmektedir. Bütün
bunlar Yüce Allah'ın rasûlünün, kendisine çağdaş olan Yahudilerin iman
etmelerine dair emelini, umudunu kesmesi içindir. Çünkü bunlar geçmişlerinin
işledikleri çirkin suçların etkilerini karakterlerinde taşımaktadırlar. İşte bu
onları, hidayete yönelmelerine ve doğruyu bulmalarına engel olmaktadır.
[219]
Ey
Peygamber! İsrailoğulları'ndan şu muhtevada söz almış olduğumuzu hatırla: Yüce
Allah'tan başkasına ibadet etmeyip ona melek, put veya herhangi bir insanı dua
ya da herhangi bir tür ibadeti ona yönelterek ortak koşmamak, anne babaya
onları gereği gibi koruyup gözeterek onlara şefkat göstererek, Allah'ın
emirlerine aykırı olmayan hususlarda itaat ederek tam anlamıyla iyilikte
bulunmak. Tevrat'ta şu hüküm yer almaktadır: Anne ve babaya söven öldürülür.
Ayrıca onlardan mallarıyla akrabalara, yetimlere, zayıflıkları, acizlikleri ve
ihtiyaçları sebebiyle yoksullara iyilik yapmalarını, insanlara iyiliği emretmek,
kötülükten alıkoymak suretiyle güzel söz söylemelerini de onlara emretmiş,
buna dair söz almıştı. Bununla birlikte insanlara karşı alçak gönüllü ve
yumuşak davranmalarını istemiş, namazlarını eksiksiz bir şekilde edâ etmelerini
emretmişti. Çünkü namaz nefisleri ıslah eder. İnsanın tabiatını güzelliklerle
bezer. Çeşitli faziletlerle donatır, bayağı ve adiliklerden alıkoyar. Fakirlere
zekât vermelerini de istemişti. Çünkü zekâtta insanlar arası toplumsal dayanışma,
fert ve toplumun mutlu kılınma hedefleri gerçekleştirilmekte, herkes için refah
ve huzuru yaygın hale getirmektedir.
Fakat
verilen sözde durmamayı alışkanlık haline getiren ve madde sevgisi uğrunda
adeta canlarını feda etmek durumunda olan Yahudiler, kasdî olarak ve bilerek
ilâhî emirleri yerine getirmekten, verdikleri söz gereğince davranmaktan yüz
çevirdiler. Onlardan sonrakiler de tıpkı geçmiştekiler gibi Tevrat'tan yüz
çevirmektedirler. Bundan Abdullah b. Selâm ve benzeri aklı başında, ihlâs-lı,
güçleri oranında hakkı koruyan çok cüz'î bir azınlık müstesnadır. Şu kadar var
ki bir ümmet arasında az sayıda sâlih kimselerin varlığı, o toplum arasında
fesadın yaygınlık kazanıp belânın genel bir hal alması durumunda cezaya engel
teşkil etmez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir de içinizden
yalnızca zalimlere gelip çatmayan bir fitneden korkunuz." (Enfâl, 8/25).
[220]
Bu
ayet-i kerimede Yüce Allah, İsrailoğulları'na hatırlatmış olduğu hususları,
aynı zamanda bütün insanlara da emretmiştir. İnsanları bunun için yaratmıştır.
Bunlar dinî, ahlâkî ve toplumsal düzeni oluşturmaktadır. Ayet-i kerimede daha
önemli olan başa alınarak zikredildiği bir sıralama görmekteyiz. Gerçekte
nimet veren O olduğundan dolayı Yüce Allah'ın hakkı, kulların hakkından önce
söz konusu edilmiştir. Bundan sonra çocuğun eğitimindeki hakları dolayısıyla
anne ve baba söz konusu edilmekte, sonra da akrabalardan söz edilmektedir.
Çünkü akrabalara yapılan iyilikle sıla-i rahim (akrabalık bağı) gözetilmektedir.
Daha sonra kıt imkânları dolayısıyla yetimler, arkasından zayıflıkları
sebebiyle yoksullar sözkonusu edilmektedir. Sözü geçen bu haklar aşağıdaki
hususları kapsamaktadır:
1- Hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca Allah'a ibadet etmek: Bu bütün
insanlar için sahih bir itikadin belgesi ve imanın delilidir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere
mutlaka: Benden başka ilâh yoktur, o halde yalnız bana ibadet edin, diye
vahyederdik." (Enbiyâ, 21/25); "Andolsun ki biz her ümmete Allah'a
ibadet edin ve tâğuttan uzak durun, diye bir peygamber gönderdik." (Nahl,
16/36). İbni Kesîr der ki: İşte bu, hakların en yücesi ve en büyüğüdür. O da
şanı yüce Allah'ın hakkı olup O'na hiç bir şeyi ortak koşmayarak yalnızca O'na
ibadet etmektir.
2- Anne babaya iyilik yapmak: Bu Allah'ın hakkından sonra gelir. Yaratıklar
arasında en kesin ve pekiştirilmiş şekliyle söz konusu olan hak budur. Bütün
yaratıklar arasında öncelikli hak, anne ve babanın hakkıdır. Bundan dolayı
Yüce Allah kendi hakkı olan tevhîd ile birlikte anne babanın hakkını da söz
konusu etmektedir. Çünkü ilk yaratılış Allah tarafındandır. İkinci olarak insanlar
anne ve baba tarafından terbiye edilmekte, eğitilmektedir. Bundan dolayı Yüce
Allah onlara teşekkürde bulunmayı kendisine yapılması gereken şükür ile birlikte
söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Bana ve anne babana şükret! Dönüş
yalnız banadır." (Lukmân, 31/14); "Ve Rabbin kendisinden başkasına
ibadet etmeyiniz ve anne babaya iyilik yapınız, diye hükmetti." (İsrâ,
17/23).
Anne
babaya iyilik, onlarla güzel geçinmek, onlara karşı alçakgönüllü davranmak,
emirlerine uymak, vefatlarından sonra onlara mağfiret edilmeleri için dua etmek
ve sevdikleri kimseleri de koruyup gözetmekle olur.
Buharî
ile Müslim'de İbni Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ey
Allah'ın Rasûlü, hangi amel daha üstündür, diye sordum. O, "Vaktinde kılınan
namaz" diye buyurdu. Sonra hangisidir? diye sordum. "Anne-babaya
iyilik yapmaktır" diye buyurdu. Sonra hangisidir? diye sordum." Allah
yolunda ci-haddır" diye cevap verdi.
Sahih
hadiste de belirtildiğine göre adamın birisi: Ey Allah'ın rasûlü, ben kime
iyilik edeyim? diye sormuş. Hz. Peygamber: "Annene." Sonra kime? diye
sorunca, tekrar: "Annene." Sonra kime? diye üçüncü defa sorusunu
tekrarlayınca, bu sefer: "Babana, sonra sana daha yakın olana ve
sırasıyla daha yakın olana" diye cevap verir.
Anne
babaya iyilikte bulunmanın hikmeti gayet açıktır. Bu, yapılana misliyle
karşılık vermek ve iyiliğe iyilikle karşılıkta bulunmak, iyilik yapana vefa
borcunu ödemektir. Nitekim Yüce Allah: "İyiliğin karşılığı iyilikten başka
olabilir mi?" (Rahman, 55/60) diye buyurmaktadır. Zira anne ve baba daha
küçükken çocuklarına karşılıksız olarak her türlü yardımı gösterdiler,
terbiyesine şefkatle eğildiler, işlerini görüp gözettiler.
3- Akrabalara iyilik: Akrabalara iyilik anne babaya iyilik yapma emri üzerine
atfedilmiştir. Bu da Yüce Allah'ın akrabalık bağlarını gözetmek suretiyle akrabalara
iyilikte bulunmayı emrettiğini göstermektedir. Esasında onlara iyilik yapmak
aralarındaki bağları doğru temellere oturtur. Çünkü toplum dediğimiz şey,
ailelerden oluşur. Toplumun düzelmesi, ailenin düzelmesine; onun bozulması da
ailenin bozulmasına bağlıdır. Ailenin değeri ise ancak sıkıntı ve musibetlerin
geldiği zamanlarda bilinir. İşte o vakit karşılıklı sevgi, dayanışma,
zararların telâfisi ve aksaklıkların giderilmesi gereği ortaya çıkar.
4- Yetimlere iyilik: Bunlar, kendileri için kazanç temin edecek babaları
bulunmayan küçüklerdir. Yetimlere iyilik ise yetimi güzel bir şekilde terbiye
edip eğitmek, haklarının kaybolmasını önlemekle olur. Kitap ve sünnet yetimi
korumaya, ona şefkatli olmaya, onu himaye edip malını muhafaza etmeyi teşvike
dair buyruklarla doludur. Bunlardan bir tanesi de Müslim'in Ebu Hureyre'den
yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kendisinin
yahut başkasının yetimini koruyup gözeten bir kimse ile ben cennette şu ikisi
gibi olacağız." dedi. (Hadisin ravilerinden olan) Mâlik, bu arada şehadet
parmağı ile orta parmağını işaret etti.
5- Yoksullara iyilik: Bunlar da kendi ihtiyaçları için harcayacak bir şey
bulamayanlar ve ihtiyacın kendilerini bunalttığı ve zelil kıldığı kimselerdir.
Yüce Allah yoksullara iyilikte bulunmayı emretmiştir. Onlara iyilik, onlara sadaka vermekle, zorlu
ve sıkıntılı zamanlarda onları koruyup gözetmekle olur. Müslim'in Ebu
Hureyre'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dul
kadının ve yoksulun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bir kimse, Allah yolunda
cihat eden gibidir. -Zannederim şöyle de buyurdu-: "Durmadan namaz kılan
ve yemeden sürekli oruç tutan gibidir." İbnü'l-Münzir der ki: Tâvûs kız
kardeşlerin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmanın, Allah yolunda cihattan
faziletli olduğu görüşünde idi.
6- Güzel söz söylemek, yumuşak davranmak, açıkça iyiliği emredip
münker-den (kötülüklerden) alıkoymak ve buna benzer din ve dünya için fayda
gözeterek affetmek, bağışlamak, müsamaha göstermek, güleryüzlülük gibi
iyiliklerde bulunmak.
Çünkü
güzel söz söylemenin ruhlarda yapıcı bir etkisi vardır. Bu sayede insanlar arası
edebî ya da ahlâkî dayanışma gerçekleşir. Şam yüce Allah "İnsanlara güzel
söz söyleyin." diye bunu ifade etmekte, din kardeşlerinize dememektedir.
Böylelikle güzel söz ve iyiliği bütün insanlara karşı bir görev olduğunu
göstermiş olmaktadır.
İmam
Ahmed, Ebu Zerr (r.a.)'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir:
"Maruf olan hiç bir şeyi hakir görüp küçümseme! Herhangi bir iyilik yapma
imkânını bulamayacak olursan kardeşini güler bir yüzle (olsun) karşıla!."
İnsanlara fiilî olarak iyilikte bulunma emrinden sonra gelen ve güzel söz
söylemek olan bu fazilet ile fiilî ve sözlü ihsanın iki ucu bir araya
getirilmiş bulunmaktadır.
7- Namaz kılmak ve zekât vermek: Namaz dinin direğidir, takvaya götüren
yoldur. Allah ile ilişki kurmanın, faziletlere sahip olup düşüklüklerden uzak
kalmanın yoludur. Ancak bunun için namazın tam bir ihlâs ve Allah'ın azamet ve
mutlak egemenliği önünde tam bir huşu ile kılınması lâzımdır. Zekâtı vermek
ise toplumun işlerinin düzene girmesi için bir zorunluluktur.
[221]
84- Hani sizden: "Birbirinizin kanını
dökmeyin ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın." diye süz almıştık.
Sonra kabul ettiniz, hâlâ da şahitlik etmektesiniz.
85-
Sonra işte sizler birbirinizi öldürüyor ve içinizden bir kesimi yurtlarından
çıkarıyor, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşip yardımlaşıyorsu-nuz. Eğer
size esir olarak gelirlerse fîdyeleşirsiniz. Halbuki onların çıkarılması size
haram kılınmıştır. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını
inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında bir
rezillikten başkası değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine
uğratılırlar. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
86- Onlar ahireti verip karşılığında dünya
hayatını satın almış kimselerdir. Azapları hafifletilmez, onlara yardım da
edilmez.
"Yoksa
siz kitabın bir kısmını... inkâr mı ediyorsunuz1?" Bu azarlamak için
sorulmuş inkârî bir istifhamdır. "Bir rezillik" ibaresinin belirtisiz
gelmesi ise rezilliğin ağır ve dehşetli olduğunu ifade etmek içindir.
Kelime
ve İbareler:
"Hani
sizden birbirinizin kanını dökmeyin", birbirinizi öldürmek suretiyle
birbirinizin kanını akıtmayın, "birbirinizi yurtlarınızdan
çıkarmayın", kimse kimseyi evinden, yurdundan etmesin."diye söz
almıştık."
"Sonra
kabul ettiniz", sizden alınan bu sözü kabul ile karşıladınız. "Hâlâ
da" kendi aleyhinize bunu kabul ettiğinize dair "şahitlik
etmektesiniz".
Onlara
karşı günah (zenb), işleyenin yerilmeyi ve kınanması hak ettiği iştir. "ve
düşmanlıkta" yani haksızlık ve saldırganlıkla, "birleşip
yardımlaşıyor-sunuz." yani onlara karşı birbirinize destek oluyorsunuz.
"Eğer
size esir olarak gelirlerse fidyeleşirsiniz." Mal veya başka şeyleri fidye
olarak vererek esirlikten onları kurtarırsınız. Bu onlardan alınan sözlerden
idi.
[222]
Yahudilerin
karşılıklı kan dökmeleri, biribirleriyle savaşmaları, biribirle-rini
yurtlarından çıkarmaları aralarında oldukça sık görülen bir olaydı. Bu açıkça
tespit edilebilen olay, Kur'an-ı Kerîm'in nazil olduğu döneme kadar devam edip
durdu. Kurayzaoğulları Yahudileri Evslilerle, Nadîroğullan Yahudileri ise
Hazreclilerle andlaşmalı idiler. Aralarında bir savaş çıktığı vakit her bir
Yahudi kesim antlaşmalılar safında savaşa katılıyor ve bir Yahudi öteki
Yahu-diyi öldürüyor, biri ötekinin evini, yurdunu tahrib ediyor, yurtlarından,
evlerinden ediyorlar, evlerde bulunan eşya ve malları da talan ediyorlardı.
Halbuki Tevrat'ın hükmü gereğince bu onlara haram idi. Diğer taraftan
biribirlerini esir aldıkları vakit de fidye vererek onları kurtarma yoluna
gidiyorlardı. Kendilerine: Niçin onlarla önce savaşıyor, sonra da fidye ödeyip
kurtarıyorsunuz? diye sorulduğunda, bize Tevrat'ta fidye verme emri
verilmiştir, derlerdi. Peki, niye onlarla savaşıyorsunuz? diye sorulunca, bu
sefer de andlaşmalı olduğumuz kimselerin zelil kılınmasından utandığımız için,
diye cevap veriyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Yoksa siz kitabın bir
kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" buyruğunu
indirdi.
[223]
Bundan
önce gördüğümüz ayet-i kerimeler yalnızca Allah'a ibadet etmek, anne babaya,
akrabalara iyilikte bulunmak ve buna benzer Musa (a.s.) dönemindeki
İsrailoğulları'na verilmiş en önemli emirleri hatırlatmak mahiyetinde idi. Bu
ayet-i kerimeler ise, onlara yasak kılman en önemli hususları hatırlatmak
sadedindedir. Hitap Peygamber Muhammed (s.a.) döneminde bulunan Yahudilere
yöneliktir. Aynı zamanda bu belli bir ümmetin kendi arasındaki dayanışmanın da
delilidir ve ayrıca ümmetin tümünün bir fert gibi olduğunu göstermektedir. Bu
ümmetin sonradan gelenlerine geçmişlerinin izledikleri yolun etkileri isabet
eder. Onların etkileri hayırsa hayır, kötülük ise kötülük olarak isabet eder.
[224]
Ya
Muhammed! Yahudilere Tevrat'ta kendilerinden şu şekilde söz aldığımız zamanı
hatırlat: Biribirlerini öldürmeyecek, biribirlerini evinden vatanından
çıkarmayacaklardı. Ayet-i kerimede "kanlarınızı, birbirinizi,
yurtlarınızı" tabirlerinin kullanılması, toplumun diğer bir ferdinin yaşama
hakkının, kişinin bizzat kendi yaşama hakkı gibi olduğuna işarettir. Çünkü bir
insanı öldüren, bütün insanları öldürmüş, bir kimsenin hayatta kalmasına sebep
olan da bütün insanları hayatta bırakmış gibi olur. İşte bu Mâide suresi 32.
ayetin vurguladığı bir gerçektir.
Sonra
siz ey (Kur’an'ın nüzulüne) çağdaş olan Yahudiler! Geçmişinizden alınan bu sözü
kabul ediyor, böyle bir şeyin varlığını reddetmiyorsunuz. O halde sizin için
de bu bağlayıcı bir delildir.
Sizler
bu hususta sizden sözün alındığını kabul etmekle birlikte yine de ahdi bozuyor,
birbirinizi öldürüyorsunuz. Tıpkı daha öncekilerinizin yaptığı gibi.
Kaynukaoğullan Kurayzaoğullarına düşman idi. Kurayzaoğulları Yahudileri
Evslilerin andlaşmahları olarak, Hazreclilerle andlaşması bulunan Nadiro-ğulları
Yahudileri ile -Evs ile Hazrec arasında savaş çıktığı taktirde- savaşıyordu.
Halbuki Yahudiler arasında bulunan din, dil ve soy birliği onların tek bir saf
olmalarını gerektiriyordu.
Bu
şekilde bütün Yahudiler diğer Yahudi kardeşlerine karşı öldürmek, talan ve
yağma gibi günah işler işliyor ve Yahudi kardeşlerine karşı, andlaşmalı-ianna
yardımcı oluyordu. Yurttan çıkartmak gibi düşmanlık ve haddi aşmakla da aynı
şekilde yardımlaşıyorlardı. Esirlerin fidye ile kurtarılması için ittifak
yapıldığı vakit de, Yahudilerin her bir kesimi kendi soydaşlarını mal ile fidye
ödeyip kurtarıyordu. Bunu da Kitab-ı Mukaddes'in hükmü gereğince yapıyorlardı.
Bu ise Tevrat'ta öldürmenin haram kılındığı gibi, size haram kılınmıştı. Peki
nasıl oluyor da Kitabın bir kısmına iman ediyor ve esirlerin fidye ile kurtarılması
hükmüne riayet ediyorsunuz da, öbür hükümleri inkâr ederek öldürme, yurttan
çıkartma ve günah ve düşmanlıkla yardımlaşma suçlarını işleyebiliyorsunuz?
Halbuki imanın bölünme kabul etmeyeceği; bir kısmını inkârın, tü-aünü inkâr
gibi olduğu bildiğiniz bir husustur.
Tevrat'ın
bir kısmına iman edip diğer bir kısmını inkâr eden kimsenin böyle çelişkili ve
son derece çirkin fiiline karşılık tek bir cezası vardır, o da iünya hayatında
aşağılanmak ve rezil olmak, âhiret hayatında ise daimi azap-si. Allah hiç bir
kimsenin yaptığından gafil değildir. O günahları dolayısıyla insanları
cezalandırır.
Diğer
taraftan bu ayet-i kerimeler, hem bu Yahudiler ve hem de başkaları apn genel
bir hükmü tespit etmektedir ki o da şudur: Boş liderlik, mal almak abi dünya
hayatını ahirete ve ahiretteki ebedî nimetlere tercih edenler, aslında fânî ve
geçici olan dünyalık paylarını, edebî ve daimî nasiblerine tercih edip 3iılara
öncelik tanımışlardır. Allah'ın Kitab-ı Kerim'indeki emirlerini terket-anek
karşılığında, dünyayı satın almış kimselerdirler. Bunların ahiretteki azapları
hafifletilmez, tek bir an dahi bu azaplarına ara verilmez. Dünyada da ahi-reîte
de bunlara yardım olunmaz. Kimse onlara şefaatçi olmaz. Cehennemdeki cezalarını
kimse kaldırmaz. Çünkü bunların günahları çok büyüktür, onları çepeçevre
kuşatmıştır. Bu günahları ilâhî rahmet ile kendileri arasında perde ol-xru= ve
onları ilâhî feyzin rahmet ve bereketinden uzaklaştırmıştır.
İşte
fertlerinin namaz, oruç ve hac gibi dininin bir takım hükümlerini yerme
getirirken, başka hükümlere muhalefet edip zekâtı vermediği zenginlerinin
fakirlerin haklarını ödemediği, aralarında hırsızlığın, zinanın, rüşvetin,
haksızlığın yaygınlık kazandığı; adalet, eşitlik ve şûra gibi yönetim düzeninin
temel esaslarının ihmal edildiği ve Allah yolunda ve cihat ederken zorda kalmış
müminlere yeterli yardımın yapılmadığı zamanlarda, belli bir dine bağlı her bir
ümmet aynı şekilde dünya hayatında zillete, rezilliğe maruz kalır, ahi-rette de
cehennem ateşinde azaba mahkûm olur.
[225]
Ahde
vefa, ihlaslı müminlerin temel niteliklerindendir. Ahdi yerine getirmemek ve
bozmak da kâfir ile münafıkların niteliklerindendir. Yerine getirilmesi,
uyulması gereken en bağlayıcı ahit ve mîsâklann başında Allah'ın ahdi
gelmektedir. Bunu ihlâl edip bütün bölüm ve hükümlerine riayet etmeyen kişi
cezayı, azarlanmayı ve kötü bir şekilde nitelendirilmeyi hak eder. Kur'an-ı
Ke-rim'in bu şekilde aykırı davranış ve masiyetten "küfür ve inkâr"
diye söz etmesi, günahı işlemeye kalkışırken Allah'ın yasağına aldırış etmeyen
kimsenin, o yasağı inkâr eden bir kâfir olduğunu göstermektedir.
Bir
kısmını alıp kabul ederek diğer bir kısmını da reddedip yüz çevirerek Allah'ın
hükümlerini kısımlara bölmek, bütün ilâhî hükümleri inkâr etmektir. İlim
adamları şöyle demektedir: Yüce Allah Yahudilerden dört tane söz almıştı:
Öldürmeyi terketme, insanları yurtlarından çıkarmayı terketme, düşmanla
yardımlaşmayı terketme ve esirlerini fidye ödeyerek kurtarma. Onlar esirlerini
fidye ödeyerek kurtarma dışındaki bütün emrolunduklarmdan yüz çevirdiler. Bu
bakımdan Yüce Allah onları ebediyete kadar okunacak Kur'an-ı Kerîm
buy-ruklarıyla azarlayarak: "Siz kitabın -ki o Tevrat'tır- bir kısmına iman
eder bir kısmını inkâr mı edersiniz?" diye azarlamış bulunmaktadır.
[226]
Bizim
şeriatimiz de esirleri kurtarmanın farz olduğu hükmünü pekiştirmiş
bulunmaktadır. Maliki mezhebi âlimleri ve başkaları şöyle demektedir: Esirleri
fidye ile kurtarmak isterse beytülmâlde (devlet hazinesinde) tek bir dirhem
dahi kalmayacak olsun, vaciptir. İbni Huveyzi Endâd der ki: Ayet-i kerime
esirlerin kurtarılmasının vacip olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Zaten
Resulullah (s.a.)'tan gelen rivayetler de bu doğrultudadır. O esirleri kurtardığı
gibi kurtarılmalarını da emretmiştir. Müslümanların da uygulamaları bu şekilde
devam edegelmiş ve bu hususta icmâ gerçekleşmiştir. Esirlerin bey-tülmalden
fidye ödenerek kurtarılmaları gerekir. Eğer beytülmal yoksa onları kurtarmak
bütün müslümanlar üzerine bir farzdır. Müslümanlar arasından bunu yeteri kadar
gerçekleştirebilenler çıkarsa bu farz ötekilerin üzerinden düşmüş olur.
[227]
87-
Andolsun ki Musa'ya o kitabı biz verdik ve ondan sonra da birbiri ardınca
Peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa'ya da beyyineler verdik. Onu
Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Bir peygamber size her ne zaman nefislerinizin
hevasına uymayan bir şey getirdiyse büyüktendiniz, bir kısmını yalanladınız,
bir kısmını da öldürürdünüz.
88-
"Kalplerimiz kılıflıdır" dediler. Öyle değil, Allah küfürleri
yüzünden onlara lanet etmiştir. Onlar ne kadar az iman ederler!
89-
Onlara Allah katından beraberinde bulunanı doğrulayıcı bir kitap geldiğinde
-ki önceden kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlardı- işte o tanıdıkları
kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirlerin
üzerinedir.
"Onlar
ne kadar az iman ederler". Onların imanları pek azdır. Burada azlıktan
kasıt var olmadığını ifade etmektir. Yani iman etmediklerini ifade etmektir:
"Ne kadar az şükrediyorsunuz?" (A'râf: 7/10) buyruğunda olduğu gibi.
[228]
"Bir
kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürürdünüz" buyruklarının <H»e
alınması, bundan sonra gelecek olan buyruklara dinleyenin iyice kulak kabartmasını
sağlamak için bir teşvik m ^niyetindedir. Ayet-i kerimede, daha önce geçen
"Yalanladınız" fiiline uygun düşmesi için, "öldürdünüz"
değil de geniş "»mam ifade eden muzari kipiyle "Öldürürsünüz" denilmesi
ayet sonlarındaki fasılalar dolayısıyladır. (Fasıla: Her bir ayetin son harfine
verilen addır.). Çünkü ayetlerin fasılaları, beyit sonlan gibidir. Ayrıca
muzari (geniş zaman kipi) çok ileri derecede garipsenecek mazi (dili geçmiş)
olayları ifade etmek için de kullanılır. Adeta peygamberlerin öldürülme
tabloları dinleyenin önünde canlı bir tablo olarak ifade edilmektedir.
"Allah'ın
laneti o kâfirlerin üzerinedir" diye buyurulup bunun yerine "onların
üzerlerinedir" diye zamir kullanılarak buyrulmamış olması, lanetin sebebinin
onların küfür ve inkârları olduğunu açıklamak içindir.
[229]
"O
kitabı" yani Tevrat'ı "biz verdik. Ondan sonra da birbiri ardınca peygamberler
gönderdik". Aynı yolu takip edecek şekilde peygamberleri arka arkaya
gönderdik.
İsa:
Süryanice'de Yesû' şeklinde söylenir. Anlamı efendi veya mübarek demektir.
Meryem, İbranice'de hizmetçi demektir. Çünkü annesi onu Beytü'l-Makdis'e hizmet
etmek için adamıştı.
"Meryemoğlu
İsa'ya da Beyyineler" ölüleri diriltmek, anadan doğma kör ve alacalıyı
iyileştirmek gibi mucizeler "verdik. Onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik"
yani güçlendirdik. Ruhu'l-Kudüs tabiri, bir sıfat tamlamasıdır. Arındırılmış
kutsal ruh demek olup, kasıt Cebrail (a.s.)'dir. Ona bu adın verilmesi ise,
tertemiz oluşundan dolayıdır. Peygamberler ile muhatab olur, onların nefislerini
takdis ve tezkiye ederdi. Hasan-ı Basri der ki: Cebrail'e Ruhu'l-Kudüs denilmesi
Kuds'ün Allah'ın adı oluşundandır. Onun adı Hz. Cebrail'dir. Bu şekilde bir
izafet (isim tamlaması) Cebrail'in şanını şerefini yükseltmek içindir. Râzî der
ki: "Ruhu'l-Kudüs"ün Cebrail olduğunun delillerinden birisi de
"Rabbinden Ruhu'1-Kuds indirmiştir" buyruğudur.
[230] Hz.
Cebrail'e "Ruhu1-emin"de denilmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
olduğu gibi: "Onu, Ruhu'1-Emin senin kalbin üzerine uyarıcılardan olman
için apaçık Arapça bir lisan ile indirmiştir." (Şuarâ: 26/193-195).
"Nefislerinizin
hevasına uymayan" yani sevmediğiniz hoşlanmadığı "bir şey getirdiyse
büyüklendiniz" yani o peygambere uymayı kabul etmeyip büyüklük
tasladınız. "Bir kısmını" Hz. Zekeriyya ve Yahya (ikisine de selâm
olsun) gibi peygamberleri "öldürdünüz".
"Kalplerimiz
kılıflıdır". Yani üzerlerinde perdeler ve örtüler vardır. O bakımdan
kalplerimiz senin söylediğini anlamamaktadır. "Öyle değil" yani onların
dedikleri kabul edilecek gibi değil. Gerçeğe uygun değil, aksine bu "Allah
küfürleri yüzünden" yani onların kabul etmeyişlerinden, -yoksa
kalplerindeki bir rahatsızlıktan dolayı değil- küfürlerinden dolayı olup bunun
için de "onlara lanet etmiştir" yani rahmetinden uzaklaştırıp hakkı
kabul etmekten uzak tutmuştur. "Onlar ne kadar az iman ederler!".
Gerçekten az iman ediyorlar veya hiç iman etmiyorlar.
"Beraberlerinde
bulunanı" yani Tevrat'ı "doğrulayıcı bir kitap" Kur'an-ı Kerim
"geldiğinde ki önceden kafirlerin aleyhine fetih istiyorlardı" onun
peygamber olarak gönderilmesiyle kâfirlere karşı zafer ve yardım istiyorlar ve:
"Allahım, ahir zamanda gönderilecek peygamber ile bizi onlara karşı
muzaffer kıl!" diyorlardı. "İşte o tanıdıkları" ki hak
peygamberin gönderilmesidir; "gelince", liderlik ve başkanlıkları
ellerinden gider korkusu ile ve kıskançlıklarından dolayı onu "inkâr
ettiler".[231]
İbni
Abbas der ki: Hayber Yahudileri Gatafanlılarla sık sık savaşırdı. Karşı
karşıya geldikleri her seferinde Hayber Yahudileri bozguna uğruyorlardı. Sonunda
Yahudiler şu duayı yaptılar: "Allahım, ahir zamanda bize göndereceğini
vadettiğin ümmî peygamber Muhammed hakkı için bizi onlara karşı muzaffer
kılmanı diliyoruz." Gatafanlılarla her karşılaştıklarında bu duayı
yaptılar ve Gatafanlılan bozguna uğratmaya başladılar. Fakat Muhammed (s.a.)
peygamber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun üzerine Yüce Allah:
"... önceden senin ile Ey Muhammed, kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlardı.
Artık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir" buyruğuna kadar nazil
oldu.
[232]
İbni
Ebî Hâtim'in İbni Abbas'tan rivayetine göre Yahudiler Resulullah s.a.)'ın
peygamber olarak gönderilişinden önce Evs ve Hazreclilere karşı onunla yardım
diliyorlardı. Allah onu Araplar arasından gönderince peygamberliğini reddedip
kâfir oldular ve onun hakkında daha önceki söylediklerini de inkâr ettiler.
Muaz b. Cebel, Bişr b. el-Berâ ve Dâvud b. Seleme onlara: Ey Yahudiler!
Allah'tan korkun ve İslâm'a girin. Biz müşrik iken Muhammed ile bize karşı
yardım istiyordunuz ve onun peygamber olarak gönderilmesinin yakın olduğunu
bildiriyordunuz. Bizlere onun niteliklerini anlatıyordunuz. Nadiroğulla-nndan
birisi şöyle dedi: Bu peygamber bizim bildiğimiz bir şeyi bize getirmedi ve bu
bizim size söz konusu ettiğimiz kişi değildir. Bunun üzerine Yüce Allah:
''Onlara Allah katından... bir kitap geldiğinde" buyruğunu indirdi.
es-Süddî
de der ki: "Araplar Yahudilerin bulundukları yerlerden geçer ve onları
rahatsız ederlerdi. Yahudiler de Tevrat'ta Muhammed (s.a.s.)'in niteliklerini,
onun Allah tarafından peygamber olarak gönderileceğini ve onunla beraber
Araplara karşı savaşacaklarını okuyorlardı. Muhammed (s.a.s.) onlara peygamber
olarak gelince kıskançlıklarından "Bu Peygamber ne diye İsrailoğulla-n'ndan
gelmedi? dediler."
[233]
Katı
kalpli, maddî menfaatlere tapan, kişisel nevalarına ibadet eden Yahudiler
arasında ilâhî uyarılar yenilenip durmuş, onlara arka arkaya peygamberler
gönderilegelmiştir. İsrailoğulları bütün kavimler arasında kendilerine
aralarından en çok peygamber gönderilmiş bir kavimdir. Bununla birlikte
uyarıları unutuyor, şeriatleri tahrif ediyor, nevalarına uyuyor ve peygamberlerine
kimi zaman yalanlayarak, kimi zaman da öldürürek isyan ediyorlardı.
İşte
bu ayetler onlara Hz. Musa'ya Tevrat'ın verildiğini ve onun ardından
peygamberlerin de gönderilmiş olduğunu hatırlatmaktadır. Nitekim bir başka
yerde de: "Sonra resullerimizi birbiri ardınca gönderdik." (Mü'minûn,
23/41) diye buyurulmaktadır. Hz. Musa'dan sonra gönderilen peygamberler: Yuşâ,
Dâvûd, Süleyman, İlyas, el-Yesâ, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahya ve İsâ (a.s.)dırlar.
Hepsi de Hz. Musa'nın şeriatı ile hüküm veriyordu. Nitekim Yüce Allah buna işaretle
şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz biz Tevrat'ı indirdik. Onda bir hidayet ve
bir nur vardır. Teslim olmuş olan peygamberler onunla Yahudiler arasında hüküm
verirlerdi..." (Mâide, 5/44). Bununla birlikte Hz. İsa bazı hususlarda Tevrat'tan
farklı hükümler getirmişti. Bundan dolayı Yüce Allah ona beyyinatı vermişti ki,
bunlar ölüleri diriltmesi, çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıp ona üflemesi
sonucu Allah'ın izniyle canlı kuş oluvermesi, türlü hastalıkları iyi etmesi,
gaybdan haber vermesi, Ruhul-kudüs ile yani Cebrail (a.s.) ile desteklenmesi
gibi muziceleridir. Bütün bunlar Hz. İsa'nın kendilerine getirdiği şeylerde
doğruluğunun deliliydi. İsrailoğullarının onu yalanlaması, kıskanması, ona
karşı bazı hükümlerde Tevrat'tan farklı hükümler getirdi diye inatçılık etmeleri
ileri dereceye ulaşmıştı. Nitekim Yüce Allah Hz. İsa'nın durumunu şu buyruğu
ile haber vermektedir: "O size haram olan şeyleri sizin için helâl kılmak
üzere ve Rabbinizden bir ayet ile geldi." (Al-i İmrân, 3/50), Sonuç şuydu:
Kendilerine nefislerinin hoşlanmadığı -ki her zaman için nefisleri hayra yönelmemiştir-
bir peygamber geldiği her seferinde, onu inkâr ettiler, zorbalık ederek, haddi
aşarak ona karşı büyüklük tasladılar. İsa ve Muhammed (ikisine de selâm olsun)
gibi kimi peygamberleri yalanladılar. Zekeriyyâ ve Yahya (ikisine de selâm
olsun) gibi kimilerini de öldürdüler. Artık bunların Muhammed (s.a.)'in
davetine iman etmeyişlerinde garipsenecek bir taraf yoktur. Çünkü inatçılık
onların tabiatları gereğidir. Hitap bütün Yahudileredir. Çünkü onlar geçmişte
bu tür işleri yaptılar ve onların soyundan gelen çocukları da buna razı
oldular.
Onların
çirkin işlerinden bir tanesi de Resulullah (s.a.)'a: "Bizim kalplerimiz
üzerinde perde vardır, senin ne konuştuğunu anlayamıyoruz" demeleridir.
Yüce Allah onlara şu şekilde cevap vermektedir: "Hayır, durum dediğiniz
gibi değildir. Sizin kapleriniz fıtrat itibariyle hakka ulaştıran düşünce ve
akıl yürütmeyi yapacak istidatta yaratılmıştır. Fakat Allah, peygamberleri
inkâr etmeniz, Tevrat'ın, emir ve hükümlerine karşı gelerek asi olmanızdan
dolayı sizleri rahmetinden uzaklaştırmıştır."
Allah
bu şekilde rahmetinden uzaklaştırmak veya kovmakla onlara zul-metmemiştir.
Bilhassa onlar kendi öz nefislerine zulmediyorlardı. Onlar kitabın bir kısmına
iman ettiler, diğer bir kısmı ile ameli terkettiler ya da hiç iman etmediler.
Peygamberin
niteliklerini ve geleceği zamanı biliyorlardı. Onun gelişi ile müşriklere karşı
zafer talebinde bulunuyor ve: "Allah'ım! Tevrat'ta niteliklerini
gördüğümüz ahir zamanda gönderilecek peygamber ile bize zafer ver."
diyorlardı.
Allah
katından bir kitap yani Muhammed (s.a.)'e indirilen Kur'an-ı Kerim, onlara
beraberlerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı ve onlarca bilinen peygamberlerin
niteliklerini pekiştirici olarak gelince, Araplara olan kıskançlıklarından dolayı,
hem o peygamberi hem daha önce söylediklerini inkâr ettiler. Onun davetini
kabul etmeyi ve çağrısına olumlu cevap vermeyi büyüklüklerine -peygamberleri
küçümseyerek- yediremediler. Halbuki bu, İslâm davetini inkârdır.
[234]
Bu
anlatılanlar, insanlardan bir kesimin ilâhî hükümlere karşı takındığı tavrı
açıklayan apaçık bir tablodur. Bu ilâhî hükümlerden kim yüz çevirir, onları
inkâr eder, kabul etmeyi büyüklüğüne yediremezse, onun beklenen kesin akıbeti
azabı hak etmesi ve Yüce Allah'ın rahmetinden kovulmasıdır.
İsrailoğullan'na
arka arkaya gönderilmiş bu peygamberler topluluğu insanların en isyankâr olan
bu kesimine bile ilâhî inayetin ne kadar çok olduğunu ve bunlara hak yola
dönme imkânını ne kadar çok sağladığını göstermektedir. İşte bu isyankâr ve
kibirli kesimin cezalandırılmış olması ve adaletin kendisidir.
Zaten
Yüce Allah herhangi bir kimseye zulmetmekten münezzehtir. Onun: ''Öyle değil,
Allah küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir." buyruğu imandan nefretle
uzaklaşmalarının sebebini de açıklamaktadır. Bu önceden beri kâfir 3lup
gösterdikleri cüretkârlıklar sebebiyle lanete uğramalarıdır. İşte bu, cezanın
işlenen günaha karşılık olarak verilmesidir.
Yahudilerin
haberlerine ve onların çirkin suçlarının açıklanmasına, zulüm ve küfürleri
dolayısıyla azarlanmalarına ve Peygamber (s.a.)'in onların gizlemiş oldukları
Tevrat'ın şeriatına dair söz edilen bütün bu hususlarda, Hz. Peygamberin
peygamberliğine dair açık bir delil vardır.
[235]
90-
Onların, Allah'ın kullarından dilediği kimseye lütfundan indirmesini kıskanıp
Allah'ın indirdiğini inkâr ederek nefislerini satmaları ne kötüdür. Böylece
gazap üstüne gazaba uğradılar. O kâfirler için hor kılıcı bir azap vardır.
91-
Onlara: "Allah'ın indirdiğine iman edin" denildiği zaman: "Biz
bize indirilene iman ederiz." derler. Ve
arkasından geleni de inkâr ederler. Halbuki o nezdlerindekini
doğrulayıcı bir gerçektir: De ki: "Madem ki mümin idiniz, o halde
Allah'ın daha önceki peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?"
"Halbuki
o nezdlerindekini doğrulayıcı bir gerçektir." Gerçeğin, Yüce Allah'ın
indirdiği kitapların doğrulayıcı olma özelliğinde olmaması düşünülmez. Eğer
doğrulayıcılık bu kitapların özelliği olmazsa o kitaplar da hak olmaktan,
gerçek olmaktan çıkar.
[236]
"Hor
kılıcı bir azap." Burada, hor kılmanın azaba isnat edilmesi, fiillerin
sebeplerine isnat edilmesi türündendir.[237]
"Onların
kıskanıp" yani kıskanarak, kıskandıklarından dolayı, "Allah'ın"
Kur"an-ı Kerim'den "indirdiğini inkâr etmek karşılığında nefislerini
satmaları ne kötüdür." Bir başka şeyi alıp bir şeyi terkeden herkes, o
bıraktığı şeyi satmış olur. Bunlar da nefislerini bırakıp inkârı almış kimselerdir.
"Böylece
gazap üstüne gazaba uğradılar." Üst üste gazaba maruz kalmış olarak
döndüler. Gazap lanetten daha ağırdır. Yani onlar gazapla içice olmuş bir halde
geri döndüler.
"Ve
arkasından", onun dışında veya daha sonra Kur'an-ı Kerim'den "geleni
de inkar ederler. Halbuki o nezdlerindeki doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: Madem
ki mümin idiniz, öyle ise daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürüyordunuz?"
Burada Peygamber (s.a.s.)'in çağdaşı olanlara atalarının yaptıkları
hatırlatılarak hitap edilmektedir. Zira onlar da bu işten hoşnut olup yanlış
bir Laraf görmüyorlardı.
[238]
Peygamber
(s.a.)'in çağdaşı olan Yahudiler onun Tevrat'ta müjdelenen pey-şamber olduğunu
bilirler: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları
gibi tanırlar." (Bakara, 2/246). Fakat kıskançlıklarından dolayı iman
etmiyorlardı. Yüce Allah onları bu tutumları dolayısıyla ağır bir şekilde yererek
cezalandırmaktadır. Çünkü onlar küfrü imana tercih ederek bu yolda kendilerini
feda etmişler, adeta satıcı bir kimsenin sattığı bir şeyi elinden çıkartması
gibi, nefislerini de öylece kaybetmişlerdir. Onların küfür ve inkârlarının
sebebi, kıskançlığın bir sebebi olan tam bir inatla liderliğin ve servetin
ellerinden kaybolması korkusu ve Yüce Allah'ın kendi lütfuyla kullarından
dilediği kimseye vahyi indirmesinden hoşlanmayışlarıdır. O bakımdan onların
cezaları sn şekilde tecelli etmiştir: Hz. Musa (a.s.) ve ondan sonra gelen
peygamberleri inkâr ettikten sonra, Muhammed (s.a.)'i de inkâr ettiklerinden
dolayı, Al-îahtan gelen yeni bir gazapa uğratılmışlardır. Bu küfür ve inkârları
sebebiyle stimya ve ahirette hor ve hakir kılıcı bir azaba da müstehak
olmuşlardır. Dünya hayatında onlar için bir rezillik ve kötü bir hal, ahirette
ise cehennem ateşinde ebediyyen kalmaları söz konusu olacaktır.
Peygamber
(s.a.) ile ashabı, Medine'deki Yahudilere: "Allah'ın indirdiği Sn/an-ı
Kerim'e iman ediniz." dediklerinde o Yahudiler: "Biz Tevrat'ta bize
in-îırilene iman ederiz, onun dışında kalanı -ki o da Tevrat'ı doğrulayıcı
olarak gelen ve hak ve doğru olduğundan şüphe bulunmayan Kur'an-ı Kerim'dir-
ise -nkâr ederiz." diye cevap veriyorlardı. Yüce Allah ise onlara şöyle
cevap ver-»ektedir: "Kur*an Allah katından gelmiş, beraberinizde bulunan
Tevrat'ı doğrulayıcı hakkın kendisidir. Her iki kitap da Allah tarafından
gönderilmiştir. Sizler nasıl olur da Kitab'm kimisini inkâr ediyor kimisine
iman ediyorsunuz? Aksine sizler öldürmeyi haram kılan hükmü ihtiva eden
Tevrat'a iman eden kimseler değilsiniz. Çünkü sizler haksız yere peygamberleri
öldürmüş bulunuyorsunuz. Eğer sizler gerçekten Tevrat'a iman eden kimseler
idiyseniz, niye o peygamberleri öldürdünüz?"
Yüce
Allah burada öldürme işini Resulullah (s.a.)'in çağdaşı olanlara nispet
etmektedir. Çünkü onlar önceki geçmiş atalarının yaptıkları öldürme ve benzeri
diğer işleri onaylıyorlardı. Bunu bir muhalefet veya bir isyan saymıyorlardı.
Küfrü işleyen ile onu uygun gören arasında hiç bir fark yoktur. Ayrıca unlar
isyan ve itaatsizlikte birbirleriyle dayanışma halindedirler ve biribirleri-ju
desteklerler. Atalarının yaptığı cürümleri her fırsatta kendileri de tekrarlı-
Eğer böyle bir rıza ve kabul bulunmayacak olsa elbetteki çocuklar hakkında
günah söz konusu olmaz. Çünkü her bir nefis kendi durumundan sorumludur ve hiç
bir kimse başka bir kimsenin günahını yüklenecek değildir.
