BAKARA SÛRESİ 8

Sûrenin Muhtevası: 8

Sûrenin İsmi: 9

Fazileti: 9

Müminlerin Nitelikleri Ve Takva Sahiplerinin Mükâfatı 9

İ'râb: 9

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 10

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Kâfirlerin Nitelikleri 11

İ'rab: 11

Belagat: 12

Kelime ve İbareler: 12

Önceki Ayetlerle İlişkisi Ve Nüzul Sebebi 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Münafıkların Nitelikleri -I- 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14

Münafıkların Nitelikleri -II- 14

Kelime ve İbareler: 15

Açıklaması 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 15

Münafıklaeın Nitelikleri -III- 15

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Nüzul Sebebi 16

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Münafıkların Durumlarını Anlatan Misaller. 17

Belagat: 17

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi 18

Açıklaması 18

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Sadece Allah'a İbadet Ve Bunu Gerektiren Sebepler. 20

I'râb: 20

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Ayetler Arası İlişki 20

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 21

Kur'ân'ın En Kısa Sûresinin Benzerini Meydana Getirmek Üzere İnkarcılara Meydan Okuyuş. 22

İ'râb: 22

Belagat: 22

Kelime ve İbareler: 22

Ayetler Arasındaki İlişki 23

Açıklaması 23

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 23

İman Edip Salih Amel İşleyenlerin Mükâfatı 24

İ'râb: 24

Kelime ve İbareler: 25

Ayetler Arası İlişki 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 26

Kur'an-ı Kerim'de İnsanlara Misal Vermenin Faydası 26

Belagat: 26

Kelime ve İbareler: 26

Nüzul Sebebi 27

Açıklaması 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 28

İnsanı Yaratmak, Öldürmek, Gökleri Ve Yeri Yaratmak Gibi İşlerle Tecelli Eden Allah'ın Kudreti 29

İ'râb: 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 30

Ayetler Arası İlişki 30

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

İnsanın Yeryüzünde Halife Kılınması Ye Ona Dilin Öğretilmesi 32

İ'râb: 33

Belagat: 33

Kelime ve İbareler: 33

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 34

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 35

İmam Tayininin Üç Yolu: 36

Meleklerin Kendisine Secde Etmesi Suretiyle Hz. Âdem'e İlâhî Lütuf 37

Belagat: 37

Kelime ve İbareler: 37

Ayetler Arası İlişki 37

Açıklaması 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Cennette Bulunan Hz. Âdem İle Hz. Havva'ya Karşı Şeytanın Tavrı 39

İ’râb: 39

Belagat: 39

Kelime ve İbareler: 39

Ayetler Arası İlişki 39

Açıklaması 40

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Adem (s.a.) Kıssası: 42

Hz. Âdem Kıssasından Öğüt ve Hikmetler: 43

İsrailoğulları'ndan İstenenler. 44

Belagat: 44

Kelime ve İbareler: 44

Ayetler Arası İlişki 44

Açıklaması 45

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 45

Yahudilerin Kötü Ahlakına Örnekler. 46

İ'râb: 46

Belagat: 47

Kelime ve İbareler: 47

Nüzul Sebebi 47

Açıklaması 47

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

Yüce Allah'ın Yahudiler Üzerindeki On Nimeti 49

İ'râb: 49

Belagat: 49

Kelime ve İbareler: 50

Ayetler Arası İlişki 50

Açıklaması 50

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 51

İsrailoğulları'na Verilen On Nimetten Diğerleri 51

İ'râb: 52

Belagat: 52

Kelime ve İbareler: 52

Açıklaması 53

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 54

Yahudilerin Umutları, Bazı Suçları Ve Cezaları 55

Belagat: 55

Kelime ve İbareler: 56

Açıklaması 56

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 57

Genel Olarak Müminlerin Akıbeti 57

Kelime ve İbareler: 57

Nüzul Sebebi 57

Ayetler Arası İlişki 58

Açıklaması 58

Ayetten Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler. 58

Yahudilerin Birtakım Suçları Ve Cezaları 58

İ'râb: 58

Belagat: 59

Kelime ve İbareler: 59

Ayetler Arası İlişki 59

Açıklaması 59

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

İneği Boğazlama Kıssası 61

Belagat: 61

Kelime ve İbareler: 61

Ayetler Arası İlişki 62

Kıssanın Sebebi 62

Açıklaması 62

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 63

Yahudilerin Kalplerinin Katılığı 64

Belagat: 64

Kelime ve İbareler: 64

Açıklaması 64

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 65

Yahudilerin İmana Gelmelerinin Zor Olması 65

Belagat: 65

Kelime ve İbareler: 65

Nüzul Sebebi 66

Açıklaması 66

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 67

Yahudi Hahamlarının Tahrif Ve İftiraları 68

I'râb: 68

Belagat: 68

Kelime ve İbareler: 68

Nüzul Sebebi 69

Açıklaması 69

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 70

Yahudilerin Ahitlerine Aykırı Davranmaları 71

Kelime ve İbareler: 71

Ayetler Arası İlişki 71

Açıklaması 71

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 71

Yahudilerin Sözlerine Aykırı Birtakım Halleri 73

Belagat: 73

Yenilenip Duran Tarihi Gerçek: 73

Açıklaması 73

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 74

Peygamberlere Ve Allah Tarafından İndirilen Kitaplara Karşı Yahudilerin Tavrı 75

I'râb: 75

Belagat: 75

Kelime ve İbareler: 75

Nüzul Sebebi 76

Açıklaması 76

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 77

Allah'ın İndirdiklerini İnkar Etmeleri Ve Peygamberleri Öldürmeleri 77

İ'râb: 77

Belagat: 77

Kelime ve İbareler: 78

Açıklaması 78

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 78

Tevrat'a İman Ettikleri İddialarının Yalanlanması 79

Belagat: 79

Kelime ve İbareler: 79

Açıklaması 79

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 80

Yahudilerin Hayata Tutkunluğu. 80

Belagat: 80

Kelime ve İbareler: 80

Nüzul Sebebi 80

Açıklaması 81

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 81

Yahudilerin Cebraile, Diğer Meleklere Ve Peygamberlere Karşı Tavırları 82

İ'râb: 82

Belagat: 82

Nüzul Sebebi 82

Açıklaması 83

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 84

Yahudilerin Kur'an'ı İnkar Etmeleri Ve Ahitlerini Bozmaları 84

Belagat: 84

Kelime ve İbareler: 84

Nüzul Sebebi 84

Ayetler Arası İlişki 85

Açıklaması 85

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 85

Yahudilerin Büyücülük, Gözbağcılık Ve Tılsımlarla Uğraşmaları 85

Belagat: 86

Kelime ve İbareler: 86

Nüzul Sebebi 86

Ayetler Arası İlişki 87

Açıklaması 87

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 88

Büyünün Hükmü: 89

Peygamberlerin Mucizeleri İle Büyü Arasındaki Fark: 89

Peygamber (S.A)'e Hitabın Edebi Ve Peygamberlik.. 91

Belagat: 91

Kelime ve İbareler: 91

Nüzul Sebebi 91

Açıklaması 91

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 92

Şer'î Hükümlerin Neshedilmesi 93

Belagat: 93

Kelime ve İbareler: 93

Nüzul Sebebi 93

Açıklaması 94

Neshin Meydana Gelmesi: 95

Neshin Türleri: 96

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 97

Kitap Ehli'nin Müminlere Karşı Tavrı Ve Buna Karşılık Verme Şekli 97

Kelime ve İbareler: 97

Nüzul Sebebi 98

Ayetler Arası İlişki 98

Açıklaması 98

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 98

Yahudi Ve Hrıstıyanların Birbirleri Hakkındaki Kanaatleri 99

Belagat: 100

Kelime ve İbareler: 100

Nüzul Sebebi 100

Açıklaması 100

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 101

Mescitlerde Namaz Kılmayı Engelleyen Zalimin Durumu Ve Herhangi Bir Yerde Namaz Kılmanın Sahih Olması 102

Belagat: 102

Kelime ve İbareler: 102

Nüzul Sebebi 102

Ayetler Arası İlişki 103

Açıklaması 103

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 103

Hata Yoluyla Kabe'den Başka Tarafa Yönelmenin Hükmü: 104

Binek Üzerinde Nafile Namaz Kılmak: 104

Gaibe Namaz Kılmak (Gıyabi Cenaze Namazı): 105

Kur'ân ve Sünnet'te "Allah'ın Vechi" Tabirinden Maksat: 105

Yüce Allah'a Oğul İsnat Etmek Suretiyle Kitap Ehli'nin Ve Müşriklerin İftiraları Ve Allah'ın İnsanlarla Konuşmasını İstemeleri 105

İ'râb: 105

Belagat: 105

Kelime ve İbareler: 105

Ayetler Arası İlişki Ve Nüzul Sebebi 106

Açıklaması 106

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 107

Yahudi Ve Hıristiyanlara Uymaktan Sakındırma. 108

İ'râb: 109

Belagat: 109

Kelime ve İbareler: 109

Ayetlerin Nüzul Sebebi 109

Ayetler Arası İlişki 109

Açıklaması 109

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 110

Nimetin Hatırlatılması Ve Ahiret Korkusu. 111

Açıklaması 111

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 112

İbrahim (A.S.)'in Sınanması, Beyt-i Haramın Özellikleri, Mekke'nin Faziletleri 112

Belagat: 112

Kelime ve İbareler: 112

Nüzul Sebebi 113

Ayetler Arası İlişki 113

Açıklaması 113

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 114

Kabe'nin İnşa Edilmesi Ve Hz. İbrahim İle Hz. İsmail'in Duası 117

Belagat: 117

Kelime ve İbareler: 117

Ayetler Arası İlişki 117

Açıklaması 118

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 118

Hz. İbrahim'in Dininden Yüz Çeviren Akılsızlar. 119

Belagat: 119

Kelime ve İbareler: 119

Nüzul Sebebi 120

Açıklaması 120

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 120

Yahudilerin Hz. İbrahim İle Hz. Yakub'un Dini Üzere Olduklarına Dair İddialarının Çürütülmesi 121

Belagat: 121

Kelime ve İbareler: 122

Nüzul Sebebi 122

Açıklaması 122

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 123

İman Boyası, İmanın Nepislerdeki Etkisi Ve Yalnızca Yüce Allah'a Kulluk.. 124

I'râb: 124

Belagat: 125

Kelime ve İbareler: 125

Nüzul Sebebi 125

Açıklaması 125

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 126


Rahman ve Rahim Olan Allah'ın Adıyla

 

BAKARA SÛRESİ

 

(Veda Haccında Mina'da nazil olan 281. ayeti dışında Medine'de inmiştir 286 ayettir.

Medine'de inen ilk suredir.)

 

Sûrenin Muhtevası:

 

Bakara sûresi Kur'an-ı Kerim'deki en uzun sûredir. Medine'de inmiştir. İk-rime der ki: "Medine'de inen ilk sûre Bakara süresidir." [1] Bu sûre de Medi­ne'de inmiş diğer sûreler gibi, yeni Medine toplumunda Müslümanların hayatı­nı düzenleyici yasamalara önem verir. O yeni Medine toplumu aynı zamanda hem din, hem devletin bir arada olduğu bir toplumdu. Biri ötekinden ayrı de­ğildi. Beden ile ruhun ayrılmazlığı gibi, bir arada idiler. Bu bakımdan Medi­ne'deki yasamalar İslâm akidesini kökleştirmek temeli üzerinde yükseliyordu.

Bu akidenin ilk esası Allah'a ve gayba iman, Kur'an-ı Kerim'in kaynağının Yüce Allah olduğuna, Allah'ın Rasûlüne, önceki Peygamberlere indirdiklerine salih amelin de bu imanın meyvesi olduğuna inanmaktır. Amel insanın namaz aracillğiyle Rabbi arasındaki ilişkisini kurarak ve Allah yolunda infak aracılı­ğıyla toplumsal dayanışmanın esaslarını gerçekleştirerek müşahhas ifadesini bulur.

Akidenin gönüllere yerleştirilip açıklanması, müminlerin, kâfir ve müna­fıkların niteliklerinden söz etmeyi gerektirir. Kurtuluşa nail olacaklar ile yok olacak ve helak olacak kimseler arasında bir karşılaştırma yapabilmek için bu gereklidir. Aynı zamanda yaratmanın başlangıcı, insanların atası Hz. Adem'in, meleklerin kendisine secde etmesiyle şereflendirilmesi, cennette kendisi ile ha­nımı arasında meydana gelenlerin birtakım sonuçlar doğurması, ondan sonra da yeryüzüne iniş gibi hususları söz konusu ederek yüce Allah'ın kudretinden de söz etmeyi gerektirmektedir.

Yüce Allah'ın müminleri uyarıp sakındırması, bu sûrenin üçte birinden fazla bir bölümünde İsrailoğullan'ndan söz etmeyi gerektirmektedir. İsrailo-ğulları'na dair bu anlatılanlar 47. ayet-i kerime ile başlamakta, 123. ayet-i ke­rimeye kadar devam etmektedir. Onlar Allah'ın nimetine karşı nankörlük etti­ler. Firavun'dan kurtulmalarını gereği gibi değerlendiremediler. Buzağıya tap­tılar. Hz. Musa'dan inat, hakkı inkâr ve meydan okumak anlamlarını ifade edecek birtakım taleplerde bulundular. Maddî isteklerinin gerçekleştirilmesine rağmen, Allah'ın ayetlerini yine de inkâr ettiler, haksız yere Peygamberleri öl­dürdüler, verdikleri ahid ve sözlerde durmadılar. İşte bütün bunlardan dolayı üzerlerine Allah'ın lanetinin ve gazabının indirilmesini hâkettiler. Allah onları zelil kıldı, rahmetinden uzaklaştırdı, kovdu.

Sûre, Kitap Ehli'ne hitaptan sonra Kur"an ehlini muhatap alır. Bu hitabı esnasında Hz. Musa ile Hz. Muhammed'in kavmi arasında ortak özellikler olan Hz. İbrahim'in soyundan gelmek, onun fazilet ve üstünlüğünü ittifakla kabul etmek hususları hatırlatılmakta, kıble ile ilgili ayrılıkçı iddiaların tümü redde­dilmekte, dinin en büyük esası olan ulûhiyetin tevhidini, kulluğu yaratıcıya tahsis etmek, yüce ilaha, vermiş olduğu hoş ve güzel rızıklardan faydalan^ zo­runlu hallerde haramların mübahlığı gibi hususlara karşılık yalnızca ona şük­retmek suretiyle, dinin en büyük esası olan O'nun ulûhiyetini gereken şekilde açıklamaktadır. Birr'in (iyiliğin) esaslarını da "...birr değildir." (Bakara, 2/177) ayeti ile açıklamaktadır.

Daha sonra sûre, iman eden müminler için İslâmî teşriin esaslarını ibadet ve muamelât çerçevesinde ele almaktadır. Namaz kılmaktan zekât ver­meye, ramazan orucunu tutmaya, Beytullahı haccetmeye, Allah yolunda cihad etmeye, savaş hükümlerini düzenlemeye, dinî zamanlama (takvim) hakkında kamerî ayları esas almaya, Allah yolunda infak etmeye -çünkü helak olmak­tan korunmanın aracıdır-, anne baba ve yakınlara vasiyette bulunmaya, nafa­kada hak sahiplerini açıklamaya, yetimlere karşı iyi davranıp onlara destek olmaya, evlilik, boşanma, süt emme, iddet bekleme, kadınlardan îlâ yapmaya dair aile ile ilgili durumları düzenlemeye, lağv yemininden sorumlu olmama­ya, büyünün haram kılınmasına, haksız yere öldürmeye, öldürmelerde kısasın gereğine, insanların mallarını batıl yollarla yemenin haram olduğuna, şara­bın, kumarın ve faizin haram olduğuna, ay halinde ve ekim yeri ve neslin ya­tağı olan yerden başkasından yani arka yoldan kadınlara yaklaşmanın haram olduğuna kadar...

Sûre akide ve ulûhiyetin sırları hakkında büyük bir ayet-i kerime de ihti­va etmektedir ki, bu da Âyete'l- Kürsî'dir. Ayrıca bu sûre, Kur'an-ı Kerim'in son nazil olan buyruğu ile o korkunç kıyamet gününden sakındırmaktadır. Söz ko­nusu ayet-i kerime şudur: "Kendisinde Allah'a döndürüleceğiniz, sonra herkese kazandığının tamamının verileceği ve onlara hiçbir şekilde zulm olunmayacağı birgün (olan kıyamet gününjden korkunuz" (Bakara, 2/281).

Bu sûre aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'deki en uzun ayet-i kerime olan "deyn (borçlanmak)" ayetini de ihtiva etmektedir. Bu ayet-i kerime sözleşmele­ri yazmak, şahit tutmak, şehadette bulunmak, erkek ve kadınların şahitlikleri­nin hükümleri, rehin, emanetin yerine getirilmesinin gereği, şahitliğin gizlen­mesinin haram olduğu gibi hükümleri de açıklamaktadır.

Sûre tevbe, Allah'a dönmek, kolaylık ve hoşgörü talebini ihtiva eden, zor­lukların, ağır yüklerin kaldırılması talebini ve kâfirlere karşı zafer niyazını ih­tiva eden çok büyük bir dua ile sona ermektedir.

Sûre bütünüyle müminler için dosdoğru bir yoldur. Bu onların nitelikleri ile onlara karşı çıkan kâfir ve münafıkların niteliklerini açıklayarak, özel ve genel hayata dair yasama yöntemlerine açıklık getirerek sonunda da yüce Al­lah'a sığınarak iman üzere sebat etmek, ona devamlı dua ederek ilâhî bağış, lü­tuf, yardımını istiyerek, Allah'ın ve insanlığın düşmanlarına karşı zaferi ger­çekleştirme talebiftîlç bulunarak, müminler için dosdoğru bir yolu göstermekte­dir.

Sûrenin direktifleri arasında şunlar da vardır: Dünya ve âhirette mutlulu­ğun kaynağı ancak dine tabi olmaktır. Dinin de üç esası vardır. Bunlar Allah'a ve Rasulüne iman, ahiret gününe iman ve salih amel işlemektir. Genel olarak velayetin (dostluk ve bağlılık duygusunun) iman ve istikamet ehline olması ge­rekir. Fakat dine girmek üzere zorlamak da yasaktır. [2]

 

Sûrenin İsmi:

 

Bu sûreye "Bakara sûresi" adı verilmesi, Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na verdiği bir inek kesme emrinin sözkonusu edildiğinden dolayıdır. Bu emrin ve­riliş sebebi ise öldürülen kişiye bir parçası ile vurmak suretiyle ölünün katilini açığa çıkarmaktı. O kişi Allah'ın izniyle dirildi. Katilinin kim olduğunu onlara bildirdi. Sözü geçen bu kıssa sûrenin 67. ayet-i kelimesiyle başlamaktadır. Gerçekten de insanın duygularını harekete getiren bir kıssadır. Onu dinleyen hayrete düşer ve kıssayı sonuna kadar ilgiyle takip eder. [3]

 

Fazileti:

 

Bu sûrenin fazileti çok büyüktür. Bu sûreye "Kur'an'ın fustâtl (en büyük otağı)" adı verilir. Bunun sebebi ise sûrenin azameti, göz kamaştırıcılığı ve öğütlerinin çokluğudur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Evlerinizi mezar­lara çevirmeyiniz. Şüphesiz şeytan içinde Bakara Sûresinin okunduğu evden nefretle kaçar"[4]. Yine Hazreti Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bakara sûresi­ni okuyunuz. Çünkü o sûreyi okumak bir bereket, onu terketmek ise bir hasrettir, ziyandır). Bâtılcılar (sihirbazlar) onun altından kalkamazlar" [5] el-Bustî'nin Sahih'inde Sehl b. Sa'd'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir. Resulullah (s.a.) bu­yuruyor ki: "Şüphesiz ki her şeyin bir zirvesi vardır. Kur'an-ı Kerim'in zirvesi ise Bakara süresidir. Geceleyin bu sûreyi evinde kim okursa, üç gece süreyle şeytan onun evine girmez. Gündüzün onu okuyan kimsenin de üç gün süre ile şeytan evine girmez." [6]

 

Müminlerin Nitelikleri Ve Takva Sahiplerinin Mükâfatı

 

1-Elif, Lâm, Mim.

2- İşte bu Kitap; Onda hiçbir şüphe yoktur- Takva sahipleri için bir hidayettir.

3- Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.

4 " Ve onlar sana indirilene de senden önce indirilene de yakînen [kesin olarak| inamrlar-

5. işte onlar rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler.

 

İ'râb:

 

"Elif, Lâm, Mim". Mebnî ve mu'reb olmayan Mukatta Harflerdir. Sûrelerin başlarında yer alan diğer hecâ (alfabe) harfleri de böyledir.

"İşte bu kitap" buyruğu, işte bu o kitaptır ki... takdirindedir. "Kitap" keli­mesi "işte bu"dan bedeldir. "Onda hiçbir şüphe yoktur". Onun hakkında şüphe­nin asla söz konusu olamayacağı belirtilmektedir.

"Onlar gayba inanırlar". Bu takva sahiplerinin bir özelliğidir. [7]

 

Belagat:

 

"İşte bu kitap" yakında bulunan bir şeye uzakda bulunan için kullanılan işaret zamirini kullanmak suretiyle bu kitabın şanının yüceliğine dikkat çekil­mektedir.

"Takva sahipleri için bir hidâyettir". Bu mürsel veya aklî bir mecazdır. Hi­dayet Kur'an-ı Kerim'e isnad edilmiştir. Çünkü o, hidayetin sebebidir. Hakikat­te hidâyet veren ise Yüce Allah'tır.

"İşte onlar Rablerinden bir hidayet üzeredirler ve onlar felaha erenlerin ta kendileridirler!" buyruğu takva sahiplerinin haline gereken önemin gösterildiğini belirtmek içindir. "Onlar" buyruğu da hidâyetin onlara münhasır olduğunu ifade etmektedir. [8]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kitap" Kur'an-ı Azimüşşandır. "İşte bu kitap;" buyruğu hakkında müfes-sirler genel olarak şöyle demiştir: Yüce Allah'ın uzak için kullanılan zamiri kullanarak: "şu kitaptır" diye buyurması, "bu kitap" anlamındadır.

"Onda hiç bir şüphe yoktur". Onun Allah tarafından geldiğinde şüphe yoktur. "Takva sahipleri için bir hidâyettir." Kendilerini zararlı şeylerden, ilahi yasaklardan koruyan bütün yasak ve haramlardan uzak duran kimseler için doğru yol rehberidir.

İman: Şuurlu şekilde kesin ve tereddütsüz kabul etmek demektir. Amel onun varlığının delüidir. Gayb: Hesap, ceza, cennet cehennem ve bunlara ben­zer insan için görülmeyen şeylerdir. "Namazı dosdoğru kılmak" ikame etmek; şart ve rükünleri ile eksiksiz bir şekilde onu yerine getirmek demektir. Yakın: Kesin inanmak: En ufak bir şüphe dahi sözkonusu olmayacak şekilde inanmak demektir. İlmin hakikati işte budur. [9]

 

Açıklaması

 

Besmelenin anlamı bu sûrede bulunan her şeyin Allah'tan olduğunu, in­sandan olmadığını ilan etmektir. Allah bu sûreyi rahmetiyle insanları dünya ve ahirette hayır ve mutluluğa iletmek için indirmiştir. Şüphesiz ki besmele Mushafa Kur'an-ı Kerim'in dışında herhangi bir şeyi yazmamak için özel bir gayret gösteren Ashâb-ı Kiram'm icmâı ile Kur'an-ı Kerim'den bir ayettir.

Şanı yüce Allah, bu sûreye mukatta harflerle başlamaktadır. Bundan gaye Kur'an-ı Kerim'in niteliğine dikkat çekmek, onun i'câzına işaret etmek ve sü­rekli olarak onun en kısa bir sûresinin benzerini getirmek hususunda insanla­ra meydan okumak, insan kelâmı olan hiç bir şeyin boy ölçüşemiyeceği bir söz olan Allah'ın kelâmı olduğunu kesin olarak ispat etmektir. Şanı yüce Allah bu­nunla Kur'an-ı Kerim'in nazil olduğu Araplara şöyle diyor gibidir: Bu her Ara-bın konuşurken kullandığı alfabe harflerinden oluşan AfâpÇa bir SÖZ Oİduğlİtia göre onun benzerini getirmekten -insan sözü olduğuna inanıyorsanız- nasıl olur da âciz kalırsınız?. Bu böyle olmakla birlikte sizler onunla boy ölçüşemez-siniz. Kur'an-ı Kerim'in i'câzını açıklamak için bu harflerin zikredildiğini söyle­yen muhakkik ilim adamlarının görüşü işte budur. [10]

Zemahşerî der ki: Bütün bu mukatta' harfler Kur'an-ı Kerim'in başında bir defa vârid olmamış meydan okuma ve ikazın tesirini artırmak için defalar­ca tekrar edilmişlerdir. Tıpkı bir kıssanın defalarca tekrar edilmesi ve açıktan açığa bir kaç yerde Kur'an'ın benzerini meydana getirmeleri için meydan oku­manın tekrarlanması gibi. [11]

"Elif, Lâm, Mim" in mukatta harflerden oluştuğunun delillerinden birisi de Peygamber (s.a.)'in şu buyruğudur: "Her kim yüce Allah'ın Kitab'ından bir harf okursa onun için bir hasene vardır. Bir hasene ise on katı iledir (On kat fazlasıyla mükâfat görür). Ben sizlere: Elif, Lâm, Mim, tek bir harfdir, demiyo­rum. Fakat Elif bir harf, Lâm bir harf ve Mim de bir harfdir." [12]

Daha sonra yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in üç özelliğini dile getirmektedir:

1- Bu kitap, ihtiva ettiği anlam, maksat, kıssa, ibret ve nakzedilmesi kabil olmayan yasamayla ilgili hükümleri ile kapsadığı her şeyde mükemmel ve ek­siksiz bir kitaptır.

2- Dikkatle bakan ve gönlüyle ona kulak veren kimse için Kur'an'ın Al­lah'tan gelmiş bir hak olduğunda hiç bir şüphe yoktur.

3- Bu kitap, takva sahibi müminler için hidayet ve doğru yolun kaynağı­dır. O takva sahipleri Allah'ın emirlerini yerine getirerek, yasaklarından sakı­narak Allah'ın azabından korunan kimselerdir; dolayısıyla bu kitaptan yarar­lanabilecek olanlar da onlardır.

Daha sonra Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'den yararlanan takva sahiplerinin dört ayrı niteliğini açıklamaktadır. Bu takva sahipleri Kur'an-ı Kerim'in haber vermiş olduğu öldükten sonra diriliş (haşr), hesap, sırat, cennet, cehennem ve buna benzer gaybî şeyleri tasdik eder ve iman ederler. Onlar aklın yaklaşık bir şekilde idrak etmiş olduğu maddî ve duyularla hissedilen şeylerin sınırında du­rup kalmazlar; ayrıca ruh, cin ve melek gibi ve başta Allah'ın varlığı ve vahda­niyeti olmak üzere maddenin ötesindeki evrenleri de idrak ederler.

Diğer taraftan bunlar şart, rükün, âdâb, huşu ile en mükemmel şekliyle namazı eda ederler. Çünkü hususuz ve ayetlerinin üzerinde tefekkür etmeksi­zin okunan Kur'an-ı Kerim, Allah'a karşı haşyet duymaksızın kılınan bir na­maz ruhsuz bir ceset gibidir.

Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de zekât, sadaka ve şer’an farz olan diğer nafakalar gibi malî harcamaları iyilik ve ihsan yolunda yapmalarıdır. Böy­lelikle toplum maddi açıdan bir rahatlığa kavuşur, mallar çeşitli şüphelerden te­mizlenir, şer'an arzulanan yapı tamamlanmış olur; dinin direği olan namaz ile ferdin yapısı, zekât ve buna bağlı olan şeylerle de toplumun yapısı. İşte bunlar ilerlemenin, hayatm gelişmesinin, ümmetin mutluluğunun temelidir. Ayet-i keri­me, Resulullah (s.a.)'ın olacağını haber verdiği her türlü gaybî haberi kapsayan genel bir ifade taşımaktadır. Yine ister farz olsun, ister nafile olsun, bütün na­mazlar ve her türlü nafaka hakkında genel (umumî) bir karakter taşımaktadır.

Bu takva sahiplerinin bir diğer özelliği de Peygamber Muhammed (s.a.)'e ve diğer peygamber ve rasullere indirilen her şeyi tasdik etmeleridir. Onlar ay­nı şekilde en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın ahireti de ve onun kapsamı­na giren ruh ve cesetlerin bir arada kabirlerden diriltilmesi, hesap, ceza, mî-zân, sırat, cennet, cehennem gibi diğer hususlara da kesinlikle ve en ufak bir şüphe sözkonusu olmaksızın, tam bir tasdik ile tasdik eder ve doğrularlar.

Sözü geçen gayba gerçek anlamıyla iman, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek, ahiret gününe inanmak, Kur'an'a ve ondan önce indirilmiş bulunan ki­taplara (Tevrat, İncil, Zebur ve sahifelere) iman etmek niteliklerine sahip olan bu kimseler, evet işte bunlar, Rablerinden gelen bir nur, bir hidayet üzeredir­ler. Allah katında çok yüksek bir makamın sahibidirler. Ebedîlik yurdu olan cennetlerde üstün derecelerle umduklarına nail olacak kimseler bunlardır. [13]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İşte müminlerin hayatta izledikleri yöntem ve İslâmî hayattaki nitelikleri şunlardır: Kendilerine malum olmayan gaybın bütününe kesin bir iman; Yüce Allah'ın zatı, meleklerin varlığı, ahiret yurdu gibi Kur'an-ı azîm'in haber verdi­ği şeylere iman. Ayrıca imanın salih amel ile bir arada bulunması lazımdır. Bu salih ameller, namazı dosdoğru kılmak, cihad uğrunda Allah yolunda infak et­mek, fakir ve muhtaçlara yardımcı olmak ve nafile sadaka, aileye, çocuğa, ak­rabalara farz olan nafakayı vermektir. Allah'ın indirdiklerine iman parçalan­ma kabul etmez; o bakımdan Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de indirdiği her şe­ye tafsili bir şekilde iman ile daha önce indirilmiş semavî kitap ve sahifelere ic-mâlî iman mutlaka gereklidir. Bununla birlikte imanda yakîn olmadıkça mute­ber olmayacağı da bilinmelidir.

Ayeti kerimeler bizi takvaya da yönlendirmektedir: Takva, dine aykırı ha­reket etmekten korkmaktır. Hertürlü hayır takvada toplanmıştır. Allah'ın ön­cekilere de sonrakilere de vasiyeti, emri budur. Ebû'd Derdâ'nın da söylediği gi­bi, insanın elde edebileceği en hayırlı şey takvadır.

Sözü geçen bu müminlerin niteliklerine sahip olan kimseye Kur'an-ı Ke­rim bir hidayet olur. Yani Kur'an-ı Kerim müminin bütün amel ve hallerinde yol gösterici ve önderidir. Onun gösterdiği yoldan asla sapmayan bir kimse, ahiret yurdunda kurtuluşunu dünyada da mutluluk ve huzurunu teminat altı­na alır. Cumhura göre, burada kendilerine işaret edilen müminlerdir. Her iki yerde de (üç ve dördüncü ayetlerde) onlardan söz edilmektedir. Onlara işaretin tekrar edilmesi, hidayet üzere olmaları ve felaha kavuşmaları için bu iki ayette sözü geçen niteliklerin bulunması gerektiğidir: Mücahid der ki: Bakara sûresi­nin baş tarafından dört ayet-i kerime müminlerin nitelikleri, iki ayet-i kerime kâfirlerin nitelikleri, onüç ayet-i kerime de münafıkların nitelikleri hakkında­dır. [14]

 

Kâfirlerin Nitelikleri

 

 6- Gerçekten o inkâr edenleri inzar etsen de (uyarsan da) etmesen de birdir;  iman etmezler.

 7- Allah kalplerine de kulaklarına da  mühür vurmuştur; gözlerinin üzerine  de perde çekmiştir. Onlar için büyük bir azap da vardır.

 

İ'rab:

 

"Gerçekten o inkâr edenleri inzar etsen de etmesen de birdir" buyruğunun takdiri ifadesi şöyledir: İster uyarılsınlar, isterse de uyarılmasınlar, inkâr edenler için durum aynıdır, fark etmez. Burada "kulak" lannın teklik şekliyle gelip "kalpleri" ve "gözleri" kelimeleri gibi çokluk gelmemesi ya "(kulak anlamı­nı verdiğimiz aslında işitmek anlamına gelen) "sem" kelimesinin az hakkında da çok hakkında da kullanılan bir cins isim hükmündeki masdar olduğundan dolayıdır veya çokluk lafzına bir muzaf takdiri dolayısıyladır. Yani "işitmeleri­nin yerleri olan kulakları üzerinde" demektir. Ya da çokluğa izafe edildiğinden dolayı, teklik olan lafızla yetinilmiştir ki böyle bir şey, genellik ifade eder ki bu da zaten çokluk ifade edilir. [15]

 

Belagat:

 

"O inkar edenleri inzar etsen de etmesen de onlar için birdir" buyruğu ile kâfirlerin iman etmelerinden yana ümit kesilmektedir. Buna sebep ise onların iman istidadına sahip olmayışlarıdır.

"Allah kalplerine... mühür vurmuştur" buyruğu, açık istiare (istiare-i mu-sarraha) dir. Onların kalpleri haktan yüz çevirdiğinden dolayı ağzı mühürlen­miş bir kaba benzetilmektedir. "Mühür" kelimesinin istiare yoluyla kullanılma­sı, açık istiare şeklindedir. Çünkü kendisine benzetilen açıkça zikredilmiş, ben­zeyen, benzeme edatı ve benzeme yönü söz konusu edilmemiştir.

"Onlar için büyük bir azap vardır". Burada azabm belirtisiz (lam-ı tarifsiz) gelmesi, azabın büyüklüğünü ve dehşetini ifade etmek içindir. Bununla birlikte daha sonra yüce Allah'ın onu "büyük" sıfatı ile nitelemesi, kemmiyet ve keyfiyet itibariyle büyüklüğün en ileri derecede olduğunu göstermektedir. Bu azap verdi­ği acı bakımından son derece şiddetli olmasının yamsıra çok uzun sürelidir. [16]

 

Kelime ve İbareler:

 

Küfür: Bir şeyi gizlemek ve örtmektir. Kâfir olan (inkâr eden) bir kimse gerçeğin üzerini örtmüş, Allah'ın, üzerindeki nimetini gizlemiştir. Kur'an-ı Ke-rim'e iman etmeyen herkes kâfirdir.

İnzâr: İşin akibetini bildirerek korkutmaktır.

"Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur". Mühürle kalpleri­nin üzerlerini mühürlemiştir. Maksat, kalplerinin kapatılmış olduğunu, onlara iman ve nurun girmediğini anlatmaktır.

"Perde çekmek" örtüp gizlemek anlamındadır. Maksat onların Allah'ın ayetlerine bakmayıp görmezlikten gelmeleridir. [17]

 

Önceki Ayetlerle İlişkisi Ve Nüzul Sebebi

 

Yüce Allah müminlerin durumlarını açıkladıktan sonra bu ayet-i kerimeyi iman ehliyle küfür ehli arasında bir karşılaştırma yapmak üzere getirmiştir. Çünkü küfür imanın zıddıdır, müminler kurtuluşa erenler, kâfirler ise cehen­nem ateşinde ebedî kalmak üzere helak olanlardır.

Konu ile ilgili sahih rivayete göre ayetin nüzul sebebi şudur: Taberî'nin İbni Abbas'tan ve el-Kelbî'den rivayetine göre bu iki ayet-i kerime, Huyey b. Ahtab, Ka*b bin Eşref ve benzeri Yahudilerin ileri gelenleri hakkında nazil ol­muştur.[18]

 

Açıklaması

 

Allah'ın ayetlerini inkâr edip kâfir olanları, Kur'an-ı Kerim'i ve Muham-med'i (s.a.) yalanlayanları uyarmak veya uyarmamak fark etmez, kalpleri bu uyarıdan dolayı etkilenmez. Çünkü kalpleri îlahî nurun erişmesine imkan ver­meyecek şekilde örtülüdür. O kalplerde iman nuru parlamaz. Çünkü onlar hakka karşı, Allah'ın ayetlerine karşı görmezlikten gelmişlerdir. Hidayet ve öğüdün etkileri onlara ulaşmaz. Çünkü onlar bilmenin, düşünmenin, tefekkü­rün, işitme ve görme duyularını kullanmanın bütün yollarını işlemez hale ge­tirmiş, bunun sonucunda hakkı görmez duruma düşmüşlerdir. O bakımdan hakka uymazlar. Hakkı işitmezler, onu anlamazlar. Dolayısıyla onların cezaları da -Yüce Allah'ın ayetlerini yalanlamalarından dolayı- sonu gelmez, çok çetin büyük bir azaptır.[19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime Peygamberi (s.a.) kavminin onu yalanlamasına karşı teselli etmektedir. O bakımdan onlar için hasret çekmek, iman etmelerini um­mak gereksizdir. Onların bu durumları dolayısıyla Hz. Peygamberin kınanma­sını gerektiren bir husus da yoktur.

Kalplerin üzerine mühür vurulması, hakkı anlamamak anlamındadır. Ku­laklara ve gözlere perde çekilmesi de, kendilerine okunması halinde Kur'an-ı Kerîm'i kavrayamamaları veya Allah'ın mahlukatı üzerinde dikkatle düşünme­meleri ya da yüce Allah'ın vahdaniyetini kabul etmeye çağrıldıkları vakit, iman etmemeleri anlamındadır. Bütün bunlar ise onların küfür ve inkarların­dan dolayıdır. Yoksa, Kur'an-ı Kerim, Hz. Muhammed veya herhangi bir kimse­nin onların hidayeti bulamamasında bir kusuru yoktur. Bütün bunların sebebi bizzat kendileridir. Hakka inanmak ve gereğince amel etmek hususunda sağ­lıklı bilgi yollarını kullanmaktan yüz çevirenler kendileridir.

Kalpler, gözler ve kulaklar için mühür vurma tabirinin kullanılması, kü­für ve inkarın kalplerinde iyice yer ettiğini göstermektedir. O kadar ki bunlar imanın ve onun güzelliklerinin delilleri üzerinde düşünüp tefekkür etmeye kendilerini ileten sebep ve bunu gerektiren hususları elden kaçırmış bunun so­nucunda da inkar ve isyanı alışkanlık edinmiş bir hale gelmişlerdir. Kalpleri­ne, kulaklarına ve gözlerine mühür vurulmasının Yüce Allah'a isnat edilmesi, Allah'ın o kişiler ile ilgili sünnetine dikkat çekmek içindir. Yoksa küfür ve inkâ­ra mecbur edildikleri, Yüce Allah'ın onları zorla iman etmekten engellediğini ifade etmek için değildir. Bu küfrü ve küfrün kalplerinde yer etmesi alışkanlık haline gelenler hakkında şanı yüce Allah'ın sünnetinin temsilî bir ifadesidir. Bu ifade ile sanki küfür, onların kalplerine egemen olmuş ve kalplerinin diz­ginlerini elinde tutmuş gibidir. Artık küfürden başka bir yol kalmamış olur. Şa­nı yüce Allah'ın böyle takdir buyurması ise, yardımsız bıraktığı ve sapıklığı içe­risinde terk ettiği kimseler hakkında adaletinin bir tecellisidir. Zira yüce Allah bunu yapmakla o kişinin elde etmesi gereken bir hakkım engellemiş olmuyor. Allah, sadece onlara lütfetmek imkânına sahip olduğu bir şeyi vermemiştir; o kadar.

Bu hususu şu iki ayet-i kerime açıklamaktadır: "Kalplerimiz kılıflıdır, de­diler. Aksine Allah küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir. Onlar ancak çok az iman ederler" (Bakara, 2/88); "Onların çoğunluğu yüz çevirmişlerdir. Onlar işit­mezler. Ve dediler ki: Bizi davet edegeldiğin şeye karşılık kalplerimiz örtülerin içindedir, kulaklarımızda bir ağırlık vardır; bizimle senin aranda da bir perde vardır..." (Fussilet, 41/4-5).

Yine de onlar büyüklenmek ve inatlaşmak suretiyle Allah'ın egemenliği­nin sınırlan dışına çıkamıyorlar. Yüce Allah hidayet ve dalâlet olsun, herşeyin yaratıcısıdır. Küfür ve imanın da yaratıcısıdır. Bu iki yoldan birisini seçen ise insandır. [20]

 

Münafıkların Nitelikleri -I-

 

8- İnsanlardan öyle kimseler de vardır ki mümin olmadıkları halde "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler.

9- Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalı­şırlar. Halbuki onlar kendilerinden başkasını aldatamazlar da farkına var­mazlar.

10-  Kalplerinde hastalık vardır; Allah da hastalıklarını artırdı, yalan söyle­dikleri için de onlara acıklı bir azap vardır.

 

Belagat:

 

"Mümin olmadıkları halde". Daha önce geçen "İnandık derler" buyruğuna uygun düşmesi için daha sonra *Onlar iman etmemişlerdir" denilmesi gerektiği hatıra gelir. Ancak burada böyle denilmeyip "Mümin olmadıkları halde" denil­miştir. Böylelikle fiil yerine isim kullanılarak müminlerin dışına çıkartılmış ve yalanlayıcılıklarındaki aşırılıkları "mü'minûn" lafzının başındaki "bi" harf-i cerri ile pekiştirilmiştir.

"Allah'ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar". Burada temsilî istiare vardır. Onların imam açığa vurup küfrü gizlemeleri şeklinde rablerine karşı takındıkları tutumları, yöneticilerini aldatmaya çalışan yönetilenlerin haline benzetilmektedir.

"Kalplerinde hastalık vardır". Burada kalplerinde bulunan münafıklık ki­naye yoluyla "hastalık" tabiriyle anlatılmıştır. Çünkü hastalık bedenin bozul­masıdır. Münafıklık da kalpteki bozukluktur. [21]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ahiret günü": Haşirden itibaren sonsuza kadar veya cennetliklerin cenne­te cehennemliklerin cehenneme girmelerine kadar uzanan zaman demektir.

Münafıklık: Şerı bir ıstılah olup içinde küfrü gizlediği halde iman sahibi olduklarım söyleyen kimselerin durumlarını ifade eder.

"Hastalık" Burda hastalık kelimesiyle anlatılmak istenen şüphe, münafık­lık, yalanlamak ve inkârdır.

"Allah da hastalıklarını" şüphe ve tereddütlerini "artırdı." [22]

 

Açıklaması

 

İşte bunlar üçüncü sınıf insanlardır. Yüce Allah inkâr edenlerin halini iki ayet-i kerimede münafıkların durumunu da onüç ayet-i kerimede açıklamakta ve bu ayetlerde onların kötülüklerini, hilelerini dile getirmekte, içyüzlerini açıklayarak, yaptıkları işlerin ne kadar gülünç olduğunu dile getirmekte; onla­rı sağır, dilsiz ve kör diye adlandırmakta; onlara dair misaller vermektedir. Çünkü bunlar İslâm için açıktan açığa kâfir olanlardan daha büyük bir tehli­kedir.

Burada sözkonusu edilen münafıkların özellikleri sadece o dönemin değil her dönemde mevcut olan münafıkların özelliklerindendir.

Birinci nitelikleri, kalpleri küfür ve sapıklıkla dolup taştığı halde dil ile iman ettiklerini söylemeleridir. Peygamberlik asrında münafıkların lideri Ab­dullah b. Übey Selûl'ün arkadaşlarının büyük çoğunluğu Yahudiydi. Bunlar mümin olduklarını iddia ediyorlardı. Allah onların bu iddialarını reddetmekte, zahiren mümin olduklarını ileri sürseler dahi gerçekte mümin olmadıklarını ifade buyurmaktadır. Şüphesiz onlar böylelikle Allah'ı aldatmaya çalışan kim­selerin durumuna düşmektedirler. Allah ise onların bu durumlarını bilmekte­dir; bu nedenle onların zararları kâfirlerden daha çoktur. Allah'a ve âhiret gü­nüne iman iddialarında yalancı oldukları için ahirette onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Akıllarının kıtlığı dolayısıyle Yüce Allah'ı aldatacaklarını düşünmüşlerdir. Halbuki Allah aldatılmaktan münezzehtir. Hiçbir şey ona gizli kalmaz. Onların böyle bir işi yapmaya kalkışmaları Allah'ı gereği gibi tanımadıklarını göster­mektedir. Eğer Allah'ı gereği gibi tanımış olsalardı, onun asla aldatılamayaca-ğını da bilirlerdi. Diğer taraftan onların bu aldatmaya çalışmalarının vebali sa­dece kendilerine aittir ve Allah dilediği takdirde iç yüzlerini müslümanlara aç­maya kadirdir.

Bütün bunlarla birlikte Yüce Allah, bunlara İslâmın hükümlerinin uygu­lanmasını emretmektedir. İşledikleri günah türünden bir ceza ile muhatap ol­maktadırlar. Sanki müslümanlar Allah'ın onlar hakkında uygulamak istediği emri yerine getirirken onları -teşbih ve temsilî olarak- aldatıyor gibidir. Böyle­likle asıl aldanan ve aldatılan kimselerin münafıklar olduğuna işaret edilmek­tedir.

Kâfir oldukları halde öldürülmeyişlerinin sebebine gelince; doğrusu -İbnü'1-Arabî'nin de dediği gibi-[23] Peygamber (s.a.) münafıkları öldürmemiştir. Buna sebep onların kalplerini kendisine ısındırmak maslahatı ve insanların İslâmdan uzaklaşmalarını sağlayacak kötü durumların doğması endişesidir. Nitekim Resulullah (s.a.) da bu hususa işaret ederek şöyle buyurmuştur: "Ben insanların, Muhammed (s.a.) ashabını öldürüyor, demelerinden korkuyorum". Bu uygulama, itikadlarının kötü olduğunu bilmekle birlikte, gönüllerini İslam'a ısındırmak arzusuyla müellefe-i kulub'e zekattan pay verilmesini hatır­latmaktadır. [24]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Münafıklık tehlikeli bir hastalıktır Münafıklar içten içe toplumda yara açan, oldukça rahatsız edici bir dikendir. İlk anda akla gelen İslam devletinin onların zararlarından korunması için bu gibi kişilerin kökünün kazınmasıdır. Günümüzde de devletler vatana ihanet edenlere bunu yapmaktadır. Şu kadar var ki, ilâhî vahyin ve semavî teşrî'in oldukça derin etkiler bırakan uzun amaç­lı bir hikmeti vardır. O olayları uzun vadeli olarak değerlendirir. Neticede de insanların kendi kısır bilgi ve hükümlerinin Allah'ın geniş ilmi karşısındaki durumu ortaya çıkar.

Peygamberimiz (s.a.) münafıklardan çok çekmiş, fakat nihayet onlara kar­şı muzaffer olmuştur. Belki de bu, münafıklığın ve Yahudiliğin aynı şey olduğu­nu gösteren en gerçekçi tarihî delillerden birisidir. Çünkü münafıklık gerçek bir korkaklıktan ve karakterdeki bir zaaftan ortaya çıkar. Münafık söz ve fiille­riyle insanlara karşı eğri büğrü davranışlar sergiler. Aslında bala katılmış son derece öldürücü bir zehir olmakla birlikte kendini şirin gösterir.

Ayet-i kerimeler yalancılığın, münafıkların şiarı olduğuna işaret etmekte­dir. Bundan dolayı yüce Allah müminleri yalancılıktan önemle sakındırmakta-dır. Bu yalancılık bir millete yayılırsa mutlaka o toplumda suçlar da artar, adi ve bayağı davranışlar yaygınlık kazanır. Nitekim Peygamber (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Yalan söylemekten çokça sakının. Çünkü yalan imandan uzaktır" [25]

Yalan söylemek, münafıkların şiarı olduğuna göre, açık^sözlülük ve itika­da uygun davranışlarda bulunmak da her türlü şeref ve ikrama layık olan mü­minlerin şiarıdır. Münafıkların özelliklerinden bahsedilmesi, müminlerin ruh­larında büyük bir etki bırakmakta ve bu gibi davranışlarda bulunmama yolun­da bir öğüt haline gelmektedir. Çünkü müminlerin ayırıcı özelliği, hak üzere sebat göstermeleridir. Münafıklar ise münafıklıklarını sürdürüp giderken izle­dikleri bu yola gittikçe daha da sıkı sarılır, imandan ve Kur*an'dan yüz çevirir­ler. Bunun sonucunda da kalplerindeki hastalık artar durur; uyarıcı ve müjde-leyici peygamber onlara geldikten sonra ruhları daralır, bunalırlar. Onun şanı ve şerefi yükselip ona uyanlar artmaya devam ettikçe de kıskançlık ateşi içeri­sinde kendilerini yer bitirirler. [26]

 

Münafıkların Nitelikleri -II-

 

11- Onlara "Yeryüzünde fesat çıkarma­yın" denildiğinde "Biz ancak ıslah edi­cileriz" derler.

12- Dikkat et! Gerçekten onlar, fesatçı­ların ta kendileridirler, fakat farket-mezler.

13- Onlara "İnsanların iman ettiği gibi iman edin" denilince onlar: "Biz de o kıt akıllıların inandığı gibi mi iman edelim?" derler. Dikkat et! Asıl kıt akıl­lılar onların ta kendileridir, fakat bil­mezler.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Fesad çıkarmayın" Fesad, salâhın zıddıdır. Burada murad fesada götü­ren fitneleri çıkartmanın, müminlerin sırlarını, kâfirlere açıklamanın, kâfirleri müminlere karşı kışkırtmanın, Muhammed (s.a.)'e tabi olmaktan onları uzak­laştırmanın, küfre düşmenin ve Allah yolundan alıkoymanın yasaklanmasıdır.

"Biz ancak ıslah edicileriz". Salâh, fesadın zıddıdır. Yani bizim işimiz fesad çıkartmak değil, ıslah etmektir. Bizler ıslah eden, düzelten insanlarız. Liderleri­mize uymak suretiyle hayır ve salah için çalışırız. İşte her dönemdeki fesatçıların durumu budur. Onlar çıkardıkları fesadın bizzat ıslah olduğunu iddia ederler.

"Kıt akıllılar (sefihler)". Zayıf akıllılar, demektir. Burada kasıt bilgisizler ve insanların güçsüz olanlarıdır. Sefihliğin asıl anlamı ise hafifliktir. [27]

 

Açıklaması

 

Münafıklara: "Fitneleri alevlendirmek kâfirler adına casusluk yapmak, Arapları Müslümanlara karşı kışkırtmak suretiyle uygulamaya koyduğunuz son derece kötü ve çirkin planlarınız bir fesattır" denildiğinde: "Hayır! Durum zannettiğiniz gibi değildir. Bizler ancak ıslah eden kimseleriz. Biz ıslahtan baş­ka birşeyin peşinde değiliz" derler.

Şanı yüce Allah fesat çıkartanların ancak kendileri olduğunu belirterek onların bu iddialarını reddetmektedir. Bununla birlikte onlar yaptıkları işin ne kadar tehlikeli olduğunu idrak edememekte ve bu fesadın farkına varamamak­tadırlar. Çünkü fesat artık onların tabî bir karakteri haline gelmiş ve tabiatla­rında yer etmiştir.

Müslümanlar münafıklara değişik vesilelerle nasihatlarda bulunuyor on­ları imana çağırıyorlardı. Doğru yolu gösteren akla kulak veren, doğruluk yolu­nu izleyen kimselerin iman ettiği gibi, iman etmelerini söylüyor; onlara Abdul­lah b. Selâm ve benzerlerini örnek gösteriyorlardı. Münafıklara: "Diğer insan­lar gibi siz de imanın çerçevesine giriniz" denildiğinde, onlar büyüklük taslaya­rak şöyle cevap veriyorlardı: "Köle, fakir gibi, insanlar arasında güçsüz ve bil­gisizlikleri dolayısıyla da akılları kıt olanların iman ettiği gibi biz de mi Kur"ana ve Muhammede iman edelim?"

Halbuki asıl akıllı, önündeki hayır ve nur yolunu görüp de o yolu izleyen kimsedir. Yüce Allah bizzat kendilerinin kıt akıllı olduğunu belirterek cevap vermekte, iddialarını reddetmektedir. Onlar imanı sağlıklı bir şekilde idrak edememekte ve onun gerçek mahiyetini ve etkisini bilememektedirler.

Şuur, gizli olan bir şeyi idrâk etmek anlamına gelmekle birlikte, fesat çı­kartmak hakkında "farketmezler (la yaş'urûn)"; ilim ise vakıaya uygun ve kesin bilgi demek olduğu halde, imanları hakkında da "bilmezler" denilmesinin sebebi şudur: Yeryüzünde fesat çıkartmak, hissedilebilen bir iştir. Onların ise bu fesadı idrak edecek kadar hisleri dahi yoktur. İman ise kalbî bir durumdur. Onu ancak gerçek mahiyetini bilen kimseler idrak edebilir. İman ayrıca yakînî bilgi olma­dıkça gerçekleşmez. İlim bilinen şeyi gerçek mahiyetiyle bilmek demektir. Onla­rın ise imanın gerçeğine ulaşabilmelerini sağlayacak kadar bir bilgileri yoktur. [28]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hakikatleri tersyüz etmek, olayları değiştirmek, zayıf ve korkakların bir alâmetidir. Güçlüler ise -ki onlar gerçeklere ulaşmak için sağlıklı bilgi vasıtala­rını kullanan kimselerdir- işte onlar, ebedi ve kalıcı olanlardır. Onlar gerçek ve samimi bir şekilde insanlığı seven kimselerdir. Bundan dolayı da münafıkları yaşayışlarını ve ahlâklarını düzeltmeye, aklın gösterdiği, fıtratın gerektirdiği, insanlık tarihinin belgelediği, delillerin desteklediği hak ilkelerinde sebat gös­termeye çağırırlar.

"İnsanlardan öyle kimseler vardır ki mümin olmadıkları halde... inandık derler" ayetleri, imamn itikad ve kesin inanç olmaksızın kuru ikrardan ibaret ol­madığını göstermektedir. Çünkü yüce Allah, onların imam ikrar ettiklerini (sözlü olarak söylediklerini) haber vermekte, bununla birlikte "...mümin olmadıkları halde..." buyruğu ile de onların imandan uzak olduklarını ifade etmektedir.[29]

 

Münafıklaeın Nitelikleri -III-

 

14-  Müminlerle karşılaştıklarında: "İman ettik" derler. Ama şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında: "Muhakkak biz de sizinle beraberiz. Biz ancak alay edenlerdeniz" derler.

15- Allah onlarla alay eder ve azgınlık­larında serserice dolaşmalarına müh­let verir.

16- İşte onlar hidayet karşılığında da­laleti satın almışlardı. Onların ticareti kâr sağlamamış doğru yola da ereme-mişlerdir.

 

Belagat:

 

"Allah onlarla alay eder". Alay etmenin cezasına yine "alay" adının ve­rilişi, mecaz veya "müşakele" yolu ile olmuştur. Müşâkele ise, anlam itiba­riyle farklılık olmakla beraber farklı cümlelerde lafızların birbirine uygun düşmesi veya aynı anlamda olmasa dahi söylenen bir söze misliyle karşılık vermektir. Yüce Allah'ın şu buyruğu gibi: "Bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür" (Şûra, 42/40). Halbuki ikincisi kötülük değildir. Şu kadar var ki, kötülüğe karşılık olduğundan dolayı "kötülük" adı onun hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da durum böyledir: "Size kim saldırırsa siz de tıpkı onların saldırdıkları gibi onlara saldırın" (Bakara, 2/84). Saldırıya karşılık olan ikinci "saldırı" aslında saldırı değildir. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda da böyledir: "Şayet bir ceza ile karşılık verecek olursa­nız, size verilen cezanın benzeri ile ceza veriniz". (Nahl, 16/126) Burada sö­zü geçen birinci ceza, ceza değildir. Söylenen lafza aynısıyla karşılık vermek ve onun benzeri bir ifade kullanmaktır. Meselâ, Araplar da "Ceza cezaya karşılıktır" tabirini kullanırlar. Halbuki burada sözü geçen birinci "ceza", ceza değildir.

"Hidayet karşılığında dalâleti satın almışlardı?'" buyruğu, açık istiare (isti-are-i musarraha) dir. Burada "satın alma" lafzı doğruluğu sapıklığa, imanı küfre değiştirmeyi ifade etmek için kullanılmıştır. Onlar yaptıkları bu alışveriş ile za­rara uğramışlardır. Daha sonra "onların ticareti kâr sağlamamış" buyruğu ile buna daha bir açıklık getirmiştir. İşte buna da kendisine benzetilene (müşebbe-hün bih) uygun bir şeyi sözkonusu etmek demek olan "terşih" sanatıdır. [30]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında..." Onlara gidip onlarla bir arada ol­duklarında... Şeytanları, küfürde kardeşleri onların başkanları ve büyükleridir.

"Biz ancak alay edenlerdeniz". Alay etmek (istihza) hafife almak demektir; bu Yahudilerin yaptığı iştir.

"Allah onlarla alay eder". Yani önce mühlet vermekle sonra da ibret verici bir şekilde cezalandırmakla onları cezalandıracaktır. Burada müşâkele vardır. Böylelikle ifadeler arasında bir uyum sağlanarak farklı manaları olmakla bir­likte dile bir akıcılık kazandırılmış olur.

"ve azgınlıklarında". Haddi aşmaları, küfürde ileriye gitmelerinde "serseri­ce dolaşmalarına mühlet verir," Şaşkın şaşkın dolaşıp dururlar. Mühlet verme­si, sapıklıklarını artırması veya onlara bir süre tanıması demektir. "Doğruyu göremezler". Ayet-i kerimede geçen "ameli" basiretin kaybedilmesi, doğruyu farkedememe anlamındadır. [31]

 

Nüzul Sebebi

 

Müfessirler 14. ayet-i kerimenin Abdullah b. Übeyy ile münafık arkadaş­ları hakkında nazil olduğunu kaydederler. Bu münafık önce Ebû Bekir, Ömer ve Ali'yi (r.anhum) yüzlerine karşı övmüştü. Daha önce de onlar hakkında ken­di arkadaşlarına: "Bu kıt akıllıları sizler nasıl savıp gönderdiğime dikkat edin!" demişti. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Ancak Süyuti: Bunun se­nedi sağlam değildir, diye açıklama yapmıştır. [32]

 

Açıklaması

 

İşte şeytanları andıran, hatta onlardan da kötü olan Yahudilerin münafık­larına ait nübüvvet asnndaki bir tablo. Yalan söyleyen herkesin idraki az, gö­rüş mesafesi kısadır. Geleceğe bakamaz, o bakımdan onlar birbirleriyle ve ele-başılarıyla yalnız kaldıkları vakit, onlarla dayanışmaya girer ve: "Şüphesiz biz sizinle birlikteyiz" derler. Müminleri gördükleri vakit de iman ettiklerini açık­larlar. Yüce Allah ise onların durumlarını açığa çıkartarak, onları rezil etmiş, onlara en ufak bir değer vermemiştir. En ağır bir şekilde de onları cezalandıra­caktır. Bütün işlerinde şaşkınlıklarını, sapıklıklarını daha da artıracaktır.

Diğer taraftan onlar, Allah'ın Kitab'ını kavramak yolunda akıllarını kul­lanmamakla, dosdoğru yolu terketmeleri ve kıskançlıkları sebebiyle, bu dinin doğruluğunu ortaya koyan delilleri terketmekle oldukça zararlı bir ticarete kal­kışmışlar, sapıklığa bedel olarak hidayeti ödemiş, küfre ve nevaların sapıklık­larına karşılık olarak da nuru, aydınlığı vermişlerdir. Onlar kendilerini bekle­yen cehennem azabı sebebiyle bu ticaretlerinde kar sağlayamamışlardır. İbni Abbâs der ki: "Onlar dalâleti, sapıklığı aldılar, hidayeti terkettiler". Yani küfrü imana tercih ettiler ve imanı küfre değiştiler. Yüce Allah'ın burada bu işe "sa­tın almak" tabirini kullanması, anlama, genişlik kazandırma suretiyle olmuş­tur. Çünkü satın almak, ticaret karşılıklı değişimi ifade eder.

Araplar kişinin alışverişinde kar ve zarar etmesini alışverişin kar ve zarar etmesi şeklinde ifade ettikleri, yani kar ve zararı alışverişe isnat ettiklerinden dolayı Yüce Allah da burada kân ticarete isnat etmiştir. Onlar hidayet karşılı­ğında dalaleti almakla, hidayet bulmuş olamamışlardır. [33]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İman karşılığında küfrü, hidayet, Kur'an, nûr dosdoğru yol karşılığında da sapıklığı, batılı, karanlığı ve çıkmaz yolu alan her kimse için ceza ve ikab söz konusudur. Çünkü böyle yapanlar sermayelerini kaybetmiş olurlar. Onların sermayeleri ise sahip oldukları selim fıtrat ve gerçekleri idrak etmek için aklî yetenektir. Bilindiği gibi insanlar bütün sermayesini yitiren ve her hangi bir ti­carette yaptığı zararı telafi edemeyen, zarar eden taciri ahmak ve anlayışı kıt olmakla nitelendirir. İşte münafıkın durumu da aynen böyledir. Diğer taraftan Kur'an anayasasında kişinin müslüman olması hususunda esas alınan soyut dil ile söylenen söz değil de, kalpden İhlasın yerini bulmasıdır.

Kısacası şanı yüce Allah, münafıkların çirkin suçlarından dört tanesini sözkonusu etmektedir. Bunların herbirisi aslında onların cezaya çarptırılmala­rı için tek başına yeterlidir.[34]

1- Allah'ı aldatmaya çalışmak. Aldatıcılık yerilmiş bir şeydir. Yerilen bir işi yapmamak için ise yerilenin doğru işten ayırt edilmesi gerekir.

2- Fitneleri kışkırtmak, müslümanlara karşı düşmanları harekete geçir­mek, yalan haberleri körüklemek suretiyle yeryüzünde fesat çıkartmak.

3- Kalpte yer eden fiile uygun doğru bir iman ve itikattan yüz çevirmek.

4- Azgınlık içerisinde şaşkınlıkla bocalayıp durmak ve müminlere iftirada bu­lunarak, onları beyinsizlikle nitelendirerek, sınırı aşmak. Halbuki gerçek beyin­sizler ve kıt akıllılar kendileridir. Çünkü önce delilden yüz çeviren, sonra da o deli­le sımsıkı yapışan kimseyi kıt akıllılıkla (sefihlikle) nitelendiren kimsenin kendisi kıt akıllıdır, sefihdir. Ayrıca ahiretini dünyaya feda eden kimse de sefihdir. Çünkü Muhammed'e (s.a.) düşmanlık eden kimse, Allah'a düşmanlık etmiş olur. İşte sefih diye buna denir. O halde sefihlik onlara münhasırdır ve yalnız onlardır sefih. On­lar hidayet üzere olan seleflerine değil de kendi nefislerinin isteklerine boyun eğ­diklerini biliyorlardı. Ayrıca kurtuluş ve mutluluklarında bir takım gerçekleşmesi mümkün olmayan temenni ve dileklere dayandıklarının da farkındadırlar. Yüce Allah'ın şu buyrukları bunu dile getirmektedir: "Onlar sayılı günler dışında bize kesinlikle (cehennem) ateşi dokunmayacaktır, dediler". (Bakara, 2/80); "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" (Mâide, 5/18). Yani onun seçkin topluluğu ve beğenip seç­tiği kimseleriyiz şeklindeki sözleri bu tür boş temennilere örnektir. [35]

 

Münafıkların Durumlarını Anlatan Misaller

 

17- Onların misali bir ateş yakanın mi­sali gibidir. O etrafını aydınlatınca, Al­lah nurlarını giderir. Kendilerini ka­ranlıklar içinde görmeyecek halde ter-keder.

18- Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler.

19- Yahut içinde karanlıklar, gök gü­rültüsü ve şimşek ile gökten boşanan yağmur gibidir. Ölüm korkusu ile yıl­dırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre ku­şatandır.

20- O şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek. Onları aydınlattıkça da (ışığı)   içinde yürürler. Onları karan­lıkta bırakınca, dikilip kalırlar. Allah dilese onların işitmelerini ve görmele­rini giderir. Şüphesiz Allah herşeye gücü yetendir.

 

Belagat:

 

"Onların misali bir ateş yakanın hali gibidir" buyruğunda temsilî bir ben­zetme vardır. Münafık ateş yakan bir kimseye benzetilmektedir. İmanını açığa vurması da ateşin etrafını aydınlatmasına benzetilmektedir. Onun imanından artık fayda görmeyişi de ateşin sönmesini andırmaktadır.

"Yahut içinde karanlıklar... boşanan yağmur gibidir" buyruğu da aynı şe­kilde temsilî bir benzetmedir. İslam yağmura benzetilmiştir. Çünkü kalpler İslamla hayat bulur. Kâfirlerin şüpheleri de karanlıklara benzetilmiştir.

"Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler" buyruğu beliğ bir teşbihtir. Yani ben­zetme edatı yoktur. Onlar bu duyularından yararlanmamak açısından sağır­lara, dilsizlere ve körlere benzerler. "Parmaklarını kulaklarına tıkarlar." Ge­nelin sözkonusu edilip onun bir parçası kastedildiğinden dolayı, burada mür-sel bir mecaz vardır. Yani parmaklarının uçlarını kulaklarına koyarlar, de­mektir.

Özetle, bu ayet-i kerimeler oldukça güçlü bir anlatım, güçlü bir etki ve son derece parlak benzetmeler ihtiva etmektedir. Bu ayet-i kerimelerde Kur'an-ı Kerim yağan ve yeryüzüne hayat veren yağmura benzetilmektedir.

Kur'an-ı Kerim toprağa hayat veren yağmur gibi ölmüş nefisleri diriltir. Hevâlarınm peşinden gidenler ise Kur'an-ı Kerim'de birtakım şüphelerin oldu­ğu görüşündedirler. Onların bu görüşleri yağmur ile birlikte arızi olarak ortaya çıkan karanlıkları andırır. Yine ayet-i kerimelerde güç ve şiddet itibariyle gök gürültüsünü andıran vaadler ve tehditler de vardır. [36]

 

Kelime ve İbareler:

 

Mesel (misal); artık bir darb-ı mesele dönüşmüş nitelik demektir yahut on­ların münafiklıklarındaki hayret verici halleri... ya benzer, demektir.

"ateş yakan". Isınmak ve aydınlanmak için ateş yakan veya ateş yakmak isteyen kimse demektir, "etrafını aydınlatınca." Etrafında bulunanların görül­mesini sağlayınca.

"Gök gürültüsü" bulutların bir araya gelip toplanması halinde işitilen ha­va sürtüşmesinin sesidir. "Şimşek" çoğunlukla hava sürtüşmesi yahut artı ve eksi bulutların elektrik alış verişi dolayısıyla meydana gelen bir ışık parlamasıdır. "Yıldırım" (saika) ise, bazan yağmur ve şimşek olduğu sıralarda, bazan de bulutların elektrik yüklerini yere doğru çeken bir sebep dolayısıyla oluşan büyük bir ateştir.

"Onları karanlıkta bırakınca dikilip kalırlar" Oldukları yerlerde şaşkın bir şekilde kurtuluşa ermek maksadıyla durumun değişmesini bekliyerek kalı-verirler. "Karanlıklar" gecenin bulutun ve sağanak şekilde yağan yağmurun karanlıklarıdır. [37]

 

Nüzul Sebebi

 

Taberi, İbni Abbas, İbni Mes'ûd ve başkalarından 19. ayet-i kerimenin nü-zülu hakkında şunları rivayet etmektedir: Dediler ki: Medine halkından müna­fıklardan iki kişi, Resulullah (s.a.)'dan kaçıp müşriklere sığındılar. Yüce Al­lah'ın sözünü ettiği bu yağmur onlara isabet etti. Bu yağmurla birlikte şiddetli gök gürültüsü, yıldırımlar ve şimşekler de vardı. Yıldırımlar, etraflarını aydın­lattı mı yıldırım kulaklarına girer de kendilerini öldürür korkusuyla parmakla­rını kulaklarına tıkıyorlardı. Şimşek çaktığı vakit ışığında yürüyorlardı. Çak­madığı vakit de etraflarını göremiyorlar, yerlerinde kalakalıyorlardı. Bunun üzerine şöyle demeye koyuldular: Keşke sabahı beklesek de Muhammed'e git­sek, ellerimizi ellerine koysak. Sabah olunca yanma gittiler. İslâm'a girdiler ve ellerini onun ellerine koydular, güzel bir şekilde İslâm'a bağlandılar. İşte Yüce Allah, kaçıp giden bu iki münafıkın durumunu Medine'de bulunan diğer müna­fıklara bir misal olarak verdi.

Münafıklar Peygamber (s.a.)'in meclisinde hazır bulunduklarında Pey­gamber (s.a.)'in sözleri dolayısiyla haklarında bir hüküm nazil olur yahut onlardan herhangi bir şekilde söz edilir de öldürülürler korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkıyorlardı. Tıpkı bu iki münafığın parmaklarını kulaklarına koy­dukları, şimşek etraflarını aydınlattığında'da yürüdükleri gibi. Malları artıp dünyaya çocukları gelince, ganimet veya bir fetih elde ettikleri vakit böyle dav­ranırlar ve "Muhammed'in dini doğru bir dindir" derlerdi. Şimşek yollarını ay­dınlattığında yollarına devam edip yürüyen, etrafları karardığında da dikilip kalan bu iki münafık gibi mallan telef olup çocukları ölüp başlarına belalar geldiğinde de: "İşte bu Muhammedin dini yüzündendir" deyip kafir olarak geri­sin geri irtidat ediyorlardı.[38]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde durumlarını açıklamak, onların kötü iş­lerini, kötü fiillerini beyan etmek, onları ibretli bir şekilde cezalandırmak, giz­lediklerini açığa çıkartıp rüsvay etmek üzere münafıkların durumuna dair iki misal vermektedir. Çünkü münafıklar insanlık için bir fitnedir, ümmet içerisin­de bir hastalıktır. Misaller vermek ise birtakım hususları açıklamak, gizli ve ancak düşünülerek anlaşılan şeyleri açık ve hissedilir olarak açığa çıkartmak için Kur'an'ın izlediği bir yöntemdir. Bu iki misal münafıkların huzursuz, şaş­kın ve tutarsız durumlarını, işlerinin içyüzlerinin çabucak açığa çıkışını tablo-laştıran iki örnektir:

Birinci misal: Onların işlerinin çabucak açığa çıkışını canlandırmaktadır: Şöyleki münafıkların sadece kısa bir süre için müslüman olduklarını söylemele­ri, kendilerinin ve çocuklarının güvenliklerini sağlama halleri, tıpkı kendisin­den yararlanmak için ateş yakan kimselerin haline benzer. Bu ateş çevrelerinde bulunan yerleri ve eşyayı aydınlatıp kısa bir süre çevrelerini görmelerini sağla­dıktan sonra Yüce Allah bu ateşi şiddetli yağan bir yağmur yahut şiddetli esen bir rüzgar ile söndürüverir. Böylelikle onların hiçbirşey görmeyecek hale gelme­lerini sağlar; gecenin, üstüste yığılmış bulutların ve ateşin sönmesinin sebep ol­duğu karanlıkların içerisinde bırakır. Çünkü artık aydınlık ortadan kalkmıştır.

Münafıklar ise duygu ve hislerini işlemez hale getirmişlerdir. Onlar işit­menin sağladığı faydayı, akıllarını işletmediklerinden dolayı öğüt verenin öğü­dünü, doğru yol gösterenin irşadını işitemezler. İşitseler bile anlayamazlar. O bakımdan onlar hakkı işitemeyen hakka karşı sağır kimseler gibidirler. Aynı zamanda onlar konuşma ve tartışmadan da yararlanamazlar. Herhangi bir me­seleye karşı delil, herhangi bir meseleye dair açıklama istemezler. Onlar sanki konuşmayan dilsizler gibidirler. Onlar görmenin sağladığı faydayı da işlemez hale getirmişlerdir. O bakımdan başlarına gelen türlü fitneler ile ümmetlerin maruz kaldığı hallerden ibret almazlar. Sanki onlar hidâyeti göremeyen körler gibidir. Onlar hiçbir zaman bulundukları sapıklık hallerinden vazgeçip hidaye­te yönelmezler. O bakımdan sen de onlar için üzülme, tasalanma!

İkinci misal: Onların şaşkınlıklarını, huzursuzluklarını ve fırsatçılıklarını dile getirmektedir. Kur'an-ı Kerim, onlara ilâhî irşadlarda bulunmuştur. Ancak onlar bunlardan yüz çevirmişlerdir. Onların bu durumları, karanlık bir gecede, gök gürültüleri ve çakan şimşeklerle beraber şiddetle yağan bir yağmura tutu­lan topluluğa benzer. İşte bu kapkaranlık atmosfer içerisinde kurtuluş yolunu araştırırlar ve ufukta gördükleri tek aydınlığa umut bağlarlar; yani apaçık ayetlerin getirdiği hakka uymayı kararlaştırırlar. Fakat aradan fazla zaman geçmeden karanlıklara düşer yine huzursuzluğa, çalkantıya yuvarlanırlar. Eğer Allah dilese gök gürültüsünün gürültüsüyle kulaklarını sağır eder. Gözle­ri kör ediveren şimşeğin parıltısıyla onları kör eder. Fakat bir hikmet ve bir maslahat dolayısıyla o bunu murad etmez. Çünkü onlara bir mühlet vermek, doğruya dönsünler diye fırsat tanımak istemektedir.

Özetle; nifak kısa bir süre için bazan münafık kimsenin yolu aydınlatabi­lir. Ancak ateşin sönmesi gibi bu da çabucak sönüverir. Bu ise münafıklığın sü­rekliliğine son verir, devamını önler. Münafık herhangi bir amacını gerçekleş­tirmek ve basit maddî bir kazanç elde etmek amacıyla münafıklığına umut bağlayabilir. Fakat kısa bir müddet içinde bu umutlar darmadağın olur gider. Münafıklar böylece huzursuzluk ve çalkantı içerisinde kalırlar. Çünkü bir aye­tin nüzûlu ile gösterdikleri zahirî sevinç, müminlerle birlikte cihad etmeleri is­tendiği zaman ortadan kalkar. Kısacası iyi günlerinde müslümanlara destek vermek ve onların mutluluğunu zahiren paylaşmak, ibtilâ ve imtihan dönemle­rinde ise nankörlük edip müslümanlara sırt çevirmek münafıkların misali ve tavrıdır. [39]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Münafıkların niteliği işte böyledir. Onlar önce iman ettiler. Ama ateş ya­kanların ateşin ışığında aydınlandıkları gibi iman bunların kalplerine aydın­lık verince kâfir oldular. Allah da onların nurlarını giderdi. Evlilik, miras, ga­nimetlerden pay almak, kendileri, çocukları ve malları için güvenlikten yarar­lanmak gibi, müslümanlara dair hükümler her ne kadar dünyada müslüman olduklarına dair beyanlarından dolayı onlara uygulanmakta ise de bunun ahiret sözkonusu olduğunda kendilerine faydaları olmayacaktır. Kur'an-ı Ke-rim'in şu buyruğunda haber verdiği gibi ahirette acıklı azaba mahkum olacak­lardır: "Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar" (Nisa, 4/145). Onların küfürlerini ve nifaklarını gizleyerek, müslümanım diyerek el­de ettikleri menfaatler geçici bir süre yanan ateşin ışığından yararlanılmasına benzer. Münafıklar gerçek bilgi edinme yollarını ve imanı bütünüyle terket-mişlerdir. Onlar hakka karşı kör, sağır ve dilsizdirler. Dahası -icbar ve zorla­ma sözkonusu olmaksızın- Allah'ın ezelî bilgisine müstenit ilminin onlar hak­kındaki hükmüne göre hakka hiç bir zaman da dönücü değildirler. Münafık­lıklarına rağmen Allah, onların dünyada cezalandırılmalarını istememiştir. Cassâs bundan şu hükmü çıkartır: Dünyadaki cezalar suçların miktarlarına göre tespit edilmiş değildir. Bunlar şanı yüce Allah'ın o cezalarda gözettiği kendisince malum maslahatlara göredir. Yüce Allah işte buna göre hükümleri­ni verir." [40]

Kur'an-ı Kerim, Allah tarafından geldiğini gösteren şiddetli yağmur gibi, bir çok ayet (belge) ve hayır taşımaktadır. Onda bulunan tehdit ve azarlayıcı ifadeler gök gürültüsü gibidir. Onda bulunan nur ve kimi zaman münafıkların gözlerini kamaştıracak dereceye varabilen apaçık deliller, şimşek gibidir. Onda bulunan bu dünyadaki cihad çağrıları ile ahirette vuku bulacak azap tehditleri de yıldırımlar gibidir.

Allah bütün kainatı ve kafirleri kuşatıcıdır. Kimse onun hesabından, kud­retinden veya iradesinden kurtulamaz. Allah dileyecek olsa, münafıkları mü­minlere bildirirdi de onlardan İslam'ın muhafazası ve izzeti kalkar veya öldü­rülürler yahut da sürülürlerdi. O yüce Allah, kendisine nispetle var olması ve yok olması mümkün olan her şeye kadir ve muktedirdir. Mükellef (aklı başında ve buluğa ermiş) olan herkes, şanı yüce Allah'ın mutlak kadir olduğunu ve sa­hip olduğu kudret ile fiillerini gerçekleştirdiğini, ilim ve ihtiyarına (seçim ve tercihine) göre dilediğini yaptığını bilmekle yükümlüdür. Yine her mükellefin Yüce Allah'ın kendisine bağışlaması ile iktisap kudretine sahip olduğunu, Al­lah'ın kudretiyle insanı birtakım fiillere mecbur edip zorlamadığını bilmesi de gerekir.

Şimdiye kadar gördüğümüz bu yirmi ayetin dört tanesi müminler, iki ta­nesi kafirler, diğer ayetler ise münafıklar hakkındadır. [41]

 

Sadece Allah'a İbadet Ve Bunu Gerektiren Sebepler

 

21- Ey insanlar! Sizi de, sizden önceki­leri de yaratan rabbinize ibadet edin ki, takva sahibi olasınız.

22-  O (Allah) ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Gök­ten su indirip onunla sizin için rızık olmak üzere meyveler çıkardı. Artık siz de bildiğiniz halde Allah'a şirk koş­mayınız.

 

I'râb:

 

"Ey insanlar" Kur'an-ı Kerim'de bu üslûpla gelen nidaların çoğu söylenile­cek ifadeyi vurgulama ve mübalağa içindir. Çünkü şanı Yüce Allah'ın kullarına nida ile, vermiş olduğu çeşitli emirler, yasaklar ve öğütler uyanık olmayı gerek­tiren büyük işlerdendir. [42]

 

Belagat:

 

"Rabbinize": Burada rab, tazim kastiyle muhataplara izafe edilmiştir.

"Yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı" buyruğunda, yer ile sema arasında bir "mukabele" vardır; yani bunlar biri diğerine karşı kullanılan ifadelerdir. Döşek ve bina tabirleri de ifadeyi güzelleştiren tabirlerdir. [43]

 

Kelime ve İbareler:

 

Yâ (ey) Edatı: Uzaktaki, yanılan veya gaflet içinde olana nida için kullanı­lır. Eğer bu nida ile yakında olan bir kimseye seslenilirse, o zaman tazim kastı, uyarı, dikkat çekme, gafil kalpleri yönlendirme murad edilir. Burada durum, insanlara daha pekiştirici ve beliğ olan ifade ile nida etmeyi gerektirmektedir. Arapçada yakın kimseye nida ise "ey" kelimesi ile yapılır.

"Yaratmak" Daha önce herhangi bir örneği/modeli olmaksızın icad etmek ve yoktan var etmek demektir.

"Döşek (firaş)" Yerleşmek ve üzerinde sabit olup oturmak için serilen sergi an­lamındadır. Burada anlatılmak istenen ise orada ikame etmek, üzerinde karar kıl­mak için yeryüzünün hazırlanması demektir. Bu aynı zamanda başka iki ayet-i kerimede sözü geçen buyrukları bize hatırlatmaktadır: "Yeri sizin için bir karar yeri kılandır." (Mümin, 40/64); "Biz yeri bir beşik yapmadık mı" (Nebe', 78/6).

"Eşler (endâd)" Benzer demek olan "nidd" kelimesinin çokluk şeklidir. Yani Allah'tan başka kendilerine ibadet edeceğiniz ilâhlardan ona eşler (edinmeyi­niz) demektir. Müminlerin ibadet etmelerinden kasıt ise onların daha çok iba­dete yönelmeleri daha çok ibadet etmeleri, ibadet etmekte sebat göstermeleri­dir. Kâfirlerin ibadetinde, mutlaka bulunması gereken şart, iki şehadeti (Al­lah'a ve rasulüne imanı) ikrar edip söylemektir. Mutlaka yapmaları gereken fi­il ise bu konudaki emrin -sözkonusu edilmese dahi- kapsamına girer. Nitekim namaz kılması emrolunan kimseye aynı zamanda namazın şartlarından olan abdest, niyet ve benzeri şeyler de emrediliyor demektir. [44]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah, mümin, kafir ve münafıklardan ibaret olan insanların üç sınıfını sözkonusu ettikten sonra, aralarında Mekke müşriklerinin de bulundu­ğu bütün insanlara, kendisine ibadet etmeyi, onun emirlerine boyun eğmeyi, itaatle onun önünde eğilmeyi, rubûbiyeti yalnızca ona tanımayı ve onun vahda­niyetini kabul etmeyi bütün insanlara emretmektedir. Yine tapındıkları put, heykel ve ilâhları bir kenara bırakıp yalnızca kendisine ibadet etmelerini de emretmektedir. Çünkü onları da, onlardan önceki atalarını, dedelerini de, ya­ratan O'dur. Putlarının, heykellerinin, ilâhlarının da yaratıcısı O'dur. Çünkü göklerin ve yerin hayır ve bereketleri ile bütün insanlara ve mahlukata lütfuy-la nimetler ihsan eden O'dur. [45]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, Mekke'n' müşriklere de başkalarına da yani bütün insanlara yalnızca kendisine ibadet etmelerini emretmektedir. Nitekim şu buyruğunda da dile getirdiği gibi, daha önceki peygamberleri aracılığıyla da insanlara aynı emri iletmiştir: "Andolsun ki biz her ümmet arasında: 'Allah'a ibadet edin ve tağuttan uzak durun' diye bir peygamber göndermişizdir" (Nahl, 16/36). Bura­da tağutların kapsamına putlar da girmektedir. İbadetin asıl anlamı tezellül içinde boyun eğmektir. Burada ibadetten kasıt yüce Allah'ı birlemek (tevhid), dininin şerl hükümlerine bağlanmak, putlara ibadeti terketmektir. Buna sebep ise şudur: Allahu teala tek başına ibadete hak sahibidir. Çünkü ibadet etmekle emrolunanlan da onlardan öncekileri de yani kulların tümünü yaratan O'dur. Onların işlerini O çekip çevirir. Gerek duydukları hidayet yollarını ve bilgi edinme vasıtalarını bağışlayan O'dur. İbadetin ise kesin bir meyvesi vardır ki, o da takvaya ulaşmak, umduğunu elde etmek, hidayeti bulmak ve kemal dere­cesine ulaşmaktır. Çünkü Yüce Allah, Cehennem için yarattığı kimseyi takva sahibi olsun diye yaratmış değildir. Allah'ın hakkı ile ibadet eden kullarından hasıl olmasını istediği tek şey takvadır. Arapçadaki "le'alle = belki, olur ki -me­alde sadece: ki-" kelimesi, aslında beklenti ve umut ifade eder. Ancak herşeye kadir ve herşeyden üstün olan yüce Allah için durumun bir beklenti seviyesin­de kalması imkansızdır. O bakımdan bununla anlatılmak istenen şudur: Sizler takvaya ulaşmayı ümit ederek bu işi veya şunu yapınız ki, akü sahibi olasınız, öğüt alasınız ve takva sahibi olasınız.

Yine yüce Allah'ın ibadet emrini vermesi O'nun yeryüzünü bir döşek, ora­da rahat bir şekilde yerleşmek, yaşamak, sükun ve huzur içerisinde -küresel olmasına ve dönmesine rağmen- ikamet edebilmek için bir karar yeri kıldığın­dan dolayıdır. Çünkü o yeryüzü -böyle olmakla birlikte- yüce dağlarla sağlam­laştırılmıştır: "Ve dağları (kazık) kılmadık mı" (Nebe', 78/7). Yine ibadet emrini vermesinin bir diğer sebebi de onun semayı yer üzerinde kubbeyi andıran bir şekilde yüksekçe bir tavan kılmış olmasıdır. Bu sema hayır ve bereketlerle in­sanın üzerini örtmektedir. Bu semada bulunan pek çok yıldıza ve pek çok gök cismine rağmen yapısını oldukça sağlam ve çekim sünneti (kanunu) ile bunlar arasındaki oran ve dengeyi sapasağlam kılmıştır. O bakımdan bu semanın dü­zeni bozulmaz, bu semadaki büyük bir gezegen, yıldız dünya üzerine düşmez, bu cisimler birbirleriyle çarpışmaz. Yüce Allah semadan yani bulutlardan ol­dukça bereketli bir su, kendisiyle ekinlerin ve otların bitip yeşerdiği tatlı bir yağmur indirmiştir. Bu yağmur ölümünden sonra yeryüzünü diriltir, toprağa nefes aldırır, yeşertir, hatta teneffüs ettiğimiz havayı da arındırır.

İnsanın faydası için yaratmak, yoktan var etmek ve tekvin ile ona nimet ve rızıklar bağışlamak, insanların menfaati için gökleri ve yeri yaratmak ile ni­telenen Yüce Zat, elbette ki ibadet ve tazim edilmeye, tezellülle önünde eğilme­ye layıktır. Hiçbirşey yaratamayan, rızık sunamayan, kendileri için bir menfa­at sağlayamadığı gibi kendilerine gelecek bir zararı da savamayan aciz putlar veya insanlardan Allah'a ortaklar koşmak, elbette ki insanoğluna yakışmaz. Şanı yüce Allah eşler, ortaklar, çocuklar edinmekten yücedir, münezzehtir. Çünkü onun bunlara ihtiyacı yoktur. Gerçek kudrete sahip olan rububiyet ve vahdaniyetin delilleri ile varlığı bilinen Yüce Zat, tek başına O itaat edilmeye layıktır.

Müşriklerin Allah katında aracı olmaları umuduyla putları ilah edinmele­ri, Kitap Ehli'nin hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan başka yasa koymak, münkerleri helâl kılıp hoş ve temiz olan bazı şeyleri haram kılmak hususunda rabler edinmeleri Allah'a karşı yapılan bir iftira, bir yalan, bir gerçekdışılıktır. Herkes yaratanın, rızık verenin Allah olduğunu kabul etmektedir. Bütün kafir­ler ve münafıklar aslında uydurma ilahlarının hukuk ve düzenlerinin batıl ol­duğunu bilmektedirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onlara: 'Göklerle yeri kim yarattı? Güneşi ve Ayı kim müsahhar (insanın emrine âmâ-de) kıldı?' diye sorsan, onlar elbette: 'Allah' diyeceklerdir. O halde nasıl döndü­rülürler?" (Ankebût), 29/61).

Yüce Allah, kendi katında aracılar edinmeyi tenkit etmekte ve Allah'ın teşrf buyurmadığı şeylerle ona yakınlık sağlamaya çalışmanın batıl olduğunu belirtmek üzere de şöyle buyurmaktadır: "Ondan başka veli edinenler: 'Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz' (derler)..." (Zümer, 39/3). [46]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ı tevhid etmek, O'nun Hininin sert hükümlerine bağlanmak demek olan ibadet, ancak yaratan ve nzık veren Allah'a yapılır. Halis şekliyle Allah'a ibadete devam etmek ise takva esaslarının tohumlarını iyice yeşertir. O bakım­dan takva sahipleri emirlere muhalefet etmek, masiyetleri işlemek cesaretini gösteremezler.

Yer yüzünün "bir döşek" yani üzerinde yatmak ve karar kılmak için yara­tıldığının ifade edilmesinden maksat, uyumak üzere kullanılan, bilinen "döşek" değildir. Hatta hiçbir döşek üzerinde uyumamak üzere yemin eden bir kimse yerde yatıp uyuşa, Hanefîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre yeminini bozmuş ol­maz. Çünkü döşek kelimesi örfte yer hakkında kullanılmaz. Yeminler ise kulla­nılan isimlerden alışılagelmiş ve örfte kabul edilen anlamlarına göre yorumla­nırlar. Halk arasında yerleşik manasıyla bu kelime yer hakkında kullanılmaz. Mâlikîler ise yeminleri niyete yahut sebebe veya yeminin hakkında cereyan et­tiği (yani yemine sebep teşkil eden) duruma göre yorumlarlar. Şayet bunlar bu­lunmazsa o takdirde örfe başvurulur. Bunlardan herhangi bir şey bulunmazsa o vakit yemin edilen dilde o kelimeden mutlak olarak ne anlaşılıyorsa ona göre yorumlanır.

Ayet-i kerime Allah'ın tevhidini dile getirmekte, benzeri olmayan yaratıcı­yı, hiçbir şeyin aciz bırakmadığı mutlak kadirin varlığını ispat etmektedir. Onun kudretinin görünür tecellilerinden birisi de semanın yükselmesi ve göre­bildiğimiz bir direk olmaksızın durması, herhangi bir değişiklik sözkonusu ol­maksızın zaman boyunca varlığının sürüp gitmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gökyüzünü korunmuş bir tavan yaptık. Halbuki onlar yine de alametlerinden yüz çeviricidirler." (Enbiyâ, 21/32). Aynı şekilde hareket etmesi­ne, uzayda dönmesine rağmen, desteksiz olarak yeryüzünün sabitliği ve bu şe­kildeki duruşu da tevhidin, onu yaratanın kudretinin, hiçbir şeyin O'nu acze düşürmediğinin, en büyük delillerindendir. Aslında burada Allah'ın varlığını delillendirme ve nimetini hatırlatma mevcuttur. Şanı yüce Allah yeryüzünden çeşitli meyveleri, türlü bitkileri insanlar için yiyecek, hayvanlar için de bir yem olmak üzere çıkartmıştır. İşte yüce Allah bu gerçeği şu buyruğunda şöylece be­yan buyurmaktadır: "Şüphesiz biz suyu bol bol dökeriz. Sonra da yeri gereği gi­bi yararız; böylece onda taneler bitiririz, üzümler ve sebzeler, zeytinlikler), kur­madıklar), sık ve bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlakları sizin için de davarla­rınız için de bir fayda olmak üzere". (Abese, 80/25-32).

Bu ayet-i kerime yüce Allah'ın insanı hiçbir yaratılmışa muhtaç bırakma­dığını göstermektedir. Yüce Peygamberimiz de işte bu anlama şöylece işaret et­mektedir: "Allah'a yemin ederim; sizden herhangi birinizin ipini alıp sırtında odun getirmesi -versin yahut vermesin- herhangi bir kimseden dilencilik yapıp birşeyler istemesinden daha hayırlıdır." [47] Kurtubî der ki: Odun taşımanın kap­samına her türlü zenaat ve benzeri işler girer. Kendisini kendisi gibi diğer bir insana, dünya nimetlerine olan arzusu sebebiyle muhtaç düşüren bir kimse, Allah'a eş koşan kimselerin gittikleri yolun bir ucunu yakalamış sayılır. [48]

Yüce Allah'ın: "Bildiğiniz halde" buyruğu, aklın delillerini kullanma ve kör taklidi iptal etmenin emrolunduğunu göstermektedir. Çünkü müşrikler as­lında kendilerine nimet verenin, ortaklan değil de Yüce Allah olduğunu bili­yorlardı. Düşündükleri, ibretle baktıkları, akıl ve fikirlerini kullandıkları tak­dirde, kuvvet ve imkanları ile Allah'ın vahdaniyetini görebilirlerdi. O bakım­dan onların: "Biz bunlara ancak Allah'a bizleri yaklaştırsınlar, diye ibadet edi­yoruz" (Zümer, 35/3) sözleriyle ifade ettikleri türden uydurma aracılar edinme­ye gerek yoktur. [49]

 

Kur'ân'ın En Kısa Sûresinin Benzerini Meydana Getirmek Üzere İnkarcılara Meydan Okuyuş

 

23- Eğer kulumuza indirdiğimizden Şüphe içinde iseniz, haydi siz de onun benzeri bir sûre getirin. AUah'tan başka şahitlerinizi de çağırın, eğer doğru söyleyenler iseniz. Bunu yapmazsanız -ki hiçbir zaman yapamayacaksınız- artık tutuşturucusu insanlarla taşlar olan ve kafirler için hazırlanmış bulunan o ateşten sa­kının.

 

İ'râb:

 

"Onun benzeri" buyruğundaki zamir ya: "Kulumuza" kelimesine racidir ve o vakit "siz de Muhammedin benzeri bir kimsenin, böyle bir sûre meydana ge­tirmesini isteyiniz" olur; ya da bu zamir "indirdiğimiz" kelimesine ait olur ki o da Kur'an-ı Kerîm'dir. Bu durumda ise mana onun, yani Kur'an-ı Kerim'in ben­zeri bir sûre getiriniz, demek olur. Zemahşerî der ki: Zamiri indirilene (yani Kur'an-ı Kerim'e) ait kabul etmek daha uygundur. Çünkü Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır: "Onun benzeri bir sûre getiriniz". (Yûnus, 10/38); "Onun benzeri on sûre getiriniz." (Hûd, 14/13); "Bu Kur'an'ın bir benze­rini yerine getirmek için bir araya gelseler, onun benzerini getiremezler" (İsrâ, 17/88). Ayrıca Kur'an-ı Kerim'in dilinin ve üslubunun mükemmelliği düşünüle­cek olursa zamirin ona ait olması daha uygundur. Zamirin "indirilen"e ait ka­bul edilmesi, konu itibariyle de daha yerinde olur. Çünkü söz konusu olan şey indirilendir. Üzerine indirilen yani Muhammed (s.a) değildir. [50]

 

Belagat:

 

"Kulumuza" ibaresinde "kul," şanı yüce Allah'ın zatına izafe edilmiştir. Bu ise onun Allah indindeki şerefine ve mevkiine dikkat çekmek içindir.

"Onun benzeri bir sûre getirin." Bu emir onları âciz bırakmak anlamında­dır. "Sûre" kelimesinin belirtisiz gelmesi ise bütün sûrelerin genelini ifade et­mek ve bütün sûreleri kapsamak içindir. (Yani onun herhangi bir suresinin benzerini meydana getirin, demek olur).

