Kıblenin Değiştirilmesine Hazırlık
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kabe'yi Görmeyen Kimsenin Kıblesi:
Kıble Hakkındaki Ayrılıklar Ve Kıblenin Değiştirilmesinin
Sebepleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Safa İle Merve Arasında Sat Etmek Ve Allah'ın Ayetlerini
Gizlemenin Cezası
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah'ın Vahdaniyeti, Rahmeti Ve Kudretinin Tecellileri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Temiz Şeylerin Helâl Ve Haram Şeylerin Haram Kılınmasının
Menşei
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yiyeceklerden Helâl Ve Haram Olanlar
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kitap Ehli'nin Allah'ın İndirdiklerini Gizlemeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Gerçek Birrin (İyiliğin) Görünürdeki Halleri
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Malın İnfak Edilmesinin İki Şekli:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Dua Edende Bulunması Gereken Şartlar:
Başkalarının Mallarını Batıl Yollarla Yemek
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kamerî Aylar İle Vakit Tesbiti Ve Birr'in Gerçek Mahiyeti
Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Allah Yolunda Savaşın Kuralları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Harem Bölgesine Sığınanın Emanı:
Savaşın Sebebi Saldırıyı Püskürtüp Zulüm ve Tecavüzü Ortadan
Kaldırmak mıdır Yoksa Küfür müdür?:
Savaş Tehlikelerine Atılmak Yahut Fedailik:
Başı Tıraş Etmek veya Saçları Kısaltmak:
Kurban Kesmenin Muayyen Bir Zamanı Var mıdır?:
Muhsar Kimsenin Tıraş Olması Gerekir mi?:
Tıraş Olmanın ve Haşereleri Öldürmenin Cezası:
Temettü' Haccı Yapanın Fidyesi:
Hac Aylarından Önce Hac İçin İhrama Girmek Caiz Olur mu?
İkâmetgâhı Mescid-i Haram'ın Yanında Hazır Bulunanlar
Kimlerdir?:
İhram Dolayısıyla Haram Kılınan Şeylerin Hikmeti:
142- İnsanlardan kimi kıt akıllılar: "Onları
yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?" diyeceklerdir. De ki: "Doğu
da Batı da Allah'ındır. O dilediğini dosdoğru yola iletir."
143-
Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahidler olasınız,
bu peygamber de üzerinize bir şahid olsun diye. Senin hala yöneldiğin kıbleyi
ancak o peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden
ayırd edelim diye kıble yaptık. Elbette bu büyük bir iştir. Ancak Allah'ın
hidayet ettiği kimseler için değil. Allah imanınızı boşa çıkartmaz. Şüphesiz
Allah insanları affedicidir, merhametlidir.
"Elbette
bu büyük bir iştir." buyruğunda kastedilen Beytülmakdis'ten Kabe'ye
döndürülmek ya da namazdır. Yani şüphesiz ki namaz, Allah'ın hidayet ettiği
kimseler dışında kalanlar için büyük ve zor bir iştir.[1]
"Ayağının
iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden..." buyruğu temsilî bir istiaredir.
Çünkü burada dininden dönüp irtidat edenler, ayakları üstünde gerisin geri
dönenlere benzetilmektedir.
"Affedicidir,
merhametlidir (Rauf, Rahim)": Mübalağa sîgalarıdır. Daha beliğ olan,
fasılaya riayet etmek kasdı ile öne alınmıştır. Her iki ismin de anlamı
birbirine yakındır.
[2]
"Kıt
akıllılar (es-süfehâ)": Sefihlik, görüş, fikir ya da ahlâkî bakımdan tutarsızlık
demektir. Sefihler (süfehâ): Zayıf akıllı cahiller demektir. Burada kastedilenler
ise, kıblenin değiştirilmesine karşı çıkan, tepki gösteren Yahudi, müşrik ve
münafıklardır.
"Onları..."
Peygamberi ve müminleri "kıblelerinden çeviren" sebep nedir?
"Kıble":
Aslında insanın karşısında bir şey bulunma halidir. Daha sonra namazda insanın
yöneldiği yön hakkında özel olarak kullanılır olmuştur. Bu da namazda
müslümanların yöneldikleri Kabe cihetidir.
"Doğu
da batı da Allah'ındır." Yani bütün yönler O'na aittir. O dilediği tarafa
yönelmeyi emreder.
"O
dilediğini dosdoğru" fikir ve ameller itibariyle itidalli, eğri büğrü olmayan
"yola iletir" Bu hikmet ve maslahatı ifade eden İslâm dinidir.
"Vasat"
Bir şeyin ortası ya da dairenin merkezi demektir. Daha sonra öğülmeye değer
özellikleri ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmaya başlanmıştır. Çünkü
kahramanlık gibi övülmeye değer her bir nitelik, ifrat ile tefrit arasındaki
vasat bir noktayı ifade eder. Fazilet de vasat olandadır. Maksat ilim ile ameli
bir arada toplayan adaletli, hayırlı kimselerdir.
"Topuk"
Ayağın arka kısmıdır. Bir kimse bir şeyden geriye doğru döndüğü takdirde
"topukları üzere geri döndü", denilir. Burada anlatılmak istenen ise
İslâm'dan irtidat edip dönmektir.
"Allah
imanınızı" yani Beytülmakdis'e doğru kıldığınız namazlarınızı "boşa
çıkarmaz." Çünkü namaz iman sebebiyle kılınır. Allah bu namazı boşuna
çıkarmayacağı gibi ona karşılık olarak size sevap dahi verecektir. Çünkü bu
buyruğun nüzul sebebi, kıblenin değiştirilmesinden önce ölenlerin durumunun
sorulmasıdır. Bu buyrukta geçen "insanlar" dan kasıt müminlerdir.
Allah onlara karşı amellerini zayi etmemek suretiyle "affedicidir (Rauf),
merhametlidir (Rahîm)" Rafet, rahmetin ileri derecesini ifade eder. Bu
ise hoşlanılmayan bir şeyi kaldırmak zararı izale etmektir. Rahmet ise daha
kapsamlıdır. Çünkü rahmet, hem zararı bertaraf etmeyi kapsar, hem de iyilikte
bulunmayı.
[3]
Buharî'nin
rivayetine göre el-Berâ b. Azib şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Medine'ye
gelince Beytülmakdis'e doğru 16 veya 17 ay süreyle namaz kıldı. Resulullah
(s.a.) kıble tarafına doğru yönünün çevrilmesini istiyor, arzuluyor-du. Bunun
üzerine Yüce Allah: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz."
(Bakara, 2/144) ayetini indirdi. İnsanlardan kıt akıllılar olan Yahudiler:
"Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?" dediler. Yüce
Allah da: "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır." buyruğunu indirdi.
Yine
Buharî ile Müslim'de el-Berâ b. Azib'den şöyle denilmektedir: Kıble
değiştirilmeden önceki kıbleye (Beytülmakdis'e) doğru namaz kılmaya devam
ederken bazı kimseler vefat ettiler, bazıları da öldürüldüler. Onlar (in geçmiş
amelleri ve imanları) hakkında ne söyleyeceğimizi bilemedik. Bunun üzerine Yüce
Allah, "Allah imanınızı boşa çıkarmaz" buyruğunu indirdi.
[4]
Kur'an-ı
Kerim -her ne kadar kıblenin değiştirilmesi hususundaki neshe karşı tepki
göstermek gibi durumlarda, onların dışında kalan müşrikler onlarla ortak
hareket etmek iseler de- Yahudilerin tutumlarını ele almaya devam etmektedir.
Peygamber
(s.a.) Medine'de bulunduğu sırada Beytülmakdis'te bulunan Mescid-i Aksa'daki
kayaya doğru yönelerek namaz kılıyordu. Ondan önceki İsrailoğullan
peygamberleri de böyle yapıyorlardı. Hz. Peygamber 16 ay süreyle bu şekilde
namaz kılmaya devam etti. Şu kadar var ki o Kabe'ye yönelmeyi arzuluyor,
babası İbrahim'in kıblesi olan Kabe'ye yöneltilmeyi temenni ediyor, bunun için
Allah'a dua ediyordu.
(Mekke'de
iken) Hz. Peygamber hem Kabe'ye hem de kayaya doğru bir arada yöneliyor idi.
Kabe'nin güneyinde kuzeye doğru yönelip namaz kılıyordu. Yüce Allah onun bu
konudaki duasını kabul etti ve Medine'ye hicret ettikten sonra da Beyt-i Atîk'a
yönelmesi emrini verdi. Buna dair Yüce Allah'ın, "Biz yüzünü göğe doğru
evirip çevirdiğini görüyoruz." (Bakara, 2/144) buyruğunu indirdi. Buharî
ile Müslim'de belirtildiği gibi, onun bu şekilde kıldığı ilk namaz, ikindi
namazıdır. Yahudiler, müşrikler ve münafıklar şöyle dediler: Kıbleyi
Beytülmakdis'ten Kabe'ye doğru değiştirmeye onları iten sebep nedir? Herhalde
"Muhammed doğduğu yere doğru özlem duymaya başladı. Pek yakında o eski
yönüne dönecektir." Onların kıblenin değiştirilmesine dair itirazlarına bu
daha vukua gelmeden önce ve Peygamber (s.a.) için bir mucize olmak üzere cevap
verilmeye başlandığını görüyoruz. Böylelikle Yüce Allah peygamberine bu konuda
onu hazırlasın, ansızın gelecek sorular karşısında cevap verebilsin diye kesin
ve tartışılmaz delili ve bu delildeki hikmeti göstermiş olmaktadır. Verilecek
cevabın özü şudur: Bütün yönler Allah'a aittir. Birisinin ötekinden üstün
olmasını sağlayan bir meziyeti yoktur. Allah dilediği cihetten dilediği tarafa
yönelmeyi emredebilir. Kula düşen ise şu buyruğunda olduğu gibi, Rabbinin emrine
uymakta ibarettir: "Doğu da Batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü oradadır." (Bakara, 2/115).
[5]
Bu
ayet-i kerimelerde Yüce Allah kıblenin değiştirilmesinin hazırlığını yapmakta,
bunun sebebini beyan etmektedir. Şanı Yüce Allah kıblenin değiştirilmesi ile
birlikte ortaya çıkacak birtakım çalkantılara dair, -bildiklerine uygun-
hükümler koydu. Ta ki müslümanlar şaşırtma, tenkid ve şüpheye düşürme hamlelerine
de hazırlıksız yakalanmasınlar. Bunun için Yüce Allah; Yahudi, müşrik ve
münafık taifelerinden beyinsiz, kıtakıllı, zayıf imanlı kimselerin tepki
göstererek hayretle şöyle diyeceklerini beyan etmektedir: Müslümanları yönelmiş
oldukları kıbleden döndüren nedir? Halbuki o kıble peygamberlerin, ra-sullerin
kıblesidir. Yahudilerin böyle bir tepki göstermelerinin sebebi kıblelerine
yönelişin terkedilmesidir. Müşriklerin maksadı ise, dini tenkid etmekten ibaretti.
Diğer taraftan her iki halde de kıbleye yönelmeyi gerektirecek bir durumun
olmadığı görüşünde idiler. Münafıklara gelince, zaten onların işleri güçleri
din ile ilgili şüphe tohumlarını ekmek için fırsatları değerlendirmek, bu tek
bir kıble üzerinde karar kılmayarak Beytülmakdis'e yönelmek şeklindeki geçmiş
örflere muhalefet etmek sebebiyle insanları dinden uzaklaştırmaya çalışmaktır.
Allah
bütün bunlara şöylece cevap vermektedir: Bütün yönler yalnız Allah'ındır. Bir
yönün ötekine göre bir üstünlüğü yoktur. Beytülmakdis'teki kayanın yahut da
Kabe'nin kendisinden kaynaklanan özel bir faydası yoktur. Emir bütünüyle
Allah'ındır. O dilediğini seçer ve sizler her nereye yönelirseniz Allah'ın
"Vechi" oradadır. Allah'ın mutlak iradesinin bir gereği de insanlara
ibadetlerinde onları bir araya getirecek tek bir kıble tayin etmesidir. Allah
işin başında müminlere Beytülmakdis'e yönelmelerini emretmiş ve bununla
Allah'ın dininin bir ve tek olduğunu, bütün peygamberlerin yöneldikleri yönün
aynı olduğunu, ibadetlerindeki gerçek maksadın Allah'a yönelmek olduğunu
bildirmek istemişti. Daha sonra Yüce Allah müminlere Kabe'ye yönelmelerini
emretti. Müminler her iki durumda da Allah'ın emrine uymaktadır. Hayır, onun
yön-lendirmesindedir. Allah dilediği kimseleri dünya ve ahiret mutluluğuna götüren
en doğru yola iletir: İster Beytülmakdis'e yönelmek suretiyle olsun ister
Kabe'ye yönelmek suretiyle olsun.
Daha
sonra Yüce Allah, müminlere onların üzerlerindeki lütuflarını hatırlatarak
şöylece hitap etmektedir: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık..."
Yani bizler sizleri İslam dinine yani dosdoğru yola hidayet ettiğimiz, sizleri
İbrahim (a.s.)'in kıblesine döndürdüğümüz, o kıbleyi sizin için seçtiğimiz
gibi, hayırlı ve adaletli (vasat) müslümanlar da kıldık. O bakımdan onlar,
ümmetlerin hayırlıları, bütün işlerde din ve dünya ile ilgili hususlarda ifrat
ve tefrit söz konusu olmaksızın vasattırlar. Dinlerinde onların herhangi bir
aşırılıkları yoktur. Görevlerinde kusurlu hareket etmezler. Onlar Yahudi ve
müşrikler gibi maddeci olmadıkları gibi, Hristiyanlar gibi kendilerini
bütünüyle manevî hayata da adamazlar. Onlar bedenin hakkı ile ruhun hakkını bir
arada veren kimselerdir. Onlardan herhangi birisini ihmal etmezler. İnsanın bir
ceset ve bir ruhtan ibaret olduğu esası üzerinde yükselen insanî fıtratın
gereğini yerine getirirler.
Bu
vasat oluşun amaç ve meyvelerinden bir kısmı Müslümanların Kıyamet gününde
geçmiş ümmetlere gelen peygamberlerin Allah'ın davetini kendi milletlerine
tebliğ ettiklerine dair olan şehadetleridir. Maddeciler Allah'ın huzurunda kusurlu
hareket ettiler, lezzet ve zevklerine dalıp dünya hayatına yöneldiler. Sadece
ruhanî hayata önem verenler ise Allah'ın helal ve hoş kıldığı şeylerden
faydalanmaktan kendilerini mahrum ettiler ve böylelikle harama düştüler, itidal
yolundan çıkıp saptılar ve bedenin ihtiyaçlarına karşı gelerek suç işlediler.
Bunu
pekiştiren husus da Allah'ın Rasulünün ümmetine karşı yaptığı tebliği delil
göstererek şahitlikte bulunmasıdır. Yani o, onlara Allah'ın itidali elden
bırakmayan şeriatini tebliğ etti, onlara adil bir imam (yönetici) oldu, uyulacak
güzel bir örnek teşkil etti. Vasat oluşta en üstün örnek oldu. Onlar bu vasat
oluştan sapmamahdırlar. Çünkü onlar peygamberleri tarafından kendilerine karşı
kesin bir delil ortaya konulmak ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü o
dosdoğru dini açıkça ilan etmiş ve güzel bir hayata sımsıkı bağlı kalmıştır.
Bundan her kim saparsa rasul de ona karşı Yüce Allah'ın şu buyruğunda niteliğini
belirttiği ümmetinden olmadığına dair şahitlikte bulunacaktır: "Siz insanlar
için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Marufu emredersiniz ve mün-kerden
alıkoyarsınız ve siz Allah'a da iman edersiniz." (Âl-i İmran, 3/110). İşte
bu doğru yolun dışına çıkan kimse vasat olma durumunun dışına çıkmış, sapmış
olur. Rasulün şehadet edeceğinin hesaba katılması adeta sapmaktan alıkoyan,
hak ve adalete bağlı kalmanın garantisi mesabesindedir.
Ümmetlere
karşı şahitlik etmek ile rasulün şehadet etmesi şeklindeki iki türlü şehadeti
şöylece açıklayabiliriz: Şahit (şehadette bulunan), hakkında şehadet olunana
karşı bir gözetleyici ve bir kontrol edici gibidir. Hadis-i şerifte şöyle
buyurulmaktadır: "Kıyamet gününde ümmetler peygamberlerin tebliğ ettiklerini
inkâr edeceklerdir. Bunun için Allah -olanı en iyi O bildiği halde- peygamberlerden
(ümmetlerine) tebliğ ettiklerine dair delil getirmelerini isteyecektir. Bunun
üzerine Muhammed (s.a.)'in ümmeti getirilecek ve onlar bu konuda şahitlik
edeceklerdir. Diğer ümmetler: Siz bunu nereden biliyorsunuz? diye soracaklar;
Muhammed ümmeti: Bizler bunu Yüce Allah'ın doğru söyleyen peygamberi
vasıtasıyla bize bildirdiği Kitabında verdiği haberden öğrenmiş bulunuyoruz,
diyeceklerdir. Bunun üzerine Muhammed (s.a.) getirilecek ve ona ümmetinin
durumu hakkında soru sorulacaktır. O da ümmetini tezkiye edecek, onların
adaletli olduklarına dair şahitlikte bulunacaktır. İşte Yüce Allah'ın,
"Her ümmetten birer şahit onların üzerine de seni şahit kıldığımız zaman
(halleri) nasıl olacaktır?" (Nisa, 4/41) buyruğunda işaret ettiği
budur."
"Bütün
insanlara karşı şahitlik olasınız." buyruğundan sonra gelen: "Bu
peygamber de üzerinize bir şahid olsun." buyruğundan maksat şudur: Evvela
bu ümmetin, diğer ümmetlere karşı şehadette bulunacakları tespit edilmekte,
daha sonra da rasulün onlara karşı şahitlik etmesinin onlar için özel bir durum
olduğu da ifade edilmektedir.
Kısacası,
diğer ümmetlere karşı şehadette bulunmanın ölçüsü ve sebebi, İs-lâmın vasat
oluşudur. Bunu tekid eden de Allah'ın rasulünün ümmetine karşı onları tezkiye
etmek ve âdil olduklarını bildirmek şeklindeki şehadeti olacaktır.
Yüce
Allah'ın, "Senin hala yöneldiğin kıbleyi..." buyruğunun anlamı şudur:
Ya Muhammed! Bizim senin için önce Beytülmakdis'e dönmeyi teşri buyurup daha
sonra seni Kabe'ye döndürmemizin sebebi, ancak sana uyup itaat eden ve seninle
birlikte döndüğün yere dönecek olanlar ile ökçeleri üzere gerisin geri dönecek
olanlar açıkça birbirinden ayrılsın diyedir. Yani imanı üzere sebat edecek
olanın olmayandan açıkça ayrılmasını sağlamak üzere böyle yaptık. O halde bu,
her insanın amelinin karşılığını görmesi için öngördüğümüz bir imtihan ve bir
ibtilâdır. İşte bu ayet-i kerimede geçen "kıble'den kasdm, açıkça ilk
kıble olduğunu Yüce Allah'ın, "(Önceden) yöneldiğin kıbleyi..." buyruğu
ortaya koymaktadır. Bir diğer görüşe göre ise bundan kasıt ikinci kıble yani Kabe'dir.
Bu durumda bunun anlamı: "Hâlâ yöneldiğin kıbleyi..." anlamında olur
(ki mealde böyledir). Yani hali hazırda senin yönelmekte olduğu kıbleyi...
ayırdedelim diye kıble yaptık; demek olur. Yüce Allah'ın, "Siz insanlar
için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmran, 3/110) buyruğu
da bazılarına göre bu kabildendir.
Zemahşerî
ve aynı şekilde Ebu Hayyan ikinci görüşü benimseyerek şöyle demektedirler:
"Senin hâlâ yöneldiğin..." buyruğu kıble için sıfat değildir. Bu
"yaptık" fiilinin ikinci mefulüdür. Yüce Allah burada şunu
buyurmaktadır: Senin hâlâ yönelmekte olduğun kıble ciheti -ki o da
Kabe'dir-... Çünkü Resulullah (s.a.) Mekke'de iken Kabe'ye doğru namaz
kılıyordu. Hicretten sonra ise Bey-tülmakdis'teki kayaya doğru namaz kılması
emrolnndu. Bununla Yahudilerin kalpleri İslama ısındırılmaya çalışılıyordu.
Daha sonra Resulullah (s.a.) Kabe'ye döndürüldü. Yüce Allah burada şöyle
buyurmak istiyor: Önceleri Mekke'de yöneldiğin cihet ve kıbleyi, yönelmen
gereken kıble kılmamızın tek sebebi, insanlar için bir imtihan ve bir ibtilâ
olsun diyedir. Seni sırf bu maksatla tekrar ona döndürdük.
Yüce
Allah'ın, "Ayırdedelim (bilelim) diye kıble yaptık." buyruğundan kasıt,
insanlar arasında bu bilginin açığa çıkması ve meydana gelmesidir. Hz. Ali
şöyle buyurmaktadır: "Bilelim diye" buyruğunun anlamı "görelim
diye" şeklindedir. Arapların bilmeyi görmek yerinde, görmeyi de bilmek
yerinde kullandıkları olur. Yüce Allah'ın, "Rabbinin Fil ashabına nasıl
ettiğini görmedin mi...?" (Fil, 105/1) buyruğunda "görmedin mi?"
sorusu "bilmedin mi?" anlamındadır.
Yüce
Allah'ı, "Elbette bu, büyük bir iştir." buyruğuna gelince: Yani
kıblenin değiştirilmesi gerçekten de birinci kıbleye yönelmeye alışmış olan
kimseler için ağır ve zordur. Yahut bu iş yani Beytülmakdis'ten Kabe'ye yönelme
-insan alıştığı şeylere ısınıp bağlandığından dolayı- zor gelir. Ancak, bu
zorluk dininin hükümlerini, şeriatının sırrını bilen, Allah'ın hidayet verdiği
kimseler için değildir. Çünkü bunlar böylelikle kendilerinden istenenin
Allah'a itaat olduğunu, herhangi bir kıbleyi seçmekteki hikmetin ümmetin o
kıble etrafında toplanıp onun çerçevesinde duygularının tevhidi olduğunu
bilirler. Bu ise o ümmeti birliğe götürür ve hayatının bütünü alanlarında söz
birliği etmelerini sağlar: "İman etmiş olanlara gelince; bu onların
imanlarını artırmıştır ve onlar birbirleriyle müjdeleşirler. Kalplerinde
hastalık bulunanlara gelince, onların küfürlerine küfür katıp
artırmıştır." (Tevbe, 9/124-125).
"Allah
imanınızı boşa çıkarmaz." buyruğuna gelince; Allah'ın hikmet ve rahmeti
gereği sizin iman üzere sebatınızı namaz ve kıble hususunda rasule tabi
oluşunuzu boşa çıkarmaz. Allah size eksiksiz mükafat verecektir. O sizin
ecrinizi zayi etmez. Çünkü Yüce Allah kullarına karşı son derece Raûftur. Bütün
insanlara karşı rahmeti geniş olandır. Onlardan herhangi bir kimsenin amelini
boşa çıkarmaz. İmanlarının samimiyetini, ihdaslarını bilmek kasdıyla onların
sınanmaları imanın semerelerinin zayi olması, ecir ve mükâfat kazanma
imkânının ortadan kaldırılması için bir sebep olamaz. Aksine kullarının
amellerine o eksiksiz bir şekilde karşılık verecektir.
"Allah
imanınızı boşa çıkarmaz." ayeti, ilim adamlarının ittifakı ile
Bey-tülmakdis'e doğru namaz kılma emrinin geçerli olduğu dönemde vefat edenler
hakkında nazil olmuştur. Nitekim Buharî' de el-Berâ b. Azib'den -nüzul sebebini
açıklarken geçtiği üzere- bu şekilde sabit olmuştur. Tirmizî İbni Abbas'ın
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a Kabe'ye dönme emri verilince
şöyle dediler: Ey Allah'ın rasulü, Beytülmakdis'e doğru namaz kılmaya devam
ederken vefat eden kardeşlerimizin durumu nasıl olacaktır? Bunun üzerine Yüce
Allah, "Allah imanınızı boşa çıkarmaz." ayetini indirdi. Tirmizî dedi
ki: Bu hasen-sahih bir hadistir.
Burada
Yüce Allah namaza "iman" adını vermektedir. Çünkü namaz hem niyet hem
söz hem de ameli kapsar. Muhammed b. İshâk da der ki: "Allah imanınızı
boşa çıkarmaz." Yani kıbleye yönelmek ve peygamberinizi tasdik etmek
suretiyle hareket etmeniz boşa çıkmayacaktır. Kurtubî'ye göre Müslümanların ve
usul alimlerinin çoğunluğu bu görüştedir.
Daha
sonra Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi, "Şüphesiz Allah insanları affedicidir,
merhametlidir." buyruğu ile sona erdirmektedir. Böylelikle bu ayet-i kerime
bundan önceki buyruğun gerekçesini ifade etmektedir. Yani Yüce Allah lütfü ve
rahmetinin genişliği, merhameti dolayısıyla sizleri din hususunda sizin için
daha uygun ve daha faydalı olan şer"î bir hükümden bir başka hükme muhatap
kılmıştır. Yahut Yüce Allah iman edenin imanını zayi etmez, anlamındadır. Bu
anlam ise, Ebu Hayyan'ın da ifade ettiği gibi daha zahirdir (daha açık bir
şekilde anlaşılmaktadır).
[6]
Gerçek
iman diğer bir deyişle Yüce Allah'a tam bir tesliıriyet; Allah'ın emirlerine kulak
vermeyi, O'nun meşiet ve tercihine boyun eğmeyi gerektirir. Allah namazla
muayyen bir yöne doğru yönelmeyi emrettikten sonra o yönü bırakıp bir başka
tarafa dönmeyi emredecek olursa mümin bir kimseye düşen bu emre uyması ve itaat
etmesidir. Allah'ın emirleri hususunda gerçek müslüman hiçbir şekilde şüphe
duymaz, buna dair herhangi bir yorumda bulunmaz. Çünkü bütün yönler Allah'a
aittir. Doğuların, Batıların ve her ikisinin arasında bulunanların mülkü
yalnız O'nundur. Asıl dikkat etmesi gereken şey maksadını arındırması ve Yüce
Allah'a yönelmesidir. Allah dilediği tarafa dönmeyi emredebilir. O bakımdan
bilgisizleri, zayıf akıllıların, zayıf imanlıların, müminlerin kıblelerinin
Şam'dan Kabe'ye değiştirilmesine dair yorumlan yersizdir. Kıble Medine'ye
hicretten sonra değiştirilmiştir. Buharî'de yer aldığına göre ilim adamları
kıblenin hicretten 16 veya 17 ay sonra değiştirildiği söylenmektedir. Kıblenin
değiştirilmesi -Said b. el-Müseyyeb'in de dediği gibi- Bedir gazasından iki ay
önce olmuştur. Bu değiştirme hicretin ikinci yılı Recep ayında gerçekleşmişti.
ayet-i
kerimeler şanı Yüce Allah'ın hükümleri arasında ve Kitab-ı Ke-rim'inde nasih ve
mensuh ayetlerin bulunduğunu göstermektedir. Zaten şaz kalanlar dışında ümmet
bu konuda icmâ etmiştir. İlim adamları da Kur*an-ı Kerim'de ilk neshedilen
şeyin kıble olduğu hususu üzerinde icmâ etmiştir. Aşağıda gelecek iki görüşten
birisine göre de kıble ile ilgili nesh iki defa söz konusu olmuştur. Bu ayet-i
kerimeler aynı zamanda sünnetin Kur"an-ı Kerim ile neshedilmesinin caiz
olduğuna da delildir. Çünkü Peygamber (s.a.) Beytülmak-dis'e doğru namaz
kılmıştır. Bu hususta ise Kufan-ı Kerim'de bir şey yoktur. Buna dair hüküm
ancak sünnet yoluyla söz konusu olmuştur. Daha sonra bu Kur'an-ı Kerim ile
neshedilmiştir. Buna göre Yüce Allah'ın, "Senin hâlâ yöneldiğin"
buyruğu "halen üzerinde bulunduğun kıble" anlamına gelir.
İlim
adamları Mekke'de namazın ilk olarak farz kılındığı zaman hakkında ihtilaf
etmişlerdir: Kıblenin bu dönemde Beytülmakdis'e yahut Kabe'ye doğru oluşu
hususunda iki görüş vardır.
İbni
Abbas der ki: Mekke'de de kıble Beytülmakdis'e doğru idi. Medine'de bu 17 ay
süreyle bu böyle devam etti, daha sonra Yüce Allah onu Kabe'ye döndürdü.
Başkaları
ise şöyle demektedir: Peygamber (s.a.)'e namaz ilk olarak farz kılındığında
kıble Kabe idi. Mekke'de kaldığı süre boyunca tıpkı Hz. İbrahim ile Hz.
İsmail'in namazlarında olduğu gibi Kabe'ye doğru namaz kılıyordu. Medine'ye
gelince; Beytülmakdis'e doğru -konu ile ilgili farklı görüşlere göre- 16 veya
17 ay süre ile namaz kıldı. Daha sonra Yüce Allah onu Kabe'ye döndürdü. İbni
Abdi'1-Berr der ki: Bence konu ile ilgili iki ayrı görüşün daha sahih olanı
budur.
Buna
sebep şudur: Peygamber (s.a.) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin kalbini
ısındırmak istediğinden onların kıblesine yöneldi. Bunun onların İslâm'a
girmelerine daha teşvik edeceğini umuyordu. Onların inatları açıkça ortaya çıkıp,
onlardan ümidini kesince, Kabe'ye döndürülmeyi arzuladı. Bu amaçla semaya
doğru bakıyordu. O Kabe'yi çok seviyordu. Çünkü Kabe İbrahim (a.s.)'in kıblesi
idi. Lafız Mâlik'in olmak üzere hadis imamları İbni Ömer'den kıblenin
değiştirilmesinin nasıl gerçekleştiğine dair şu rivayeti nakletmektedir: İbni
Ömer der ki: "Müslümanlar Küba'da
[7] sabah
namazını kılmakta iken birisi geldi ve şöyle dedi: Bu gece Resulullah (s.a.)'a
ayet indirildi ve ona Kabe'ye yönelme emri verildi; siz de oraya doğru
yöneliniz. O sırada bunlar yüzlerini Şam tarafına doğru çevirmişlerdi.
"Bunu işitince Kabe'ye doğdu döndüler." Buharî de el-Berâ'dan şunu
rivayet etmektedir: "Peygamber (s.a.) Beytülmakdis'e doğru 16 veya 17 ay
süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullah'a doğru olmasını arzuluyordu.
Onun (Kabe'ye doğru) kıldığı ilk namaz ikindi namazı idi. Onunla birlikte bir
grup kimse daha namaz kılmıştı. Resulullah (s.a.) ile birlikte namaz
kılanlardan birisi çıktı ve yürürken o esnada rükûda olan kimsele-
rin
yanından geçti. Onlara şöyle dedi: Allah adına şehadet ederim ki, ben
Resulullah (s.a.) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım. Bunun üzerine namaz
kılanların Beytullah'a doğru döndüler. Kıble Beytullah'a doğru değiştirilmeden
önce (Beytülmakdis'e doğru olan) kıbleye doğru namaz kılmış ve vefat etmiş bir
takım kimseler vardı. Onlar hakkında ne söyleyeceğimizi bilmiyorduk. Bunun
üzerine aziz ve celil olan Allah, "Allah imanınızı boşa çıkartmaz"
buyruğunu indirdi.
Bu
rivayette söz konusu edilen namaz ikindi namazıdır. İmam Malik'in kaydettiği
rivayette ise sabah namazından söz edilmektedir. İşte bu ayet-i kerime ile bu
hadisi şeriflerden şu üç nokta anlaşılmaktadır:
1- Neshedici hüküm kendisine ulaşmamış kimse birinci hükmün çerçevesinde
ibadetine devam eder. Nitekim Kübalılar bu konuda birisi gelip onlara neshedici
buyruğu haber verinceye kadar Beytülmakdis'e doğru namaz kılmaya devam
ettiler. Haberci gelince Kabe'ye doğru yöneldiler. O halde neshedici buyruk
-bilindiği takdirde- birinci hükmü kaldırır. Çünkü neshedici hüküm, bir
hitabdır. Bu buyruğun kendisine ulaşmadığı kimse hakkında ise hitab olmaz.
2- Bu buyruk, haber-i vahidi kabul etmeye delildir. Bu hususta selef tarafından
icmâ vardır. Peygamber (s.a.)'in valilerini ve elçilerini İslâm ülkesinin
değişik bölgelerine tek tek (âhâd) olarak göndermek adetinde olduğu tevatüren
bilinen bir husustur. Onun tek tek gönderdiği bu vali ve elçileri, insanlara
dinlerini öğretmek üzere gidiyorlar, onlara Resulullah (s.a.)'ın emir ve
yasaklara dair sünnetini tebliğ ediyorlardı.
3- Sözü geçen bu hususlardan anlaşılan şu ki: Kur"an-ı Kerim
Resulullah (s.a.)'a duruma ve ihtiyaca uygun olarak kısım kısım nazil oluyordu.
Bu, Yüce Allah dinini tamamlayıncaya kadar böylece sürüp gitti. Nitekim Yüce
Allah, "Bugün sizin için dininizi tamamladım." (Mâide, 5/3) diye
buyurmaktadır.
Kabe
yeryüzünün ortasında ve merkez noktasında yer aldığı gibi, Allah müslümanlan vasat
bir ümmet kılmıştır. Bu ümmet peygamberlerden aşağı mertebelerde, diğer
ümmetlerden yukarı bir konumdadır. Vasat ayrıca adaletli demektir. Bunun asıl
dayanağı ise, her şeyin en çok övüleninin vasatı olduğundandır. O bakımdan bu
ümmet hayırlı, adaletli ve vasat bir ümmettir. Coğrafyasıyla, iklimiyle,
karakteriyle, şeriatiyle, hükümleriyle, ibadetleriyle, fıtratın gereklerini
gözetmesiyle, beden ve ruhun ihtiyaçları arasında denge kurmasıyla, dünya ve
ahiretin maslahatlarını dengede tutmasıyla... Bundan dolayı onlar diğer
ümmetlere karşı şahitlik etme hakkını elde etmişlerdir. Diğer ümmetlerden,
-bütün hususlarda itidalli ve vasat olmak konusunda- ileriye gitmişlerdir. Her
şeyde vasatîlik, insanın ulaşabileceği kemalin en ileri noktasıdır. Bu özelliği
sayesinde Rabbinin haklarını, nefsinin haklarını, bedeninin haklarını ve
toplumun diğer fertlerinin haklarını eksiksiz olarak yerine getirir.