[239]
Fani
olanı kalıcı olana tercih etmek, basit, değersiz bir şeyi pahalı ve değerli
bir şeye tercih etmek, selim bir aklın işi değildir. Hatta insanın gerçek maslahatı
bunu kabul edemez. Çünkü hayrın devam etmesi, nimetin kalması, menfaatin daha
iyi korunmasını sağlar, nefsin şerefini daha iyi muhafaza eder. Bundan dolayı
Kur*an-ı Kerim şu hususu vurgulayarak Yahudilerin uygulamasını tenkit
etmiştir: Hakkı batıla, imanı küfre değiştikleri için kendileri adına
seçtikleri şey çok kötüdür. Yahudiler Allah'ın peygamberleri Musa (a.s.)'ya indirmiş
olduğu Tevrat'a eksiksiz bir şekilde iman etmediklerine göre, onların
Kur"an-ı Kerim'e iman etmeleri de umulmaz.
Buzağıya
tapmaları, Hz. Musa'nın işini zorlaştırıp onu inkâr etmeleri; Muhammed (s.a.)'i
ve Kur'an-ı Kerim'i yalanlayıp kâfir olmaları gibi eski ve yeni masiyetleri
onları hor kılıcı azaba götürür. Bu ise cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı
gerektirir. İsyankâr müminlerin cehennemde azap görmeleri ise geçici bir
durumdur; bu, onları arındırmaktır, günahlarından temizlemektir. Tıpkı günah
işleyen bir kimsenin dünya hayatında ceza görmek suretiyle temizlenmesi gibi.
Zina eden kimsenin recmedilmesi, hırsızın elinin kesilmesi buna örnektir.
[240]
92-
Andolsun ki, Musa size beyyinelerle gelmişti. Sonra siz onun ardından buzağıyı
(ilâh) edindiniz. Siz zalimlersiniz.
93-
Hani sizden bir söz almış ve Tûr'u tepenizin üstüne kaldırıp "Size verdiğimizi
kuvvetle tutun ve dinleyin" demiştik. Onlar: "Dinledik, isyan
ettik" demişlerdi. Küfürleri yüzünden buzağı kalplerinde içirilmişti. De
ki: "Eğer müminler iseniz, imanınızın size emrettiği şey ne
kötüdür!"
"Buzağı
kalplerinde içirilmiş idi." Yani buzağının sevgisi kalplerine sindirilmişti.
Bu, Yüce Allah'ın: "İçinde bulunduğumuz şehire de aralarında bulunduğumuz
kafileye de sor" (Yusuf, 13/82) buyruğuna benzemektedir. Yani içinde
bulundurunuz şehir halkına ve kendileriyle birlikte geldiğiniz kafile halkına
sor, demektir.
"İçirümiş
idi." Burada kapalı istiare vardır. Buzağıya tapma sevgisi rahat xe kolay
bir şekilde içilen, oldukça lezzetli bir içeceğe benzetilmektedir. Kendi-sjne
benzetilen hazfedilerek ona gereklerinden bir şey olan içirmek tabiri ile
işarette bulunulmuştur.
"Eğer
müminler iseniz" buyruğu, onların imanlarının şüpheli olduğu ve mümin
olmak iddialarının doğruluğunun reddedildiğini ifade etmektedir. (Keşşaf, I,
227). Tevrat'a "İmanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!" Çünkü Tevrat'ta
buzağılara tapmak diye bir şey yoktur. Emrin imana izafe edilmesi, onlarla bir
çeşit alaydır. Hz. Şuayb'ın kavminin: "Sana namazını mı emrediyor?"
Hûd: 11/87) şeklindeki sözlerinde olduğu gibi. Burada imanın onlara izafe edilmesi
de bu şekildedir.
[241]
"Beyyineler"
yani asâ, el, denizin yarılması gibi mucizeler.
"Sonra
siz onun ardından" Hz. Musa'nın mikata gitmesinin akabinde "buzağıyı"
ilâh ve mabud "edindiniz. Siz" buzağıyı ilâh ve mabud edinmekle
"zalimlersiniz", zulmedenler oldunuz.
"Hani
sizden" Tevrat'ta bulunanlar gereğince amel etmek üzere "bir söz almış
ve Tûr'u tepenizin üstüne kaldırıp size verdiğimi kuvvetle" yani tam bir
kararlılık ve gayretle "tutun ve "üzerinde düşünmek, ona itaat edip
bağlanmak amacı ile" dinleyin demiştik".
"Buzağı
kalplerinde içirilmiş idi". Yani içilen bir şey vücuda nasıl karışıyor
ise, buzağı sevgisi de o şekilde kalplerine sinmişti.
"Eğer
müminler iseniz", yani iddia ettiğiniz gibi Tevrat'a inanıyor iseniz,
"imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!" Tevrat'a inancınız size
buzağıya tapınmayı emrediyorsa bu ne kadar kötü bir şeydir! Yani sizler
Muhammed'i (s.a.) yalanlamış iken Tevrat'a iman etmiş olamazsınız. Çünkü
Tevrat'a iman etmek Muhammed'i yalanlamayı emretmez.
[242]
Yahudiler
şanı Yüce Allah'ın kendilerine ihsan buyurmuş olduğu nimetlere karşılık
nankörlük ettiler. Nitekim bu husus, bundan önceki ayetlerden açıkça
anlaşılmaktadır. Aynı şekilde vadedilen arzdaki nimetlerde de durum böyle
olmuştu. Yine orada apaçık ayetleri ve Musa (a.s.)'nın getirip onun Allah'ın
resulü olduğunu gösteren Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığını belgeleyen
kesin delilleri de inkâr etmişlerdi. Sözü geçen apaçık beyyineler, Tevrat'ın
nazil olduğu mikat (Tevrat'ın Musa'ya verilmesi için söz verilen vakit)'tan
önce meydana gelmiş olan mucizelerdir. Bunlar ise Yüce Allah'ın: "Andolsun
Musa'ya dokuz tane apaçık ayet vermiş idik" (İsra: 17/101) buyruğunda
belirtildiği gibi, dokuz tanedir. Sözü geçen bu ayetler tufan, çekirgeler,
haşerat, kurbağalar, kan, asâ, el, denizin yarılması ve yıllarca süren
kuraklık ve kıtlıktır. Ancak bütün bu apaçık ayetler, şirk ve putperestliğe
daha çok gömülmelerinden başka bir işe yaramadı. Allah'ın üzerlerindeki
nimetlerine şükredecek yerde, Allah'tan başka kendisine tapındıkları buzağıyı
ilâh edindiler. Sözü geçen bu buzağı ise, Samiri'nin süs eşyalarından
kendilerine yaptığı ve ilâh kabul edip tapındıkları bir puttur. Bu onların
kalplerinin katılığının, akıllarının bozukluğunun delilidir. O bakımdan
onların hidayet bulmaları umulamaz. Bu yaptıkları bir zulümdür, bir şeyi
konulması gereken -hakkettiği yerden başka yere koymaktır. Allah'a şirk
koşmaktan daha büyük hangi zulüm olabilir!
Ey
Muhammed! Tevrat'ta bulunanlar gereğince amel etmek, orada bulunan hükümlere
tam bir gayretle sıkı sıkıya sarılmak üzere kendilerinden söz alındığı zamanı
da onlara hatırlat! Onlar kendilerinden alınan bu söze aykırı hareket etmiş,
ondan yüz çevirmişlerdi. Nihayet kalplerine korku salmak üzere Tür (dağı)
üzerlerine kaldırılmış, bunun üzerine onu kabul etmişlerdi. Fakat daha sonra
yine buna aykırı harekette bulunmuşlardı. Bununla onlar adeta "dinledik ve
isyan ettik" demiş gibi oldular. Ardından aykırı davranışları daha da
ileriye götürdüler, şirke düştüler. Buzağıyı ilâh edindiler, buzağıya karşı
duydukları sevgi kalplerine kadar işledi. Mısır'da kabul ettikleri
putperestlik sebebiyle buzağıya tapınmaya karşı duydukları aşın sevgi
ruhlarında alabildiğine yer etti.
Ey
Muhammedi Sen geçmişteki önderlerinin bu durumlarını öğrenmelerinden sonra
çağında yaşayan Yahudilere de ki: Sizin Tevrat'a olan imanınız böyle bir şeye
çağırıyor ise buzağıya tapınmak, peygamberleri öldürmek, sözlerinde durmamak
türünden amellere yönelten imanınız ne kadar kötü bir imandır!
Bu
ayet-i kerimeler Hz. Muhammed (s.a.)'e iman etmeyen ve yalnızca Tevrat'a iman
ettiklerini ileri süren Yahudilerin imanlarını reddetmektedir. Çünkü onlar
gerçekte hiçbir şeye iman etmiyorlar; Tevrat'a da Kur"an-ı Kerim'e de. O
bakımdan azarlanıp ağır bir şekilde sitem edilmeyi hak etmişlerdir.
[243]
Bir
şeye sağlıklı bir şekilde iman etmek bu imanın gerekleri ile tam bir uyum
halinde olmayı icab ettirir. Gerçek anlamda Tevrat'a iman eden kimsenin Tevrat'ta
bulunan hükümler gereğince amel etmesi, yasaklarından uzak durması, emirlerine
bağlı kalması gerekir. Aynı zamanda bu, o kimsenin Tevrat'ı destekleyen,
kuvvetlendiren, muhtevasını onaylayan her şeye iman etmesini de gerektirir.
Kur'an-ı Kerim Tevrat'ta bulunan hükümleri doğrulayıcı olarak gelmiştir.
Dolayısıyla ona iman etmek ve hükümlerine uymak gerekir.
Geçmişteki
ve Hz. Peygamber (s.a.) devrindeki Yahudilerin durumları hayret edilecek bir
durumdur. Onlar Tevrat'a iman ettiklerini ileri sürüyorlardı. Yüce Allah'ı
tevhide ve yalnızca ona ibadete ileten bir kitaptır o. Buna rağmen onlar
kalkıyor, buzağıya tapınıyor, onu ilâh ediniyorlar. Allah'ın ayetlerini ve
Muhammed (s.a.)'i inkâr ediyorlar. Bunlar günahların en büyüğü ve aleyhlerine
olan işlerin en ağırıdır. Çünkü onlar, peygamberlerin en sonuncusu, bütün
peygamber ve resullerin efendisi, bütün insanlara gönderilmiş son peygamberi
inkâr etmişlerdir.
O
halde ahdi bozmak, Allah'ın ayetlerini inkâr etmek, Allah'ı bırakıp buzağıya
tapınmak gibi bunca çirkin işi yaptıktan sonra kendilerinin iman ettiklerini
nasıl iddia edebilirler?
Bununla
birlikte daha önce onlara verilen nimetlerin sayıldığı esnada buzağıya
tapmaktan dolayı tevbe ettiklerinde Allah onları affetmiş ve tevbelerini kabul
buyurmuştur.
[244]
94-
De ki: Eğer Allah nezdinde ahiret yurdu, insanlar içinde sizden başka kimseye
değil de yalnız sizin ise, eğer doğru söyleyenler iseniz ölümü temenni edin.
95-
Fakat onlar önceden ellerinin gönderdikleri dolayısıyla onu asla temenni
etmezler. Allah o zalimleri çok iyi bilendir.
96-
Andolsun ki sen onları insanlar arasında müşriklerden bile hayata daha tutkun
bulursun. Onlardan biri kendisine bin sene ömür verilsin ister. Halbuki onun
ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir. Allah onların yapmakta
olduklarını çok iyi görendir.
"Asla
temenni etmezler". Burada "asla" diye anlamı verilen kelimenin
karşılığı "len" dir. Cuma suresinde ise bu (Cuma: 62/7)
"lâ" ile ifade edilmiştir. Çünkü buradaki iddiaları orda sözü geçen
iddialarından daha büyüktür.(=asla temenni etmiyorlar). Burada cennetin sadece
kendilerinin olduğunu iddia ederken, orada kendilerinin Allah'ın dostları
olduğunu ileri sürdüklerinden söz edilmektedir.
[245]
"Andolsun
ki sen onları insanlar arasında" kötü akıbetlerini ve Allah nez-dindeki
hüsranlarını bildiklerinden dolayı uzunca ömür sürmeye "hayata müşriklerden
bile daha tutkun bulursun". Burada tutkunluk, bir şeyi büyük bir açgözlülükle
istemek demektir. Onların bu tutkunluklarının sebebi ise dünyanın mümin için
bir hapishane, kâfir için bir cennet gibi olmasından dolayıdır.
[246]
94.
ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, Ebu'l-Aliye'den
şunu nakletmektedir: Yahudiler: "Cennete Yahudi olanların dışında kimse
giremeyecektir" deyince Yüce Allah da: "De ki: Eğer Allah nezdinde
ahiret yurdu insanlar içinde sizden başka kimseye değil de yalnız sizin ise...
ölümü temenni edin", buyruğunu indirdi.
[247]
Peygamber
(s.a.)'in Yahudilere şöyle demesi emredilmektedir: "Eğer sizler bütün
insanlar arasında cennetin yalnız size ait olduğunu, sayılı günler dışında da
ateşin size dokunmayacağını, Allah'ın seçkin milleti olduğunuzu iddia etmenizde
doğru söyleyen kimseler iseniz, haydi bu konuda kimsenin sizinle ortak
olamayacağını ve karşı davada bulunamayacağını ileri sürdüğünüz ebedî ve
katıksız nimetlere ulaştıracak ölümü temenni ediniz." Çünkü hiçbir insan
mutluluktan yüz çevirip de bedbahtlığı tercih etmez. Eğer bu sözün kendilerine
söylendiği vakit böyle bir temennide bulunmuş olsalardı, yeryüzünde bulunup da
ölmedik Yahudi kalmayacaktı. İbni Abbas der ki: Eğer ölümü temenni etmiş
olsalardı, onlardan her bir kimse (en azından) yutkunurken dahi nefes borusuna
kaçacak olan tükürük damlası ile boğulup giderdi.
İbni
Abbas'tan gelen rivayete göre maksat şudur: Bizden ve sizden kim yalancı ise
ona ölümün gelip çatmasını isteyiniz, beddua ediniz. Ancak onlar böyle bir
isteği yerine getirmediler ve dua etmediler, çünkü yalan söylediklerini biliyorlardı.
İbni
Kesir der ki: İbni Abbas'm ayet ile ilgili yapmış olduğu bu açıklama kabul
edilecek tek açıklamadır. Bu da kendileri mi yoksa müslümanlar mı, hangisi
yalancı ise ona beddua etmek şeklindedir. Ölümü temenni etmekle onlara karşı
getirilmek istenen delil, açık bir şekilde ortaya çıkmaz. Çünkü ileri
sürdükleri idialannda samimi olduklarına, doğru söylediklerine inanmaları onları
ölümü temenni etmek zorunda bırakmaz. Çünkü Allah'ın salih bir kulu olmak ile
ölümü temenni etmek birbirinden ayrılmaz şeyler değildir. Nice salih insanlar
da vardır ki ölümü temenni etmez. Hatta hayrı daha da artsın, cennetteki yeri
ve derecesi daha da yükselsin diye ömrü daha da uzun olsun ister. Nitekim
hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Sizin hayırlınız ömrü uzayıp da
ameli güzelleşendir".
[248]
Her
ne şekilde olursa olsun onlar Tevrat'ı tahrif etmek, günahsız peygamberleri
öldürmek ve kitaplarında müjdelenmiş olmasına rağmen Peygamber (s.a.)'i inkâr
etmek gibi işledikleri küfür, fasıklık ve isyanları sebebiyle buna asla
yanaşmaz.
Daha
sonra şanı yüce Allah, kendi yüce zatına yemin ederek -"bulursan"
anlamını ifade eden kelimede "lâm" harfinden sonra gelen
"te" harfi bu yemini ifade eder- insanlar arasında uzunca bir hayata
en tutkun kimselerin Yahudiler olduğunu belirtmektedir. Hatta onlar, Allah'a
şirk koşup öldükten sonra dirilmeye iman etmeyen müşrikler de dahil olmak
üzere, bütün insanlar arasmda hayata en tutkun kimselerdirler. Halbuki,
müşriklerin insanlar arasında hayata en tutkun kimseler olmaları gerektiği
varsayılır. Çünkü onlara göre dünya hayatı ilk ve sondur. Arap müşrikleri bu
dünya hayatından başkasını bilmiyor ve ahirete dair bir bilgiye sahip
değillerdi.
Fakat
dünya ve maddeye tutkun olan Yahudilerden her bir kimse, bin sene veya daha
fazla ömür sürsün ister. -Araplar bin'i çoklukta mübalağa etmek için
kullanırlar. Çünkü ahirette Allah'ın azabı ile karşılaşacağını ummakta, bundan
dolayı da dünyayı ahiretten hayırlı görmektedirler. Fakat istediği kadar uzun
olsun, onlardan herhangi bir kimsenin dünyada kalması Allah'ın emrinden ve can
yakıcı azapla cezalandırılmasından kendisini uzaklaştırmaz. Allah bunlar
karşılığında kendilerini cezalandıracaktır.
[249]
Bu
ayet-i kerimeler Yahudilerin imanının doğruluğunu ortaya çıkarmak ve Allah
teâlânın Kur'an-ı Kerim'de bize naklettiği batıl iddialarını çürütmek için bir
sınamadır. Bu tür batıl iddiaları, mesela şu ayetlerde dile getirilmektedir:
"Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmaz" (Bakara: 2/80);
"Yahudi ve Hristiyan olandan başkası asla cennete girmez, dediler"
(Bakara: 2/111); "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz derler"
(Maide: 5/18) dediler. Onların sınandıkları konu ebedî saadete ermek için
Allah yolunda canlarını feda etmek, dini ve dinin korunması gereken şuurlarını
himaye etmek kastı ile ölümü temenni etmektir. Bu sınavın sonucu ise kaçınılmaz
ve kesin bir şekilde tereddüt ve yan çizmek olmuştur. Çünkü Yahudiler dünyada
kalmayı arzulayan, Allah'ın huzuruna çıkmaktan hoşlanmayan maddeci bir
kavimdirler. İleri sürdükleri iddialarda kendilerinden emin değildirler. Onlar
sürekli bir huzursuluk, şaşkınlık ve ızdırap içerisindedirler. Kendilerini
korkuya düşüren ve ruhlarını derinden rahatsız eden bir şüphe
içerisindedirler. Ayet-i kerime gaybe dair haber vermeyi ihtiva eden
mucizelerden bir tanesidir ve fiilen gerçekleşen de budur. Resulullah (s.a.)'ın
çağında hiçbir Yahudinin ölümü temenni ettiğine tanık olunmamıştır. Kaldı ki
Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: "Eğer Yahudiler ölümü temenni
etselerdi ölümlerini ve cehennemdeki yerlerini de görürlerdi".
[250]
Her
birisine bin yıllık ömür verilmesini isteyen bu kimselerin yaptıklarını Yüce
Allah çok iyi bilir, görür ve bunların hepsinden haberdardır. İlim adamları
şöyle der: Şanı yüce Allah'ın kendi zatını çok iyi görücü olarak nitelendirmesi
işlerin gizliliklerini iyi bildiği anlamındadır. Arap dilinde basir (çok iyi gören),
bir şeyi çok iyi bilen, ondan iyice haberdar olan demektir. Tıpta basireti
vardır, fıkıhta basireti vardır, sözleri bu anlamı ifade eder.
[251]
97-De
ki: "Kim Cebrail'e düşman ise
muhakkak ki o, onu -Allah'ın izniyle- kalbin üzere, önündekini
doğrulayıcı, müminlere de hidayet verici
ve müjde olmak üzere indirmiştir.
98-
Kim Allah'a, meleklerine, peygam- herlerine, Cebrail ve Mikâil'e düşman olursa, şüphesiz Allah o kâfirlerin düş-manidir.
"Muhakkak
ki o", buradaki zamir Cebrail (a.s.)'e aittir, "onu...
indirmiştir", buradaki zamir de Kuı'an-ı Kerim'e aittir. Çünkü durum ona
delâlet etmektedir, "muhakkak biz onu... indirdik" (Duhân: 44/3)
buyruğunda da kasıt, Kur'an-ı Kerim'dir. "Onun üzerinde bulunan herkes
fânidir" (Rahman: 55/26). Buradaki zamir de yeryüzüne aittir, "Ta ki
o perdenin arkasına girdi" (Sa'd: 38/32). Burada da kastedilen güneştir.
Bunlardan açıkça söz edilmese bile, durum zamirin bunlara gittiğini
göstermektedir.
"Şüphesiz
Allah o kâfirlerin düşmanıdır" buyruğunda açıkça ifade edilen
"kâfirler", bu şekilde düşmanlık edenlere gitmesi gereken bir zamir
yerine kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Çünkü
kim korkar ve sabrederse herhalde Allah iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi
etmez." (Yûsuf: 12/90) Burada da korkan ve sabredenlere gidecek bir zamir
kullanılarak "onların mükâfatını, ecirlerini" denilmeyip, zamirin
yerine "iyi hareket edenler" denilerek, açık bir isim
kullanılmıştır.
[252]
"Kalbin
üzere" özellikle "kalbin" söz konusu edilmesi aklın, bilginin ve
bilgileri algılamanın yeri olmasından dolayıdır.
"Cebrail
ve Mikâil" in meleklerden sonra ayrıca söz konusu edilmeleri, onların
şeref ve şanlarına işaret etmek üzere, genelden sonra özelin söz konusu
edilmesi tütündendir.,
"Şüphesiz
Allah o kâfirlerin düşmanıdır". Bu cümle yaptıklarını işin çirki-nilğinin
daha ileri boyutlarda ifade edilmesi için isim cümlesi olarak gelmiştir.
Çünkü
isim cümlesi devamlılığı ifade eder. Ayrıca "kâfirler" denilerek
zamir kullanılmayarak, küfrün niteliği açıklanmaktadır ki o da onların
meleklere olan düşmanlıklarıdır.
[253]
97.
ayet-i kerime'nin nüzul sebebiyle ilgili olarak Tirmizî'nin rivayetine göre,
Yahudiler Resulullah (s.a.)'a: "Meleklerden Rabbi katından risalet ve vahyi
getiren belli bir meleğin gelmediği hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu getiren
arkadaşın kimdir? (Bize söyle) ki sana tabi olalım." demeleri üzerine Resulullah
(s.a.) "Cebrail'dir" diye cevap verir. Bu sefer Yahudiler söylediler:
O, savaş ile ilgili emirleri indiren birisidir, o bizim düşmanımızdır. Eğer
sen yağmur ve rahmeti indiren Mikâil demiş olsaydın, sana inanırdık. Bunun
üzerine Yüce Allah: "... o kâfirlerin düşmanıdır" buyruğunu indirdi.
[254]
İmam
Ebu Ca'fer et-Taberî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir: Tefsir
ilmine vakıf ilim adamları ittifakla şunu belirtirler: Bu ayet-i kerime
İs-railoğullan'ndan Yahudilere cevap olmak üzere inmiştir. Çünkü onlar Cebrail'in
kendilerinin düşmanı olduğunu, Mikâil'in ise kendilerinin dostu olduğunu ileri
sürmüşler, daha sonra da bunun hangi sebepten dolayı olduğu hususunda farklı
gerekçeler ortaya koymuşlardır.
İmam
Ahmed, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudilerden bir grup
Resulullah (s.a.)'ın yanma gelip şöyle dediler: Ya Ebe'l-Kasım, bize ancak bir
peygamberin bilebileceği, sana soracağımız bazı hususlara dair bilgi ver.
Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İstediğinizi sorun. Fakat bana Ya'kub'un
çocuklarından almış olduğu sözü verin! Eğer size bir şey söylerim ve siz de
onun doğru olduğunu bilirseniz İslam üzere bana uyacağınıza söz veriniz."
Onlar: "Sana istediğin gibi söz veriyoruz." deyince Resulullah
(s.a.): "Dilediğinizi sorun" buyurdu. Onlar şöyle sordular:
"Sana dört husus soracağız, sen de onları bize bildir. Bize Tevrat
indirilmeden önce İsrail'in (Ya'kub'un) kendisine hangi yemeği haram kıldığını,
kadının suyu ile erkeğin suyunun nasıl olduğunu, bu sudan erkek ve dişinin
nasıl yaratıldığını ve şu Tevrat'ta sözü geçen ümmî peygambere meleklerden
hangisinin dost olduğunu bildir. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer
ben size bunları bildirirsem mutlaka bana uyacağınıza dair Allah adma söz veriyor
musunuz?" Onlar, bu konuda Hz. Peygamber'e söz verdiler. O da bütün sorduklarına
cevap verdi. Fakat kendilerine: "Benim dostum Cebrail'dir. Allah ne kadar
peygamber gönderdiyse mutlaka Cebrail o peygamberlerin de dostudur."
deyince, Yahudiler: "Hayır, o bizim düşmanımızdır." diye cevap
verdiler. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Kim Cebrail'e düşman
ise..." buyruğunu indirdi.
Buharî
Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b. Selâm,
Resulullah (s.a.)'ın Medine'ye geldiğini işitir. O sırada Abdullah bir arazide
meyve topluyordu. Resulullah (s.a.)'m yanına gelip dedi ki: Ben sana üç hususa
dair soru soracağım ki bunları bir peygamberden başkası asla bilemez:
-
Kıyamet alâmetlerinin ilki hangisidir? Cennetliklerin ilk yiyecekleri nedir?
Çocuk babasına ya da annesine hangi sebepten benzer? Hz. Peygamber: "Bunu
az önce bana Cebrail haber verdi" deyince, Abdullah: Cebrail mi? diye
sorar, Hz. Peygamber: "Evet" deyince, Abdullah şöyle der: "O
Yahudilerin melekler arasında düşman edindikleri birisidir. Bunun üzerine Hz.
Peygamber: "Kim Cebrail'e düşman ise muhakkak ki o onu Allah'ın izniyle...
indirmiştir." ayetini okudu. (Devamla) dedi ki: "Kıyamet
alâmetlerinin ilki şudur: Bir ateş insanları doğudan batıya doğru önüne katıp
toplayacaktır. Cennet ehlinin ilk yiyeceği ise balık karaciğeridir. Erkeğin
suyu kadının suyundan ileri olursa çocuk babaya benzer, kadının suyu ileri
olursa çocuk kadına benzer. Abdullah b. Selâm bunun üzerine, "Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve senin onun resulü olduğuna şahitlik ederim" dedi
ve devam etti: "Ey Allah'ın resulü Yahudiler iftiracı bir kavimdir. Benim
müslüman olduğumu öğrenirlerse bana iftiralarda bulunurlar."
Yahudilere
gelince Resulullah (s.a.) onlara: "Aranızda Abdullah b. Selam nasıl bir
adam olarak bilinir?" diye sorar. Onlar: "Bizim en hayırlımızdır, en
hayırlımızın oğludur, efendimizdir, efendimizin oğludur. Hz. Peygamber sorar:
"Ya İslâm'a girerse, görüşünüz nedir?" Onlar: "Allah onu böyle
bir şeyden korusun" deyince, Abdullah saklandığı yerden çıktı ve
"Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadet ederim, Muhammed'in Allah'ın
resulü olduğuna şehadet ederim" deyince Yahudiler: "O bizim en
kötümüzdür, en kötümüzün oğludur." dediler ve onun şanını küçültücü
ifadeler kullandılar. Bunun üzerine Abdullah: "İşte benim de korktuğum buydu,
ey Allah'ın Rasulü" der.[255]
İbni
Hacer, Fethu'l-Bârî'de şöyle demektedir: İfadelerin akışının zahirinden
anlaşılan şu ki, Resulullah (s.a.) bu ayet-i kerimeyi onları reddetmek üzere
Yahudilere okumuştur. Bu, ayetin hemen o vakit nazil olmasını gerektirmez.
İtimad edilmeye değer görüş budur. Çünkü o ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak
Abdullah b. Selâm'ın (az önce geçen) kıssası sahih olarak gelmiştir.
Kimi
rivayetlerde de şöyle denilmektedir: Fedek hahamlarından ve Yahudi
bilginlerinden Abdullah b. Sûriyâ adındaki birisi, Resulullah (s.a.)'a, hangi
meleğin kendisine vahiy getirdiğini sorar. Hz. Peygamber: "O
Cebrail'dir" deyince İbni Sûriyâ: "O bizim düşmammızdır. Başkası
olsa ona iman ederdik, Cebrail bize defalarca düşmanlık etti. Onun bize
düşmanlıklarından bir tanesi de Allah ona peygamberliği bizim aramızdan
birisine vermeyi emretmiş olduğu halde bizden başkasına getirmesidir. Üstelik
her türlü yerin dibine geçirilmenin ve azabın sahibi (görevlisi) de odur.
Beytül-makdis'in yıkılacağı uyarısında o bulundu. Mikâil ise bolluk ve barışı
getirendir" diye cevap verir.
Ömer
b. el-Hattab'dan gelen rivayete göre de Hz. Ömer onların midrasla-rına (Tevrat
okudukları ve öğrendikleri mahaller) girer ve Hz. Cebrail'den söz edince
Yahudiler: "O bizim düşmammızdır, çünkü bizim sırlarımızı Muham-med'e
bildiriyor. Ayrıca her türlü yerin dibine geçirmenin ve azabın gerçekleştiricisi
de odur. Mikâil ise yağmuru ve bolluğu getiren rahmet meleğidir." diye
cevap verirler.
[256]
Ey
Peygamber, onlara de ki: Kim Cebrail'e düşman ise, o Tevrat'ı da başkalarını
da kuşatan Allah'ın vahyinin düşmanıdır. Çünkü Allah Cebrail'i vahiy getirmek
ve senin kalbine Allah'ın izin ve emriyle Kur'an'ı indirmek üzere göndermiştir.
Kur"an ise Allah'ı tevhide, ahlâkın temel esaslarına ve ibadetlere çağıran
Tevrat ve İncil gibi kendisinden önceki kitaplara uygundur. Sapıklıklardan
hidayete çıkartır. Kendisine iman eden kimselere cennet müjdesini verir. Nasıl
olur da hayrı gösteren yol, tiksinmek ve buğzetmek için bir sebep görülebilir?
Daha
sonra Yüce Allah kesin hükmü"" peV^+irici ifadelerle dile getirmektedir,
o da şudur: Kim emirlerine aykırı hareket ederek ve O'na itaat etmez, insanlar
için indirmiş olduğu hidayeti inkâr ederek Allah'a düşmanlık ederse insanlara
tebliğ ettikleri vahiy ve risalet gibi vazifeleri dolayısıyla meleklere düşman
olursa, doğru söylediklerine dair bunca delilin varlığına rağmen peygamber
olduklarını söyleyen Allah'ın peygamberlerini yalanlayarak ya da Hz. Ze-keriyya
ve Hz. Yahya gibi bazılarını da öldürerek peygamberlere düşmanlık ederse,
korkutucu şeyleri getiriyor iddiasıyla Cebrail'e ve diğer taraftan da Mi-kâil'e
düşmanlık ederse, şüphesiz ki Allah onun düşmanıdır ve o kişiye bu sebeple
ceza verecektir. Çünkü o kişi, bu düşmanlığı ile Allah'ı inkâr eden, Allah'a
düşmanlık eden bir kâfir ve zalimdir ve böyle bir düşmanlık apaçık küfürdür.
[257]
Yahudilerin
Resulullah (s.a.)'a ve Kur"an-ı Kerim'e iman etmeyişlerine dair ileri
sürdükleri mazeretler pek çoktur. Onlar önceleri Tevrat'a iman ettiklerini,
diğerlerini inkâr ettiklerini söylediler. Ayrıca kesin olarak ahirette azaptan
kurtulacaklarını ileri sürdüler. Gerekçeleri ise, kendilerinin Allah'ın seçkin
ulusu ve sevdiği kimseler olmalarıdır. Burada ise şöyle dediklerini görüyoruz:
Muhammed (s.a.)'e gelen vahyin emini Cebrail, onların düşmanıdır. O bakımdan
onun getirdiklerine iman etmezler. Allah onların ileri sürdükleri bütün iddiaları
iptal etti, delillerini tek tek çürüttü, çelişkilerini açıkça ortaya koydu,
Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine düşmanlık etmenin dünya ve ahirette
cezalandırılmaları için açık ve kesin bir sebep olduğunu beyan buyurdu. İşte bu
aynı zamanda çok büyük bir tehdittir. Yahudilerin hakkın ve ilâhî risaletle-rin
düşmanları olduklarını belirtmektedir. Kur'an-ı Kerim'in ve diğer semavî kitapların
düşmanları olduğunu ifade etmekte ve bundan dolayı onları tenkit etmektedir.
Çünkü vahyin emini olan Cebrail'e düşmanlık ile Muhammed (s.a.)'e düşmanlık,
diğer semavî kitaplara düşmanlık, bütün meleklere, bütün peygamberlere ve bütün
kitaplara düşmanlıktır. Çünkü bütün bunlardan maksat birdir. O da insanları
hidayete ulaştırmak ve hayrı onlara göstermettir. Diğer taraftan bütün
peygamberlerin mesajı ve amacı birdir. O bakımdan melekler ile peygamberler ve
kitaplar arasında ayırım gözetmek doğru olamaz. Hepsinin kaynağı birdir, hepsi
ortak olarak aynı hayrı hedef alırlar. İnsanları Allah'ı tevhide, O'na
ibadete, kişinin ve toplumun ilerlemesinin belgesi olan ahlak ve faziletin
esaslarına bağlı kalmaya davet ederler.
[258]
99-
Andolsun ki biz sana apaçık ayetler
indirdik. Bunları fasıklardan başkası inkâr etmez.
100'Onlar
ne zaman bir ahitle bağlandılarsa içlerinden bir grup bozup atı- vermedi mi?
Hayır, onların çoğu iman etmezler.
101-
Onlara Allah tarafından yanların- dakini doğrulayıcı bir peygamber gel- diği
her seferinde kendilerine kitap
verilenlerden bir kesim sanki bilmi- yorlarmış gibi Allah'ın Kitab'ım
arka- larına atmışlardır.
"Onlara
Allah tarafından., bir peygamber." Burada "bir peygamber = resulün"
diye nekre - belirtisiz gelmesi, peygamberin yüce şanına dikkat çekmek içindir.
Onun Allah tarafından gelmekle nitelendirilmesi ise, bu tazimi daha da
artırmaktadır.
"Arkalarına
atmışlardır." Bu bir şeyden yüz çevirmeyi ifade etmek üzere verilen bir
misâldir, tamamıyla Tevrat'tan yüz çevirdiklerini kinaye yoluyla anlatmaktadır.
[259]
"Fâsıklar":
Alabildiğine inatçı ve durumlarında ısrar eden kâfirler demektir. Hasan-ı
Basrî der ki: Fasıklık masiyetlerin bir türü hakkında kullanıldığı vakit, bu
küfür ve başka türden olsun, kullanılan o türün en uç noktası hakkında
kullanılıyor demektir, "el-fâsikun" kelimesindeki "ta'rif
lâm'ı" ise cins ifade eder. Daha uygun yorum tarzı ise Zemahşerî'nin de
dediği gibi, bunun Kitap Ehli'ne işaret ettiğidir.
"Onlar
ne zaman" peygambere iman etmeye veya peygambere karşı müşriklere
yardımcı olmamaya dair "bir ahitle bağlandılarsa, içlerinden bir güruh
bozup atıvermedi mi?"
Tevrat'ta
Hz. Peygamberin Allah'ın gerçek peygamberi veya onun getirdiği Kur'an'ın
Allah'ın kitabı olduğunu "bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını arkalarına
atmışlardır." Yani Tevrat'ta bulunan Resulullah (s.a.)'a iman etmek ve
diğer hususlar gereğince amel etmemişlerdir.
[260]
99.
ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak, İbni Ebi Hatim, İbni Abbas'tan şunu
rivayet etmektedir: Abdullah b. Sûriyâ, Resulullah (s.a.)'a şöyle demiş:
"Ya Muhammed, sen bize bildiğimiz bir şey getirmedin. Allah da senin
üzerine apaçık bir ayet (delil ve belge) de indirmemiştir." Buna dair
Yüce Allah: "Andolsun biz sana apaçık ayetler indirdik." buyruğunu
indirdi.
100. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili
olarak da şu rivayet kaydedilmektedir: Muhammed (s.a.) peygamber olarak
gönderilip de onlardan alınan ahitler ve Muhammed (s.a.) hakkında kendilerine
verilen emirler söz konusu edilince, Mâlik b. es-Sayf şöyle der: "Allah'a
yemin ederiz, Muhammed hakkında bize herhangi bir emir verilmiş değildir ve
bizden bu konuda söz de alınmış değildir." Bunun üzerine Yüce Allah:
"Onlar ne zaman bir ahitle bağlandılar-sa.." buyruğunu indirdi.
[261]
Yüce
Allah Yahudilerin bayağı ve kötü nefsî yapılarını, ahitleri bozmalarını,
Allah'ın peygamberlerini yalanlayıp vahyin emini Cebrail (a.s.)'e düşmanlıklarını
söz konusu ettikten sonra, Yahudilerin alışkanlık haline getirdikleri Allah'ın
ayetlerini yalanlama fiillerini, ayetlere bağlı kalmayışlannı, peygamberleri
yalanlayıp Kur'an-ı Kerim'den yüz çevirişlerini zikretmektedir. Bununla
davetine karşı çıktıkları Kur"an-ı Kerim'den yüz çevirdikleri için
Peygamber (s.a.)'in teselli edilmesi de söz konusudur.
[262]
Allah'a
andolsun ki, sana -Ey Muhammed!- peygamberliğinin doğruluğunu gösteren apaçık
deliller indirmiş bulunuyoruz. Bunun itikadı esasları ile birlikte kesin belge
ve delilleri de gelmiştir. Amelî hükümleri, bir çok fayda ve maslahatı gözeten
amaçlarını da bir arada ihtiva etmektedir. O bakımdan bunların kendilerine
açıklık getirecek başka bir delile ihtiyaçları yoktur. Bizim sana indirdiğimiz
bu apaçık belgeler, eşyayı ortaya çıkartan, görülmesini sağlayan ve bizatihi
kendisi de açık ve görünür olan bir ışık gibidir. Bu apaçık delillerin
ayetlerine ve hükümlerine ancak oldukça inatçı, isyankâr, körlüğü hidayete
tercih eden kimseler ve kendisi vasıtasıyla hakkın ortaya çıktığı kimseyi
kıskanan ve hakka karşı bile bile inat edip reddeden inatçı kâfirler uymaz,
karşı çıkarlar.
İşte
bu gibi kişiler kâfir olmuşlardır. Allah'a yahut Allah'ın resulüne bir söz
verdikleri her seferinde mutlaka onlardan bir kesim verilen bu sözü bozar:
"Kendilerinden
bir takım kimselerle antlaşma yaptıktan sonra, her seferinde antlaşmalarını
bozarlar." (Enfâl: 8/56). Yahudiler kendilerine güvenen kimselere karşı
hainlik ederler, emanete de hainlik ederler. Allah'a karşısında söz verdikleri
halde bozdukları ahit ne kadar da çoktur! Çoğunlukla onlar Tevrat'a iman
etmezler, dinle bir alâkalan yoktur. Ahitleri bozmayı bir günah saymaz ve buna
aldırış etmezler. Aynı şekilde Peygambere ve Kur"an-ı Kerim'e de iman
etmezler. Sanki onlar herhangi bir şüphe söz konusu olmaksızın sağlam bir bilgi
ile kitabı bilmiyormuş gibi davranıyorlar. Ancak onlar hakka karşı bile bile
inat ettiler, reddettiler ve onu arkalarına attılar.
Muhammed
(s.a.) Yüce Allah'ın tevhid edilmesi, öldükten sonra dirilişin ispat ve kabulü,
peygamberlerin tasdik edilmesi gibi genel dini esaslarda Tevrat'ı doğrulayan
bir kitap ile gelince, Yahudilerden bir kesim Allah'ın Kitab'mı sırtlarının
arkasına atıp terk ettiler. Bu onların kitaplarını terkedişlerini, ondan yüz
çevirişlerini, anlatan temsili bir ifadedir. Yani Tevrat'a karşı tutumları,
insanın ihtiyaç duymayarak, önemsemeyerek arkasına atıverdiği bir şeye
benzetilmektedir. Çünkü Tevrat'ta bulunan bir takım hükümleri uygulamadılar.
Tevrat'a ve Kur'an-ı Kerim'e uygun iman etmeyen kimsenin, hiçbirine iman
etmeyen bir kimse olacağını bilmiyorlarmış gibi, Tevrat'a gerçek anlamıyla iman
etmediler. Bu ise Tevrat'tan tamamıyla yüz çevirişlerini anlatan kinayeli bir
anlatımdır.
[263]
İşte
Yüce Allah'ın açıkladığı Yahudilerin kabahatlerinden bir sahife daha. Bu ancak
gaybları bilenin bilebileceği gaybî haberlerdendir. Bu buyruklarda Yahudilerin
dört tane kusurları tespit edilmektedir:
1- Allah'ın varlığına, birliğine, ilâhlıgına, O'na ibadet edip emirlerine
uymaları, yasaklarından da kaçınma gereğine dair Allah'ın ayetlerini, apaçık belge
ve delillerini yalanlamaları.
2- Herhangi bir hususta onlara güvenilmemelidir. Çünkü onlar her zaman
için yaptıkları anlaşmaları bozmayı, hainlik etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdir.
3- Yahudilerin kalplerinin çoğunluk itibariyle imana kapalı olması dolayısıyla
bu konuda umuda kapılınmaması gereği. Çünkü sapıklık onları kuşatmış, onlara
egemen olmuş bulunmaktadır.
4- Onlar Tevrat'ı bütünüyle değil, o Tevrat'tan sadece Peygamber
(s.a.)'in geleceğini müjdeleyen, niteliklerini açıklayan ve o peygambere iman
etmeyi kendilerine emreden bölümlerini bir kenara atmışlardır. Çünkü onların
kitaplarında yer alan ve İsmailoğlundan geleceği belirtilen bir peygambere
dair müjde, ancak şerefli son peygambere uygun düşmekteydi.
[264]
102-
Onlar şeytanların Hz. Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylere uydular.
Halbuki Süleyman kâfir olmadı, fakat o şeytanlar kâfir oldular ki, insanlara
büyüyü ve Bâbil'deki iki meleğe, Hârut ile Mârufa indirilen şeyleri
öğretiyorlardı. Halbuki onlar: "Biz ancak bir imtihanız. Sakın küfre girme."
demedikçe kimseye (büyüyü) öğ-retmezlerdi. İşte onlardan koca ile karısının
arasını ayıracak şeyleri öğrenirlerdi. Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir
kimseye zarar verici değillerdir. Onlar kendilerine zarar verecek ve fayda
sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar onu satın alan kimsenin
ahirette bir payının olmadığını muhakkak biliyorlardı. Onlar kendilerini kötü
bir şey karşılığında sattıklarını keşke bilmiş olsalardı.
103-
Eğer onlar iman edip de sakınmış olsalardı, elbette Allah'ın sevabı daha
hayırlıdır. Keşke bilselerdi.
"Keşke
bilmiş olsalardı." Bu belagatta kullanılan şu anlatım üslûbuna göredir:
Bir şeyi bilen eğer bilgisinin gereğini yapmayacak olursa, o kişi o şeyi
bilmeyenlerin konumuna düşer.
"Elbette
Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." Sevabın sübut ve devamlılığını ifade
etmek için, Allah'ın ecrinin üstünlüğü isim cümlesi ile ifade edilmektedir.
[265]
"Şeytanların
Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeye uydular." Yani şeytanlar
Süleyman (a.s.)'ın hükümdarlık dönemine dair büyü ile ilgili olarak okudukları
şeylerin ardından gittiler. Burada sözü geçen şeytanlardan kasıt, insanlardan
ve cinlerden olan şeytanlardır.
"Halbuki
Süleyman kâfir olmadı." Yani büyücülük yapmadı. Büyü (sihir) sözlükte,
"alındığı yer oldukça latif ve sebebi de gizli olan" demektir. Kelime
olarak "aldatmak" anlamına da gelir. Ayet-i kerimede sözü geçen
"iki melek" insanlar tarafından saygı ve tazim gören heybet ve vakar
sahibi iki erkektir. Babil, eski ve tarihi bir üne sahip Küfe topraklarında
Irak'taki bir beldenin adıdır.
"İmtihan
(fitne)", deneme ve sınama demektir.
Babil
halkı yedi tane yıldıza tapan sabiî bir kavim idi. Bu yıldızlan ilâh kabul
ediyor ve dünyadaki bütün olayların bu yıldızların fiillerinin bir sonucu
olduğuna inanıyorlardı. Bunlar yıldızları ve bütün kâinatı yoktan var eden biricik
yaratıcıyı kabul etmeyen (Muattıla'ya mensup) kimseler idiler. Yüce Allah'ın
İbrahim (a.s.)'i kendilerine peygamber olarak gönderdiği kimseler de bunlardır.
Hz. İbrahim onları Yüce Allah'ın yoluna davet etmiş, getirdiği apaçık
delillerle onlara karşı tebliğini ortaya koymuştu.
[266]
102.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak Muhammed b. İshak şöyle
demektedir: Kimi Yahudi hahamları şöyle demişti: Sizler Muhammed'in işine
hayret etmiyor musunuz? O Süleyman'ın bir peygamber olduğunu ileri sürüyor.