"Ki hiç bir zaman da yapamayacaksınız'' ifadesi geçmişte, halihazırda ve gelecekte bu meydan okumanın devam edip durduğunu ifade etmektedir.

"O ateşten sakının", özü itibariyle, amaç olarak gözetilen gayeye yöneltici bir îcâz (veciz ifade) dir. Yani sizler eğer bu işten aciz olduğunuzu görürseniz, o takdirde Kur'an'a ve Peygamber Muhammed'e iman etmek suretiyle cehen­nemden korkunuz, sakınınız anlamındadır. [51]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kulumuz''dan maksat Muhammed (s.a)'dir. "Onun benzeri"râ indirilenin benze­ri yani belagat, üslub ve gaybden haber vermek açısından onun benzerim getiriniz.

"Allah'tan başka" O'nun dışında size yardımcı olmak üzere "şahitlerinizi"', ilâhlarınızı, yardımcı ve başkanlarınızı ya da kıyamet gününde lehinize tanık­lık edecek olanları "çağırın; eğer" Muhammed'in Kur'an'ı kendiliğinden uydur­duğunu söylemekte "doğru söyleyenler iseniz." Çünkü siz de onun gibi fasîh ko­nuşan Araplarsmız.

Sûre: Başı ve sonu belli olan en az üç ayetten ibaret Kur'an-ı Kerim'in bir parçası veya bir bölümünün adıdır. [52]

 

Ayetler Arasındaki İlişki

 

Kur'an-ı Kerim, insanları Allah'ı tevhid eden takva sahipleri, inkarcı inat­çı kafirler ve ikisi arasında gidip gelen münafıklar olmak üzere üç kısma ayır­dıktan, vahdaniyet ve rubûbiyetin Allah için olduğunu aklî deliller ile onun or­tağının olamayacağını ispat ettikten sonra, Kur'an-ı Kerim'in de yüce Allah'ın kelâmı olduğunu, onun Allah tarafından indirilmiş olduğunu ispat etmektedir. Bunu da Kur'an-ı Kerim'in mu'ciz oluşu vasfıyla delillendirmiştir. Hiçbir kimse cinlerden olsun, insanlardan olsun onunla boy ölçüşemez, onun benzerini mey­dana getiremez. Üstelik Araplar belagat meydanlarının atlıları, fesahat alanı­nın ileri gelenleridir. Şiir, nesir, hitabet ve güzel söz söylemede olduğu kadar hiçbir şeyde birbirlerine karşı övünmüyorlardı. Onlar benzerini meydana getir­mekten âciz kalıp Kur'an-ı Kerim'in en kısa sûresinin bir benzerini dahi getire­mediklerine göre, Muhammed (s.a)'in Peygamberlik iddiasının ve onun getirdi­ği ilahi risaletin doğruluğu ortaya çıkmaktadır. O halde onun Peygamberlik ve risaletini inkar eden Cehennem ateşinde cezalandırılmaya hak kazanmış olur. [53]

 

Açıklaması

 

Ey inkarcı Araplar ve diğer inkarcılar! Allah'ın, kulu ve rasûlü ümmî Pey­gamber Abdullah oğlu Muhammed'e indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'in doğrulu­ğundan yana şüphe içinde bulunuyor ve onun insan sözü olduğunu iddia ediyor­sanız sizin gibi bir insan olan o zatm buna güç yetirebildiği gibi siz de onun ben­zerini getiriniz. Eğer sizler bu Kur'an-ı Kerim'in uydurma ve insan kelâmı oldu­ğunu söylerken, onunla boy ölçüşebileceğiniz iddiasında doğru söylüyor iseniz; -ki onlar: "Eğer biz dileseydik bunun benzerini elbette söylerdik" (Enfâl, 8/31) diyorlardı- dilediğiniz başkan, eşraf, uydurma tanrılarınızı da Kur'an-ı Kerim'in benzerini ortaya koymak için yardıma çağırınız. Ancak Allah'tan başka hiçbir kimse onun benzerini meydana getiremez. Sizler bu işten yani alışılmadık beya­nı, üstün belagati, parlak üslubu, her türlü kusurdan uzak fikrî yapısı, her za­man ve mekana elverişli göz kamaştırıcı yasama ve hükümleri ve gayba dair ha­ber vermesi hususlarında Kur'an'a benzer bir sûre getirmekten acze düştüğü­nüz, ve buna şimdi güç yetiremiyeceğiniz gibi gelecekte de aciz kalacaksınız.

Fiilen bu konuda aciz olduğunuz açıkça ortaya çıktığına göre hakka yani Kur'an-ı Kerim'e imana, Peygamber (s.a)m risâletini tasdike dönünüz. Çünkü yakıtı kâfir insanlar ile taşların, putların olacağı cehennemden, biricik kurtu­luş bununla mümkündür. Demir ve buna benzer diğer sert maddeleri eritmek için en üstün dereceli ateş fırınları dahi, bu cehennem ateşinin benzeri olamaz. Allah işte bu cehennemi, İslâmın risâletini inkâr edip kabul etmeyen kâfirler için küfür ve inkarlarına uygun bir ceza olmak üzere hazırlamıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Gerçekten siz ve Allah'tan başka taptıklarınız, Cehennemin odunusunuz. Siz oraya varacaksınız'' (Enbiyâ, 21/98).

Özetle: Kur'an-ı Kerim'in en kısa bir suresinin bile şimdi ve gelecekte bir benzerini ortaya koymaktan aciz kalışınız ortaya çıktığına göre artık şu inadı­nızı bırakın. Bırakın da kafirler için hazırlanan cehennem ateşine odun olma­mak için KurWın Allah kelamı olduğunu itiraf edin. [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz..." ayet-i kerimesi, yü­ce Peygamberimiz (s.a.)'ın gerçek peygamber olduğuna birkaç açıdan delil teş­kil etmektedir.

Evvelâ, Kur'an-ı Kerim'in benzerini meydana getirmek hususunda onlara meydan okunmuş ve bu onları tahrik eder bir üslupla da yapılmış olduğuna göre tabii olan bu meydan okuyuşa cevap vermek olurdu. Böylece gayeleri olan pey­gamberimizin davasını da çürütmüş olurlardı. Böyle olmadığına göre artık Kur'an'ın insan takatinin haricinde ancak Allah kelamı olduğu ortaya çıkar. Onun benzerini meydana getirmekten yana acizlikleri açıkça ortaya çıktığına göre, bu acziyet Kur'an-ı Kerim'in hiçbir şeyin âciz bırakamadığı Allah tarafından olduğu­nu ve O'nun benzerini meydana getirmenin kulların gücü çerçevesinde bir şey ol­madığım açıkça ortaya koymuştur. Bu, Peygamber efendimizin kıyametin kopaca­ğı zamana kadar devam edecek kalıcı bîr mucizesidir. Bu mucize fesahat ve bela­gat konularında Arapların kendilerim üstün görmeleri vakıası ile de son derece uyum halindedir. O balamdan Yüce Allah, Muhammed (s.a.)'in en büyük mucizesi­ni onları da, diğer insanları da benzerini meydana getirmekten âciz kaldıkları bir "kitap" kılmıştır. Bu şekilde onlara karşı ortaya konulan delil, sihirbazlığın ilerle­diği bir çağda Hz. Musa'mn asası ve eli, tıbbın ileri olduğu bir çağ olan Hz. İsa'nın anadan doğma körü ve alacalık hastalığına yakalanmış olanı iyileştirmesi ve ölü­leri diriltmesi gibi, maddi mucizelerden daha güçlü bir delil teşkil etmektedir.

İkinci olarak; Peygamberimiz Hz. Muhammed'in hem iman edenler hem de iman etmeyenler için insanlar arasında aklıyla en mükemmel, ahlakıyla en üstün, görüşüyle en değerli kimse olduğu bilinen bir husustur. Aklının olgunluğunda, gü­zel ahlakının mükemmelliğinde, anlayışının doğruluğunda, görüşünün isabetli oluşunda kimse ona bir tenkit yöneltmemiştir. Bu niteliklere sahip olan bir kimse­nin yalan yere Peygamberlik iddiasında bulunması ve Peygamberliğinin belgesi olarak da Araplardan herhangi bir kimsenin benzeri bir söz ortaya koyması muh­temel bir "sözü" göstermesi düşünülemez. Çünkü o takdirde yalan söylediği ve id­diasının batıl olduğu ortaya çıkabilirdi. İşte bu da Hz. Peygamberin onlara Allah katından gelmiş bir kelâm ile meydan okuduğunu göstermektedir.

Üçüncü olarak; şanı yüce Allah: "Bunu yapmazsanız -ki hiçbir zaman da yapamayacaksınız-" buyruğuyla onun benzerini ortaya koyamayacaklarını ha­ber vermektedir. Bu ise gaybî bir haberdir. Zamanın geçmesiyle de bu haberin doğruluğu ve gerçekliği ortaya çıkmıştır. Ebû Bekr Cassâs şöyle demektedir: [55] Şanı yüce Allah, bütün Cinlere ve insanlara Kur'an-ı Kerim'in benzerini meydana getirmekten âciz kalacaklarını belirterek şu buyruğu ile meydan oku­muştur: "De ki: Andolsun ki, bu Kur'an'ın bir benzerini meydana getirmek için insanlar ve Cinler bir araya toplansalar, biribirlerine yardımcı dahi olsalar, yi­ne de benzerini getiremezler" (İsrâ, 17/88). Onların benzerini meydana getir­mekten âciz oldukları açıkça ortaya çıkınca bu sefer: "Onun benzen uydurma on sûre getiririz" (Hud, 14/13) diye buyurdu. Bundan da aciz oldukları ortaya çıkınca, bu sefer: "Eğer doğru söyleyen kimseler iseler, onun benzeri bir söz ge­tirsinler" (Tûr, 52/34) diye buyurdu ve onun en kısa bir sûresinin olsun, benze­rini getirmek üzere onlara meydan okudu. Kendilerine sunulan delile itiraz et­meyip acizlikleri ortaya çıkınca bu sefer savaşarak mağlup etme yoluna saptı­lar. İşte o zaman Allah da Peygamberine onlarla savaşma emrini verdi.

Özetle: Onlara karşı meydan okuma, çeşit çeşitti. Kimi zaman söz düzeni ve anlam bakımından, kimi zaman anlam dışında yalnızca söz düzeni ile mey­dan okundu. Fakat bütün hallerde onların başarısızlıkları da ortaya çıktı.

"Eğer yapmazsanız..." ayeti, Kur'an'ın benzerini meydana getirmekten ya­na tam anlamıyla âciz kalacaklarını ve kâfirlerin Peygamberimizin peygam­berliğini inkâr ettikleri, Kur'an'ı da tasdik ettikleri için Cehennem ateşini ha-kettiklerini göstermektedir. Ateşten korkan ve sakınana düşen ise bu şekilde bir inatlaşmayı terketmektir. Yine bu ayet-i kerime, ateşin asiler fâsıklar ve kâfirler için hazırlanmış olup şu an mevcut olduğunu göstermektedir.

Kurtubî der ki[56]: Bu buyrukta hak ehlinin söylediği: "Cehennem vardır ve mahluktur" şeklindeki görüşlerine açık bir delil vardır. Bida't ehli ise; Cehen­nem şu ana kadar yaratılmış değildir, diyerek buna muhalefet etmektedirler.[57]

 

İman Edip Salih Amel İşleyenlerin Mükâfatı

 

25-îman edip de salih amel işleyenlere müjdele: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır, kendilerine orada rızık olarak o meyvelerden verildiği her seferinde: Hu bizimler ve o birbirinin benzeri olarak kendilerine getirilir. Orada onlar için temiz kılınmış zevceler vardır. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar.

 

İ'râb:

 

"Birbirinin benzeri olarak kendilerine getirilir". Görünüş itibariyle birbiri­ne benzemekle birlikte tadı itibariyle biri ötekinden farklı demektir.

"Temiz kılınmış" ifadesi oradaki eşlerin niteliğidir. Sözlük anlamı itibariy­le normal bir temizlikten daha ileri derecedeki bir temizliği ifade eder.

Bu ayet-i kerimede "cennetler" kelimesinin belirtisiz "ırmaklar" kelimesi­nin ise belirtili geliş sebebi şudur: Cennet (belirtili olarak) sevap yurdunun tü­müne addır ve bunun içerisinde pek çok cennetler vardır. Bu cennetler de amel eden insanların hak edişlerine uygun olarak değişik mertebelerdedir. Amel edenlerin her bir sınıfı için bu cennetlerden bir tane vardır. Irmakların belirtili olarak geliş sebebi ise tür/cins olarak söz konusu olmaları dolayısıyla-dır. Nitekim günlük konuşmada şöyle denilir: Filan kişinin (belirtisiz olarak) bir bahçesi vardır. Onun içinde (bundan sonrakiler belirtili olarak) akarsuyu, incir, üzüm ve çeşitli meyveleri vardır. Böylelikle muhatabın bilmiş olduğu türlere işaret edilir. Ya da anlatılmak istenen cennetin nehirleri olduğundan dolayı belirti için gelen "elif lam" belirtisi izafetin (isim tamlamasının) ifade ettiği belirti yerine kullanılmıştır. Yüce Allah'ın: "Ve baş (burda belirtili oldu­ğu için: başım anlamındadır) da ağararak tutuştu" (Meryem, 19/4) buyruğun­da olduğu gibi. Ya da burada belirti için gelen "elif, lam" takısı ile Yüce Alla-hın şu buyruğunda sözü geçen ırmaklara işaret edildiğinden dolayı belirtili gelmiştir: "Orada kokusu, tadı değişmeyen sudan ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzetli gelen şarabtan nehirler... vardır" (Muham-med, 47/15). [58]

 

Kelime ve İbareler:

 

Allahı tasdik ederek "İman edip de" farz ve nafile olarak "salih amel işle­yenlere müjdele" bildir ki: "Gerçekten onlar için" ağaç ve köşklerinin "altından ırmaklar akan cennetler" ağaçları ve konaklan bulunan bahçeler "vardır". Bu cennetler müminler için ebedilik yurdudur. Ona "cennet" deniliş sebebi, içinde bulunan şeyleri ağaçları ile örtmesinden dolayıdır. "Kendilerine orada rızık ola­rak o meyvelerden verildiği her defasında" bu cennetlerden onlara birşeyler ye-dirildikçe; "Ha, bu bizim daha önce rızıklandığımız" yani meyvelerinin benzer­liği dolayısıyla cennetten bize daha önceden verilmiş "şeydi, derler ve o birbiri­nin benzeri olarak kendilerine getirilir". Renk itibariyle birbirini andırmakla birlikte birinin tadı diğerinden farklıdır.

"Orada" cennette "onlar için" hurilerden ve başkalarından ayhali ve di­ğer pisliklerden "temiz kılınmış zevceler vardır. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar." Ebediyen orada duracaklardır, ne ölürler, ne de çıkartılırlar. Ebedî kalmak (huld) baki kalmak demektir. Cennetül-Huld de buradan gelmektedir. [59]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kur'an-ı Kerim'de birbirine zıt şeyler arasında karşılaştırmalar yapmak bir adettir. Şanı Yüce Allah kâfirlerle isyankârların cezasını sözkonusu edince, hemen akabinde tertemiz takva sahibi müminlerin mükafatlarını da sözkonu­su etmiştir. Böylelikle iki kesim arasındaki fark, açıkça ortaya çıkar ve kişi bu iki tarafın durumlarını birbiriyle karşılaştırmak suretiyle ibret ve öğüt alarak, Allah'ın emirlerini yerine getirmeye daha bir yönelir. [60]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammedi Sen ve sana mirasçı olan mümin ve takva sahibi ilim adamları, iman edip, salih amel ve güzel işler işleyenlere ağaçlan bulunan ve köşk ve meskenlerinin altından cennet ırmaklarının aktığı cennetlerin (bahçe­lerin) müjdelerini ver! Oralarda canların çektiği, gözlerin zevkle baktığı şeyler vardır. -Buharî ve Müslim'de rivayet edildiği şekliyle-; "orada hiçbir gözün gör­mediği, hiçbir kulağın işitmediği hiç bir insanın hatırından geçirmediği şeyler vardır." Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu gerçeği dile getirmektedir: "İşledikleri­ne bir mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan neler gizlendiğini hiçbir nefis bilmez" (Secde, 32/17).

O cennetlerde kesintisiz nzıklar, canın çektiği çeşitli meyveler vardır. Gü­nün başlangıcında veya sonunda onlara herhangi bir meyve sunulduğu her se­ferde hayretle şöyle diyeceklerdir: Bu meyve dünyada iken bize nzık olarak ve­rileni andırmaktadır. Ancak o meyveyi yedikleri vakit alışageldikleri tadın dı­şında bir tad alırlar ve yalnızca şekli, görünüşü ve türü itibariyle dünya mey­vesine benzediğini, ama aslında tad ve lezzet ve hacim itibariyle ondan farklı olduğunu farkederler. Bu açıdan bu meyveler hiçbir zaman görmedikleri çeşit ve türdendir. Madde ve tadı itibariyle farklı olmakla birlikte, dünyadaki mey­velere benzemesi ile ilgili olarak İbni Abbas şöyle demiştir: "Cennette dünya­dan isimler dışında hiçbir şey yoktur". Taberi de der ki [61]; "Konu ile ilgili en uygun tevil (açıklama şekli) renk ve görünüşleri itibariyle birbirine benzeyen fakat tatları farklı meyveler getirilecektir, diyenlerin açıklamasıdır. O alimler bununla şunu anlatmak istiyorlar: Cennetin meyveleri ile dünyadaki meyveler görünüş ve renk itibariyle birbirine benzemekle beraber, tad ve lezzet bakımın­dan farklıdırlar.

Şanı yüce Allah'ın bize haber verdiği şekliyle iman ettiğimiz gaybî husus­lardan birisi de cennette müminler için huru'l-în'den zevceler olduğudur. Bun­lar çadırları içinde, örtüler ve perdeler arkasındadırlar. Onlardan önce ne bir insan ne de bir cin dokunmuştur onlara. Ay hali, lohusalık gibi maddi ve mane­vi pisliklerden, tiksinti veren kirliliklerden, küçük büyük abdestlerden, balgam çıkarmak ve tükürmekten, nefis ve hevânın şerlerinden uzaktırlar. Müslim'in rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetlikler orada yerler, içerler; fakat tükürmezler, küçük büyük abdest bozmazlar, sümkürmezler" As-hâb-ı kiram: "Peki yemek ne olacak?" diye sorunca; Hz. Peygamber şu cevabı verir: Misk kokusu gibi geyirmek ve ter (ile hazmedecekler) ve sizler nasıl ken­diliğinizden nefes alıyor iseniz onlara da o şekilde teşbih ve tahmîd etmek (el­hamdülillah demek) ilham olunacaktır".

Ancak dünyadaki mümin kadınların kıyamet gününde huru'l-în'den daha faziletli olacakları bildirilmiştir. Bu konu Allah'ın şu buyruğunda söz edilmek­tedir: "Biz onları yeniden yarattık; onları bakireler kıldık ve eşlerine düşkünler ve hep bir yaşta (kıldık)" (Vakıa, 56/35-38).

Tirmizî'nin de rivayetine göre Ümmü Seleme şöyle demiştir:... Ey Allanın Rasûlü! dedim. "Dünyanın kadınları mı üstündür? Hurul-în mi üstündür?" Hz. Peygamber: "Hayır! dünya kadınları Hurul-înden üstündürler. Tıpkı elbisenin astarından üstün olduğu gibi". Ben: "Bu neden dolayı olacaktır, ey Allanın Ra­sûlü?" diye sorunca: "(Dünya kadınlarının) kıldıkları namazlarla tuttukları oruçlar ve aziz ve celil olan Allah'a yaptıkları ibadet ile böyle olacaktır".[62] Yine Sahîh'te sabit olduğuna göre, cennette her bir erkeğin iki tane hanımı olacak­tır. İlim adamları derler ki: Bunlardan bir tanesi dünya kadınlarından, diğeri de cennet kadınlarından olacaktır.

Cennet, dünyadan ebedîlik vasfıyla aynin*. Yani orada devamlılık, kalıcılık ve sonu gelmez uzun bir dönem kalınacaktır. Bunun değiştirilmesi arzusu ol­mayacaktır. Cennet ayrıca eksiksiz, tam bir mutluluktur ve müminlerin emeli­dir. [63]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ruhlara ferahlık veren kalpleri heyecanla harekete getiren, ebedi kalıcı sonsuz nimetler yurdu olan cennete dair Kur"an'daki müjdeler çoktur. Bu cen­net salih amel işleyen müminler için tahsis edilmiştir. Cennete girmek için tek başına iman yeterli değildir. Aksine onunla birlikte itaatin ve salih amelin de bulunması lüzumludur. Cennet nimetleri sınırsızdır. Rızkı kesintisizdir. Yüce Allah o cennette hazırladığı nimetleri bizim kavrayabileceğimiz bir şekilde bu ayet-i kerime ile ve başka ayetlerle anlatmayı murad etmiştir. İnsanın tabiatı maddi şeylere alaka duyduğundan dolayı yüce Allah da onları nefislerinin mey­ledeceği şeylerle teşvikte bulunmuş; bir başka ayet-i kerimede özlü bir şekilde dile getirdiği maddi gerçekleri onlara şöylece vaadetmiştir: "Orada canların ar­zuladığı, gözlerin zevk aldığı şeyler de vardır ve sizler orada ebedi kalıcısınız" (Zuhruf, 43/71). İnsan ahiret âleminde yine insan olarak kalacaktır. Şu kadar var ki, onun insan kişiliği dünyadakinden daha mükemmel ve hayatın tadını bozan şeylerden uzak olacaktır.

Sahiplerini cennetlere yerleştiren salih ameller ise, örfün, şeriatin, aklın ve selim fıtratın kabul ettiği her türlü hayırdır. Bunların bir kısmı Müminûn Sûresinin baş taraflarında şöylece dile getirilmiştir:

"Müminler felah bulmuşlardır. Onlar ki namazlarında huşua dikkat eder­ler, boş söz ve işlerden yüz çevirirler, zekâtı eda ederler, ırzlarını korurlar. Meğer ki eşlerinden yahud cariyelerine karşı olan durumları müstesna. Çünkü onlar (bu durumda) kınanmazlar. Artık her kim bundan başkasını isterse o kimseler, sınırı aşmış olurlar. Ve onlar ki emanetlerine ve ahidlerine riayet ederler, na­mazlarını korurlar. İşte bunlar mirasçılardır ki, Firdevs'e mirasçı olurlar. On­lar orada ebediyen kalıcıdırlar" (Müminûn, 23/1-11)

Müminlerin cennette ebedilikleriyle kâfirlerin cehennemde ebediliklerinin şeriatteki anlamı devamlı ve kesintisiz kalıcılıktır yani oradan çıkmayacaklar­dır. Kaldıkları bu yurtlar onlarla birlikte yok olmayacaktır. Orada kafirler için sonu gelmez ebedi bir hayat sözkonusu olacaktır. [64]

 

Kur'an-ı Kerim'de İnsanlara Misal Vermenin Faydası

 

26- Gerçekten Allah bir sivrisineği ve­ya ondan daha ileri herhangi bir şeyi misal vermekten çekinmez. İman eden­ler bunun Rablerinden bir hak olduğu­nu bilirler. Kâfirler ise: "Allah bu misal ile ne murad etmiştir?" derler. Allah bununla çoğu kimseyi saptırır ve yine bununla çoğu kimseyi de hidayete er­dirir. O bununla fasıklardan başkasını saptırmaz.

27-  Onlar ki Allahm ahdini sağlamlaş-tırdıktan sonra bozarlar. Allanın bitiş­tirilmesin! emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde fesad yaparlar. İşte onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.

 

Belagat:

 

"... çekinmez" yani terketmez. Burada yüce Allah "çekinme (mealde haya)"yı terketmek anlamında kullanmıştır. Çünkü terketmek hayanın sonuçlarmdandır. Herhangi bir şeyi işlemekten utanan bir kimse onu terkeder. Nitekim Zemahşe-ri'de {Keşşaf, 1/204) de böyle açıklamıştır. Buna göre bu, bir tür mecazdır.

"Allahm ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar." Burada kapalı istiare vardır. Çünkü ahid ipe benzetilmiş ve kendisine benzetilen hazfedilmiştir. Ayrı­ca onun gereklerinden bir şey -ki bu da bozmaktır- ile ona işaret edilmiştir. Ahd'e "ip" adının verilmesi de istiare yoluyladır. Çünkü ahdin tarafları arasın­da ilişkinin belli bir sağlamlığı vardır. Nitekim Zemahşeri de (1/207 de) böyle demiştir. Yani bozmak (nakzetmek) tabiri ip hakkında kullanılır iken, ahit hakkında da kullanılmıştır. [65]

 

Kelime ve İbareler:

 

"misal vermekten çekinmez". Misal vermeyi terk etmez. Çekinmek (haya), ayıplanmak ve yerilmek korkusundan dolayı insanda görülen değişik bir du­rumdur. Haya, Yüce Allah hakkında kullanıldığı takdirde, o zaman bununla anlatılmak istenen, hayanın başlangıcı ve ondan önceki korku hali değil; haya­nın sonucu olan kötü bir fiili terketmektir. (Buna göre "Allah... haya etmez" buyruğu; "...çekinmez, vazgeçmez." demektir.)

"Misâl" sözlükte benzeyen, denk olan demektir. Dilde misal vermek ise herhangi bir durum için uygun düşen bir şeyi söz konusu ederek, onun gizli olan güzellik ve çirkinliğini ortaya çıkarmaktır.

"Hak" Sabit olması hak olan ve gereken, buna karşılık aklın inkâr etmeye yol bulamadığı şey demektir.

"Fasıklık" Sözlükte çıkmak, demektir. Taze hurma, kabuğundan çıktığı za­man bu tabir kullanılır.

"Bozmak (nakzetmek)" İpin, eğirilmiş yünün ve benzeri şeylerin yapısını çözmek ve ayırmak demektir. "Misak" Bir şeyin kendisi vasıtasıyla sağlamlaş-tırıldığı ve artık bozulması zor olacak şekilde muhkem kılındığı şey demektir. Ahdin mîsâkı (pekiştirilmesi) ise, tekid edilmesi demektir. Maksat yemin ile pekiştirilmiş olan ahittir. Allah'ın ahdi ise kullarından aldığı düşünmek, tetkik etmek ve ibret almak suretiyle onların kevnî sünnetlerini anlama hususundaki ahitleridir. Bu, kendilerine önceki kitaplarda emretmiş olduğu ve ortaya çıktığı zaman kendisine iman etmelerini istediği Muhammed (s.a.)'e imandır. İmanın yolu ise anlayıp kavramaya götüren akıl ve beş duyu nimetini kullanmaktır.

Mîsâkın (ahdin) bozulması: Bu ilâhî bağışları, yaratılış maksatları doğrul­tusunda -adeta kaybedilmiş yahut tümüyle işletilmemişler gibi- kullanmamak­tır. Buna göre: "Sağlamlaştırıldıktan sonra" buyruğu onlar hakkında pekiştiril­dikten sonra, demektir. Pekiştirilmesi emrolunan şey ise, Peygambere iman, akrabalık bağlan ve benzeri hususlardır. Yeryüzünde fesat çıkarmak ise; gü­nahlar işlemek, isyan etmek, imandan alıkoymak ile olur. [66]

 

Nüzul Sebebi

 

Taberi, Tefsir1 inde (I, 138) Ashâb-ı Kiram arasından bir gruptan şunu ri­vayet etmektedir: Şanı yüce Allah münafıklara: "Onların misali bir ateş yaka­nın hali gibidir" (ayet 17) ile: "yahut boşanan yağmur gibidir" (ayet 19) buy­ruklarında münafıklara ait bu iki misali verince münafıklar, Allah böyle misal­ler vermekten daha yüce ve daha üstündür, dediler. Bunun üzerine yüce Allah da; "Gerçekten Allah bir sivrisineği... misal vermekten çekinmez... İşte onlar za­rara uğrayanların ta kendileridir" buyruklarını indirdi. [67] Süyuti ise Celâleyn' de: "Senet itibariyle bu görüş, daha sahih ve sûrenin daha önce geçen bölümle­rine daha münasiptir", demektedir. [68]

 

Açıklaması

 

Şanı yüce Allah sivrisinek ve benzeri, gerek ondan daha aşağı, gerek on­dan daha büyük bir şeyi misal vermeyi basit ve önemsiz olduğundan dolayı -onu örnek göstermekten çekinen kimsenin yaptığı gibi- misal vermekten çekin­mez. Çünkü ister küçük, ister büyük olsun, bu misali ve benzeri şeyleri göster­mekte garip kaçacak, çekinilecek veya ayıp görülecek bir taraf yoktur. Çünkü bunların hepsindeki azamet ve kudret aynı ölçüdedir. O da yaratmak ve hari­kulade bir şekilde var etmektir. Diğer taraftan örnek, bir anlama açıklık ka­zandırmak ve onu bilinen ve tanık olunan şekliyle izah etmektir. Misaller in­sanların daha kolay bir şekilde anlayabilmesi için maddî şeylerin kalıbı çerçe­vesinde murad edilen anlamlan açığa çıkarmak içindir.

Bunlar sonucunda ise kapalı görünen hususlar açıklık kazanır, aklın kar­şısında vehim gibi görünen şeyler ortadan kalkar.

Yüce Allah hikmeti sonsuz olandır. Duruma, hal ve münasebetlere uygun bir şekilde büyük olsun, küçük olsun eşyaya dair misaller vermekle, gayeye yö­nelik fayda sağlar. Eğer bahsedilen konu, hak ve İslâm gibi büyük bir şey ise, ona nur ve aydınlık gibi şeyleri misal gösterir. Eğer iş put gibi hakir ve düşük bir şey ise, faydasız olması, faydasının bulunmaması açısından, onu andıran sinek, sivrisinek ve örümceği misal verir.

Bütün eşyayı, küçüğü ile büyüğü ile yaratanın Allah olduğunu tasdik eden müminler: Bu, Allah'ın hak sözüdür. O haktan başkasını söylemez ve hepsi (her türlü misal) onun için bîrdir ve bu bir maslahat, bir hikmet dolayısıyla verilmiştir, derler. Hakir gördükleri şeylerin misal getirilmesiyle alay eden kâfirler ise, hayret ve şaşkınlık içerisinde: "Allah bu gibi önemsiz ve hakir şeyleri misal vermekle ne­yi anlatmak ister?" derler. Onlar şaşkınlık içerisindedirler ve sonunda zarara uğ­rayacaklardır. Eğer iman edecek olurlarsa hakkı bilir ve bu örneklemedeki hik­met yönünü de anlarlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "7h ki kendilerine kitab verilenler yakın ile inansınlar, iman edenlerin de imanı artsın. Kitab verilenler ile müminler şüpheye düşmesin, kalplerinde hastalık bulunanlarla kâfirler de: Allah bu misal ile neyi murad etmiş? desinler diye." (Müddessir, 74/31).

Daha sonra Yüce Allah bu tür soru soranlara böyle bir misalin Allah'ı in­kâr ettiklerinden dolayı kâfirlerin bir çoğunun sapıklığının artmasına, Allah'a iman ettiklerinden dolayı da müminlerin çoğunun hidayetinin artmasına sebep olduğunu belirterek cevâp vermektedir. Ayrıca verilen misal ile olsun, başkası ile olsun Kur'an-ı Kerîm'deki buyruklar sebebiyle fâsıklardan başkası sapıt­maz. Yani Allah'a itaatten yüzçeviren, onun yaratmasındaki sünnetinin dışına çıkıp ayetlerini inkâr eden ve maksatları idrak etmekten yana akıl ve şuurları­nı işlemez hale getirenlerden başkasını saptırmaz.

Bu buyruk, onların saptırılmalarının sebebinin Yüce Allah'ın öğüt almak isteyenler için ibret kılmış olduğu kevnî sünnetlerinin dışına çıkmaları olduğu­na işaret etmektedir. Saptırmanın Yüce Allah'a isnad edilmesi, fiilin sebebe is-nad edilmesi türündendir. Çünkü Yüce Allah misali verince, o misal sebebiyle birtakım kimseler saptı ve birtakım kimseler de hidayet buldu. İşte bu, onların sapıtmalarının ve hidayet bulmalarının sebebini teşkil etmiştir. [69] Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte biz, bu misalleri insanlara veriyoruz. Onlara ancak âtim olanlar akıl erdirir." (Ankebui, 29/43). Alimler ise haklan yol göstericiliği sayesinde hidayet ve doğru yolu bulan müminlerdir.

Yüce Allah bunun akabinde bu fasıklann niteliklerini açıklamaktadır. Onlar yaptıkları ahitleri bozarlar. Akıl, şuur ve duyu gibi ilâhî bağışları asıl maksatları doğrultusunda kullanmaz, Yüce Allah'a fıtrî olarak (D söz verdikleri Muhammed'e iman, onu ve geçmiş bütün peygamberleri doğrulamak, Allah'ın şeriatları gere­ğince amel etmek gibi ahitleri bozarlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onla­rın kalpleri vardır, fakat bunlarla idrak etmezler. Gözleri vardır, onlarla görmez­ler. Kulakları vardır, onlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar. İşte onlar gafillerin ta kendileridir." (A'râf, 7/179)

Onlar Allah'ın bitiştirilmesini emretmiş olduğu, varlığına dair kevnî deliller ortada olmasına rağmen Allah'a iman bağını keserler. Böylelikle delil ile, delilin gösterdiği arasındaki ilişkiyi kopartmış olurlar. Bütün peygamberlere imanı da kesmişlerdir. Bir peygamber ile diğer bir peygamber arasında ayırım gözetmiş­lerdir. Halbuki Allah bütün peygamberlere iman ederek bağın koparılmamasını emretmiştir. Diğer taraftan onlar akrabalar arası maddi yakınlığı, peygamberler arasındaki manevi yakınlığı ve müminleri veli edinmek şeklindeki bağı da bitiş­tirmezler. Arap müşrikleri Peygamber (s.a.)'i yalanlayarak fıtrat ahdini bozmuş oldular. Kitap Ehli ise, hem fıtrat ahdini bozmuştur, hem de Yüce Allah'ın kitap­larında kendilerinden almış olduğu peygamberimiz Muhammed'e iman ahdini bozmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz içlerinden bir gurup bilip durdukları halde yine de hakkı gizlerler." (Bakara, 2/146). Buna göre peygamberlerin gönderilişlerini inkâr eden, onların gösterdikleri aydınlık yol ile doğruyu bulmayan herkes, Allah'ın ahdini bozmuş demektir.

Bu bozguncular, yeryüzünde masiyetler işleyerek, insanlar arasında boz­gunculuk yaparak, onları imandan alıkoyarak inançlarından saptırarak, Kur'an çerçevesinde şüpheler uyandırarak -kendi nüfuz ve payelerini korumak gayesiyle- yeryüzünde fesat çıkartırlar.

Sonuçta ise bunlar rezil edilmek, şaşkınlık içerisinde kalmak ve yardımsız bırakılmak suretiyle dünyada acıklı azab ve Allah'ın kendilerine gazab etmesi suretiyle de ahirette hüsrana uğrayacak olanlardır. Dünyalarında da ahiretle-rinde de onlar için bir mutluluk yoktur. Çünkü bunlar hidayet karşısında dalâ­leti, mağfiret karşısında gazabı, cennet karşılığında cehennemi, ahde vefa kar­şısında ahdi bozmayı, bağları bitiştirmek yerine kesmeyi, salah yerine fesadı, sevap ve ecir yerine cezayı almışlardır. [70]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Müşriklerin kanaatlerine göre fasih söz söyleyenlerin anlatımlarına yakış­madığı sanılan arı, sinek, örümcek, karınca ve benzeri küçük görülen şeylerin

1- Fıtrî ahit veya Allah'ın ahdi: Allah'ın kalplere yerleştirmiş olduğu şuur ve bütün insanların sahip oldukları akıl ile Yüce Allah'ın tevhidine dair apaçık delillerdir. Bu Allah'ın kendilerine verdiği ve sağlamlaştırdığı emir mesabesindedir. "Oyları nefislerine şahit tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (diye buyurmuştu). Onlar da: Evet (Rabbimizsin) şahit olduk demişlerdi." (Araf, 7/172). Dinî ahit ise, kendilerine Allah'ın mucizeleri ile yolladığı bir rasul gönderdiği takdirde, onu tasdik edip ona tabi olacaklarına dair Kitap Ehli'nden aldığı sözdür.

Kur'an-ı Kerîm'de sözkosunu edilmesi Kur'an-ı Kerîm'in fesahatini tenkid edi­lecek bir düzeye indirerek, onun mu'ciz olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü bu gibi şeylerin küçüklüğü eğer bunları sözkonusu etmek, ileri derecede birta­kım hikmetleri kapsıyor ise fasahatte eleştiri getirecek bir yön değildir. İşte ayetlerin kendilerinden öncekileriyle ilişkisi bu açıdandır.

Yüce Allah hakkında haya (utanmak, çekinmek) vârid olduğu takdirde, bununla anlatılmak istenen, hayanın başlangıcı ve önceki durumu olan korku değildir. Burada anlatılmak istenen, onun sonucu ve vardığı nihai nokta olan fiili terketmektir (yani çekindiğinden dolayı Allah böyle bir işi terketmez). Aynı şekilde Yüce Allah için sözkonusu olan gazab ile anlatılmak istenen, intikam arzusu ve kalpteki kanın galeyana gelmesi de değildir. Bununla anlatılmak is­tenen hakkedilen cezayı vermektir. İşte bu konudaki prensip budur.[71]

Allah'ın sözü mutlak bir gerçektir ve onda bir eksiklik sözkonusu değildir. O katıksız bir haktır. Çünkü hakkı açıklamakta, hakkı ifade etmektedir. İnsan ruhunda yaptığı etki vasıtasıyla da hakkı almaya ,onu kabule itmektedir.

Kur'an-ı Kerîm'de benzer şeylerin ve misallerin verilmesi ile kapalı tarafla­rın açıklığa kavuşturulması ve gerçeklere zihinlerin dikkatinin çekilmesi, menfa­at ve maslahatların açıklanması, sonsuz hikmetlerin beyan edilmesi kasd edilir. Bu ise akıl, sahip olunan kültür ve elde edilen eğitim ve öğretim açısından güzel görünen bir husustur. İnkâr eden kâfirler ise, apaçık şekliyle ortaya çıktıktan sonra yine de hak etrafında tartışır, her şeyi açık seçik ortaya çıksa da yine de de­lil hakkında şüphe eder, böylelikle saded dışına çıkar ve delilden yüz çevirirler.

İman ve küfür kalıtım yoluyla alman yahut cebren ve zor ile kabul edilen şeyler değildir. İradenin, seçim ve akim bunlarda bir rolü vardır. Sebep ise in­sanın duyu, şuur ve fikir gibi güçlerini kullanmaktır; yoksa kâfirlerin ileri sür­dükleri gibi, verilen misallerin insanları sapıklar veya hidayet bulanlar diye ayırmakta herhangi bir etkisi yoktur. Şanı Yüce Allah, akıl ve din hidayeti ile yolunu bulan herhangi bir kimseyi saptırmaz. O Allah'ın dosdoğru yolunun dı­şına çıkmış fasıklan saptırır ki, ezelden beri Allah'ın ilminde bunların hidayet bulmayacakları bilinen bir husustur. Buna göre saptırmanın Yüce Allah'a is-nad edilmesi fiilin sebebe isnad edilmesi kabilindendir. Çünkü Yüce Allah mi­sal verip de o misal sebebiyle birtakım kimseler sapıp birtakım kimseler de hi­dayet bulunca bu, insanların sapmalarının ve hidayet bulmalarının sebebini teşkil etmiştir. Buna göre onların sapmalarının asıl sebebi fasıklıktır. Yani Al-lahu Teala'nın mahlukatındaki sünnetlerinde - kanunlarında belirlenen doğru yoldan çıkmadır. Halbuki Allah, onları, onlara verdiği Kitabı ile, akıl ve şuur yetenekleri ile doğru yola yöneltmiştir.

Bizzat kendilerini saptıran fasıkların nitelikleri pek çoktur. Bunların bir kısmını 27. ayet-i kerime şöyle sözkonusu etmiştir: "Pekiştirildikten sonra Al­lah'ın ahdini bozmak." Allah'ın ahdi ise rasûlleri aracılığı ile kitaplarında in­sanlara yönelttiği emirler, kendisine itaat etmeleri için onlara verdiği buyruklar ve kendisine isyan etmek türünden olup kendilerine yasak kıldığı şeylerdir. Bunu bozmaları ise emir ve yasakları terketmektir.

Yine fasıkların niteliklerinden bir tanesi, Allah'ın bitiştirilmesini emretti­ği şeyi kesmektir. Bu ise yeryüzünde Allah'ın dinine, ona ibadete, onun şeriati-ni uygulayıp çizdiği sınırlan korumaya bir işarettir. O bakımdan Yüce Allah'ın bitiştirilmesini emrettiği her şeyi kapsayan genel bir ifadedir. Cumhurun görü­şü budur. Akrabalık bağını düzeltmek ise bunun bir parçasıdır.

Fasıkların niteliklerinden bir tanesi de yeryüzünde fesat çıkartmaktır. Ya­ni Yüce Allah'tan başkasına ibadet etmek, yaptıkları işlerde hakkı tecavüz edip zulmetmek, şehvet ve arzularının peşine gitmektir. Fesadın en ileri noktası da işte budur.

Fasıklık ise, kaçınılmaz olarak zarara uğramayı gerektirir; kişinin itaatin, sonunda kâra yani kurtuluşa ulaştırdığı gibi. Burada fasıklar ile anlatılmak is­tenen küfür dışında kalan masiyetleri işleyen asiler değildir.

Bu ayet-i kerimede ahde bağlı kalmanın, onun gereklerini yerine getirme­nin şer'an ve aklen vâcib bir iş olduğunun delili vardır. Caiz olup da kişinin ken­disini yapmak taahhüdü altına soktuğu bütün ahitler de bu hükme tabidir. Bun­ları bozmak, kişi için helâl değildir. Sözü geçen bu ahid, ister müslüman ile, ister müslüman olmayan ile yapılsın, farketmez. Çünkü Yüce Allah ahdini bozan her­kesi yermiş ve: "Ey iman edenler! Ahitlerinizi tastamam yerine getiriniz." (Mâide, 5/1) diye buyurmuştur. Yüce Peygamberine de şu buyruğu vermiştir: "Eğer bir topluluğun hainlik etmesinden kesin endişeye düşersen, adalet üzere kendilerine (ahitlerini) at. Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez." (Enfâl, 8/28). Bu buyruğu ile Allahu Teala ahdi bozmayı yasaklamaktadır. Ahdi bozmak, ancak ahdi nak­zetmekle, yani hükümlerine aykırı hareket etmekle sözkonusu olur.

Az olsalar bile hidayet bulan müminlerin; çok olmalarına rağmen fâsık, sapkın o kâfirlerden daha üstün faziletleri, daha büyük menfaatleri ve daha geniş çapta etkileri vardır. Ayet-i kerime fıska saplanmış kafirler kadar olmasa da hidayette olanların da çokluk itibariyle kafirler gibi olduğunu hissettiriyor olsa bile; bununla anlatılmak istenen zahirî mana değildir. Çünkü asıl nazarı itibara alınması gereken niteliktir, nicelik değildir. Yüce Allah da: "Kullarım­dan gereği gibi şükreden ise pek azdır." (Sebe', 34/13) diye buyurmaktadır.

Şanı Yüce Allah'ın: "Allah bununla çoğu kimseyi saptırır ve yine bununla da çoğu kimseyi hidayete erdirir." ayetinde bu yolda saptırmayı hidayetten ön­ce söz konusu etmesi, sapıtmanın küfür olan asıl sebep ve menşeinin daha ön­ceden varolduğundan dolayıdır. O bakımdan bu, kâfirlerin durumuna uygun bir ifadedir. Böylelikle onların kulaklarına cevap olarak ulaşan ilk şeyin o ol­ması ile onların gücünü ortadan kaldıran, varlıklarını sarsan bir söz olması sağlanmış olmaktadır. Allah bu gerçeği bu işin yenilendiğini ve devam edip durduğunu haber vermek üzere geleceği de ifade eden muzâri (şimdiki ve geniş zaman) kipi ile ifade etmiştir. [72]

 

İnsanı Yaratmak, Öldürmek, Gökleri Ve Yeri Yaratmak Gibi İşlerle Tecelli Eden Allah'ın Kudreti

 

28- Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr edi- yorsunuz? Halbuki daha önce ölüler  idiniz de sizi diriltti. Sonra sizi yine öl- dürecek, sonra yine tekrar sizi dirilte- cek ve sonunda yalnız O'na döndürüle- çeksiniz.

29- Yerde ne varsa hepsini sizin için  yaratan, sonra göğe yönelip (istiva  edip) de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur. O, herşeyi çok iyi bilen  (aıîm)dir%

 

İ'râb:

 

"Sonra göğe yönelip (İstiva edip)..." buyruğunda yer alan "sonra" tabiri arada geçen zaman fasılasını ifade etmek için değil, iki yaratma arasındaki farklılığı ve göklerin yaratılışının yerin yaratılışına üstünlüğünü açıklamak içindir. İlk atıf (bağlaç) "fe" harfi ile yapılmış iken, daha sonrakileri "sümme (sonra)" ile atfedilmişlerdir. Çünkü birinci yaratma fasılasız olarak ölümün akabinde gelmiştir. Ölüm ise hayat denilen bir süre geçtikten sonra ve ikinci hayattan sonra gelir. [73]

 

Belagat:

 

"Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz?". Burada ifadeler azarlamak ve sitem maksadıyla gaibten hazır olan muhataba yöneltilmiştir (iltifat).

"Çok iyi bilen (Alîm)". Şanı Yüce Allah'ın kendi zatını vasfettiği mübalağa kiplerinden birisidir. Anlamı ise, bilgisi her şeyi kuşatan, ilmi geniş olan de­mektir. Yüce Allah'ın, Arapların mübalağa kastı ile kelimenin sonuna "yuvarlak te" getirerek kullandıkları "allame" kelimesi ile nitelendirilmesi caiz değildir.

"Onları yedi gök halinde düzenleyen" yani eksiksiz bir şekilde, bir çatlak ve eğrilik-büğrülük bulunmaksızın yaratışlarını tam yapan "O'dur." Çünkü on­ların düzenlenmesi (tesviye edilmeleri) nin anlamı, yaratılışlarının dengeli kı­lınması, dosdoğru olması, eğrilik ve çatlaktan uzak olması veya yaratma işle­minin tamamlanması demektir.

"Yönelip (istiva edip)" buyruğunda sözü geçen istiva, sözlükte bir şeyin üstüne yükselmek demektir.

"O her şeyi çok iyi bilendir." Allah gökleri herhangi bir düzensizlik olmak­sızın sapasağlam ve eksiksiz bir şekilde yarattıktan sonra, yerde bulunan her şeyi de orada yaşayanların gereklerine, menfaat ve maslahatlarına uygun ola­rak yarattıktan sonra, her şeyin durumunu genel ve özel olarak çok iyi bilir. [74]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz?" Bu ifade: Sizi küfürden alıko­yacak, iman etmeye davet edecek bunca delillere sahip olmanıza rağmen, nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz?" Buradaki soru delilin varlığına rağmen, onların küfür ve inkârda devam etmelerinin hayret edilecek bir şey olduğunu ifade etmek ve tavırlarını reddetmek (inkâr) içindir veya azarlamak maksadı­na yöneliktir.

"...Daha önce ölüler" yani sulblerde nutfeler "idiniz de sizi" analarınızın rahminde ve dünyada size ruh üflemek suretiyle "diriltti. Sonra sizi" ecellerini­zin sona ermesi halinde "yine öldürecek sonra sizi tekrar" öldükten sonra diriliş ile "diriltecek" amellerinizin karşılığını verecek ve "sonunda yalnız O'na dön­dürüleceksiniz."

"Daha önce ölüler idiniz" cümlesinin başından ayetin sonuna kadar "vav" harfinin gelmesi ile şöyle denilmiş gibi oluyor: Sizin durumunuz bu iken nasıl olur da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki önce babalarınızın sülblerinde nut­feler halinde ölüler idiniz. O size can verdi, canlandırdı. Bu hayattan sonra sizi tekrar öldürecek, sonra ölümden sonra sizi yeniden diriltecek, sonra da hesaba çekecektir...

"Yerde ne varsa" yani içindekileriyle birlikte yeri "hepsini" onlarla faydalana-sınız ve ibret alasınız diye "sizin için yaratan sonra göğe yönelip (istiva edip) de onları yedi gök halinde düzenleyen O'dur." Yeri yarattıktan sonra Yüce Allah ira­desi ile iradesine has ve dosdoğru bir kasıt ile semaya yöneldi; kastetti, demektir. [75]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah fasıkların niteliklerini, kâfirlerin Kur'an-ı Kerîm'e karşı tu­tumlarını sözkonusu ettikten sonra, bu iki ayet-i kerime ile onların bu tutum­larını reddetmek, bunun hayret edilecek bir durum olduğunu belirtmek, tutum ve küfürlerinin nitelikleri dolayısıyla onları azarlamak üzere, insanları imana götürmesi gereken delilleri sözkonusu ederek hitabı kâfirlere yöneltmektedir. Bu deliller Yüce Allah'ın kudretini gösteren nimetlerdir. Allah insanları ölüm­lerinden sonra hayat vererek canlandırmıştır. Sonra onları öldürmekte, sonra yine hayat vermektedir. Yeryüzünde gizli bulunan bütün nimetleri kendisinden faydalanmaları için O yaratmıştır. Karanın ve denizin karanlıklarında (insan­lar) yollarını bulsunlar diye kandillerle süslenmiş yedi göğü de yaratan O'dur. İşte bütün bunlardan sonra nasıl olur da Muhammed ve onun peygamberliği red edilerek küfür tercih edilebilir. [76]

 

Açıklaması

 

Ey kâfirler! Durumunuz hayret vericidir. Şanı Yüce Allah, ölümünüzden sonra bu dünya hayatında sizi var etmekle birlikte, nasıl olur da O'nun varlığı­nı ve kudretini inkâr ediyorsunuz? Gizli-açık üzerinizdeki nimetlerini tamam­lamış, sizlere hayatın akü, duyu ve duygular gibi en üstün nimetlerini bağışla­mış, hayatın kalıcılığını sağlayan rızıklarla sizi donatmış bulunuyor. Ecelinizin sona ermesiyle birlikte canınızı alıyor, öldükten sonra da kabirlerinizden sizleri diriltiyor, sonra hesaba çekilmek, amellerinizin karşılığını görmek üzere de tekrar ona döndürülüyorsunuz. Böylelikle herkes dünyada iken işlediklerinin karşılığını görecek ve her nefis kendisine ihsan edilen nimetler dolayısıyla he­saba çekilecek. İşte iki ölüm ve iki hayat. Bunlar size küfür üzere kalmanızda ileri sürebileceğiniz bir mazeret bırakmamakta, Kur'an-ı Kerîm'in misalleriyle alay etmeniz, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr etmeniz için hiç bir şeyi mazeret sürmenize imkân vermemektedir.

İbni Abbâs ve İbni Mes'ûd şöyle tefsir ediyor: Sizler yaratılmadan önce yok idiniz, ölü idiniz. O sizi diriltti, yani yarattı. Sonra ecellerinizin sona ermesiyle sizi öldürecek, sonra da kıyamet gününde sizi tekrar diriltecektir. Bu tefsiri baş­ka ayet-i kerime de desteklemektedir: "Rabbimiz bizi iki kere öldürdün, iki kere de dirilttin." (Mü'min, 40/11). İbni Atiyye der ki: İşte ayet-i kerime ile kastedilen budur. Kâfirler ölmeyi ve diriltilmeyi kabul ettiklerinden dolayı bu delilin gere­ğini kabul etmekten de kurtulamazlar. Kâfirler başlangıçta yok olan ölüler ol­duklarını, sonra dünyada yaratıldıkları anı, sonra yine dünyada öldürüldükleri­ni kabul ettiklerine göre, öbür diriltmenin gereğini de kabul etmeleri gerekir ve bu onlar aleyhlerine daha güçlü bir delil olur. Onların bunu inkâr etmeleri ise, delil getirmek imkânını bulamayacakları bir iddia halini alır. [77]

Daha sonra, Yüce Allah öldükten sonra dirilmeye ve insanları imana yö­neltmeye dair bir delil sözkonusu etmektedir. Bu, yeryüzünü içinde bulunan her şeyle yararlanalım, Allah'ın yaratan ve rızık veren olduğunu kabul edelim diye, bizler için yaratmasıdır. Buna göre faydalanmak ya hayatı sürdürme es­nasında varolan şeylerden yararlanmak suretiyle maddi anlamıyla olur, ya da egemenlik altına alamadığımız şeyler üzerinde durup düşünerek, ibret alarak, manevi şekliyle gerçekleşir. Her iki durumda ise bedenlerin ve ruhların gıdası gerçekleşmiş olur.

Yüce Allah yeryüzünde insanlar için hayatlarını sürdürme imkânını ha­zırlamış, insanı korunmuş bir tavanın gölgesine almakla bunu gerçekleştirmiş­tir. Sözü geçen bu tavan kudreti ile yükselttiği, sapasağlam bir yapı halinde düzenlediği, hikmeti ile var ettiği yedi semadır. Bunlara geceleyin yeryüzünü aydınlatsınlar diye harikulade gezegenler ve yıldızlar yerleştirmiştir. Bunların gerçek mahiyetlerini, durumlarını, onlarda bulunan harikuladelikleri yalnızca Allah bilir. Allah yerde ve gökte ne yarattıysa hepsini bilendir. İşte bütün bun­lar yaratıcı bir ve tek ilahın varlığını gösteren göz kamaştırıcı kudretinin delilleridir. O, bu kudretiyle tekrar yaratmayı ve tekrar hayatı takdir etmeye kadir­dir. Artık bütün bunlardan sonra küfrü, inkârı veya Allah'ın varlığını kabul et­memeyi haklı çıkartan bir sebep bulunabilir mi? [78]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Önceden indirilmiş semavî bir kitaba iman etmiş olsalar bile, Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak getirdiklerini tasdik etmeyen herkes küfür dairesi içine gelir. Çünkü bunlar Kur'an-ı Kerîm'in Allah tarafından indirildiğini kabul etmemektedirler. Kur'an'ın bir insan sözü olduğunu ileri süren herkes, Allah'a şirk koşmuş ve Allah'ın ahdini bozmuş olur. Mutezile: "Nasıl olur da Allah'ı in­kâr ediyorsunuz..." ayet-i kerimesi küfrün kullar tarafından yapılan bir iş oldu­ğunun delilidir, demektedir.[79]

Allah'ın kudretine ve varlığına dair delliller pek çoktur. Bunların bir kısmı bu ayet-i kerime ile sözkonusu edilmiştir. Bunlar içindekilerle birlikte harikula­de bir şekilde yarattığı gökler ve yeryüzü, yoktan insanı yaratmış olması, sonra onu öldürmesi, sonra tekrar diriltmesi, insan hayatının akışı içerisinde yaptıkla­rı dolayısıyla hesaba çekilmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İlk yaratmayı başlattığımız gibi onu tekrar iade ederiz." (Enbiyâ, 21/104). Buna göre insanların tekrar yaratılmaları ilkin yaratılmaları gibidir. Tekrar yaratılmaları bir dönüştür. Müminler bunun sonucunda imanları ve salih amelleri sebebiyle cennetlerle mükâfat, kâfirler de küfürleri sebebiyle azab göreceklerdir.

Yüce Allah'ın "...sonra..." buyruğunda kelimesinde araya zaman fasılası­nın girişi ve bir sıralama kastedilmemektedir. "Sonra" kelimesi ile anlatılmak istenen nimetlerin sayılıp dökülmesidir. O bakımdan bu ayeti kerime ile: "bun­dan sonra da yeri yayıp döşedi." (Nâzîat, 79)30) ayeti arasında bir çelişki yok­tur. Çünkü bu ayeti kerimede geçen "Sonra" yi ifade eden "ba'de" kelimesi ha­ber vermenin sıralanışında bir "sonralık" ifade eder. Yoksa zaman itibariyle ve­ya bizatihi işin kendisindeki sıralanışındaki bir tertibi ifade etmez. Buna şunu misal gösterebiliriz: Bir kişi başkasına: "Ben sana bunca büyük nimeti verme­dim mi? Sonra senin kadrini yükseltmedim mi, sonra da seni düşmanlarına karşı savunmadım mı?" diyebilir. Burada anlatım itibariyle sonradan sözünü ettiği bazı şeyler, belki daha önceden meydana gelmiş olabilir.

Buna şöyle de cevap verilebilir: Yer semadan önce yaratılmış fakat sema­nın yaratılışından sonra yayılıp döşenmiştir. O takdirde ayetler arasında bir tearuz olmaz. Nitekim İbni Cüzey de bu görüştedir. Fakat İbni Kesîr şöyle de­mektedir: Bu ayet (yani Bakara 29. ayet) yeryüzünün semadan önce yaratıldı­ğını göstermektedir. Nitekim Secde (Fussilet, 41/9-10) ayetinde de şöyle buyu-rulmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr mı ediyor ve O'na ortaklar koşuyorsunuz?..." Bu ve öteki ayet-i kerime yerin semadan önce yara­tıldığını göstermektedir. Bu bilinen kadarıyla ilim adamları arasında anlaş­mazlığın bulunmadığı bir husustur. Şu kadar var ki İbni Cerîr et-Taberî, Katâde'den, onun semanın yeryüzünden önce yaratıldığını ileri sürdüğünü naklet-miştir. Kurtubî ise "Bundan sonra da yeri yayıp döşedi." (Nâziât, 79/30) ayet-i kerimesini tefsiri esnasında bu hususta açık bir görüş belirtmemiştir.[80]

"Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan..." ayet-i kerimesi, insanın fayda­sı, maslahatının gerçekleşmesi ve yaratıkların ihtiyaçlarının karşılanması için yeryüzünü hazırlayan ilâhî kudrete dikkat çekmektedir. Şanı Yüce Allah, yeryü­zünde bulunanları ve yaratıkların varedilmeleri ile ilgili cahillikleri sebebiyle kâfirleri kınamış, onlara sitemde bulunmuştur [81] Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "De ki: Siz iki günde yeri yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na or­taklar mı kılıyorsunuz1? İşte o âlemlerin Rabbi Allah'dır. Orada üstünden sabit dağlar yarattı, onda bereketler kıldı ve gıdalarını takdir etti. (Bütün bunları) So­ranlar için müsavi olarak dört günde yaptı." (Fussilet, 41/9-10). Buna göre Baka­ra süresindeki bu ayet-i kerimeden kasıt, gereken şekilde ibret ve öğüt almaktır. Buna delil ise, ondan önce ve ondan sonra söz konusu edilen hayat vermek, öl­dürmek, yaratmak, semaya yönelmek ve onları düzenlemekten söz ediştir.

Fakat ayet-i kerimenin zikredilmesindeki asıl hedef sözü geçenler olmakla birlikte, bu ayet aynı zamanda şu prensibe de usûl âlimlerince delil teşkil et­miştir: "Yasaklayıcı delil gelinceye kadar eşyada aslolan mübahlıktır."[82] Yani aslolan, Allah'ın yeryüzünde yarattığı her şeyden faydalanmanın mubah oldu­ğudur ve bu yasaklayıcı delil gelinceye kadar böyledir. Hiç bir yaratığın Al­lah'ın mubah kıldığı bir şeyi haram kılmak hakkı yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Allah'ın size indirdiği ve kendisinden haram ve helal kıldığınız rızıktan ne haber? Söyleyin bana! De ki: Allah mı size izin ver­di, yoksa Allah'a iftira mı ediyorsunuz?" (Yunus, 10/59).

Allah'ın ilmi bütün yaratıkları kuşatır ve kapsar. O her şeyin yaratıcısıdır. Göklerdeki ve yerdeki bu sapasağlam ve sarsılmaz düzen ancak yarattığını çok iyi bilen ve hikmeti sonsuz bir Yaratıcı tarafından var edilebilir. Dolayısıyla in­sanların hidayet bulması için bir Kitab ile desteklenmiş bir rasûl-peygamber göndermesinde, bu Kitab'ında da mahlukatından küçük veya büyük dilediği herhangi bir şeyi misal göstermesinde şaşılacak bir taraf yoktur.

Buradaki "...sonra istiva etti." ayeti ile "Rahman Arş'a istiva etti." (Tâ-Hâ, 20/5) buyrukları, tefsiri zor ayetlerdendir. Bu hususta ilim adamlarının üç gö­rüşü vardır [83]

Birincisi imamların çoğunun görüşüdür: Bizler bu buyrukları okuruz, on­lara iman ederiz, fakat tefsir etmeyiz. İmam Mâlik'ten rivayet edildiğine göre bir kişi kendisine: "Rahman Arş'a istiva etti." buyruğu hakkında soru sormuş, o da şu cevabı vermiş: "İstiva bilinmeyen bir şey değildir. Fakat keyfiyetinin nasil olduğunu akıl kavrayamaz; bu hususta soru sormak ise bid'attir. Ben gördü­ğüm kadarıyla sen kötü bir kişisin."

İkinci görüş; Müşebbihe'nin şu görüşüdür: "Biz bu ayet-i okuruz ve sözün zahi­rine uygun bir şekilde tefsir ederiz. Bu da şöyle olur; İstiva bir şeyin üzerine yük­selmek veya kurulmak demektir." Ancak bu batıldır çünkü bu gibi şeyler cisimlere ait sıfatlardandır. Şanı Yüce Allah ise bu gibi sıfatlardan münezzeh ve yücedir.

Üçüncü görüş de kimi ilim adamlarının görüşüdür: Bizler bu buyrukları okuruz ve te'vil ederiz. Bunun zahirine uygun bir şekilde de anlamaya çalışırız.

Bunun yani istiva etmenin "istila etme" olduğu söylenmiştir. Şairin şu be­ytinde olduğu gibi:

"Bişr Irak'a istiva etti, Kılıçsız ve kan akıtmaksızın."

İstivanın yükselmek anlamına olduğu da söylenmiştir. Maksat -yine de en iyisi Allah bilir- Allah'ın emrinin yücelmesi ve yükselmesi demektir.

İstivâ'nm yönelmek ve onu kastetmek anlamında olduğu da söylenmiştir. Buna göre mana orayı yaratmak, icad etmek suretiyle ona yönelmiştir, demek olur. Taberî herhangi bir keyfiyet ve sınırlama olmaksızın bu açıklama şeklini tercih etmiştir.

Kur'an-ı Kerîm bu ayet-i kerime ve bir başkasında yedi sema ile yedi arzın bulunduğunu söylemektedir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyur­maktadır: "Allah yedi gök ve yerden de onlar gibisini yaratandır." (Talâk, 65/17). Yani göklerin biri ötekinin üstündedir. Yerlerin de biri ötekinin altında­dır. Şu kadar var ki sünnet-i seniyyede göklerin ve yerlerin mahiyetini açıkla­yan bir haber vârid olmamıştır. O bakımdan semanın tabiatını araştırmanın dinî açıdan bir faydası yoktur. Bize düşen bu verilen sayı hususunda Kur'an-ı Kerîm'in zahirine iman etmekten ve bunu semayı yükseltip yeryüzünü yayıp döşeyen Yaratıcının azametine delil olarak görmekten ibarettir. Râzî, Tefsir" in­de astronomi bilginlerinin birtakım nazariyelerini de kaydetmektedir. Bunlar­dan yedi sema ile yedi gezegenin kastedildiği anlamı çıkmaktadır.[84] Şu kadar var ki modern ilim Neptün, Plüton ve Üranus gibi daha önce bilinen gezegen­lerden ayrı yeni gezegenlerin varlığını keşfetmiştir. Daha önce bilinenler ise Ay (Kamer), Merkür (Utarid), Venüs (Zühre), Güneş (Şems), Mars (Merih), Jüpiter (Müşteri) ve Satürn (Zühal) gezegenleri idi. [85]

 

İnsanın Yeryüzünde Halife Kılınması Ye Ona Dilin Öğretilmesi

 

30- Hani Rabbin meleklere: "Muhak­kak ben yeryüzünde bir halife yarata­cağım." demişti. "Biz seni hamdinle teşbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demişlerdi. (Allah) "Sizin bilmediklerinizi herhal­de ben bilirim" demişti.

31- Âdem'e bütün isimleri öğretti, son­ra onları meleklere gösterip: "Eğer doğru söyleyenler iseniz, bunların isimlerini bana bildirin" dedi.

32- Dediler ki: "Seni teşbih ederiz. Se­nin bize öğrettiğinden başka bir şey bilmeyiz. Gerçekten sen Alîm'sin, Ha-kîm'sin."

33-  (Allah) "Ey Âdem onlara isimlerini haber ver." diye buyurdu. O da onlara isimlerini haber verince (Allah) buyur­du ki: "Size gerçekten göklerin ve ye­rin gizliliklerini ben bilirim ve neyi açıklarsanız neyi gizlerseniz yine ben bilirim" demedim mi?

 

İ'râb:

 

"...hamdinle" yani hamdinle teşbih eder olduğumuz halde demektir. Anla­mı: Seni hamdedenler olarak, hamdini aralıksız sürdürenler olarak teşbih edi­yoruz. Çünkü senin bu konuda bize verdiğin başarı ve lütfün ile üzerimizdeki nimetlerin olmasaydı sana ibadet etmek imkânını bulamazdık. "Onları melek­lere gösterip" buyruğunda yer alan zamir Arapçada akıl sahibi kimseler içindir. Burada cansızlar için kullanılan zamir kullanılmamıştır. Çünkü Yüce Allah burada isimlerin kendilerini değil ad olduğu şeyleri murad etmiştir. İsimlerin ad olduğu şeyler arasında ise akıl sahibi olanlar da vardır, olmayanlar da var­dır. O bakımdan akıl sahibi olanlar tarafı ifadede ağırlık kazanmıştır. [86]

 

Belagat:

 

"Rabbin" Burada Rab kelimesi Allah'ın rasûlüne izafe edilmiştir. Bundan kasıt ise, onun yüksek şerefine ve üstün makamına dikkat çekmektir. Ayet-i kerimede Rabbimizin sözüne muhatap olan "melekler" in yöneltilen hitabtan önce sözkonusu edilmesi, önce sözkonusu edilenlere verilen önemden dolayıdır.

"...bana bildirin" buyruğu ile onlar, âciz bırakma ve onlara sitemde bulun­mak istenmiştir.

"İsimlerini haber verince" buyruğunda hazif ile yapılmış bir icaz vardır. İfadenin takdiri şöyledir: Hz. Adem onlara isimlerini haber verdi. İsimlerini onlara haber verince...

"...sonra onları meleklere gösterip" buyruğundaki "onlar" zamirinde -az ön­ce de açıklandığı gibi- akıl sahiplerine akıl sahibi olmayanlara göre daha önem verilmiştir. (Tağlîb).

"Gizliliklerini ben bilirim ve neyi açıklarsanız neyi gizlerseniz yine ben bili­rim." buyruğunda "bilirim" fiillerinin tekrarlanması, Şanı Yüce Allah'ın bilgisi­nin bütün eşyayı kuşattığına dikkat çekmek içindir. Bu şekildeki ifadelere "it-nâb" adı verilir. "Neyi açıklarsanız" ile "neyi gizlerseniz" kelimelerinin bir ara­da kullanılması da bedi' ilminde "tibâk" diye adlandırılır. [87]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Rabbin" Rab, mâlik, efendi, ıslâh edici ve noksanlıkları giderici, demektir. "Melekler" nuranî cisimlerdir, yemezler, içmezler, kendilerine verilen emirlerde Allah'a karşı gelmezler, emrolunduklannı yaparlar. "Melâike" kelimesi "Melek" kelimesinin çoğuludur. Bunun aslı mef al vezninde "melek" dir.

"Halife" hükümlerin uygulanışında başkasının yerine geçen, onun maka­mını işgal eden demektir. Burada halifeden kasıt Âdem (a.s.) dir.

"Biz seni hamdinle teşbih" her türlü eksikliklerden tenzih ederken, sana hamdedip dururken, yani: "sübhanallahi ve bihamdihî" sözlerini aralıksız tek­rar ettiğimiz halde "ve takdis edip dururken" şanını yüceltip seni tazim edip azametine yakışmayan şeylerden seni tenzih ederken; "orada fesat çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın? demişlerdi." Yani bizler halife kı­lınmaya daha layıkız, demek istemişlerdi.

"orada" masiyetler işleyerek "fesat çıkartacak" haksızca öldürmelerle "kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" Daha önce orada yaşayan cinlerin soyundan gelenlerin yaptıklarını yapacak birisini mi varedeceksin? Cinler bu şekilde fesat çıkartınca Yüce Allah üzerlerine melekleri göndermiş ve melekler de onları dağlara ve adalara sürmüştü.

"Sizin" Adem'in halifelik makamına getirilmesindeki maslahatlara dair "bilmediklerinizi herhalde ben bilirim, demişti."

"Âdem'e bütün isimleri öğretti." Çokluk (olan "isimler" (esmâ)'nın teklik şekli "isim"dir. İsim sözlükte eşyanın kendisi ile bilindiği şeydir. Burda onunla anlatılmak istenen isim taşıyan varlıkların isimleridir.

"Alîm" kendisine hiç bir şeyin gizli kalmadığı zat; "Hakim" halkettiği, ya­rattığı şeyi sapasağlam yapan, bütün yaptığı işler sonsuz hikmet taşıyan de­mektir. [88]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah ile melekler arasındaki bu kıssa veya karşılıklı konuşma, anlaşılır olmayı sağlamak için akıl ile kavranılan birtakım anlamlan hissedilir tablolarla açığa çıkarmak suretiyle bir çeşit temsilî ifadedir. Bu kıssada şanı Yüce Allah, Âdem (a.s.)'i Allah adına yeryüzünde halifesi seçmesi ile insanı ne derece şereflendirdiğini göstermektedir. Ayrıca meleklerin bilemediği dili ona öğretmesi, insanlara bu yüce yaratıcıya iman etmeyi vâcib kılan hususlardan­dır. Küfür ve inat hiç bir kimseye yakışmaz. Bu şekilde bu buyruklar kafirlerin azarlanışını devam ettirmekte, Allah'ın onlar üzerindeki nimetlerin hatırlatıl­ması sürmektedir. [89]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammedi Kavmine ataları Adem'in yaratılış kıssasını anlat! Hani Yüce Allah meleklere: Ben yeryüzünde bir halife edineceğim. Bu halife orayı imar edecek, orada yerleşecek. Benim hükümlerimi insanlar arasında uygula­yacaktır. Ondan sonra arka arkaya gelen nesiller de kâinatın imarı için onun bütün görevlerini üstleneceklerdir, demişti. Melekler hayret ile ve öğrenmek amacıyla şöyle sorarlar: "Sen nasıl olur da öyle bir halife yaratırsın? Halbuki onun soyundan gelecekler arasında masiyetler işleyerek fesat çıkartacak, hak­sızca ve haddi aşarak kanlar dökecek kimseler bulunacaktır. Çünkü onlar işle­rini irade ve seçimlerine dayanarak yapacaklardır. Zira onlar çamurdan yara­tılmışlardır. Madde onların yapılarının bir parçasıdır. Bu şekilde olan bir yara­tığın ise hata işleme ihtimali daha yüksektir.

Peki, -itiraz ve kıskançlık yolu ile değil de hayret ve öğrenmek üzere- itaat edenler yerine masiyet edenleri nasıl yaratırsın? Halbuki sen hayırdan başka­sını yapmayan, hayırdan başkasını dilemeyen Hakîm'sin."

Melek1 / ileride insanoğlunun yapacaklarını nasıl oldu da bilebildi diye sorulursa cevabımız şu olur.

Melekler ya bunu Allah tarafından verilen bir haber ile ya da Levh-i Mah-fûz'dan bilmişlerdir. Yahut onlar günah işlemekten yana korunmuş (masum) biricik yaratıkların kendileri olduğunu, onların dışında kalan diğer bütün ya­ratıkların ise bu nitelikte olmadığını bilmiş olduklarından dolayı bu soruyu sormuşlardır. \a da Sekaleyn'den birisi olan insanları diğeri olan cinlere kıyas etmişlerdir. Çünkü cinler daha Önceden yeryüzünde yerleştirilmiş ve melekle­rin orada sakin olmalarından önce fesat çıkartmışlardı.[90] Yahut melekler ha­yır ve şerri kendisinde barındıran maddenin tabiatını bildiklerinden dolayı bu-

nu söylemiş olabilirler ki bizim tercihimiz de budur. Şöyle de denilebilir: Hz. Âdem'den önce yeryüzünde bir çeşit yaratıklar vardı. Bunlar fesat çıkardılar, kanlar döktüler. İşte bu halife de onların yerine geçecektir. Bunun delili ise Yü­ce Allah'ın: "Sonra sizi arkalarından yeryüzünde halifeler yaptık." (Yunus, 10/14) buyruğudur. İşte melekler bu yeni halifeyi öncekilere kıyas ederek böyle söylemiş olabilirler.

Melekler böyle diyerek kendilerinin halife kılınmaya daha uygun oldukla­rını söylediler. Bunu da şöyle gerekçelendirmişlerdi: Çünkü bizim amellerimiz seni tesbîh, takdis etmek ve sana itaat etmekten ibarettir. Yüce Allah onlara şu cevabı vermişti: Onu halife kılmamdaki sizin için gizli olan maslahatı ve hikmeti ben daha iyi bilirim. Yeryüzünün nasıl ıslah olacağını, nasıl imar edile­ceğini, onu imar etmeye kimin elverişli olduğunu en iyi bilenim. Bu yaratığı yaratmakta sizin bilmediğiniz, benim bildiğim özel bir hikmetim vardır. Belki de insanlar arasındaki menfaatler üzere yapılan yarış, (hayatta) kalmak üzere biribirleriyle anlaşmazlıkları, kendi menfaatlerine karşı duydukları sevgi, ka­inatın ilerlemesinin, dünyanın uygarlaşmasının en güçlü sebeplerinden birisi­dir. Dünya hayır ve şer ile ıslah ve imar olur. Bununla da peygamberlerin gön­deriliş, insanların sınanış ve nefse karşı cihad hikmeti ortaya çıkar. Bu açıkla­malar meleklerin Yüce Allah'ın fiillerinin sonsuz hikmet ve kemale sahib oldu­ğunu bilmeleri yolunda bir irşâddır.

Daha sonra Yüce Allah kendilerinin halifeliğe daha lâyık oldukları şeklin­deki meleklerin kanaatlerini çürütmek, onların acizliklerini ortaya çıkarmak üzere melekleri bir sınavdan geçirir. Bu sınav Hz. Adem'e eşyanın isimlerini ve bitki, cansız, insan, hayvan gibi dünyanın kendileriyle imar olacağı türleri öğ­retmesinden sonra olmuştu. Yüce Allah bu öğretmenin ardından ad taşıyan varlıklar topluluğunu meleklere arzetti; ya da onlardan birtakım örnekler ar-zetti. Yani bizzat onların varlıklarını sundu. Çünkü Yüce Allah "Gösterip (arze-dipT diye buyurmaktadır. Göstermek (arzetmek) isimler hakkında düşünüle­mez. Yüce Allah onlara: Eğer sizler halifeliğe başkalarından daha çok hak sa­hibi olduğunuz iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz haydi bunlarm isim­lerini bana bildiriniz, dedi. Onlar da bu istenileni yerine getiremediler ve şöyle dediler: Seni her türlü eksiklikten tenzih ederiz; Rabbimiz, bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen her şeyi çok iyi bilensin, her ya­ratmasında hikmeti sonsuz olansın.

İşte bu buyruklar, Hz. Âdem'in meleklerin bilmediği şeylerin kendisine öğ­retilmesi ile meleklere üstün kılındığını, onlardan daha seçkin bir mevkide bu­lunduğuna işaret etmektedir. O bakımdan meleklerin ona karşı öğünmelerine neden olan bir üstünlükleri yoktur.

Daha sonra şanı Yüce Allah şöyle buyurdu: Ey Âdem, onların bilmekten âciz oldukları ve bilemeyeceklerini itiraf ettikleri bu eşyanın isimlerini onlara bildir. Hz. Adem onlara bütün bu eşyanın isimlerini haber verince melekler Hz. Âdem'in ve soyundan gelecek olanların halifelik makamına getiriliş sırrını ve maddî şeylerle uğraşmaya kendilerinin elverişli olmadıklarını idrak ettiler.

Halbuki bunlarla uğraşmaksızm dünya ayakta duramaz. Onlarla uğraşama-yışlannın sebebi ise meleklerin nurdan, Âdem'in ise çamurdan yaratılmış ol­ması ve maddenin Âdem'in yapısının bir parçası olmasıdır.

İşte bu esnada Yüce Allah meleklere şöyle buyurur: Ben sizlere göklerde ve yerde sizin için gaybî olan şeyleri de gaybî olmayan şeyleri de en iyi bilen ol­duğumu, yeryüzünde boşuna bir halife yaratmayacağımı, gizli ve açık herşeyi bildiğimi, sizin açığa vurduğunuz ve gizlediğiniz sözlerinizi dahi bildiğimi söy­lememiş miydim?

İbni Abbas'tan şu rivayet gelmiştir: "(Melekler kendi aralarında şöyle de­mişlerdi): Allah kendi katında bizden daha değerli bir yaratık yaratmayacak­tır. O bakımdan bizler yeryüzünde halifeliğe daha layıkız." [91] Bu ilgili ayetle­rin bir açıklama şeklidir. Taberî de der ki: Ayet-i kerimenin tevili ile ilgili ola­rak en uygun açıklama İbni Abbâs'ın söyledikleridir: Bu ise Yüce Allah'ın: "Si­zin açıkladıklarınızı en iyi bilenim." buyruğunun anlamını ifade eder. Ben gök­lerin ve yerin gaybını bilmekle birlikte dillerinizle açığa vurduğunuzu da "giz­lediklerinizi de" yani içinizde saklayıp açıklamadıklarınızı da "bilirim". Bana hiç bir şey gizli kalmaz. Sizin gizledikleriniz ile açığa vurduklarınız benim için birdir. Dilleriyle onların açığa vurdukları ise, Şanı Yüce Allah'ın kendilerinden söylediklerini haber verdiği husustur ki, o da onların: "Biz seni hamdinle teş­bih ve takdis edip dururken, orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demeleridir. Açıklamayıp gizledikleri ise İblis'in Allah'ın em­rine muhalefet etmesi, ona itaat etmeyip büyüklenmesi gibi gizli olan husus­lardır.[92]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Bu ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın emir ve hükümlerini uygulamak hu­susunda yeryüzünde halife kıldığı insanın üstün kılınışının delilidir. Bunu yü­ce Allah'ın: "Ey Dâvûd! Şüphesiz biz seni yeryüzünde bir halife yaptık." (Sad, 38/26) buyruğu da göstermektedir. Hz. Âdem'in halife kılınış hikmeti, insanla­ra rahmettir. Çünkü belli bir aracı olmaksızın Yüce Allah'tan emir ve nehiyle-rin alınması kullar için altından kalkılabilecek bir iş değildir. Şanı Yüce Al­lah'ın insanlardan rasûller göndermesi, onun rahmetinin bir tecellisidir. Bu­nunla birlikte müfessirlerin "halife" kelimesinin açıklanmasında ve kimin yeri­ne halifeliğe gelindiğinin belirmesinde farklı görüşleri vardır.[93]

İbni Abbâs der ki: Yeryüzünde ilk yerleşenler cinlerdir. Cinler orada fesat çıkarttılar, kan döktüler. Biri ötekini öldürdü. Yüce Allah onlara meleklerden bir ordu ile İblis'i gönderdi. İblis ve beraberindekiler bu cinleri öldürdü. Sonun­da onları denizin ortasındaki adalara ve dağların eteklerine sığınmak zorunda bıraktı. Daha sonra Yüce Allah, Hz. Âdem'i yarattı ve onu yeryüzünde yerleş-

tirdi. İşte bundan dolayı: Şüphesiz ki ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, diye buyurdu. Bu görüşe göre; ben yeryüzünde cinlerin yerine bir halife yarata­cağım ve bu halife ile onun soyundan gelecekler, onların yerini tutacak, yeryü­zünde onlar yerleşecekler, onlar orayı imar edecekler demektir. Yine buna göre Adem yeryüzündeki akıllı türlerin ilki değildir.

Hasan-ı Basrî de Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ki ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." buyruğunun açıklaması ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Yani biri ötekinin arkasından gelip onun yerine geçecek varlıklar yaratacak. Bunlar ise halifesi olacakları babaları Âdem'in, soyundan gelecek olanlardır. Gelen her bir nesil, kendisinden önceki neslin halifesi olacaktır ve bu peşpeşe nesiller halinde böylece sürüp gidecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Sizi yeryüzünün halifeleri kılan O'dur." (En'âm, 6/165); "Ve sizi yeryüzü­nün halifeleri yapan mı?" (Nemi, 27/62); "Eğer biz dileseydik sizin yerinize me­lekler getirirdik ve onlar yeryüzünde (size) halef olurlardı." (Zuhruf, 43/60); "Onlardan sonra kötü kimseler gelip onların yerine halef olmuştur (geçmiştir)." (A'râf, 7/169).

Halife kimdir? Denildiğine göre halife ile Âdem (a.s.) kastedilmiştir. Onun sözkonusu edilmesiyle soyundan gelen evlatlarının sözkonusu edilmesine gerek görülmemiştir. Nitekim Mudar ve Hâşim denilerek kabilenin atasını söz konu­su etme yeterli görülmüştür.

Zeyd b. Ali der ki: Burada halife ile kastedilen sadece Âdem (a.s.) değildir. Nitekim bir grup müfessir de bu görüştedir. İbni Kesîr der ki: İlk bakışta görül­düğüne göre, muayyen olarak Hz. Âdem kastedilmemektedir. Çünkü böyle ol­muş olsaydı meleklerin: "Orada fesat çıkartacak, kanlar dökecek bir kimse mi yaratacaksın?" demeleri hoş kaçmazdı. Onlar bu sözleriyle bu yaratığın soyun­dan bu işleri yapacak kimseler gelecektir, demek istemişlerdir. Onlar buna özel bir bilgi ile veya kokmuş, ses veren bir çamurdan yaratılmış, "beşeri tabiat" ve­ya "halife" kelimesinden anladıklarıyla bu neticeye ulaşmış olabilirler. Çünkü halife insanlar arasında ortaya çıkan zulümler hakkında hüküm veren ve ha­ram ve günahlardan onları alıkoyan kimse demektir. Yahut da melekler, bunu insanları daha önceki yaratıklara kıyas ederek söylemiş olabilirler.

Kısacası halife ile ne kastedildiği hususunda iki farklı görüş vardır:

a) Âdem (a.s.) kastedilmektedir. Yüce Allah'ın: "Orada fesat çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?" buyruğu ile ise bizzat kendisi değil, onun soyun­dan gelecek olanlar kastedilmiştir.

b) Kastedilenler Âdem (a.s.)'in soyundan gelecek olanlardır.

Diğer taraftan bu ayet-i kerime, yönetici bir imam ve sözü dinlenip itaat edilecek bir halife tayininde temel bir delildir. Aslında bunun farz olduğu husu­sunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bundan tek istisna Mutezi-le'den Ebu Bekr el-Asam'dır. Ona göre dinde imam (devlet yöneticisi) tayini -iyi olmakla birlikte- farz değildir. Ümmet ne zaman ki hac ve cihadlarını yerine getirir, aralarındaki meselelerde adaleti uygular, kendiliklerinden üzerlerindeki hakları verir, ganimetleri, fey'i ve sadakaları sahiplerine pay edip dağıtır, gereken kimselere hadleri uygularsa bu onlar için yeterlidir. Ayrıca bütün bun­ları yerine getirmek üzere bir imam tayin etmek onlar için farz değildir.

Cumhurun bu konudaki delilleri ise Yüce Allah'ın: "Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." buyruğu ile: "Ey Davudi Şüphesiz ki biz seni yeryüzünde bir halife kıldık." (Sâd, 28/36) buyruğudur. "Allah sizden iman edip sa-lih amel işleyen kimselere mutlaka onları yeryüzünde halife yapacaktır diye va-adetmiştir." (Nûr, 24/55). Yani onlardan halifeler kılacaktır.

Ashab-ı Kiram Saîdeoğulları Sakîfesinde kimi halife tayin edecekleri hu-

susunda muhacirler ile ensâr arasında bir anlaşmazlık ortaya çıktıktan sonra,

Hz. Ebû Bekir'i öne geçirip halifelik makamına getirmek hususunda icmâ et­mişlerdir.[94]

 

İmam Tayininin Üç Yolu:[95]

 

a) Halifeyi tayin ve tespit etmek: Nitekim Peygamber (s.a.) Hz. Ebu Bekir'i İşaret yoluyla, Hz, Ebû Bekir de Hz. Ömer'i açık ifade ile kendilerinden sonra halife olarak tespit etmişlerdir.

b) Hz. Ömer'in yaptığı gibi meseleyi seçkin bir topluluğun tercihine ve se­çimine bırakmak. Nitekim Hz. Ömer'in seçtiği böyle bir topluluk kendi arala­rından Osman b. Afvân (r.a.)'ı seçmişlerdir.

c) Hal ve akd ehlinin icmâı.

2- Din alimlerinin büyük bir çoğunluğu meleklerin bütün günahlardan ko­runmuş olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir.[96] Yüce Allah'ın meleklere Hz. Âdem'i yaratacağını haber vermesi, onu yeryüzünde halife kılması kullarına yapacakları işlerinde danışmada bulunmayı öğretmektedir. Meleklerin: "Orada fesat çıkartacak... bir kimse mi yaratacaksın?" şeklindeki sözleri ise, itiraz veya Âdemoğlunu kıskanmak üzere söylenmiş değildir. Bu bilgi edinmek ve bu hu­sustaki hikmeti açığa çıkarmak amacıyla sorulmuş bir sorudur.

3- Eş'arî, Cubâî ve el-KaTbî "Adem'e bütün isimleri öğretti." ayetini dillerin, bütünü ile tevkifi olduğuna delil göstermişlerdir. Yani şanı Yüce Allah bu söz ve anlamlar hakkında, hangi sözlerin hangi anlamlar hakkında konulmuş ol­duğuna dair kesin bir bilgiyi (Hz. Adem'de) yaratmıştır.[97]

4- Allah'ın yaratmış olduğu türlerin Hz. Âdem'e öğretmesi ve bunların mahi­yetleri, özellikleri, nitelik ve isimlerini bilme ilhamını vermesi ya aynı anda ger­çekleşmiştir veya değişik zamanlarda olmuştur. Bu ayet-i kerime aynı zamanda ilmin üstünlüğünün delilidir. Çünkü Yüce Allah, Hz. Âdem'i yaratmaktaki hik­metinin mükemmel oluşunu ancak Hz. Âdem'in ilmini açığa çıkartmak ile ortaya koymuştur. Eğer ilimden daha şerefli bir şeyin varlığı mümkün olmuş olsaydı, ilim ile değil de o şey ile Hz. Adem'in üstünlüğünü dile getirmek gerekirdi.[98]

İsimlerin öğretilmesi ve bunların meleklere sunulmasındaki hikmet ise, Hz. Âdem'in şerefini yüceltmek ve onu seçkin kılmaktır. Böylelikle meleklerin ilim ve bilgileri ile Hz. Adem'e karşı övünecek bir tarafları kalmamıştır. Diğer taraftan Yüce Allah'ın gaybında saklı bulunan sır ve bilgileri kullarından dile­diği kimse vasıtası ile açığa çıkartacağını da göstermesi sözkonusudur. [99]

5- "Eğer doğru söyleyenler iseniz." buyruğu delil ile ispatlanmadığı sürece, kuru iddialara aldırış edilmeyeceğini ve herhangi bir şey ile ilgili iddiada bulu­nan kimseden iddiasını desteklemek üzere delil ve belge getirmesinin istenece­ğini göstermektedir.

6- Yüce Allah'ın, "Bunların" buyruğu duyuların idrâk ettiği eşyanın adla­rını onun verdiğine işarettir. Kuşlar, dört ayaklı hayvanlar ve onun (Hz. Âdem'in) önündeki çeşitli hayvan türleri gibi.

7- Meleklerin: "Seni tenzih ederiz" ifadesini kullanmaları, yaratanın ilmi­nin karşısında yaratıkların ilminin oldukça basit kaldığını, yaratanın işlerinin hikmet ve faydadan uzak olmayacağını, meleklerin bilgisinin herşeyi kuşatama-yan sınırlı bir bilgi olduğunu göstermekte, ayrıca kendisine bilmediği herhangi bir şeye dair soru sorulan bir kimsenin de; "Allah daha iyi bilir, ben bilmiyo­rum" demesinin gerektiğini ortaya koymaktadır. Böylelikle o; meleklere, pey­gamberlere ve faziletli ilim adamlarına uymuş, onların yolundan gitmiş olur.

8- Hz. Âdem'in isim taşıyan varlıkların isimlerini haber verdiğini belirten ayet-i kerimelerde insanın şerefine, onun kendi dışındaki diğer yaratıklara üs­tün kılındığına, ilmin ibadetten daha faziletli olduğuna delâlet vardır. Çünkü meleklerin ibadetleri Hz. Âdem'den fazladır. Bununla birlikte onlar halifelik makamına lâyık olmamışlardır. Ayrıca bu ayet-i kerimeler ilmin, halifeliğin şartı olduğunu ve Hz. Âdem'in de meleklerden faziletli olduğunu göstermekte­dir.

9- Yeryüzündeki herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan meleklerin halifelik makamına getirilmesi, insanların kâinatın sırlarını tanımak, yeryüzünü imar etmek, orada bulunan türlü faydalı ürünleri ekin ve madenleri çıkartmak vb. hususlarla ilgili hikmetini gerçekleştirmez, diğer taraftan 20. asırda ne derece ileri noktalara vardığına tanık olduğumuz ilim ve tekniğin ilerlemesi sonucunu da vermezdi. [100]

 

Meleklerin Kendisine Secde Etmesi Suretiyle Hz. Âdem'e İlâhî Lütuf

 

34' Hani biz meleklere: "Adem'e secde edin" demiştik de hemen secde etmişlerdi- Ancak İblis dayattı, büyüktendi.  (Zaten) o, kafirlerdendi.

 

Belagat:

 

"Hani biz meleklere... demiştik" buyruğunda sığanın çoğul gelmesi ta'zim içindir. Bu ayeti kerime daha önce geçen (30. ayet): "Hani Rabbin meleklere... demişti" buyruğuna atfedilmiştir. Bu 34. ayet-i kerimede ilâhî heybet ve celâli duyurmak üzere gaib sîgasından mütekellim sîgasma geçiş (iltifat) vardır.

"Secde etmişlerdi" Hazif ile yapılan icaz vardır. Yani Âdem'e secde etmişlerdi. "Dayattı" buyruğunda da böyledir. Yani secde etmeyi kabul etmeyip dayattı, anlamındadır. [101]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Secde edin." Secde etmek, sözlükte kendisi için secde yapılanın önünde boyun eğmek ve eğilmek demektir. Şer! bir terim olarak ise alnı yere koy­maktır. Yüce Allah için secde ibadet olmak üzere yapılır. Başkasına ise şanını yökseltmek ve selâmlamak üzere yapılır. Meleklerin Hz. Âdem'e, babasının -t» kardeşlerinin Hz. Yûsuf a secde etmeleri gibi. Secde çok eskiden hüküm-iarlan selâmlama şekli idi. Bu açıdan zamana göre farklılık olmasında sa-kmea yoktur.

"İblis", cinlerin babası olan şeytandır. Melekler arasında bulunuyordu. Nitekim Yüce Allah onun hakkında: "O cinlerdendi, Rabbinin emrine karşı gel­in.T «Kehf, 18/50) diye buyurmaktadır.

'Ancak İblis dayattı". Secde etmeyi kabul etmedi, "büyüklendi." Hz. Adem'e karşı büyüklük tasladı ve "Ben ondan hayırlıyım." (A'râf, 7/12) dedi.

*Ve" Allah'ın ilminde "o kâfirlerden idi." Cinlerin ve şeytanların kâfir-jenndendi türündendi. Bu bakımdan dayattı ve büyüklük tasladı. [102]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Meleklerin kendisine secde etmesini Yüce Allah'ın babamız Hz. Adem'e verdiği bir diğer lütuftur. Ayrıca onu yeryüzünde halifelik makamına getirmiş, ona eşya ve türlerin isimlerini, dilleri öğretmişti. İşte bütün bunlar, aslın yahut atanın şerefli ve mükerrem kılınması ile insan türünün de kerim kılındığının delilleri arasındadır. [103]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Kavmine, o tertemiz meleklere şöyle dediğimizi de hatır­lat: Âdem'e kafirlerin putlarına yaptığı şekilde ibadet ve ilâh edinmek amacı ile değil de, boyun eğmek, selâmlamak ve tazim amacıyla secde edin, demiştik. İblis dışında bütün melekler ona secde etmişti. O ise secde etmekten yüz çevir­miş, Hz. Âdem'e karşı büyüklük taslamış ve "Ben ondan daha hayırlı olduğum halde ona secde mi edecek misim? Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan ya­rattın", demiş, böylelikle yüz çevirmesi, büyüklük taslaması, kendisini üstün görmesi ve aldanışa götüren gururu sebebiyle kâfirlerden olmuş; kıyamet gü­nüne kadar Rabbinin emrine karşı gelip isyan etmesi, Âdem'e secde etmeyi reddetmesi sebebiyle de lanet edilmeyi hak etmiştir. [104]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssadan alınan ibret şöylece tecelli etmektedir: Hz. Âdem'e ve onun soyundan gelenlere Allah'ın emirlerine karşı gelip âsi olmak yakışmaz. Onlara düşen yalnızca Allah'a ibadet etmek ve bu konuda herhangi bir tereddüt ve ku­sur göstermemektir. Çünkü Şanı Yüce Allah: "Andolsun biz Âdemoğlunu üstün kılmışızdır." (İsrâ, 17/70) buyruğunda da işaret ettiği gibi, Âdemoğlunu şerefli ve üstün kılmıştır. Hz. Âdem'i yeryüzünde halife kılmış, bilmediği şeyleri ona öğretmiştir: Taberî der ki: Yüce Allah, İblis kıssası ile Âdemoğullarından o İb-lis'e benzeyen kimseleri azarlamak istemiştir. Bunlar ise peygamber olduğunu bilmelerine rağmen ve şanı yüce Allah'ın kendilerine de geçmişteki atalarına da eskiden beri nimet ve lutuflarda bulunmasına rağmen, Muhammed (s.a.)'i inkâr eden Yahudilerdir.[105]

Melekler ve şeytanlar insanlarla ilişkileri bulunan birtakım varlıklardır. Biz bu varlıkların hakikatim bilemeyiz. Bunlara dair Kur'an ve Sünnetteki haberlere keyfiyetin, durumun ve akıbetin nasıl olduğunu araştırmaksızın iman ederiz.