Mahşerde
insanlara karşı şehadette bulunmak, peygamberler lehine ve o peygamberlerin
ümmetlerine karşı yerine getirilecektir. Nitekim Buharî'nin Sahih' inde Ebu
Said el-Hudrî'den böylece sabit olmuştur. Ebu Saîd el-Hudrî dedi ki: Resulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: Kıyamet günü Nûh (a.s.) çağırılır. Şöyle der:
"Buyur Rabbim, emrine hazırım." Yüce Allah buyurur: "(Emrolunduğu-nu)
tebliğ ettin mi?" Hz. Nûh: Evet deyince ümmetine: "Size tebliğ etti
mi?" diye sorulur. Ümmeti: "Bize bir uyaran gelmedi," derler.
Hz. Nuh'a sorar: "Senin lehine kim şehadette bulunur?" O
"Muhammed ve onun ümmeti," diye cevap verir. Onlar da onun -yani
onlara gönderilen peygamberlerinin- tebliğ ettiğine şahitlik ederler. Rasul de
size karşı (tezkiye edici, adaletli olduğunuzu belirterek) şahitlik edecektir.
İşte Yüce Allah'ın, "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara
karşı şahitler olasınız, bu peygamber de size karşı bir şahit olsun
diye..." buyruğu bunu ifade etmektedir..."
Yüce
Allah, Kitab'ında İslâm ümmetine bağışlamış olduğu nimetlerini haber
vermektedir. Adalet sahibi olmakla bu ümmet üstün kılınmış, kendisine bütün
insanlara karşı şahitlikte bulunmak gibi üstün bir görev verilmiştir.
Böylelikle Yüce Allah müslümanları zaman itibariyle en son gelmiş olsalar dahi,
en öndeki bir konuma getirmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.) da şöyle buyurmuştur:
"Bizler en son gelenler ve en önde olanlarız." İşte bu, ancak
adaletli olanların şahitlik edeceğine ve adaletli olmadıkça bir kimsenin
başkası aleyhindeki sözünün uygulamaya geçirilmeyeceğine de delildir.
Ayrıca
bu ayet icmâın sıhhatine ve icmâ gereğince hüküm vermenin vâcib olduğuna
delildir. Çünkü ümmet adaletli kimselerden oluştuğuna göre insanlara karşı
şahitlik eder. Bu bakımdan her bir asır kendisinden sonraki asra karşı bir
şahittir.
Resulullah
(s.a.)'ın ümmetine karşı şahitliğinin anlamı şudur: Kıyamet gününde onların
amellerine dair şahitlikte bulunacaktır veya iman sahibi olduklarına ya da
onlara tebliğde bulunduğuna dair şehadette bulunacaktır.
Kıblenin
değiştirilmesine gelince, o müminlerin denenmesi idi. Böylelikle doğru
olanların doğrulukları, şüphe ve tereddüt içerisinde bulunanların da şüpheleri
ortaya çıkacaktı. Nitekim türlü fitnelerle vuku bulan ilahi sınama şekillerinde
de aynı durum söz konusudur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar: İman ettik, demeleriyle ve imtihan olunmadıkça
bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri biz imtihan
etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da
bilir." (Ankebût, 29/1-3).
Yüce
Allah'ın, "O peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden
ayırd edelim diye" buyruğu ile (Ankebût suresinde yer alan): "Allah
elbette.... bilir." buyruğunda yer alan "bilmek"den maksat,
zahir olarak ve meydana gelmek bilgisidir. Yoksa, daha öncesinde bir
bilgisizliğin söz konusu olduğu bir bilgi türü değildir. Çünkü Yüce Allah'ın
bilgisi (ilmi) kadîmdir, yenilenme kabul etmez. O her şeyi meydana gelmeden
önce meydana geleceği şekilde ne zaman ve nerede meydana geleceğini bilir.
Bunların vukua gelmesi ise insanlara karşı bizzat kendi amellerinden ve tasarruflarından
delil ve belge ortaya koymak amacına yöneliktir.
Beytülmakdis'e
doğru namaz kılmaya devam ederken vefat edenlere gelince; bunların ecirleri
eksiksiz olarak tamamıyla Allah katında mahfuzdur. Allah bunların ecirlerini
asla boşa çıkarmaz. Çünkü Allah rahmetlidir. Merhameti kapsayıcıdır. Emirlerini
uygulayan müminlerden belâları defetmekle kalmaz ayrıca geniş rahmet ve
kapsamlı ihsanı ile onlara muamele eder.
İlim
adamları Yüce Allah'ın, "Allah imanınızı boşa çıkarmaz." buyruğunun
anlamı ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi şöyle demektedir:
Bunun anlamı şudur: Allah kıbleye yönelmek ve peygamberinizi tasdik etmek
suretiyle sahip olduğunuz imanınızı boşa çıkaracak değildir. Başkaları ise
şöyle demektedir: Bundan kasıt Beytülmakdis'e doğru kıldığınız namazlardır.
Namaza "iman" adının verilmesi ya mecaz yoluyladır ya da fukahanın
söylediği gibi gerçek manada ona "iman" denilebilmektedir. Çünkü
namaz imanın rü-künlerindendir ve İslâm'ın ahdidir.[8] Yani
namaz imandandır ve imanın özellikleri arasında yer alır. Namaz olmadan iman
tamam olmaz. Zira namaz niy-yet, söz ve amelin biçimi de kapsamaktadır.
Özetle:
Mülümanlar Peygamber (a.s.)'in hicretten bir süre sonra Beytülmakdis'e doğru
namaz kıldığı hususunda ihtilaf etmemektedirler. İbni Abbas ve el-Berâ b.
Azib'e göre Kıblenin Kabe'ye döndürülmesi, Resulullah (s.a.)'m Medine'ye
geldiğinden 17 ay sonra gerçekleşmiştir. Katade'ye göre ise 16 ay sonra
olmuştur. Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde önceden namazın Kabe'den başka
tarafa doğru yönelerek kılındığını açıkça ifade etmektedir. Daha sonra Yüce
Allah şu buyruğuyla da kıbleyi değiştirdiğini belirtmektedir: "İnsanlardan
kimi kıt akıllılar: Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir? diyeceklerdir..."
Yüce Allah'ın şu buyrukları da bunu ifade etmektedir: "Senin hâlâ yöneldiğin
kıbleyi ancak o peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri
döneceklerden ayırdedelim diye kıble yaptık..."; "Biz yüzünü göğe
doğru evirip çevirdiğini görüyoruz. Onun için andolsun seni hoşnud olacağın bir
kıbleye döndüreceğiz." (Bakara, 2/144).
[9] Bu da
bundan sonra tefsirini yapacağımız ayet-i kerimedir.
[10]
144-
Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz. Onun için, andol-sun seni
hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru
çevir. Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi o yana çeviriniz. Şüphe yok ki
kendilerine kitap verilenler, bunun Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi
bilirler. Allah onların yapageldiklerinden gafil değildir.
145-
Andolsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her ayeti getirsen bile onlar
yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlar
da biri diğerinin kıblesine uymaz. Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra
onların hevalarına uyarsan, o zaman muhakkak zulmedenlerden olursun.
146- Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz
oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Bununla birlikte içlerinden bir grup
bilip durdukları halde yine de mutlaka hakkı gizlerler.
147-
Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.
"Biz
yüzünü... görüyoruz." Süyûtî'nin görüşüne göre muhakkak senin bu
davranışını görüyoruz, demektir. Zemahşerî de der ki: Biz senin yüzünü göğe
doğru çokça çevirdiğini görmekteyiz. Ancak burada "görüyoruz" fiili
mazi (di'li geçmiş) kipi anlamınadır. Bazı nahivcilerin belirttiğine göre -bu
ayetin de başında yer alan-: "kad" edatı muzâri (geniş zaman) fiilin
başına geldiği takdirde bu ayette olduğu gibi onu mazi anlamına döndürür. Şu
buyruklarda da böyledir: "(Allah) Sizin üzerinde bulunduğunuz hali bilir
(bilmiştir)." (Nûr, 24/64); "Andolsun ki biz senin göğsünün
daralmakta olduğunu biliriz (bilmi-şizdir)." (Hicr, 15/97); "Sizden alıkoyanlara...
Allah elbette bilir (bilmiştir)." (Ahzab, 33/18) Burada da (görüldüğü
gibi) anlamı "bildik" yahut "gördük" şeklindedir.
"Hak
Rabbindendir." Bunun takdirî ifadesi şöyledir: Sana vahyolunan Hak senin
Rabbinden gelmiştir. Yani bu, Rabbinden gelen hakkın kendisidir.
[11]
"Yüzünü...
çevir." Burada "yüz" zikredilmekle birlikte maksat zatın kendisidir.
Cüz'ün kullanılıp bütünün kastedilmesi şeklinde mecâz-ı mürsel kabilin-dendir.
"Sen
de onların kıblelerine uyacak değilsin." Bu bir önceki cümleden daha
beliğdir. Çünkü isim cümlesidir ve ayrıca bunun nefyi "be" harfi ile
de tekid edilmiştir.
"Andolsun
ki... onların nevalarına uyarsan" Bu da hak üzere sebat etmeye
"teşvik" türünden bir ifadedir.
"Öz
oğullarını tanıdıkları gibi..." Burada mufassal ve mürsel bir teşbih
vardır. Yani onlar Muhammed (s.a.)'i tıpkı kendi öz oğullarını tanıdıkları
gibi, gayet açık bir şekilde tanımakta, bilmektedirler.
[12]
"Yüzünü
göğe doğru evirip çevirdiğini" bekleyerek, Kabe'ye yönelme emrine şevk
duyarak semaya doğru sürekli bakıp durduğunu "görüyoruz." Peygamber
(s.a.) böyle bir emri candan istiyordu. Çünkü Kabe, atası İbrahim (a.s.)'üı
kıblesi idi. Bu şekilde Arapların İslâm'a girmeleri daha çok umulabilirdi.
Diğer taraftan Yahudiler: Muhammed bir taraftan bize muhalefet ediyor, bir
taraftan kıblemize tabi oluyor, diyorlardı.
"Onun
için andolsun seni hoşnut olacağın kıbleye" Kabe tarafına "döndüreceğiz".
Bu, bundan önceki cümlede hazfedilmiş bir hal bulunduğunu göstermektedir ki,
ifadenin takdiri şöyle olur: Biz senin yönelmekte olduğun kıbleden başkasına döndürülmeyi
isteyerek yüzünü semaya doğru evirip çevirdiğini gördük. "Artık yüzünü
Mescid-i Haram'a doğru çevir." Yüzü bir tarafa çevirmek, kişinin o tarafı
karşısına ve önüne alması demesidir. Burada "yüz"den kasıt, bedenin
tümüdür. Yani sen namazda iken yüzünü Kabe tarafına döndür.
"Mescid-i
Haram'a doğru" onun cihetine veya onun bulunduğu tarafa doğru
"çevir". Burada Kabe'ye Mescid-i Haram adının verilmesi, uzak bulunan
kimse için vacib olanın yönünü bizzat Kabe'ye isabet ettirmek değil Kabe cihetine
riayet etmek olduğuna işaret vardır. Çünkü uzakta bulunan kimse için bizzat
kıbleye yönelmek oldukça büyük bir zorluktur. Nitekim Zemahşerî de bu
görüştedir.
"Her
ayeti" yani her türlü delil ve burhanı "getirsen bile yine senin
kıblene uymazlar."
"Onların
nevalarına" seni kendisine davet ettikleri şeylere, demektir. He-va, bir
şeyi istemek ve ona karşı sevgi duymak demektir.
[13]
İlim
adamları bu ayetlerin nüzul tarihi hakkında farklı görüşlere sahiptirler:
İbn
Abbas ve Taberfye göre bu ayet-i kerime, Yüce Allah'ın, "İnsanlardan kimi
kıtakıllılar... diyeceklerdir" buyruğundan önce nazil olmuştur ®. Bunu
Buharî'nin el-Berâ b. Azib'den -daha önce geçen- rivayeti desteklemektedir.
Orada şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.) Medine"ye geldi,
Beytülmakdis'e doğru onaltı veya onyedi ay namaz kıldı. Resulullah (s.a.) da
Kabe'ye doğru yönlendirilmeyi arzuluyor idi. Bunun üzerine Yüce Allah,
"Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiği görüyoruz." buyruğunu
indirdi. Bunun üzerine insanlar arasından kıtakıllı olanlar -ki onlar da
Yahudilerdir-: "Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?"
demeye başladılar. Yüce Allah da, "De ki: Doğu da Batı da
Allah'ındır." diye buyurdu.
Zemahşerî
şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime (144. ayet) hem nüzulü itibariyle hem de
Kur"an-ı Kerim'deki tilavet sırası itibariyle Yüce Allah'ın, "İnsanlardan
kimi kıtakıllılar... diyeceklerdir." buyruğundan sonradır. Bu ise vukua
gelmeden önce gayb olan bir durumu haber vermek içindir. Kabe'ye yönelme emri
nazil olacağı vakit de Yahudilerin neler yapacaklarını Resulullah (s.a.)'a -bir
mucize olmak üzere- haber vermek ve ruhen düşmanlara vereceği cevabı kendisine
göstermek üzere gelmiştir. Böylelikle bu durum karşısında verilecek cevap
önceden hazırlanmış olur. "De ki: Doğu da Batı da Allah'ındır." buyruğu
ile gerçekleşmektedir.
[14]
"Kendilerine
kitap verdiklerimiz..." (146. ayet) buyruğu Kitap Ehli'nden iman eden
Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah
(s.a.)'m niteliklerini, özelliklerini, peygamber olarak gönderileceğini kendi
kitaplarından biliyorlardı. Tıpkı başka çocuklarla oynarken gördükleri
oğullarını tanımaları gibi. Abdullah b. Selâm der ki: "Andolsun ben
Resulullah (s.a.)'ı kendi oğlumu tanımaktan daha da ileri derecede
tanıyorum." Ömer b. el-Hattab ona: "Bu nasıl olabilir ey Selâm'ın
oğlu! deyince şöyle der: "Çünkü ben kesinlikle Muhammed'in Allah'ın rasulü
olduğuna şahitlik ederim, bununla birlikte oğlum hakkında aynı kesinlikle
şahitlik edemiyorum. Çünkü kadınların neler yaptığını bilemem." Ve Ömer:
"Ey Selâm'ın oğlu Abdullah, Allah sana başarı vermiştir (versin)"
dedi.
[15]
Peygamber
(s.a.) Beytülmakdis'ten Kabe'ye "kıblenin hegış^iTUTneBi-m gt>-nülden
arzuluyordu. Çünkü o atası Uz. İbrahim'in kıblesi idi ve Arapların iman
etmelerini sağlayabilirdi. Diğer taraftan Yahudiler: Dinimizde bize muhalefet
ediyor, fakat kıblemize tabi oluyor. Eğer bizim dinimiz olmasaydı kıble olarak
hangi tarafa döneceğini bilmezdi, diyorlardı. Bu da Peygamberimizi onların
Kıblesine daha isteksizleştiriyordu. Hatta onun Hz. Cebrail'e: Yüce Allah'ın
beni Yahudilerin kıblesinden başka bir tarafa döndürmesini arzuluyorum, dediği
dahi rivayet edilmektedir.
Ebu
Hayyan der ki: Kıblenin döndürülme emrini şiddetle arzulayan bizzat Peygamber
(s.a.) olduğundan dolayı önce ona daha sonra da onun ümmetine bu emir verildi.
Çünkü onun ümmeti de bu hususta ona tabidirler ve herhangi bir kimse bu emrin
peygambere has özel bir emir olduğunu sanmamalıdır.
[16]
Şanı
Yüce Allah kıblenin değiştirilmesi esnasında Yahudilerin söylediklerini söz
konusu ettikten sonra, bu ayet-i kerimelerde de Kitap Ehli'nin peygamber
(s.a.)'in risaletinden yüz çevirmelerinin haklı bir şüphe dolayısıyla değil,
sadece bir inat ve batılda bilerek ısrardan dolayı olduğunu zikretmektedir. Bununla
Peygamber (s.a.) Kitap Ehli'nin inkârlarına karşı teselli edilmektedirler.
Çünkü Peygamberimiz onların İslâm'a girmelerini ümid etmiş ve yalanlamalarından
dolayı oldukça sıkılmıştı.
[17]
Peygamberimizin
vahyin gelmesi arzusuyla kıblenin Kabe'ye doğru değiştirilmesini isteyerek
zaman zaman semaya doğru bakıp durduğunu görüyoruz. Buyruğun zahirinden
anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) bunu -lafzan- istememiştir. Sadece böyle
bir emri beklemekte idi. Böylelikle o, Rabbinin emrine karşı bir tutum
sergilemiş sayılmaz. Çünkü onun ruhunun arılığı onu, hayır zannettiği şeyi
bekleyecek ve maslahat olduğunu kabul ettiği şeyi umacak noktaya getirmişti.
İşte
sen kıblenin değiştirilmesini bekleyip durduğun için andolsun biz de seni
Beytülmakdis'in dışında, yönelmeyi sevdiğin bir kıbleye doğru döndüreceğiz.
Sen bunu ruhunda yer eden doğru ve sağlıklı bir hedef dolayısıyla istiyordun
ki, o da bütün insanların tek bir kıble etrafında birleşmeleri, bunun sonunda
kalplerinin bir olması ve böylelikle de çok büyük hayırların gerçekleşmesi
arzusudur. Haydi artık yüzünü Kabe'nin etrafını kuşatan Mescid-i Ha-ram'a doğru
döndür.
Hadis-i
şeriflerde kıblenin Kabe olduğu sabit olmakla birlikte burada Kabe'nin değil de
Mescid-i Haram'ın söz konusu edilmesi, Kabe'yi gözüyle görmeyen uzaktaki bir
kimsenin namaz esnasında Kıble tarafına doğru yönelmiş bulunmasanın yeterli
olduğuna bir işarettir. Bunu Yüce Allah'ın genel olarak bütün müminlere verdiği
"Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi o yana çeviriniz." ilahî
emri de pekiştirmektedir. Yani hangi yerde olursanız olunuz, namazda
yüzlerinizi Mescid-i Haram cihetine doğru döndürünüz. İşte bu, "yüzünü...
doğru çevir." buyruğundan anlaşılan genel hükmün açıkça ifade edilmesidir.
Ayrıca değişik yerlerde namaz kılan kimsenin kıbleye doğru yöneleceğini de
göstermektedir. Bu yöneliş ister doğuya, ister güneye ister kuzeye doğru olsun,
farketmez; nerede olurlarsa olsunlar, doğuya yönelmeye bağlı kalan Hristiyanlar
ve batıya yönelmekten vazgeçmeyen Yahudiler gibi değil.
Peygamber
(s.a.)'e yapılan hitap aslında bütün ümmete hitap olmakla birlikte,
Peygamberin kendisine kıbleye yönelme emri verildikten sonra müminlere de bu
emrin verilerek te'kid edilmesinin sebebi Kabe'nin kıble olmasına verilen
ehemmiyeti ifade etmektedir. Bu büyük bir olaydır. Müslümanların ibadetlerinde
bağımsızlık esasının ortaya konulması ve Beytülmakdis'e doğru yönelmenin sona
erdirilmesine dair bir dönüşüm noktasını ifade eder. Ayrıca böylelikle müminlerin
kararlılığının pekişmesi, kalplerinin rahat ve huzura kavuşması
sağlanmaktadır. Bu şekilde münafıkların ve Kitap Ehli'nin (Yahudi ile
Hristiyanlann) yaymaya çalıştıkları fitneyi tesirsiz ve önemsiz hale getirme,
rasule tabi olmak hususunda sebat göstermek ve kıblenin Şam'a doğru olduğu
vehmini ortaya kaldırma sağlanmaktadır. İşte bütün bunlar bütün mekânlarda
kıble olarak yönelinmesi gereken cihete dair hükmün genel bir şekilde açıkça
ifade edilmesine sebep teşkil etmiştir: "Siz de nerede bulunursanız,
yüzlerinizi o yana çeviriniz."
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim kıblenin değiştirilmesinden sonra en büyük fitneyi
körüklemeye kapılan Kitap Ehli ile tartışmaya tekrar dönmekte ve şöyle
buyurmaktadır: Aslında kendilerine Tevrat ve İncil'in verildiği Kitap Ehli -kitaplarında
peygamber Muhammed (s.a.) hakkında indirilen buyruklardan onun müjedelemesi,
onun Beytülmakdis'e ve dinine uymakla emrolunduğu atası İbrahim'in kıblesi
olmak üzere iki kıbleye doğru namaz kılacağına dair bildirilenler dolayısıyla-
kesin bir gerçek olarak kıblenin değiştirilmesinin Allah'ın emri olduğunu
bilmektedirler. Fakat onlar hakkı inkâr etmeye.batıl peşinde koşmaya
alışmışlardır. Allah ise onların amellerinden gafil değildir. Aksine
amellerinin cezasını verecektir onlara.
Yüce
Allah'ın, "Allah onların yapageldiklerinden gafil değildir." cümlesi,
kendisinden önceki ve sonraki iki buyruk arasında -bir ara cümlesi olarak- gelmektedir.
Böylelikle iki kesimden birisine mükafat vadolunmakta, diğerine de tehditte
bulunulmaktadır.
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim fitnenin sebebini ve Kitap Ehli'nin İslâm davetinden yüz
çevirişlerini, Resulullah (s.a.)'ı teselli etmek kasdıyla açıklanmaktadır.
Yüce Allah burada önce ona bunların hakkı bildiklerine rağmen onu gizlediklerini
ve gereğince amel etmediklerini haber vermekte, daha sonra da belirli iki tavır
takınmak suretiyle onların hakkı kabul etmeyişlerine karşı şöylece teselli
etmektedir: Andolsun eğer sen Yahudi ile Hristiyanlara gerçek ve doğru olan
kıblenin değiştirilmesinin Rablerinden olduğuna dair -senin kıblene uymaları
umuduyla- her türlü delil ve belgeyi getirecek olsan dahi, yine ikna olmaz,
hakkı kabul edip sana uymazlar. Bunu inatları, hakka karşı bile bile ayak
diretmeleri dolayısıyla yaparlar. Onlar sana emrolunan Kabe'ye doğru yönelmek
şeklindeki ilahi hakka dair apaçık belge ve delillere rağmen senin kıblene asla
uymazlar.[18] Bugünden sonra da artık
sen onların kıblelerine uyacak değilsin. -Böylelikle artık müslümanlarm tekrar
Beytülmakdis'e yönelmelerine dair umutlan kesilmektedir- Zaten bu nasıl
umulabilir ki? Çünkü onların tek bir kıbleleri yoktur. Esasında Hz. İsa'nın
kıblesi Hz. Musa ile aynıydı. Fakat Hz. İsa'nın vefatı ve İncil'in tahrif
edilmesinden sonra Hristiyanlar başka bir kıble tuttular. Sana gelince ya
Muhammed, sen bütün din mensuplarının büyüklüğünü takdir ettiği İbrahim'in
kıblesine yönel! O uyulmaya en layık olandır. Ayrıca onların kıblesine
uymandan beklediğin bir fayda da yoktur.
Yahudiler
de Hristiyanlar da yöneldikleri kıbleyi değiştirmezler. Yahudiler kendi kıblelerini
terkedip doğuya doğru yönelmeyi kabul etmedikleri gibi, Hristiyanlar da
kıblelerini terkedip batıya doğru yönelmezler. Çünkü her biri kendi görüşlerine
-hak veya batıl olsun- sımsıkı sarılmaktadır. Bu konuda herhangi bir delil ve
belgeyi gözardı ederek kör bir taklit yolunda yürümektedirler.
Daha
sonra Yüce Allah, Allah'ın kelâmına muhalif hareket etmenin ve insanların
nevasına uymanın ne kadar büyük bir tehlike olduğunu Peygamberi vasıtasıyla
ümmetini ikaz ederek şöyle buyurmaktadır: Andolsun ya Muhammed! Eğer sen Kitab
Ehli'nin istediğine uyarak onları idare etmek, sana uymalarına karşı sana iman
etmeleri için beslediğin umut dolayısıyla "sana kesin hak apaçık bir
şekilde" geldikten sonra -ki bu da sende kesin bir bilgiyi oluşturan
deliller ve apaçık belgelerdir- onların kıblelerine doğru namaz kılacak olursan
hiç şüphesiz dünya ve ahirette cezaya hak kazanan, kendi öz nefislerine
zulmeden kimselerden olursun. Hakikatte bu, onları kendilerine doğru çekmek
gayesiyle Yahudi ve Hristiyanların nevalarına uyma düşüncesini uzaklaştırmak
kasdıyla müminlere yönelik bir hitabdır.
"O
zaman muhakkak zulmedenlerden olurdun." buyruğu ayetin baş tarafında yer
alan "andolsun ki..." şeklindeki mahzuf yeminin cevabıdır.
Kitap
Ehli'nin hakkı bilmelerinin delili ise, ancak Peygamberimizin vasıflarına uyan
hususiyetlerin kendi kitaplarında anlatılmış olmasıdır. Onlar tıpkı kendi öz
oğullarını bildikleri gibi tam anlamıyla peygamberi tanımaktadırlar. Bununla
birlikte onlardan bir kısmı inat ettiler, kitaplarından bilip öğrendikleri bu
apaçık gerçeği, yani Muhammed'in peygamberliği ile Kabe'nin kıble oluşunu
gizlediler.
Daha
sonra Kur'an-ı Kerim sapasağlam ve genel bir kaideyi şöyle ilan etmektedir:
Hak yalnızca Allah'tan gelendir, başkasından değil. Bu hak Yüce Allah'ın
Kur'an-ı Kerim'deki emirlerinde ifadesini bulmuştur. Bu hakta herhangi bir
şüphe olamaz. O bakımdan ya Muhammed -yani müslümanlar- sen üzerinde
bulunduğun bu yolun, hak ve doğru oluşunda şüphe edenlerden olma. Bu yol senin
Rabbinden sana gelen vahiydir. Sen Allah'ın sana vermiş olduğu emirlerde sana
uymayan sapıkların heva ve vehimlerine uyma. Şimdi senin yönelmekte olduğun
kıble -yani Kabe- İbrahim'in ve ondan sonra gelen peygamberlerin yöneldikleri
hak kıblenin ta kendisidir.
Bu
ayet-i kerimedeki yasak, bundan önceki: "Andolsun ki sana gelen bunca
ilimden sonra..." buyruğunda geçen tehdide benzemektedir. Bu da Peygamber
(s.a.)'e yöneliktir. Bundan kastedilen ise, onun ümmeti arasından imanları
iyice yerleşmemiş kimselerdir. Bunların, ortada dolaşan batıl ve fitne dolu sözlerin
etkisine kapılmalarından korkulmaktaydı.
[19]
Bu
ayet-i kerime dolayısıyla müslümanlar, kıbleye yönelmenin namazın sıhhati için
şart olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Korku veya dehşet hali ile binek
üzerinde (at, gemi veya uçak gibi) kılınan nafile namazlar bundan müstesnadır.
Korku halindeki kıble, güvenlik duyulan taraf olur. Binek üzerinde olmak
halinde ise bineğin gittiği yön olur.
İlim
adamları Kabe'nin dünyamn her tarafındaki kimseler için kıble olduğunu
ittifakla kabul etmişlerdir. Aynı şekilde Kabe'yi gören kimsenin de bizzat Kabe'ye
yönelmesinin farz olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Kabe'yi gördüğü halde
kıbleye yönelmeyi terkettiği takdirde kişinin namazı olmaz ve bu şekilde
kıldığı bütün namazlarını iade etmesi gerekir. Mescid-i Haram'da oturan
kimsenin yüzünü Kabe'ye doğru döndürmesi ve iman ile bundan ecir umarak ona
bakması gerekir. Çünkü Kabe'ye bakmanın bizzat ibadet olduğuna dair rivayet
vardır.
İlim
adamları Kabe'yi görmeyenlerinde Kabe yönüne ve onun cihetine doğru yönelmekle
mükellef olduğunu icmâ ile kabul etmişlerdir. Eğer Kabe'nin bulunduğu ciheti
bilemiyor ise güneşin, yıldızların yardımı ile pusula ve buna benzer kendisi
için mümkün olan her aracı kullanarak o yönü tespit etmeye çalışması gerekir.
[20]
Şafiüere
göre: Kabe'yi görmeyen kimsenin bizzat Kabe'nin kendisine doğru yönünü
doğrultması farzdır. Çünkü kıbleye yönelmesi farz olan kimsenin yönünü bizzat
ona doğrultmuş olması gerekir. Tıpkı Mekke'de bulunan kimse gibi. Diğer
taraftan Yüce Allah'ın, "Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi o yana
çeviriniz." buyruğu da bunu gerektirmektedir. Yani namaz kılan kimseye
Kabe'ye yönelmek vacibdir. O bakımdan Kabe'yi gören kimse gibi bizzat Kabe'nin
kendisine yönelmesi gerekir.
Şafiîlerin
dışında kalan cumhur ise şöyle demektedir: Kabe'yi görmeyen kimse için farz
olan Kabe cihetini isabet ettirmektir. Çünkü Peygamber (s.a.), Tirmizî ve İbni
Mace tarafından rivayet edilen hadiste şöyle buyurmaktadır: "Doğu ile batı
arası kıbledir." Bu hadisin zahirine göre doğu ile batı arasındaki her
cihet kıbledir. Diğer taraftan eğer bizzat Kabe'ye isabet ettirmek farz olsaydı,
dosdoğru bir çizgi halinde devam eden uzunca bir safta namaz kılanların
namazlarının sahih olmaması yine aynı kıbleye yönelen ve birbirinden uzak iki
kişinin de namazlarının sahih olmaması gerekirdi. Çünkü uzunca bir safın Kabe'ye
yönelebilmesi ancak Kabe'nin eni kadar olması halinde mümkün olabilir. Bu görüşü
ayrıca İbni Abbas (r.anhuma)'ın şu sözü de desteklemektedir: Kıble, Mescid-i
Haram'da Kabe'dir. Mekke'nin dışında olan kimse için ise Mescid-i Haram
kıbledir. Diğer bölgelerde bulunanlar için de Mekke kıbledir. Bu hüküm ise
ileride gelecek bir hadis-i şeriften alınmıştır.
Kurtubî
der ki: Şu üç sebep dolayısıyla Kabe'nin bulunduğu tarafa yönelmek doğru olan
görüştür:
1- Teklifin kendisi ile alâkalı olduğu yapılması mümkün olan husus budur.
2- Kur"an-ı Kerim'de emrolunan husus da budur. Çünkü Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Artık yüzünü Mescid-i Harama doğru çevir. Siz de nerede
olursanız yüzlerinizi o yana çeviriniz." Yani sizler doğu veya batıda
olun, yeryüzünün neresinde olursanız olunuz Mescid-i Haram tarafına dönünüz.
2- İlim adamları kesinlikle Beytullah'ın eninden kat kat daha fazla
olduğu bilinen uzunca saffi delil göstermişlerdir
[21]
Bence de tercihe değer olan görüş budur. Çünkü bizzat Kabe'ye yönelmek
imkânsızdır ve insanlara kolaylık sağlamak bunu gerektirmektedir. İbni Abbas
(r.anhuma) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Beyt, Mescidde bulunanlar için kıbledir. Mescid, Harem Ehli için
kıbledir. Harem de ümmetimden yeryüzünün doğusunda ve batısında bulunan herkes
için kıbledir."
Bu
konudaki görüş ayrılığı Kabe'nin üstünde namaz kılmanın hükmü hakkında başka
bir görüş ayrılığına da sebep teşkil etmektedir.
Yerin
dibinde semanın tepesine kadar hizanın kıble olduğunu söyleyen Hanefiler
-mekruh olmakla beraber- farz ya da nafile olsun Kabe'nin üstünde namaz kılmayı
caiz kabul ederler. Bunu mekruh görmelerine sebep ise Kabe'nin üstüne çıkmanın
edebe aykırı olması, ona gösterilmesi gereken tazimi zedelemesi ve peygamberin
de bunu nehyetmiş olmasıdır.
Şafiîler
ise Kabe'nin üstünde farz ya da nafile olsun namaz kılmayı şu şartla caiz kabul
ederler: Şayet Kabe'nin binasından yahut da toprağından eşik gibi ona sabit
yüksekçe bir sütre varsa yahut kapalı bir kapı ya da orada devamlı kalan
tespit edilmiş bir asa varsa ve bunun uzunluğu insanın kolunun yaklaşık üçte
ikisi kadarı olursa -en yükseklikteki cisimden üç zira (arşın) kadar uzak olsa
dahi- caizdir.
Hanbeliler
de Kabe'nin damı üzerinde nafile namaz kılmayı mubah kabul ederler. Ancak
onlara göre orada farz namaz sahih olmaz. Çünkü Yüce Allah, "Siz de nerede
bulunursanız bulununuz yüzlerinizi o yana çeviriniz." diye buyurmaktadır.
Kabe'nin damında namaz kılan kimse ise ona doğru namaz kılamaz. Nafile namazda
esas ise hafifletmek ve müsamaha göstermektir. Buna delil ise, oturarak ya da
binek üzerinde yolculuk halinde kıbleden başka tarafa dönerek nafile namazının
kılınabileceğidir.
Malikîler
Kabe'nin üstünde namaz kılmanın sahih olduğunu kabul etmezler. Çünkü Kabe'nin
damına çıkmış bir kimse ona doğru değil, başka bir şeye doğru yönelmiş
olmaktadır.
Yüce
Allah'ın, "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir." buyruğu, namaz
kılan kimsenin secde edeceği yere değil de önüne bakacağına delildir. Eğer
secde edeceği yere bakacak olursa, Mescid-i Haram'dan başka bir tarafa doğru
yönelmiş olur. Maliki mezhebindeki görüş böyledir. Cumhur ise şöyle demektedir:
Ayakta iken namaz kılan kimsenin secde ettiği yere bakması müstehaptır.
Hanefîler şunu da eklerler: Namaz kılan kimse rükû halinde ayaklarına, sücud
halinde burnunun ucuna, oturma halinde kucağına bakar. Daha sahih olan görüş
budur. Çünkü böylelikle Mescid-i Haram'a doğru yönelmek tahakkuk etmektedir.