Halbuki Süleyman bir büyücüden başka bir şey değildi. Bunun üzerine Yüce
Allah: "Halbuki Süleyman kâfir olmadı..." buyruğunu indirdi.
Taberî'nin
rivayetine göre Şehr b. Havşeb de şöyle demiştir: Yahudiler dedi ki: Şu
Muhammed'e bakınız, hakkı batıla karıştırıyor. Süleyman'ı peygamberlerle
birlikte anıyor. Halbuki o rüzgâra binen bir büyücü değil miydi? Bunun üzerine
Yüce Allah: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylere
uydular." ayetini indirdi. İbni Ebî Hâtim'in Ebu'l-Aliye'den rivayetine
göre de Yahudiler Peygamber (a.s.)'e Tevrat'a dair bir takım hususlar sordular.
Bu konuda her ne sordularsa mutlaka Yüce Allah bunların sorularına cevap
teşkil edecek buyruklar indiriyor ve böylelikle onları susturuyordu. Durumun
böyle olduğunu görünce şöyle dediler: Bu bize indirileni bizden daha iyi biliyor.
Bu arada Yahudiler Hz. Peygamber'e büyü hakmda da soru sormuş ve bu konuda
onunla tartışmışlardı. Yüce Allah da: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü
aleyhine uydurdukları şeye uydular." ayetini indirdi.
el-Kelbî
der ki: Şeytanlar büyüyü ve gerçeği olmayan bir çeşit göz bağcılıkları ve
tılsımları Asâfa isnad ederek "İşte bu, hükümdar ve Allah'ın peygamberi
Süleyman'ın kâtibi Berhiya oğlu Âsâfa öğretilen şeylerdir." diye yazdıktan
sonra, bunları Hz. Süleyman'ın namaz kıldığı yerin altına gömdüler. Bu işi de Yüce
Allah'ın Hz. Süleyman'dan mülkünü geçici olarak elinden aldığı sırada yaptılar.
Hz. Süleyman bunun farkına varmamıştı. Hz. Süleyman vefat ettikten sonra bu
büyüleri onun namaz kıldığı yerin altından çıkardılar, insanlara da şöyle
dediler: Süleyman bunun sayesinde size hüküm ederdi, bunu öğreniniz.
İsrailoğulları'nın bilgin olanları bu durumu haber alınca: "Bunun Süleyman'ın
bilgisi olmasını kabul etmekten Allah'a sığınırız." dediler. Seviyesiz, düşük
kimseler ise: "Evet, bu Süleyman'ın bilgisidir." diyerek bu işi
öğrenmeye yöneldiler, peygamberlerinin kitaplarını reddettiler. Böylelikle Hz.
Süleyman'ı kınamak yaygın bir hal almaya başladı. Yüce Allah Muhammed (s.a.)'i
peygamber olarak gönderip onun vasıtasıyla Hz. Süleyman'ın kendisine yakıştırılan
iftiralardan uzak olduğunu bildirip şöyle buyurdu: "Şeytanların Süleyman'ın
mülkü aleyhine uydurdukları şeylere uydular."
[267]
Muhammed
(s.a.)'in peygamberliğine delâlet ediyor diye Yahudilerin bilginleri ve
hahamları Tevrat'ı bir kenara atıp ondan yüz çevirdikten sonra insanların ve
cinlerin şeytanlarının yönettiği ve dine yönelmekten alıkoyan bir takım meslek
ve işlerle uğraşmaya yöneldiler. Bunlar Hz. Süleyman'a nispet ettikleri onun
hükümdarlığının temelini teşkil ettiğini ileri sürdükleri büyücülük,
gözbağcılık ve çeşitli tılsımlar idi.
Gerçeğe
dayanmayan bu iddialarını bazı müslümanlara gizlice telkin de ettiler. Bu
müslümanlar da ileri sürdükleri bu hususlarda onları doğruladılar, fakat Hz.
Süleyman'a nispet ettikleri küfür ve inkârına dair iddialarında da onların
yalancı olduklarını söylediler. İşte Kur'an-ı Kerim bunu bizlere, hatırlayıp
öğüt alalım ve Hz. Süleyman'a iftira yoluyla nispet ettikleri büyücülüğe dair
gerçeği bilelim diye bu kıssayı anlatmaktadır. Çünkü büyü dinin emir ve hükümlerinin
gereğince uygulanmasından insanları alıkoyuyordu.
[268]
Yahudiler
Allah'ın Kitabı'nı bir kenara attılar. Tevrat'ı bir kenara atan haham ve ilim
adamlarından bir kesim de Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı döneminde büyücülüğe ve
gözbağcılığa uydular, bunların arkasına takılıp gittiler. Çünkü şeytanlar
semadan hırsızlama yoluyla bir takım şeyleri işitiyor, işittiklerine pek çok
yalanlar katıyor, bunları kâhinlere telkin edip öğretiyor, onlar da bu
öğrendikleri telkinleri insanlara öğretiyorlar ve şöyle diyorlardı: "Bu,
Süleyman'ın bilgisidir. Süleyman'ın mülkü bununla ayakta duruyordu." Yüce
Allah Hz. Süleyman'ın bu gibi şeylerle uğraşmadığını açıklayarak, bu
iddialarını reddetmektedir. Hz. Süleyman'a büyünün nispet edilmesi yalandır,
onun peygamberliğini inkârdır. Ayrıca bunlar insanlara Babil'deki iki melek
olan Ha-ârut ile Mârufa indirilenleri de öğretiyorlardı. Hârut ile Mârut
aslında Allah'a ibadet eden salih iki insan idiler. İnsanların onlara melek
demeleri huy ve yaşayışları itibarıyla meleğe benzediklerinden dolayı
olmuştur. Hasan-ı Basrî ise "iki melek" buyruğunu insanlar arasında
sözlerinin dinlenmesi açısından hükümdarlara benzediklerini ifade etmek üzere
"iki melik (yani iki hükümdar)" şeklinde okumuştur.
Bu
iki melek, kendi dönemlerinde oldukça çok ve değişik tekniklere sahip bulunan
büyüyü insanlara öğretiyorlardı. Bundan amaçları ise, büyü ile mucizeyi
birbirinden ayırdedilmesini sağlamak ve büyücülük ile uğraşanlar arasından
yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin aslında peygamber
olmayıp büyücü olduklarını öğrenme imkanını insanlara sunmak içindi. Bu iki
kişinin büyüyü öğrenmeleri ise öğretmensiz olarak ilham yoluyla gerçekleşmişti.
İşte ayet-i kerimede sözü geçen "iki meleğe Hârut ve Mârut'a indirilen
şeyler" den kasıt da budur. Onlara indirilen ise büyü ile ilgili şeyler
olup bizzat büyünün kendisi değildir.
Fakat
bu iki melek büyüyü öğretmekte uyarma ve sakındırma yolunu izlemiş, hiçbir
kimseye: "Bizler Allah tarafından gönderilmiş bir sınama ve deneme
aracıyız. Bu bakımdan sakın büyü yapma, onun etkili olduğuna inanma, aksi
takdirde kâfir olursun. Eğer büyü yapma amacını taşımayarak sadece mahiyetini
bilmek için büyüyü öğrenirsen bunun sana bir zararı olmaz." demedikçe
hiçbir kimseye büyüyü öğretmezlerdi.
İnsanlar
bu iki melekten koca ile hanımının arasım ayıracak hile, düğümlere üflemek,
ruhu etkilemek ve buna benzer çoğunlukla insanları birbirinden ayırma yollan
olan şeyleri öğrendiler.
"İnsanlara
büyüyü... öğretiyorlardı" buyruğuna "ve Babil'deki iki
meleğe..." buyruğunun atfedilmesinin anlamı şudur: Yahudiler bu iki
melekten büyüyü asıl maksat olarak gözetilen insanları korumak ve sakındırmak
yolu ile öğrenmediler. Halbuki bu ikisine büyü teknikleri, insanlara
büyücülerin başvurdukları hile ve aldatıcı yollan öğretsinler diye ilham
edilmişti.
Büyü,
gerçekte tabiatı itibanyla olsun kendi öz yapısındaki güç dolayısıyla olsun,
etkileyici değildir. Büyünün zarar verebilmesi ancak Allah'ın emir ve
iradesiyle olur. Büyü sadece zahiri bir sebepten ibarettir. Bir insana büyücülerin
herhangi bir işi dolayısıyla bir zarar gelip isabet ederse, bu ancak Allah'ın
izni ile olabilir. O takdirde büyü ancak sonuç ile ilgili olan bir araç veya
sebepten başka bir şey değildir ve bu da Yüce Allah'ın dilemesi ile olmuş
demektir. Çünkü sebeplerin var olması halinde müsebbipleri ve sonuçlan var eden
O'dur. Hasan-ı Basrî der ki: Allah dilediği kimseyi korur ve bunun sonucunda
büyünün o kimseye zaran olmaz. Dilediği kimseyi de korumayıp bırakır; bunun sonucunda
da büyünün ona zaran dokunur.
Büyü
öğrenip büyücülük yapan bir kimse, kendisine zarar veren ve fayda sağlamayan
bir şeyi öğrenmiş olur. Çünkü büyü insanlara zarar vermeye sebeptir ve
umumiyetle kötülük yapmak kasdıyla öğrenilir.
Andolsun
ki Yahudiler, Allah'ın kitabını terk edip dinin asıl ilkelerin ihmal eden, iki
cihanda insanı mutlu kılan şeriatın hükümleri yerine büyü kitaplarına itibar
eden kimselerin, ahirette can yakıcı bir azaptan başka bir paya sahip olamayacağını
bilmemektedirler. Çünkü böyle davranan kimseler, büyü öğrenmeyi yasaklayan ve
cinlere şeytanlara, kâhinlere uyan kimselerin cezasmı, putlara tapanın cezası
gibi tespit eden Tevrat'ın hükmüne muhalefet etmişlerdir.
Büyüyü
Tevrat'ın yerine koymakla onu ne kötü şeyle değişmiş olduklarını bir
bilselerdi! Onlar inanç ve gereğini yerine getirmek düzeyindeki bir bilgi ile
büyünün haram olduğunu bilmeyen bilgisiz kimselerdir.
Eğer
Yahudiler gerçekten Tevrat'a iman etmiş olsalardı, -ki onda son peygamberin
müjdesi de vardır- Muhammed ve Kur*an-ı Kerim'e iman etmiş, büyücülüğün,
gözbağcılığın yer aldığı kitapları terk edip emirlerine gereken titizliği
gösterip yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'tan korkmuş olsalardı, bu salih
amellerinin bir karşılığı olarak Allah tarafından büyük bir sevap ve ecre hak
kazanırlardı. Onların sahip oldukları, hakiki bir bilgi olmayıp zan ve taklitten
ibarettir. Çünkü gerçekten bilgi sahibi olsalardı amellerinde bunun karşılığı
ortaya çıkar, son peygamber Muhammed (a.s.)'e iman eder, ona tabi olur ve kurtuluşa
erenlerden olurlardı. Onlar Allah'ın kitabına muhalefet edip he-valarına
uyduklarından dolayı, asil bilgileri gereğince amel etmedikleri için adeta
bilgisiz, cahil kimseler gibi değerlendirilmişlerdir.
[269]
Büyü,
aslında olmayan şeyleri çeşitli hile ve hayal ile gerçekmiş gibi göstermek
demektir. Büyücünün bazı işleri ve sözleri yapıp söyleyerek büyülenen kimseye
eşyayı olduğundan başka türlü hissettirmesidir. Tıpkı uzaktan serap gören bir
kimsenin orada su olduğu vehmine kapılması, hızlıca yol alan gemide olan
kimsenin kıyıda görmüş olduğu ağaç ve dağların kendisiyle aksi yönde hizla
yürüdüğünü zannetmesi gibi.
Kur'an-ı
Kerim'de pek çok yerde bu durumdan söz edilmektedir. Yüce Allah büyüyü
gözlerin aldatılması ve hayal görmesi olarak nitelendirmektedir. Yüce Allah'ın
şu buyruğunda olduğu gibi: "Büyüleri yüzünden kendisine yürü-yorlarmış
hayalini verdi." (Tâhâ: 20/66); "(Büyü aletlerini) bıraktıklarında insanların
gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar." (A'râf: 7/116).
İmam
Mâlik ve Ebu Dâvud, Büreyde'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz sözün (beyan'ın)
bir kısmı büyüdür. Bilginin bir kısmı bilgisizliktir'' (D, "Şiirin bir
kısmı hikmettir ve sözün bir kısmı da boşuna söylenmiştir." Hz.
Peygamberin: "Sözün bir kısmı büyüdür." buyruğunun anlamı şöyledir:
Kişi haksız olmakla birlikte hak sahibinden daha güzel bir şekilde delillerini
dile getirir, açıklamalarıyla çevrede bulunanları büyüler. Böyle bir iş
elbetteki yerilmiştir. Daha sahih kabul edilen görüşe göre hadis-i şerifte
kastedilen budur.
1- Hz. Peygamber'in: "Bilginin bir kısmı bilgisizliktir."
buyruğunun anlamı şudur: Alim kişi bilmediği bir şeyi söylemeye kalkışır, bu
durum ise onu cahiller seviyesine indirir. "Şiirin bir kısmı
hikmettir." buyruğunun anlamı ise, insanların öğüt ve ibret aldıkları
misal ve öğüt dolu ifadeleridir. "Sözün bir kısmı da boşuna
söylenmiştir." buyruğunun anlamı ise, kendisini ilgilendirmeyen veya
dinlemek istemeyen bir kimseye söz söylemen ve ona bir şeyler anlatmaya
kalkışmandır.
Büyü
ya el çabukluğu ile bir takım hilelerdir veya bir sanattır veya bir takım
kimselerin bildiği gizli bir bilgidir.
Büyünün
hakikati var mıdır, yok mudur? Bu hususta farklı görüşler vardır,
[270]
Ulemanın
çoğunluğunun görüşüne göre büyünün hakikati vardır. Allah, büyünün yapılması
halinde dilediği takdirde o istikamette yaratır. İnsanların ruhları, büyü
sayesinde unsurlar aleminde etkili olma gücüne sahip olur. Büyücü bunu ya
başka bir şeylerin yardımını almadan ya gökteki yıldızlar gibi bir takım
şeylerin yardımını alarak yapar. Cumhur büyücülerin üç kısma ayrıldığı
görüşündedirler:
1- Herhangi bir araç ve yardımcı olmaksızın sadece kişisel çabalarıyla tesir
icra edenler.
2- Feleklerin mizacı (yani tabiatı)ndan veya bir takım unsurlardan (su,
hava, toprak, ateş) ya da sayıların özelliklerinden yardım alarak tesir icra
edenler. Sayıların özelliklerinden kasıt, ebced hesabıdır. Bu hesaba göre
alfabe harflerinden her birisinin belli bir sayı değeri vardır.
3- Kişinin hayal gücünü tesir altına alanlar. Bu, kişinin hayal gücü
vasıtasıyla bir takım hayal ve şekilleri ortaya çıkarması, sonra da bunları
görenlerin hissedecekleri bir hale -etkileyici gücü sayesinde- getirmesi,
görenlerin ortada böyle bir şey olmadığı halde varolduğunu, görüldüğünü
zannetmeleri.
Bu
mertebeler, felek, yıldız, ulvî alemlere ve şşytanlara türlü tazim ve
ibadetlerle yönelerek elde edilir. Bundan dolayı bu gibi işler Allah'tan
başkasına yönelmek ve secde etme gibidir. Allah'tan başkasına yönelmek ise bir
küfürdür; bundan dolayı büyü de küfür olarak kabul edilmiştir.
Mu'tezile
ile ehl-i sünnetten bazıları
[271] şu
görüşü kabul etmektedir: Büyünün bir gerçeği, hakikati yoktur. O bir
aldatmadır, bir hayal göstermektir. Bu anlamda büyü bir kaç türlüdür:
a) Çoğu gösterilen hayaller gerçekteki hakikatlerinden başka türlüdür.
Bir takım göz bağcılarının sana bir kuşu kestiği izlenimini verirken arkasından
sana o kuşun uçtuğunu göstermesi gibi. Çünkü genelde böyle bir kişi birisi saklamış
olduğu kesilmiş bir kuş, diğeri de açıkça sana gösterdiği ikinci kuş olmak
üzere iki kuş kullanır.
Firavun'un
sihirbazlarının büyüsü işte bu türdendir. Tarihçiler Firavun'un sihirbazlarının
iplerinin ve asalarının yılan şeklinde görülmesini sağlamak üzere civa
kullandıklarını ve sonunda insanların bunların hareket ettikleri hayaline
kapıldıklarını rivayet etmektedirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bir de baktı ki onların ipleri ve değnekleri büyüleri dolayısıyla kendisine
yürüyorlarmış hayalini verdi." (Tâhâ: 20/66).
b) Birtakım insanların yardımını alan büyücülerin cin ve şeytanlarla konuştuklarını
iddia etmeleri ve onların bir takım söz ve duaları okumak suretiyle
kendilerine itaat ettiklerini ileri sürmeleri; Cahiliye döneminde Arapların
kâhinlerinin yaptıkları şekil bu idi. Onlar bir takım kimseleri insanların
sırlarını öğrenmek üzere görevlendiriyordu. Bu sırrın sahibi olan kişiler,
kâhinlerin yanına geldiğinde, bu gizliliklerini onlara söylüyor, onlar da
şeytanların gizli olan hususları gelip bunlara haber verdiklerine
inanıyorlardı.
c) Oldukça gizli yollarla laf götürüp getirmek, jurnalcilik yapmak ve
fesat çıkartmak suretiyle insanları birbirlerine karşı kışkırtmak.
[272]
İbni
Haldun bu iki görüşün arasını şöylece bulmaktadır: "Büyünün gerçeği
vardır." diyenler ilk iki mertebeye, "Gerçeği yoktur." diyenler
ise üçüncü mertebeyi dikkate alırlar.
[273]
Büyüyü
öğrenmek yasak değildir. Yasak olan ve engellenen büyücülük yapmaktır. Ömer
el-Hattab'a, filân kişi şerri bilmemektedir, denilince "O takdirde o
kişinin şerre düşmesi kuvvetle muhtemeldir." cevabını verir. İbni Kesir
der ki: Muhakkikler ittifaken büyüyü öğrenmenin, çirkin ve yasak bir şey olmadığını
kabul etmişlerdir.[274]
Bazı
büyü türleri yapanın kâfir olmasını gerektirir. İnsanların suretlerini
değiştirdiklerini, hayvan şekline dönüştürdüklerini, bir aylık mesafeyi bir gecede
katettiklerini, havada uçtuklarını iddia edenler gibi. İnsanlara kendisinin
haklı olduğu vehmini vermek için kim böyle bir iş yaparsa, onun bu vehmi küfür
olur. Bu tür büyücüler öldürülür. Çünkü böyle bir kimse peygamberleri inkâr
etmekte, onların mucize ve ayetlerine benzer şeylere sahip olduklarını iddia
etmektedirler.
Büyünün
bir takım alışılmadık şeyler, göz boyamalar ve hayal göstermeler olduğunu iddia
edenler ise, büyücünün yaptığı işle bir başkasını öldürmedikçe
öldürülmeyeceğini kabul ederler. Büyüsü ile bir başkasını öldürürse, o da buna
karşılık öldürülür.
Büyücü
tarafından hastalık, insanları birbirinden ayırmak, aklı izale etmek, bir
organı vazifesini yapamaz hale getirmek ve buna benzer olağanüstü bir takım
işler yapılabileceği inkâr olunamaz. Müslümanlar, büyü sonucu Yüce Allah'ın
çekirgeler, haşereler göndermek, kurbağalar göndermek, denizi yarmak, ölüleri
diriltmek, dilsiz hayvanları konuşturmak ve buna benzer peygamberlerin büyük
mucizeleri türünden bir takım işleri yapamıyacağı üzerinde ise icma
etmişlerdir.
[275]
Mümin
bir kimsenin hem peygamberleri tasdik edip onların mucizelerini kabul etmeksi
hem de büyücülerin fiillerini doğru kabul etmesi mümkün değildir. Çünkü Yüce
Allah: "Büyücü nerede olursa felah bulamaz" (Tâhâ: 32) diye
buyurmaktadır.
Ayrıca
mucize ile bir şeyi varmış gibi göstermek arasında açık bir fark vardır: Şöyle
ki peygamberlerin mucizeleri gerçek şekilleriyle görüldükleri gibidir. Onların
içleri de dışları gibidir. Bu mucizeler üzerinde dikkatle düşünüldüğünde
bunların doğrulukları daha da yalandan görülür. Eğer bütün insanlar onların
benzerini ortaya koymağa, benzerleriyle onlara karşı çıkmak yolunda gayret
gösterseler, yine bu bakımdan aciz açıkça görülür.
Büyücülerin
olağan dışı gibi görülen işleri ve hayalen gösterdikleri şeyler ise, bir çeşit
hile ve farkına varılamayan inceliklerden ibarettir. Görülen şey her zaman
hakikati yansıtmaz. Bu ise konu üzerinde dikkatle düşünüp araştırmakla
bilinebilinir. Ayrıca bunu öğrenmek isteyen kimse, başkasının ulaştığı noktaya
kendisi de ulaşabilir ve başkalarının yaptıklarını o da yapar.
[276]
Diğer
taraftan büyücü olan da olmayan da büyü yapabilir. Ayrıca belli bir topluluk
büyücülüğü öğrenip aynı anda bu işi birlikte yapabilirler. Mucizenin benzerini
yapabilme ve ona karşı çıkma imkânını ise Yüce Allah hiçbir kimseye vermez.
[277]
Özetle
söylenecek olursa: Büyücü olağanüstü bir takım işleri yapabilmek kudretine
sahip değildir. Büyücülük çoğunlukla aldatma, olmadık şeyi hayal gibi gösterme
ve gözboyacılık esaslarına dayanır. Büyücüler insanların mallarını haksızca
alan uydurmacı ve yalancı kimselerdir. Her zaman için fakirlikle iç içedirler.
Eğer ileri sürdükleri şeylere güç yetirmiş olsalardı, öncelikle kendilerini
ihtiyaçtan kurtarıp zengin olur, memleketler zaptederler ve hazineler çıkartır,
insanların ellerinde bulunan malı, mülkü isteme ihtiyacından kendilerini
kurtarırlardı, Ebu Bekr er-Râzi el-Cassâs'ın dediği gibi.
[278]
Yaptığımız
açıklamalardan aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- Sözlükte büyü, alındığı yeri, kaynağı latif ve gizli olan her şey
demektir.
2- Kur'an-ı Kerim'in nitelediği şekliyle büyü, gözleri aldatan bir hayal
görmedir ki, bunun sonucunda olmayan bir şey varmış gibi göze görülür.
3- Büyü ya bir hiledir ve göz boyacılıktır ya da bir takım kimselerin
bildiği gizli ve kendisine göre bilimsel bir maharettir. Hipnotizma da bu
türdendir.
4- Kur'an-ı Kerim'in bize naklettiği: "koca ile karısının arasını
ayıracak şeyler öğrenirlerdi" diye büyünün etkisinden söz etmesi, büyünün
kendisinin bu işleri yaptığının delili değildir. Bu onlar tarafindan bilinen
şeyleri bize anlatmaktadır.
5- Büyü tabiatı itibarıyla etkileyici değildir ve bizzat etkilemek
niteliğine sahip de değildir. O bir sebepten ibarettir. Büyü sonucu meydana
gelen zararlar sebep-sonuç ilişkisi türiindendir. Ayet-i kerimenin de:
"Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir."
buyruğu bunu açıkça dile getirmektedir.
6- Ayet-i kerime büyücülük yapmanın küfür olduğunu göstermektedir. İmam
Mâlik ile İmam Ebu Hanife'nin görüşü budur. Çünkü Yüce Allah: "Şeytanların
Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeye" yani büyü türünden olan
şeylere "uydular" buyruğu ile; "Halbuki Süleyman" büyü
yapmak suretiyle "kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar" büyücülük yaparak
ve büyüyü öğreterek "kâfir oldular". Ayrıca Hârut ile Mârût
hakkında: "Biz ancak bir imtihanız, sakın küfre girme" şeklindeki
sözleri de bunu göstermektedir.
İmam
Şafiî'nin görüşüne göre ise büyü, bir masiyettir. Eğer kişi büyü yaparak
başkasının ölümüne sebep olursa öldürülür. Büyüsüyle başkasına zarar verirse
verdiği zarara göre cezalandırılır.
Birinci
görüş daha sahihtir. Çünkü büyü kendisi vasıtasıyla Yüce Allah'tan başkasının
tazim edildiği sözler söylemektir. Nitekim Babillilerin büyüsü yıldızları
tazim anlamında idi. Bu Hz. Ömer'in, Hz. Osman'ın, İbni Ömer'in, Hz. Hafsa'nın
ve Ebu Musa ile Kays b. Sa'd'ın ve tabiînden yedi kişinin görüşüdür.
Şu
kadar var ki büyücülerin tekfir edilmesi, yıldızları tazim eden, olayları
onlara isnat eden veya kendisinin harikulade olayları yapabileceği iddiasında
bulunan kimseler hakkında söz konusudur; bu yalnız onlara mahsustur. Çünkü
böyle bir kimse peygamberlerin mucizelerinin benzerlerini yapma iddiasında
bulunmaktadır.
Lâf
götürüp getirmek, bozgunculuk yapmak veya el çabukluğu ise, sözü geçen
iddialarda bulundurmuyorsa küfür olmaz, bu işi yapan da kâfir sayılmaz.
7- Büyücünün cezası: Büyücünün öldürülmesi hususunda ilim adamlarının
iki görüşü vardır. Cumhur (Ebu Hanife, Mâlik ve Ahmed): "Büyücü öldürülür"
demişlerdir. Çünkü Resulullah (s.a.): "Büyücünün cezası bir kılıç
darbesi-dir"
[279]
diye buyurmuştur. Müslüman bir kimse büyü yaptığı takdirde mürted olur. Bu da
Resulullah (s.a..)'m: "Kim dinini değiştirirse onu öldürünüz" hadis-i
şerifi gereğince öldürülür.
Ebu
Hanife'nin görüşüne göre büyücü öldürülür ve tevbesi kabul edilmez. Müslüman
veya zımmi olması arasında da fark yoktur. Çünkü büyücü küfrü ile birlikte
yeryüzünde fesat çıkarmayı da bir arada götürmüştür. O bakımdan böyle bir kimse
yol kesen kimseye benzetilir.
İmam
Mâlik'in görüşüne göre ise zımmi olan büyücü, başkasını öldürmesi dışında,
öldürülmez. İşlediği cinayetin tazminatını öder, kendisi ile yapılan antlaşmada
yer almayan bir iş yaptığı takdirde ise öldürülür.[280]
8- Said b. el-Müseyyeb ve el-Müzenî büyücü olan kimseden büyülediği
kimsenin büyüsünü çözmeyi istemenin caiz olduğunu kabul eder. İbni Battal der
ki: Vehb b. Münebbih'in kitabında şunlar yazılıdır: Büyüyü çözmek için yeşil
sedir ağacından yedi tane yaprak alır. Bunları iki taş arasında döver, sonra
bunları suya çalar. Üzerine ayetel-kürsi'yi okur, sonra da ondan üç yudum içer.
Geri kalan su ile yıkanır. Yüce Allah'ın izni ile onda ne varsa hepsi gider.
Ayrıca bu, ailesine yaklaşamayan erkek için çok iyi gelir.
9- İbnü'l-Arabî Yüce Allah'ın: "Ve Babil'deki iki meleğe., indirilen
şeyleri öğretiyorlardı." buyruğu münasebetiyle şöyle bir soru sormaktadır:
Yüce Allah batıl ve küfür olan bir şeyi nasıl indirir? Daha sonra şu cevabı
verir: Hayır, şer, itaat, masiyet, iman ve küfür olan her bir şey, Yüce Allah
tarafından indirilmiştir. Peygamber (a.s.) sahih hadiste şöyle buyurmuştur:
'Yüce Allah bu gece ne tür hazineler açtı? Yüce Allah bu gece ne tür fitneler
indirdi? Haydi hücrelerde uyuyan kadınları uyandırınız. Dünyada nice giyinik
kadın vardır ki, kıyamet gününde çıplaktır".
[281]
10- Hârut ile Mârufun melek olup olmadığı konusu: Bu konuda ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır. Bir grup: "Bunlar iki melektiler"
demektedir. Yüce Allah onları insanlara gerçek olduğunu iddia ettikleri şeyin
batıl olduğunu açıklamak ve kendileri vasıtasıyla insanları aldattıkları hile
türlerinin iç yüzünü göstermek, bunlar ile amel etmeyi onlara yasaklamak üzere
göndermiştir. Bu iki melek: "Biz ancak bir imtihanız, sakın küfre
girme!" diyorlardı. O bakımdan bu iki melek insanlara büyüyü yapsınlar
diye değil, sakınsınlar diye öğretiyorlardı. Çünkü melekler yüce Allah'ın vahyinin
eminleri, resullerine gönderdiği elçileridir: "Onlar kendilerine verdiği
emirlerde Allah'a asla isyan etmezler, neyle emro-lunurlarsa onu
yaparlar." (Tahrîm: 66/6); "Bilakis onlar, mükerrem kullardır. Sözde
onun önüne geçmezler ve onun emriyle amel ederler." (Enbiya: 21/26-27);
"Gece ve gündüz teşbih eder dururlar ve asla durmazlar." (Enbiya:
20/20)
Zemahşerî
der ki: İki meleğin üzerine indirilen, büyü bilgisidir. Bu Allah tarafından
insanları sınamak üzere olmuştur. Her kim o büyüyü öğrenip büyücülük yaparsa
kâfir olur. Kim ondan sakınır ya da onunla amel etmek için değil de ondan
korunmak ve büyüye aldanmamak kasdı ile öğrenir ise o mümindir:
Şiir:
"Şerri şer için değil, fakat ondan sakınmak için öğrendim. İnsanlar
arasından şerri bilmeyen kimse ona düşer."
Hasan-ı
Basrî'den gelen rivayete göre o: "İki meleğe... indirilen şeyleri" bölümünü
"iki meliğe (hükümdara) indirilen şeyleri..." şeklinde okur ve bunlar
büyücülüğün yayılmasına çalışan ve bununla uğraşıp duran iki Arap olmayan kafir
hükümdardır, demiştir.
[282]
104-
Ey iman edenler! "Râinâ" demeyin "Unzurnâ" deyin ve
dinleyin. Kâfirler için ise can yakıcı bir azap vardır.
105-
Kitap Ehli olan kâfirler de müşrikler de Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın
indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine has kılar. Allah
büyük lütuf sahibidir.
"Rabbinizden"
buyruğundaki izafet, muhatap olan kulların şerefini yükseltmek içindir. Ayrıca
kullara rablerinin kendilerini terbiye ettiği, büyütüp beslediği
hatırlatılmaktadır. "Allah ise rahmetini... Allah büyük lütuf sahibidir."
Buyruklarında başa '"Allah" lafzının getirilmesi, meselenin
büyüklüğünü ifade etmek, ona dikkat çekmek içindir.
[283]
"Râinâ"
riayet etmekten emirdir. Yani sana sormak istediğimiz şeyler için bize kulak
ver veya bizim menfaatimize olan şeylere, işlerimizi çekip çevirmeye bir bak!
Müslümanlar Hz. Peygambere bu sözü söylüyorlardı fakat Yahudilerin dilinde bu
kelime bilgisizlik ve ahmaklık anlamına gelen "ruûnet" kökünden
türeyen bir sövgü idi. Yahudiler bu işe sevinmişler ve onlar da bu şekilde peygambere
hitap etmeye başlamışlardı. Müminlere bu şekilde hitapta bulunmaları
böylelikle yasaklandı ve bunun yerine "unzurnâ" yani bize doğru bak
veya bizi bekle, bize mühlet ver, ifadesi tavsiye edildi.
[284]
Atâ'dan
gelen rivayete göre İbni Abbas 104. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak
şunları söylemiştir: Araplar bu kelimeyi (râinâ) kullanıyorlardı. Yahudiler
onların Peygamber (s.a.)'e bu şekilde hitap ettiklerini görünce bu onların
hoşlarına gitti. "Râinâ" Yahudilerin dilinde oldukça kötü bir sövgü
anlamını ifade ediyordu. Bu sefer: "Biz muhammed'e gizlice sövüyorduk,
şimdi artık Mu-hammed'e açıktan sövebiliriz. Çünkü bu ifade onun kullandığı dildendir."
dediler. Böylelikle Allah'ın peygamberinin yanına geliyor ve "ey Muhammed
Râinâ" diyor ve gülüyorlardı. Ensar'dan olan Sa'd b. Muaz bunun farkına
vardı. Yahudilerin dilini biliyordu. Onlara: "Ey Allah'ın düşmanları!
Allah'ın laneti üzerinize olsun. Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim
ki, eğer sizden herhangi birinizin bu lâfı söylediğinizi işitecek olursam
mutlaka boynunu uçururum." Bunun üzerine onlar: "Siz bu kelimeyi
kullanmıyor musunuz ki?" dediler. Bu sefer Yüce Allah: "Ey iman
edenler! Râinâ demeyin..." ayetini indirdi.
[285]
105.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak da müfessirler şöyle demiştir:
Müslümanlar antlaşmakları olan Yahudilere: "Muhammed (s.a.)'e iman
edin." dediklerinde onlar: "Sizin kendisine iman etmeye davet
ettiğiniz bu kişi (nin getirdiği din) bizim izlediğimiz bu yoldan daha hayırlı
değildir. Keşke daha hayırlı olsaydı, diye arzu ediyorduk." dediler. Yüce
Allah onları yalanlamak üzere bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[286]
Bu
ayet-i kerime ile Yüce Allah müminlere kendileri ile Yahudiler arasında ortak
olan bir konu ile ilgili hitap etmekte ve Peygamber (s.a.) ile konuşmaya
başlanılacağı sırada kullanılacak en güzel kelimenin seçilmesi hususunda onları
yönlendirmektedir. Hz. Peygamber onlara sahip olduğu ilimden bir şeyler
öğrettiği vakit, hakkında soru sormak istedikleri ve tekrar etmesini dilediğimiz
hususlar için, bize de kulak ver, anlamında "Râinâ sem'ake"
diyorlardı.
Yahudilerce
"râinâ" kelimesi, "ru'ûneften gelen çirkin bir sövgü ifade ediyordu.
Bu şekilde sövmek ve hakaret etmek anlamını kastederek, Peygamber (s.a.)'e bu
kelimeyi kullanarak hitap ediyorlardı. Bu kelimenin İbranice aslı
"râînû" olup çok kötü kimse anlamındadır. Allah müminlere bu kelimeyi
kullanmalarını yasaklamakta, anlam itibarıyla onun gibi, fakat lafzı
itibarıyla farklı bir başka kelimeyi kullanmalarını emretmektedir. Söz konusu
olan bu kelime süre vermek, mühlet tanımak anlamını ifade ettiği gibi, göz ile
bakmaktan anlaşılan gözetlemek anlamını da ifade eden "unzurnâ"
kelimesidir. Kısaca "bize de yönel" ve "bize de bak",
anlamına gelir.
"Şimdi
ey müminler! Kur'an-ı Kerim'i kabul edip, düşünerek ve dikkat ederek
dinleyiniz. Aralarında Yahudilerin de bulunduğu kâfirler için ise çok çetin ve
can yakıcı bir azap vardır." Bu, Peygamber (s.a.) ile hitapları esnasında
onlardan sadır olan edep dışı bu davranışın bir küfür olduğuna işarettir. Çünkü
peygamberi çok kötü olmakla nitelendiren bir kimse, onun peygamberliğini inkâr
etmiş olur. İşte ortada müminlerin takınmaları gereken edep, diğer taraftan da
Yahudilerinin davranışlarının çirkinliğinin sergilenmesi.
Peygamberlerine
karşı tutumları ile Yahudilerin halini bilen siz ey müminler! Dikkatli
olun^Kitap Ehli ve Arap müşrikleri, Kur'an-ı Kerim ve risalet gibi Rabbinizden hasar
namına herhangi bir şeyin indirilmesini istemezler. Allah hayırların en büyüğü
o Kitap sayesinde sizidarmadağın iken bir araya getirdi, saflarınızı
birleştirdi, sapık putperestliğin etkisinden akıllarınızı arındırıp temizledi,
fitrat yolu üzerinde dosdoğru yürümenizi sağladı. Onlar ise üzerinize
kötülüğün, şerrin inmesini, işinizin bitip dininizin zeval bulmasını arzularlar.
Kıskananın
kıskançlığı Allah'ın nimetlerine engel değildir. Allah Alîm'dir, kudreti
sonsuzdur, hükmü sağlamdır. O peygamberliği, rahmeti ve hayrı kullarından
dilediği kimseye has kılar. "Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi
bilendir." (En'am: 6/124). O risaleti ile ilgili görevlerini en hayırlı
bir şekilde kimin üzerine getireceğini bilendir. O bakımdan hiçbir kimsenin bir
başkasını ona ihsan edilen lütuf dolayısıyla kıskanmaması gerekir. Çünkü büyük
lütfün sahibi yalnızca Allah'tır.
[287]
Önceden
de belirtildiği gibi bu ayet-i kerimeler, Yahudilerin bilgisizliklerinden ve
çirkin davranışlarından bir tanesini söz konusu etmektedir. Maksat ise
Müslümanlara Yahudilerin yaptıklarının benzeri davranışları yasaklamak ve
hayrın, rahmetin kaynağının, nübüvvet ve risalete kimin ehil olduğunu seçme
yetkisinin Yüce Allah'a ait olduğuna dair inançlarına daha bir derinlik kazandırmaktır.
Allah'ın lütuf ve ihsanda bulunduğu kimsenin kıskanılması doğru bir davranış
değildir. Birinci ayet-i kerime: "Ey iman edenleri" buyruğu ile
başlamaktadır. Bu, bütün Kur"an-ı Kerim'de 88 yerde gördüğümüz ve bu surede
müminlere yöneltilen ilk hitaptır. Bu hitaplarda Yüce Allah'ın müminlere
teveccüh ettiğinin delâleti vardır.
Bu
ayetler müminin Peygamber (s.a.) 'e hitapta bulunduğu vakit onun şanına noksan
getirecek veya alay etmek vehmini verebilecek sözlerden kaçınmasını,
düşmanların bir kelimeyi ya da kullanılışını kötü maksatlarına alet etmelerinin
önüne geçmesini tavsiye ediyor. Yahudiler "râinâ" kelimesi ile
sövmeyi ve hakareti kastediyorlardı ve bu kelimeyi kullanarak Resulullah
(s.a.)'a hitap ediyor, kendi aralarında da gülüşüyorlardı. Sa'd b. Muâz onların
dillerini bilen birisi olarak onlara: "Allah'ın laneti üzerinize olsun.
Nefsim elinde olana yemin ederim, eğer sizden bir kimsenin bu lâfı Resulullah
(s.a.)'a söylediğini duyarsam kesinlikle biliniz ki boynunu uçuracağım"
dedi.
"Kâfirler
için ise can yakıcı bir azap vardır." ifadesinde de Yahudilerin Peygamber
(s.a.)'e hitaplarındaki bu edep dışı davranışlarının şüphesiz bir küfür
olduğuna işaret vardır. Çünkü Resulullah (s.a.)'ı çok kötü olmakla nitelendiren
bir kimse, onun peygamberliğini inkâr etmiş olur. Böyle bir işi yapan kimse ise
kâfir olmuştur.
Bu
104. ayet-i kerimede iki delil vardır:
1- Peygamber (s.a.)'in kadrini küçültecek, şanını azaltacak şekilde
kinayeli lafızlardan kaçınmak gerekir. Bu, zina suçu işlemiş olma ihtimaline
gelen ifadeler kullanan hakkında kazf (zina iftirası) haddini gerekli gören
Mâliki mezhebiyle, İmam Ahmed'den bu doğrultuda gelmiş bir rivayeti
pekiştirmektedir. Hanefilerle Şafiîler ve kendisinden gelen zahir rivayetinde
Ahmed ise, bu konuda onlara muhalefet etmektedir. Çünkü bunlara göre bu tür
kinayeli (tariz) ifadelerin iftira olma ihtimali de başka anlama gelme
ihtimali de vardır. Had ise, şüphe ile düşen şeyler arasındadır.
2- Seddü'z-Zerai'i kabul etmek ve bunu korumak. Bu da aynı şekilde İmam
Mâlik ile İmam Ahmed'in görüşüdür. Zeria (zerâi' kelimesinin teklik şekli):
Bizatihi yasaklanmamış, fakat işlenmesi halinde yasaklanmış bir şeye
düşülmesinden korkulan bir iş demektir. Yani yasak veya engellenmiş bir sonuca
götüren her türlü mubah yol ve araç haramdır. Şer"an yerine getirilmesi
istenen bir sonuca götüren her türlü yol ve araç da yapılması istenen bir
şeydir. Yani harama götüren araç da haramdır, vacibe götüren araç da vaciptir,
mubahın aracı da mubahtır.
Yüce
Allah'ın: "Râinâ demeyin" buyruğu da böyle bir yolu tıkamak
(sed-dü'z-zerâî) amacıyla, haram olması gereken bir yasaktır. Ta ki öyle bir
anlama gelme ihtimali olan kelime, çirkin bir işe araç olarak kullanılmasın.
Buna karşılık Yüce Allah'ın: "Unzurnâ, deyin" buyruğu, müminlere
Peygamber (s.a.)'e saygı ile hitap etmelerini emretmektedir. Yüce Allah'ın:
"Ve dinleyin" buyruğu ise önemli, önemsiz emrettiği ya da yasakladığı
her şeye kulak vermenin, dinleyip itaat etmenin gereğini ifade eder.
Yüce
Allah'ın: "Allah ise rahmetini dilediğine has kılar." buyruğu kıskançlık
kapısını kapatmaya delildir. Ali b. Ebi Tâlib (r.a.) der ki:
"Rahmetini" yani nübüvvetini dilediğine has kılar; onu, Muhammed
(s.a.)'e has kılmıştır.
Bu
ayet-i kerimede sözü geçen rahmetin, Yüce Allah'ın eski, önceki ve sonraki
bütün kullarını kapsayan genel bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir, Allah'ın
kullarına rahmeti onlara nimet ihsan etmesi, onları affedip bağışlamasıdır.
[288]
106-
Biz ondan hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiçbir ayeti
neshetmeyiz veya onu unutturmayız. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez
misin?
107-
Bilmez inisin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah'tan başka hiçbir
dostunuz ve hiçbir yardımcınız da yoktur.
108-
Yoksa siz de önceden Musa'dan istendiği gibi peygamberinizden istemeye mi
lrnllriBnı».nİrsini»;? Kim imanı kar-şılığında küfrü alırsa, doğru yoldan sapıtmış
olur.
"Bilmez
misin1?" Buradaki soru takrir (muhataba doğruyu söyletmek) içindir. Hitab
da Peygamber (s.a.)'e olmakla birlikte, maksat ümmettir. Bunun delili ise Yüce
Allah'ın: "Allah'tan başka hiçbir dostunuz ve hiçbir yardımcınız da
yoktur." buyruğudur. "Allah'ın..." ile "Allah'tan..."
buyruklarında zamir kullanmak yerine lafza-i celâlin açıkça zikredilmesi ise,
ruhlarda, nefislerde O'nun azamet ve heybetini hissettirmek içindir.
"Doğru
yoldan sapıtmış olur." Burada bu buyrukta hakkı açıkça gördükten sonra,
onu bırakıp batıla yönelen kimselerin yaptığı işin çirkinliği ifade edilmektedir.
[289]
Nesh:
Sözlükte bir şeyi izale etmek demektir. Güneş gölgeyi neshetti, izale etti,
giderdi, anlamındadır. Şer5! bir terim olarak; şerl bir hükmü ondan sonra gelen
şer"! bir yolla kaldırmaktır.
İnşâ
(unutturmak) ise, bir ayet-i kerimenin Peygamber (s.a.)'in hafızasından onu
tebliğ etmesinden sonra giderilmesidir. Buna göre "onu unutturmayız",
size onu terketmeyi mubah kılmayız, anlamına gelir.
"Ondan
daha hayırlısını" kolaylık ya da ecrin fazlalığı açısından kullar için daha
faydalısını "veya" sevap itibarıyla "onun benzerini
getirmedikçe, hiçbir ayet-i kerime neshetmez veya unutturmayız".
"Allah'ın
her şeye kadir olduğunu" bu arada neshe ve tebdile de gücü yettiğini
"bilmez misin?".
Veli:
Yakın ve dost, nasîr ise yardımcı demektir. Aralarında fark şudur: Veli, kimi
zaman yardım edemeyebilir. Nasîr ise yardımcı olduğu kimseye yabancı olabilir.
"Musa'dan
istendiği" yani işi zora koşmak maksadıyla bir takım tekliflerde
bulunulduğu "gibi Peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız? Kim imanı
karşılığında küfrü alırsa doğru yoldan sapıtmış olur". Ayrılmış,
uzaklaşmış, hak yolu kaybetmiş olur. Doğru, ayette geçen ifade ile
"es-sevâ" aslında her şeyin ortası demektir. Yüce Allah'ın:
"Cehennemin ortasında" (Saffat: 37/55) buy-ruğundaki "sevâ"
kelimesi bu anlamdadır.