Secde etmek iki türlüdür: Birincisi kulluk etmek, ilâh edinmek kastıyla yapılan secdedir ki, bu da yalnızca Yüce Allah'a yapılır. Bunun da iki şekli var­dır: Ya namazda alışılmış şekil olan alnı yere koymak şeklinde ya da iradesinin gereği olan itaat ve boyun eğmek şeklinde olur. Nitekim Yüce Allah: "Gövdeli bitkiler de gövdesiz bitkiler de secde ederler." (Rahman, 55/6); "Göklerde ve yer­de bulunan herkes isteyerek, istemeyerek Allah'a secde eder." (Ra'd, 13/15) diye buyurmaktadır. Bu şekilleriyle secde, kayıtsın ve şartsız olarak yalnız Allah'ın­dır, başkasına yapılmaz.

İkinci tür secde: İlâh edinmeksizin selâmlamak ve şanı yüceltmek kasdıy-la yapılan secdedir. Meleklerin Hz. Adem'e Hz. Yâkûb'un ve çocuklarının Hz. Yûsufa secde etmeleri gibi. Bu. ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre Resulullah (a.s.rm dönemine kadar mubah idi. Hz. Peygamberin ashabı ona ağaç ve devenin secde ettiğini görünce: Ağaçtan, kaçıp giden deveden sana sec­de etmeye biz daha layıkız, demeleri üzerine Hz. Peygamber de onlara şöyle demişti: "Âlemlerin Rabhi olan Allah'tan başkasına secde etmek yakışmaz." Ay­rıca Resulullah <a..s,ı insanlara secde etmeyi yasaklamış, musafaha (tokalaşma'yı emretmiştir Bunu da İbni Mâce'nin Sünen' inde Müslim'in Sahih' inde Et*û Vâüdfden omm da Muâz b. Cebel'den rivayet ettiği hadis-i şeriften öğreniyoruz.[106]

Özetle: tomnet Hz. Âdem'e secdenin ibadet ve tazim maksadıyla olmadığı,  şa ıiı şekilden birisi suretinde olduğu üzerinde ittifak etmiştir: Bu sec-it ya «Kjade eğilmek ve selamlamak kastıyla yapılmıştı ya da Kabe'yi ve Bey- Makdosl köe edinerek ona doğru yönelerek yapılmıştı. İbnü'l-Arabî'nin gire Yüce Allah'ın: "Onun için secdeye kapanınız." (Hicr, 15/29) buyruğu dolayısıyla, bu daha güçlü bir görüştür.[107]

İblis’in mahiyetine gelince; bu hususta ilim adamlarının iki görüşü vardır:

1- O cinlerdendir, cinler de bir tür melektir. Ancak cinler ateşten yaratılmışlardır. İblis de onlardandır. Bunun delili Yüce Allah'ın şu buyruğundan açikça anlaşılmaktadır: "Hani biz meleklere: Adem'e secde edin, demiştik de 76-jsten başkası hemen secde etmişti. O ise cinlerden olduğu için Rabbinin emrin­den dı§an çıkmıştı." (Kehf, 18/50).

2- İblis meleklerden idi. Çünkü secde etme hitabı meleklere yönelikti. Di­ler taraftan bu ayetin ve benzerlerinin zahirinden anlaşılan İblis'in de melek-jerden olduğudur. İbni Abbâs şöyle demektedir: "İblis meleklerden idi. Allah'a karşı gelince Allah da ona gazab etti, onu lanetledi ve böylece bir şeytan oldu."[108]

el-Bağavî de şöyle demektedir: "Daha sahih olan görüş budur. Çünkü secde etme hitabı esnasında İblis, meleklerle birlikte idi. Ayrıca Yüce Allah'ın: "O enlerdendi." Sözü cennetin bekçileri olan meleklerdendi, demektir. Saîd b. Cü-beyr de şöyle demiştir: "O cennette bulunanlardandı. Bir grup da: O cennetlik-ierin süslenecekleri eşyaları işleyen meleklerden idi, demişlerdir"[109]

Benim tercih ettiğim görüş birinci görüştür. Çünkü "O cinlerdendi" ayeti bunu gayet açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ayrıca İblis rabbinin emrine karşı gelmiştir. Melekler ise Allah'ın kendilerine verdiği emirlerde Allah'a kar­şı gelmezler.

Secde etmekten yüz çevirmek kıssası şuna da delildir: Allah'ın emirlerini uygulamayı kabul etmeyip büyüklük taslamak (istikbâr) ve gururlanmak, küf­rün sebepleri arasındadır. Çünkü İblis'in kendi adına secde etmeyi hoş görme­yip Âdem'e karşı büyüklük taslayarak Âdem'e secde etmeyi terketmesi, Yüce Allah'ın emrini anlamsız ve hikmetsiz görmesi demektir. Bunun sonucunda da o kafirlerden olmuştur.

İblis'ten önce kafir bulunup bulunmadığı hususunda farklı görüşler vardır. Ondan önce kâfir yoktu, o kâfir olan ilk kişidir, denildiği gibi; ondan önce yer­yüzünde bulunan cinlerin teşkil ettiği kâfir bir kavim vardı, da denilmiştir. Yi­ne İblis'in küfrü bilgisizlikten dolayı mı idi, inattan dolayı mı idi, hususunda Ehl-i Sünnet arasında iki ayrı görüş vardır. Bununla birlikte onun kâfir olma­dan önce Yüce Allahı tanıdığı hususunda da görüş ayrılığı yoktur. O bilgisizli­ğinden dolayı kâfir olmuştur, diyenler: kâfir olduğu esnada bilgisi ondan alındı; inadı dolayısıyla kafir oldu diyenler ise, bile bile o kâfir olmuştur, demektedir­ler.[110]

Maliki mezhebine mensup ilim adamları, bu kıssadan ve Yüce Allah'ın ezelden beri İblisin kâfir oluşundan şu hükmü çıkartmışlardır: Peygamber ol­mayıp da kendisi vasıtasıyla birtakım kerametleri ve olağandışı birtakım hal­leri Yüce Allah'ın izhar ettiği kimsenin bu durumu onun veli olduğunun delili değildir. Çünkü bizden herhangi birisinin Yüce Allah'ın velisi olduğunu bilebil­mek, ancak onun mümin olduğunu bilmemiz ile mümkün olabilir. Bir kimsenin mümin olarak öleceği bilinemeyeceğine göre, o kişinin yüce Allah'ın velisi oldu­ğunu kesinlikle söylemek imkânına sahip değiliz, demektir. Çünkü Yüce Al­lah'ın velisi, ancak iman ile vefat eden kimselerdir [111]

 

Cennette Bulunan Hz. Âdem İle Hz. Havva'ya Karşı Şeytanın Tavrı

 

35- Ve Biz: "Ey Âdem sen ve eşin cenete yerleş, ondan bol bol istediğiniz gibi yiyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşmayı­nız; yoksa ikiniz de zalimlerden olur­sunuz." dedik.

36- Şeytan onları ordan kaydırıp onları içinde bulunduklarından (cennetten) çıkardı. Biz de: "Kiminiz kiminize düş­man olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir süreye kadar karar yeri ve faydala­nacak şey vardır." dedik.

37- Derken Adem Rabbinden bazı keli­meleri telakki etti (belleyip aldı). O da tevbesini kabul etti. Çünkü O Tev-vâb'dır, Rahîm'dir.

38- "Hepiniz oradan inin." dedik. "Şa­yet benden size bir bidayet gelirse kim benim hidayetime uyarsa onlar için hiç bir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de."

39- Kâfir olup ayetlerimizi (kitapları­mızı) yalanlayanlara gelince; işte bun­lar ateş ehlidirler ve onlar orada ebe-diyyen kalıcıdırlar.

 

İ’râb:

 

"Kiminiz kiminize düşman olarak inin." cümlesi hal cümlesi olmakla bir­likte, yeni bir cümle olması da mümkündür. (O takdirde anlamı: "Kiminiz ki­minize düşmandır" olur).

ikinci defa "Oradan inin" emrinin verilmesi ikincisinde: "Şayet benden si-ae bir hidayet gelirse..." fazlalığı dolayısıyladır. Cennetten yeryüzüne iniş emri Hjl Âdem ile Havva'ya yöneliktir; maksat onlar ve soylarından gelecek olanlar-imt. Çünkü ikisi insanların başlangıcını teşkil ettiklerinden dolayı, adeta bütün msanlarmış gibi muhatap alınmışlardır. [112]

 

Belagat:

 

"Yalnız bu ağaca yaklaşmayınız!" Yani meyvesini yemek kasdı ile yaklaş­mayınız. Burada yasak ona yaklaşmak ile alakalı olarak zikredilmiştir. Böyle­likle ağacın meyvesinden yemenin yasakhğını mübalağalı bir şekilde ifade et­miş olmaktadır.

"İçinde bulunduklarından" buyruğu müphem bir ifadedir. Bu ise cennette nitelendirilemeyecek çapta büyük hayırların bulunduğunu ifade etmektedir.

"Tevvâb'dır, Rahim'dir." İkisi de mübalağa kipidir. Yani tevbeleri pek çok kabul eden, rahmeti geniş olandır, demektir. [113]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Bol bol". Herhangi bir sıkıntı ve herhangi bir sınırlama olmaksızın, ra­hat, hoş ve temiz olarak "istediğiniz şekilde yiyiniz. Yalnız bu ağaca yaklaşma­yınız." Yani ondan yemek kasdıyla ona el sürmeyiniz. Sözü geçen bu ağaç ise buğday, üzüm ağacı veya başka bir çeşit ağaçtır. 'Yoksa ikiniz de zalimlerden" isyan edenlerden "olursunuz."

"Şeytan onları ordan kaydırıp" hataya düşürüp Allah'ın emrine muhalefet etmeye itti. Böylece onları "içinde bulundukları halden çıkardı".

"Faydalanacak şey". Kendisi ile yararlanılan türlü yiyecek, içecek, giyecek ve benzeri şeylerdir.

"Telakki etti". Aldı, kabul etti veya ilham olundu. "Tevbesini kabul etti." Tevbe, dönmek demektir. Bu kelime eğer "an" edatı ile geçişli yapılırsa günah­tan dönmek; (burada olduğu gibi "alâ" ile yapılırsa o vakit tevbenin kabul edil­mesi şeklinde olur.

"Kim benim hidayetime uyarsa" bana iman eder ve itaatime uygun amelde bulunursa "onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de". Cennete girmek suretiyle ahirette kederlenmezler. "Ayetlerimizi" kitaplarımızı, "yalan­layanlar ateş ehlidirler ve onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar". Oradan ayrılmaya­caklardır. Sonsuza kadar orada kalacaklardır. Ne ölürler, ne de ordan çıkartılırlar. [114]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın insanın hangi cihetlerden şanını ve şerefini yücelttiğini açıklamaya devam etmektedir. Burada sözkonusu edilen husus ise insanların yaratılışının başlangıç dönemlerinde cennetteki durumudur. Şu ka­dar var ki, hikmet-i ilâhi, onun yeryüzünde kalmasını ve kâinatı imar etmek olan bir misyon ile görevlendirilmesini şeytana, şeytanın hilelerine karşı yapı­lacak mücadelede insanın meziyetinin ortaya çıkartılmasını gerekli görmüştür.

Bu kıssa Peygamber (s.a.)'e karşı karşıya kaldığı inkâr ve zor durumlara karşılık, teselli olarak zikredilmiştir. Böylelikle masiyetin insanın bir özelliği olduğu ve son derece üstün kılınmış olmalarına rağmen, herhangi bir mükelle­fiyet ile yükümlü kılındıkları takdirde bu emri yerine getiremeyebileceklerinin bilinmesi istenmiştir. [115]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammedi Sen kavmine şunu da anlat: Yüce Allah Âdem'e ve onun eşine cennette yerleşmelerini, oradaki nimetlerden istedikleri gibi yararlanma­larını, herhangi bir zorluk ve sıkıntı çekmeksizin afiyetle ya da sınırsız bol bir şekilde yemelerini emretmiş, bununla birlikte belli bir ağaçtan yemelerini de yasaklamıştır. Çünkü o ağaçtan yemek kendilerine zulmetmeleri demektir. Şu kadar var ki onların düşmanı olan şeytan oradan ayaklarını kaydırdı, içinde bulundukları uçsuz bucaksız nimetlerden çıkmalarına sebep oldu. Bunu ise o ağaçtan yemek hususunda onları aldatarak gerçekleştirdi. Ya da onları uzak­laştırıp cennetten çıkardı. Bunu şu sözleriyle gerçekleştirdi: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması melekler olmayasınız yahut (burada) ebediyen kalmaya-anız diyedir. Bir de onlara: Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim, diye yemin etti." (A'râf, 7/20-21). Bu şekilde şeytanın vesveselerinin etkisi altında kaldılar, cennetten yeryüzüne çıkartıldılar, dünyanın sıkıntıları ile karşı karşıya kaldı­lar. Böylece insan ile şeytan arasında düşmanlık başgösterdi. İblis, Âdem'in onun eşi Havva'nın ve ikisinin soyundan gelenlerin düşmanı, insanlar da onun düşmandır. O bakımdan onun aldatmasından sakınınız: "Muhakkak şeytan si­zin düşmanmızdır. Siz de onu düşman edinin. O kendi topluluğunu ancak ce­hennemin arkadaşlarından olsunlar diye çağırır." (Fâtır, 35/6).

Daha sonra Yüce Allah Hz. Âdem'e birtakım kelimeler ilham etti. O ve eşi bu kelimeler gereğince amel ederek ve samimi bir şekilde tevbe ettiler. Sözü ge­çen bu kelimeler Yüce Allah'ın şu buyruğunda şöylece ifade edilmektedir: "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve merhamet etmez­sen herhalde zarara uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 7/23). Yüce Allah tevbeleri-ni kabul buyurdu. Çünkü O tevbeyi çokça kabul eden, kullara rahmeti geniş olandır. Bunun sonucunda insanlar yeryüzünde iki gruba ayrıldı: Birisi Allah'a iman eden, O'na itaat üzre amel edenler ki, ahirette Allah'ın cennetlerinde ola­caklardır. Diğer bir grup ise Allah'ın kitaplarında indirdiklerini yalanlayan, peygamberlerin risaletlerini inkâr edenlerdir. Onlar da cehennem ateşinde ebe-diyyen kalacaklardır. [116]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Aşağıda görüleceği üzere bu ayet-i kerimeler birtakım meseleleri ortaya koymaktadır.

1- Yüce Allah'ın: "Sen ve eşin cennette yerleş" buyruğu dolayısıyla müfes-sirler Hz. Havva'nın yaratılış keyfiyetini sözkonusu etmiş ve şöyle demişlerdir: Onun eşi Âdem'in kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Bunu da Yüce Allah'ın: "Ey insanlar! Sizi tek bir nefisten yaratan, ondan da zevcesini var eden... Rab-binizden korkun." (Nisa, 4/1); "Sizi tek bir candan yaratan ve bundan da onda sükûn bulsun diye eşini yaratan O'dur." (A'râf, 7/189) buyruğunun ve Buhârî ile Müslim'de yer alan Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği Peygamber (s.a.)'in hadisini ileri sürerek delülendirirler: "Kadınlar hakkında birbirinize hayır tavsiye ediniz. Çünkü onlar eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmışlardır." Müslim'in bir rivayetinde de şöyle denilmektedir: "Kadın kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburga kemiğinin en eğri tarafı ise onun üst kısmıdır. Kaburga kemiğinin eğ­riliği gibi onun sana bütünüyle doğru olması mümkün olmaz. Şayet ondan ya­rarlanırsan eğriliği ile birlikte ondan yararlanırsın. Bunu doğrultmak istersen kırarsın. Onu kırmak ise onu boşamaktır." İlim adamları der ki: İşte bundan dolayı kadın eğridir. Çünkü o eğri bir şey olan kaburga kemiğinden yaratılmış­tır.[117]

Ancak bu iki ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle cevap verilmiştir. [118] er-Râ-zî gibi pek çok müfessir şöyle demiştir: Yüce Allah'ın: "ondan" buyruğundan kasıt, onun türünden demektir. Böylelikle bu buyruk er-Rûm'daki: "Sizin için nefislerinizden onlarla sükûn bulacağınız ve aranızda sevgi ve şefkat peyda etti­ği eşler yaratmış olması da O'nun ayetlerindendir." (30/21) buyruğuna uygun düşer. Bununla anlatılmak istenen, o sizin türünüzden eşler yaratmıştır, de­mektir. Yoksa her bir zevceyi, eşi olan kocasının bedeninden yaratmıştır, anla­mında değildir.

İlgili hadis-i şerife gelince; bu kadının huyunu ve durumunu kaburga ke­miklerinin eğriliğine benzeten temsilî bir ifadedir. Bu, Yüce Allah'ın: "İnsan aceleden yaratılmıştır." (Enbiyâ, 21/37) buyruğunu andırmaktadır.

Bununla birlikte ayet-i kerimenin akışı Hz. Havva'nın Hz. Adem'in cenne­te girişinden önce yaratılmış olmasını gerektirmektedir. es-Süddî'den de Hz. Havva'nın, Hz. Adem'in cennete girişinden sonra yaratıldığı nakledilmektedir.

2- Cennet, sözlükte bahçe demektir. O bakımdan ilim adamları Hz. Adem'in yerleştirilmiş olduğu cennet hakkında da farklı görüşlere sahiptir: Acaba bu cennet semada mıdır yoksa yeryüzünde midir? [119] Çoğu ilim adamla­rı, Bu semadadır. Cennet, Yüce Allah'ın kıyamet gününde mümin kulları için hazırlamış olduğu ebedîlik ve sevap yurdudur. Çünkü bu sûrede bundan önce o cennetten söz edilmiştir, görüşündedir.

Mutezile ve Kaderiye ise şöyle demiştir: Bu, ebedîlik yurdu dışında kalan yeryüzündeki bir cennet (behçe) tir. Yüce Allah bunu Hz. Âdem'i sınamak üzere Aden yahut Filistin ya da Faris ve Kermân bölgeleri arasında yaratmıştır. Ayrıca bu, Ebû Hanife ile Ebû Mansur"un da görüşüdür. Selefin de kanaati budur. Delil­leri ise şudur: Eğer bu ebedîlik yurdu olan cennet olsaydı İblis'in ona ulaşmamış olması gerekirdi. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onda ne bir saçmala­ma ne de günah gerektiren bir şey yoktur." (Tür, 52/23); "Orada ne boş bir söz, ne de yalan işitirler." (Nebe, 78/35); "Onlar orada ne boş bir söz ne de günahı gerek­tiren bir söz işitirler. Ancak; selam selam, denildiğini (işitirler)." (Vakıa, 56/25-26). Diğer taraftan Yüce Allah'ın şu buyruğu dolayısıyla da cennete girenler çı­kartılmazlar: "Onlar oradan bir daha çıkartılmazlar." (Hicr, 15/48).

Diğer taraftan ebedilik yurdu olan cennet, kutsallık yurdudur. Günahlar­dan ve masiyetlerden uzak tutulmuştur. İblis ise orada yalan söylemiştir, boş iş­ler yapmıştır. Adem ve Havva'yı masiyetleri sebebiyle oradan çıkartmıştır. Al­lah katındaki yüce değeri, aklının mükemmelliği ile birlikte Hz. Adem ebedilik yurdunda; yok olmak, tükenmek bilmeyen bir mülkün içinde olmakla birlikte, nasıl olur da "ebedilik ağacını" aramaya kalkabilir? Âlusî bu görüşü tercih eder.

Kurtubî ise bu delillere karşılık şu cevabı verir: "Elif ve lam harfleri ile be­lirtili hale getirilmiş olan cennet (el-cennet) tabirinden insanların örfünde ebe­dilik yurdu olan cennetten başkası anlaşılmamaktadır. Hz. Adem'i aldatmak üzere de İblis'in cennete girişi aklen imkânsız değildir. Delil diye gösterilen ayet-i kerimelerde sözü geçen cennetin nitelikleri ise, Kıyamet gününde cennet ehlinin oraya girişinden sonraki niteliklerdir. Oranın Allah'ın orada ebedi kıl­mak istediği kimseler için ebedilik yurdu olması; çıkmasına hükmettiği kimse­lerin de oradan çıkarılması imkânsız değildir. Nitekim melekler de cennete gi­rer ve çıkarlar. Peygamber (s.a.) de İsrâ gecesi oraya girmiş, sonra oradan çık­mıştır. Diğer taraftan cennetin kutsallaştırılmış olması orada masiyetlerin iş­lenmesini engellemez.

Ehl-i Sünnet, ebedîlik yurdu olan cennetin Âdem (a.s.)'in kendisinden çı­kartıldığı cennet olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Diğer taraftan mükemmel aklına rağmen Hz. Adem'in yok oluş yurdunda ebedîlik ağacını dilemesi nasıl düşünülebilir? O halde tıpkı bizim dünyada iken cennette ebedî kalmayı umdu­ğumuz gibi, Hz. Âdem için de daha üstün ve daha mükemmele göz dikerek (cennette olmakla birlikte) böyle bir talepte bulunması mümkündür.

3- Hz. Âdem'in yemesi yasaklanıp da kendisinden yediği ağacın hangisi ol­duğunu tayin etmek hususunda da ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.[120] Bir grup ilim adamı, üzüm ağacı olduğunu söyleyip bundan dolayı şarabın haram kılındığını belirtmişlerdir. Başkaları da, başaktır, demiştir. İncir ağacı olduğu da söylenmiştir. Doğrusu ise Kurtubî'nin dediği gibi: Şanı Yüce Allah'ın Hz. Âdem'e bir ağaca yaklaşmasını yasakladığına, onun ise o ağaca yaklaşarak emre muhalefet ettiğine, ondan yiyerek de isyan etmiş olduğuna inanmaktır.

Yaklaşmanın yasaklığını belirten tehdid ile birlikte Hz. Adem'in bu ağaçtan nasıl olup da yediği hususunda da ihtilâf edilmiştir. Sözü geçen bu tehdit Yüce Allah'ın: "Zalimlerden olursunuz." (Bakara, 2/35) buyruğunda dile getirilmekte­dir. Kimisi şöyle demiştir: Onlar o ağacın bütün türleri hakkında yasağın sözko-nusu olduğunu farketmeden bizzat işaret edilen ağaçtan değil başka bir ağaçtan yemişlerdir. İblis sanki bu hususta lafzın zahirini delil kabul etmesini isteyerek, onu aldatmış gibidir. Yani Hz. Âdem ile Hz. Havva özel ve muayyen bir ağacm kastedildiğini sanmışlardı. Oysa kastedilen o ağacın türü idi. Bu da Kurtubî'nin belirttiği gibi, güzel bir açıklamadır. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir.

Şöyle de denilmektedir: İblis'in aldatması sonucu ağaçtan ilk olarak yiyen Havva olmuştur.

4- Hz. Âdem'in önce isyan sonra tevbe etmesi: Malikî, Ebû Hanife ve Şafiî ashabından olan fukahanın çoğunluğu şöyle demiştir: Peygamberler küçük ve büyük günahlardan korunmuşlardır (masumdurlar). Çünkü bizler fiil, etki ve yaşayışları hususunda onlara herhangi bir karineye bağlı kalmaksızın mutlak olarak uymakla emrolunmuşuzdur. Bizler onların küçük günahları işleyebile­ceklerini kabul edecek olursak, onlara uymak imkansız olur.[121] Buna Hz. Âdem'in işlemiş olduğu günahın büyük günahlardan değil de küçük günahlar­dan olduğu ve bu günahın ondan peygamberlikten önce sadır olduğu şeklinde cevap verilmiştir. Peygamberin günahtan korunması ise (ismet) ancak peygam­berlikten sonra sözkonusu olur. Veya Hz. Âdem'in işlediği bu günah, unutula­rak işlenmişti. Yaptığı işin büyüklüğünü ifade etmek üzere buna "isyan" adı ve­rilmiştir. Unutmak ve yanılmak ise ismet sıfatına aykırı değildir. Ya da bu -se­lefin izlediği yol üzere- kıssada vârid olan diğer hususlar gibi, müteşâbih bir husustur, bunu zahirine göre yorumlamaya imkan yoktur. [122]

Kanaatimce tercihe değer görüş sözkonusu bu aykırı hareketin unutarak ve yanılarak ortaya çıktığıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Âdem unuttu ve biz onun (günaha karşı) bir azmini bulmadık" (Tâ-Hâ, 20/115).

Hz. Âdem'in tevbesi Yüce Allah'ın: "Rabbimiz, biz nefislerimize zulmettik. Eğer bize mağfiret etmezsen herhalde zarara uğrayanlardan oluruz." (A'râf, 7/23) buyruğu ile olmuştur.

İbni Mes'ûd'dan rivayet edildiğine göre o şöyle demiş: Yüce Allah'ın en çok sevdiği söz babamız Âdem'in günahı işlediği zaman: "Allah'ım, seni hamdinle teşbih ederim! Senin adm ne mübarektir! Şanın ne yücedir! Senden başka hiç bir ilâh yoktur. Ben kendime zulmettim, sen bana mağfiret buyur. Çünkü gü­nahları senden başka bağışlayacak yoktur." şeklinde söylediği sözlerdir.

Kur'ân-ı Kerîm, Hz. Havva'nın tevbesini söz konusu etmeksizin Hz. Adem'in tevbesinden bahsetmekle yetinmiştir. Çünkü Hz. Havva ona tabidir. Nitekim Kur*an ve sünnetin bir çok yerinde bu sebepten dolayı kadınlardan ay­rıca söz edilmemiştir. Bir başka ayet-i kerimede ise şöyle denmektedir: "İkisi dediler ki: Rabbimiz!Nefislerimize zulmettik." (A'râf, 7/23) [123]

Bir insamn tevbesinin kabul edilebilmesi ancak şu dört şart ile mümkündür: Yaptığından pişmanlık duyması, o andan itibaren günahı terketmesi, gelecekte bu günaha dönmeme kararım vermesi, kullara yaptığı haksızlıkları iade edip hakkı­nı vermesi yahut diliyle ondan özür dilemek suretiyle hasmım razı etmesi [124]

5- İblis'in cennete girişi: İlim adamları Yüce Allah "Oradan defolup çık, çünkü sen kovulmuşsun" (Sâd, 38/77) buyruğu ile cennetten kovulduktan sonra Hz. Âdem'e İblis'in nasıl vesvese verme imkanını bulduğu sorusunu ortaya atmışlardır. Çünkü o sırada Hz. Âdem cennette, İblis ise cennet dışında idi. Buna birkaç şekilde cevap verilmiştir. Bu cevaplardan birisi şudur: İblis'in cennete girişinin yasaklanması, oranın şanını korumak üzere olmuş olabilir. Ancak Hz. Âdem ile Hz. Havva'ya imtihan olmak üzere vesvese yoluyla girmesi engellen­memiş olabilir. Bir diğer kesim de şöyle demiştir: İblis oradan çıkartıldıktan sonra cenete de girmemiş, Hz. Âdem'in yanına da ulaşmamıştır. O sadece Yüce Allah'ın kendisine verdiği vesvese verme imkanı ile bu işi yapmıştır. Nitekim Resulullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz şeytan Âdemoğlunun içinden kanın aktığı gibi akar."[125]

6- Yüce Allah'ın: "Şayet benden size bir hidayet gelir de..." (Bakara, 2/38) buyruğu kul kendi fiilini yaratır, diyen Kaderiyye ve bu görüşü kabul edenlerin aksine kulların fiillerinin Yüce Allah tarafından yaratılmış olduğuna işaret edilmektedir. Yine 38. ayet-i kerime bir Peygamber vasıtasıyla kendisine hida­yet ulaşıp da o peygambere uyan kimsenin ahirette kurtuluşa ereceğini göster­mektedir. 39. ayet-i kerime ise Allah'ın hidayetine uymayan kimselerin -ki on­lar inanarak Allah'ın ayetlerini inkâr eden, dilleriyle de bunları yalanlayan kimselerdir- cezasının bu ayetleri reddedip inkâr ettikleri ve böylelikle de şey­tanın vesvesesine uydukları için cehennem ateşi içerisinde ebediyyen kalacak­larını açıklamaktadır.

7- Melekler Yüce Allah'ın yarattıklarındandır. Onların gerçek mahiyetleri­ni bilemeyiz. Onların var olduklarına inanmak ise, şer'an farzdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm ve Peygamber (s.a.) bize bunu haber vermiştir. Bunlar her za­man Allah'a itaatte bulunmak tabiatında yaratılmışlardır. İsyan etmekten mü­nezzehtirler. O halde acaba melekler insanlardan üstün müdür?

İlim adamları bu husus ile ilgili olarak, farklı görüşlere sahiptirler. Kimi ilim adamına göre onlar insanlardan daha üstün ve faziletlidirler. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinizin size bu ağacı yasaklaması melekler ol-mayasınız yahut ebedî kalmayasınız diyedir." (A'raf, 7/20). Ayrıca Hz. Yûsuftan murad almak isteyen kadınlara dair: "Allah'ı tenzih ederiz, bu bir beşer değil­dir, bu çok şerefli bir melekten başka bir şey olamaz, dediler." (Yûsuf, 12/31) buyruğu da bunu göstermektedir.

Bazı ilim adamlarının görüşüne göre Âdemoğlu tür olarak meleklerden üs­tündür. Çünkü melekler zaten karakterleri icabı itaat ederler. İnsanlarda ise hayır ve şer duyulan, güdüleri vardır. Âdemoğlu kendi şehvet ve eğilimlerine karşı cihâd etmek zorundadır.

Alimlerden bir diğer grup ise şöyle demiştir: Genel olarak melekler, genel olarak insanlardan üstündür. Özel insanlar ise, -ki bunlar peygamberlerdir-meleklerin seçkinlerinden de üstündür.

Ben meleklerin insanlara üstünlüğü görüşünü tercih ediyorsam da, bu ko­nuya dalmaktan uzak durmak daha uygundur. [126]

 

Adem (s.a.) Kıssası:

 

Kur"ân-ı Kerîm'de Adem (s.a.) adı toplam 25 defa geçmektedir. Bakara Sû­resi 31-37. ayetlerde, Âl-i İmran sûresi 33-59. ayetlerde, Mâide Sûresi 27. ayet­te, A'râf Sûresi 11, 172. ayette, İsrâ Sûresi 61-70. ayette, Kehf Sûresi 50. ayet­te, Meryem Sûresi 58. ayette, Tâ-Hâ Sûresi 115-121. ayetlerde, Yasin Sûresi 60. ayette Hz. Âdem'den söz edilmektedir. Bakara, A'râf, İsrâ ve Kehf sûrele­rinde olduğu gibi kimi zaman Hz. Adem'den isim ve nitelikleriyle söz edilmesi, Hicr ve Sâd sûrelerinde olduğu gibi de kimi zaman yalnızca niteliklerinden söz edilerek kıssanın anlatımının çeşitli türler alması, Kur'ân-ı Kerîm'in i'câzma delil olan hususlar arasında yer alır.

Kıssada altı konu ele alınmaktadır. [127]

1- Hz. Âdem'in çamurdan yaratılışı: Kur'ân-ı Kerîm Âdem (a.s.)'in yaratılı­şının aslının çamurdan, değişmiş çamurdan olduğunu ifade etmektedir. Niha­yet bu pişmiş çamur gibi ses veren bir hale gelince, Allah onun içine kendi nez-dinden ruh üflemiştir. Bunun üzerine o, hareket eden maddi, aklî, manevî ve ahlâkî birtakım güçlere sahip bir insan oluvermiştir. Adem ve Havva Kur'ân-ı Kerîm'in haber verdiği şekilde insan türünün esasını teşkil eder. İlim adamları günümüzde artık maymunu insanın aslı ve atası kabul eden Darwin nazariye­sinin çürüklüğünü ortaya koymuştur.

2- Adem'e secde ediliş: Yüce Allah İblis'e ve meleklere Âdem'e ibadet için değil de şanını yüceltmek kastıyla secde etmeleri emrini vermiş, bütün melek­ler secde ettiği halde cinlerden olan İblis secde etmemiştir. İblis böylelikle Rab-binin emri dışına çıkmış, büyüklük taslamış ve dayatmıştır.

3- İblis'in emre muhalefet ediş sebebi ve cezası: İblis kendisinin Hz. Âdem'den daha üstün olduğunu ileri sürmüş; "Beni ateşten onu ise çamurdan yarattın" demiştir. Ateş ise yükselmek ve yukarı doğru çıkmak gibi özelliklere sahip olduğundan dolayı, aşağı doğru çökme ve hareketsizlik unsuru olan ça­murdan daha üstündür. Yüce Allah büyüklük tasladığı için ve Allah'a haksızlı­ğı nispet ettiğinden dolayı onu kovmuştur. Şu kadar var ki İblis kıyamet günü­ne kadar kendisine mühlet verilmesini istemiş, Allah da ona mühlet vermiştir. Ayrıca Hz. Âdem'e soyundan gelecek olanları azdırmak tehdidinde bulunmuş, Yüce Allah da ona Allah'ın ihlâsa erdirilmiş kullan üzerinde onun herhangi bir etkisinin olamayacağını belirtmiş ve hem onu hem de ona uyanları cehennem azabı ile tehdit etmiştir.

4- Hz. Âdem'in yeryüzünde halife kılınması: Yüce Allah meleklerine Hz. Âdem'i yeryüzünde kendisinin halifesi kılacağını haber vermiştir. Bu halifenin yeryüzünde bulunan şeylerde tasarruf etme yetkisi olacaktır. Melekler de Yüce Allah'a kendileri itaat ehli oldukları, masiyetlerden uzak kaldıkları halde, yer­yüzünde fesat çıkartacak, kanlar dökecek kimseleri -bilgi edinmek ve hikmetini öğrenmek üzere- nasıl yaratacağını sordular. Cenab-ı Hak da onlara yarattığı bu varlıkta mevcut olan kendilerinin bilmediği sırlan bildiğini ve kendilerinin bilmedikleri ilmi ona bir özellik olarak bahşettiğini belirterek cevab verdi.

5- Hz. Adem'e duyularla hissedilir eşyanın isimlerinin öğretilmesi: Yüce Allah Hz. Âdem'e çevresinde gördüğü ekin, ağaç, meyve, kap-kacak, hayvan ve cansız gibi bütün eşyanın isimlerini öğreterek onu meleklerden üstün ve müm­taz kılmıştır. Çünkü Âdem (a.s.)'in yemesinde, içmesinde bunlardan yararlan­ma ihtiyacı vardı. Herhangi bir şeye ihtiyaç duymayan meleklerden farklı bir durumdaydı. Daha sonra Yüce Allah meleklerden ad taşıyan bu varlıkların isimlerini söylemelerini istedi, ancak melekler bunu bilemediler. Hz. Âdem'in soyundan gelenlerin birtakım şeylere ihtiyaç duymaları onları çalışmaya, kâ­inatı imar etmeye, ekin, sanayi ve ticaret gibi bütün alanlarda gerekli araçla­rın gelişimi için çalışmaya iter.

6- Hz. Âdem'in ve eşinin cennette yerleşmeleri ve oradan çıkmaları: Yüce Allah Hz. Âdem'i cennete yerleştirdi, ona eş olarak Havva'yı yarattı, her ikisine muayyen olarak kendilerine belirttiği bir ağaç dışında cennetteki meyvelerden yararlanmayı mubah kıldı. İblis onlara o ağaçtan yemek için vesvese verdi, on­ları kandırdı. Onlara: Rabbinizin size bu ağacın meyvesinden yemeyi yasak kıl­masının tek sebebi, ondan yemenizin sizleri meleklerden kılacağıdır veya sizle­rin ölümsüz ebedi kimseler olacağınız içindir. Hz. Âdem işin başında ağaçtan yemeyi reddetti. Şeytanın aldatmalarına karşı direndi. Şu kadar var ki İblis vesvese vermeye devam etti: "Şüphesiz ki ben size öğüt verenlerdenim." diye onlara yemin etti. Nihayet Hz. Âdem kendisine secde etmeyi kabul etmeyen düşmanının o olduğunu unuttu. Havva ile birlikte o ağaçtan yediler. "Hemen ayıp yerleri görülüverdi ve cennetin yapraklarıyla üstlerini örtünmeye başladı­lar." (Tâ-Hâ, 20/121). Böylelikle avret yerlerini örtmeye çalışıyorlardı. Allah Hz. Âdem'e emrine aykırı hareket ettiği ve ağaçtan yediği için sitemde bulun­du. Hz. Adem de pişman oldu. Allah'tan mağfiret dileyip tevbe etti, Allah da tevbesini kabul etti. Bununla birlikte ona ve Havva'ya cennetten çıkıp yeryü­zünde yerleşme emrini verdi. [128]

 

Hz. Âdem Kıssasından Öğüt ve Hikmetler:

 

1- Yüce Allah'ın tek başına bildiği birtakım sırlar, hikmetler ve bilgiler vardır. Melekler de dahil olmak üzere mahlukatından hiç bir kimse bunları bi­lemez. Çünkü melekler Hz. Âdem'in halifelik makamına getiriliş hikmetini bil­mediklerinden dolayı bu seçimin sebebi ile ilgili soru sormuşlardı.

2- Şanı Yüce Allah inayetiyle bir şeye yöneldiği takdirde o şeyi oldukça üs­tün ve büyük kılar. Nitekim onun inayeti toprağa yöneldi de ondan eksiksiz tam bir insan yarattı, bu insana meleklerin idrak etmekten âciz olduğu bir se­viyede bilgi, marifet ve buna benzer şeyleri cömertçe ihsan etti.

3- Allah tarafından üstün ve şerefli kılınmış olmakla birlikte insan zayıf­tır. Unutmaya meyillidir. Nitekim Hz. Âdem de Allah'ın emir ve yasaklarını unutmuş, düşmanı olan şeytana itaat etmiş, Allah'ın yemeyi yasakladığı ağaç­tan yemişti.

4- Tevbe edip Yüce Allah'a dönmek, Allah'ın uçsuz bucaksız rahmetine na­il olmanın yoludur. Rabbine karşı gelen Âdem tevbe etti, Allah da onun tevbe-sini kabul etti. Buna göre isyan eden bir kimseye düşen, bir an önce tevbeye koşmak, Allah'ın rahmet, rıza ve mağfiretinden ümid kesmeksizin ondan mağ­firet dilemeye yönelmektir.

5- Kibir, inat, fesat çıkartmak üzere ısrar, İlâhî gazabı hak etmenin, lanete uğramanın, gazaba uğrayıp Allah'ın rahmetinden kovulmanın sebepleri arasın­da yer alır. Secde etmeyi kabul etmeyen, bu inkarcı konumunu sürdürmekte ıs­rar edip Allah'a karşı inad eden şeytan, insanı aldatıp ve onu Allah'ın itaatin­den çevirmesi suretiyle Allah'ın egemenliğine karşı meydan okudu; bunun üze­rine de Allah ona gazab etti ve ebediyyen cennetten kovdu. [129]

 

İsrailoğulları'ndan İstenenler

 

40- Ey İsrailoğullan! Size verdiğim ni­metimi hatırlayın ve ahdimi yerine ge­tirin ki ben de sizin ahdinizi yerine ge­tireyim ve yalnız benden korkun.

41- Beraberinizdekileri doğrulayıcı olarak indirdiğime iman ediniz ve onu inkâr edenlerin ilki olmayınız. Ayetle­rimi de az bir pahaya satmayınız ve yalnız benden korkunuz.

42- Bilip dururken hakkı batıla karıştı­rıp hakkı da gizlemeyiniz.

43- Namazı dosdoğru kılınız, zekâtı ve­riniz ve rükû edenlerle birlikte rükû ediniz.

 

Belagat:

 

"Nimetimi". Nimetin yüce Allah'ın zatına izafe edilmesi, onun şerefine işa­ret etmek, bu nimetin yüce değerini, kolayca elde edilişini ve onun mühim yeri­ni açıklamak içindir.

"Ayetlerimi de az bir pahaya satmayınız." Burada sözü geçen satmak, ger­çek anlamıyla değildir. Bu daha önce geçen "Onlar hidayet karşılığında dalâleti satan almışlardır" (Bakara, 2/16) buyruğunda geçtiği şekilde açık istiaredir (is-tiare-i musarraha). Anlatılmak istenen ise benim ayetlerimi az b r pahaya de­ğişmeyiniz, şeklindedir. Paha aslında kendisi ile bir şeyler satın alman değerin adıdır. Yani onlar Allah'ın ayetlerini yani çok büyük hakkı, az bir bedele, önem­siz bir değere değiştirdiler. O bakımdan bu zararlı bir alışveriş oldu. Çünkü terkedilen hakka nispeten çok veya büyük olan her bir şey yine de az ve değer­siz demektir.

"Ve yalnız benden korkun." (40. ayet) ile "yalnız benden korkunuz" (41. ayet) buyrukları, ihtisas ifade eder. Yani özellikle ve münhasıran, sadece Al­lah'tan korkmak gerektiğini dile getirmektedirler. "Yalnız sana ibadet ederiz." buyruğundaki ihtisas ifadesinden daha teTridli bir ifadedir.

"Hakkı batıla karıştırıp hakkı da gizlemeyiniz." buyruklarında "hak" keli­mesinin tekrar edilmesi yasaklanan şeyin çirkinliğini daha ileri bir boyutta ifade etmek içindir. Çünkü burada açıklama-tasrih, ifade pekiştirici olsun diye kullanılmıştır.

"Rükû edenlerle birlikte rükû' ediniz." buyruğunda namaz hakkında "rü­kû" tabirinin kullanılması, bütüne parçasının bir adını vermek türlerinden bi­risi olarak mecaz-ı mürsel'dir. [130]

 

Kelime ve İbareler:

 

İsrâîl: Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshâk'ın oğlu olan Hz. Ya'kûb (hepsine se­lâm olsun) dur. Onun oğullan ise Yahudilerdir. "İsrâîl" Allah'ın seçkin kulu de­mektir. Mücâhid, komutan anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Ahdimi" buyruğu ile kastedilen Allah'ın ahdidir. Yani Yüce Allah'ın, Al­lah'a iman etmek, rasûllerine iman etmek, özellikle de Hz. İsmail'in soyundan gelecek olan peygamberlerin sonuncusu Muhammed'e iman etmek üzere Tev­rat'ta kendilerinden aldığı sözdür. "Ahdiniz" ben de size vermiş olduğum ima­na karşılık sevap vereceğime, Beytü'l-Makdis ve çevresinde size iktidar verece­ğime, dünyada güzel ve geniş bir hayat sürmenizi sağlayacağıma dair ahdim demektir.

"Ayetlerimi de az bir pahaya satmayınız." Arapçada satma ve satın alma, tabirlerinin her biri diğeri yerinde kullanılabilir. Bu buyruğun anlamı şudur: Benim ayetlerimi dünyalıktan az bir bedel ve önemsiz bir pahaya satmayınız. Veya insanlardan aldığınız dünyalıkları ellerinizden kaybedersiniz korkusuyla onları gizlemeyiniz, "ve yalnız benden korkun." Ahdinizi bozmak, ona uymayı terketmek hususunda, herkes bir tarafa, sadece benden korkunuz. "Beraberi-nizdekileri" tevhîd ve nübüvvet hususunda Kur'ân-ı Kerîm'e uygun düşen bir şekilde indirmiş olduğum Tevrat'ı "doğrulayarak indirdiğime" yani Kur'ân-ı Kerîm'e "iman ediniz."

"Hakkı batıla" Allah tarafından indirilmiş olan hakkı sizin uydurduğunuz batıla "karıştırıp" Tevrat'ta bulunan gerçekleri uydurduğunuz iftiralar ile de­ğiştirip "hakkı da gizlemeyiniz." [131]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu surenin 40-142. ayetleri, -yaklaşık bir cüz tutacak kadar- özellikle İsrailoğulları'ndan söz etmektedir. Bu ayetlerle onların gerçek kimlikleri açıklan­makta, işledikleri kusurlar dile getirilmektedir. Surenin baş tarafından itiba­ren buraya kadar gördüğümüz ilk ayet-i kerimeler Allah'ın varlığını, birliğini ispat etmek, ona ibadeti emretmek, Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın mu'ciz kelâmı olduğunu ispatlamak, diğer taraftan insanı yaratmak, onu üstün ve şerefli kıl­mak, gökleri ve yeri yaratmak suretiyle Allah'ın kudretinin tecellilerini beyan etmek, insanın bütün bunlara karşı tutumlarını, mümin, kâfir ve münafık ol­mak üzere kısımlara ayrıldıklarını açıklamak sadedinde idi. Daha sonra Yüce Allah aralarında peygamberlerin geldiği kavimlere hitab etmeye başlar. İlk olarak Yahudiler'e hitap ettiğini görüyoruz. Çünkü Yahudiler semavî kitaplara sahip en eski kavimlerdendir. Diğer taraftan bunlar Kur'ân-ı Kerîm'e iman edenlere karşı en ileri derecede düşmanlık edenlerdir. Halbuki son peygambere bütün insanlar arasında öncelikle onlar iman etmeli idi. Bundan dolayı Yüce Allah kendilerine ihsan etmiş olduğu pek çok nimetleri onlara hatırlattığı gibi, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini tasdik etmek üzere onlardan alınmış ke­sin ve pekiştirilmiş ahidlerini de hatırlatmaktadır. Kur"ân-ı Kerîm'in kimi za­man yumuşak ve latif bir şekilde, kimi zaman korkutucu ve ağır bir üslûpla, kimi zaman nimetleri hatırlatarak, kimi zaman da işledikleri suçları, kabahat­leri sayıp dökerek, amelleri dolayısıyla azarlayarak, onlara karşı deliller orta­ya koyarak çeşitli üslûplarda onlara hitap ettiğini görüyoruz. [132]

 

Açıklaması

 

Ey salih bir peygamber olan Yakub'un evlâtları! Hakka uymak hususunda atanız gibi olunuz. Allah'ın sizin atalarınıza ihsan etmiş olduğu Firavn'un aza­bından kurtarmak, bulutlarla gölgelendirmek gibi nimetlerini hatırlayın, O'nun emirlerine uyarak, O'na itaat ederek nimetlerine karşı şükür edin. Siz­den alınan söz üzere Allah'a iman etmek, hiç bir fark gözetmeksizin özellikle son peygamber Muhammed'e olmak üzere bütün peygamberlerine iman etmek şeklindeki sözünü yerine getirin ki, ben de Arz-ı Mukaddes'te size iktidar ver­mek, şanınızı yükseltmek, geçiminizi bollaştırmak, düşmanlarınıza karşı size zafer, ahirette de ebedî mutluluğu vermek şeklindeki dünya ve âhirete dair si­ze vermiş olduğum sözümü yerine getireyim.

Bu sözün kapsamı içerisinde olmak üzere- Kur"ân-ı Kerîm'e de, onun Allah tarafından indirildiğine ve Allah'ın Tevrat'ı, ondan önceki peygamberlere indiri­len kitaplarla birlikte destekleyici, doğrulayıcı ve onlara uygun olarak indirdiği­ne de iman ediniz. Onun önceki kitaplara uygunluğu, Allah'ın tevhidine çağır­ması, ahlaksızlıkların terkedilmesine davet etmesi, ma'rûfun emredilip münker-den sakmdırılması çağrısında bulunması bakımındandır. Ayrıca Tevrat'ta Resulullah (s.a.)'ın nitelikleri de açıklanmaktadır. O halde ey Kitab Ehli, onu inkâr edenlerin ilki olmayınız. Siz insanlar arasında ona iman etmeye en layık olan kimselersiniz. Çünkü Tevrat'ta onun doğruluğunun delili vardır. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğunu gösteren Allah'ın ayetlerini başkanlık, liderlik, mal, miras, gelenekler ve eski alışkanlıklar gibi basit ve dünyevî bedellere değiş­meyiniz. Çünkü bütün bunlar oldukça basit ve değersiz şeylerdir. Kâr sağlaya­mayan, zarar dolu bir ticarettir. Allah'tan başka hiç bir kimseden korkmayınız. Çünkü bütün hayırlar onun elindedir. Tevrat'ta bulunan hakkı, uydurduğunuz ve kendi ellerinizle yazdığınız batıla karıştırmayınız. Allah'ın ayetlerini gizleme­nin zararlarını bildiğiniz halde, peygamberin niteliklerini ve gerçek müjdesini gizlemeyiniz. Çünkü ahirette bilgi sahibi olanın göreceği ceza ile cahilin göreceği ceza bir değildir. Allah'ın üzerinize farz kıldığı namaz ve zekatı yerine getiriniz. Bunları Peygamber Muhammed (s.a.) ile birlikte edâ ediniz.

Yüce Allah'ın burada namazı "rükû" tabiri ile ifade etmesinin sebebi onla­rı namaz diye kıldıkları rükû'suz eski amellerinden uzaklaştırmak içindir. [133]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler akideye, ahlaka, ibadete, özel ve genel hayata dair pek çok hükümlere dikkat çekmekte, Yahudilere Allah'ın kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetlerden gafil kalmamaları, bu nimetleri unutmamaları yolunu gös­termektedir. Burada sözü geçen "nimet" cins ismi olup çokluk anlamında teklik bir kelimedir. Yüce Allah bir başka yerde: "Eğer Allah'ın nimetini sayıp dökme­ye kalkışırsanız sayamazsınız." (İbrahim, 14/34) diye buyurmaktadır. Yüce Al­lah'ın İsrailoğulları üzerindeki nimetlerinden bazısı: Onları Firavun haneda­nından kurtarması, onlardan peygamberler göndermesi, üzerlerine men ve sel­vayı indirmesi, taştan onlara su fışkırtması, içinde Muhammed (s.a.)'in nitelik­lerinin, risâletinin bulunduğu Tevrat'ı onlara emânet bırakmasıdır. [134] Geçmiş atalara verilen nimetler onların evlatlarına da verilmiş nimet durumundadır. Çünkü evlatlar da atalarının şerefiyle şereflenirler ve bu nimetler, nesillerinin devamına sebep teşkil etmiştir. Pek çok nimetin varlığını hatırlatmak, bu ni­metlerin sebebine açıktan muhalefet etmekten utanmayı, muhalefet edildiği takdirde işlenen masiyetin büyüklüğünü, o bakımdan da Muhammed (s.a.) ve Kur"ân-ı Kerîm'e imanı bir zorunluluk haline getirmektedir.

Bu ayetler sözlerine bağlı kalmak yükümlülüğünü de onlara getirmekte­dir. Bu ise Yüce Allah'ın bütün emir, yasak ve tavsiyelerinde genel bir yüküm­lülüktür. Bunun kapsamına Tevrat ve başka ilâhî kitaplar da sözü geçen Mu­hammed (s.a.)'e iman da girmektedir. Onlar Allah'a verdikleri sözlerinde dur­dukları, bunları yerine getirdikleri takdirde, Allah da onlara verdiği sözünde duracaktır: Onları lütuf ve nimette bulunmak suretiyle cennete koyacaktır.

Yahudilerden istenen sözlerine bağlı kalmak, bizden de istenmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Akidlere bağlı kalınız." (Mâide, 5/1); "Ahidleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini eksiksiz yerine getiriniz." (Nahl, 16/95).

Yüce Allah onlara yalnızca kendisinden korkmalarını, Allah'ın indirdiğine, yani Kur'ân-ı Kerîm'e iman edip tasdik etmelerini emretmekte, inkâr edenlerin ilki olmalarını yasaklamakta, Allah'ın ayetleri karşılığında bir bedel, yani ki-taplardaki Muhammed (s.a.)'in niteliklerini değiştirmek karşılığında rüşvet al­mamalarını emretmektedir. Yahudi hahamları (bilginleri) ise bu işi yapıyorlar­dı. Bu işi yapmaları onlara yasaklandı.

İlim adamları 41. ayet-i kerime ve benzerleri ile ilgili olarak Kur'ân-ı Ke­rîm öğretme karşılığında ücret alma meselesini de ele alırlar.[135] ez-Zührî ve Re'y ashabı bunu yasak kabul ederek şöyle demişlerdir: Kur"ân öğretme karşı­lığında ücret almak caiz değildir. Çünkü Kur'ân'ı öğretmek Yüce Allah'a yakınlaşmak niyeti ile ihlâsı gerektiren farzlardan bir farzdır. O bakımdan namaz ve oruç gibi ibadetler için ücret alınmadığı gibi, Kur'ân-ı Kerîm öğretmek karşılı­ğında da ücret alınmaz. Diğer taraftan Yüce Allah da: "Ayetlerimi de az bir pa­haya satmayınız." diye buyurmaktadır.

Hanefi'lerin dışında kalan ilim adamlarının çoğunluğu ise, Kur'ân öğretme karşılığında ücret almayı caiz görmüşlerdir. Çünkü İbni Abbâs'tan rivayet edi­len ve Buhârî tarafından tahrîc edilen "Rukye hadisi"nde Peygamber Efendi­miz şöyle buyurmuştur: "Karşılığında ücret almaya en çok hak kazandığınız şey Allah'ın Kitabı 'dır."

Diğer taraftan Kur'ân öğretme işini namaz ve oruca kıyas etmek fasittir. Çünkü böyle bir kıyas, nassa rağmen' yapılmaktadır. Ayrıca Kur'ân öğretmenin etkisi sadece o kişide kalmayıp yaygınlaşır. O bakımdan yalnızca işleyene münhasır kalan ibadetlerden farklıdır.

Aynı görüş ayrılığı bu şekliyle namaz ve buna benzer sair dinî şeâirin edâ edilmesi karşılığında ücret almak hakkında da söz konusudur.

Yüce Allah Yahudilere -başkaları da bu hususta onlardan farklı değildir-ellerinde bulunan kitaptaki hakkı batıla karıştırmalarını yasaklamaktadır. Bu ise değişiklik yapmak ve gizlemektir. Bildiklerini gizlemelerini de bunlara ya­saklamaktadır. Muhammed (s.a.)'in hak peygamber olduğunu gizlemek de bu­nun kapsamına girer. Buna göre onların küfür ve inkârları inadî bir küfür ile­dir. Bu buyruğu ile de Yüce Allah onların bilgi sahibi olduklarına dair de tanık­lıkta bulunuyor.

Ayetlerin sonlarında Yüce Allah onlara namaz kılmalarını, zekat vermele­rini emretmektedir. Namazı da "rükû" tabiriyle ifade etmiştir. Çünkü İsrailo-ğulları'nm namazlarında rükû' yoktu. Bu şekilde ifade etmesi İslâmî niteliği ile namaz kılma yolunu onlara göstermek içindir. Daha sahih kabul edilen görüşe göre buradaki zekâttan kasıt, farz olan zekattır. Çünkü burada namaz ile bir­likte sözkonusu edilmiştir. Yani maksat fıtır sadakası değildir. Namaz nefisleri arındırıp temizler, zekât da malı arındırıp temizler. İkisi de Allah'ın nimetleri­ne şükrün ifadesini taşırlar. Zekatın ayırıcı bir özelliği ise, toplumsal dayanış­mayı gerçekleştirmesidir. Zenginin fakire ihtiyacı fakirin de zengine ihtiyacı vardır. el-Cassâs der ki: Namaz ve zekât tabirleri ile kastedilen, bizim muha­tap olduğumuz farz namazlar ve farz zekâtlardır.[136]

 

Yahudilerin Kötü Ahlakına Örnekler

 

44-  Siz insanlara iyiliği emreder, ken­dinizi unutur musunuz? Halbuki Kita­bı da okuyup durursunuz. Halâ akıl­lanmayacak mısınız?

45- Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o hâşi'lerden başka­sına elbette büyük gelir.

46- Onlar ki gerçekten Rablerine kavu­şacaklarını ye sonunda yalnız O'na dö­nücü olduklarını bilirler.

47- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim ni­metimi ve sizi âlemlere gerçekten üs­tün kıldığımı hatırlayın.

48- Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda vermez. Ondan herhangi bir şefaat da kabul olunmaz. Ondan bir fidye de alınmaz ve onlara yardım da edilmez.

 

İ'râb:

 

"Şüphesiz o" buyruğundaki zamir namaza aittir. Namaz ve sabrı kastede­rek "o ikisi" diye buyurulmamıştır. Çünkü Araplar bazan iki isim söz konusu etmekle birlikte, kinaye yoluyla onlardan yalnız birisini zikredebilirler. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Altın ve gümüşü yığıp da onu Allah yo­lunda infâk etmeyenler..." (Tevbe, 9/34) buyruğunda (altın ve gümüş iki isim ol­duğu halde) zamirin teklik şekli kullanılmış ve "ikisini de infâk etmeyenler" de­nilmemiştir. Yine: "Bir ticaret yahut bir eğlence gördüklerinde ona doğru gider­ler." (Cum'a, 62/11) buyruğunda da: O ikisine doğru giderler, diye buyurulma­mıştır.

"Kimse kimseye hiç bir fayda veremez." buyruğu ve ondan sonra yer alan olumsuz cümleler, kendisinden korkulması istenen "gün" ün sıfatlarıdır. Her bir cümlede "gün" e ait ve "onda" takdirinde bir zamir bulunur. Yani o günde kimse kimseye hiç bir fayda veremez, o günde kimseden herhangi bir şefaat da kabul olunmaz şeklindedir. [137]

 

Belagat:

 

"İyiliği emreder de kendinizi unutur musunuz?" buyruğundaki soru azarla­mak anlamını ifade eder. "Halbuki kitabı da okuyup durursunuz" buyruğu da ağır bir sitem ve bir azar ihtiva etmektedir. "Hala akıllanmayacak mısınız?" buyruğu inkarî bir istifhamdır yani tutumlarını reddetmek anlamını taşır. "Kendinizi unutur musunuz?" buyruğu onların yapmaları gerekeni terk edişle-rindeki aşırılıklarını dile getirilmektedir. "Öyle bir gün" ifadesinde "gün" keli­mesinin belirtisiz gelmesi, dehşeti ifade etmek içindir. "Kimse kimseye hiç bir fayda veremez" buyruğundaki "kimse" anlamına gelen nefs kelimelerinin belir­tisiz gelmesi ise, genellik ifade etmesi içindir. [138]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Siz insanlara birr (iyilik)" itaat, hayır ve salih amel demektir, "emrederek kendinizi unutur musunuz?" Terkeder ve nefsinize iyiliği emretmez misiniz? 'Kitap" dan kasıt Tevrat'tır. "Hala akıllanmayacak mısınız?" Yaptığınız işin kötülüğünü anlayarak bu işten geri dönmeyecek misiniz?

"Sabır" nefsi hoşlanmadığı şeye zorlamaktır. "Namaz." Kurtubî ve başka­ları şöyle der: Diğer ibadetler arasında özellikle namazın sözkonusu edilmesi onun şanını yüceltmek ve ona dikkat çekmek içindir. Hz. Peygamber de her­hangi bir işten dolayı sıkıntıya düştüğü vakit namaza koşardı. [139]

"Şüphesiz o (namaz) hâşi'lerden" yani Allah'a itaat ile sükûn ve huzur bu­lanlardan "başkasına elbette büyük gelir." Yani namaz bu şekilde olmayanlara ağır ve zor gelir. "Onlar ki... bilirler." Yani inanır veya kesinlikle bilirler de­mektir. (Ayet-i kerimede kullanılan kelime "zannederler" şeklindedir).

"Rablerine" öldükten sonra dirilmek suretiyle "kavuşacaklarını ve" âhiret-ze amellerinin karşılıklarını vermek üzere "sonunda yalnız O'na dönücü olduk­larını bilirler".

"Size verdiğim nimetlerimi" bana itaat etmek suretiyle o nimetlere şükre­derek "ve sizi" atalarınızı, "âlemlere" çağdaşları olan âlemlere "gerçekten üstün kıldığımı hatırlayın."

"Ve öyle bir günden" kıyamet gününden "korkun ki kimse kimseye hiç bir -"ayda veremez." Hiç bir kimse başkası adına bir ödemede bulunamaz. "Ve onla-Tt yardım da edilmez," Allah'ın azabından kimse onları koruyamaz. [140]

 

Nüzul Sebebi

 

el-Vâhidî ve es-Salebî'nin İbni Abbâs'dan rivayetlerine göre o şöyle demiş­tir: Bu ayet (44. ayet) Medine'deki Yahudiler hakkında inmiştir. Onlardan bir kişi müslümanlar arasında evlilik dolayısıyla akrabalık bağı bulunan hısımla­rına, yakınlarına, süt akrabalığı bulunan müslümanlara şöyle dermiş: Tuttu­ğun bu din üzerinde sebat göster. Bu dinin emirlerini yerine getir. Bu adam -yani Muhammed (s.a.)'ın işi haktır, gerçektir. Böylelikle bu işi insanlara emre­diyor, kendisi ise bu işi yapmıyordu. [141]

es-Süddî de der ki: İsrailoğullan Allah'a itaat etmeyi, ondan korkup tak-vâlı olmayı, iyilik yapmayı emrediyor, kendileri ise bunlara uymuyorlardı. Yü­ce Allah da bundan dolayı onları kınadı. [142]

 

Açıklaması

 

Az önce nüzul sebebinde de görüldüğü gibi, bu ayet-i kerimeler Kitap Ehli hakkında özellikle de hahamlar ve rahipler hakkında nazil olmuştur. Bunlar insanlara hayrı emreder, İslâm üzere sebat göstermelerini söyler, kendileri ter-kederlerdi. Bu gerçekten şaşılacak, garip karşılanacak bir husustur. Bir işin yapılmasını emreden kimse, o hususta uyulacak örnek kişi olmalıdır. Bizzat o kişinin başkasına verdiği emri işlemek hususunda dikkatli ve çabuk davran­ması gerekir. Aksi takdirde çevresindeki insanları aydınlatırken kendisi yanıp duran bir kandilden başka bir şeye benzemezler. İşte bu ifadeler ile ağır bir şe­kilde azarlanmakta ve yaptıkları işlerin kötülüğü dile getirilerek onlara sitem edilmektedir. Ey Kitap Ehli! Hayrın bütün çeşitlerini ihtiva eden bir iyiliği in­sanlara emredip durduğunuz halde, kendinizi unutmanız size yakışır mı? Ni­çin başkasına verdiğiniz emirleri siz uygulamıyorsunuz? Üstelik siz Kitabı da okuyup duruyor, Allah'ın emirlerine karşı kusurlu hareket edenler hakkında o Kitap'ta bulunan tehditleri biliyorsunuz. Kendinize yaptığınızı akledip düşün­müyor musunuz? Niye uykunuzdan uyanıp körlüğünüze bir son vermiyor mu­sunuz?

Bu hitap her ne kadar Kitap Ehli'nden Yahudilere yönelik ise de, her dö­nemde diğer milletlere de bir hitaptır. Çünkü nazar-ı itibara alınması gereken, iniş sebebinin özel olması değil, lafzın genel olmasıdır. Böyle bir hastalığın te­davi yolu gerçek anlamıyla iman etmeniz, size kötülüğü emreden nefsinize kar­şı Allah'ın rızasına uygun işleri yapmak hususunda gerçek sabır ile ve namaz ile yardım dilemenizdir. Gerçek sabır Yüce Allah'ın yasak kılman arzulara kar­şı direnip de kendisini onlardan alıkoyan kimseler için hazırladığı, vadettiği güzel mükâfatlan hatırlamakla olur. Namaz ile yardım dilemek ise, nefsi doğ­ruluk yolundan ayrılmamak hususunda eğitmek içindir. Her kim mükellefiyet­lerini yüklenmek, yerine getirmek hususunda nefsini masiyetlerden alıkoy­makta direnir (sabreder) ve namazında Rabbine münacaatta bulunur, günde beş defa Allah ile namazla ilişkilerini kurar ve sağlamlaştırırsa, başkalarına öğüt verme liyâkatini da kazanır. Doğruyu gösteren aklı ile doğru yoldan sap­manın tehlikelerini idrâk eder ve böylelikle kendisi için de kurtuluşu teminat altına alır. Çünkü ma'rûfü emretmek, açık bir iştir ve bu, bilenin görevidir. Bundan daha önemli bir görev ise, öğüt veren kimsenin o işi bizzat kendisinin yapmasıdır. Başkalarına vermiş olduğu emirlerden herhangi bir şekilde geri kalmamasıdır. Kur"ân-ı Kerîm'in bize naklettiğine göre Şuayb (a.s.) şöyle de­miştir: "Size yasakladığıma (ters düşerek) kendim size muhalefet etmek istemi­yorum." (Hûd, 11/88).

Namaz emrine sımsıkı sarılmak, nefisleri Allah'a itaatle boyun eğen, onun şiddetli cezasından korkan, kalpleri iman ile mamur hale gelip Allah'ın- huzu­runa çıkıp onun önünde hesap vereceklerini tasdik eden huşu' sahipleri dışın­dakilere ağır gelir. Bu şekildeki huşu sahipleri ruhlarını dinlendirmek, kalple­rine huzur kazandırmak, gönüllerini rahat ettirmek, huzursuzluklarını gider­mek için namaza koşarlar, işte peygamber efendimizin: "Gözümün nuru na­mazdır." [143] bayrağn ile düe gemdıği durum budur.

Daha sahih alam görüşe göre, Yahudiler ile başkalarına emrolunmuş bulu-

, Mâm şeriatının öngördüğü şekliyle namaz olduğu-

Bo Binliği ae, onların da şeriatın feri hükümlerine muhatap

mükellef olmalarıdır. Çünkü onlara emrolunan ı kerimede de görüldüğü gibi, rükû'uda kapsayan bir na­rı namazlarda açıkladığımız gibi rükû yoktur.

'onlar ki... zannederler" buyruğunda kullanılan "zan"

ı kavuşacağını zanneden (inanan) kimseye namazın ağır gelme-; etmektedir. Allah'tan korkan takva sahipleri için bu nasıl ağır Ira da, Kitab'ı okumakla birlikte kendilerine emrolunanları ı azarlanmalarına sebep teşkil eden bir diğer husustur.

Yapılması istenilen şeyler ile ilgili verilen emir ve teşvikler alanında ilâhî hatırlatılması güzel ve yerindedir. Bundan dolayı Yüce Allah, Kitap Ehifne atalarına da kendilerine de lütfettiği nimetleri tekrar tekrar hatırlat­ onları kendilerinin dışında kalan ve çağdaşları olan diğer âlemlere üstün  aralarından peygamberler göndermiş olduğunu söylemiştir. Bu hitap

yalnızca toplumun bütününe yönelik değildir. Aynı zamanda ayrı ayrı her ferde de yönelik bir hitaptır. Çünkü her kişi kendinden sorumludur. O bakımdan herkes ayrı ayrı takvanın dışında hiç bir şeyin kurtarıcı olmayacağı, kendisine yaptığı ameller dışında hiçbir şeyin fayda vermiyeceği dehşetlerle dolu olan bir gön olan kıyamet gününden korkmalıdır. O günde orada şefaatçilerin, aracıla­rın şefaati kabul olunmayacaktır. Bedel veya fidye ödemenin faydası olmaya­cak ve kusurlu hareket edenlerin azaba uğramaları önlenemeyecektir. [144]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Görevini gereği gibi yerine getirmeyip kusurlu davranan herkes cezayı ve kınanmayı hak eder. Ayet-i kerimedeki azarlayıcı ifadeler Yahudilerin iyiliği emrettikleri halde kendilerinin, iyilik işlemeyi terkettikleri içindir. Bildiği ile amel etmeyen âlim bir kimsenin azarlanması bilmediği için amel etmeyen kişi­ye göre daha ileri boyutlardadır. Çünkü bilen bir kimse bilmeyen gibi olamaz.

İlâhî emirlere itaat edip onlara aykırı düşmemek sabrı gerektirir. Sabrın en özel hallerinden birisi de namazdır. Çünkü namazda nefisler arzularından alıkonulmakta, insanın azaları namaz ile bütün arzulanan şeylerden uzak tu­tulmaktadır. Bu bakımdan namaz nefse ağır gelir. Namaz üzerinde ısrar daha zor bir iştir. Allah'a kalpleriyle yönelen, ona karşı alçakgönülllük ve itaatle ha­reket eden, Allah'ın huzuruna çıkacaklarına inanan ve öldükten sonra dirilme­yi, amellerin karşılığını görmeyi, yerde olsun gökte olsun en ufak bir şeyin ken­disinden gizli kalmadığı mutlak mâlikin önünde arz-ı ubudiyet eden kimselerin karşısında ise bütün zorluklar önemsizleşir, kolaylaşır.

Ahiret halleri Yahudiler ile onların dışında kalan diğer putperest toplum­ların vehmettikleri gibi dünya halerine kıyas edilmez. İslâmm ölçüsünde ve adaletinde günahkâr ve suçluların fidye veya bedel vermek suretiyle yahut da bir şefaat yolu ile kurtulmalarının imkanı yoktur. Ahiret gününde ancak salih amelden ve insanların kalplerindeki iman sayesinde elde edilen Allah'ın rıza­sından başka hiç bir şeyin- faydası olmaz. Hüküm, şefaat etmek isteyeceklerin, katında hiç bir fayda sağlayamayacağı mutlak âdil Allah'a aittir. O, kötülüğe kendi misli ile ceza verirken iyiliğe kat kat fazlası ile karşılık verir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve durdurun onları; çünkü onlar hesaba çekileceklerdir. Ne oluyor size ki birbirinize yardım etmiyorsunuz? Aksine onlar bu gün teslim olmuşlardır." (Sâffât, 37/24-26).

Kabul olunmayacağı belirtilen şefaat, kâfirlerin şefaatidir. Müfessirler Yü­ce Allah'ın: "Bir de öyle bir günden korkun ki, kimse kimseye hiç bir fayda vere­mez, ondan herhangi bir şefaat da kabul olunmaz." buyruğu ile kastedilen "kimselerin her "kimse" değil, kâfirler olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Müminlere gelince, Yüce Allah'ın izniyle şefaatin onlara faydası olacaktır. Çün­kü Yüce Allah: "Ve onlar ancak onun rızasına ermiş (mü'min)lere şefaat edebi­lirler." (Enbiyâ, 21/28) diye buyurmuştur. Fasık bir kimse ise razı olunmuş bir kimse değildir. Yüce Allah'ın: "Onun nezdinde şefaat, kendisine izin verilenden başkasına fayda vermez." (Sebe', 34/23) buyruğuna gelince; şefaat eden kimse için yüce Mevlâ'nın irâde buyurduğundan dönüşü gibi bir husus, şefaatte söz konusu değildir. Şefaat, Yüce Allah'ın ezelden beri, şefaat edenin duasını kabul etmeyi irade buyurduğu ve böylelikle şefaat eden kimsenin üstün şerefini açığa çıkarmak dileğini gerçekleştirmekten ibarettir. Çünkü şefaat bir duadır. Şefa­atin kabul olunabileceğinin bilinmesinde, şefaate güvenerek dinin emir ve ya­saklarını önemsememek gibi bir aldanışa düşenleri haklı çıkartacak bir taraf yoktur. Çünkü ahirette hiç bir kimseye Allah'a itaat ve onun rızasından başka bir şeyin faydası olmayacaktır.

İsrailoğulları'nın üstün kılınmaları ise, devamlı ve genel değildir. Aksine bu, onların kendi çağdaşlarına münhasırdır ve Allah'ın emirlerini uyguladıkla­rı süre ile alakalıdır. Onların üstün kılınmaları faziletleri işleyip bayağılık ve adilikleri terkettiklerinden kaynaklanır. Üstünlük eğer aralarındaki peygamherlerin çokluğu dolayısıyla söz konusu edilirse, elbette ki bu da doğrudur ve bunda bir şüphe yoktur. Fakat bu üstünlük onların her bir ferdinin kendilerin­den olmayan diğer fertlerden üstün olmasını gerektirmez. Peygamberlerinin getirdikleri prensiplerden uzaklaşıp sapmaları ve onların sünnetlerini terket-meleri halinde bu üstünlükleri ortadan kalkar. Şayet üstün kılınmalarından kasıt, Allah'ın razı olacağı şeylerle Allah'a yakınlık ise, bu kendi çağdaşları olan peygamberlerin tebliğ ettiği hidayeti bulanlara ve bu hususta onlara uyanlara hastır. Ayrıca üstün kılınmalarına sebep olan davranış ve amel üze­rinde dosdoğru yürüdükleri süre ile kayıtlıdır. [145]

 

Yüce Allah'ın Yahudiler Üzerindeki On Nimeti

 

49- Oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmakla size azabın en kötüsü­nü yükleyen Firavun hanedanından si­zi kurtardığımız zamanı hatırlayın. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan vardır.

50- Bir zaman biz sizin için denizi yarıp sizî kurtarmış, Firavun hanedanını ise kendiniz de görüp dururken suda boğmuştuk.

51- Hani biz Musa'ya kırk gece vaad et­miştik. Siz onun arkasından buzağıyı, zalimler olarak (ilâh) edindiniz.

52- Bundan sonra sizi atfetmiştik, şük-redesiniz diye.

53- Hani biz Musa'ya kitabı, Furkân'ı verdik, doğru yola gelirsiniz diye.

54- Hani Musa kavmine şöyle demişti: "Ey kavmim, gerçekten siz buzağıyı (ilâh) edinmekle kendi kendinize zulmettiniz. Yaradanınıza tevbe edin, nefislerinizi öldürün. Bu Rabbiniz nezdinde sizin için daha hayırlıdır." Sonra tevbenizi kabul etti. Gerçekten O tevbeleri kabul edendir, çok merha­metlidir.

 

İ'râb:

 

Bu buyruklar da "Nimetimi hatırlayın" (47. ayet) buyruğuna atfedilmiştir. 50 ve 51. ayet-i kerimeler ile 53. ayet-i kerimelerde de aynı şekilde atıf söz ko­nusudur.

"Firavun" kıptî dilinde timsah anlamındadır.

51. ayet-i kerimede yer alan "Vaad etmiştik" buyruğu aslında karşılıklı ahitleşmeyi ifade etmektedir. Ancak burada fiil kipine bu anlamı vermek güzel değildir. Çünkü Yüce Allah Hz. Musa'ya vaad etmiş, ancak Hz. Musa tarafın­dan Allah'a verilmiş bir vaad bulunmamaktadır.

"Bu Rabbiniz nezdinde sizin için daha hayırlıdır." Yani sözü geçen bu du­rumlar -öldürmeyi ve tevbeyi kapsamaktadır- daha hayırlıdır, demektir. [146]

 

Belagat:

 

"Büyük bir imtihan" buyruğunun belirtisiz gelmesi, bunun dehşetine işa­ret etmektedir.

53. ayet-i kerimede yer alan Türkân* kelimesinin "kitap"a atfedilmesi sı­fatların biribirlerine atfedilmesi tûründendir. Çünkü kitap Tevrat'tır, Furkân da burada yine Tevrat'tır. O Allah tarafından indirilmiş, hak ile batılı biribirin-den ayırd eden (fârik) bir Kitaptır. [147]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Firavun hanedanından sizi" yani atalarınızı "kurtardığımız zamanı ha­tırlayın.' Böylelikle anlara iman etmeleri için Yüce Allah'ın nimeti hatırlatıl­maktadır. Firarım, Batiamyus (Ptolemios)lulardan önce Mısır krallığı yapan kimselere venien lakaptır.

Kadınlarınızı hayatta bırakıp erkekleri Öldürmek suretiyle "size azabın en hmmsmxm", ağıma, çetinini "yükleyen", tattıran... Kâhinler Firavun'a İsrailoğul-mnmsmda. «J«ğawqlr birisinin elindeki krallığının gitmesine sebep teşkil ede-

yani azapta veya sizin kurtarılmanızda "sizin için Rabbinizden tâşâıl bir imtihan" ibtilâ veya sınama "vardır."

"Kitap' Tevrat'tır, "Furkân" ise hak ile batılı, helâl ile haramı birbirinden ayırd eden şeriat demektir.

"Nefislerinizi öldürün" yani sizden günahsız olan kimse günahkârı öldür­sün. "Bu" birbirinizi öldürmeniz "sizi yaratanınız", yoktan var edeniniz "nez­dinde sizin için daha hayırlıdır." Bu şekilde aralarından yetmiş bin kişi civa­rında öldürülmüştür. [148]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler, Yüce Allah'ın İsrailoğulları'na ihsan etmiş olduğu on nimetin etraflı bir şekilde açıklanmasına dairdir. Bundan önce bunlara; "Size •.erdiğim nimetimi... hatırlayın" (47. ayet) buyruğu ile genel olarak işaret edil­mişti. Böylelikle bu nimetlere şükretmelerinin zorunlu olduğu onlara hatırla-nlmaktadır. [149]

 

Açıklaması

 

Ey Kur'ân'ın indirildiği, Muhammed (s.a.)'in peygamberliği çağında yaşa­yan Yahudiler! Allah'ın atalarınıza ihsan etmiş olduğu nimetleri hatırlayınız. Bunlar, onlara bağlı olarak sizin üzerinizde de nimettir. Çünkü bu nimetler si­zin hayatınızın bekasının sebebini teşkil eder. Ayrıca bir ümmete verilen nimet o ümmetin bütün fertlerini kapsar. Bunlar on tanedir. Gördüğümüz ayetlerde bunların beşi söz konusu edilmektedir:

1- Firavun'dan ve onun hanedanından kurtuluş. Firavun erkek çocukları boğazlıyor, kız çocukları diri bırakıyor, onlara oldukça ağır bir azap tattırıyordu. Çünkü Firavun rüyasında Beytülmakdis'ten kendisini dehşete düşüren bir ate­şin çıktığını, bunun Mısır topraklarında bulunan kıptîlerin evlerini sardığı hal­de, İsrailoğulları'nın evlerini yakmadığını görmüştü. Bu rüya ona, krallığının İs-railoğulları'na mensup bir adamm eliyle son bulacağı şeklinde yorumlanmıştı. [150] Bunun üzerine Firavun erkek çocukları öldürmeye, kız çocukları da diri bırak­maya başladı. Halbuki Allah onları oldukça hakir kılıcı azaptan kurtarmıştı. Bu şekilde helak olmaktan kurtarması, Allah'ın kurtulanın şükrü ve helak olanm da sabrını ortaya çıkaran bir imtihan idi. İmtihan hayır ile de şer ile de olabilir. Nitekim Yüce Allah: "Biz bir fitne (imtihan) olmak üzere sizi hayır ve şer ile sına­rız." (Enbiyâ, 21/35) diye buyurmaktadır. Bir başka yerde de: "Biz onları iyilik­lerle de kötülüklerle de sınayıp durduk, dönerler diye." (A'râf, 7/168).

Öldürme dışındaki azap türleri ile ilgili olarak İbni İshâk şunları söyle­mektedir: Firavun İsrailoğulları'na azab ediyordu. Onları hizmetçi ve ağır iş­lerde işçi olarak kullanıyordu. Kendisine ait işleri gördürmek üzere onları kı­sım kısım ayırmıştı. Yansı inşaatlarda çalışıyor, diğer yarısı onun için toprak ekiyor, ona ait işlerde çalışıyorlardı. Firavun'un işlerinde çalışmayan kimseler ise, cizye ödemekle yükümlüydü. Bu şekilde Firavun onları ağır azaba tabi tu­tuyordu.

Firavun, Batlamyus (Ptolemios) lulardan önce Mısır'da krallık yapan kim­selerin lakabıdır. Bizanslıların kralına Kayser, İranlıların kralına Kisra, Habeş kralına Necâşî, Türklerin kralına Hakan adı verildiği gibi.

Yüce Allah'ın azabı Firavun hanedanına nispet etmesi -onlar bu işi onun emir ve otoritesi ile yapmalarına rağmen- bizzat bu işleri uyguladıklarından dolayı ve bir fiili işleyen kimsenin bundan sorumlu tutulacağının bilinmesi içindir. [151] Taberî der ki: Bundan dolayı haksız yere başkasının emriyle birisini öldüren herkes, bize göre kısas yolu ile öldürülür. İsterse onu başkasının zorla­ması sonucu öldürmüş olsun. [152]

2- İsrailoğulları'nın izleyecekleri bir yolun hazırlanışından sonra esenlikle Kızıldeniz'i geçmeleri, Firavun'un ve askerlerinin suda boğulmaları, denizin ikiye ayrılması, Musa (a.s.)'nın mucizelerinden idi. Tıpkı bu, Yüce Allah'ın in­sanların onları tasdik etmeleri için izhar ettiği diğer peygamberlerin mucizele­ri gibi bir mucize idi. Mucize, Yüce Allah'ın dilediği zaman kullarından dilediği kimseler için yarattığı kevnî bir sünnettir.

Firavun ve askerleri ise İsrailoğulları'nın arkasından gitmiş, nihayet deni­zin ortasına geldikleri sırada Yüce Allah onların üzerine suyu kapatarak bo­ğulmuşlardı.

3- İsrailoğullan'nın tevbesinin kabul edilmesi ve Allah'ın onları affetmesi. Çünkü Yüce Allah isyankârların tevbelerini çokça kabul edendir. Kendisine tevbe edip dönenlere son derece merhametlidir. Bu da Yüce Allah'a karşı şükrü gerektirir. O'na şükretmek resullerine iman etmek, getirdikleri şeylerde de on­lara uymaktan ibarettir. Özellikle de peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'e iman ve uymak ile.

4- Hakkı batıldan, haramı helalden ayıran Tevrat'ın, hidayet bulmaları, onda bulunan hükümler uzermde iyice düşünmeleri, onun gösterdiği şeriat ve yolu izlemeleri için Masa (s.a.) "ya indirilmesi.

5- Hz. Musa'nın Rafcbî ile buluşma vakti dolayısıyla, İsrailoğullan'nın ara­sından ayrıldığı w- kert gûn oruç tuttuğu bir sırada onların buzağıyı ilâh edi­nip Allah'tan başka şevlere ibadet etmeleri, Allah'a şirk koşarak kendilerine ralüm etmelerinden sonra Allah'ın peygamberi Musa (a.s.)'ya verdiği emir ile suçlu ve eûnalikâriardan topluca kurtuluş... İşte ya Muhammed! Sen, Musa'nın Rahbine mönacatta bulunduğu sırada, buzağıya tapan kavmine söy-

Wwj» sc sözleri îiatiriat:

Kj£Tiaâııı_ sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zarar vermiş oldunuz. Ebmdk «e yaratana tevbe ediniz, yaptığınız bu cahillikten kurtulunuz. Çün-yaratıcıya ibadeti terk ettiniz, ve bir sığıra ibadet ettiniz. şCTİatlerinde öngörülen tevbenin yolu da şu idi: Suçsuz olan, suçlu

ı öldürecekti. Yüce Allah onların üzerlerine öldürme esnasında biri öteki­si gurup de merhamete gelmesin diye siyah bir bulut gönderdi. Buzağıya ta­panlar iman edenlerle kılıçlarıyla çarpıştılar. Bu iş güneşin doğuşu anından knşluk vakti güneş yükseldiği zamana kadar sürüp gitti. Nihayet onlardan yretmiş bin kişi kadar öldürüldü. Bundan sonra Hz. Musa ile Hz. Harun Yüce Allah'a yalvarıp yakardı. Yüce Allah onlardan öldürülenlerin de öldürülme-yenlerinin de tevbelerini kabul etti. Öldürülen, Allah katında rızıklanan bir şehit oldu, kalan ise tevbesi kabul edilmiş bir kişi olarak hayatta kaldı. Silahı bıraktılar, barış ve güvenlik hakim oldu. Bunda hayret edecek bir taraf yok­tur. Çünkü Yüce Allah kullarının tevbelerini kabul eden, onlara son derece merhametli olandır.

Müfessirlerin çoğunun görüşüne göre "kırk gün" Zilkade ayı ile Zilhicce ayının ilk on günüdür.

Kısacası bu nimet, en üstün ve büyük bir nimetti. Çünkü şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur: Vaadleştiğimiz sürenin bitmesi -ki kırk gün idi- esnasında Musa Rabbi ile tayin edilen vakitte buluşmak üzere gittikten sonra, buzağıya taptığınız için sizi affetmek şeklindeki nimetini hatırlayınız. Sözü geçen bu kırk gün, A'râf sûresi 142. ayette Yüce Allah'ın şu buyruğu ile dile getirilmek­tedir: "Musa ile otuz gece sözleştik ve buna ayrıca on (gece) daha kattık." Bu şe­kildeki buluşma, onların Firavun'dan kurtarılmaları ve denizden çıkarılmala­rından sonra olmuştu. [153]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Her azgın ve zorba zalimin kaçınılmaz bir sonu vardır. Firavun'un denizde boğulmakla sonunun gelmesi bunun bir örneğidir. Mazlumun da bir kurtuluşu ve kesin bir zaferi vardır. Firavun ve hanedanı tarafından zulme uğratılan İs-railoğulları'nm kurtarılışı da buna bir örnektir. Bu kurtuluş bir bayramdı; Yü­ce Allah'a şükrü gerektiren bir bayram. O bakımdan Muharrem ayının 10. gü­nü olan âşûre günü şükür orucunun tutulduğu gün oldu. Müslim'in İbni Ab-bas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin aşu­re günü oruç tuttuklarını görür. Resulullah (s.a.) onlara: "Şu oruçla geçirdiğiniz günün mahiyeti nedir?" diye sorunca onlar: "Bu büyük bir gündür, Allah bu günde Musa'yı ve kavmini kurtarmış, Firavun ve kavmini suda boğmuştu. Mu­sa şükür olmak üzere bu günü oruçla geçirdi, biz de bu günü oruçla geçiriyo­ruz." dediler. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Musa'ya biz sizden daha yakınız. Onun yaptığını yapmak bizim daha çok hakkımızdır." Bunun üzerine Resulul­lah (s.a.) o günü oruçla geçirdi ve o günde oruç tutulmasını da emretti. Tirmizi der ki: İbni Abbas'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "(Muharrem'in) dokuz ve onuncu günü oruç tutunuz, Yahudilere muhalefet ediniz." Şafiî, Ahmed b. Han-bel ve İshâk da bu hadisi delil göstermişlerdir.

Sehl b. Abdullah'ın da dediği gibi, Yüce Allah'a şükretmek, gizli açık masi-yetlerden uzak durmakla birlikte Allah'a itaat hususunda bütün gayretini or­taya koymak demektir.

Tevbe hususunda acele etmek, masiyetten kurtuluşun yoludur. Şanı yüce Allah rahmeti geniş ve tevbeyi çokça kabul edendir.

Sabır, kurtuluşun anahtarıdır. Kuşeyrî der ki: Kendisi uğrunda kaza ve kaderine karşı sabreden bir kimseye Allah, onun uğradığı musibetlere bedel olarak kendisinin gerçek dostları ile arkadaşlık nimetini verir. İşte İsrailoğul-ları Firavun ve kavminin belâlarının sıkıntılarına sabrettiler, Allah da onlar­dan peygamberler ve hükümdarlar çıkardı, hiç bir kimseye vermediği şeyleri onlara verdi. [154]

 

İsrailoğulları'na Verilen On Nimetten Diğerleri

 

55- Hani: "Ey Musa! Biz Allah'ı apaçık görmedikçe sana asla iman etmeyiz." demiştiniz. O anda siz bakıp dururken yıldırım sizi çarpmıştı.

56- Sonra sizi ölümünüzden sonra tek­rar diriltmiştik. Belki şükredersiniz diye.

57- Ve bulutla üzerinize gölge yaptık. Size men ve selva indirdik. Size verdi­ğimiz helal nzıklardan yiyiniz (dedik). Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi nefislerine zulmeder dururlardı.

58- Hani, "Şu kasabaya girin ve istedi­ğinizi bol bol yiyin, kapısından secde ederek girin ve 'hıtta' deyin ki günah­larınızı affedelim ve biz iyilik yapanla­rın sevabını daha da artıracağız", de­miştik.

59- Derken zulmedenler kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdi­ler. Biz de fasıldık ettikleri için zulme­denlerin üzerlerine gökten bir azab in­dirdik.

60- Hani Musa kavmi için su istemişti. Biz: "Asan ile taşa vur" dedik. Hemen ondan on iki pınar ftşkırdı. Her bir in­san topluluğu su alacağı yeri öğren­mişti. "Allah'ın rızkından yiyiniz, içi­niz. Yeryüzünde taşkınlık yapıp fesat çıkarmayınız." (demiştik).

 

İ'râb:

 

"Allah'ı apaçık görmedikçe..." siz yüksek sesle, açıkça demiştiniz anlamın­dadır. Daha uygun açıklama şekli budur. Ancak bunun "Allah'ı bize apaçık bir şekilde göster" takdirinde olduğu da söylenmiştir. (Meal böyle yapılmıştır.)

"Hıtta" deyiniz. Yani bizim istediğimiz hıtta'dır. Bunun da anlamı, günah­larımızı üzerimizden kaldır, şeklindedir.

"Hemen ondan on iki pınar fışkırdı" ifadesi, "Asası ile taşa vurdu ve he­men ondan on iki pınar fışkırdı" takdirindedir. Çünkü bu fışkırma onun var edilmesi şeklinde emir ile değil, asasını taşa vurması ile gerçekleşmişti. "Diğer günlerden onun sayısınca" (Bakara, 2/185) buyruğunda olduğu gibi. Yani her kim oruç açarsa oruç açtığı günler sayısınca başka günlerde tutar takdirinde­dir. Yine "Her kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla; onun üzerine günah yoktur." (Bakara, 2/173) Yani muztar kalır da yerse, onun için günah yoktur, takdirindedir. [155]

 

Belagat:

 

"Ölümünüzden sonra" buyruğu ile onların ölümlerinin gerçek bir ölüm ol­duğu daha da tekid edilmektedir.

"...Yiyiniz" buyruğunda hazif ile yapılan îcâz vardır. Yani onlara: 'Yiyiniz, dedik." anlamındadır.

"Onlar bize zulmetmediler." ibaresinde de hazif ile yapılan îcâz vardır ki takdiri şöyledir: Kâfir olmak suretiyle kendilerine zulmettiler.

"Zulmetmediler" ile "zulmeder dururlardı" şeklinde mazi ve muzâri fiilleri­nin bir arada zikredilmesi, onların zulüm işlemeyi sürdürüp gittiklerini göster­mek içindir.

"Biz de fâsıklık ettikleri için zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indir­dik." buyruğunda "üzerlerine" denilmeyerek "zulmedenlerin üzerine" denilme­si ve zamirin söz konusu edilmemesi, yaptıkları işin çirkinliğini daha ileri de­recede yüzlerine vurmak, azar ve yermenin boyutunu daha ileriye götürmek içindir. "Bir azap" denilerek bunun belirtisiz gelmesi ise, azabın dehşetli ve ağır olduğunu ifade etmek içindir.

"Allah'ın rızkından yiyiniz." buyruğu, verilen nimet ve lütfün büyüklüğü­ne işaret etmekte ve bunun yorgunluk ve meşakkat harcamaksızın ele geçen bir rızık olduğuna işaret etmektedir. [156]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Siz" başınıza gelen bu azabı görüp "bakıp dururken yıldırım" yani azap çığlığı yahut gökten gelen ateş "sizi çarpmıştı. Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar diriltmiştik." Bununla bizim size nimetimize "belki şükredersiniz diye".

"Bulutla üzerinize gölge yaptık." Tîh'te güneşin sıcağından ince bir bulut tabakası ile sizi örtttük.

"Men" bal gibi yumuşak, tatlı bir şey. "selva" bıldırcın diye bilinen kuşun adıdır. Men ve Selva kelimelerinin her birisi kendi lafzından tekliği bulunma­yan çokluk bir isimdir.

"Şu kasabaya" Beytü'l-Makdis veya Erîha'ya "girin ve istediğinizi bol bol" afiyetle, sıkıntısız ve herhangi bir tahdit olmaksızın "yiyin."

"Kapısından secde ederek girin ve" Allah'ın önünde tevazu ve alçakgönüllü­lük ile eğilerek: "Hıtta, deyin", yani bizim isteğimiz, büyük ya da küçük günah­larımızı kaldırmandır, deyiniz. Maksat, Allah'tan mağfiret dileyiniz, demektir.

"Gökten bir azap indirdik." Bilindiği gibi azap iki türlüdür: Birisi savul­ması mümkün olan yaratıkların azabıdır. Diğeri ise savulması imkânsız tür­dendir. Tâûn, kolera ve veba gibi salgın hastalıklar, yıldırım ve ölüm gibi. İşte burada kastedilen bu ikinci tür azapdır.

"Her bir insan topluluğu" onlardan her bir insan grubu demektir. İsrailo-ğullan 12 sıbt (kol, kabile) idiler. "Su alacağı yeri öğretmişti." Herkesin kendi­ne has su alacağı yeri vardı ve başkaları bu konuda onlara ortak olmuyordu.

"Taşkınlık yapıp fesat çıkarmayınız.' Yani orada ileri derecede fesat yap­mayınız. Burada aynı anlama gelen Taşkınlık'' ve "fesat" kelimelerinin tekrar­lanması lafızların değişik olması dolayısıyla anlamı pekiştirmek istenmiştir. [157]

 

Açıklaması

 

Ey Israiloğullan! Buzağıya tapmanızdan dolayı özür beyan etmek üzere Tir'a grtanek için geçmiş atalarınızın arasından Musa (a.s.)'nın seçmiş olduğu  kigipin söyledikleri şu sözü hatırlayınız: Bizler, arada herhangi bir en- <tğmaikmxm çıplak gözle ayan beyan Allah'ı görmedikçe -senin onun kelâmı-birlikte- asla Allah'ı da Kitabı'nı da tasdik etmeyeceğiz. Hah onları azabı ile yakalamıştı. Bu ise semâdan bir ateş gön-oinraştu ki bu bildiğimiz yıldırımdır. Bu yıldırım onları yak-Bu halleriyle bir gün ve bir gece kaldılar. Hayatta olan da t olana bakıp duruyordu.

işte İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya karşı durumu buydu. Ona karşı dik  ediyorlar, isyan ve inat ediyorlardı. Allah da yeryüzünde onlara veba­larla, hastalıklarla, yerdeki çeşitli hayvan ve haşeratı onlara musallat kılmak­la azap ediyordu. Nihayet bu şekilde onların pek çoğu helak olup gitti. Sonra Allah onlara nimette bulunuyordu. İşte Yüce Allah'ın -yukarıda ilk beşi geçen-sn nimetin geri kalanları şunlardır.

6- Sonra onları, gerçekten öldükten sonra, kendileri için takdir edilmiş aian ecellerini tamamlamak üzere tekrar dirilttik. Kalktılar, yaşamaya devam ettiler, biribirlerine bakar oldular. d) Ey Kur'ân'ın nüzulü çağında yaşayan Ya­hudiler! Bütün bunlar, ölümden sonra diriltmek suretiyle Allah'ın her şeye ka­dir olduğuna manasınız diyedir. Sizden istenen şükür ise Allah'a, kitaplarına ve Muhammed (s.a.)'e iman etmektir.