Bu gibi yerlere bakmak ise, namaz kılan kimsenin namazda başka yerlere
bakmasını yani namazdan başka bir şeyle uğraşmasını önler. İşte "Artık
yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir" buyruğu Beytülmakdis'e doğru dönüp
namaz kılmayı da neshetmektedir.
145.
ayet-i kerime Kitap Ehli'nin dinlerinden yahut kıblelerinden dönmelerinin
umulamayacağını göstermektedir. İnsan bunları ikna etmek için ne kadar
uğraşırsa da fayda vermez. Çünkü onlar hak kendilerine açıklandıktan sonra yine
de inkar edip kâfir oldular. Ayetlerin onlara faydası yoktur. Yani İslam
risaletinin doğruluğuna ve ona uymanın gereğine dair delil olan bütün alametler
onlar için faydasızdır. Hatta Peygamber (s.a.) onlara karşı kendilerine
getirdiğinin doğruluğuna dair her türlü delili ortaya koyacak olsa dahi ona uymaz,
kendi nevalarını terkedip bırakmazlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ki üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar iman etmezler.
Eğer onlara bütün ayetler (belge ve deliller) gelse de acıklı azabı görecekleri
ana kadar (imana gelmezler)." (Yunus, 10/96-97).
Yüce
Allah'ın, "Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin." buyruğu emri
ihtiva eden bir haber cümlesidir. Yani sakın böyle bir şeye meylin olmasın, demektir.
Daha
sonra Yüce Allah Yahudilerin Hristiyanların kıblelerine uymayacaklarını,
Hristiyanların da Yahudilerin kıblelerine tabi olmayacaklarını haber
vermektedir. Bu da onların ayrılık içerisinde olduklarını gösteren aynı zamanda
da sapıklık içerisinde olduklarına da delil olan bir husustur.
Yüce
Allah'ın, "Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra..." şeklindeki
hitabı Peygamber (s.a.)'e yöneliktir. Bundan kasıt ise onun ümmetinin hevası-na
uyması ve böylelikle zalim olması muhtemel olan kimseleridir. Yoksa Peygamber
(s.a.)'in, kendisi sebebiyle zalim sayılacağı bir işi yapması mümkün değildir.
O bakımdan bu buyrukla ümmetinin kastedilmiş olduğu kabul edilir. Çünkü
Peygamber (s.a.) masumdur ve biz onun böyle bir işi yapmayacağını kesinlikle
bilir ve inanırız. Peygamber (s.a.)'in buna muhatap alınması meselenin
büyüklüğünü ortaya koymak ve Kur"an-ı Kerim'in onun üzerine indirilmesi
do-layısıyladır. Aynı şekilde: "Sakın şüphe edenlerden olma."
buyruğunda da hitap Peygamber (s.a.)'e olmakla birlikte maksat onun ümmetidir.
Kitap
Ehli'nin İslâmı, diğer ifadeyle hakkı kabul etmelerine karşı büyüklük taslayıp
inat ettiklerini açıkça ortaya koyan hususlardan birisi de şudur: Özellikle
onların ilim adamları Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini, risaletinin
doğruluğunu, tıpkı kendi öz evlatlarını tanıdıkları gibi bilir ve tanırlar. Burada
kişinin kendisini değil de bizzat oğullarının konu edinilmesi önemlidir. Çünkü
insan kimi zaman kendisini unutabilir fakat oğlunu unutmaz. Rivayet edildiğine
göre Abdullah b. Selâm'a Hz. Ömer şöyle sormuş: Sen gerçekten oğlunu tanıdığın
gibi Muhammed'i bilip tanıyor musun? O şöyle dedi: Evet, hatta daha fazla.
Allah semasında emin olduğu kulunu yeryüzünde emin olduğu kuluna göndermiştir
ve ben de bu niteliği ile onu tanıdım. Oğluma gelince; annesinin ne yaptığını
bilemiyorum.
Kitap
Ehli hakkı yani Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini, peygamber olduğunu bile
bile gizliyorlardı. Bu, inadî küfrün, tam anlamıyla bir küfür olduğu hususunda
açık bir belgedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Kalpleri
onlara inandığı halde zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr
ettiler." (Nemi, 27/14); "İşte o tanıdıkları kendilerine gelince onu
inkâr ettiler." (Bakara, 2/89).
Kabe'ye
yönelmek olsun, başkası olsun, hak Allah'tan gelendir. Yahudilerin kendi
kıblelerine ve Hristiyanlarm da kendi kıblelerine dair haber verdikleri
değildir. Ayrıdedici kesin söz, ilahi vahye ait olup, inkarcıların heva ve arzuları
değildir.
Yüce
Allah'ın, "Sakın şüphe edenlerden olma" buyruğu ile hitaptan kasıt,
-anlamı itibariyle- ümmettir. Hz. Peygamberin şüphe edenlerden olmasının yasaklanması
aynı fiilin işlenmesinin yasaklığını daha ileri bir ölçüde ifade eder. Tıpkı
bir kimsenin bir başkasına: "Sakın zalim olma" demesinin
"zulmetme" demesinden daha beliğ bir ifade oluşu gibi.
Özetle,
Kitap Ehli'nin kıblenin değiştirilmesini inkâr etmeleri bir inattır, hakkı bile
bile red etmektir. Çünkü onlar kesin olarak Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini
bilirler. Onun peygamber olduğu kesin olarak sabit olduğuna göre, bütün
yaptıkları da Rabbinden gelen bir vahye dayalı olarak yaptığı ortaya çıkar.
[22]
148-
Herkesin yüzünü kendisine doğru döndürdüğü bir yönü vardır. Öyle ise siz de
hayırlarda birbirinizle yarışın. Nerede olursanız Allah tümünüzü bir araya
getirir. Şüphesiz Allah her şeye Kadir'dir.
149- Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram
tarafına çevir. Elbette-ki bu Rabbinden mutlak bir haktır. Allah yaptıklarınızdan
gafil değildir.
150- Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Harama
doğru döndür. Her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürün. Ta ki
aralarından zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir delilleri kalmasın.
O halde onlardan korkmayın, Benden korkun. Ta ki size olan nimetimi tamamlayayım.
Olur ki hidayete kavuşursunuz.
151-
Nitekim içinizden sizden bir rasul gönderdik ki, size ayetlerimizi okuyor, sizi
arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediğiniz şeyleri size öğretiyor.
152-
Öyle ise siz Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim ve Bana şükredin nankörlük
etmeyin.
"Herkesin
yüzünü kendisine doğru döndürdüğü bir yönü vardır." Yani her bir insanın
yüzünü o tarafa doğru döndürdüğü bir yönü vardır. Bunun şu anlama gelme
ihtimali de vardır: Herkesin yüzünü döndürdüğü bir taraf vardır. O yani Allah,
o tarafa doğru onları döndürür (dönmelerini emreder).
"Nitekim
içinizde sizden bir rasul gönderdik..." Bu ya Yüce Allah'ın, "Ta ki
size olan nimetimi tamamlayayım." buyruğu ile alâkaladır; -yani sizin
aranızda sizden bir rasul gönderdiğimiz gibi kıbleyi değiştirmek hususunda da
sizin üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım diye- ya da bundan sonra gelen:
"Öyle ise siz beni zikredin ben de sizi zikredeyim." buyruğu ile alâkalıdır.
Yani sizin aranızda sizden bir peygamber gönderdiğimiz gibi siz de beni
zikredin. Diğer bir ihtimal de hazfedilmiş naslarm sıfatı olabileceğidir. Bu
durumda takdirî ifadesi şöyle olur: Biz size içinizden bir peygamber
gönderdiğimiz gibi, size bir hidayet de vermiş bulunuyoruz. Çünkü bundan önceki
ayet-i kerime; "olur ki hidayete kavuşursunuz" diye sona ermektedir.
[23]
Ayet-i
kerimede "rasul gönderdik" ve "rasul" kelimeleri arasında
iştikak bakımından cinas vardır.
Kapsamlılığı
ifade etmesi açısından husustan sonra umumun söz konusu edilmesi suretiyle de
itnâb yapılmıştır. Bu ise Yüce Allah'ın, "Size kitabı ve hikmeti
öğretiyor" buyruğundan sonra: "Ve bilmediğiniz şeyleri size
öğretiyor" buyruğudur.
[24]
"Herkesin
yüzünü kendisine doğru döndürdüğü" namazında yöneldiği bir yönü
"kıblesi vardır. Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın"
itaat işlemekte ve itaatlere yönelmekte elinizi çabuk tutunuz.
"Nerede
olursanız Allah tümünüzü" Kıyamet gününde "bir araya getirir."
Amellerinizin de karşılığını verir.
"Ta
ki aralarından" inad ederek "zulmedenlerin dışında insanların"
yani Yahudilerin ya da müşriklerin "size karşı bir delilleri
kalmasın." Beytülmak-dis'ten başka bir kıbleye döndürülmek hususunda
sizinle tartışmaları söz konusu olmasın. Yani Yahudilerin: Hem dinimizi inkâr
ediyor hem de kıblemize uyuyor, şeklinde; müşriklerin de İbrahim dinine bağlı
olduğunu iddia ediyor, ama kıblesine muhalefet ediyor, diyerek sizinle
tartışmaları söz konusu olmasın. İnat ile zulmedenler ise: Onun atası
İbrahim'in kıblesine dönmesinin tek sebebi atalarının dinine olan meylinden
başka bir şey değildir, derler. Bu buyruğun özet olarak manası şudur: İşte bu
gibi zalimlerin söyleyecekleri sözün dışında, kimsenin sizin aleyhinize söyleyebilecek
bir sözü kalmasın diye böyle yaptık. "O halde onlardan korkmayın."
Kabe'ye yönelmek hususunda sizinle tartışmalarından çekinmeyin. Bunun yerine
Benim emirlerime uymak suretiyle "Ben'den korkun. Ta ki" sizi
dininizin belli başlı alametlerine hidayet etmek suretiyle "size olan
nimetimi tamamlayayım."
"Nitekim
içinizde sizden bir rasul gönderdik." İşte size bir rasul gönderdiğimiz
gibi, sizin üzerinizdeki nimetimi de böylece tamamladım. Bu rasul
"sizi" şirkten "arındırıyor" temizliyor. "Size Kitab'ı"
Kur*an-ı Kerim'i "ve hikmeti" faydalı bilgiyi, Kur'an-ı Kerim'de
bulunan hükümleri, bazılarına göre de hikmet peygamberin sünneti demek
olduğundan sünneti "öğretiyor."
Burada
(ilk olarak 149. ayette, 150. ayet-i kerimede de iki defa olmak üzere) üç defa
Kabe'ye yönelme emrinin tekrarlanması kıblenin değiştirilme emrini değişik
şekillerde tekid etmek içindir. Kurtubî der ki: Bu tekrardaki hikmet şudur:
Birinci: "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir" buyruğu, Mekke'de bulunup da Kabe'nin
karşısında bulunan ve onu gören kimseye yöneliktir. İkinci emir olan: "Her
nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürün." buyruğu, diğer
bölgelerde ve Medine ve Medine dışındaki şehirlerdeki mescid-lerde namaz
kılanlar hakkındadır. Üçüncüsü olan: "Her nereden çıkarsan yüzünü
Mescid-i Haram'a doğru döndür" buyruğu ise yolculuğa çıkan kimseler
hakkındadır. Bu da yeryüzünün bütün yerlerinde Kabe'ye doğru yönelmeye dair
bir emirdir.[25]
Müslümanların
yönelmekle emrolunduğu kıble olan Kabe söz konusu edildikten ve Kitap Ehli'nin
bu kıbleye uymama kararını zikrettikten sonra, ayetler bunun Yüce Allah'ın
kendi fiiliyle olduğunu, bunu takdir edenin O olduğunu, herkesi kendi
kıblesine yöneltenin O olduğunu bildirmektedir. İşte bu, Yüce Allah'ın nimetine
şükretmek için dikkat çekmektedir. Çünkü müslümanları, emretmiş olduğu yönelme
buyruğuna uymaya muvaffak kılmış ve onları bu emri yerine getirmek üzere seçmiş
bulunmaktadır.
[26]
Bu
ayet-i kerimeler, Kabe'ye yönelmek, inkarcıların iddialarını çürütmek hususunda
Resulullah (s.a.)'ın takındığı tavrı desteklemeye devam etmektedir. Şanı Yüce
Allah her bir ümmete has özel bir kıblenin bulunduğunu zikretmektedir.
Yahudiler için bir kıble, Hristiyanlar için bir kıble, müslümanlar için bir
kıble vardır. Bütün ümmetler için tek bir kıblenin varlığı söz konusu değildir.
Farz olan, vahyin emrine teslimiyettir. Kıble dinin esası değildir. Önemli olan
hayırlı işlerde yarışmaktır. Herkesin ameline uygun karşılığı verecek olan ise
Allah'tır. Yüce Allah'ın nazarında bütün mekânlar birdir. O bakımdan kıblenin
değiştirilmesi hususunda birbirinizle tartışmayınız. Bu konuda itiraz etmeyiniz.
Yeryüzünün dört bir yerinde karada, denizde ve havada bütün müslüman-ların
kıblesi aynıdır. Kıble hususunda müşriklere karşı delil ortaya koymanın bir
faydası yoktur. Bunun yerine siz Allah'tan korkunuz, O'nun herhangi bir emrine
karşı gelmeyiniz. Her nerede olursanız olunuz Kıyamet gününde Allah, hepinizi
bir araya getirip toplayacak, amellerinizden dolayı sizi hesaba çekecektir.
Allah her şeye kadir olandır.
Özetlediğimiz
bu hususu şöylece açabiliriz:
Her
bir ümmetin namaz kılarken yüzünü döndürdüğü bir yön vardır. İbrahim ve İsmail
Kabe'ye doğru yöneliyorlardı. İsrailoğulları da Beytülmakdis'teki kayaya
yöneliyorlardı. Hristiyanlar doğu tarafına dönüyorlardı. Allah müslümanları
ise Kabe'ye yönelme hususunda hidayete erdirmiştir. O halde ümmetler değişik
olduğu kadar kıbleleri de değişiktir. Dönülen cihet, Allah'ın vahdaniyetinin
kabulü, ahiret gününe iman gibi dinde bir esas değildir. Allah'ın istediği,
vahyin emrine teslim olmak, Allah'a itaat olan emir ve buyrukları yerine
getirmektir.
O
halde çeşitli hayırları işlemek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Herkes bu
konuda daha önce hareket etmeye kötülük ve sapıklıktan uzak durmaya gayret
göstersin. Bütün mesele iyilik işlemek olmalıdır. Ülkeler, cihetler, Yüce
Allah'a yakın olmaya esas teşkil etmez. Allah nezdinde bunlar arasında bir fark
yoktur. Nerede ikamet ederseniz ediniz, Allahü Teâlâ sizi hesabınızı görmek
üzere bir araya getirip toplayacaktır. Bunun delili ise aradaki mesafeler ne
kadar uzak olursa olsun hesap günü için insanları toplamanın Allah'ı aciz
bırakacak bir durum olmadığıdır. Bu gerçeği dile getiren ayet-i kerime Yüce Allah'ın
şu buyruğunu da hatırlatmaktadır: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve
bir yol tayin etmişizdir. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı.
Fakat O size verdiği ile sizi imtihan etmek için böyle yaptı. Öyle ise hayırlı
işlere koşuşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48)..
Kabe'ye
ya da Mescid-i Haram'a yönelmek, bütün zaman ve mekânlarda geçerli bir serî
hükümdür. Her nerede olursanız olunuz, Mescid-i Haram tarafına yöneliniz. Yüce
Allah bu ayet-i kerimede Kabe'ye yönelme emrini üç defa tekrarlamaktadır.
Bundan önce ise 144. ayet-i kerimede bu emri iki defa tekrarlamış idi. Bundan
maksat bu hükmün bütün zaman ve mekânları kuşatan genel bir hüküm olduğunu
ifadedir. Kur"an-ı Kerim her bir emir ile birlikte uygun olan bir ifadeyi
de söz konusu etmektedir:
144.
ayet-i kerimedeki ilk emir ile birlikte aynı ayette Yüce Allah kendilerine
kitap verilenlerin hakkı bildiğini tespit etmektedir.
149. ayet-i kerimede yer alan ikinci emir ile
birlikte Yüce Allah bunun Allah tarafından sabit olan bir hak olduğunu
açıklamaktadır. Bu hususta herhangi bir nesh veya değişiklik söz konusu
olamaz. Peygamberin bu hak olan kıbleye yönelmesi hikmet ve maslahata uygun
olandır. Allah insanların yaptıklarından ve din ile ilgili getirmiş olduğu
bütün emirlerde Peygamber (s.a.)'e ihlâs ve samimiyetle tabi oluşlarından gafil
değildir. Amellerinin karşılığını en güzel şekilde onlara verecektir. Bu itaat
eden müminlere fiillerinin mükafatına nail olacaklarına dair bir vaaddir. Aynı
zamanda amellerinin cezasını göreceklerine dair isyankârlara da bir tehdittir.
150. ayet-i kerimede yer alan üçüncü emir ile
birlikte Yüce Allah kıblenin değiştirilmesindeki hikmeti söz konusu etmektedir
ki, şu üç faydalı husus bu hikmetin kapsamı içerisindedir:
1- "Ta ki... insanların size karşı bir delilleri kalmasın."
Kitap Ehli ve'müşriklerin müslümanlara karşı ileri sürecek bir dellileri
olmasın. Kitap Ehli Hz. ismail'in soyundan gönderilecek olan peygamberin Hz.
İsmail'in kıblesi olan Kabe'ye yöneleceğini biliyorlardı. Buna göre namazında
Beytülmakdis'e doğru yönelmeye devam etmesi peygamberliğinde tenkit edilecek
bir nokta olurdu. Yine onlar bu ümmetin niteliklerinden birisinin Kabe'ye
yönelmek olduğunu da biliyorlardı. Müslümanlar bu niteliği kaybedecek olsaydı
belki de bu kendi aleyhlerine delil olabilirdi. Müşrikler ise atasının dinini
ihya etme üzere İbrahim (a.s.) soyundan gelmiş bir peygamberin, atası
İbrahim'in oğlu İsmail ile birlikte inşa ettiği Rabbinin Beyti'nden başka bir
tarafa yönelmemesi gerektiği görüşünde idiler. Nitekim kıblenin değişikliği bu
konuda onların görüşlerine uygun bir şekilde gerçekleşti. Böylelikle her iki
kesimin de ileri sürebilecekleri bir delil ortadan kalktı. Buna bağlı olarak da
münafıkların söyleyebilecek bir şeyleri de kalmadı.
Fakat
aralarından inad ile nefislerine zulmedenler -ki bunlar kıt akıllı kimseler
olduklarından dolayı herhangi bir kitap ile hidayet bulmayan ve hiç bir belgeye
iman etmeyen Kureyş müşrikleridir- Kabe'ye yönelmek hususunda işte bunlardan
korkmayınız. Çünkü bunların sözleri aklen kabul edilebilir bir delile dayalı
değildir. Sizler yalnızca hak sahibinden korkunuz. Yahudilerin şu sözleri bu
sapık ve zalimlerin şu sözlerindendir: O Kabe'ye ancak kavminin dinine
meylettiği ve kendi doğup büyüdüğü şehrini sevdiği için dönmüştür. Hak üzere
olsaydı kendisinden önceki peygamberlerin kıblesinden ayrılmazdı. Müşrikler
ise şöyle demişlerdi: Şimdi kıblemize döndü, pek yakında dinimize de
dönecektir. Münafıklar ise şöyle demişti: O herhangi bir kıble üzerinde karar
kılamıyor. Tereddüt ve kararsızlık içerisindedir. Bütün bunlar sıhhatli bir
delile dayanmayan, akıl tarafından kabul edilebilecek bir dayanağı olmayan
görüşleridir. Bunlar sadece Allah'ın dini hakkında tartışma doğurması
maksadıyla ileri sürülmüş Muhammed (s.a.)'in risaletine iman etmemek için kullanılan
yollardır. O bakımdan ey müminler, siz kıbleniz üzere sebat gösteriniz. Kabe'ye
yönelmek hususunda zalimlerden korkmayınız. Çünkü onların sözlerinin aklî ya da
semavî bir hidayetten gelen bir dayanağı yoktur.
Allah'tan
korkunuz. Allah'ın rasulünün size getirdiklerine muhalefet etmeyiniz. Size
vadettiğini yerine getirecek olan O'dur. Bununla korkulması gereken zatın hak
sahibi olan olduğuna, batıl üzere olana ise aldırış edilmeyeceğine bir işaret
vardır.
2- "Ta ki size olan nimetimi tamamlayayım." Atanız İbrahim'in
inşa ettiği, put ve heykellere tapınmaktan arındırdığı, insanların kalplerinin
kendisine sevgiyle yöneldiği Rabbinizin EVini yalnızca sizin için bir kıble
kılmakla, bu kıbleyi size tahsis etmekle üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım
diye. Bu, aynı zamanda sayısız maddî ve manevî faidelerin gerçekleştirilmesine
de sebeptir. Abdullah'ın oğlu Muhammed'in Hz. İbrahim'in soyundan gelen aslen
Arap bir peygamber olması, Kur'an-ı Kerim'in apaçık Arapça bir lisanla ona
indirilmesi, Kabe'ye doğru yönelmeyi arzulayan akrabaları ve aşireti arasında
ortaya çıkması da bu nimetler cümlesindendir. O bakımdan kıblenin Kabe'ye
doğru değiştirilmesi Yüce Allah tarafından müslümanlar ve Araplar üzerindeki
eksiksiz bir nimetidir.
3- "Olur ki hidayete kavuşursunuz." Hak üzere sebat göstermek
ve ona karşı çıkmamak suretiyle hidayet bulaşınız diye. Çünkü kıblenin
değiştirilmesiyle ilgili olarak kıt akıllıların körükledikleri fitne, hak ve
imanın ne kadar güçlü olduğunu, batıl ve küfrün de ne kadar zayıf olduğunu ortaya
çıkartmış, müminlerin imanlarını daha bir pekiştirip arındırmış, münafıkları
açık-seçik htr şekilde ortaya çıkarmış, kâfirleri de yardımsız ve desteksiz
bırakmıştır.
Özetle,
Yüce Allah sizin için Beytullah'ı kıble tayin etmek suretiyle üzerinizdeki nimetini
tamamlamıştır. Nitekim sizden bir peygamber göndermek suretiyle de
üzerinizdeki nimetini tamamlamıştı. Söz konusu bu peygamber Mu-âammed
(s.a.)'dir. O size hakka götüren ve doğruluğa ileten Allah'ın ayetlerini afcur,
Allah'ın vahdaniyetine, kudretinin büyüklüğüne dair kesin delilleri ortaya
koyar. Sizi putperestliğin pisliklerinden arındırır. Nefislerinizi yüceltecek
ve arındıracak en şerefli bilgileri ve akla saygı duymayı, kör taklidi bir
kenara atmayı, her türlü sapma ve sapıklıktan koruyucu olarak dini esas kabul
etmeyi âğretir. Nitekim O, kız çocukları diri diri gömmek, masraflarından
kurtulmak maksadıyla çocukları öldürmek, en basit ve önemsiz sebepler yüzünden
kanlar iökmek gibi çirkin cahili adetlerden de sizi arındırmaktadır.
Size
Kur'an-ı Kerim'i öğretiyor, şer"î hükümleri beyan ediyor. Kur'an-ı
Ke-nm'in bir hidayet ve bir nur olmasına neden olan teşriî sırları açıklıyor.
Aynı
zamanda o peygamber size hikmeti de öğretiyor. Hikmet; şer*î hükümlerin
sırlarını, amaçlarını amele ve itaata iten gerekçelerini bilmektir. Diğer
taraftan o peygamber size peygamberin sünneti, barış ve savaş gibi azlık,
çokluk, yolculuk ve ikamet gibi hayatın çeşitli durumlarında izlenecek övülmeye
değer yolu da öğretmektedir. Nihayet teşriin sırlarına, dinin derinliğine bilinmesini
(fıkhedilmesine) nasip ettiği peygamberin ashabı, hikmetli, bilgin ve oldukça
üstün zekâlı kimseler haline geldiler. Onlardan her birisi bir ülke yöneticisi,
bir ümmet lideri oldu. Yönettiği ülkede ve ümmet arasında adaleti uyguluyor,
güzel bir siyaset takib ediyordu. Bununla birlikte o belki Kur'an-ı Kerim'in
ancak bir kısmını ezberlemiş idi; fakat Kur'an'ın sırrını bilmiş, amacını
kavramıştı.
Bu
peygamber sizlere bilmediğiniz gayba dair haberleri, peygamberlerin
«iretlerini, geçmişteki kavimlerin kıssalarını, yok olmuş ya da Araplar tarafından
da ve hatta onların dışında Kitap Ehli tarafından da bilinmeyen ümmetlerin
durumlarını size öğretmektedir. Bu bakımdan yüce Allah müminleri bu nimeti
itiraf etmeye ve buna Allah'ı zikrederek, şükrederek karşılık vermeye teşvik
ederek: "Öyle ise siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim" diye
buyurmuş-rur.
Yani
bana itaatle, emirlerime uymak suretiyle, salih amel ile Beni zikrediniz.
Hamdetmek, teşbih getirmek, şükretmek, Kur'an-ı Kerim'i okumak, ayetleri
üzerinde düşünmek, kainattaki deliller üzerinde Benim varlığıma, kudretime ve
vahdaniyetime dair tefekkür etmek, size verdiğim emirlere bağlı kalmak,
yasakladıklarından kaçınmak, peygamberlere iman edip onlara uymak suretiyle
Beni zikrediniz. Ben de sizleri kendi nezdimde sevap ve ihsan ile, bol bol
hayırlar vermekle, mutluluk ve izzetinizin devamı ile sizi anayım. Sizinle
meleklere karşı övüneyim. Size ihsan ettiğim nimetime karşı kalp ile dil ile ve
her organı yaratılış sebebini teşkil eden hayır ve menfaate uygun olarak kullanmak
suretiyle şükrediniz. Bütün bu nimetlere karşı -onları şeriatın kabul etmediği
ve selim aklın da onaylamadığı yollarda kullanmak suretiyle- nankörlük
etmeyiniz. Şüphesiz ki Ben dünyada iken yaptıklarınızın karşılığını vereceğim.
Hayır işlediyseniz hayır, kötülük işlediyseniz kötülük. Nitekim bir başka
ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Şunu da hatırlayın ki, Rabbiniz
şöyle bildirmiştir: Andolsun ki şükrederseniz elbette size fazlasını da
veririm. Fakat nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım pek
şiddetlidir." (İbrahim, 14/7).
[27]
Kıbleye
yönelmek ümmetin tek vücut olması için bir vesiledir. Gerçek maksat ise namazda
hangi tarafa dönülürse dönülsün Allah'a ihlâsla ibadet etmekten ibarettir. O
bakımdan değişik dinlere tabi olanlar arasındaki ayrılıkların istismar
edilmesi uygun değildir. İnsanlara düşen hayır, iyilik ve ihsan konularında
birbirleriyle yarışmak ve aynı şekilde Allah'ın bütün emirlerine itaat etmektir.
Önce Beytülmakdis'e doğru yönelmeye, sonra devamlı olarak Kabe'ye dönmeye dair
emirlerdeki değişiklik ancak bir tür sınama ve imtihandır. Bu yolla samimi ve
gerçek müminler bilinir, yalancılar açıkça ortaya çıkar, iyi kötüden, müslüman
münafıktan ayırdedilir. O bakımdan kıblenin değiştirilmesi bir azab değil,
aksine çok büyük bir nimettir.
Yüce
Allah'ın, "Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın."
buyruğun-daki emir ile anlatılmak istenen; Allah'ın emretmiş olduğu Beyt-i
Haram'a yönelmeyi hemen yerine getirmektir. Bununla birlikte lafzın genel
ifadesi bütüm itaatlerde eli çabuk tutmaya dair bir teşvik de ihtiva
etmektedir. Kurtubî'nin belirttiği gibi bununla anlatılmak istenen, namazı
vaktinin ilk zamanlarında kılmaktır. İmam Malik ve Şafiî'ye göre öğlen namazını
havaların -sıcak olması sebebiyle- serinleyeceği vakte kadar geciktirmek
sünnettir. Çünkü Buharî ve Tirmizî'de yer alan rivayete göre Ebu Zerr
el-Gifârî, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Sıcağın
ileri derecede olması cehennemin aşırı sıcağındandır. O bakımdan sıcak arttığı
vakit namazı serin vakte bırakınız."
Her
insan dünyada iken yaptığı amelin mükafatını görecektir. Çabaları asla boşa
gitmeyecektir. Allah Kıyamet gününde bütün mahlukatı diriltip toplamaya
kadirdir. O her şeye kadirdir. Onun kudretinin kapsamına ve genişliğine giren
şeyler arasında öldükten ve çürüdükten sonra karada ya da denizde olsun, nerede
olursa olsun tekrar yaratmaktır.
Kabe'ye
doğru yönelme emrinden dönüş yoktur. Bunun delili ise Kabe'ye doğru yönelme
emrinin ayet-i kerimede üç defa tekid edilmesidir. Ayrıca buna daha önceki 144.
ayet-i kerimede bu emrin iki defa daha tekrarlanmış olduğunu da eklemek
gerekir. Müminlere düşen ise namazlarında Kabe'ye doğru yönelme emrinde ısrar
etmekten başkası olamaz.
Yüce
Allah'ın, "Ta ki aralarından zulmedenlerin dışında..." buyruğundaki
istisna, İbni Abbas'tan rivayet edildiğine -ve Taberî'nin de tercih ettiğine
göre-şöyledir: Yüce Allah Kabe'ye yönelmeleri hususunda Peygambere ve ashabına karşı
herhangi bir kimsenin delil getirebilmesini kabul etmemektedir. Yani hiç
"ar kimsenin size karşı delil diye bir şey ileri sürmesine imkân yoktur.
Ancak reddedilebilecek ve çürük şeyler söylenebilir. Çünkü buna itiraz edenler;
onlar ne diye döndüler, Muhammed dininde şaşkınlığa düştü, onun bizim kıblemize
yönelişinin sebebi bizim ondan daha çok hidayet üzere oluşumuzdan dolayıdır
meva buna benzer ancak bir puta tapan yahut bir Yahudi veya bir münafık
ta-raündan söylenebilecek benzeri sözler söylediler.
Kâfirlerin
durumlarının önemsizliğini ifade edilmesinde müminlerin güç ve gayretlerinin
pekiştirilmesi, Kabe'ye yönelmek hususunda zalimlerden korkmanın
yasaklanmasında da asıl hak sahibi olandan korkulması gerektiğine dair bir
işaret vardır. Kısacası batıl üzere olan kişi gözde büyütülmemeli ve değer
verilmemelidir.
Yüce
Allah'ın, "Nitekim içinizden size bir rasul gönderdik." buyruğundaki
bu benzetme şuna delildir: Kıbledeki nimet risaletteki nimet gibidir. Bu kıblenin
Kabe'ye doğru yönlendirilmesi işinin ne kadar büyük olduğunu gösteren bir
benzetmedir.
Yüce
Allah'ın, "Öyle ise siz beni zikredin." buyruğunda insanlar arasında
adalet sarayını yükseltmeye bir işaret vardır. Anlamı da şudur: Siz beni
itaatle zikredin, ben de sizi sevap ve mağfiret ile zikredeyim. Nitekim Said b.
Cübeyr şöyle der: "Zikir Allah'a itaattir. Allah'a itaat etmeyen O'nu
zikretmiş olmaz, isterse çokça teşbih getirsin (Sübhanallah desin), çokça
tehlil (la ilahe illallah demek) getirsin, çokça Kur"an-ı Kerim okusun,
farketmez."
Buharî
ile Müslim'de de Ebu Hureyre (r.a)'nin rivayetine göre Resulullah «s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Ben kulumun zannı
yanındayım ve ben onunla beraberim. Kendi nefsinde beni zikrettiği vakit ben de
onu kendi nezdimde zikrederim. O beni bir topluluk arasında zikrederse ben de
onu ondan daha hayırlı bir topluluk arasında zikrederim. Bana bir karış
yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım..."
Asıl
kastedilen ise, bütün hallerde devam etmesi gereken kalbî zikir yani gönlün her
an Allah'ın murakabesini hissetmesidir.
"Ve
bana şükredin, nankörlük etmeyin." buyruğu Yüce Allah'ın, bu ümmeti geçmiş
ümmetlerin düştüğü duruma düşmemeleri için bir sakındırmasıdır. Çünkü önceki
ümmetler Allah'ın nimetlerini inkâr edip kâfir oldular. Ne için yaratıldıkları
hususunda akıl ve duyularını kullanmadılar. O bakımdan Yüce Allah da nimet ve
ihsanlarından onları mahrum etti.
[28]
153- Ey iman edenler! Sabırla ve namazla yardım
dileyin. Şüphesiz ki Allah sabredenlerle beraberdir.
154-
Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine onlar diridirler;
fakat siz anlayamazsınız.
155-
Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden
eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabredenlere müjdele!
156-
Onlar ki kendilerine bir musibet geldiği zaman: "Muhakkak biz Allah'ınız
ve muhakkak biz O'na dönücüleriz." derler.
157-
İşte Rablerinden mağfiret ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar hidayete
erenlerin ta kendileridir.
"Ölüler
demeyiniz, aksine onlar diridirler." buyruğunda hazf ile yapılan icaz
vardır. Yani: Onlar ölüdürler, demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Burada
ölüler ve diriler kelimeleri arasında ta tıbâk sanatı vardır.
"Biraz
korku" ifadesindeki belirtisizlik, bunun oldukça az olacağım ifade etmek
içindir.
"Rablerinden
mağfiret ve rahmet" Buradaki mağfiret ve rahmet kelimelerinin
"tenvinli gelmesi bu mağfiret ve rahmetin üstün ve yüceliğine delildir.
Yüce Allah'ın, "Rablerinden" buyruğu ise onlara gösterilen inayetin
fazlalığını ortaya koymak içindir.
"Ve
onlar hidayete erenlerin ta kendileridir." buyruğu bu niteliğin, sadece
nitelenene münhasır olduğunu anlatmaktadır. Yani onlardan başka hidayet bulan
yoktur, demektir.