[290]
106. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak
müfessirler şöyle demektedirler: Müşrikler şöyle söylerlerdi: "Muhammed'e
bir balon? Ashabına önce bir hususu emreder, sonra onlara aynı hususu yasaklar
ve ona aykırı bir başka emir verir. Bugün
bir söz söyler, ertesi gün o sözünden döner. Kur"ân-ı Kerim'de
olanlar Muhammed'in kelâmından başkası değildir. Bu sözü o kendiliğinden
söylüyor ve onun bu sözü birbiriyle çelişmektedir. Meselâ, zina eden erkeğin
dil ile ayıplanarak cezalandırılmasını ifade eden: "Onlara eziyet
ediniz" (Nisa: 4/16) ile zina eden kadının evde tutulmasını emreden:
"Onları ölüm alıp götürünceye yahut Allah onlara bir yol açıncaya kadar
onları evlerde alıkoyun". (Nisa: 1/15) cezasını, sopa cezası ile
değiştirmesi buna bir örnektir. Bunun üzerine Yüce Allah: "Biz bir ayeti
diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit." (Nahl: 16/101) buyruğu ile:
"Biz ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiçbir ayeti
neshetmeyiz veya onu unutturmayız" (Bakara: 2/106) buyruğunu indirdi.
107. ayetin nüzul sebebine gelince: İbni Abbas,
şöyle der: Bu ayet-i kerime, Abdullah b. Ebi Kal) ile Kureyşlilerden bir kaç
kişi hakkında nazil olmuştur. Onlar: "Ya Muhammed şu Safa tepesini bize
altın yap. Mekke arazisini biraz genişlet! Etrafında da pınarlar fışkırt ki
sana iman edelim." dediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
inzal buyurdu.
Yahudiler
ve onların dışında bir takım müşrikler Resulullah (s.a.)'tan bir takım
temennilerini yerine getirmesini istediler. Kimisi, "Bize Musa Tevrat'ı
nasıl getirdiyse o da semadan toptan bir kitap getirsin." Kimisi, -ki bu
da Abdullah b. Ebî Ümeyye el-Mahzûmî'dir- "Bana semadan bir kitap getir.
Onda alemlerin Rabbinden İbni Ebî Ümeyye'ye hitaben, şunu bil ki ben Muhammed'i
bütün insanlara peygamber olarak gönderdim, diye yazsın, kimisi; bize Allah'ı
ve melekleri kafileler halinde getirmedikçe sana iman etmeyeceğiz."
dediler. Bunun üzerine Yüce Allah işte bu ayet-i kerimeyi indirdi.
İbni
Ebî Hâtim'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Râfi' b. Hu-zeyme ile
Vehb b. Zeyd Resululah (s.a.)'e şöyle dedi: Ya Muhammed! Bize üzerimize semadan
indireceğin ve okuyacağımız bir kitap getir ya da bizim için ırmaklar fışkırt
ki biz de sana tabi olalım, seni tasdik edelim. Bu hususa dair yüce Allah da:
"Yoksa siz de önceden Musa'dan istendiği gibi peygamberinizden istemeye
mi kalkışacaksınız.." ayet-i kerimesini indirdi.
108
ve ondan sonraki ayetin nüzul sebebine gelince: Huyey b. Ahtab ile Ebu Yâsir b.
Ahtab, Allah son peygamberini aralarından gönderdi diye Araplara çok ileri
derecede kıskançlık besleyen kimselerdendi. Ellerinden geldiğince insanları
İslâm'dan alıkoymak, döndürmek için çalışıyorlardı. Bunun üzerine onlar
hakkında Yüce Allah: "Ehl-i kitap'tan bir çoğu... sizi imanınızdan sonra
küfre döndürmek isterler." (109. ayet) ayetini indirdi.
İbni
Cerir et-Taberî'nin rivayetine göre de Mücahid şöyle demiştir: Kureyş Muhammed
(s.a.)'den Safa'yı kendilerine altına dönüştürmesini istedi. O da: Olur, İsrailoğullan
için sofra ne ise bu da sizin için öyle olur. Ama eğer inkâr ederseniz (azaba
çarptırılıp helak olursunuz) deyince, kabul etmediler, tekliflerinden vaz
geçtiler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Yoksa siz de önceden Musa'dan
istendiği gibi..." ayetini indirdi.
[291]
Kur'ân-ı
Kerim çeşitli sebeplere, olay ve vakıalara uygun olarak kısım kısım
indirilmiştir. Bu oldukça başarılı bir eğitim ilkesinin tatbikidir. Bu ilke cehalet
içindeki Arap toplumunu yavaş yavaş ve kademe kademe ıslah etmek için teşri'de
tedricilik ve maslahatlara riayettir. Ayrıca bu yöntem geçmişten devralınan
gelenek ve göreneklerden adım adım kurtulmayı sağlayan nihâî şer"î hükmü
kabule hazırlayıcı bir özellik taşır. Bu şekilde nefisler onu kabul eder ve
ağır ağır şer*î gayeye uygun bir şekilde terbiye edilebilirler. Teşri'in hedef
olarak aldığı ufuk ve gerçekleştirmeyi amaçladığı uzak noktalar, fertlerin ikna
olmasıyla kabul edilir. Ümmetin genel maslahatı gerçekleştiği noktada hüküm
olduğu gibi kalır.
Sonradan
gelmiş şer"î bir delil ile önce gelmiş bir şer"! hükmün kaldırılması
demek olan nesih, ya ayetin lafız ve manasının birlikte neshedilmesi ile, ya
ikisinden birisinin neshi ile, veya nassın kalıp o ayetten anlaşılan hükmün sona
ermesi ile olur. Bütün bunlar maslahat ya da ihtiyaca uygun olarak gerçekleşir.
Tıpkı çeşitli zaman, mizaç ve sağlık durumlarının değişikliğine göre kullandığı
ilaçlan ve gıdaları çeşitlendiren doktor gibi. Peygamberler de (Allah'ın salat
ve selamları üzerlerine olsun) ümmetin doktorlarıdır. Nefisleri ıslah
edenlerdir. Allah onlara hali hazırdaki durumların veya gelecekteki hallerin
göz önünde bulundurulması suretiyle sert hükmün değiştirilmesine dair vahiyler
indirir. Çünkü geçmişte tedavi özelliğine sahip olan bir husus, gelecekte olmayabilir.
İşte bütün bunlar İslâm'ın kapsayıcı esnekliğinin delilidir.
Nesih,
hükmü değiştirmeyi gerektiren yeni bir takım maslahatların ortaya çıkması ya
da sonradan farkedilmesi dolayısıyla değildir. Çünkü nesheden Yüce Allah,
geçmişi de, hali hazırdaki durumu da, geleceği de bilir. O şanı yüce Allah
Teâlâ, şartlara ve hallere bağlı olarak, karşı karşıya kalınan durumları
tedrici bir şekilde tedavi eder. İçkinin dört aşamadan geçerek haram kılınması
ile, faizin yasaklanması, ve cihaddaki tedricilik gibi.
Ayet-i
kerimenin anlamına gelince: Biz herhangi bir ayetin hükmünü değiştirecek ya da
senin hatırlamana imkan olmayacak şekilde o ayeti sana unutturacak veya o
ayetin hükmünü terk etmeyi emredecek ya da erteleyecek olursak, mutlaka sana,
eğer nesheden daha ağır yükümlülük getiriyorsa sevabının çokluğu ile, eğer
nesheden daha hafif ise maslahatı gerçekleştirmekle ondan daha hayırlısını ya
da en azından teklif ve sevap bakımından onun gibisini getiririz.
Fahreddin
er-Râzî der ki: Yüce Allah'ın şu buyruğunda unutmak, terket-mek anlamındadır:
"... O unuttu, biz onda bir kasıt bulmadık." (Tâhâ: 20/115). Şu
ayet-i kerimelerde de bu anlamda kullanılmıştır: "Bugün biz de sizi unuturuz.
Nitekim siz de bu gününüze kavuşacağınızı unutmuştunuz" (Câsiye: 45/34);
"Sana ayetlerimiz geldiğinde sen de onları unuttun (terkettin). Bu gün de
sen böylece unutulursun (terkedilirsin)" (Tâhâ: 20/126).
Hükmün
neshedilmesi daha kolay ve daha hafif ile değiştirilmek suretiyle olabilir.
Kocası vefat etmiş olan kadının iddetinin bir seneden, 4 ay 10 güne değiştirilerek
neshedilmesi gibi. Bazen eşit bir hüküm ile değiştirilebilir. Namazda
Beytü'l-Makdis'e yönelme hükmünün, Ka'be'ye yönelmekle neshedilmesi gibi. Bazan
daha ağır fakat sevabı daha fazla bir hükümle de neshedilebilir. Savaşmamanın
savaşı müslümanlara farz kılmak emri ile neshedilmesi gibi, zina edenlerin evde
hapsedilmesi hükmünün sopa cezası ile neshedilmesi, aşure günü orucunun ramazan
ayında oruç tutmak ile neshedilmesi. Çünkü hadis-i şerifte sabit olduğu üzere:
"Amellerin en faziletlisi daha zor ve ağır olanıdır." Bazan usûl
alimlerin cumhurunun görüşüne göre yerine bir başka hüküm getirerek değil de,
teklifin bütünüyle kaldırılması ile daha hayırlı olan gerçekleştirilebilir.
Meselâ, kurban etlerinin saklanması yasağının neshedilmesi, Ramazan gecelerinde
hanımlara yaklaşmanın haram kılınmasının neshedilmesi gibi. Sözkonusu bu son
nesih Yüce Allah'ın: "Artık onlara yaklaşın" (Bakara: 2/187) ayeti
ile gerçekleşmiştir. Ayrıca Ramazan gecelerinde uyuduktan sonra imsakin vücubunun
neshedilmesi, Resululah (s.a.) hakkında gece namazının neshedilmesi gibi.
Allah
her şeye gücü yeten değil midir? O her şeye gücü yetendir. Hükümleri neshetmek
de O'na zor değildir.
Göklerin
ve yerin mülkü (mutlak egemenlik ve tasarrufu) Allah'ın değil midir? O arzıyla,
semasıyla kâniatta bulunan her şeyin malikidir. Kendi irade ve meşietine göre
tasarrufta bulunur. Uygun gördüğü maslahata göre işleri düzenler. O bakımdan
dilediği hükümleri neshetme hak ve yetkisine sahiptir.
İşlerinizi
Allah'tan başka üstlenecek bir veliniz, size yardımcı olacak, sizi
destekleyecek bir yardımcınız yoktur. Bu buyruk, müslümanlara rasullerinin
kendilerine emrettiği şeyler gereğince amel etmeleri ve onlara yasakladığı şeylerden
de kaçınmaları doğrultusunda bir öğüttür.
Daha
sonra Yüce Allah işi yokuşa sürmek ve inat olsun diye mucizeler göstermesi
talebinde bulunan kimselere tehditte bulunarak bu tutumlarından vazgeçmeleri
için onları sakındırmaktadır. Her kim maslahata uygun olarak indirilen ayetlere
olan güvenini, yitirecek, Peygamber (s.a.)'e karşı inatlaşıp Yahudilerin -Musa
(a.s.)'dan kendilerine açıktan açığa Allah'ı göstermelerini-istediği gibi bir
istekte bulunursa, böyle bir kimse küfrü imana tercih edip, dosdoğru yolu
terketmiş olur. Nitekim Yüce Allah: "Haktan sonra artık dalâletten başka
ne kalır? O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz?" (Yûnus: 10/32) diye
buyurmaktadır.
Yüce
Allah'ın: "Yoksa siz de önceden Musa'dan istendiği gibi peygamberinizden
istemeye mi kalkışacaksınız?" buyruğunun anlamı" hayır, siz istemeye
kalkışmaktasınız." şeklindedir veya istifham (soru) anlamına da olabilir.
O takdirde bu inkârî (böyle bir tutumu reddeden) bir istifham olur. Bu buyruk
müminleri de kâfirleri de kapsamaktadır. Çünkü o, Allah'ın herkese gönderdiği
elçidir.
[292]
Nesih,
Yahudi ve Hristiyanlar dışında şeriat sahibi bütün kavimlerin ic-ması ile aklen
caizdir. Ebu Müslim el-İsfahanî dışında Müslümanların icmaı ile de şer"an
caiz olmuştur.
Aklî
bakımdan caiz oluşunun delili sudun Neshin varlığını kabul etmek imkânsız olan
bir sonucu vermez. Caiz oluşunun anlamı da zaten budur. Çünkü Yüce Allah'ın
hükümlerinin meşruluğunda eğer kulların maslahatları gözetilmeyecek olursa, bu
Allah'ın iradesine kalmış bir şeydir. Nesih ise Yüce Allah'ın bir fiilidir;
Allah dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. Belli bir zamanda bir işin
yapılmasını emrederken, bir başka zaman da onu yasak kılabilir. Nitekim o
Ramazan ayının gündüzlerinde oruç tutmayı emrettiği halde, bayram gününde
yasaklamıştır.
Yüce
Allah'ın koyduğu hükümlerinde zaten kullarının maslahatını gözetmiş olduğu
ileri sürülürse şunu belirtelim ki, maslahatlar kişilerin ve zamanın
farklılığına göre değişik değişiktir. Zira bu maslahatlar bir kişi veya bir
zaman için maslahat olmayabilir. Maslahatlar değiştiğine göre, hükümlerin
teşriinde de insanların maslahatlarına riayet edildiğine göre, nesih mümkündür,
imkânsız bir şey değildir, aklen caizdir.
Neshin
fiilen vaki olduğunun delileri ise pek çoktur.
Bunlardan
birisi, ashabın ve selefin Muhammed (s.a.)'in getirdiği şeriatın daha önceki
bütün şeriatları neshedici olduğu hususunda icma' etmeleridir. Bu nesih akide
ve ahlâkî esaslardan başka hususlara dairdir. İç yağlarının ve tırnaklı her
hayvanın etinin -zulümleri ve insanlarının mallarını faiz ve başka batıl
yollarla yemeleri dolayısıyla- haram kılınması gibi.
Diğer
delillerden bazıları da şunlardır: Beytül-Makdis'e yönelme vücubu-nun KâTje'ye
yönelme vücubu ile anne- baba ve akrabaya vasiyette bulunma hükmünün mirasa
dair başka ayet ile; aşure ayı orucunun ramazan ayı orucu ile, Peygamber (s.a.)
ile özel konuşmadan önce sadaka verme vücubunun bu vücubun affedilmesi ile
neshedildiği üzerinde icma olmuştur.
Hicri
322 yılında vefat eden tefsir alimlerinden Ebu Müslim el- İsfahanî'ye göre
şeriatlar arasında -ondan nakledilen meşhur rivayete göre- nesh mutlak olarak
caizdir. Ancak o aynı şeriatta neshin vukuunu kabul etmemektedir. Buna delil
olarak da Yüce Allah'ın Kur"ân-ı Kerim'in niteliği ile ilgili şu buyruğunu
gösterir: "Önünden de arkasından da ona batıl erişemez. O hakim ve Hamîd
olan (Allah) tarafından indirilmiştir" (Fussüet: 41/42). Eğer Kur'ân-ı
Kerim'de nesih vaki olursa, ona batıl ulaşmış demektir. Ancak onun bu iddiasına
neshin batıl değil, iptal olduğu belirtilerek cevap verilmiştir. Çünkü neshin
kendisi doğrudur, haktır. Mesele, sadece neshedilen hükmün artık kendisi ile
amel edilmeyen bir hüküm haline gelmesinden ibarettir. Ayet-i kerimede
İsfaha-nî'nin görüşüne delil olacak bir taraf yoktur.
Diğer
taraftan, hakkında, "neshedilmiştir" denilen her bir ayeti, İsfahanî
ya tahsis ile yahut sert hükmün süresinin bitmesi ile veya bazı hallerle kayıtlamakla
ya da şahıslarla ve buna benzer hususlarla te'vil etmektedir. Nitekim iddete
dair ayetler ile, savaşa dair ayetler ve buna benzer daha sonra göreceğimiz
ayetlerde hep bu yol izlenmiştir.
[293]
Neshin
dokuz çeşidi vardır ki, bunların en önemlileri şu üç tanedir:
1- Tilâvetin ve hükmün bir arada neshedilmesi: Hz. İbrahim'in ve Hz.
Musa'nın Sahife'leriyle önceki peygamberlerin Sahife'lerinin neshedilmesi, süt
emme sayısının ondan beşe indirilerek neshedilmesi gibi. Aişe (r.a.), Müslim'in
Sahih'inde ve başka kaynaklarda zikredilen rivayette şöyle demektedir:
"Kur'ân buyrukları arasında: "Bilinen on tane süt emme haram
kılar" hükmü vardı. Bunlar, "beş tane süt emme ile" neshedildi.
Resulullah (s.a.) vefat ettiğinde Kur'ân-ı Kerim'den olarak okunan buyruklar
arasındaydı". Birinci kısım hüküm ve tilâveti ile nesholunan kısımdır,
ikinci kısım olan "beş defa süt emme" ise Şafiîlerce hükmü devam
eden, ancak tilâveti nesholmuş kısımdır.
2- Hükmün kalması ve tilâvetin nesholması: Hz. Ömer'in şu sözünde böyle
bir durum vardır. "İndirilen buyruklar arasında şu da vardı: "yaşlı
erkek ile yaşlı kadın zina ettiklerinde kesin olarak onları recmediniz.
Allah'tan ve resulünden ibretli bir ceza olmak üzere." Sahih hadiste
sabit olduğuna göre bu, okunan bir Kur'ân buyruğu idi. Daha sonra lafzı
neshedildi, hükmü olduğu gibi kaldı.
Hanefîler
şaz kıraatlerden buna başka bir takım örnekler de eklerler. İbni Mes'ud'un
yemin kefareti orucu ile ilgili (Mâide: 5/89) ayetini: "Peşpeşe üç gün
oruç" şeklinde ("peşpeşe" kelimesini ilâve ederek), İbn-i
Abbas'ın oruç ayetini: "... orucunu açarsa diğer günlerden sayısınca oruç
tutar" şeklinde, "oruç açarsa" ilâvesiyle (Bakara: 2/184)
ayetindeki kıraatiyle Sa'd b. Ebî Vakkas'ın (Nisa: 4/12) miras ayetini:
"Anne bir erkek veya kızkardeşi varsa onlardan her birisi için altıda bir
vardır." ("anne bir" kelimesini ilâve ederek) şeklinde okumaları
gibi.
3- Tilâvetin neshedilmeksizin sadece hükmün neshedilmesi: Bu da pek
çoktur. Anne-baba ve akrabaya vasiyeti emreden ayetin, tam bir yıl süre ile
id-det beklemeyi emreden ayetin, zina haddi ile ilgili olarak kadının evde
alıkonulması, erkeklerin ise sözlerle rahatsız ve eziyet edilmelerini emreden
ayetin ve Resulullah (s.a.) ile özel konuşmadan önce sadaka vermeyi emreden
ayetin neshedilmesi gibi. Kur'ân'ın nassının Kur'ân ile neshi ittifakla
caizdir. Müteva-tir sünnetin kendisi gibi olan sünnet ile, âhâd haberin de kendisi
gibi olan ve mütevatir haber ile neshi ittifakla caiz kabul edilmiştir.
Mütevatirin
âhâd rivayetlerle neshi, cumhura göre caizdir. Yani Kur"ân-ı Kerim'in
Kur'ân'dan başka sünnet ile ve mütevatirin "mütevatir olmayan" haber
ile neshi caiz kabul edilmiştir. Ancak Şafiî böyle bir şeyin vuku bulmadığını
belirterek şöyle demektedir: Kur'ân sünnet ile neshedilmediği gibi, sünnet de
Kur'ân ile neshedilmez. Buna delil olarak da Yüce Allah'ın: "Ondan daha hayırlısını
veya onun benzerini getirmedikçe" buyruğunu delil göstermektedir. Bu
ayet-i kerime birincisinin yerine geçecek olanı getirenin Yüce Allah olduğunu
ve bu getirilen şeyin de Kur'ân olduğunu göstermektedir. Buna göre Kur'ân'ı
nesheden Kur'ân'dır, sünnet değildir. Aynı şekilde şanı yüce Allah, yeni getirilen
hükmü neshedilenden daha hayırlı veya onun misli olarak tespit etmektedir.
Sünnet ise Kitaptan hayırlı da değildir, onun misli de değildir; dolayısıyla
sünnet kitabı neshedici olamaz. Diğer taraftan ayet-i kerimenin sonu böyle bir
değiştirmeyi yapmanın, eksiksiz kudrete sahip olanın özel kudreti içerisinde
olduğunu beyan etmektedir. Bu ise Yüce Allah'tır. O bakımdan nesih, sadece onun
tarafından olur ki, bu da Kur'ân iledir; sünnet ile olmaz. Ayrıca bunu Yüce
Allah'ın: "Biz bir ayeti diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz
vakit..." (Nahl: 16/101) buyruğu da desteklemektedir. Çünkü Yüce Allah
burada değiştirme ve yerine getirmeyi bizzat kendi zatına nispet etmekte ve
bunu ayetler arasında olacağını belirtmektedir.
İmam
Şafiî'ye sünnetin de Kur"ân-ı Kerim gibi Allah'tan geldiği belirtilerek
cevap verilmiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O hevasından bir
söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir" (Necm: 53/4). Şu
kadar var ki, Kur*ân-ı Kerim mu'cizdir ve Kur'ân tilâveti ile ibadet edilir,
sünnet ise böyle değildir. Daha hayırlı olmak ve onun misli olmaktan
kastedilen ise kulların maslahatı açısından hükümler hakkındadır. Lafız ile
ilgili değildir. Buna göre neshedici hüküm, neshedilen hükümden hayırlı olur.
Çünkü kulların maslahatlarını gerçekleştirmek özelliğine sahiptir. Sünnet
bazan mükellef için daha faydalı olan hükmü getirebilir. Bu ise bu ayet-i
kerimenin Kur'ân-ı Kerim'deki hükmün sünnet ile nesholunmayacağını
göstermediğine delildir.
Kur'ân-ı
Kerim'de yer alan vasiyet ayeti, mütevatir hadis olarak gelen: "Mirasçıya
vasiyet yoktur" buyruğu ile yani sünnetle nesholunmuştur.
Yine
Şafiî şöyle demektedir: Sünnetin Kur'ân ile neshi caiz değildir. Nes-hedicinin
de yine sünnetten olması gerekir. Çünkü şanı yüce Allah: "İnsanlara kendilerine
ne indirildiğini açıkça hnlatasın diye" (Nahl: 16/44) buyruğunda sünneti
"beyan (açıklama)" diye nitelendirmiştir. Eğer sünnet Kur'an'm bir
hükmünü neshedecek olursa, beyan olmaktan çıkar. Bu ise caiz değildir. Bu görüşüne
şöyle cevap verilmektedir: Burada beyandan kasıt, tebliğdir. İster Kur'ân ile
olsun, ister başkası ile farketmez.
Yüce
Allah'ın: "Biz ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe
hiçbir ayeti neshetmeyiz..." buyruğunda yer alan "ayet" tabiri
ile kastedilene gelince:
Muhammed
Abduh'un görüşüne göre burada "ayet" ile Kur'ân'm ayeti
kastedilmemektedir. Buna göre Yüce Allah, bir önceki peygamberin mucizesini
ondan sonra gelen peygambere verdiği mucize ile değiştirmektedir. Buna yüce
Allah'ın: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?" buyruğunu
delil göstermektedir. Ona, bu ayet-i kerimenin kıblenin değiştirilmesine ve
Kâ*be'ye yönelmek emri verilerek bir önceki kıblenin neshedilişine bir
hazırlık, bir giriş olmak üzere geldiği belirtilerek cevap verilmiştir. O halde
bu ayette geçen "ayet", ayetlerle tespit edilmiş hükümlerin neshi
hakkındadır. Mutlak olarak "ayet" kelimesi kullanıldığında, bir emir
yahut nehiy veya başka bir hususu ihtiva eden sûrenin bir bölümü kastedilir.
[294]
Selef,
şeriatta neshin vaki olduğu üzerinde icma etmiştir. Sabit olmuş vakıalar da
-mensuh ayetlerin te'vili ile ilgili zorlamalar göz önünde tutulmazsa-neshin
vaki olduğunun delilidir. Nesih, son hükmü bilmemek yahut bir bedâ (hikmeti
sonradan öğrenmek, bilmek) türünden bir şey değildir. Aksine nesih, insanların
ihtiyaçlarına uygun ve Allah'ın hikmetini, mutlak malikiyetinin kemalini izhar
etmek üzere bir çeşit teşriî maslahat dolayısıyla, kulları bir ibadetten
diğerine, bir hükümden öbürüne taşımaktır. Akıl sahipleri arasında,
peygamberlerin şeriatlerinden maksadın insanların dinî ve dünyevî maslahatları
olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Eğer Yüce Allah işlerin akıbetini
bilmeyen birisi olsaydı, o zaman nesih ile bedâ (sari' için gizli iken, sonradan
açığa çıkmak yahut daha önceden açık olmayan bir maslahatın ortaya çıkması) söz
konusu olabilirdi. Allah teâlâ, bunları bildiğine göre, O'nun bu hitap farklılığı
maslahatların değişikliğine göre değişiklik göstermekten ibarettir. Yüce Allah
da kendi meşiet ve iradesi ile yaratıkları arasında bu hususu göz önünde
bulundurmuştur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun hitabında değişiklik
olabilir, fakat ilim ve iradesinde değişiklik olmaz. Böyle bir şey Yüce Allah
için imkânsızdır.
Yahudiler
ise nesih ve bedâyı tek bir şey kabul ederler. Halbuki nesih ile bedâ
arasındaki fark vardır: Nesih ibadeti bir şeyden bir başka şeye değiştirmektir.
Bazan helâl olan bir şey haram, haram olan bir şey de helâl kılınır. Bedâ ise
karar kılınan bir şeyi terk etmektir. Bu ise eksiklikleri sebebiyle insanlar
hakkında söz konusu olur.
Neshedici,
hakikatte yüce Allah'tır. Nesih ise sabit olmuş sert bir hükmün daha sonra
gelen bir hitap ile izâle edilmesidir.
Mensuh
(neshedüen) ise bizatihi sabit olan hükümdür. Mutezile'nin dediği gibi onun
benzeri değildir. Mutezile'ye göre mensuh, sabit olan hükmün benzerine delâlet
eden hitap, gelecekte önceki nesih ile sabit olan hükmü izale edicidir. Onları
bu kanaate sürükleyen, güzelliğin, güzel olanın, zatından ayrılmayan bir niteliği
olduğu ile Allah'ın muradının da güzel olduğu şeklindeki kanaatleridir.
Tahsis
ile nesih arasındaki fark ise şudur: Tahsis, hükmün kapsamına giren bir takım
cüzlere münhasır kılınmasıdır. Nesih ise, hükmün belli bir zamana münhasır
kılınmasıdır.
İlim
adamlarının çoğunluğu neshin emir ve nehiylere has olduğu kanaatindedir.
Haberler ise neshe konu olmaz. Çünkü Yüce Allah'ın yalan söylemesine imkân
yoktur. Bazan şeriatta zahiren mutlak ve kapsayıcı olan bir takım haberler
varit olabilir, sonra da bunlar bir başka yerde kayıtlanabilirler. Böylelikle
bu mutlaklık ortadan kaldırılır. Bu ise haberlerin neshedilmesi kabilinden
değildir, bu mutlak ve mutlakı kayıtlamak türündendir. Yüce Allah'ın şu
buyruklarında olduğu gibi: "Kullarım senden beni sorarlarsa işte ben
şüphesiz pek yakınım. Dua edenin duasını kabul ederim..." (Bakara: 2/186).
Bu buyruğun zahirinden anlaşılan dua eden herkesin duasını her halde kabul
edeceğini haber vermekte olduğudur. Ancak buna bir başka yerde Yüce Allah'ın şu
buyruğu şöylece kayıt getirmektedir: "O da dilerse dua ettiğiniz şeyi
açar." (En'âm: 6/41).
[295]
109-
Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken, ruhlarında
yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı, sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak
geriye döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onları affedip bağışlayın.
Şüphesiz ki Allah her şeye gücü yetendir.
110-
Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Ve nefisleriniz için önden ne hayır gönderirseniz
Allah nezdinde onu bulacaksınız. Şüphesiz Allah ne işlediğinizi çok iyi
görendir.
Hased
(kıskançlık): Başkasındaki nimetin son bulmasını temenni etmektir.
"Allah'ın emri" yardım ve zaferi "gelinceye" ve onlar
hakkında savaşmak ve öldürmek emirlerini verinceye "kadar onları
affedip" suç ve günahtan dolayı ceza vermeyi terk edip
"bağışlayın" yani yüz çevirin, onları cezalandırmayın. Bağışlamak
(safh): İnsan nefsindeki suçun etkisini kaldırmak ya da suç ve günah
işleyenden yüz çevirmektir. Bu hem ceza vermeyi terk etmeyi, hem de kınayıp
serzenişte bulunmayı terketmeyi kapsar.
Buradaki
emir, Kurayzaoğulları'nın öldürülmeleri, Nadiroğulları Yahudilerinin sürgün
edilmeleri ve cizye ödemekle mükellef tutulmalarıdır.
[296]
109.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn-i Abbas şöyle demektedir:
Bu ayet-i kerime Yahudilerden bir kesim hakkında nazil olmuştur. Söz konusu bu
kesim, Uhud vakasından sonra Müslümanlara şöyle demişlerdi: Size gelen bu
musibeti görmüyor musunuz? Eğer hak üzere olsaydınız, bozguna uğramazdınız.
Haydi bizim dinimize geri dönünüz, o sizin için daha hayırlıdır.
[297]
Şanı
yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde Yahudilerin -sözüm ona-öğütlerine
kulak vermeyi yasaklayıp onların görüşlerini redd etmeyi de emrettikten sonra,
burada (109. ayet-i kerimede) bunun gerekçesini açıklamaktadır. Bu onların
Müslümanları İslâm nimeti dolayısıyla kıskanmaları, bu nimetten mahrum
olmalarını temenni etmeleri dolayısıyladır. Yahudiler Peygamber (s.a.)'i inkâr
etmekle, o peygambere türlü tuzaklar hazırlamakla ve ahitlerini bozmakla
yetinmezler; Müslümanların dinlerinden dönüp irtidat etmelerini de temenni eder
dururlar.
[298]
Yahudi
ve Hristiy ani ardan pek çok kimse, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak
istemekte ve tekrar küfre geri dönmelerini temenni etmektedir. Buna sebep
onlara karşı duydukları kıskançlıktır. Bunu da dinleri hakkında şüpheler
uyandırmak, müminleri şüphelere düşürmek yoluyla gerçekleştirmeye, kendi
aralarında birbirlerinden sabahleyin mümin gözüküp, akşamleyin kâfir olmalarını
istemekle bu işi yapmaya kalkışırlar. Böylelikle zayıf imanlı bazı kimseler de
onlara uysun isterler.
Buna
sebep ise, hakka olan meyilleri veya hakka karşı rağbetleri değil, ruhlarının
derinliklerine yer etmiş bulunan gizli kıskançlık ve kötülüktür. Onları böyle
bir temennide bulunmaya iten ise, apaçık delillerle İslâm'ın hak din olduğunu,
Muhammed'in hak üzere olduğunu görmeleridir. Şimdi siz ey Müslümanlar! Onları
affediniz, yaptıkları işleri bağışlayınız. Allah'ın size yardımı gelip de size
savaşma izni verinceye ve onlar hakkındaki emri gelene kadar sabrediniz. Bu
emir ise Kureyzaoğullan'nın öldürülmesi, Nadiroğullan'nın sürülüp zelil
kılınmasıdır. Allah zafer ve yardımı gerçekleştirmeye kadir olandır:
"Elbette Allah kendisine (dinine) yardım edene yardım edecektir. Muhakkak
Allah güçlüdür, Aziz'dir* (Hacc: 22/40).
Bundan
sonra Yüce Allah, kendilerine vaad olunan zafer araçlarının bir kısmına
şöylece dikkat çekmektedir: Bunlar rükünleri tam, nitelikleri eksiksiz şekliyle
namazı eda etmek ve fakirlere zekât vermektir. Namaz, imanın direklerini
güçlendirir. Allah ile olan ilişkiye ve güvene güç kazandırır. Mescitlerde
toplanmak suretiyle kardeşlik bağlan daha bir sağlamlaşır. Zekât ile fakirler
zenginleşir; toplumsal mutluluk gerçekleşir, bireylerin arasındaki dayanışma
ile ümmetin birliği tecelli eder, ümmetin kesimleri arasında karşılıklı destek
söz konusu olur. Bütün bunların sevabı ve ecri abirette sizin için hazırlanmıştır.
Hayır türünden her ne yaparsanız, onun eksiksiz mükâfatım rabbinizin katında
bulacaksımzdır: "Her kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onu
görecektir." (Zilzâl: 99/7). Allah sizin bütün amelelinizi bilir, azını
da çoğunu da çok iyi görür. Gizli hiçbir şey hayır ya da şer olsun ona gizli
kalmaz. Namaz ve zekât dünya hayatında Allah'ın yardımını almanın sebepleri
arasındadır. Ahirette de mutluluğa kavuşmanın sebeplerindendir. Buna delil ise
Yüce Allah'ın "Şüphesiz Allah ne işlediğinizi çok iyi görendir"
buyruğudur.
[299]
Yüce
Allah, mümin kullarını Kitap Ehli'nden olan kâfirlerin yolunu izlemekten
sakındırmakta, içlerinde ve dışla vurduklarında onlara duydukları düşmanlıktan
ve müminlere karşı besledikleri kıskançlıktan onları haberdar etmektedir. Kitap
Ehli müminlerin ve peygamberlerinin fazilet ve üstünlüğünü bilmelerine rağmen
yine de böyle yapmaktadırlar. Bu sakındırmakla birlikte Yüce Allah, mümin
kullarına affedip bağışlamalarını ya da zafer ve fetih ile Allah'ın emri
gelinceye kadar sabretmelerini emretmektedir.
Diğer
taraftan namaz kılmalarını, zekât vermelerini emretmekte, onları buna teşvik
etmektedir. Muhammed b. İshak'ın rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir:
Huyeyy b. Ahtab ile Ebu Yâsir b. Ahtab Yahudiler arasında Arapları en ileri
derecede kıskanan kimselerdi. Bu kıskançlıklarına sebep, Allah'ın resulünün
Arap olmasıydı. Ellerinden geldiğince insanları İslâm'dan alıkoymak için
gayret ederlerdi. İşte Yüce Allah onlar hakkında: "Kitap Ehli'nden bir
çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken.. Sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak
geriye döndürmek isterler" buyruğunu indirdi.
Kıskançlık
övülen ve yerilen olmak üzere iki türlüdür. Yerilen kıskançlık müslüman
kardeşinin sahip olduğu nimetin son bulmasını temenni etmektir. Bu nimetin
kendine dönmesini temenni edip etmemek arasında bir fark yoktur. Yüce Allah'ın
şu buyruğu ile yerdiği kıskançlık türü budur: "Yoksa onlar Allah'ın
lütfundan insanlara verdiği şeyleri mi kıskanıyorlar?" (Nisa: 4/54). Böyle
bir kıskançlığın yerilmesine sebep, Yüce Allah'ın yaptığı işi uygun görmemek
ve hak etmeyen bir kimseye nimet ve ihsanda bulunduğunu ileri sürmek anlamına
gelmesinden dolayıdır.
Gıpta
ya da münafese (hayırda yarış) adım alan ve övülen kıskançlık şekli ise, sahih
hadiste Peygamber (s.a.)'in şu buyruğu ile ifade edilen türüdür: "Yalnız
iki şeyde kıskançlık olur: Allah birisine Kur'ân-ı Kerim'i öğretmiş, o da gece
ve gündüz o Kur'ân-ı Kerim'i okuyarak namaz kılar veya (uygular), birisine de
Allah bir mal vermiş, o da gece gündüz o malım (Allah yolunda) infak eder,
durur."
Bu
tür kıskançlığın (gıptanın) gerçek mahiyeti ise, müslüman kardeşinin sahip
olduğu hayır ve nimetin benzerinin sen de olmasını temenni etmen, bununla
birlikte kardeşinin hayır ve nimetinin zeval bulmasını istememendir.
Yüce
Allah'ın affetmeyi ve bağışlamayı emretmesi müminlerin az olmalarına rağmen,
güç ve kudret sahibi olduklarına bir işarettir. Çünkü bağışlamak, bir kimsenin
güçlü olduğuna işarettir. İbni Ebî Hatim -aslı Buhârî ile Müslim'de bulunan
bir rivayette- Üsâme b. Zeyd'den şunu nakletmektedir: Resulul-lah (s.a.) ve
ashabı Yüce Allah'ın kendilerine emrettiği şekilde müşrikleri ve Kitap Ehli'ni
affediyor, onların eziyetlerine sabredip katlanıyorlardı. Yüce Allah:
"Allah'ın emri gelinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye
gücü yetendir" diye buyurdu. Resulullah (s.a.) de Allah'ın kendisine
emrettiği şekilde onları affediyordu. Nihayet Allah onlarla savaşma iznini
verince, Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerini öldürdü.
Kur'ân-ı
Kerim'de zekâtın namaz ile birlikte söz konusu edilmesi, Allah'ın görülegelen
bir sünnetidir. Çünkü namaz, ferdin durumunu ıslah eder, zekât ise toplumun
durumunu düzeltir. Her ikisi de dünya ve ahiretteki mutluluğun
sebeplerindendir. Buna delil ise şanı yüce Allah'ın bunları emreden buyruğuyla:
"Nefisleriniz için önden ne hayır gönderirseniz, Allah nezdinde onu
bulacaksınız." buyruğunun birlikte gelmesidir. Hadis-i şerifte de şöyle
buyurul-maktadır: "Kul vefat ettiği zaman insanlar 'Geriye ne bıraktı',
derken, melekler de: Önünden ne gönderdi, diye sorarlar."
Yüce
Allah'ın: "Şüphesiz Allah ne işlediğinizi çok iyi görendir." buyruğu,
insanlar hayır veya şer türünden gizli ve açık her ne yaparlarsa yapsınlar, Allah'ın
onu gördüğünü belirtir. Hiçbir şey, O'na gizli kalmaz. O bakımdan Allah onlara
iyilik yaparlarsa daha hayırlısı ile karşılık verir, kötülük yaptıkları takdirde
ise benzeri ile cezalandırır. Bu buyruk her ne kadar haber vermek anlamını
taşıyor ise de, bunda aynı zamanda bir vaad ve bir tehdit, bir emir ve bir
yasak vardır. İnsanlara bütün yaptıklarını çok iyi gördüğünü bildirmektedir ki,
O'na itaatte gayretli olsunlar. Çünkü yapacakları bu itaatleri sebebiyle onlara
sevap ve ecir verilecektir. Nitekim Yüce Allah, "Nefisleriniz için önden
ne hayır gönderirseniz, Allah nezdinde onu bulacaksınız" diye
buyurmaktadır.
Hadis-i
şerifte de şu husus sabit olmuştur: "İnsan öldüğünde üç husus dışında
ameli kesilir: Cari (hayrı devam ededuran) bir sadaka, yahut kendisinden
yararlanılan bir ilim veya kendisine dua edecek salih bir evlat."
[300]
Rivayet
edildiğine göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) Bakî el-Garkad (Medineli-lerin
mezarlığı) yanından geçerken şöyle der: "Ey kabirdekiler, selâm olsun sizlere.
Bizdeki haberler şunlar: Hanımlarınız evlendi, evlerinize başkaları yerleşti,
mallarınız pay edildi." Sahibi görülmeyen bir ses ona şu cevabı verdi:
"Ey Hattab'ın oğlu, bizdeki haberler de şöyle: Önümüzden neyi gönderdiysek
onu gördük, neyi infak ettiysek o bizim kârımız oldu, geriye bıraktığımızdan
ise zarar ettik."
Buna
benzer bir rivayet, Ali b. Ebi Tâlib (r.a.)'den de sabittir. Onun öğüt dolu
davranışlarından birisi de şu idi: Bir kabristana girdiğinde şöyle derdi:
"Ey bu yalnızlık yurdunun ve kurak yerlerin sakinleri olan mümin erkek ve
mümin kadınlar, selâm olsun sizlere." Sonra da sözlerini şöyle sürdürürdü:
"Bıraktığınız evlere başkaları yerleştirildi, mallar paylaştırıldı, eşler
başkalarıyla evlendi. Bizdeki haberler bunlar, keşke sizin ne durumda olduğunu
biz de bile-bilseydik. Nefsim elinde olana yemin ederim, eğer onlar
konuşabilecek olsalardı şüphesiz: Muhakkak en hayırlı azık takvadır,
diyeceklerdi."
[301]
111- "Yahudi veya Hiristiyan olandan lau^koaı
asla cennete girmez" dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki: "Eğer
doğru söyleyenler iseniz delilinizi getirin"
112-
Hayır (dedikleri gibi değil), kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a teslim
ederse, işte ona Rabbi katında ecri vardır. Onlar için hiç bir korku yoktur,
onlar üzülmezler de.
113-
Yahudiler: "Hristiyanlar bir şeye sahip değildir." dediler.
Hristiyanlar da: "Yahudiler bir şeye sahip değildir." dediler.
Halbuki hepsi kitabı okurlar. Bilmeyenler de tıpkı onların söyledikleri gibi
söylediler. Allah anlaşmazlığa düştükleri bu konuda kıyamet gününde aralarında
hüküm verecektir.
"Bu
onların kuruntularıdır". İddialarını çürütmek üzere bir ara cümlesi olarak
gelmiştir. "De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz delilinizi
getiriniz" emri ise azarlamak ve onları susturmak içindir.
"Yüzünü
Allah'a teslim ederse", burada özellikle "yüz" ün zikredilmesi,
insanın en şerefli uzvu olduğundan dolayıdır. Burada "yüz" bir
istiaredir. Anlamı, kim kendisini Allah'a ihlâslı olarak teslim edip O'na
hiçbir şeyi şirk koşmaz, ondan başka hiçbir kimseye ibadet etmezse...
şeklindedir.
"Rabbi
katında", buradaki "kat" in söz konusu edilmesi işgal edilen
şerefli noktaya işaret etmek içindir. "Rab" kelimesinin açıkça
zikredilip yerine zamirin kullanılmaması ise, böyle teslim olan kimseye Allah'ın
lütfunun çokluğunu ifade etmek içindir.
"Bilmeyenler
de tıpkı onların dedikleri gibi söylediler" buyruğunda Kitap Ehline
oldukça ağır bir azar vardır. Çünkü onlar kendilerini kesinlikle hiçbir şey
bilmeyen kişi durumuna düşürürler.
[302]
"Yahudiler
(Hûden)": Tevbe eden anlamına gelen "hâid" kelimesinin çoğuludur.
Bu kelime: "Biz sana tevbe edip döndük" (A'râf: 7/157) buyruğundaki
"hüdna"dan gelmektedir.
Hristiyanlar
(nasara): Hz. Mesih'e tabi olan kimselerdir. Medine Yahudileri ile Necran
Hristiyanları Resulullah (s.a.)'ın huzurunda karşılıklı olarak tartıştıklarında
bu sözleri söylemişlerdi. Yani Yahudiler: "Cennete yalnız Yahudiler
girecektir", derken, Hristiyanlar da: "Cennete Hristiyanlardan
başkası girmeyecektir", demişlerdi.
"Bu"
şekildeki iddiaları "onların kuruntularıdır" yani aslı astarı olmayan
arzularıdır. Kuruntu (emânî), kişinin temenni ettiği fakat elde edemediği şeyler
hakkında kullanılır. Araplar aynı şekilde delili ve belgesi bulunmayan her şeye
temenni, gurur, dalâl ve ahlâm adını verirler.
"Eğer
doğru söyleyenler iseniz" buna dair "delilinizi getirin".
"Hayır!"
dedikleri gibi olmayacaktır. Cennete başkaları girecektir. Onlar ise
"ihsan edici olarak yüzünü Allah'a teslim" edenlerdir, kendisini
ihlâsla Allah'a veren, emrine bağlanan kimselerdir. Yüzün Allah'a teslim
edilmesi, Allah'a itaatle bağlanmak kendisi ile Rabbi arasında herhangi bir
aracı edinmeyecek şekilde amelini yalnızca onun için ihlâsla yapmaktır.
Fahrüddin er-Râzî der ki: Yüzün Allah'a teslim edilmesi, nefsin Allah'a itaata
teslim olması demektir. Kinaye yoluyla bazan nefis yerine "yüz"
kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onun yüzü müstesna,
her şey helak olacaktır" (Ka-sas: 28/88). Yani onun zâtı dışında her şey
helak olacaktır.
"İşte
ona Rabbi katında ecri" yani amelinin sevabı olan cennet
"vardır". Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar ahirette
"üzülmezler de".