Kimi müfessirler de Yüce Allah'ın: "Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar âırütmiştik." buyruğu hakkında şöyle demişlerdir: Yani bilgisizliğinizden sonra size ilim vermiş, öğretmiştik. Kurtubî der ki: Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü

Bir diğer görüşe göre burada diriltilmekten kasıt, neslin çokluğudur. Yani yıldırım ve benzeri sebepler dolayısıyla aralarında ölüm çoğaldıktan sonra, Allah onların nesillerine bereket ihsan etti. Bu, halk daha önce karşı karşıya kaldıkları sıkıntılar ile nankörlük ettikleri için azapla karşı karşıya kalan ataların istifâde ettiği nimetlere hakkı ile şükr edebilsinler diye. (Tefsirü'l-Menar, 1/322).

sözde aslolan hakikattir. Bu bir cezalandırma ölümü idi. Yüce Allah'ın şu buy­ruğu da bu türdendir: "Binlerce oldukları halde ölüm korkusuyla yurtlarından çıkanları görmedin mi? Allah onlara "ölün" dedi sonra da onları diriltiverdi." (Bakara, 2/243). <«

7- Atalarınızın Mısır'dan çıkıp denizi aşmalarından sonra Şam ile Mısır arasında bulunan Tîh vadisinde şaşkın ve ne yapacaklarını bilmez halde kal­dıkları kırk yıl süre boyunca güneşin ışığından beyaz ve ince bulutla sizleri göl­gelendirdik.

8- Sonra balı andıran ve suya karıştırıp içtikleri men gibi, tadı lezzetli bıl­dırcını andıran bir kuş olan selva gibi türlü yiyecek ve içeceklerle size nimetler ihsan ettik. Men üzerlerine tan yerinin ağardığı andan güneşin doğduğu vakte kadar sisi andırır bir şekilde inerdi. Bıldırcın da onlara gelir, herkes ertesi gü­nüne kadar kendisine yetecek kadarını alırdı.

Ve biz size şöyle dedik: Bu güzel ve hoş nzıktan yiyiniz, Allah'a şükrediniz. Fakat böyle yapmadılar. O uçsuz bucaksız nimetleri inkâr ettiler. Fakat kendile­rinden başkasına da zarar vermediler. Çünkü şükretmedikleri için Allah bu ni­metleri onlara göndermeyi kesmiş, aykırı hareketleri dolayısıyla onları cezalandır­mıştı. Bunun sonucunda isyan etmelerinin vebali tekrar kendilerine dönmüştü.

9- Yine, "Tîh'ten çıkışınızdan sonra size: Şu kasabaya girin." şeklinde em­rimi vermekle üzerinizdeki nimetimi hatırlayınız. (Cumhûr'un görüşüne göre sözü geçen kasaba Beytü'l-Makdis'tir. Bir görüşe göre de Beytü'l-Makdis'e ya­kın Erîha denilen yerdir). Size orada yerleşin, oradan hiç bir sıkıntı olmaksızın bol bol afiyetle yiyip için. Şu kadar var ki kasabanın kapısından Allah'a secde ederek, boyun eğerek, yalnızca O'na yönelerek giriniz. Böylelikle Tih'ten kurtu­luşunuza Allah'a şükrediniz ve "Rabbimiz günahlarımızı üzerimizden kaldır, günahlarımızı bağışla" deyiniz. Biz de ihsan eden kimselere lütfumuzdan se­vap ve bol ecir verip artıracağız. İhsan eden kimse ise tevhidin esasını sahih bir şekilde kuran, kendisini güzel bir şekilde yönlendiren, farzları edaya yöne-lip Müslümanlara herhangi bir zarar vermeyen kimsedir.

Ancak zalimler emre aykırı hareket ettiler, ona uymadılar. Onların bu uymayışları "değiştirmek" ile ifade edilmektedir. Bu ise emre uymayan kimsenin, o emri inkâr edip asıl emrolunduğu şeyden başkası ile emrolunmuş olduğunu iddia eden kimse gibi olduğuna bir işarettir. Kendilerine verilen emri yerine getirecek yerde gerisin geri sürünerek, Allah'a boyun eğmeksizin ve zilletlerini arzetmeksizin girdiler. O bakımdan onların cezalan semâdan oldukça ağır bir azabın (er-ricz) indirilmesi oldu. Müfessirlerin bir çoğunun görüşüne göre bu azap Tâûn idi. Bu da onların fâsıklık etmeleri, Allah'a itaatin sınırları dışına çıkmaları sebebiyle olmuştu. Denildiğine göre onlardan yetmiş bin kişi bu tâûn ile helak olmuştur.

10- Ey İsraüoğulları! Tîh'te aşırı sıcaktan dolayı atalarınızın susayıp Musa (a.s.)'dan su ihtiyaçlarının karşılanmasını istedikleri vakit size ihsan etmiş oldu-

ğum bir diğer nimetimi de hatırlayınız. Allah ona asâsıyla herhangi bir taşa vur­masını emretti. O da taşa vurdu, taştan tazyikli bir şekilde sular fişkırdı. O taş­tan on iki pınar kaynadı. Onların her bir topluluğu için su ihtiyaçlarını karşıla­mak üzere bir pınar çıktı. Bu aralarında anlaşmazlık ve düşmanlık çıkmaması içindi. İşte bu on iki sıbt Hz. Yakub'un on iki oğlunun soyundan gelenlerdir.

Hz. Musa'nın asası ile suyun fışkırması, Hz. Musa için apaçık bir mucizey­di. Böyle bir şey peygamberden başkası için gerçekleşmez. "Taş" ile kastedilen taş türüdür. Yani kendisine taş denilebilecek herhangi bir şeye vur, demektir. Hasan-ı Basrî der ki: Allah ona muayyen ve belli bir taşa vurmasını emretme­di. Bu ise delil olarak daha açık olup, ilâhî kudreti daha net bir şekilde ortaya koyar. [158]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kur'ân-ı Kerîm'in nüzulü çağında bulunan İsrailoğullan'na hitap ederek, Yüce Allah'ın atalarına vermiş olduğu nimetleri hatırlatması, ümmetin birliğinin, ümmet fertleri arasında dayanışmanın var olması gereğinin, mutluluk ve bed­bahtlığın atalarını da, onların soyundan gelenleri de kapsayabilecek genel bir özellik olduğunun delilidir. Bununla birlikte sonradan gelen torunlar atalarının yaptıklarından sorumlu tutulamaz. Fakat, ataların kötülüklerinden zarar göre­bildiği gibi, istikametlerinden de faydalanabilirler. Nitekim Yüce Allah azabın ge­nel olarak gönderilmesi ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "Bir de öyle bir fit­neden sakının ki o, içinizden yalnızca zulmedenlere gelip çatmaz." (Enfâl, 8/25)

Şanı yüce Allah duvar altında hazineleri bulunan iki yetim çocuk hakkın­da da: 'Ve onların babaları salih bir kimse idi." (Kehf, 18/82) diye buyurmak­tadır. Bu şekilde babanın yahut dedenin salahı, oğlun ya da bizzat torunun sa­lâhına sebep teşkil etmiş ve atanın malının onun soyundan gelecekler için ko­runmasına neden olmuştur. Yani salâh, hem cana hem mala fayda verir.

Yüce Allah'ın: "Fakat kendi nefislerine zulmeder dururlardı." (Bakara, 2/57) buyruğunda Yüce Allah'ın kullarına ibâdet türünden emrettiği her şeyin onlar için faydalı olduğuna, yasakladığı her şeyin de onlara gelebilecek bir za­rarı önlemek için olduğuna bir işarettir. İşte bu da Yüce Allah'ın şu buyruğu­nun anlamını ifade eder: "Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhi-nizedir." (Yûnus, 10/23); "Kazandığı kendisine, yaptığı da aleyhinedir." (Baka­ra, 2/286).

Taştan suyun fışkırtılması Musa (a.s.)'ın bir mucizesiydi. Mucizelerin tümü­nü yaratan Allah'tır. Mucize bizim her gün tanık olduğumuz ve "âdet" tabir edilen olaylardan farklı yeni bir hadisedir. Bilimsel keşifler ise kâinatta bulunan gaz, ha­va, petrol, elektrik ve buna benzer enerji kaynaklarının kullanılması ile bilimsel yasalara dayalı olarak ortaya çıkar. Şanı yüce Allah, asanın vurulması söz konusu olmadan da denizi yarmaya elbette kadirdir. Fakat onun yüce kudreti kullarına sebepler ile sonuçlar arasındaki bağlantıyı kurmayı öğretmeyi murad etmiştir. Böylelikle kullar imkân oranında bu sebepleri elde etmeye çalışsınlar. Hz. İsa'nın mucizeleri de buna benzer. Şanı yüce Allah kuşu çamurdan da yaratmaya kadirdi, başka bir şeyden de. Ayrıca Hz. İsa'nın yaratılması için meleğin Hz. Meryem'e üf­lemesini gerektiren bir durum da yoktu. Çünkü Yüce Allah'ın kudretinin tecelli yolu: "Ol der, o da hemen oluverir," (Âl-i İmran, 3/47). Şu kadar var ki Yüce Allah kudretini tedrîc yolu ile ortaya çıkarmayı dilemiştir. Ta ki hayat sahibi olmak su­retiyle çamur ile kuş arasındaki fark ortaya çıksın. Hz. İsa'nın hilkati ise, yalnızca annenin nutfesi ile olmuştu. Ruhun üflenmesi ise Allah'ın izni ve kudreti ile ger­çekleşmişti. "Ol der, o da hemen oluverir." (Âl-i İmran, 3/47). Bütün bu açıklamala­rımız mucizenin anlaşılmasını daha bir kolaylaştırmak içindir.

Yahudilerin türlü nimetlerle donatılmaları, onları dosdoğru yol üzerinde yürütmek, tevbe etmelerini sağlayarak işlemiş oldukları günahlarından kur­tarmak içindi. Yahudilerin Tîh'te kırk yıl süre ile kalmaları, yeni bir neslin or­taya çıkması içindi. Bu, yeni neslin hak akide esasına, ahlâkî değerlere ve fazi­letlere sahip olarak yetişmesi ve bu süre zarfında da putperestliğin, buzağıya tapmanın kök saldığı neslin de ortadan kalkması içindi.

Yüce Allah Yahudilere kasabanın kapısından secde ederek ve "hıtta" diye­rek girmelerini emredince onlar sözü değiştirdiler ve kıçları üstünde gerisin ge­ri sürünerek kapıdan içeri girdiler, "Arpa içerisinde bir buğday tanesi olsun" dediler. Onların maksatları Allah'ın emirlerine muhalefetti. Böylelikle isyan ettiler, isyanda direndiler, alay ettiler. Allah da onları "ricz" yani azap ile ceza­landırdı. Bu da şeriatte açık nass ile tespit edilen buyrukların değiştirilmesi­nin -eğer ibadet, kulluk etmek onların lafzı ile söz konusu ise- caiz olmadığının açık delilidir. Çünkü Yüce Allah kendi buyruğu ile vermiş olduğu emirleri de­ğiştiren kimseleri yermiş bulunmaktadır. Eğer teabbüd (kulluk), manası ile oluyor ise, o vakit bu anlamı ifade edecek tabirlerle değiştirmek caiz olur. An­cak bu anlamın dışına çıkacak lafızlarla değiştirmek caiz olmaz.

Buna binaen ilim adamlarının çoğunluğu hitabın ne anlama geldiğini bi­len, kelimelerinin tek tek mahiyetini kavrayan bir kimsenin mana yoluyla ha­disi rivayet etmesini caiz kabul etmişlerdir. Şu kadar var ki değiştirilen lafızla­rın tam anlamıyla o manaya mutabık olması şarttır. İlim adamları, Arap olma­yanların da şeriatı öğrenebilmeleri için Kuran ve hadislerin onların dillerine tercüme edilmesinin caiz olduğunu ittifakla kabul ederler. İşte bu da mana yo­luyla bir nakildir. Şanı yüce Allah Kuran-ı Kerim'inde geçmişlerin haberlerine dair anlattıkları kıssalarda bunu yapmıştır. Bir takım kıssaları aynı anlamda olmakla birlikte değişik yerlerde değişik lafızlarla bize sunmuştur. Ve bu kıssa­ları o kıssa kahramanlarının dillerinden Arap diline nakletmiştir. Ayrıca bu nakiller takdim, te'hir, hazf, ilga, fazlalık ve eksiklik bakımından da farklı farklıdır. Hz. Peygamberin: "Allah benim sözümü işitip de işittiği gibi tebliğ eden kişinin yüzünü ak etsin." hadisine gelince; bundan kasıt o işitilen sözün hükmüdür, lafzı değildir. Çünkü hadis-i şerifin lafzı ile ibadet olmamaktadır.[159]

Semadan azabın indirilmesi suretiyle İsrailoğullan'nm cezalandırılmasına gelince, bu onların fasıldık etmelerinden dolayıdır. Nitekim Yüce Allah: "Biz de fâsıkhk ettikleri için..." (Bakara, 2/59) diye buyurmaktadır. A'raf suresinde de: "Zalimlik ettikleri için." (A'raf, 7/162) diye buyurmaktadır.

Şeriatta fasıklık, Yüce Allah'ın itaati dışına çıkıp ona isyan etmekten iba­rettir. İşte bu fısk Yüce Allah'ın: "Zulmedenlerin üzerine..." buyruğunda ifade ettiği zulmün kendisidir. Bunun tekrar edilmesinin faydası ise tekiddir yani meseleyi vurgulamaktır. Gerçek de Râzî'nin söylediği gibidir.[160] Aslında bu iki sebep dolayısıyla tekrar değildir. Birincisi; zulüm bazan küçük günahlar dola­yısıyla da söz konusu olabilir, büyük günahlar dolayısıyla da. İkincisi onların bu değiştirme sebebiyle zalimliği hak etmiş olmaları ihtimal dahilindedir. Bu bakımdan da semadan üzerlerine azap indi ve bu, yaptıkları değişiklik sebebiy­le oldu. Daha doğrusu bu değişiklikten önce işlemiş oldukları fasıklıktan dolayı oldu. Buna göre, bir tekrar sözkonusu olmamaktadır.

"Hani Musa kavmi için su istemişti." (60. ayet) buyruğu istiskâ (yağmur duası ve namazı) sünnetini ifade etmektedir. Bu ise nasûh tevbe ile birlikte kulluğu, Allah'a olan fakru ihtiyacı, miskinlik ve zilleti izhar etmekle olur. Bi­zim şeriatımız da istiskâyı şehrin dışındaki namazgaha çıkmak, hutbe ve na­maz kılmak suretiyle meşru kabul etmiştir. İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre böyledir. Çünkü bizim Peygamberimiz (s.a.), istiskâda bulun­muş, zillet arzederek ağır ağır, Allah Teâlâ'ya yalvarıp yakaran bir edâ ile na­mazgaha çıkmıştır. Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise, şehrin dışına çıkmak ve namaz kılmak istiskânm sünnetlerinden değildir. Ona göre istiskâ sadece dua etmekten ibarettir. Görüşüne delil olarak da Buharî ve Müslim'de yer alan ve Hz. Enes'in rivayet ettiği hadisi gösterir. Kurtubî ise şöyle demektedir: Ebû Hanife'nin lehine bu hadis-i şerifte delil olabilecek bir taraf yoktur. Çünkü o hadis-i şerifte söz konusu edilen, hemen Allah tarafından kabul edilen bir du­adır. O bakımdan orada dua ile yetinilmiştir. Yoksa bu hadis ile istiskânın sün­netini açıklamak kastı güdülmemiştir. Hz. Peygamber istiskânın sünnetini açıklamayı kastettiğinde fiili ile bunu beyân etmiştir. Nitekim Müslim'in Ab­dullah b. Zeyd el-Mâzinî'den yaptığı rivayet bunu ifade etmektedir. Orada şöyle denmektedir: Resulullah (s.a.) namazgaha çıktı, yağmur duasında bulundu (is­tiskâ), ridâsını ters çevirip giydi, sonra da iki rekât namaz kıldı.[161]

Yüce Allah'ın: "Yiyiniz, içiniz." buyruğu ile "taşkınlık yapıp fesat çıkarma­yınız" buyruğu ise nimetlerin temelde mubah olduğuna delil olup ayrıca masi-yetlerden sakındırmakta, masiyetin ceza ve zararlarına dikkat çekilerek uyan­da bulunulmaktadır. [162]

 

Yahudilerin Umutları, Bazı Suçları Ve Cezaları

 

6/ Hani siz şöyle demiştiniz: "Ey Mu­sa, biz yalnız bir çeşit yemeğe sabrede-meyiz. Bizim için Rabbine dua et de bakla, sebze, acur, sarımsak, mercimek ve soğan gibi bize yerin bitirdiği şey­lerden çıkarsın." Dedi ki: "Daha hayır­lı olanı böyle daha aşağı olanla değiş­tirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise Mı­sır'a çekip gidin. İstediğiniz şeyler size verilecek." Onlara zillet ve meskenet verildi. Allah'tan gelen bir gazaba uğ­ratıldılar. Bu Allah'ın ayetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygam­berlerini öldürmelerinden, isyan etme­lerinden ve taşkınlıklarından dolayı idi.

 

Belagat:

 

"Yerin bitirdiği şeylerden". Burada bitirmek, aklî mecaz şeklinde yere iza­fe edilmiştir. İlişki sebepliliktir. Çünkü yer bitki bitmesinin sebebidir.

"Onlara zillet ve meskenet verildi." Zillet ve meskenet, çadırın altında bu­lunanları kuşattığı gibi bundan kinaye olarak diğerlerini de kuşatacağına işa­rettir.

"Haksız yere" ifadesi, onların bu haksızlıklarının ne kadar çirkin oldukla­rını daha ileri boyutlarda ifade etmek içindir.

"Dedi ki: Daha hayırlı olanı böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi isti­yorsunuz?" buyruğunda konuşması istenilen bizzat Hz. Musa'dır. Onun bu şe­kilde soru sorması ise inkâr (yaptıklarını reddetmek) içindir. [163]

 

Kelime ve İbareler:

 

Bakla: Yerde yeşeren her türlü baklagil ve sebzeliklerin genel adıdır. Acur: Bilinen bir hıyar çeşididir.

Sarımsak (fum): Bunun bildiğimiz sarımsak olduğunun iki delili vardır: Birincisi İbni Mes'ud'un bunu (peltek se) ile sûm şeklinde okuması ve ondan sonra da soğanın söz konusu edilmesidir.

Daha aşağı (ednâ): Daha aşağı mertebede demektir. Yani yakınlık anlamı­na gelen "dünuv" daha aşağı anlamına gelen "dûn"dan gelir. Bu, bundan daha aşağıdır (dûndur) yani miktarı daha azdır, demek gibi. Dünuv ve yakınlık (kurb) ise miktarın azlığını ifade etmek için kullanılan kelimelerdir.

Mısır: Yani ziraatin yapıldığı herhangi bir belde.

"Onlara zillet ve meskenet verildi" yani ona maruz bırakıldılar. Zillet, aşa­ğılık ve bayağılık demektir. Meskenet, fakirlik ve ihtiyaç halinde olmak demek­tir.

"Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar." Bu gazap ile iç içe kalarak dön­mek durumunda kaldılar.

"Bu" yani onlara vurulan bu zillet ve gazap "haksız yere" zulmen Zekeriy-ya ve Yahya -ikisine de selâm olsun- gibi "peygamberleri öldürmelerinden, isyan etmelerinden ve taşkınlıklarından" masiyetlerde haddi aşmalarından "do­layı idi." "Bu" kelimesi tekid için tekrarlanmıştır. Bu tekrardan kasıt ise, onla­rın meskenet ve gazaba maruz bırakılmalarının sebebini açıklamaktır. Dolayı­sıyla bununla cezaya sebep teşkil eden şey reddedilmektedir.

İsyan itaatin zıddı, taşkınlık (i'tidâ) ise her hususta sınırı aşmaktır. [164]

 

Açıklaması

 

Ey Yahudiler! Daha önceden atalarınızın söyledikleri şu sözleri hatırlayı­nız: Ey Musa, bizim tek çeşit yemek yemeye devam etmemize imkân kalma­mıştır. (Sözü geçen bu tek çeşit yemek ise, men ve selva idi.) Bize Rabbinden yeryüzünde yetişen ve diğer insanların yediği nane, kereviz, pırasa ve buna benzer güzel bakliyat türünden yerde biten şeylerden ihsan etmesini iste. On­lar Hz. Musa'dan dua etmesini istemişlerdi. Çünkü peygamberlerin duasının başkalarının dualarına göre kabul edilme ihtimali daha yüksek olduğunu bili­yorlardı.

Hz. Musa ise bu isteklerinden şaşırmış bir şekilde onları azarlayarak ve böyle bir talebi tepki ile karşılayarak şöyle dedi: Siz daha hayırlı, daha rahat elde edilen men ve selva gibi değerli şeyleri, bu gibi bayağı türlere mi değişmek istiyorsunuz? Halbuki men alışageldiğiniz tatlıdır, diğeri ise en güzel kuş eti­dir. Her ikisi de mükemmel ve lezzetli birer gıdadır. Sizler menfaat ve hayır iti­bariyle daha aşağıda olanı istediğinize göre, haydi Tîh'den aşağı ininiz [165] ve herhangi bir zirai beldede yerleşiniz. Orada istediğinizi elde edebileceksiniz. İs-raıloğulları men ve selvayı tek bir çeşit yemek olarak ifade ettiler. Halbuki bunlar iki ayrı şeydir. Buna sebep gıda olarak her gün bunları yiyip durmala­rıydı. Nitekim namaz, oruç ve kıraate devam eden bir kimse hakkında, o tek­düze devam edip gidiyor, denilir. Bu da onun bu işlere devam etmesinden dola-Tidır.

Fakat Yüce Allah bu nimetlere karşı nankörlük etmelerini, Allah'ın Hz. Musa'ya vermiş olduğu ayetlerle, yani göz kamaştırıcı mucizelerle alay etmele­ri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri dolayısıyla onları cezalandırdı. Çün­kü Yahudiler Zekeriyyâ, Yahya ve diğer peygamberleri, öldürmelerini haklı çı­kartacak hiç bir sebep olmaksızın, zâlimce öldürdüler. Onların cezaları dünya hayatında zillet ve hakirliğe mahkûm edilmek oldu. Söz konusu bu zillet ve ha-kirlik onlardan ayrılmayacak ve onları kuşatacak bir şekildeydi. Tıpkı bir çadı­rın, altında bulunanları kuşattığı gibi. Dünya hayatında Allah'ın gazabını, belâ ve intikamını hak ettiler, ahirette de acıklı azabını.

Bu ceza, onların Rablerinin emirlerine tekrar tekrar isyan etmelerinden dolayı idi. Dinlerinin sınırlarını aşıp aralarında peygamberlerin de bulunduğu insanlara karşı haksızlık etmişlerdi. Buna göre ceza çekmelerinin iki sebebi vardı: İsyan etmek ve haddi aşmak. İsyan yasak kılınan şeyleri işlemek, haddi aşmak ise izin verilen ve emrolunan sınırı aşmaktır.

Zillet ve meskenetin üzerlerine vurulması, yani Yahudilerin zillet, hakirli­ğe ve ihtiyaca mahkum edilmeleri ise -mal sahibi olsalar dahi- ruhlarının de­rinliklerinde bunların yer etmesidir. Onlar zilletin niteliklerini, ruhî zayıflığı, nefsi hakir düşürmeyi, bayağı ve adi tasarrufları, âdi ahlakı atalarından kalı­tım yoluyla aldılar. Adeta nefis doygunluğu ve izzetini farkedemiyorlar, gözleri bir türlü doymuyor ve hiç bir şeye kanmıyor. Her zaman için onların göz diktik­leri menfaatler ve kinler onlara egemendir. O kadar ki onlar maddeyi ilahlaştı-rıp ona tapıyorlar. Bütün bunlar ise içten içe daha çok mal elde etmek duygu­suna sahip olmalarından dolayıdır.

Yine Yahudilerin bir devlete sahip olmaları, onların zillet ve adiliğe mah­kûm edilmelerini ifade eden bu ayet-i kerimeye aykırı değildir. Çünkü gerçek bir devleti ayakta tutan esaslara onlar sahip bulunmamaktadırlar. O Yahudi milleti, devletleri olsa dahi hiçbir zaman rahat huzur ve güven içinde olmamış­lar ve olamayacaklardır. Bundan dolayı o mîuet\)aşvta kmef^a &m&. nxt£x<& bütün büyük devletlerden sınırsız ve devamlı ekonomik, siyasal ve askeri yar­dım ve destek almak durumunda kalmışlardır. [166]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Men ve selva gibi en değerli yiyecekleri bırakıp onların yerine daha aşağı seviyede bulunan soğan, sarımsak, mercimek, hıyar ve benzeri şeyleri istemek, insan nefsinin bazan güzel yerine kötü olanı, üstün yerine aşağı olanı kabul edebileceğini göstermektedir. Hasan-ı Basrî der ki: Yahudiler önceleri pırasa, soğan, mercimek gibi şeyler yerlerdi. Böylelikle onlar kötü bir şekilde asılları­na çektiler, tabiatları alışageldikleri şeylere özlem duymaya başladı ve: "Biz yalnız bir çeşit yemeğe sabredemeyiz" dediler. [167] Onların "sabredenleyiz" deme­leri bu yemeklerden hoşlanmadıklarını göstermektedir. Nimete şükretmemek ise, o nimetin son bulmasının habercisidir. Sanki onlar bu nimetin son bulma­sını ve başkasının gelmesini istemiş gibi oldular.

Soğan, sarımsak vb. hoş kokusu olmayan bitkileri yemeye gelince, bu, ilim adamlarının cumhurunun görüşüne göre mubahtır. Çünkü bu konuda sabit ha­disler vardır. Fakat, bu gibi şeyleri yiyen kimsenin mescit ve buna benzer top­lanma yerlerinde hazır bulunmaktan uzak durması gerekir ki, hoş olmayan ko­kularından dolayı çevresi rahatsız olmasın. Ebu Saîd el-Hudrî, Resulullah (s.a.)'tan, Hayber günü fethedildiği sırada, ashabın sarımsak yemesi üzerine şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Ey insanlar! Ben Allah'ın helâl kıldığı bir şeyi haram kılmak hakkına sahip değilim, fakat bu kokusundan hoşlanmadı­ğım bir bitkidir." Âyet-i kerime de hoş şeylerin ve lezzetli yiyeceklerin yenilme­sinin caiz olduğunu göstermektedir. Resulullah (s.a.) da helva ve balı sever, tat­lı ve soğuk içerdi.

Yüce Allah'ın Yahudilere verdiği zillet ve meskenet cezası ile onları gazaba maruz bırakması haktır, adalettir, onların işledikleri günahlara uygun bir ce­zadır. Çünkü onlar hakka uymaya karşı büyüklendiler. Allah'ın ayetlerini in­kar ettiler. Şeriatın taşıyıcıları olan peygamberleri ve onlara uyanları küçüm­sediler. O kadar ki haksız yere ve zalimce onları öldürdüler. Halbuki peygam­berler öldürülmelerini gerektirecek bir iş işlemekten yana korunmuş masum kullardır. Hiç bir peygamber hiç bir zaman öldürülmesini gerektirecek bir fiil işlemez. Şanı yüce Allah "haksız yere" buyruğu ile işledikleri günahın çirkinli­ğine ve çok açık bir günah olduğuna açıkça işaret etmektedir.

İmam Ahmed, İbni Mesud'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu ri­vayet etmektedir: "Kıyamet gününde insanlar arasında azabı en şiddetli olan kimse peygamber tarafından öldürülen veya peygamber öldürmüş olan kimse, dalâlet (sapıklığın) önderi ve maktullere müsle yapan (azalarını kesen) bir kim­se olacaktır."

Kâfirlerin peygamberleri öldürmelerine nasıl imkan verilebilir? diye soru­lacak olursa, şöyle cevap verilir: Bu peygamberlerin şanını yüceltmek, onların makamlarını yükseltmek içindir; mümin olup da Allah yolunda öldürülenlerin durumunda olduğu gibi. Yoksa bu, onları yardımsız bırakmak değildir. İbni Ab-bas ve Hasan-ı Basri der ki: Peygamberler arasından öldürülenler sadece ken­dilerine savaşma emri verilmemiş olan peygamberlerdir. Savaşma emri veril­miş olan her bir peygambere mutlaka zafer nasib olmuştur. [168]

 

Genel Olarak Müminlerin Akıbeti

 

62- Muhakkak iman edenler, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabitlerden Allah'a ve ahiret gününe inanan ve salih amel işleyenlerin, elbette Allah Teâlâ katında ecirleri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler de.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yahudiler" Yahudilik dinine girmiş olanlar, "Hristiyanlar"' Hz. İsa (a.s.)'ya uyan kimselerdir. [169] "ve Sâbiîler'den": Meleklere yahut yıldızlara ibadet eden, Yahu­di veya Hristiyanlardan bir taifenin adıdır. [170] İşte bunlar arasından "kim" bizim peygamberimiz döneminde "Allah'a ve ahiret gününe iman eder" ve onun şeriatı ge­reğince "salih amel işlerse, elbette onların rablan katında ecirleri", amellerinin se­vabı "vardır." [171]

 

Nüzul Sebebi

 

Bu ayeti kerime Selmân-ı Farisî'nin arkadaşları hakkında inmiştir. Hz. Sel-mân Cundîsâbur'un soylularından idi. [172] İbni Ebi Hatim ve Müsned' inde el-Ade-nî, Mücâhid'den (Selman-ı Farisî'nin) şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resu-lullah (s.a.)'a, kendileriyle birlikte olduğum bir dine mensup kimseler hakkında soru sordum. Ona kıldıkları namazları, ibadetleri anlattım ve şu: "Muhakkak iman edenler, Yahudiler..." ayeti nazil oldu. [173] el-Vahidî de Mücâhid'den şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Hz. Selmân, Resulullah (s.a.s.)'a, arkadaşlarını anla­tınca, Resulullah (s.a.s.): "Onlar cehennemdedir" dedi. Selmân der ki: Yeryüzü gözümde kararıverdi. Daha sonra: "Muhakkak iman edenler, Yahudiler... üzül­mezler de" buyruğu nazil olunca, sanki üzerimden bir dağ kalkmış gibi oldu. [174]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kui'an üslûbu, Kur'an kıssasını anlatırken arada hatırlatma yöntemini izle­miş ve ümitsizliği bertaraf etmek ve ümit kesmeyi ortadan kaldırmak için ceza­landırılmayı gerektiren sebepleri açıklarken umut kapısını da açık tutmuştur. İşte burada da aynı durumu görüyoruz. Yüce Allah Yahudilere eskiden geçmişlerinin yaptıklarını hatırlatıp onların varacakları yeri ve cezalarını, -Kur'an'ın nüzulü ça­ğındakiler ibret alsınlar diye- açıkladıktan sonra, bütün müminler için genel olan şu ilkeyi söz konusu etmektedir: Allah'a ve ahiret gününe iman edip de O'nun di­nine sımsıkı yapışan, sağlam amel işleyen herkes, ister Müslümanlardan olsun, is­ter Yahudilerden, ister Hristiyanlardan isterse de kayıtsız şartsız dinlerini bırakıp İslama girenlerden olsun, (ameli, mensûh olmayan bir şeriata uygun olmak şartıy­la) kurtuluşa erenlerdendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "O kâfirlere de ki: Eğer (şirkten) vazgeçerlerse geçmiş günahları bağışlanır..." (Enfâl, 8/38). [175]

 

Açıklaması

 

Resulullah (s.a.)'ın Allah'tan getirdiklerini doğrulayanlar daha önce Yahu­diliğe veya Hristiyanlığa girmiş veya dinlerini değiştirmiş ve bununla birlikte yalnızca Allah'a hiç bir kimseyi şirk koşmaksızm iman eden, öldükten sonra di­rilişe, amellerinin hesabının görüleceğine inanıp salih ameller işleyenler için amellerinin sevabı Allah nezdindedir. Kıyametin dehşetli halleri dolayısıyla on­lar için korku yoktur ve cennette ebedî nimetleri görecekleri vakit de, dünyayı ve dünyanın güzelliklerini geride bıraktıkları için üzülmezler. [176]

 

Ayetten Çıkarılan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kurtuluşun ve umulanlara kavuşmanın esasını salih amel ile birlikte olan sahih iman teşkil eder.

Bu ayet, neshedilmiş değildir. Aksine peygamber (s.a.)'e imanı üzere sebat gösteren müminler hakkındadır.

Yahudi ve Hristiyanlann Kitap Ehli oldukları hususunda görüş ayrılığı yoktur. Kitap Ehli olduklarından dolayı kadınları ile nikahlanmak ve yemekle­rini yemek caizdir. Nitekim Mâide suresi (5. ayet ile) onların cizye yükümlülü­ğüne tabi tutulmaları da bunu ifade etmektedir ki bunu da Tevbe suresi (29. ayet) açıklığa kavuşturmaktadır. Sabitler hakkında ise görüş ayrılığı vardır:

Bir grup ilim adamı (es-Süddî, İshâk b. Raheveyh ve Ebu Hanife) bunların kestiklerini yemekte ve kadınları ile nikâhlanmakta bir mahzur yoktur, demiş­lerdir.

Başkaları ise (Mücâhid, Hasan-ı Basrî ve İbni Ebi Necîh) kestikleri yen­mez, kadınları ile evlenilmez demişlerdir.

Sâbiîler yıldızların etkilerine ve faal olduklarına inanan ve bununla birlik­te yaratıcının vahdaniyetine inanan topluluğun adıdır.[177]

 

Yahudilerin Birtakım Suçları Ve Cezaları

 

63- Hani sizden sağlam söz almış ve Tûr'u da üstünüze kaldırmıştık. "Size verdiğimizi kuvvetle alın, içindekileri hatırlayın ki sakıtlasınız." (demiştik).

64- Bundan sonra ise yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde Allah'ın lütuf ve rah­meti olmasaydı, şüphesiz zarara uğra­yanlardan olurdunuz.

65- Andolsun sizden cumartesi günü haddi aşanları bilmişsinizdir. Onlara: "Hor ve hakir maymunlar olun" demiş-

66- Biz bunu önümdekilere de ardından gelenlere de bir ibret, takva sahip­leri için de bir öğüt kıldık.

 

İ'râb:

 

"Sizden söz almıştık." diye buyurulup da "Sizden sözler almıştık" şeklinde buyurulmamasının sebebi, ayrı ayrı her birisinden alınan sözleri kastetmesi-dir. Meselâ: "Sonra sizi bir bebek olarak çıkartır." (Mümin, 40/67) buyruğunda olduğu gibi. Sizden her birinizi bebek olarak çıkartır, demektir.

Onlara "Hor ve hakir maymunlar olun," demiştik. Bu teklifi bir emir değil, tekvînî bir emirdir. Maksat onların maymunlara dönüştürülmeleridir. "Hor ve ha­kir" ibaresi ya maymunların sıfatıdır veya haberden sonra bir haberdir (o takdir­de mana şöyle olur: Maymunlar olun, hor ve hakirler olun.) veya "olun" zamirin­den haldir (o takdirde anlamı: Hor ve hakîr halde maymunlar olun, şeklinde olur.) [178]

 

Belagat:

 

"Maymunlar olun." Burada emir, hakikat anlamında değildir. Bununla küçük ve hakir düşürmek anlamı kastedilmiştir. "Önümüzdekilere de ardından gelenlere de bir ibret" yani ondan önce gelenlere ve ondan sonra gelenlere ibret olmasından kinayedir. [179]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sağlam söz (mîsâk)": Pekiştirilmiş ahit demektir. Burada ise Tevrat'ta bulunan hükümler gereğince amel etmeye dair olan söz kastedilmektedir.

"Tür": Filistin'in kuzeyinde bilinen dağın adıdır.

"Size verdiğimizi kuvvetle alın." Yani kararlılıkla ve isteyerek, içten gele­rek alın. "İçindekileri de" Gereğince amel etmek suretiyle "hatırlayın. Ki, sakı-nasınız" Cehennemden veya masiyetlerden konmasınız.

"Cumartesi günü haddi aşanlar" Yüce Allah o günde balık avlamalarını yasaklamıştı. Sözü geçen kimseler deniz kıyısında bulunan Eyle kasabası hal­kıdır. "Hor ve hakir" Allah'ın rahmetinden uzak...

"Önündekilere de ardından gelenlere de" yani hem kendi çağdaşı olan üm­metlere, hem de onlardan sonra gelenlere bir ibret, takva sahipleri için de bir öğüt kıldık." Özellikle takva sahiplerinin söz konusu edilmesi, başkalarının ak­sine bu gibi şeylerden onların yararlanmalarıdır. Takva sahipleri ise Allah'ın farz kıldıklarını yerine getiren, ona isyanı gerektiren şeylerden uzak duran kimselerdir. [180]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bundan önceki ayetler İsrailoğulları'na üstün ve değerli nimetleri hatır­latmaya dairdi. Bu ayet-i kerimeler ise işledikleri masiyet ve aykırılıklar sebe­biyle onları ayıplamakta ve tenkit etmektedir. Onlar Allah'a verdikleri ahdi ve sözü bozdular. Cumartesi günü ile ilgili ilahi yasağı çiğnediler ve sonunda Al­lah'ın rahmetinden ve insanlardan uzak kılınmış maymunlar gibi oldular. Musa (a.s.) döneminde yaşayan İsrailoğullan arasında bu durum görüldüğüne göre, Kur*an-ı Kerîm'in indirildiği dönemde yaşayan, onların soyundan gelen kimselerin geçmişlerinin başına gelenden korkarak, Muhammed (s.a.)'in pey­gamberliğini inkâr etmemeleri gerekirdi. [181]

 

Açıklaması

 

Ey İsrailoğullan! Geçmişteki atalannızdan Tevrat'ta bulunan hükümler gereğince amel etmelerine dair söz aldığımız zamanı hatırlayınız. Onlar bunu kabul etmemiş, sonunda Yüce Allah onlan korkutmak üzere Tûr'u tepelerine kaldırmış ve onlara Tevrat'ın içinde bulunan hükümlere tam bir ciddiyetle, iç­ten gelen bir gayret ve ısrar ile uymalannı emretmişti. Yine sizler Tevrat'ta bu­lunan hükümleri hatırlayınız ve orada bulunan hükümler gereğince amel edi­niz. Tevrat'ın anlamları üzerinde düşününüz ki, takva sahiplerinden olasınız. Çünkü ilim amele götürür. Amel ise nefsin derinliklerine ilmi yerleştirir ve Al­lah'ın gözetimi altında bulunmayı bir tabiat haline getirir. Bunun sonucunda da insanı masiyetlerden koruyan bir takva ortaya çıkar. Bu takva bayağı ve adi işlerle uğraşmaktan müslümanı korur ve Rabbın katında nzaya kavuşturur. Nitekim Yüce Allah: "Ve güzel akıbet takvanındır." (Tâ-Hâ, 20/132) diye buyur­muştur.

Siz bu emirleri bir süreye kadar kabul ettiniz. Fakat daha sonra itaatten yüz çevirdiniz. Eğer Allah'ın size rahmeti, lütfü ve size mühlet vermesi söz ko­nusu olmasaydı -çünkü hak ettiğiniz cezayı acilen vermemişti- dünya ve ahiret mutluluğunu kaybedenlerden, zarara uğramış, helak edilmişlerden olurdunuz.

Gerçekten sizler cumartesi günü balık avlamak suretiyle sınırı aşan ataları­nızın durumunu biliyorsunuz. O gün sadece ibadete ayrıldığından dolayı avlan­mak haramdı. Musa (a.s.) o günde iş yapmalarını onlara yasak kılmış ve Rableri-ne itaat etmelerini farz, haftanın diğer günlerinde de çalışmayı mubah kılmıştı.

Bu yasağı çiğneyenlerin cezası ise hayvan mertebesine inmek olmuştu. Akılsız, idraksiz, düşüncesiz, hevâlan doğrultusunda serserice dolaşan, gelişi­güzel arzularının mahkûmu maymunlar ve isteklerinin emrinde hareket eden domuzlar gibi yaşadılar. Açıktan açığa münkerleri işlediler, insanî erdemlerden uzak kaldılar. O kadar ki insanlar dahi onları hakir gördü ve onları kendileriy­le birlikte oturup kalkmaya, ilişkilerde bulunmaya lâyık ve ehil görmedi.

Onların aşağılık maymunlara dönüştürülmelerinin anlamı hayırdan uzak, zelil ve hakir kılınmalarıdır. Mücâhid der ki: Onlar maymunlar kılığına sokulma­dılar. Suretleri değiştirilmedi, kalpleri değiştirildi ve kalpleri hiç bir öğüt kabul etmez ve hiç bir yasağı kavramaz oldu. Bu, Yüce Allah'ın onlara verdiği bir misal­dir. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğunda da koca koca kitaplar yüklenmiş eşek misaline benzetilmişlerdir: "Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu yüklenme-yenlerin hali, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir." (Cuma, 62/5). [182]

Ancak müfessirlerin çoğunluğunun görüşüne göre masiyetleri sebebiyle suretleri de meshedümiş (değiştirilmiş) ve maymun suretine dönüşmüştür. Ka-tâde der ki: Gençleri maymun, yaşlıları da domuz oldu. Aralarından yalnızca bu yasağın çiğnenmesinden vazgeçilmesini isteyenler ve bu doğrultuda telkin­de bulunanlar kurtuldu, diğerleri ise helak oldular.

Meshedilerek sureti değiştirilenlerin soyu olmaz; yemez, içmez ve üç gün­den fazla yaşamazlardı. İşte bu şekilde Yüce Allah, dilediği kimseye dilediğini yapar ve dilediği şekle dönüştürür. [183]

Bu ayet-i kerimenin benzeri diğer ayet de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Onların bir kısmını maymunlar ve domuzlar suretine soktu ve onlar tağûta taptılar." (Mâide: 5/60).

İbni Kesîr der ki: Doğrusu, bu mesh'in hem manevî hem şeklî olduğudur. Yüce Allah en iyisini bilendir. [184]

Durum her ne olursa olsun, şanı Yüce Allah İsrailoğullarını -türü her ne ise- mesh ile cezalandırdı. Bu ise Allah'a itaatin dışına çıkan her fâsıkm cezası­dır. Bunu bilen de benzeri işlerden sakınsın diye bir ibrettir. Yani Allah'ın sı­nırlarını aşmaktan vazgeçsin diyedir. Aynı zamanda böyle bir ceza, takva sa­hipleri için de öğüttür. Çünkü gerçek takva sahibi kimse, böyle bir cezadan öğüt alır ve Allah'ın sınırlarına yaklaşmaz, uzak durur: "İşte bunlar Allah'ın sı­nırlarıdır, onlara yaklaşmayınız." (Bakara, 2/187). O bakımdan ey Kur'an'ın nüzulü çağında yaşayan Yahudiler! Geçmişlerinizin başına gelenlerden öğüt al­manız gerekir. Size yakışan budur. [185]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler üç hususu göstermektedir: Tur'un kaldırılması, mesh ve Allah'ın emir ve yasaklarına aykırı hareket eden isyankârlara ölüm.

Tur dağının Yahudiler üzerinde şemsiye gibi kaldırılması bir uyarı, kor­kutma ve dehşete düşürme mahiyetinde idi. Şu ayet-i kerime Yüce Allah'ın buyruğuna açıklık getirmektedir: "Hani biz dağı üzerlerine bir gölgelikmiş gibi çekip kaldırmıştık." (A'raf, 7/171). Ebu Ubeyde der ki: Bunun anlamı, "O dağı yerinden oynatmış ve koparmıştı" şeklindedir.

Tur'un hangi dağ olduğu hususunda farklı görüşler vardır: İbni Abbas'tan nakledildiğine göre Tur, Hz. Musa'nın Yüce Allah ile üzerinde konuştuğu ve Hz. Musa'ya üzerinde Tevrat'ın indirildiği dağdır, başkası değildir. Mücahid ve Katâde ise; "Bu, herhangi bir dağdır" demişlerdir.

Tur'un kaldırılış sebebi de şudur: Musa (a.s.) Allah katından İsrailoğulla-rı'na içinde Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları getirince, "Bu Tevrat'ı alınız ve hü­kümlerine bağlı kalınız" demiş, onlar da: "Hayır, Allah seninle nasıl konuştu ise bizimle de öyle konuşmadıkça kabul etmeyiz" demişlerdi. Bunun üzerine onlar da ölü olarak yere yığılmış, sonra canlandınlmışlardı. Yine Hz. Musa onlara, "Bu Tevrat'ı alınız" dediği halde onlar yine: "Hayır" demişlerdi. Allah da melek­lere uzunluğu bir fersah[186] ve yine eni onun kadar olan Filistin dağlarından bir dağı dipten koparmalarını emretti. Askerlerinin sayısı da bu kadar idi. Bu dağ üzerlerine bir gölge gibi kaldırıldı. Arkalarından da bir deniz, önlerinden ise ateş getirildi. Onlara: "Bu Tevrat'ı alınız ve onu zayi etmemek üzere de söz veri­niz. Aksi takdirde dağ üzerinize inecektir." denildi. Yüce Allah'a tevbe ederek secde ettiler ve söz vererek Tevrat'ı aldılar. Taberî, ilim adamlarının birisinden naklen şöyle demektedir: Eğer ilk defasında almış olsalardı, onlar için söz ve ahit söz konusu olmazdı. [187] Onlar yanları üzere secde etmişlerdi. Çünkü korku­larından dolayı dağı gözetlemek durumunda kalmışlardı. Allah onlara merha­met buyurunca, "Allah'ın kabul ettiği ve kendisi sebebiyle kullarına merhamet buyurduğu bir secdeden daha faziletli bir secde şekli olamaz." dediler ve böyle­likle secdelerini tek bir yanları üzere yapmaya devam ettiler.

İbni Atıyye der ki: Sahih olan tek husus şu ki, şanı yüce Allah onların sec­de ettikleri vakitte kalplerine imanı halketti, yoksa onlar kalpleri iman ile mutmain olmaksızın zorlanarak iman etmiş değillerdir.

Mücahid'den Tur'un kaldırılışına dair bir başka sebep rivayet edilmekte­dir. Mücahid şöyle der: Hz. Musa kavmine kapıdan secde ederek girmelerini ve "hıtta" demelerini emretti. Secde etmeleri için de girecekleri kapı alçaltümıştı. Ancak onlar secde etmediler ve kıçları üstünde sürünerek girdiler ve (hıtta ye­rine) hunta (buğday) dediler. Böylelikde dağ onların tepelerine kaldırıldı." [188]

Mesh: Cumhurun görüşüne göre Yüce Allah cumartesi günü balık avla­mak suretiyle haddi aşan Yahudileri meshetmiştir. O günde Musa (a.s.) tara­fından çalışmak haram kılınmıştı. Katâde der ki: Gençleri maymun, yaşlıları domuz oldular. Bundan ancak onları çalışmaktan alıkoymak isteyenler kurtul­muştur. Bunlar ise Yahudilere aykırı hareket etmelerini yasaklayan ve açıktan açığa bu işten vazgeçmelerini söyleyip onlardan uzak kalanlardı. Geri kalanla­rı ise helak oldu.

Bu ayetin tefsirinde Mücahid'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Onların sadece kalpleri meshedildi, anlayışları da maymun anlayışı seviyesine indiril­di.

Aykırı hareket edenler için öğüt almaya gelince: Yüce Allah cumartesi gü­nü haddi aşıp o günde hileli yola başvurarak balık avlayan isyankârlara meshi bir ceza olarak takdir buyurdu. Onların bu hileli işlerini Yüce Allah A'raf sure­sinde (7/163. ayette) şöylece dile getirmektedir: "Bir de onlara deniz kıyısında­ki o kasabayı sor. Hani onlar cumartesi gününde haddi aşmışlardı. Çünkü cu­martesi günlerinde balıklar akın akın meydana çıkarak yanlarına geliyor, cu­martesi tatili yapmadıkları gün ise gelmiyordu. İşte biz itaattan çıktıkları için kendilerini böylece imtihan ediyorduk."

Yani suyun geldiği (gelgit olayının birinci aşaması) sırada suyun önünde engeller veya havuzlar yaptılar. Sular geri çekilip gittiğinde balıklar bu havuz­larda kalıyor, pazar sabahı gidip bu balıklan alıyorlardı. İşte Tevrat gereğince amel etmekten uzak durup Tevrat'ı unutan, zayi eden, Tevrat üzerinde düşün­meyen, emir ve tehditlerini korumayan Yahudilerin cezası bu olmuştu. Onların cezaları Tur dağının tıpkı bir gölgelik gibi üzerlerine yükseltilmesi idi.

Bu, semavî kitaplardan maksadın, gereklerince amel etmek olduğunu, yoksa dil ile okuyup telkin etmek olmadığının delilidir. Amel etmeksizin güzel­ce okumak, bu kitapları bir kenara atmaktır.

Bunun anlamı şudur: Öğütlerinden ibret almaksızın, hükümleriyle amel etmeksizin Kur"an lafızlarını sadece teğannî ile okumak hiç bir fayda sağla­maz. Nesâî, Ebu Saîd el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nak­letmektedir: "İnsanlar arasında en kötü olanlardan birisi de Kur'an'ı okuyup da onun hiç bir buyruğuna riayet etmeyen fasık bir kimsedir." Böylelikle Pey­gamberimiz ilâhi kitaplardan maksadın, -açıkladığımız gibi- onlarda bildirilen hükümler gereğince amel etmek olduğunu açıklamıştır. [189]

 

İneği Boğazlama Kıssası

 

67- Hani Musa kavmine: "Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor." deyin­ce: "Bizi alaya mı alıyorsun?" dediler. O "Cahillerden olmaktan Allah'a sığı­nırım." dedi.

68- "Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini bize açıklasın." dediler. De­di ki: "Muhakkak ki o: 'O (inek) çok yaşlı da değildir, çok genç de değildir, ikisi arasında dinçtir." diyor. Artık em-rolunduğunuzu yapın."

69- "Rabbine bizim için dua et de onun renginin nasıl olduğunu bize iyice açıklasın" dediler. "Buyuruyor ki: "Gerçekten o bakanlara ferahlık vere­cek sapsarı bir inektir demişti."

70- Dediler ki: "Bizim için Rabbine dua et de nasıl olduğunu bize iyice açıkla­sın. Çünkü bize göre bir çok inekler birbirine benziyor. Allah dilerse ger­çekten biz hidayete ereriz."

71-  Dedi ki: "O şöyle buyuruyor: Mu­hakkak ki o işe koşulmamış, tarla sür­memiş ve ekin sulamamıştır. Salimdir, hiç bir alacası yoktur" Dediler ki: "İşte şimdi hak ile geldin." Hemen onu bo­ğazladılar; fakat az kalsın yapamaya­caklardı.

72- Hani siz bir canı öldürmüştünüz de hakkında birbirinizle anlaşmazlığa düşmüştünüz. Halbuki Allah sizin giz­lediğiniz şeyi açığa çıkarandır.

73- Biz: "Onun bir parçasıyla ona vu­run." dedik. İşte Allah ölüleri böyle di­riltir ve size ayetlerini gösterir. Akıl erdiresiniz diye.

 

Belagat:

 

"Hemen onu boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." buyruğunda hazif ile yapılan îcâz vardır. İfadenin takdiri şöyledir: İstenen nitelikleri kendi­sinde toplayan ineği araştırdılar, buldular. Bu ineği bulunca da boğazladılar.

"Allah sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkarandır." cümlesi, "hakkında birbiri-nizle anlaşmazlığa düşmüştünüz." buyruğu ile "biz, onun bir parçasıyla ona vu­run, dedik." buyruğu arasında bir ara (muterize) cümlesidir. Bu ara cümlesi­nin faydası muhataplara gerçeğin kesin olarak ortaya çıkacağını hissettirmek­tir. [190]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşe koşulmamış" yani işe koşularak zelil kılınmamış "tarla sürmemiş", ekin için toprağı işlememiş "ve ekin sulamamıştır." Ziraata hazırlanmış araziye su vermemiştir. "Salimdir", her türlü kusurdan ve çalışmanın etkilerinden uzaktır. "Hiçbir alacası yoktur", yani öz renginden başka bir rengi bulunma­maktadır. "Sapsarı bir inektir"; yani başka renklerden bir iz bile yoktur. Hatta onun boynuzu ve tırnakları dahi öyledir.

"Dediler ki: İşte şimdi hak ile geldin". Tam bir açıklamayı getirdin. Bu ni­telikleriyle ineği araştırdılar ve annesine karşı iyi davranan genç bir delikanlı­nın böyle bir ineği olduğunu tespit ettiler. İneği, derisi dolusu altına satın aldı­lar.

"Hemen onu boğazladılar, fakat az kalsın yapamayacaklardı." Pahalı ol­duğundan dolayı bu talebi gerçekleştiremeyeceklerdi.

"Onun" yani ineğin, "bir parçasıyla" yani diliyle ya da kuyruk sokumu ile "ona" yani maktule "vurun, dedik." Bu şekilde ona vurulunca maktul hayat buldu ve: Beni filân ve filân öldürdü, dedi. Bu kişiler onun amca çocuklarıydı­lar, mirastan mahrum bırakıldılar ve her ikisi de öldürüldü.

"Akıl erdiresiniz diye" düşünüp tefekkür edesiniz ve tek bir canı diriltmeye kadir olanın pek çok canı diriltmeye kadir olacağını bilip imana gelesiniz diye. [191]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimelerle, ahdi bozmak, cumartesi günü haddi aşmak, Tevrat'ı uygulamak hususunda inatlaşmak gibi Yahudilerin cürümlerinin söz konusu edildiği daha önceki ayet-i kerimeler ile bağlantılı olan husus, bunların da Ya­hudilerin toplulukların hususiyetlerini saymayı sürdürmesidir. Bu ise onların peygamberlere aykırı düşmeleri, resullere zorluk çıkartmaları, Yüce Allah'ın emirlerini uygulamakta vakit geçirmeleri, tereddütlü davranmalarıdır. [192]

 

Kıssanın Sebebi

 

İbni Ebî Hatim, Abîde es-Selmânî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: İsrailoğulları arasında çocuğu olmayan bir adam vardı. Bu adamın çokça malı vardı. Onun mirasçısı ise kardeşinin oğluydu. Bu yeğeni onu öldürdü, sonra da onu geceleyin taşıyıp kendilerinden olan bir başka adamın kapısı önünde bı­raktı. Sabah olunca o kişilerden amcasının kanını talep etmeye koyuldu. Niha­yet taraflar silahlandı ve birbirlerine girdiler.

Aralarında bulunan akıl ve görüş sahibi olan kimseler: "Ne diye birbirinizi öldüreceksiniz, işte aranızda Allah'ın Peygamberi (a.s.) var." dedi. Bunun üze­rine Hz. Musa'ya gittiler ve bu hususu ona anlattılar. O da kendilerine: "Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor." dedi. Eğer itiraz etmemiş olsalardı, herhangi bir ineği boğazlamaları onlar için yeterli olurdu. Fakat işi zora koştu­lar, onlar işi sıkı tuttukça işleri zorlaştınldı. Nihayet kesmekle emrolundukları ineğin nitelikleri onlara açıklandı. Bu nitelikteki bir ineği de başka ineği bu­lunmayan bir adamın yanında buldular.

Bu adam da onlara şöyle dedi: Allah'a yemin ederim ben onun derisi kadar altın verilmedikçe vermem. Daha aşağısını kabul etmem. Derisi dolusu altın ile onu aldılar, kestiler. Maktule (ölüye) ineğin bir parçası ile vurdular, ölü aya­ğa kalktı. Seni kim öldürdü? diye sordular. O da kardeşinin oğlunu göstererek, "Bu", dedi. Sonra da eskisi gibi ölü olarak yere yığıldı. Kardeşinin oğluna ma­lından hiç bir şey verilmedi. O zamandan itibaren, katile miras verilmez" oldu.[193] Bir rivayette de "delikanlıyı alıp öldürdüler." denilmektedir. [194]

 

Açıklaması

 

Ey Yahudiler! Musa'nın sizin geçmişteki atalarınız olan kavmine: "Allah size herhangi bir inek boğazlamanızı emrediyor." dediği zamanı hatırlayınız. Onlar bu emre uymadılar, işi sıkı tuttular. Allah da durumu onlara zorlaştırdı. Hz. Musa'ya: "Bizimle alay mı ediyorsun ey Musa?" dediler. "Biz senden öldür­me ile ilgili hususu soruyoruz, sen bize bir inek kesmeyi emrediyorsun?" Hz. Musa şöyle dedi: "Ben ciddi olunması gereken bir yerde insanlarla alay etmek­ten Allah'a sığınırım. Çünkü Allah'ın hükümlerini tebliğ konusunda şaka ve alaya gitmek akılsızlığın, cahilliğin delilidir."

Hz. Musa'nın ciddi olduğunu görünce, bu sefer ineğin ayırd edici niteliği­ni ona sordular, sorularını alabildiğine çoğalttılar, yaşını sordular. Hz. Musa onlara: "Küçük de değildir, büyük de değildir, ikisi arası orta yaştadır, haydi tmrolunduğunuzu yapınız, işi zorlaştırmayınız, Allah da işinizi zorlaştırır." dedi.

Fakat onlar işi daha da zorlaştırdılar. Bu sefer rengini sordular. Hz. Musa :iıiara: "Bakanlara ferahlık verecek şekilde sapsarı bir inektir" dedi. Bu kada­rıyla da yetinmediler, ayırdedici başka bir takım daha özellikler istediler ve bu konuda da şu sözleriyle özürlerini beyan etmeye kalkıştılar: "İnekler pek çok­tur ve bize göre bütün inekler birbirine benzer görülüyor, inşaallah biz isteneni bulup yapacağız." Rivayete göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Eğer is- yapıp inşaallah dememiş olsalardı, ebediyyen bu inek onlara açıklanmazdi." Hz. Musa onlara şöyle dedi: "Yüce Allah buyuruyor ki: "Bu inek tarla sür­mek ve sulamak suretiyle çalıştırılarak zelil kılınmış değildir. Her türlü kusur­dan da uzaktır. Ve onda sapsarı renkten başka bir renk de yoktur."

Bu sefer "Şimdi apaçık gerçeği ortaya koymuş oldun." dediler ve o ineği araştırmaya başladılar. Bu nitelikle ineği ancak annesine karşı iyi davranan yaşça küçük bir yetimin yanında buldular. Onunla pazarlık yaptılar, o da ala­bildiğine pahalı bir fiyat istedi. Nihayet derisi dolusu altına satın aldılar. Onla­rın bu emri yerine getirmeleri pek kolay olmadı. İbni Abbas der ki: "Eğer iste­dikleri bir ineği kesmiş olsalardı, bu dahi onlara yeterli gelirdi. Fakat kendi aleyhlerine olmak üzere işi sıkı tuttular, Allah da onların işini zorlaştırdı."

Ve ey Kur'an'ın çağdaşı olan Yahudiler! Şunu da hatırlayın: Hani siz bir kişiyi öldürmüştünüz... Bu ifade lafzan sonraya bırakılıp mana itibariyle önce­den söz konusu edilmesi gereken hususlar kabilindendir. Böyle yapılması ise ineğin kesilme sebebini bilmeye teşviktir. Öldürme Resulullah (s.a.)'a çağdaş olanlara isnat edildi. Çünkü onlar da soylarından geldikleri ataları ile gurur duyuyor, yaptıklarım beğeniyorlardı. İşte bu şekilde katil tek kişi olduğu hal­de, öldürme işi bütün bir millete isnat edilmektedir. Çünkü millet kendi ara­sında bir dayanışma içindedir ve geneli itibariyle tek bir kişi gibidir. O bakım­dan hepsi tek kişinin suçundan dolayı sorumlu tutulur. Ayrıca bunda geçmişle­re, halihazırda bulunanlara, topluma ve fertlere bir azarlama da vardır.

Siz geçmişinizdeki bu öldürme olayını, maktul hakkındaki anlaşmazlığını­zı hatırlayın. Her biriniz kendisinin katil olmadığını söylüyor, suçsuz olduğunu iddia ediyor, başkasını itham ediyordu. Allah onların bu işlerini ve hakikati gizlemelerini ise red etmektedir. Siz bu gün de yanınızda bulunan Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini gizlemektesiniz. Allah ise mutlaka sizin öldürme ile ilgili gizleyip sakladığınızı açığa çıkaracaktır. O bakımdan biz onlara şöyle dedik: Bu maktule öldürülmüş olan kimseye kesilen ineğin bir parçası ile vurunuz. Vurdular. Allah maktulü diriltti, o da öldürenleri haber verdi. İşte bu şekilde hayret verici bir canlandırma gibi Allah kıyamet gününde ölmüşleri canlandı­racak, her kişiye amelinin karşılığını verecektir. İşte Allah, Kur*an ve peygam­berin doğruluğuna delâlet eden apaçık ayetlerini size göstermektedir. Çünkü bu Kur"an gaybî olan hususları haber vermektedir ki, aklınızı kullanasınız. Olur ki şeriatın sırlarını kavrar, şeriata boyun eğmenin faydasını anlarsınız. Nefislerinizi, hevâları peşine takılmaktan alıkoyup Allah'ın size vermiş olduğu emirlerde Allah'a itaat edesiniz. [195]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssa Yahudilerin kötülüklerini ve işi zora koşan tutumlarını açıklar­ken bir takım ibret ve öğütler ihtiva etmektedir. Bu öğütlerin en önemlilerini aşağıdaki şekilde sıralayabiliriz:

1- Din hususunda aşırılığa düşmek, öğülmeye değer bir şey değildir. Çokça soru sormak da ısrar etmek de makbul bir şey değildir. Bundan dolayı Yüce Allah şu buyruğu ile Kur'an-ı Kerîm'in nüzulü sırasında bu tür bir tutumu bize yasaklamaktadır: "Ey iman edenler! Size açıklandığı takdirde üzüleceğiniz bir­takım şeyleri sormayınız." (Mâide, 5/21). Müslim'in Sa'd b. Ebî Vakkâs'tan ri­vayet ettiği şu hadis-i şerifte de Resulullah (s.a.) bize aynı şeyi yasaklamakta­dır: "Müslümanlar arasında en büyük suçlu Müslümanlara haram kılınmamış bir şey hakkında soru sorup da, o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimse­dir." Buharî ve Müslim'in rivayet ettikleri Ebu Hüreyre'den gelen şu hadis-i şe­rifte de aynı husus bize yasaklanmaktadır: "Size yasakladığım şeyden uzak du­runuz, size emrettiğim şeyi de gücünüz yettiğince yerine getiriniz. Sizden önceki­leri helak eden, onların çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalif düş­meleridir." Yine Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "...Ve (Rabbiniz Allah) sizin için kîlu kâl'i, ge­reksiz yere çokça soru sormayı ve malı zayi etmeyi uygun görmemiştir."

Yasaklanan soru sorma ise, Yüce Allah'ın kullarından gizlediği ve kendile­rini muttali kılmadığı -meselâ kıyametin kopması ile ilgili soru sormak gibi-hususlar, ruhun gerçek mahiyeti, kaza ve kaderin sırrı, işi yokuşa sürmek, alay olsun diye soru sormak, mucize talebinde bulunmak, inat olsun ve işi zorlaştır-sm diye olağanüstü olaylar talebinde bulunmak, mugalatalı ve yanlışa düşürü­cü türden gereği olmayan cevabında pratik faydalar bulunmayan ve şeriatın helâl ve haram hükmünü belirtmediği hususlara dair soru sormak gibi.

Yüce Allah açıkça hakkı inkâr eden, işi zora koşan, tartışan, inatlaşan, alay eden bir tavır ile soru sormak hususunda direnme günahını, Yahudiler aleyhine tescil etmiş bulunmaktadır.

2- Verilen emir, özellikle bir inek kesme idi, başka bir hayvan değil. Çünkü inek onların taptıkları buzağının türündendi. Böylelikle tazim ettikleri bir tü­rün önemsizliği ortaya çıkacaktı.

3- Peygamberlerin emirleri ile alay etmeleri kınanmaya, azarlanmaya ve cezalandırılmaya onları maruz bırakmıştır.

4- Hayatta olan bir varlığın öldürülmesi ile maktulün diriltilmesi, eşyayı zıtlarından varetmek hususunda Yüce Allah'ın kudretini daha açık bir şekilde ortaya koyar. Yüce Allah Bakara suresinde ölüleri diriltmekten beş ayrı yerde söz etmektedir. Birisi Yüce Allah'ın: "Sonra sizi ölümünüzden sonra tekrar di-riltmiştik." (Bakara, 2/56) buyruğu. Bu kıssada: "Onun bir parçası ile ona vu­run."  dedik buyruğunda. Diğeri binlerce kişi oldukları halde yurtlarından çı­kan kimselerin kıssasında: "Allah onlara: "Ölün", dedi sonra da onları diriltti."

Bakara, 2/243). Biri Uzeyr kıssasında: "Allah onu yüz yıl öldürdü, sonra dirilt­ti." (Bakara, 2/259) Diğeri de İbrahim (a.s.) kıssasında: "Rabbim ölüleri nasıl dirilttiğini bana göster, demişti." (Bakara, 2/260)

5- Suçsuz bir canı öldürmeye karşı şiddetli bir tepki gösterildiğini görüyo­ruz. Onların inatçı, alaycı konumlarından sonra bu husustan söz etmesi, inat konusuna dikkat çekmek ve azarlamak ile ineğin kesilme sebebini öğrenme ar­zu ve şevkini uyandırmaktır. Aslında bu tür özellikler Yahudilerin alışkanlıklarıdır. onlardan ayrılmayan tabiî durumlarıdır. Kur*an-ı Kerim ise olayları anla­tırken tarihçilerin gözettikleri sıraya riayet etmez. O hedefine uygun bir şekil­de anlatım yolunu seçer. Bunun sebebi ise öğüt, ibret, dikkatleri çekmek ve uyarmaktır.

6-...[196]

7- Burada gördüğümüz Bakara kıssasında bizden öncekilerin şeriatının bi­zim için de şeriat olduğunun delili vardır. İmam Şafiî dışında kalan usûl alim­lerinin cumhuru (çoğunluğu) bu görüştedir.

8- İmam Malik, Maktul'ün "Kanım filânın yanındadır, yahut filân beni öl­dürdü" demesini Kasâme'yi[197] kabul etmenin sıhhatine delil göstermiştir. İmam Şafiî ve ilim adamlarının cumhuru ise bunu kabul etmemektedir. Çünkü mak­tulün, "Kanım filanın yanındadır yahut filân beni öldürdü" demesi doğru ve ya­lan olma ihtimali olan bir haberdir. [198]

 

Yahudilerin Kalplerinin Katılığı

 

74- Sonra bunun ardından yine kalpleriniz taş gibi, veya taştan da katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır ki, ondan ır­maklar kaynar. Yine öyle taşlar vardır ki yarılıp su çıkarır. Öyle taşlar da vardır ki, Allah korkusundan yuvarla­nır. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.

 

Belagat:

 

"Sonra bunun ardından yine kalpleriniz taş gibi... katı kesildi." Açık bir istiaredir. Kalplerin sertliği ve katılığı nitelendirilmekte. Bununla ibret ve öğüt almaktan ne kadar uzak oldukları ifade edilmek istenmiştir. "Taş gibi" mücmel ve mürsel bir benzetmedir. Çünkü benzetme edatı söz konusu edilmekle birlik­te, benzeme yönü hazfedilmiştir.

"Ondan ırmaklar kaynar." Mürsel bir mecazdır. Yani ırmakların suyu o taşlardan fışkırır. Bu ise yerin zikredilmesi ile birlikte hallin kastedilmesi kabilindendir.

"Sonra bunun ardından..." buyruğundaki "sonra" edatı hem sıralanışı ifa­de için hem de arada zaman geçtiğini ifade içindir. "Sonra" edatının kullanıl­ması Yahudilerin kalplerinin katılığını, sağlıklı halden alabildiğine uzak bir noktaya ulaşmış olduğunu göstermektedir. "Veya taştan da katı kesildi." Bura­da "veya", "hatta" anlamındadır. Yani aksine taştan da daha katı kesildi, anla­mındadır. Yüce Allah'ın: "Ve biz onu yüz bin veya daha fazla kişiye gönderdik." * Sâffat, 37/147) buyruğunda olduğu gibi.

Zemahşerî el-Keşşâf da (I, 153) şöyle demektedir: "Daha da katı" ifadesi *taş gibi" ifadesindeki benzetme edatına atfedilmiştir. Bunun ifade ettiği an­lam şudur: Sizin kalplerinizin durumunu bilen kimse, taşlara veya taştan da daha katı bir maddeye benzetir ki, o da meselâ, demir olabilir. Veya kalplerini­zi tanıyan bir kimse taşlara benzetir ya da, "O kalpler taştan da daha katıdır." der. [199]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kalpleriniz katılaştı." Yani hakkı kabul etmeye karşı katılaşıp sertleşti.

"Sonra bunun ardından" yani ölünün diriltilmesi ve daha önce sözü geçen mucizelerin akabinde bunlar meydana geldi ve kalpleriniz kasvet açısından ka­tılık açısından "taş gibi" oldu.

"Allah yaptıklarınızdan gafil değildir" bununla birlikte sizin için tayin edilmiş olan vakte kadar cezanızı erteler.[200]

 

Açıklaması

 

Yahudiler suyun kaynaması, dağın kaldırılması, günahkârların maymun ve domuzlara dönüştürülmesi, maktulün diriltilmesi gibi mucizelere ve önce­den beri verilegelen öğütlere rağmen hakkı kabul etmediler. Kalpleri katılık açısından taşları andırmaktadır. Hatta taşlardan da katıdır. Bu kalpler, muci­zelerle etkilenme özelliğini kaybetmek, öğüt ve ibretlerden herhangi bir şekilde etkilenmemek sonucunda adeta cansız varlıklar gibi oldu. Hatta cansız varlık­lardan aşağılara da düştüler. Çünkü kayalardan kimi zaman su fışkırır, yeri canlandıran bitkilere faydalı olan ırmaklar akıp gider. Bunda da insanlar için faydalar vardır. Taşlar kimi zaman şiddetli rüzgârlardan ve buna benzer zelze­le ve sarsıntılardan da etkilenir, dağların üst taraflarından aşağı doğru yuvar­lanırlar. Kayaları kırar, kaleleri yıkar. Bunda ise insanlar için faydalı bir şey yoktur.

Bütün bu öğüt ve ibretlere rağmen Yahudilerin inat ve fesatları artıp dur­du. Fakat Yüce Allah onların amellerini tespit eder, sonra da amellerinin kar­şılıkları ile onları cezalandırır. Bu ise son derece tehdit dolu bir ifadedir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Yaptıklarınızdan" buyruğu küçük ya da büyük bütün amelleri kapsar. Onun: "Zerre ağırlığı kadar bir hayır işleyen onu görür. Zerre ağırlığı kadar bir şer işleyen de onu görür." (Zilzâl, 99/8) buyruğu da bunu pekiştirmek­tedir. [201]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah bu varlık aleminde hiç bir şeyi boşuna yaratmış değildir. Ne yarattıysa bir faydası için yaratmıştır. Bu ayet-i kerimede taşların ve benzeri cansız varlıkların bir takım faydaları gösterilmektedir. Bu taşların Allah'ın emrine boyun eğdikleri dile getirilmektedir. Eğer yaratıklardan herhangi bir kısmı ilâhî boya ile boyanmayı kabul etmemekte direnir ve öğütlerden etkilen-meyip hakkı kabul etmediği için de faydasızlaşırsa, Yüce Allah dünyada da ahirette de ona uygun bir ceza verir. Eğer nimetler onu harekete geçilmeyecek olursa, dünyada ona bir takım cezaları musallat eder, ahirette de cehennem ateşiyle azaplandırır. Buna sebep ise haktan yüz çevirmesi, Yüce Allah'ın emir­lerine itaat etmemesidir.

İçlerinden su çıktığından dolayı taşların Yahudilerin kalplerinden daha faydalı olarak değerlendirilmesi kadar Yahudiler için ağır bir ifade olamaz. Mücahid der ki: Bir dağın tepesinden yuvarlanan her bir taş, bir taştan fışkı­ran her bir ırmak, bir taştan çıkan her bir su, mutlaka Allah'ın korkusundan dolayı bunu yapar. Bunun böyle olduğuna dair Kur"an-ı Kerîm'in ayeti nazil ol­muştur. İşte bu buyruk, burada sözü geçen taşlar sözünün gerçek anlamında olduğunu ifade eder. Yüce Allah'ın: "Hamdiyle onu teşbih etmeyen hiç bir şey yoktur." (İsrâ, 17/44) buyruğunda olduğu gibi. Taberî bazı müfessirlerden şunu nakletmektedir: Taşların kopması mecaz ve istiare türünden bir ifadedir. Tıpkı Yüce Allah'ın: "Çökmek isteyen" (Kehf, 18/77) buyruğunda duvara istiare yoluy­la irade ve dilemenin isnat edildiği gibi. [202]

 

Yahudilerin İmana Gelmelerinin Zor Olması

 

75- Artık bunların size inanacaklarını mı umarsınız? Halbuki onların bir fır­kası vardı ki Allah'ın kelâmını dilerler­di de onu anladıktan sonra bile bile tahrif ederlerdi.

76- İman edenlerle karşılaştıklarında: "İman ettik" derler. Birbirleriyle baş-başa kaldıklarında ise: "Allah'ın size açtığını, onu Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil göstersinler diye mi haber veriyorsunuz? Akıl erdiremiyor musunuz?" derler.

77- Gizlediklerini de açıkladıklarını da Allah'ın muhakkak bildiğini bilmiyor­lar mı?

78-  Onların içinden, kuruntu dışında kitabı bilmeyen ümmîler de vardır. Onlar yalnız zannediyorlar.

 

Belagat:

 

"Size inanacaklarını mı umarsınız?'' Soru inkâr (tutumlarını red) içindir. "Bile bile tahrif ederlerdi." bu cümle onların yaptıkları işin çirkin görüldüğünü en ileri derecede ifade etmektedir. Yaptıkları iş bilmeden değil de kasdî olarak Tevrat'ı tahrif etmekti. [203]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onların bir fırkası" yani hahamlarından bir grubu "Allah'ın kelâmını" Tev­rat'ı "dinlerlerdi de onu anladıktan" kavrayıp öğrendikten "sonra bile bile tahrif ederlerdi" değiştirirler ya da batıl bir şekilde tevil eder, yorumlarlardı. Yahudi münafıklar "iman edenlerle karşılaştıklarında iman ettik derler." Ondan sonra ge­ri dönüp arkadaşları ile tenhada "Birbirleriyle başbaşa kaldıklarında ise Allah'ın size açtığını" verdiği hükmü yahut size anlattığını veya Tevrat'ta Muhammed (s.a.)'in niteliklerine dair bildirdiklerini "Rabbinizin huzurunda" yani âhirette; "aleyhinize delil göstersinler" yani sizden davacı olsunlar, sizinle tartışsınlar "di­ye mi haber veriyorsunuz?" Yani onlar doğruluğunu bildikleri halde Muhammed'e uyma konusunda size karşı delil ortaya koysunlar diye mi böyle yapıyorsunuz?

"Bilmiyorlar mı..." Burada soru takrir (yani gerçeği söyletmek) içindir. Bu soru azar veya sitem için de olabilir.

"Onlarnın içinde kuruntu" başkanlarından öğrendikleri ve doğru kabul et­tikleri fakat aklî ya da nakli hiç bir delile de dayanmayan yalanlar "dışında Kitab'ı bilmeyen ümmiler" kitaplarını bilmeyen avam" da vardır. Onlar yalnız" zannediyorlar" yani onlar Peygamber (s.a.)'in nübüvvetini inkâr edişlerinde ve bunun dışında uydurduklarında ancak zanna dayanıyorlar. Bu konuda herhan­gi bir bilgileri yoktur. [204]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbâs ve Mukâtil der ki: Yüce Allah'ın: "Artık bunların size inanacak­larını mı umarsınız?" buyruğu Hz. Musa (a.s.)'nın kendisi ile birlikte Yüce Al­lah'ın huzuruna çıkmak üzere seçtiği yetmiş kişi hakkında inmiştir. Bu yetmiş kişi Hz. Musa ile birlikte gidip de Yüce Allah'ın kelâmını, emir ve yasaklarını işittiler, sonra kavimlerine geri döndüler. Doğru ve samimi olanlar işittiklerini olduğu gibi tebliğ ettiler. Onlardan bir kısmı ise: Bizler Yüce Allah'ın kelâmını şu şekilde duyduk: "Eğer bu işleri yapabilirseniz yapınız, yapmazsanız da mah­zuru yoktur."

Müfessirlerin çoğuna göre ise ayet-i kerime recm ayeti ile Hz. Muhammed (s.a.)'in niteliklerini değiştirenler hakkında inmiştir. [205] İlim adamları Hz. Musa'nın Allah'ın kelâmını daha önce onun hitabını işitmemiş olduğu halde, hangi yolla tanıdığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler.

Bir görüşe göre o harf ve sesten ibaret olmayan, kesintiye uğramayan, ne­fes alıp vermenin söz konusu olmadığı bir ses işitince, bunun insan kelâmı ol­madığını, aksine ancak âlemlerin Rabbi Allah'ın kelâmı olabileceğini anladı.

Bir diğer görüşe göre o, belli bir cihetten olmayan bir söz işitti. İnsanların sözü ise altı yönden birisinden işitilir. Onun belli bir yönden gelmediğini görün­ce bunun insan kelâmı olmadığını anladı. .

Bir diğer görüşe göre, Hz. Musa'nın bedeni bütünü ile kulak kesildi ve böylelikle Yüce Allah'ın kelâmını işitti ve bununla o işittiğinin Allah kelâmı ol­duğunu bildi.

Bu hususta şöyle de denilmiştir: Mucize onun işittiği lafzın Allah'ın kelâ­mı olduğunun delili olmuştur. Şöyle ki: Hz. Musa'ya asanı yere bırak, denilince asasını yere bıraktı. O da bir yılan oluverdi. İşte bu karşı karşıya kaldığı duru­mun ve kendisine: "Şüphesiz ben senin Rabbinim." (Ta-Ha, 20/12) diyenin, Aziz ve Celil olan Allah olduğunun delili idi.[206]

76. ayetin nüzul sebebi Mücâbid'in açıklamasına göre şöyledir: Peygamber <s.a.) Kurayzalılar ile savaşıldığı gün kalkıp şöyle dedi: "Ey Maymunların kardeşleri, ey domuzlann kardeşleri, ey tâğûtlara ibadet edenler!" Yahudiler bir­birlerine: "Bunu Muhammed'e kim bildirdi, bu olsa olsa sizden birisinden çık­mıştır. Allah'ın size açıkladığı sırrı size karşı delil olsun diye nasıl söylersiniz?" dediler. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

İbni Abbas da der ki: Yahudiler iman edenlerle karşılaştıklarında: "Biz si­zin arkadaşınızın Allah'ın resulü olduğuna iman ediyoruz, fakat o sadece size peygamberdir." Fakat biribirleriyle başbaşa kaldıkları vakit: "Hiç Araplara böyle bir şey söylenir mi? Sizler o peygamberin geleceğini belirterek onlara karşı zafer kazanacağınızı bekliyor ve söylüyordunuz. Bu peygamber işte on­lardan geldi." dediler. Bunun üzerine Yüce Allah: "İman edenlerle karşılaştıkla­rında..." ayetini indirdi.

es-Süddi de der ki: Bu ayet-i kerime önce iman eden, sonra münafıklığa sapan bir grup Yahudi hakkında nazil olmuştur. Bunlar mümin Araplara gelir ve o sözlerini söylerlerdi. Aralarından kimisi de: Bunu Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil göstersinler diye mi haber veriyorsunuz?" Ve bizler size göre Allah tarafından daha çok seviliyoruz, Allah katında sizden daha çok değerli­yiz, desinler diye mi bunları anlatıyorsunuz?" dediler. [207]

 

Açıklaması

 

Peygamber (s.a.) ve ashâb-ı kiram, Kitap Ehli'nin davetini kabul etmesine iman etmesine özel bir gayret göstermiştir. Çünkü Allah'ın varlığı, peygamber­leri tasdik etmek, öldükten sonra dirilişi ve ahiret gününe iman etmek gibi on­larla ortak noktalar vardı. Bu ayet-i kerimenin, Yahudilerle andlaşma içerisin­de bulunup da aralarında karşılıklı süt akrabalığı bulunan ve İslama girmele­rini temenni eden Ensar hakkında nazil olduğu da rivayet edilmiştir. Allah Te-ala, işte bu hususa işaret etmek üzere "artık bunların size inananacaklarını mı umarsınız?" buyruğunu inzal buyurdu.

Bu ayet-i kerimeler, Yahudilerin çirkin davranış ve tutumları açıklanırken îrâd buyurulmuştur. Bunlar Peygamber (s.a.)'e ve müminlere Yahudilerin iman etmeleri umut ve emelini taşımamalarını dile getirmektedir. Bunun sebebi şu­dur: Yahudilerden belli bir topluluk -bunlar Yahudi ve lider kadrodan bir kesim idi- önce Allah'ın kelâmını dinler, sonra bunu değiştirir ya da kendi hevâ ve eğilimleri doğrultusunda açıklarlardı. Sonraki nesillerde öncekilerden farklı değildi. Çünkü bunlar da geçmişlerinden hakka karşı büyüklenmeyi miras al­mışlardı. Onlar yaptıkları işin hakikate aykırı olduğunu bilmektedirler. O hal­de, eskiden beri sapıklıkta ayak diretip durmuş bulunan bu kimselerin iman edeceklerini nasıl umabilirsiniz?

Onları iman etmemeye götüren bir diğer sebep de: münafık olanları mü­minlerle karşılaştıklarında: "Bizler sizin gibi Allah'a ve peygambere iman edi­yoruz. Çünkü bu peygamber bizim kitabımızda müjdelenen peygamberdir, biz sizinle beraberiz" demeleri; başbaşa kaldıklarında ise: "Sizler Muhammed'e uyanlara Allah'ın Tevrat'a üzerinize indirdiği şeyleri nasıl anlatırsınız. Böyle bir işi nasıl yaparsınız? Onlar sizin kendi sözlerinizle size karşı delil getirecek­ler ve Kıyamet gününde Rabbinizin huzurunda size karşı davacı olacaklardır. Size zarar verecek sırlarınızı nasıl yayabiliyorsunuz?" diye çıkışmalarıydı: Yü­ce Allah kendi aralarındaki bu konuşmalarına şu şekilde cevap vermektedir:

Yüce Allah'ın gizliyi, açığı, gaybı ve gayb olmayanı bildiğini onlar bilmi­yorlar mı- Sizler gizli bir işi ister açığa vurun, isterse de hiç açığa vurmayın, Allah amellerinizin karşılığını verecektir.

Yüce Allah, Yahudi ilim adamlarının ve hahamlarının durumunun bu ol­duğunu böylece söz konusu ettikten sonra, aralarından ümmî olanların duru­munu açıklamaya geçmektedir. Bu ümmîler dinlerine dair işittikleri ve akılla-nyla kavramadıkları bir takım yalanlardan başka bir şey bilmemektedirler. Meselâ onlar, Allah'ın seçilmiş kavmi olduklarına, peygamberlerin ancak ken­dilerinden olduğuna ve kendilerine şefaat edeceklerine, ateşin sayılı günler dı­şında kendilerine dokunmayacağına inanırlar, bunları böyle bilirler. Halbuki bütün bu hususlarda onların bildikleri bir vehimden ibarettir, onlar sadece doğru olmayan bir zanna sahip bulunuyorlardır.

Evet, bunların iman etmeleri umulmaz; fakat böylelerine üzülmek de ge­rekmez. Nitelikleri ve çirkinlikleri bu gibi şeyler olanlardan hayır gelmez ve onlar için üzülmeye de gerek yoktur.

Yüce Allah'ın Yahudilere açtığı (feth ettiği) şeylerden kasıt ise, şeriat ve hükümleri verme, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini müjdeleme nimetleri­dir. Bu buyrukta kendisine şeriat verilmiş kimse, namazda Kur'an okurken ta­kılıp da arkasından ona kıraatin açıldığı (hatırlatılarak okumaya devam edildi­ği) ve böylelikle darlıktan çıkan kimseye benzetilmektedir. Ya da: "Allah'ın size açtığı" buyruğunun anlamı, "hüküm verdiği ve beraberinizdekileri tasdik edici olarak size gelecek olan peygambere iman edip ona yardımcı olacağınıza dair sizden almış olduğu söz demek de olabilir. "Rabbinizin huzurunda" buyruğun­dan kasıt ise, ahirette -Suyûtî'nin de dediği gibi- kendi kendilerine karşı delil getirmeleri kastedilmiştir. Muhakkikler bunun Allah'ın Kitabı'ndaki hükmü hakkında olduğu görüşündedirler. Yani sizin onlara naklettiğiniz Tevrat'ın hü­kümleri, Kur'an-ı Kerîm'de bulunanlara uygundur. Buna göre karşı delil getir­me, dünyada söz konusu olmaktadır. Bu, Yüce Allah'ın ifk'te bulunan (Hz. Ai-şe'ye iftirada bulunan) kimseler hakkındaki şu buyruğunu andırmaktadır: "Şa­hitleri getiremediklerine göre onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir." (Nûr, 24/23). Yani O'nun kitabında açıklanmış bulunan hükmüne göre durum­ları böyledir, demektir." [208]

Onların kuruntu ve temennilerine gelince; bunlar uydurdukları yalanlar­dır. Bazıları, "ellerindeki Tevrat'ı okumalarıdır" diye açıklamıştır. Yani onların kitaptan payları anlamını kavramaksızın, amelde etkisi görülecek şekilde gere­ken ibreti çıkarmaksızın, yalnızca lafızlarını, kelimelerini okumaktan ibarettir. Bu Yüce Allah'ın: "Kendilerine Tevrat yükletilip sonra onu yüklenmeyenlerin misali koca koca kitaplar taşıyan eşeğin durumuna benzer." (Cuma, 62/5) buy­ruğunu andırmaktadır. [209]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ın kelâmını tarif etmek ve değiştirmek, haramın en ağır türüdür. Bu tahrif ve değiştirme ister yanlış te'vil ile olsun, ister değişiklik yapmak suretiy­le olsun, farketmez. Yahudi hahamları her iki türünü de yapmışlardır. Yüce Al­lah onları değiştirmek ve tahrif etmekle nitelendirmiş: "Elleriyle kitabı yazan­ların vay haline!" (Bakara, 2/79) diye buyurmuştur. Bu tahrifin değişik durum­ları vardı. Musa (a.s.) döneminde rivayet edildiğine göre onun tarafından seçil­miş yetmiş kişiden bir kısmı Tûr'da Hz. Musa ile konuştuğunda Allah'ın kelâ­mını, Hz. Musa'ya verilen emirleri ve yasaklan işitmişlerdi. Daha sonra bun­lar: Bunun sonunda biz Yüce Allah'ın: "Eğer bu şeyleri yapabilirseniz yapınız, yapmak istemezseniz mahzuru yoktur", dediğini de işittik" dediler.

Yüce Allah'ın: "Onu anladıktan sonra bile bile tahrif ederlerdi." buyruğu hakkında Mücâhid ve es-Süddi şöyle demektedir: Bunlar Tevrat'ı tahrif eden Yahudi bilginleridir. Hevâlanna uyarak haramı helal, helali haram kılıyorlardı.

Muhammed (s.a.) döneminde ise Resulullah (s.a.)'ın kendi kitaplarındaki niteliklerini, sıfatlarını değiştirdiler. Recm ayetini tahrif ettiler ve: "Ümmîler hakkında bizim aleyhimize bir yol yoktur." (Âl-i İmran, 3/75) dediler. Burada kastettikleri ise Araplardır. Yani "Onların mallarından aldığımız bizim için he­lâldir. Yine onlar: "Hiç bir günahın bize zararı olmaz. Çünkü bizler Allah'ın sevdikleriyiz, onun oğullarıyız" diyorlardı. Yüce Allah bundan münezzehtir, yü­cedir. [210]

Tevrat'ta olduğu gibi İncil'de de her iki şekildeki tahrif söz konusudur. Bu­nun delilleri ise gayet açıktır. Çünkü her iki kitabın da asılları kayıptır. İlim adamları vasıtasıyla bu iki kitabın yazılışı onlarca yıl sonra olmuştur. Nitekim Yüce Allah: "Kelimeleri yerlerinden tahrif ederler." (Nisa, 4/46) diye buyurmak­tadır.

Bilgisiz yahut mülhidler (inkarcılar) tarafından Kur*an'da da menfi an­lamda te'viller yapılmıştır. Kur'an-ı Kerîm'den bir ayet veya kelimenin düşü­rülmesi şeklinde bir tahrif ise olmamıştır. Çünkü Yüce Allah: "Şüphesiz Zikri biz indirdik ve elbette onu koruyacak olan da bizleriz." (Hicr, 15/9) buyruğu ile Kitab-ı mübîninde Kur'an-ı Kerîm'i korumayı taahhüdü altına aldığını açıkla­mıştır.

Bakara sûresinin 78. ayeti, akide ve hükümlerin asıllarında taklidin batıl olduğunu ve böyle bir imana sahip kimsenin imanının önemsenmeyeceğini göstermektedir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Onlar yalnız zannediyorlar." buyruğunun anlamı, "Yalan söylüyorlar ve buna istinaden anlatıyorlar" şeklindedir. Zira on­ların okuduklarının doğruluklarına dair bir bilgileri yoktur. Onlar okuduklarıyla kendi hahamlarını taklit etmekten başka bir şey yapmıyorlar. İslâmın ilk döneminde üç neslin insanları (ashâb, tabiin ve etbâu't-tâbiîn) akide hususun­da taklidin batıl olduğu üzerinde icmâ etmişlerdir. Bu asırlarda bilgisiz bir kimse, akideyi delili ile birlikte, hükümleri de rivayeti ile birlikte bilen birisin­den öğrenir ve herhangi bir delil ve belge olmaksızın ne olursa olsun o kişinin görüşünü taklid etme yoluna sapmazdı.

Bu ayet-i kerimelerde Muhammed (s.a.)'e çağdaş olan Yahudilere yönelti­len hitapta Yahudilerin Kur'an-ı Kerîm'e ve peygamber Muhammed'in davetine iman etmelerinin beklenilmemesine işaret etmektedir. Çünkü ona çağdaş olan­lar atalarının karakterlerini ve huylarını devralmışlardır. İsyanda ısrar ve Al­lah'ın kelâmından yüz çevirme, ruhlarında kök salmıştır. Onların ataları da hakta insanlar arasında en çok tartışan ve şüphe uyandıran kimselerdi; isterse bu hak gözleri kamaştıracak kadar açık olsun. Yine ataları insanlar arasında en yalancı, en mağrur, faiz, aldatma, hile yapma ve eğriyi doğru gösterme gibi yollarla insanların mallarını batıl yollarla en çok yiyen kimselerdiler. Bununla birlikte Allah'ın özel ve seçkin kavmi, insanların en faziletlileri olduklarına da inanıyorlardı; çağımızda benzerlerinin inandıkları gibi. İşte bunlar, İslâm'ı ka­bul etmekten kendilerini alıkoyan boş kuruntularıdır. [211]

 

Yahudi Hahamlarının Tahrif Ve İftiraları

 

79- Elleriyle kitabı yazıp sonra az bir

paha ile satabilmek için: "Bu Allah ka-tındandır." diyenlere veyl olsun! Elle­riyle yazdıklarından dolayı veyl olsun onlara! Kazandıkları yüzünden de veyl olsun onlara!

80- Onlar bir de: "Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmaz" dediler. De ki: "Allah'tan bir ahit mi aldınız? Allah asla ahdinden dönmez. Yoksa Allah'a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyor­sunuz?"

81- Hayır, (ahdiniz yoktur). Kim bir kö­tülük işler ve günahı onu kuşatırsa iş­te onlar cehennemliktirler. Orada ebe­dî kalıcıdırlar.

82- İman edip salih amel işleyenler ise onlar cennetliktirler. Orada ebedî kalı­cıdırlar.

 

I'râb:

 

"Hayır (belâ)": Bu, olumsuz soru edatına cevap olarak gelir. "Neam" ise olumlu soruya cevap olarak gelir. Sen bunu yapmadın mı? diye sorulduğu tak­dirde cevabı "belâ", "evet yaptım" şeklinde gelir. Yüce Allah'ın: "Ben sizin Rab-biniz değil miyim? sualine onlar: Belâ demişlerdi." (Araf, 7/172). Yani evet, sen bizim Rabbimizsin, demektir. Şayet bunun yerine "neam" demiş olsalardı, kâfir olurlardı. Çünkü o takdirde anlamı: "Evet, sen bizim Rabbimiz değilsin" şeklin­de olurdu. Olumlu olarak: "Yaptın mı?" diye sorulursa cevabı: "neam" gelir (Evet, yaptım anlamında). Yüce Allah'ın: '"Rabbinizin vaadettiğini hak olarak buldunuz mu? Onlar neam (evet, hak olarak bulduk) dediler." (A'râf, 7/44) buy­ruğunda olduğu gibi. [212]

 

Belagat:

 

"Veyl" kelimesinin 79. ayette üç defa tekrarlanması azarlamak, sitem et­mek, günahlarının çirkinliğini ortaya koymak içindir. İşledikleri günah ve cü­rüm ise tahriftir yani kitabı değiştirmektir.

"Ve günahı onu kuşatırsa"; burada "kuşatma" kelimesi günahların iyiliklere üstün gelmesini ifade etmek üzere istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü burada günahlar, dört bir yandan bir kavmi kuşatan düşman ordusuna benzetilmiştir. [213]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Elleriyle" yani kendiliklerinden uydurdukları kitabı "yazıp sonra az bir pahaya satabilmek için" yani dünyadan az bir bedel karşılığında satmak için... Bu işi yapanlar Yahudilerdir. Onlar Tevrat'ta bulunan Rasulullah (s.a.)'ın nite­liklerini, recm ayetini ve başka hükümleri değiştirdiler ve indirildikleri şekilden başka türlü yazdılar, "bu Allah katındandır diyenlere veyl olsun."

"Onlar sayılı" oldukça az "günler," atalarının buzağıya taptıkları süre olan kırk gün "dışında bize asla cehennem ateşi dokunmaz", isabet etmez "dediler".

"Kim bir kötülük" burada kasıt küfür ya da şirktir; "işler ve günahı onu kuşatırsa" yani müşrik olarak ölmek suretiyle onun her tarafını istilâ eder ve­ya dört bir yandan onu sararsa "onlar cehennemliktirler." [214]

 

Nüzul Sebebi

 

79. ayet-i kerime, İbni Abbâs'm dediği gibi Kitap Ehli hakkında ya da el-Abbas'm dediği gibi "Peygamber (s.a.)'in sıfat ve niteliklerini değiştirenler hak­kında inmiştir. Tevrat'ta Peygamber Efendimizin nitelikleri, orta boylu, iri ka­ra gözlü, buğday tenli, güzel yüzlü olarak tanıtılırken, onlar kıskançlıklarından dolayı bunları değiştirmişler, yerine "Biz kitabımızda onun uzun boylu, mavi gözlü, düz saçlı olduğunu görüyoruz." demişlerdi.