[29]
Sabır:
Nefsi hoşa gitmeyen şeylere katlanmaya alıştırmak demektir. Yani itaat ve
belaya karşı sabretmek suretiyle ahiret için yardım alınız.
Özellikle
burada "namaz"dan sözedilmesi günde beş defa tekrarlanması, azameti
ve önemi dolayısıyladır. Namaz (salat), sözlükte dua demektir. Melekler
tarafından yapılması, mağfiret dilemek, Allah tarafından yapılması da rahmet
etmek anlamındadır.
"Allah
sabredenlerle beraberdir."'Yani yardımıyla onlarla birliktedir.
"Andolsun
ki... imtihan edeceğiz." İbtilâ (imtihan), sınanan kimsenin durumunun ne
olacağının ortaya çıkarılması için denemek demektir. Burada anlatılmak istenen
ise, mutlaka sizlere hallerinizi sınayan kimsenin yaptığı şekilde; güvenin
zıddı olan düşmandan "Andolsun ki sizi biraz korku, açlık" yani
kıtlıkla, "mallardan" onları telef etmek suretiyle;
"canlardan" öldürülme, ölüm ve hastalıklar suretiyle "ve
mahsullerden" türlü felâketler sebebiyle "eksiklikle imtihan
edeceğiz" hallerinizi deneyeceğiz. Yani bizler bütün bunlarla sizleri
mutlaka kınayacak ve sabredip etmeyeceğinizi böylelikle ortaya çıkartacağız.
"Sabredenlere
müjdele" belalara katlananlara cennet müjdesini ver.
Musibet:
İnsana can, mal veya ailesinde rahatsızlık verici her şeydir. Mahsullerin
eksikliği ise ziraî ürünlerin az olması demektir.
Salavat:
Mağfiret demektir. (Mealde de böyledir). Allah'tan salât, tazim, makam ve
mevkinin yükseltilmesidir.
Rahmet:
Burada nimet anlamındadır. Rahmet sıkıntı ve musibetlere güzel şekilde
katlanmak, ilâhî kazaya rıza göstermek dolayısıyla onlara lütufta bulunmak
anlamındadır.
[30]
154.
ayet-i kerime Bedir'de şehit düşenler hakkında inmiştir. Bunların sayısı on
küsur olup sekizi ensardan, altısı muhacirlerden idi. İnsanların Allah yolunda
öldürülen kimse hakkında filan kişi öldü ve dünya nimet ve lezzetlerinden
artık mahrum kaldı demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. İbni
Abbas dedi ki: Umeyr b. el-Humam, Bedir'de öldürüldü. İşte bu "Allah
yolunda öldürülenler için ölüler demeyiniz." ayeti onun ve onun durumunda
olan başkaları hakkında nazil oldu.
[31]
Kıblenin
değiştirilmesi gerçek mümin ile yalancı münafıkın birbirinden ayırdedilmesi ve
onların sınanmaları içindi. O bakımdan bu değişiklik bir nimettir; bir azab
değildir. Fakat kıt akıllılar ile Kitap Ehli bu büyük olayı istismara
yöneldiler ve müminlerin aleyhine ruhlara kin ve düşmanlığı ekmek kas-dı ile
iftira kampanyası başlattılar. Allah bunun diğer insanları müminlere karşı
birleştirmek gayesi ile oldukça yoğun bir takım gayretleri peşinden getireceğini
ve bunun kaçınılmaz olarak bir savaşa yol açacağını biliyordu. Nitekim daha
sonraları fiilen çarpışma ve savaş ortaya çıkmıştı.
Şanı
Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde nimetin kimi zaman belâ ve çeşitli
musibetlerle bir arada bulunabileceğini beyan etmektedir. Fakat musibete katlanmak,
müşriklerden ve Kitap Ehli'nden oluşan düşmanlara karşı direnmek için sabır ve
namaz ile yardım dilemekten başka çare yoktur. Çünkü sabır ile irade
güçlendirilir, sıkıntılara karşı tahammül gösterilir, musibetlere karşı sebat
elde edilir ve Allah sabredenlerle beraberdir yani yardımı, zaferi, koruyup
gözetlemesi ve desteklemesi ile onların yanındadır. Şanı Yüce Allah şükretme
emrini beyan ettikten sonra sabra dair açıklamalara geçti ve sabır ve namaz ile
yardım istenebileceğini bize gösterdi. Çünkü kul ya bir nimet içerisindedir, ona
şükretmesi gerekir ya da bir sıkıntı içerisindedir, buna da sabretmesi gerekir.
Namaz
ile yardım dilemek, ibadetlerin özü olduğundan Allah ile ilişkiye geçmenin, ona
seslenmenin, Yüce Allah'ın heybet ve celâlinin şuuruna varmanın yolu, korku
duyanların sığınağı, dertlilerin kederlerinden kurtuluş ve müminlerin
ruhlarının huzura erme vesilesi olduğundan dolayıdır. Peygamber (s.a.) de:
"Benim gözümün nuru namazdadır." buyurmuştur.
Mümin
sabır ile ve haşyet doğuran, Allah'a karşı huşu ile kalbi dolduran ve insanın
ruhunu her türlü hayasızlık ve münkerlerden uzaklaştıran namaz ile yardım
dilediği takdirde; onun için zorluklar önemsizleşir, her türlü sıkıntı ve
meşakkate katlanır, her türlü zorluk ve kedere direnç gösterir.
Bundan
dolayı Yüce Allah her ikisini de emrederek şöyle buyurmaktadır: Dininizi ve
dininizin şiarlarını zafere götürmek için yardım isteyiniz. Karşı karşıya
kaldığınız her türlü sıkıntı ve musibete karşı yardım dileyiniz. Bu hususlarda
insana ağır gelen her türlü dert ve tasayı hafifleten sabır ve insanın kalbine
Allah'a güveni yerleştiren, sıkıntıları unutturan namaz yardımcınızdır. Bu
ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Bir de sabır ile
ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o huşu, duyanlardan başkasına elbette
büyük gelir." (Bakara, 2/45). Özellikle sabrın söz konusu edilmesi nefis
için en ağır gelen psikolojik, ruhî (batınî) bir durum olduğundan dolayıdır.
Namazın da özellikle anılması insana en zor gelen zahirî bir amel olduğundan
dolayıdır. Bununla birlikte namaz ile insan dünyadan kopar, Allah'a yönelir.
Resulullah (s.a.)'m bir işten dolayı sıkıntı ile karşı karşıya kaldığında hemen
namaza koşup sığındığını ve bu ayet-i kerimeyi okuduğu rivayet edilmektedir.
Allah
sabredenlerin yardımcısıdır, onların duasını kabul eder, kederlerini giderir.
Vakıa şu ki; ferdî ameller ile büyük toplumsal işlerin gerçek anlamda
meyvelerini vermeleri ancak sebat ve sürekli mücadele ile mümkün olur. Bütün
bunların aracı ise sabırdır.
Mücadele
ve katıksız cihadda şehit düşenler hakkında "ölüler" demeyiniz,
aksine onlar kabirlerinde özel tarzda ve özel bir takım belirtilere sahip bir
hayata sahiptirler. Belli bir keyfiyette bir nzık ile nzıklanırlar ki; Allah
bunun nasıl olduğunu en iyi bilendir. Fakat bizler müşahade ve his ölçülerimiz
ile bu hayatın gerçeğini idrak edemeyiz. Bu bir başka alemde, başka bir şekilde
gaybî hayattır. Bütün mesele Yüce Allah'ın bize böyle bir hayatı vermesinden
ibarettir. O bakımdan biz bunu araştırmaya koyulmayız; buna iman etmek ise
farzdır. Bunu yüce Allah'ın şu buyruğu da teyid etmektedir: "Allah yolunda
öldü-ndenleri ölüler sanma, aksine onlar Rableri katında diridirler,
rızıklanırlar." Âl-i İmran, 3/169).
Belirtilen
bu hususlarda, dinini zafere ulaştırmak yolunda, Rabbine davet yolunda canını
feda eden müminin ebedîlik cennetine nail olan hayırlı kimselerden olacağına
bir işaret vardır. Onlar diridirler. Ruhları yeşil kuşların kur-saklarındadır.
Bu kuşlar cennette diledikleri gibi uçar. Nitekim sahih hadiste de böylece
sabit olmuştur.
Daha
sonra Yüce Allah yemin ile şöyle buyurmaktadır: Allah'a yemin olsun ki ey
müminler, sizleri savaşta düşmana karşı duyacağınız az bir korku, bir miktar
kıtlık ve kuraklıktan dolayı açlık, kaybolmaları, zayi olmaları suretiyle
mallardan yana eksiklik, kâfirlerle savaşmak ve başka şeylerle uğraşmaktan
dolayı ölüm suretiyle canlardan yana eksiklik, telef etmek suretiyle
meyvelerden yana eksiklik gibi musibetlerle karşı karşıya bırakacağız. Şafiî'ye
güre mahsullerin azlığı çocukların ölümü demektir. Çünkü kişinin çocuğu kalbinin
meyvesidir. Nitekim bu konuda böyle bir haber de varid olmuştur. Bu yeminin
yapılmasının sebebi ise; gelecekte ansızın karşı karşıya kalacakları olaylardan
yana müminlerin gönüllerinin rahatlaması, huzura ermesi, bir musibete maruz
kaldıklarında ise Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermeleri içindir. Nitekim
bütün bunlar gerçekleşti. Mümin iman edince fakir oluverir, ailesi onu
terkediverirdi. Ya da Medine'ye hicret edip de Mekke'yi terkettikleri sırada
yurdundan, malından uzak kalırdı. Bir savaşçı savaşa gittiği sırada birkaç hurma
ile yetinmek zorunda kalırdı. Özellikle Ahzab ve Tebük gazvelerinde. Muhacir,
Medine'nin sıtma ve vebası ile karşılaştığında ölüme maruz kalıyordu. Daha
sonraları ise Medine'nin iklimi zamanla güzelleşti.
Kaza
ve kadere iman eden müminlere müjedele! Fakat bu müjde ancak felaket ve
musibetin çöktüğü ilk anda sabredenler içindir. Bunlar bu sabırlarından dolayı
da Allah katında ecirlerini umarak: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak
biz O'na dönücüleriz." derler. İşte bu, onların işlerinde güzel akıbet üe
karşılaşacaklarının müjdesidir. Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir.
Rablerinden günahları için bir mağfiret onlara has bir rahmet de vardır. Bu
rahmetin etkisini musibet ile karşılaştıkları vakit kalplerindeki serinlikte,
ruhlarının sükûn ve huzurunda bulurlar. İşte kâfirler müminleri bu rahmetten
dolayı kıskanır. Çünkü kâfir bir musibet ile karşılaştığında dünya ona dar gelir.
Bazen kendisini öldürüp intihar dahi edebilir. Avrupa ve Amerika'da intihar
olayları ne kadar da çoktur!..
Gerçekten
sabreden kimseler hakka, doğruya hidayet bulan, faydalı fiiller işlemeye Allah
tarafından yönlendirilenler dünya ve ahiret hayrını elde ederek umduklarına
kavuşanlardır. Buharî'nin Enes'ten rivayet ettiği: "Sabır ancak ilk sadme
esnasında (felaket ve musibetin çöktüğü ilk anda) olandır." mealindeki
hadis dolayısıyla sabır, birinci sadme esnasında söz konusu olur. Kaza ve
kadere teslimiyet göstermekte birlikte ağlamak ve üzülmek sabra ve imana aykırı
değildir. Buharî ile Müslim'deki rivayete göre Resulullah (s.a.) oğlu İbrahim'in
vefat ettiği sırada ağlamıştır. Ona: "Sen bize bunu yasaklamamış miydin?"
diye sorulunca, o şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu rahmetin
kendisidir." Daha sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz göz yaş akıtır ve
kalp rahatsızlaşır, fakat Rabbimizin razı olduğundan başka bir şey demeyiz.
Şüphesiz ki biz ey İbrahim, senden ayrıldığımız için üzüntülüyüz." Yerilen
ise şeriatın yasakladığı dövünmek, elbiseleri yırtmak, cahiliye devrinde
olduğu gibi ölülere haram olan ağıtlar yakmak, aklın çirkin gördüğü Allah'ın
takdir ve hükmüne karşı itiraz ve gazabı ifade eden sözler söylemektir.
Sabır,
sabrın ölçüsü, tarifi, musibet esnasında istircada bulunmaya dair pek çok hadis
ve seleften rivayet gelmiştir. Bunlardan birisini Müslim Ümmü Seleme
(r.anha)'den şöylece rivayet etmektedir: Ümmü Seleme dedi ki: Resulullah
(s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bir musibet ile karşı karşıya kalan
her bir kul; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn[32]
Allahım bu musibetimden dolayı bana ecir ve ve bana ondan hayırlısını onun
yerine ihsan et" dediği takdirde mutlaka Allah o musibetinin ecrini ona
verir ve ondan daha hayırlısını onun yerine ona ihsan eder."
Beyhakî
de Şuabu'l-İmân' da İbni Abbas'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Musibet esnasında istirca'da bulunan kimse (İnna lillah
ve inna ileyhi raci'ûn diyenin) Allah musibetini giderir, akıbetini
güzel-leştirir ve hoşuna gidecek şekilde onun yerine salih bir halef ihsan
eder."
Ahmed
ve Tirmizî de Ebu Musa'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedirler: "Kulun oğlu öldüğünde Yüce Allah meleklerine: Kulumun
oğlunun ruhunu kabzettiniz mi? diye sorar. Onlar: Evet derler. Yüce Allah:
Onun kalbinin meyvesini mi aldınız! der. Onlar: Evet, derler. Yüce Allah: Peki
kulum ne dedi? der. Onlar: Sana hamdü sena etti, istircada bulundu. Yüce Allah
şöyle buyurur: Siz kuluma cennette bir ev yapınız ve ona "hamd evi"
adını veriniz."
Ömer
b. el-Hattab (r.a) der ki: "Bana isabet eden her bir musibette mutlaka şu
üç nimeti buldum: Evvela bu musibet benim dinimde olmuyordu. İkincisi bu
musibet daha önce olanlardan daha büyük değildi. Üçüncüsü Allah o musibete
karşı büyük bir mükâfat verir." Daha sonra Yüce Allah'ın şu ayet-i kerimesini
okudu: "İşte rablerinden mağfiret ve rahmet hep onların üzerindedir ve
onlar hidayete erenlerin ta kendileridir."
Hülâsa;
din düzenini ortaya koyan ayet ve hadisler aynı zamanda sabrı, istircaıda
bulunmayı, Allah'ın razı olacağı sözler söylemeye, Allah'ın kaza ve kaderine
teslimiyet göstermeye, hükmüne razı olmaya da teşvikte bulunmuştur. İşte o
vakit Allah o musibeti ondan hayırlısını vermek suretiyle telafi eder; sabreden
kişi de ecir ve sevap alarak Allah nezdinde güzel kabul görür ve cennete nail
olur.
[33]
Dünya
bir imtihan ve bir deneme yurdudur. İmtihan (belâ) iyi de olabilir kötü de.
Belânın asıl anlamı mihnet (denemek, sınamak) demektir. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Biz bir imtihan olmak üzere sizi şer ve hayır ile sınıyoruz
(ibtilâ ediyoruz)." (Enbiyâ, 21/35). Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Müminleri kendi katından güzel bir imtihan ile denemek (ibtilâ etmek)
için." (Enfâl, 8/17). Yüce Allah şükür edip etmeyeceğini ortaya çıkarmak
için güzel bir işle kulunu imtihan ettiği gibi, hoşuna gitmeyen bir belâ ile de
sabrını denemek için onu ibtilâ eder. O bakımdan (Arapçada) güzel şeylerle
denemeye de; kötü şeylerle denemeye de "belâ" denilir. 155. ayet-i
kerime imtihanın varolup devam edeceğini pekiştirmektedir. Anlamı da şudur:
Bizler amellerin karşılıklarının verilebilmesi için sizden kimin cihad ettiğini,
kimin sabırlı olduğunu dünya aleminde ortaya çıkartıp bilinceye kadar
sınayacağız.
Kendisine
karşılık büyük sevap ve ecrin verildiği ve nefse ağır ve zor gelen sabır,
musibetlerin çöktüğü ve tesirlerinin devam ettiği zamanlardaki sabırdır. Bu ise
kalbin kuvvetine ve sabır makamındaki sebatına delalettir. Daha önce geçen Hz.
Enes'ten rivayet edilen: "Sabır ilk sadme esnasındadır." hadisinin
anlamı işte budur. Musibetin ilk andaki tesiri geçtikten sonra ise herkes sabreder.
Sabır
iki türlüdür: Allah'ın masiyetinden uzak durmak üzere sabır. Bu sabra sahip
olan kişiye "mücahid" denilir. Diğeri de Allah'a itaat üzere sabır.
Bu sabrı gerçekleştiren kişiye de "âbid" denilir. İkinci sabrın
sevabı daha çoktur; çünkü asıl maksat odur. Kişi Allah'a isyandan uzak durmak,
Allah'a itaat etmek üzere sabrettiği takdirde, Allah o kula kaderine razı olma
özelliğini kazandırır. Böyle bir rızanın alâmeti ise, nefsin karşı karşıya
kalacağı hoşlanmadığı ve sevdiği şeylere karşı kalbin sükûnetini muhafaza
etmesidir. Bu diğer çeşit sabır ise, musibet ve belâlara karşı sabırdır. Bu da
kusurlardan dolayı mağfiret dilemek gibi vacib bir sabırdır.
Mümin
herhangi bir musibet ile karşı karşıya kaldığı vakit -ki musibet insana gelip
çatan bir sıkıntıdır, küçük olsa dahi-: "Muhakkak biz Allah'ınız ve
şüphesiz ki biz O'na dönücüleriz." der. İkrime'den rivayet edildiğine göre
gecenin birisinde Resulullah (s.a.)'ın kandili söner. Bunun üzerine o da:
"Muhakkak biz Allah'a aidiz ve şüphesiz ki biz O'na dönücüleriz."
der. Ona: Bu bir musibet midir ey Allah'ın Rasulü? diye sorulunca o da:
"Evet. Mümini rahatsız eden, ona eziyet veren her bir şey bir
musibettir." diye buyurur. Buna göre musibet mümini rahatsız eden, ona
isabet eden her bir şeydir. Müslim'in Ebu Hureyre ile Ebu Said'den (Allah
ikisinden de razı olsun) rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken işitmişler: "Müslümana herhangi bir ağrı, bir yorgunluk, bir
hastalık, bir üzüntü ve keder, hatta onu kederlendiren bir şey olsa dahi gelip
isabet etti mi, şüphesiz onun karşılığında küçük günahları keffaret olunur."
En büyük musibetlerden birisi de dinde musibettir. Ebu Muhammed es-Semarkandi
Müsned' inde Atâ b. Ebi Rebah'tan şöyle dediğim rivayet etmektedir: Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Sizden herhangi birinize bir musibet gelip çattığı
takdirde onun benden dolayı uğradığı musibetini hatırlasın. Çünkü o en büyük
musibetlerdendir." İbn Abdil-Berr der ki: Resulullah (s.a.) doğru söylemiştir.
Çünkü onu kaybetmek musibeti müslümanın Kıyamet gününe kadar karşı karşıya
kalacağı her türlü musibetten daha büyüktür. Vahiy kesilmiş ve nübüvvet artık
sona ermiştir.
Kötülüğün
ilk ortaya çıkışı, Arapların irtidat etmesi ve bunun arkasından gelen olaylarla
olmuştur. Resulullah (s.a.)'ı kaybetmek musibeti, hayrın kesintiye
uğramasının, eksilmesinin ilk merhalesini teşkil ediyordu. İstirca, Allah'a
teslimiyet, O'na boyun eğip itaat etmektir. Bu ise Yüce Allah'ın,
"Muhakkak biz Allah'a aidiz ve muhakkak biz O'na dönücüleriz"
buyruğudur. Yüce Allah bu sözleri musibetzedelerin sığınağı, imtihana
uğrayanların korunağı kılmıştır. Çünkü bu buyruk mübarek amaimun ihtiva
etmektedir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak biz Allah'ınız" buyruğu tevhid,
ubudiyeti ikrar ve (kulun kendisi dahil herşeyin) Allah'ın mülkü olduğunu ifade
etmektedir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz." buyruğu da bizim
öleceğimizi ve kabirlerimizden dirileceğimizi bir ikrardır. Bütün işlerin Yüce
Allah'a döndüğüne dair yakinin ifadesidir. Said b. Cübeyr (Yüce Allah'ın
rahmeti üzerine olsun) der ki: Bu kelimeler Peygamberimizden önce hiç bir
peygambere verilmiş değildir. Eğer Yakub bu kelimeleri bilmiş olsaydı: "Ey
Yusuf için duyduğum keder!.." (Yusuf, 12/84) demezdi.
Sabredenlerin
müjdesine gelince; bu ya musibetleri ile kaybettiklerinin yerine başkasının
verilmesi şeklindedir. Yüce Allah'ın kocası Ebu Seleme'nin vefatı üzerine Ümmü
Seleme'ye Resulullah (s.a.)'ı vermesi gibi. Ya da pek çok sevap ve ecir ile
olur. Cennette sabredenler için "hamd evi" adı verilecek bir evin
bina edileceğini ihtiva eden daha önce gördüğümüz Ebu Musa hadisinde geçtiği
gibi.
Yüce
Allah, sabredip istirca'da bulunan kimseler için mağfiret ve rahmetten ibaret
olan büyük nimetler ihsan etmiştir. Çünkü Allah tarafından kuluna salât
getirmenin anlamı affetmek, ona rahmet buyurmak, bereket ihsan etmek, dünya ve
ahirette ona sevap vermektir. ez-Zeccâc der ki: "Yüce Allah'tan salât,
mağfiret ve güzel övgü demektir." İşte ölü üzerine salât (namaz) bu anlamdadır.
Ölü üzerine salât, ona övgüde bulunmak, ona dua etmek demektir. Bir görüşe göre
"rahmet" ile sıkıntının giderilmesi ve ihtiyacın karşılanması
kastedilmiştir. Mağfiret ve rahmet ilahî adalettir. Yüce Allah sabredenlere
üçüncü bir şeyi de fazladan vermiştir ki bu da hidayettir: "Ve onlar
hidayete erenlerin ta kendileridir."
Bu
konudaki inancım özetle şudur: İlk sadme esnasında sabredip kaza ve kadere razı
olarak, musibetine karşılık Allah'tan ecir ve sevabı isteyip bunun ecrini
Allah'tan bekleyen ve bu konuda kendisinden Allah'a karşı edebe aykırı tek bir
söz dahi çıkmayan kimseye Yüce Allah, onun yerine dünyada daha hayırlısını
verir. Dünya ve ahirette onu ilahî lütfa boğar. Ahirette de ona oldukça büyük
bir nimet ve büyük bir lütuf ihsan eder: Bu da günahların hataların mağfiret
edilmesi, cennete girmek ve Beytül-hamd (Hamd Evi'n)de ikamet etmektir. Yüce
Allah bize imanı nasib etsin, küçük ya da büyük olsun her türlü musibet
karşısında güzel bir şekilde sabretmeye muvaffak kılsın. Yardım talebimiz
Allah'tandır. Allah, sabredenlerle onlara yardımcı olmalı, onları dost
edi-aerek koruyup gözetmek suretiyle beraberdir.
[34]
158- Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın
alametlerindendir. Her kim Beyt'i hac eder veya umre yaparsa onları tavaf
etmesinde kendisi için bir vebal yoktur. Kim de gönül isteği ile bir hayır
işlerse gerçekten Allah şük-redenlerin ecrini verendir ve her şeyi hakkıyla
bilendir.
159- Muhakkak indirdiğimiz apaçık ayetlerimizi ve
hidayeti insanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyip
duranlar var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edenler lanet
eder.
160-
Ancak tevbe edenler, ıslâh edenler ve açıklayanlar müstesna. Artık onların
tevbelerini kabul ederim. Ben tev-beleri çokça kabul edenim, pek çok rahmet
edenim.
161-
Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak ölenler var ya, işte Allah'ın, meleklerin
ve bütün insanların laneti onların üzerinedir.
162-
İçinde ebedî kakçıdırlar. Ne üzerlerinden azap hafifletilir ne de onlara
mühlet verilir.
"Ancak
tevbe edenler... müstesna." yani küfürden tevbe edip İslama dönen yahut
Allah'ın ayetlerini gizlemekten tevbe edip açıklamaya doğru yön değiştirenler
müstesnadır.
[35]
"Allah'ın
alametlerindendir." Burada hazf ile yapılan îcâz vardır. Bunun takdirî
ifadesi şöyledir: Allah'ın dininin alametlerindendir.
"Gerçekten
Allah şükredenlerin ecrini verendir (şâkirdir) ve her şeyi hakkıyla bilendir
(Alîm'dir)." Burada itaate sevap vermek kastedilmektedir. Yani Yüce Allah
şükrü kullanarak mecaz yolu ile amele karşılık vermeyi murad etmiştir.
"Onlara
Allah lanet eder." Burada "lanet ederiz" şeklinde birinci çokluk
şahıs zamiri kullanılması gerekiyor iken, gaib (üçüncü şahıs) zamirine
"iltifat" yönelme) vardır. İsm-i Celâlin zikredilmesinin sebebi ise
kalbe heybet bırakmaktır.
"İçinde
ebedî kalıcıdırlar."'Yani lanette veya cehennemde. Burada "cehennemin
zamirinin kullanılması durumunun ne kadar dehşetli olduğunu ifade etmek
içindir.
"Ne
de onlara mühlet verilir." azabın devamlı ve kalıcı olduğunun ifade
edilmesi için isim cümlesi kullanılmıştır.[36]
"Şüphe
yok ki Safa ile Merve" Mekke'de, ikisi arasında 760 arşınlık mesafe
bulunan iki yüksekçe (tepe) yerdir. Safa, Beytülharam'ın karşısmdadır. İkisi
arasında sa'y yapılacak yer bulunur. Şu anda üstü tavan ile örtülmüş, alt tarafları
Mekke hareminin sair bölgeleri gibi kapatılmıştır. "Allah'ın
alâmetlerin-dendir (şeâir)." Şeâir; kelimesi alâmet anlamına gelen
"şaîre"nin çoğuludur. Meşaîr de denilir. Meşâirin teklik şekli ise
"meş'ar"dır. Kimi zaman bu kelime haccm belli başlı alâmetlerine, hac
ibadetinin yerlerine ad olarak kullanılır, kimi zaman ibadet ve taat anlamında
kullanılır. Burada bundan kasıt, hac me-nasikidir. Bu ifadede şu takdirde bir
hazf vardır: Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın dininin alametlerindendir...
"Her
kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa.." Hac; sözlükte kasdetmek demektir.
Şer'an ise hac ibadetini yapmak veya haccm bilinen menasikini yerine getirmek
üzere Beyt-i Haramı kasdetmek (ziyaret etmek)dir. Umre ise sözlükte ziyaret
demektir. Şer'an ise Beyt-i Haram'a yapılan özel bir ziyaretin adıdır, hac
gibi. Ancak umrede Arafede, Müzdelife'de, Mina'da vakfe yoktur, senenin bütün
günleri umre için vakittir. Umre yapmak, umrenin menasikini edâ etmek demektir,
"onları tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur." Yani defalarca
orada tavaf etmesinin bir vebali yoktur. Burada kasıt Safa ile Merve arasındaki
sa'y yapmaktır. Sa'y, icmâ ile haccm menasikindendir. Resulullah =.a.) da
Beyhakî ve başkalarının kaydettiği şu rivayete göre say'in farziyetini beyan
etmektedir: "Muhakkak Allah üzerinize sa'y etmeyi (farz) yazmıştır."
Müslim'de ise şöyle bir rivayet vardır: "(Sa'y etmeye) Allah'ın (Kitab'ında)
onu zikrederek başladığı ile başlayınız." Yani Sa'ye Safa'dan başlayınız;
demektir.
"Kim
de gönül isteğiyle bir hayır işlerse" ister farz, ister nafile bir itaatte
bulunursa... Tatavvu'nun (mealde; hayır işlemek) sözlük anlamı zor ve baskı
altında değil de isteyerek bir işi yapmaktır. Daha sonra karşılıksız olarak
hayrı işlemek hakkında kullanılmıştır. Çünkü bu hayır zor ile değil, isteyerek
yapılmaktadır. Ayrıca farz ve vacib olandan ayrı olarak çokça itaat yapmaya da
"ta-tavvu" denilir, "gerçekten Allah şükredenlerin ecrini
verendir." Yani amelde bulunanlara sevap verendir. O şanı Yüce Allah
iyiliğe iyilikle karşılık verir.
"Muhakkak
indirdiğimiz apaçık ayetlerimizi" recim ayetiyle Muhammed (s.a.)'in
nitelikleri gibi ve hidayeti insanlara Kitap'ta Tevrat'ta "apaçık bir şekilde
bildirdikten sonra gizleyip duranlar var ya..." Gizlemek: ona duyulan ihtiyaca
rağmen, onu açıklamayı gerektiren sebeplerin varlığı ile birlikte bir şeyi
açıklamaktan kaçınmaktır. Böyle olmadığı sürece o şeye "gizlemek"
denmez. "işte onlara hem Allah lanet eder" onları rahmetinden
uzaklaştırır "hem de lanet edenler" melekler, müminler yahut da her
şey onlara lanet okumak suretiyle "lanet eder."
"İçinde
ebedî kalıcıdırlar." Yani lanette veya "içinde" ile kendisine
işaret olunan "cehennem ateşinde" ebedî kalacaklardır. "Ne
üzerlerinden azap hafifletilir, ne de onlara mühlet verilir" Tevbe etmek
yahut mazeret beyan etmek için onlara süre tanınmaz. Burada
"Yunzarun" mühlet vermek anlamına gelen "in-zâr"dan
türemiştir.
[37]
158.
ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Buharî, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şunu
rivayet etmektedir: Enes'e Safa ile Merve hakkında sorulunca şöyle der:
"Biz o ikisi (arasında tavaf etmeyi) cahiliye işinden zannediyorduk. İslâm
gelince onlardan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah da: "Şüphe yok ki
Safa ile Merve Allah'ın alametlerindendir" buyruğunu indirdi. el-Hakim de
bunun bir benzerini İbni Abbas'dan rivayet etmiştir.
Buharî
ile Müslim Urve'den, o Aişe (r.anha)'den şunu rivayet etmektedir: Urve dedi ki:
Aişe'ye dedim ki: Yüce Allah'ın, "Şüphe yok ki Safa ile Merve Al-lah'an
alametlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onları güzelce
tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğu hakkındaki görüşün
nedir? Benim görüşüme göre bir kimse aralarında tavaf etmeyecek olursa onun
için bir vebal olmaz. Bunun üzerine Hz. Aişe dedi ki: Kızkardeşimin oğlu! Ne
kadar kötü bir söz söyledin?! Eğer senin anladığın şekilde olmuş olsaydı bu
buyruk: "Onları tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde
olmalıydı. Halbuki bu ikisi ile ilgili olarak bu ayetin indiriliş sebebi
şudur: Ensar İslâm'a girmeden önce put Menat için telbiye getirip ihrama
giriyorlardı. Onun için telbiye getirip ihrama giren müslümanlar, Safa ile
Merve arasında sa'y etmekten çekiniyordu. Bunu Resulullah (s.a.)'a sordular ve
dediler ki: Ey Allah'ın Rasulü, bizler cahiliye döneminde Safa ile Merve
arasında tavaf etmekten çekinirdik. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphe yok
ki Safa ile Merve.." ayetini indirdi. Daha sonra da Resulullah (s.a.)
ikisi arasında tavafı sünnet olarak tespit etti. İkisi arasında hiç kimsenin
tavafı terketme yetkisi yoktur.
Bunu
Taberînin eş-Şa'bî'den yaptığı şu rivayet de açıklamaktadır: Cahiliye döneminde
adı İsaf olan Safa üzerinde bir put ve yine adı Naile olan Merve üzerinde bir
diğer put vardı. Cahiliye halkı Beytullah'ı tavaf ettiklerinde bu iki puta
sürtünürlerdi. İslâm gelince putlar kırılınca müslümanlar şöyle dediler: Safa
ile Merve arasında bu iki put dolayısıyla tavaf yapılıyordu. Yoksa bunlar arasında
tavaf haccm şeairinden değildir." Bunun üzerine Yüce Allah bu ikisinin
(Safa ile Merve) şeâirden olduğuna dair buyruğunu indirdi. Yani ikisi arasında
sa'y etmekte müslümanlar için bir vebal yoktur. Çünkü onlar putlar için değil,
Yüce Allah için sa'y yaparlar.
159.
ayet-i kerime ile ondan sonraki buyrukların nüzul sebebine gelince: Bunlar da
Kitap Ehli âlimleri ile bu alimlerin recm ayetini ve Muhammed s.a.)'in durumu
ile ilgili kitaplarındaki buyrukları gizlemeleri hakkında nazil olmuştur. Taberî'nin
İbni Abbas (r.anhumâ)'dan rivayet ettiğine göre Muaz b. Cebel, Sa'd b. Muaz ve
Harice b. Zeyd, Yahudilerden bir gruba Tevrat'ta bulunan Peygamber (s.a.) ile
ilgili buyruklara dair soru sordular. Yahudiler de bu buyrukları onlardan
gizlediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
[38]
Bundan
önceki ayetlerde sözü edilen kıblenin değiştirilmesi, müslümanlar için büyük
bir nimet idi. Çünkü bu başkalarına tabi olmaktan onları kurtarmıştı. Beyt-i
Haram'ı şirk ve putperestlikten temizlemek için onun üzerinde kontrol sahibi
olmaları imkânını onlara vermiş, müslümanların dikkatlerini yarımadanın ve
dünyanın kalbi durumunda olan Mekke'ye yönlendirmişti. Yüce Allah
sabredenlerden övgüyle söz ettiğinden, haccm da mal ve beden açısından ağır
bir takım mükellefiyetlere konu olduğundan dolayı, burada hacca dair bir takım
şeâirden söz etmek uygun düşmektedir. Safa ile Merve arasında sa'y etmek bu
şeairdendir. Böylelikle Mekke'yi kontrol altına alıp önemini hatırlatmakta ve
orada hac menasikini gerçekleştirme nimeti tamamlanmış olmaktadır. Hem Kabe'ye
yönelmek hem de sa'y etmek İbrahim (a.s.)'in dinini yeniden canlandırmak
demektir. Artık bundan sonra kıblenin değiştirilmesi hususunda Kitap Ehli ile
müşriklerin inatla karşı çıkmalarını haklı çıkartacak bir sebep clmadığı gibi,
sabır ve namaz ile yardım dilemeleri Allah trafmdan emrolun-nuş olan
müslümanlara karşı kin ve nefret tohumlarının ekilmesi için gayret göstermeyi
gerektiren bir durum da yoktur.