"Bir
şeye" sözü edilmeye değer bir şeye "sahip değildir". Yahudiler
Hz. İsa'yı, Hristiyanlar da Hz. Musa'yı inkâr edip kâfir olmuşlardır.
"Halbuki hepsi de kitabı okurlar." Her iki kesim de ayrı ayrı
kendilerine indirilen kitabı okurlar. Yahudilerin kitabında Hz. İsa'nın tasdik
edilmesi, Hristiyanlann kitabında da Hz. Musa'nın tasdik edilmesi
emredilmektedir.
"Bilmeyenler
de tıpkı onların dedikleri gibi söylediler." Yani müşrik Araplar ve
başkaları da onların söyledikleri gibi söylediler. Onlar da her bir din sahibi
hakkında: Bir şeye sahip değildir, dediler.
"Allah
anlaşmazlığa düştükleri bu konuda kıyamet gününde aralarında hüküm
verecektir". Din hususunda onlar arasında hükmedecek, haklı olanı cennete
koyacak, haksız olup batıl peşinde olanı da cehenneme koyacaktır.
[303]
113.
ayet-i kerime, Medine Yahudileri ile Necran Hristiyanları hakkında inmiştir.
Şöyle ki, Necran heyeti Resulullah (s.a.s.)'ın huzuruna geldiğinde Yahudi
alimleri de onların yanma geldi. Birbirleriyle tartıştılar: Yahudiler:
"Siz din hususunda söz edilmeye değer bir şeye sahip değilsiniz"
dediler. Hz. İsa'ya ve İncil'e karşı kâfir oldular. Hristiyanlar da onlara:
"Siz de din hususunda bir şeye sahip değilsiniz deyip Hz. Musa'ya ve
Tevrat'a karşı kâfir oldular. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
indirdi,
[304]
Kitap
Ehli'nin Kur"ân-ı Kerim'e ve Muhammed (s.a.)'e iman etmeyişleri sonucunda
pek çok sapıklıklar, dağınıklıklar ve parçalanmalar ortaya çıkmıştır. Yahudiler
Hristiyanlardan da daha kötü bir durumdadırlar. Onların iki hali söz konusudur:
Evvela kendilerinden başkalarını saptırmak, onları sapıklıkla nitelemek, buna
karşılık kendilerinin Allah'ın seçilmiş kavmi olduklarını ve peygamberlerin
kendilerine münhasır olduğunu iddia etmek; ikinci olarak Yahudilerin
Hristiyanları sapık görmeleri, Hristiyanların da Yahudileri sapık görmeleri
halidir. Halbuki Tevrat Hristiyanların şeriatıdır. İncil Tevrat'ın
ta-mamlayıcısıdır.
Ayet-i
kerimenin manası şudur: Yahudiler "Cennete Yahudi olanların dışında kimse
giremeyecektir." derken, Hristiyanlar da: "Cennete Hristiyanların
dışında kimse girmeyecektir." demiştir. Onların her biri ötekinin kâfir
olduğunu ileri sürmektedir. Bunlar ise onların temelsiz, faydasız, batıl
temennilerinden ibarettir. "Eğer öyle değil ise, ey Yahudi ve
Hristiyanlar! Doğru söyleyen kimseler iseniz, bu iddialarınızın delilini
getiriniz." Bu buyruğun zahiren ifade ettiği anlam iddianın doğruluğuna
delil getirmeyi istemek ise de, örfen bu, iddiayı yalanlamak anlamınadır.
Çünkü onların bu iddialarına gösterecekleri bir delilleri yoktur. Bu da bir
delil bulunmaksızın hiçbir iddianın kabul olunmayacağına bir işarettir.
Daha
sonra Yüce Allah, "hayır! (belâ)" kelimesi ile onların iddialarını
reddetmektedir. Bu, daha önceki bir nefyi (olumsuz ifadeyi) reddetmek için
kullanılan bir ifadedir ve onların iddialarını reddetmektedir. Çünkü cennete
girecek olanlar Yahudi ve Hristiyanlar arasından olmayacaktır. Bunlar Allah'a
itaatla boyun eğen, amelini halis olarak Allah'a yapan, ibadetinde ve
itikadında ihsan edici olan herkestir. İşte bu gibi kimseler için rableri
katında ecirler vardır. Onlar korkmazlar, ahirette üzülmezler. Putlara,
heykellere tapmanlar ise böyle değildir. Onlar gelecekten endişe
içerisindedirler, başlarına gelecek olanlardan dolayı da üzüleceklerdir.
Ayet-i
kerime tek başına imanın yeterli olmadığını, aksine amelin de ihsan ile
yapılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. İman ile birlikte salih amelin
de söz konusu edilmesi Kur"ân-ı Kerim'deki anlatım yollarından birisidir.
Meselâ Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Erkek veya kadın kim mümin olarak
salih amellerden işlerse işte onlar cennete girerler ve hurma çekirdeğinin
çukurcuğu kadar haksızlığa uğratılmazlar" (Nisa: 4/124); "Kim mümin
olduğu halde salih amel işlerse, onun sa'yi karşılıksız bırakılmaz"
(Enbiya: 21/94).
Kitap
Ehli arasındaki tartışma ve anlaşmazlık ileri derecelere ulaşmıştır. Onlar az
önce geçen iddialarda bulunmakla da kalmazlar. Yahudiler: "Hristi-yanlar
din adına söz edilmeye değer bir şeye sahip değildirler." diyerek Tevrat'ın
müjdelediği Mesih'e iman etmemekte ve Mesih'in henüz daha gelmediğini iddia
edip ortaya çıktığında tekrar hükümdarlığı İsrail halkına geri vermesini
beklemektedirler. Hristiyanlar da buna karşılık, Yahudiler doğru din adına
herhangi bir şeye sahip değildirler, diyerek Mesih'in Yahudilerin şeriatını tamamlayacağını
inkâr ettiler.
Onlar
kitap sahibi oldukları, kitabı okudukları, ona iman ettikleri halde bu sözleri
söylediler. Tevrat Hz. Musa'dan sonra kendilerinden gelecek bir ra-sulün
müjdesini vermektedir. İncil de, "Mesih, Musa'nın İsa'nın şeriatını tamamlamak
üzere gelmiştir, onu nakzetmek üzere değil." demektedir. Eğer Yahudiler
Tevrat'a, Hristiyanlar da İncil'e gerçekten iman ediyorlar ise, böyle bir söz
hiç bir şekilde söylememeliydiler. Çünkü Allah tarafından indirilen her bir
kitap kendisinden önceki kitabı doğrulayıcı, kendisinden sonra geleni
müjdele-yici olarak gelmiştir ve her birisi belli bir zaman dilimi içinde bir
şeriattır. Yani onların tuttukları din birdir. Her birisi dininin bir kısmını
terketmiştir. Halbuki onların her birisinin kabul ettiği kitap, bizzat kendi
aleyhine bir delildir.
Onlar
bu tavırlarıyla aslında iman etmemiş sayılırlar. Ellerinde semavi bir kitap
bulunmadığından dolayı, hiçbir şey bilmeyen puta tapıcı müşrikler de Kitap
Ehli'nin dedikleri gibi her bir din hakkında: "Siz de hiçbir şeye sahip değilsiniz"
dediler. Allah ise, asla haksızlık, zerre kadar zulüm bulunmayan adil hükmü ile
kıyamet gününde hepsi arasmda hükmünü verecektir. O hak ya da batıl olsun, her
bir kesimin nasıl bir yol izlediğini çok iyi bilendir. Batıl yolda gidenleri
cezalandıracaktır. Cennet ise ibadetini yalnızca Allah'a ihlâsla yapan, O'na
itaatle boyun eğen, kendisini ihlâsla rabine teslim eden, O'na hiçbir şeyi şirk
koşmaksızın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınan kimseler içindir.
[305]
Kitap
Ehli'nin uyması gereken hususlardan birisi de her bir kesimin öteki kesimin
kitabına iman etmesi, sonra da hep birlikte Kur"ân-ı Kerim'e iman etmeleridir.
Çünkü onlar dinin asılları ve vahyi bilen, nübüvvet esasını ikrar edip Allah'ın
varlığını kabul eden kimseler olup putlara, heykellere tapan, ilahî kitapları
olmayan müşrik Arap kâfirleri gibi değildirler.
Buna
göre Yahudiler ile Hristiyanlar arasındaki anlaşmazlığı, karşılıklı düşmanlığı
haklı kılacak bir sebep yoktur. Onların yapmaları gereken şey, kitaplarında
bulunana iman etmeleri ve bununla hak olan iman yolunu bularak gelmiş ve
gelecek bütün peygamberlerin risaletini tasdik etmektir.
İnsanların
kurtuluş yolu ortaklıktan bütünüyle münezzeh olan Allah'a tam anlamıyla boyun
eğmek, "Allah'a ihlâslı bir şekilde iman etmek" tir. Bu iman da yine
salih amel ve yalnızca Allah'a ihlâsla yapılan ibadet üzerinde yükselmelidir.
Çünkü iman, salih amel ile birlikte olmadıkça tek basma fayda vermez. Herhangi
bir kimsenin ya da herhangi bir kavmin, Allah'ın rahmetine başkalarından daha
çok hak sahibi olduğunu iddia etme yetkisi yoktur. Çünkü Allah alemlerin
rabbidir. Her insana yaptığının karşılığını verir. Delilsiz olarak hiçbir
kimsenin de iddiası kabul olunmaz. Olumlu ya da olumsuz bir iddiada bulunan
kimsenin delil getirmesi kaçınılmaz bir şeydir. Ayet-i kerime aynı zamanda bir
şeyi delilsiz olarak kabul etmek demek olan taklidin batıl olduğunu da
göstermektedir. Kur'ân-ı Kerim'in kendisi kevnî ayetler ve aklî delillerle,
ilâhî kudretin irade, vücud ve vahdaniyetin delilleri ile doludur. Yüce
Allah'ın varlığına yaratmak, yoktan var etmek ve tekvin delil olarak
yeterlidir. Yine birden çok ilâhın varlığı halinde kâinatın düzeninin
bozulacağı da onun vahdaniyetine delil olarak yeterlidir. Nitekim Yüce Allah:
"De ki eğer o ikisinde (göklerle yerde) Allah'tan başka ilâhlar bulunmuş
olsaydı ikisinin de düzeni bozulurdu." (Enbiya: 21/22) diye
buyurmaktadır.
[306]
114-
Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden ve onların
harab olmasına çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Böyleleri oralara ancak
korka korka girebilirler. Onlar için dünyada rüsvaylık vardır, ahirette de
büyük bir azap yine onlaradır.
115-
Doğu da batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır.
Şüphe yok ki Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.
"...
daha zalim kim olabilir!." Bu nefiy (olumsuzluk) anlamında sorudur, yani
böylesinden daha zalim hiçbir kimse olamaz, demektir.
"Onlar
için dünyada rüsvaylık vardır." Burada "rüsvaylık" kelimesinin
belirtisiz (nekre) gelmesi, işin ne kadar dehşetli olduğunu ifade etmek
içindir. Yani onlar için nitelendirilemeyecek kadar dehşetli bir rüsvaylık
vardır.
"Alîm"
mübalağa kipidir yani bilgisi oldukça geniş olan demektir.
[307]
"...
ve onların (mescitlerin) harap olmasına" tahrip edilmelerine, yıkılmalarına,
işlemez hale getirilmelerine "çalışanlardan daha zalim kim olabilir?"
Olamaz, anlamında olumsuzluk ifade eder. Zulüm, bir şeyi konulması gereken
yerden başka bir yere koymak demektir. Mescit Allah'a ibadet etme yerinin
adıdır. Bu ayet-i kerime Beytül-Makdis'i tahrip eden Bizanslıların durumunu
haber vermek üzere ya da Hudeybiye yılı Peygamber (s.a.)'i Beytullah'tan engelleyen
müşrikler hakında nazil olmuştur.
"Böyleleri
oralara ancak korka korka girebilirler." Bu emir anlamına bir haberdir.
Yani cihad ile onları korkutunuz ki, onlardan hiçbir kimse güven duyarak
oralara giremesin.
"Onlar
için dünyada rüsvaylık" öldürmekle, esir almakla ve cizye yükümlülüğünü
koymakla, aşağılanmak ve zillet "vardır, ahirette de en büyük azap"
olan ateş "yine onlaradır".
"Nereye
dönerseniz Allah'ın vechi" yani onun hoşnut olup razı olduğu ciheti ve
kıblesi "oradadır".
"Şüphesiz
ki Allah Vasi'dir", lütfü her şeyi kuşatan, asla sınırı tespit edilemeyen
ve sınırlandırüamayan; "Alîm'dir", yani yaratıklarının her türlü
işini çekip çevirmekle bilgisi kuşatıcıdır.
[308]
114.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Abbas'dan iki ayrı rivayet
gelmiş bulunmaktadır. el-Kelbî'nin ondan yaptığı rivayete göre bu ayet-i kerime
Romalı Titus ve onunla birlikte olan Hristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Bu
hükümdar ve beraberindekiler İsrailoğulları'na hücum etmiş savaşçılarını
öldürmüş, kadın ve çocuklarını esir almış, Tevrat'ı tahkir etmiş,
Beytul-Makdis'i yıkmış, oraya leş atmışlardır.
Katade
der ki: Bu kişi Yahudilere baskın yapan, hücum eden, Beytü'l-Makdis'i yıkan
Buhtunnassar ve onunla birlikte olanlardır. Bu hususta onlara Romalı
Hristiyanlar da yardımcı ve destek olmuşlardır.
Ata'nın
İbni Abbas'tan rivayeti ise şöyledir: Bu ayet-i kerime Mekke müşriklerinin
Müslümanları Mescid-i Haram'da Yüce Allah'ın adını anmaktan engellemeleri
hakkında nazil olmuştur. İbni Ebî Hatim de İbni Abbas'dan şunu rivayet
etmektedir: Kureyşliler Resulullah (s.a.)'ı Mescid-i Haram'da, KâTıe'nin
yanında namaz kılmaktan engelleyince şanı yüce Allah: "Allah'ın
mescitlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden... daha zalim kim
olabilirT ayetini indirdi.
İbni
Cerir ise Ebu Zeyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime
Hudeybiye günü, Resulullah (s.a.)'ın Mekke'ye girmesini engellemeleri üzerine
müşrikler hakkında nazil olmuştur.
İbnül-Arabî'ye
göre ise, bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'ın önce Beytül-Makdis'e doğru
namaz kılması, sonra da Kabe'ye doğru dönüp namaz kılması üzerine nazil
olmuştur. Bu konuda Yahudiler ona itiraz edince Yüce Allah Hz. Peygamber için
bir keramet, onlara karşı da bir delil olmak üzere bu ayet-i kerimeyi inzal
buyurdu. Nitekim İbni Abbas da böyle demektedir.
Durum
her ne olursa olsun asıl nazar-ı itibara alman lafzın genelliğidir, nüzul
sebebinin özelliği değil. O balomdan bu ayet-i kerime hem Kitap Ehli'ni ve hem
de onların durumunda olanları kapsamakta ve Hz. Mesih'in vefatı üzerinden
yaklaşık yetmiş yıl geçtikten sonra Beytül-Makdis'e giren Bizanslı Ti-tus'un
yaptıklarına ve onun orayı tahrip etmesine, Hz. Süleyman'ın heykelini yıkıp
Tevrat'ın bazı nüshalarını yakmasına da işaret etmektedir. Nitekim Hz. Mesih
Yahudilere böyle bir tehlikeyi bildirip uyarmıştı. Diğer taraftan bu ayet-i
kerime, Peygamber (s.a.)'i ve onun ashabını Mekke'ye girmekten engelleyen Arap
müşriklerine de, Beytül-Makdis'e ve onun dışında kalan İslâm topraklarına
hücum eden ve Mescid-i Aksa'dan müslümanlan engelleyip pek çok mescidi yıkan
haçlılara da uymaktadır. Aynı durum günümüzde Filistin'deki pek çok mescidi
tahrip etmekle, Mescid-i Aksa'yı yakmak ve defalarca onu yıkmaya çalışmak
suretiyle Yahudiler tarafından da defalarca tekrarlanıp durmaktadır.
[309]
Yüce
Allah'ın: "Hristiyanlar da Yahudiler de bir şeye sahip değildir" buyruğunda
Hristiyanlar; "Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi
söylediler" buyruğunda da müşrikler söz konusu edilmektedir. Bu ayet-i
kerime bu iki kesimden hangisi hakkında ve hangisinden dolayı nazil olmuş
olursa olsun, bu ayetin burada yer alması, onunla tam bir ilişki arz
etmektedir.
[310]
Kamuya
açık mescitlerde ibadeti engellemekten, onları tahrip edip yıkmaya ve dinin
emrettiği ibadetlerin orada eda edilmesine mani olmaya çalışmaktan daha ağır,
daha ileri boyutlarda bir zulüm söz konusu olamaz. Çünkü bu davranışlar
yaratıcıyı unutmaya götüren bir şekilde dinin saygı duyulması gereken
sınırlarını çiğnemektir. İnsanlar arasında çeşitli münker ve fesadın yaygınlık
kazanmasını sağlamak demektir. Bu şekilde tahrip yapan veya bu ibadet yerlerini
çalışmaz hale getiren kimselerin böylesi yerlere ancak Allah'ın ve dinin
azametinden, İslâm'ın ve Müslümanların satvetinden korkarak girmeleri söz
konusu olabilir. Allah böylelerine, dünya hayatında aşağılanmak ve zelil olmakla
tehditte bulunmuştur. Nitekim Romalıların da egemenlikleri, imparatorlukları
bu sebepten paramparça olmuştur. Ahirette ise bunları cehennemde çok çetin ve
ağır bir azap ile tehdit etmiştir ki orası çok kötü bir dönüş yeridir.
Müslüman
ile mescitler arasında engeller konulacak olursa, bilinmelidir ki Müslüman her
yerde namazını kılabilir. Namaz kılan kişi nereye dönerse Yüce Allah'a yönelmiş
olur. Çünkü doğu da batı da yalnız Allah'ındır. Yani bunlar O'nun mülküdür ve
O'nun tarafından yaratılmıştır. Allah böyle bir kimsenin kıldığı namazdan
razıdır, kabul eder. Çünkü Yüce Allah Vâsi'dir hiçbir mekân onu sınırlamaz.
İlmi de geniştir, kendisine yönelen herkesi bilir.
[311]
Mescitlerin
yıkılması yahut da onların faaliyetlerinin engellenmesi çok büyük bir suçtur.
Böyle bir suçu ancak imanım yitirmiş, nevalarına uyan, ahlâk ve faziletlere
karşı savaş açan kimseler işleyebilir. Geçmişte veya çağımızda böyle bir suça
-ister İslâm ülkelerinde ister başka yerlerde olsun- ancak dinden çıkmış,
inkarcılığı yaymaya çalışan, dinin ve İslâm'ın esaslarını zayıflatmaya gayret
eden inkarcılardan başkası kalkışmamıştır.
İslâm
dini genişlik ve kolaylık HiniHjr diyen, Allah'ın arzı bütün müminleri
kapsayacak kadar geniştir, diyen Allah'a hamdetmek gerekir. Allah'ın mescitlerinin
tahrip edilmesi, müminlerin Allah'ın arzının neresinde bulunursa bulunsunlar yüzlerini
Allah'ın kıblesine doğru çevirmelerine engel değildir.
İbni
Cerir et-Taberî'nin belirttiğine göre, 115. ayet-i kerime, namazda Kabe'ye
yönelme emri inmeden önce gelmiştir. Bu ayet-i kerime ile, daha önceki din
mensuplarının "İbadet ancak heykellerin yanında ve mabedlerde sahih olabilir."
şeklindeki inançları çürütülmektedir.
Kabe'ye
yönelme emrinin verilişinden sonra da bu ayet-i kerimenin gözettiği maksat
olduğu gibi devam etmektedir. Çünkü bu ayet-i kerime, müminin kalbini mamur
kılan iman ile ilişkisi bulunan itikadî bir hususu vurgulamaktadır: Müminler
doğuya ve batıya, her nereye yönelirlerse yönelsinler, kendisine yönelmekle
emrolunduğumuz Allah'ın vechi orasıdır; orası da Kabe hükmündedir.
Kıbleye
yönelmekteki hikmet -maksat, belli bir mekana sığmayan Allah olmasına rağmen-
ibadet edenlerin yönelecekleri tarafı bir kılmak, onların duygularını,
eğilimlerini tek bir hedef çerçevesinde toplamaktır. Ayrıca Allah -hiçbir
şekilde mekanla smırlandınlamıyacağı sebebiyle kulun ibadetinde O'nun zatına
yönelmesi mümkün olmadığından- ibadet esnasında insanların yöneleceği özel bir
mekanı teşri buyurmuş ve oraya yönelinmeye kendisine yönelme kabul etmiştir.
İbnül-Arabî
der ki: Şanı yüce Allah, ibadet olmak üzere namaz kılmayı emretmiş, namazda
ibadetin eksiksiz bir şekilde olmasını sağlamak için de hu-şuyu farz kılmış,
azaların sükûn içerisinde olmasını öngörmüş, dilin ise Yüce Allah'ı
zikretmekten başka bir şey söylememesini, bedenin de belli bir tarafa doğru
yöneltimesini farz kılmıştır. Ta ki bu yolla namazdan olmayan hareketler
önlenmiş olsun, yabancı düşünceler namaz kılanı istilâ etmesin. İnsanı müşerref
kılmak için de namazında Kabe'ye doğru yönelmesini tayin ve tespit etmiştir.
[312]
Kısacası
115. ayet-i kerimeden mensuh olup olmadığı hususu ile ilgili olarak ilim adamlarının
iki ayrı görüşü vardır.
[313]
Bir
görüşe göre bu ayet-i kerime, yolculuk esnasında, düşmanla göğüs gö-ğüse
çarpışmalarda ve aşırı tehlikelerden korkulması halinde nafile namaz kılan
kimsenin, doğu ya da batıya doğru herhangi bir tarafa yönelebileceğine dair
izin vermek üzere nazil olmuştur.
Cumhurun
görüşüne göre ise, bu ayet-i kerime neshedilmiştir. Bu ayetle Mekke'den
çıkartılan, mescitlerinden ve namaz kıldıkları yerlerinden ayrılan Resulullah
(s.a.) ve ashabı teselli edilmektedir. Resulullah (s.a.) Mekke'de iken Kabe'yi
önüne alarak Beytül-Makdis'e doğru namaz kılıyor idi. Medine'ye gelinçe 16 ya
da 17 ay süre ile Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılması emredildi. işte bundan
dolayı Yüce Allah burada: "Doğu da Batı da Allah'ındır. Bundan dolayı
nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır." (Bakara: 2/115) diye buyurmaktadır.
Ebu
Ubeyd el-Kâsım b. Sellâin, en-Nâsıh ve'l-Mensûh adlı eserinde şöyle demektedir:
İbni Abbas der ki: Bize anlatıldığına göre -ki Allah en iyi bilendir-Kur'ân-ı
Kerim'de bizim için ilk nesholunan hüküm kıble ile ilgili Yüce Allah'ın:
"Doğu da Batı da Allah'ındın." buyruğudur.
Resulullah
(s.a.) da Beytü'l-Makdis'e doğru yönelip namaz kıldı. el-Beytü'l-Atîk'e
(Kabe'ye) yönelmeyi terketti. Daha sonra Yüce Allah ona tekrar
el-Bey-tü'1-Atîk'e dönme emrini verdi ve önceki Beytü'l-Makdis'e yönelme
hükmünü neshedip şöyle buyurdu: "Hangi yerden çıkarsan yüzünü Mesicid-i
Haram'a doğru döndür, her nerede olursanız, yüzlerinizi onun tarafına
döndürün." (Bakara: 2/150)
[314]
Kişi
havanın bulutlu olduğu bir sırada kendi kanaatiyle hareket ederek kıbleden
başka cihete doğru namaz kusa ve daha sonra kıblenin o cihet olmadığını
anlasa, Cumhur'a (Ebu Hanife, Malik ve Ahmed'e) göre namazı caizdir. Fakat
İmam Malikin görüşüne göre vaktin içinde namazı iade etmesi müstehaptır, vacip
değildir. Çünkü o, emredildiği şekilde farzını eda etmiş bulunmaktadır. Eksik
bırakılan şeylerin tamamlanması (kemâl) ise, vaktin içerisinde mümkündür. Buna
delili ise yalnız basma namaz kılıp da aynı namazın vakti çıkmadan cemaat ile
kılındığını gören bir kimsenin namazını, bu gibi kimselerle tekrar iade
edebileceği hususudur. Bununla birlikte, vaktin içerisinde namazın müstehap
olarak iade edilmesi, ancak kendi kanaatiyle hareket etmekle birlikte kıbleye
arkasını dönen ya da oldukça doğu veya batıya doğru namaz kılan kimse içindir.
Kıble istikametinden az bir şekilde sağa ya da sola dönen kimsenin ise vaktin
içerisinde ya da dışında olsun, namazını tekrar iade etmesi gerekmez.
İmam
Şafiî'ye göre ise bu şekilde (kıbleden başka tarafa dönülerek) "kılınan
namaz caiz değildir, çünkü kıble namazın şartlarından bir şarttır.
[315]
Binek
üzerinde nafile namaz kılmanın caiz olduğu hususunda ilim adamları arasında
görüş ayrılığı yoktur. İbni Ömer şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Mekke'den
Medine'ye doğru gelirken devesi üzerinde olduğu halde yüzü hangi tarafa dönerse
dönsün namaz kılardı. İbni Ömer der ki: "İşte: "Bundan dolayı nereye
dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır." (Bakara: 2/115) ayet-i kerimesi onun
hakkında nazil olmuştur."
Fukaha
namazın kısaltılmasını gerektirmeyen bir mesafe kadar (89 km'den az) bir
yolculuğa çıkan kimse hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Ma-likîler ve
es-Sevrî der ki: Namazın kısaltılabileceği kadar bir yolculuk dışında, binek
üzerinde nafile namaz kılınmaz. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın nafile namaz kıldığı
belirtilen yolculuklarının hepsi namazın kısaltılabileceği kadar uzak olan
yolculuklardır.
Ebu
Hanife, arkadaşları, Şafiî ve Dâvud ez-Zahiri de der ki: Her türlü yolculukta
ve şehrin dışında, binek üzerinde nafile namaz kılmak caizdir. Çünkü nakledilen
rivayetlerde herhangi bir seferi tahsis eden bir ifade yoktur. Her bir
yolculukta bu caizdir. Bundan tek istisna, kabul edilmesi gereken bir delil ile
belirtilen özel durumları bulunan yolculuklardır.
[316]
İmam
Şafiî, gaib için cenaze namazı kılınmasını caiz görmektedir. Delili ise
Peygamber (s.a.s.)'in hicretin 9. yılında ashab-ı kiram ile birlikte Habeş hükümdarı
Necaşî'nin üzerine namaz kılmalarıdır. Necaşi'nin adı Arapça, atıyye (bağış)
anlamına gelen Ashame idi, Ashab-ı kiram bu namaz ile ilgili olarak,
"Ölmüş ve bizim kıblemizden başka bir tarafa namaz kılmış kimsenin üzerine
nasıl namaz kılabiliriz?" deyince bunun üzerine: "Muhakkak ehl-i
kitap'tan Allah'a... iman edenler vardır." (Âl-i İmran: 3/199) ayeti
nazil oldu <194>. Şu kadar var ki bu rivayet oldukça gariptir, mürsel ya
da mu'daldır.
[317]
İlim
adamlarının Kur"ân-ı Kerim'de ve sünnette Yüce Allah'a izafe edilen
"Vech" in yorumlanması hususunda farklı görüşleri vardır.
[318] Bir
kesim şöyle der: Bu, bir mecazdır. Çünkü vech (yüz) görülen bir yaratığın
organları arasında en açıkta ve en değerli olanıdır. Vech'i olan ile
anlatılmak istenen, varlığı olan demektir. Buna göre: "Biz size ancak
Allah'ın vechi için yemek yediriyo-ruz." (Dehr: 76/9) buyruğu, "vechi
bulunan Allah'ın rızası için size yemek yedi-riyoruz" demektir. Nitekim:
"Yüce Rabbinin vechini aramasının dışında..." (Leyi: 93/20) buyruğu
da böyledir. Yani vechi olan rabbinin rızasını aramanın dışında... fbni Abbas
der ki: Vech, aziz ve celil olan Allah'ın zatını ifade eden bir tabirdir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve celâl ve ikram
sahibi Rabbinin vech'i kalır." (Rahman: 55/27) "Allah'ın vechi (yüzü)
oradadır" buyruğunun anlamı Allah oradadır, demek olur. Bu aynı zamanda
Yüce Allah için mekân ve cihetin nefyedildiğini de göstermektedir. Çünkü
onun-için böyle bir şey imkânsızdır. O, ilim ve kudretiyle her yerdedir.
Bazı
ilim önderleri de şöyle demektedir: Bu şanı yüce Allah hakkında delil ile sabit
ve aklen kadîm olan sıfatlardan ayrı bir sıfattır. Bu görüş daha uygun ve daha
ihtiyatlıdır.
[319]
116-
"Allah oğul edindi" dedüer. O münezzehtir. Aksine göklerde ve yerde
ne varsa hepsi O'nundur, hepsi O'na boyun eğicidir.
117-
Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur. Bir şeyin olmasına dair hüküm verirse ona
sadece 'ol' der, o da oluverir.
118-
Bilmeyenler: "Allah bizimle konuşmalı yahut bize bir ayet gelmeli değil
mi?" dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı onlar gibi böyle söylemişlerdi.
Kalpleri birbirine ne kadar da benze-miş!? Biz yakîn sahibi olanlara ayetlerimizi
apaçık göstermişizdir.
"Aksine
göklerde ve yerde ne varsa hepsi" var etmek ve yoktan meydana getirmek
suretiyle mülkiyeti "O'nundur".[320]
"O
münezzehtir (sübhanehü)": Allah'ın oğlu olduğunu iddia eden zalimlerin
iddialarını çürütmek için araya gelmiş bir ara cümlesidir.
"Hepsi
ona boyun eğicidirler." Bu (akıl sahibi olan varlıklar için kullanılan
çoğul türü olduğundan dolayı) akıl sahiplerinin şerefine dikkat çekmek için
tağlib yoluyla (üstün tutularak, tercih edilerek) kullanılmıştır.
[321]
"Sübhanehü"
yani onların nitelendirdiklerinden O'nu tenzih ederiz ve bilgisizlerin
söyledikleri gerçekten hayret edilecek sözlerdir!
"Hepsi
O'na boyun eğicidirler (kânitün)" Ona itaatle bağlanan kimselerdirler.
"Yaratıcı
(Bedî)": İbda', Bir şeyi daha önceden herhangi bir örnek bulunmaksızın
ilk olarak var etmek, yaratmak demektir.
Ayet,
delil ve burhan, yakîn ise delil ve burhana dayalı kesin bilgi demektir.
[322]
Daha
önce gördüğümüz ayet-i kerimeler Yahudilerin cennetin kendilerine has olduğuna
dair iddialarını ortaya koymaktadır. Yine burada ayet-i kerimenin ifade ettiğine
göre Yahudiler Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu, Hiristiyanlar Mesih'in Allah'ın
oğlu olduğunu, müşrikler de meleklerin Allah'ın kızları olduğunu iddia
etmektedir. Allah kesin delil ile onların hepsinin yalancı olduğunu ortaya
koymaktadır.
116.
ayet-i kerime, "Üzeyr Allah'ın oğludur." diyen Yahudiler ile,
"Mesih Allah'ın oğludur." diyen Necrân hıristiyanlan ve
"Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap müşrikleri hakkında nazil
olmuştur.
118.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ise, İbni Cerîr et-Taberî'nin İbni Ab-bas'tan
rivayetine göre şöyledir: İbni Abbas dedi ki: Huzeyme, Resulullah (s.a.s.)'a:
"Eğer sen söylediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen
Allah'a bizimle konuşmasını söyle de, onun kelâmını işitelim." dediler. Bunun
üzerine: "Bilmeyenler Allah bizimle konuşmalı... dediler." ayet-i
kerimesini inzal etti.
Kurtubî'nin
naklettiğine göre de: "Allah bizimle konuşmalı., değil mi?" yani
"Ya Muhammed! Senin peygamber olduğunu bize söylemeli değil miydi?"
demektir. İbni Kesir de der ki: İfadelerin zahirinden anlaşılan budur.
[323]
Yahudiler,
"Üzeyr Allah'ın oğludur.", Hiristiyanlar, "Mesih Allah'ın oğludur.",
Müşrikler: "Melekler Allah'ın kızlarıdır.", dediler. Bu ifadenin
hepsi tarafından söylenmesiyle bir kısmı tarafından söylenmesi arasında bir
fark yoktur. Çünkü aynı ümmetin fertleri işledikleri ve söyledikleri bütün
hususlar ile ilgili olarak birbirleriyle dayanışma içerisinde olurlar. Şanı
yüce Allah ise onların iddialarından yüce ve münezzehtir. Allah'ın yardıma
ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde bulunan her şey yalnız O'nundur. Hepsi O'nun
egemenliğine boyun eğer, iradesine bağlıdır. Gökleri ve yeri daha önceden
herhangi bir örnek söz konusu olmaksızın yoktan var eden O'dur. Onlarda bulunan
herşeyin mutlak mâliki O'dur. Bir işi dilediği taktirde herhangi bir engel söz
konusu olmaksızın "kün = (ol)!" harflerinin söylenmesinden daha seri
bir şekilde derhal var eder. Var etmek ilâh olmanın, ulûhiyyetin sırlan
arasındadır. Yüce Allah burada anlaşılmayı kolaylaştıracak bir şekilde bu
hususu bizlere: "Sadece ol der, o da oluverir." buyruğu ile
anlatmaktadır. Yüce Allah yarattığı kullarından birisini nübüvvet veya risâlet
(elçilik) için seçtiği takdirde -resuller ve melekler gibi- yine onun bu
seçtiği yaratılmışlık mertebesinin dışına çıkamaz, bu sınırı aşamaz. Hepsi
Allah'ın kulu kalmaya devam ederler: "Göklerle yerde olanların hepsi
Rahman (olan Allah)'a ancak kul olarak gelirler." (Meryem: 19/93). Hem
yaratma, hem mülk itibarıyla göklerde ve yerde bulunan her şey kendisinin
olan, kâinatta bulunan herşey emrine boyun eğen, itaat eden, gökleri ve yeri
yoktan var eden, tekvîn ve derhal var etme güç ve imkânına sahip olan bir zat,
hiç oğula veya babaya muhtaç olur mu?
Bu
ayet-i kerimeyi Yüce Allah'ın, Arap müşriklerine dair şu buyruğu da teyit
etmektedir: "Onlara bir ayet geldiğinde, Allah'ın peygamberlerine verilenin
bir benzeri bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz, derler. Allah peygamberliğini
nereye vereceğini çok iyi bilendir." (En'am: 6/124). Yüce Allah'ın şu
buyrukları da böyledir: "Dediler ki: Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça
asla sana iman etmeyiz. De ki: Rabbimi tenzih ederim, ben resul olan bir
insandan başka bir şey miyim ki?" (İsrâ: 17/90-93); "Bizimle
karşılaşacaklarını umma-yanlar dediler ki: Niçin bize melekler indirilmedi veya
niçin Rabbimizi görmedik?" (Furkân: 25/21); "Hayır, onlardan
herbirisi kendisine yayılmış sahifeler verilmesini ister." (Müddessir:
74/52). Buna benzer Arap müşriklerinin küfürlerini, aşın günahkârlıklarını,
inatlarını, gerek duymadıklanı şeyleri istediklerini gösteren daha pek çok
ayet-i kerime vardır. Onlar ihtiyaçları olduğundan dolayı değil, küfür ve
inatlarından dolayı böyle davranıyorlardı. Tıpkı onlardan önceki Kitap Ehli
(Yahudi ve Hıristiyanlar) bir takım kimselerin ve başkalarının talepleri gibi
taleplerde bulundular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitap
Ehli senden üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Gerçekten onlar,
Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi de: Allah'ı bize açıkça göster, demişlerdi"
(Nisa: 4/23); "Hani: Ey Musa, demiştiniz, biz Allah'ı apaçık görmedikçe
sana asla iman etmeyiz." (Bakara: 2/55). Bilmeyen müşrikler kitaplarının
bulunmadığından ve ulûhiyete nelerin yakıştığını kendilerine açıklayan bir
peygambere uymadıklarından dolayı, senin gerçekten Allah'ın resulü olduğuna
dair, "Allah bizimle konuşmalı veya bize haber vermek üzere sana
gönderdiği gibi bize de bir melek göndermeli ya da peygamberlik iddiasında
doğru olduğunu ortaya koyan bir delil getirmeli değil misin?" derler. Bu
isteklerde bulunmaktan kasıtları ise serkeşlik etmekten, apaçık ayetleri ve
Kur'ân-ı Kerim'i inkâr etmekten başkası değildi.
İşi
yokuşa sürmek kastıyla yapılan bu taleplerin benzeri -bu ayet-i kerimeyi
destekleyici diğer ayet-i kerimelerde de açıklandığı üzere- geçmişteki ümmetler
tarafından da yapılmış ve bunlara benzer sözler söylenmişti.
Kitap
Ehli de daha önceden müşriklerin söylediklerinin benzerini söylemişlerdi.
Onların kalpleri ve ruhları birbirini andırmaktadır. Arap müşriklerinin
kalpleri, körlük, katılık, inat ve küfür açısından kendilerinden öncekilerin
kalplerine benzemektedir. Adeta bu batıl ve dalâleti kendi aralarında birbirlerine
tavsiye etmiş gibidirler. Nitekim Yüce Allah buna işaretle şöyle buyurmaktadır:
"Acaba bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar tuğyan etmiş
kimselerdir." (Zâriyât: 51/53).
Şanı
yüce Allah ise peygamberlerin doğruluğunu ortaya koyan ayetleri en güzel ve
eksiksiz bir şekilde açıklamış, bunun delillerini de aynı şekilde gayet açık ve
anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. İlim ve yakın sahibi olma istidadı
bulunan kimseler içiriş insafları, temiz ruhları, inat ve hakkı bile bile inkârdan
uzaklıkları dolayısıyla, delil ve belgesiyle hakkı arayıp bulmak isteyenler
için şüphe etmeyi gerektirecek bir taraf bırakmamıştır. İşte ashab-ı kiramın
durumu bu idi. Onlar Resulullah (s.a.)'a hakka olan sevgileri dolayısıyla, Peygamberliğini
ve buyruklarını delil ve belgeleri gördükleri vakit kabul ettikleri gibi,
delilini bilmedikleri hususu soruyorlardı. Onlar gerçekten kanaat getiri-rek,
akıllarını kullanarak peygamberlere uyan insaflı, yakîn sahibi, peygamberlerin
Yüce Allah'tan alıp getirdiklerini kavrayan kimselere de örnektirler.
Allah'ın
kalplerine, kulaklarına mühür vurup da yüzlerine perde koyduğu kimselere
gelince; onlar hakkında da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz
üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar, iman etmezler. Eğer onlara
(istedikleri) bütün mucizeler (ayet ve belgeler) gelse de acıklı azabı görecekleri
ana kadar (iman etmezler)." (Yunus: 10/96-97).
[324]
İman
çağrısını kabul etmek; aklın kullanılmasını, düşüncenin açılmasını, nefsin arı
olmasını -basit olsa dahi- kâinatın gerçeklerinin idrâk edilmesini, diğer
taraftan nefsin arzularından kişisel nevalardan soyutlanmayı ve inadı da terk
etmeyi gerektirir. İşte bu tür istidatlar bir arada bulunduğu takdirde iman
çabucak kalbe yerleşir, insan ruhunu aydınlık, mutluluk ve huzur ile doldurur:
"Şunu biliniz ki kalpler, Allah'ın zikri ile huzur bulur." (Ra'd:
13/58).
Yüce
Allah'a çocuk nisbet etmeye gelince; bu, insan için eksiklik olabilen herhangi
bir şey ile nitelenmek ve yaratıklardan herhangi bir şeye ihtiyaç duymaktan
münezzeh olmak özelliğine sahip ulûhiyyetin hakikatini bilmemek demektir. Yüce
Allah bir ve tektir. Samed'dir (kimseye muhtaç olmayandır), doğurmamış ve
doğmamıştır. Kimse de ona denk değildir. Çocuk ise ancak babasının cinsinden
olur. Şanı Yüce Allah'ın buna göre yarattıklarından bir oğul edinmesi nasıl
düşünülebilir: "Allah hiçbir oğul edinmedi. Onunla birlikte de herhangi
bir ilâh yoktur. Eğer olsaydı o taktirde, her ilâh kendi yarattığını alır
gider, kimisi kimisine üstünlük sağlardı. Allah onların niteleyegeldiklerinden
münezzehtir." (Mü'minûn: 23/91). Oğul sahibi olmak, oğul ile aynı cinsten
olmayı gerektirdiği gibi zaman açısından sonradan meydana gelmeyi de
gerektirir. Kadîm olmak ise, vahdaniyeti ve ezelden beri sabit (var) olmayı
gerektirir.
Bütün
yaratıklar Allah'a boyun eğer, itaat eder. Cansızların Allah'a itaat-ları
(kulluk) ilâhî sanatın onlarda ve üzerlerinde açıkça görülmesi ile olur.
Cassâs,
Yüce Allah'ın: "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur."
buyruğu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Bu buyrukta insanın oğluna
(köle olarak) malik olamayacağına delâlet vardır. Çünkü Yüce Allah:
"Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." Yani onun
mülküdür ve çocuğu değildir, diye buyurarak, mülkiyeti kendisine ait olarak
tespit ederken, çocuk sahibi olmayı da bu ifade ile nefyetmektedir.
[325]
Kurtubî
de şöyle demektedir: Şanı yüce Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir. Yani
onları önceden herhangi bir örnek veya bir tasarı bulunmaksızın yoktan var eden
ve icat edendir. Daha önce benzeri görülmedik bir şeyi meydana getiren herkese
"mübdi' (ibda eden)" denilir. "Bid'at sahipleri" tabiri de
buradan gelmektedir. Bid'at'a bid'at denilmesinin sebebi, o bid'at olan sözü
söyleyen kimsenin, -önder (imam) herhangi bir kimsenin fiili veya sözü
olmaksızın- kendiliğinden uydurması dolayısıyladır. Buhâri' de Ramazan ayında
kılman teravih namazını kastederek (Hz. Ömer'in): "Bu güzel
bid'attır" denildiği nakledilmektedir.
Bir
insanın ortaya koyduğu bir bid'atm ya şeriatta bir aslî dayanağı vardır ya da
yoktur. Şayet o bid'atın şeriatta aslî bir dayanağı var ise o, Yüce Allah'ın ve
O'nun resulünün teşvik ettiği hususların kapsamına girer, övülmüş işlerin
çerçevesi içerisinde yer alır. İsterse onun bir misali bulunmasın. Bir çeşit
eli açıklık, cömertlik ve maruf işler yapmak gibi. Bu gibi işler övülmeye değer
işler arasında yer alır. İsterse bu işi yapan kimseden daha önce bu iş
yapılmamış olsun. Nitekim bu görüşü Hz. Ömer'in söylediği: "Bu ne güzel
bir bid'attır!" sözü desteklemektedir. Çünkü bu (teravih namazı kılmak)
hayır fiillerdendir ve övülmeye değer işlerin kapsamına girmektedir. Eğer
bid'at Yüce Allah'ın ve resulünün emrettiği şeylere muhalif ise, o takdirde bu
yerilmesi ve reddedilmesi gereken işlerin alanı içerisinde yer alır. Hz.
Peygamberin (s.a.) irad ettiği hutbesinde söylediği: "Ve işlerin en
kötüleri sonradan ihdas olunan (çıkartılan) işlerdir ve her bir bid'at bir
dalâlettir." buyruğunun anlamı da budur. O bu ifadelerle Kitaba ya da
sünnete veya ashab-ı kiramın emrine uygun olmayan işleri kasdetmiştir. Nitekim
bunu şu hadis-i şerif ile de şöylece açıklamaktadır: "Her kim İslâm'da
güzel bir sünnet ortaya koyarsa, o kimse o sünnetin ecrini de, ondan sonra
onun ile amel edenlerin ecri kadar ecir de alır ve kimsenin ecrinden bir şey
eksilmez. Her kim de İslâm'da kötü bir sünnet ortaya koyarsa, onun günahı o
kişinin üzerinedir, ondan sonra onunla amel edenlerin günahı da onun üzerinedir
ve kimsenin günahından herhangi bir şey eksilmez. (Daha sonra o işi işleyenler
yine cezalandırılacaktır)."
[326]
Yaratma
ve icad etmeye gelince; bu sadece ilâhî emir ile meydana gelir. Allah bir işe
hüküm verdiği zaman derhal onu var eder. Yani ilminde ezelden beri tespit
ettiği şekilde bir işi sağlamca yerleştirmeyi ve yapmayı istediği takdirde ona
"ol" der. İbni Arafe der ki: Bir şeye hüküm vermek onu sağlam kılmak,
yerine getirmek ve bitirmek demektir. İşte bundan dolayı hükmedip de iki hasım
arasındaki anlaşmazlıkların sona erdirdiğinden dolayı hakime "kadı
(hakim)" adı verilir.