80. ayet-i kerimenin iniş sebebi de, İbni Abbas'ın dediğine göre şöyledir: Re-sulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde Yahudiler şöyle diyordu: "Dünyanın ömrü ye­di bin senedir. Allah cehennemde insanları ahiret günlerinden bir gün azaplan-dıracaktır. O bakımdan ahiret yedi günden ibarettir. Sonra da azap kesilecektir". Buna dair Yüce Allah: "Sayılı günler dışında bize ateş dokunmaz... Orada ebedi kalıcıdırlar." buyruklarını indirdi. Taberî'nin İbni Abbas'tan rivayetine göre de Yahudiler: "Bizler cehenneme ancak yemini bozmanın cezası dolayısıyla girece­ğiz. Yani buzağıya ibadet ettiğimiz süre olan kırk gün kadar gireceğiz. Bu süre bitince azabımız da sona erecektir." Bunun üzerine bu ayet-i kerime inmiştir. [215]

 

Açıklaması

 

Tevrat'ı değiştirip tahrif edilen ayetleri elleriyle yazan, yanlarında bulu­nan Tevrat'ta yazılı olan Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini değiştiren kimselere helak, şiddetli azap yahut çok büyük bir ceza vardır. Yine bunlara rüşvet aldık­ları, türlü masiyetler işledikleri, Yüce Allah'a karşı yalan uydurdukları için bü­yük bir azap vardır. Onlar bu yalanlan veya iftiraları karşılığında çok önemsiz, aşağılık bir dünyalık değer veya bir başkanlık ya da bir makam elde etmeye çalışıyorlardı. Bu bakımdan veyl onlara, yazıklar olsun onlara! Çünkü Yahudi­lerin üç tane büyük cinayetleri olmuştur: Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini değiş­tirmek, Allah'a karşı iftirada bulunmak ve rüşvet almak. Bu üç büyük suçtan her birisi için ayrı ayrı helak olmakla tehdit edilmişlerdir.

Yahudilerin iddialarından birisi de, pek az ve sayılı günler dışında cehen­nem ateşinin kendilerine dokunmayacağı şeklindedir. Onlara göre bu pek az günler, buzağıya taptıkları süre olan kırk günlük bir zamandır. Yahudilerin ço­ğunluğu cehennem ateşinin kendilerine sadece yedi gün süre üe dokunacağı görüşündedir. Çünkü onlar dünyanın ömrünün yedi bin yıl olacağına inanmak­tadırlar. Cehennemde azap gören ve kurtulamayacak olan kimseler dahi her bin sene karşılığında bir gün olmak üzere toplam yedi gün kalacaktır. Yüce Al­lah onların bu iddialarını şöylece reddetmektedir: "Bu konuda Rabbiniz size söz mü vermiş1? Eğer öyle bir şey varsa kesinlikle Allah sözünden caymaz. Yoksa siz Allah'a karşı bilginiz olmadık bir şeyi mi uyduruyorsunuz?". Yani böyle bir söz ancak Allah tarafından gelen bir söze dayanılarak söylenilebilir ya da ona karşı yapılan bir iftira ve uydurma yolu ile söylenebilir. Bu konuda Yüce Al­lah'tan bir söz verilmediğine göre -ki bu vahiy ve sâdık haber üe olur- o halde siz yalancısınız. Kendinizin Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduğunuzu ileri sü­rerken iftirada bulunuyorsunuz. Sünnet-i seniyede onların az sayıdaki gün akabinde ateşten kurtulacakları iddiaları da ayrıca dile getirilmektedir.

İmam Ahmed, Buhari ve Nesâî, Leys b. Sa'd'dan, Hafız îbni Merdûveyh ve Buharî, Ebu Hureyre (r.a)'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Hayber fethedildiği sırada Resulullah (s.a.)'a zehir katılmış bir koyun hediye edilir. Re­sulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Burada bulunan Yahudileri toplayıp bana getiri­niz." Toplanıp getirilen Yahudilere Resulullah (s.a.): "Babanız kimdir?" diye so­rar; onlar, filân, derler. Hz. Peygamber: "Yalan söylediniz; aksine, babanız fi­lândır" der. Onlar: "Doğru söyledin, haklısın" derler. Sonra onlara: "Veyl! Bir-şey hakkında size soru sorarsam bana doğruyu söyleyecek misiniz?" Onlar: "Evet, ya Ebe'l-Kâsım dediler, zaten yalan söyleyecek olsak, babamız hakkın­daki yalanımızı bildiğin gibi, onu da bilirsin." Resulullah (s.a.) onlara: "Peki ce­hennem ehli kimlerdir?" diye sorar, onlar: Biz orada kısa bir süre bulunacağız, sonra da sizler bizim yerimizi alacaksınız, derler. Resulullah (s.a.): "Hor ve ha­kir olarak (orada kalacaksınız) Allah'a yemin ederim, hiç bir zaman orada sizin yerinize biz geçmeyeceğiz." dedi. Daha sonra Resulullah (s.a.) onlara şöyle dedi: "Bir şey hakkında size soru sorsam bana doğru cevap verecek misiniz?" Onlar: "Evet ya Ebe'l-Kâsım" dediler. "Siz (pişirdiğiniz bu) koyuna zehir kattınız mı?" Onlar: "Evet" dediler. Resulullah (s.a.): "Peki sizi böyle davranmaya iten ne ol­du?" diye sorunca, şu cevabı verdiler: "Eğer bir yalancı isen senden kurtulup rahat edelim dedik ve eğer peygambersen sana zararı zaten olmayacaktı."

Ey Yahudiler! Durum sizin zannettiğiniz, arzuladığınız veya canınızın çek­tiği gibi değildir. Aksine, evet sizler cehennemde ebediyyen kalacaksınız. Buna sebep ise küfür gibi sizi çepeçevre kuşatan masiyetler işlemeniz, haksız yere peygamberleri öldürmeniz, Allah'ın emirlerine karşı çıkmanız, alabildiğine ifti­ralarda bulunarak nevalarınızın peşine takılıp gitmenizdir.

Bundan önceki açıklamalarımızda "belâ" nın daha önce olumsuz bir ifade­ye cevap olarak kullanıldığını ve bunun o olumsuz cümleyi iptal ve reddetmek anlamını taşıdığını görmüştük. Kazanç sağlamak, menfaat elde etmektir. Bu­rada günah hakkında "kazanma" tabirinin kullanılması onlarla alay türünden-dir. Günah (seyyie) ise cehennemi gerektiren kötü ve çirkin iştir. Burada kaste­dilen ise Allah'a şirk koşmaktır.

Cehennemde ebedî kalışın sebebi ise, Yüce Allah'ın şeriatinde bütün in­sanlar için geçerli genel bir kanunun muhtevâası dolayısıyladır; o da şudur: Kim kalbi ile, dili ve azaları ile bütün yönlerini kuşatan bir günah işlemiş olup da herhangi bir iyiliği bulunmuyor ise, o kişi cehennemliklerdendir. Allah'a, peygamberlerine ve ahiret gününe iman edip salih amel işleyen, üzerindeki gö­revleri yerine getirip haramı terk eden kimse ise cennetliklerdendir. İbni Ab-bas der ki: Kim sizin inkâr ettiğinize iman eder, Allah'ın dininden terk ettiğini­zi işlerse, onun için cennet vardır ve onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Bu­rada, hayra verilen sevap ile kötülüğe verilen karşılığın bu işlerin sahipleri için ebedi olacağını, sonunun gelmeyeceğini, kesintiye uğramayacağını onlara ha­ber vermektedir.

Müminlere yapılan vaad ile kâfirlere yapılan tehditlerden sözü geçen her iki tür karşılık da Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Ne sizin boş ar­zularınızla ne de Kitap Ehli'nin kuruntularıyla olur. Kim bir kötülük yaparsa onun karşılığında ceza görür ve o kendisine Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulur. Erkek veya kadın her kim mümin olarak salih amellerden işlerse işte onlar cennete girerler ve hurma çekirdeğinin çukuru kadar bile hak­sızlığa uğramazlar." (Nisa, 4/123-124).

Fakat isyan edenlerden kim samimi bir şekilde tevbe eder, günahtan vaz­geçer, günahına pişmanlık duyar, gelecekte de benzeri bir iş işlememeye kesin karar verirse, bu sefer onun durumunda değişiklik olur. Cehennemliklerden ol­maktan çıkar, cennet ehli arasına girer.

Tirmizî, Ebu Hureyre (r.a.)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu ri­vayet etmektedir: "Kul bir günah işledi mi, onun kalbine siyah bir nokta konu­lur. Tevbe eder, vazgeçer ve Allah'tan mağfiret dilerse kalbi cilalanır tekrar geri dönerse o siyah nokta artar ve nihayet onun kalbinin tümünü kuşatır." İşte Yü­ne Allah'ın Kur"an-ı Kerîm'de: "Hayır, aksine onların kazandıkları kalblerini kaplamıştır." (Mutaffifîn, 83/14) buyruğunda sözünü ettiği "er-rân (günahın kalbi örtmesi)" işte budur.

İmam Ahmed de Abdullah b. Mes'ûd'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyur-iuğunu nakletmektedir: "Küçük görülen günahlardan çokça sakınınız. Çünkü bu küçük günahlar kişinin aleyhine onu helak edinceye kadar bir araya gelir ve toplanırlar." Resulullah (s.a.) bu gibi kimseleri düzlük bir arazide konaklayan inr topluluğa benzetir. Bunların yemek yapma vakitleri gelince her birisi gider (ateş yakmak üzere) birer çubuk getirir. Nihayet bir yığın toplarlar ve ateş ya­kar ve o ateşe koyduklarını pişirirler. [216]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

79. ayet-i kerime ile ondan bir önceki ayet Allah'ın şeriatinde değişiklik ve değiştirme yapmaktan sakındırmayı ihtiva etmektedir. Allah'ın dinini değişti­rip ya da ondan olmayan şeyi bid'at olarak uyduran herkes, bu ağır tehdidin ve acıklı azabın kapsamına girer. Resulullah (s.a.) sonraki dönemlerde olacakları bildiğinden dolayı bu işten sakındırmış ve şöyle buyurmuştur: "Şunu biliniz ki, sizden önceki kitap ehli yetmişiki fırkaya ayrıldılar. Bu ümmet ise yetmişüç fır­kaya ayrılacaktır. Biri müstesna hepsi cehennemde olacaktır." Bu buyruğu ile Resulullah (s.a.) dinde Allah'ın Kitabı'na yahut sünnetine ya da ashabının sün­netine muhalif, kendiliklerinden herhangi bir şeyi uydurmaktan ve böylelikle bu uydurmalarla insanları saptırmaktan sakındırmıştır.

79. ayet-i kerime de, Allah'ın Kitabı'nı tahrif etme karşılığında, çok olsa dahi elde edilen bedelde bir bereket ve hayır olmayacağını açıklamaktadır. Şa­nı yüce Allah Yahudi hahamlarının aldıklarını, ya yok olması ve kalmaması ya da haram olması dolayısıyla az olmakla nitelendirmiştir. Çünkü haramda bere­ket yoktur. Allah katında artmaz. İbni İshâk ve el-Kelbî şöyle der: Resulullah (s.a.)'ın kitaplarındaki niteliği "Orta boylu, buğday tenli" şeklinde iken, onlar "beyaz ve uzun boylu" diye değiştirmişler, kendi arkadaşlarına ve uyanlarına da: "Şu son zamanda gönderilen peygamberin niteliklerine bir bakınız; bunda­ki nitelikler ile o birbirine benzemiyor" demişlerdir.

81. ayet-i kerimede yer alan: "Hayır, kim bir kötülük işler ve günahı onu ku­şatırsa..." buyruğu, iki şarta bağlı olarak ifade edilen bir hususun, bunların as­garisi ile gerçekleşmeyeceğini göstermektedir. Yüce Allah'ın: "Muhakkak Rabbi-miz Allah'tır, deyip sonra dosdoğru olanlar..." (Fussüet, 41/30) buyruğu da bunu andırmaktadır. Cehennemde ebediyyen kalmanın sebebi ise Allah'a şirk koşmak­tır.

82.  ayet-i kerime cennete girmenin iman ve salih amel işleme şartlarının bir arada bulunmasına bağlı olduğunu göstermektedir. Nitekim Müslim'de yer alan bir rivayete göre Resulullah (s.a.), Süfyân b. Abdullah es-Sakafî'ye: "Ey Allah'ın Rasûlü, bana İslâmda öyle bir söz söyle ki senden başka ona dair hiç bir kimseye soru sormayayım" demesi üzerine şöyle cevap vermişti: "Allah'a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol."

Sözü geçen 81 ve 82. ayet-i kerimenin bir arada olmaları, Kur"an-ı Ke-rîm'in beyânda (hükümleri açıklamakta) izlediği yolun bir özelliğidir. Şanı yüce Allah'ın vaadi ve tehdidi bir arada zikretmesi, hayır ve şer ehlini, cennet ile ce­hennem ehlini bir arada zikretmesi, izlediği bir yoldur. Bunları bir sefer teşvik ile bir sefer korkutmakla, kimi zaman müjdelemek, kimi zaman da uyarmak ile irşatta bulunmada bir hikmet vardır. Çünkü insan lütuf ve kahr ile kemal derecesine ulaşır. [217]

 

Yahudilerin Ahitlerine Aykırı Davranmaları

 

 83- Hani İsraüoğuUarı'ndan: "AUah'tan  başkasına ibadet etmeyin. Anneye, ba- baya, akrabaya, yetimlere, yoksullara  iyilik yapın ve insanlara güzel söz söyleyin* Namazı dosdoğru kılın, zekâtı  verin" diye söz almıştık. Sonradan azınız müstesnâ yüz çevirdiniz ve siz hâlâ  da yüz çevirmektesiniz.

 

Kelime ve İbareler:

 

Söz (mîsâk): Tevrat'ta kendilerinden alınan pekiştirilmiş sağlam ahit de­mektir. Ayrıca ahdin birisi yaratılış ve fıtrat ahdi, diğeri ise nübüvvet ve risâlet aidi olmak üzere iki türlü olduğunu da hatırlatalım. Burada söz konusu olan ikinci ahittir.

"Anne-babaya, akrabaya" yani ister anne tarafından ister baba tarafından alan yakınlara... "yetimlere, yoksullara iyilik yapın ve insanlara" iyiliği emret­mek, kötülükten alıkoymak, Muhammed (s.a.) hakkında doğru söz söylemek ve anlara yumuşak söz söylemek suretiyle "güzel söz söyleyin."

"Sonradan azınız müstesna yüz çevirdiniz." Yani bu söze bağlı kalmadınız, bundan yüz çevirdiniz. Kasıt onların atalarıdır. "Ve siz" atalarınız gibi bundan *hala da yüz çevirmektesiniz." [218]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yahudilerin kötülüklerini, çirkin suçlarmı ele alıp tedavi etmek, onları ita­ate alıştırıp geçmişteki ve halihazırdaki durumlarından kurtarmak için Kur'an-ı Kerim'in çeşitli üslûplar kullandığını görüyoruz. Bundan önceki ayet-i kerime­lerde onları âlemlere üstün kılmak, suda boğulmaktan kurtarmak, üzerlerine aıen ve selvayı indirmek gibi İsrailoğulları'na vermiş olduğu nimetleri sayıp dök­müştü. Arkasından her bir nimetin akabinde aykırı davranışlarından söz edili­yor, sonra onlara verilen bir ceza, daha sonra da tevbe etmeleri dile getiriliyor.

Bu gördüğümüz ayet-i kerimede Yüce Allah'ın, atalarından emrolundukla-n ibadetler ve insanlarla ilişkilere dair kendilerinden almış olduğu ahdi onlara hatırlatmakta; sonra onların bu ahdi ihmal ettiklerini dile getirmektedir. Bütün bunlar Yüce Allah'ın rasûlünün, kendisine çağdaş olan Yahudilerin iman etmelerine dair emelini, umudunu kesmesi içindir. Çünkü bunlar geçmişlerinin işledikleri çirkin suçların etkilerini karakterlerinde taşımaktadırlar. İşte bu onları, hidayete yönelmelerine ve doğruyu bulmalarına engel olmaktadır. [219]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber! İsrailoğulları'ndan şu muhtevada söz almış olduğumuzu hatırla: Yüce Allah'tan başkasına ibadet etmeyip ona melek, put veya herhangi bir insanı dua ya da herhangi bir tür ibadeti ona yönelterek ortak koşmamak, anne babaya onları gereği gibi koruyup gözeterek onlara şefkat göstererek, Al­lah'ın emirlerine aykırı olmayan hususlarda itaat ederek tam anlamıyla iyilik­te bulunmak. Tevrat'ta şu hüküm yer almaktadır: Anne ve babaya söven öldü­rülür. Ayrıca onlardan mallarıyla akrabalara, yetimlere, zayıflıkları, acizlikleri ve ihtiyaçları sebebiyle yoksullara iyilik yapmalarını, insanlara iyiliği emret­mek, kötülükten alıkoymak suretiyle güzel söz söylemelerini de onlara emret­miş, buna dair söz almıştı. Bununla birlikte insanlara karşı alçak gönüllü ve yumuşak davranmalarını istemiş, namazlarını eksiksiz bir şekilde edâ etmele­rini emretmişti. Çünkü namaz nefisleri ıslah eder. İnsanın tabiatını güzellik­lerle bezer. Çeşitli faziletlerle donatır, bayağı ve adiliklerden alıkoyar. Fakirle­re zekât vermelerini de istemişti. Çünkü zekâtta insanlar arası toplumsal da­yanışma, fert ve toplumun mutlu kılınma hedefleri gerçekleştirilmekte, herkes için refah ve huzuru yaygın hale getirmektedir.

Fakat verilen sözde durmamayı alışkanlık haline getiren ve madde sevgisi uğrunda adeta canlarını feda etmek durumunda olan Yahudiler, kasdî olarak ve bilerek ilâhî emirleri yerine getirmekten, verdikleri söz gereğince davranmak­tan yüz çevirdiler. Onlardan sonrakiler de tıpkı geçmiştekiler gibi Tevrat'tan yüz çevirmektedirler. Bundan Abdullah b. Selâm ve benzeri aklı başında, ihlâs-lı, güçleri oranında hakkı koruyan çok cüz'î bir azınlık müstesnadır. Şu kadar var ki bir ümmet arasında az sayıda sâlih kimselerin varlığı, o toplum arasında fesadın yaygınlık kazanıp belânın genel bir hal alması durumunda cezaya engel teşkil etmez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bir de içinizden yalnız­ca zalimlere gelip çatmayan bir fitneden korkunuz." (Enfâl, 8/25). [220]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimede Yüce Allah, İsrailoğulları'na hatırlatmış olduğu husus­ları, aynı zamanda bütün insanlara da emretmiştir. İnsanları bunun için yarat­mıştır. Bunlar dinî, ahlâkî ve toplumsal düzeni oluşturmaktadır. Ayet-i kerime­de daha önemli olan başa alınarak zikredildiği bir sıralama görmekteyiz. Ger­çekte nimet veren O olduğundan dolayı Yüce Allah'ın hakkı, kulların hakkın­dan önce söz konusu edilmiştir. Bundan sonra çocuğun eğitimindeki hakları do­layısıyla anne ve baba söz konusu edilmekte, sonra da akrabalardan söz edil­mektedir. Çünkü akrabalara yapılan iyilikle sıla-i rahim (akrabalık bağı) gözetilmektedir. Daha sonra kıt imkânları dolayısıyla yetimler, arkasından zayıflık­ları sebebiyle yoksullar sözkonusu edilmektedir. Sözü geçen bu haklar aşağıda­ki hususları kapsamaktadır:

1- Hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca Allah'a ibadet etmek: Bu bütün insanlar için sahih bir itikadin belgesi ve imanın delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka: Benden başka ilâh yoktur, o halde yalnız bana ibadet edin, diye vahyederdik." (Enbiyâ, 21/25); "Andolsun ki biz her ümmete Allah'a ibadet edin ve tâğuttan uzak durun, diye bir peygamber gönderdik." (Nahl, 16/36). İbni Kesîr der ki: İş­te bu, hakların en yücesi ve en büyüğüdür. O da şanı yüce Allah'ın hakkı olup O'na hiç bir şeyi ortak koşmayarak yalnızca O'na ibadet etmektir.

2- Anne babaya iyilik yapmak: Bu Allah'ın hakkından sonra gelir. Yaratık­lar arasında en kesin ve pekiştirilmiş şekliyle söz konusu olan hak budur. Bü­tün yaratıklar arasında öncelikli hak, anne ve babanın hakkıdır. Bundan dola­yı Yüce Allah kendi hakkı olan tevhîd ile birlikte anne babanın hakkını da söz konusu etmektedir. Çünkü ilk yaratılış Allah tarafındandır. İkinci olarak in­sanlar anne ve baba tarafından terbiye edilmekte, eğitilmektedir. Bundan dola­yı Yüce Allah onlara teşekkürde bulunmayı kendisine yapılması gereken şükür ile birlikte söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Bana ve anne babana şük­ret! Dönüş yalnız banadır." (Lukmân, 31/14); "Ve Rabbin kendisinden başkası­na ibadet etmeyiniz ve anne babaya iyilik yapınız, diye hükmetti." (İsrâ, 17/23).

Anne babaya iyilik, onlarla güzel geçinmek, onlara karşı alçakgönüllü davranmak, emirlerine uymak, vefatlarından sonra onlara mağfiret edilmeleri için dua etmek ve sevdikleri kimseleri de koruyup gözetmekle olur.

Buharî ile Müslim'de İbni Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Ey Allah'ın Rasûlü, hangi amel daha üstündür, diye sordum. O, "Vaktinde kılı­nan namaz" diye buyurdu. Sonra hangisidir? diye sordum. "Anne-babaya iyilik yapmaktır" diye buyurdu. Sonra hangisidir? diye sordum." Allah yolunda ci-haddır" diye cevap verdi.

Sahih hadiste de belirtildiğine göre adamın birisi: Ey Allah'ın rasûlü, ben kime iyilik edeyim? diye sormuş. Hz. Peygamber: "Annene." Sonra kime? diye sorunca, tekrar: "Annene." Sonra kime? diye üçüncü defa sorusunu tekrarlayın­ca, bu sefer: "Babana, sonra sana daha yakın olana ve sırasıyla daha yakın ola­na" diye cevap verir.

Anne babaya iyilikte bulunmanın hikmeti gayet açıktır. Bu, yapılana mis­liyle karşılık vermek ve iyiliğe iyilikle karşılıkta bulunmak, iyilik yapana vefa borcunu ödemektir. Nitekim Yüce Allah: "İyiliğin karşılığı iyilikten başka ola­bilir mi?" (Rahman, 55/60) diye buyurmaktadır. Zira anne ve baba daha küçük­ken çocuklarına karşılıksız olarak her türlü yardımı gösterdiler, terbiyesine şefkatle eğildiler, işlerini görüp gözettiler.

3- Akrabalara iyilik: Akrabalara iyilik anne babaya iyilik yapma emri üze­rine atfedilmiştir. Bu da Yüce Allah'ın akrabalık bağlarını gözetmek suretiyle akrabalara iyilikte bulunmayı emrettiğini göstermektedir. Esasında onlara iyi­lik yapmak aralarındaki bağları doğru temellere oturtur. Çünkü toplum dediği­miz şey, ailelerden oluşur. Toplumun düzelmesi, ailenin düzelmesine; onun bo­zulması da ailenin bozulmasına bağlıdır. Ailenin değeri ise ancak sıkıntı ve musibetlerin geldiği zamanlarda bilinir. İşte o vakit karşılıklı sevgi, dayanış­ma, zararların telâfisi ve aksaklıkların giderilmesi gereği ortaya çıkar.

4- Yetimlere iyilik: Bunlar, kendileri için kazanç temin edecek babaları bu­lunmayan küçüklerdir. Yetimlere iyilik ise yetimi güzel bir şekilde terbiye edip eğitmek, haklarının kaybolmasını önlemekle olur. Kitap ve sünnet yetimi koru­maya, ona şefkatli olmaya, onu himaye edip malını muhafaza etmeyi teşvike dair buyruklarla doludur. Bunlardan bir tanesi de Müslim'in Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayettir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kendisinin yahut başkasının yetimini koruyup gözeten bir kimse ile ben cennette şu ikisi gibi ola­cağız." dedi. (Hadisin ravilerinden olan) Mâlik, bu arada şehadet parmağı ile orta parmağını işaret etti.

5- Yoksullara iyilik: Bunlar da kendi ihtiyaçları için harcayacak bir şey bu­lamayanlar ve ihtiyacın kendilerini bunalttığı ve zelil kıldığı kimselerdir. Yüce Allah yoksullara iyilikte bulunmayı emretmiştir.  Onlara iyilik, onlara sadaka vermekle, zorlu ve sıkıntılı zamanlarda onları koruyup gözetmekle olur. Müs­lim'in Ebu Hureyre'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Dul kadının ve yoksulun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışan bir kimse, Allah yo­lunda cihat eden gibidir. -Zannederim şöyle de buyurdu-: "Durmadan namaz kılan ve yemeden sürekli oruç tutan gibidir." İbnü'l-Münzir der ki: Tâvûs kız kardeşlerin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmanın, Allah yolunda cihattan faziletli olduğu görüşünde idi.

6- Güzel söz söylemek, yumuşak davranmak, açıkça iyiliği emredip münker-den (kötülüklerden) alıkoymak ve buna benzer din ve dünya için fayda gözeterek affetmek, bağışlamak, müsamaha göstermek, güleryüzlülük gibi iyiliklerde bulun­mak.

Çünkü güzel söz söylemenin ruhlarda yapıcı bir etkisi vardır. Bu sayede insan­lar arası edebî ya da ahlâkî dayanışma gerçekleşir. Şam yüce Allah "İnsanlara güzel söz söyleyin." diye bunu ifade etmekte, din kardeşlerinize dememektedir. Böylelikle güzel söz ve iyiliği bütün insanlara karşı bir görev olduğunu göstermiş olmaktadır.

İmam Ahmed, Ebu Zerr (r.a.)'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nak­letmektedir: "Maruf olan hiç bir şeyi hakir görüp küçümseme! Herhangi bir iyilik yapma imkânını bulamayacak olursan kardeşini güler bir yüzle (olsun) karşıla!." İnsanlara fiilî olarak iyilikte bulunma emrinden sonra gelen ve güzel söz söylemek olan bu fazilet ile fiilî ve sözlü ihsanın iki ucu bir araya getirilmiş bulunmaktadır.

7- Namaz kılmak ve zekât vermek: Namaz dinin direğidir, takvaya götü­ren yoldur. Allah ile ilişki kurmanın, faziletlere sahip olup düşüklüklerden uzak kalmanın yoludur. Ancak bunun için namazın tam bir ihlâs ve Allah'ın azamet ve mutlak egemenliği önünde tam bir huşu ile kılınması lâzımdır. Ze­kâtı vermek ise toplumun işlerinin düzene girmesi için bir zorunluluktur. [221]

 

Yahudilerin Sözlerine Aykırı Birtakım Halleri

 

84-  Hani sizden: "Birbirinizin kanını dökmeyin ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın." diye süz almıştık. Sonra kabul ettiniz, hâlâ da şahitlik etmekte­siniz.

85- Sonra işte sizler birbirinizi öldürü­yor ve içinizden bir kesimi yurtların­dan çıkarıyor, onlara karşı günah ve düşmanlıkta birleşip yardımlaşıyorsu-nuz. Eğer size esir olarak gelirlerse fîdyeleşirsiniz. Halbuki onların çıka­rılması size haram kılınmıştır. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası dün­ya hayatında bir rezillikten başkası değildir. Kıyamet gününde de azabın en şiddetlisine uğratılırlar. Allah yap­tıklarınızdan gafil değildir.

86-  Onlar ahireti verip karşılığında dünya hayatını satın almış kimseler­dir. Azapları hafifletilmez, onlara yar­dım da edilmez.

 

Belagat:

 

"Yoksa siz kitabın bir kısmını... inkâr mı ediyorsunuz1?" Bu azarlamak için sorulmuş inkârî bir istifhamdır. "Bir rezillik" ibaresinin belirtisiz gelmesi ise rezilliğin ağır ve dehşetli olduğunu ifade etmek içindir.

Kelime ve İbareler:

"Hani sizden birbirinizin kanını dökmeyin", birbirinizi öldürmek suretiyle birbirinizin kanını akıtmayın, "birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayın", kimse kimseyi evinden, yurdundan etmesin."diye söz almıştık."

"Sonra kabul ettiniz", sizden alınan bu sözü kabul ile karşıladınız. "Hâlâ da" kendi aleyhinize bunu kabul ettiğinize dair "şahitlik etmektesiniz".

Onlara karşı günah (zenb), işleyenin yerilmeyi ve kınanması hak ettiği iştir. "ve düşmanlıkta" yani haksızlık ve saldırganlıkla, "birleşip yardımlaşıyor-sunuz." yani onlara karşı birbirinize destek oluyorsunuz.

"Eğer size esir olarak gelirlerse fidyeleşirsiniz." Mal veya başka şeyleri fidye olarak vererek esirlikten onları kurtarırsınız. Bu onlardan alınan söz­lerden idi. [222]

 

Yenilenip Duran Tarihi Gerçek:

 

Yahudilerin karşılıklı kan dökmeleri, biribirleriyle savaşmaları, biribirle-rini yurtlarından çıkarmaları aralarında oldukça sık görülen bir olaydı. Bu açıkça tespit edilebilen olay, Kur'an-ı Kerîm'in nazil olduğu döneme kadar de­vam edip durdu. Kurayzaoğulları Yahudileri Evslilerle, Nadîroğullan Yahudile­ri ise Hazreclilerle andlaşmalı idiler. Aralarında bir savaş çıktığı vakit her bir Yahudi kesim antlaşmalılar safında savaşa katılıyor ve bir Yahudi öteki Yahu-diyi öldürüyor, biri ötekinin evini, yurdunu tahrib ediyor, yurtlarından, evlerin­den ediyorlar, evlerde bulunan eşya ve malları da talan ediyorlardı. Halbuki Tevrat'ın hükmü gereğince bu onlara haram idi. Diğer taraftan biribirlerini esir aldıkları vakit de fidye vererek onları kurtarma yoluna gidiyorlardı. Ken­dilerine: Niçin onlarla önce savaşıyor, sonra da fidye ödeyip kurtarıyorsunuz? diye sorulduğunda, bize Tevrat'ta fidye verme emri verilmiştir, derlerdi. Peki, niye onlarla savaşıyorsunuz? diye sorulunca, bu sefer de andlaşmalı olduğu­muz kimselerin zelil kılınmasından utandığımız için, diye cevap veriyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?" buyruğunu indirdi. [223]

Bundan önce gördüğümüz ayet-i kerimeler yalnızca Allah'a ibadet etmek, anne babaya, akrabalara iyilikte bulunmak ve buna benzer Musa (a.s.) döne­mindeki İsrailoğulları'na verilmiş en önemli emirleri hatırlatmak mahiyetinde idi. Bu ayet-i kerimeler ise, onlara yasak kılman en önemli hususları hatırlat­mak sadedindedir. Hitap Peygamber Muhammed (s.a.) döneminde bulunan Ya­hudilere yöneliktir. Aynı zamanda bu belli bir ümmetin kendi arasındaki daya­nışmanın da delilidir ve ayrıca ümmetin tümünün bir fert gibi olduğunu gös­termektedir. Bu ümmetin sonradan gelenlerine geçmişlerinin izledikleri yolun etkileri isabet eder. Onların etkileri hayırsa hayır, kötülük ise kötülük olarak isabet eder. [224]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed! Yahudilere Tevrat'ta kendilerinden şu şekilde söz aldığı­mız zamanı hatırlat: Biribirlerini öldürmeyecek, biribirlerini evinden vatanın­dan çıkarmayacaklardı. Ayet-i kerimede "kanlarınızı, birbirinizi, yurtlarınızı" tabirlerinin kullanılması, toplumun diğer bir ferdinin yaşama hakkının, kişi­nin bizzat kendi yaşama hakkı gibi olduğuna işarettir. Çünkü bir insanı öldü­ren, bütün insanları öldürmüş, bir kimsenin hayatta kalmasına sebep olan da bütün insanları hayatta bırakmış gibi olur. İşte bu Mâide suresi 32. ayetin vur­guladığı bir gerçektir.

Sonra siz ey (Kur’an'ın nüzulüne) çağdaş olan Yahudiler! Geçmişinizden alınan bu sözü kabul ediyor, böyle bir şeyin varlığını reddetmiyorsunuz. O hal­de sizin için de bu bağlayıcı bir delildir.

Sizler bu hususta sizden sözün alındığını kabul etmekle birlikte yine de ahdi bozuyor, birbirinizi öldürüyorsunuz. Tıpkı daha öncekilerinizin yaptığı gi­bi. Kaynukaoğullan Kurayzaoğullarına düşman idi. Kurayzaoğulları Yahudile­ri Evslilerin andlaşmahları olarak, Hazreclilerle andlaşması bulunan Nadiro-ğulları Yahudileri ile -Evs ile Hazrec arasında savaş çıktığı taktirde- savaşıyor­du. Halbuki Yahudiler arasında bulunan din, dil ve soy birliği onların tek bir saf olmalarını gerektiriyordu.

Bu şekilde bütün Yahudiler diğer Yahudi kardeşlerine karşı öldürmek, ta­lan ve yağma gibi günah işler işliyor ve Yahudi kardeşlerine karşı, andlaşmalı-ianna yardımcı oluyordu. Yurttan çıkartmak gibi düşmanlık ve haddi aşmakla da aynı şekilde yardımlaşıyorlardı. Esirlerin fidye ile kurtarılması için ittifak yapıldığı vakit de, Yahudilerin her bir kesimi kendi soydaşlarını mal ile fidye ödeyip kurtarıyordu. Bunu da Kitab-ı Mukaddes'in hükmü gereğince yapıyor­lardı. Bu ise Tevrat'ta öldürmenin haram kılındığı gibi, size haram kılınmıştı. Peki nasıl oluyor da Kitabın bir kısmına iman ediyor ve esirlerin fidye ile kur­tarılması hükmüne riayet ediyorsunuz da, öbür hükümleri inkâr ederek öldür­me, yurttan çıkartma ve günah ve düşmanlıkla yardımlaşma suçlarını işleyebi­liyorsunuz? Halbuki imanın bölünme kabul etmeyeceği; bir kısmını inkârın, tü-aünü inkâr gibi olduğu bildiğiniz bir husustur.

Tevrat'ın bir kısmına iman edip diğer bir kısmını inkâr eden kimsenin böyle çelişkili ve son derece çirkin fiiline karşılık tek bir cezası vardır, o da iünya hayatında aşağılanmak ve rezil olmak, âhiret hayatında ise daimi azap-si. Allah hiç bir kimsenin yaptığından gafil değildir. O günahları dolayısıyla insanları cezalandırır.

Diğer taraftan bu ayet-i kerimeler, hem bu Yahudiler ve hem de başkaları apn genel bir hükmü tespit etmektedir ki o da şudur: Boş liderlik, mal almak abi dünya hayatını ahirete ve ahiretteki ebedî nimetlere tercih edenler, aslın­da fânî ve geçici olan dünyalık paylarını, edebî ve daimî nasiblerine tercih edip 3iılara öncelik tanımışlardır. Allah'ın Kitab-ı Kerim'indeki emirlerini terket-anek karşılığında, dünyayı satın almış kimselerdirler. Bunların ahiretteki azap­ları hafifletilmez, tek bir an dahi bu azaplarına ara verilmez. Dünyada da ahi-reîte de bunlara yardım olunmaz. Kimse onlara şefaatçi olmaz. Cehennemdeki cezalarını kimse kaldırmaz. Çünkü bunların günahları çok büyüktür, onları çe­peçevre kuşatmıştır. Bu günahları ilâhî rahmet ile kendileri arasında perde ol-xru= ve onları ilâhî feyzin rahmet ve bereketinden uzaklaştırmıştır.

İşte fertlerinin namaz, oruç ve hac gibi dininin bir takım hükümlerini ye­rme getirirken, başka hükümlere muhalefet edip zekâtı vermediği zenginlerinin fakirlerin haklarını ödemediği, aralarında hırsızlığın, zinanın, rüşvetin, haksızlığın yaygınlık kazandığı; adalet, eşitlik ve şûra gibi yönetim düzeninin temel esaslarının ihmal edildiği ve Allah yolunda ve cihat ederken zorda kal­mış müminlere yeterli yardımın yapılmadığı zamanlarda, belli bir dine bağlı her bir ümmet aynı şekilde dünya hayatında zillete, rezilliğe maruz kalır, ahi-rette de cehennem ateşinde azaba mahkûm olur. [225]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ahde vefa, ihlaslı müminlerin temel niteliklerindendir. Ahdi yerine getir­memek ve bozmak da kâfir ile münafıkların niteliklerindendir. Yerine getiril­mesi, uyulması gereken en bağlayıcı ahit ve mîsâklann başında Allah'ın ahdi gelmektedir. Bunu ihlâl edip bütün bölüm ve hükümlerine riayet etmeyen kişi cezayı, azarlanmayı ve kötü bir şekilde nitelendirilmeyi hak eder. Kur'an-ı Ke-rim'in bu şekilde aykırı davranış ve masiyetten "küfür ve inkâr" diye söz etme­si, günahı işlemeye kalkışırken Allah'ın yasağına aldırış etmeyen kimsenin, o yasağı inkâr eden bir kâfir olduğunu göstermektedir.

Bir kısmını alıp kabul ederek diğer bir kısmını da reddedip yüz çevirerek Allah'ın hükümlerini kısımlara bölmek, bütün ilâhî hükümleri inkâr etmektir. İlim adamları şöyle demektedir: Yüce Allah Yahudilerden dört tane söz almıştı: Öldürmeyi terketme, insanları yurtlarından çıkarmayı terketme, düşmanla yardımlaşmayı terketme ve esirlerini fidye ödeyerek kurtarma. Onlar esirlerini fidye ödeyerek kurtarma dışındaki bütün emrolunduklarmdan yüz çevirdiler. Bu bakımdan Yüce Allah onları ebediyete kadar okunacak Kur'an-ı Kerîm buy-ruklarıyla azarlayarak: "Siz kitabın -ki o Tevrat'tır- bir kısmına iman eder bir kısmını inkâr mı edersiniz?" diye azarlamış bulunmaktadır. [226]

Bizim şeriatimiz de esirleri kurtarmanın farz olduğu hükmünü pekiştir­miş bulunmaktadır. Maliki mezhebi âlimleri ve başkaları şöyle demektedir: Esirleri fidye ile kurtarmak isterse beytülmâlde (devlet hazinesinde) tek bir dirhem dahi kalmayacak olsun, vaciptir. İbni Huveyzi Endâd der ki: Ayet-i ke­rime esirlerin kurtarılmasının vacip olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Za­ten Resulullah (s.a.)'tan gelen rivayetler de bu doğrultudadır. O esirleri kur­tardığı gibi kurtarılmalarını da emretmiştir. Müslümanların da uygulamaları bu şekilde devam edegelmiş ve bu hususta icmâ gerçekleşmiştir. Esirlerin bey-tülmalden fidye ödenerek kurtarılmaları gerekir. Eğer beytülmal yoksa onları kurtarmak bütün müslümanlar üzerine bir farzdır. Müslümanlar arasından bunu yeteri kadar gerçekleştirebilenler çıkarsa bu farz ötekilerin üzerinden düşmüş olur. [227]

 

Peygamberlere Ve Allah Tarafından İndirilen Kitaplara Karşı Yahudilerin Tavrı

 

87- Andolsun ki Musa'ya o kitabı biz verdik ve ondan sonra da birbiri ar­dınca Peygamberler gönderdik. Mer­yem oğlu İsa'ya da beyyineler verdik. Onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik. Bir peygamber size her ne zaman nefisleri­nizin hevasına uymayan bir şey getir­diyse büyüktendiniz, bir kısmını ya­lanladınız, bir kısmını da öldürürdü­nüz.

88- "Kalplerimiz kılıflıdır" dediler. Öy­le değil, Allah küfürleri yüzünden on­lara lanet etmiştir. Onlar ne kadar az iman ederler!

89- Onlara Allah katından beraberinde bulunanı doğrulayıcı bir kitap geldi­ğinde -ki önceden kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlardı- işte o tanıdıkları kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Artık Allah'ın laneti o kâfirlerin üzeri­nedir.

 

I'râb:

 

"Onlar ne kadar az iman ederler". Onların imanları pek azdır. Burada az­lıktan kasıt var olmadığını ifade etmektir. Yani iman etmediklerini ifade et­mektir: "Ne kadar az şükrediyorsunuz?" (A'râf: 7/10) buyruğunda olduğu gibi. [228]

 

Belagat:

 

"Bir kısmını yalanladınız ve bir kısmını da öldürürdünüz" buyruklarının <H»e alınması, bundan sonra gelecek olan buyruklara dinleyenin iyice kulak ka­bartmasını sağlamak için bir teşvik m ^niyetindedir. Ayet-i kerimede, daha ön­ce geçen "Yalanladınız" fiiline uygun düşmesi için, "öldürdünüz" değil de geniş "»mam ifade eden muzari kipiyle "Öldürürsünüz" denilmesi ayet sonlarındaki fasılalar dolayısıyladır. (Fasıla: Her bir ayetin son harfine verilen addır.). Çün­kü ayetlerin fasılaları, beyit sonlan gibidir. Ayrıca muzari (geniş zaman kipi) çok ileri derecede garipsenecek mazi (dili geçmiş) olayları ifade etmek için de kullanılır. Adeta peygamberlerin öldürülme tabloları dinleyenin önünde canlı bir tablo olarak ifade edilmektedir.

"Allah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir" diye buyurulup bunun yerine "on­ların üzerlerinedir" diye zamir kullanılarak buyrulmamış olması, lanetin sebe­binin onların küfür ve inkârları olduğunu açıklamak içindir. [229]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O kitabı" yani Tevrat'ı "biz verdik. Ondan sonra da birbiri ardınca pey­gamberler gönderdik". Aynı yolu takip edecek şekilde peygamberleri arka arka­ya gönderdik.

İsa: Süryanice'de Yesû' şeklinde söylenir. Anlamı efendi veya mübarek de­mektir. Meryem, İbranice'de hizmetçi demektir. Çünkü annesi onu Beytü'l-Makdis'e hizmet etmek için adamıştı.

"Meryemoğlu İsa'ya da Beyyineler" ölüleri diriltmek, anadan doğma kör ve alacalıyı iyileştirmek gibi mucizeler "verdik. Onu Ruhu'l-Kudüs ile destekle­dik" yani güçlendirdik. Ruhu'l-Kudüs tabiri, bir sıfat tamlamasıdır. Arındırıl­mış kutsal ruh demek olup, kasıt Cebrail (a.s.)'dir. Ona bu adın verilmesi ise, tertemiz oluşundan dolayıdır. Peygamberler ile muhatab olur, onların nefisleri­ni takdis ve tezkiye ederdi. Hasan-ı Basri der ki: Cebrail'e Ruhu'l-Kudüs denil­mesi Kuds'ün Allah'ın adı oluşundandır. Onun adı Hz. Cebrail'dir. Bu şekilde bir izafet (isim tamlaması) Cebrail'in şanını şerefini yükseltmek içindir. Râzî der ki: "Ruhu'l-Kudüs"ün Cebrail olduğunun delillerinden birisi de "Rabbinden Ruhu'1-Kuds indirmiştir" buyruğudur. [230] Hz. Cebrail'e "Ruhu1-emin"de denil­mektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onu, Ruhu'1-Emin senin kalbin üzerine uyarıcılardan olman için apaçık Arapça bir lisan ile indirmiştir." (Şuarâ: 26/193-195).

"Nefislerinizin hevasına uymayan" yani sevmediğiniz hoşlanmadığı "bir şey getirdiyse büyüklendiniz" yani o peygambere uymayı kabul etmeyip büyük­lük tasladınız. "Bir kısmını" Hz. Zekeriyya ve Yahya (ikisine de selâm olsun) gibi peygamberleri "öldürdünüz".

"Kalplerimiz kılıflıdır". Yani üzerlerinde perdeler ve örtüler vardır. O ba­kımdan kalplerimiz senin söylediğini anlamamaktadır. "Öyle değil" yani onla­rın dedikleri kabul edilecek gibi değil. Gerçeğe uygun değil, aksine bu "Allah küfürleri yüzünden" yani onların kabul etmeyişlerinden, -yoksa kalplerindeki bir rahatsızlıktan dolayı değil- küfürlerinden dolayı olup bunun için de "onlara lanet etmiştir" yani rahmetinden uzaklaştırıp hakkı kabul etmekten uzak tut­muştur. "Onlar ne kadar az iman ederler!". Gerçekten az iman ediyorlar veya hiç iman etmiyorlar.

"Beraberlerinde bulunanı" yani Tevrat'ı "doğrulayıcı bir kitap" Kur'an-ı Kerim "geldiğinde ki önceden kafirlerin aleyhine fetih istiyorlardı" onun peygamber olarak gönderilmesiyle kâfirlere karşı zafer ve yardım istiyorlar ve: "Allahım, ahir zamanda gönderilecek peygamber ile bizi onlara karşı muzaffer kıl!" diyorlardı. "İşte o tanıdıkları" ki hak peygamberin gönderilmesidir; "gelin­ce", liderlik ve başkanlıkları ellerinden gider korkusu ile ve kıskançlıklarından dolayı onu "inkâr ettiler".[231]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas der ki: Hayber Yahudileri Gatafanlılarla sık sık savaşırdı. Kar­şı karşıya geldikleri her seferinde Hayber Yahudileri bozguna uğruyorlardı. So­nunda Yahudiler şu duayı yaptılar: "Allahım, ahir zamanda bize göndereceğini vadettiğin ümmî peygamber Muhammed hakkı için bizi onlara karşı muzaffer kılmanı diliyoruz." Gatafanlılarla her karşılaştıklarında bu duayı yaptılar ve Gatafanlılan bozguna uğratmaya başladılar. Fakat Muhammed (s.a.) peygam­ber olarak gönderilince onu inkâr ettiler. Bunun üzerine Yüce Allah: "... önce­den senin ile Ey Muhammed, kâfirlerin aleyhine fetih istiyorlardı. Artık Al­lah'ın laneti o kâfirlerin üzerinedir" buyruğuna kadar nazil oldu. [232]

İbni Ebî Hâtim'in İbni Abbas'tan rivayetine göre Yahudiler Resulullah s.a.)'ın peygamber olarak gönderilişinden önce Evs ve Hazreclilere karşı onun­la yardım diliyorlardı. Allah onu Araplar arasından gönderince peygamberliği­ni reddedip kâfir oldular ve onun hakkında daha önceki söylediklerini de inkâr ettiler. Muaz b. Cebel, Bişr b. el-Berâ ve Dâvud b. Seleme onlara: Ey Yahudiler! Allah'tan korkun ve İslâm'a girin. Biz müşrik iken Muhammed ile bize karşı yardım istiyordunuz ve onun peygamber olarak gönderilmesinin yakın olduğu­nu bildiriyordunuz. Bizlere onun niteliklerini anlatıyordunuz. Nadiroğulla-nndan birisi şöyle dedi: Bu peygamber bizim bildiğimiz bir şeyi bize getirmedi ve bu bizim size söz konusu ettiğimiz kişi değildir. Bunun üzerine Yüce Allah: ''Onlara Allah katından... bir kitap geldiğinde" buyruğunu indirdi.

es-Süddî de der ki: "Araplar Yahudilerin bulundukları yerlerden geçer ve onları rahatsız ederlerdi. Yahudiler de Tevrat'ta Muhammed (s.a.s.)'in nitelik­lerini, onun Allah tarafından peygamber olarak gönderileceğini ve onunla bera­ber Araplara karşı savaşacaklarını okuyorlardı. Muhammed (s.a.s.) onlara pey­gamber olarak gelince kıskançlıklarından "Bu Peygamber ne diye İsrailoğulla-n'ndan gelmedi? dediler." [233]

 

Açıklaması

 

Katı kalpli, maddî menfaatlere tapan, kişisel nevalarına ibadet eden Ya­hudiler arasında ilâhî uyarılar yenilenip durmuş, onlara arka arkaya pey­gamberler gönderilegelmiştir. İsrailoğulları bütün kavimler arasında kendilerine aralarından en çok peygamber gönderilmiş bir kavimdir. Bununla birlik­te uyarıları unutuyor, şeriatleri tahrif ediyor, nevalarına uyuyor ve peygam­berlerine kimi zaman yalanlayarak, kimi zaman da öldürürek isyan ediyor­lardı.

İşte bu ayetler onlara Hz. Musa'ya Tevrat'ın verildiğini ve onun ardından peygamberlerin de gönderilmiş olduğunu hatırlatmaktadır. Nitekim bir başka yerde de: "Sonra resullerimizi birbiri ardınca gönderdik." (Mü'minûn, 23/41) diye buyurulmaktadır. Hz. Musa'dan sonra gönderilen peygamberler: Yuşâ, Dâvûd, Süleyman, İlyas, el-Yesâ, Yûnus, Zekeriyyâ, Yahya ve İsâ (a.s.)dırlar. Hep­si de Hz. Musa'nın şeriatı ile hüküm veriyordu. Nitekim Yüce Allah buna işa­retle şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz biz Tevrat'ı indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. Teslim olmuş olan peygamberler onunla Yahudiler arasında hü­küm verirlerdi..." (Mâide, 5/44). Bununla birlikte Hz. İsa bazı hususlarda Tev­rat'tan farklı hükümler getirmişti. Bundan dolayı Yüce Allah ona beyyinatı vermişti ki, bunlar ölüleri diriltmesi, çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıp ona üflemesi sonucu Allah'ın izniyle canlı kuş oluvermesi, türlü hastalıkları iyi etmesi, gaybdan haber vermesi, Ruhul-kudüs ile yani Cebrail (a.s.) ile destek­lenmesi gibi muziceleridir. Bütün bunlar Hz. İsa'nın kendilerine getirdiği şey­lerde doğruluğunun deliliydi. İsrailoğullarının onu yalanlaması, kıskanması, ona karşı bazı hükümlerde Tevrat'tan farklı hükümler getirdi diye inatçılık et­meleri ileri dereceye ulaşmıştı. Nitekim Yüce Allah Hz. İsa'nın durumunu şu buyruğu ile haber vermektedir: "O size haram olan şeyleri sizin için helâl kıl­mak üzere ve Rabbinizden bir ayet ile geldi." (Al-i İmrân, 3/50), Sonuç şuydu: Kendilerine nefislerinin hoşlanmadığı -ki her zaman için nefisleri hayra yönel­memiştir- bir peygamber geldiği her seferinde, onu inkâr ettiler, zorbalık ede­rek, haddi aşarak ona karşı büyüklük tasladılar. İsa ve Muhammed (ikisine de selâm olsun) gibi kimi peygamberleri yalanladılar. Zekeriyyâ ve Yahya (ikisine de selâm olsun) gibi kimilerini de öldürdüler. Artık bunların Muhammed (s.a.)'in davetine iman etmeyişlerinde garipsenecek bir taraf yoktur. Çünkü inatçılık onların tabiatları gereğidir. Hitap bütün Yahudileredir. Çünkü onlar geçmişte bu tür işleri yaptılar ve onların soyundan gelen çocukları da buna ra­zı oldular.

Onların çirkin işlerinden bir tanesi de Resulullah (s.a.)'a: "Bizim kalpleri­miz üzerinde perde vardır, senin ne konuştuğunu anlayamıyoruz" demeleridir. Yüce Allah onlara şu şekilde cevap vermektedir: "Hayır, durum dediğiniz gibi değildir. Sizin kapleriniz fıtrat itibariyle hakka ulaştıran düşünce ve akıl yü­rütmeyi yapacak istidatta yaratılmıştır. Fakat Allah, peygamberleri inkâr et­meniz, Tevrat'ın, emir ve hükümlerine karşı gelerek asi olmanızdan dolayı siz­leri rahmetinden uzaklaştırmıştır."

Allah bu şekilde rahmetinden uzaklaştırmak veya kovmakla onlara zul-metmemiştir. Bilhassa onlar kendi öz nefislerine zulmediyorlardı. Onlar kita­bın bir kısmına iman ettiler, diğer bir kısmı ile ameli terkettiler ya da hiç iman etmediler.

Peygamberin niteliklerini ve geleceği zamanı biliyorlardı. Onun gelişi ile müşriklere karşı zafer talebinde bulunuyor ve: "Allah'ım! Tevrat'ta niteliklerini gördüğümüz ahir zamanda gönderilecek peygamber ile bize zafer ver." diyorlar­dı.

Allah katından bir kitap yani Muhammed (s.a.)'e indirilen Kur'an-ı Kerim, onlara beraberlerinde bulunan Tevrat'ı doğrulayıcı ve onlarca bilinen peygam­berlerin niteliklerini pekiştirici olarak gelince, Araplara olan kıskançlıkların­dan dolayı, hem o peygamberi hem daha önce söylediklerini inkâr ettiler. Onun davetini kabul etmeyi ve çağrısına olumlu cevap vermeyi büyüklüklerine -pey­gamberleri küçümseyerek- yediremediler. Halbuki bu, İslâm davetini inkârdır. [234]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu anlatılanlar, insanlardan bir kesimin ilâhî hükümlere karşı takındığı tavrı açıklayan apaçık bir tablodur. Bu ilâhî hükümlerden kim yüz çevirir, on­ları inkâr eder, kabul etmeyi büyüklüğüne yediremezse, onun beklenen kesin akıbeti azabı hak etmesi ve Yüce Allah'ın rahmetinden kovulmasıdır.

İsrailoğullan'na arka arkaya gönderilmiş bu peygamberler topluluğu in­sanların en isyankâr olan bu kesimine bile ilâhî inayetin ne kadar çok olduğu­nu ve bunlara hak yola dönme imkânını ne kadar çok sağladığını göstermekte­dir. İşte bu isyankâr ve kibirli kesimin cezalandırılmış olması ve adaletin ken­disidir.

Zaten Yüce Allah herhangi bir kimseye zulmetmekten münezzehtir. Onun: ''Öyle değil, Allah küfürleri yüzünden onlara lanet etmiştir." buyruğu imandan nefretle uzaklaşmalarının sebebini de açıklamaktadır. Bu önceden beri kâfir 3lup gösterdikleri cüretkârlıklar sebebiyle lanete uğramalarıdır. İşte bu, cezanın işlenen günaha karşılık olarak verilmesidir.

Yahudilerin haberlerine ve onların çirkin suçlarının açıklanmasına, zulüm ve küfürleri dolayısıyla azarlanmalarına ve Peygamber (s.a.)'in onların gizlemiş oldukları Tevrat'ın şeriatına dair söz edilen bütün bu hususlarda, Hz. Pey­gamberin peygamberliğine dair açık bir delil vardır. [235]

 

Allah'ın İndirdiklerini İnkar Etmeleri Ve Peygamberleri Öldürmeleri

 

90- Onların, Allah'ın kullarından dile­diği kimseye lütfundan indirmesini kıskanıp Allah'ın indirdiğini inkâr ederek nefislerini satmaları ne kötü­dür. Böylece gazap üstüne gazaba uğ­radılar. O kâfirler için hor kılıcı bir azap vardır.

91- Onlara: "Allah'ın indirdiğine iman edin" denildiği zaman: "Biz bize indiri­lene iman ederiz." derler. Ve  arkasın­dan geleni de inkâr ederler. Halbuki o nezdlerindekini doğrulayıcı bir ger­çektir: De ki: "Madem ki mümin idiniz, o halde Allah'ın daha önceki peygam­berlerini niçin öldürüyordunuz?"

 

İ'râb:

 

"Halbuki o nezdlerindekini doğrulayıcı bir gerçektir." Gerçeğin, Yüce Al­lah'ın indirdiği kitapların doğrulayıcı olma özelliğinde olmaması düşünülmez. Eğer doğrulayıcılık bu kitapların özelliği olmazsa o kitaplar da hak olmaktan, gerçek olmaktan çıkar. [236]

 

Belagat:

 

"Hor kılıcı bir azap." Burada, hor kılmanın azaba isnat edilmesi, fiillerin sebeplerine isnat edilmesi türündendir.[237]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onların kıskanıp" yani kıskanarak, kıskandıklarından dolayı, "Allah'ın" Kur"an-ı Kerim'den "indirdiğini inkâr etmek karşılığında nefislerini satmaları ne kötüdür." Bir başka şeyi alıp bir şeyi terkeden herkes, o bıraktığı şeyi satmış olur. Bunlar da nefislerini bırakıp inkârı almış kimselerdir.

"Böylece gazap üstüne gazaba uğradılar." Üst üste gazaba maruz kalmış olarak döndüler. Gazap lanetten daha ağırdır. Yani onlar gazapla içice olmuş bir halde geri döndüler.

"Ve arkasından", onun dışında veya daha sonra Kur'an-ı Kerim'den "geleni de inkar ederler. Halbuki o nezdlerindeki doğrulayıcı bir gerçektir. De ki: Ma­dem ki mümin idiniz, öyle ise daha önce Allah'ın peygamberlerini niçin öldürü­yordunuz?" Burada Peygamber (s.a.s.)'in çağdaşı olanlara atalarının yaptıkları hatırlatılarak hitap edilmektedir. Zira onlar da bu işten hoşnut olup yanlış bir Laraf görmüyorlardı. [238]

 

Açıklaması

 

Peygamber (s.a.)'in çağdaşı olan Yahudiler onun Tevrat'ta müjdelenen pey-şamber olduğunu bilirler: "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını ta­nıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/246). Fakat kıskançlıklarından dolayı iman etmiyorlardı. Yüce Allah onları bu tutumları dolayısıyla ağır bir şekilde yere­rek cezalandırmaktadır. Çünkü onlar küfrü imana tercih ederek bu yolda ken­dilerini feda etmişler, adeta satıcı bir kimsenin sattığı bir şeyi elinden çıkart­ması gibi, nefislerini de öylece kaybetmişlerdir. Onların küfür ve inkârlarının sebebi, kıskançlığın bir sebebi olan tam bir inatla liderliğin ve servetin ellerin­den kaybolması korkusu ve Yüce Allah'ın kendi lütfuyla kullarından dilediği kimseye vahyi indirmesinden hoşlanmayışlarıdır. O bakımdan onların cezaları sn şekilde tecelli etmiştir: Hz. Musa (a.s.) ve ondan sonra gelen peygamberleri inkâr ettikten sonra, Muhammed (s.a.)'i de inkâr ettiklerinden dolayı, Al-îahtan gelen yeni bir gazapa uğratılmışlardır. Bu küfür ve inkârları sebebiyle stimya ve ahirette hor ve hakir kılıcı bir azaba da müstehak olmuşlardır. Dün­ya hayatında onlar için bir rezillik ve kötü bir hal, ahirette ise cehennem ate­şinde ebediyyen kalmaları söz konusu olacaktır.

Peygamber (s.a.) ile ashabı, Medine'deki Yahudilere: "Allah'ın indirdiği Sn/an-ı Kerim'e iman ediniz." dediklerinde o Yahudiler: "Biz Tevrat'ta bize in-îırilene iman ederiz, onun dışında kalanı -ki o da Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gelen ve hak ve doğru olduğundan şüphe bulunmayan Kur'an-ı Kerim'dir- ise -nkâr ederiz." diye cevap veriyorlardı. Yüce Allah ise onlara şöyle cevap ver-»ektedir: "Kur*an Allah katından gelmiş, beraberinizde bulunan Tevrat'ı doğ­rulayıcı hakkın kendisidir. Her iki kitap da Allah tarafından gönderilmiştir. Sizler nasıl olur da Kitab'm kimisini inkâr ediyor kimisine iman ediyorsunuz? Aksine sizler öldürmeyi haram kılan hükmü ihtiva eden Tevrat'a iman eden kimseler değilsiniz. Çünkü sizler haksız yere peygamberleri öldürmüş bulunu­yorsunuz. Eğer sizler gerçekten Tevrat'a iman eden kimseler idiyseniz, niye o peygamberleri öldürdünüz?"

Yüce Allah burada öldürme işini Resulullah (s.a.)'in çağdaşı olanlara nis­pet etmektedir. Çünkü onlar önceki geçmiş atalarının yaptıkları öldürme ve benzeri diğer işleri onaylıyorlardı. Bunu bir muhalefet veya bir isyan saymıyor­lardı. Küfrü işleyen ile onu uygun gören arasında hiç bir fark yoktur. Ayrıca unlar isyan ve itaatsizlikte birbirleriyle dayanışma halindedirler ve biribirleri-ju desteklerler. Atalarının yaptığı cürümleri her fırsatta kendileri de tekrarlı- Eğer böyle bir rıza ve kabul bulunmayacak olsa elbetteki çocuklar hakkında günah söz konusu olmaz. Çünkü her bir nefis kendi durumundan so­rumludur ve hiç bir kimse başka bir kimsenin günahını yüklenecek değildir. [239]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Fani olanı kalıcı olana tercih etmek, basit, değersiz bir şeyi pahalı ve de­ğerli bir şeye tercih etmek, selim bir aklın işi değildir. Hatta insanın gerçek maslahatı bunu kabul edemez. Çünkü hayrın devam etmesi, nimetin kalması, menfaatin daha iyi korunmasını sağlar, nefsin şerefini daha iyi muhafaza eder. Bundan dolayı Kur*an-ı Kerim şu hususu vurgulayarak Yahudilerin uygulama­sını tenkit etmiştir: Hakkı batıla, imanı küfre değiştikleri için kendileri adına seçtikleri şey çok kötüdür. Yahudiler Allah'ın peygamberleri Musa (a.s.)'ya in­dirmiş olduğu Tevrat'a eksiksiz bir şekilde iman etmediklerine göre, onların Kur"an-ı Kerim'e iman etmeleri de umulmaz.

Buzağıya tapmaları, Hz. Musa'nın işini zorlaştırıp onu inkâr etmeleri; Muhammed (s.a.)'i ve Kur'an-ı Kerim'i yalanlayıp kâfir olmaları gibi eski ve ye­ni masiyetleri onları hor kılıcı azaba götürür. Bu ise cehennem ateşinde ebedi olarak kalmayı gerektirir. İsyankâr müminlerin cehennemde azap görmeleri ise geçici bir durumdur; bu, onları arındırmaktır, günahlarından temizlemek­tir. Tıpkı günah işleyen bir kimsenin dünya hayatında ceza görmek suretiyle temizlenmesi gibi. Zina eden kimsenin recmedilmesi, hırsızın elinin kesilmesi buna örnektir. [240]

 

Tevrat'a İman Ettikleri İddialarının Yalanlanması

 

92- Andolsun ki, Musa size beyyinelerle gelmişti. Sonra siz onun ardından bu­zağıyı (ilâh) edindiniz. Siz zalimlersi­niz.

93- Hani sizden bir söz almış ve Tûr'u tepenizin üstüne kaldırıp "Size verdi­ğimizi kuvvetle tutun ve dinleyin" de­miştik. Onlar: "Dinledik, isyan ettik" demişlerdi. Küfürleri yüzünden buzağı kalplerinde içirilmişti. De ki: "Eğer müminler iseniz, imanınızın size em­rettiği şey ne kötüdür!"

 

Belagat:

 

"Buzağı kalplerinde içirilmiş idi." Yani buzağının sevgisi kalplerine sindiril­mişti. Bu, Yüce Allah'ın: "İçinde bulunduğumuz şehire de aralarında bulunduğu­muz kafileye de sor" (Yusuf, 13/82) buyruğuna benzemektedir. Yani içinde bulundu­runuz şehir halkına ve kendileriyle birlikte geldiğiniz kafile halkına sor, demektir.

"İçirümiş idi." Burada kapalı istiare vardır. Buzağıya tapma sevgisi rahat xe kolay bir şekilde içilen, oldukça lezzetli bir içeceğe benzetilmektedir. Kendi-sjne benzetilen hazfedilerek ona gereklerinden bir şey olan içirmek tabiri ile işarette bulunulmuştur.

"Eğer müminler iseniz" buyruğu, onların imanlarının şüpheli olduğu ve mümin olmak iddialarının doğruluğunun reddedildiğini ifade etmektedir. (Keş­şaf, I, 227). Tevrat'a "İmanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!" Çünkü Tev­rat'ta buzağılara tapmak diye bir şey yoktur. Emrin imana izafe edilmesi, on­larla bir çeşit alaydır. Hz. Şuayb'ın kavminin: "Sana namazını mı emrediyor?" Hûd: 11/87) şeklindeki sözlerinde olduğu gibi. Burada imanın onlara izafe edil­mesi de bu şekildedir. [241]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Beyyineler" yani asâ, el, denizin yarılması gibi mucizeler.

"Sonra siz onun ardından" Hz. Musa'nın mikata gitmesinin akabinde "bu­zağıyı" ilâh ve mabud "edindiniz. Siz" buzağıyı ilâh ve mabud edinmekle "za­limlersiniz", zulmedenler oldunuz.

"Hani sizden" Tevrat'ta bulunanlar gereğince amel etmek üzere "bir söz al­mış ve Tûr'u tepenizin üstüne kaldırıp size verdiğimi kuvvetle" yani tam bir ka­rarlılık ve gayretle "tutun ve "üzerinde düşünmek, ona itaat edip bağlanmak amacı ile" dinleyin demiştik".

"Buzağı kalplerinde içirilmiş idi". Yani içilen bir şey vücuda nasıl karışı­yor ise, buzağı sevgisi de o şekilde kalplerine sinmişti.

"Eğer müminler iseniz", yani iddia ettiğiniz gibi Tevrat'a inanıyor iseniz, "imanınızın size emrettiği şey ne kötüdür!" Tevrat'a inancınız size buzağıya ta­pınmayı emrediyorsa bu ne kadar kötü bir şeydir! Yani sizler Muhammed'i (s.a.) yalanlamış iken Tevrat'a iman etmiş olamazsınız. Çünkü Tevrat'a iman etmek Muhammed'i yalanlamayı emretmez. [242]

 

Açıklaması

 

Yahudiler şanı Yüce Allah'ın kendilerine ihsan buyurmuş olduğu nimetle­re karşılık nankörlük ettiler. Nitekim bu husus, bundan önceki ayetlerden açıkça anlaşılmaktadır. Aynı şekilde vadedilen arzdaki nimetlerde de durum böyle olmuştu. Yine orada apaçık ayetleri ve Musa (a.s.)'nın getirip onun Al­lah'ın resulü olduğunu gösteren Allah'tan başka hiçbir ilâh olmadığını belgele­yen kesin delilleri de inkâr etmişlerdi. Sözü geçen apaçık beyyineler, Tevrat'ın nazil olduğu mikat (Tevrat'ın Musa'ya verilmesi için söz verilen vakit)'tan önce meydana gelmiş olan mucizelerdir. Bunlar ise Yüce Allah'ın: "Andolsun Mu­sa'ya dokuz tane apaçık ayet vermiş idik" (İsra: 17/101) buyruğunda belirtildiği gibi, dokuz tanedir. Sözü geçen bu ayetler tufan, çekirgeler, haşerat, kurbağa­lar, kan, asâ, el, denizin yarılması ve yıllarca süren kuraklık ve kıtlıktır. Ancak bütün bu apaçık ayetler, şirk ve putperestliğe daha çok gömülmelerinden baş­ka bir işe yaramadı. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine şükredecek yerde, Al­lah'tan başka kendisine tapındıkları buzağıyı ilâh edindiler. Sözü geçen bu bu­zağı ise, Samiri'nin süs eşyalarından kendilerine yaptığı ve ilâh kabul edip ta­pındıkları bir puttur. Bu onların kalplerinin katılığının, akıllarının bozukluğu­nun delilidir. O bakımdan onların hidayet bulmaları umulamaz. Bu yaptıkları bir zulümdür, bir şeyi konulması gereken -hakkettiği yerden başka yere koy­maktır. Allah'a şirk koşmaktan daha büyük hangi zulüm olabilir!

Ey Muhammed! Tevrat'ta bulunanlar gereğince amel etmek, orada bulunan hükümlere tam bir gayretle sıkı sıkıya sarılmak üzere kendilerinden söz alındı­ğı zamanı da onlara hatırlat! Onlar kendilerinden alınan bu söze aykırı hareket etmiş, ondan yüz çevirmişlerdi. Nihayet kalplerine korku salmak üzere Tür (da­ğı) üzerlerine kaldırılmış, bunun üzerine onu kabul etmişlerdi. Fakat daha son­ra yine buna aykırı harekette bulunmuşlardı. Bununla onlar adeta "dinledik ve isyan ettik" demiş gibi oldular. Ardından aykırı davranışları daha da ileriye gö­türdüler, şirke düştüler. Buzağıyı ilâh edindiler, buzağıya karşı duydukları sev­gi kalplerine kadar işledi. Mısır'da kabul ettikleri putperestlik sebebiyle buzağı­ya tapınmaya karşı duydukları aşın sevgi ruhlarında alabildiğine yer etti.

Ey Muhammedi Sen geçmişteki önderlerinin bu durumlarını öğrenmele­rinden sonra çağında yaşayan Yahudilere de ki: Sizin Tevrat'a olan imanınız böyle bir şeye çağırıyor ise buzağıya tapınmak, peygamberleri öldürmek, sözle­rinde durmamak türünden amellere yönelten imanınız ne kadar kötü bir iman­dır!

Bu ayet-i kerimeler Hz. Muhammed (s.a.)'e iman etmeyen ve yalnızca Tev­rat'a iman ettiklerini ileri süren Yahudilerin imanlarını reddetmektedir. Çün­kü onlar gerçekte hiçbir şeye iman etmiyorlar; Tevrat'a da Kur"an-ı Kerim'e de. O bakımdan azarlanıp ağır bir şekilde sitem edilmeyi hak etmişlerdir. [243]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bir şeye sağlıklı bir şekilde iman etmek bu imanın gerekleri ile tam bir uyum halinde olmayı icab ettirir. Gerçek anlamda Tevrat'a iman eden kimse­nin Tevrat'ta bulunan hükümler gereğince amel etmesi, yasaklarından uzak durması, emirlerine bağlı kalması gerekir. Aynı zamanda bu, o kimsenin Tev­rat'ı destekleyen, kuvvetlendiren, muhtevasını onaylayan her şeye iman etme­sini de gerektirir. Kur'an-ı Kerim Tevrat'ta bulunan hükümleri doğrulayıcı ola­rak gelmiştir. Dolayısıyla ona iman etmek ve hükümlerine uymak gerekir.

Geçmişteki ve Hz. Peygamber (s.a.) devrindeki Yahudilerin durumları hayret edilecek bir durumdur. Onlar Tevrat'a iman ettiklerini ileri sürüyorlar­dı. Yüce Allah'ı tevhide ve yalnızca ona ibadete ileten bir kitaptır o. Buna rağ­men onlar kalkıyor, buzağıya tapınıyor, onu ilâh ediniyorlar. Allah'ın ayetlerini ve Muhammed (s.a.)'i inkâr ediyorlar. Bunlar günahların en büyüğü ve aleyhle­rine olan işlerin en ağırıdır. Çünkü onlar, peygamberlerin en sonuncusu, bütün peygamber ve resullerin efendisi, bütün insanlara gönderilmiş son peygamberi inkâr etmişlerdir.

O halde ahdi bozmak, Allah'ın ayetlerini inkâr etmek, Allah'ı bırakıp bu­zağıya tapınmak gibi bunca çirkin işi yaptıktan sonra kendilerinin iman ettik­lerini nasıl iddia edebilirler?

Bununla birlikte daha önce onlara verilen nimetlerin sayıldığı esnada bu­zağıya tapmaktan dolayı tevbe ettiklerinde Allah onları affetmiş ve tevbelerini kabul buyurmuştur. [244]

 

Yahudilerin Hayata Tutkunluğu

 

94- De ki: Eğer Allah nezdinde ahiret yurdu, insanlar içinde sizden başka kimseye değil de yalnız sizin ise, eğer doğru söyleyenler iseniz ölümü temen­ni edin.

95- Fakat onlar önceden ellerinin gön­derdikleri dolayısıyla onu asla temen­ni etmezler. Allah o zalimleri çok iyi bilendir.

96- Andolsun ki sen onları insanlar arasında müşriklerden bile hayata da­ha tutkun bulursun. Onlardan biri kendisine bin sene ömür verilsin ister. Halbuki onun ömrünün uzatılması kendisini azaptan kurtarıcı değildir. Allah onların yapmakta olduklarını çok iyi görendir.

 

Belagat:

 

"Asla temenni etmezler". Burada "asla" diye anlamı verilen kelimenin karşılı­ğı "len" dir. Cuma suresinde ise bu (Cuma: 62/7) "lâ" ile ifade edilmiştir. Çünkü buradaki iddiaları orda sözü geçen iddialarından daha büyüktür.(=asla temenni etmiyorlar). Burada cennetin sadece kendilerinin olduğunu iddia ederken, orada kendilerinin Allah'ın dostları olduğunu ileri sürdüklerinden söz edilmektedir. [245]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki sen onları insanlar arasında" kötü akıbetlerini ve Allah nez-dindeki hüsranlarını bildiklerinden dolayı uzunca ömür sürmeye "hayata müş­riklerden bile daha tutkun bulursun". Burada tutkunluk, bir şeyi büyük bir aç­gözlülükle istemek demektir. Onların bu tutkunluklarının sebebi ise dünyanın mümin için bir hapishane, kâfir için bir cennet gibi olmasından dolayıdır. [246]

 

Nüzul Sebebi

 

94. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, Ebu'l-Aliye'den şunu nakletmektedir: Yahudiler: "Cennete Yahudi olanların dışında kimse giremeyecektir" deyince Yüce Allah da: "De ki: Eğer Allah nezdinde ahiret yurdu in­sanlar içinde sizden başka kimseye değil de yalnız sizin ise... ölümü temenni edin", buyruğunu indirdi. [247]

 

Açıklaması

 

Peygamber (s.a.)'in Yahudilere şöyle demesi emredilmektedir: "Eğer sizler bütün insanlar arasında cennetin yalnız size ait olduğunu, sayılı günler dışın­da da ateşin size dokunmayacağını, Allah'ın seçkin milleti olduğunuzu iddia et­menizde doğru söyleyen kimseler iseniz, haydi bu konuda kimsenin sizinle or­tak olamayacağını ve karşı davada bulunamayacağını ileri sürdüğünüz ebedî ve katıksız nimetlere ulaştıracak ölümü temenni ediniz." Çünkü hiçbir insan mutluluktan yüz çevirip de bedbahtlığı tercih etmez. Eğer bu sözün kendilerine söylendiği vakit böyle bir temennide bulunmuş olsalardı, yeryüzünde bulunup da ölmedik Yahudi kalmayacaktı. İbni Abbas der ki: Eğer ölümü temenni etmiş olsalardı, onlardan her bir kimse (en azından) yutkunurken dahi nefes borusu­na kaçacak olan tükürük damlası ile boğulup giderdi.

İbni Abbas'tan gelen rivayete göre maksat şudur: Bizden ve sizden kim ya­lancı ise ona ölümün gelip çatmasını isteyiniz, beddua ediniz. Ancak onlar böy­le bir isteği yerine getirmediler ve dua etmediler, çünkü yalan söylediklerini bi­liyorlardı.

İbni Kesir der ki: İbni Abbas'm ayet ile ilgili yapmış olduğu bu açıklama kabul edilecek tek açıklamadır. Bu da kendileri mi yoksa müslümanlar mı, hangisi yalancı ise ona beddua etmek şeklindedir. Ölümü temenni etmekle on­lara karşı getirilmek istenen delil, açık bir şekilde ortaya çıkmaz. Çünkü ileri sürdükleri idialannda samimi olduklarına, doğru söylediklerine inanmaları on­ları ölümü temenni etmek zorunda bırakmaz. Çünkü Allah'ın salih bir kulu ol­mak ile ölümü temenni etmek birbirinden ayrılmaz şeyler değildir. Nice salih insanlar da vardır ki ölümü temenni etmez. Hatta hayrı daha da artsın, cen­netteki yeri ve derecesi daha da yükselsin diye ömrü daha da uzun olsun ister. Nitekim hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur: "Sizin hayırlınız ömrü uzayıp da ameli güzelleşendir". [248]

Her ne şekilde olursa olsun onlar Tevrat'ı tahrif etmek, günahsız peygam­berleri öldürmek ve kitaplarında müjdelenmiş olmasına rağmen Peygamber (s.a.)'i inkâr etmek gibi işledikleri küfür, fasıklık ve isyanları sebebiyle buna asla yanaşmaz.

Daha sonra şanı yüce Allah, kendi yüce zatına yemin ederek -"bulursan" anlamını ifade eden kelimede "lâm" harfinden sonra gelen "te" harfi bu yemini ifade eder- insanlar arasında uzunca bir hayata en tutkun kimselerin Yahudi­ler olduğunu belirtmektedir. Hatta onlar, Allah'a şirk koşup öldükten sonra di­rilmeye iman etmeyen müşrikler de dahil olmak üzere, bütün insanlar arasmda hayata en tutkun kimselerdirler. Halbuki, müşriklerin insanlar arasında hayata en tutkun kimseler olmaları gerektiği varsayılır. Çünkü onlara göre dünya hayatı ilk ve sondur. Arap müşrikleri bu dünya hayatından başkasını bilmiyor ve ahirete dair bir bilgiye sahip değillerdi.

Fakat dünya ve maddeye tutkun olan Yahudilerden her bir kimse, bin se­ne veya daha fazla ömür sürsün ister. -Araplar bin'i çoklukta mübalağa etmek için kullanırlar. Çünkü ahirette Allah'ın azabı ile karşılaşacağını ummakta, bundan dolayı da dünyayı ahiretten hayırlı görmektedirler. Fakat istediği ka­dar uzun olsun, onlardan herhangi bir kimsenin dünyada kalması Allah'ın em­rinden ve can yakıcı azapla cezalandırılmasından kendisini uzaklaştırmaz. Al­lah bunlar karşılığında kendilerini cezalandıracaktır. [249]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler Yahudilerin imanının doğruluğunu ortaya çıkarmak ve Allah teâlânın Kur'an-ı Kerim'de bize naklettiği batıl iddialarını çürütmek için bir sınamadır. Bu tür batıl iddiaları, mesela şu ayetlerde dile getirilmekte­dir: "Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmaz" (Bakara: 2/80); "Yahudi ve Hristiyan olandan başkası asla cennete girmez, dediler" (Bakara: 2/111); "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz derler" (Maide: 5/18) dediler. Onların sınan­dıkları konu ebedî saadete ermek için Allah yolunda canlarını feda etmek, dini ve dinin korunması gereken şuurlarını himaye etmek kastı ile ölümü temenni etmektir. Bu sınavın sonucu ise kaçınılmaz ve kesin bir şekilde tereddüt ve yan çizmek olmuştur. Çünkü Yahudiler dünyada kalmayı arzulayan, Allah'ın huzuruna çıkmaktan hoşlanmayan maddeci bir kavimdirler. İleri sürdükleri iddialarda kendilerinden emin değildirler. Onlar sürekli bir huzursuluk, şaş­kınlık ve ızdırap içerisindedirler. Kendilerini korkuya düşüren ve ruhlarını de­rinden rahatsız eden bir şüphe içerisindedirler. Ayet-i kerime gaybe dair haber vermeyi ihtiva eden mucizelerden bir tanesidir ve fiilen gerçekleşen de budur. Resulullah (s.a.)'ın çağında hiçbir Yahudinin ölümü temenni ettiğine tanık olunmamıştır. Kaldı ki Hz. Peygamber bu hususta şöyle buyurmuştur: "Eğer Yahudiler ölümü temenni etselerdi ölümlerini ve cehennemdeki yerlerini de gö­rürlerdi". [250]

Her birisine bin yıllık ömür verilmesini isteyen bu kimselerin yaptıklarını Yüce Allah çok iyi bilir, görür ve bunların hepsinden haberdardır. İlim adamla­rı şöyle der: Şanı yüce Allah'ın kendi zatını çok iyi görücü olarak nitelendirme­si işlerin gizliliklerini iyi bildiği anlamındadır. Arap dilinde basir (çok iyi gö­ren), bir şeyi çok iyi bilen, ondan iyice haberdar olan demektir. Tıpta basireti vardır, fıkıhta basireti vardır, sözleri bu anlamı ifade eder. [251]

 

Yahudilerin Cebraile, Diğer Meleklere Ve Peygamberlere Karşı Tavırları

 

97-De ki: "Kim Cebrail'e düşman ise  muhakkak ki o, onu -Allah'ın izniyle- kalbin üzere, önündekini doğrulayıcı,  müminlere de hidayet verici ve müjde  olmak üzere indirmiştir.

98- Kim Allah'a, meleklerine, peygam- herlerine, Cebrail ve Mikâil'e düşman  olursa, şüphesiz Allah o kâfirlerin düş-manidir.

 

İ'râb:

 

"Muhakkak ki o", buradaki zamir Cebrail (a.s.)'e aittir, "onu... indirmiştir", buradaki zamir de Kuı'an-ı Kerim'e aittir. Çünkü durum ona delâlet etmekte­dir, "muhakkak biz onu... indirdik" (Duhân: 44/3) buyruğunda da kasıt, Kur'an-ı Kerim'dir. "Onun üzerinde bulunan herkes fânidir" (Rahman: 55/26). Burada­ki zamir de yeryüzüne aittir, "Ta ki o perdenin arkasına girdi" (Sa'd: 38/32). Burada da kastedilen güneştir. Bunlardan açıkça söz edilmese bile, durum za­mirin bunlara gittiğini göstermektedir.

"Şüphesiz Allah o kâfirlerin düşmanıdır" buyruğunda açıkça ifade edilen "kâfirler", bu şekilde düşmanlık edenlere gitmesi gereken bir zamir yerine kul­lanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Çünkü kim korkar ve sabrederse herhalde Allah iyi hareket edenlerin mükâfatını zayi etmez." (Yû­suf: 12/90) Burada da korkan ve sabredenlere gidecek bir zamir kullanılarak "onların mükâfatını, ecirlerini" denilmeyip, zamirin yerine "iyi hareket eden­ler" denilerek, açık bir isim kullanılmıştır. [252]

 

Belagat:

 

"Kalbin üzere" özellikle "kalbin" söz konusu edilmesi aklın, bilginin ve bil­gileri algılamanın yeri olmasından dolayıdır.

"Cebrail ve Mikâil" in meleklerden sonra ayrıca söz konusu edilmeleri, on­ların şeref ve şanlarına işaret etmek üzere, genelden sonra özelin söz konusu edilmesi tütündendir.,

"Şüphesiz Allah o kâfirlerin düşmanıdır". Bu cümle yaptıklarını işin çirki-nilğinin daha ileri boyutlarda ifade edilmesi için isim cümlesi olarak gelmiştir.

Çünkü isim cümlesi devamlılığı ifade eder. Ayrıca "kâfirler" denilerek zamir kullanılmayarak, küfrün niteliği açıklanmaktadır ki o da onların meleklere olan düşmanlıklarıdır. [253]

 

Nüzul Sebebi

 

97. ayet-i kerime'nin nüzul sebebiyle ilgili olarak Tirmizî'nin rivayetine göre, Yahudiler Resulullah (s.a.)'a: "Meleklerden Rabbi katından risalet ve vah­yi getiren belli bir meleğin gelmediği hiçbir peygamber yoktur. Sana bunu geti­ren arkadaşın kimdir? (Bize söyle) ki sana tabi olalım." demeleri üzerine Resu­lullah (s.a.) "Cebrail'dir" diye cevap verir. Bu sefer Yahudiler söylediler: O, sa­vaş ile ilgili emirleri indiren birisidir, o bizim düşmanımızdır. Eğer sen yağmur ve rahmeti indiren Mikâil demiş olsaydın, sana inanırdık. Bunun üzerine Yüce Allah: "... o kâfirlerin düşmanıdır" buyruğunu indirdi. [254]

İmam Ebu Ca'fer et-Taberî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demiştir: Tefsir ilmine vakıf ilim adamları ittifakla şunu belirtirler: Bu ayet-i kerime İs-railoğullan'ndan Yahudilere cevap olmak üzere inmiştir. Çünkü onlar Cebra­il'in kendilerinin düşmanı olduğunu, Mikâil'in ise kendilerinin dostu olduğunu ileri sürmüşler, daha sonra da bunun hangi sebepten dolayı olduğu hususunda farklı gerekçeler ortaya koymuşlardır.

İmam Ahmed, İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Yahudiler­den bir grup Resulullah (s.a.)'ın yanma gelip şöyle dediler: Ya Ebe'l-Kasım, bize ancak bir peygamberin bilebileceği, sana soracağımız bazı hususlara dair bilgi ver. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "İstediğinizi sorun. Fakat bana Ya'kub'un çocuklarından almış olduğu sözü verin! Eğer size bir şey söylerim ve siz de onun doğru olduğunu bilirseniz İslam üzere bana uyacağınıza söz veriniz." Onlar: "Sa­na istediğin gibi söz veriyoruz." deyince Resulullah (s.a.): "Dilediğinizi sorun" bu­yurdu. Onlar şöyle sordular: "Sana dört husus soracağız, sen de onları bize bildir. Bize Tevrat indirilmeden önce İsrail'in (Ya'kub'un) kendisine hangi yemeği ha­ram kıldığını, kadının suyu ile erkeğin suyunun nasıl olduğunu, bu sudan erkek ve dişinin nasıl yaratıldığını ve şu Tevrat'ta sözü geçen ümmî peygambere me­leklerden hangisinin dost olduğunu bildir. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer ben size bunları bildirirsem mutlaka bana uyacağınıza dair Allah adma söz veri­yor musunuz?" Onlar, bu konuda Hz. Peygamber'e söz verdiler. O da bütün sor­duklarına cevap verdi. Fakat kendilerine: "Benim dostum Cebrail'dir. Allah ne kadar peygamber gönderdiyse mutlaka Cebrail o peygamberlerin de dostudur." deyince, Yahudiler: "Hayır, o bizim düşmanımızdır." diye cevap verdiler. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Kim Cebrail'e düşman ise..." buyruğunu indirdi.

Buharî Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Abdullah b. Selâm, Resulullah (s.a.)'ın Medine'ye geldiğini işitir. O sırada Abdullah bir arazide meyve topluyordu. Resulullah (s.a.)'m yanına gelip dedi ki: Ben sana üç hususa dair soru soracağım ki bunları bir peygamberden başkası asla bile­mez:

- Kıyamet alâmetlerinin ilki hangisidir? Cennetliklerin ilk yiyecekleri ne­dir? Çocuk babasına ya da annesine hangi sebepten benzer? Hz. Peygamber: "Bunu az önce bana Cebrail haber verdi" deyince, Abdullah: Cebrail mi? diye sorar, Hz. Peygamber: "Evet" deyince, Abdullah şöyle der: "O Yahudilerin me­lekler arasında düşman edindikleri birisidir. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Kim Cebrail'e düşman ise muhakkak ki o onu Allah'ın izniyle... indirmiştir." ayetini okudu. (Devamla) dedi ki: "Kıyamet alâmetlerinin ilki şudur: Bir ateş insanları doğudan batıya doğru önüne katıp toplayacaktır. Cennet ehlinin ilk yiyeceği ise balık karaciğeridir. Erkeğin suyu kadının suyundan ileri olursa ço­cuk babaya benzer, kadının suyu ileri olursa çocuk kadına benzer. Abdullah b. Selâm bunun üzerine, "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve senin onun resulü olduğuna şahitlik ederim" dedi ve devam etti: "Ey Allah'ın resulü Yahudiler if­tiracı bir kavimdir. Benim müslüman olduğumu öğrenirlerse bana iftiralarda bulunurlar."

Yahudilere gelince Resulullah (s.a.) onlara: "Aranızda Abdullah b. Selam nasıl bir adam olarak bilinir?" diye sorar. Onlar: "Bizim en hayırlımızdır, en hayırlımızın oğludur, efendimizdir, efendimizin oğludur. Hz. Peygamber sorar: "Ya İslâm'a girerse, görüşünüz nedir?" Onlar: "Allah onu böyle bir şeyden koru­sun" deyince, Abdullah saklandığı yerden çıktı ve "Allah'tan başka ilâh olmadı­ğına şehadet ederim, Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şehadet ederim" deyince Yahudiler: "O bizim en kötümüzdür, en kötümüzün oğludur." dediler ve onun şanını küçültücü ifadeler kullandılar. Bunun üzerine Abdullah: "İşte be­nim de korktuğum buydu, ey Allah'ın Rasulü" der.[255]

İbni Hacer, Fethu'l-Bârî'de şöyle demektedir: İfadelerin akışının zahirin­den anlaşılan şu ki, Resulullah (s.a.) bu ayet-i kerimeyi onları reddetmek üzere Yahudilere okumuştur. Bu, ayetin hemen o vakit nazil olmasını gerektirmez. İtimad edilmeye değer görüş budur. Çünkü o ayetin nüzul sebebi ile ilgili ola­rak Abdullah b. Selâm'ın (az önce geçen) kıssası sahih olarak gelmiştir.

Kimi rivayetlerde de şöyle denilmektedir: Fedek hahamlarından ve Yahu­di bilginlerinden Abdullah b. Sûriyâ adındaki birisi, Resulullah (s.a.)'a, hangi meleğin kendisine vahiy getirdiğini sorar. Hz. Peygamber: "O Cebrail'dir" de­yince İbni Sûriyâ: "O bizim düşmammızdır. Başkası olsa ona iman ederdik, Cebrail bize defalarca düşmanlık etti. Onun bize düşmanlıklarından bir tanesi de Allah ona peygamberliği bizim aramızdan birisine vermeyi emretmiş olduğu halde bizden başkasına getirmesidir. Üstelik her türlü yerin dibine geçirilme­nin ve azabın sahibi (görevlisi) de odur. Beytül-makdis'in yıkılacağı uyarısında o bulundu. Mikâil ise bolluk ve barışı getirendir" diye cevap verir.

Ömer b. el-Hattab'dan gelen rivayete göre de Hz. Ömer onların midrasla-rına (Tevrat okudukları ve öğrendikleri mahaller) girer ve Hz. Cebrail'den söz edince Yahudiler: "O bizim düşmammızdır, çünkü bizim sırlarımızı Muham-med'e bildiriyor. Ayrıca her türlü yerin dibine geçirmenin ve azabın gerçekleşti­ricisi de odur. Mikâil ise yağmuru ve bolluğu getiren rahmet meleğidir." diye cevap verirler. [256]

 

Açıklaması

 

Ey Peygamber, onlara de ki: Kim Cebrail'e düşman ise, o Tevrat'ı da baş­kalarını da kuşatan Allah'ın vahyinin düşmanıdır. Çünkü Allah Cebrail'i vahiy getirmek ve senin kalbine Allah'ın izin ve emriyle Kur'an'ı indirmek üzere gön­dermiştir. Kur"an ise Allah'ı tevhide, ahlâkın temel esaslarına ve ibadetlere ça­ğıran Tevrat ve İncil gibi kendisinden önceki kitaplara uygundur. Sapıklıklar­dan hidayete çıkartır. Kendisine iman eden kimselere cennet müjdesini verir. Nasıl olur da hayrı gösteren yol, tiksinmek ve buğzetmek için bir sebep görüle­bilir?

Daha sonra Yüce Allah kesin hükmü"" peV^+irici ifadelerle dile getirmek­tedir, o da şudur: Kim emirlerine aykırı hareket ederek ve O'na itaat etmez, in­sanlar için indirmiş olduğu hidayeti inkâr ederek Allah'a düşmanlık ederse in­sanlara tebliğ ettikleri vahiy ve risalet gibi vazifeleri dolayısıyla meleklere düş­man olursa, doğru söylediklerine dair bunca delilin varlığına rağmen peygam­ber olduklarını söyleyen Allah'ın peygamberlerini yalanlayarak ya da Hz. Ze-keriyya ve Hz. Yahya gibi bazılarını da öldürerek peygamberlere düşmanlık ederse, korkutucu şeyleri getiriyor iddiasıyla Cebrail'e ve diğer taraftan da Mi-kâil'e düşmanlık ederse, şüphesiz ki Allah onun düşmanıdır ve o kişiye bu se­beple ceza verecektir. Çünkü o kişi, bu düşmanlığı ile Allah'ı inkâr eden, Al­lah'a düşmanlık eden bir kâfir ve zalimdir ve böyle bir düşmanlık apaçık kü­fürdür. [257]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yahudilerin Resulullah (s.a.)'a ve Kur"an-ı Kerim'e iman etmeyişlerine da­ir ileri sürdükleri mazeretler pek çoktur. Onlar önceleri Tevrat'a iman ettikleri­ni, diğerlerini inkâr ettiklerini söylediler. Ayrıca kesin olarak ahirette azaptan kurtulacaklarını ileri sürdüler. Gerekçeleri ise, kendilerinin Allah'ın seçkin ulusu ve sevdiği kimseler olmalarıdır. Burada ise şöyle dediklerini görüyoruz: Muhammed (s.a.)'e gelen vahyin emini Cebrail, onların düşmanıdır. O bakım­dan onun getirdiklerine iman etmezler. Allah onların ileri sürdükleri bütün id­diaları iptal etti, delillerini tek tek çürüttü, çelişkilerini açıkça ortaya koydu, Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine düşmanlık etmenin dünya ve ahirette cezalandırılmaları için açık ve kesin bir sebep olduğunu beyan buyurdu. İşte bu aynı zamanda çok büyük bir tehdittir. Yahudilerin hakkın ve ilâhî risaletle-rin düşmanları olduklarını belirtmektedir. Kur'an-ı Kerim'in ve diğer semavî kitapların düşmanları olduğunu ifade etmekte ve bundan dolayı onları tenkit etmektedir. Çünkü vahyin emini olan Cebrail'e düşmanlık ile Muhammed (s.a.)'e düşmanlık, diğer semavî kitaplara düşmanlık, bütün meleklere, bütün peygamberlere ve bütün kitaplara düşmanlıktır. Çünkü bütün bunlardan mak­sat birdir. O da insanları hidayete ulaştırmak ve hayrı onlara göstermettir. Di­ğer taraftan bütün peygamberlerin mesajı ve amacı birdir. O bakımdan melek­ler ile peygamberler ve kitaplar arasında ayırım gözetmek doğru olamaz. Hep­sinin kaynağı birdir, hepsi ortak olarak aynı hayrı hedef alırlar. İnsanları Al­lah'ı tevhide, O'na ibadete, kişinin ve toplumun ilerlemesinin belgesi olan ah­lak ve faziletin esaslarına bağlı kalmaya davet ederler. [258]

 

Yahudilerin Kur'an'ı İnkar Etmeleri Ve Ahitlerini Bozmaları

 

99- Andolsun ki biz sana apaçık ayetler  indirdik. Bunları fasıklardan başkası inkâr etmez.