[39]
Muhakkak
Safa ile Merve arasında sa'y etmek, Allah'ın dininin alâmetlerinden, haccın ve
Yüce Allah'a boyun eğip O'na itaat ve teslimiyetle kulluğun tezahürü olan hac
ve umrenin menasikindendir. Kulları O'na Safa ile Merve yakınlarında ibadet
eder, ikisi arasında dua, zikir veya Kur'an okuyarak yine Ona ibadet ederler. O
bakımdan Beytullah'ı haccedip yahut umre yapan bir kimsenin her ikisi arasında
tavaf etmesi dolayısıyla günah kazanması söz ko-rmsu değeildir. Daha önceden
müşriklerin bu ikisi arasında tavaf etmeleri durumu değiştirmez. Çünkü onların
tavafı Safa ile Merve kayalıkları üzerinde bulunan putları tazim sebebiyle, bir
küfür idi. Sizler ise Allah'a iman ile Yüce Allah'ın emirlerine itaat ederek
ikisi arasmda tavaf etmektesiniz.
Safa
ile Merve arasında sa'y etmenin herhangi bir günah, sakınılacak durum veya
vebalinin söz konusu olmayacağının belirtilmesi, hem vacib hem de mendub olan
tavafı kapsar. Nitekim itaat olanı yapmak demek olan tatavvu' farzı da nafileyi
de kapsar. Sa'y etmek, cumhura göre farz, Hanefi'lere göre vacib olmakla
birlikte vebalin söz konusu olmayacağının belirtilmesi şer"an kabul edilen
vacib hükmüne aykırı değildir.
"Şeâir
(alâmetler)" tabirinin
kullanılmasına gelince; şeâir; Yüce Allah'ın bizden namaz, hac menasiki gibi
ifa etmek suretiyle ibadet olarak yerine getirmemizi istedikleri şeylerdir. Bu
tabirin ^u\\aTiûmasaı\)X£nVan-5CivBfc %ctâxm«K&k ve itaatin vücubunu yani
bu ibadeti ifa etmenin vücuburvu göstermek içindir. Bizler ibadetin anlamını
tamamıyla kavrayamazsak yahut sırrını idrak edemezsek ve ibadetlere başkaları
kıyas edilmezse dahi bu böyledir. Satış, icâre, şirket, rehin ve buna benzer
muamelat gibi şeair dışında kalanlara gelince; bunlar kulların menfaatleri için
meşru kılınmıştır ve bunların anlaşılması kolay bir takım sebep ve illetleri,
kolaylıkla idrak edilebilecek yönleri vardır. O bakımdan maslahata uygun olarak
bunlar hakkında kıyas cereyan eder.
Haccm
şeâirinin ömürde bir tek defa ifa edilmesi farzdır. Her kim itaati arttırmak ve
asıl farzın dışında fazladan hayır-tatavvuda bulunursa şüphesiz ki Allahu Teâlâ
onun iyiliğine karşılık iyilikte bulunacaktır. Kulun yaptığı az şeylere pek çok
mükâfat ve sevap verecektir. Allah kimsenin sevabını eksiltme-yecektir. O
herkesin maksadını ve iradesini çok iyi bildiği gibi, böyle bir mükâfata kimin
hak kazandığını da çok iyi bilir.
Yüce
Allah'ın güzel amele karşılık vermesini "şükür" ile ifade etmesi, ahlâki
faziletler üzere bir eğitimdir. Çünkü ibadet işlerinin faydası kullara aittir.
Bununla birlikte Allahü Teâlâ bu ibadetleri dolayısıyla onlara şükür etmektedir.
Artık bundan sonra ilâhî nimetlere karşı kulun nankörlük edip onlara şükretmemesi
nasıl yakışır! İyiliğin teşekkür ile karşılanması, nimetin kadrinin bilinmesi
vefakâr ve ihlâslı insanların özelliğidir. Hatta bu nimetin artışına, devamına
ilâhi lütuf ile şükredip itaat eden kulun kusurlarının örtülmesine bir
sebeptir.
İlim
adamları burada yer alan "şükür"ü mecaz yolu ile sevap ve amellerinin
karşılığı diye anlamışlardır. Çünkü yapılan iyiliğe karşılık vermek ve nimete
karşılık övgüde bulunmak ve takdir etmek anlamı ile şükür, Allah hakkında
muhal (imkânsız)dır. Zira hiç bir kimsenin Allah üzerinde herhangi bir lütfü
veya nimeti söz konusu değildir. Yüce Allah'ın kullarının amellerine ihtiyacı
da yoktur. Selef Allah'ın şükür sıfatını sabit kabul etmişlerdir. O bakımdan
bunun Onun cemal ve kemaline layık bir sıfat olarak anlaşılması gerekir.
Daha
sonra Kur"an-ı Kerim, Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanların) Resulullah
(s.a.)'a karşı inat, ona düşmanlık etmelerini, özellikle de Yahudi ilim
adamları ile hahamlarının bu doğrultudaki tavırlarını, öz oğullarını tanıdıkları
gibi peygamberi tanımaları ve bile bile hakkı gizlemelerini dile getirmektedir.
İster
Tevrat, ister İncil'de olsun gerektiğinde veya ona dair soru sorulduğu vakit
Kitaplarında yazılanları olduğu gibi insanlara açıklamamak suretiyle Allah'ın
indirdiklerini gizleyenlerin cezaları; Allah'ın rahmetinden kovulmaları,
Allah'ın kendilerine gazap etmesi, meleklerin ve insanların toptan onlara lanet
etmeleri şeklindedir. Onların yaptıkları bu gizlemeler Peygamber (s.a.)'in Tevrat'ın
Tesniye bölümünde yer alan müjde ve niteliklerini saklamak şeklinde olduğu
gibi; tercüme esnasında sözlerin yerlerini tahrif edip değiştirmek, onun yerine
uydurdukları yalan bir şeyi koymak şeklinde de olabiliyordu.
Bu
tür saklama ve gizlemelere karşılık belirtilen cezanın hikmeti şudur: Allah'ın
indirmiş olduğu apaçık deliller ve hidayet insanların hayrı, onların dosdoğru
yola iletilmeleri içindir. Bu ise Muhammed (s.a.)'in doğruluğunu açık olarak
ortaya koyan delilleri belirtmek ve onun durumunun gerçeğini ve ona uymanın,
ona iman etmenin farz oluşunu beyan etmekle gerçekleştirdi. Bunlar Allah'ın
indirdiklerini gizleyip hakikatleri insanların gözlerinden saklamakla insanları
çok büyük bir zarara ve kötü bir akıbete düşürmüş, semavî kitapları işlemez
hale getirmiş, bu kitapların verdiği güzel semereleri onlardan beklenen
faydalan elde etme imkânını kaldırmış oldular.
İlgili
ayet-i kerime dünya ve ahiretleri ile ilgili olarak insanların bilmek
ihtiyacını duydukları gizlenen her bilgi ve bunu gizleyen her kişi hakkında geçerlidir.
Yüce Allah'ın insanlara açıklanmasını farz kıldığı ilmi gizlemek bu kabildendir.
Nitekim Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: 'Kendisine
bildiği bir husus hakkında soru sorulup da onu gizleyen kimseye Kıyamet
gününde ateşten bir gem takılacaktır." Bu konuda ayet-i kerimenin nüzulüne
sebep teşkil eden özel olaya itibar olunmaz. Yüce Allah'ın, "İndirdiğimiz
apaçık ayetlerimizi ve hidayeti..." buyruğu ile anlatılmak istenen
Allah'ın peygamberlere indirmiş olduğu bütün kitapları, vahiyleri, yol gösteren
delilleri kapsamaktadır.
Yüce
Allah'ın, "İnsanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra"
buyruğunda kasıt ise ya Tevrat veya İncil'dir, gizlenen de her iki kitapta yer
alan Muhammed (s.a.)'in nitelikleri ile orada yer alan hükümlerdir ya da önceki
bütün kitaplar ve onlardan sonra gelen Kur'an-ı Kerim'dir.
Kur"an-ı
Kerim az önce sözü geçen gizleme cezasından Kitap Ehli'nden tev-fae edip
bozduklarını ıslah eden, Allah'ın indirmiş olduğu kitaplarda yazılı bulunan
hakkı ilan eden, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ikrar edip Allah tarafından
getirdiğini tasdik eden, herhangi bir tahrif ve değişiklik söz konusu olmaksızın
Allah'ın indirdiği üzerindeki perdeleri kaldıran, salih ameller işleyerek
nefsini ıslâh eden kimselerdir. Bunların tevbelerini Allah kabul eder, onları
bağışlar, cennetine koyar. Çünkü Yüce Allah tevbeleri çok kabul edendir. Kendisine
yönelenlere bol bol rahmet eden Rahim olandır. Kötülük işleyeni affeder, hata
edip yanılanı bağışlar. O kendisine dönüp tevbe ettikleri Yüce Allah'a yöneldikleri
takdirde kusurlulara sağnak sağnak rahmetini indirerek örter.
Hatası
üzerinde ısrar edip hakkı kabul etmek hususunda inat gösteren, Yüce Allah'ın
Kur'an-ı Kerim'inde ve peygamberi Muhammed vasıtasıyla yaptığı davetinden yüz
çeviren, ölünceye kadar hakkı değiştirip tahrife devam eden kimseye ve
benzerlerine gelince; işte bunlar Allah'ı ve peygamberini inkâr ederek kâfir
olanlar ve kâfir olarak ölenlerdir. Bundan dolayı Allah'ın lanetine ve
gazabına, meleklerin ve bütün insanların lanetine hak kazanmışlardır ve Cehennemde
daimî ve ebedi olarak kalacaklardır. Azapları hafifletilmeyecek, onlara süre
tanınmayacaktır. Onlar cehenneme girinceye kadar devamlı olarak bu kapsamlı
lanet içerisinde kalmaya devam edeceklerdir. Kâfirler olarak öldükleri için de
cehennem azabında da ebediyen kalacaklardır.
Tevbe
edenlerin ve inatla tutumlarını sürdürenlerin tavırlarının açıklanması insanın
kusurlu davranıp işlemiş olduğu günahlardan tevbe etmesi ve itaatsizlikte
ısrarı terketmesi için bir teşviktir. Ayrıca ölüm gelmeden önce Allah'ın
rahmetinden ümit kesilmeyeceğini öğretmek içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "De ki: Ey (isyanda) nefisleri aleyhinde giden kullarım!
Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder;
muhakkak o Ğafûr'dur, Rahîm'dir." (Zümer, 39/53).
[40]
Ayet-i
kerime Safa ile Merve arasında sa'y etmenin, hac ve umre dolayısıyla yapılması
gereken işlerden olduğunu göstermektedir. Şu kadar var ki, ilim adamlarımız
bunun sert niteliğini belirlemek hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Cumhur
(Malik, Şafiî ve Ahmed) der ki: Sa'y etmek bir rükündür. Buna göre sa'y etmeyen
kimsenin bir sonraki sene hac etmesi gerekir. Çünkü İmam Ahmed'in Şeybe kızı
Safiyye'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sa'y
ediniz. Çünkü Allah üzerinize sa'y etmeyi yazmıştır." Yazmak ise vacib
(farz) kılmak anlamındadır. Yüce Allah'ın, "Üzerinize oruç tutmak yazıldı"
ayeti ve Hz. Peygamberin de: "Beş vakit namaz vardır ki Allah onları kullarına
farz kılmıştır" hadisi gibi. Bu haisi Ebu Davud ve Beyhakî Ubâde b.
es-Samit'den rivayet etmiştir.
Hanefîler
der ki: Sa'y etmek vacibdir. Herhangi bir kimse ülkesine geri dö-nünceye kadar
sa'y etmeyi terkedecek olursa kan akıtarak bunu telafi eder. Yani bir
kurbanlık koyunu keser. Çünkü Safa ile Merve arasında tavaf eden kimsenin
vebalinin olmayacağını belirten ve bunu "tatavvu* diye nitelendiren ayetin
zahiri bunu gerektirmektedir. Ayette: "Kim de gönül isteği ile bir hayır
işlerse (tatavvuda bulunursa)" diye buyurulmaktadır ki, bununla ikisi
arasında tavaf kastedilmektedir. Diğer taraftan eş-ŞaTrî, Urve b. Müderris
et-Tâî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müzdelife'de iken Resulullah
(s.a.)'m yanma vardım ve şöyle dedim: Ey Allah'ın Rasulü, ben Tayy dağından
geliyorum. (Buraya gelene kadar) üzerinde vakfe yapmadık bir dağ bırakmadım.
Benim hac-cım oldu mu? Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim bizimle bu
namazı kı-labilirse[41] ve
bizimle birlikte bu vakfeyi yapabilirse gece ya da gündüz olsun bundan önce de
Arefe'de vakfeye yetişebilmişse onun haccı tamam olur ve o yapması gerekeni
(haccın menasikini) yapmış olur." Hanefîler (buna dayanarak) derler ki:
İşte bu, sa'y etmenin şu iki açıdan Hacc'm rüknü olmadığını göstermektedir:
1- Hz. Peygamber ona haccının tamam olduğunu haber vermektedir. Halbuki
soran sa'yden söz etmemektedir.
2- Eğer sa'y haccm rükünlerinden olsaydı sorana bunu açıklardı. Çünkü Hz.
Peygamber, soranın sa'yin hükmünü bilmediğini biliyordu.
Anlaşılan
şu ki: Ayet her iki kesimin lehine de delil olmamaktadır. Çünkü bunun sebebi
öğrendiğimiz gibi Safa ile Merve arasındaki tavaf edenden vebali kaldırmaktır.
Daha önce ise ikisi arasında sa'y etmekten çekmiyorlardı. Çünkü cahiliye
döneminde bu iki tepe arasında iki put ya da İsaf ve Naile adında iki heykel
vardı. Cahiliye döneminde bunlara sürtünüyor ve bu putlar için tavaf
ediyorlardı. Yüce Allah Safa ile Merve arasında Allah için tavaf yapılacağını
ve bu iki tepenin O'nun şeairinden olduğunu beyan etmektedir. Yüce Allah'ın,
"Kim de gönül isteği ile bir hayır işlerse..." buyruğu hem Safa ile
Merve arasında tavaf (sa'y etmek) ile hayır işlemek anlamına gelebilir, hem de
ikisi arasında farz olan tavaftan fazlasını yapmak ihtimalini de ifade eder.
Dolayısıyla bu hususta tek dayanak sünnet kalır. Bu konuda da farklı farklı
rivayetler gelmiştir. Usul ilkelerine uygun olarak bunlar arasında tercih
yapılır. Bence ağırlık kazanan görüş delil olarak gösterdikleri hadisler
dolayısıyla cumhurun görüşüdür. Bu hadisler ise sa'yin farz olduğunu açıkça
ifade etmektedir. Yüce Allah'ın, "Kim de gönül isteği ile bir hayır
işlerse" buyruğu sa'yin vacib olduğuna bir işarettir. Her kim bundan
fazlasını yaparak tatavvuda bulunursa şüphesiz ki Yüce Allah onun bu amelinin
karşılığını ona verecektir.
Muhammed
(s.a.)'in peygamber olarak geleceğini gizleyen Yahudi hahamları ile Hristiyan
rahipleri hakkında nazil olan Allah'ın ayetlerini gizlemek ile ilgili ayete
gelince -ki Yahudiler "muhsan" olup zina edenlerin taşlanması emrini
de gizlemişlerdi- bunlara bir ayet değildir. Burada asıl muteber olan lafzın
genel oluşudur. Maksat ise hakkı gizleyen herkestir. O bakımdan bu ayet-i kerime
şer"î bir hükmü yahut faydalı bir bilgiyi ya da ümmet için yararlı bir
görüşü gizleyen her kişi hakkında geçerlidir. Buna İbni Mace'nin Ebu Hureyre
ile Amr b. el-As'tan ve onların Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğuna dair
rivayeti delildir: "Her kime bildiği bir husus hakkında soru sorulur da o
da bunu gizlerse Kıyamet gününde Yüce Allah ona ateşten bir gem takar." Bu
ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruklarını da hatırlatmaktadır: "Hani
Allah kendilerine kitap verilenlerden: Onu mutlaka insanlara açıklayıp
anlatacaksınız ve onu asla gizlemeyeceksiniz.' diye teminat almıştı..."
(Âl-i İmran, 3/87); "Allah'ın indirdiği kitaptan bir şey gizleyip de onu
az bir pahaya değişenler var ya..." (Bakara, 2/174). İşte Allah'ın ilim
ehlinden almış olduğu bu kafi söz ve teminat, O'nun buyruklarını gizleyip
tahrif etmenin haram olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir. Başka ayet-i
kerimelerde ise ilmi açıklayıp yaymaya teşvik eden açık emirler vardır. -Tehdit
söz konusu edilmese dahi- Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O
halde onlardan her bir kesimden bir grup dini iyice öğrenmek ve kavimleri
kendilerine döndüklerinde onları uyarmak için çıkmalı değil miydi? Umulur ki
sakınırlar." (Tevbe, 9/122).
Özetle;
ilim adamı ilmi gizlemek kastını güderse asi olur. Böyle bir maksadı olmazsa
ve bu bilginin başkası tarafından da bilindiği bilinmekte ise bildiğini tebliğ
etmek zorunda değildir. Ancak kendisine soru sorulan kimsenin tebliğde
bulunması, bu ayet-i kerimeler ve daha önce geçen hadis-i şerif dolayısıyla
vacib olur.
Bazıları
ayet-i kerimenin ilim öğretme karşılığında ücret almanın caiz olmadığına delil
olduğunu belirtirler. Çünkü bu ayet-i kerime, ilmi açıklamanın onu gizlemeyi
terketmenin lüzumunu göstermektedir. Herhangi bir eda etmesi gereken bir iş
için de ücrete hak kazanmaz. "Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi
gizleyip de onu az bir pahaya değişenler var ya..." (Bakara, 2/174) ayeti
bunu açıkça ifade etmektedir. İşte bu Kur"an öğretme ve din ilimlerini
öğretme karşılığında ücret almanın batıl olduğunun delilidir.
Ancak
sonraki ilim adamları (müteahhirûn) dini ilimleri öğretme karşılığında ücret
almanın caiz olduğuna dair fetva vermişlerdir. Buna sebep ise insanların bu
işlere gereken önemi vermeyişleri ve dünya hayatının metaı ile uğraşmaya
yönelmeleridir. Böylelikle ilimlerin zayi olması önlenmek istenmiştir. Diğer
taraftan müslümanlarm Beytülmal'inde ilim adamlarına ayrılan tahsisat ile ilim
adamlarının hayatta karşı karşıya kaldıkları meselelerini çözmek üzere gereken
imkâna sahip olmak zorunda olmaları sonraki alimlerin bu fetvalarını
vermelerine sebep teşkil etmiştir.
Allah'ın
indirdiklerini gizlemeye dair ayet-i kerime, onları gizleyenlerin çok ağır bir
şekilde tehdit edildiklerini göstermektedir. Çükü bu ayetlerin gizlenmesinde
insanlar için umumi bir zarar söz konusudur. Semavi kitapları işlemez hale
getirir. Peygamberi risaletlerin vazifesini ortadan kaldırır. Çünkü ilmin
gizlenmesi haramdır. Onun yayılması ve genelleştirilmesi icab eder. Bir kimse
insanları bildiğinden mahrum etmeye kalkışacak olursa Allah tarafından ve
bütün insanlardan ebedî olarak lanetlenmeye hak kazanır. Çünkü onlar hayır,
nur, hidayet ve doğruluk yolunu bilmekten insanları mahrum etmişlerdir.
Şanı
Yüce Allah'ın indirmiş olduğu apaçık delilleri, ayetleri ve hidayeti gizlemeyi
haram kıldığına dair buyruğu, tek bir kimsenin sözü ile amel etmenin vücubunu
göstermektedir. Çünkü onun sözünün kabul edilmesi vacib olmalıdır ki, onun
için de açıklamada bulunmak da vacib olsun. Diğer taraftan Yüce Allah,
"Ancak tevbe edenler ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna" diye buyurmakta
ve böylelikle onların haber vermeleriyle beyanın (açıklamanın) gerçekleşeceğine
hükmetmektedir.
Cenab-ı
Hak umut yollarını tıkamamaktadır. O bakımdan amellerini, sözlerini düzeltip
hakka doğru yönelen tevbekârlan, tevbeleri dolayısıyla istisna etmektedir.
Tevbe etmek için kişinin: "Tevbe ettim" demesi -önceki davranışına muhalif
bir davranış görülmedikçe- yeterli değildir. Eğer bir kimse mürted değil ise
İslâm'a, İslâm'ın şer"î hükümlerini açıktan işleyerek döner. Eğer masiyet
işleyen bir kimse ise onun salih amel işlediği görülmelidir; fesat ehlinden ve
daha önceki hallerinden uzak durmalıdır. Şayet putperest bir kimse ise putperestlerden
uzaklaşır, müslümanlarla oturup kalkar. Böylelikle önceki durumunun aksini
izhar etmiş, açıkça ortaya koymuş olur.
"Muhakkak
inkâr edip de kâfir olarak ölenler..." ayetiyle ondan sonraki buyruklar
kâfirlerin cehennem ateşinde ebediyyen kalacaklarına delildir. Bunlar ebedî
olarak lanet içerisindedirler. Bu lanetin gerekli kıldığı ceza içerisinde
kalacaklardır. Onlar Allah'ın rahmetinden kovulmuş kimselerdir. Onların görecekleri
azap kesintisiz ve daimîdir. Ne kesilir, ne hafifletilir, ne mühlet verilir, ne
süre tanınr. Onlara süre tanmmamasının anlamı ise herhangi bir süre kadar dahi
azaplarının ertelenmeyeceğidir.
Belli
kimseleri tayin etmeksizin genel olarak bütün kâfirlere lanet okumanın caiz
olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü İmam Malik, Davud b.
el-Husayn'dan rivayet ettiğine göre Davud, el-A'rec'in şöyle dediğini duymuştur:
"Ben insanların Ramazan ayında kâfirlere lanet okuyup durduklarını gördüm."
Bu kâfirlerin zimmî olmaları ile olmamaları arasında fark yoktur. Bununla
birlikte böyle bir lanet okuma vacib değil, mubahtır. Çünkü onlar hakkı inkâr
ederler, dine ve dindarlara düşmanlık beslerler. Yine şarap içenler, faiz
yiyenler, erkeklere benzeyen kadınlar ile kadınlara benzeyen erkekler ve buna
benzer hadis-i şerifte lanet edildiklerine dair rivayet varid olan masiyetleri
açıktan işleyen herkesin durumu da böyledir.
Muayyen
(belirli) bir kâfire gelince; İbnü'l-Arabî şöyle demektedir: Bence sahih olan
halinin zahiri ve onu öldürmenin onunla savaşmanın caiz oluşu sebebiyle ona lanet
okumanın caiz olduğudur.
[42]
Resulullah (s.a.)'ın da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah'ım!
Amr b. el-Âs beni (şiirle) hicvetti. O benim şair olmadığımı bilmektedir, o
bakımdan sen de ona lanet et ve o bana ne kadar hicvettiyse sen de onu
hicvet." diyerek, ona lanet okumuştur. Sonuçta Amr imana gelmiş, dini
kabul etmiş ve İslâm'a girmiş olsa dahi, ona lanet okumuştur. Bir grup ilim
adamı da şöyle demiştir: Muayyen bir kâfire lanet okunmaz. Çünkü bizler o
kimsenin camnın Allah tarafından ne halde alınacağını bilemiyoruz. İbnü'l-Arabî'nin
delil diye gösterdiği hadis ise zayıftır.
Kâfire
lanet okumak da onu küfürden alıkoymak için değil kâfir oluşuna bir cezadır.
Küfrünün çirkinliğini açıkça ortaya koymak içindir. Kâfirin hayatta olup
olmaması durumu değiştirmez. Bununla birlikte evlâ olan, genellikle lanet
etmemektir. Çünkü bu durum benzeri davranışla mukabelede bulunmaya veya
misliyle muameleye götürebilir, düşmanlık ve çarpışmaları alevlendirebilir.
İnsanlar
arasından kâfir olana lanet etmeye gelince; bu, kıyamet gününde küfrüne bir ceza
olarak, gönlü acı ve korkuyla dolması için olacaktır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi inkâr
edecek ve bazınız bazınıza lanet edecektir." (Ankebût, 29/25). Müslüman ve
asi muayyen bir kimseyi lânetlemeye gelince; İbnül-Arabî bunun ittifakla caiz
olmadığını zikretmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.)'tan gelen Buharî ve Müslim
tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygambere defalarca şarap
içen birisi getirilir. Bu kişinin adı Nuayman idi. Hz. Peygamberin huzurunda
bulunan bazı kimseler onun hakkında: Allah ona lanet etsin, bu işi yaptığı için
(cezalandırılmak üzere) ne kadar da sık getiriliyor, deyince Resulullah (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcısı olmayınız."
Böylelikle Hz. Peygamber o kimsenin kardeş olarak hürmete değer olduğunu ifade
etmekte ve bu ise ona karşı şefkatli olmayı gerektirmektedir. Bu hadis Nuayman
hakkında kendisine haddin uygulanmasından sonra söylenmiştir. Kendisine had
uygulanmayan kişiye gelince o kişiye lanet etmek caizdir. Çünkü Peygamber
(s.a.) ancak kendisine lanet edilmesi gereken kimseye lanet eder ve bu lanet,
lanet edilmesini gerektiren durum üzere devam ettiği surece sözkonusu olur. O
işinden tevbe edip kesinlikle vazgeçmiş ve had kendisini temizlemiş ise o
kimseye lanet edilemez.
Tayin
etmeksizin mutlak olarak asi olana lanet okumaya gelince, icmâ ile bu da
caizdir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:
"Allah bir yumurta çalan ve bundan dolayı eli kesilen hırsıza lanet
etsin."
[43] Tayin etmeksizin hırsıza
lanet okumak caizdir. Çünkü Yüce Allah (s.a): "Dikkat edin, Allah'ın
laneti zalimler üzerinedir." (Hud, 11/18) diye buyurmaktadır.
[44]
163- İlâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiç bir
ilâh yoktur. O Rahman'dır, Rahîm'dir.
164-
Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde,
insanlar için faydalı şeylerle denizlerde akıp giden gemilerde, Allah'ın
gökten indirip ölümünden sonra onunla yeryüzünü dirilttiği suda ve orada her
türlü hayvanatı üretip yaymasında, rüzgârları estirişinde ve gökle yer
arasında müsahhar kılınmış bulutlarda aklını kullanan bir topluluk için
ayetler vardır.
"O'ndan
başka hiç bir ilâh yoktur, O Rahmân'dır, Rahîm'dir." Burada ifadenin
takdiri: Bizim O'ndan başka veya varlık aleminde onun dışında bir ilâhımız
yoktur, şeklindedir. Bu buyrukla -Allah'tan başka- ilâh türü bütünüyle
nef-yedilmekte, reddedilmektedir.
[45]
"Nice
ayetler vardır." Burada "ayetler" kelimesinin belirtisiz gelmesi
onların değerlerinin büyüklüğüne işaret etmek içindir. Yani ilâhî kudrete
delâlet eden oldukça büyük ayetler vardır, demektir.
[46]
Sizin
ibadetinize hak sahibi olan "ilâhınız tek bir ilâhtır." Zatında da
sıfatlarında da benzeri yoktur.
"gece
ile gündüzün değişmesinde" gidip gelmekle, artıp eksilmekle değişip
durmasında "orada her türlü hayvanatı üretip yaymasında"
dağıtmasında... "Hayvanlar (dabbe)" yer üzerinde debelenen her türlü
canlı demektir. Ancak sırtına binilen ve sırtına yük vurulan hayvanlar hakkında
daha çok kullanılır. "rüzgârları estirişinde" güney, kuzey, sıcak ve
serin rüzgarlar olarak evirip çevirmesinde ve istenen cihetlere onları
yöneltmesinde, "gökle yer arasında" herhangi bir askı olmaksızın
"rnüsahhar kılınmış'' Yüce Allah'ın emriyle boyun eğdirilmiş ve Allah'ın
dilediği yere giden "bulutlarda aklını kullanan" düşünen, fikreden
"bir topluluk için nice ayetler" Yüce Allah'ın vahdaniyetine delâlet
eden alametler "vardır."
[47]
Atâ
dedi ki: Medine'de Resulullah (s.a.)'ın üzerine: "İlâhınız tek bir
ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur, O, Rahmân'dır, Rahîm'dir." buyruğu nazil
oldu. Mekke'de bulunan Kureyş kâfirleri ise: Bütün insanlara tek bir ilâh
nasıl yetebilir? dediler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Muhakkak göklerin ve
yerin yaratılışında... aklını kullanan bir topluluk için nice ayetler
vardır." buyruğunu indirdi.
Ebu'd-Duhâ
da dedi ki: şu: "İlâhınız tek bir ilâhtır." buyruğu nazil olunca
müşrikler, hayretle: Tek bir ilâh mı! diye sordular. Eğer doğru söylüyor ise
bize bir ayet (mucize, delil, belge) getirsin. Bunun üzerine Yüce Allah,
"Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." ayetini -sonuna kadar-
inzal buyurdu."
[48]
Bundan
önceki ayet-i kerimede Yüce Allah, Allah'ın ayetlerini inkar eden kâfirlerin ve
ayetleri gizleyenlerin durumunu, Allah'ın rahmetinden kovulmak, cehennem
ateşinde de ebediyyen kalmak şeklindeki cezalarını söz konusu ettikten sonra,
küfrün sebebi olan şirki açıklamaktadır.
[49]
Şanı
Yüce Allah Allah'ın vahdaniyetini kesin deliller ile ispat etmek suretiyle
rahmetinin tecellilerini, kudretinin delillerini sayarak hayrın, O'na, yalnızca
O'na sığınmakta olduğunu beyan ederek, küfür hastalıklarını tedavi etmeyi
irade buyurdu ve dedi ki:
Gerçekten
ibadete lâyık olan ilâhınız, varlık aleminde ondan başka ilâh bulunmayan
Allah'tır. Rahmeti her şeyi kuşatan, fayda ve hayrı elinde bulunduran, zararı
ve kötülüğü defetmeye kadir olan Allah'tır. O bakımdan O'na hiç bir şeyi ortak
koşmayınız. Gerek yaratmada Allah'ın ortaklan bulunduğuna inanmak veya
fiillerinde O'na yardım edenin bulunduğuna inanmak suretiyle ulûhiyette
şirkten; gerekse de yaratmayı ve tedbiri Allah ile birlikte başkasına isnad
etmek suretiyle ya da ibadet, helâl ve haram gibi serî hükümlerin O'ndan
başkasından alınması suretiyle Rubûbiyette O'na şirk koşmaktan uzak durunuz.
Nitekim Yüce Allah bu tür Rubûbiyet şirkine örnek olmak üzere şöyle
buyurmaktadır: "Onlar Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini Rabler
edindiler..." (Tevbe, 9/31)
Yüce
Allah'ın, "O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur." buyruğu O'nun dışındaki
ilâhları reddetmek suretiyle Allah'ın vahdaniyetini vurgulamakta ve Yüce Allah'ın
varlığını ispat etmektedir. "O Rahmân'dır, Rahîm'dir" buyruğunun anlamı
da şudur: Aslıyla, fiirûuyla, bütün nimetlerin mutlak sahibi O'dur. Bu nitelikteki
O'ndan başka kimse yoktur. Onun dışındaki her şey ya nimettir veya nimete
mazhar olandır.
Yüce
Allah'ın burada diğer sıfatları arasından özellikle vahdaniyet ve rahmeti
zikretmesi, hakkı gizleyen kâfirlere azabından korunmak için Allah'tan başka
bir sığınaklarının olmadığını hatırlatmak, tevbe etmeye onları teşvik etmek ve
lütfundan ümitlerini kesmemeyi hatırlatmak içindir.
Daha
sonra Yüce Allah bizzat bu kâinattaki vahdaniyetinin, kudret ve rahmetinin
delillerini irad ederek gökleri, yeri ve orada bulunan âlemleri, galaksileri
altlarından onları destekleyen direkleri olmaksızın ve üstlerinden askılar
bulunmaksızın yaratanın kendisi olduğunu beyan etmektedir. Bunlar hem
güzellikleri itibariyle eşsiz, hem düzenleri itibariyle oldukça hassastır.
Oralarda bulunan her bir şey, belli bir vadeye kadar yörüngesinde akıp gitmektedir.
Çekim diye adlandırılan bir hüküm gereğince aralarındaki ilişkiler son derece
sağlamdır. Göğün yıldızlan ve ayı aydınlatmak, ayların hesabını tesbit etmek
içindir. Oradaki güneş de hem aydınlatmak, hem canlılara, bitkilere ısı vermek
içindir. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Güneşi ışık, ayı
nur yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona konaklar tayn eden
O'dur." (Yunus, 10/5); "Karanın ve denizin karanlıklarında
kendileriyle yol bulaşınız diye faydanız için yıldızları yaratan
O'dur..." (En'am, 6/97).
Rahat
ve huzurlu bir hayata elverişli bir ortam olarak yeri yaratan O'dur. Bu yeri
türlü hazinelerle, çeşitli menfaatlerle doldurmuştur. İnsanın faydası için
müsahhar kılmıştır. Orada cansız varlıkları, madenleri, nehir ve ırmakları, hayvanları
ve bitkileri yaratmıştır. Her bir mahluk için bir gaye ve bir hikmet tesbit
etmiştir. Orada bulunanları boşuboşuna yaratmış değildir. Orada bulunan herbir
şey için yaşamanın, rızkını elde etmenin, varlığını südrümenin, hayatı
süresince kalmanın araçlarını, yollarını kolaylaştırmıştır. Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Kesinlikle inananlar için yeryüzünde ayetler
vardır." (Zâriyât, 51/20).
Göklerin
ve yerlerin yaratılışında bulunan azamet, kudret ve göz kamaştı-ncıhktan ayrı
olarak, bunlar bütün insanlara ilâhî rahmetin tecellilerindendir.