Dikkat
edilecek olursa "hükmetti (anlamına gelen kadâ)" müşterek bir lafızdır.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, yaratmak anlamını ifade eder:
"Onları yedi gök halinde iki günde yarattı (kadâ)." (Fussilet:
41/12). Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi bildirmek, haber vermek
anlamında da kullanılır: "Biz Tevrat'ta İsrailoğulları'na şu haberi
verdik (kadaynâ)." (İsrâ: 17/4)
yani
bildirdik demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi emretmek anlamına
da gelir: '"Rabbim kendisinden başkasına ibadet etmeyin..' diye hükmetti
(kadâ)." (İsrâ: 17/23). Mecbur etmek ve hükümleri yürürlüğe koymak anlamına
da gelir; hakime "kâdi" denilmesi bundan dolayıdır. Hakkın yerine
getirilmesi anlamına da gelir; Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Musa (sözleşilen) müddeti tamamıyla yerine getirince (kadâ)..."
(Kasas: 28/29). Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi irade anlamına da
gelir: "Bir şeyin olmasına dair hüküm verirse (kadâ) ona sadece
"ol" der, o da oluverir." (Bakara: 2/117; Mü'min: 40/68); yani
bir işi yaratmak istediğinde ona "ol" der.
İbni
Atıyye der ki: Kadâ, takdir etti demektir. Bazan "yerine getirdi ve bitirdi"
anlamına geldiği de olur.
[327]
Yüce
Allah'ın: "Bir şeyin olmasına dair hüküm verirse" buyruğunda geçen
"şey (= el-emr)w kelimesi ile ilgili olarak ilim adamları Kur'ân-ı
Kerim'de "el-emr" kelimesinin 14 ayrı anlama geldiğini söz konusu
etmektedirler:
1- Din. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nihayet hak geldi ve
Allah'ın emri açığa çıkıp üstün geldi."
(Tevbe: 9/48) Burda "emr"den kasıt İslâm dinidir.
2- Söz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Nihayet emrimiz
gelip de..." (Hûd: 11/40) yani sözümüz gelip de...; "İşlerini"
yani sözlerini "aralarında karşılıklı olarak konuştular". (Tâ-hâ:
20/62)
3- Azab. Yüce Allah'ın: "İş olup bitince" (İbrahim: 14/22) yani
cehennemliklere azap vacip olunca demektir.
4- İsa (a.s.). Yüce Allah: "Bir işe hükmettiğinde" (Meryem:
19/33) yani babasız olarak Hz. İsa'yı yaratmak istediğinde, demektir.
5- Kâfirlerin öldürülmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın
emri" yani Bedir"de öldürme işi "geldiğinde" (Mü'min:
40/78); "Allah, olması gereken bir emrin" yani Mekke kâfirlerinin
öldürülmesini "yerine getirmek için..." (En-fâl: 8/42).
6- Mekke'nin fethi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın
emri" yani "Mekke'nin fethi gelinceye kadar bekleyedurun".
(Tevbe: 9/24).
7- Kurayzaoğulları'nın öldürülmesi ile Nadiroğullarının sürgün edilmesi.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın emri gelinceye kadar affedip
bağışlayın." (Bakara: 2/109).
8- Kıyamet. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın emri
geldi." (Nahl: 16/1)
9-
Kaza. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Emri" yani
kazayı "tedbir eder." (Ra'd:
13/2)
10- Vahiy. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gökten yere emri tedbir
eder." (Secde: 32/5) yani semadan yere vahiy indirir. "Emr" yani
vahiy "her ikisi arasında iner durur." (Talak: 65/12).
11- Yaratıkların işleri. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz
olsun bütün işler" yani yaratıkların işleri "Allah'a
döner." (Şûra: 42/53).
12- Zafer ve Allah'ın yardımı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu
emr-den" yani zaferden "Bize bir şey var mı? derler". (Âl-i
İmran: 1/154)
13- Günah. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonunda o (kasaba) emrinin"
yani dininin, tuttuğu yolun "cezasını tattı." (Talâk: 9/65).
14- Durum ve fiil. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki
Fir'avun'un emri" yani fiili ve durumu "hiç de doğru değildi"
(Hûd: 11/97). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onun emrine"
yani fiil ve uygulamasına "muhalefet edenler... çekinsinler". (Nur:
24/63).
[328]
119-
Şüphe yok ki biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik. Sen
cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın.
120-
Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden hoşnut olmazlar.
De ki: «Muhakkak ki Allah'ın hidayeti, işte doğru yol ancak odur."
Andolsun ki sana gelen ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan Allah'tan
seni koruyacak hiçbir dostun ve yardımcın yoktur.
121-
Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu gereği gibi okurlar. İşte bunlar
ona iman ederler. Her kim onu inkâr ederse işte onlar zarara uğrayanların ta
kendileridir.
"Sorumlu
tutulmazsın" anlamına gelen "lâ - tüs'elü" buyruğu
"sorma" anlamına gelecek şekilde "lâ-tes'el" diye de
okunmuştur.
"Allah'tan
seni koruyacak... yoktur" buyruğu iki anlama gelebilir. Birincisine göre,
"Allah'ın azabından seni koruyacak yoktur" ikincisine göre ise,
"Senin Allah'tan başka bir yardımcın ve bir velin yoktur."
anlamınadır.
[329]
"Cehennemliklerden."
Burda bu hususu yalanlayan kâfirler ve yalanlayı-cılar kastedilmektedir.
Bunların küfürden ve sapıklıklarından imana dönmelerinin beklenmemesi lazım
geldiğini bildirmektedir.
"İşte
doğru yol ancak odur." Burada hidayetin (doğru yolun) yine zamir ile
birlikte harf-i tarifli gelmesi, hidayetin yalnızca Allah'tan geldiğini ifade
etmek içindir.
"Andolsun
ki eğer... nevalarına uyacak olursan" ifadesi de bu konuda (Allah'ın
hidayetinden başkasına uymamak üzere) bir teşvik türündendir.
[330]
Cahîm
(cehennem): Ateş ve cehennem demektir. Cehennemlikler ise kâfirlerdir.
"Allah'ın
hidayeti" İslâm'dır. "İlimden" Allah'tan gelen vahiyden
"sonra onların hevalarına uyacak olursan Allah'tan seni koruyacak hiçbir
dostun ve" onun sana vereceği azabından seni koruyacak "hiçbir
yardımcın yoktur."
"Her
kim onu" yani kendisine verilen Kitabı tahrif etmek suretiyle "inkâr
ederse işte onlar zarara uğrayanların" helak olanların "ta
kendileridir."
[331]
Gördüğümüz
bu (119-121) ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak şöyle denilmiştir: Bu
ayetler Resulullah (s-a.)'ın anne ve babası hakkında nazil olmuştur. Şu kadar
var ki bunu ifade eden hadis mürseldir ve sabit değildir. Mukâtil der ki:
Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer Allah Yahudiler üzerine azabını
indirecek olursa mutlaka iman ederler." Bunun üzerine Yüce Allah:
"Sen cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın." buyruğunu indirdi.
120. ayet-i kerime ile ilgili olarak da
müfessirler şöyle demiştir: Yahudiler ve Hıristiyanlar Resulullah (s.a.)'tan
barış antlaşması yapmasını istiyorlar, kendileriyle barış yapıp da mühlet
tanıdığı vakit ona uyup muvafakat edecekleri intibaını veriyorlardı. Bunun
üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
İbni
Abbas der ki: Bu, kıble ile ilgilidir. Şöyle ki: Medine Yahudileri ile Necrân
Hıristiyanları Peygamberimizin kendilerinin kıblesine yönelerek namaz
kılacağını ümid ediyorlardı. Allah Kâ'be'ye doğru kıbleyi değiştirince bu iş
onlara ağır geldi ve Peygamberin dinleri hususunda kendilerine muvafakat
edeceğinden yana ümitlerini kestiler. Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i
kerimeyi indirdi.
121. ayet-i kerime ile ilgili olarak da İbni Abbas
Atâ ve el-Kelbf den gelen rivayet yoluyla şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime,
Ca'fer b. Ebî Tâlib ile birlikte Habeşistan topraklarından gemiyle Medine'ye
dönen kimseler hakkında inmiştir. Bunlar Habeşistanlı ve Şamlılardan kırk kişi
kadar idiler. ed-Dahhâk da der ki: Bu ayet-i kerime Yahudi olup da iman eden
kimseler hakkındadır. Katâde ve İkrime de: "Bu ayet-i kerime Muhammed
(s.a.) hakkında inmiştir", demektedirler.
[332]
Şanı
yüce Allah mucizeleri açıkladıktan sonra bu mucizelerin kim tarafından ortaya
konduğunu da zikrederek. Hz. Peygamberce yönelip hitapta bulundu ve ayetlerin
(mucizelerin) sahibinin kendisi olduğunun bilinmesini istedi. Böylelikle
vahdaniyetin tespit edilmesinden sonra, arkasından nübüvvetin de tespit
edildiğini görüyoruz.
[333]
11.
ayet-i kerime, Peygamber (s.a.)'i göğsü daralmasın, sıkılıp üzülmesin diye
teselli etmektedir. Onun Yüce Allah tarafından insanlara müminleri müjdeleyen,
kâfirleri uyarıp korkutan, bütün insanları vakıaya uygun akide ile, getirdiği
şeriat ve hükümlerle mutlu eden, kendisine itaat edenleri cennetle müjdeleyip
isyan edenleri cehennem ile uyarıp korkutan bir peygamber olarak gönderildiğini
vurgulamaktadır. Ayrıca onun görevinin tebliğ etmekten ibaret olduğunu
açıklamaktadır. O halde kafirlerin küfür ve inatlarında ısrar etmeleri halinde
onun için herhangi bir vebal söz konusu değildir: "Onların hesabından
sana bir şey düşmez." (En'âm: 6/52); "O halde sen kendini hasretlerle
onlar için helak etme!" (Fâtır: 35/8); "Bu söze iman etmiyorlar diye
arkalarından üzülerek kendini belki helak edeceksin." (Kehf: 18/6).
Cehennemliklerden
sen sorumlu olmayacaksın. O bakımdan onların seni yalanlamalarının sana bir
zararı olmaz. Onlar için üzülme, kederlenme. Sen zorlayıcı ve baskı yapmak
üzere gönderilmiş değilsin ki iman etmedikleri takdirde senin kusurlu
davranman söz konusu olsun. Aksine sen öğretici, tebliğ edici, hikmet ve güzel
öğütle insanları hidayete iletici bir peygamber olarak gönderildin.
"On/arm hidayete ermesi senin sorumluluğun değildir. Fakat Allah dilediği
kimseye hidayet verir." (Bakara:
2/272).
Resulullah
(s.a.) Kitap Ehli'nin kendi risaletine iman edeceklerini ümit ediyordu. Çünkü
Allah'ın tevhid edilmesi, ve bazı dinin temelini teşkil eden hususlarda ona
uygun inanışlara sahip idiler. Onun çağrısını kabul etmekten yüz çevirmeleri
ona ağır gelmişti. Lisan-ı halleriyle de şöyle diyorlardı: "Ya Mu-hammed,
bize istediğin kadar apaçık bir beyyine (delil) getir. Bizi razı etmek için ne
yaparsan yap, sen bizim milletimize (dinimize) uymadıkça biz senden razı
olmayız."
Millet:
Kullar için meşru kılınmış yol demektir. Küfür bütünüyle bir millettir.
Millete din de denilir. Çünkü kullar onu ortaya koyana itaat edip uyarlar.
Şeriat adı da verilir. Çünkü yüce Allah'ın sevap ve rahmetine götüren bir
yoldur.
Yüce
Allah onlara şöyle cevap vermektedir: Allah'ın hidayeti ve İslâm adını alan
peygamberlere indirdiği dini, tek başına uyulması gereken hidayetin, doğru
yolun kendisidir. Başka inanışların temelini ise heva ve arzular teşkil etmektedir.
İşte Yahudi ve Hıristiyanların Allah'ın dinine ekledikleri de bunlardır. Ya
Muhammed! Sen onların nevalarına ve dinlerine eklediklerine tabi olursan ve
kalbinde ilâhî vahiy ile yer etmiş bulunan yakîn ve huzurdan sonra bunlara
uyarsan, diğer taraftan yanlış tevillerde bulunarak sözleri yerlerinden
değiştirip tahrif etmelerine rağmen onların ardından gidersen, şunu bil ki Allah
sana yardım etmez, seni desteklemez. Allah sana yardım etmeyecek, seni veli
edinmeyecek olursa, ondan başka sana kim yardım edebilir ki!
İşte
bu suretle Peygamber (s.a.)'in onların İslâm'a gireceklerine dair umud
beslememesi buyurulmaktadır. Çünkü onların Hz. Peygamberden razı ve hoşnut
olmaları imkânsız olan bir şeyin gerçekleşmesine bağlıdır. O da onun onların
milletlerine (din ve şeriatlarına) tabi olması ve dinlerine girmesidir.
Peygamber
(s.a.)'e yapılan bu uyarı ve hitap, gerçekte bütün insanlara yapılan bir uyarı
ve hitaptır. Burada müslümanlar Resulullah (s.a.)'ın şahsında temsil
edilmektedir. Çünkü imam, önder ve uyulan örnek odur.
Daha
sonra Yüce Allah önceden söz konusu ettiği buyruklardan ayrı olarak, Peygamber
(s.a.)'in Kitap Ehli'nden ebediyyen ümidini kesmemesi için, bazı Kitap
Ehli'nin Tevrat'ı düşünerek üzerinde durarak okuduklarını, hakkı ile o kitabı
anlayıp kavradıklarını, kör bir taassuba kapılmadıklarını, o kitapta bulunan
Resulullah (s.a.s.)'m niteliklerini değiştirip tahrif etmediklerini, dünya
karşılığında ahiretlerini satmadıklarını, Allah'tan cennetini isteyip cehenneminden
sığındıklarını haber vermektedir. İşte bunlar senin getirdiğinin hak olduğunu
idrak ederler. Herhangi bir bozukluk söz konusu olmaksızın Tevrat'a iman
ederler. Bu şekilde Tevrat'a iman eden kimseler, Kur'ân'a da peygambere de iman
ederler. Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi. Tahrifçilerden olup kitabını
inkâr eden kimseler ise, katiyyen sana iman etmez. İşte bunlar helak olacak
kimselerdir ki pek çoktur. Bunlar hem dünya hem ahiret mutluluğunu kaybedenlerdir.
Azap bunlara hak olmuştur. Çünkü bunlar hidayet karşılığında dalâleti almış
kimselerdir. Ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdır onlar!
Burada
geçen "kitap"tan kasıt Tevrat'tır. Katâde ise, kastın Kur'ân-ı Kerim
olduğunu söylemekte ve ayet-i kerimenin genel bir anlam ifade ettiği kanaatindedir.
Her iki durumda da Yüce Allah'ın: "Onu gereği gibi okurlar" buyruğu
ile anlatılmak istenen, ondaki emir ve yasaklara uyup helâlini helâl, haramını
haram kabul ederek, ihtiva ettiği hükümler gereğince amel etmek suretiyle ona
hakkı ile tabi olurlar, demektir.
[334]
Allah'ın
dini ve teklif ettiği yükümlülükler kolaylıktır, zorluk değildir. Bu dinin iki
temel ayırıcı özelliği vardır. Bunlar aklı kullanmak ve mantıklı olmak ile herhangi
bir zorlama ve zora koşma söz konusu olmaksızın güç ve imkân oranında görevi
yerine getirmektir. Peygamberlerin görevi, imana ve hak inanışa bağlanmaları
için insanları zorlamak ve baskı altında tutmak değildir. Peygamberlerin görevi
tebliğ ve beyana münhasırdır. Dileyen iman eder, dileyen inkâr eder. Tebliğden
sonra peygamber onlardan sorumlu olmaz, müjdeleyip uyardıktan sonra inkâr eden
kâfirlerden dolayı hesaba çekilmez.
Hak
akidenin ucuz değerler karşılığında satılmasının hiçbir faydası yoktur ve bu
hiçbir hedefi gerçekleştirmez. Yahudiler ve Hıristiyanlardan aslî dinine
sımsıkı sarılan bir kimseyi değiştirmediği ve tahrife uğratmaksızın bağlandığı
dininin kendisini Kur'ân-ı Kerim'e sımsıkı yapışmaya, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini
kabul etmeye götüreceğinde bir şüphe yoktur. Çünkü asıl itibarıyla Allah'ın
dininin özü bir ve tektir. Allah'ın dininin öngördüğü ibadetler ve şer"î
hükümler tek bir gaye etrafında toplanırlar. Bu ise bir, tek ilâhı tevhid etmek,
onun ilâhlığını kabul etmek, iki kişinin dahi anlaşmazlığa düşmeyeceği dosdoğru
insanî ahlâk ve erdemlerde bir araya gelmektir. Peygamberden gösterilmelerini
istedikleri, mucize ve ayetlerden Yahudi ve Hıristiyanların gayesi iman etmek
değildi. Aksine onların bütün istekleri yerine getirilecek olsa dahi, yine Hz.
Peygamberden razı olmayacaklardır. Onları razı edecek tek şey, Hz. Peygamberin
tuttuğu yol olan İslâm'ı terk etmesi ve onlara tabi olmasıdır.
İşte
bütün bunlar sonradan gelecek olan bütün nesillere birer ibrettir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun onların kıssalarında tam akıl
sahipleri için bir ibret vardır." (Yûsuf: 12/115). Allah'ın Kitabı'nın
üzerinde dura dura, anlayarak, dikkatle düşünülerek okunması gerekir; sadece
kelimelerinin telaffuz edilmesiyle değil. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onlar Kur'ân'ı tefekkür etmezler mi? Yoksa kalpleri
üzerinde kilitleri mi var?" (Muhammed: 47/54); "Ayetlerini
düşünsünler ve tam akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz çok
mübarek bir kitaptır bu." (Sâd: 38/29).
Kur*ân-ı
Kerim'den beklenen, arzu edilen fayda, gereğince amel etmekle gerçekleşir.
Nitekim sahih hadiste de sabit olan budur: "KuTân senin lehine ya da
aleyhine bir delildir." Ayetlerinden ve gereğince amel etmekten yüz çevirerek
Kuı^ân-ı Kerim'i okuyan kimse Rabbi ile alay eden bir kimse gibidir. Kur'ân'ı
okuyup anlayamayan kimse ise Kur^ân-ı Kerim'in anlamlarını açıklamak ve
maksadını anlayabilmek için ilim adamlarına sormalıdır: "Eğer bilmiyor
iseniz zikir ehline sorunuz." (Nahl: 16/43).
Ebu
Hanife, Şafiî, Dâvûd ez-Zâhirî ve Ahmed b. Hanbel 120. ayet-i kerimeyi, küfrün
tek bir millet olduğuna delil gösterirler. Çünkü Yüce Allah: "Onların
dinine" derken "din (millet)" kelimesini teklik olarak
kullanmıştır. Ayrıca Yüce Allah: "Sizin dininiz sizin, benim dinim de
benim" (Kâfirûn: 109/6) diye de buyurmaktadır. Bu konuya Hz. Peygamberin
şu hadisini de delil gösterirler: "İki ayrı millet ehli (din mensubu)
birbirine mirasçı olmaz." Burada "iki ayrı millet" ten kasıt
İslâm ve küfürdür. Buna delil de Hz. Peygamberin: "Müslüman kâfire
mirasçı olmaz." hadisidir.
İmam
Mâlik ve bir diğer rivayette Ahmed b. Hanbel küfrün değişik milletleri olduğu
kanaatindedirler. Buna göre Yahudi Hıristiyana, onlar mecusi olana mirasçı
olmazlar. Bunu Hz. Peygamberin: "İki ayrı millet (din) mensubu birbirine
mirasçı olmaz" hadisinin zahirini esas alarak söylemiştir. Yüce Allah'ın:
"Onların dinine" buyruğu ile kastedilen kelime burada teklik gelmiş
olsa dahi çokluktur; Bunun delili ise, çokluk zamirine (milletehüm = onların
dinine şeklinde) izafe edilmesidir. Nitekim: Söz gelimi, "Medinelilerin
alimlerinden onlara ait ilmi aldım, onlara ait hadisi dinledim" derken
onların ilimlerini ve hadislerini aldım ve dinledim, demek olur.
Yüce
Allah'ın: "Andolsun ki, onların hevalarına uyacak olursan..." buyruğunda
hitap Resulullah (s.a.)'adır. Veya resule yönelik olup kasıt onun ümmetidir.
Eğer Allah'ın resulü muhatap olmuş ise onun ümmetinin de aynı buyruklarla
muhatap olması öncelikle söz konusu olur. Çünkü ümmetinin konumu onun
konumundan daha aşağıdadır.
Bu
ayetin nüzul sebebi ise Peygamber ile banş ve antlaşma yapmak isteyip İslâm'a
girecekleri vaadinde bulunmalarıdır. Yüce Allah ona dinlerine tabi olmadıkça
ondan asla razı olmayacaklarını bildirip cihat etme emrini verdi.
İmam
Ahmed, Yüce Allah'ın "bilgiden..." buyruğunu Kur'ân-ı Kerim'in mahlûk
olduğuna inanan kimsenin kâfir olduğuna delil göstermiştir. Ona "Kur'ân-ı
Kerim mahlûktur", diyen kimsenin hükmü hakkında soru sorulunca,
"kâfirdir" diye cevap verir. Ona: "Neye dayanarak onun kâfir
olduğunu söylüyorsun?" deyince şu cevabı verir: "Yüce Allah'tan
gelmiş bir takım ayetlere dayanarak" der ve: "Andolsun ki eğer sana
gelen bunca ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan.." (Bakara:
2/120; Ra'd: 13/37) buyruğunu okur. Kur'ân-ı Kerim de Allah'ın ilmi
cümlesindendir. İlminin mahlûk olduğunu ileri süren kâfir olur.
Allah'ın
Kitabı'nın gereği gibi okunmasından kasıt, önceden de açıkladığımız gibi,
gereği gibi ona tabi olmaktır. Ebu Musa el-Eş'arî der ki: Kur'ân-ı Ke-rim'e
uyan bir kimseyi Kur'ân cennet bahçelerine ulaştırır. Hasan-ı Basrî de der ki:
Onlar (Kitab'ı gereği gibi okuyanlar) muhkemiyle amel eder, müteşabi-hine iman
eder, kendileri için müşkil (içinden çıkılamaz) gördüklerini de onu bilene
havale ederler.
[335]
122- Ey İsrailoğulları! Size ihsan etti- £»*»
nimetimi ve benim sizi gerçekten
âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.kimseye bir fayda sağla-kimseden
fidyenin kabul şekilde şefaatin kimseye fayda vermeyeceği bir günden sakının ve (o gün) onlara yardım da edilmez.
Şanı
yüce Rabbimiz Yahudilere ihsan etmiş olduğu nimetleri tekrar hatırlatmaktadır.
Onların gayretlerini yenilemek, nefislerinde imana doğru bir canlanış sağlayıp
niteliklerini kitaplarında buldukları ümmî peygambere tabi olmalarına teşvik
etmek amacı ile bu yapılmaktadır. Daha sonra Yüce Allah öğüt ve hatırlatma ile
birlikte ahiret günü azabından korkutmaktadır.
Birinci
ayet-i kerimede Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in indirildiği dönemde bulunan
Yahudilere öğüt vermekte, atalarına ihsan etmiş olduğu dünyevî ve dinî pek çok
nimeti hatırlatmaktadır. Onlara, kendilerini düşmanlarının elinden
kurtardığını, üzerlerine menni ve selvayı indirdiğini, zillet ve baskı altında
iken bu durumdan kurtarıp ülkede iktidar verdiğini, aralarından peygamberler
gönderdiğini, peygamberlere itaat ettikleri ve peygamberlerin rablerinden getirdiklerini
tasdik ettikleri dönemlerde çağdaşları olan alemlere üstün kıldığını
hatırlatmaktadır. Ta ki sapıklıklarını terk etsinler, akıllarını başlarına alıp
doğruyu bulsunlar. Onların üzerindeki en büyük nimetlerden bir tanesi de kendilerine
gönderilen Tevrat'tır. Her kim nimete şükredip Tevrat'ta bulunanların tümüne
iman ederse o kişi Tevrat'ta müjdesi verilen peygambere de iman etmesi
gerekir.
İkinci
ayet-i kerimede ise Yüce Allah, Tevrat'ı tahrif edip Allah'ın resulü Muhammed
(s.a.)'i yalanladıkları için kıyamet günü azabından onları sakındır-maktadır. O
gün kimse başkasının günahından sorumlu, tutulmayacak, kimse bir başkasının
günahını yüklenemiyecektir. Kimseden başkasının cehennemden kurtarılmasına
yarayacak bir fidye alınmayacağı gibi, kimse kimseye sorumlulukları için
şefaatçi de olamayacaktır.
[336]
Bu
ayet-i kerime surenin baş taraflarında yer alan, Tevrat'ta bulunan niteliklere
uygun ümmî peygambere tabi olmaya Yahudileri ve başkalarını teşvik etmekte,
iman etmeye götürecek hususları emretmektedir. Bu hususlar Yüce Allah'ın,
atalarına ihsan etmiş bulunduğu dinî ve dünyevî nimetlerdir. Onlara bunlar
hatırlatılmakta, amca çocukları olan Arapları Allah'ın kendilerine bağışladığı
ve aralarından gönderdiği son peygamber nimeti dolayısıyla kıskanmaktan
vazgeçmelerini, bu kıskançlığın kendilerini o peygambere muhalefet etmeye, onu
yalanlamaya götürmemesi gerektiğini bildirmektedir.
Eğer
yapılan bu öğütleri kabul etmeyecek olurlarsa kaçınılmaz akıbetleri, kıyamet
günündeki ağır hesaba çekilmektir. Bunun gerçekleşeceği muhakkaktır, sonucu da
Allah'ın vereceği cezadır. Onun bu cezasına karşı aracıların, şefaatçilerin
ödenecek karşılık veya fidyelerin Allah'ın azabını engellemede hiçbir faydası
olmayacaktır. Her kişi orada kendinden sorumlu tutulacaktır, kimse başkasından
sorumlu olmayacaktır. Tıpkı Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:
"Her kişi kazandığı karşılığında rehindir." (Tûr: 52/21);
"Hiçbir yüklenici (nefis) başkasının yükünü yüklenmeyecektir."
(En'âm: 6/164).
[337]
124- Hani Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle
imtihan etmişti. O da bunları eksiksiz yerine getirmişti. "Ben seni
insanlara imam yapacağım." buyurmuştu. O da: "Zürriyetimden de"
demişti. (Rabbi) "Zalimlere ahdim erişmez." diye buyurmuştu.
125-
Hani biz o evi insanlar için bir dönüş yeri ve emin (bir mekân) kılmıştık. Siz
de İbrahim'in m»lramınHan bir namazgah edinin. İbrahim ve İsmail'e de:
"Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için
titizlikle temizleyin" diye emir vermiştik.
126-
Hani İbrahim: "Rabbim bunu emin bir belde kıl ve ahalisinden Allah'a ve
ahiret gününe iman edenleri mahsullerle nzıklandır." demişti. (Rabbi) buyurmuştu
ki: "Kâfir olanı dahi kısa bir zaman için faydalandırılacak, sonra onu
cehennem azabına mahkum edeceğim. Varacağı yer ne kötüdür!"
"Rabbi
İbrahim'i birtakım kelimelerle" imam olmaya hak kazandığını ortaya
çıkaran emir ve yasaklarla mükellef kılmak suretiyle onu şereflendirmek için
"imtihan etmişti..".
"Evimi...
temizleyin." Burada evin Aziz ve Celil olan Allah'a izafe edilmesi,
oranın şerefine dikkat çekmek ve tazim etmek için olup Yüce Allah'a ait bir
mekan olduğunu ifade etmek için değildir.
[338]
İbtilâ:
Sınamak, denemek demektir. Yani işlenmesi veya terk etmesi kendisine ağır
gelecek birtakım hususları yerine getirmekle yükümlü tutmak suretiyle sınanan
kişinin durumunu -bu sınama dolayısıyla amelinin karşılığını vermek için-
ortaya çıkartmaktır.
"Kelimelerle"
yani bir takım emir ve yasaklarla. Bunların hac menasiki veya fıtrî hasletler
olduğu söylenmiştir ki söz konusu bu hasletler mazmaza, is-tinşak, misvak
kullanmak, bıyıkları kesmek, saçı ayırmak, koltuk altlarını yolmak, tırnaklan
kesmek, etek tıraşını yapmak, sünnet olmak ve istincada bulunmaktır.
"İmam"
dinde önder veya resul demektir. "Zürriyetimden de" yani soyumdan
gelecek olan çocuklardan da imam kıl, "demiştir. (Rabbi) ahdim" yani
imamete dair ahdim "zalimlere" yani onlardan olanlara
"erişmez". Bu zalim olmayanların bu ahde nail olacaklarını
göstermektedir.
"O
evi" kasıt, Beytullah el-Haram'dır, yani Kabe'dir, "bir dönüş
yeri" her bir taraftan gelip döndükleri bir yer "ve emin" başka
yerlerde görülen zulüm, baskın ve yağmalamalardan yana güvenlik içinde. Kişi
babasının katili ile orada karşılaşır ve ona herhangi bir şekilde ilişmezdi
"kılmıştık".
"İbrahim'in
makamından" Beyt'i inşa ettiği sırada üzerine çıktığı taştır. "bir
namazgah" arkasında iki rekât tavaf namazı kılmak suretiyle namaz kılınacak
yer "edinin".[339]
125.
ayet-i kerime olan: "İbrahim'in Makamı'ndan bir namazgah edinin"
buyruğu ile ilgili olarak Buharî ve başkaları Hz. Ömer'in şöyle dediğini
rivayet etmektedirler: Üç hususta dileğim Rabbimin iradesine muvafak düştü. Ey
Allah'ın Resulü, İbrahim Makamı yakınında bir yeri namazgah edinsen, dedim,
bunun üzerine: "İbrahim'in Makamı'ndan bir namazgah edinin" buyruğu
nazil oldu. Bir başka sefer: "Ey Allah'ın Resulü!" dedim, "Senin
hanımlarının bulunduğu yere iyi olanı da kötü olanı da giriyor. Keşke
hanımlarına perde arkasına saklanmalarını emretsen." Bunun üzerine hicab
ayeti (Ahzab: 33/53) nazil oldu. Resulullah (s.a.)'ın hanımları kıskançlık
hususunda bir araya gelip birleştiler. Ben onlara: "Eğer o sizi boşarsa
umulur ki Rabbi ona sizin yerinize sizden daha hayırlı zevceler verir."
(Tahrim: 66/5) dedim ve bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
[340]
Şanı
yüce Allah İsrailoğulları'na nimetlerini hatırlatıp bu nimetlere nasıl küfür ve
inkârla karşılık verdiklerini beyan ettikten sonra, peygamberler atası İbrahim
(a.s.)'in kıssasını söz konusu etmektedir. Yahudiler ve Hıristiyanlar Hz.
İbrahim'e mensup olduklarını iddia etmektedirler. Eğer bu iddiaları doğru ise
Peygamber'e (s.a.) tabi olmaları gerekirdi. Zira o, harem ehline dua eden atası
İbrahim'in duasının da muhatabıdır. O bakımdan bütün bunların Kitap Ehli ile
alâkalı açıklamalarla yakından bir ilişkisi vardır.
[341]
Ya
Muhammed! Müşrik olan kavmine de, başkalarına da Yüce Allah'ın İbrahim
(a.s.)'i bir takım emir ve yasaklardan oluşan bazı hükümlerle sınadığını
hatırlat. O bu yükümlülükleri eksiksiz bir şekilde yerine getirmiş, en hayırlı
bir şekilde ifa etmişti. Nitekim Yüce Allah: 'Ye (ahdini) eksiksiz yerine
getiren İbrahim" (Necm: 53/32) diye buyurmaktadır. Sınadığı zatın
doğruluğunu bilmekle birlikte, şanı yüce Allah'ın onu sınamaktan kastı, diğer
insanlara onun bu konudaki doğruluk ve samimiyetini ortaya çıkartıp
göstermektir. Yüce Allah'ın: "Hani rabbi... imtihan etmişti"
buyruğunda "zaman" in hatırlatılmasın-dan kasıt, bu tür olayların
meydana geldiği zamandır. Kur*ân-ı Kerim diğer taraftan bu
"kelimeler" in neler olduğunu açıkça ifade etmemektedir. Bunların hac
menasiki oldukları söylendiği gibi, Hz. İbrahim'in kayboluşlarını Yüce Allah'ın
vahdaniyetine delil olarak gördüğü yıldız, güneş ve ay olduğu da söylenmiştir;
başka şeyler de söylenmiştir.
Yüce
Allah da Hz. İbrahim'i en güzel şekilde mükâfatlandırmış ve ona: Ben seni
insanlara bir resul ve bir imam yapacağım. Dinleri hususunda onların önderi
olacaksın. Onlar bütün bu hususlarda sana uyacaklar, salihler senin ardından
gelecekler, diye buyurmuştur. Hz. İbrahim de insanları tevhit dinine ve şirki
terketmeye davet etti.
Hz.
İbrahim benim zürriyetimden de bu şekilde önderler kıl, diyerek kendi zürriyeti
için yaşayışlarında, din ve ahlâklarında hayırlı olan insanlar temenni etti.
Bunda garip kaçacak bir taraf yoktur. Çünkü insan her zaman için oğlunun
kendisinden daha iyi durumda olmasını ister.
Yüce
Allah ona şu cevabı verir: Senin isteğini kabul ediyorum. Senin soyundan
insanlar için bir takım kimseleri önder yapacağım. Fakat kendilerine zulmeden
zalimler benim imamet ya da peygamberlik ahdime nail olamayacaklardır. Çünkü
böyleleri insanlara önder olmaya elverişli kimseler değildir. Çünkü imam,
dininin ve ailesinin korunmasında başkalarını dosdoğru yola uymaya iletmekte,
zulümden alıkoymakta, insanların uyulan örneği ve önderidir. Sapmak suretiyle
kendi öz nefsine zalim olan imam başkasını nasıl doğrul-tabilecektir.
Burada
"ahid"den kasıt peygamberlik ya da imamettir.
Bu
buyrukta, zulmün kötülendiğinin, kötü bir şey olduğunun, zalimlerden nefret
edilmesi, uzak kalınması gerektiğinin delili vardır.
Daha
sonra Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde Araplara da pek çok nimeti
hatırlatmaktadır. Bunlardan bir tanesi Beyt-i Haram'm yani Kabe'nin insanlar
için hac vaktinde olsun, başka zamanlarda olsun ibadet kastı ile dönüp durdukları
bir yer olmasıdır. Bu ise ticari ve ekonomik hareketi canlandırır, oraya türlü
hayırların, bollukların gelmesini sağlar. Araplara olan lütuflardan bir tanesi
de, Beyt-i Haram'ın kişilerin korktuklarından yana huzura kavuştukları
güvenilir bir yer kılınmasıdır. Oraya giren güvenlik içerisinde olur. Nitekim
Yüce Allah bu hususu şöylece dile getirmektedir: "Biz onlara emin bir
haram (belde) verdiğimizi görmüyorlar mı? Bununla birlikte onların etrafından
insanlar yakalanıp kapılmaktadırlar. Bundan sonra hâlâ batıla inanıp Allah'ın
nimetini inkâr mı edecekler?" (Ankebut: 29/67).
Daha
sonra Yüce Allah müslümanlara İbrahim'in makamını namazgah edinmeleri emrini
vermektedir. Namazlarında orayı tercih etmeleri istenmektedir. Çünkü buranın
Hz. İbrahim'in orada ayakta durmasıyla üstün bir şerefi vardır. Buradaki emir
vücub için değil, nedb (teşvik) içindir. Müslümanlar da tıpkı İbrahim (a.s.)'e
çağdaş olan müminlerin emrolunduğu gibi bununla emro-lunmuşlardır.
Bu
ev temizdir, tertemizdir. Biz İbrahim'e ve İsmail'e orayı putlardan ve İbrahim
(a.s.)'in eline geçmezden önce müşriklerin yaptıkları putlara ibadetten
temizlemesini emrettik. Maddî pislikten ve manevî her türlü kirlilikten de
arındırmasını buyurduk. Hac menasiki ile Safa ile Merve arasında sa'y etmek,
tavaf etmek, orada ikamet edip rükû ve secde etmek gibi ibadetlerin edası esnasında
boş, çirkin söz ve orada anlaşmazlık çıkarmak gibi manevî pisliklerden de
arındırmalarını emrettik. Peygamber (s.a.)'den rivayet edildiğine göre, o
Mekke'yi fethettiğinde Beytullah'taki putların kırılmasını emreder. Elinde bulunan
sopa ile bu putları vurarak şu ayeti okur: "De ki: Hak geldi batıl da çekişe
çekişe can verdi. Zaten batıl, çekişe çekişe can verip yok olucudur."
(İsra: 17/81).
Hz.
İbrahim ve ondan sonra gelenler bu ibadetleri yerine getirmekle
emro-lunmuşlardı. Bunların keyfiyetini ve yerine getirilme yolunu bilmesek dahi
bu böyledir. Buraya Beyt (ev) denilmesinin sebebi, Yüce Allah'ın, sağlıklı bir
ibadetin edası için orayı bir mabed kılması ve namaz kılanlara ibadetlerinde
oraya yönelmelerini emretmesi dolayısıyladır.
Namaz
kılanlar için Kâ'be'nin yönelecekleri bir yer kıhmşındaki hikmet ise,
ibadetlerin ve duyguların birleştirilmesi, Yüce Allah'ın huzurunda bulunmanın
bir belirtisi olarak münhasıran mukaddes ve ilâhî zata yönelmektir. Gerçek
manada ve gereği gibi Yüce Allah'ın huzurunda durabilmek imkânsız bir şeydir. O
bakımdan ilâhî rahmetin o Beyt'te hazır olduğu düşünülür. Bu nedenle KaTbe'ye
yönelmek zat-ı ulûhiyyete yönelmek gibidir.
Yüce
Allah'ın Peygamberine hatırlatmasını emretmiş olduğu Araplar üzerindeki
nimetlerinden bir tanesi de İbrahim (a.s.)'in bu beldeyi güven ve huzur beldesi
kılması için dua etmesidir. O beldeye zorbalar musallat olamaz. Günahkâr
suçlular oranın saf havasını bulandıramaz. Yüce Allah'ın orayı yerin dibine
geçmekten, zelzelelerden, sellerden ve buna benzer diğer beldeler üzerindeki
gazabının görünür şekillerinden koruması da bu nimetler arasındadır.
Hz.
İbrahim, Allah leâlâ'dan o belde halkını türlü ve en güzel meyve ve
mahsullerden nzıklandırmayı, yeryüzünün çeşitli hayır, bereket ve güvenliğinden
faydalandırmayı istemiştir. Bu ya onun yakınında ziraat ile ya da uzak
bölgelerden çeşitli meyve ve mahsullerin getirilmesi ile olur. Görüldüğü gibi
bütün bunlar gerçekleşmiştir. Nitekim Yüce Allah da bu hususu şöylece dile getirmiştir:
"Biz onları güven dolu bir hareme yerleştirmedik mi? Oraya her çeşit
mahsullerden -tarafımızdan bir rızık olmak üzere- toplanır gelir; fakat onların
çoğu bilmezler." (Kasas: 28/57).
Hz.
İbrahim'in duasının kabul olunması müminler için bir ikram ve bir lü-tuftur.
Allah'ın rahmeti müminleri de kâfirleri de kapsayıcıdır. Allah'ın herkese nzik
verdiği bir gerçektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onların
hepsine şunlara da bunlara da ardı ardına Rabbinin bağışından veririz. Rabbinin
bağışı alıkonmuş değildir." (İsrâ: 17/20). Şu kadar var ki kâfirlerin
dünya nimetlerinden faydalandırılması kısa ve sınırlıdır. Ondan sonra gidecekleri
yer cehennemdir. Allah küfre sapana da rızık verir ve kısa bir süre onu da bu
rızıktan faydalandırır. O süre ise kafirin bu dünyada kaldığı süredir. Bundan
sonra zorunlu olarak, ister istemez cehennem azabına sürülüp götürülür. Onları
bekleyen akıbetleri ve dönüş yerleri ne kadar kötüdür!
Bu
buyrukta Kureyş Arapları imana teşvik edilmekte, küfürden sakındırıl-makta, hem
onlar hem de Kitap Ehli olanlar İslâm çağrısından yüz çevirmekten
sakmdırılmaktadırlar. Yüce Allah'ın, yalnızca müminler için rızık talebini zikretmesi
onların bu işe lâyık olduklarına, bu işi hak ettiklerine de bir işarettir.
[342]
Dinde
imamet ya da nübüvvet, Yüce Allah'ın emirleri üzere dosdoğru yürümeyi,
yasaklarından kaçınmayı gerektirir. Sapıklık ve zulüm üzerinde yükselen geçici
önderlik bizzat kendi eliyle kendisinin mezarını kazar, yapısını tahrip eder,
varlığının temelini bizzat kendisi yıkar. Çünkü zulüm imamete engeldir; o
kişinin insanlar tarafından örnek ve önder kabul edilmesine manidir. Salih
imamet ya da nübüvvet ancak salih ameller işleyen, hayra ileten, kendilerini
de başkalarını da kötülüklerden ve günahlardan alıkoyan faziletli kimselerin
hakkıdır. Bu hususlarda zalimlerin herhangi bir payı yoktur. Çünkü zulüm
uygarlıkların harap oluşunun habercisi, ümranın ve medeniyetin yıkıcısı-dır.
Bir
grup ilim adamı bu ayet-i kerimeyi imamın (İslâm devlet başkanının) adalet,
ihsan ve fazilet ehli kimselerden olması gerektiğine delil göstermişlerdir.
Bununla birlikte böyle bir işi (önderlik işini) yapabilecek güce de sahip olması
gerekir. Fasıklar, zalimler ve zorbalar ise imam olmaya ehil değillerdir. Çünka
Yüce Allah: "Zalimlere ahdim erişmez." diye buyurmuştur.
İlim
adamlarının çoğunlukla kabul ettikleri görüşe göre zalim yöneticiye itaat üzre
sabretmek, ona karşı isyan etmekten evladır. Çünkü ona karşı çıkmak ve isyan
etmek, güvenlik yerine korkuyu getirir, kanların akmasına ve sefihlerin
ellerinin haksızca başkalarına uzanmasına, müslümanların saldırıya maruz
kalmasına, yeryüzünde fesat çıkmasına sebep teşkil eder.
Beyt-i
Haram'ın tavaf edilmesi ve sa'y edilmesi atamız İbrahim (a.s.) döneminden beri
süren oldukça eski bir gelenektir. Beytullah'ın ibadetlerde yalnızca ona
yönelmek özelliğine sahip kılınması ise, Yüce Allah'ın orada rahmetiyle varlığının
bir sembolüdür. Bununla birlikte, onun yüce zatı elbetteki herhangi bir mekânın
hududu ile sınırlı değildir. Yüce Allah'ın Beytullah'ta hazır olmasının
anlamı, rahmetinin hazır olmasıdır. Lütfunun sağnak sağnak yağması,
nimetlerinin her taran kuşatması ve oralarda duaları kabul etmesi demektir.
İlâhî
rızka nail olmaya lâyık olan kimseler, Allah'a ve ahiret gününe iman eden,
rabbine itaat eden, Allah'ın emirleri üzere dosdoğru yürüyen ve Allah'ın
azabından sakınan kimselerdir.
Yüce
Allah insana akü verdiği, gönderdiği vahiy ile ona doğruyu gösterdiği için,
hakkı güzeli seçmekte, doğruluk yolunu izlemekte, batılı ve kötüyü terk etmekte
veya bunun aksini işlemekte insanı muhayyer bırakmıştır. Her kim haktan ve
doğrudan saparsa, kendisine zulmetmiş ve kendisini azaba, bedbahtlığa maruz
bırakmış olur. Bu ise onun azaba uğratılmasına, mahkum edilmesine, Allah'ın
gazabmm üzerine yağmasına, ondan intikam alınmasına sebep olur.
İbrahim
(a.s.)'in kendileriyle sınandığı kelimelere gelince; bunlar Yüce Allah'ın onu
yükümlü tuttuğu bir takım görevlerdir. Bu görevlerle mükellef tutulması söz
ile gerçekleştiğinden dolayı bunlara "kelimeler" denilmiştir. Hz.
İsa'ya "Allah'ın kelimesi" denilmesi gibi. Çünkü Hz. İsa Allah'ın bir
kelimesi olan "ol" ile var olmuştur. Bir şeyin kendisinden önceki
sebebi ile adlandırılması bir çeşit mecazdır.