100'Onlar ne zaman bir ahitle bağlandılarsa içlerinden bir grup bozup atı- vermedi mi? Hayır, onların çoğu iman  etmezler.

101- Onlara Allah tarafından yanların- dakini doğrulayıcı bir peygamber gel- diği her seferinde kendilerine kitap  verilenlerden bir kesim sanki bilmi- yorlarmış gibi Allah'ın Kitab'ım arka- larına atmışlardır.

 

Belagat:

 

"Onlara Allah tarafından., bir peygamber." Burada "bir peygamber = resu­lün" diye nekre - belirtisiz gelmesi, peygamberin yüce şanına dikkat çekmek içindir. Onun Allah tarafından gelmekle nitelendirilmesi ise, bu tazimi daha da artırmaktadır.

"Arkalarına atmışlardır." Bu bir şeyden yüz çevirmeyi ifade etmek üzere verilen bir misâldir, tamamıyla Tevrat'tan yüz çevirdiklerini kinaye yoluyla an­latmaktadır. [259]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Fâsıklar": Alabildiğine inatçı ve durumlarında ısrar eden kâfirler demek­tir. Hasan-ı Basrî der ki: Fasıklık masiyetlerin bir türü hakkında kullanıldığı vakit, bu küfür ve başka türden olsun, kullanılan o türün en uç noktası hak­kında kullanılıyor demektir, "el-fâsikun" kelimesindeki "ta'rif lâm'ı" ise cins ifade eder. Daha uygun yorum tarzı ise Zemahşerî'nin de dediği gibi, bunun Ki­tap Ehli'ne işaret ettiğidir.

"Onlar ne zaman" peygambere iman etmeye veya peygambere karşı müş­riklere yardımcı olmamaya dair "bir ahitle bağlandılarsa, içlerinden bir güruh bozup atıvermedi mi?"

Tevrat'ta Hz. Peygamberin Allah'ın gerçek peygamberi veya onun getirdi­ği Kur'an'ın Allah'ın kitabı olduğunu "bilmiyorlarmış gibi Allah'ın Kitabını ar­kalarına atmışlardır." Yani Tevrat'ta bulunan Resulullah (s.a.)'a iman etmek ve diğer hususlar gereğince amel etmemişlerdir. [260]

 

Nüzul Sebebi

 

99. ayetin nüzul sebebiyle ilgili olarak, İbni Ebi Hatim, İbni Abbas'tan şu­nu rivayet etmektedir: Abdullah b. Sûriyâ, Resulullah (s.a.)'a şöyle demiş: "Ya Muhammed, sen bize bildiğimiz bir şey getirmedin. Allah da senin üzerine apa­çık bir ayet (delil ve belge) de indirmemiştir." Buna dair Yüce Allah: "Andolsun biz sana apaçık ayetler indirdik." buyruğunu indirdi.

100.  ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak da şu rivayet kaydedil­mektedir: Muhammed (s.a.) peygamber olarak gönderilip de onlardan alınan ahitler ve Muhammed (s.a.) hakkında kendilerine verilen emirler söz konusu edilince, Mâlik b. es-Sayf şöyle der: "Allah'a yemin ederiz, Muhammed hakkın­da bize herhangi bir emir verilmiş değildir ve bizden bu konuda söz de alınmış değildir." Bunun üzerine Yüce Allah: "Onlar ne zaman bir ahitle bağlandılar-sa.." buyruğunu indirdi. [261]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Yahudilerin bayağı ve kötü nefsî yapılarını, ahitleri bozmaları­nı, Allah'ın peygamberlerini yalanlayıp vahyin emini Cebrail (a.s.)'e düşman­lıklarını söz konusu ettikten sonra, Yahudilerin alışkanlık haline getirdikleri Allah'ın ayetlerini yalanlama fiillerini, ayetlere bağlı kalmayışlannı, peygam­berleri yalanlayıp Kur'an-ı Kerim'den yüz çevirişlerini zikretmektedir. Bunun­la davetine karşı çıktıkları Kur"an-ı Kerim'den yüz çevirdikleri için Peygamber (s.a.)'in teselli edilmesi de söz konusudur. [262]

 

Açıklaması

 

Allah'a andolsun ki, sana -Ey Muhammed!- peygamberliğinin doğruluğunu gösteren apaçık deliller indirmiş bulunuyoruz. Bunun itikadı esasları ile birlikte kesin belge ve delilleri de gelmiştir. Amelî hükümleri, bir çok fayda ve maslahatı gözeten amaçlarını da bir arada ihtiva etmektedir. O bakımdan bunların kendi­lerine açıklık getirecek başka bir delile ihtiyaçları yoktur. Bizim sana indirdiği­miz bu apaçık belgeler, eşyayı ortaya çıkartan, görülmesini sağlayan ve bizatihi kendisi de açık ve görünür olan bir ışık gibidir. Bu apaçık delillerin ayetlerine ve hükümlerine ancak oldukça inatçı, isyankâr, körlüğü hidayete tercih eden kim­seler ve kendisi vasıtasıyla hakkın ortaya çıktığı kimseyi kıskanan ve hakka karşı bile bile inat edip reddeden inatçı kâfirler uymaz, karşı çıkarlar.

İşte bu gibi kişiler kâfir olmuşlardır. Allah'a yahut Allah'ın resulüne bir söz verdikleri her seferinde mutlaka onlardan bir kesim verilen bu sözü bozar:

"Kendilerinden bir takım kimselerle antlaşma yaptıktan sonra, her seferinde antlaşmalarını bozarlar." (Enfâl: 8/56). Yahudiler kendilerine güvenen kimse­lere karşı hainlik ederler, emanete de hainlik ederler. Allah'a karşısında söz verdikleri halde bozdukları ahit ne kadar da çoktur! Çoğunlukla onlar Tevrat'a iman etmezler, dinle bir alâkalan yoktur. Ahitleri bozmayı bir günah saymaz ve buna aldırış etmezler. Aynı şekilde Peygambere ve Kur"an-ı Kerim'e de iman etmezler. Sanki onlar herhangi bir şüphe söz konusu olmaksızın sağlam bir bil­gi ile kitabı bilmiyormuş gibi davranıyorlar. Ancak onlar hakka karşı bile bile inat ettiler, reddettiler ve onu arkalarına attılar.

Muhammed (s.a.) Yüce Allah'ın tevhid edilmesi, öldükten sonra dirilişin ispat ve kabulü, peygamberlerin tasdik edilmesi gibi genel dini esaslarda Tev­rat'ı doğrulayan bir kitap ile gelince, Yahudilerden bir kesim Allah'ın Kitab'mı sırtlarının arkasına atıp terk ettiler. Bu onların kitaplarını terkedişlerini, on­dan yüz çevirişlerini, anlatan temsili bir ifadedir. Yani Tevrat'a karşı tutumla­rı, insanın ihtiyaç duymayarak, önemsemeyerek arkasına atıverdiği bir şeye benzetilmektedir. Çünkü Tevrat'ta bulunan bir takım hükümleri uygulamadı­lar. Tevrat'a ve Kur'an-ı Kerim'e uygun iman etmeyen kimsenin, hiçbirine iman etmeyen bir kimse olacağını bilmiyorlarmış gibi, Tevrat'a gerçek anlamıyla iman etmediler. Bu ise Tevrat'tan tamamıyla yüz çevirişlerini anlatan kinayeli bir anlatımdır. [263]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İşte Yüce Allah'ın açıkladığı Yahudilerin kabahatlerinden bir sahife daha. Bu ancak gaybları bilenin bilebileceği gaybî haberlerdendir. Bu buyruklarda Yahudilerin dört tane kusurları tespit edilmektedir:

1- Allah'ın varlığına, birliğine, ilâhlıgına, O'na ibadet edip emirlerine uy­maları, yasaklarından da kaçınma gereğine dair Allah'ın ayetlerini, apaçık bel­ge ve delillerini yalanlamaları.

2- Herhangi bir hususta onlara güvenilmemelidir. Çünkü onlar her zaman için yaptıkları anlaşmaları bozmayı, hainlik etmeyi alışkanlık haline getirmiş­lerdir.

3- Yahudilerin kalplerinin çoğunluk itibariyle imana kapalı olması dolayı­sıyla bu konuda umuda kapılınmaması gereği. Çünkü sapıklık onları kuşatmış, onlara egemen olmuş bulunmaktadır.

4- Onlar Tevrat'ı bütünüyle değil, o Tevrat'tan sadece Peygamber (s.a.)'in geleceğini müjdeleyen, niteliklerini açıklayan ve o peygambere iman etmeyi kendilerine emreden bölümlerini bir kenara atmışlardır. Çünkü onların kitap­larında yer alan ve İsmailoğlundan geleceği belirtilen bir peygambere dair müj­de, ancak şerefli son peygambere uygun düşmekteydi. [264]

 

Yahudilerin Büyücülük, Gözbağcılık Ve Tılsımlarla Uğraşmaları

 

102- Onlar şeytanların Hz. Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylere uydular. Halbuki Süleyman kâfir olma­dı, fakat o şeytanlar kâfir oldular ki, insanlara büyüyü ve Bâbil'deki iki me­leğe, Hârut ile Mârufa indirilen şeyle­ri öğretiyorlardı. Halbuki onlar: "Biz ancak bir imtihanız. Sakın küfre gir­me." demedikçe kimseye (büyüyü) öğ-retmezlerdi. İşte onlardan koca ile ka­rısının arasını ayıracak şeyleri öğre­nirlerdi. Allah'ın izni olmadıkça onun­la hiçbir kimseye zarar verici değiller­dir. Onlar kendilerine zarar verecek ve fayda sağlamayacak şeyleri öğreni­yorlardı. Andolsun ki onlar onu satın alan kimsenin ahirette bir payının ol­madığını muhakkak biliyorlardı. On­lar kendilerini kötü bir şey karşılığın­da sattıklarını keşke bilmiş olsalardı.

103- Eğer onlar iman edip de sakınmış olsalardı, elbette Allah'ın sevabı daha hayırlıdır. Keşke bilselerdi.

 

Belagat:

 

"Keşke bilmiş olsalardı." Bu belagatta kullanılan şu anlatım üslûbuna gö­redir: Bir şeyi bilen eğer bilgisinin gereğini yapmayacak olursa, o kişi o şeyi bilmeyenlerin konumuna düşer.

"Elbette Allah'ın sevabı daha hayırlıdır." Sevabın sübut ve devamlılığını ifade etmek için, Allah'ın ecrinin üstünlüğü isim cümlesi ile ifade edilmektedir. [265]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeye uydular." Ya­ni şeytanlar Süleyman (a.s.)'ın hükümdarlık dönemine dair büyü ile ilgili ola­rak okudukları şeylerin ardından gittiler. Burada sözü geçen şeytanlardan ka­sıt, insanlardan ve cinlerden olan şeytanlardır.

"Halbuki Süleyman kâfir olmadı." Yani büyücülük yapmadı. Büyü (sihir) sözlükte, "alındığı yer oldukça latif ve sebebi de gizli olan" demektir. Kelime olarak "aldatmak" anlamına da gelir. Ayet-i kerimede sözü geçen "iki melek" insanlar tarafından saygı ve tazim gören heybet ve vakar sahibi iki erkektir. Babil, eski ve tarihi bir üne sahip Küfe topraklarında Irak'taki bir beldenin adıdır.

"İmtihan (fitne)", deneme ve sınama demektir.

Babil halkı yedi tane yıldıza tapan sabiî bir kavim idi. Bu yıldızlan ilâh kabul ediyor ve dünyadaki bütün olayların bu yıldızların fiillerinin bir sonucu olduğuna inanıyorlardı. Bunlar yıldızları ve bütün kâinatı yoktan var eden bi­ricik yaratıcıyı kabul etmeyen (Muattıla'ya mensup) kimseler idiler. Yüce Al­lah'ın İbrahim (a.s.)'i kendilerine peygamber olarak gönderdiği kimseler de bunlardır. Hz. İbrahim onları Yüce Allah'ın yoluna davet etmiş, getirdiği apa­çık delillerle onlara karşı tebliğini ortaya koymuştu. [266]

 

Nüzul Sebebi

 

102. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak Muhammed b. İshak şöyle demektedir: Kimi Yahudi hahamları şöyle demişti: Sizler Muhammed'in işine hayret etmiyor musunuz? O Süleyman'ın bir peygamber olduğunu ileri sürüyor. Halbuki Süleyman bir büyücüden başka bir şey değildi. Bunun üzeri­ne Yüce Allah: "Halbuki Süleyman kâfir olmadı..." buyruğunu indirdi.

Taberî'nin rivayetine göre Şehr b. Havşeb de şöyle demiştir: Yahudiler de­di ki: Şu Muhammed'e bakınız, hakkı batıla karıştırıyor. Süleyman'ı peygam­berlerle birlikte anıyor. Halbuki o rüzgâra binen bir büyücü değil miydi? Bu­nun üzerine Yüce Allah: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurduk­ları şeylere uydular." ayetini indirdi. İbni Ebî Hâtim'in Ebu'l-Aliye'den rivayeti­ne göre de Yahudiler Peygamber (a.s.)'e Tevrat'a dair bir takım hususlar sordu­lar. Bu konuda her ne sordularsa mutlaka Yüce Allah bunların sorularına ce­vap teşkil edecek buyruklar indiriyor ve böylelikle onları susturuyordu. Duru­mun böyle olduğunu görünce şöyle dediler: Bu bize indirileni bizden daha iyi biliyor. Bu arada Yahudiler Hz. Peygamber'e büyü hakmda da soru sormuş ve bu konuda onunla tartışmışlardı. Yüce Allah da: "Şeytanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeye uydular." ayetini indirdi.

el-Kelbî der ki: Şeytanlar büyüyü ve gerçeği olmayan bir çeşit göz bağcılık­ları ve tılsımları Asâfa isnad ederek "İşte bu, hükümdar ve Allah'ın peygambe­ri Süleyman'ın kâtibi Berhiya oğlu Âsâfa öğretilen şeylerdir." diye yazdıktan sonra, bunları Hz. Süleyman'ın namaz kıldığı yerin altına gömdüler. Bu işi de Yüce Allah'ın Hz. Süleyman'dan mülkünü geçici olarak elinden aldığı sırada yaptılar. Hz. Süleyman bunun farkına varmamıştı. Hz. Süleyman vefat ettik­ten sonra bu büyüleri onun namaz kıldığı yerin altından çıkardılar, insanlara da şöyle dediler: Süleyman bunun sayesinde size hüküm ederdi, bunu öğreni­niz. İsrailoğulları'nın bilgin olanları bu durumu haber alınca: "Bunun Süley­man'ın bilgisi olmasını kabul etmekten Allah'a sığınırız." dediler. Seviyesiz, dü­şük kimseler ise: "Evet, bu Süleyman'ın bilgisidir." diyerek bu işi öğrenmeye yöneldiler, peygamberlerinin kitaplarını reddettiler. Böylelikle Hz. Süleyman'ı kınamak yaygın bir hal almaya başladı. Yüce Allah Muhammed (s.a.)'i pey­gamber olarak gönderip onun vasıtasıyla Hz. Süleyman'ın kendisine yakıştırı­lan iftiralardan uzak olduğunu bildirip şöyle buyurdu: "Şeytanların Süley­man'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeylere uydular." [267]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine delâlet ediyor diye Yahudilerin bil­ginleri ve hahamları Tevrat'ı bir kenara atıp ondan yüz çevirdikten sonra in­sanların ve cinlerin şeytanlarının yönettiği ve dine yönelmekten alıkoyan bir takım meslek ve işlerle uğraşmaya yöneldiler. Bunlar Hz. Süleyman'a nispet ettikleri onun hükümdarlığının temelini teşkil ettiğini ileri sürdükleri büyücü­lük, gözbağcılık ve çeşitli tılsımlar idi.

Gerçeğe dayanmayan bu iddialarını bazı müslümanlara gizlice telkin de ettiler. Bu müslümanlar da ileri sürdükleri bu hususlarda onları doğruladılar, fakat Hz. Süleyman'a nispet ettikleri küfür ve inkârına dair iddialarında da onların yalancı olduklarını söylediler. İşte Kur'an-ı Kerim bunu bizlere, hatırla­yıp öğüt alalım ve Hz. Süleyman'a iftira yoluyla nispet ettikleri büyücülüğe da­ir gerçeği bilelim diye bu kıssayı anlatmaktadır. Çünkü büyü dinin emir ve hü­kümlerinin gereğince uygulanmasından insanları alıkoyuyordu. [268]

 

Açıklaması

 

Yahudiler Allah'ın Kitabı'nı bir kenara attılar. Tevrat'ı bir kenara atan ha­ham ve ilim adamlarından bir kesim de Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı döne­minde büyücülüğe ve gözbağcılığa uydular, bunların arkasına takılıp gittiler. Çünkü şeytanlar semadan hırsızlama yoluyla bir takım şeyleri işitiyor, işittik­lerine pek çok yalanlar katıyor, bunları kâhinlere telkin edip öğretiyor, onlar da bu öğrendikleri telkinleri insanlara öğretiyorlar ve şöyle diyorlardı: "Bu, Sü­leyman'ın bilgisidir. Süleyman'ın mülkü bununla ayakta duruyordu." Yüce Al­lah Hz. Süleyman'ın bu gibi şeylerle uğraşmadığını açıklayarak, bu iddialarını reddetmektedir. Hz. Süleyman'a büyünün nispet edilmesi yalandır, onun pey­gamberliğini inkârdır. Ayrıca bunlar insanlara Babil'deki iki melek olan Ha-ârut ile Mârufa indirilenleri de öğretiyorlardı. Hârut ile Mârut aslında Allah'a ibadet eden salih iki insan idiler. İnsanların onlara melek demeleri huy ve ya­şayışları itibarıyla meleğe benzediklerinden dolayı olmuştur. Hasan-ı Basrî ise "iki melek" buyruğunu insanlar arasında sözlerinin dinlenmesi açısından hü­kümdarlara benzediklerini ifade etmek üzere "iki melik (yani iki hükümdar)" şeklinde okumuştur.

Bu iki melek, kendi dönemlerinde oldukça çok ve değişik tekniklere sahip bulunan büyüyü insanlara öğretiyorlardı. Bundan amaçları ise, büyü ile muci­zeyi birbirinden ayırdedilmesini sağlamak ve büyücülük ile uğraşanlar arasın­dan yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan kimselerin aslında peygam­ber olmayıp büyücü olduklarını öğrenme imkanını insanlara sunmak içindi. Bu iki kişinin büyüyü öğrenmeleri ise öğretmensiz olarak ilham yoluyla gerçekleş­mişti. İşte ayet-i kerimede sözü geçen "iki meleğe Hârut ve Mârut'a indirilen şeyler" den kasıt da budur. Onlara indirilen ise büyü ile ilgili şeyler olup bizzat büyünün kendisi değildir.

Fakat bu iki melek büyüyü öğretmekte uyarma ve sakındırma yolunu izle­miş, hiçbir kimseye: "Bizler Allah tarafından gönderilmiş bir sınama ve dene­me aracıyız. Bu bakımdan sakın büyü yapma, onun etkili olduğuna inanma, aksi takdirde kâfir olursun. Eğer büyü yapma amacını taşımayarak sadece ma­hiyetini bilmek için büyüyü öğrenirsen bunun sana bir zararı olmaz." demedik­çe hiçbir kimseye büyüyü öğretmezlerdi.

İnsanlar bu iki melekten koca ile hanımının arasım ayıracak hile, düğüm­lere üflemek, ruhu etkilemek ve buna benzer çoğunlukla insanları birbirinden ayırma yollan olan şeyleri öğrendiler.

"İnsanlara büyüyü... öğretiyorlardı" buyruğuna "ve Babil'deki iki meleğe..." buyruğunun atfedilmesinin anlamı şudur: Yahudiler bu iki melekten büyüyü asıl maksat olarak gözetilen insanları korumak ve sakındırmak yolu ile öğren­mediler. Halbuki bu ikisine büyü teknikleri, insanlara büyücülerin başvurduk­ları hile ve aldatıcı yollan öğretsinler diye ilham edilmişti.

Büyü, gerçekte tabiatı itibanyla olsun kendi öz yapısındaki güç dolayısıyla olsun, etkileyici değildir. Büyünün zarar verebilmesi ancak Allah'ın emir ve iradesiyle olur. Büyü sadece zahiri bir sebepten ibarettir. Bir insana büyücüle­rin herhangi bir işi dolayısıyla bir zarar gelip isabet ederse, bu ancak Allah'ın izni ile olabilir. O takdirde büyü ancak sonuç ile ilgili olan bir araç veya sebep­ten başka bir şey değildir ve bu da Yüce Allah'ın dilemesi ile olmuş demektir. Çünkü sebeplerin var olması halinde müsebbipleri ve sonuçlan var eden O'dur. Hasan-ı Basrî der ki: Allah dilediği kimseyi korur ve bunun sonucunda büyü­nün o kimseye zaran olmaz. Dilediği kimseyi de korumayıp bırakır; bunun so­nucunda da büyünün ona zaran dokunur.

Büyü öğrenip büyücülük yapan bir kimse, kendisine zarar veren ve fayda sağlamayan bir şeyi öğrenmiş olur. Çünkü büyü insanlara zarar vermeye se­beptir ve umumiyetle kötülük yapmak kasdıyla öğrenilir.

Andolsun ki Yahudiler, Allah'ın kitabını terk edip dinin asıl ilkelerin ihmal eden, iki cihanda insanı mutlu kılan şeriatın hükümleri yerine büyü kitaplarına itibar eden kimselerin, ahirette can yakıcı bir azaptan başka bir paya sahip ola­mayacağını bilmemektedirler. Çünkü böyle davranan kimseler, büyü öğrenmeyi yasaklayan ve cinlere şeytanlara, kâhinlere uyan kimselerin cezasmı, putlara tapanın cezası gibi tespit eden Tevrat'ın hükmüne muhalefet etmişlerdir.

Büyüyü Tevrat'ın yerine koymakla onu ne kötü şeyle değişmiş olduklarını bir bilselerdi! Onlar inanç ve gereğini yerine getirmek düzeyindeki bir bilgi ile büyünün haram olduğunu bilmeyen bilgisiz kimselerdir.

Eğer Yahudiler gerçekten Tevrat'a iman etmiş olsalardı, -ki onda son pey­gamberin müjdesi de vardır- Muhammed ve Kur*an-ı Kerim'e iman etmiş, bü­yücülüğün, gözbağcılığın yer aldığı kitapları terk edip emirlerine gereken titiz­liği gösterip yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'tan korkmuş olsalardı, bu salih amellerinin bir karşılığı olarak Allah tarafından büyük bir sevap ve ecre hak kazanırlardı. Onların sahip oldukları, hakiki bir bilgi olmayıp zan ve tak­litten ibarettir. Çünkü gerçekten bilgi sahibi olsalardı amellerinde bunun kar­şılığı ortaya çıkar, son peygamber Muhammed (a.s.)'e iman eder, ona tabi olur ve kurtuluşa erenlerden olurlardı. Onlar Allah'ın kitabına muhalefet edip he-valarına uyduklarından dolayı, asil bilgileri gereğince amel etmedikleri için adeta bilgisiz, cahil kimseler gibi değerlendirilmişlerdir. [269]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Büyü, aslında olmayan şeyleri çeşitli hile ve hayal ile gerçekmiş gibi gös­termek demektir. Büyücünün bazı işleri ve sözleri yapıp söyleyerek büyülenen kimseye eşyayı olduğundan başka türlü hissettirmesidir. Tıpkı uzaktan serap gören bir kimsenin orada su olduğu vehmine kapılması, hızlıca yol alan gemide olan kimsenin kıyıda görmüş olduğu ağaç ve dağların kendisiyle aksi yönde hizla yürüdüğünü zannetmesi gibi.

Kur'an-ı Kerim'de pek çok yerde bu durumdan söz edilmektedir. Yüce Al­lah büyüyü gözlerin aldatılması ve hayal görmesi olarak nitelendirmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Büyüleri yüzünden kendisine yürü-yorlarmış hayalini verdi." (Tâhâ: 20/66); "(Büyü aletlerini) bıraktıklarında in­sanların gözlerini büyülediler ve onlara korku saldılar." (A'râf: 7/116).

İmam Mâlik ve Ebu Dâvud, Büreyde'den şöyle dediğini rivayet etmekte­dirler: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz sözün (beyan'ın) bir kısmı büyüdür. Bilginin bir kısmı bilgisizliktir'' (D, "Şiirin bir kısmı hikmet­tir ve sözün bir kısmı da boşuna söylenmiştir." Hz. Peygamberin: "Sözün bir kısmı büyüdür." buyruğunun anlamı şöyledir: Kişi haksız olmakla birlikte hak sahibinden daha güzel bir şekilde delillerini dile getirir, açıklamalarıyla çevre­de bulunanları büyüler. Böyle bir iş elbetteki yerilmiştir. Daha sahih kabul edi­len görüşe göre hadis-i şerifte kastedilen budur.

1- Hz. Peygamber'in: "Bilginin bir kısmı bilgisizliktir." buyruğunun anlamı şudur: Alim kişi bilmediği bir şeyi söylemeye kalkışır, bu durum ise onu cahiller seviyesine indirir. "Şiirin bir kısmı hikmettir." buyruğunun anlamı ise, insanların öğüt ve ibret aldıkları misal ve öğüt dolu ifadeleridir. "Sözün bir kısmı da boşuna söylenmiştir." buyruğunun anlamı ise, kendisini ilgilendirmeyen veya dinlemek istemeyen bir kimseye söz söylemen ve ona bir şeyler anlatmaya kalkışmandır.

Büyü ya el çabukluğu ile bir takım hilelerdir veya bir sanattır veya bir ta­kım kimselerin bildiği gizli bir bilgidir.

Büyünün hakikati var mıdır, yok mudur? Bu hususta farklı görüşler var­dır, [270]

Ulemanın çoğunluğunun görüşüne göre büyünün hakikati vardır. Allah, büyünün yapılması halinde dilediği takdirde o istikamette yaratır. İnsanların ruhları, büyü sayesinde unsurlar aleminde etkili olma gücüne sahip olur. Bü­yücü bunu ya başka bir şeylerin yardımını almadan ya gökteki yıldızlar gibi bir takım şeylerin yardımını alarak yapar. Cumhur büyücülerin üç kısma ayrıldığı görüşündedirler:

1- Herhangi bir araç ve yardımcı olmaksızın sadece kişisel çabalarıyla te­sir icra edenler.

2- Feleklerin mizacı (yani tabiatı)ndan veya bir takım unsurlardan (su, hava, toprak, ateş) ya da sayıların özelliklerinden yardım alarak tesir icra edenler. Sayıların özelliklerinden kasıt, ebced hesabıdır. Bu hesaba göre alfabe harflerinden her birisinin belli bir sayı değeri vardır.

3- Kişinin hayal gücünü tesir altına alanlar. Bu, kişinin hayal gücü vasıta­sıyla bir takım hayal ve şekilleri ortaya çıkarması, sonra da bunları görenlerin hissedecekleri bir hale -etkileyici gücü sayesinde- getirmesi, görenlerin ortada böyle bir şey olmadığı halde varolduğunu, görüldüğünü zannetmeleri.

Bu mertebeler, felek, yıldız, ulvî alemlere ve şşytanlara türlü tazim ve ibadetlerle yönelerek elde edilir. Bundan dolayı bu gibi işler Allah'tan başkası­na yönelmek ve secde etme gibidir. Allah'tan başkasına yönelmek ise bir küfür­dür; bundan dolayı büyü de küfür olarak kabul edilmiştir.

Mu'tezile ile ehl-i sünnetten bazıları [271] şu görüşü kabul etmektedir: Büyü­nün bir gerçeği, hakikati yoktur. O bir aldatmadır, bir hayal göstermektir. Bu anlamda büyü bir kaç türlüdür:

a) Çoğu gösterilen hayaller gerçekteki hakikatlerinden başka türlüdür. Bir takım göz bağcılarının sana bir kuşu kestiği izlenimini verirken arkasından sana o kuşun uçtuğunu göstermesi gibi. Çünkü genelde böyle bir kişi birisi sak­lamış olduğu kesilmiş bir kuş, diğeri de açıkça sana gösterdiği ikinci kuş olmak üzere iki kuş kullanır.

Firavun'un sihirbazlarının büyüsü işte bu türdendir. Tarihçiler Firavun'un sihirbazlarının iplerinin ve asalarının yılan şeklinde görülmesini sağlamak üzere civa kullandıklarını ve sonunda insanların bunların hareket ettikleri ha­yaline kapıldıklarını rivayet etmektedirler. Nitekim yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Bir de baktı ki onların ipleri ve değnekleri büyüleri dolayısıyla ken­disine yürüyorlarmış hayalini verdi." (Tâhâ: 20/66).

b) Birtakım insanların yardımını alan büyücülerin cin ve şeytanlarla ko­nuştuklarını iddia etmeleri ve onların bir takım söz ve duaları okumak suretiy­le kendilerine itaat ettiklerini ileri sürmeleri; Cahiliye döneminde Arapların kâhinlerinin yaptıkları şekil bu idi. Onlar bir takım kimseleri insanların sırla­rını öğrenmek üzere görevlendiriyordu. Bu sırrın sahibi olan kişiler, kâhinlerin yanına geldiğinde, bu gizliliklerini onlara söylüyor, onlar da şeytanların gizli olan hususları gelip bunlara haber verdiklerine inanıyorlardı.

c) Oldukça gizli yollarla laf götürüp getirmek, jurnalcilik yapmak ve fesat çıkartmak suretiyle insanları birbirlerine karşı kışkırtmak. [272]

İbni Haldun bu iki görüşün arasını şöylece bulmaktadır: "Büyünün gerçeği vardır." diyenler ilk iki mertebeye, "Gerçeği yoktur." diyenler ise üçüncü merte­beyi dikkate alırlar. [273]

 

Büyünün Hükmü:

 

Büyüyü öğrenmek yasak değildir. Yasak olan ve engellenen büyücülük yapmaktır. Ömer el-Hattab'a, filân kişi şerri bilmemektedir, denilince "O tak­dirde o kişinin şerre düşmesi kuvvetle muhtemeldir." cevabını verir. İbni Kesir der ki: Muhakkikler ittifaken büyüyü öğrenmenin, çirkin ve yasak bir şey ol­madığını kabul etmişlerdir.[274]

Bazı büyü türleri yapanın kâfir olmasını gerektirir. İnsanların suretlerini değiştirdiklerini, hayvan şekline dönüştürdüklerini, bir aylık mesafeyi bir ge­cede katettiklerini, havada uçtuklarını iddia edenler gibi. İnsanlara kendisinin haklı olduğu vehmini vermek için kim böyle bir iş yaparsa, onun bu vehmi kü­für olur. Bu tür büyücüler öldürülür. Çünkü böyle bir kimse peygamberleri in­kâr etmekte, onların mucize ve ayetlerine benzer şeylere sahip olduklarını id­dia etmektedirler.

Büyünün bir takım alışılmadık şeyler, göz boyamalar ve hayal göstermeler olduğunu iddia edenler ise, büyücünün yaptığı işle bir başkasını öldürmedikçe öldürülmeyeceğini kabul ederler. Büyüsü ile bir başkasını öldürürse, o da buna karşılık öldürülür.

Büyücü tarafından hastalık, insanları birbirinden ayırmak, aklı izale et­mek, bir organı vazifesini yapamaz hale getirmek ve buna benzer olağanüstü bir takım işler yapılabileceği inkâr olunamaz. Müslümanlar, büyü sonucu Yüce Allah'ın çekirgeler, haşereler göndermek, kurbağalar göndermek, denizi yar­mak, ölüleri diriltmek, dilsiz hayvanları konuşturmak ve buna benzer peygam­berlerin büyük mucizeleri türünden bir takım işleri yapamıyacağı üzerinde ise icma etmişlerdir. [275]

 

Peygamberlerin Mucizeleri İle Büyü Arasındaki Fark:

 

Mümin bir kimsenin hem peygamberleri tasdik edip onların mucizelerini kabul etmeksi hem de büyücülerin fiillerini doğru kabul etmesi mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah: "Büyücü nerede olursa felah bulamaz" (Tâhâ: 32) diye buyurmaktadır.

Ayrıca mucize ile bir şeyi varmış gibi göstermek arasında açık bir fark var­dır: Şöyle ki peygamberlerin mucizeleri gerçek şekilleriyle görüldükleri gibidir. Onların içleri de dışları gibidir. Bu mucizeler üzerinde dikkatle düşünüldüğün­de bunların doğrulukları daha da yalandan görülür. Eğer bütün insanlar onla­rın benzerini ortaya koymağa, benzerleriyle onlara karşı çıkmak yolunda gay­ret gösterseler, yine bu bakımdan aciz açıkça görülür.

Büyücülerin olağan dışı gibi görülen işleri ve hayalen gösterdikleri şeyler ise, bir çeşit hile ve farkına varılamayan inceliklerden ibarettir. Görülen şey her zaman hakikati yansıtmaz. Bu ise konu üzerinde dikkatle düşünüp araştır­makla bilinebilinir. Ayrıca bunu öğrenmek isteyen kimse, başkasının ulaştığı noktaya kendisi de ulaşabilir ve başkalarının yaptıklarını o da yapar. [276]

Diğer taraftan büyücü olan da olmayan da büyü yapabilir. Ayrıca belli bir topluluk büyücülüğü öğrenip aynı anda bu işi birlikte yapabilirler. Mucizenin benzerini yapabilme ve ona karşı çıkma imkânını ise Yüce Allah hiçbir kimse­ye vermez. [277]

Özetle söylenecek olursa: Büyücü olağanüstü bir takım işleri yapabilmek kudretine sahip değildir. Büyücülük çoğunlukla aldatma, olmadık şeyi hayal gibi gösterme ve gözboyacılık esaslarına dayanır. Büyücüler insanların malları­nı haksızca alan uydurmacı ve yalancı kimselerdir. Her zaman için fakirlikle iç içedirler. Eğer ileri sürdükleri şeylere güç yetirmiş olsalardı, öncelikle kendile­rini ihtiyaçtan kurtarıp zengin olur, memleketler zaptederler ve hazineler çı­kartır, insanların ellerinde bulunan malı, mülkü isteme ihtiyacından kendileri­ni kurtarırlardı, Ebu Bekr er-Râzi el-Cassâs'ın dediği gibi. [278]

Yaptığımız açıklamalardan aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Sözlükte büyü, alındığı yeri, kaynağı latif ve gizli olan her şey demektir.

2- Kur'an-ı Kerim'in nitelediği şekliyle büyü, gözleri aldatan bir hayal gör­medir ki, bunun sonucunda olmayan bir şey varmış gibi göze görülür.

3- Büyü ya bir hiledir ve göz boyacılıktır ya da bir takım kimselerin bildiği gizli ve kendisine göre bilimsel bir maharettir. Hipnotizma da bu türdendir.

4- Kur'an-ı Kerim'in bize naklettiği: "koca ile karısının arasını ayıracak şeyler öğrenirlerdi" diye büyünün etkisinden söz etmesi, büyünün kendisinin bu işleri yaptığının delili değildir. Bu onlar tarafindan bilinen şeyleri bize anlatmaktadır.

5- Büyü tabiatı itibarıyla etkileyici değildir ve bizzat etkilemek niteliğine sahip de değildir. O bir sebepten ibarettir. Büyü sonucu meydana gelen zarar­lar sebep-sonuç ilişkisi türiindendir. Ayet-i kerimenin de: "Allah'ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verici değillerdir." buyruğu bunu açıkça dile getirmektedir.

6- Ayet-i kerime büyücülük yapmanın küfür olduğunu göstermektedir. İmam Mâlik ile İmam Ebu Hanife'nin görüşü budur. Çünkü Yüce Allah: "Şey­tanların Süleyman'ın mülkü aleyhine uydurdukları şeye" yani büyü türünden olan şeylere "uydular" buyruğu ile; "Halbuki Süleyman" büyü yapmak suretiyle "kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar" büyücülük yaparak ve büyüyü öğreterek "kâ­fir oldular". Ayrıca Hârut ile Mârût hakkında: "Biz ancak bir imtihanız, sakın küfre girme" şeklindeki sözleri de bunu göstermektedir.

İmam Şafiî'nin görüşüne göre ise büyü, bir masiyettir. Eğer kişi büyü ya­parak başkasının ölümüne sebep olursa öldürülür. Büyüsüyle başkasına zarar verirse verdiği zarara göre cezalandırılır.

Birinci görüş daha sahihtir. Çünkü büyü kendisi vasıtasıyla Yüce Al­lah'tan başkasının tazim edildiği sözler söylemektir. Nitekim Babillilerin bü­yüsü yıldızları tazim anlamında idi. Bu Hz. Ömer'in, Hz. Osman'ın, İbni Ömer'in, Hz. Hafsa'nın ve Ebu Musa ile Kays b. Sa'd'ın ve tabiînden yedi kişi­nin görüşüdür.

Şu kadar var ki büyücülerin tekfir edilmesi, yıldızları tazim eden, olayları onlara isnat eden veya kendisinin harikulade olayları yapabileceği iddiasında bulunan kimseler hakkında söz konusudur; bu yalnız onlara mahsustur. Çün­kü böyle bir kimse peygamberlerin mucizelerinin benzerlerini yapma iddiasın­da bulunmaktadır.

Lâf götürüp getirmek, bozgunculuk yapmak veya el çabukluğu ise, sözü geçen iddialarda bulundurmuyorsa küfür olmaz, bu işi yapan da kâfir sayıl­maz.

7- Büyücünün cezası: Büyücünün öldürülmesi hususunda ilim adamları­nın iki görüşü vardır. Cumhur (Ebu Hanife, Mâlik ve Ahmed): "Büyücü öldürü­lür" demişlerdir. Çünkü Resulullah (s.a.): "Büyücünün cezası bir kılıç darbesi-dir" [279] diye buyurmuştur. Müslüman bir kimse büyü yaptığı takdirde mürted olur. Bu da Resulullah (s.a..)'m: "Kim dinini değiştirirse onu öldürünüz" hadis-i şerifi gereğince öldürülür.

Ebu Hanife'nin görüşüne göre büyücü öldürülür ve tevbesi kabul edilmez. Müslüman veya zımmi olması arasında da fark yoktur. Çünkü büyücü küfrü ile birlikte yeryüzünde fesat çıkarmayı da bir arada götürmüştür. O bakımdan böyle bir kimse yol kesen kimseye benzetilir.

İmam Mâlik'in görüşüne göre ise zımmi olan büyücü, başkasını öldürmesi dışında, öldürülmez. İşlediği cinayetin tazminatını öder, kendisi ile yapılan antlaşmada yer almayan bir iş yaptığı takdirde ise öldürülür.[280]

8- Said b. el-Müseyyeb ve el-Müzenî büyücü olan kimseden büyülediği kimsenin büyüsünü çözmeyi istemenin caiz olduğunu kabul eder. İbni Battal der ki: Vehb b. Münebbih'in kitabında şunlar yazılıdır: Büyüyü çözmek için ye­şil sedir ağacından yedi tane yaprak alır. Bunları iki taş arasında döver, sonra bunları suya çalar. Üzerine ayetel-kürsi'yi okur, sonra da ondan üç yudum içer. Geri kalan su ile yıkanır. Yüce Allah'ın izni ile onda ne varsa hepsi gider. Ayrı­ca bu, ailesine yaklaşamayan erkek için çok iyi gelir.

9- İbnü'l-Arabî Yüce Allah'ın: "Ve Babil'deki iki meleğe., indirilen şeyleri öğretiyorlardı." buyruğu münasebetiyle şöyle bir soru sormaktadır: Yüce Allah batıl ve küfür olan bir şeyi nasıl indirir? Daha sonra şu cevabı verir: Hayır, şer, itaat, masiyet, iman ve küfür olan her bir şey, Yüce Allah tarafından indiril­miştir. Peygamber (a.s.) sahih hadiste şöyle buyurmuştur: 'Yüce Allah bu gece ne tür hazineler açtı? Yüce Allah bu gece ne tür fitneler indirdi? Haydi hücreler­de uyuyan kadınları uyandırınız. Dünyada nice giyinik kadın vardır ki, kıya­met gününde çıplaktır". [281]

10- Hârut ile Mârufun melek olup olmadığı konusu: Bu konuda ilim adam­larının farklı görüşleri vardır. Bir grup: "Bunlar iki melektiler" demektedir. Yüce Allah onları insanlara gerçek olduğunu iddia ettikleri şeyin batıl olduğunu açık­lamak ve kendileri vasıtasıyla insanları aldattıkları hile türlerinin iç yüzünü göstermek, bunlar ile amel etmeyi onlara yasaklamak üzere göndermiştir. Bu iki melek: "Biz ancak bir imtihanız, sakın küfre girme!" diyorlardı. O bakımdan bu iki melek insanlara büyüyü yapsınlar diye değil, sakınsınlar diye öğretiyorlardı. Çünkü melekler yüce Allah'ın vahyinin eminleri, resullerine gönderdiği elçileri­dir: "Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler, neyle emro-lunurlarsa onu yaparlar." (Tahrîm: 66/6); "Bilakis onlar, mükerrem kullardır. Sözde onun önüne geçmezler ve onun emriyle amel ederler." (Enbiya: 21/26-27); "Gece ve gündüz teşbih eder dururlar ve asla durmazlar." (Enbiya: 20/20)

Zemahşerî der ki: İki meleğin üzerine indirilen, büyü bilgisidir. Bu Allah ta­rafından insanları sınamak üzere olmuştur. Her kim o büyüyü öğrenip büyücü­lük yaparsa kâfir olur. Kim ondan sakınır ya da onunla amel etmek için değil de ondan korunmak ve büyüye aldanmamak kasdı ile öğrenir ise o mümindir:

Şiir: "Şerri şer için değil, fakat ondan sakınmak için öğrendim. İnsanlar arasından şerri bilmeyen kimse ona düşer."

Hasan-ı Basrî'den gelen rivayete göre o: "İki meleğe... indirilen şeyleri" bö­lümünü "iki meliğe (hükümdara) indirilen şeyleri..." şeklinde okur ve bunlar büyücülüğün yayılmasına çalışan ve bununla uğraşıp duran iki Arap olmayan kafir hükümdardır, demiştir. [282]

 

Peygamber (S.A)'e Hitabın Edebi Ve Peygamberlik

 

104- Ey iman edenler! "Râinâ" demeyin "Unzurnâ" deyin ve dinleyin. Kâfirler için ise can yakıcı bir azap vardır.

105- Kitap Ehli olan kâfirler de müşrik­ler de Rabbinizden üzerinize hiçbir hayrın indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine has kılar. Al­lah büyük lütuf sahibidir.

 

Belagat:

 

"Rabbinizden" buyruğundaki izafet, muhatap olan kulların şerefini yük­seltmek içindir. Ayrıca kullara rablerinin kendilerini terbiye ettiği, büyütüp beslediği hatırlatılmaktadır. "Allah ise rahmetini... Allah büyük lütuf sahibi­dir." Buyruklarında başa '"Allah" lafzının getirilmesi, meselenin büyüklüğünü ifade etmek, ona dikkat çekmek içindir. [283]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Râinâ" riayet etmekten emirdir. Yani sana sormak istediğimiz şeyler için bize kulak ver veya bizim menfaatimize olan şeylere, işlerimizi çekip çevirmeye bir bak! Müslümanlar Hz. Peygambere bu sözü söylüyorlardı fakat Yahudilerin dilinde bu kelime bilgisizlik ve ahmaklık anlamına gelen "ruûnet" kökünden türeyen bir sövgü idi. Yahudiler bu işe sevinmişler ve onlar da bu şekilde pey­gambere hitap etmeye başlamışlardı. Müminlere bu şekilde hitapta bulunma­ları böylelikle yasaklandı ve bunun yerine "unzurnâ" yani bize doğru bak veya bizi bekle, bize mühlet ver, ifadesi tavsiye edildi. [284]

 

Nüzul Sebebi

 

Atâ'dan gelen rivayete göre İbni Abbas 104. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak şunları söylemiştir: Araplar bu kelimeyi (râinâ) kullanıyorlardı. Yahudi­ler onların Peygamber (s.a.)'e bu şekilde hitap ettiklerini görünce bu onların hoşlarına gitti. "Râinâ" Yahudilerin dilinde oldukça kötü bir sövgü anlamını ifade ediyordu. Bu sefer: "Biz muhammed'e gizlice sövüyorduk, şimdi artık Mu-hammed'e açıktan sövebiliriz. Çünkü bu ifade onun kullandığı dildendir." dedi­ler. Böylelikle Allah'ın peygamberinin yanına geliyor ve "ey Muhammed Râinâ" diyor ve gülüyorlardı. Ensar'dan olan Sa'd b. Muaz bunun farkına vardı. Yahu­dilerin dilini biliyordu. Onlara: "Ey Allah'ın düşmanları! Allah'ın laneti üzeri­nize olsun. Muhammed'in nefsi elinde olana yemin ederim ki, eğer sizden her­hangi birinizin bu lâfı söylediğinizi işitecek olursam mutlaka boynunu uçuru­rum." Bunun üzerine onlar: "Siz bu kelimeyi kullanmıyor musunuz ki?" dediler. Bu sefer Yüce Allah: "Ey iman edenler! Râinâ demeyin..." ayetini indirdi. [285]

105. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak da müfessirler şöyle de­miştir: Müslümanlar antlaşmakları olan Yahudilere: "Muhammed (s.a.)'e iman edin." dediklerinde onlar: "Sizin kendisine iman etmeye davet ettiğiniz bu kişi (nin getirdiği din) bizim izlediğimiz bu yoldan daha hayırlı değildir. Keşke da­ha hayırlı olsaydı, diye arzu ediyorduk." dediler. Yüce Allah onları yalanlamak üzere bu ayet-i kerimeyi indirdi. [286]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerime ile Yüce Allah müminlere kendileri ile Yahudiler arasın­da ortak olan bir konu ile ilgili hitap etmekte ve Peygamber (s.a.) ile konuşma­ya başlanılacağı sırada kullanılacak en güzel kelimenin seçilmesi hususunda onları yönlendirmektedir. Hz. Peygamber onlara sahip olduğu ilimden bir şey­ler öğrettiği vakit, hakkında soru sormak istedikleri ve tekrar etmesini diledi­ğimiz hususlar için, bize de kulak ver, anlamında "Râinâ sem'ake" diyorlardı.

Yahudilerce "râinâ" kelimesi, "ru'ûneften gelen çirkin bir sövgü ifade edi­yordu. Bu şekilde sövmek ve hakaret etmek anlamını kastederek, Peygamber (s.a.)'e bu kelimeyi kullanarak hitap ediyorlardı. Bu kelimenin İbranice aslı "râînû" olup çok kötü kimse anlamındadır. Allah müminlere bu kelimeyi kul­lanmalarını yasaklamakta, anlam itibarıyla onun gibi, fakat lafzı itibarıyla farklı bir başka kelimeyi kullanmalarını emretmektedir. Söz konusu olan bu kelime süre vermek, mühlet tanımak anlamını ifade ettiği gibi, göz ile bakmak­tan anlaşılan gözetlemek anlamını da ifade eden "unzurnâ" kelimesidir. Kısaca "bize de yönel" ve "bize de bak", anlamına gelir.

"Şimdi ey müminler! Kur'an-ı Kerim'i kabul edip, düşünerek ve dikkat ederek dinleyiniz. Aralarında Yahudilerin de bulunduğu kâfirler için ise çok çe­tin ve can yakıcı bir azap vardır." Bu, Peygamber (s.a.) ile hitapları esnasında onlardan sadır olan edep dışı bu davranışın bir küfür olduğuna işarettir. Çün­kü peygamberi çok kötü olmakla nitelendiren bir kimse, onun peygamberliğini inkâr etmiş olur. İşte ortada müminlerin takınmaları gereken edep, diğer ta­raftan da Yahudilerinin davranışlarının çirkinliğinin sergilenmesi.

Peygamberlerine karşı tutumları ile Yahudilerin halini bilen siz ey mü­minler! Dikkatli olun^Kitap Ehli ve Arap müşrikleri, Kur'an-ı Kerim ve risalet gibi Rabbinizden hasar namına herhangi bir şeyin indirilmesini istemezler. Al­lah hayırların en büyüğü o Kitap sayesinde sizidarmadağın iken bir araya ge­tirdi, saflarınızı birleştirdi, sapık putperestliğin etkisinden akıllarınızı arındı­rıp temizledi, fitrat yolu üzerinde dosdoğru yürümenizi sağladı. Onlar ise üze­rinize kötülüğün, şerrin inmesini, işinizin bitip dininizin zeval bulmasını arzu­larlar.

Kıskananın kıskançlığı Allah'ın nimetlerine engel değildir. Allah Alîm'dir, kudreti sonsuzdur, hükmü sağlamdır. O peygamberliği, rahmeti ve hayrı kulla­rından dilediği kimseye has kılar. "Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir." (En'am: 6/124). O risaleti ile ilgili görevlerini en hayırlı bir şekilde kimin üzerine getireceğini bilendir. O bakımdan hiçbir kimsenin bir başkasını ona ihsan edilen lütuf dolayısıyla kıskanmaması gerekir. Çünkü büyük lütfün sahibi yalnızca Allah'tır. [287]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Önceden de belirtildiği gibi bu ayet-i kerimeler, Yahudilerin bilgisizlikle­rinden ve çirkin davranışlarından bir tanesini söz konusu etmektedir. Maksat ise Müslümanlara Yahudilerin yaptıklarının benzeri davranışları yasaklamak ve hayrın, rahmetin kaynağının, nübüvvet ve risalete kimin ehil olduğunu seç­me yetkisinin Yüce Allah'a ait olduğuna dair inançlarına daha bir derinlik ka­zandırmaktır. Allah'ın lütuf ve ihsanda bulunduğu kimsenin kıskanılması doğ­ru bir davranış değildir. Birinci ayet-i kerime: "Ey iman edenleri" buyruğu ile başlamaktadır. Bu, bütün Kur"an-ı Kerim'de 88 yerde gördüğümüz ve bu sure­de müminlere yöneltilen ilk hitaptır. Bu hitaplarda Yüce Allah'ın müminlere teveccüh ettiğinin delâleti vardır.

Bu ayetler müminin Peygamber (s.a.) 'e hitapta bulunduğu vakit onun şa­nına noksan getirecek veya alay etmek vehmini verebilecek sözlerden kaçınma­sını, düşmanların bir kelimeyi ya da kullanılışını kötü maksatlarına alet etme­lerinin önüne geçmesini tavsiye ediyor. Yahudiler "râinâ" kelimesi ile sövmeyi ve hakareti kastediyorlardı ve bu kelimeyi kullanarak Resulullah (s.a.)'a hitap ediyor, kendi aralarında da gülüşüyorlardı. Sa'd b. Muâz onların dillerini bilen birisi olarak onlara: "Allah'ın laneti üzerinize olsun. Nefsim elinde olana yemin ederim, eğer sizden bir kimsenin bu lâfı Resulullah (s.a.)'a söylediğini duyar­sam kesinlikle biliniz ki boynunu uçuracağım" dedi.

"Kâfirler için ise can yakıcı bir azap vardır." ifadesinde de Yahudilerin Peygamber (s.a.)'e hitaplarındaki bu edep dışı davranışlarının şüphesiz bir kü­für olduğuna işaret vardır. Çünkü Resulullah (s.a.)'ı çok kötü olmakla nitelen­diren bir kimse, onun peygamberliğini inkâr etmiş olur. Böyle bir işi yapan kimse ise kâfir olmuştur.

Bu 104. ayet-i kerimede iki delil vardır:

1- Peygamber (s.a.)'in kadrini küçültecek, şanını azaltacak şekilde kinaye­li lafızlardan kaçınmak gerekir. Bu, zina suçu işlemiş olma ihtimaline gelen ifadeler kullanan hakkında kazf (zina iftirası) haddini gerekli gören Mâliki mezhebiyle, İmam Ahmed'den bu doğrultuda gelmiş bir rivayeti pekiştirmekte­dir. Hanefilerle Şafiîler ve kendisinden gelen zahir rivayetinde Ahmed ise, bu konuda onlara muhalefet etmektedir. Çünkü bunlara göre bu tür kinayeli (ta­riz) ifadelerin iftira olma ihtimali de başka anlama gelme ihtimali de vardır. Had ise, şüphe ile düşen şeyler arasındadır.

2- Seddü'z-Zerai'i kabul etmek ve bunu korumak. Bu da aynı şekilde İmam Mâlik ile İmam Ahmed'in görüşüdür. Zeria (zerâi' kelimesinin teklik şekli): Bizatihi yasaklanmamış, fakat işlenmesi halinde yasaklanmış bir şeye düşülmesinden korkulan bir iş demektir. Yani yasak veya engellenmiş bir so­nuca götüren her türlü mubah yol ve araç haramdır. Şer"an yerine getirilmesi istenen bir sonuca götüren her türlü yol ve araç da yapılması istenen bir şeydir. Yani harama götüren araç da haramdır, vacibe götüren araç da vaciptir, muba­hın aracı da mubahtır.

Yüce Allah'ın: "Râinâ demeyin" buyruğu da böyle bir yolu tıkamak (sed-dü'z-zerâî) amacıyla, haram olması gereken bir yasaktır. Ta ki öyle bir anlama gelme ihtimali olan kelime, çirkin bir işe araç olarak kullanılmasın. Buna kar­şılık Yüce Allah'ın: "Unzurnâ, deyin" buyruğu, müminlere Peygamber (s.a.)'e saygı ile hitap etmelerini emretmektedir. Yüce Allah'ın: "Ve dinleyin" buyruğu ise önemli, önemsiz emrettiği ya da yasakladığı her şeye kulak vermenin, din­leyip itaat etmenin gereğini ifade eder.

Yüce Allah'ın: "Allah ise rahmetini dilediğine has kılar." buyruğu kıskanç­lık kapısını kapatmaya delildir. Ali b. Ebi Tâlib (r.a.) der ki: "Rahmetini" yani nübüvvetini dilediğine has kılar; onu, Muhammed (s.a.)'e has kılmıştır.

Bu ayet-i kerimede sözü geçen rahmetin, Yüce Allah'ın eski, önceki ve son­raki bütün kullarını kapsayan genel bir anlam ifade ettiği de söylenmiştir, Al­lah'ın kullarına rahmeti onlara nimet ihsan etmesi, onları affedip bağışlamasıdır. [288]

 

Şer'î Hükümlerin Neshedilmesi

 

106-  Biz ondan hayırlısını veya  onun benzerini getirmedikçe hiçbir ayeti neshetmeyiz veya onu unutturmayız. Allah'ın her şeye kadir olduğunu bil­mez misin?

107- Bilmez inisin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. Allah'tan başka hiç­bir dostunuz ve hiçbir yardımcınız da yoktur.

108- Yoksa siz de önceden Musa'dan is­tendiği gibi peygamberinizden isteme­ye mi lrnllriBnı».nİrsini»;? Kim imanı kar-şılığında küfrü alırsa, doğru yoldan sa­pıtmış olur.

 

Belagat:

 

"Bilmez misin1?" Buradaki soru takrir (muhataba doğruyu söyletmek) için­dir. Hitab da Peygamber (s.a.)'e olmakla birlikte, maksat ümmettir. Bunun de­lili ise Yüce Allah'ın: "Allah'tan başka hiçbir dostunuz ve hiçbir yardımcınız da yoktur." buyruğudur. "Allah'ın..." ile "Allah'tan..." buyruklarında zamir kullan­mak yerine lafza-i celâlin açıkça zikredilmesi ise, ruhlarda, nefislerde O'nun azamet ve heybetini hissettirmek içindir.

"Doğru yoldan sapıtmış olur." Burada bu buyrukta hakkı açıkça gördükten sonra, onu bırakıp batıla yönelen kimselerin yaptığı işin çirkinliği ifade edil­mektedir. [289]

 

Kelime ve İbareler:

 

Nesh: Sözlükte bir şeyi izale etmek demektir. Güneş gölgeyi neshetti, izale etti, giderdi, anlamındadır. Şer5! bir terim olarak; şerl bir hükmü ondan sonra gelen şer"! bir yolla kaldırmaktır.

İnşâ (unutturmak) ise, bir ayet-i kerimenin Peygamber (s.a.)'in hafızasın­dan onu tebliğ etmesinden sonra giderilmesidir. Buna göre "onu unutturma­yız", size onu terketmeyi mubah kılmayız, anlamına gelir.

"Ondan daha hayırlısını" kolaylık ya da ecrin fazlalığı açısından kullar için daha faydalısını "veya" sevap itibarıyla "onun benzerini getirmedikçe, hiçbir ayet-i kerime neshetmez veya unutturmayız".

"Allah'ın her şeye kadir olduğunu" bu arada neshe ve tebdile de gücü yetti­ğini "bilmez misin?".

Veli: Yakın ve dost, nasîr ise yardımcı demektir. Aralarında fark şudur: Veli, kimi zaman yardım edemeyebilir. Nasîr ise yardımcı olduğu kimseye yabancı olabilir.

"Musa'dan istendiği" yani işi zora koşmak maksadıyla bir takım tekliflerde bulunulduğu "gibi Peygamberinizden istemeye mi kalkışacaksınız? Kim imanı karşılığında küfrü alırsa doğru yoldan sapıtmış olur". Ayrılmış, uzaklaşmış, hak yolu kaybetmiş olur. Doğru, ayette geçen ifade ile "es-sevâ" aslında her şe­yin ortası demektir. Yüce Allah'ın: "Cehennemin ortasında" (Saffat: 37/55) buy-ruğundaki "sevâ" kelimesi bu anlamdadır. [290]

 

Nüzul Sebebi

 

106.  ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak müfessirler şöyle demektedirler: Müşrikler şöyle söylerlerdi: "Muhammed'e bir balon? Ashabına önce bir hususu emreder, sonra onlara aynı hususu yasaklar ve ona aykırı bir başka emir verir. Bugün  bir söz söyler, ertesi gün o sözünden döner. Kur"ân-ı Kerim'de olanlar Muhammed'in kelâmından başkası değildir. Bu sözü o kendiliğinden söylüyor ve onun bu sözü birbiriyle çelişmektedir. Meselâ, zina eden erkeğin dil ile ayıp­lanarak cezalandırılmasını ifade eden: "Onlara eziyet ediniz" (Nisa: 4/16) ile zi­na eden kadının evde tutulmasını emreden: "Onları ölüm alıp götürünceye ya­hut Allah onlara bir yol açıncaya kadar onları evlerde alıkoyun". (Nisa: 1/15) ce­zasını, sopa cezası ile değiştirmesi buna bir örnektir. Bunun üzerine Yüce Allah: "Biz bir ayeti diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit." (Nahl: 16/101) buyruğu ile: "Biz ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiçbir ayeti neshetmeyiz veya onu unutturmayız" (Bakara: 2/106) buyruğunu indirdi.

107.  ayetin nüzul sebebine gelince: İbni Abbas, şöyle der: Bu ayet-i keri­me, Abdullah b. Ebi Kal) ile Kureyşlilerden bir kaç kişi hakkında nazil olmuş­tur. Onlar: "Ya Muhammed şu Safa tepesini bize altın yap. Mekke arazisini bi­raz genişlet! Etrafında da pınarlar fışkırt ki sana iman edelim." dediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu.

Yahudiler ve onların dışında bir takım müşrikler Resulullah (s.a.)'tan bir takım temennilerini yerine getirmesini istediler. Kimisi, "Bize Musa Tevrat'ı nasıl getirdiyse o da semadan toptan bir kitap getirsin." Kimisi, -ki bu da Ab­dullah b. Ebî Ümeyye el-Mahzûmî'dir- "Bana semadan bir kitap getir. Onda alemlerin Rabbinden İbni Ebî Ümeyye'ye hitaben, şunu bil ki ben Muhammed'i bütün insanlara peygamber olarak gönderdim, diye yazsın, kimisi; bize Allah'ı ve melekleri kafileler halinde getirmedikçe sana iman etmeyeceğiz." dediler. Bunun üzerine Yüce Allah işte bu ayet-i kerimeyi indirdi.

İbni Ebî Hâtim'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Râfi' b. Hu-zeyme ile Vehb b. Zeyd Resululah (s.a.)'e şöyle dedi: Ya Muhammed! Bize üzerimize semadan indireceğin ve okuyacağımız bir kitap getir ya da bizim için ır­maklar fışkırt ki biz de sana tabi olalım, seni tasdik edelim. Bu hususa dair yü­ce Allah da: "Yoksa siz de önceden Musa'dan istendiği gibi peygamberinizden is­temeye mi kalkışacaksınız.." ayet-i kerimesini indirdi.

108 ve ondan sonraki ayetin nüzul sebebine gelince: Huyey b. Ahtab ile Ebu Yâsir b. Ahtab, Allah son peygamberini aralarından gönderdi diye Arapla­ra çok ileri derecede kıskançlık besleyen kimselerdendi. Ellerinden geldiğince insanları İslâm'dan alıkoymak, döndürmek için çalışıyorlardı. Bunun üzerine onlar hakkında Yüce Allah: "Ehl-i kitap'tan bir çoğu... sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler." (109. ayet) ayetini indirdi.

İbni Cerir et-Taberî'nin rivayetine göre de Mücahid şöyle demiştir: Kureyş Muhammed (s.a.)'den Safa'yı kendilerine altına dönüştürmesini istedi. O da: Olur, İsrailoğullan için sofra ne ise bu da sizin için öyle olur. Ama eğer inkâr ederseniz (azaba çarptırılıp helak olursunuz) deyince, kabul etmediler, teklifle­rinden vaz geçtiler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Yoksa siz de önceden Musa'dan istendiği gibi..." ayetini indirdi. [291]

 

Açıklaması

 

Kur'ân-ı Kerim çeşitli sebeplere, olay ve vakıalara uygun olarak kısım kı­sım indirilmiştir. Bu oldukça başarılı bir eğitim ilkesinin tatbikidir. Bu ilke ce­halet içindeki Arap toplumunu yavaş yavaş ve kademe kademe ıslah etmek için teşri'de tedricilik ve maslahatlara riayettir. Ayrıca bu yöntem geçmişten devralınan gelenek ve göreneklerden adım adım kurtulmayı sağlayan nihâî şer"î hükmü kabule hazırlayıcı bir özellik taşır. Bu şekilde nefisler onu kabul eder ve ağır ağır şer*î gayeye uygun bir şekilde terbiye edilebilirler. Teşri'in he­def olarak aldığı ufuk ve gerçekleştirmeyi amaçladığı uzak noktalar, fertlerin ikna olmasıyla kabul edilir. Ümmetin genel maslahatı gerçekleştiği noktada hüküm olduğu gibi kalır.

Sonradan gelmiş şer"î bir delil ile önce gelmiş bir şer"! hükmün kaldırılma­sı demek olan nesih, ya ayetin lafız ve manasının birlikte neshedilmesi ile, ya ikisinden birisinin neshi ile, veya nassın kalıp o ayetten anlaşılan hükmün so­na ermesi ile olur. Bütün bunlar maslahat ya da ihtiyaca uygun olarak gerçek­leşir. Tıpkı çeşitli zaman, mizaç ve sağlık durumlarının değişikliğine göre kul­landığı ilaçlan ve gıdaları çeşitlendiren doktor gibi. Peygamberler de (Allah'ın salat ve selamları üzerlerine olsun) ümmetin doktorlarıdır. Nefisleri ıslah edenlerdir. Allah onlara hali hazırdaki durumların veya gelecekteki hallerin göz önünde bulundurulması suretiyle sert hükmün değiştirilmesine dair vahiy­ler indirir. Çünkü geçmişte tedavi özelliğine sahip olan bir husus, gelecekte ol­mayabilir. İşte bütün bunlar İslâm'ın kapsayıcı esnekliğinin delilidir.

Nesih, hükmü değiştirmeyi gerektiren yeni bir takım maslahatların orta­ya çıkması ya da sonradan farkedilmesi dolayısıyla değildir. Çünkü nesheden Yüce Allah, geçmişi de, hali hazırdaki durumu da, geleceği de bilir. O şanı yüce Allah Teâlâ, şartlara ve hallere bağlı olarak, karşı karşıya kalınan durumları tedrici bir şekilde tedavi eder. İçkinin dört aşamadan geçerek haram kılınması ile, faizin yasaklanması, ve cihaddaki tedricilik gibi.

Ayet-i kerimenin anlamına gelince: Biz herhangi bir ayetin hükmünü de­ğiştirecek ya da senin hatırlamana imkan olmayacak şekilde o ayeti sana unut­turacak veya o ayetin hükmünü terk etmeyi emredecek ya da erteleyecek olur­sak, mutlaka sana, eğer nesheden daha ağır yükümlülük getiriyorsa sevabının çokluğu ile, eğer nesheden daha hafif ise maslahatı gerçekleştirmekle ondan daha hayırlısını ya da en azından teklif ve sevap bakımından onun gibisini ge­tiririz.

Fahreddin er-Râzî der ki: Yüce Allah'ın şu buyruğunda unutmak, terket-mek anlamındadır: "... O unuttu, biz onda bir kasıt bulmadık." (Tâhâ: 20/115). Şu ayet-i kerimelerde de bu anlamda kullanılmıştır: "Bugün biz de sizi unutu­ruz. Nitekim siz de bu gününüze kavuşacağınızı unutmuştunuz" (Câsiye: 45/34); "Sana ayetlerimiz geldiğinde sen de onları unuttun (terkettin). Bu gün de sen böylece unutulursun (terkedilirsin)" (Tâhâ: 20/126).

Hükmün neshedilmesi daha kolay ve daha hafif ile değiştirilmek suretiyle olabilir. Kocası vefat etmiş olan kadının iddetinin bir seneden, 4 ay 10 güne de­ğiştirilerek neshedilmesi gibi. Bazen eşit bir hüküm ile değiştirilebilir. Namazda Beytü'l-Makdis'e yönelme hükmünün, Ka'be'ye yönelmekle neshedilmesi gibi. Bazan daha ağır fakat sevabı daha fazla bir hükümle de neshedilebilir. Savaş­mamanın savaşı müslümanlara farz kılmak emri ile neshedilmesi gibi, zina edenlerin evde hapsedilmesi hükmünün sopa cezası ile neshedilmesi, aşure günü orucunun ramazan ayında oruç tutmak ile neshedilmesi. Çünkü hadis-i şerifte sabit olduğu üzere: "Amellerin en faziletlisi daha zor ve ağır olanıdır." Bazan usûl alimlerin cumhurunun görüşüne göre yerine bir başka hüküm getirerek de­ğil de, teklifin bütünüyle kaldırılması ile daha hayırlı olan gerçekleştirilebilir. Meselâ, kurban etlerinin saklanması yasağının neshedilmesi, Ramazan gecele­rinde hanımlara yaklaşmanın haram kılınmasının neshedilmesi gibi. Sözkonusu bu son nesih Yüce Allah'ın: "Artık onlara yaklaşın" (Bakara: 2/187) ayeti ile ger­çekleşmiştir. Ayrıca Ramazan gecelerinde uyuduktan sonra imsakin vücubunun neshedilmesi, Resululah (s.a.) hakkında gece namazının neshedilmesi gibi.

Allah her şeye gücü yeten değil midir? O her şeye gücü yetendir. Hüküm­leri neshetmek de O'na zor değildir.

Göklerin ve yerin mülkü (mutlak egemenlik ve tasarrufu) Allah'ın değil midir? O arzıyla, semasıyla kâniatta bulunan her şeyin malikidir. Kendi irade ve meşietine göre tasarrufta bulunur. Uygun gördüğü maslahata göre işleri dü­zenler. O bakımdan dilediği hükümleri neshetme hak ve yetkisine sahiptir.

İşlerinizi Allah'tan başka üstlenecek bir veliniz, size yardımcı olacak, sizi destekleyecek bir yardımcınız yoktur. Bu buyruk, müslümanlara rasullerinin kendilerine emrettiği şeyler gereğince amel etmeleri ve onlara yasakladığı şey­lerden de kaçınmaları doğrultusunda bir öğüttür.

Daha sonra Yüce Allah işi yokuşa sürmek ve inat olsun diye mucizeler göstermesi talebinde bulunan kimselere tehditte bulunarak bu tutumlarından vazgeçmeleri için onları sakındırmaktadır. Her kim maslahata uygun olarak indirilen ayetlere olan güvenini, yitirecek, Peygamber (s.a.)'e karşı inatlaşıp Yahudilerin -Musa (a.s.)'dan kendilerine açıktan açığa Allah'ı göstermelerini-istediği gibi bir istekte bulunursa, böyle bir kimse küfrü imana tercih edip, dos­doğru yolu terketmiş olur. Nitekim Yüce Allah: "Haktan sonra artık dalâletten başka ne kalır? O halde nasıl olur da döndürülüyorsunuz?" (Yûnus: 10/32) diye buyurmaktadır.

Yüce Allah'ın: "Yoksa siz de önceden Musa'dan istendiği gibi peygamberi­nizden istemeye mi kalkışacaksınız?" buyruğunun anlamı" hayır, siz istemeye kalkışmaktasınız." şeklindedir veya istifham (soru) anlamına da olabilir. O tak­dirde bu inkârî (böyle bir tutumu reddeden) bir istifham olur. Bu buyruk mü­minleri de kâfirleri de kapsamaktadır. Çünkü o, Allah'ın herkese gönderdiği el­çidir. [292]

 

Neshin Meydana Gelmesi:

 

Nesih, Yahudi ve Hristiyanlar dışında şeriat sahibi bütün kavimlerin ic-ması ile aklen caizdir. Ebu Müslim el-İsfahanî dışında Müslümanların icmaı ile de şer"an caiz olmuştur.

Aklî bakımdan caiz oluşunun delili sudun Neshin varlığını kabul etmek imkânsız olan bir sonucu vermez. Caiz oluşunun anlamı da zaten budur. Çün­kü Yüce Allah'ın hükümlerinin meşruluğunda eğer kulların maslahatları göze­tilmeyecek olursa, bu Allah'ın iradesine kalmış bir şeydir. Nesih ise Yüce Al­lah'ın bir fiilidir; Allah dilediğini yapar, dilediği hükmü verir. Belli bir zaman­da bir işin yapılmasını emrederken, bir başka zaman da onu yasak kılabilir. Nitekim o Ramazan ayının gündüzlerinde oruç tutmayı emrettiği halde, bay­ram gününde yasaklamıştır.

Yüce Allah'ın koyduğu hükümlerinde zaten kullarının maslahatını gözet­miş olduğu ileri sürülürse şunu belirtelim ki, maslahatlar kişilerin ve zamanın farklılığına göre değişik değişiktir. Zira bu maslahatlar bir kişi veya bir zaman için maslahat olmayabilir. Maslahatlar değiştiğine göre, hükümlerin teşriinde de insanların maslahatlarına riayet edildiğine göre, nesih mümkündür, imkân­sız bir şey değildir, aklen caizdir.

Neshin fiilen vaki olduğunun delileri ise pek çoktur.

Bunlardan birisi, ashabın ve selefin Muhammed (s.a.)'in getirdiği şeriatın daha önceki bütün şeriatları neshedici olduğu hususunda icma' etmeleridir. Bu nesih akide ve ahlâkî esaslardan başka hususlara dairdir. İç yağlarının ve tır­naklı her hayvanın etinin -zulümleri ve insanlarının mallarını faiz ve başka batıl yollarla yemeleri dolayısıyla- haram kılınması gibi.

Diğer delillerden bazıları da şunlardır: Beytül-Makdis'e yönelme vücubu-nun KâTje'ye yönelme vücubu ile anne- baba ve akrabaya vasiyette bulunma hükmünün mirasa dair başka ayet ile; aşure ayı orucunun ramazan ayı orucu ile, Peygamber (s.a.) ile özel konuşmadan önce sadaka verme vücubunun bu vücubun affedilmesi ile neshedildiği üzerinde icma olmuştur.

Hicri 322 yılında vefat eden tefsir alimlerinden Ebu Müslim el- İsfahanî'ye göre şeriatlar arasında -ondan nakledilen meşhur rivayete göre- nesh mutlak olarak caizdir. Ancak o aynı şeriatta neshin vukuunu kabul etmemektedir. Bu­na delil olarak da Yüce Allah'ın Kur"ân-ı Kerim'in niteliği ile ilgili şu buyruğu­nu gösterir: "Önünden de arkasından da ona batıl erişemez. O hakim ve Hamîd olan (Allah) tarafından indirilmiştir" (Fussüet: 41/42). Eğer Kur'ân-ı Kerim'de nesih vaki olursa, ona batıl ulaşmış demektir. Ancak onun bu iddiasına neshin batıl değil, iptal olduğu belirtilerek cevap verilmiştir. Çünkü neshin kendisi doğrudur, haktır. Mesele, sadece neshedilen hükmün artık kendisi ile amel edilmeyen bir hüküm haline gelmesinden ibarettir. Ayet-i kerimede İsfaha-nî'nin görüşüne delil olacak bir taraf yoktur.

Diğer taraftan, hakkında, "neshedilmiştir" denilen her bir ayeti, İsfahanî ya tahsis ile yahut sert hükmün süresinin bitmesi ile veya bazı hallerle kayıt­lamakla ya da şahıslarla ve buna benzer hususlarla te'vil etmektedir. Nitekim iddete dair ayetler ile, savaşa dair ayetler ve buna benzer daha sonra göreceği­miz ayetlerde hep bu yol izlenmiştir. [293]

 

Neshin Türleri:

 

Neshin dokuz çeşidi vardır ki, bunların en önemlileri şu üç tanedir:

1- Tilâvetin ve hükmün bir arada neshedilmesi: Hz. İbrahim'in ve Hz. Musa'nın Sahife'leriyle önceki peygamberlerin Sahife'lerinin neshedilmesi, süt emme sayısının ondan beşe indirilerek neshedilmesi gibi. Aişe (r.a.), Müs­lim'in Sahih'inde ve başka kaynaklarda zikredilen rivayette şöyle demekte­dir: "Kur'ân buyrukları arasında: "Bilinen on tane süt emme haram kılar" hükmü vardı. Bunlar, "beş tane süt emme ile" neshedildi. Resulullah (s.a.) ve­fat ettiğinde Kur'ân-ı Kerim'den olarak okunan buyruklar arasındaydı". Bi­rinci kısım hüküm ve tilâveti ile nesholunan kısımdır, ikinci kısım olan "beş defa süt emme" ise Şafiîlerce hükmü devam eden, ancak tilâveti nesholmuş kısımdır.

2- Hükmün kalması ve tilâvetin nesholması: Hz. Ömer'in şu sözünde böyle bir durum vardır. "İndirilen buyruklar arasında şu da vardı: "yaşlı erkek ile yaşlı kadın zina ettiklerinde kesin olarak onları recmediniz. Allah'tan ve resu­lünden ibretli bir ceza olmak üzere." Sahih hadiste sabit olduğuna göre bu, okunan bir Kur'ân buyruğu idi. Daha sonra lafzı neshedildi, hükmü olduğu gibi kaldı.

Hanefîler şaz kıraatlerden buna başka bir takım örnekler de eklerler. İbni Mes'ud'un yemin kefareti orucu ile ilgili (Mâide: 5/89) ayetini: "Peşpeşe üç gün oruç" şeklinde ("peşpeşe" kelimesini ilâve ederek), İbn-i Abbas'ın oruç ayetini: "... orucunu açarsa diğer günlerden sayısınca oruç tutar" şeklinde, "oruç açar­sa" ilâvesiyle (Bakara: 2/184) ayetindeki kıraatiyle Sa'd b. Ebî Vakkas'ın (Nisa: 4/12) miras ayetini: "Anne bir erkek veya kızkardeşi varsa onlardan her birisi için altıda bir vardır." ("anne bir" kelimesini ilâve ederek) şeklinde okumaları gibi.

3- Tilâvetin neshedilmeksizin sadece hükmün neshedilmesi: Bu da pek çoktur. Anne-baba ve akrabaya vasiyeti emreden ayetin, tam bir yıl süre ile id-det beklemeyi emreden ayetin, zina haddi ile ilgili olarak kadının evde alıko­nulması, erkeklerin ise sözlerle rahatsız ve eziyet edilmelerini emreden ayetin ve Resulullah (s.a.) ile özel konuşmadan önce sadaka vermeyi emreden ayetin neshedilmesi gibi. Kur'ân'ın nassının Kur'ân ile neshi ittifakla caizdir. Müteva-tir sünnetin kendisi gibi olan sünnet ile, âhâd haberin de kendisi gibi olan ve mütevatir haber ile neshi ittifakla caiz kabul edilmiştir.

Mütevatirin âhâd rivayetlerle neshi, cumhura göre caizdir. Yani Kur"ân-ı Kerim'in Kur'ân'dan başka sünnet ile ve mütevatirin "mütevatir olmayan" ha­ber ile neshi caiz kabul edilmiştir. Ancak Şafiî böyle bir şeyin vuku bulmadığını belirterek şöyle demektedir: Kur'ân sünnet ile neshedilmediği gibi, sünnet de Kur'ân ile neshedilmez. Buna delil olarak da Yüce Allah'ın: "Ondan daha ha­yırlısını veya onun benzerini getirmedikçe" buyruğunu delil göstermektedir. Bu ayet-i kerime birincisinin yerine geçecek olanı getirenin Yüce Allah olduğunu ve bu getirilen şeyin de Kur'ân olduğunu göstermektedir. Buna göre Kur'ân'ı nesheden Kur'ân'dır, sünnet değildir. Aynı şekilde şanı yüce Allah, yeni getiri­len hükmü neshedilenden daha hayırlı veya onun misli olarak tespit etmekte­dir. Sünnet ise Kitaptan hayırlı da değildir, onun misli de değildir; dolayısıyla sünnet kitabı neshedici olamaz. Diğer taraftan ayet-i kerimenin sonu böyle bir değiştirmeyi yapmanın, eksiksiz kudrete sahip olanın özel kudreti içerisinde olduğunu beyan etmektedir. Bu ise Yüce Allah'tır. O bakımdan nesih, sadece onun tarafından olur ki, bu da Kur'ân iledir; sünnet ile olmaz. Ayrıca bunu Yü­ce Allah'ın: "Biz bir ayeti diğer bir ayetin yerine getirdiğimiz vakit..." (Nahl: 16/101) buyruğu da desteklemektedir. Çünkü Yüce Allah burada değiştirme ve yerine getirmeyi bizzat kendi zatına nispet etmekte ve bunu ayetler arasında olacağını belirtmektedir.

İmam Şafiî'ye sünnetin de Kur"ân-ı Kerim gibi Allah'tan geldiği belirtile­rek cevap verilmiştir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O hevasından bir söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir" (Necm: 53/4). Şu kadar var ki, Kur*ân-ı Kerim mu'cizdir ve Kur'ân tilâveti ile ibadet edilir, sün­net ise böyle değildir. Daha hayırlı olmak ve onun misli olmaktan kastedilen ise kulların maslahatı açısından hükümler hakkındadır. Lafız ile ilgili değildir. Buna göre neshedici hüküm, neshedilen hükümden hayırlı olur. Çünkü kulla­rın maslahatlarını gerçekleştirmek özelliğine sahiptir. Sünnet bazan mükellef için daha faydalı olan hükmü getirebilir. Bu ise bu ayet-i kerimenin Kur'ân-ı Kerim'deki hükmün sünnet ile nesholunmayacağını göstermediğine delildir.

Kur'ân-ı Kerim'de yer alan vasiyet ayeti, mütevatir hadis olarak gelen: "Mirasçıya vasiyet yoktur" buyruğu ile yani sünnetle nesholunmuştur.

Yine Şafiî şöyle demektedir: Sünnetin Kur'ân ile neshi caiz değildir. Nes-hedicinin de yine sünnetten olması gerekir. Çünkü şanı yüce Allah: "İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça hnlatasın diye" (Nahl: 16/44) buyruğunda sünneti "beyan (açıklama)" diye nitelendirmiştir. Eğer sünnet Kur'an'm bir hükmünü neshedecek olursa, beyan olmaktan çıkar. Bu ise caiz değildir. Bu gö­rüşüne şöyle cevap verilmektedir: Burada beyandan kasıt, tebliğdir. İster Kur'ân ile olsun, ister başkası ile farketmez.

Yüce Allah'ın: "Biz ondan daha hayırlısını veya onun benzerini getirmedikçe hiçbir ayeti neshetmeyiz..." buyruğunda yer alan "ayet" tabiri ile kastedilene gelince:

Muhammed Abduh'un görüşüne göre burada "ayet" ile Kur'ân'm ayeti kastedilmemektedir. Buna göre Yüce Allah, bir önceki peygamberin mucizesini ondan sonra gelen peygambere verdiği mucize ile değiştirmektedir. Bu­na yüce Allah'ın: "Allah'ın her şeye kadir olduğunu bilmez misin?" buyruğunu delil göstermektedir. Ona, bu ayet-i kerimenin kıblenin değiştirilmesine ve Kâ*be'ye yönelmek emri verilerek bir önceki kıblenin neshedilişine bir hazırlık, bir giriş olmak üzere geldiği belirtilerek cevap verilmiştir. O halde bu ayette geçen "ayet", ayetlerle tespit edilmiş hükümlerin neshi hakkındadır. Mutlak olarak "ayet" kelimesi kullanıldığında, bir emir yahut nehiy veya başka bir hu­susu ihtiva eden sûrenin bir bölümü kastedilir. [294]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Selef, şeriatta neshin vaki olduğu üzerinde icma etmiştir. Sabit olmuş va­kıalar da -mensuh ayetlerin te'vili ile ilgili zorlamalar göz önünde tutulmazsa-neshin vaki olduğunun delilidir. Nesih, son hükmü bilmemek yahut bir bedâ (hikmeti sonradan öğrenmek, bilmek) türünden bir şey değildir. Aksine nesih, insanların ihtiyaçlarına uygun ve Allah'ın hikmetini, mutlak malikiyetinin ke­malini izhar etmek üzere bir çeşit teşriî maslahat dolayısıyla, kulları bir iba­detten diğerine, bir hükümden öbürüne taşımaktır. Akıl sahipleri arasında, peygamberlerin şeriatlerinden maksadın insanların dinî ve dünyevî maslahat­ları olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Eğer Yüce Allah işlerin akıbetini bilmeyen birisi olsaydı, o zaman nesih ile bedâ (sari' için gizli iken, sonradan açığa çıkmak yahut daha önceden açık olmayan bir maslahatın ortaya çıkması) söz konusu olabilirdi. Allah teâlâ, bunları bildiğine göre, O'nun bu hitap farklı­lığı maslahatların değişikliğine göre değişiklik göstermekten ibarettir. Yüce Al­lah da kendi meşiet ve iradesi ile yaratıkları arasında bu hususu göz önünde bulundurmuştur. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun hitabında değişiklik olabilir, fakat ilim ve iradesinde değişiklik olmaz. Böyle bir şey Yüce Allah için imkânsızdır.

Yahudiler ise nesih ve bedâyı tek bir şey kabul ederler. Halbuki nesih ile bedâ arasındaki fark vardır: Nesih ibadeti bir şeyden bir başka şeye değiştir­mektir. Bazan helâl olan bir şey haram, haram olan bir şey de helâl kılınır. Be­dâ ise karar kılınan bir şeyi terk etmektir. Bu ise eksiklikleri sebebiyle insan­lar hakkında söz konusu olur.

Neshedici, hakikatte yüce Allah'tır. Nesih ise sabit olmuş sert bir hükmün daha sonra gelen bir hitap ile izâle edilmesidir.

Mensuh (neshedüen) ise bizatihi sabit olan hükümdür. Mutezile'nin dediği gibi onun benzeri değildir. Mutezile'ye göre mensuh, sabit olan hükmün benze­rine delâlet eden hitap, gelecekte önceki nesih ile sabit olan hükmü izale edici­dir. Onları bu kanaate sürükleyen, güzelliğin, güzel olanın, zatından ayrılma­yan bir niteliği olduğu ile Allah'ın muradının da güzel olduğu şeklindeki kana­atleridir.

Tahsis ile nesih arasındaki fark ise şudur: Tahsis, hükmün kapsamına gi­ren bir takım cüzlere münhasır kılınmasıdır. Nesih ise, hükmün belli bir zama­na münhasır kılınmasıdır.

İlim adamlarının çoğunluğu neshin emir ve nehiylere has olduğu kanaatin­dedir. Haberler ise neshe konu olmaz. Çünkü Yüce Allah'ın yalan söylemesine imkân yoktur. Bazan şeriatta zahiren mutlak ve kapsayıcı olan bir takım haber­ler varit olabilir, sonra da bunlar bir başka yerde kayıtlanabilirler. Böylelikle bu mutlaklık ortadan kaldırılır. Bu ise haberlerin neshedilmesi kabilinden değildir, bu mutlak ve mutlakı kayıtlamak türündendir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Kullarım senden beni sorarlarsa işte ben şüphesiz pek yakınım. Dua edenin duasını kabul ederim..." (Bakara: 2/186). Bu buyruğun zahirinden anlaşılan dua eden herkesin duasını her halde kabul edeceğini haber vermekte olduğudur. Ancak buna bir başka yerde Yüce Allah'ın şu buyruğu şöylece kayıt getirmektedir: "O da dilerse dua ettiğiniz şeyi açar." (En'âm: 6/41). [295]

 

Kitap Ehli'nin Müminlere Karşı Tavrı Ve Buna Karşılık Verme Şekli

 

109- Kitap Ehli'nden bir çoğu hak ken­dilerine besbelli olmuşken, ruhlarında yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı, si­zi imanınızdan sonra kâfirler olarak geriye döndürmek isterler. Allah'ın emri gelinceye kadar onları affedip ba­ğışlayın. Şüphesiz ki Allah her şeye gü­cü yetendir.

110- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı ve­rin. Ve nefisleriniz için önden ne hayır gönderirseniz Allah nezdinde onu bu­lacaksınız. Şüphesiz Allah ne işlediği­nizi çok iyi görendir.

 

Kelime ve İbareler:

 

Hased (kıskançlık): Başkasındaki nimetin son bulmasını temenni etmek­tir. "Allah'ın emri" yardım ve zaferi "gelinceye" ve onlar hakkında savaşmak ve öldürmek emirlerini verinceye "kadar onları affedip" suç ve günahtan dolayı ceza vermeyi terk edip "bağışlayın" yani yüz çevirin, onları cezalandırmayın. Bağışlamak (safh): İnsan nefsindeki suçun etkisini kaldırmak ya da suç ve gü­nah işleyenden yüz çevirmektir. Bu hem ceza vermeyi terk etmeyi, hem de kı­nayıp serzenişte bulunmayı terketmeyi kapsar.

Buradaki emir, Kurayzaoğulları'nın öldürülmeleri, Nadiroğulları Yahudi­lerinin sürgün edilmeleri ve cizye ödemekle mükellef tutulmalarıdır. [296]

 

Nüzul Sebebi

 

109. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbn-i Abbas şöyle de­mektedir: Bu ayet-i kerime Yahudilerden bir kesim hakkında nazil olmuştur. Söz konusu bu kesim, Uhud vakasından sonra Müslümanlara şöyle demişlerdi: Size gelen bu musibeti görmüyor musunuz? Eğer hak üzere olsaydınız, bozgu­na uğramazdınız. Haydi bizim dinimize geri dönünüz, o sizin için daha hayırlı­dır. [297]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde Yahudilerin -sözüm ona-öğütlerine kulak vermeyi yasaklayıp onların görüşlerini redd etmeyi de emret­tikten sonra, burada (109. ayet-i kerimede) bunun gerekçesini açıklamaktadır. Bu onların Müslümanları İslâm nimeti dolayısıyla kıskanmaları, bu nimetten mahrum olmalarını temenni etmeleri dolayısıyladır. Yahudiler Peygamber (s.a.)'i inkâr etmekle, o peygambere türlü tuzaklar hazırlamakla ve ahitlerini bozmakla yetinmezler; Müslümanların dinlerinden dönüp irtidat etmelerini de temenni eder dururlar. [298]

 

Açıklaması

 

Yahudi ve Hristiy ani ardan pek çok kimse, Müslümanları dinlerinden uzaklaştırmak istemekte ve tekrar küfre geri dönmelerini temenni etmektedir. Buna sebep onlara karşı duydukları kıskançlıktır. Bunu da dinleri hakkında şüpheler uyandırmak, müminleri şüphelere düşürmek yoluyla gerçekleştirme­ye, kendi aralarında birbirlerinden sabahleyin mümin gözüküp, akşamleyin kâfir olmalarını istemekle bu işi yapmaya kalkışırlar. Böylelikle zayıf imanlı bazı kimseler de onlara uysun isterler.

Buna sebep ise, hakka olan meyilleri veya hakka karşı rağbetleri değil, ruhlarının derinliklerine yer etmiş bulunan gizli kıskançlık ve kötülüktür. On­ları böyle bir temennide bulunmaya iten ise, apaçık delillerle İslâm'ın hak din olduğunu, Muhammed'in hak üzere olduğunu görmeleridir. Şimdi siz ey Müslü­manlar! Onları affediniz, yaptıkları işleri bağışlayınız. Allah'ın size yardımı ge­lip de size savaşma izni verinceye ve onlar hakkındaki emri gelene kadar sab­rediniz. Bu emir ise Kureyzaoğullan'nın öldürülmesi, Nadiroğullan'nın sürü­lüp zelil kılınmasıdır. Allah zafer ve yardımı gerçekleştirmeye kadir olandır: "Elbette Allah kendisine (dinine) yardım edene yardım edecektir. Muhakkak Al­lah güçlüdür, Aziz'dir* (Hacc: 22/40).

Bundan sonra Yüce Allah, kendilerine vaad olunan zafer araçlarının bir kısmı­na şöylece dikkat çekmektedir: Bunlar rükünleri tam, nitelikleri eksiksiz şekliyle namazı eda etmek ve fakirlere zekât vermektir. Namaz, imanın direklerini güçlendi­rir. Allah ile olan ilişkiye ve güvene güç kazandırır. Mescitlerde toplanmak suretiyle kardeşlik bağlan daha bir sağlamlaşır. Zekât ile fakirler zenginleşir; toplumsal mut­luluk gerçekleşir, bireylerin arasındaki dayanışma ile ümmetin birliği tecelli eder, ümmetin kesimleri arasında karşılıklı destek söz konusu olur. Bütün bunların seva­bı ve ecri abirette sizin için hazırlanmıştır. Hayır türünden her ne yaparsanız, onun eksiksiz mükâfatım rabbinizin katında bulacaksımzdır: "Her kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse onu görecektir." (Zilzâl: 99/7). Allah sizin bütün amelelinizi bilir, azı­nı da çoğunu da çok iyi görür. Gizli hiçbir şey hayır ya da şer olsun ona gizli kal­maz. Namaz ve zekât dünya hayatında Allah'ın yardımını almanın sebepleri arasın­dadır. Ahirette de mutluluğa kavuşmanın sebeplerindendir. Buna delil ise Yüce Al­lah'ın "Şüphesiz Allah ne işlediğinizi çok iyi görendir" buyruğudur. [299]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah, mümin kullarını Kitap Ehli'nden olan kâfirlerin yolunu izle­mekten sakındırmakta, içlerinde ve dışla vurduklarında onlara duydukları düşmanlıktan ve müminlere karşı besledikleri kıskançlıktan onları haberdar etmektedir. Kitap Ehli müminlerin ve peygamberlerinin fazilet ve üstünlüğünü bilmelerine rağmen yine de böyle yapmaktadırlar. Bu sakındırmakla birlikte Yüce Allah, mümin kullarına affedip bağışlamalarını ya da zafer ve fetih ile Al­lah'ın emri gelinceye kadar sabretmelerini emretmektedir.

Diğer taraftan namaz kılmalarını, zekât vermelerini emretmekte, onları buna teşvik etmektedir. Muhammed b. İshak'ın rivayetine göre İbni Abbas şöy­le demiştir: Huyeyy b. Ahtab ile Ebu Yâsir b. Ahtab Yahudiler arasında Arap­ları en ileri derecede kıskanan kimselerdi. Bu kıskançlıklarına sebep, Allah'ın resulünün Arap olmasıydı. Ellerinden geldiğince insanları İslâm'dan alıkoy­mak için gayret ederlerdi. İşte Yüce Allah onlar hakkında: "Kitap Ehli'nden bir çoğu hak kendilerine besbelli olmuşken.. Sizi imanınızdan sonra kâfirler olarak geriye döndürmek isterler" buyruğunu indirdi.

Kıskançlık övülen ve yerilen olmak üzere iki türlüdür. Yerilen kıskançlık müslüman kardeşinin sahip olduğu nimetin son bulmasını temenni etmektir. Bu nimetin kendine dönmesini temenni edip etmemek arasında bir fark yok­tur. Yüce Allah'ın şu buyruğu ile yerdiği kıskançlık türü budur: "Yoksa onlar Allah'ın lütfundan insanlara verdiği şeyleri mi kıskanıyorlar?" (Nisa: 4/54). Böyle bir kıskançlığın yerilmesine sebep, Yüce Allah'ın yaptığı işi uygun gör­memek ve hak etmeyen bir kimseye nimet ve ihsanda bulunduğunu ileri sür­mek anlamına gelmesinden dolayıdır.

Gıpta ya da münafese (hayırda yarış) adım alan ve övülen kıskançlık şekli ise, sahih hadiste Peygamber (s.a.)'in şu buyruğu ile ifade edilen türüdür: "Yalnız iki şeyde kıskançlık olur: Allah birisine Kur'ân-ı Kerim'i öğretmiş, o da gece ve gündüz o Kur'ân-ı Kerim'i okuyarak namaz kılar veya (uygular), birisine de Allah bir mal vermiş, o da gece gündüz o malım (Allah yolunda) infak eder, durur."

Bu tür kıskançlığın (gıptanın) gerçek mahiyeti ise, müslüman kardeşinin sahip olduğu hayır ve nimetin benzerinin sen de olmasını temenni etmen, bu­nunla birlikte kardeşinin hayır ve nimetinin zeval bulmasını istememendir.

Yüce Allah'ın affetmeyi ve bağışlamayı emretmesi müminlerin az olmala­rına rağmen, güç ve kudret sahibi olduklarına bir işarettir. Çünkü bağışlamak, bir kimsenin güçlü olduğuna işarettir. İbni Ebî Hatim -aslı Buhârî ile Müs­lim'de bulunan bir rivayette- Üsâme b. Zeyd'den şunu nakletmektedir: Resulul-lah (s.a.) ve ashabı Yüce Allah'ın kendilerine emrettiği şekilde müşrikleri ve Kitap Ehli'ni affediyor, onların eziyetlerine sabredip katlanıyorlardı. Yüce Al­lah: "Allah'ın emri gelinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir" diye buyurdu. Resulullah (s.a.) de Allah'ın kendisine emrettiği şekilde onları affediyordu. Nihayet Allah onlarla savaşma iznini verince, Kureyş kâfirlerinin ileri gelenlerini öldürdü.