İnsan
üzerindeki nimetin tamamlanması, rahmet ile donatılması, asil, rahat ve
huzurlu bir yaşayışın yollarının kolaylaştırılması için Yüce Allah gece ile
gündüzün ard arda gelmesini takdir buyurmuş, enlem ve boylamlar sebebiyle dört
mevsimde uzunluk ve kısalık, sıcaklık ve soğukluk itibariyle aralarında
farklılık takdir buyurmuştur. Bölge ve ülkelere göre bunlar değişiklik
gösterir. Nitekim bu husus bir çok ayette dile getirilmiş bulunmaktadır.
"Öğüt ve ibret almak veya şükretmek isteyenler için gece ve gündüzü
birbirinin ardınca getiren O'dur." (Furkan, 25/62); "Biz gece ile
gündüzü iki ayet kıldık. Gece ayetini silip gündüz ayetini gösterici kıldık.
Rabbinizin lütfundan arayasınız, yılların sayısını ve hesabı bilesiniz diye.
İşte Biz her şeyi etraflıca açıkladık." (İsrâ, 17/12).
Allah
insana yolculuk yapmayı, eşyayı, ticaret mallarını, oldukça ağır yükler,
ülkeler arasında yelkenliler, buharlılar ve yüzbinlerce ton yük taşıyan atom
enerjisiyle çalışan gemiler vasıtası ile taşımayı kolaylaştırmıştır. Bunlar
savaşta da barışta da oldukça belirleyici bir rol oynarlar. Bunların Allah'ın
vahdaniyetine delil oluşları, bu gemilerin yapımı, yük taşımaları ve planlamalarının
incelenmesiyle ortaya çıkar. Suyun tabiatını tanımak, yer çekimi kanununu
bilmek, havanın, buharın, elektriğin tabiatını bilmek gibi. Bu gibi şeyleri ise
ancak bu güç ve enerjileri keşfeden, bunları insanların hizmetine sunan uzman
ilim adamları idrak edebilir. İşte bunlar, bu harikulade düzeni yoktan var eden
kudreti her şeyi kuşatan Allah'ın yarattıkları cümlesindendir. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de
O'nun ayetlerindendir. Eğer dilerse rüzgarı durdurur da o gemiler de (denizin)
sırtı üstünde kalakalırlar di. Şüphesiz ki bunda çokça sabreden ve pek çok şükreden
herkes için ayetler vardır." (Şûra, 42/32-33).
Kur*an-ı
Kerim Yüce Allah'ın, "İnsanlar için faydalı şeylerle" diye buyurmak
suretiyle, oldukça veciz (özlü) bir şekilde denizin faydalarını dile getirmektedir.
Yani yolculuklarında, ticaretlerinde, bir bölgeden bir diğerine değişik
maksatlar için gidip durmalarında çeşitli faydalar vardır. Böylelikle kendi
aralarında üretim, sanayi, gıda maddeleri, değişik türden elbiseler, ilaçlar ve
buna benzer şeylerin karşılıklı olarak mübadelesini, alışverişini yapabilmektedirler.
Yüce
Allah ölümünden sonra yeryüzünü diriltmek ve böylelikle insana ve hayvana da
nimette bulunmak üzere gökten yağmur indirmiştir. Şu hayatın kaynağıdır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Ve her canlı şeyi sudan yarattık."
(Enbiyâ, 21 '30) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: 'Ve sen yeryüzünü kuru
ve hareketsiz görürsün. Biz onun üzerine suyu indirdiğimizde onun sarsıldığ-nı,
kabardığını ve iıer çeşit göz kamaştırıcı güzel bitkiden bitirdiğini
görürsün." (Hacc, 22/5) O bakımdan yağmurun indirilmesi ilâhî bir rahmet
ve lütuftur.
Yağmurun
kaynağı, denizler üzerindeki hava tabakasının ısınması yoluyla su buharının
yükselmesidir. Daha sonra bu su zerrecikleri yoğunlaşmakta, bulut haline
gelmekte, arkasından bunların arasından yağmur düşmektedir. Bu da rüzgarların
bulutları yürütmesi ile olur. Bütün bunlar ise elbetteki Aziz ve Celil olan
Allah'ın iradesi ile gerçekleşmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Rüzgarları gönderen Allah'tır. Bu rüzgarlar bir bulut kaldırırlar da
gökte dilediği şekilde onu yayar, (bazan da) parça parça eder. Yağmurun onların
arasından çıktığını görürsün." (Rûm, 30/48); "Rahmetinin önünden rüzgarları
müjdeci olmak üzere gönderen O'dur. Nilıayet bunlar ağır ağır bulutları
kaldırınca Biz onları ölmüş bir yere sürer ve oraya su indiririz. Ve derken su
ile her türlü meyveden çıkarmış oluruz..." (A'râf, 7/57).
Yüce
Allah'ın kudret ve vahdaniyetinin delillerinden birisi de rüzgarları
yönlendirmesi, ilâhî irade, meşiet ve son derece sağlam ve hikmetli düzene göre
bunları evirip çevirmesidir. Bu rüzgarlar değişik yönlerden, değişik maksatlar
için esmektedir. Bitki ve ağaçlan aşılamak gibi. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ve biz rüzgarları aşılayıcılar olarak gönderdik."
(Hicr, 15/22). Kimi zaman rüzgarlar kısır olur, kimi zaman azab için olur:
"...O içinde çok acıklı bir azab bulunan bir rüzgardır. O Rabbinin emriyle
her şeyi tahrib eder. Onların meskenlerinden başka bir şey görülmez oluverdi.
Günahkârlar topluluğunu işte böyle cezalandırırız." (Ahkâf, 46/24-25).
Muayyen
bir düzene, sonsuz bir hikmete, hayret verici bir takdire uygun olarak değişik
bölgelerde yağmuru indirmek için önce bulutun yoğunlaşması, hava boşluğunda bir
araya gelip toylanması, sonra da emre boyun eğdirilmesi ve dağıtılması da ilâhî
kudretin tecellilerindendir.
Bütün
bu tecelliler, gizli sırları ve hayret verici incelikleri idrak etmek üzere
aklını kulanan, düşünen ve ibretle bakan kimseler için ibretler ve öğütler
topluluğudur. Bu gibi kimseler bunları yoktan var eden yaratıcının kudretine,
her şeyi düzenleyip idare eden mutlak ilâhın vahdaniyetine ve Allah'ın her şeyi
kuşatan rahmetine delil olarak değerlendirir. Bütün bu tecelliler eksiksiz bir
hikmetin ifadesidir. Allah'ın varlığına delalet eden, O'nun tek bir ilâh, her
şeyin ilâhı ve her şeyin yaratıcısı olduğuna delâlet eden kâinatın eksiksizliği
Allah'ın vahdaniyetinin açık belgeleridir. Bu ayet-i kerime Âl-i İmran süresindeki
şu ayetlere benzemektedir: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece
ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, elbette olgun akıl sahipleri için deliller
vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken daima Allah'ı
zikreder, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rabbimiz, Sen bunları
boşuna yaratmadın ve Sen münezzehsin. Artık bizi ateş azabından koru."
(Âl-i Imran, 3/91-93). Yüce Allah'ın "Rabbimiz" buyruğu ise düşünen
ve öğüt alan müminler için bir övgüdür.
Yüce
Allah zatına, sıfatlarına, şeriat ve kaderine delalet eden yaratıklarından
ibret almayanları yererek şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde nice
ayetler vardır ki, bunlardan yüz çevirici olarak (düşünmeksizin) üzerlerinden
geçer giderler. (Zaten) onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a iman
etmezler." Yusuf, 10/105-106). Burada açıklamakta olduğumuz: "Muhakkak
göklerin ve yerin yaratılışında..." ayeti ile ilgili olarak hadis-i
nebevide şöyle buyurulmak-tadır: "Bu ayet-i kerimeyi okuyup da onu bir
kenara atan kimselerin vay haline!" Bu hadiste anlatılan bu ayetten
gerekli şekilde ibret almayan, üzerinde düşünmeyen ve ona gereken önemi
vermeksizin geçip giden kimseye yazıklar olsun, demektir.
[50]
Şanı
Yüce Allah hakkın gizlenmesinden sakındırdıktan sonra ilk açıklanması gereken
ve gizlenmesi caiz olmayan şeyin tevhid olduğunu beyan etmekte, akabinde de
bunun delilini ve üzerinde dikkatle düşünmenin zorunluluğunu söz konusu
etmektedir. Düşünmek ise ilâhî sanatın ve harikulade yaratmanın akıllara
durgunluk veren yönleri üzerinde tefekkür etmektir. Böylelikle bunları mutlaka
bir yapanının olduğu ve O'nun benzersiz olduğu bilinecektir. Yüce Allah:
"İlâhınız tek bir ilâhtır" ayeti ile ulûhiyetinin tekliğini haber vermekte,
ortağının bulunmadığını, denginin olmadığını beyan buyurmaktadır. O bir ve tek,
ortaksız ve Samed olan Allah'tır. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. O
Rahman'dır, Rahîm'dir, Yezîd b. es-Seken kızı Esma'dan gelen rivayete göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın İsm-i Azamı şu iki
ayettedir: "İlâhınız tek bir ilâhtır, O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O
Rahman'dır, Rahîm'dir" ayeti ile (Âl-i İmran suresinin ilk ayetleri
olan): "Elif, Lâm, Mim. Allah (O'dur ki) O'ndan başka ilâh yoktur. O
Hayy'dır Kayyûm'dur."
Yüce
Allah'ın, "O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur." buyruğu nefiy ve isbat
(olumsuz ve olumlu) bir ifadedir. Bunun başı (olumsuz kısmı) küfür, sonu
(olumlu kısmı) ise imandır. Anlamı ise Allah'tan başka mabûd yoktur; şeklindedir.
Müslim, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her
kimin son söylediği söz "lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilâh
yoktur)" olursa cennete girer." Bundan maksat ise dil ile değil kalp
ile böyle olmasıdır. Eğer "lâ ilahe (ilâh yoktur)" deyip ölse ve
kalbinde de Allah'ın vahdaniyeti, Allah hakkında vacib olan sıfatlarına kesin
bir inanç varsa elbetteki cennet ehlinden olur. Ehl-i sünnet alimlerinin
ittifakı ile bu böyledir.
Daha
sonra Yüce Allah gökleri, yeri ve her ikisinde bulunanları yaratmakla,
bunların arasında yaydığı ve var ettiği, vahdaniyetine delalet eden mahlu-katı
ile ulûhiyetinin bir ve tek olduğuna dair delili irad etmektedir. Bu alemin bu
hayret verici yapının mutlaka bir yapıcısı ve bir sani'i vardır.
Semâvât
ayeti: Alttan direksiz, üstünden de askı bulunmaksızın yükselmektedir.
Yeryüzü
ayeti: Denizleriyle, nehirleriyle, madenleriyle, ağaçlarıyla, ovalarıyla,
dağlarıyla bir ayettir.
Gece
ve gündüz ayeti: Bilinmedik bir yerden birisinin gelip öbürünün gitmek
suretiyle değişip durmaları, aydınlık, karanlık, uzunluk ve kısalık türünden
niteliklerindeki değişmeler bir ayettir. Gündüz; tanyerinin ağarmasından
güneşin batımına kadar olan vaktin adıdır. Gece ise güneşin batışından tanyerinin
ağarmasına kadar olan vaktin adıdır.
Gemiler
ayeti: Allah bu gemileri su üstünde akıp gidecek, su üzerinde ağırlıklarına
rağmen duracak şekilde müsahhar kılmıştır. Gemi yapan ilk kişi Yüce Allah'ın da
haber verdiği gibi Nûh (a.s.)'dir. Hz. Cebrail ona "Sen bu gemiyi kuşun
göğüs kafesi şeklinde yap." demiş. Hz. Nuh da Hz. Cebrail'in gösterdiği
şekilde gemiyi yapmıştır. Gemi ters dönmüş uçan bir kuştur. Onun altındaki su
ise üstündeki havaya benzer.
Gemiler
insanlar için müsahhar kılındığına göre, ticaret kasdı ile olsun hac ve cihad
gibi ibadet kasdı ile olsun, mutlak olarak deniz yolculuğu yapmak caizdir.
Yağmur
ayeti: Yağmurun oluşma keyfiyeti bir araya gelmesi, dağılması, yağmur ile
dünyanın hayat bulması, bitkilerin rızıklann çıkması, yerde suyun biriken
kısımlarının yağmurun inmediği vakitler için hazır bulundurulması bir ayettir.
Nitekim Yüce Allah suyun yerde birikmesi ile ilgili olarak, "Biz onu yerin
içinde durdurduk." (Müminûn, 23/18) diye buyurmaktadır.
Semâda
da türlü türlü canlılar vardır. Nitekim Yüce "Ve orada her tür hayvanatı
üretip yaymasında..." diye buyurmaktadır. Ayet-i kerimede geçen
"ed-dâbbe (canlı hayvan)" bütün hayvanları kapsayan bir ifadedir.
Rüzgâr
ayeti: Rüzgarların estirilmesi, yani aşılayıcı olarak, helak, ceza ve yardım
olarak, sıcak ve soğuk olarak, tatlı bir esinti ve fırtına şeklinde olarak
gösterilmesi de başlı başına bir ayettir. Rüzgarlar ile sıkıntılar açılır,
nefes almak, rahatlamak söz konusu olur. Ebu Davud'un rivayetine göre Ebu
Hureyre şöyle demiş: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim:
"Rüzgar Allah'ın rah-metindendir. Rahmet ile de gelir, azab ile de gelir.
Rüzgarı gördüğünüz vakit ona sövmeyiniz. Allah'tan o rüzgarın hayrını
dileyiniz, onun şerrinden de Allah'a sığınınız." Dikkat edilecek olursa
(rüzgarlar anlamına gelen) "riyali" kelimesi hayırlı hususlarda, rîh
kelimesi ise azab hakkında kullanılır. Resulullah (s.a.) rüzgar estiğinde
şöyle dermiş: "Allahım sen bu rüzgarı "riyâh" kıl, bir
"rıh" kılma!" Çünkü azab rüı'i (rüzgarı) oldukça şiddetli olup
birbirine bitişik parçalarmış gibi tek bir bütünü andırır. Rahmet rîhi
(rüzgârı) ise yumuşak ve parça parça eser.
Bulut
ayeti: Bulutun bir araya gelip toylanması, bir yerden başka bir yere hareket
ettirilmesi, direksiz ve askısız olarak sema ile arz arasında durması bir
ayettir. Uçakta seyahat edenler dağları andıran bulutların arasından geçerken
bu delili daha da iyi anlarlar. Ka'b el-Ahbâr der ki: Bulutlar yağmurun eleğidir.
Eğer su semadan indiği vakit bulut olmasa bu su yerde neyin üzerine düşerse
onu ifsâd eder, bozardı.
Özetle,
Yüce Allah'ın, "İlahınız tek bir ilâhtır.." buyruğu vahdaniyet prensibini
vurgulamak, Allah'ın yaratıklara rahmet ve şefkatini ispat etmek içindir.
Bundan sonra zikredilenler ise, Allah'ın vahdaniyetine, kudret ve rahmetine
dair apaçık delilleri ortaya koymak içindir. Şanı yüce Allah vahdaniyetinden
söz etmekle yetinmeyerek, Kur'an-ı Kerim'in ayetleri üzerinde dikkatle düşünmeyi
de söz konusu ederek peygamberine şöyle hitab etmektedir: "De ki: Göklerde
ve yerde ne var bir bakınız." (Yunus, 10/101). Burada muhatablar kâfirlerdir.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İman etmeyen bir kavme ayetlerin ve
uyarmaların faydası yoktur." (Yunus, 10/101). Bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Onlar göklerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?"
(A'râf, 7/185) Melekût ise; ayetler demektir. Bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Ve sizin nefislerinizde de (ayetler vardır); hiç görmez
misiniz1?" (Zâriyât, 21/51); anlamı ise şudur: Onlar bütün bunlara
tefekkür ve ibretle, düşünmek kasdı ile bakmazlar mı? Ta ki bunların hadislere
(meydana gelen olaylara) ve değişmelere mahal olmalarını, yaratılmış
olduklarına delil olarak değerlendirsinler ve muhdes olanın (yaratılanın)
kendisini vareden bir sanatkâra (yaratıcıya) mutlaka muhtaç olduğunu, bu
sanatkârın ise hikmeti sonsuz, her şeyi bilen, gücü her şeye yeten, mutlak
irade sahibi, her şeyi işiten, her şeyi gören ve mütekel-lim (hiç bir vasıtaya
ihtiyaç duymaksızın kendisine has bir şekilde konuşan) olduğuna delil olarak
görsünler. Çünkü O, bu niteliklere sahip olmasa insan ondan daha kâmil olurdu.
Buna ise imkân ve ihtimal yoktur.
[51]
165-
İnsanlar içinde Allah'tan başkasını eş edinen kimseler de vardır. Onları
Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden)
çok daha sağlamdır. Zulmedenler azaba uğrayacakları vakit, kuvvet ve kudretin
bütünüyle gerçekten Allah'ın olduğunu ve Allah'ın hakikaten pek acıklı azap
sahibi olduğunu görselerdi...
166- O zaman kendilerine uyulanlar uyanlardan
hızla uzaklaşırlar. O azabı görmüşlerdir artık. Aralarındaki ilişkiler de
kopup gitmiştir.
167- Uyanlar şöyle demiştir: "Bizim için
(dünyaya tekrar) bir dönüş olsaydı da bizden uzaklaşıp gittikleri gibi biz de
onlardan uzaklaşsaydık!" Böylece Allah hasretler vererek amellerini
kendilerine gösterecektir. Onlar cehennemden çıkacak da değillerdi.
Burada
"görselerdi..." bilselerdi anlamına gelmektedir. 166. ayet-i kerimedeki
"iz"in -ifade geleceği anlatmak ile ilgili olmakla birlikte- geçmiş
için kullanılması Yüce Allah'ın verdiği haberin meydana geleceğinin doğruluğu
sebebiyle tıpkı geçmişte olup bitmiş gibi kabul edilmesinden, dolayıdır.
"Kuvvetin bütünüyle gerçekten Allah'ın olduğunu... görselerdi." O
zaman kuvvetin gerçekten Allah'ın olduğunu elbetteki bilirlerdi, takdirindedir.
[52]
"Allah'ı
sever gibi..." buyruğu mürsel ve mücmel bir -teşbih- benzetmedir. Çünkü
burada edat zikredilmiş fakat benzeme yönü (vech-i şebeh) hazfedilmiş-tir.
"İman
edenlerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlamdır." buyruğu
Allah'ı daha çok severler ifadesinden daha beliğdir.
"Zulmedenler...
görselerdi" buyruğunda "görselerdi" ifadesinde zamir ile yetinilmeyip
ayrıca "zulmedenler" denilmesi azabın sebebini açıklamak içindir. Bu
da ileri derecedeki zulümdür. Yüce Allah'ın, "Azaba uğrayacakları
vakit" buyruğu ile "Aralarındaki ilişkiler de kopup gitmiştir"
buyruklarında tarsî' vardır. Bu ise kelâmda seci' olmasıdır, (el-azab ile
el-esbâb kelimeleri arasında).
[53]
"Eşler
(=nidd kelimesinin çokluk şekli: endâd)": Putlar demektir. Nid kelimesi
eş ve benzer anlamındadır.
"Onları
Allah'ı sever gibi severler." Seven kimsenin yaptığı gibi onları tazim
eder, onlara boyun eğip itaat ederler.
"İman
edenlerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlamdır." Müşriklerin
putlarına olan sevgilerinden daha fazladır. Çünkü müminler herhangi bir şekilde
Allah'tan yüz çevirmezler. Kâfirler ise sıkıntılı ve zorlu zamanlarında
putlarını bırakıp Allah'a yönelirler.
"Zulmedenler
azaba uğrayacakları vakit... görselerdi." Görselerdi, bilselerdi
anlamındadır. Bunun cevabı ise hazfedilmiştir. Anlamı şudur: Şayet dünyada
iken Allah'ın azabının ne kadar şiddetli olduğunu, kudretin yalnızca Allah'a
ait olduğunu, bu azabı görecekleri vakit olan Kıyamet gününde görüp bilecekleri
gibi bilselerdi, O'ndan başka eşler edinmezlerdi. Veya -önceden de geçtiği
gibi- kuvvetin yalnızca Allah'ın olduğunu bilirlerdi.
"Uzaklaşmak"
(Teberrî): Yakını ve komşusu olmaktan tiksinilen kimseden sıyrılıp uzaklaşmaya
çalışmaktır.
"Kendilerine
uyulanlar" başkanlar ve önderler "uyanlardan hızla uzaklaşırlar."
yani önderler, kendilerine uyanları saptırdıklarını inkâr eder, reddederler.
"İlişkiler":
Bu kelimenin (el-esbâb) tekili ip anlamına gelen "sebep"tir. Daha
sonra manevi bir maksada kendisi aracılığıyla ulaşılan her şey hakkında daha
çok kullanılır olmuştur. Maksat aralarındaki ilişki ve bağlantılardır.
"Allah
hasretler vererek amellerini kendilerine gösterecektir." Hasret, kalbin
acı duyacak şekilde aşırı pişmanlık ve keder duyması demektir.
[54]
Bundan
önceki ayet-i kerimede Yüce Allah vahdaniyet ve rahmetinin delillerini ortaya
koydu. Burada da bu delilleri akılları ile kavrayamayıp Allah'a eş koşarak
onlardan hayır bekleyen, kötülükleri gidermelerini uman kimselerin durumunu
söz konusu etmektedir. İşte bu kişiler müşrik olanlardır. Dünyada ilâhlarına
karşı durumları budur, ahiretteki akıbetleri de budur.
Bu
müşrikler Yüce Allah'a eşler ve benzerler koştular. Bunlar ise onların
başkanları yahut putları, heykelleridir. Onları Allah'ı sevdikleri, O'na itaat
edip ibadet ettikleri gibi sever, itaat eder ve tapınırlar. Allah'a
yaklaştıkları gibi onlara yaklaşmaya çalışırlar. İhtiyaçları anında Yüce
Allah'a sığındıkları gibi bunlara sığınırlar. Fakat onlar bütün bu hallerinde
şaşkındırlar, tutarsızdırlar. Kimi zaman bir insana, bir puta ya da bir
hayvana sığınabilirler. Fakat onlara sığınmak suretiyle herhangi bir maksatları
da gerçekleşmemektedir. Putlarının acizliklerine rağmen, müminlerin kudreti
dolayısıyla Allah'a olan sevgileri gibi putlarını severler.
Kendisinden
başka hiç bir ilâh bulunmayan, eşsiz, beraberinde ortağı bulunmayan bir ve tek
Allah'a sığınmak ise, asıl insanın gaye ve maksadını gerçekleştirecek olandır.
Çünkü mutlak egemenlik sahibi, kapsamlı kudret sahibi, geniş rahmetin sahibi
sadece Allah'tır. Fakat kul için duanın kabul edilebilmesine yardımcı olan
gerekli sebepleri yerine getirmek de gerekmektedir. Allah'a güvenerek
sebeplerine yerine getirmekte kusurlu hareket eden kimse, Allah'ı tanımayan bir
kimsedir. Tıpkı Allah'tan başka putlara, heykellere sığınan kimsenin Yüce
Allah'a şirk koşması gibi.
Bu
bakımdan müminler her şeyden çok Allah'ı severler. Allah'ın adaletinden, hiç
bir mümin asla şüphe etmez. O'na hiç bir şeyi ortak koşmaz. Bütün işlerinde
yalnızca O'na sığınır. Mümin zorluk zamanlarında da rahatlık zamanlarında da
Allah'ı sevmek ve Allah'ı tazim etmekte aynı haldedir ve bu doğru halini
devamlı sürdürür. Allah'tan uzaklaşıp başkasına yönelmez. Müşrikler ise böyle
değildir. Onlar sıkıntılı zamanlarında Allah'a koştukları ortaklardan yüz
çevirip Allah'a yönelirler, O'na sığınırlar, O'na boyun eğerler. Allah'a eş
koştukları varlıkları ise kendileri ile Allah arasında aracılar kabul ederler
ve, İşte bunlar Allah nezdindeki şefaatçilerimizdir, derler. Kimi zaman bir
puta taparlar, sonra da bir başkasına tapmak üzere onu reddederler ya da
Bâhilelile-rin açlık senesinde yağ veya kavrulmuş una karıştırılmış hurmadan
yaptıkları ilâhlarını yemesi gibi, tanrılarını yerler.
Daha
sonra Yüce Allah bu yolla kendilerine zulmeden müşrikleri tehdit etmekte ve
şöyle buyurmaktadır:
Allah'a
şirk koşup eşler edinmek suretiyle kendilerine zulmedenler, üzerlerine
şiddetli azabın yağdırılacağı vakti bir görselerdi! O vakit gücün yalnızca
Allah'a ait olduğunu, bütün varlıklarda ve kâinatta tasarruf eden biricik kudret
sahibinin O olduğunu, bilirlerdi. Bütün insanlar, taşlar, putlar ve başkaları
üzerinde, her durumda ve her zamanda ahiret aleminde de dünya aleminde de
herhagi bir fark söz konusu olmaksızın biricik mutlak tasarruf sahibi yalnız
O'dur.
Onlar
bunu bilseler ve gerçek anlamıyla maslahatlarını idrak etseler içinde
bulundukları durumdan vazgeçerlerdi. Kıyamet gününde uyanların ve uyu-lanlann
durumuna gelince; bu da gerçekten dehşete düşürücü, hayreti hatta alayı
gerektiriri bir durumdur. Çünkü melekler, cinler ve insanlar gibi kendilerine
uyulan ve tapınılan başkanlar, kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklar ve
ayrılacaklardır. Çünkü onların her birisi bizzat kendisini kurtarmaya çalışacaktır.
Zaten onların müşriklerin yaptıklarından razı olmaları da düşünülemez. O
bakımdan tapınılan her bir varlık ile kendilerine tapanlar ilişkilerin biteceği,
çarelerin ve kurtuluş sebeplerinin tükeneceği bir zaman da kurtuluş ümidi
kalmaz. O vakit kişiyi ateşten hiç bir şey uzaklaştıramaz ve hiç bir şey
alıkoyamaz. Uyanlar şöyle diyecek: Ah dünyaya bir geri dönebilsek! Bugün onların
bizden uzaklaştıkları, bizleri sıkıntı ve sapıklık içinde bıraktıkları gibi biz
de onlardan uzaklaşırız.
İşte
gördükleri bu azabın benzeri olmak üzere de Allah amellerinin cezasını onlara
hasretler halinde gösterecektir. Yani Yüce Allah onlara amellerinin ruhlarında
nasıl bir çöküntüye sebep olduğunu gösterecektir. Çünkü bu kötü amelleri
sebebiyle onlar hasret, bedbahtlık ve hüsran içerisinde kalmışlardır. Bu
ameller yok olup darmadağın olup gidecektir. Onlar başkanlarına karşı
duydukları hıncı ve kinlerini susturmak için Cehennemden çıkıp dünyaya asla
gidemeyeceklerdir. Çünkü onların Cehenneme girişleri şirk sebebiyle ve putlara
duydukları sevgi dolayısıyla olacaktır.
[55]
Şüphe
yok ki Allah nezdinde en büyük suç O'na ortak koşmaktır: "Muhakkak Allah
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; fakat bundan aşağısını dilediği
kimselere bağışlar." (Nisa, 4/48). Buharî ile Müslim'de de Abdullah b.
Mesud'un şöyle dediği kaydedilmektedir: "Ey Allah'ın Rasulü! En büyük
günah hangisidir?" dedim. Şöyle buyurdu: "Seni yaratan O olduğu halde
Allah'a eş koşmandır."
Gerçekten
üzülmeyi gerektiren ve akılları dehşete düşüren durumlardan birisi de Allah ile
birlikte başkanlarını veya bir takım putları ilâh edinen müşriklerin, batıla
rağmen putlarını, hak üzere olan müminlerin Allah'ı sevmeleri gibi
sevmeleridir. Onların putlarına karşı duydukları sevgi ve putlarına -acizliklerine
rağmen- tapınmaları, müminlerin kudreti sonsuz Allah'a duydukları sevgiye
benzemektedir.
Eğer
müşrikler azabı gözleriyle görecek olurlarsa işte o vakit, kuvvetin bütünüyle
yalnızca Allah'ın elinde olduğunu bilirler. Yani hükmün yalnızca O'nun
olduğunu, hiç bir kimsenin O'nun ortağı olmadığını, her şeyin O'nun kahrı, galibiyeti
ve egemenliği altında olduğunu ayrıca Allah'ın azabının pek çetin olduğunu da
bilirlerdi.
Peygamber
(s.a.) elbetteki bunu biliyor idi. Ona hitap edilirken maksat onun ümmetidir.
Çünkü onun ümmeti arasında bu gibi şeyleri müşahade etmek suretiyle bilgisini,
ilmini (yakînini) güçlendirmeye muhtaç olanlar vardır.
Kıyamet
gününde kendilerine tapınılanlar kendilerine tapanlardan uzaklaşacaklardır.
Meselâ, melekler şöyle diyecektir: "Onlardan uzaklaşıp Sana sığındık.
Onlar bize ibadet etmiyorlardı." (Kasas, 28/63). Yine şöyle diyeceklerdir:
"Biz seni tenzih ederiz. Bizim velimiz (mabudumuz) onlar değil, sensin. Bilakis
onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu onlara inanıyorlardı."
(Se-be', 34/41). Cinler de aynı şekilde kendilerine ibadet edenlerden
uzaklaşacak, kendilerine yaptıkları ibadetler ile aralarındaki ilişkileri kabul
etmeyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendisine
Kıyamete kadar cevap vermeyecek, Allah'tan başkasına dua edenden daha sapık
kim olabilir? Halbuki onlar bu (dua eden)nların dualarından gafildirler.
İnsanlar haşrolun-duklarında da onlar kendilerine düşman olur ve onların
ibadetlerini inkâr ederler." (Ahkâf, 46/5-6). Yüce Allah bir başka yerde
de şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'tan başka ilâhlar edindiler ki, onlar
asıtasıyla aziz olsunlar diye. Hayır, öyle olmazlar. Onların ibadetlerini
reddedip onlara karşı olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).
Yine
ibadet edenler de ibadet ettiklerinden uzaklaşacaklar ve salih amel işleyip
uydurma ilâhlardan uzak durmak üzere dünyaya döndürülmeyi temenni
edeceklerdir. Hatta onlar Yüce Allah'tan uydurma ilâhlarına kat kat azabın
verilmesini dahi isteyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Yüzlere ateşte evrilip çevrileceği o günde diyecekler ki: Keşke biz
Allah'a ve ra-sule itaat etseydik. Yine diyecekler ki: Rabbimiz gerçekten biz
başkanlarımıza ve büyüklerimize itaat ettik de onlar da bizi yoldan
saptırdılar. Rabbimiz! Onlara azabtan iki katı (fazlası)nı ver ve onları en
büyük lanetle lanetle." (Ahzab, 33/66-68).
Onlar
böyle bir temennide bulunurlarken yalan söylemektedirler. Çünkü dünyaya
döndürülecek olsalar yine onlar için yasak olan şeyleri yapacaklardır. Yüce
Allah'ın onlara dair verdiği haberde olduğu gibi, onlar gerçekten yalan
söyleyenlerdir.
Fakat
ister ibadet edenler olsun, ister kendilerine ibadet edilenler olsun her iki
kesimden kâfirler hakkında azab sözü hak olmuştur. Allah kendilerine
işledikleri kötü amellerini açıkça gösterecektir. Onlar için cehennem hak olmuştur.
İbni Mesud ve es-Süddî der ki: "Terkedip işleyemedikleri salih ameller
dolayısıyla cenneti kaçırmış olacaklardır?" Bu amellerin kendilerine izafe
edilmeleri bu salih amelleri işlemekle emrolunmaları bakımındandır. Fasid amellerin
onlara izafe edilmeleri ise, fiilen onları işlediklerinden dolayıdır.
Yüce
Allah'ın, "Onlar cehennemden çıkacak da değillerdir." buyruğu kâfirlerin
orada ebediyyen kalacaklarına ve hiç bir zaman çıkamayacaklarına bir delildir.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar deve (veya kendir) iğne
ipliğinden girmedikçe cennete girmeyeceklerdir." (A'râf, 7/40).
[56]
168-
Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yiyin. Şeytanın
adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.
169-
O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi emreder.
170- Onlara: "Allah'ın indirdiğine
uyun!" denildiği zaman onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve
doğruyu da bulamamış idiyseler?
171-
O inkâr edenlerin hali bağırıp çağırıştan başka bir şey duymayanlara
haykıranın haline benzer. (Onlar) sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Onun
için akıl erdiremezler.
"Helâl
ve temiz olanlarını..." Bu buyruklar ya mahzûf bir mefûlün sıfatıdır, o
zaman ifadenin takdiri şöyle olur: Helâl ve temiz olan şeyi yiyin (meal buna
göredir); ya da mahzûf bir masdarm sıfatıdır ve takdiri şöyle olur: Yenmesi
helâl ve temiz olanları yiyin.
'Ya
ataları bir şeye akıl erdirememiş... idiyseler." Buyruktaki sorunun manası
azardır. İfadede: "Yine de onlara uyacaklar mı?" şeklinde takdiri bir
mana da vardır. Çünkü bu anlam kendiliğinden bilinmektedir.
"O
inkâr edenlerin hali..." buyruğundaki misalin takdiri şöyledir: İnkâr
edenleri davet edenin hali... Ya da takdiri şöyle olabilir: İnkâr edenleri
davet etmek... bir şey duymayanlara haykırmak gibidir...
[57]
"Şeytanın
adımları" Burada ona uymak ve onun izlerinin ardından gitmek yerine
"istiare" olarak kullanılmıştır.
"Kötülüğü
ve hayasızlığı... emreder." burada (özel olan) el-fahşâ=hayasız-hk, (genel
olan) es-sû'= kötülük'e atfedildiğinden dolayı, özel olanın genel olana
atfedilmesi söz konusudur. Çünkü kötülük bütün masiyetleri kapsayan daha genel
bir ifadedir. Fahşâ (hayasızlık) ise masiyetlerin en çirkin olanıdır.
"O
inkâr edenlerin hali..." buyruğunda benzetme edatı söz konusu edildiğinden
dolayı mürsel bir teşbih vardır. Diğer taraftan benzeme yönü -vech-i şe-beh
hazfedildiği için de mücmel bir teşbîh vardır.