İlim
adamları "kelimeler" ile neyin kastedildiği hususunda farklı
görüşlere sahiptir. Bunların bazısı aşağıda sıralanmıştır:
1- İslâm'ın şer1! hükümleri: İbrahim (a.s.) bunları tam anlamıyla gerçekleştirmiş,
yerine getirmiştir. Hiçbir kimse dinî görevlerini onun gibi yerine getirebilmiş
değildir. Ondan sonra da pek çok peygamber özellikle de Muhammed (s.a.) bunları
yerine getirmiş, ifa etmiştir. İbni Abbas der ki: Allah bu kelimelerle her
kimi sınadı ise, onların hepsini -İbrahim (a.s.) dışında- yerine getirebilmiş
kimse yoktur. O İslâm ile sınandı, eksiksiz olarak onu yerine getirdi. O
bakımdan Yüce Allah da onun için "berâet (Allah'ın azap ve gazabından uzak
olmak)" i yazarak, şöyle buyurdu: "Ve (ahdini) eksiksiz yerine
getiren İbrahim..." (Necm: 53/37).
2- Şanı yüce Allah'ın onda yerleştirmiş olduğu fıtrattır. Hz. Aişe (r.
anha) sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"On şey fıtrattandır: Bıyıkları kesmek, sakalı bırakmak, misvak kullanmak,
istin-şak (suyu buruna çekmek), tırnaklan kesmek, parmak boğumlarını (orada kirin
bulunabileceğinden dolayı) yıkamak, etek tıraşı yapmak, koltuk altlarını
yolmak, suyu avuçlayarak almak. Ancak onuncusunu unuttum, büyük bir ihtimalle
mazmaza olmalıdır."
3- Bunlar Hz. İbrahim'in görüp de onların kayboluşlarını, Yüce Allah'ın
varlığına ve birliğine delil olarak gördüğü yıldız, güneş ve aydır. İbni
Kesîr"in "kelimeler" i tefsiri bu şekildedir. Bundan sonra İbni
Kesîr, İbni Cerir et-Tabe-rî'nin şu şekilde özetlenebilen görüşünü
kaydetmektedir: "Bununla birlikte "kelimeler"den sözü geçen
bütün bu hususların kastedilmiş olması da mümkündür. Bunların bir kısmı da
kastedilmiş olabilir. Bunlardan herhangi birisi için "kastedilen
kesinlikle budur" deyip tayin edebilmek, ancak bir hadis veya icma ile
mümkün olur." Ardından şunları söyler: "Şu kadar var ki bir kişinin
veya bir topluluğun nakli ile olsun, kabul edilmesi gereken herhangi sahih bir
haber bu hususta gelmiş değildir."
4- İbni Abbas der ki: Yüce Allah'ın kendileriyle Hz. İbrahim'i suladığı
ve onun da eksiksiz olarak yerine getirdiği kelimeler şunlardır: Yüce Allah
onlardan ayrılmasını emrettiği vakit kavminden ayrılması, Allah hakkında
Nem-rud'a karşı kesin deliller ortaya koyması, kavminin kendisini ateşe
atmalarına sabredip katlanması, kavminden ayrılması emredildiğinde vatanından
hicret etmesi ve oğlunu boğazlamakla emrolunduğunda oğlunu boğazlamak ile imtihan
edilmesi.
Görüldüğü
gibi konu ile ilgili olarak en sahih görüş bu olmalıdır.
Haram
beldenin güvenliğinin açıklanması hususunda ilim adamlarının dört farklı görüşü
vardır:
1- Bu, Allah'ın azabından emin olmak demektir. Yani kim oraya o Beyt'i
tazim ederek girer, ecir umarak oraya ziyaret ederse azaptan kurtulur. Peygamber
(s.a.)'in Sahih' te yer alan şu hadisi bu görüşü desteklemektedir: "Her
kim kötü söz söylemeksizin, fasıklık etmeksizin hac yaparsa annesinin onu doğurduğu
günkü gibi günahlarından sıyrılır."
2- Oraya girenin güvenlik içerisinde olması, kendisinden intikam alınmasından
yana emin olması demektir. Nitekim Araplar oraya sığınan kimselere ilişmez ve
böyle bir kimseden alması gerekli hakkını almaya kalkışmaz, intikam almaya
teşebbüs etmezdi.
3- Bu, kişiye haddin uygulanmayacağı anlamına gelen bir güvenliktir. Orada
kâfir öldürülmez, orada katile kısas uygulanmaz. Yine orada muhsan kimseye ve
hırsıza had uygulanmaz. Bu görüş Ebu Hanife ve başkalarına aittir.
4- Buradaki güvenlik, savaştan yana bir güvenliktir. Çünkü Peygamber
(s.a.) sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah Fil'i Mekke'ye girmekten
alıkoymuş ve orayı resulüne ve müminlyere has kılmıştır. Benden önce kimseye
"burada savaşmak" helâl kılınmadı, benden sonra da kimseye helâl
değildir. Bana da bir günün bir anı helâl kılındı."
İbnül-Arabî
der ki: Bu hususta sahih olan ikinci görüştür. Şanı yüce Allah kullarına olan
lütfunu haber vermektedir. Çünkü Yüce Allah Arapların kalbine orayı tazim etme
duygusunu, oraya sığman kimseye güven ve eman vermeyi, Hz. İbrahim'in duasına
icabet olmak üzere yerleştirmiştir. Hz. İbrahim bu duasını, hanımını ve
çocuğunu oraya yerleştirdiği sırada yapmıştı. Çünkü Hz. İbrahim onlara
herhangi bir saldırıda bulunulmasından korkmuş, o bakımdan burasının onlar için
güvenilir bir yer olması için dua etmiş ve duası da kabul olunmuştur.[343]
İbrahim'in
Makamı'nm namazgah edinilmesinin sahih kabul edilen görüşe göre anlamı;
orasının bildiğimiz anlamı ile namaz kılınacak bir yer edinilmesidir. Nitekim
daha önce sözünü ettiğimiz ve Hz. Ömer'den gelen ayetin nüzul sebebi ile ilgili
rivayetten bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Ayette rükû ve secdeyi ihtiva eden
namaz kastedilmektedir; sadece mutlak dua değil. Kastedilen bir diğer husus
tavafın akabinde iki rekât namaz kılmaktır. Bunları terk eden kimsenin bir
kurban kesmesi gerekir.
Hanefî
mezhebine mensup el-Cassâs ise Yüce Allah'ın: "İbrahim'in makamından bir
namazgah edinin." buyruğu hakkında şunları söylemektedir: Bu zahiri vücub
ifade eden bir emirdir. Ayet-i kerime ile anlatılmak istenen tavaftan sonra
namaz kılmaktır. Peygamber (s.a.)'in bu iki rekât namazı Beyt'in yalanında
kıldığı rivayet edilmiştir. Bu ayet-i kerime tavaf namazının vücubuna delildir.
Peygamber (s.a.)'in bunu kimi zaman makamın yanında, kimi zaman da bir başka
yerde ifa etmiş olması ise, ona göre bu namazı orada kılmanın vacip olmadığını
göstermektedir.
Yüce
Allah'ın: "Zalimlere ahdim erişmez" buyruğundan, zalim ya da fasık
olan kimsenin velayet sahibi kılınmasının caiz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu
hususta her birisinin adalet sahibi olmasının şart olması açısından hakim ile
halife arasında bir fark yoktur ve fasık halife de hakim de olamaz. Zalimin
şe-hadeti kabul olunmaz ve Peygamber (s.a.)'den bir haber rivayet edecek olursa
haberi de kabul edilmez. İbni Huveyzimendâb der ki: Zalim olan hiçbir kimse
peygamber olmamıştır, halife de olamaz, hakim de olamaz, namaz kıldırmak üzere
imam da olamaz, şeriat sahibinden yaptığı rivayeti kabul olunmaz, ahkâma dair
şehadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki hal vel akd ehli kendisini az-letmedikçe
(yönetici ise) fasık olduğundan dolayı azl da olunmaz.
Yine
İbni Huveyzimendâb der ki: Zalim yöneticilerden malî tahsisatı almaya gelince,
bunun üç hali söz konusudur: Eğer bunların elinde bulunan mal tümüyle şeriatın
gerektirdiği şekilde alınmış ise bunu almak caizdir. Nitekim ashab ve tabiun
Haccac'dan ve başkalarından bu tür tahsisatı almışlardır. Şayet toplanmış olan
bu mal, helâl ve zulüm yoluyla alınanlar karışmış ise onu terk etmek vera'ın
bir gereğidir. İhtiyacı olan kimse için ise almak caizdir. Eğer ellerinde
bulunanlar açıktan açığa zulüm yoluyla toplanmış ise bunun ellerinden alınması
caiz değildir.
[344]
el-Cassâs
da der ki: Yüce Allah'ın: "Zalimlere ahdim erişmez^" buyruğu, Hz.
İbrahim'in soyundan gelecekler arasında imamların bulunacağı şeklinde kabul
edilmiş olduğunu göstermektedir.
Ebu
Hanife, Yüce Allah'ın: "Ve emin kılmıştık" buyruğunu, Harem dahilinde,
zina etmiş muhsan kişi ve hırsıza oraya sığındıkları takdirde, hadd
uy-gulanamıyacağına delil göstermiştir. Ayrıca bunu Yüce Allah'ın: "Oraya
giren güvenlik altında olur" (Âl-i İmran: 3/97) buyruğu ile desteklemek
istemişlerdir. Ancak sahih olan -Kurtubî'nin de belirttiği gibi- Harem
dahilinde hadlerin uygulanabileceği, hadleri o bölgede uygulanmamasının
neshedildiğidir. Çünkü Beyt'in içerisinde hak edenin öldürülmeyeceği fakat onun
dışında öldürüleceği hususunda ittifak gerçekleşmiştir.
"Evimi
tavaf edenler, itikafa girenler, rükû ve secde edenler için titizlikle temizleyin."
ayet-i kerimesini Ebu Hanife, Şafiî ve Sevrî, Beyt-i Haram'ın içerisinde farz
ve nafile namazın caiz olacağına delil göstermişlerdir. Şafiî -Allah'ın rahmeti
üzerine olsun- der ki: Eğer Kabe'nin içerisinde duvarlarından herhangi
birisine yönelerek namaz kılınırsa, bu namaz caizdir. Şayet kişi kapıya doğru
namaz kılıyor ve o esnada kapı da açık bulunuyor ise namaz batıldır. Kabe'nin
damında namaz kılanın durumu da böyledir. Çünkü bu durumda Kabe'nin herhangi
bir tarafına yönelmiş olmaz.
İmam
Mâlik der ki: Kabe'nin içerisinde farz namaz da sünnetler de kılınmaz. Bununla
birlikte orada tatavvu (nafile) namazı kılabilir. Ancak eğer Beyt'in içerisinde
farz namazı kılacak olursa, o namazı vakit çıkmadan iade eder. Buna delili ise
Müslim'in rivayet ettiği şu hadistir: "Bana Üsame b. Zeyd, Resulullah
(s.a.)'ın Beyt'e girdiği vakit onun her tarafında dua ettiğini haber verdi ve
oradan çıkana kadar içinde namaz kılmadı. İçinden çılanca Kabe'nin ön tarafında
iki rekât namaz kıldı."
Özetle;
Kabe'nin içerisinde tatavvu namazının sahih olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Farz namaz kılmak ise Malikîlere göre sahih değildir. Çünkü Yüce Allah:
"Her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürünüz."
(Bakara: 2/150) buyruğu ile namaz kılarken görülmesi gereken ciheti tayin
etmiş bulunmaktadır. Kabe'nin damı üzerinde namaz kılmaya gelince, İmam Şafiî
bunu caiz kabul etmektedir.
[345]
İmam Malik ve Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Kabe'nin damı üzerinde namaz
kılan kimse vakit içerisinde namazını iade eder. İmam Ahmed de şöyle der:
Kabe'nin damı üzerinde namaz kılan bir kimsenin herhangi bir şey yapması
gerekmez.
Beyt'in
yakınında namaz kılmak mı daha faziletlidir, etrafında tavaf etmek mi daha
faziletlidir? Bu hususta fukaha farklı görüşlere sahiptir. İmam Mâlik der ki:
Mekke dışından gelenler için tavaf daha faziletlidir. Mekkeliler için namaz
daha faziletlidir. Cumhur ise namazın (her halükârda) daha faziletli olacağını
kabul etmektedir.
[346]
127-
"Hani İbrahim ve İsmail o evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı:
"Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüphesiz sen her şeyi işiten ve hakkıyla
bilensin."
128-
"Rabbimiz, îlrimigi de sana teslim olmuş ve soyumuzdan da müslüman bir
ümmet kıl! Bize menasikimizi göster, tevbelerimizi kabul buyur. Çünkü
tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla esirgeyen sensin."
129- "Rabbimiz, onların arasında onlardan
bir peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun, onlara Kitabı ve hikmeti
öğretsin. Onları tezkiye etsin. Şüphesiz sen Azizsin, Hakimsin."
"...birlikte
yükseltiyorlardı." Burada geçmişteki bir olayın muzari kipi ile ifade
edilmesi geçmişteki tablonun hafızalarda canlandırılması ve adeta gözlerle
görülen bir hal alsın diyedir.
"Tevvâb
ve Rahîm" (tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla esirgeyen anlamında)
Mübalağa sigalandır.
[347]
Temeller
(el-Kavâid): Teklik şekli kaidedir. Yapının üzerinde yükseldiği temel veya kat
demektir. Buna göre "kaideler" esaslar ya da duvarlar anlamındadır.
Bunların "yükseltilmesi" ise binanın bu kaideler üzerinde yükselmesi
demektir. Allah'ın bir ameli kabul etmesi ise o amelden razı olması
anlamındadır.
"İkimizi
de sana teslim olmuş" sana itaat ile bağlanmış; "soyumuzdan da"
soyumuzdan gelecekler arasında da, "müslüman bir ümmet" bir topluluk
"kıl". Bu şekilde "soyumuzdan" deyip onların bir kısmının
teslim olmuş kimselerden olmalarını dilemesi daha önce geçen: "Zalimlere
ahdim erişmez" buyruğu dola-yısıyladır.
"Menasikimizi"
yani ibadetimize dair koyacağın sert hükümleri veya hac-cımızı nasıl
yapacağımızı "göster". Menasik "nüsük"ten gelen mensekin
teklik şeklidir. Nüsük ise ileri derecede boyun eğmek ve ibadet etmek demektir.
Özellikle hac ibadeti hakkında kullanılması yaygınlık kazanmıştır. Nitekim
haccın alâmetleri ve amelleri hakkında "menasik" kelimesinin
kullanılması da yaygınlık kazanmıştır. Çünkü bunlarda bir zorluk ve alışılmış
adetlerden uzak kalmak söz konusudur.
"Tevbelerimizi
kabul buyur" diyerek masum olmalarına rağmen Allah'tan tevbelerini kabul
etmesini dilemeleri; bir alçakgönüllülük ve soylarından gelecek olanlara tevbe
etmeyi ve kabulünü dilemeyi öğretmek içindir. Kul rabbine döndüğünde
"tevbe etti" denilir. Çünkü günahın işlenmesi Allah'tan ve onun rızasını
gerektiren şeylerden yüz çevirmek demektir. Allah'ın kulunun tevbesini kabul
etmesi ise, ona merhamet buyurması, lütufta bulunması demektir.
"Onların"
yani bu Beyt'in ehli "arasında" onlardan "kendilerinden bir
peygamber gönder!" Nitekim Yüce Allah Hz. İbrahim'in bu duasını Muham-med
(s.a.)'i göndermek suretiyle kabul buyurmuştur.
"Onlara
Kitab'ı" Kur"ân-ı Kerim'i "ve hikmeti" dinî hükümlerin
sırlarını, şeriatın maksatlarını bilmeyi "öğretsin, onları tezkiye
etsin" Ruhlarını şirkin pisliklerinden ve türlü masiyetlerden arındırıp
temizlesin.
"Azîz"
mutlak galip demektir, "Hakîm" de hikmet ve maslahatın gerektirdiğinden
başkasını yapmayan demektir.[348]
Yüce
Allah Araplara ihsan etmiş olduğu Beyt-i Haram'ın üstünlükleri türünden olan
nimetlerini hatırlattıktan sonra onlara bu Beyt'i yapan ataları İbrahim ve
oğlu İsmail'i hatırlatmaktadır. Böylelikle onların soyundan geldikleri ve
kendilerinin de o salih kişiye uymaları sağlanması murad edilmektedir.
Ku-reyşliler İbrahim ile İsmail (ikisine de selam olsun)'e kendilerine nispet
ediyor, İbrahim'in milleti (din ve şeriatı) üzere olduklarını ileri sürüyordu.
[349]
Ey
Muhammed! Kavmine bir de İbrahim (a.s) ile oğlu İsmail (a.s.)'in Beyt'in
kaidelerini ve temellerini inşa ettikleri zamanı hatırlat! Onu yapan iki
kişinin iki peygamber olduğunu ve putperest bir ülkenin ortasında o Beyt'in
ibadete tahsis edilmesindeki fazileti hatırlat! Bu fazilet o evin taşlarında,
konumunda ve semadan nazil oluşunda değildir. O Beyt'e yönelmek hiçbir mekân
hududuna sığmayan ve hiçbir cihete hasrolmayan Yüce Allah'a yönelmek demektir.
Oradaki Hacer-i Esved'in istilâm edilmesi (selâmlanması) namazda Kabe'ye
yönelmek gibi taabbüdi bir davranış sayılmıştır. Bu taşın bizatihi bir meziyeti
yoktur. Hatta Ömer b. el-Hattab'ın onu istilâm ettiği sırada söylediği şu söz
gereği diğer taşlar gibi, o da bir taştır: "Allah'a yemin ederim, ben
senin zararı da faydası da olmayan bir taş olduğunu biliyorum. Eğer Resulullah
" s.a.)'ı seni öperken görmemiş olsaydım, ben de seni öpmezdim. Daha sonra
Hz. Ömer yaklaştı ve taşı öptü."
[350]
Binayı
yükselttikleri esnada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail şu sözleriyle dua ediyorlardı:
"Rabbimiz, şüphesiz ki sen duamızı işitensin. Bütün amellerimiz-deki
niyetlerimizi çok iyi bilensin. Rabbimiz ikimizi de sana itaatla bağlanan,
ıtikadlan ile sana ihlâsla yönelen kimseler kıl! Senden başkasına
yönelmeye-lim, senden başkasından yardım istemeyelim ve bütün amellerimizde
senin rızandan başkasını aramayalım. Rabbimiz, soyumuzdan sana ihlasla
bağlanan, emirlerine itaatla boyun eğen bir topluluk yarat. Yarat ki İslâm,
bütün nesiller boyunca devam edip gitsin. Rabbimiz, ibadet şekillerimizi,
ibadet yerlerimizi bize göster, bize bildir! Nerede ihrama girileceği, Arefede
nerede vakfe yapılacağı, neresinin tavaf edileceği, nerede sa'y yapılacağı
gibi haccın amellerini bizlere öğret! Tevbemizi kabul buyur. Çünkü sen
Tevvâbsın; Rahimsin; kullarının tevbelerini çokça kabul edensin. Onları azaptan
kurtarmak suretiyle tevbe edenlere çok merhametlisin."
Onların
bu şekildeki dua ve yakarışları soylarından gelecek olanlara bir ırşaddır, bir
yol göstericiliktir. İtaat üzere sebat etmeleri ve devamlı olmaları için
Allah'tan bir taleptir. Yoksa onlar günahkâr olduklarından bu duayı etmiyorlardı.
Çünkü peygamberler masumdur. İnsanlarca menasikin bilinmesi ve Beyt'in bina
edilmesinden sonra vakfe yerinin ve oradaki diğer yerlerin, günahlardan arınıp
tevbenin Allah'tan isteneceği yerler olduğunu açıklamak için böyle dua
etmişlerdir.
Rabbimiz,
sen o müslüman ümmet arasında onlardan bir resul gönder! O resul onlara karşı
çok şefkatli olsun. Onlar da onun sayesinde insanların en üstünleri, en
şereflileri olsunlar. Onun çağrısını kabul edebilsinler, onu eksiksiz bir
şekilde gereği gibi tanıyıp doğruluğunu, emin oluşunu, iffetini, istikamet
üzere oluşunu ve buna benzer mümtaz özelliklerini hissedercesine görüp tanısınlar.
Bu peygamber onlara karşı Yüce Allah'ın vahdaniyetini, öldükten sonra dirilme
ve amellerin karşılıklarının görülmesine dair delilleri ihtiva eden ayetlerini
okusun. Onlara KuVân'ı, şeriatın sırlarını ve maksatlarını, bir de nefislerinin
kendileri vasıtasıyla kemale ereceği bilgi ve marifetleri öğretsin. Şirkin
pisliklerinden, türlü masiyetlerden onları arındırsın. Onlara güzel ahlâkı öğretsin.
Çünkü sen mağlûp edilemeyen güçlü (Azîz), bütün işlerinde hikmeti sonsuz
(Hakîm) olansın. Ancak hikmet ve maslahatın gereği olan şeyleri yaparsın. İmam
Malik der ki: Burada sözü geçen hikmet, dini bilmek, te'vil hususunda fıkıh
(derin bilgi) sahibi olmak ve bir seciye ve Yüce Allah'ın nurunun neticesi olan
bir kavrayıştır.
[351]
Bu
dualar bizlere amellerimizin kabul olunmalarını istememizi ve İslâm'ın bütün
çağlar boyunca devam edip gitmesi için, göklerin ve yerin yaratıcısına itaatle
boyun eğip emir ve hükümlerine bağlılığın ortaya çıkması için, kendimize ve
soyumuzdan gelenlerin salahına dua etmemizi öğretmektedir. Yüce Allah hac
menasikini ve haccın vakfe yapılan yerlerini ve amellerini, günahlardan
kurtulmak, kendisinden rahmet talebinde bulunmak için tayin ve tespit etmiş,
buna vesile kılmıştır. Allah kerim'dir, rahîm'dir. Yüce Allah, Hz. İbrahim ve
oğlunun duasını kabul buyurarak, son Peygamber Muhammed (s.a.)'i Araplar
arasından resul olarak göndermiştir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Ben babam İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin
rüyasıyım." Yüce Allah Araplara lütufta bulunarak İslâm sayesinde onları
hayırlı bir ümmet kılmıştır. Uzun bir dönem bu ümmet doğuda da, batıda da şan,
şeref ve devlet sahibi olmuştur. Araplar ve diğer müslümanlardan öyle bir takım
insanlar yetişmiştir ki, bunlar adalette, siyasette, yargıda, bilgide, ve
uygarlıkta tarihin medarı iftiharıdırlar.
Kabe'nin
inşa edilmesine gelince, Kabe önceleri taş ve çamur ile yapılmıştı. Bu durum
Kureyşliler Kabe'yi yıkıp yeniden bina edinceye ve yerden yirmi zira kadar yükseltinceye
kadar devam etti. Bu binanın yenilenmesi esnasmda Hacer-i Esved bizzat
Peygamber (s.a.) tarafından, peygamberlik gelmeden önce genç bir delikanlı
olduğu sıralarda konulmuştu. Çünkü Kureyşliler aralarındaki anlaşmazlığı
çözmek üzere belli bir yönden yanlarına gelecek ilk kişinin hakemliğini kabul
etmişti. O sırada Resulullah (s.a.) yanlarına çıkıp geldi, onlar da onun hakemliğini
kabul ettiler. Taşı bir örtünün üzerine koydu, sonra her bir kabilenin
efendisine örtünün bir tarafını tutturdu, arkasından kendisi duvara çıktı, taşı
ona yükselttiler ve bizzat Hz. Peygamber taşı yerine koydu. O sırada Kabe'de
Hicr diye bilinen kuzey tarafında bulunan Hz. İsmail Hicrini binaya katmadılar.
Buna sebep ise yeterli maddî imkanı bulamayışları idi. Daha sonra Hz. Peygamber
Kabe'nin yeniden inşa edilmesini uygun gördü ise de Hz. Aişe'nin de rivayet
ettiği gibi, şu buyruğu ile bundan vazgeçtiğini görüyoruz: "Eğer senin
kavmin henüz küfürden yeni kurtulmamış olsaydı, Kabe'yi yıkar ve İbrahim'in
temelleri üzerinde bina ederdim— çünkü Kureyş Kabe'yi bina edince kısalttı— ve
ona bir kapı yapardım." Buhârî'de "iki kapı yapardım"
denilmektedir.
Daha
sonra Emeviler döneminde Şamlılar'ın, Abdullah b. ez-Zübeyr ile (Mekke'de)
savaşıp Kabe'yi yangına vermelerinden dolayı yapısı gücünü kaybedince,
Abdullah b. ez-Zübeyr Kabe'yi yeniden inşa etti, Hz. Aişe'nin ona haber verdiği
şekilde binasını yaptı. Hicr"den 5 zira' kadar bir yeri Kabe'ye ekledi. O
sırada Kabe'nin yüksekliği 18 zira' idi. 10 zira' daha boyunu uzattı, Kabe'ye
iki kapı yaptı. Birisinden giriliyor, öbüründen çıkılıyordu. Nitekim Müslim
Sahih' inde bunu böyle rivayet etmektedir.
Daha
sonra Abdullah b. ez-Zübeyr şehit edilince Haccac Kabe'yi yeniden bina etti ve
İbni ez-Zübeyr'in Hicr"den Kabe'ye kattığı kısmı eski haline döndürdü,
açtığı ikinci kapı kapatıldı ve burayı da eskisi gibi dümdüz bir duvar yaptı.
Haccac bu uygulamayı Emevi hükümdarı Abdülmelik'in emri üzerine yapmıştı.
Rivayet
edildiğine göre Harun er-Reşid, İmam Malik'e Haccac'ın bina ettiği Kabe'yi
yıkmak ve Abdullah b. ez-Zübeyr'in yaptığı hale döndürmek istediğinden
bahseder. Buna Peygamber (s.a.)'den gelen hadisi ve İbni ez-Zübeyr'in
uygulamasını sebep gösterir. İmam Malik ise şöyle der: "Sana Allah adı ile
and veriyorum, ey müminlerin emiri! Sen bu Beyt'i hükümdarların elinde oyuncağa
çevirme. Hatırına her gelen orayı yıkıp yeniden yapmasın. Bunun sonucunda
insanların kalplerinde bu Beyt'e karşı duydukları heybet kaybolur gider."
Kabe'nin
örtülerine gelince; ilim adamları der ki: Kabe'nin örtülerinden herhangi bir
şeyin alınmaması gerekir. Çünkü bu örtüler Kabe'ye hediyedir; bu hediyeden ise
hiçbir şey eksiltilmemelidir.
[352]
130-Nefsini
sefahete bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir? Andolsun ki
biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O şüphe yok ki ahirettede muhakkak
salihlerdendir.
131-
Hani Rabbi ona: "Teslim ol dediği zaman o da: "Alemlerin Rabbine
teslim oldum" demişti,
132-
İbrahim de bunu oğullarına vasiyyet etti. Ya'kub da: "Ey oğullarım! Allah
sizin için bu dini beğenip seçti. O
halde siz ancak müslümanlar olarak can verin."
"Başka
kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir?" Bu, nefiy anlamında in-kârî bir
istifhamdır. Yani İbrahim'in dininden ancak kendisini sefahata bırakan
kimseler yüz çevirebilir. Cümle kâfirleri azarlamak için varid olmuştur.
"O şüphe yok ki ahirette de muhakkak salihlerdendir." buyruğundaki bu
tekitler, bu hususun ahirette gaybi bir işle alakalı olması dolayısıyladır.
Dünyanın durumu ise böyle değildir, dünyadaki haller görülebilen şeylerdir.
"Hani
Rabbi ona: "Teslim ol" dediği zaman..." ifadelerin akışı
"dediğimiz zaman" şeklinde olmalı iken, burada hazırda olan muhatap
kipinden gaib olan kipe iltifat (geçiş) yapılmıştır.
"Rabbi"
buyruğu Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e olan lütfunu ve onun terbiyesine verdiği
önemini açıkça ortaya koymaktadır. Buna karşılık Hz. İbrahim'in:
"Alemlerin rabbine teslim oldum." demesi de onun İslâm'a bağlılığının
ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu buyrukta Yüce Allah'a boyun
eğmenin gereğine işaret vardır. Yine bu buyrukta karşıdaki muhataba söz
söylemekten gaibe bir iltifat (geçiş) vardır.
[353]
"Nefsini
sefahate bırakandan" Allah tarafından yaratılmış ve O'na ibadet etmesi
gereken bir yaratık olduğunu bilmeden ya da nefsini küçük, zelil ve hakir
düşüren kimseden "başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir?"
yani hoşlanmazlık edebilir?
"Andolsun
biz onu dünyada beğenip "o dönemdeki risalet görevi için"
seç-mişizdir."
"Hani
Rabbi ona teslim ol!" Yüce Allah'a itaatla bağlan, ibadetini ve dinini
yalnız O'na halis kıl." dediği zaman o da âlemlerin Rabbine teslim oldum
demişti."
"İbrahim
de bunu oğullarına vasiyet etti." Vasiyet etmek (tavsiye) dinî ya da
dünyevî herhangi bir hususta söz veya davranış itibarıyla kişinin bir başkasına
hayrı ve iyiliği gösterip irşad etmesi demektir. "O halde siz ancak
müslü-manlar olarak can verin." Bu buyruk İslâm'ın terk edilmesini
yasaklamakta ve ölünceye kadar İslâm üzere sebat etmeyi emretmektedir.
[354]
130.
ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Uyeyne şöyle demektedir:
Rivayet edildiğine göre Abdullah b Selâm, Seleme ile Muhacir adındaki
kardeşinin iki oğlunu İslâm'a davet etti ve onlara şöyle dedi: "Şanı yüce
Allah'ın Tevrat'ta şöyle buyurduğunu siz de biliyorsunuz: Ben İsmail'in soyundan
adı Ahmed olan bir peygamber göndereceğim. Kim ona iman ederse hidayeti ve
doğru yolu bulur, kim ona iman etmezse o mel'ûndur." Bunun üzerine Seleme
İslâm'a girdi, Ebu Muhacir İslam'ı kabul etmedi. İşte bu ayet-i kerime onun
hakkında nazil olmuştur.
[355]
Yüce
Allah Hz. İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadığını, onun da bunları eksiksiz
bir şekilde yerine getirdiğini, Hz. İbrahim'e Beytullah'ı bina edip ibadet için
orayı temiz tutmasını emretmiş olduğunu hatırlattıktan sonra, tev-hid ve
kalpten Allah'a teslim oluşun ifadesi olan İbrahim'in (milleti) dininden yüz
çevirmenin doğru olamayacağını belirtmektedir. Hz. Yakub da kendi oğullarına
bunu vasiyet etmiştir. Ondan önce Hz. İbrahim de aynı tavsiyede bulunmuştur.
O
halde İbrahim'in milletinden ve dininden ancak kendisini küçük düşüren,
kendisini hafife alan kimseler yüz çevirebilir. Çünkü hayrı, hakkı ve hidayeti
terk eden bir kimse kendi nefsini küçük ve zelil düşürmüş olur.
Yüce
Allah Hz. İbrahim'i dünyada beğenip seçmişti. Onu peygamberlerin atası
kılmıştır. Ahirette de salih ve istikamet üzere olmak ile lehine tanıklık
edilen bir kimse kılmıştır. İnsanları da onun dini üzre amel etmeye yöneltmiştir.
İşte bu, Hz. İbrahim'e ahiretteki halinin de salah (iyi ve düzgün) olacağına
bir müjde ve bu konuda ona bir vaad özelliğini taşımaktadır.
Yüce
Allah Allah'ın vahdaniyyetine dair delilleri göstermek suretiyle kavmini
İslama çağırdığı zamandan beri, onu beğenip seçmiştir. Hz. İbrahim ise
gecikmeksizin Allah'ın emrine itaatla bağlanmıştır ve şöyle demiştir: Ben bütün
yaratıkları var eden Allah'a dinimi halis kıldım. Yüce Allah'ın şu buyruğunda
dile getirdiği gibi: "Şüphesiz ki ben gökleri ve yeri yaratana hanif
olarak yöneldim ve ben müşriklerden değilim." (En'am: 6/79).
Hz.
İbrahim, soyundan gelecekler için hayır dilekte bulunduğundan dolayı, onlara
dosdoğru dini tavsiye etmiştir. Hz. Yakub da aynı şekilde davranmış ve her
ikisi de soylarından gelenlere şöyle demişlerdir: "Allah size bu dini yani
Allah'ın kendisinden başkasını kabul etmediği İslâm dinini seçmiş bulunmaktadır.
Allah'a teslim esası üzerinde sebat gösteriniz, ondan ayrılmayınız. Ölüm gelip
çatıncaya kadar böyle devam ediniz. Rabbinizin sizin için seçmiş olduğu hak
dinden başka bir din üzere olduğunuz halde ölüm gelip sizi bulmasın." İşte
bu buyruk sapan kimsenin önünde tekrar Allah'a dönmek ve ölümden önce yeniden
Allah'ın dinine bağlanmak için kapının açık tutulduğunu göstermektedir.
O
bakımdan ey Yahudiler! Duruma bir bakınız. Sizler gerçekten atalarınız İbrahim
ile Yakub'a tabi misiniz, değil misiniz?
[356]
Bu
ayet-i kerimeler Hz. İbrahim'in milletinden yani tevhidi, Yüce Allah'a ihlâsla,
itaatle bağlanmayı emreden dininden yüz çeviren herkesi ayıplamakta,
kusurlarını ortaya koymakta bu dini kabullenmeyen kâfirleri azarlamaktadır.
İslâm dini yeni ortaya çıkmamıştır. . Bütün peygamberler ona davet etmiştir.
Arap dilinde İslâm: Kendisine teslim olunana boyun eğmek, itaatle bağlanmak
demektir. Her İslâm iman değildir, fakat her iman İslâm'dır. Çünkü Allah'a iman
eden bir kimse, Allah'a teslim olmuş, Allah'a iman etmiş olur. Fakat bununla
birlikte böyle bir teslimiyet arzeden kimse gerçekte Allah'a iman etmemiş
olabilir. Çünkü canından korktuğu için böyle bir ifadeyi kullanabilir, bu ise
iman olamaz. Buna delil Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Bedevi Araplar:
"İman ettik", dediler. De ki: "Siz iman etmediniz, fakat teslim
olduk deyiniz..." (Hucu-rat: 49/14). Burada Yüce Allah İslâm'a giren
herkesin mümin olmadığını haber vermektedir. Bu da her müslümanın mümin
olmadığını göstermektedir. Çünkü iman, İslâm anlamında kullanılabilir; İslâm
derken de iman kastedilebilir. Çünkü esasında biri ötekinden ayrılmaz, biri
ötekinden sadır olur.
Kaderiyye
ile Hariciyye ise "İslâm, imanın kendisidir", derler. Buna göre her
mümin müslümandır ve her müslüman mümindir. Çünkü Yüce Allah: "Muhakkak
Allah nezdinde din İslâm'dır." (Âl-i İmran: 3/11) diye buyurmaktadır. Bu
da İslâm'ın, dinin kendisi olduğunu, müslüman olmayanın mümin olamayacağını
göstermektedir.
Hz
İbrahim de Hz. Yakub da İslâm'a bağlı kalmayı tavsiye etmişlerdir. Çünkü hak
din odur. Hz. İbrahim'in oğullan şunlardır:
Hz.
İsmail: Annesi Kıptî kavminden olan Hz. Hacer'dir. Hz. İbrahim'in büyük
oğludur. Hz. İbrahim onu daha süt emerken iki yaşında Mekke'ye getirmiştir.
Kardeşi Hz. İshak'tan 14 yaş daha büyüktür. 137 yaşında iken vefat etmiştir.
Babası Hz. İbrahim vefat ettiğinde 89 yaşında idi. Meşhur olan görüşe göre
Allah tarafından boğazlanması emredilen oğlu Hz. İsmail'dir.
Hz.
İshak: Annesi Sâre'dir. Bir diğer görüşe göre boğazlanması emredilen budur.
Kurtubî'nin görüşüne göre daha sahih olan da budur.
[357]
Yunanlılar,
Ermeniler, Rumlar ve benzerleri ile İsrailoğulları Hz. İshak'ın soyundan
gelmişlerdir. Hz. İshak 180 yıl yaşamış Arz-ı Mukaddes'te vefat etmiş, babası
İbrahim el-Halil yanında defnedilmiştir. Hz. Yakub da Hz. İbrahim'in
kendilerine vasiyette bulunduğu kimseler arasına (Hz. İshak dolayısıyla)
girmiştir (Hepsine selâm olsun).
Hz.
Yakub'un dedesi Hz. İbrahim'e yetiştiğine dair bir nakil yoktur. Hz. Yakub Hz.
İbrahim'in vefatından sonra doğmuştur. Hz. Yakub da Hz. İbrahim'in yaptığı
gibi oğullarına tavsiyede bulunmuştur. Hz. Yakub 107 veya 140 yıl yaşamış,
Mısır'da vefat etmiştir. Arz-ı Mukaddes'e taşınmasını ve babası İshak'ın
yanında defnedilmesini vasiyet etmiş, Hz. Yusuf da onu oraya götürerek, Hz.
İshak'ın yanında defnetmiştir.
İslâm,
bütün peygamberlerin çağrısı olduğundan dolayı, Hz. İbrahim ile Hz. Yakub da
ona bağlı kalmayı tavsiyede bulunmuş ve şöyle demişlerdir: İslâm'a sıkı sıkıya
sanlın. İslâm üzere kalmaya devam edin, ölünceye kadar ondan ayrılmayın.
Burada oldukça veciz bir şekilde maksadı ihtiva eden kelimelerle bu tavsiye
yapılmıştır. Bu tavsiyede aynı zamanda ölüm hatırlatılıp öğüt verilmektedir.
Çünkü kişinin öleceği muhakkaktır; fakat insan ne zaman öleceğini bilemez. Ona
ancak o halde iken ölümün kendisine gelip çatması istenen bir emir verildiği
takdirde, artık her zaman için bu emre kesintisiz olarak uymak anlamında bir
hitapta bulunulmuş olur.
Yüce
Allah'ın: "O halde siz ancak müslümanlar olarak can verin." buyruğu
üe anlatılmak istenilen ölmek ve başka türlü ölmenin yasaklanması değildir.
Maksat ölüm gelinceye kadar İslâm üzere sebat etme emrini vermektir. Diğer bir
ifade ile bu emir onların İslâm'a aykırı herhangi bir hal üzere olmalarını
yasaklamaktadır.
[358]
133-
Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız? Hani o
oğullarına: "Benden sonra siz neye ibadet edeceksiniz?" dediği zaman
onlar: "Senin ilâhını ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın bir tek
olan ilahına ibadet edeceğiz, biz O'na teslim olmuşuzdur" demişlerdi.
134-
Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların lragflnrfıklnn kendilerinindir. Sizin
kazandığınız da sizindir. Ve siz onların işlediklerinden sorumlu olacak da
değilsiniz.
135- "Yahudi veya Hiristiyan olun ki hidayet
bulaşınız" dediler. De ki: "Hayır hanif olarak İbrahim'in dini(ne
uyarız). O şirk koşanlardan değildi."
136-
Deyin ki: "Biz Allah'a ye bize indirilene İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a,
Yakub'a ve Esbata indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya verilenlere ve bütün
peygamberlere rableri tarafından verilenlere iman ettik. Birini diğerinden
ayırd etmeyiz. Biz O'na teslim olmuşuz."
137-
Artık eğer onlar da sizin îm^nı ettiğiniz gibi iman ederlerse, muhakkak
hidayete ererler ve şayet yüz çevirirlerse onlar ancak ayrılık içindedirler.
Onlara karşı Allah sana yeter. O her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
"Yoksa
siz... orada hazır mıydınız?" Buradaki sorunun anlamı azarlamak ve sitemde
bulunmaktır. Nefiy anlamındadır. Yani siz hazır değildiniz. Nasıl olur da
bilmediğiniz, sizin de geçmişlerinizin de tanık olmadığı şeyleri ona nispet
ediyorsunuz?
"Ölüm.
Yakub'a gelip çattığı zaman..." Burada ölümün yaklaştığını belirten daha
önceki emareler, kinaye yoluyla "ölüm" ile anlatılmıştır. Çünkü
bizzat ölümün kendisi hazır olduğu taktirde o kişi bir şey söyleyemez.
"Ataların"
kelimesi tağlib ifade eden bir mecazdır. Çünkü bu tabir ile amca olan Hz.
İsmail, dede olan Hz. İbrahim de baba olan Hz. İshak gibi murad edilmektedir.
"Yahudi
veya Hıristiyan olun... dediler." Burada hazf ile i'câz yapılmıştır. Yani
"Yahudiler: Yahudi olun, Hıristiyanlar da: Hıristiyan olun, dediler",
demektir.
"Onlara
karşı Allah sana yeter." Yani onların kötülüklerine karşı Allah sana
yeter. Buradaki tabirin yakın gelecek ifade etmesi pek yakında onlara karşı
zafer kazanılacağını ifade etmektedir.
"O
her şeyi işitendir, her şeyi bilendir." Sigaları mübalağa sigalarıdır.
İşitmesi, bilmesi herşeyi kuşatan anlamındadır.
[359]
"Yoksa
siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman hazır mıydınız?" burada "yoksa"
tabiri "hayır" anlamındadır. Yani siz hazır değildiniz, anlamında;
hazır mıydınız ki? denilmiş gibidir. "Ölümün gelip çatması" ise ölüm
emareleri ve ölümden önceki hallerin görülmesi demektir. "Benden
sonra" benim ölümümden sonra anlamındadır.
"Yahudi
veya Hıristiyan olun." Yahudi kelimesini ifade eden "hûd" haid
kelimesinin çoğulu olup tevbe eden anlamınadır. "Yahudi olunuz",
diyenler Medine'nin Yahudileridir; "Hıristiyan olunuz", diyenler de
Necranlı Hıristiyanlardır.
"Hanif
bütün batıl dinlerden uzak durup dosdoğru hak dine yönelen kimse demektir.
"Deyin
ki" yani ey müminler onlara şöyle söyleyin: "Biz Allah'a ve bize indirilene
İbrahim'e (indirilen on sahifeye) İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve esbata",
teklik şekli sıbt'tır ve oğlun oğlu anlamınadır. İsrailoğulları arasında esbât,
Arapların kabileleri, Arap olmayanların şuûbu gibidir. Esbât Hz. Yakub'un çocuklarının
adıdır. "Musa'ya indirilenlere" verilen Tevrat'a "İsa'ya"
verilen İncil'e "verilenlere ve bütün peygamberlere rableri tarafından
verilenlere iman ettik. Birini diğerinden ayırdetmeyiz." Yahudiler ve
Hıristiyanların yaptıkları gibi, kimisine iman edip kimisini inkâr etmeyiz.
"Onlar
ayrılık içindedirler." Sizinle anlaşmazlık içerisindedirler. Buradaki
kelime (ayrılık anlamına gelen şikâk), yan anlamına gelen "eş-şık"
tan alınmadır. Aralarındaki düşmanlık sebebiyle adeta her birisi karşı tarafın
şıkkından başka bir şıkta yani kenarda bulunuyor gibi demektir.
[360]
133.
ayet-i kerime Hz. Peygambere: "Sen Yakub'un vefat ettiği gün oğullarına
Yahudiliği tavsiye ettiğini bilmiyor musun?" demeleri üzerine nazil
olmuştur.
135.
ayet-i kerimenin nüzul sebebi ise İbni Ebi Hâtim'in İbni Abbas'tan kaydettiği
rivayete göre şudur: İbni Suriye Peygamber (s.a.)'e: "Hidayet ancak bizim
izlediğimiz yoldur. O bakımdan ya Muhammed, sen de bize uy ki hidayet
bulasın" dedi. Hıristiyanlar da benzer bir ifadede bulundular. Bunun
üzerine Yüce Allah onlar hakkında: "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayet
bulaşınız dediler." buyruğunu indirdi.
Yine
ondan gelen bir diğer rivayete göre İbni Abbas şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime
Ka’b b. el-Eşref, Mâlik b. es-Sayf ve Ebu Yâsir b. Ahtab gibi Medine
Yahudilerinin başını çekenler ile Necran Hıristiyanları hakkında nazil olmuştur.
Bunlar din hususunda Müslümanlar ile çekişiyor, her bir grup Allah'ın dini
hususunda ötekinden daha hayırlı olduğunu ileri sürüyordu. Yahudiler
"Bizim peygamberimiz Musa, peygamberlerin en faziletlisidir, dinimiz
dinlerin en faziletlisidir" dediler; Hz. İsa'yı, İncil'i, Hz. Muhammed'i
ve Kui^ân-ı Kerim'i inkâr edip kâfir oldular. Hıristiyanlar ise: "Bizim
peygamberimiz İsa peygamberlerin en faziletlisidir, kitabımız kitapların en
faziletlisidir, dinimiz dinlerin en faziletlisidir." dediler; Hz.
Muhammed'i ve Kur*ân-ı Kerim'i inkâr edip kâfir oldular. Bu kesimlerin her
birisi ayrı ayrı müminlere: "Siz bizim dinimize bağlanınız. Din diye
bizimkine denir." deyip onları kendi dinlerine çağırdılar.