Kur'ân-ı Kerim'de zekâtın namaz ile birlikte söz konusu edilmesi, Allah'ın görülegelen bir sünnetidir. Çünkü namaz, ferdin durumunu ıslah eder, zekât ise toplumun durumunu düzeltir. Her ikisi de dünya ve ahiretteki mutluluğun sebeplerindendir. Buna delil ise şanı yüce Allah'ın bunları emreden buyruğuyla: "Nefisleriniz için önden ne hayır gönderirseniz, Allah nezdinde onu bulacaksınız." buyruğunun birlikte gelmesidir. Hadis-i şerifte de şöyle buyurul-maktadır: "Kul vefat ettiği zaman insanlar 'Geriye ne bıraktı', derken, melekler de: Önünden ne gönderdi, diye sorarlar."

Yüce Allah'ın: "Şüphesiz Allah ne işlediğinizi çok iyi görendir." buyruğu, insanlar hayır veya şer türünden gizli ve açık her ne yaparlarsa yapsınlar, Al­lah'ın onu gördüğünü belirtir. Hiçbir şey, O'na gizli kalmaz. O bakımdan Allah onlara iyilik yaparlarsa daha hayırlısı ile karşılık verir, kötülük yaptıkları tak­dirde ise benzeri ile cezalandırır. Bu buyruk her ne kadar haber vermek anla­mını taşıyor ise de, bunda aynı zamanda bir vaad ve bir tehdit, bir emir ve bir yasak vardır. İnsanlara bütün yaptıklarını çok iyi gördüğünü bildirmektedir ki, O'na itaatte gayretli olsunlar. Çünkü yapacakları bu itaatleri sebebiyle onlara sevap ve ecir verilecektir. Nitekim Yüce Allah, "Nefisleriniz için önden ne hayır gönderirseniz, Allah nezdinde onu bulacaksınız" diye buyurmaktadır.

Hadis-i şerifte de şu husus sabit olmuştur: "İnsan öldüğünde üç husus dı­şında ameli kesilir: Cari (hayrı devam ededuran) bir sadaka, yahut kendisin­den yararlanılan bir ilim veya kendisine dua edecek salih bir evlat." [300]

Rivayet edildiğine göre Ömer b. el-Hattab (r.a.) Bakî el-Garkad (Medineli-lerin mezarlığı) yanından geçerken şöyle der: "Ey kabirdekiler, selâm olsun siz­lere. Bizdeki haberler şunlar: Hanımlarınız evlendi, evlerinize başkaları yerleş­ti, mallarınız pay edildi." Sahibi görülmeyen bir ses ona şu cevabı verdi: "Ey Hattab'ın oğlu, bizdeki haberler de şöyle: Önümüzden neyi gönderdiysek onu gördük, neyi infak ettiysek o bizim kârımız oldu, geriye bıraktığımızdan ise za­rar ettik."

Buna benzer bir rivayet, Ali b. Ebi Tâlib (r.a.)'den de sabittir. Onun öğüt dolu davranışlarından birisi de şu idi: Bir kabristana girdiğinde şöyle derdi: "Ey bu yalnızlık yurdunun ve kurak yerlerin sakinleri olan mümin erkek ve mümin kadınlar, selâm olsun sizlere." Sonra da sözlerini şöyle sürdürürdü: "Bı­raktığınız evlere başkaları yerleştirildi, mallar paylaştırıldı, eşler başkalarıyla evlendi. Bizdeki haberler bunlar, keşke sizin ne durumda olduğunu biz de bile-bilseydik. Nefsim elinde olana yemin ederim, eğer onlar konuşabilecek olsalar­dı şüphesiz: Muhakkak en hayırlı azık takvadır, diyeceklerdi." [301]

 

Yahudi Ve Hrıstıyanların Birbirleri Hakkındaki Kanaatleri

 

111-  "Yahudi veya Hiristiyan olandan lau^koaı asla cennete girmez" dediler. Bu onların kuruntularıdır. De ki: "Eğer doğru söyleyenler iseniz delilini­zi getirin"

112- Hayır (dedikleri gibi değil), kim ihsan edici olarak yüzünü Allah'a tes­lim ederse, işte ona Rabbi katında ecri vardır. Onlar için hiç bir korku yok­tur, onlar üzülmezler de.

113- Yahudiler: "Hristiyanlar bir şeye sahip değildir." dediler. Hristiyanlar da: "Yahudiler bir şeye sahip değildir." dediler. Halbuki hepsi kitabı okurlar. Bilmeyenler de tıpkı onların söyledik­leri gibi söylediler. Allah anlaşmazlığa düştükleri bu konuda kıyamet günün­de aralarında hüküm verecektir.

 

Belagat:

 

"Bu onların kuruntularıdır". İddialarını çürütmek üzere bir ara cümlesi olarak gelmiştir. "De ki: Eğer doğru söyleyenler iseniz delilinizi getiriniz" emri ise azarlamak ve onları susturmak içindir.

"Yüzünü Allah'a teslim ederse", burada özellikle "yüz" ün zikredilmesi, in­sanın en şerefli uzvu olduğundan dolayıdır. Burada "yüz" bir istiaredir. Anlamı, kim kendisini Allah'a ihlâslı olarak teslim edip O'na hiçbir şeyi şirk koşmaz, ondan başka hiçbir kimseye ibadet etmezse... şeklindedir.

"Rabbi katında", buradaki "kat" in söz konusu edilmesi işgal edilen şerefli noktaya işaret etmek içindir. "Rab" kelimesinin açıkça zikredilip yerine zami­rin kullanılmaması ise, böyle teslim olan kimseye Allah'ın lütfunun çokluğunu ifade etmek içindir.

"Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi söylediler" buyruğunda Kitap Ehline oldukça ağır bir azar vardır. Çünkü onlar kendilerini kesinlikle hiçbir şey bilmeyen kişi durumuna düşürürler. [302]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yahudiler (Hûden)": Tevbe eden anlamına gelen "hâid" kelimesinin çoğu­ludur. Bu kelime: "Biz sana tevbe edip döndük" (A'râf: 7/157) buyruğundaki "hüdna"dan gelmektedir.

Hristiyanlar (nasara): Hz. Mesih'e tabi olan kimselerdir. Medine Yahudi­leri ile Necran Hristiyanları Resulullah (s.a.)'ın huzurunda karşılıklı olarak tartıştıklarında bu sözleri söylemişlerdi. Yani Yahudiler: "Cennete yalnız Yahu­diler girecektir", derken, Hristiyanlar da: "Cennete Hristiyanlardan başkası girmeyecektir", demişlerdi.

"Bu" şekildeki iddiaları "onların kuruntularıdır" yani aslı astarı olmayan arzularıdır. Kuruntu (emânî), kişinin temenni ettiği fakat elde edemediği şey­ler hakkında kullanılır. Araplar aynı şekilde delili ve belgesi bulunmayan her şeye temenni, gurur, dalâl ve ahlâm adını verirler.

"Eğer doğru söyleyenler iseniz" buna dair "delilinizi getirin".

"Hayır!" dedikleri gibi olmayacaktır. Cennete başkaları girecektir. Onlar ise "ihsan edici olarak yüzünü Allah'a teslim" edenlerdir, kendisini ihlâsla Al­lah'a veren, emrine bağlanan kimselerdir. Yüzün Allah'a teslim edilmesi, Al­lah'a itaatle bağlanmak kendisi ile Rabbi arasında herhangi bir aracı edinme­yecek şekilde amelini yalnızca onun için ihlâsla yapmaktır. Fahrüddin er-Râzî der ki: Yüzün Allah'a teslim edilmesi, nefsin Allah'a itaata teslim olması de­mektir. Kinaye yoluyla bazan nefis yerine "yüz" kullanılır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onun yüzü müstesna, her şey helak olacaktır" (Ka-sas: 28/88). Yani onun zâtı dışında her şey helak olacaktır.

"İşte ona Rabbi katında ecri" yani amelinin sevabı olan cennet "vardır". Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar ahirette "üzülmezler de".

"Bir şeye" sözü edilmeye değer bir şeye "sahip değildir". Yahudiler Hz. İsa'yı, Hristiyanlar da Hz. Musa'yı inkâr edip kâfir olmuşlardır. "Halbuki hepsi de kitabı okurlar." Her iki kesim de ayrı ayrı kendilerine indirilen kitabı okur­lar. Yahudilerin kitabında Hz. İsa'nın tasdik edilmesi, Hristiyanlann kitabında da Hz. Musa'nın tasdik edilmesi emredilmektedir.

"Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi söylediler." Yani müşrik Arap­lar ve başkaları da onların söyledikleri gibi söylediler. Onlar da her bir din sa­hibi hakkında: Bir şeye sahip değildir, dediler.

"Allah anlaşmazlığa düştükleri bu konuda kıyamet gününde aralarında hüküm verecektir". Din hususunda onlar arasında hükmedecek, haklı olanı cennete koyacak, haksız olup batıl peşinde olanı da cehenneme koyacaktır. [303]

 

Nüzul Sebebi

 

113. ayet-i kerime, Medine Yahudileri ile Necran Hristiyanları hakkında inmiştir. Şöyle ki, Necran heyeti Resulullah (s.a.s.)'ın huzuruna geldiğinde Ya­hudi alimleri de onların yanma geldi. Birbirleriyle tartıştılar: Yahudiler: "Siz din hususunda söz edilmeye değer bir şeye sahip değilsiniz" dediler. Hz. İsa'ya ve İncil'e karşı kâfir oldular. Hristiyanlar da onlara: "Siz de din hususunda bir şeye sahip değilsiniz deyip Hz. Musa'ya ve Tevrat'a karşı kâfir oldular. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi, [304]

 

Açıklaması

 

Kitap Ehli'nin Kur"ân-ı Kerim'e ve Muhammed (s.a.)'e iman etmeyişleri so­nucunda pek çok sapıklıklar, dağınıklıklar ve parçalanmalar ortaya çıkmıştır. Yahudiler Hristiyanlardan da daha kötü bir durumdadırlar. Onların iki hali söz konusudur: Evvela kendilerinden başkalarını saptırmak, onları sapıklıkla nitelemek, buna karşılık kendilerinin Allah'ın seçilmiş kavmi olduklarını ve peygamberlerin kendilerine münhasır olduğunu iddia etmek; ikinci olarak Ya­hudilerin Hristiyanları sapık görmeleri, Hristiyanların da Yahudileri sapık görmeleri halidir. Halbuki Tevrat Hristiyanların şeriatıdır. İncil Tevrat'ın ta-mamlayıcısıdır.

Ayet-i kerimenin manası şudur: Yahudiler "Cennete Yahudi olanların dı­şında kimse giremeyecektir." derken, Hristiyanlar da: "Cennete Hristiyanların dışında kimse girmeyecektir." demiştir. Onların her biri ötekinin kâfir olduğu­nu ileri sürmektedir. Bunlar ise onların temelsiz, faydasız, batıl temennilerin­den ibarettir. "Eğer öyle değil ise, ey Yahudi ve Hristiyanlar! Doğru söyleyen kimseler iseniz, bu iddialarınızın delilini getiriniz." Bu buyruğun zahiren ifade ettiği anlam iddianın doğruluğuna delil getirmeyi istemek ise de, örfen bu, id­diayı yalanlamak anlamınadır. Çünkü onların bu iddialarına gösterecekleri bir delilleri yoktur. Bu da bir delil bulunmaksızın hiçbir iddianın kabul olunmaya­cağına bir işarettir.

Daha sonra Yüce Allah, "hayır! (belâ)" kelimesi ile onların iddialarını red­detmektedir. Bu, daha önceki bir nefyi (olumsuz ifadeyi) reddetmek için kulla­nılan bir ifadedir ve onların iddialarını reddetmektedir. Çünkü cennete girecek olanlar Yahudi ve Hristiyanlar arasından olmayacaktır. Bunlar Allah'a itaatla boyun eğen, amelini halis olarak Allah'a yapan, ibadetinde ve itikadında ihsan edici olan herkestir. İşte bu gibi kimseler için rableri katında ecirler vardır. On­lar korkmazlar, ahirette üzülmezler. Putlara, heykellere tapmanlar ise böyle değildir. Onlar gelecekten endişe içerisindedirler, başlarına gelecek olanlardan dolayı da üzüleceklerdir.

Ayet-i kerime tek başına imanın yeterli olmadığını, aksine amelin de ihsan ile yapılmasının kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. İman ile birlikte salih amelin de söz konusu edilmesi Kur"ân-ı Kerim'deki anlatım yollarından birisi­dir. Meselâ Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Erkek veya kadın kim mümin olarak salih amellerden işlerse işte onlar cennete girerler ve hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar haksızlığa uğratılmazlar" (Nisa: 4/124); "Kim mümin olduğu halde salih amel işlerse, onun sa'yi karşılıksız bırakılmaz" (Enbiya: 21/94).

Kitap Ehli arasındaki tartışma ve anlaşmazlık ileri derecelere ulaşmıştır. Onlar az önce geçen iddialarda bulunmakla da kalmazlar. Yahudiler: "Hristi-yanlar din adına söz edilmeye değer bir şeye sahip değildirler." diyerek Tev­rat'ın müjdelediği Mesih'e iman etmemekte ve Mesih'in henüz daha gelmediği­ni iddia edip ortaya çıktığında tekrar hükümdarlığı İsrail halkına geri vermesi­ni beklemektedirler. Hristiyanlar da buna karşılık, Yahudiler doğru din adına herhangi bir şeye sahip değildirler, diyerek Mesih'in Yahudilerin şeriatını ta­mamlayacağını inkâr ettiler.

Onlar kitap sahibi oldukları, kitabı okudukları, ona iman ettikleri halde bu sözleri söylediler. Tevrat Hz. Musa'dan sonra kendilerinden gelecek bir ra-sulün müjdesini vermektedir. İncil de, "Mesih, Musa'nın İsa'nın şeriatını ta­mamlamak üzere gelmiştir, onu nakzetmek üzere değil." demektedir. Eğer Ya­hudiler Tevrat'a, Hristiyanlar da İncil'e gerçekten iman ediyorlar ise, böyle bir söz hiç bir şekilde söylememeliydiler. Çünkü Allah tarafından indirilen her bir kitap kendisinden önceki kitabı doğrulayıcı, kendisinden sonra geleni müjdele-yici olarak gelmiştir ve her birisi belli bir zaman dilimi içinde bir şeriattır. Yani onların tuttukları din birdir. Her birisi dininin bir kısmını terketmiştir. Halbu­ki onların her birisinin kabul ettiği kitap, bizzat kendi aleyhine bir delildir.

Onlar bu tavırlarıyla aslında iman etmemiş sayılırlar. Ellerinde semavi bir kitap bulunmadığından dolayı, hiçbir şey bilmeyen puta tapıcı müşrikler de Kitap Ehli'nin dedikleri gibi her bir din hakkında: "Siz de hiçbir şeye sahip de­ğilsiniz" dediler. Allah ise, asla haksızlık, zerre kadar zulüm bulunmayan adil hükmü ile kıyamet gününde hepsi arasmda hükmünü verecektir. O hak ya da batıl olsun, her bir kesimin nasıl bir yol izlediğini çok iyi bilendir. Batıl yolda gidenleri cezalandıracaktır. Cennet ise ibadetini yalnızca Allah'a ihlâsla yapan, O'na itaatle boyun eğen, kendisini ihlâsla rabine teslim eden, O'na hiçbir şeyi şirk koşmaksızın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakınan kimseler içindir. [305]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kitap Ehli'nin uyması gereken hususlardan birisi de her bir kesimin öteki kesimin kitabına iman etmesi, sonra da hep birlikte Kur"ân-ı Kerim'e iman et­meleridir. Çünkü onlar dinin asılları ve vahyi bilen, nübüvvet esasını ikrar edip Allah'ın varlığını kabul eden kimseler olup putlara, heykellere tapan, ilahî kitapları olmayan müşrik Arap kâfirleri gibi değildirler.

Buna göre Yahudiler ile Hristiyanlar arasındaki anlaşmazlığı, karşılıklı düşmanlığı haklı kılacak bir sebep yoktur. Onların yapmaları gereken şey, ki­taplarında bulunana iman etmeleri ve bununla hak olan iman yolunu bularak gelmiş ve gelecek bütün peygamberlerin risaletini tasdik etmektir.

İnsanların kurtuluş yolu ortaklıktan bütünüyle münezzeh olan Allah'a tam anlamıyla boyun eğmek, "Allah'a ihlâslı bir şekilde iman etmek" tir. Bu iman da yine salih amel ve yalnızca Allah'a ihlâsla yapılan ibadet üzerinde yükselmelidir. Çünkü iman, salih amel ile birlikte olmadıkça tek basma fayda vermez. Herhangi bir kimsenin ya da herhangi bir kavmin, Allah'ın rahmetine başkalarından daha çok hak sahibi olduğunu iddia etme yetkisi yoktur. Çünkü Allah alemlerin rabbidir. Her insana yaptığının karşılığını verir. Delilsiz olarak hiçbir kimsenin de iddiası kabul olunmaz. Olumlu ya da olumsuz bir iddiada bulunan kimsenin delil getirmesi kaçınılmaz bir şeydir. Ayet-i kerime aynı za­manda bir şeyi delilsiz olarak kabul etmek demek olan taklidin batıl olduğunu da göstermektedir. Kur'ân-ı Kerim'in kendisi kevnî ayetler ve aklî delillerle, ilâhî kudretin irade, vücud ve vahdaniyetin delilleri ile doludur. Yüce Allah'ın varlığına yaratmak, yoktan var etmek ve tekvin delil olarak yeterlidir. Yine birden çok ilâhın varlığı halinde kâinatın düzeninin bozulacağı da onun vahda­niyetine delil olarak yeterlidir. Nitekim Yüce Allah: "De ki eğer o ikisinde (gök­lerle yerde) Allah'tan başka ilâhlar bulunmuş olsaydı ikisinin de düzeni bozu­lurdu." (Enbiya: 21/22) diye buyurmaktadır. [306]

 

Mescitlerde Namaz Kılmayı Engelleyen Zalimin Durumu Ve Herhangi Bir Yerde Namaz Kılmanın Sahih Olması

 

114- Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden ve onların harab olmasına çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Böyleleri ora­lara ancak korka korka girebilirler. Onlar için dünyada rüsvaylık vardır, ahirette de büyük bir azap yine onla­radır.

115- Doğu da batı da Allah'ındır. Bun­dan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın vechi oradadır. Şüphe yok ki Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.

 

Belagat:

 

"... daha zalim kim olabilir!." Bu nefiy (olumsuzluk) anlamında sorudur, yani böylesinden daha zalim hiçbir kimse olamaz, demektir.

"Onlar için dünyada rüsvaylık vardır." Burada "rüsvaylık" kelimesinin be­lirtisiz (nekre) gelmesi, işin ne kadar dehşetli olduğunu ifade etmek içindir. Ya­ni onlar için nitelendirilemeyecek kadar dehşetli bir rüsvaylık vardır.

"Alîm" mübalağa kipidir yani bilgisi oldukça geniş olan demektir. [307]

 

Kelime ve İbareler:

 

"... ve onların (mescitlerin) harap olmasına" tahrip edilmelerine, yıkılma­larına, işlemez hale getirilmelerine "çalışanlardan daha zalim kim olabilir?" Olamaz, anlamında olumsuzluk ifade eder. Zulüm, bir şeyi konulması gereken yerden başka bir yere koymak demektir. Mescit Allah'a ibadet etme yerinin adıdır. Bu ayet-i kerime Beytül-Makdis'i tahrip eden Bizanslıların durumunu haber vermek üzere ya da Hudeybiye yılı Peygamber (s.a.)'i Beytullah'tan en­gelleyen müşrikler hakında nazil olmuştur.

"Böyleleri oralara ancak korka korka girebilirler." Bu emir anlamına bir haberdir. Yani cihad ile onları korkutunuz ki, onlardan hiçbir kimse güven du­yarak oralara giremesin.

"Onlar için dünyada rüsvaylık" öldürmekle, esir almakla ve cizye yüküm­lülüğünü koymakla, aşağılanmak ve zillet "vardır, ahirette de en büyük azap" olan ateş "yine onlaradır".

"Nereye dönerseniz Allah'ın vechi" yani onun hoşnut olup razı olduğu cihe­ti ve kıblesi "oradadır".

"Şüphesiz ki Allah Vasi'dir", lütfü her şeyi kuşatan, asla sınırı tespit edile­meyen ve sınırlandırüamayan; "Alîm'dir", yani yaratıklarının her türlü işini çekip çevirmekle bilgisi kuşatıcıdır. [308]

 

Nüzul Sebebi

 

114. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Abbas'dan iki ayrı rivayet gelmiş bulunmaktadır. el-Kelbî'nin ondan yaptığı rivayete göre bu ayet-i kerime Romalı Titus ve onunla birlikte olan Hristiyanlar hakkında nazil ol­muştur. Bu hükümdar ve beraberindekiler İsrailoğulları'na hücum etmiş sa­vaşçılarını öldürmüş, kadın ve çocuklarını esir almış, Tevrat'ı tahkir etmiş, Beytul-Makdis'i yıkmış, oraya leş atmışlardır.

Katade der ki: Bu kişi Yahudilere baskın yapan, hücum eden, Beytü'l-Makdis'i yıkan Buhtunnassar ve onunla birlikte olanlardır. Bu hususta onlara Romalı Hristiyanlar da yardımcı ve destek olmuşlardır.

Ata'nın İbni Abbas'tan rivayeti ise şöyledir: Bu ayet-i kerime Mekke müş­riklerinin Müslümanları Mescid-i Haram'da Yüce Allah'ın adını anmaktan en­gellemeleri hakkında nazil olmuştur. İbni Ebî Hatim de İbni Abbas'dan şunu rivayet etmektedir: Kureyşliler Resulullah (s.a.)'ı Mescid-i Haram'da, KâTıe'nin yanında namaz kılmaktan engelleyince şanı yüce Allah: "Allah'ın mescitlerinde Allah'ın adının anılmasını engelleyenlerden... daha zalim kim olabilirT ayetini indirdi.

İbni Cerir ise Ebu Zeyd'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime Hudeybiye günü, Resulullah (s.a.)'ın Mekke'ye girmesini engellemeleri üzerine müşrikler hakkında nazil olmuştur.

İbnül-Arabî'ye göre ise, bu ayet-i kerime Resulullah (s.a.)'ın önce Beytül-Makdis'e doğru namaz kılması, sonra da Kabe'ye doğru dönüp namaz kılması üzerine nazil olmuştur. Bu konuda Yahudiler ona itiraz edince Yüce Allah Hz. Peygamber için bir keramet, onlara karşı da bir delil olmak üzere bu ayet-i ke­rimeyi inzal buyurdu. Nitekim İbni Abbas da böyle demektedir.

Durum her ne olursa olsun asıl nazar-ı itibara alman lafzın genelliğidir, nüzul sebebinin özelliği değil. O balomdan bu ayet-i kerime hem Kitap Ehli'ni ve hem de onların durumunda olanları kapsamakta ve Hz. Mesih'in vefatı üze­rinden yaklaşık yetmiş yıl geçtikten sonra Beytül-Makdis'e giren Bizanslı Ti-tus'un yaptıklarına ve onun orayı tahrip etmesine, Hz. Süleyman'ın heykelini yıkıp Tevrat'ın bazı nüshalarını yakmasına da işaret etmektedir. Nitekim Hz. Mesih Yahudilere böyle bir tehlikeyi bildirip uyarmıştı. Diğer taraftan bu ayet-i kerime, Peygamber (s.a.)'i ve onun ashabını Mekke'ye girmekten engelleyen Arap müşriklerine de, Beytül-Makdis'e ve onun dışında kalan İslâm toprakla­rına hücum eden ve Mescid-i Aksa'dan müslümanlan engelleyip pek çok mesci­di yıkan haçlılara da uymaktadır. Aynı durum günümüzde Filistin'deki pek çok mescidi tahrip etmekle, Mescid-i Aksa'yı yakmak ve defalarca onu yıkmaya ça­lışmak suretiyle Yahudiler tarafından da defalarca tekrarlanıp durmaktadır. [309]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah'ın: "Hristiyanlar da Yahudiler de bir şeye sahip değildir" buy­ruğunda Hristiyanlar; "Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi söylediler" buyruğunda da müşrikler söz konusu edilmektedir. Bu ayet-i kerime bu iki ke­simden hangisi hakkında ve hangisinden dolayı nazil olmuş olursa olsun, bu ayetin burada yer alması, onunla tam bir ilişki arz etmektedir. [310]

 

Açıklaması

 

Kamuya açık mescitlerde ibadeti engellemekten, onları tahrip edip yıkma­ya ve dinin emrettiği ibadetlerin orada eda edilmesine mani olmaya çalışmak­tan daha ağır, daha ileri boyutlarda bir zulüm söz konusu olamaz. Çünkü bu davranışlar yaratıcıyı unutmaya götüren bir şekilde dinin saygı duyulması ge­reken sınırlarını çiğnemektir. İnsanlar arasında çeşitli münker ve fesadın yay­gınlık kazanmasını sağlamak demektir. Bu şekilde tahrip yapan veya bu ibadet yerlerini çalışmaz hale getiren kimselerin böylesi yerlere ancak Allah'ın ve di­nin azametinden, İslâm'ın ve Müslümanların satvetinden korkarak girmeleri söz konusu olabilir. Allah böylelerine, dünya hayatında aşağılanmak ve zelil ol­makla tehditte bulunmuştur. Nitekim Romalıların da egemenlikleri, impara­torlukları bu sebepten paramparça olmuştur. Ahirette ise bunları cehennemde çok çetin ve ağır bir azap ile tehdit etmiştir ki orası çok kötü bir dönüş yeridir.

Müslüman ile mescitler arasında engeller konulacak olursa, bilinmelidir ki Müslüman her yerde namazını kılabilir. Namaz kılan kişi nereye dönerse Yüce Allah'a yönelmiş olur. Çünkü doğu da batı da yalnız Allah'ındır. Yani bun­lar O'nun mülküdür ve O'nun tarafından yaratılmıştır. Allah böyle bir kimse­nin kıldığı namazdan razıdır, kabul eder. Çünkü Yüce Allah Vâsi'dir hiçbir me­kân onu sınırlamaz. İlmi de geniştir, kendisine yönelen herkesi bilir. [311]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Mescitlerin yıkılması yahut da onların faaliyetlerinin engellenmesi çok büyük bir suçtur. Böyle bir suçu ancak imanım yitirmiş, nevalarına uyan, ah­lâk ve faziletlere karşı savaş açan kimseler işleyebilir. Geçmişte veya çağımız­da böyle bir suça -ister İslâm ülkelerinde ister başka yerlerde olsun- ancak din­den çıkmış, inkarcılığı yaymaya çalışan, dinin ve İslâm'ın esaslarını zayıflat­maya gayret eden inkarcılardan başkası kalkışmamıştır.

İslâm dini genişlik ve kolaylık HiniHjr diyen, Allah'ın arzı bütün müminle­ri kapsayacak kadar geniştir, diyen Allah'a hamdetmek gerekir. Allah'ın mes­citlerinin tahrip edilmesi, müminlerin Allah'ın arzının neresinde bulunursa bulunsunlar yüzlerini Allah'ın kıblesine doğru çevirmelerine engel değildir.

İbni Cerir et-Taberî'nin belirttiğine göre, 115. ayet-i kerime, namazda Ka­be'ye yönelme emri inmeden önce gelmiştir. Bu ayet-i kerime ile, daha önceki din mensuplarının "İbadet ancak heykellerin yanında ve mabedlerde sahih ola­bilir." şeklindeki inançları çürütülmektedir.

Kabe'ye yönelme emrinin verilişinden sonra da bu ayet-i kerimenin gözet­tiği maksat olduğu gibi devam etmektedir. Çünkü bu ayet-i kerime, müminin kalbini mamur kılan iman ile ilişkisi bulunan itikadî bir hususu vurgulamak­tadır: Müminler doğuya ve batıya, her nereye yönelirlerse yönelsinler, kendisi­ne yönelmekle emrolunduğumuz Allah'ın vechi orasıdır; orası da Kabe hük­mündedir.

Kıbleye yönelmekteki hikmet -maksat, belli bir mekana sığmayan Allah olmasına rağmen- ibadet edenlerin yönelecekleri tarafı bir kılmak, onların duy­gularını, eğilimlerini tek bir hedef çerçevesinde toplamaktır. Ayrıca Allah -hiç­bir şekilde mekanla smırlandınlamıyacağı sebebiyle kulun ibadetinde O'nun zatına yönelmesi mümkün olmadığından- ibadet esnasında insanların yönele­ceği özel bir mekanı teşri buyurmuş ve oraya yönelinmeye kendisine yönelme kabul etmiştir.

İbnül-Arabî der ki: Şanı yüce Allah, ibadet olmak üzere namaz kılmayı emretmiş, namazda ibadetin eksiksiz bir şekilde olmasını sağlamak için de hu-şuyu farz kılmış, azaların sükûn içerisinde olmasını öngörmüş, dilin ise Yüce Allah'ı zikretmekten başka bir şey söylememesini, bedenin de belli bir tarafa doğru yöneltimesini farz kılmıştır. Ta ki bu yolla namazdan olmayan hareket­ler önlenmiş olsun, yabancı düşünceler namaz kılanı istilâ etmesin. İnsanı mü­şerref kılmak için de namazında Kabe'ye doğru yönelmesini tayin ve tespit et­miştir. [312]

Kısacası 115. ayet-i kerimeden mensuh olup olmadığı hususu ile ilgili ola­rak ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. [313]

Bir görüşe göre bu ayet-i kerime, yolculuk esnasında, düşmanla göğüs gö-ğüse çarpışmalarda ve aşırı tehlikelerden korkulması halinde nafile namaz kı­lan kimsenin, doğu ya da batıya doğru herhangi bir tarafa yönelebileceğine da­ir izin vermek üzere nazil olmuştur.

Cumhurun görüşüne göre ise, bu ayet-i kerime neshedilmiştir. Bu ayetle Mekke'den çıkartılan, mescitlerinden ve namaz kıldıkları yerlerinden ayrılan Resulullah (s.a.) ve ashabı teselli edilmektedir. Resulullah (s.a.) Mekke'de iken Kabe'yi önüne alarak Beytül-Makdis'e doğru namaz kılıyor idi. Medine'ye gelinçe 16 ya da 17 ay süre ile Beytü'l-Makdis'e doğru namaz kılması emredildi. işte bundan dolayı Yüce Allah burada: "Doğu da Batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır." (Bakara: 2/115) diye buyur­maktadır.

Ebu Ubeyd el-Kâsım b. Sellâin, en-Nâsıh ve'l-Mensûh adlı eserinde şöyle demektedir: İbni Abbas der ki: Bize anlatıldığına göre -ki Allah en iyi bilendir-Kur'ân-ı Kerim'de bizim için ilk nesholunan hüküm kıble ile ilgili Yüce Al­lah'ın: "Doğu da Batı da Allah'ındın." buyruğudur.

Resulullah (s.a.) da Beytü'l-Makdis'e doğru yönelip namaz kıldı. el-Beytü'l-Atîk'e (Kabe'ye) yönelmeyi terketti. Daha sonra Yüce Allah ona tekrar el-Bey-tü'1-Atîk'e dönme emrini verdi ve önceki Beytü'l-Makdis'e yönelme hükmünü neshedip şöyle buyurdu: "Hangi yerden çıkarsan yüzünü Mesicid-i Haram'a doğru döndür, her nerede olursanız, yüzlerinizi onun tarafına döndürün." (Ba­kara: 2/150) [314]

 

Hata Yoluyla Kabe'den Başka Tarafa Yönelmenin Hükmü:

 

Kişi havanın bulutlu olduğu bir sırada kendi kanaatiyle hareket ederek kıbleden başka cihete doğru namaz kusa ve daha sonra kıblenin o cihet olmadı­ğını anlasa, Cumhur'a (Ebu Hanife, Malik ve Ahmed'e) göre namazı caizdir. Fa­kat İmam Malikin görüşüne göre vaktin içinde namazı iade etmesi müstehaptır, vacip değildir. Çünkü o, emredildiği şekilde farzını eda etmiş bulunmakta­dır. Eksik bırakılan şeylerin tamamlanması (kemâl) ise, vaktin içerisinde mümkündür. Buna delili ise yalnız basma namaz kılıp da aynı namazın vakti çıkmadan cemaat ile kılındığını gören bir kimsenin namazını, bu gibi kimseler­le tekrar iade edebileceği hususudur. Bununla birlikte, vaktin içerisinde nama­zın müstehap olarak iade edilmesi, ancak kendi kanaatiyle hareket etmekle birlikte kıbleye arkasını dönen ya da oldukça doğu veya batıya doğru namaz kılan kimse içindir. Kıble istikametinden az bir şekilde sağa ya da sola dönen kimsenin ise vaktin içerisinde ya da dışında olsun, namazını tekrar iade etmesi gerekmez.

İmam Şafiî'ye göre ise bu şekilde (kıbleden başka tarafa dönülerek) "kılı­nan namaz caiz değildir, çünkü kıble namazın şartlarından bir şarttır. [315]

 

Binek Üzerinde Nafile Namaz Kılmak:

 

Binek üzerinde nafile namaz kılmanın caiz olduğu hususunda ilim adam­ları arasında görüş ayrılığı yoktur. İbni Ömer şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Mekke'den Medine'ye doğru gelirken devesi üzerinde olduğu halde yüzü hangi tarafa dönerse dönsün namaz kılardı. İbni Ömer der ki: "İşte: "Bundan dolayı nereye dönerseniz Allah'ın yüzü oradadır." (Bakara: 2/115) ayet-i kerimesi onun hakkında nazil olmuştur."

Fukaha namazın kısaltılmasını gerektirmeyen bir mesafe kadar (89 km'den az) bir yolculuğa çıkan kimse hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Ma-likîler ve es-Sevrî der ki: Namazın kısaltılabileceği kadar bir yolculuk dışında, binek üzerinde nafile namaz kılınmaz. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın nafile namaz kıldığı belirtilen yolculuklarının hepsi namazın kısaltılabileceği kadar uzak olan yolculuklardır.

Ebu Hanife, arkadaşları, Şafiî ve Dâvud ez-Zahiri de der ki: Her türlü yol­culukta ve şehrin dışında, binek üzerinde nafile namaz kılmak caizdir. Çünkü nakledilen rivayetlerde herhangi bir seferi tahsis eden bir ifade yoktur. Her bir yolculukta bu caizdir. Bundan tek istisna, kabul edilmesi gereken bir delil ile belirtilen özel durumları bulunan yolculuklardır. [316]

 

Gaibe Namaz Kılmak (Gıyabi Cenaze Namazı):

 

İmam Şafiî, gaib için cenaze namazı kılınmasını caiz görmektedir. Delili ise Peygamber (s.a.s.)'in hicretin 9. yılında ashab-ı kiram ile birlikte Habeş hü­kümdarı Necaşî'nin üzerine namaz kılmalarıdır. Necaşi'nin adı Arapça, atıyye (bağış) anlamına gelen Ashame idi, Ashab-ı kiram bu namaz ile ilgili olarak, "Ölmüş ve bizim kıblemizden başka bir tarafa namaz kılmış kimsenin üzerine nasıl namaz kılabiliriz?" deyince bunun üzerine: "Muhakkak ehl-i kitap'tan Al­lah'a... iman edenler vardır." (Âl-i İmran: 3/199) ayeti nazil oldu <194>. Şu kadar var ki bu rivayet oldukça gariptir, mürsel ya da mu'daldır. [317]

 

Kur'ân ve Sünnet'te "Allah'ın Vechi" Tabirinden Maksat:

 

İlim adamlarının Kur"ân-ı Kerim'de ve sünnette Yüce Allah'a izafe edilen "Vech" in yorumlanması hususunda farklı görüşleri vardır. [318] Bir kesim şöyle der: Bu, bir mecazdır. Çünkü vech (yüz) görülen bir yaratığın organları arasın­da en açıkta ve en değerli olanıdır. Vech'i olan ile anlatılmak istenen, varlığı olan demektir. Buna göre: "Biz size ancak Allah'ın vechi için yemek yediriyo-ruz." (Dehr: 76/9) buyruğu, "vechi bulunan Allah'ın rızası için size yemek yedi-riyoruz" demektir. Nitekim: "Yüce Rabbinin vechini aramasının dışında..." (Leyi: 93/20) buyruğu da böyledir. Yani vechi olan rabbinin rızasını aramanın dışında... fbni Abbas der ki: Vech, aziz ve celil olan Allah'ın zatını ifade eden bir tabirdir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve celâl ve ikram sahibi Rabbinin vech'i kalır." (Rahman: 55/27) "Allah'ın vechi (yüzü) oradadır" buyruğunun anlamı Allah oradadır, demek olur. Bu aynı zamanda Yüce Allah için mekân ve cihetin nefyedildiğini de göstermektedir. Çünkü onun-için böyle bir şey imkânsızdır. O, ilim ve kudretiyle her yerdedir.

Bazı ilim önderleri de şöyle demektedir: Bu şanı yüce Allah hakkında delil ile sabit ve aklen kadîm olan sıfatlardan ayrı bir sıfattır. Bu görüş daha uygun ve daha ihtiyatlıdır. [319]

 

Yüce Allah'a Oğul İsnat Etmek Suretiyle Kitap Ehli'nin Ve Müşriklerin İftiraları Ve Allah'ın İnsanlarla Konuşmasını İstemeleri

 

116- "Allah oğul edindi" dedüer. O mü­nezzehtir. Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur, hepsi O'na bo­yun eğicidir.

117- Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur. Bir şeyin olmasına dair hüküm verirse ona sadece 'ol' der, o da oluverir.

118- Bilmeyenler: "Allah bizimle konuş­malı yahut bize bir ayet gelmeli değil mi?" dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı onlar gibi böyle söylemişlerdi. Kalpleri birbirine ne kadar da benze-miş!? Biz yakîn sahibi olanlara ayetle­rimizi apaçık göstermişizdir.

 

İ'râb:

 

"Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi" var etmek ve yoktan meydana getirmek suretiyle mülkiyeti "O'nundur".[320]

 

Belagat:

 

"O münezzehtir (sübhanehü)": Allah'ın oğlu olduğunu iddia eden zalimle­rin iddialarını çürütmek için araya gelmiş bir ara cümlesidir.

"Hepsi ona boyun eğicidirler." Bu (akıl sahibi olan varlıklar için kullanılan çoğul türü olduğundan dolayı) akıl sahiplerinin şerefine dikkat çekmek için tağlib yoluyla (üstün tutularak, tercih edilerek) kullanılmıştır. [321]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sübhanehü" yani onların nitelendirdiklerinden O'nu tenzih ederiz ve bil­gisizlerin söyledikleri gerçekten hayret edilecek sözlerdir!

"Hepsi O'na boyun eğicidirler (kânitün)" Ona itaatle bağlanan kimselerdirler.

"Yaratıcı (Bedî)": İbda', Bir şeyi daha önceden herhangi bir örnek bulun­maksızın ilk olarak var etmek, yaratmak demektir.

Ayet, delil ve burhan, yakîn ise delil ve burhana dayalı kesin bilgi demektir. [322]

 

Ayetler Arası İlişki Ve Nüzul Sebebi

 

Daha önce gördüğümüz ayet-i kerimeler Yahudilerin cennetin kendilerine has olduğuna dair iddialarını ortaya koymaktadır. Yine burada ayet-i kerime­nin ifade ettiğine göre Yahudiler Üzeyr'in Allah'ın oğlu olduğunu, Hiristiyanlar Mesih'in Allah'ın oğlu olduğunu, müşrikler de meleklerin Allah'ın kızları oldu­ğunu iddia etmektedir. Allah kesin delil ile onların hepsinin yalancı olduğunu ortaya koymaktadır.

116. ayet-i kerime, "Üzeyr Allah'ın oğludur." diyen Yahudiler ile, "Mesih Allah'ın oğludur." diyen Necrân hıristiyanlan ve "Melekler Allah'ın kızlarıdır" diyen Arap müşrikleri hakkında nazil olmuştur.

118. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ise, İbni Cerîr et-Taberî'nin İbni Ab-bas'tan rivayetine göre şöyledir: İbni Abbas dedi ki: Huzeyme, Resulullah (s.a.s.)'a: "Eğer sen söylediğin gibi Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber isen Allah'a bizimle konuşmasını söyle de, onun kelâmını işitelim." dediler. Bu­nun üzerine: "Bilmeyenler Allah bizimle konuşmalı... dediler." ayet-i kerimesini inzal etti.

Kurtubî'nin naklettiğine göre de: "Allah bizimle konuşmalı., değil mi?" ya­ni "Ya Muhammed! Senin peygamber olduğunu bize söylemeli değil miydi?" de­mektir. İbni Kesir de der ki: İfadelerin zahirinden anlaşılan budur. [323]

 

Açıklaması

 

Yahudiler, "Üzeyr Allah'ın oğludur.", Hiristiyanlar, "Mesih Allah'ın oğlu­dur.", Müşrikler: "Melekler Allah'ın kızlarıdır.", dediler. Bu ifadenin hepsi tara­fından söylenmesiyle bir kısmı tarafından söylenmesi arasında bir fark yoktur. Çünkü aynı ümmetin fertleri işledikleri ve söyledikleri bütün hususlar ile ilgili olarak birbirleriyle dayanışma içerisinde olurlar. Şanı yüce Allah ise onların id­dialarından yüce ve münezzehtir. Allah'ın yardıma ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde bulunan her şey yalnız O'nundur. Hepsi O'nun egemenliğine boyun eğer, iradesine bağlıdır. Gökleri ve yeri daha önceden herhangi bir örnek söz konusu olmaksızın yoktan var eden O'dur. Onlarda bulunan herşeyin mutlak mâliki O'dur. Bir işi dilediği taktirde herhangi bir engel söz konusu olmaksızın "kün = (ol)!" harflerinin söylenmesinden daha seri bir şekilde derhal var eder. Var et­mek ilâh olmanın, ulûhiyyetin sırlan arasındadır. Yüce Allah burada anlaşıl­mayı kolaylaştıracak bir şekilde bu hususu bizlere: "Sadece ol der, o da oluve­rir." buyruğu ile anlatmaktadır. Yüce Allah yarattığı kullarından birisini nü­büvvet veya risâlet (elçilik) için seçtiği takdirde -resuller ve melekler gibi- yine onun bu seçtiği yaratılmışlık mertebesinin dışına çıkamaz, bu sınırı aşamaz. Hepsi Allah'ın kulu kalmaya devam ederler: "Göklerle yerde olanların hepsi Rahman (olan Allah)'a ancak kul olarak gelirler." (Meryem: 19/93). Hem yarat­ma, hem mülk itibarıyla göklerde ve yerde bulunan her şey kendisinin olan, kâinatta bulunan herşey emrine boyun eğen, itaat eden, gökleri ve yeri yoktan var eden, tekvîn ve derhal var etme güç ve imkânına sahip olan bir zat, hiç oğula veya babaya muhtaç olur mu?

Bu ayet-i kerimeyi Yüce Allah'ın, Arap müşriklerine dair şu buyruğu da teyit etmektedir: "Onlara bir ayet geldiğinde, Allah'ın peygamberlerine verile­nin bir benzeri bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz, derler. Allah pey­gamberliğini nereye vereceğini çok iyi bilendir." (En'am: 6/124). Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir: "Dediler ki: Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana iman etmeyiz. De ki: Rabbimi tenzih ederim, ben resul olan bir insandan başka bir şey miyim ki?" (İsrâ: 17/90-93); "Bizimle karşılaşacaklarını umma-yanlar dediler ki: Niçin bize melekler indirilmedi veya niçin Rabbimizi görme­dik?" (Furkân: 25/21); "Hayır, onlardan herbirisi kendisine yayılmış sahifeler verilmesini ister." (Müddessir: 74/52). Buna benzer Arap müşriklerinin küfürle­rini, aşın günahkârlıklarını, inatlarını, gerek duymadıklanı şeyleri istedikleri­ni gösteren daha pek çok ayet-i kerime vardır. Onlar ihtiyaçları olduğundan do­layı değil, küfür ve inatlarından dolayı böyle davranıyorlardı. Tıpkı onlardan önceki Kitap Ehli (Yahudi ve Hıristiyanlar) bir takım kimselerin ve başkaları­nın talepleri gibi taleplerde bulundular. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Kitap Ehli senden üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Gerçekten onlar, Musa'dan daha büyüğünü istemişlerdi de: Allah'ı bize açıkça göster, de­mişlerdi" (Nisa: 4/23); "Hani: Ey Musa, demiştiniz, biz Allah'ı apaçık görme­dikçe sana asla iman etmeyiz." (Bakara: 2/55). Bilmeyen müşrikler kitapları­nın bulunmadığından ve ulûhiyete nelerin yakıştığını kendilerine açıklayan bir peygambere uymadıklarından dolayı, senin gerçekten Allah'ın resulü olduğuna dair, "Allah bizimle konuşmalı veya bize haber vermek üzere sana gönderdiği gibi bize de bir melek göndermeli ya da peygamberlik iddiasında doğru olduğu­nu ortaya koyan bir delil getirmeli değil misin?" derler. Bu isteklerde bulun­maktan kasıtları ise serkeşlik etmekten, apaçık ayetleri ve Kur'ân-ı Kerim'i in­kâr etmekten başkası değildi.

İşi yokuşa sürmek kastıyla yapılan bu taleplerin benzeri -bu ayet-i keri­meyi destekleyici diğer ayet-i kerimelerde de açıklandığı üzere- geçmişteki üm­metler tarafından da yapılmış ve bunlara benzer sözler söylenmişti.

Kitap Ehli de daha önceden müşriklerin söylediklerinin benzerini söyle­mişlerdi. Onların kalpleri ve ruhları birbirini andırmaktadır. Arap müşrikleri­nin kalpleri, körlük, katılık, inat ve küfür açısından kendilerinden öncekilerin kalplerine benzemektedir. Adeta bu batıl ve dalâleti kendi aralarında birbirle­rine tavsiye etmiş gibidirler. Nitekim Yüce Allah buna işaretle şöyle buyur­maktadır: "Acaba bunu birbirlerine tavsiye mi ettiler? Hayır, onlar tuğyan etmiş kimselerdir." (Zâriyât: 51/53).

Şanı yüce Allah ise peygamberlerin doğruluğunu ortaya koyan ayetleri en güzel ve eksiksiz bir şekilde açıklamış, bunun delillerini de aynı şekilde gayet açık ve anlaşılır bir şekilde ortaya koymuştur. İlim ve yakın sahibi olma istida­dı bulunan kimseler içiriş insafları, temiz ruhları, inat ve hakkı bile bile inkârdan uzaklıkları dolayısıyla, delil ve belgesiyle hakkı arayıp bulmak isteyenler için şüphe etmeyi gerektirecek bir taraf bırakmamıştır. İşte ashab-ı kiramın durumu bu idi. Onlar Resulullah (s.a.)'a hakka olan sevgileri dolayısıyla, Pey­gamberliğini ve buyruklarını delil ve belgeleri gördükleri vakit kabul ettikleri gibi, delilini bilmedikleri hususu soruyorlardı. Onlar gerçekten kanaat getiri-rek, akıllarını kullanarak peygamberlere uyan insaflı, yakîn sahibi, peygam­berlerin Yüce Allah'tan alıp getirdiklerini kavrayan kimselere de örnektirler.

Allah'ın kalplerine, kulaklarına mühür vurup da yüzlerine perde koyduğu kimselere gelince; onlar hakkında da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphe­siz üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olmuş bulunanlar, iman etmezler. Eğer on­lara (istedikleri) bütün mucizeler (ayet ve belgeler) gelse de acıklı azabı görecek­leri ana kadar (iman etmezler)." (Yunus: 10/96-97). [324]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İman çağrısını kabul etmek; aklın kullanılmasını, düşüncenin açılmasını, nefsin arı olmasını -basit olsa dahi- kâinatın gerçeklerinin idrâk edilmesini, di­ğer taraftan nefsin arzularından kişisel nevalardan soyutlanmayı ve inadı da terk etmeyi gerektirir. İşte bu tür istidatlar bir arada bulunduğu takdirde iman çabucak kalbe yerleşir, insan ruhunu aydınlık, mutluluk ve huzur ile dol­durur: "Şunu biliniz ki kalpler, Allah'ın zikri ile huzur bulur." (Ra'd: 13/58).

Yüce Allah'a çocuk nisbet etmeye gelince; bu, insan için eksiklik olabilen herhangi bir şey ile nitelenmek ve yaratıklardan herhangi bir şeye ihtiyaç duy­maktan münezzeh olmak özelliğine sahip ulûhiyyetin hakikatini bilmemek de­mektir. Yüce Allah bir ve tektir. Samed'dir (kimseye muhtaç olmayandır), do­ğurmamış ve doğmamıştır. Kimse de ona denk değildir. Çocuk ise ancak baba­sının cinsinden olur. Şanı Yüce Allah'ın buna göre yarattıklarından bir oğul edinmesi nasıl düşünülebilir: "Allah hiçbir oğul edinmedi. Onunla birlikte de herhangi bir ilâh yoktur. Eğer olsaydı o taktirde, her ilâh kendi yarattığını alır gider, kimisi kimisine üstünlük sağlardı. Allah onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir." (Mü'minûn: 23/91). Oğul sahibi olmak, oğul ile aynı cinsten olma­yı gerektirdiği gibi zaman açısından sonradan meydana gelmeyi de gerektirir. Kadîm olmak ise, vahdaniyeti ve ezelden beri sabit (var) olmayı gerektirir.

Bütün yaratıklar Allah'a boyun eğer, itaat eder. Cansızların Allah'a itaat-ları (kulluk) ilâhî sanatın onlarda ve üzerlerinde açıkça görülmesi ile olur.

Cassâs, Yüce Allah'ın: "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." buyruğu ile ilgili olarak şunları söylemektedir: Bu buyrukta insanın oğluna (köle olarak) malik olamayacağına delâlet vardır. Çünkü Yüce Allah: "Aksine göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur." Yani onun mülküdür ve çocuğu de­ğildir, diye buyurarak, mülkiyeti kendisine ait olarak tespit ederken, çocuk sa­hibi olmayı da bu ifade ile nefyetmektedir. [325]

Kurtubî de şöyle demektedir: Şanı yüce Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir. Yani onları önceden herhangi bir örnek veya bir tasarı bulunmaksızın yoktan var eden ve icat edendir. Daha önce benzeri görülmedik bir şeyi meydana getiren herkese "mübdi' (ibda eden)" denilir. "Bid'at sahipleri" tabiri de buradan gelmektedir. Bid'at'a bid'at denilmesinin sebebi, o bid'at olan sözü söyleyen kim­senin, -önder (imam) herhangi bir kimsenin fiili veya sözü olmaksızın- kendili­ğinden uydurması dolayısıyladır. Buhâri' de Ramazan ayında kılman teravih na­mazını kastederek (Hz. Ömer'in): "Bu güzel bid'attır" denildiği nakledilmektedir.

Bir insanın ortaya koyduğu bir bid'atm ya şeriatta bir aslî dayanağı vardır ya da yoktur. Şayet o bid'atın şeriatta aslî bir dayanağı var ise o, Yüce Allah'ın ve O'nun resulünün teşvik ettiği hususların kapsamına girer, övülmüş işlerin çerçevesi içerisinde yer alır. İsterse onun bir misali bulunmasın. Bir çeşit eli açıklık, cömertlik ve maruf işler yapmak gibi. Bu gibi işler övülmeye değer iş­ler arasında yer alır. İsterse bu işi yapan kimseden daha önce bu iş yapılmamış olsun. Nitekim bu görüşü Hz. Ömer'in söylediği: "Bu ne güzel bir bid'attır!" sö­zü desteklemektedir. Çünkü bu (teravih namazı kılmak) hayır fiillerdendir ve övülmeye değer işlerin kapsamına girmektedir. Eğer bid'at Yüce Allah'ın ve re­sulünün emrettiği şeylere muhalif ise, o takdirde bu yerilmesi ve reddedilmesi gereken işlerin alanı içerisinde yer alır. Hz. Peygamberin (s.a.) irad ettiği hut­besinde söylediği: "Ve işlerin en kötüleri sonradan ihdas olunan (çıkartılan) iş­lerdir ve her bir bid'at bir dalâlettir." buyruğunun anlamı da budur. O bu ifade­lerle Kitaba ya da sünnete veya ashab-ı kiramın emrine uygun olmayan işleri kasdetmiştir. Nitekim bunu şu hadis-i şerif ile de şöylece açıklamaktadır: "Her kim İslâm'da güzel bir sünnet ortaya koyarsa, o kimse o sünnetin ecrini de, on­dan sonra onun ile amel edenlerin ecri kadar ecir de alır ve kimsenin ecrinden bir şey eksilmez. Her kim de İslâm'da kötü bir sünnet ortaya koyarsa, onun gü­nahı o kişinin üzerinedir, ondan sonra onunla amel edenlerin günahı da onun üzerinedir ve kimsenin günahından herhangi bir şey eksilmez. (Daha sonra o işi işleyenler yine cezalandırılacaktır)." [326]

Yaratma ve icad etmeye gelince; bu sadece ilâhî emir ile meydana gelir. Al­lah bir işe hüküm verdiği zaman derhal onu var eder. Yani ilminde ezelden beri tespit ettiği şekilde bir işi sağlamca yerleştirmeyi ve yapmayı istediği takdirde ona "ol" der. İbni Arafe der ki: Bir şeye hüküm vermek onu sağlam kılmak, ye­rine getirmek ve bitirmek demektir. İşte bundan dolayı hükmedip de iki hasım arasındaki anlaşmazlıkların sona erdirdiğinden dolayı hakime "kadı (hakim)" adı verilir.

Dikkat edilecek olursa "hükmetti (anlamına gelen kadâ)" müşterek bir la­fızdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, yaratmak anlamını ifade eder: "Onları yedi gök halinde iki günde yarattı (kadâ)." (Fussilet: 41/12). Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda olduğu gibi bildirmek, haber vermek anlamında da kulla­nılır: "Biz Tevrat'ta İsrailoğulları'na şu haberi verdik (kadaynâ)."  (İsrâ: 17/4)

yani bildirdik demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi emretmek anlamına da gelir: '"Rabbim kendisinden başkasına ibadet etmeyin..' diye hük­metti (kadâ)." (İsrâ: 17/23). Mecbur etmek ve hükümleri yürürlüğe koymak an­lamına da gelir; hakime "kâdi" denilmesi bundan dolayıdır. Hakkın yerine geti­rilmesi anlamına da gelir; Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Musa (sözleşilen) müddeti tamamıyla yerine getirince (kadâ)..." (Kasas: 28/29). Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi irade anlamına da gelir: "Bir şeyin olması­na dair hüküm verirse (kadâ) ona sadece "ol" der, o da oluverir." (Bakara: 2/117; Mü'min: 40/68); yani bir işi yaratmak istediğinde ona "ol" der.

İbni Atıyye der ki: Kadâ, takdir etti demektir. Bazan "yerine getirdi ve bi­tirdi" anlamına geldiği de olur. [327]

Yüce Allah'ın: "Bir şeyin olmasına dair hüküm verirse" buyruğunda geçen "şey (= el-emr)w kelimesi ile ilgili olarak ilim adamları Kur'ân-ı Kerim'de "el-emr" kelimesinin 14 ayrı anlama geldiğini söz konusu etmektedirler:

1- Din. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nihayet hak geldi ve Allah'ın emri açığa çıkıp üstün geldi."  (Tevbe: 9/48) Burda "emr"den kasıt İslâm dinidir.

2- Söz. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Nihayet emrimiz gelip de..." (Hûd: 11/40) yani sözümüz gelip de...; "İşlerini" yani sözlerini "aralarında karşılıklı olarak konuştular". (Tâ-hâ: 20/62)

3- Azab. Yüce Allah'ın: "İş olup bitince" (İbrahim: 14/22) yani cehennemlik­lere azap vacip olunca demektir.

4- İsa (a.s.). Yüce Allah: "Bir işe hükmettiğinde" (Meryem: 19/33) yani ba­basız olarak Hz. İsa'yı yaratmak istediğinde, demektir.

5- Kâfirlerin öldürülmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın emri" yani Bedir"de öldürme işi "geldiğinde" (Mü'min: 40/78); "Allah, olması gereken bir emrin" yani Mekke kâfirlerinin öldürülmesini "yerine getirmek için..." (En-fâl: 8/42).

6- Mekke'nin fethi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın emri" yani "Mekke'nin fethi gelinceye kadar bekleyedurun". (Tevbe: 9/24).

7- Kurayzaoğulları'nın öldürülmesi ile Nadiroğullarının sürgün edilmesi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın emri gelinceye kadar affedip bağış­layın."  (Bakara: 2/109).

8- Kıyamet. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın emri geldi." (Nahl: 16/1)

9-  Kaza. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Emri"  yani kazayı "tedbir eder."  (Ra'd: 13/2)

10- Vahiy. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Gökten yere emri tedbir eder." (Secde: 32/5) yani semadan yere vahiy indirir. "Emr" yani vahiy "her ikisi ara­sında iner durur."  (Talak: 65/12).

11- Yaratıkların işleri. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Haberiniz olsun bütün işler" yani yaratıkların işleri "Allah'a döner."  (Şûra: 42/53).

12- Zafer ve Allah'ın yardımı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu emr-den" yani zaferden "Bize bir şey var mı? derler". (Âl-i İmran: 1/154)

13- Günah. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonunda o (kasaba) emri­nin" yani dininin, tuttuğu yolun "cezasını tattı."  (Talâk: 9/65).

14- Durum ve fiil. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Fir'avun'un emri" yani fiili ve durumu "hiç de doğru değildi" (Hûd: 11/97). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onun emrine" yani fiil ve uygulamasına "muhalefet edenler... çekinsinler". (Nur: 24/63). [328]

 

Yahudi Ve Hıristiyanlara Uymaktan Sakındırma

 

119- Şüphe yok ki biz seni hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönder­dik. Sen cehennemliklerden sorumlu tutulmazsın.

120- Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden hoşnut ol­mazlar. De ki: «Muhakkak ki Allah'ın hidayeti, işte doğru yol ancak odur." Andolsun ki sana gelen ilimden sonra onların nevalarına uyacak olursan Al­lah'tan seni koruyacak hiçbir dostun ve yardımcın yoktur.

121- Kendilerine kitap verdiğimiz kim­seler onu gereği gibi okurlar. İşte bun­lar ona iman ederler. Her kim onu in­kâr ederse işte onlar zarara uğrayanla­rın ta kendileridir.

 

İ'râb:

 

"Sorumlu tutulmazsın" anlamına gelen "lâ - tüs'elü" buyruğu "sorma" an­lamına gelecek şekilde "lâ-tes'el" diye de okunmuştur.

"Allah'tan seni koruyacak... yoktur" buyruğu iki anlama gelebilir. Birinci­sine göre, "Allah'ın azabından seni koruyacak yoktur" ikincisine göre ise, "Se­nin Allah'tan başka bir yardımcın ve bir velin yoktur." anlamınadır. [329]

 

Belagat:

 

"Cehennemliklerden." Burda bu hususu yalanlayan kâfirler ve yalanlayı-cılar kastedilmektedir. Bunların küfürden ve sapıklıklarından imana dönmele­rinin beklenmemesi lazım geldiğini bildirmektedir.

"İşte doğru yol ancak odur." Burada hidayetin (doğru yolun) yine zamir ile birlikte harf-i tarifli gelmesi, hidayetin yalnızca Allah'tan geldiğini ifade etmek içindir.

"Andolsun ki eğer... nevalarına uyacak olursan" ifadesi de bu konuda (Al­lah'ın hidayetinden başkasına uymamak üzere) bir teşvik türündendir. [330]

 

Kelime ve İbareler:

 

Cahîm (cehennem): Ateş ve cehennem demektir. Cehennemlikler ise kâ­firlerdir.

"Allah'ın hidayeti" İslâm'dır. "İlimden" Allah'tan gelen vahiyden "sonra onların hevalarına uyacak olursan Allah'tan seni koruyacak hiçbir dostun ve" onun sana vereceği azabından seni koruyacak "hiçbir yardımcın yoktur."

"Her kim onu" yani kendisine verilen Kitabı tahrif etmek suretiyle "inkâr ederse işte onlar zarara uğrayanların" helak olanların "ta kendileridir." [331]

 

Ayetlerin Nüzul Sebebi

 

Gördüğümüz bu (119-121) ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili olarak şöyle de­nilmiştir: Bu ayetler Resulullah (s-a.)'ın anne ve babası hakkında nazil olmuş­tur. Şu kadar var ki bunu ifade eden hadis mürseldir ve sabit değildir. Mukâtil der ki: Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Eğer Allah Yahudiler üzerine azabını indirecek olursa mutlaka iman ederler." Bunun üzerine Yüce Allah: "Sen cehen­nemliklerden sorumlu tutulmazsın." buyruğunu indirdi.

120.  ayet-i kerime ile ilgili olarak da müfessirler şöyle demiştir: Yahudiler ve Hıristiyanlar Resulullah (s.a.)'tan barış antlaşması yapmasını istiyorlar, kendileriyle barış yapıp da mühlet tanıdığı vakit ona uyup muvafakat edecek­leri intibaını veriyorlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

İbni Abbas der ki: Bu, kıble ile ilgilidir. Şöyle ki: Medine Yahudileri ile Necrân Hıristiyanları Peygamberimizin kendilerinin kıblesine yönelerek na­maz kılacağını ümid ediyorlardı. Allah Kâ'be'ye doğru kıbleyi değiştirince bu iş onlara ağır geldi ve Peygamberin dinleri hususunda kendilerine muvafakat edeceğinden yana ümitlerini kestiler. Bunun üzerine de Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

121.  ayet-i kerime ile ilgili olarak da İbni Abbas Atâ ve el-Kelbf den gelen rivayet yoluyla şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime, Ca'fer b. Ebî Tâlib ile bir­likte Habeşistan topraklarından gemiyle Medine'ye dönen kimseler hakkında inmiştir. Bunlar Habeşistanlı ve Şamlılardan kırk kişi kadar idiler. ed-Dahhâk da der ki: Bu ayet-i kerime Yahudi olup da iman eden kimseler hakkındadır. Katâde ve İkrime de: "Bu ayet-i kerime Muhammed (s.a.) hakkında inmiştir", demektedirler. [332]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah mucizeleri açıkladıktan sonra bu mucizelerin kim tarafından ortaya konduğunu da zikrederek. Hz. Peygamberce yönelip hitapta bulundu ve ayetlerin (mucizelerin) sahibinin kendisi olduğunun bilinmesini is­tedi. Böylelikle vahdaniyetin tespit edilmesinden sonra, arkasından nübüvve­tin de tespit edildiğini görüyoruz. [333]

 

Açıklaması

 

11. ayet-i kerime, Peygamber (s.a.)'i göğsü daralmasın, sıkılıp üzülmesin diye teselli etmektedir. Onun Yüce Allah tarafından insanlara müminleri müj­deleyen, kâfirleri uyarıp korkutan, bütün insanları vakıaya uygun akide ile, getirdiği şeriat ve hükümlerle mutlu eden, kendisine itaat edenleri cennetle müjdeleyip isyan edenleri cehennem ile uyarıp korkutan bir peygamber olarak gönderildiğini vurgulamaktadır. Ayrıca onun görevinin tebliğ etmekten ibaret olduğunu açıklamaktadır. O halde kafirlerin küfür ve inatlarında ısrar etmele­ri halinde onun için herhangi bir vebal söz konusu değildir: "Onların hesabın­dan sana bir şey düşmez." (En'âm: 6/52); "O halde sen kendini hasretlerle onlar için helak etme!" (Fâtır: 35/8); "Bu söze iman etmiyorlar diye arkalarından üzü­lerek kendini belki helak edeceksin."  (Kehf: 18/6).

Cehennemliklerden sen sorumlu olmayacaksın. O bakımdan onların seni yalanlamalarının sana bir zararı olmaz. Onlar için üzülme, kederlenme. Sen zorlayıcı ve baskı yapmak üzere gönderilmiş değilsin ki iman etmedikleri tak­dirde senin kusurlu davranman söz konusu olsun. Aksine sen öğretici, tebliğ edici, hikmet ve güzel öğütle insanları hidayete iletici bir peygamber olarak gönderildin. "On/arm hidayete ermesi senin sorumluluğun değildir. Fakat Allah dilediği kimseye hidayet verir."  (Bakara: 2/272).

Resulullah (s.a.) Kitap Ehli'nin kendi risaletine iman edeceklerini ümit ediyordu. Çünkü Allah'ın tevhid edilmesi, ve bazı dinin temelini teşkil eden hu­suslarda ona uygun inanışlara sahip idiler. Onun çağrısını kabul etmekten yüz çevirmeleri ona ağır gelmişti. Lisan-ı halleriyle de şöyle diyorlardı: "Ya Mu-hammed, bize istediğin kadar apaçık bir beyyine (delil) getir. Bizi razı etmek için ne yaparsan yap, sen bizim milletimize (dinimize) uymadıkça biz senden razı olmayız."

Millet: Kullar için meşru kılınmış yol demektir. Küfür bütünüyle bir mil­lettir. Millete din de denilir. Çünkü kullar onu ortaya koyana itaat edip uyar­lar. Şeriat adı da verilir. Çünkü yüce Allah'ın sevap ve rahmetine götüren bir yoldur.

Yüce Allah onlara şöyle cevap vermektedir: Allah'ın hidayeti ve İslâm adı­nı alan peygamberlere indirdiği dini, tek başına uyulması gereken hidayetin, doğru yolun kendisidir. Başka inanışların temelini ise heva ve arzular teşkil et­mektedir. İşte Yahudi ve Hıristiyanların Allah'ın dinine ekledikleri de bunlar­dır. Ya Muhammed! Sen onların nevalarına ve dinlerine eklediklerine tabi olur­san ve kalbinde ilâhî vahiy ile yer etmiş bulunan yakîn ve huzurdan sonra bunlara uyarsan, diğer taraftan yanlış tevillerde bulunarak sözleri yerlerinden değiştirip tahrif etmelerine rağmen onların ardından gidersen, şunu bil ki Al­lah sana yardım etmez, seni desteklemez. Allah sana yardım etmeyecek, seni veli edinmeyecek olursa, ondan başka sana kim yardım edebilir ki!

İşte bu suretle Peygamber (s.a.)'in onların İslâm'a gireceklerine dair umud beslememesi buyurulmaktadır. Çünkü onların Hz. Peygamberden razı ve hoşnut olmaları imkânsız olan bir şeyin gerçekleşmesine bağlıdır. O da onun onla­rın milletlerine (din ve şeriatlarına) tabi olması ve dinlerine girmesidir.

Peygamber (s.a.)'e yapılan bu uyarı ve hitap, gerçekte bütün insanlara ya­pılan bir uyarı ve hitaptır. Burada müslümanlar Resulullah (s.a.)'ın şahsında temsil edilmektedir. Çünkü imam, önder ve uyulan örnek odur.

Daha sonra Yüce Allah önceden söz konusu ettiği buyruklardan ayrı ola­rak, Peygamber (s.a.)'in Kitap Ehli'nden ebediyyen ümidini kesmemesi için, ba­zı Kitap Ehli'nin Tevrat'ı düşünerek üzerinde durarak okuduklarını, hakkı ile o kitabı anlayıp kavradıklarını, kör bir taassuba kapılmadıklarını, o kitapta bu­lunan Resulullah (s.a.s.)'m niteliklerini değiştirip tahrif etmediklerini, dünya karşılığında ahiretlerini satmadıklarını, Allah'tan cennetini isteyip cehenne­minden sığındıklarını haber vermektedir. İşte bunlar senin getirdiğinin hak ol­duğunu idrak ederler. Herhangi bir bozukluk söz konusu olmaksızın Tevrat'a iman ederler. Bu şekilde Tevrat'a iman eden kimseler, Kur'ân'a da peygambere de iman ederler. Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi. Tahrifçilerden olup kita­bını inkâr eden kimseler ise, katiyyen sana iman etmez. İşte bunlar helak ola­cak kimselerdir ki pek çoktur. Bunlar hem dünya hem ahiret mutluluğunu kaybedenlerdir. Azap bunlara hak olmuştur. Çünkü bunlar hidayet karşılığın­da dalâleti almış kimselerdir. Ateşe karşı ne kadar da dayanıklıdır onlar!

Burada geçen "kitap"tan kasıt Tevrat'tır. Katâde ise, kastın Kur'ân-ı Ke­rim olduğunu söylemekte ve ayet-i kerimenin genel bir anlam ifade ettiği ka­naatindedir. Her iki durumda da Yüce Allah'ın: "Onu gereği gibi okurlar" buy­ruğu ile anlatılmak istenen, ondaki emir ve yasaklara uyup helâlini helâl, ha­ramını haram kabul ederek, ihtiva ettiği hükümler gereğince amel etmek sure­tiyle ona hakkı ile tabi olurlar, demektir. [334]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'ın dini ve teklif ettiği yükümlülükler kolaylıktır, zorluk değildir. Bu dinin iki temel ayırıcı özelliği vardır. Bunlar aklı kullanmak ve mantıklı olmak ile herhangi bir zorlama ve zora koşma söz konusu olmaksızın güç ve imkân oranında görevi yerine getirmektir. Peygamberlerin görevi, imana ve hak ina­nışa bağlanmaları için insanları zorlamak ve baskı altında tutmak değildir. Peygamberlerin görevi tebliğ ve beyana münhasırdır. Dileyen iman eder, dile­yen inkâr eder. Tebliğden sonra peygamber onlardan sorumlu olmaz, müjdele­yip uyardıktan sonra inkâr eden kâfirlerden dolayı hesaba çekilmez.

Hak akidenin ucuz değerler karşılığında satılmasının hiçbir faydası yoktur ve bu hiçbir hedefi gerçekleştirmez. Yahudiler ve Hıristiyanlardan aslî dinine sımsıkı sarılan bir kimseyi değiştirmediği ve tahrife uğratmaksızın bağlandığı dininin kendisini Kur'ân-ı Kerim'e sımsıkı yapışmaya, Muhammed (s.a.)'in pey­gamberliğini kabul etmeye götüreceğinde bir şüphe yoktur. Çünkü asıl itibarıy­la Allah'ın dininin özü bir ve tektir. Allah'ın dininin öngördüğü ibadetler ve şer"î hükümler tek bir gaye etrafında toplanırlar. Bu ise bir, tek ilâhı tevhid etmek, onun ilâhlığını kabul etmek, iki kişinin dahi anlaşmazlığa düşmeyeceği dosdoğru insanî ahlâk ve erdemlerde bir araya gelmektir. Peygamberden göste­rilmelerini istedikleri, mucize ve ayetlerden Yahudi ve Hıristiyanların gayesi iman etmek değildi. Aksine onların bütün istekleri yerine getirilecek olsa dahi, yine Hz. Peygamberden razı olmayacaklardır. Onları razı edecek tek şey, Hz. Peygamberin tuttuğu yol olan İslâm'ı terk etmesi ve onlara tabi olmasıdır.

İşte bütün bunlar sonradan gelecek olan bütün nesillere birer ibrettir. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun onların kıssalarında tam akıl sahipleri için bir ibret vardır." (Yûsuf: 12/115). Allah'ın Kitabı'nın üzerin­de dura dura, anlayarak, dikkatle düşünülerek okunması gerekir; sadece keli­melerinin telaffuz edilmesiyle değil. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar Kur'ân'ı tefekkür etmezler mi? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var?" (Muhammed: 47/54); "Ayetlerini düşünsünler ve tam akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz çok mübarek bir kitaptır bu." (Sâd: 38/29).

Kur*ân-ı Kerim'den beklenen, arzu edilen fayda, gereğince amel etmekle gerçekleşir. Nitekim sahih hadiste de sabit olan budur: "KuTân senin lehine ya da aleyhine bir delildir." Ayetlerinden ve gereğince amel etmekten yüz çevire­rek Kuı^ân-ı Kerim'i okuyan kimse Rabbi ile alay eden bir kimse gibidir. Kur'ân'ı okuyup anlayamayan kimse ise Kur^ân-ı Kerim'in anlamlarını açıkla­mak ve maksadını anlayabilmek için ilim adamlarına sormalıdır: "Eğer bilmi­yor iseniz zikir ehline sorunuz." (Nahl: 16/43).

Ebu Hanife, Şafiî, Dâvûd ez-Zâhirî ve Ahmed b. Hanbel 120. ayet-i keri­meyi, küfrün tek bir millet olduğuna delil gösterirler. Çünkü Yüce Allah: "On­ların dinine" derken "din (millet)" kelimesini teklik olarak kullanmıştır. Ayrıca Yüce Allah: "Sizin dininiz sizin, benim dinim de benim" (Kâfirûn: 109/6) diye de buyurmaktadır. Bu konuya Hz. Peygamberin şu hadisini de delil gösterirler: "İki ayrı millet ehli (din mensubu) birbirine mirasçı olmaz." Burada "iki ayrı millet" ten kasıt İslâm ve küfürdür. Buna delil de Hz. Peygamberin: "Müslü­man kâfire mirasçı olmaz." hadisidir.

İmam Mâlik ve bir diğer rivayette Ahmed b. Hanbel küfrün değişik millet­leri olduğu kanaatindedirler. Buna göre Yahudi Hıristiyana, onlar mecusi ola­na mirasçı olmazlar. Bunu Hz. Peygamberin: "İki ayrı millet (din) mensubu birbirine mirasçı olmaz" hadisinin zahirini esas alarak söylemiştir. Yüce Al­lah'ın: "Onların dinine" buyruğu ile kastedilen kelime burada teklik gelmiş ol­sa dahi çokluktur; Bunun delili ise, çokluk zamirine (milletehüm = onların di­nine şeklinde) izafe edilmesidir. Nitekim: Söz gelimi, "Medinelilerin alimlerin­den onlara ait ilmi aldım, onlara ait hadisi dinledim" derken onların ilimlerini ve hadislerini aldım ve dinledim, demek olur.

Yüce Allah'ın: "Andolsun ki, onların hevalarına uyacak olursan..." buyru­ğunda hitap Resulullah (s.a.)'adır. Veya resule yönelik olup kasıt onun ümmeti­dir. Eğer Allah'ın resulü muhatap olmuş ise onun ümmetinin de aynı buyruk­larla muhatap olması öncelikle söz konusu olur. Çünkü ümmetinin konumu onun konumundan daha aşağıdadır.

Bu ayetin nüzul sebebi ise Peygamber ile banş ve antlaşma yapmak iste­yip İslâm'a girecekleri vaadinde bulunmalarıdır. Yüce Allah ona dinlerine tabi olmadıkça ondan asla razı olmayacaklarını bildirip cihat etme emrini verdi.

İmam Ahmed, Yüce Allah'ın "bilgiden..." buyruğunu Kur'ân-ı Kerim'in mahlûk olduğuna inanan kimsenin kâfir olduğuna delil göstermiştir. Ona "Kur'ân-ı Kerim mahlûktur", diyen kimsenin hükmü hakkında soru sorulunca, "kâfirdir" diye cevap verir. Ona: "Neye dayanarak onun kâfir olduğunu söylü­yorsun?" deyince şu cevabı verir: "Yüce Allah'tan gelmiş bir takım ayetlere da­yanarak" der ve: "Andolsun ki eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların ne­valarına uyacak olursan.." (Bakara: 2/120; Ra'd: 13/37) buyruğunu okur. Kur'ân-ı Kerim de Allah'ın ilmi cümlesindendir. İlminin mahlûk olduğunu ileri süren kâfir olur.

Allah'ın Kitabı'nın gereği gibi okunmasından kasıt, önceden de açıkladığı­mız gibi, gereği gibi ona tabi olmaktır. Ebu Musa el-Eş'arî der ki: Kur'ân-ı Ke-rim'e uyan bir kimseyi Kur'ân cennet bahçelerine ulaştırır. Hasan-ı Basrî de der ki: Onlar (Kitab'ı gereği gibi okuyanlar) muhkemiyle amel eder, müteşabi-hine iman eder, kendileri için müşkil (içinden çıkılamaz) gördüklerini de onu bilene havale ederler. [335]

 

Nimetin Hatırlatılması Ve Ahiret Korkusu

 

 122- Ey İsrailoğulları! Size ihsan etti- £»*» nimetimi ve benim sizi gerçekten  âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.kimseye bir fayda sağla-kimseden fidyenin kabul şekilde şefaatin kimseye fayda vermeyeceği bir günden  sakının ve (o gün) onlara yardım da edilmez.

 

Açıklaması

 

Şanı yüce Rabbimiz Yahudilere ihsan etmiş olduğu nimetleri tekrar hatır­latmaktadır. Onların gayretlerini yenilemek, nefislerinde imana doğru bir can­lanış sağlayıp niteliklerini kitaplarında buldukları ümmî peygambere tabi ol­malarına teşvik etmek amacı ile bu yapılmaktadır. Daha sonra Yüce Allah öğüt ve hatırlatma ile birlikte ahiret günü azabından korkutmaktadır.

Birinci ayet-i kerimede Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'in indirildiği dönemde bulunan Yahudilere öğüt vermekte, atalarına ihsan etmiş olduğu dünyevî ve dinî pek çok nimeti hatırlatmaktadır. Onlara, kendilerini düşmanlarının elin­den kurtardığını, üzerlerine menni ve selvayı indirdiğini, zillet ve baskı altında iken bu durumdan kurtarıp ülkede iktidar verdiğini, aralarından peygamberler gönderdiğini, peygamberlere itaat ettikleri ve peygamberlerin rablerinden ge­tirdiklerini tasdik ettikleri dönemlerde çağdaşları olan alemlere üstün kıldığını hatırlatmaktadır. Ta ki sapıklıklarını terk etsinler, akıllarını başlarına alıp doğruyu bulsunlar. Onların üzerindeki en büyük nimetlerden bir tanesi de ken­dilerine gönderilen Tevrat'tır. Her kim nimete şükredip Tevrat'ta bulunanların tümüne iman ederse o kişi Tevrat'ta müjdesi verilen peygambere de iman et­mesi gerekir.

İkinci ayet-i kerimede ise Yüce Allah, Tevrat'ı tahrif edip Allah'ın resulü Muhammed (s.a.)'i yalanladıkları için kıyamet günü azabından onları sakındır-maktadır. O gün kimse başkasının günahından sorumlu, tutulmayacak, kimse bir başkasının günahını yüklenemiyecektir. Kimseden başkasının cehennem­den kurtarılmasına yarayacak bir fidye alınmayacağı gibi, kimse kimseye so­rumlulukları için şefaatçi de olamayacaktır. [336]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime surenin baş taraflarında yer alan, Tevrat'ta bulunan ni­teliklere uygun ümmî peygambere tabi olmaya Yahudileri ve başkalarını teşvik etmekte, iman etmeye götürecek hususları emretmektedir. Bu hususlar Yüce Allah'ın, atalarına ihsan etmiş bulunduğu dinî ve dünyevî nimetlerdir. Onlara bunlar hatırlatılmakta, amca çocukları olan Arapları Allah'ın kendilerine ba­ğışladığı ve aralarından gönderdiği son peygamber nimeti dolayısıyla kıskan­maktan vazgeçmelerini, bu kıskançlığın kendilerini o peygambere muhalefet etmeye, onu yalanlamaya götürmemesi gerektiğini bildirmektedir.

Eğer yapılan bu öğütleri kabul etmeyecek olurlarsa kaçınılmaz akıbetleri, kıyamet günündeki ağır hesaba çekilmektir. Bunun gerçekleşeceği muhakkak­tır, sonucu da Allah'ın vereceği cezadır. Onun bu cezasına karşı aracıların, şe­faatçilerin ödenecek karşılık veya fidyelerin Allah'ın azabını engellemede hiç­bir faydası olmayacaktır. Her kişi orada kendinden sorumlu tutulacaktır, kim­se başkasından sorumlu olmayacaktır. Tıpkı Yüce Allah'ın şu buyruklarında ol­duğu gibi: "Her kişi kazandığı karşılığında rehindir." (Tûr: 52/21); "Hiçbir yük­lenici (nefis) başkasının yükünü yüklenmeyecektir." (En'âm: 6/164). [337]

 

İbrahim (A.S.)'in Sınanması, Beyt-i Haramın Özellikleri, Mekke'nin Faziletleri

 

124-  Hani Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle imtihan etmişti. O da bun­ları eksiksiz yerine getirmişti. "Ben se­ni insanlara imam yapacağım." buyur­muştu. O da: "Zürriyetimden de" de­mişti. (Rabbi) "Zalimlere ahdim eriş­mez." diye buyurmuştu.

125- Hani biz o evi insanlar için bir dö­nüş yeri ve emin (bir mekân) kılmıştık. Siz de İbrahim'in m»lramınHan bir na­mazgah edinin. İbrahim ve İsmail'e de: "Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rükû ve secde edenler için titizlikle te­mizleyin" diye emir vermiştik.

126- Hani İbrahim: "Rabbim bunu emin bir belde kıl ve ahalisinden Allah'a ve ahiret gününe iman edenleri mahsul­lerle nzıklandır." demişti. (Rabbi) bu­yurmuştu ki: "Kâfir olanı dahi kısa bir zaman için faydalandırılacak, sonra onu cehennem azabına mahkum ede­ceğim. Varacağı yer ne kötüdür!"

 

Belagat:

 

"Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle" imam olmaya hak kazandığını or­taya çıkaran emir ve yasaklarla mükellef kılmak suretiyle onu şereflendirmek için "imtihan etmişti..".

"Evimi... temizleyin." Burada evin Aziz ve Celil olan Allah'a izafe edilme­si, oranın şerefine dikkat çekmek ve tazim etmek için olup Yüce Allah'a ait bir mekan olduğunu ifade etmek için değildir. [338]

 

Kelime ve İbareler:

 

İbtilâ: Sınamak, denemek demektir. Yani işlenmesi veya terk etmesi ken­disine ağır gelecek birtakım hususları yerine getirmekle yükümlü tutmak sure­tiyle sınanan kişinin durumunu -bu sınama dolayısıyla amelinin karşılığını vermek için- ortaya çıkartmaktır.

"Kelimelerle" yani bir takım emir ve yasaklarla. Bunların hac menasiki veya fıtrî hasletler olduğu söylenmiştir ki söz konusu bu hasletler mazmaza, is-tinşak, misvak kullanmak, bıyıkları kesmek, saçı ayırmak, koltuk altlarını yol­mak, tırnaklan kesmek, etek tıraşını yapmak, sünnet olmak ve istincada bu­lunmaktır.

"İmam" dinde önder veya resul demektir. "Zürriyetimden de" yani soyum­dan gelecek olan çocuklardan da imam kıl, "demiştir. (Rabbi) ahdim" yani ima­mete dair ahdim "zalimlere" yani onlardan olanlara "erişmez". Bu zalim olma­yanların bu ahde nail olacaklarını göstermektedir.

"O evi" kasıt, Beytullah el-Haram'dır, yani Kabe'dir, "bir dönüş yeri" her bir taraftan gelip döndükleri bir yer "ve emin" başka yerlerde görülen zulüm, baskın ve yağmalamalardan yana güvenlik içinde. Kişi babasının katili ile ora­da karşılaşır ve ona herhangi bir şekilde ilişmezdi "kılmıştık".

"İbrahim'in makamından" Beyt'i inşa ettiği sırada üzerine çıktığı taştır. "bir namazgah" arkasında iki rekât tavaf namazı kılmak suretiyle namaz kılı­nacak yer "edinin".[339]

 

Nüzul Sebebi

 

125. ayet-i kerime olan: "İbrahim'in Makamı'ndan bir namazgah edinin" buyruğu ile ilgili olarak Buharî ve başkaları Hz. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Üç hususta dileğim Rabbimin iradesine muvafak düştü. Ey Al­lah'ın Resulü, İbrahim Makamı yakınında bir yeri namazgah edinsen, dedim, bunun üzerine: "İbrahim'in Makamı'ndan bir namazgah edinin" buyruğu nazil oldu. Bir başka sefer: "Ey Allah'ın Resulü!" dedim, "Senin hanımlarının bulun­duğu yere iyi olanı da kötü olanı da giriyor. Keşke hanımlarına perde arkasına saklanmalarını emretsen." Bunun üzerine hicab ayeti (Ahzab: 33/53) nazil ol­du. Resulullah (s.a.)'ın hanımları kıskançlık hususunda bir araya gelip birleşti­ler. Ben onlara: "Eğer o sizi boşarsa umulur ki Rabbi ona sizin yerinize sizden daha hayırlı zevceler verir." (Tahrim: 66/5) dedim ve bunun üzerine bu ayet na­zil oldu. [340]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı yüce Allah İsrailoğulları'na nimetlerini hatırlatıp bu nimetlere nasıl küfür ve inkârla karşılık verdiklerini beyan ettikten sonra, peygamberler atası İbrahim (a.s.)'in kıssasını söz konusu etmektedir. Yahudiler ve Hıristiyanlar Hz. İbrahim'e mensup olduklarını iddia etmektedirler. Eğer bu iddiaları doğru ise Peygamber'e (s.a.) tabi olmaları gerekirdi. Zira o, harem ehline dua eden atası İbrahim'in duasının da muhatabıdır. O bakımdan bütün bunların Kitap Ehli ile alâkalı açıklamalarla yakından bir ilişkisi vardır. [341]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammed! Müşrik olan kavmine de, başkalarına da Yüce Allah'ın İb­rahim (a.s.)'i bir takım emir ve yasaklardan oluşan bazı hükümlerle sınadığını hatırlat. O bu yükümlülükleri eksiksiz bir şekilde yerine getirmiş, en hayırlı bir şekilde ifa etmişti. Nitekim Yüce Allah: 'Ye (ahdini) eksiksiz yerine getiren İbrahim" (Necm: 53/32) diye buyurmaktadır. Sınadığı zatın doğruluğunu bil­mekle birlikte, şanı yüce Allah'ın onu sınamaktan kastı, diğer insanlara onun bu konudaki doğruluk ve samimiyetini ortaya çıkartıp göstermektir. Yüce Al­lah'ın: "Hani rabbi... imtihan etmişti" buyruğunda "zaman" in hatırlatılmasın-dan kasıt, bu tür olayların meydana geldiği zamandır. Kur*ân-ı Kerim diğer ta­raftan bu "kelimeler" in neler olduğunu açıkça ifade etmemektedir. Bunların hac menasiki oldukları söylendiği gibi, Hz. İbrahim'in kayboluşlarını Yüce Al­lah'ın vahdaniyetine delil olarak gördüğü yıldız, güneş ve ay olduğu da söylen­miştir; başka şeyler de söylenmiştir.

Yüce Allah da Hz. İbrahim'i en güzel şekilde mükâfatlandırmış ve ona: Ben seni insanlara bir resul ve bir imam yapacağım. Dinleri hususunda onla­rın önderi olacaksın. Onlar bütün bu hususlarda sana uyacaklar, salihler senin ardından gelecekler, diye buyurmuştur. Hz. İbrahim de insanları tevhit dinine ve şirki terketmeye davet etti.

Hz. İbrahim benim zürriyetimden de bu şekilde önderler kıl, diyerek kendi zürriyeti için yaşayışlarında, din ve ahlâklarında hayırlı olan insanlar temenni etti. Bunda garip kaçacak bir taraf yoktur. Çünkü insan her zaman için oğlu­nun kendisinden daha iyi durumda olmasını ister.

Yüce Allah ona şu cevabı verir: Senin isteğini kabul ediyorum. Senin so­yundan insanlar için bir takım kimseleri önder yapacağım. Fakat kendilerine zulmeden zalimler benim imamet ya da peygamberlik ahdime nail olamaya­caklardır. Çünkü böyleleri insanlara önder olmaya elverişli kimseler değildir. Çünkü imam, dininin ve ailesinin korunmasında başkalarını dosdoğru yola uymaya iletmekte, zulümden alıkoymakta, insanların uyulan örneği ve önderi­dir. Sapmak suretiyle kendi öz nefsine zalim olan imam başkasını nasıl doğrul-tabilecektir.

Burada "ahid"den kasıt peygamberlik ya da imamettir.

Bu buyrukta, zulmün kötülendiğinin, kötü bir şey olduğunun, zalimlerden nefret edilmesi, uzak kalınması gerektiğinin delili vardır.

Daha sonra Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde Araplara da pek çok nimeti hatırlatmaktadır. Bunlardan bir tanesi Beyt-i Haram'm yani Kabe'nin insanlar için hac vaktinde olsun, başka zamanlarda olsun ibadet kastı ile dönüp dur­dukları bir yer olmasıdır. Bu ise ticari ve ekonomik hareketi canlandırır, oraya türlü hayırların, bollukların gelmesini sağlar. Araplara olan lütuflardan bir ta­nesi de, Beyt-i Haram'ın kişilerin korktuklarından yana huzura kavuştukları güvenilir bir yer kılınmasıdır. Oraya giren güvenlik içerisinde olur. Nitekim Yüce Allah bu hususu şöylece dile getirmektedir: "Biz onlara emin bir haram (belde) verdiğimizi görmüyorlar mı? Bununla birlikte onların etrafından in­sanlar yakalanıp kapılmaktadırlar. Bundan sonra hâlâ batıla inanıp Allah'ın nimetini inkâr mı edecekler?" (Ankebut: 29/67).

Daha sonra Yüce Allah müslümanlara İbrahim'in makamını namazgah edinmeleri emrini vermektedir. Namazlarında orayı tercih etmeleri istenmek­tedir. Çünkü buranın Hz. İbrahim'in orada ayakta durmasıyla üstün bir şerefi vardır. Buradaki emir vücub için değil, nedb (teşvik) içindir. Müslümanlar da tıpkı İbrahim (a.s.)'e çağdaş olan müminlerin emrolunduğu gibi bununla emro-lunmuşlardır.

Bu ev temizdir, tertemizdir. Biz İbrahim'e ve İsmail'e orayı putlardan ve İbrahim (a.s.)'in eline geçmezden önce müşriklerin yaptıkları putlara ibadetten temizlemesini emrettik. Maddî pislikten ve manevî her türlü kirlilikten de arındırmasını buyurduk. Hac menasiki ile Safa ile Merve arasında sa'y etmek, tavaf etmek, orada ikamet edip rükû ve secde etmek gibi ibadetlerin edası es­nasında boş, çirkin söz ve orada anlaşmazlık çıkarmak gibi manevî pisliklerden de arındırmalarını emrettik. Peygamber (s.a.)'den rivayet edildiğine göre, o Mekke'yi fethettiğinde Beytullah'taki putların kırılmasını emreder. Elinde bu­lunan sopa ile bu putları vurarak şu ayeti okur: "De ki: Hak geldi batıl da çeki­şe çekişe can verdi. Zaten batıl, çekişe çekişe can verip yok olucudur." (İsra: 17/81).

Hz. İbrahim ve ondan sonra gelenler bu ibadetleri yerine getirmekle emro-lunmuşlardı. Bunların keyfiyetini ve yerine getirilme yolunu bilmesek dahi bu böyledir. Buraya Beyt (ev) denilmesinin sebebi, Yüce Allah'ın, sağlıklı bir iba­detin edası için orayı bir mabed kılması ve namaz kılanlara ibadetlerinde ora­ya yönelmelerini emretmesi dolayısıyladır.

Namaz kılanlar için Kâ'be'nin yönelecekleri bir yer kıhmşındaki hikmet ise, ibadetlerin ve duyguların birleştirilmesi, Yüce Allah'ın huzurunda bulun­manın bir belirtisi olarak münhasıran mukaddes ve ilâhî zata yönelmektir. Gerçek manada ve gereği gibi Yüce Allah'ın huzurunda durabilmek imkânsız bir şeydir. O bakımdan ilâhî rahmetin o Beyt'te hazır olduğu düşünülür. Bu ne­denle KaTbe'ye yönelmek zat-ı ulûhiyyete yönelmek gibidir.

Yüce Allah'ın Peygamberine hatırlatmasını emretmiş olduğu Araplar üze­rindeki nimetlerinden bir tanesi de İbrahim (a.s.)'in bu beldeyi güven ve huzur beldesi kılması için dua etmesidir. O beldeye zorbalar musallat olamaz. Günah­kâr suçlular oranın saf havasını bulandıramaz. Yüce Allah'ın orayı yerin dibine geçmekten, zelzelelerden, sellerden ve buna benzer diğer beldeler üzerindeki gazabının görünür şekillerinden koruması da bu nimetler arasındadır.

Hz. İbrahim, Allah leâlâ'dan o belde halkını türlü ve en güzel meyve ve mahsullerden nzıklandırmayı, yeryüzünün çeşitli hayır, bereket ve güvenliğin­den faydalandırmayı istemiştir. Bu ya onun yakınında ziraat ile ya da uzak bölgelerden çeşitli meyve ve mahsullerin getirilmesi ile olur. Görüldüğü gibi bütün bunlar gerçekleşmiştir. Nitekim Yüce Allah da bu hususu şöylece dile getirmiştir: "Biz onları güven dolu bir hareme yerleştirmedik mi? Oraya her çe­şit mahsullerden -tarafımızdan bir rızık olmak üzere- toplanır gelir; fakat onla­rın çoğu bilmezler." (Kasas: 28/57).

Hz. İbrahim'in duasının kabul olunması müminler için bir ikram ve bir lü-tuftur. Allah'ın rahmeti müminleri de kâfirleri de kapsayıcıdır. Allah'ın herke­se nzik verdiği bir gerçektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onla­rın hepsine şunlara da bunlara da ardı ardına Rabbinin bağışından veririz. Rabbinin bağışı alıkonmuş değildir." (İsrâ: 17/20). Şu kadar var ki kâfirlerin dünya nimetlerinden faydalandırılması kısa ve sınırlıdır. Ondan sonra gidecek­leri yer cehennemdir. Allah küfre sapana da rızık verir ve kısa bir süre onu da bu rızıktan faydalandırır. O süre ise kafirin bu dünyada kaldığı süredir. Bun­dan sonra zorunlu olarak, ister istemez cehennem azabına sürülüp götürülür. Onları bekleyen akıbetleri ve dönüş yerleri ne kadar kötüdür!