"Sağırdırlar,
dilsizdirler ve kördürler." buyruğu beliğ bir teşbihtir. Çünkü burada
benzeme yönü ve benzeme edatı hazfedilmiştir. Yani onlar hakkı işit-memekte,
sağırlar gibi, Kur"an'dan yararlanmamak açısından da kör ve dilsizler
gibidirler.
[58]
"Helâl
ve temiz": Helâl, şeriat tarafından mubah kılınandır. Haram da şeriatın
yasakladığı, haram kıldığıdır. "Temiz" ise teTrid edici bir sıfattır.
Kendisinden lezzet alman şey demektir.
"...adımlar"
dan kasıt şeytanın yollarıdır. Yani onun yolu üzerinde yürümek, onun süslü
gösterdiklerinin ardından gitmek yasaklanmaktadır.
"O,
size ancak kötülüğü" meydana gelmesi yahut da akıbeti kötü olan ya da kötü
ve çirkin olanı, "hayasızlığı" şer"an çirkin görülen veya
insanlar gözünde çirkin olan türlü masiyetleri "emreder." Yani
bunları işlemeyi size vesvese ile telkin eder ve adeta emrine uyulan bir
amirmiş gibi size musallat olur, üzerinizde hakimiyet sahibi olur. Fahşâ
(hayasızlık); aklın reddettiği şeriatın çirkin gördüğü aşırı derecede çirkin
olan her şey demektir. O bakımdan bu kelime "kötülük (sû')M kelimesinden
daha çirkin ve daha ağır bir kelimedir. Şeytan ayrıca haram kılınmadık şeyleri
ve bu tipten şeyleri sizlere telkin ederek "Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyleri söylemenizi emreder."
"Allah'ın
indirdiğine" tevhid ve temiz şeylerin helâl kılınması hükümlerine
"uyun denildiği zaman... Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş"; bir
şeye akıl erdirmek, delili ile onu bilip tanımak, sebep ve sonuçlarıyla
kavramak demektir.
"Bağırıp
çağırıştan başka bir şey duymayan" yani sadece sesi işitip ne anlama
geldiğini kavrayamayan kimseler... Bunlar öğüdü işitip onun üzerinde düşünmemek
açısından hayvanlar gibidirler. Bu hayvanlar çobanlarının seslerini işitir,
fakat ne söylediğini anlayamaz. İşte bunlar da verilen öğütleri akıl-lanyla
kavrayamazlar. Nida (mealde: bağırmak) uzaktaki için yapılır, dua (mealde:
çağırmak) ise yakma yapılan seslenişi ifade eder.
[59]
168.
ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle demektedir: Bu ayet-i
kerime Sakîf, Huzâa ve Âmir b. Sasaa hakkında nazil olmuştur. Bunlar
kendilerine bir takım ekin ve davarları haram kılmışlardı. Ayrıca Bahîra, Sâıbe.
Vasile ve Hâmî denilen (çeşitli şekillerde niteledikleri) develeri de haram
kılmışlardı.
[60]
Şirkin
ne gibi kötü sonuçlar doğurduğunu beyan ettikten sonra Yüce Allah, faydalı ve
temiz olanları yemeyi emretmektedir. Yüce Allah kullarına yeryüzünde bulunan
helâl ve temiz şeyleri yemeyi mubah kıldığından dolayı helâl yolları da pek
çoktur. Bundan dolayı Yüce Allah onlara sadece haram olanları beyan etmiştir.
[61]
Yüce
Allah, Allah'a eş tutanların durumunu, bunların görecekleri azabı, ayanlarla
uyulanlar arasındaki, başkanların yönetimleri altındakilerden sağladığı
menfaatler demek olan ilişki ve bağlantıların kopuşunu beyan ettikten sonra, bu
ilişkilerin haram kılman ilişkiler olduklarını açıklamaktadır. Çünkü bunlar pis
ve murdar şeyleri yemek, şeytanın adımlarına tabi olmaktır. Sapıklığın sebebi
ise akıl ve belgeye dayalı olmaksızın ataların izledikleri yola güven
beslemektir.
Yüce
Allah: "Ey insanlar!" şeklinde hitab etmektedir. Yani hitap mümin ve
kâfiri kapsamaktadır. Diğer taraftan Allah'ın nimetleri bütün insanları kuşatmaktadır.
Küfür, ilâhî nimetlere nail olmaya engel değildir. Allah bütün insanlara
yeryüzünde bulunan Allah'ın kendileri için helâl kıldığı şeyleri ve herhangi
bir şüphe, bir günah ve başkasının hakkı taalluk etmeyen temiz şeyleri yemelerini
istemektedir. Onlardan başkaların kendilerine uyanlardan aldıkları pis ve
murdar şeyleri de yememelerini emretmektedir. Çünkü bunlar haramdır,
murdardır, yenilmeleri helâl şeyler değildir. Bu aynı zamanda Kitap Ehline
mensup din adamlarının kendi dinleri üzere kaldıklarını, İslâm'a iman etmediklerini
göstermektedir. Onların bu durumları ise kendi konumlarını, batıl başkanlıklarını
korumak ve batıl yollarla başkalarının mallarını batıl yollarla almak içindir.
O
bakımdan ey insanlar! Şeytanın aldatma, saptırma ve vesveseleri sonucu onun
yoluna tabi olmayınız. Çünkü şeytan ancak kötülüğü ve münkeri telkin eder.
Şeytan, atamız Adem (a.s.)'den itibaren apaçık bir şekilde insanın bir
düşmanıdır. Hiç bir zaman hayır namına bir şey emretmez. O çirkinden başka bir
şeyi emretmez. O kötü duyguların kaynağıdır, masiyetleri süsleyendir. O
bakından ondan hazer ediniz, ona uymayınız. O vesvesesiyle, üzerinizdeki tasallut
ve baskısıyla kendisine itaat edilen bir âmir gibidir. Siz dünyanızda da
ahiretinizde de size kötülük getiren şeyleri yapmakla onu bu konuma yükseltmiş
oluyorsunuz.
Şeytan
sizlere Allah hakkında, O'nun dini ile ilgili olarak, kesin olarak iti-kad,
dini ibadetler hususunda Allah'ın şeriatinden olduğunu bilmediğiniz şeyleri
söylemenizi ya da haramı helâl yapmaya, helâli de haram yapmaya kalkışmanızı
emretmektedir. Böylelikle o akideyi ifsad etmek, şeriati de tahrif etmek
gayesini gerçekleştirmek istemektedir.
Daha
sonra Kur"an-ı Kerim müşriklerden ve bazı Yahudilerden şöylece söz
etmektedir: Onlara "Allah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'in üzerine indirdiği
vahye uyunuz. Çünkü bu daha hayırlıdır ve daha uygundur. Buna karşılık onun
dışında edindiğiniz dost ve velilerinize uymayınız," denildiği zaman
bunlar, kör bir taklid ile atalarını taklidin yoluna düşmektedirler. Bunu
yaparken de sadece geçmişte yapılageldikleri, alışageldiklerine güvenip
dayanmaktadırlar. Yüce Allah ise onların bu tutumlarını şöylece reddetmektedir:
Taklit
ve adetlerinde onlar atalarını üzerinde gördükleri şeylere mi tabi
olacaklardır! Ataları akaid ve ibadetler konusunda hak namına hiç bir şeye aklı
ermeyen kimseler olsalar da mı? Evet, onlar bu konuda mantıkî her türlü delilden
uzak kalsalar ve doğrudan ayrı olsalar dahi (yine de atalarına) uymaya devam
edeceklerdir. İşte bu, delilsiz olarak taklidin yerilmiş olduğunu göstermektedir.
Müctehidlere tabi olmak yani onların delillerini bildikten sonra müc-tehidleri
taklid etmek ise caizdir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer bilmiyorsanız, zikir
ehline (bilenlere) sorunuz." (Enbiyâ, 21/7) diye buyurmaktadır.
Atalarını,
başkanlarını körü körüne taklid eden, üzerlerinde bulundukları sapıklık ve
bilgisizlikleri sürdürüp giden, konumlarının sağlıklı olup olmadığını
düşünmeyen, kâfirleri imana davet eden kimsenin hali ya da niteliği hayvanlarına
seslenip onları suya ve mer'aya güden, yasak şeylerden onları dürtüp
uzaklaştıran yani çobanlarının söylediklerinden hiçbir şey akledip anlayamayan
davarları güden kimsenin haline benzer. Kâfir ve hayvanlardan her birisi
işittiklerinden bir şey anlayıp kavrayamaz. Bunlar sadece seslere ve çıngırakların
çıkardıkları gürültülere takılır, ardından giderler. Çünkü kâfirler kalplerini,
kulaklarını, gözlerini hidayetin nuruna karşı perdelemişlerdir. O bakımdan
Allah da onların bu azaları üzerine perde indirerek mühür basmıştır. Böylece
bunlar herhangi bir hayrın nüfuz edemeyeceği bir hale gelmişlerdir. Adeta
-kendilerini imana iletecek türden- hiç bir şeyi işitemeyen sağırlar, konuşamayan
dilsizler, Allah'ın ayetleri hakkında ve kendi nefisleri üzerinde düşünüp
görmeyen körler haline gelmişlerdir. Hatta bunlar hayvanlarda olduğu gibi
başkalarının arkasından gider, onlara uyarlar. Kurtubî der ki: Yüce Allah kâfirlere
öğüt veren, onları imana davet eden kimseyi -ki o da Muhammed (s.a.)'dir- koyun
ve develerine bağırıp çağıran çobana benzetmektedir. Bu deve ve koyunlar ancak
onun bağırıp çağırmasını işitirler, fakat neler söylediğini kavrayamazlar.
[62]
Yüce
Allah insanlara yeryüzünde bulunan şeylerden Allah tarafından helâl ve temiz
kılınmış halleriyle yemelerini mubah kılmıştır. Yani özü itibariyle hoş ve
temiz, beden ve akıllara zarar vermeyen şeyleri yemelerini. O bakımdan pis ve
tiksinti veren hayvanların yenilmesi yasaktır.
İbni
Abbas'ın rivayetine göre: "Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve
temiz olanlarını yiyin." ayeti, Resulullah (s.a.)'m huzurunda okundu.
Bunun üzerine Sa'd b. Ebi Vakkâs kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Yüce
Allah'a beni duası kabul olunan bir kişi kılması için dua et! Resulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Ey Sa'd! Temiz (helâl) şeyler ye, duan kabul olunan bir
kimse olursun. Muhammed'in canı elinde bulunana yemin olsun, kişi haram bir
lokmayı karnına atacak olur ise kırk gün süre ile ondan (duası) kabul olunmaz.
Herhangi bir kulun haramdan ve faizden eti bitecek olur ise o ateşe en layık
olandır."
Helâl
ve temiz olan; onun edinilmesinde herhangi bir şüphe ve günah olmayan, ne
olursa olsun başkasının hakkı kendisine taalluk etmeyen şeydir.
İşte
bu, başkasının hakkının taalluk ettiği bir malı müslümanın almasının veya
şer"î olmayan bir yolla onu almasının helâl olmadığını göstermektedir.
"Şeytanın
adımlarına uymayın..." ayeti, bahîreleri, şaibeleri, vâsîleleri ve buna
benzer cahiliye döneminde Araplara süslü ve güzel gösterdiği şeyleri haram
kılmak hususunda kendisine uyanları saptırmış olduğu yollarda şeytana uymanın
haram kılındığını göstermektedir. Nitekim Müslim'in Sahih' inde yer alan Iyâd
b. Hımâr yoluyla gelen hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Yüce
Allah buyuruyor ki: Kullarıma her )ieyi bağışladı isem o onlar için
helâldir..." Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: "Ben kullarımı
Hanifler olarak yarattım. Daha sonra şeytanlar onlara geldiler, dinlerinden
alıp uzaklaştırdılar, benim onlar için helâl kıldığımı onlara harım
kıldılar."
Ayet-i
kerime müslümana nefis ve hevasına karşı mücadele etmesi, şeytana muhalefet
etmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü şeytan kötülüğe, şerre, münker ve
isyana çağırır. Yüce Allah şeytanın düşman olduğunu haber vermektedir. O halde
aklını kullanan bir kimseye düşen Hz. Adem zamanından beri düşmanlığını açıkça
ortaya koymuş, Ademoğulları'nın durumunu ifsad etmek gayretinde olan bu
düşmana karşı uyanık olmak, tetikte bulunmaktadır. Bu husus bu ayet-i kerimenin
dışında bir çok ayet-i kerimede de dile getirilmektedir. Meselâ: "Şeytan
sizleri fakirlikle korkutur ve size hayasızlığı emreder. " (Bakara,
2/268); "Şeytan ise onları (haktan) alabildiğine uzak bir sapıklıkla
saptırmak ister." (Nisa, 4/60); "Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır,
siz de onu düşman edininiz. O kendilerine uyanları ancak cehennemliklerden
olsunlar diye davet eder." (Fâtır, 35/6).
Şeytanın
adımlarını izlemek ifadesinin kapsamına Allah'a karşı masiyet olan her şey
girer. Masiyetler uğrunda yapılan bütün adaklar da bunun kapsamındadır. İbni
Abbas der ki: Gazap halinde yapılan her bir yemin veya adak şeytanın
adımlanndandır. Bunun keffareti ise bir yemin keffaretidir. eş-Şa'bî şöyle
demektedir ki: Adamın birisi oğlunu boğazlamayı adamış, Mesrûk ona bir koç
kesmesi şeklinde fetva vermiş ve: İşte bu (adak) şeytanın adımlanndandır, demiş[63]
"Onlara"
yani Arap kâfirleri ile yahudilerin de aralarında bulunduğu insanlara
"Allah'ın indirdiğine uyun denildiği zaman..." ayeti kör taklidin haram
olduğunu ve müslümana müslüman olmayan karşısında gücü nisbetinde ve imkânları
ölçüsünde akidesini ispat etmesi ve Hininin işlerine dair hususlarda aklını
kullanması gerektiğini göstermektedir. İlim adamlarına göre taklit, bir sözü
delilsiz olarak kabul etmektir. Tâbi olmak ise delilini bildikten sonra
başkasının sözünü alıp kabul etmektir.
Hükümleri
aslî delillerinden çıkartamayan, avamdan olan kimsenin farz olarak yapması
gereken, ilim ehline sorması ve daha alim olanın fetvasına uy-masıdır. Çünkü
Yüce Allah, "Eğer bilmiyor iseniz zikir ehline sorunuz." (Nahl, 16/3)
buyurmaktadır. Ümmet akaid konularında taklidin batıl olduğunu icmâ ile kabul
etmektedir. Çünkü Yüce Allah atalarını taklid edip peygamberlerin ardından
gitmeyi terkettikleri için kâfirleri: "Biz atalarımızı bir din üzere bulduk..."
(Zuhruf, 43/23) buyruğunda yermektedir. Diğer taraftan mükellef (âkil ve baliğ)
olan herkes için tevhidi öğrenmek ve ona dair kesin bilgi sahibi olmak farzdır.
Öğrenmek ise ancak Kur"an ve Sünnet yoluyla gerçekleşebilir.
Kâfirlerin
içinde bulundukları şaşkınlık, sapıklık ve bilgisizliklerinin misali,
kendilerine söylenen sözleri hiç bir şekilde anlayamayan, otlaklarda yayılan
davarlar gibidir. Çobanları bunlara seslendiğinde yani onları doğrultacak
şeylere çağırdığında bu davarlar çobanın ne söylediğini anlayamaz, kavraya-maz,
sadece onun sesini işitir; o kadar.
[64]
172-
Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin,
Allah'a şükredin. Eğer yalnız O’na ibadet e««yorsan«-
173-
O size ancak meyteyi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesileni
haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmak-sızın (yerse)
onun üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Ra-hîm'dir.
"O
size ancak meyteyi... haram kıldı." Bu, söz konusu edilenler hakkındaki
hükmün ifade edildiği gibi olduğunu, bunun dışında kalanlar için ise hükmün
böyle olmadığını belirtir. "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır." Yani
sizin tek bir ilâhtan başka ilâhınız yoktur, buyruğunda olduğu gibi.
[65]
"O
size ancak meyteyi" Meyte, Şer'an boğazlanmaksızın ölen hayvandır.
Sünnet-i Seniyye ile canlı hayvandan kesilen parça da meyteye ilhak edilmiştir,
yine Sünnet-i Seniyye ile balık ve çekirge meytenin hükmü dışında tutularak
tahsis edilmiştir, "kanı", buradaki kandan kasıt akmış olan kandır,
"domuz etini, bir de Allah'tan başkası için" yani Allah'tan başkası
adına "kesileni haram kıldı", sözü geçenlerin yenmesini haram kıldı.
İhlâl
(yüksek sesle adı anmak): Sesi yükseltmek demektir. Cahiliye dönemi Arapları
ilâhları için kestiklerinde onları yüksek sesle anıyorlar ve "Lât adına, Uzza
adına" diyorlardı. Daha sonra hayvan kesen herkese adına kestiği zatın
adını açıkça zikretsin veya zikretmesin (aynı kökten gelen) Muhil adı verilirdi.
"Kim
mecbur kalırsa" yani içinde bulunduğu zaruret hali onu sözü geçenlerden
bir miktar yemek zorunda bırakıp da yerse "saldırmamak" bizatihi haram
kılanan şeyi istemeksizin "ve haddi aşmaksızın" zaruret miktarını geçmeksizin
"(yerse) onun üzerine günah" zenb ve masiyet "yoktur."
[66]
Surenin
baş tarafından itibaren geçen ayet-i kerimeler, Kur"an-ı Kerim'i
destekleyenler ile ona karşı çıkanların konumlarını açıklamak içindir. Buradan
yani surenin ikinci yansından itibaren ikinci cüz'ün sonlarına kadar olan
ayet-i kerimeler ise şert-amelî hükümlerin açıklamasına dairdir.
Yüce
Allah bütün insanlara yeryüzünde bulunan nimetlerden yemelerine dair hitabda
bulunduktan sonra, başkanlarını taklit eden kâfirlerin kötü durumlarını beyan
etti. Çünkü bu taklitçiler bağımsız bir görüşe sahip değildirler, kendi
akıllan ile Juğru yolu bulamamaktadırlar. Bunlara hitap edildikten sonra burada
özel olarak müminlere hitab edilmektedir. Çünkü müminlerin anlamaya liyakatlan
daha fazladır. Allah onların Allah'ın temiz ve helâl olan nzkından yemelerini
mubah kılmış ve Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine şükretmelerini emretmiştir.
Eğer yalnızca O'na ibadet ediyor ve nimetlerin gerçek sahibinin O olduğunu
kabul ediyorlar ise, böyle yapmalıdırlar. Peygamber (s.a.)'den şöyle dediği
rivayet edilmektedir: "Yüce Allah buyuruyor ki: "Ben cinler ve
insanlar büyük bir habere konuyuz. Yaratan Benim, halbuki Benden başkasına
ibadet olunuyor. Rızık veren Benim^ Benden başkasına şükrolunuyor." Yüce
Allah kullarına yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeyleri yemeyi mubah kılıp
helâl yolları pek çok olduğundan, daha az olan haram kılınan şeyleri beyan
etti. Bu bakımdan haram kılınan şeylerin dışında kalanlar, bir başka me-nedici
buyruk varid oluncaya kadar helâl olarak kalmaya devam eder.
Nimete
şükretmekle birlikte temiz şeylerden yemek, aynı anda hem bedenin hem de ruhun
ihtiyaçlarını bir arada karşılayan vasat bir konumdur. Herhangi bir israf ve
cimrilik söz konusu olmaksızın bedenimizi korumak için yemek yeriz. Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl ettiği o temiz
ve güzel şeyleri haram kılmayın ve sınırı da aşmayın. Çünkü Allah sınırı
aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak
yiyin..." (Maide, 5/87-88). Yüce Allah'a nimetleri dolayısıyla şükretmek
suretiyle de ruhunuzu besleyiniz.
İşte
bu vasat konum, müşriklerin ve Kitap Ehli'nin İslâm'dan önceki ko-numlanndan
farklıdır. Onlardan kimisi bahîre, sâibe ve bunlara benzer muayyen bir takım
şeyleri kendilerine haram kılmıştır. Hristiyanlarda ise ruhbanlık ilkesi, ruha
azab vermek ve ruhu bütün zevk verici şeylerden mahrum bırakıp bedeni ve
bedenin haz ve ihtiyaçlannı bütünüyle hakir görmek ilkesi iyiden iyiye
yaygınlık kazanmıştır. Bu ise ya bu gibi şeyleri rahiplere has kabul etmekle
veya bunu herkese genelleştirmekle oluyordu. Meselâ "Bakire Meryem"
ve azizlerin oruçları gibi bir takım oruç türlerinde et ve yağdan uzak durmak,
bir başka oruçta balık, süt ve yumurtayı yasaklamak bu ikinci tür yasaklamalara
örnektir.
Halbuki
gerçek manada haram kılınanlar şunlardır:
1- Meyte'yi yemek. Çünkü kan onun içerisinde kalır ve ondan zarar görmek
ihtimali oldukça yüksektir. Aynca eti bozulur ve çoğunlukla hastalıklar o meyte'yi
kirletir. O bakımdan meyte pisliği dolayısıyla ve zararları sebebiyle haram
kılınmıştır.
2- Akmış kanı kullanmak. Bunun yasak oluş sebebi zararlı olması, selim
tabiat sahibi olanların bundan tiksinmesidir. O bakımdan akmış olan kan, pisliği
ve zararı dolayısıyla haramdır.
3- Domuz etini yemek. Domuz etini yemek de zararlıdır. Selim tabiat sahibi
kişiler ondan tiksinir. Çünkü domuz pis bir hayvandır, çoğunlukla pislik ve
necaset yer. Ayrıca bu hayvanda zararlı unsurlar da vardır. Çünkü oldukça öldürücü
mikroplar taşır. Son derece bayağı bir karakteri de vardır. Diğer taraftan
cinsel yönü baskın olup dişisini de kıskanmaz. Tabiatı itibariyle tenbeldir. Domuz
eti ile beslenen bir kimse domuzun bu karakteristik özelliklerinden de
etkilenir. Ayrıca bazen vücudunun kas hücrelerinde yer alan tek hücreli
hela-zoni kurtların yumurtaları da o etten beslenenlere geçebilir. İsterse en
temiz ahırlarda beslenmiş olsun.
4- Kesimi esnasında Allah'tan başkasının adı anılan hayvanların haram
kılınış sebebi ise bunu putperestlik işlerinden olması ve Yüce Allah'a ortak koşulması,
Allah'tan başkasına güvenilmesi demek olduğundandır. Cahiliye döneminde
Araplar putlar adına hayvanlarını kesiyorlar ve: "Lât ve Uzza adına"
diye seslerini yükseltiyorlardı. İşte bu din ve tevhid ilkesini korumak ve
Allah'ı tazim etmek kastıyla haram kılınmıştır. Bu sınıfların münhasıran haram
kılınması Yüce Allah'ın, "O size ancak., haram kıldı." buyruğundan
anlaşılmaktadır. Yani Yüce Allah sizlere meyte'den ve ondan sonra sözü
geçenlerden başkasını haram kılmamıştır. Çünkü "innemâ = ancak" hasr
ifade eder. Yani sözlü olarak ifade edileni hükmün içerisine alır, onun dışında
kalanları da hükmün dışında bırakır. Burada da bu kelime münhasıran haram
kılınanları söz konusu etmektedir. Özellikle de bu ayet-i kerime, "Ey
iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından
yiyin." buyruğunda helâl kılınanları bildiren buyruktan sonra gelmiştir.
Haram
kılınan bu hususlara Maide suresinde (3. ayet-i kerimede) haram kılınanlar ile
Resulullah (s.a.)'ın haram kıldığı yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanları
yemek ile kuşlardan pençeli olan hayvanları yemek ve evcil eşeklerin etlerinin
yenmesi de ilave edilir.
Fakat
bir kimse, zaruret (kişinin haram kılınan şeyi kullanmaması halinde ölme
ihtimali) dolayısıyla Allah'ın haram kıldığı her hangi bir şeyi, başkasını
bulamamak ve ölümden korkmak dolayısıyla yemek zorunda kalıyor ve bizatihi onu
arzulamıyor ise, ihtiyaç miktarını da aşmaksızın yemesinde onun için bir vebal
yoktur. Bu ise canı korumak, onu helak olmaya maruz bırakmamak içindir. Ayrıca
açlık dolayısıyla ölecek noktaya gelmek, meyteyi ve kanı yemenin zararından
daha büyük bir zarardır.
Yüce
Allah haram kılınanlardan yemenin caiz olmasını: "Saldırmamak ve haddi
aşmaksızın" buyruğu ile kayıtlamıştır ki, kendi hevalanna uyarak zaruret
içerisinde olmadığı halde muztar (onu yemeye mecbur) olduğunu iddia etmesin,
zaruret miktarını ya da ihtiyaç kadarını bu şartı istismar ederek aşıp
arzularının ardından gitmesin.
Şüphesiz
ki Allah zarureti takdir edip değerlendirmekteki hataları dolayısıyla
kullarını bağışlar. Çünkü bu değerlendirme onların ictihadlarına bırakılmıştır.
Allah kullarına merhametlidir. Zira O, kullarına zaruret halinde haram kılınan
şeyleri kullanmayı mubah kılmış ve onları zorluk ve sıkıntıya düşürmemiştir.
[67]
Bu
ayet-i kerimede Yüce Allah temiz şeylerin yenilmesinin mubah olduğunu tekid
etmektedir. Özellikle müminleri soz konusu etmesi ise, onların üstünlüklerine
dikkat çekmek ve onların şanını yüceltmek içindir. Yemekten kasıt bütün
yönleriyle faydalanmaktır. O bakımdan Yüce Allah'ın bu ayet-i kerime ve Maide
suresi 3. ayetinde haram kıldıkları ile fukahanın Nebevi Sünnette sabit
olanlara dayanarak söz konusu ettikleri dışında kalan kara ve denizde bulunan
her türlü bitki, hayvan, balık ve kuşlardan yararlanmak caizdir. Dikkat
edilecek olursa Maide suresinde sözü geçenler "meyte" adının
kapsamına girmektedir. Çünkü meyte, şer*î boğazlama usulü dışında ölen hayvanın
adıdır. İster bir ağırlıkla vurularak ölmüş olsun, ister yüksekten düşmüş,
ister toslanarak ölmüş, ister yırtıcı bir hayvan tarafından yenilmiş olsun
canlı olarak yetişilemeyip boğazlanamamış olan her türlü hayvandır. Aynı
şekilde yenilmeyen bir hayvanın boğazlanması da kendiliğinden ölümü gibidir.
Yırtıcı hayvanlar ve benzerleri böyledir.
Bu
ayet-i kerime, Hz. Peygamberin Darakutnî tarafından rivayet edilen şu hadis-i
şerif ile tahsis edilmiştir: "Bize iki ölü olan balık ve çekirge ile iki
kan olan karaciğer ve dalak helâl kılınmıştır." Buharî ve Müslim ise Ebu
Sale-be'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) yırtıcı
hayvanlardan azı dişli her hayvanı yemeyi yasaklamıştır." Malik ve Ebu
Davud da Ebu Hu-reyre (r.a.)'den Resulullah'ın şöyle buyurduğunu
nakletmektedirler: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişli her bir hayvanı, uçan
kuşlardan ise pençeli her bir hayvanı yemek haramdır." Cabir b.
Abdullah'tan da şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Resulullah (s.a.)
Hayber günü evcil hayvanların etlerini yemeyi yasakladı ve atların etlerini
yemeye izin verdi."
Etleri
yenen hayvanlara dair fukahanın görüşlerine gelince; bunlar kısaca aşağıdaki
şekildedir: Kesmek ya da sert usule göre boğazlamak açısından hayvanlar üç
türlüdür: Suda yaşayan hayvanlar, karada yaşayan hayvanlar, hem suda hem karada
yaşayan hayvanlar[68]:
1- Suda yaşayan hayvanlar: Sadece
suda yaşayan hayvanlara dair iki görüş vardır:
a) Hanefî Mezhebi: Balık müstesna suda yaşayan bütün hayvanların yenilmesi
haramdır. Sadece balığın boğazlanmaksızm yenilmesi helâldir. Ölüp suyun üstünde
çıkanları da müstesnadır. Balık kendiliğinden ölüp su üstüne çıktığı takdirde
yenmez. Çünkü bu konuda Ebu Davud ile İbni Mace tarafından rivayet edilen Hz.
Cabir'den gelmiş şöyle bir hadis vardır: "Denizin kıyıya attığı veya su
çekildiği için karada kalanı yiyiniz. Denizde ölüp de üstüne çıkanı ise
yemeyiniz."
b) Hanefilerin dışında kalan cumhurun görüşü: Balık, yengeç, su yılanı, su
köpeği, su domuzu gibi suda yaşayan hayvanlar helâldir ve boğazlanmaksızın
yenilmeleri mubahtır, nasıl ölürse ölsün. İster kendiliğinden isterse de bir taşın
çarpması, bir avcının vurması, suyun çekilmesi gibi belli bir sebep dolayısıyla
olsun, ister dibe çökmüş, ister suyun üstüne çıkmış olsun farketmez, onun
yakalanması onun boğazlanması demektir. Ancak su üstüne çıkmış hayvanın hasta
etmesinden korkulacak şekilde şişmesi halinde zararı dolayısıyla yenilmesi
haram olur.
Şu
kadar var ki İmam Malik su domuzunu (Yunus balığını) mekruh görmüş ve: Siz ona
domuz adını veriyorsunuz, demiştir. İbnül-Kasım ise der ki: Ben onu haram
görmemekle birlikte ondan uzak dururum.
2- Karada yaşayan hayvanlar: Karadan başka yerde yaşayamayan hayvanlar üç
türlüdür:
a) Hiç bir şekilde (akan kanı) olmayan hayvan: Çekirge, sinek, arı, kurt,
domuzlan böceği, hamam böceği, akrep, zehirli hayvanlar ve benzerlerinin
-çekirge dışında- yenilmesi helâl değildir. Çünkü bunlar hoşa gitmeyen pis
şeylerden olup selim tabiat sahibi kimseler bunları yemekten tiksinirler. Yüce
Allah ise, "Ve onlara pis ve murdar şeyleri haram kılar." (A'râf,
7/157) diye buyurmuştur.
Malikî
mezhebi alimleri çekirgelerin boğazlanmasını şart koşarlar. Ölmüş çekirgeler
ise onlara göre haramdır. Çünkü: "İki ölü bize helâl kılındı." hadisi
zayıftır. Kur'an-ı Kerim'in sünnet ile tahsis edilmesini caiz kabul etmeyen
Ha-nefîler ise şöyle demektedirler: Ölmüş balığı tahsis eden buyruk, Yüce
Allah'ın, "Denizin avı ve onda bulunanları yemek size helâl kılındı."
(Maide, 5/96) buyruğudur. Deniz avı herhangi bir avlanma ile alınandır. Onda
yenecek şeyler ise ölmüş olarak su üstünde bulunan veya deniz çekildiği için
ölen hayvanlardır. Fakat önceden de geçtiği gibi Hanefîler ölmüş ve su üstüne
çıkmış olan hayvanları yemeyi caiz kabul etmezler.
b) Yılan, zehirli keler, her türlü haşerat, fare, at sineği, kirpi,
çerboğa ve keler gibi yerde yaşayan haşeratın tümünü yemek, tiksinti verici ve
zehirli olmaları dolayısıyla haramdır. Ayrıca Resulullah (s.a.) bunların öldürülmelerini
emretmiştir. Hanefîler keler yemeyi haram kabul etmişlerdir. Çünkü Resulullah
(s.a.) onu yemeye dair soru soran Hz. Aişe'ye yenmesini yasaklamıştır. Cumhur
ise bunu mubah kılmıştır. Çünkü Resulullah (s.a.), huzurunda keler yenilmesine
ses çıkarmamıştır. Şafiîler ise kirpi ve gelinciği yemeyi caiz kabul ederler.
c) Akan kanı bulunan hayvanlar: Bu tür hayvanlar ya evcil veya yabanidir.
Evcil hayvanlar arasında davarların yani deve, öküz, ve koyun gibi hayvanların
yenilmesi helâldir. Katır ve eşek yenilmez. At eti ise helâldir. Şu kadar var
ki Ebu Hanife'ye göre tenzihen mekruhtur. Çünkü atlar binmek içindir ve cihadda
da kullanılırlar. Malikilerce meşhur olan görüşe göre ise atları yemek
helâldir.
Yırtıcı
hayvanların evcil olanları -ki köpek ve kedidir- haramdır.
Yabani
hayvanlara gelince: Malik'in dışında kalan cumhura göre yırtıcı hayvanlardan
azı dişi olan bütün hayvanlar ile uçan kuşlardan da pençeli bütün hayvanların
yenilmesi haramdır. Çünkü bunlar leş yerler. Malik'e göre ise yırtıcı
hayvanların etini yemek mekruhtur. Ona göre pençeli uçan kuşların yenilmesi
caizdir. Çünkü: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin
yiyeceği içinde ölüden... başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum."
(En'âm, 6/145) ayetinin zahiri bunu gerektirmektedir. Buna göre sözü
geçenlerden herhangi bir şeyi kabul eden bu konuda ayet-i kerimenin genel
ifadesine dayanır ve hadisi ya kerahat ifade eden bir nehiy olarak kabul eder
ya da ayetle tearuzu (çatışması) dolayısıyla onu kabul etmez. Sözü geçenlerden
herhangi bir şeyi haram kabul edenler ise, onu haram kılmaya dair varid olan
hadise dayanır ve onunla ayeti nesh (tahsis) eder, ya da ayet ile tearuz
ettiğini kabul etmez.