[361]
Ey
Muhammed (s.a.)'i yalanlayan Yahudiler! Yakub'a ölüm yaklaştığında sizler
yanında hazır değildiniz. O bakımdan onun ağzından yalan söylemeyin. Ben
İbrahim ile onun oğullarına ancak İslâm'ın kendisi olan Hanif dinini
gön-dermişimdir. Bu peygamberler kendi soyundan gelenlere de bu dine bağlanmalarını
tavsiyede bulunmuşlardır. Bunun delili ise Yakub'un oğullarına söylediği şu
sözlerdir: "Benim ölümümden sonra neye ibadet edeceksiniz?" Oğulları
ona şu cevabı vermişlerdi: Pek çok delilin onun varlığına ve vahdaniyetine
delâlet ettiği bir ve tek Allah olan senin ilâhına ibadet edeceğiz ve O'na
başkasını eş koşmayacağız. O senin ataların İbrahim'in, İsmail'in ve İshak'ın
da ilâhıdır. Biz O'na boyun eğip O'nun hükmüne bağlı kalacağız, uyacağız. Hz.
Yakub'un amcası olduğu halde Hz. İsmail'i de ataları arasında zikrettiler.
Böylelikle onu da babaya benzetmiş oldular. Buharî ile Müslim tarafından
rivayet edilen sahih hadiste de: "Kişinin amcası babasının bir
dengidir." diye buyurulmuştur.
Daha
sonra Yüce Allah Yahudilerin, Peygamberlerin soyundan ve onların torunları
olduklarını, dolayısıyla sayılı günler dışında cehenneme girmeyeceklerine dair
iddialarını şu buyruğu ile reddetmektedir: Sözünü ettiğiniz bu ümmet, lehinde
ve aleyhinde olan şeyleri ile birlikte geçip gitmiştir. Yüce Allah'ın kullan
arasında uygulayageldiği sünneti ise, herkesi ancak kendi ameli ile cezalandırmasıdır
ve kimsenin başkasının amelinden sorumlu tutulmamasıdır.
Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Yoksa Musa'nın ve ahdini eksiksiz yerine
getiren İbrahim'in sahifelerinde olanlardan haberdar olmadı mı? Kimse kimsenin
günahını yüklenmeyecek ve insan için çalıştığından başkası yoktur diye
(kendisine bildirilmedi mi?)" (Necm: 56/33-34) Peygamber (s.a.) de:
"Ey Ha-şimoğullan! İnsanlar bana amelleriyle gelirken siz bana nesep
bağınızı ileri sürerek gelmeyiniz." diye buyurmaktadır. İşte bu geçmişlere
kendi amelleri dışında hiçbir şey fayda vermeyeceği gibi, size de
amellerinizin dışında hiçbir şeyin faydası olmayacaktır.
Yüce
Allah kendi dininin bütün peygamberler vasıtasıyla bir ve tek olduğunu,
Araplara da, Kitap Ehli'ne de önceki peygamberlerin çağrısının bir uzantısından
ibaret olan İslâm'a uymak mükellefiyetinin bulunduğunu, teferruattaki
ayrılıkların dinin özünü değiştirmediğini beyan buyurduktan sonra, Kitap
Eh-li'nin aralarındaki cüz'î farklılıklara sıkı sıkıya yapışmalarını tenkit ettiğini,
kusurlu bulduğunu görüyoruz. Yahudiler: "Din hususunda Yahudilerle
birlikte olunuz ki dosdoğru yola iletilmiş olasınız." derken; Hristiyanlar
da: "Hıristivan-larla birlikte olunuz ki, hakka ulaşasınız." dediler.
Her bir dine tabi olan kendi dininin en hayırlı din olduğunu iddia ederken,
Yüce Allah şu buyruğu ile onlara cevap vermektedir: Sizler dini üzere
olduğunuzu iddia ettiğiniz İbrahim'in dinine geliniz. İşte herhangi bir
sapması bulunmayan eğriliği olmayan din odur. İbrahim Allah'a, Allah'tan başka
putları ya da heykelleri ortak koşan bir kimse değildi. Bu ifadelerle onların:
"Üzeyr Allah'ın oğludur, Mesih Allah'ın oğludur." gibi sözlerle şirk
koşmaları ima edilmekte ve tenkit edilmektedir.
Daha
sonra Yüce Allah müminlere şöyle demelerini emretmektedir: Bizler bütün
peygamberlerin, bütün resullerin peygamberliğine iman etmekle birlikte,
alemlerin Rabbi olan Allah'a da itaat etmekte, boyun eğmekteyiz. Bütün
dinlerin kaynağı O'dur. Hiçbir peygamberi yalanlamayız. Aksine biz dini tek bir
bütün olarak kabul edip tasdik ediyoruz. Dinin özüne iman ediyoruz. Ayrılığın
söz konusu olmadığı aslına inanıyoruz. Bütün peygamberlerin hak ve hidayet ile
gönderilmiş Allah'ın resulleri olduğuna şahitlik ediyoruz. O bakımdan İsa ve
Muhammed (her ikisine de selâm olsun)den uzak olduklarını belirten Yahudilerin
yaptıkları gibi yapmayız. Resulullah (s.a.)'den uzak olduklarını söyleyen
Hıristiyanların yaptıkları gibi de yapmayız. Bizler Allah'a boyun eğenleriz,
ona itaat edenleriz, kulluğumuzla O'na bağlanan kimseleriz. İşte sağlıklı iman
budur. Sizler ise hevalarınıza uymaktasınız. O halde gerçek mümin, bütün
kitaplara ve peygamberlere iman edip hiçbir peygamber arasında ayırım
gözetmeyen, ilâhî kitabın bütün getirdiklerine iman eden kimsedir.
Buharî'nin
Ebu Hureyre'den rivayetine göre Kitap Ehli Tevrat'ı İbranice okuyor
müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Kitap
Ehlini tasdik de etmeyiniz, yalanlamayınız da. Bunun yerine: "Biz Allah'a
ve.... iman ettik." deyin."
[362]
İbni
Ebî Hâtim'in MaTtil'den Peygamber (s.a.)'den merfû olarak rivayetine göre şöyle
buyurmuştur: "Tevrat'a ve İncil'e iman ediniz ve Kur'ân sizin için yeterli
olsun."
Eğer
Kitap Ehli sizin iman ettiğiniz gibi sahih şekliyle Allah'a iman eder, Allah'ın
vahdaniyetini kabul ve itiraf eder, peygamber ve resullere indirdiklerini
tasdik ederse, dosdoğru yola hidayet bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirir ve senin
kendilerini davet ettiğin dinin aslına dönüşü kabul etmez ve Allah'ın peygamberleri
arasında ayırım gözetip bir kısmını kabul ederken diğer bir kısmını inkâr
ederlerse, ya Muhammed, şunu bil ki, onların takındıkları bu tavır ayrılık,
anlaşmazlık ve düşmanlık çıkarmaktır. Onların tavırları bu olduğu takdirde
şunu bil ki, onların kötülüklerine, eziyetlerine, hile ve tuzaklarına karşı Allah
sana yardım edecektir. Allah onların birliklerini darmadağın edecek, sizleri
onlara karşı muzaffer kılacaktır.
Nitekim
bu ilâhî vaad, Kurayzaoğuları'nın öldürülüp çocuklarının esir edilmesi,
Nadiroğullannın Şam'a sürgün edilmesi, Necrân Hıristiyanlarının da cizye
yükümlülüğüne tabi kılınmasıyla gerçekleşmiştir. Allah onların söyledikleri ve
her sözü çok iyi işitendir, Semi'dir. İçlerinde gizledikleri kini, kıskançlığı,
buğzu ve her türlü fiili de çok iyi bilendir, Alim'dir.
[363]
"Senin
ilâhına ve ataların İbrahim ... bir tek olan ilâhına ibadet edeceğiz."
(ayet: 133) buyruğu şanı yüce Allah'ın her ümmete peygamberleri aracılığıyla
gönderdiği dinin aynı ve bir olduğunu göstermektedir. Bu din Yüce Allah'ı halis
bir şekilde tevhid etme ve bütün peygamberlere itaat etme dinidir. Nitekim Yüce
Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O, dini dosdoğru tutun ve onda
tefrikaya düşmeyin, diye Nuh'a tavsiye ettiğini sana vahyettiğimizi, İbrahim'e,
Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi size şeriat yaptık." (Şûra: 42/13).
Kur’ân-ı
Kerim iki temel esas üzerinde yükselen aynı ve tek dine uymayı teşvik etmiştir.
Söz konusu bu iki esas şunlardır:
1- Tevhidi benimsemek ve şirk ve putperestliği her türüyle reddetmek
2- Yüce Allah'a teslim olmak ve bütün amellerde yalnızca O'na itaat
etmek.
Aynı
anda bu iki niteliği kendisinde toplamayan bir kimse Müslüman değildir. Böyle
bir kişi aralarında son peygamber Muhammed (s.a.)'in de bulunduğu bütün
peygamberlerin kendisine davet ettiği dosdoğru dinin yolu üzere de
yürümemektedir.
Hz.
İbrahim'in halis dini, bizzat Muhammed (s.a.)'in ve onun izinden gidenlerin
davet ettikleri dinin aynıdır. Hz. İbrahim Hanif idi. Yani batıl bütün dinleri
bir kenara itip hak dine yönelmiş kimse idi.
Bu
esasa aykırı düşen ve şirke, Hz. İbrahim'in dinine muhalefete -Üzeyr'i Allah'ın
oğlu, Mesih'i Allah'ın oğlu kabul etmek suretiyle- adlandıran ve niteleyen
herkes müşriktir. Allah'ın dışında tapınılan bütün varlıklar -putlar, ateş,
güneş ve taş gibi-hep cansız varlıklardır.
Ayrıca
kimse kimsenin günahından sorumlu tutulmayacaktır. "Ve siz onların
işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz" (Bakara: 2/134) ayetiyle
"Hiçbir (günah) yük taşıyıcısı, bir başkasının yükünü
taşımayacaktır." (En'âm: 6/164). Yani hiçbir kimse başkasının günahının
ağırlığını taşımayacaktır, ayetleri bunu göstermektedir.
el-Cessas:
"Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinindir,
sizin kazandığınız da sizin. Ve siz onların işlediklerinden sorumlu olacak da
değilsiniz." ayetini açıklarken şunları söylemektedir: Bu buyruk üç hususa
delâlet etmektedir:
Evlatlar
atalarının itaatleri dolayısıyla sevap almazlar, onların günahlarından dolayı
da azap görmezler. Bu buyruk ile müşriklerin, (mükellef olmadan önce ölen)
evlatlarının babalarının günahları dolayısıyla azab göreceklerini caiz
olduğunu kabul edenlerin görüşü reddedilmektedir. Aynı şekilde Yahudiler
arasından, "Yüce Allah ataları salih kimseler olduklarından dolayı onların
günahlarını bağışlayacaktır." iddiasında bulunanların görüşü de
reddedilmektedir. Şanı yüce Allah bu anlamı benzeri bir takım ayetlerde de
dile getirmiştir. Meselâ: "Her bir nefsin kazandığı ancak kendi
aleyhinedir." (En'âm: 6/164); "Hiçbir (günah) yük (ünü) yüklenici,
başkasının yükünü yüklenmez" (En'âm: 6/164). "Eğer yüz çevirirseniz
ona düşen ancak ona yükletilendir. Size düşen de size yükletilendir" (Nûr:
24/54) buyrukları bu türdendir. Bu husus Peygamber (s.a.)'in de, birisini oğlu
ile birlikte görüp: "Bu senin oğlun mudur?" diye sorup, Evet, diyen
Ebu Rimse'ye söylediği şu sözüyle açıklamıştır: "O (cinayet işlerse) senin
aleyhine cinayet işlemiş olmaz. Sen de (cinayet işlersen) onun aleyhine cinayet
işlemiş olmazsın." Hz. Peygamber bir başka hadisinde ae şöyle buyurmuştur:
"Ey Haşimoğulları! İnsanlar bana amelleriyle gelirken siz nesepleri- ,
nizle gelmeyiniz. O zaman ben: Allah'ın azabına karşı size bir faydam olmaz,
derim." Yine Hz. Peygamber: "Ameli dolayısıyla geride kalanı nesebi
hızlandırıp ileriye götüremez."
[364]
buyurmuştur.
Esbat'a
gelince; bunlar Yakûb (a.s.)'ın çocuklarıdır. 12 kişiydiler. Her birisinden
büyük bir insan topluluğu doğdu. Teklik şekli "sibt" tir.
İsrailoğullann-da sibt Hz. İsmail'in oğullan arasındaki kabile gibidir. Onlara
"el-esbât" denilmesi arka arkaya gelmek anlamına gelen
"es-sebt" ten gelmesi dolayısıyladır. Çünkü onlar peşpeşe gelen bir
cemaattirler. İbni Abbas der ki: "On tanesi dışında bütün Peygamberler
İsrailoğulları'ndandır. (Bu on kişi ise şunlardır): Nuh, Şuayb, Salih, Lût,
İbrahim, İshak, Yakub, İsmail ve Muhammed (hepsine salat ve selâm olsun). İsa
ve Ya'kub dışında da kimsenin iki ismi yoktur."
"Onlara
karşı Allah sana yeter." buyruğu şanı yüce Allah'ın kulu ve Resulü
Muhammed (s.a.)'i düşmanlarına karşı muzaffer kılacağını göstermektedir. Bu Yüce
Allah tarafından Peygamber (s.a.)'e verilen, kendisine karşı çıkıp inat eden,
kendisine muhalefet eden, yüz çeviricilere karşı hidayete ilettiği müminler
vasıtası ile yeterli geleceğine dair bir vaadidir. Allah ona verdiği bu vaadini
yerine getirmiştir. Bu Kaynukaoğulları ile Kurayzaoğulları'nın öldürülmesi,
Nadiroğulları'nın da sürgün edilmesiyle gerçekleşmiştir.
el-Cassâs
der ki: İşte bu buyruk, Yüce Allah'ın düşmanlarının yaptıklarına karşı
Peygamberine (yardımcı olarak) yeteceğini haber vermektedir. Düşmanlarının
sayıca çokluğuna ve bütün hırslarına rağmen, Allah ona yeterli gelmişti ve bu
şekilde Hz. Peygamber kendisine bildirilenin aynen gerçekleştiğini görmüştür.
Bu buyruk: "Allah seni insanlardan korur." (Mâide: 5/62) buyruğunu hatırlatmaktadır.
[365]
Allah'ın
vadine ve yardımına güvenen, Allah'tan korkup O'na karşı takvalı hareket eden
kimsedir mümin. Çünkü bu kâinatta, bu varlık aleminde herşe-yin mutlak egemeni
O'dur. Her söz söyleyenin sözünü işiten O'dur. Kullarına neyi yaptığını, onlara
neyi uyguladığını çok iyi bilendir.
[366]
138-
Allah'ın boyası! Kimin boyası Allah'tan daha güzel olabilir? Biz O'na ibadet
edenleriz.
139-
De ki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz? Halbuki o bizim de
Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız
sizedir. Biz ona ihlâsla bağlanmışızdır."
140-
Yoksa siz: "Muhakkak ibrahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbât Yahudi yahut
Hıristiyan idi" mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz,
yoksa Allah mı? Yanında Allah'tan gelen bir şahitliği saklayandan daha zalim
kim olabilir? Allah işlediğinizden gafil değildir."
141- Onlar birer ümmetti, gelip geçtiler. Onların
kazandıkları kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir ve siz onların
işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz.
"Allah'ın
boyası", Allah'ın dini demektir ve (136. ayette geçen): "İman ettik
deyiniz." buyruğunu tekit eden bir mastardır. Bunun takdiri şöyle olabilir:
Allah'ın boyasına (yani dinine) uyun veya Allah'ın boyasına sıkı sıkıya
bağlanmaya bakınız. Ya da "Allah'ın boyası" tabiri "İbrahim'in
dini" tabirine bedeldir.
[367]
"Allah'ın
boyası." Din'e boya adı istiare yoluyla verilmiştir. Çünkü dinin alâmetleri
boyanın etkisinin elbisede ortaya çıktığı gibi, müminin üzerinde ortaya çıkar.
"Siz
bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?" Azarlamak ve sitem kastıyla
sorulmuş bir sorudur.
[368]
"Boya=Sıbğa".
Burada ondan kastedilen iman yahut Allah'ın dinidir. Çünkü bu dinin etkileri o
dine bağlı olan kimsenin üzerinde, elbisenin üzerinde boyanın görüldüğü gibi
ortaya çıkar. İman ya da din, müminleri şirkten ve pisliklerinden arındırır. O
güzel etkileriyle insanları süsleyen bir elbisedir. Müminlerin kalplerine
sinmiştir. Tıpkı boyanın kumaşın içine sirayet etmesi, içice olması gibi.
Bununla imanın temizleme, süsleme ve içice olma bakımlarından boyayı andırdığı
ortaya çıkmaktadır.
"Siz
bizimle" Araplar arasından birisini peygamber seçti diye "Allah hakkında
mı çekişiyorsunuz", tartışıyor ve davalaşıyorsunuz? "Halbuki O, bizim
de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir." Kullarından dilediğini seçebilir.
"Bizim yaptıklarımız bize" onların karşılığını biz göreceğiz,
"sizin yaptıklarınız sizedir." yani onların karşılığını da siz
göreceksiniz.
"O'na
ihlasla bağlanmışızdır." Dinimizi ve amelimizi O'na halis kılmışız-dır.
Biz amellerimizle Allah'ın rızasından başka bir şey aramayız. O bakımdan size
kıyasla bizim Allah tarafından seçilmemiz daha uygundur.[369]
İbni
Abbas'ın açıklamasına göre 138. ayetin nüzul sebebi şöyledir: Hıristiyanların
oğullan olduğu vakit yedi günlük iken onu götürür ve vaftiz suyu denilen özel
bir suyla yıkarlardı. Bununla onu temizleme amacını güdüyorlar ve bu bir
temizliktir, diyorlardı. Bunu da sünnet etme yerine yapıyorlardı. İnançlarına
göre çocuk ancak bu şekilde gerçek bir Hıristiyan olurdu. İşte Yüce Allah
bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[370]
136.
ayet-i kerimede Yüce Allah müminlere şöyle demelerini öğretip emretmiştir: Biz
Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettik. O'nun peygamber ve
kitapları arasında bir fark gözetmeyiz. Bu ayet-i kerimede de Yüce Allah onlara
şöyle demelerini emretmektedir: Yüce Allah bizleri peygamberlerin getirdikleri
vasıtasıyla hakka ve imana istidatlı olarak yaratmış ve bu boya ile bizleri
boyamıştır. Peki, hikmeti sonsuz, her şeyden haberdar olan Allah'ın boyasından
boyası daha güzel olan kimdir? İslâm boyasından daha güzel boya olabilir mi?
Kullarını iman ile boyayan Allah'tır. Bununla şirkin pisliklerinden onları
arındıran O'dur. O bakımdan bizler önder ve hahamlardan herhangi bir kimsenin
boyasına uymayız. Çünkü bu, tek olan bir dini fırkalara bölen, ümmeti
birbirinden nefret eden kesimlere ayırmakta olan uydurma ve beşerî bir boyadır.
Bizler,
bize ihsan etmiş olduğu oldukça üstün ve değerli nimetler arasında İslâm ve
hidayet nimetlerini de bağışlamış bulunan Allah'a ibadet edenleriz, O'ndan
başkasına ibadet etmeyiz, O'na ihlâsla bağlıyız, O'na itaatle boyun eğeriz. O
bakımdan bizler dine bir şeyler ekleyen, ondan bir şeyler eksilten, helâl ve
haramlar koyan, ruhlardan İslam boyasını silen ve Allah'a şirk koşma boyasını
oraya yerleştiren hahamları, rahipleri Rabler edinmeyiz.
Daha
sonra Yüce Allah Peygamberine, Kitap Ehli'ne şunları söylemelerini
emretmektedir: Allah'ın dini hakkında bizimle tartışıyor ve hak dinin Yahudilik
ve Hıristiyanlık olduğunu iddia ediyor, bu dinleri izlemekle cennete gireceğinizi
umuyor ve: "Yahudi veya Hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez."
(Bakara: 2/111) "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayet bulaşınız."
(Bakara: 2/135) mı diyorsunuz?
Sizler
bu iddiaları neye dayanarak ileri sürüyorsunuz? Neye dayanarak hidayete ve
Allah'a bizden daha yakın olduğunuzu söyleyebiliyorsunuz? Halbuki Allah bizim
de sizin de Rabbidir. Allah'a kul olma açısından bizim ile sizin aranızda fark
yoktur. Bizim de sizin de malikiniz O'dur. İyi ya da kötü olsun, bizim
amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Allah her insana kendi amelinin
karşılığını verecektir. İnsanlar arasında takva ve salih amel dışında hiçbir
bakımdan üstünlük yoktur. Sizler ise geçmişteki salihlerinize güvendiniz.
Onların size şefaat edeceklerini zannettiniz. Bize gelince; biz kendi amelimize
güveniriz, Allah'a ihlâsla yöneliriz, O'nun rızasından başka bir kastımız
yoktur. Peki nasıl olur da cennet ve hidayetin size münhasır olduğu iddiasında
bulunabilirsiniz?
Kendinizin
özel olarak Allah'a yakınlığınızın yine Allah tarafından tespit edildiğini
nasıl söyleyebilirsiniz? Ya da dinleriniz Yahudilik ya da Hiristiyanlı-ğın size
ayrıcalık kazandırma sebebinin önceden gelmiş peygamberler olan İbrahim,
İsmail, İshak, Yakub ve Esbât'ın Yahudi ya da Hıristiyan olmalarından
kaynaklandığını neye dayanarak söylemektesiniz? Siz onların izinden mi gitmektesiniz?
Böyle bir iddia yalandır. Çünkü bu iki isim (Yahudilik ve Hıristiyanlık)
sonradan ortaya çıkmıştır. Yahudilik adı ancak Hz. Musa'dan sonra,
Hıristiyanlık adı da ancak Hz. İsa'dan sonra ortaya çıkmıştır.
Burada
maksat, her iki tarafın da iddialarını reddetmek ve bu iddiaları sebebiyle her
iki tarafı da şiddetle azarlamaktır. Peki, Allah katında neyin kendi rızasına
uygun olduğunu sizler mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı? Şüphesiz ki bunu
daha iyi bilen siz değil, Allah'tır. Allah insanlar için İbrahim dinini seçip
beğenmiştir. Siz bunu itiraf ediyorsunuz? Kitaplarınız da Yahudilik ve
Hıristiyanlık gelmezden önce onu tasdik etmektedir. Peki, siz neden bu dini
beğenmiyorsunuz?
Yanında
Allah'tan gelmiş bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Bu ise Yüce
Allah'ın Hz. İbrahim ile Hz. Yakub'un Hanif ve müslüman olduklarına, Yahudilik
ve Hıristiyanlıktan uzak olduklarına dair şahitliğidir. İnsanlar arasında
kardeşlerinin çocukları olan İsmail'in oğulları Araplardan bir peygamber
göndereceğini müjdeleyen Allah'ın şahitliği O'nun kitabında tespit edilmiştir.
Zemahşerî
der ki: Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır:
a) Kitap Ehli'nden daha zalim hiçbir kimse yoktur. Çünkü onlar bile bile
bu şahitliği gizlediler.
b) Eğer bizler bu şahitliği gizleyecek olursak, hiçbir kimse bizden daha
zalim olamaz. Böyle bir açıklama halinde ise, onların Yüce Allah'ın Muhamed
(s.a.)'in lehine kitaplarında yapmış olduğu peygamberlik şehadetini ve diğer
şehadetleri gizlemelerine de bir tariz vardır.
[371]
Allah
amellerinizden gafil değildir. Tek tek onları sayıp tespit eder, amellerinize
karşılık sizi cezalandırır. Bu ise azar ve sitemin akabinde gelen bir tehdittir.
O
peygamberler topluluğunun kazandıkları güzel ameller kendilerinindir. Sizin de
kazandığınız güzel ameller sizindir. Kimse başkasının amelinden sorumlu
olmayacaktır. Aksine herkes kendi yaptığından sorumlu tutulur. Kendisinden
başka kişiye ne zarar veren bulunur ne de fayda sağlayan. Sizlere geçmişlerin
yaptıklarından sorulmayacaktır. Onlar da bizim yaptıklarımızdan sorumlu
olmayacaklardır. İşte bu, akılların da kabul ettiği hak dinlerin temel bir
kaidesidir. Bu da kişisel veya ferdî sorumluluktur. Nitekim Yüce Allah bir başka
yerde şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir (günah) yük (ünü) yüklenen, başka birisinin
yükünü yüklenmez ve insan için çalıştığından başkası yoktur." (Necm:
53/38-39). Şanı yüce Allah bu kaideyi ve bu ayet-i kerimeyi pek çok münasebetle
tekrarlamıştır. Bundan önceki 134. ayet-i kerimede bu durum, onların övündükleri
atalarının amelleri ile geçmişe bel bağlama huyları dolayısıyla söz konusu
edilmişti. İşte geçmişe bakıp geleceğe karşı tembellik gösteren, uyuşuk ve
güçsüzlerin yaptıkları hep bu türden işlerdir.
Yüce
Allah yine: "Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." sözünü değişik
yerlerde amellerinin karşılığını görmeyi, hesabı ve amellerin tespit edildiğini
tekit etmek için tekrarlamaktadır. İşte insanlar arasındaki mutlak adalet budur.
Ebu Hayyan der ki: Bu cümle ancak bir masiyetin işlenmesi akabinde gelmektedir.
Dolayısıyla bir tehdit ihtiva etmekte ve Yüce Allah'ın onların işlerini başıboş
bırakmayacağını haber veren bir üslupla gelmektedir.[372]
Hıristiyanlıktaki
vaftiz ve buna benzer her türlü boş merasim, heykel ve suretleri İslâm bir
kenara atıyor ve gayet açık bir şekilde esas alınacak olan şeyin insanların
üzerinde yaratıldığı fıtrat olan Allah'ın vahdaniyetini kabul etmek, amelin
Allah için ihlâsla yapılması bütün işlerde hayrın ve itidalin sevilmesi
olduğunu ilân ediyor. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanları
üzerinde yarattığı Allah'ın fıtratına (yüzünü çevir)! Allah'ın yaratışında bir değiştirme
yoktur. Dosdoğru din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm:
30/30).
Dinin
özü tevhid, temeli ihlâstır. İşte bütün peygamberlerin çağırdığı ve Muhammed
(s.a.)'in de yenilediği çağrı budur. Onun çağrısı ya da şeriatı önceki
kardeşleri olan peygamberlerin ve resullerin çağrısını ve şeriatını tamamlayıcıdır.
Yahudilerin
ve Hiristiyanlann ortaya attıkları ucuz iddialar, uydurma yalanlar ve herhangi
bir delile dayanmayan temennilere gelince; bütün bunlar Kur'ân-ı Kerim'in
ortaya koyduğu üç delil gereğince batıldır. Bunları şöylece sıralayabiliriz:
"O bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir." (Bakara: 2/39);
"Yoksa siz: muhakkak İbrahim, İsmail... Yahudi yahut Hıristiyan idi mi
diyorsunuz?... Yanında Allah'tan gelen bir şahitliği saklayandan daha zalim
kim olabilir?" (Bakara: 2/140).
Geçmişlerin
veya başkalarının amellerine güvenerek, gösterdikleri hidayet yolundan hayırlı
sünnetlerinden yararlanmaksızın salihlerin şefaatine bel bağlamakla kurtuluş
olmaz. Mutluluk ve kurtuluş ancak salih amel iledir. Salih olmanın temeli
ibadeti Allah'a ihlâsla yapmaktır. İhlasın gerçek mahiyeti ise yapılan bir işi
yaratıklara karşı her türlü riyakârlık şaibesinden arındırmaktır.
Bu
ayet-i kerimeler gerçekten iki büyük hususu pekiştirmekte ve vurgulamaktadır:
1- Kişisel sorumluluk, hesaba çekilmenin esası, ceza ve mükâfatın dayanağıdır.
İşte bu Arapların ve Romalıların o dönemlerdeki çeşitli vesilelerle gerçek
suçludan başkasını sorumlu tutma şeklindeki örfleri ile çelişen, İslâm şeriatının
savunduğu bir ilkedir.
2- Bu peygamberler önderliklerine ve üstünlüklerine rağmen yine de
amellerinin ve kazançlarının karşılığını göreceklerdir. Dolayısıyla onların dışında
kalan insanların böyle bir muameleye tabi tutulmaları öncelikle söz konusudur.[373]
[1] I- Vahîdî en-Nisâbûrî, Esbabu'n-Nüzul, 11.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/.59-61
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/61.
[4] Hadisi, Müslim ve Timizi, Ebu Hureyreden rivayet
etmişlerdir.
[5] Hadisi, Müslim, Ebu Umamc el-Bahilî'den rivayet
etmiştir.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/61.
[7] Genel bir not: İ'râba dair açıklamalarda Ebu'l-Berekât
b. el-Elbârî'nin el-Beyân fi Garibi İrâbi'l-Kur'ân adlı eserini esas aldım.
Belagata dair açıklamalarda da çoğunlukla Prof. Muhammed es-Sabûnî'nin
Safvetu't-Tefâsîr adlı eserinden yararlandım. Bununla birlikte,, her iki
hususta da ilk kabul ettiğimiz esas Keşşaf, Kurtubî ve bunlara benzer diğer
tefsirlerdir.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/62.
[8] Genel bir not: İ'râba dair açıklamalarda Ebu'l-Berekât
b. el-Elbârî'nin el-Beyân fi Garibi İrâbi'l-Kur'ân adlı eserini esas aldım.
Belagata dair açıklamalarda da çoğunlukla Prof. Muhammed es-Sabûnî'nin
Safvetu't-Tefâsîr adlı eserinden yararlandım. Bununla birlikte,, her iki
hususta da ilk kabul ettiğimiz esas Keşşaf, Kurtubî ve bunlara benzer diğer
tefsirlerdir.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/62-63.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/63.
[10] İbni Kesir, 1/38.
[11] Zemahşerî 1/79.
[12] Bu hadisi Timizi Abdullah bin Mesud (r.) dan rivayet
etmiştir.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/63-65.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/65.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/66.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/66.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/67.
[18] Taberi, 1/84; Kurtubî, 1/184.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/67.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/67-68.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/69.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/69.
[23] İbnu'l-Arabî,Ahkâmu’l-.Kur’an, 1/12; Kurtubî, 1/198
vd.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/70-71.
[25] Hasen bir hadistir. Ahmed, Afüs/ıed'inde Ebu Şeyh,
et-Tevbâh'te, İbn-i Lâl da Mekarimu'l-Ahlâk'da, Hz. Ebû Bekir'den rivayet
etmişlerdir.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/71
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/72.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/72-73.
[29] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/25.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/73.
[30] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/25.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/74-75.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/75.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/75.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/75-76.
[34] Râzî, 11/62-68.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/76.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/77-78.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/78.
[38] Taberi, 1/119.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/78-79.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/79-80.
[40] Cassâs, Ahkamul- Kur'ân, 1/26-27.
[41] Vahidi, Esbabun-Nüzul, 11.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/80-81.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/82.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/82.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/82-83.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/83.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/83-84.
[47] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.
[48] Kurtubî, 1/230.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/85-86.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/87.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/87-88.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/88.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/89.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/88-89.
[55] Cassâs, Ahkamu'l-Kur'an, 1/29.
[56] Kurtubî, 1/236.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/89-90.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/91.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/92.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/92.
[61] Taberi, 1/135 vd.; Razî, 11/130.
[62] İbni Kesir, IV7291.
[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/92-93
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/94.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/95.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/95-96.
[67] Ayrıca bkz. Kurtubi, 1/141; el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzûl,
s. 12.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/96.
[69] Zemahşerî 1/206 vd.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/96-98.
[71] Râzî, 11/32 vd.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/98-100.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/101.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/101-102.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/102.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/102.
[77] Kurtubî, 1/249.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/103-104.
[79] Razî, 11/149.
[80] Taberi, 1/152 vd.; Kurtubî, 1/255 vd.; İbni Kesîr,
1/68.
[81] Ibnü'l-Arabî, Ahkâmul-Kur'ân, 1/14; Razî, 11/154.
[82] Kurtubî, 1/251.
[83] Taberi, 1/140 vd.; Kurtubî, 1/254 vd.
[84] Razî, 11/256.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/104-106.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/107.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/108.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/108-109.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/109.
[90] Zemahşerî 1/209; Taberi, 1/157.
[91] İbni Kesir, 1/71; Taberi, 1/177.
[92] Taberi, 1/176.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/109-111.
[93] Taberi, 1/156 vd.; îbni Kesir, I, 69; Zemahşerî 1/209;
Kurtubi, 1/263; Râzî, 1/165 vd.
[94] Kurtubî, 1/264.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/111-113.
[95] Kurtubî, 1/268.
[96] Razi, 1/166.
[97] Razî, 1/175.
[98] Razî, 1/168.
[99] Tefsirü'l-Merâğî, 1/83.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/113-114.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/115.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/115.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/116.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/116.
[105] Taberi, 1/180 vd.
[106] Kurtubi, 1/293
[107] Ibnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/16.
[108] Kurtubi, 1/294.
[109] Beğavî Tefsiri hamişinde (kenarında); Meâlimü't-Tenzil, 1/41
[110] Kurtubi, 1/298
[111] a.g.e, 1/297
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/116-118.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/119.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/120.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/120
[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/120.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/121
[117] Kurtubi, 1/301.
[118] Merâğî, 1/93.
[119] Kurtubi, 1/302; İbni Kesir, 1/78; Âlûsî, 1/233; İbni
Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/75 vd.
[120] Kurtubi, 1/305 vd.; İbnü'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân,
1/17; Taberi, 1/185.
[121] Kurtubî, 1/308; Razi, III/7.
[122] Zemahşerî 1/212; Razi, III/7; Merâgî, 1/94.
[123] ZemahşerîI/211
[124] Razi, 111/20; Merâğî, 1/92.
[125] Zemahşerî 1/250; Kurtubî, 1/313; Razî, m/15.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/121-125.
[127] Prof. Abdulvahhâb en-Neccâr, Kısasu'l-Enbiyâ, s. 2 vd.
4. baskı.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/126-127.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/127-128.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/129-130
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/130.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/130-131.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/131
[134] Razî, 111/33 vd. Kimi arifler şöyle der: Nimetlere kul
olanlar pek çoktur. Nimetlerin sahibi olana kul olanlar ise pek azdır. Şam yüce
Allah İsrailoğullanna üzerindeki nimetleri hatırlatmıştır. İş Muhammed
(s.a.)'in ümmetine gelince, bu sefer onlara nimetleri vereni hatırlatarak,
"Beni anın ki ben de sizi anayım" (Bakara, 2/122) diye buyurmuştur.
Bu da Muhammed (s.a.)'in ümmetinin diğer ümmetlere üstünlüğünü göstermektedir.
[135] Kurtubî, 1/335.
[136] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/34.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/132-133.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/134.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/135.
[139] Kurtubî, 1/371.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/135.
[141] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzâl, s. 13.
[142] İbni Kesîr, 1/85.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/135-136.
[143] Hadisin tamamı şöyledir: "Bana dünyanızdan üç şey
sevdirildi: Kadınlar, hoş koku, bir de gözümün nuru namaz." Hadisi Ahmed,
Nesâî, Hâkim ve Beyhakî, Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/136-137.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/137-139.
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/140-141.
[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/141.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/141.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/141.
[150] İbni Kesîr, 1/90.
[151] Kurtubî, 1/385.
[152] Taberî, 1/214.
[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/141-143.
[154] Ebu Hayyan el-Endelüsî, el-Bahru'l-Muhît, 1/194.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/144.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/145-146.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/146.
[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/146-147.
[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/147-149.
[159] Kurtubî 1/411-413
[160] Razî, 111/91-92.
[161] Kurtubî, 1/418.
[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/149-151.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/152
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/152-153
[165] Tüı: Beytü'l-Makdis ile Kinnesrîn arasındaki bölgedir
ve 12'ye 8 fersah alanındadır.
[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/153-154.
[167] Kurtubî, 1/422.
[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/154-155.
[169] Hristiyanlara "nasârâ" adı Filistin'de
Nasıra adı verilen ve Meryem oğlu İsa'nın zaman zaman kaldığı bir kasabaya
nispetle verilmiştir.
[170] Taberî der ki: Sâbiî daha önce tuttuğu dinden başka
bir din ortaya koyan veya ondan başka bir dine bağlanan kimse demektir.
Müslüman olup da dininden irtidat eden kimse gibi. Bir dinden çıkıp başkasına
giren herkese de sâbiî adı verilir.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/156.
[172] Taberî, 1/254. İbni Cerîr ve İbni Ebi Hâtim'in
es-Süddî'den rivayeti böyledir.
[173] Süyutî, Esbâbu'l-Nüzûl -Celâleyn Tefsiri kenarında-,
s. 14.
[174] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 13 vd.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/156.
[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/157.
[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/157.
[177] Kurtubî, 1/434-435.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/157.
[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/158.
[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/158.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/158-159.
[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/159.
[182] Taberî, 1/263.
[183] Taberî, 1/261; Kurtubî, 1/440-443.
[184] İbni Kesîr, 1/106-107.
[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/159-160.
[186] 1 fersah 3 mil veya 5544 metre ya da 12 bin adımdır.
[187] Taberî, 1/257.
[188] Taberî, 1/257.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/161-162
[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/164.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/164.
[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/164.
[193] Ibni Kesir, 1/108.
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/164-165.
[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/165-166.
[196] Müellif burada taşlardan su fışkırmasının ve taşların
yuvarlanmasının ibretli yönlerini açıklamaktadır. Ancak bu husus sonraki ayet
ile ilgili olduğundan tercümede oraya aktarılmıştır. (Çeviren)
[197] Kasame: elli kişi tarafından ayrı ayrı yapılan elli
yemindir. Hanefi'lerin görüşüne göre bu yeminler maktulün ölü olarak bulunduğu
mahalle halkına taksim edilir. Bu yemini yapacak elli kişiyi, maktulün kanını
talep etme hakkına sahip olan seçer. Bundan kasıt, itham altında bulunanın
öldürme suçlamasını reddetme ihtimaline karşı tedbirdir. Cumhurun görüşüne göre
ise, bu yemin katilin aleyhine öldürme ithamını ispatlamak için maktulün
velileri tarafından yapılır.
[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/166-168.
[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/169.
[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/169-170.
[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/170.
[202] Taberî, 1/289; Kurtubî, 1/465.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/170-171.
[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/172.
[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/172-173.
[205] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s.15.
[206] Kurtubî, II, 2.
[207] Suyûtî, Esbâbu'l-Nüzûl (Celaleyn Tefsiri kenannda), s.
16.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/173-174.
[208] el-Menâr, 1/357 vd.
[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/174-176.
[210] Razî, III/135; Kurtubi, II/6.
[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/176-177.
[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/178.
[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/178-179.
[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/179.
[215] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 14; es-Suyûtî,
Bsbâbu'n-Nüzûl -Celâleyn kenarında- s. 17-18; Taberî, 1/302 vd.; Kurtubî,
11/10.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/179.
[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/179-182.
[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/182.
[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/183.
[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/183-184.
[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/184.
[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/184-186.
[222] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/187.
[223] İbni Kesîr, 1/121
[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/187-188.
[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/188-190.
[226] Kurtubî, 11/22.
[227] Kurtubî, 11/22; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/40.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/190.
[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/191.
[229] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/191-192.
[230] el-Kasimî, Mehâsinü't-Te'vil, 11/186.
[231] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/192-193.
[232] Bunu Müstedrek'te Hâkim, Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî
zayıf bir senetle, İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
[233] el-Vahidi, Esbabü'n-Nüzûl, s. 15; es-Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl,
s. 19 vd.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/193.
[234] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/193-195.
[235] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/195.
[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/196.
[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/196.
[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/196-197.
[239] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/197-198.
[240] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/198.
[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/199.
[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/199-200.
[243] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/200-201.
[244] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/201.
[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/202.
[246] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/202.
[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/202-203.
[248] İbni Kesîr, 1/127-128.
[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/203-204.
[250] Kurtubî, 11/33. Bazı nüshalarda da: "...
Cehennemde oturacakları yerlerini görürlerdi." şeklindedir.
[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/204.
[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/205.
[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/205-206.
[254] Kurtubî, 11/36; Bu hadisi ayrıca Ahmed ve Nesâî de
rivayet etmiştir, bkz. es-Suyutî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 23; el-Vahidî,
Esbâbu'n-Nüzûl, s. 15.
[255] Taberî, 1/342 vd.; İbni Kesîr, 1/129-130.
[256] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/206-208.
[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/208.
[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/208-209.
[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/210.
[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/210-211.
[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/211.
[262] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/211.
[263] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/211-212.
[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/212.
[265] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/213.
[266] Cassâs, Ahkamü'l- Kur'ân, 1/43.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/213-214.
[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/214-215.
[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/215.
[269] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/215-217.
[270] Kurtubî, 11/44-47; İbni Kesîr, 1/145-147; Zemahşerî
1/231; el-Bahru'l-Muhît, 1/327.
[271] Bunlar Şâfiîlerden Ebu Ca'fer el-Esterâbâdî,
Hanefi'lerden Ebu Bekir er-Râzî, Zahirî İbni Hazm ve bir grup ilim adamıdır.
[272] İbn Kesir, 1/145.
[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/217-219.
[274] İbn Kesir, 1/144.
[275] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/219.
[276] Cass&s, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/49.
[277] Kurtubî, 11/47.
[278] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/48.
[279] Bu hadisi Tirmizî, Cündeb (r.a.)'den rivayet etmiştir.
Fakat hadis pek kuvvetli değildir. Onu tek başına İsmail b. Müslim rivayet
etmiştir ki, zayıf bir râvidir.
[280] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/50 vd.; Kurtubî, 11/47.
[281] İbnu'l-Arabî,AAMmu7-.Ku7-aM, 1/128; İbni Kesîr, 1/148.
[282] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/219-222.
[283] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/223.
[284] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/223.
[285] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 18. Dikkat edilecek
olursa el-Vâhidî eserinde "Sa'd b. Ubâde" adını zikretmektedir.
Müfessirlerin kabul ettiği görüş ise bunun, "Sa'd b. Muaz" olduğudur.
[286] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/223-224.
[287] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/224-225.
[288] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/225-226.
[289] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/227.
[290] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/227-228.
[291] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/228-229.
[292] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/229-231.
[293] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/231-232.
[294] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/232-234.
[295] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/234-235.
[296] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/236.
[297] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/236.
[298] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/237.
[299] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/237.
[300] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve el-Ebedü'l-Müfred
kitabında Buhari, Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.
[301] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/238-239.
[302] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/240.
[303] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/241.
[304] Bahru'l-Muhit, 1/350.
Vehbe
Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/241-242.
[305] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/242-243.
[306] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/243-244.
[307] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/245.
[308] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/245-246.
[309] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/246-247.
[310] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/247
[311] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/247.
[312] İbnü'l-Arabî, Ahkamü'l-Kur'ân, 1/35.
[313] İbni Kesir, 1/157 vd.
[314] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/247-249.
[315] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/249.
[316] Kurtubi, 11/80-81.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/249-250.
[317] Kurtubi, 11/80-81.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/250.
[318] Kurtubi, 11/80-81.
[319] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/250.
[320] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/251.
[321] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/251.
[322] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/251.
[323] Kurtubi, 11/92; İbni Kesir, 1/161.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/252.
[324] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/252-254.
[325] Cassâs, Ahkâmu'I-Kur'ân, 1/65.
[326] Kurtubî, 11/86-87.
[327] Kurtubî, 11/88.
[328] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/254-257.
[329] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/258.
[330] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/258.
[331] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/259.
[332] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/259.
[333] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/259.
[334] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/260-261.
[335] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/261-263.
[336] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/264.
[337] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/265.
[338] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/266.
[339] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/266-267.
[340] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/267.
[341] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/267.
[342] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/268-270.
[343] İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/38-39.
[344] Kurtubî, 11/109 vd.
[345] Az önce bu şekilde namaz kılmanın İmam Şafiî'nin
görüşüne göre batıl olduğu belirtilmişti ki doğrusu budur. Burada gözden kaçmış
bir hata vardır. (Ek. Nevevî, el-Mecmu, Cidde, tarihsiz, III/199) [Çeviren].
[346] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/270-274.
[347] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/275.
[348] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/275-276.
[349] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/276.
[350] Hadisi, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.
[351] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/276-277.
[352] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/278-279.
[353] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/280.
[354] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/280-281.
[355] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/281.
[356] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/281-282.
[357] Kurtubî, 11/135. Ancak daha sahih olan -ileride Sâffât
suresinde de geleceği gibi-boğazlanması emredilenin Hz. İsmail olduğudur.
[358] el-Bahru'l-Muhît, 1/399.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/282-283.
[359] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/284-285.
[360] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/285.
[361] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/286.
[362] Kurtubî, 11/140.
[363] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/286-288.
[364] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/84.
[365] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, 1/48.
[366] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/288-290.
[367] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/291.
[368] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/291.
[369] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/292.
[370] Zemahşerî, 1/241; el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 22;
Kurtubî, 11/144.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/292.
[371] Zemahşerî 1/242.
[372] el-Bahru'l-Muhît, 1/416.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/292-294.
[373] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/294-295.