Bu buyrukta Kureyş Arapları imana teşvik edilmekte, küfürden sakındırıl-makta, hem onlar hem de Kitap Ehli olanlar İslâm çağrısından yüz çevirmekten sakmdırılmaktadırlar. Yüce Allah'ın, yalnızca müminler için rızık talebini zik­retmesi onların bu işe lâyık olduklarına, bu işi hak ettiklerine de bir işarettir. [342]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Dinde imamet ya da nübüvvet, Yüce Allah'ın emirleri üzere dosdoğru yü­rümeyi, yasaklarından kaçınmayı gerektirir. Sapıklık ve zulüm üzerinde yük­selen geçici önderlik bizzat kendi eliyle kendisinin mezarını kazar, yapısını tahrip eder, varlığının temelini bizzat kendisi yıkar. Çünkü zulüm imamete en­geldir; o kişinin insanlar tarafından örnek ve önder kabul edilmesine manidir. Salih imamet ya da nübüvvet ancak salih ameller işleyen, hayra ileten, kendi­lerini de başkalarını da kötülüklerden ve günahlardan alıkoyan faziletli kimse­lerin hakkıdır. Bu hususlarda zalimlerin herhangi bir payı yoktur. Çünkü zu­lüm uygarlıkların harap oluşunun habercisi, ümranın ve medeniyetin yıkıcısı-dır.

Bir grup ilim adamı bu ayet-i kerimeyi imamın (İslâm devlet başkanının) adalet, ihsan ve fazilet ehli kimselerden olması gerektiğine delil göstermişler­dir. Bununla birlikte böyle bir işi (önderlik işini) yapabilecek güce de sahip ol­ması gerekir. Fasıklar, zalimler ve zorbalar ise imam olmaya ehil değillerdir. Çünka Yüce Allah: "Zalimlere ahdim erişmez." diye buyurmuştur.

İlim adamlarının çoğunlukla kabul ettikleri görüşe göre zalim yöneticiye itaat üzre sabretmek, ona karşı isyan etmekten evladır. Çünkü ona karşı çık­mak ve isyan etmek, güvenlik yerine korkuyu getirir, kanların akmasına ve se­fihlerin ellerinin haksızca başkalarına uzanmasına, müslümanların saldırıya maruz kalmasına, yeryüzünde fesat çıkmasına sebep teşkil eder.

Beyt-i Haram'ın tavaf edilmesi ve sa'y edilmesi atamız İbrahim (a.s.) döne­minden beri süren oldukça eski bir gelenektir. Beytullah'ın ibadetlerde yalnız­ca ona yönelmek özelliğine sahip kılınması ise, Yüce Allah'ın orada rahmetiyle varlığının bir sembolüdür. Bununla birlikte, onun yüce zatı elbetteki herhangi bir mekânın hududu ile sınırlı değildir. Yüce Allah'ın Beytullah'ta hazır olma­sının anlamı, rahmetinin hazır olmasıdır. Lütfunun sağnak sağnak yağması, nimetlerinin her taran kuşatması ve oralarda duaları kabul etmesi demektir.

İlâhî rızka nail olmaya lâyık olan kimseler, Allah'a ve ahiret gününe iman eden, rabbine itaat eden, Allah'ın emirleri üzere dosdoğru yürüyen ve Allah'ın azabından sakınan kimselerdir.

Yüce Allah insana akü verdiği, gönderdiği vahiy ile ona doğruyu gösterdiği için, hakkı güzeli seçmekte, doğruluk yolunu izlemekte, batılı ve kötüyü terk et­mekte veya bunun aksini işlemekte insanı muhayyer bırakmıştır. Her kim hak­tan ve doğrudan saparsa, kendisine zulmetmiş ve kendisini azaba, bedbahtlığa maruz bırakmış olur. Bu ise onun azaba uğratılmasına, mahkum edilmesine, Al­lah'ın gazabmm üzerine yağmasına, ondan intikam alınmasına sebep olur.

İbrahim (a.s.)'in kendileriyle sınandığı kelimelere gelince; bunlar Yüce Al­lah'ın onu yükümlü tuttuğu bir takım görevlerdir. Bu görevlerle mükellef tu­tulması söz ile gerçekleştiğinden dolayı bunlara "kelimeler" denilmiştir. Hz. İsa'ya "Allah'ın kelimesi" denilmesi gibi. Çünkü Hz. İsa Allah'ın bir kelimesi olan "ol" ile var olmuştur. Bir şeyin kendisinden önceki sebebi ile adlandırılma­sı bir çeşit mecazdır.

İlim adamları "kelimeler" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bunların bazısı aşağıda sıralanmıştır:

1- İslâm'ın şer1! hükümleri: İbrahim (a.s.) bunları tam anlamıyla gerçek­leştirmiş, yerine getirmiştir. Hiçbir kimse dinî görevlerini onun gibi yerine geti­rebilmiş değildir. Ondan sonra da pek çok peygamber özellikle de Muhammed (s.a.) bunları yerine getirmiş, ifa etmiştir. İbni Abbas der ki: Allah bu kelime­lerle her kimi sınadı ise, onların hepsini -İbrahim (a.s.) dışında- yerine getire­bilmiş kimse yoktur. O İslâm ile sınandı, eksiksiz olarak onu yerine getirdi. O bakımdan Yüce Allah da onun için "berâet (Allah'ın azap ve gazabından uzak olmak)" i yazarak, şöyle buyurdu: "Ve (ahdini) eksiksiz yerine getiren İbra­him..." (Necm: 53/37).

2- Şanı yüce Allah'ın onda yerleştirmiş olduğu fıtrattır. Hz. Aişe (r. anha) sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "On şey fıtrattandır: Bıyıkları kesmek, sakalı bırakmak, misvak kullanmak, istin-şak (suyu buruna çekmek), tırnaklan kesmek, parmak boğumlarını (orada ki­rin bulunabileceğinden dolayı) yıkamak, etek tıraşı yapmak, koltuk altlarını yolmak, suyu avuçlayarak almak. Ancak onuncusunu unuttum, büyük bir ihti­malle mazmaza olmalıdır."

3- Bunlar Hz. İbrahim'in görüp de onların kayboluşlarını, Yüce Allah'ın varlığına ve birliğine delil olarak gördüğü yıldız, güneş ve aydır. İbni Kesîr"in "kelimeler" i tefsiri bu şekildedir. Bundan sonra İbni Kesîr, İbni Cerir et-Tabe-rî'nin şu şekilde özetlenebilen görüşünü kaydetmektedir: "Bununla birlikte "kelimeler"den sözü geçen bütün bu hususların kastedilmiş olması da mümkündür. Bunların bir kısmı da kastedilmiş olabilir. Bunlardan herhangi birisi için "kastedilen kesinlikle budur" deyip tayin edebilmek, ancak bir hadis veya icma ile mümkün olur." Ardından şunları söyler: "Şu kadar var ki bir kişinin veya bir topluluğun nakli ile olsun, kabul edilmesi gereken herhangi sahih bir haber bu hususta gelmiş değildir."

4- İbni Abbas der ki: Yüce Allah'ın kendileriyle Hz. İbrahim'i suladığı ve onun da eksiksiz olarak yerine getirdiği kelimeler şunlardır: Yüce Allah onlar­dan ayrılmasını emrettiği vakit kavminden ayrılması, Allah hakkında Nem-rud'a karşı kesin deliller ortaya koyması, kavminin kendisini ateşe atmalarına sabredip katlanması, kavminden ayrılması emredildiğinde vatanından hicret etmesi ve oğlunu boğazlamakla emrolunduğunda oğlunu boğazlamak ile imti­han edilmesi.

Görüldüğü gibi konu ile ilgili olarak en sahih görüş bu olmalıdır.

Haram beldenin güvenliğinin açıklanması hususunda ilim adamlarının dört farklı görüşü vardır:

1- Bu, Allah'ın azabından emin olmak demektir. Yani kim oraya o Beyt'i tazim ederek girer, ecir umarak oraya ziyaret ederse azaptan kurtulur. Pey­gamber (s.a.)'in Sahih' te yer alan şu hadisi bu görüşü desteklemektedir: "Her kim kötü söz söylemeksizin, fasıklık etmeksizin hac yaparsa annesinin onu do­ğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılır."

2- Oraya girenin güvenlik içerisinde olması, kendisinden intikam alınma­sından yana emin olması demektir. Nitekim Araplar oraya sığınan kimselere ilişmez ve böyle bir kimseden alması gerekli hakkını almaya kalkışmaz, inti­kam almaya teşebbüs etmezdi.

3- Bu, kişiye haddin uygulanmayacağı anlamına gelen bir güvenliktir. Ora­da kâfir öldürülmez, orada katile kısas uygulanmaz. Yine orada muhsan kimse­ye ve hırsıza had uygulanmaz. Bu görüş Ebu Hanife ve başkalarına aittir.

4- Buradaki güvenlik, savaştan yana bir güvenliktir. Çünkü Peygamber (s.a.) sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Allah Fil'i Mekke'ye girmekten alıkoy­muş ve orayı resulüne ve müminlyere has kılmıştır. Benden önce kimseye "bura­da savaşmak" helâl kılınmadı, benden sonra da kimseye helâl değildir. Bana da bir günün bir anı helâl kılındı."

İbnül-Arabî der ki: Bu hususta sahih olan ikinci görüştür. Şanı yüce Allah kullarına olan lütfunu haber vermektedir. Çünkü Yüce Allah Arapların kalbine orayı tazim etme duygusunu, oraya sığman kimseye güven ve eman vermeyi, Hz. İbrahim'in duasına icabet olmak üzere yerleştirmiştir. Hz. İbrahim bu du­asını, hanımını ve çocuğunu oraya yerleştirdiği sırada yapmıştı. Çünkü Hz. İb­rahim onlara herhangi bir saldırıda bulunulmasından korkmuş, o bakımdan burasının onlar için güvenilir bir yer olması için dua etmiş ve duası da kabul olunmuştur.[343]

İbrahim'in Makamı'nm namazgah edinilmesinin sahih kabul edilen görüşe göre anlamı; orasının bildiğimiz anlamı ile namaz kılınacak bir yer edinilmesi­dir. Nitekim daha önce sözünü ettiğimiz ve Hz. Ömer'den gelen ayetin nüzul sebebi ile ilgili rivayetten bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Ayette rükû ve sec­deyi ihtiva eden namaz kastedilmektedir; sadece mutlak dua değil. Kastedilen bir diğer husus tavafın akabinde iki rekât namaz kılmaktır. Bunları terk eden kimsenin bir kurban kesmesi gerekir.

Hanefî mezhebine mensup el-Cassâs ise Yüce Allah'ın: "İbrahim'in maka­mından bir namazgah edinin." buyruğu hakkında şunları söylemektedir: Bu zahiri vücub ifade eden bir emirdir. Ayet-i kerime ile anlatılmak istenen tavaf­tan sonra namaz kılmaktır. Peygamber (s.a.)'in bu iki rekât namazı Beyt'in ya­lanında kıldığı rivayet edilmiştir. Bu ayet-i kerime tavaf namazının vücubuna delildir. Peygamber (s.a.)'in bunu kimi zaman makamın yanında, kimi zaman da bir başka yerde ifa etmiş olması ise, ona göre bu namazı orada kılmanın va­cip olmadığını göstermektedir.

Yüce Allah'ın: "Zalimlere ahdim erişmez" buyruğundan, zalim ya da fasık olan kimsenin velayet sahibi kılınmasının caiz olmadığı anlaşılmaktadır. Bu hususta her birisinin adalet sahibi olmasının şart olması açısından hakim ile halife arasında bir fark yoktur ve fasık halife de hakim de olamaz. Zalimin şe-hadeti kabul olunmaz ve Peygamber (s.a.)'den bir haber rivayet edecek olursa haberi de kabul edilmez. İbni Huveyzimendâb der ki: Zalim olan hiçbir kimse peygamber olmamıştır, halife de olamaz, hakim de olamaz, namaz kıldırmak üzere imam da olamaz, şeriat sahibinden yaptığı rivayeti kabul olunmaz, ahkâ­ma dair şehadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki hal vel akd ehli kendisini az-letmedikçe (yönetici ise) fasık olduğundan dolayı azl da olunmaz.

Yine İbni Huveyzimendâb der ki: Zalim yöneticilerden malî tahsisatı al­maya gelince, bunun üç hali söz konusudur: Eğer bunların elinde bulunan mal tümüyle şeriatın gerektirdiği şekilde alınmış ise bunu almak caizdir. Nitekim ashab ve tabiun Haccac'dan ve başkalarından bu tür tahsisatı almışlardır. Şa­yet toplanmış olan bu mal, helâl ve zulüm yoluyla alınanlar karışmış ise onu terk etmek vera'ın bir gereğidir. İhtiyacı olan kimse için ise almak caizdir. Eğer ellerinde bulunanlar açıktan açığa zulüm yoluyla toplanmış ise bunun ellerin­den alınması caiz değildir. [344]

el-Cassâs da der ki: Yüce Allah'ın: "Zalimlere ahdim erişmez^" buyruğu, Hz. İbrahim'in soyundan gelecekler arasında imamların bulunacağı şeklinde kabul edilmiş olduğunu göstermektedir.

Ebu Hanife, Yüce Allah'ın: "Ve emin kılmıştık" buyruğunu, Harem dahi­linde, zina etmiş muhsan kişi ve hırsıza oraya sığındıkları takdirde, hadd uy-gulanamıyacağına delil göstermiştir. Ayrıca bunu Yüce Allah'ın: "Oraya giren güvenlik altında olur" (Âl-i İmran: 3/97) buyruğu ile desteklemek istemişler­dir. Ancak sahih olan -Kurtubî'nin de belirttiği gibi- Harem dahilinde hadlerin uygulanabileceği, hadleri o bölgede uygulanmamasının neshedildiğidir. Çünkü Beyt'in içerisinde hak edenin öldürülmeyeceği fakat onun dışında öldürüleceği hususunda ittifak gerçekleşmiştir.

"Evimi tavaf edenler, itikafa girenler, rükû ve secde edenler için titizlikle te­mizleyin." ayet-i kerimesini Ebu Hanife, Şafiî ve Sevrî, Beyt-i Haram'ın içeri­sinde farz ve nafile namazın caiz olacağına delil göstermişlerdir. Şafiî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Eğer Kabe'nin içerisinde duvarlarından herhan­gi birisine yönelerek namaz kılınırsa, bu namaz caizdir. Şayet kişi kapıya doğ­ru namaz kılıyor ve o esnada kapı da açık bulunuyor ise namaz batıldır. Ka­be'nin damında namaz kılanın durumu da böyledir. Çünkü bu durumda Ka­be'nin herhangi bir tarafına yönelmiş olmaz.

İmam Mâlik der ki: Kabe'nin içerisinde farz namaz da sünnetler de kılın­maz. Bununla birlikte orada tatavvu (nafile) namazı kılabilir. Ancak eğer Beyt'in içerisinde farz namazı kılacak olursa, o namazı vakit çıkmadan iade eder. Buna delili ise Müslim'in rivayet ettiği şu hadistir: "Bana Üsame b. Zeyd, Resulullah (s.a.)'ın Beyt'e girdiği vakit onun her tarafında dua ettiğini haber verdi ve oradan çıkana kadar içinde namaz kılmadı. İçinden çılanca Kabe'nin ön tarafında iki rekât namaz kıldı."

Özetle; Kabe'nin içerisinde tatavvu namazının sahih olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Farz namaz kılmak ise Malikîlere göre sahih değildir. Çünkü Yüce Allah: "Her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürü­nüz." (Bakara: 2/150) buyruğu ile namaz kılarken görülmesi gereken ciheti ta­yin etmiş bulunmaktadır. Kabe'nin damı üzerinde namaz kılmaya gelince, İmam Şafiî bunu caiz kabul etmektedir. [345] İmam Malik ve Ebu Hanife ise şöyle demektedir: Kabe'nin damı üzerinde namaz kılan kimse vakit içerisinde nama­zını iade eder. İmam Ahmed de şöyle der: Kabe'nin damı üzerinde namaz kılan bir kimsenin herhangi bir şey yapması gerekmez.

Beyt'in yakınında namaz kılmak mı daha faziletlidir, etrafında tavaf et­mek mi daha faziletlidir? Bu hususta fukaha farklı görüşlere sahiptir. İmam Mâlik der ki: Mekke dışından gelenler için tavaf daha faziletlidir. Mekkeliler için namaz daha faziletlidir. Cumhur ise namazın (her halükârda) daha fazilet­li olacağını kabul etmektedir. [346]

 

Kabe'nin İnşa Edilmesi Ve Hz. İbrahim İle Hz. İsmail'in Duası

 

127- "Hani İbrahim ve İsmail o evin te­mellerini birlikte yükseltiyorlardı: "Rabbimiz, bizden kabul buyur. Şüp­hesiz sen her şeyi işiten ve hakkıyla bi­lensin."

128- "Rabbimiz, îlrimigi de sana teslim olmuş ve soyumuzdan da müslüman bir ümmet kıl! Bize menasikimizi gös­ter, tevbelerimizi kabul buyur. Çünkü tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıy­la esirgeyen sensin."

129-  "Rabbimiz, onların arasında on­lardan bir peygamber gönder ki, onla­ra ayetlerini okusun, onlara Kitabı ve hikmeti öğretsin. Onları tezkiye etsin. Şüphesiz sen Azizsin, Hakimsin."

 

Belagat:

 

"...birlikte yükseltiyorlardı." Burada geçmişteki bir olayın muzari kipi ile ifade edilmesi geçmişteki tablonun hafızalarda canlandırılması ve adeta gözler­le görülen bir hal alsın diyedir.

"Tevvâb ve Rahîm" (tevbeleri en çok kabul eden ve hakkıyla esirgeyen an­lamında) Mübalağa sigalandır. [347]

 

Kelime ve İbareler:

 

Temeller (el-Kavâid): Teklik şekli kaidedir. Yapının üzerinde yükseldiği te­mel veya kat demektir. Buna göre "kaideler" esaslar ya da duvarlar anlamında­dır. Bunların "yükseltilmesi" ise binanın bu kaideler üzerinde yükselmesi de­mektir. Allah'ın bir ameli kabul etmesi ise o amelden razı olması anlamındadır.

"İkimizi de sana teslim olmuş" sana itaat ile bağlanmış; "soyumuzdan da" soyumuzdan gelecekler arasında da, "müslüman bir ümmet" bir topluluk "kıl". Bu şekilde "soyumuzdan" deyip onların bir kısmının teslim olmuş kimselerden olmalarını dilemesi daha önce geçen: "Zalimlere ahdim erişmez" buyruğu dola-yısıyladır.

"Menasikimizi" yani ibadetimize dair koyacağın sert hükümleri veya hac-cımızı nasıl yapacağımızı "göster". Menasik "nüsük"ten gelen mensekin teklik şeklidir. Nüsük ise ileri derecede boyun eğmek ve ibadet etmek demektir. Özel­likle hac ibadeti hakkında kullanılması yaygınlık kazanmıştır. Nitekim haccın alâmetleri ve amelleri hakkında "menasik" kelimesinin kullanılması da yay­gınlık kazanmıştır. Çünkü bunlarda bir zorluk ve alışılmış adetlerden uzak kalmak söz konusudur.

"Tevbelerimizi kabul buyur" diyerek masum olmalarına rağmen Allah'tan tevbelerini kabul etmesini dilemeleri; bir alçakgönüllülük ve soylarından gele­cek olanlara tevbe etmeyi ve kabulünü dilemeyi öğretmek içindir. Kul rabbine döndüğünde "tevbe etti" denilir. Çünkü günahın işlenmesi Allah'tan ve onun rı­zasını gerektiren şeylerden yüz çevirmek demektir. Allah'ın kulunun tevbesini kabul etmesi ise, ona merhamet buyurması, lütufta bulunması demektir.

"Onların" yani bu Beyt'in ehli "arasında" onlardan "kendilerinden bir peygamber gönder!" Nitekim Yüce Allah Hz. İbrahim'in bu duasını Muham-med (s.a.)'i göndermek suretiyle kabul buyurmuştur.

"Onlara Kitab'ı" Kur"ân-ı Kerim'i "ve hikmeti" dinî hükümlerin sırlarını, şeriatın maksatlarını bilmeyi "öğretsin, onları tezkiye etsin" Ruhlarını şirkin pisliklerinden ve türlü masiyetlerden arındırıp temizlesin.

"Azîz" mutlak galip demektir, "Hakîm" de hikmet ve maslahatın gerektir­diğinden başkasını yapmayan demektir.[348]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Araplara ihsan etmiş olduğu Beyt-i Haram'ın üstünlükleri tü­ründen olan nimetlerini hatırlattıktan sonra onlara bu Beyt'i yapan ataları İb­rahim ve oğlu İsmail'i hatırlatmaktadır. Böylelikle onların soyundan geldikleri ve kendilerinin de o salih kişiye uymaları sağlanması murad edilmektedir. Ku-reyşliler İbrahim ile İsmail (ikisine de selam olsun)'e kendilerine nispet ediyor, İbrahim'in milleti (din ve şeriatı) üzere olduklarını ileri sürüyordu. [349]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Kavmine bir de İbrahim (a.s) ile oğlu İsmail (a.s.)'in Beyt'in kaidelerini ve temellerini inşa ettikleri zamanı hatırlat! Onu yapan iki kişinin iki peygamber olduğunu ve putperest bir ülkenin ortasında o Beyt'in ibadete tahsis edilmesindeki fazileti hatırlat! Bu fazilet o evin taşlarında, ko­numunda ve semadan nazil oluşunda değildir. O Beyt'e yönelmek hiçbir mekân hududuna sığmayan ve hiçbir cihete hasrolmayan Yüce Allah'a yönelmek de­mektir. Oradaki Hacer-i Esved'in istilâm edilmesi (selâmlanması) namazda Kabe'ye yönelmek gibi taabbüdi bir davranış sayılmıştır. Bu taşın bizatihi bir meziyeti yoktur. Hatta Ömer b. el-Hattab'ın onu istilâm ettiği sırada söylediği şu söz gereği diğer taşlar gibi, o da bir taştır: "Allah'a yemin ederim, ben senin zararı da faydası da olmayan bir taş olduğunu biliyorum. Eğer Resulullah " s.a.)'ı seni öperken görmemiş olsaydım, ben de seni öpmezdim. Daha sonra Hz. Ömer yaklaştı ve taşı öptü." [350]

Binayı yükselttikleri esnada Hz. İbrahim ile Hz. İsmail şu sözleriyle dua ediyorlardı: "Rabbimiz, şüphesiz ki sen duamızı işitensin. Bütün amellerimiz-deki niyetlerimizi çok iyi bilensin. Rabbimiz ikimizi de sana itaatla bağlanan, ıtikadlan ile sana ihlâsla yönelen kimseler kıl! Senden başkasına yönelmeye-lim, senden başkasından yardım istemeyelim ve bütün amellerimizde senin rı­zandan başkasını aramayalım. Rabbimiz, soyumuzdan sana ihlasla bağlanan, emirlerine itaatla boyun eğen bir topluluk yarat. Yarat ki İslâm, bütün nesiller boyunca devam edip gitsin. Rabbimiz, ibadet şekillerimizi, ibadet yerlerimizi bize göster, bize bildir! Nerede ihrama girileceği, Arefede nerede vakfe yapıla­cağı, neresinin tavaf edileceği, nerede sa'y yapılacağı gibi haccın amellerini biz­lere öğret! Tevbemizi kabul buyur. Çünkü sen Tevvâbsın; Rahimsin; kullarının tevbelerini çokça kabul edensin. Onları azaptan kurtarmak suretiyle tevbe edenlere çok merhametlisin."

Onların bu şekildeki dua ve yakarışları soylarından gelecek olanlara bir ırşaddır, bir yol göstericiliktir. İtaat üzere sebat etmeleri ve devamlı olmaları için Allah'tan bir taleptir. Yoksa onlar günahkâr olduklarından bu duayı etmi­yorlardı. Çünkü peygamberler masumdur. İnsanlarca menasikin bilinmesi ve Beyt'in bina edilmesinden sonra vakfe yerinin ve oradaki diğer yerlerin, gü­nahlardan arınıp tevbenin Allah'tan isteneceği yerler olduğunu açıklamak için böyle dua etmişlerdir.

Rabbimiz, sen o müslüman ümmet arasında onlardan bir resul gönder! O resul onlara karşı çok şefkatli olsun. Onlar da onun sayesinde insanların en üs­tünleri, en şereflileri olsunlar. Onun çağrısını kabul edebilsinler, onu eksiksiz bir şekilde gereği gibi tanıyıp doğruluğunu, emin oluşunu, iffetini, istikamet üzere oluşunu ve buna benzer mümtaz özelliklerini hissedercesine görüp tanı­sınlar. Bu peygamber onlara karşı Yüce Allah'ın vahdaniyetini, öldükten sonra dirilme ve amellerin karşılıklarının görülmesine dair delilleri ihtiva eden ayet­lerini okusun. Onlara KuVân'ı, şeriatın sırlarını ve maksatlarını, bir de nefisle­rinin kendileri vasıtasıyla kemale ereceği bilgi ve marifetleri öğretsin. Şirkin pisliklerinden, türlü masiyetlerden onları arındırsın. Onlara güzel ahlâkı öğ­retsin. Çünkü sen mağlûp edilemeyen güçlü (Azîz), bütün işlerinde hikmeti sonsuz (Hakîm) olansın. Ancak hikmet ve maslahatın gereği olan şeyleri ya­parsın. İmam Malik der ki: Burada sözü geçen hikmet, dini bilmek, te'vil husu­sunda fıkıh (derin bilgi) sahibi olmak ve bir seciye ve Yüce Allah'ın nurunun neticesi olan bir kavrayıştır. [351]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu dualar bizlere amellerimizin kabul olunmalarını istememizi ve İs­lâm'ın bütün çağlar boyunca devam edip gitmesi için, göklerin ve yerin yaratı­cısına itaatle boyun eğip emir ve hükümlerine bağlılığın ortaya çıkması için, kendimize ve soyumuzdan gelenlerin salahına dua etmemizi öğretmektedir. Yüce Allah hac menasikini ve haccın vakfe yapılan yerlerini ve amellerini, gü­nahlardan kurtulmak, kendisinden rahmet talebinde bulunmak için tayin ve tespit etmiş, buna vesile kılmıştır. Allah kerim'dir, rahîm'dir. Yüce Allah, Hz. İbrahim ve oğlunun duasını kabul buyurarak, son Peygamber Muhammed (s.a.)'i Araplar arasından resul olarak göndermiştir. Hz. Peygamber şöyle bu­yurmuştur: "Ben babam İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve anne­min rüyasıyım." Yüce Allah Araplara lütufta bulunarak İslâm sayesinde onları hayırlı bir ümmet kılmıştır. Uzun bir dönem bu ümmet doğuda da, batıda da şan, şeref ve devlet sahibi olmuştur. Araplar ve diğer müslümanlardan öyle bir takım insanlar yetişmiştir ki, bunlar adalette, siyasette, yargıda, bilgide, ve uygarlıkta tarihin medarı iftiharıdırlar.

Kabe'nin inşa edilmesine gelince, Kabe önceleri taş ve çamur ile yapılmıştı. Bu durum Kureyşliler Kabe'yi yıkıp yeniden bina edinceye ve yerden yirmi zira kadar yükseltinceye kadar devam etti. Bu binanın yenilenmesi esnasmda Hacer-i Esved bizzat Peygamber (s.a.) tarafından, peygamberlik gelmeden önce genç bir delikanlı olduğu sıralarda konulmuştu. Çünkü Kureyşliler aralarındaki anlaş­mazlığı çözmek üzere belli bir yönden yanlarına gelecek ilk kişinin hakemliğini kabul etmişti. O sırada Resulullah (s.a.) yanlarına çıkıp geldi, onlar da onun ha­kemliğini kabul ettiler. Taşı bir örtünün üzerine koydu, sonra her bir kabilenin efendisine örtünün bir tarafını tutturdu, arkasından kendisi duvara çıktı, taşı ona yükselttiler ve bizzat Hz. Peygamber taşı yerine koydu. O sırada Kabe'de Hicr diye bilinen kuzey tarafında bulunan Hz. İsmail Hicrini binaya katmadılar. Buna sebep ise yeterli maddî imkanı bulamayışları idi. Daha sonra Hz. Peygam­ber Kabe'nin yeniden inşa edilmesini uygun gördü ise de Hz. Aişe'nin de rivayet ettiği gibi, şu buyruğu ile bundan vazgeçtiğini görüyoruz: "Eğer senin kavmin henüz küfürden yeni kurtulmamış olsaydı, Kabe'yi yıkar ve İbrahim'in temelleri üzerinde bina ederdim— çünkü Kureyş Kabe'yi bina edince kısalttı— ve ona bir kapı yapardım." Buhârî'de "iki kapı yapardım" denilmektedir.

Daha sonra Emeviler döneminde Şamlılar'ın, Abdullah b. ez-Zübeyr ile (Mekke'de) savaşıp Kabe'yi yangına vermelerinden dolayı yapısı gücünü kaybe­dince, Abdullah b. ez-Zübeyr Kabe'yi yeniden inşa etti, Hz. Aişe'nin ona haber verdiği şekilde binasını yaptı. Hicr"den 5 zira' kadar bir yeri Kabe'ye ekledi. O sırada Kabe'nin yüksekliği 18 zira' idi. 10 zira' daha boyunu uzattı, Kabe'ye iki kapı yaptı. Birisinden giriliyor, öbüründen çıkılıyordu. Nitekim Müslim Sahih' inde bunu böyle rivayet etmektedir.

Daha sonra Abdullah b. ez-Zübeyr şehit edilince Haccac Kabe'yi yeniden bina etti ve İbni ez-Zübeyr'in Hicr"den Kabe'ye kattığı kısmı eski haline dön­dürdü, açtığı ikinci kapı kapatıldı ve burayı da eskisi gibi dümdüz bir duvar yaptı. Haccac bu uygulamayı Emevi hükümdarı Abdülmelik'in emri üzerine yapmıştı.

Rivayet edildiğine göre Harun er-Reşid, İmam Malik'e Haccac'ın bina etti­ği Kabe'yi yıkmak ve Abdullah b. ez-Zübeyr'in yaptığı hale döndürmek istedi­ğinden bahseder. Buna Peygamber (s.a.)'den gelen hadisi ve İbni ez-Zübeyr'in uygulamasını sebep gösterir. İmam Malik ise şöyle der: "Sana Allah adı ile and veriyorum, ey müminlerin emiri! Sen bu Beyt'i hükümdarların elinde oyuncağa çevirme. Hatırına her gelen orayı yıkıp yeniden yapmasın. Bunun sonucunda insanların kalplerinde bu Beyt'e karşı duydukları heybet kaybolur gider."

Kabe'nin örtülerine gelince; ilim adamları der ki: Kabe'nin örtülerinden herhangi bir şeyin alınmaması gerekir. Çünkü bu örtüler Kabe'ye hediyedir; bu hediyeden ise hiçbir şey eksiltilmemelidir. [352]

 

Hz. İbrahim'in Dininden Yüz Çeviren Akılsızlar

 

130-Nefsini sefahete bırakandan başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir? Andolsun ki biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O şüphe yok ki ahirettede muhakkak salihlerdendir.

131- Hani Rabbi ona: "Teslim ol dediği zaman o da: "Alemlerin Rabbine teslim oldum" demişti,

132- İbrahim de bunu oğullarına vasiyyet etti. Ya'kub da: "Ey oğullarım! Allah sizin için bu dini beğenip seçti. O  halde siz ancak müslümanlar olarak can verin."

 

Belagat:

 

"Başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir?" Bu, nefiy anlamında in-kârî bir istifhamdır. Yani İbrahim'in dininden ancak kendisini sefahata bıra­kan kimseler yüz çevirebilir. Cümle kâfirleri azarlamak için varid olmuştur. "O şüphe yok ki ahirette de muhakkak salihlerdendir." buyruğundaki bu tekitler, bu hususun ahirette gaybi bir işle alakalı olması dolayısıyladır. Dünyanın du­rumu ise böyle değildir, dünyadaki haller görülebilen şeylerdir.

"Hani Rabbi ona: "Teslim ol" dediği zaman..." ifadelerin akışı "dediğimiz zaman" şeklinde olmalı iken, burada hazırda olan muhatap kipinden gaib olan kipe iltifat (geçiş) yapılmıştır.

"Rabbi" buyruğu Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e olan lütfunu ve onun terbiye­sine verdiği önemini açıkça ortaya koymaktadır. Buna karşılık Hz. İbrahim'in: "Alemlerin rabbine teslim oldum." demesi de onun İslâm'a bağlılığının ne kadar güçlü olduğunu göstermektedir. Ayrıca bu buyrukta Yüce Allah'a boyun eğme­nin gereğine işaret vardır. Yine bu buyrukta karşıdaki muhataba söz söylemek­ten gaibe bir iltifat (geçiş) vardır. [353]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nefsini sefahate bırakandan" Allah tarafından yaratılmış ve O'na ibadet etmesi gereken bir yaratık olduğunu bilmeden ya da nefsini küçük, zelil ve ha­kir düşüren kimseden "başka kim İbrahim'in dininden yüz çevirebilir?" yani hoşlanmazlık edebilir?

"Andolsun biz onu dünyada beğenip "o dönemdeki risalet görevi için" seç-mişizdir."

"Hani Rabbi ona teslim ol!" Yüce Allah'a itaatla bağlan, ibadetini ve dini­ni yalnız O'na halis kıl." dediği zaman o da âlemlerin Rabbine teslim oldum demişti."

"İbrahim de bunu oğullarına vasiyet etti." Vasiyet etmek (tavsiye) dinî ya da dünyevî herhangi bir hususta söz veya davranış itibarıyla kişinin bir başka­sına hayrı ve iyiliği gösterip irşad etmesi demektir. "O halde siz ancak müslü-manlar olarak can verin." Bu buyruk İslâm'ın terk edilmesini yasaklamakta ve ölünceye kadar İslâm üzere sebat etmeyi emretmektedir. [354]

 

Nüzul Sebebi

 

130. ayet-i kerimenin nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Uyeyne şöyle de­mektedir: Rivayet edildiğine göre Abdullah b Selâm, Seleme ile Muhacir adın­daki kardeşinin iki oğlunu İslâm'a davet etti ve onlara şöyle dedi: "Şanı yüce Allah'ın Tevrat'ta şöyle buyurduğunu siz de biliyorsunuz: Ben İsmail'in soyun­dan adı Ahmed olan bir peygamber göndereceğim. Kim ona iman ederse hida­yeti ve doğru yolu bulur, kim ona iman etmezse o mel'ûndur." Bunun üzerine Seleme İslâm'a girdi, Ebu Muhacir İslam'ı kabul etmedi. İşte bu ayet-i kerime onun hakkında nazil olmuştur. [355]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Hz. İbrahim'i bir takım kelimelerle sınadığını, onun da bunla­rı eksiksiz bir şekilde yerine getirdiğini, Hz. İbrahim'e Beytullah'ı bina edip ibadet için orayı temiz tutmasını emretmiş olduğunu hatırlattıktan sonra, tev-hid ve kalpten Allah'a teslim oluşun ifadesi olan İbrahim'in (milleti) dininden yüz çevirmenin doğru olamayacağını belirtmektedir. Hz. Yakub da kendi oğul­larına bunu vasiyet etmiştir. Ondan önce Hz. İbrahim de aynı tavsiyede bu­lunmuştur.

O halde İbrahim'in milletinden ve dininden ancak kendisini küçük düşü­ren, kendisini hafife alan kimseler yüz çevirebilir. Çünkü hayrı, hakkı ve hida­yeti terk eden bir kimse kendi nefsini küçük ve zelil düşürmüş olur.

Yüce Allah Hz. İbrahim'i dünyada beğenip seçmişti. Onu peygamberlerin atası kılmıştır. Ahirette de salih ve istikamet üzere olmak ile lehine tanıklık edilen bir kimse kılmıştır. İnsanları da onun dini üzre amel etmeye yöneltmiş­tir. İşte bu, Hz. İbrahim'e ahiretteki halinin de salah (iyi ve düzgün) olacağına bir müjde ve bu konuda ona bir vaad özelliğini taşımaktadır.

Yüce Allah Allah'ın vahdaniyyetine dair delilleri göstermek suretiyle kav­mini İslama çağırdığı zamandan beri, onu beğenip seçmiştir. Hz. İbrahim ise gecikmeksizin Allah'ın emrine itaatla bağlanmıştır ve şöyle demiştir: Ben bü­tün yaratıkları var eden Allah'a dinimi halis kıldım. Yüce Allah'ın şu buyruğunda dile getirdiği gibi: "Şüphesiz ki ben gökleri ve yeri yaratana hanif olarak yöneldim ve ben müşriklerden değilim." (En'am: 6/79).

Hz. İbrahim, soyundan gelecekler için hayır dilekte bulunduğundan dolayı, onlara dosdoğru dini tavsiye etmiştir. Hz. Yakub da aynı şekilde davranmış ve her ikisi de soylarından gelenlere şöyle demişlerdir: "Allah size bu dini yani Al­lah'ın kendisinden başkasını kabul etmediği İslâm dinini seçmiş bulunmakta­dır. Allah'a teslim esası üzerinde sebat gösteriniz, ondan ayrılmayınız. Ölüm ge­lip çatıncaya kadar böyle devam ediniz. Rabbinizin sizin için seçmiş olduğu hak dinden başka bir din üzere olduğunuz halde ölüm gelip sizi bulmasın." İşte bu buyruk sapan kimsenin önünde tekrar Allah'a dönmek ve ölümden önce yeni­den Allah'ın dinine bağlanmak için kapının açık tutulduğunu göstermektedir.

O bakımdan ey Yahudiler! Duruma bir bakınız. Sizler gerçekten atalarınız İbrahim ile Yakub'a tabi misiniz, değil misiniz? [356]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler Hz. İbrahim'in milletinden yani tevhidi, Yüce Allah'a ihlâsla, itaatle bağlanmayı emreden dininden yüz çeviren herkesi ayıplamakta, kusurlarını ortaya koymakta bu dini kabullenmeyen kâfirleri azarlamaktadır. İslâm dini yeni ortaya çıkmamıştır. . Bütün peygamberler ona davet etmiştir. Arap dilinde İslâm: Kendisine teslim olunana boyun eğmek, itaatle bağlanmak demektir. Her İslâm iman değildir, fakat her iman İslâm'dır. Çünkü Allah'a iman eden bir kimse, Allah'a teslim olmuş, Allah'a iman etmiş olur. Fakat bu­nunla birlikte böyle bir teslimiyet arzeden kimse gerçekte Allah'a iman etme­miş olabilir. Çünkü canından korktuğu için böyle bir ifadeyi kullanabilir, bu ise iman olamaz. Buna delil Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Bedevi Araplar: "İman ettik", dediler. De ki: "Siz iman etmediniz, fakat teslim olduk deyiniz..." (Hucu-rat: 49/14). Burada Yüce Allah İslâm'a giren herkesin mümin olmadığını haber vermektedir. Bu da her müslümanın mümin olmadığını göstermektedir. Çünkü iman, İslâm anlamında kullanılabilir; İslâm derken de iman kastedilebilir. Çünkü esasında biri ötekinden ayrılmaz, biri ötekinden sadır olur.

Kaderiyye ile Hariciyye ise "İslâm, imanın kendisidir", derler. Buna göre her mümin müslümandır ve her müslüman mümindir. Çünkü Yüce Allah: "Mu­hakkak Allah nezdinde din İslâm'dır." (Âl-i İmran: 3/11) diye buyurmaktadır. Bu da İslâm'ın, dinin kendisi olduğunu, müslüman olmayanın mümin olama­yacağını göstermektedir.

Hz İbrahim de Hz. Yakub da İslâm'a bağlı kalmayı tavsiye etmişlerdir. Çünkü hak din odur. Hz. İbrahim'in oğullan şunlardır:

Hz. İsmail: Annesi Kıptî kavminden olan Hz. Hacer'dir. Hz. İbrahim'in bü­yük oğludur. Hz. İbrahim onu daha süt emerken iki yaşında Mekke'ye getir­miştir. Kardeşi Hz. İshak'tan 14 yaş daha büyüktür. 137 yaşında iken vefat et­miştir. Babası Hz. İbrahim vefat ettiğinde 89 yaşında idi. Meşhur olan görüşe göre Allah tarafından boğazlanması emredilen oğlu Hz. İsmail'dir.

Hz. İshak: Annesi Sâre'dir. Bir diğer görüşe göre boğazlanması emredilen budur. Kurtubî'nin görüşüne göre daha sahih olan da budur. [357]

Yunanlılar, Ermeniler, Rumlar ve benzerleri ile İsrailoğulları Hz. İshak'ın soyundan gelmişlerdir. Hz. İshak 180 yıl yaşamış Arz-ı Mukaddes'te vefat et­miş, babası İbrahim el-Halil yanında defnedilmiştir. Hz. Yakub da Hz. İbra­him'in kendilerine vasiyette bulunduğu kimseler arasına (Hz. İshak dolayısıy­la) girmiştir (Hepsine selâm olsun).

Hz. Yakub'un dedesi Hz. İbrahim'e yetiştiğine dair bir nakil yoktur. Hz. Yakub Hz. İbrahim'in vefatından sonra doğmuştur. Hz. Yakub da Hz. İbra­him'in yaptığı gibi oğullarına tavsiyede bulunmuştur. Hz. Yakub 107 veya 140 yıl yaşamış, Mısır'da vefat etmiştir. Arz-ı Mukaddes'e taşınmasını ve babası İs­hak'ın yanında defnedilmesini vasiyet etmiş, Hz. Yusuf da onu oraya götüre­rek, Hz. İshak'ın yanında defnetmiştir.

İslâm, bütün peygamberlerin çağrısı olduğundan dolayı, Hz. İbrahim ile Hz. Yakub da ona bağlı kalmayı tavsiyede bulunmuş ve şöyle demişlerdir: İs­lâm'a sıkı sıkıya sanlın. İslâm üzere kalmaya devam edin, ölünceye kadar on­dan ayrılmayın. Burada oldukça veciz bir şekilde maksadı ihtiva eden kelime­lerle bu tavsiye yapılmıştır. Bu tavsiyede aynı zamanda ölüm hatırlatılıp öğüt verilmektedir. Çünkü kişinin öleceği muhakkaktır; fakat insan ne zaman ölece­ğini bilemez. Ona ancak o halde iken ölümün kendisine gelip çatması istenen bir emir verildiği takdirde, artık her zaman için bu emre kesintisiz olarak uy­mak anlamında bir hitapta bulunulmuş olur.

Yüce Allah'ın: "O halde siz ancak müslümanlar olarak can verin." buyruğu üe anlatılmak istenilen ölmek ve başka türlü ölmenin yasaklanması değildir. Maksat ölüm gelinceye kadar İslâm üzere sebat etme emrini vermektir. Diğer bir ifade ile bu emir onların İslâm'a aykırı herhangi bir hal üzere olmalarını yasaklamaktadır. [358]

 

Yahudilerin Hz. İbrahim İle Hz. Yakub'un Dini Üzere Olduklarına Dair İddialarının Çürütülmesi

 

133- Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattı­ğı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına: "Benden sonra siz neye iba­det edeceksiniz?" dediği zaman onlar: "Senin ilâhını ve ataların İbrahim, İs­mail ve İshak'ın bir tek olan ilahına ibadet edeceğiz, biz O'na teslim olmu­şuzdur" demişlerdi.

134- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. On­ların lragflnrfıklnn kendilerinindir. Si­zin kazandığınız da sizindir. Ve siz on­ların işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz.

135-  "Yahudi veya Hiristiyan olun ki hidayet bulaşınız" dediler. De ki: "Ha­yır hanif olarak İbrahim'in dini(ne uyarız). O şirk koşanlardan değildi."

136- Deyin ki: "Biz Allah'a ye bize indi­rilene İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Ya­kub'a ve Esbata indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya verilenlere ve bütün peygamber­lere rableri tarafından verilenlere iman ettik. Birini diğerinden ayırd et­meyiz. Biz O'na teslim olmuşuz."

137- Artık eğer onlar da sizin îm^nı etti­ğiniz gibi iman ederlerse, muhakkak hidayete ererler ve şayet yüz çevirir­lerse onlar ancak ayrılık içindedirler. Onlara karşı Allah sana yeter. O her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.

 

Belagat:

 

"Yoksa siz... orada hazır mıydınız?" Buradaki sorunun anlamı azarlamak ve sitemde bulunmaktır. Nefiy anlamındadır. Yani siz hazır değildiniz. Nasıl olur da bilmediğiniz, sizin de geçmişlerinizin de tanık olmadığı şeyleri ona nis­pet ediyorsunuz?

"Ölüm. Yakub'a gelip çattığı zaman..." Burada ölümün yaklaştığını belirten daha önceki emareler, kinaye yoluyla "ölüm" ile anlatılmıştır. Çünkü bizzat ölümün kendisi hazır olduğu taktirde o kişi bir şey söyleyemez.

"Ataların" kelimesi tağlib ifade eden bir mecazdır. Çünkü bu tabir ile am­ca olan Hz. İsmail, dede olan Hz. İbrahim de baba olan Hz. İshak gibi murad edilmektedir.

"Yahudi veya Hıristiyan olun... dediler." Burada hazf ile i'câz yapılmıştır. Yani "Yahudiler: Yahudi olun, Hıristiyanlar da: Hıristiyan olun, dediler", de­mektir.

"Onlara karşı Allah sana yeter." Yani onların kötülüklerine karşı Allah sa­na yeter. Buradaki tabirin yakın gelecek ifade etmesi pek yakında onlara karşı zafer kazanılacağını ifade etmektedir.

"O her şeyi işitendir, her şeyi bilendir." Sigaları mübalağa sigalarıdır. İşit­mesi, bilmesi herşeyi kuşatan anlamındadır. [359]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yoksa siz ölüm Yakub'a gelip çattığı zaman hazır mıydınız?" burada "yok­sa" tabiri "hayır" anlamındadır. Yani siz hazır değildiniz, anlamında; hazır mıydınız ki? denilmiş gibidir. "Ölümün gelip çatması" ise ölüm emareleri ve ölümden önceki hallerin görülmesi demektir. "Benden sonra" benim ölümüm­den sonra anlamındadır.

"Yahudi veya Hıristiyan olun." Yahudi kelimesini ifade eden "hûd" haid kelimesinin çoğulu olup tevbe eden anlamınadır. "Yahudi olunuz", diyenler Me­dine'nin Yahudileridir; "Hıristiyan olunuz", diyenler de Necranlı Hıristiyanlardır.

"Hanif bütün batıl dinlerden uzak durup dosdoğru hak dine yönelen kim­se demektir.

"Deyin ki" yani ey müminler onlara şöyle söyleyin: "Biz Allah'a ve bize in­dirilene İbrahim'e (indirilen on sahifeye) İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve esbata", teklik şekli sıbt'tır ve oğlun oğlu anlamınadır. İsrailoğulları arasında esbât, Arapların kabileleri, Arap olmayanların şuûbu gibidir. Esbât Hz. Yakub'un ço­cuklarının adıdır. "Musa'ya indirilenlere" verilen Tevrat'a "İsa'ya" verilen İn­cil'e "verilenlere ve bütün peygamberlere rableri tarafından verilenlere iman et­tik. Birini diğerinden ayırdetmeyiz." Yahudiler ve Hıristiyanların yaptıkları gi­bi, kimisine iman edip kimisini inkâr etmeyiz.

"Onlar ayrılık içindedirler." Sizinle anlaşmazlık içerisindedirler. Buradaki kelime (ayrılık anlamına gelen şikâk), yan anlamına gelen "eş-şık" tan alınma­dır. Aralarındaki düşmanlık sebebiyle adeta her birisi karşı tarafın şıkkından başka bir şıkta yani kenarda bulunuyor gibi demektir. [360]

 

Nüzul Sebebi

 

133. ayet-i kerime Hz. Peygambere: "Sen Yakub'un vefat ettiği gün oğulları­na Yahudiliği tavsiye ettiğini bilmiyor musun?" demeleri üzerine nazil olmuştur.

135. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ise İbni Ebi Hâtim'in İbni Abbas'tan kaydettiği rivayete göre şudur: İbni Suriye Peygamber (s.a.)'e: "Hidayet ancak bizim izlediğimiz yoldur. O bakımdan ya Muhammed, sen de bize uy ki hidayet bulasın" dedi. Hıristiyanlar da benzer bir ifadede bulundular. Bunun üzerine Yüce Allah onlar hakkında: "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayet bulaşınız dediler." buyruğunu indirdi.

Yine ondan gelen bir diğer rivayete göre İbni Abbas şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime Ka’b b. el-Eşref, Mâlik b. es-Sayf ve Ebu Yâsir b. Ahtab gibi Me­dine Yahudilerinin başını çekenler ile Necran Hıristiyanları hakkında nazil ol­muştur. Bunlar din hususunda Müslümanlar ile çekişiyor, her bir grup Allah'ın dini hususunda ötekinden daha hayırlı olduğunu ileri sürüyordu. Yahudiler "Bizim peygamberimiz Musa, peygamberlerin en faziletlisidir, dinimiz dinlerin en faziletlisidir" dediler; Hz. İsa'yı, İncil'i, Hz. Muhammed'i ve Kui^ân-ı Kerim'i inkâr edip kâfir oldular. Hıristiyanlar ise: "Bizim peygamberimiz İsa peygam­berlerin en faziletlisidir, kitabımız kitapların en faziletlisidir, dinimiz dinlerin en faziletlisidir." dediler; Hz. Muhammed'i ve Kur*ân-ı Kerim'i inkâr edip kâfir oldular. Bu kesimlerin her birisi ayrı ayrı müminlere: "Siz bizim dinimize bağ­lanınız. Din diye bizimkine denir." deyip onları kendi dinlerine çağırdılar. [361]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed (s.a.)'i yalanlayan Yahudiler! Yakub'a ölüm yaklaştığında sizler yanında hazır değildiniz. O bakımdan onun ağzından yalan söylemeyin. Ben İbrahim ile onun oğullarına ancak İslâm'ın kendisi olan Hanif dinini gön-dermişimdir. Bu peygamberler kendi soyundan gelenlere de bu dine bağlanma­larını tavsiyede bulunmuşlardır. Bunun delili ise Yakub'un oğullarına söylediği şu sözlerdir: "Benim ölümümden sonra neye ibadet edeceksiniz?" Oğulları ona şu cevabı vermişlerdi: Pek çok delilin onun varlığına ve vahdaniyetine delâlet ettiği bir ve tek Allah olan senin ilâhına ibadet edeceğiz ve O'na başkasını eş koşmayacağız. O senin ataların İbrahim'in, İsmail'in ve İshak'ın da ilâhıdır. Biz O'na boyun eğip O'nun hükmüne bağlı kalacağız, uyacağız. Hz. Yakub'un amcası olduğu halde Hz. İsmail'i de ataları arasında zikrettiler. Böylelikle onu da babaya benzetmiş oldular. Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen sa­hih hadiste de: "Kişinin amcası babasının bir dengidir." diye buyurulmuştur.

Daha sonra Yüce Allah Yahudilerin, Peygamberlerin soyundan ve onların torunları olduklarını, dolayısıyla sayılı günler dışında cehenneme girmeyecek­lerine dair iddialarını şu buyruğu ile reddetmektedir: Sözünü ettiğiniz bu üm­met, lehinde ve aleyhinde olan şeyleri ile birlikte geçip gitmiştir. Yüce Allah'ın kullan arasında uygulayageldiği sünneti ise, herkesi ancak kendi ameli ile ce­zalandırmasıdır ve kimsenin başkasının amelinden sorumlu tutulmamasıdır.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Yoksa Musa'nın ve ahdini eksiksiz yerine getiren İbrahim'in sahifelerinde olanlardan haberdar olmadı mı? Kimse kimsenin günahını yüklenmeyecek ve insan için çalıştığından başkası yoktur di­ye (kendisine bildirilmedi mi?)" (Necm: 56/33-34) Peygamber (s.a.) de: "Ey Ha-şimoğullan! İnsanlar bana amelleriyle gelirken siz bana nesep bağınızı ileri sü­rerek gelmeyiniz." diye buyurmaktadır. İşte bu geçmişlere kendi amelleri dışın­da hiçbir şey fayda vermeyeceği gibi, size de amellerinizin dışında hiçbir şeyin faydası olmayacaktır.

Yüce Allah kendi dininin bütün peygamberler vasıtasıyla bir ve tek olduğu­nu, Araplara da, Kitap Ehli'ne de önceki peygamberlerin çağrısının bir uzantı­sından ibaret olan İslâm'a uymak mükellefiyetinin bulunduğunu, teferruattaki ayrılıkların dinin özünü değiştirmediğini beyan buyurduktan sonra, Kitap Eh-li'nin aralarındaki cüz'î farklılıklara sıkı sıkıya yapışmalarını tenkit ettiğini, kusurlu bulduğunu görüyoruz. Yahudiler: "Din hususunda Yahudilerle birlikte olunuz ki dosdoğru yola iletilmiş olasınız." derken; Hristiyanlar da: "Hıristivan-larla birlikte olunuz ki, hakka ulaşasınız." dediler. Her bir dine tabi olan kendi dininin en hayırlı din olduğunu iddia ederken, Yüce Allah şu buyruğu ile onlara cevap vermektedir: Sizler dini üzere olduğunuzu iddia ettiğiniz İbrahim'in dini­ne geliniz. İşte herhangi bir sapması bulunmayan eğriliği olmayan din odur. İb­rahim Allah'a, Allah'tan başka putları ya da heykelleri ortak koşan bir kimse değildi. Bu ifadelerle onların: "Üzeyr Allah'ın oğludur, Mesih Allah'ın oğludur." gibi sözlerle şirk koşmaları ima edilmekte ve tenkit edilmektedir.

Daha sonra Yüce Allah müminlere şöyle demelerini emretmektedir: Biz­ler bütün peygamberlerin, bütün resullerin peygamberliğine iman etmekle birlikte, alemlerin Rabbi olan Allah'a da itaat etmekte, boyun eğmekteyiz. Bü­tün dinlerin kaynağı O'dur. Hiçbir peygamberi yalanlamayız. Aksine biz dini tek bir bütün olarak kabul edip tasdik ediyoruz. Dinin özüne iman ediyoruz. Ayrılığın söz konusu olmadığı aslına inanıyoruz. Bütün peygamberlerin hak ve hidayet ile gönderilmiş Allah'ın resulleri olduğuna şahitlik ediyoruz. O ba­kımdan İsa ve Muhammed (her ikisine de selâm olsun)den uzak olduklarını belirten Yahudilerin yaptıkları gibi yapmayız. Resulullah (s.a.)'den uzak ol­duklarını söyleyen Hıristiyanların yaptıkları gibi de yapmayız. Bizler Allah'a boyun eğenleriz, ona itaat edenleriz, kulluğumuzla O'na bağlanan kimseleriz. İşte sağlıklı iman budur. Sizler ise hevalarınıza uymaktasınız. O halde gerçek mümin, bütün kitaplara ve peygamberlere iman edip hiçbir peygamber ara­sında ayırım gözetmeyen, ilâhî kitabın bütün getirdiklerine iman eden kimse­dir.

Buharî'nin Ebu Hureyre'den rivayetine göre Kitap Ehli Tevrat'ı İbranice okuyor müslümanlara Arapça açıklıyorlardı. Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Kitap Ehlini tasdik de etmeyiniz, yalanlamayınız da. Bunun yerine: "Biz Al­lah'a ve.... iman ettik." deyin." [362]

İbni Ebî Hâtim'in MaTtil'den Peygamber (s.a.)'den merfû olarak rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Tevrat'a ve İncil'e iman ediniz ve Kur'ân sizin için ye­terli olsun."

Eğer Kitap Ehli sizin iman ettiğiniz gibi sahih şekliyle Allah'a iman eder, Allah'ın vahdaniyetini kabul ve itiraf eder, peygamber ve resullere indirdikleri­ni tasdik ederse, dosdoğru yola hidayet bulmuş olurlar. Şayet yüz çevirir ve se­nin kendilerini davet ettiğin dinin aslına dönüşü kabul etmez ve Allah'ın pey­gamberleri arasında ayırım gözetip bir kısmını kabul ederken diğer bir kısmını inkâr ederlerse, ya Muhammed, şunu bil ki, onların takındıkları bu tavır ayrı­lık, anlaşmazlık ve düşmanlık çıkarmaktır. Onların tavırları bu olduğu takdir­de şunu bil ki, onların kötülüklerine, eziyetlerine, hile ve tuzaklarına karşı Al­lah sana yardım edecektir. Allah onların birliklerini darmadağın edecek, sizleri onlara karşı muzaffer kılacaktır.

Nitekim bu ilâhî vaad, Kurayzaoğuları'nın öldürülüp çocuklarının esir edilmesi, Nadiroğullannın Şam'a sürgün edilmesi, Necrân Hıristiyanlarının da cizye yükümlülüğüne tabi kılınmasıyla gerçekleşmiştir. Allah onların söyledik­leri ve her sözü çok iyi işitendir, Semi'dir. İçlerinde gizledikleri kini, kıskançlı­ğı, buğzu ve her türlü fiili de çok iyi bilendir, Alim'dir. [363]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Senin ilâhına ve ataların İbrahim ... bir tek olan ilâhına ibadet edeceğiz." (ayet: 133) buyruğu şanı yüce Allah'ın her ümmete peygamberleri aracılığıyla gönderdiği dinin aynı ve bir olduğunu göstermektedir. Bu din Yüce Allah'ı halis bir şekilde tevhid etme ve bütün peygamberlere itaat etme dinidir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "O, dini dosdoğru tutun ve onda tefrikaya düşmeyin, diye Nuh'a tavsiye ettiğini sana vahyettiğimizi, İbra­him'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi size şeriat yaptık." (Şûra: 42/13).

Kur’ân-ı Kerim iki temel esas üzerinde yükselen aynı ve tek dine uymayı teşvik etmiştir. Söz konusu bu iki esas şunlardır:

1- Tevhidi benimsemek ve şirk ve putperestliği her türüyle reddetmek

2- Yüce Allah'a teslim olmak ve bütün amellerde yalnızca O'na itaat etmek.

Aynı anda bu iki niteliği kendisinde toplamayan bir kimse Müslüman de­ğildir. Böyle bir kişi aralarında son peygamber Muhammed (s.a.)'in de bulun­duğu bütün peygamberlerin kendisine davet ettiği dosdoğru dinin yolu üzere de yürümemektedir.

Hz. İbrahim'in halis dini, bizzat Muhammed (s.a.)'in ve onun izinden gi­denlerin davet ettikleri dinin aynıdır. Hz. İbrahim Hanif idi. Yani batıl bütün dinleri bir kenara itip hak dine yönelmiş kimse idi.

Bu esasa aykırı düşen ve şirke, Hz. İbrahim'in dinine muhalefete -Üzeyr'i Allah'ın oğlu, Mesih'i Allah'ın oğlu kabul etmek suretiyle- adlandıran ve niteleyen herkes müşriktir. Allah'ın dışında tapınılan bütün varlıklar -putlar, ateş, güneş ve taş gibi-hep cansız varlıklardır.

Ayrıca kimse kimsenin günahından sorumlu tutulmayacaktır. "Ve siz onla­rın işlediklerinden sorumlu olacak da değilsiniz" (Bakara: 2/134) ayetiyle "Hiç­bir (günah) yük taşıyıcısı, bir başkasının yükünü taşımayacaktır." (En'âm: 6/164). Yani hiçbir kimse başkasının günahının ağırlığını taşımayacaktır, ayet­leri bunu göstermektedir.

el-Cessas: "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendileri­nindir, sizin kazandığınız da sizin. Ve siz onların işlediklerinden sorumlu ola­cak da değilsiniz." ayetini açıklarken şunları söylemektedir: Bu buyruk üç hu­susa delâlet etmektedir:

Evlatlar atalarının itaatleri dolayısıyla sevap almazlar, onların günahla­rından dolayı da azap görmezler. Bu buyruk ile müşriklerin, (mükellef olmadan önce ölen) evlatlarının babalarının günahları dolayısıyla azab göreceklerini ca­iz olduğunu kabul edenlerin görüşü reddedilmektedir. Aynı şekilde Yahudiler arasından, "Yüce Allah ataları salih kimseler olduklarından dolayı onların gü­nahlarını bağışlayacaktır." iddiasında bulunanların görüşü de reddedilmekte­dir. Şanı yüce Allah bu anlamı benzeri bir takım ayetlerde de dile getirmiştir. Meselâ: "Her bir nefsin kazandığı ancak kendi aleyhinedir." (En'âm: 6/164); "Hiçbir (günah) yük (ünü) yüklenici, başkasının yükünü yüklenmez" (En'âm: 6/164). "Eğer yüz çevirirseniz ona düşen ancak ona yükletilendir. Size düşen de size yükletilendir" (Nûr: 24/54) buyrukları bu türdendir. Bu husus Peygamber (s.a.)'in de, birisini oğlu ile birlikte görüp: "Bu senin oğlun mudur?" diye sorup, Evet, diyen Ebu Rimse'ye söylediği şu sözüyle açıklamıştır: "O (cinayet işlerse) senin aleyhine cinayet işlemiş olmaz. Sen de (cinayet işlersen) onun aleyhine cinayet işlemiş olmazsın." Hz. Peygamber bir başka hadisinde ae şöyle buyur­muştur: "Ey Haşimoğulları! İnsanlar bana amelleriyle gelirken siz nesepleri- , nizle gelmeyiniz. O zaman ben: Allah'ın azabına karşı size bir faydam olmaz, derim." Yine Hz. Peygamber: "Ameli dolayısıyla geride kalanı nesebi hızlandı­rıp ileriye götüremez." [364] buyurmuştur.

Esbat'a gelince; bunlar Yakûb (a.s.)'ın çocuklarıdır. 12 kişiydiler. Her biri­sinden büyük bir insan topluluğu doğdu. Teklik şekli "sibt" tir. İsrailoğullann-da sibt Hz. İsmail'in oğullan arasındaki kabile gibidir. Onlara "el-esbât" denil­mesi arka arkaya gelmek anlamına gelen "es-sebt" ten gelmesi dolayısıyladır. Çünkü onlar peşpeşe gelen bir cemaattirler. İbni Abbas der ki: "On tanesi dı­şında bütün Peygamberler İsrailoğulları'ndandır. (Bu on kişi ise şunlardır): Nuh, Şuayb, Salih, Lût, İbrahim, İshak, Yakub, İsmail ve Muhammed (hepsine salat ve selâm olsun). İsa ve Ya'kub dışında da kimsenin iki ismi yoktur."

"Onlara karşı Allah sana yeter." buyruğu şanı yüce Allah'ın kulu ve Resulü Muhammed (s.a.)'i düşmanlarına karşı muzaffer kılacağını göstermektedir. Bu Yüce Allah tarafından Peygamber (s.a.)'e verilen, kendisine karşı çıkıp inat eden, kendisine muhalefet eden, yüz çeviricilere karşı hidayete ilettiği mümin­ler vasıtası ile yeterli geleceğine dair bir vaadidir. Allah ona verdiği bu vaadini yerine getirmiştir. Bu Kaynukaoğulları ile Kurayzaoğulları'nın öldürülmesi, Nadiroğulları'nın da sürgün edilmesiyle gerçekleşmiştir.

el-Cassâs der ki: İşte bu buyruk, Yüce Allah'ın düşmanlarının yaptıkları­na karşı Peygamberine (yardımcı olarak) yeteceğini haber vermektedir. Düş­manlarının sayıca çokluğuna ve bütün hırslarına rağmen, Allah ona yeterli gel­mişti ve bu şekilde Hz. Peygamber kendisine bildirilenin aynen gerçekleştiğini görmüştür. Bu buyruk: "Allah seni insanlardan korur." (Mâide: 5/62) buyruğu­nu hatırlatmaktadır. [365]

Allah'ın vadine ve yardımına güvenen, Allah'tan korkup O'na karşı takvalı hareket eden kimsedir mümin. Çünkü bu kâinatta, bu varlık aleminde herşe-yin mutlak egemeni O'dur. Her söz söyleyenin sözünü işiten O'dur. Kullarına neyi yaptığını, onlara neyi uyguladığını çok iyi bilendir. [366]

 

İman Boyası, İmanın Nepislerdeki Etkisi Ve Yalnızca Yüce Allah'a Kulluk

 

138- Allah'ın boyası! Kimin boyası Al­lah'tan daha güzel olabilir? Biz O'na ibadet edenleriz.

139- De ki: "Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz? Halbuki o bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptıklarımız bize, sizin yaptıklarınız sizedir. Biz ona ihlâsla bağlanmışızdır."

140- Yoksa siz: "Muhakkak ibrahim, İs­mail, İshak, Yakub ve Esbât Yahudi ya­hut Hıristiyan idi" mi diyorsunuz? De ki: "Siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Al­lah mı? Yanında Allah'tan gelen bir şa­hitliği saklayandan daha zalim kim olabilir? Allah işlediğinizden gafil de­ğildir."

141-  Onlar birer ümmetti, gelip geçti­ler. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir ve siz onların işlediklerinden sorumlu ola­cak da değilsiniz.

 

I'râb:

 

"Allah'ın boyası", Allah'ın dini demektir ve (136. ayette geçen): "İman ettik deyiniz." buyruğunu tekit eden bir mastardır. Bunun takdiri şöyle olabilir: Al­lah'ın boyasına (yani dinine) uyun veya Allah'ın boyasına sıkı sıkıya bağlanma­ya bakınız. Ya da "Allah'ın boyası" tabiri "İbrahim'in dini" tabirine bedeldir. [367]

 

Belagat:

 

"Allah'ın boyası." Din'e boya adı istiare yoluyla verilmiştir. Çünkü dinin alâmetleri boyanın etkisinin elbisede ortaya çıktığı gibi, müminin üzerinde or­taya çıkar.

"Siz bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?" Azarlamak ve sitem kas­tıyla sorulmuş bir sorudur. [368]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Boya=Sıbğa". Burada ondan kastedilen iman yahut Allah'ın dinidir. Çün­kü bu dinin etkileri o dine bağlı olan kimsenin üzerinde, elbisenin üzerinde bo­yanın görüldüğü gibi ortaya çıkar. İman ya da din, müminleri şirkten ve pislik­lerinden arındırır. O güzel etkileriyle insanları süsleyen bir elbisedir. Müminle­rin kalplerine sinmiştir. Tıpkı boyanın kumaşın içine sirayet etmesi, içice olma­sı gibi. Bununla imanın temizleme, süsleme ve içice olma bakımlarından boya­yı andırdığı ortaya çıkmaktadır.

"Siz bizimle" Araplar arasından birisini peygamber seçti diye "Allah hak­kında mı çekişiyorsunuz", tartışıyor ve davalaşıyorsunuz? "Halbuki O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir." Kullarından dilediğini seçebilir. "Bizim yaptıklarımız bize" onların karşılığını biz göreceğiz, "sizin yaptıklarınız size­dir." yani onların karşılığını da siz göreceksiniz.

"O'na ihlasla bağlanmışızdır." Dinimizi ve amelimizi O'na halis kılmışız-dır. Biz amellerimizle Allah'ın rızasından başka bir şey aramayız. O bakımdan size kıyasla bizim Allah tarafından seçilmemiz daha uygundur.[369]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbas'ın açıklamasına göre 138. ayetin nüzul sebebi şöyledir: Hıristi­yanların oğullan olduğu vakit yedi günlük iken onu götürür ve vaftiz suyu de­nilen özel bir suyla yıkarlardı. Bununla onu temizleme amacını güdüyorlar ve bu bir temizliktir, diyorlardı. Bunu da sünnet etme yerine yapıyorlardı. İnanç­larına göre çocuk ancak bu şekilde gerçek bir Hıristiyan olurdu. İşte Yüce Al­lah bunun üzerine bu ayet-i kerimeyi indirdi. [370]

 

Açıklaması

 

136. ayet-i kerimede Yüce Allah müminlere şöyle demelerini öğretip emret­miştir: Biz Allah'a, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettik. O'nun peygamber ve kitapları arasında bir fark gözetmeyiz. Bu ayet-i kerimede de Yüce Allah on­lara şöyle demelerini emretmektedir: Yüce Allah bizleri peygamberlerin getir­dikleri vasıtasıyla hakka ve imana istidatlı olarak yaratmış ve bu boya ile bizleri boyamıştır. Peki, hikmeti sonsuz, her şeyden haberdar olan Allah'ın boyasından boyası daha güzel olan kimdir? İslâm boyasından daha güzel boya olabilir mi? Kullarını iman ile boyayan Allah'tır. Bununla şirkin pisliklerinden onları arındı­ran O'dur. O bakımdan bizler önder ve hahamlardan herhangi bir kimsenin bo­yasına uymayız. Çünkü bu, tek olan bir dini fırkalara bölen, ümmeti birbirinden nefret eden kesimlere ayırmakta olan uydurma ve beşerî bir boyadır.

Bizler, bize ihsan etmiş olduğu oldukça üstün ve değerli nimetler arasında İslâm ve hidayet nimetlerini de bağışlamış bulunan Allah'a ibadet edenleriz, O'ndan başkasına ibadet etmeyiz, O'na ihlâsla bağlıyız, O'na itaatle boyun eğe­riz. O bakımdan bizler dine bir şeyler ekleyen, ondan bir şeyler eksilten, helâl ve haramlar koyan, ruhlardan İslam boyasını silen ve Allah'a şirk koşma boya­sını oraya yerleştiren hahamları, rahipleri Rabler edinmeyiz.

Daha sonra Yüce Allah Peygamberine, Kitap Ehli'ne şunları söylemelerini emretmektedir: Allah'ın dini hakkında bizimle tartışıyor ve hak dinin Yahudi­lik ve Hıristiyanlık olduğunu iddia ediyor, bu dinleri izlemekle cennete girece­ğinizi umuyor ve: "Yahudi veya Hıristiyan olandan başkası asla cennete gire­mez." (Bakara: 2/111) "Yahudi veya Hıristiyan olun ki hidayet bulaşınız." (Ba­kara: 2/135) mı diyorsunuz?

Sizler bu iddiaları neye dayanarak ileri sürüyorsunuz? Neye dayanarak hidayete ve Allah'a bizden daha yakın olduğunuzu söyleyebiliyorsunuz? Halbu­ki Allah bizim de sizin de Rabbidir. Allah'a kul olma açısından bizim ile sizin aranızda fark yoktur. Bizim de sizin de malikiniz O'dur. İyi ya da kötü olsun, bizim amellerimiz bizim, sizin amelleriniz sizindir. Allah her insana kendi amelinin karşılığını verecektir. İnsanlar arasında takva ve salih amel dışında hiçbir bakımdan üstünlük yoktur. Sizler ise geçmişteki salihlerinize güvendi­niz. Onların size şefaat edeceklerini zannettiniz. Bize gelince; biz kendi ameli­mize güveniriz, Allah'a ihlâsla yöneliriz, O'nun rızasından başka bir kastımız yoktur. Peki nasıl olur da cennet ve hidayetin size münhasır olduğu iddiasında bulunabilirsiniz?

Kendinizin özel olarak Allah'a yakınlığınızın yine Allah tarafından tespit edildiğini nasıl söyleyebilirsiniz? Ya da dinleriniz Yahudilik ya da Hiristiyanlı-ğın size ayrıcalık kazandırma sebebinin önceden gelmiş peygamberler olan İb­rahim, İsmail, İshak, Yakub ve Esbât'ın Yahudi ya da Hıristiyan olmalarından kaynaklandığını neye dayanarak söylemektesiniz? Siz onların izinden mi git­mektesiniz? Böyle bir iddia yalandır. Çünkü bu iki isim (Yahudilik ve Hıristi­yanlık) sonradan ortaya çıkmıştır. Yahudilik adı ancak Hz. Musa'dan sonra, Hıristiyanlık adı da ancak Hz. İsa'dan sonra ortaya çıkmıştır.

Burada maksat, her iki tarafın da iddialarını reddetmek ve bu iddiaları sebebiyle her iki tarafı da şiddetle azarlamaktır. Peki, Allah katında neyin kendi rızasına uygun olduğunu sizler mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı? Şüphesiz ki bunu daha iyi bilen siz değil, Allah'tır. Allah insanlar için İbrahim dinini seçip beğenmiştir. Siz bunu itiraf ediyorsunuz? Kitaplarınız da Yahudilik ve Hıristiyanlık gelmezden önce onu tasdik etmektedir. Peki, siz neden bu dini beğenmiyorsunuz?

Yanında Allah'tan gelmiş bir şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Bu ise Yüce Allah'ın Hz. İbrahim ile Hz. Yakub'un Hanif ve müslüman oldukla­rına, Yahudilik ve Hıristiyanlıktan uzak olduklarına dair şahitliğidir. İnsanlar arasında kardeşlerinin çocukları olan İsmail'in oğulları Araplardan bir pey­gamber göndereceğini müjdeleyen Allah'ın şahitliği O'nun kitabında tespit edilmiştir.

Zemahşerî der ki: Bunun iki anlama gelme ihtimali vardır:

a) Kitap Ehli'nden daha zalim hiçbir kimse yoktur. Çünkü onlar bile bile bu şahitliği gizlediler.

b) Eğer bizler bu şahitliği gizleyecek olursak, hiçbir kimse bizden daha za­lim olamaz. Böyle bir açıklama halinde ise, onların Yüce Allah'ın Muhamed (s.a.)'in lehine kitaplarında yapmış olduğu peygamberlik şehadetini ve diğer şehadetleri gizlemelerine de bir tariz vardır. [371]

Allah amellerinizden gafil değildir. Tek tek onları sayıp tespit eder, amel­lerinize karşılık sizi cezalandırır. Bu ise azar ve sitemin akabinde gelen bir teh­dittir.

O peygamberler topluluğunun kazandıkları güzel ameller kendilerinindir. Sizin de kazandığınız güzel ameller sizindir. Kimse başkasının amelinden so­rumlu olmayacaktır. Aksine herkes kendi yaptığından sorumlu tutulur. Kendi­sinden başka kişiye ne zarar veren bulunur ne de fayda sağlayan. Sizlere geç­mişlerin yaptıklarından sorulmayacaktır. Onlar da bizim yaptıklarımızdan so­rumlu olmayacaklardır. İşte bu, akılların da kabul ettiği hak dinlerin temel bir kaidesidir. Bu da kişisel veya ferdî sorumluluktur. Nitekim Yüce Allah bir baş­ka yerde şöyle buyurmaktadır: "Hiçbir (günah) yük (ünü) yüklenen, başka biri­sinin yükünü yüklenmez ve insan için çalıştığından başkası yoktur." (Necm: 53/38-39). Şanı yüce Allah bu kaideyi ve bu ayet-i kerimeyi pek çok münasebet­le tekrarlamıştır. Bundan önceki 134. ayet-i kerimede bu durum, onların övün­dükleri atalarının amelleri ile geçmişe bel bağlama huyları dolayısıyla söz ko­nusu edilmişti. İşte geçmişe bakıp geleceğe karşı tembellik gösteren, uyuşuk ve güçsüzlerin yaptıkları hep bu türden işlerdir.

Yüce Allah yine: "Allah yaptıklarınızdan gafil değildir." sözünü değişik yerlerde amellerinin karşılığını görmeyi, hesabı ve amellerin tespit edildiğini tekit etmek için tekrarlamaktadır. İşte insanlar arasındaki mutlak adalet bu­dur. Ebu Hayyan der ki: Bu cümle ancak bir masiyetin işlenmesi akabinde gel­mektedir. Dolayısıyla bir tehdit ihtiva etmekte ve Yüce Allah'ın onların işlerini başıboş bırakmayacağını haber veren bir üslupla gelmektedir.[372]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hıristiyanlıktaki vaftiz ve buna benzer her türlü boş merasim, heykel ve suretleri İslâm bir kenara atıyor ve gayet açık bir şekilde esas alınacak olan şe­yin insanların üzerinde yaratıldığı fıtrat olan Allah'ın vahdaniyetini kabul et­mek, amelin Allah için ihlâsla yapılması bütün işlerde hayrın ve itidalin sevil­mesi olduğunu ilân ediyor. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İnsanla­rı üzerinde yarattığı Allah'ın fıtratına (yüzünü çevir)! Allah'ın yaratışında bir değiştirme yoktur. Dosdoğru din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler." (Rûm: 30/30).

Dinin özü tevhid, temeli ihlâstır. İşte bütün peygamberlerin çağırdığı ve Muhammed (s.a.)'in de yenilediği çağrı budur. Onun çağrısı ya da şeriatı önceki kardeşleri olan peygamberlerin ve resullerin çağrısını ve şeriatını tamamlayıcı­dır.

Yahudilerin ve Hiristiyanlann ortaya attıkları ucuz iddialar, uydurma ya­lanlar ve herhangi bir delile dayanmayan temennilere gelince; bütün bunlar Kur'ân-ı Kerim'in ortaya koyduğu üç delil gereğince batıldır. Bunları şöylece sı­ralayabiliriz: "O bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir." (Bakara: 2/39); "Yoksa siz: muhakkak İbrahim, İsmail... Yahudi yahut Hıristiyan idi mi diyor­sunuz?... Yanında Allah'tan gelen bir şahitliği saklayandan daha zalim kim olabilir?" (Bakara: 2/140).

Geçmişlerin veya başkalarının amellerine güvenerek, gösterdikleri hida­yet yolundan hayırlı sünnetlerinden yararlanmaksızın salihlerin şefaatine bel bağlamakla kurtuluş olmaz. Mutluluk ve kurtuluş ancak salih amel iledir. Sa­lih olmanın temeli ibadeti Allah'a ihlâsla yapmaktır. İhlasın gerçek mahiyeti ise yapılan bir işi yaratıklara karşı her türlü riyakârlık şaibesinden arındır­maktır.

Bu ayet-i kerimeler gerçekten iki büyük hususu pekiştirmekte ve vurgula­maktadır:

1- Kişisel sorumluluk, hesaba çekilmenin esası, ceza ve mükâfatın daya­nağıdır. İşte bu Arapların ve Romalıların o dönemlerdeki çeşitli vesilelerle ger­çek suçludan başkasını sorumlu tutma şeklindeki örfleri ile çelişen, İslâm şeri­atının savunduğu bir ilkedir.

2- Bu peygamberler önderliklerine ve üstünlüklerine rağmen yine de amellerinin ve kazançlarının karşılığını göreceklerdir. Dolayısıyla onların dı­şında kalan insanların böyle bir muameleye tabi tutulmaları öncelikle söz ko­nusudur.[373]

 

 



[1] I- Vahîdî en-Nisâbûrî, Esbabu'n-Nüzul, 11.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/.59-61

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/61.

[4] Hadisi, Müslim ve Timizi, Ebu Hureyreden rivayet etmişlerdir.

[5] Hadisi, Müslim, Ebu Umamc el-Bahilî'den rivayet etmiştir.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/61.

[7] Genel bir not: İ'râba dair açıklamalarda Ebu'l-Berekât b. el-Elbârî'nin el-Beyân fi Garibi İrâbi'l-Kur'ân adlı eserini esas aldım. Belagata dair açıklamalarda da çoğunlukla Prof. Muhammed es-Sabûnî'nin Safvetu't-Tefâsîr adlı eserinden yararlandım. Bununla birlikte,, her iki hususta da ilk kabul ettiğimiz esas Keşşaf, Kurtubî ve bunlara benzer diğer tefsir­lerdir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/62.

[8] Genel bir not: İ'râba dair açıklamalarda Ebu'l-Berekât b. el-Elbârî'nin el-Beyân fi Garibi İrâbi'l-Kur'ân adlı eserini esas aldım. Belagata dair açıklamalarda da çoğunlukla Prof. Muhammed es-Sabûnî'nin Safvetu't-Tefâsîr adlı eserinden yararlandım. Bununla birlikte,, her iki hususta da ilk kabul ettiğimiz esas Keşşaf, Kurtubî ve bunlara benzer diğer tefsir­lerdir.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/62-63.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/63.

[10] İbni Kesir, 1/38.

[11] Zemahşerî 1/79.

[12] Bu hadisi Timizi Abdullah bin Mesud (r.) dan rivayet etmiştir.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/63-65.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/65.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/66.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/66.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.

[18] Taberi, 1/84; Kurtubî, 1/184.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/67-68.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/69.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/69.

[23] İbnu'l-Arabî,Ahkâmu’l-.Kur’an, 1/12; Kurtubî, 1/198 vd.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/70-71.

[25] Hasen bir hadistir. Ahmed, Afüs/ıed'inde Ebu Şeyh, et-Tevbâh'te, İbn-i Lâl da Mekarimu'l-Ahlâk'da, Hz. Ebû Bekir'den rivayet etmişlerdir.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/71

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/72.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/72-73.

[29] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/25.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/73.

[30] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/25.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/74-75.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/75-76.

[34] Râzî, 11/62-68.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/76.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/77-78.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/78.

[38] Taberi, 1/119.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/78-79.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/79-80.

[40] Cassâs, Ahkamul- Kur'ân, 1/26-27.

[41] Vahidi, Esbabun-Nüzul, 11.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/80-81.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/82.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/82.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/82-83.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/83.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/83-84.

[47] Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

[48] Kurtubî, 1/230.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/85-86.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/87.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/87-88.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/88.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/89.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/88-89.

[55] Cassâs, Ahkamu'l-Kur'an, 1/29.

[56] Kurtubî, 1/236.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/89-90.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/91.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/92.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/92.

[61] Taberi, 1/135 vd.; Razî, 11/130.

[62] İbni Kesir, IV7291.

[63] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/92-93

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/94.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/95.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/95-96.

[67] Ayrıca bkz. Kurtubi, 1/141; el-Vâhidî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 12.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/96.

[69] Zemahşerî 1/206 vd.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/96-98.

[71] Râzî, 11/32 vd.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/98-100.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/101.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/101-102.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/102.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/102.

[77] Kurtubî, 1/249.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/103-104.

[79] Razî, 11/149.

[80] Taberi, 1/152 vd.; Kurtubî, 1/255 vd.; İbni Kesîr, 1/68.

[81] Ibnü'l-Arabî, Ahkâmul-Kur'ân, 1/14; Razî, 11/154.

[82] Kurtubî, 1/251.

[83] Taberi, 1/140 vd.; Kurtubî, 1/254 vd.

[84] Razî, 11/256.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/104-106.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/107.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/108.

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/108-109.

[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/109.

[90] Zemahşerî 1/209; Taberi, 1/157.

[91] İbni Kesir, 1/71; Taberi, 1/177.

[92] Taberi, 1/176.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/109-111.

[93] Taberi, 1/156 vd.; îbni Kesir, I, 69; Zemahşerî 1/209; Kurtubi, 1/263; Râzî, 1/165 vd.

[94] Kurtubî, 1/264.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/111-113.

[95] Kurtubî, 1/268.

[96] Razi, 1/166.

[97] Razî, 1/175.

[98] Razî, 1/168.

[99] Tefsirü'l-Merâğî, 1/83.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/113-114.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/115.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/115.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/116.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/116.

[105] Taberi, 1/180 vd.

[106] Kurtubi, 1/293

[107] Ibnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/16.

[108] Kurtubi, 1/294.

[109] Beğavî Tefsiri hamişinde (kenarında); Meâlimü't-Tenzil, 1/41

[110] Kurtubi, 1/298

[111] a.g.e, 1/297

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/116-118.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/119.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/120.

[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/120

[115] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/120.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/121

[117] Kurtubi, 1/301.

[118] Merâğî, 1/93.

[119] Kurtubi, 1/302; İbni Kesir, 1/78; Âlûsî, 1/233; İbni Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 1/75 vd.

[120] Kurtubi, 1/305 vd.; İbnü'l Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/17; Taberi, 1/185.

[121] Kurtubî, 1/308; Razi, III/7.

[122] Zemahşerî 1/212; Razi, III/7; Merâgî, 1/94.

[123] ZemahşerîI/211

[124] Razi, 111/20; Merâğî, 1/92.

[125] Zemahşerî 1/250; Kurtubî, 1/313; Razî, m/15.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/121-125.

[127] Prof. Abdulvahhâb en-Neccâr, Kısasu'l-Enbiyâ, s. 2 vd. 4. baskı.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/126-127.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/127-128.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/129-130

[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/130.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/130-131.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/131

[134] Razî, 111/33 vd. Kimi arifler şöyle der: Nimetlere kul olanlar pek çoktur. Nimetlerin sahibi olana kul olanlar ise pek azdır. Şam yüce Allah İsrailoğullanna üzerindeki nimetleri hatırlatmıştır. İş Muhammed (s.a.)'in ümmetine gelince, bu sefer onlara nimetleri vereni hatırlatarak, "Beni anın ki ben de sizi anayım" (Bakara, 2/122) diye buyurmuştur. Bu da Muhammed (s.a.)'in ümmetinin diğer ümmetlere üstünlüğünü göstermektedir.

[135] Kurtubî, 1/335.

[136] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/34.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/132-133.

[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/134.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/135.

[139] Kurtubî, 1/371.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/135.

[141] el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzâl, s. 13.

[142] İbni Kesîr, 1/85.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/135-136.

[143] Hadisin tamamı şöyledir: "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi: Kadınlar, hoş koku, bir de gözümün nuru namaz." Hadisi Ahmed, Nesâî, Hâkim ve Beyhakî, Enes b. Malik (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/136-137.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/137-139.

[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/140-141.

[147] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/141.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/141.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/141.

[150] İbni Kesîr, 1/90.

[151] Kurtubî, 1/385.

[152] Taberî, 1/214.

[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/141-143.

[154] Ebu Hayyan el-Endelüsî, el-Bahru'l-Muhît, 1/194.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/144.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/145-146.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/146.

[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/146-147.

[158] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/147-149.

[159] Kurtubî 1/411-413

[160] Razî, 111/91-92.

[161] Kurtubî, 1/418.

[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/149-151.

[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/152

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/152-153

[165] Tüı: Beytü'l-Makdis ile Kinnesrîn arasındaki bölgedir ve 12'ye 8 fersah alanındadır.

[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/153-154.

[167] Kurtubî, 1/422.

[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/154-155.

[169] Hristiyanlara "nasârâ" adı Filistin'de Nasıra adı verilen ve Meryem oğlu İsa'nın zaman zaman kaldığı bir kasabaya nispetle verilmiştir.

[170] Taberî der ki: Sâbiî daha önce tuttuğu dinden başka bir din ortaya koyan veya ondan başka bir dine bağlanan kimse demektir. Müslüman olup da dininden irtidat eden kimse gibi. Bir dinden çıkıp başkasına giren herkese de sâbiî adı verilir.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/156.

[172] Taberî, 1/254. İbni Cerîr ve İbni Ebi Hâtim'in es-Süddî'den rivayeti böyledir.

[173] Süyutî, Esbâbu'l-Nüzûl -Celâleyn Tefsiri kenarında-, s. 14.

[174] el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 13 vd.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/156.

[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/157.

[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/157.

[177] Kurtubî, 1/434-435.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/157.

[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/158.

[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/158.

[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/158-159.

[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/159.

[182] Taberî, 1/263.

[183] Taberî, 1/261; Kurtubî, 1/440-443.

[184] İbni Kesîr, 1/106-107.

[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/159-160.

[186] 1 fersah 3 mil veya 5544 metre ya da 12 bin adımdır.

[187] Taberî, 1/257.

[188] Taberî, 1/257.

[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/161-162

[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/164.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/164.

[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/164.

[193] Ibni Kesir, 1/108.

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/164-165.

[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/165-166.

[196] Müellif burada taşlardan su fışkırmasının ve taşların yuvarlanmasının ibretli yönlerini açıklamaktadır. Ancak bu husus sonraki ayet ile ilgili olduğundan tercümede oraya aktarılmıştır. (Çeviren)

[197] Kasame: elli kişi tarafından ayrı ayrı yapılan elli yemindir. Hanefi'lerin görüşüne göre bu yeminler maktulün ölü olarak bulunduğu mahalle halkına taksim edilir. Bu yemini yapacak elli kişiyi, maktulün kanını talep etme hakkına sahip olan seçer. Bundan kasıt, itham altında bulunanın öldürme suçlamasını reddetme ihtimaline karşı tedbirdir. Cumhurun görüşüne göre ise, bu yemin katilin aleyhine öldürme ithamını ispatlamak için maktulün velileri tarafından yapılır.

[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/166-168.

[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/169.

[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/169-170.

[201] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/170.

[202] Taberî, 1/289; Kurtubî, 1/465.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/170-171.

[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/172.

[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/172-173.

[205] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s.15.

[206] Kurtubî, II, 2.

[207] Suyûtî, Esbâbu'l-Nüzûl (Celaleyn Tefsiri kenannda), s. 16.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/173-174.

[208] el-Menâr, 1/357 vd.

[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/174-176.

[210] Razî, III/135; Kurtubi, II/6.

[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/176-177.

[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/178.

[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/178-179.

[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/179.

[215] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 14; es-Suyûtî, Bsbâbu'n-Nüzûl -Celâleyn kenarında- s. 17-18; Taberî, 1/302 vd.; Kurtubî, 11/10.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/179.

[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/179-182.

[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/182.

[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/183.

[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/183-184.

[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/184.

[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/184-186.

[222] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/187.

[223] İbni Kesîr, 1/121

[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/187-188.

[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/188-190.

[226] Kurtubî, 11/22.

[227] Kurtubî, 11/22; Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/40.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/190.

[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/191.

[229] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/191-192.

[230] el-Kasimî, Mehâsinü't-Te'vil, 11/186.

[231] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/192-193.

[232] Bunu Müstedrek'te Hâkim, Delailü'n-Nübüvve'de Beyhakî zayıf bir senetle, İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

[233] el-Vahidi, Esbabü'n-Nüzûl, s. 15; es-Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 19 vd.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/193.

[234] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/193-195.

[235] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/195.

[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/196.

[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/196.

[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/196-197.

[239] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/197-198.

[240] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/198.

[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/199.

[242] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/199-200.

[243] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/200-201.

[244] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/201.

[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/202.

[246] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/202.

[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/202-203.

[248] İbni Kesîr, 1/127-128.

[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/203-204.

[250] Kurtubî, 11/33. Bazı nüshalarda da: "... Cehennemde oturacakları yerlerini görürlerdi." şeklindedir.

[251] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/204.

[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/205.

[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/205-206.

[254] Kurtubî, 11/36; Bu hadisi ayrıca Ahmed ve Nesâî de rivayet etmiştir, bkz. es-Suyutî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 23; el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, s. 15.

[255] Taberî, 1/342 vd.; İbni Kesîr, 1/129-130.

[256] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/206-208.

[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/208.

[258] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/208-209.

[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/210.

[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/210-211.

[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/211.

[262] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/211.

[263] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/211-212.

[264] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/212.

[265] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/213.

[266] Cassâs, Ahkamü'l- Kur'ân, 1/43.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/213-214.

[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/214-215.

[268] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/215.

[269] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/215-217.

[270] Kurtubî, 11/44-47; İbni Kesîr, 1/145-147; Zemahşerî 1/231; el-Bahru'l-Muhît, 1/327.

[271] Bunlar Şâfiîlerden Ebu Ca'fer el-Esterâbâdî, Hanefi'lerden Ebu Bekir er-Râzî, Zahirî İbni Hazm ve bir grup ilim adamıdır.

[272] İbn Kesir, 1/145.

[273] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/217-219.

[274] İbn Kesir, 1/144.

[275] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/219.

[276] Cass&s, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/49.

[277] Kurtubî, 11/47.

[278] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/48.

[279] Bu hadisi Tirmizî, Cündeb (r.a.)'den rivayet etmiştir. Fakat hadis pek kuvvetli değildir. Onu tek başına İsmail b. Müslim rivayet etmiştir ki, zayıf bir râvidir.

[280] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/50 vd.; Kurtubî, 11/47.

[281] İbnu'l-Arabî,AAMmu7-.Ku7-aM, 1/128; İbni Kesîr, 1/148.

[282] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/219-222.

[283] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/223.

[284] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/223.

[285] el-Vâhidî, Esbâbu'l-Nüzûl, s. 18. Dikkat edilecek olursa el-Vâhidî eserinde "Sa'd b. Ubâde" adını zikretmektedir. Müfessirlerin kabul ettiği görüş ise bunun, "Sa'd b. Muaz" olduğudur.

[286] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/223-224.

[287] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/224-225.

[288] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/225-226.

[289] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/227.

[290] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/227-228.

[291] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/228-229.

[292] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/229-231.

[293] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/231-232.

[294] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/232-234.

[295] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/234-235.

[296] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/236.

[297] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/236.

[298] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/237.

[299] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/237.

[300] Müslim, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî ve el-Ebedü'l-Müfred kitabında Buhari, Ebu Hureyre'den rivayet etmişlerdir.

[301] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/238-239.

[302] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/240.

[303] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/241.

[304] Bahru'l-Muhit, 1/350.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/241-242.

[305] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/242-243.

[306] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/243-244.

[307] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/245.

[308] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/245-246.

[309] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/246-247.

[310] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/247

[311] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/247.

[312] İbnü'l-Arabî, Ahkamü'l-Kur'ân, 1/35.

[313] İbni Kesir, 1/157 vd.

[314] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/247-249.

[315] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/249.

[316] Kurtubi, 11/80-81.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/249-250.

[317] Kurtubi, 11/80-81.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/250.

[318] Kurtubi, 11/80-81.

[319] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/250.

[320] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/251.

[321] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/251.

[322] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/251.

[323] Kurtubi, 11/92; İbni Kesir, 1/161.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/252.

[324] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/252-254.

[325] Cassâs, Ahkâmu'I-Kur'ân, 1/65.

[326] Kurtubî, 11/86-87.

[327] Kurtubî, 11/88.

[328] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/254-257.

[329] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/258.

[330] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/258.

[331] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/259.

[332] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/259.

[333] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/259.

[334] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/260-261.

[335] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/261-263.

[336] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/264.

[337] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/265.

[338] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/266.

[339] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/266-267.

[340] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/267.

[341] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/267.

[342] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/268-270.

[343] İbnu'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/38-39.

[344] Kurtubî, 11/109 vd.

[345] Az önce bu şekilde namaz kılmanın İmam Şafiî'nin görüşüne göre batıl olduğu belirtilmişti ki doğrusu budur. Burada gözden kaçmış bir hata vardır. (Ek. Nevevî, el-Mecmu, Cidde, tarihsiz, III/199) [Çeviren].

[346] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/270-274.

[347] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/275.

[348] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/275-276.

[349] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/276.

[350] Hadisi, Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

[351] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/276-277.

[352] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/278-279.

[353] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/280.

[354] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/280-281.

[355] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/281.

[356] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/281-282.

[357] Kurtubî, 11/135. Ancak daha sahih olan -ileride Sâffât suresinde de geleceği gibi-boğazlanması emredilenin Hz. İsmail olduğudur.

[358] el-Bahru'l-Muhît, 1/399.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/282-283.

[359] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/284-285.

[360] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/285.

[361] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/286.

[362] Kurtubî, 11/140.

[363] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/286-288.

[364] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/84.

[365] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, 1/48.

[366] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/288-290.

[367] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/291.

[368] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/291.

[369] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/292.

[370] Zemahşerî, 1/241; el-Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 22; Kurtubî, 11/144.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/292.

[371] Zemahşerî 1/242.

[372] el-Bahru'l-Muhît, 1/416.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/292-294.

[373] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/294-295.