3- Hem su hem kara hayvanlarına gelince; bu aynı zamanda suda da karada
da yaşayabilen hayvandır. Kaplumbağa, kurbağa, yengeç, yılan, timsah, su köpeği
vb. Bunlar hakkında üç ayrı görüş vardır:
a) Hanefîlerle Şafiîlere göre bunların yenilmesi helâl değildir. Çünkü
bunlar pis hayvanlardır. Yılan ayrıca zehirlidir. Peygamber (s.a.) de Ahmed ve
Ebu Davud'un rivayetine göre; kurbağanın öldürülmesini yasaklamıştır. Onu yemek
helâl olsaydı, öldürülmesini yasaklamazdı.
b) Malikîlerin görüşü olup buna göre kurbağaların ve sözü geçen benzerlerinin
yenilmesi mubahtır. Çünkü onların haram kılınması ile ilgili herhangi bir nas
varid değildir.
c) Hanbelîlerin görüşüdür. Bu konuda Hanbelîler meseleyi etraflı bir
şekilde ele alırlar. Karada yaşayan deniz canlılarının kesilmeden yenilmeleri
helâl değildir. Su kuşu, kaplumbağa, su köpeği gibi. Ancak yengeç gibi akan
kanı bulunmayanlar müstesnadır. Ahmed'den gelen rivayete göre yengecin
kesilmeden yenilmesi mubahtır. Çünkü bu karada yaşayan bir deniz hayvanıdır ve
bunun akan bir kanı yoktur. O bakımdan kuş gibi akan kanı bulunan hayvanlardan
farklıdır. Bu gibi hayvanların kesilmeksizin yenilmeleri mubah değildir.
Han-belîlerce daha sahih kabul edilen görüşe göre yengecin kesilmedikçe
yenilmesi helâl değildir.[69]
Kurbağanın
yenilmesi ise mubah değildir. Çünkü Peygamber (s.a.), Ne-saî'nin kaydettiğine
göre; kurbağanın öldürülmesini yasaklamıştır. Bu onun haram olduğuna delalet
eder. Aynı şekilde timsah yemek de mubah değildir.
Ebu
Hanife, annesi boğazlanıp kendisi ölü olarak çıkan cenini meyte kabul ederek
haram olduğu görüşündedir. Zira meyte ayet ile haram kılınmıştır.
Ancak
Ebu Yusuf ile Muhammed ve Şafiî ile Ahmed ona muhalefet etmekte olup onun helâl
olduğu görüşündedirler. Çünkü cenin de annesinin boğazlanması sebebiyle
boğazlanmış olur. Malik der ki: Şayet hilkati tamamlanmış ve tüyleri bitmiş ise
yenir, aksi takdirde yenilmez. Cumhurun delili, Peygamber (s.a.)'in:
"Ceninin kesilmesi annesinin kesilmesidir." Yani annesinin kesilmesi
onun hakkında da kesim gibidir, hadisidir. Ebu Hanife'nin görüşünü destekleyenler
ise bu hadisi şöyle tevil ederler: Ceninin kesilmesi annesinin kesilmesi
gibidir. Ancak bu uzak bir tevildir. Çünkü hadis-i şerif bir soru sebebiyle
varid olmuştur. Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre Resulullah
(s.a.)'a ölü olarak çıkan cenin hakkında soru sorulmuş O da şöyle buyurmuştur:
"Arzu ederseniz onu yiyiniz. Çünkü onun kesilmesi annesinin kesilmesidir."
Gemilerin
sıvanması, derilerin tabaklanması gibi yollarla meytenin yağından yeme
dışındaki yollarla faydalanma hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri
vardır.
Cumhurun
görüşü: Bu ayet-i kerime dolayısıyla haramdır. Çünkü cumhurun görüşüne göre
ayet-i kerimede takdir olunan fiil, yemek veya başka yolla faydalanmaktır.
Çünkü Hz. Cabir'den gelen rivayete göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Yahudilere lanet etsin. Onlara iç yağlan haram kılındı. Onlar ise
bu yağları sattılar ve paralarını yediler. Böylelikle onlara bu işi yapmalarını
nehyetti." İşte bu buyrukta meytenin mutlak olarak haram kılmışı
satılmasının da haram kılındığını ifade eder.
Ata'nm
görüşü meytenin yağı gemilerin sıvanmasında kullanılabileceği yönündedir.
Delili ise ayet-i kerimenin bunların yenmesini haram kıldığı şeklindedir.
Nitekim delili bundan önceki ayet-i kerimedir. Çünkü Hz. Meymu-ne'nin koyunu
ile ilgili hadis-i şerif Hz. Cabir'in rivayet ettiği hadis ile çatışmaktadır.
Söz konusu hadise göre Resulullah (s.a.) Hz. Meymune'ye ait (ölmüş) koyunun
yanından geçer şöyle der: "Onun derisini alsaydınız ya!" O bakımdan
bu hadis ötekine tercih edilir; çünkü Kur"an-ı Kerim'in zahirine uygundur.
Meyte'nin
derisine gelince: Maliki mezhebinde zahir görüşe göre tabaklamakla bu deri
tahir (temiz) olmaz. Hanbelîlerce meşhur olan görüş de böyledir. Çünkü beş
hadis imamının (Ahmed ve dört Sünen sahibinin) rivayet ettikleri hadise göre
Abdullah b. Ukeym şöyle demektedir: "Resulullah (s.a.) vefatından bir ay
önce bize: "Meytenin derisi ile de damarları ile de faydalanmayınız' diye
yazdı." Bu hadis-i şerif ise (zaman itibariyle) kendisinden önceki (bu
hususa dair hadisleri) nesh edicidir. Çünkü olay Resulullah (s.a.)'ın ömrünün
son dönemlerinde geçmektedir. Lafzı da bundan önce bu konuda ruhsat
bulunduğuna delalet etmekte ve bunlardan daha sonra varid olduğunu
göstermektedir. Ha-nefîlerle Şafiîlerin görüşüne göre ise, necis olan deriler
veya meytenin derileri tabaklandığı takdirde tahir olurlar. Çünkü Peygamber
(s.a.) Müslim'de yer alan rivayete göre şöyle demiştir: "Deri tabaklandığı
takdirde tahir olur." Bu hadisi ayrıca Nesaî, Tirmizî ve İbni Mace de İbni
Abbas'tan şu lafızla rivayet etmektedir: "Herhangi bir deri tabaklandı mı
artık o tahir olur."
Boynuz,
kemik, diş gibi kanı bulunmayan meyte'nin vücudunun sert parçaları ve yine bu
kabilden olan fil dişi, ayak, tırnak, kıl, yün, sinir ve karnından çıkartılan
sert mayaya gelince; cumhura göre bunlar necis olmayıp, tahir-dir. Şafiîler ise
şöyle demektedir: Meytenin tümü necistir. Ondan çıkartılan sert maya ona
bitişik olan süt ve yumurta da böyledir. Ancak bunlar süt emen yavrudan
alınırsa durum farklıdır. Çünkü bunların herhangi birisi hayvanın hayatta
olması ile helâl olur. Cumhurun delili İbni Mace tarafından rivayet edilen Hz.
Selman yoluyla gelen şu hadistir: Resulullah (s.a.)'a yağ, peynir ve postlar
hakkında soru soruldu, o şöyle buyurdu: "Helâl, Allah'ın Kitabında helâl
kıldığı, haram da Allah'ın Kitab'ında haram kıldığıdır. Hakkında bir şey
söylemediği ise Allah'ın affettikleri cümlesindendir."
İçine
fare düşen şeylere gelince; eğer fare canlı olarak çıkartılırsa o şey
ta-hirdir. Ama eğer fare içinde ölürse, içinde öldüğü şey sıvı olduğu takdirde
tümüyle necis olur. Katı olduğu takdirde etrafı necis olur. O bakımdan fare
çevre-sindekilerle birlikte dışarı atılır, geri kalandan yararlanılmasında ise
bir sakınca yoktur. Çünkü rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.)'a yağa
düşüp de ölen fare hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir:
"Şayet yağ katı ise o fareyi çevresindekilerle birlikte dışarı atınız,
sıvı ise hepsini dökünüz."
Tencereye
uçan bir kuş veya başka türden bir hayvan düştüğü takdirde İbni Vehb'in
Malik'ten rivayetine göre o şöyle demiştir: Tencerede bulunanlar yenilmez.
Zira o ölen hayvanın ona karışmasıyla necis olur. İbnü'l- Kasım ise ondan
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Et yıkanır ve yemeğin suyu dökülür. İbni
Abbas ise, et yıkanır ve yenir, demektedir.
Kana
gelince; kan akmış olduğu takdirde ilim adamlarının ittifakıyla haram ve
necistir. Yenmez ve ondan yararlanılmaz. Çünkü En'am suresinde kan bu niteliği
ile kayıtlandırılmıştır. Burada ilim adamları icma ile mutlakı mukayyede
hamletmişlerdir. O bakımdan kanın ancak akmış olanım haram kabul ederler. Hz:
Aişe der ki: "Eğer Yüce Allah, "Yahut akmış bir kan" (En'am,
6/145) buyurma-mış olsaydı, insanlar damarda olanı dahi çıkarmaya
çalışırlardı." Buna göre damarların içinde olup ete karışan kan icma ile
haram değildir. Aynı şekilde karaciğer ve dalağın yenilmesi de, icmâ ile haram
değildir. Bu ise Hanefi ve Şafiîlerin görüşüne göre Resulullah (s.a.)'m:
"Bize iki meyte ve iki kan helâl kılındı" diye buyurup karaciğer ve
dalağı zikretmesi suretiyle haram kılınan kanın tahsis edilmesi yoluyla
olmuştur. Ancak Malik'in görüşüne göre tahsis yoktur. Çünkü karaciğer ve dalak
görüldüğü gibi ve örfte de -et de değildir, kan da değildir.
Domuza
gelince: Domuzun eti haramdır. Domuzun yağı da etine kıyasla aynı şekilde haramdır.
Çünkü et yağı da kapsar, sahih olan da budur. Zahirîler ise yalnız etin haram
kılındığını, yağın haram olmadığını kabul ederler. Bunu da yalnızca nassm
zahirini alıp amel etmek şeklindeki ilkelerine dayanarak ileri sürerler. Çünkü
Yüce Allah: "Domuz eti" diye buyurmaktadır. Şu kadar var ki etin söz
konusu edilmesi, onun etini almak kasdı ile kesilen bir hayvan olmasından
dolayıdır. Et ile yağ arasında bir fark gözetmek ise aklen kabul edilebilir bir
şey değildir; denilerek onlara cevap verilmiştir.
Domuz
kılını iplik gibi dikişte kullanmak caizdir. Rivayet edildiğine göre adamın
birisi Resulullah (s.a.)'a domuz kılı ile (ayakkabı ve benzeri) şeyleri dikmeye
dair soru sormuş, Hz. Peygamber de: "Bunda bir mahzur yoktur" diye
buyurmuştur.
Allah'tan
başkasının adı anılarak kesilenlere gelince; bunlar tapındığı ateş için kesen
mecusinin, put için kesen putperestin, herhangi bir inanca sahip olmayan,
kâinatın yaratıcısı olduğunu kabul etmeyen (muattıl)in inançsızlığı sebebiyle
kendisi için kesenin kestiğidir ki; bütün bunlar ilim adamlarının ittifakı ile
haramdır. Acaba bu buyruk kestiklerinin üzerine Mesih'in adını anan
Hıristiyanların kestiklerini de kapsar mı? Yani bunların kestikleri de haram
mı olur? Yoksa bunları kapsamadığı için haram sayılmazlar mı? Yoksa bu sadece
üzerlerine putların adı anılan hayvanlara has bir ifade midir? İlim adamlarının
cumhuru der ki: Bunlar haramdır. Atâ, Mekhûl, el-Hasen, Saîd b. Müseyyeb ve
Malikîlerden Eşhed der ki: Bunlar haram olmaz. Konu ile ilgili görüş ayrılığının
sebebi: "Kendilerine kitap verilmiş ile olanların yemekleri de sizin için
helâldir." (Maide, 5/5) ayeti ile (tefsirini yapmakta olduğumuz) bu ayetin
birbiriyle tearuz halinde olmasıdır. Cumhurun görüşüne göre bu ayet-i kerime,
Maide süresindeki ayeti tahsis etmektedir. Manası ise şudur: Kendilerine kitap
verilmiş olanların yemekleri sizin için helâldir. Elverir ki onların üzerinde
Allah'tan başkasının adı anılmamış olsun. Eğer Mesih'in adını zikrederek
hayvanı kesecek olursa, Kitap Ehli'ne mensup kimsenin kestiği haram :lur.
Azınlığın görüşü ise bunun aksinedir. Onlara göre mana şöyle olur: Allah'tan
başkasının adı anılarak kesilenler de -Kitap Ehli'nin kestikleri müstesna
olmak üzere- haramdır. Kitap Ehli'nin kestikleri mutlak olarak caizdir.
Haram
kılınan bu şeylerden herhangi birisine zaruret dolayısıyla ihtiyaç duyana
gelince; böyle bir kimse Malik'in görüşüne göre doyuncaya kadar bunlardan
yiyebilir. Çünkü zaruret haram hükmünü kaldırır. Bunun sonucunda meselâ, meyte
mubah olur. O taktirde: "Saldırmamak ve haddi aşmaksızın"
buyruğunda-~&ı ifade; imama, İslam devlet yöneticisine karşı saldırmak ve
haddi aşmak, yani müslümanlara karşı çıkıp yolu kesen kimse olmamak şartı ile
anlamına gelir.
Cumhurun
görüşüne göre ise, zaruret içerisinde bulunan kişi ölümden kurtulacak kadar
yer. Çünkü bu mubah kılmak zaruret dolayısıyladır. Ondan yemek de raruret
miktarı ile takdir olunur. Boğazda tıkanıp kalmış olanı şarap ile aşağıya
indirmeye çalışmak, susuzluğu gidermek için şarap içmek zaruret hallerindendir.
Cumhurun
görüşüne göre ise zaruret içerisindeki kişi, açlığın haram olanı yemek zorunda
bıraktığı kimsedir. Bazılarınca şu da eklenir: Haram yemeğe zorlanan kimse de
muztardır. Düşman tarafından yakalanıp da domuz etini yemeye veya buna benzer
Yüce Allah'a masiyet olan işleri işlemek üzere zorlanması gibi.
İlim
adamlarının cumhuru, şarap ve meyte gibi haram şeylerle tedaviyi :aiz
görmezler. Çünkü Resulullah (s.a.) Buharî'nin İbni Mesud'dan rivayetine zore
şöyle demektedir: "Muhakkak Allah ümmetimin şifasını üzerlerine haram
Kılınan bir şeyde kılmamıştır." Yine Resulullah (s.a.)'ın Müslim'in
rivayet ettiği Tarık b. Süveyd yoluyla gelen hadisteki ifadeleri de bunu
gerektirmektedir. Tank, Hz. Peygambere şarap hakkında sormuş, ona yasak
olduğunu bildirmiş yahut da onu yapmasını hoş karşılamamıştı. Tarık: Ben
şarabı ilaç olsun diye yapıyorum, deyince Hz. Peygamber: "O bir ilaç
değildir, aksine o bir hastalıktır" diye buyurur. İbnül-Arabî der ki:
Sahih olan meyte ile tedavi olunamayacağıdır. Çünkü onun yerini tutacak helâl
olan başka bir şey vardır.
Zaruret
içerisinde olmakla beraber, yol kesmek, yolcuları korkutmak gibi masiyet
işleyen kişi hakkında ilim adamlarının iki görüşü vardır. Malik, Şafiî ve Ahmed
der ki: Eğer yolculuğu masiyet için ise onları kullanması haram olur. Buna
sebep se onun masiyetidir. Çünkü Yüce Allah bu gibi şeyleri yardım ve destek
olsunlar diye mubah kılmıştır. Asiye yardımcı olmak ise helâl değildir. Eğer
yemek isterse, önce tevbe etsin ve öylece yesin. Yolculuğu esnasında isyan eden
kimseye gelince; şer"! ruhsatlar ona mubahtır. Ebu Hanife de bu ruhsatları
böyle bir kimseye mubah kılmakta ve bu konuda onun itaat etmekte olması ile
masiyet etmekte olması arasında fark gözetmemektedir. Kurtubî de bu görüşü
tercih etmektedir. Çünkü masiyet yolculuğunda kişinin kendisini telef etmesi,
içinde bulunduğu durumdan daha büyük bir masiyettir. Yüce Allah, "Ve
kendinizi öldürmeyiniz." (Nisa, 4/29) diye buyurmaktadır. Bu da umumi bir
buyruktur. Belki böyle bir kimse ikinci bir durumda tevbe de edebilir. O takdirde
tevbe de daha önce işlediklerini siler. El-Bacî ise el-Müntekâ adlı eserinde
şunu zikretmektedir: İmam Malik'in mezhebinde meşhur olan görüş şudur: Zaruret
içerisinde bulunan bir kimsenin masiyet kasdıyla yaptığı yolculukta bu gibi
şeylerden yemesi caizdir. Oruç açması da namazını kısaltması da caizdir. Çünk
Yüce Allah, "Saldırmamak ve haddi aşmaksızm" diye buyurmaktadır.
Haram
kılınan türlerden birden fazlası bulunduğu takdirde, zaruret içeri-side bulunan
kimse bunlardan hangisine öncelik tanır?
İbnül-Arabî
der ki: Bu gibi hükümler için belirleyici ölçü ve kaide şudur: Zaruret
içerisinde bulunan bir kimse bir meyte ve domuz eti bulduğu takdirde meyteye
öncelik tanır. Çünkü meyte hayatta iken (kesilmek suretiyle) helâl olur. Domuz
ise helâl olmaz. Hafif bir haramın işlenmesi ise daha ağır bir haramın
işlenmesinden evlâdır. Meyte ve şarap bulduğu takdirde, helâl olduğunu kabul
ederek meyteyi yer. Şarap ise üzerinde düşünülmesi gereken ihtimali bir
durumdur. Şayet meyte ve başkasına ait bir mal bulduğu takdirde, eğer onu
yemekten dolayı bedenen bir zarar gelmeyeceğinden emin olur ise, başkasına ait
olan malı yer ve meyteyi yemesi ona helâl olmaz. Öyle bir tehlikeden emin
olmazsa meyteyi yer. Sahih olan ise, Şafiî'ye hilâfen, bunun kendisini kurtaracağı
veya hayatta bırakacağından kesin olarak emin olmadıkça insan eti yeme-mesidir.
İhramlı bir kimse bir av hayvanı ve bir de meyte bulacak olursa, av hayvanını
yer. Çünkü av hayvanının haram kılmışı geçicidir, o bakımdan o daha hafiftir.
İhtiyarî olarak onu öldürmesi halinde ise, fidyesi kabul edilir. Meyteyi yiyen
kimse için ise fidye söz konusu değildir.
[70]
11
A- Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir pahaya değişenler
var ya, işte onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemezler. Kıyamet
gününde Allah onlarla konuşmaz. Onları temize de çıkarmaz. Onlar için acıklı
bir azab vardır.
175- Onlar hidayete karşılık sapıklığı, mağfirete
karşılık azabı satın aldılar. Onları ateşe sabrettiren nedir?
176- Bunun sebebi; Allah'ın Kitab'ı hakla
indirmesidir. Muhakkak Ki-tab'da ihtilâfa düşenler, elbette uzak bir ayrılık
içindedirler.
"İşte
onlar karınlarında..." bu ifadenin takdiri şöyledir: Onları karınlarında
yer eden ateşten başka bir şey yemezler. Yüce Allah'ın, "Karınlarında
ancak bir ateş yemiş olurlar." (Nisa, 4/10) buyruğuna benzemektedir ki, bu
ifadenin takdiri de şöyledir: Onlar karınlarında yer edecek bir ateş yerler.
"Onları
ateşe sabrettiren nedir?" buyruğu ya taaccüb (hayret ve şaşkınlık ifade
eder ki, o vakit ifadenin takdiri şöyle olur): "Onlar ateşe amma da dayanıklıdırlar."
Veya sorudur. O zaman ifadenin takdiri şöyle olur: Onların ateşe sabretmelerini
sağlayan nedir? (Meal de buna göre yapılmıştır.)
[71]
"İşte
onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemezler." buyruğu mecaz-ı
mürseldir. Çünkü burada işin nihayette varacağı nokta itibara alınmıştır. Yani
onlar sonunda kendilerini cehenneme götürecek olan haram maldan başka bir şey
yemiyorlar.
"Karınlarında"
buyruğu ise, onların yaptıkları işin çirkinliğinin ne kadar ileri ve
durumlarının ne kadar kötü olduğunu ifade etmek içindir.
"Onlar
hidayete karşılık sapıklığı... satın aldılar." buyruğu istiare-i
musar-raha, açık istiaredir. Maksat imana karşılık küfrü aldılar şeklindedir.
Burada "satın alma" lafzı değiştirmeyi ifade etmek için istiare
yoluyla kullanılmıştır.
[72]
"Onu
az bir pahaya değiştirenler..." Bunlar kendilerine uyanlardan karşılık
olarak aldıkları dünyevi az bir değere karşılık Kitap'tan gizlediklerini satar,
yani bu az pahayı ellerinden kaçırırlar korkusuyla gizlediklerini bir türlü
açığa çıkarmazlar.
"Allah
onlarla" gazabından dolayı "konuşmaz. Onları" günahların pisliklerinden
"temize de çıkarmaz. Onlar için acıklı bir azab" olan cehennem ateşi
"vardır."
"Sapıklığı-dalâleti":
Sapıklık insanın maksadına doğru yol bulamadığı körlük halidir.
Hidayet:
Yüce Allah'ın peygamberleri aracılığıyla indirmiş olduğu şeriat-lerdir.
"Onları
ateşe sabrettiren nedir?" Ne kadar da ateşe dayanıklıdırlar! Bu ise
onların aldırış etmeksizin cehennemi boylamayı gerektiren işleri işlediklerinden
dolayı müminlere hitaben söylenilmiş bir taaccübdür. (Hayret ifadesidir.)
"Bunun"
yani onların karınlarına ateş doldurmaları ve ondan sonra sözü edilen
hususların "sebebi, Allah'ın Kitab'ı hakla indirmesidir." Onlar ise
bir kısmına iman edip bir kısmını gizlemek suretiyle inkâr ettiklerinden dolayı
o Kitap hakknda ihtilafa düştüler.
"Kitap'ta
ihtilafa düşenler" alabildiğine "uzak bir ayrılık" muhalefet
yahut anlaşmazlık "içindedirler." Bu ayrılık ve anlaşmazlık,
düşmanlık ve karşılıklı çekişmedir. Bu ise ayrılığın bir sonucudur.
[73]
174.
ayet-i kerime ile ilgili olarak Taberî, İkrime'den, o İbni Abbas'tan Yüce
Allah'ın, "Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyi gizleyip de..."
buyruğu ile Âl-i İmran suresinde yer alan, "Muhakkak Allah'a olan
ahidlerini... az bir pahaya değiştirenler..." (Âl-i İmran, 3/77) ayeti
birlikte Yahudiler hakkında nazil olduğunu rivayet eder. İbni Abbas ayrıca der
ki: Bu ayet-i kerime Yahudilerin başkanları ve ilim adamları hakkında inmiştir.
Bunlar ayak takımlarından bir takım hediye ve lütuflara nail oluyor, bunları
elde ediyorlardı. Gönderilecek son peygamberin de kendilerinden olmasını
umuyorlardı. Allah, Muhammed (s.a.)'i başka bir milletten gönderince
menfaatlerine halel gelmesinden, başkanlıklarının son bulmasından korktular. O
bakımdan Muhammed (s.a.)'in Kitaplarında açıklanan gerçek niteliklerini
gizlediler ve bunların yerine kendileri başka özellikler uydurdular. İşte ahir
zamanda ortaya çıkacak olan peygamberin niteliği budur. Bu nitelikler bu
peygamberinkine benzememektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'ın
indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip de..." ayetini indirdi.[74]
Kur"an-ı
Kerim, Kitap Ehli'nin Kur'an-ı Kerim'e ve Resulullah (s.a.)'a karşı
takındıkları tavırlarını açıklamaya devam etmektedir. Bundan önceki ayetlerde
yüce Allah onların bazı helâl olan şeyleri haram kıldıklarını ve dinde
ruhbanlığı, yiyecek ve içeceklerde bir takım zahidlik ve kanaatkârlıkları
bid'at olarak uydurduklarını açıklamaktadır. Burada da Yüce Allah onların
kitaplarında yer alan Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini gizlediklerini veya
bu nitelikleri tahrif edip değiştirdiklerini beyan etmektedir. Sahih olanı gizlediler,
yalan olanı da açıkladılar. Dini bir ticaret metaı haline getirdiler, onu
rızıklarını kazanmanın, geçimlerini sağlamanın bir aracı haline getirdiler.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde: "Siz onu parça parça kağıtlar haline
koyup kimini açık-. '.ar, çoğunu da gizlersiniz." (En'âm, 6/91) diye
buyurmaktadır. Allah'ın son peygamberin niteliklerine dair indirdiklerini,
onun geleceği zamana dair beyanı, kavmini ve buna benzer peygamberliğinin
doğruluğuna ve risaletinin mükemmelliğine tanıklık eden hususları gizleyenler
ya da bunları fetvalarına karşılık olarak aldıkları az miktardaki ücretler
mukabilinde yanlış tevil edip tahrif edenler, aslında sonunda cehenneme götüren
haram olan bir şeyi yemektedirler. Aldıkları bedel "az" olmakla
nitelendirilmiştir. Çünkü hakka karşılık verilen her türlü bedel dünya ve
ahiret mutluluğunu kaybetmenin yanında azdır, önemsizdir: "Fakat dünya
hayatının faydası ahirete göre ancak pek azdır." Tevbe, 9/38).
Allah'ın
Kitabını gizleyen, onu ticaret aracı haine getiren, sapıklıkta oldukça
uzaklara gitmiş bulunan bu kimseler ancak cehenneme girmelerine sebep teşkil
eden şeyleri yiyorlar. Yüce Allah'ın onlardan yüz çevirmesi, onlara ileri
derecede gazap etmesi, mağfiret ve affetmek suretiyle günahların pisliklerinden
onları temizlememesi sonucunu doğuracaktır ve onlar için dünyada da ahirette de
oldukça çetin bir azab vardır. Şanı Yüce Allah'ın kendilerinden övgü ile söz
edeceği, kendilerini bağışlayıp merhamet edeceği, onlardan razı olacağı ve
sevgi ve rıza ile kendilerine karşılık vereceği Cennet ehli ise bunlardan
tamamıyla farklıdır. Şanı Yüce Allah'ın, "Allah onlarla konuşmaz"
buyruğu onlara gazap edeceğini ve onlardan razı olunmayacağını ifade eder.
"Onları temize çıkarmaz" yani onların kötü ve pis olan amellerini
ıslah ederek onları temizlemez, arındırmaz demektir.
Diğer
taraftan Allah'ın dinini bir ticaret aracı haline getiren bu kimseler, hidayet
karşılığında delaleti almışlar, Allah'ın hidayetini terketmiş, dinde insanların
hevalarına uymuş ve mağfiret yerine azabı hak etmişlerdir. Buna sebep ise fani
olan malı, ebedî ve kalıcı sevaba tercih etmek suretiyle kendilerine karşı
işledikleri cinayettir. Onların bu durumlarına gerçekten hayret edilir! Onlar
cehennemi gerektiren şeylere ve dalâletten ibaret olan amellere hiç aldırış
etmeksizin nasıl da sabredebiliyor, katlanabiliyorlar! Yüce Allah'ın,
"Onları ateşe sabrettiren nedir?" buyruğu bu konuda gösterilmek
zorunda kalınan sabra hayreti ifade ediyor. Yani onlar öyle bir azab
halindedirler ki, onları gören "Ne kadar sabırlıdırlar?" diye
hayretini ifade eder.
Bu
türden bir ifade, hakimin veya yöneticinin gazabını gerektiren işlere kalkışan
kimselere söylenir: Sen kelepçeye, hapse ne kadar da dayanıklı imişsin! Yani
bu gibi şeylere ancak azaba karşı oldukça sabırlı olan kimseler kalkışabilir.
Onları
bekleyen bu oldukça şiddetli azab, adaletin nihaî şeklidir. Şüphesiz Allah'ın
gönderdiği kitap asla sapılmaması gereken ve asla mağlup edilemeyecek olan
apaçık ve göz kamaştırıcı hakkın kendisidir. Allah'ın kitapları hakkında
anlaşmazlığa ve ayrılığa düşenlere gelince; bunlar bu kitapların kimisi haktır,
kimisi batıldır, dediler. Bu gibi kimseler haktan oldukça uzak bir ayrılık ve
bir anlaşmazlık içerisindedirler. Hiç bir zaman müşterek bir nokta etrafında
birleşmezler. Aralarındaki bu anlaşmazlık yahut ayrılık devam edip gidecektir
ve bu ayrılıkları haktan, doğruluktan, sahih hidayetten alabildiğine uzak kalmaya
da devam edecektir.
[75]
Şüphesiz
ki hakkı gizleyip gerçekleri örtmek batılda ilerleyip durmak, çeşitli azab
türlerine bir sebeptir.
Dinin
asıl ilkelerinde genel ve temel meselelerinde ayrılığa düşmek, dinin tümünü
tahrip eder. Bu bakımdan Yüce Allah müminlere Rabbani yolun ta kendisi olan tek
bir yol etrafında birleşip bir araya gelmelerini emrederek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara
uymayın, sonra o yollar sizi O'nun yolundan ayırır. İşte bu siz.: bunları
tavsiye etti ki takva sahibi olasınız." (En'âm, 6/153). Yüce Allah müminleri
itikad ve dinin asılları ile ilgili olarak farklı mezheplere ayrılmaktan
S&kmdirm.ıqtır, Şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak dinlerini parça parça
edip fırka fırka ayrılanlardan, sen hiç bir şekilde onlardan değilsin. Onların
işi Allah'a aittir. Sonra O kendilerine yaptıklarını haber verecektir."
(En'âm, 6/159).
Anlayıp
kavramak, şer1! hükümleri naslardan çıkarmak için ictihad etmek, Kitap ve
Sünnete dayanmak kaydıyla meydana gelen ihtilaflar ise kınanacak bir husus,
bir kusur değildir. Hata eden ve isabet eden müctehidlerin hepsi de sevap ve
ecir alır. İslâm devleti içtihada dayalı görüşlerden çağına, zamanına uygun,
ümmetin genel ve yüksek maslahatını gerçekleştirebilen herhangi bir görüşü
seçip tercih edebilir. Çünkü imamın (İslam devlet başkanının) raiye (teb'ası -
halkı) üzerindeki tasarrufu maslahata dayalıdır. Burada kasıt kamu
maslahatıdır. Anlayıştaki bu görüş ayrılığı ümmetin birliğini parçalama
sonucunu vermez. İlâhî şeriatın usulünde, temel esaslarında meydana gelen
anlaşmazlıkların ortaya çıkardığı neticeleri bu tür anlaşmazlıklar doğurmaz.
Şanı
Yüce Allah insanları şu üç husus sebebiyle tehdit etmektedir: Hakkı gizlemek,
dini ticaret metaı haline getirmek, dinin asıllarıyla, temel esaslarıyla
ilgili anlaşmazlıklar çıkarmak.
Hakkı
gizlemek, kişiyi cehenneme, daimî azaba götürür, mağfirete nail olmaktan
mahrum YnraSsır. Nüc&imX\i<« Aüah, Tevrat'ta mdirmiş olduğu Muhammed
(s.a.)'in niteliklerini ve risaletinin doğruluğuna dair buyruklarını gizleyen
Yahudi alimleri ile ilgili olarak böyle demiştir.
Dini
ticaret aracı haline getirmek aynı şekilde cehennemi gerektirir. Allah'ın
oldukça ağır azabına tahammül gösteren bir takım insanlara gerçekten şaşılır.
Onlar cehenneme karşı ne kadar cesaretlidirler! Çünkü onlar cehenneme götürecek
bir iş yaptıklarını biliyorlar.
Onların
hak ettikleri bu azab adaletin ve hakkın tecellisidir. Şanı Yüce Allah bu
Kur"an-ı Kerim'i ancak hak ile indirmiştir. Hakkın yerleşmesi, yayılması
ve ona itaat edilmesi için indirmiştir.
Din
ile ilgili öze taalluk eden ihtilaflara gelince; işte tefrikayı, anlaşmazlıkları
müşahhaslaştıran ve bir araya gelip birleşmeyi önleyen budur. Bunun örneği
Tevrat hakkında anlaşmazlığa düşen Hristiyanlar ve Yahudilerdir. Hi-ristiyanlar
Tevrat'ta Hz. İsa'nın niteliklerinin bulunduğunu iddia ettiler, Yahudiler ise
onun niteliklerini kabul etmeyip red ettiler veya onlar Tevrat'ta yer alan
Muhammed (s.a.)'in Tevrat'taki niteliklerine muhalefet ettiler. O bakımdan
ayrılık ve tehlikeli anlaşmazlık daima aralarında devam edip gidecektir. Yüce
Allah, hakkı az bir baha karşılığı gizleyenler hakkında şu dört haberi de
vermektedir:
1- Onların yedikleri ancak karınlarına ateş doldurmaktır.
2- Allah Kıyamet gününde bunlarla konuşmayacaktır.
3- Onları temizlemeyeceğinin anlamı: Amellerini kabul etmeyecek ve buna
bağlı olarak onlardan övgü ile söz etmeyecektir.
4- Onlar için oldukça acıklı bir azab vardır.
Bununla
Yüce Allah'ın, "Bunun sebebi Allah'ın kitabı hak ile indirmesidir."
buyruğundan maksadın ne olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Burada kasıt
Kur'an-ı Kerim'dir. Allah onu doğrulukla veya red olunamaz delil ile birlikte
indirmiştir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak ki Kitap'ta ihtilafa düşenler"
buyruğun-daki Kitaptan kasıt ise Tevrat'tır. Kur'an-ı Kerim'in kastedildiği de
ileri sürülmüştür. Anlaşmazlığa düşenler ise Kureyş kâfirleridir. Onların
kimisi bir sihirdir derken, başkaları geçmişlerin masallarıdır demiştir. Bir
diğer topluluk ise: Kur'an-ı Kerim uydurulmuş bir sözdür, demişlerdi.
[76]
177-
Yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru döndürmeniz birr değildir. Fakat birr
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygambere iman edenin; mala olan
sevgisine rağmen akrabasına, yetimlere, muhtaçlara, yolculara, dilenenlere,
kölelere verenlerin; namazını dosdoğru kılan zekâtı veren, ahid-leşince
ahidlerini yerine getirenlerin; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı
zamanlarda sabredenlerin yaptığıdır. Sâdık olanlar işte bunlardır. İşte takva
sahibi olanlar da ancak bunlardır.
"Fakat
birr Allah'a... iman edenin..." burada mübalağa yolu ile "birr"
ile iman etmenin özde aynı şeyler olduğu ifade edilmektedir. Tıpkı cömertlik demek
Hatim demektir; şiir demek Züheyr demektir, gibi. Yani cömertlik Ha-tim'in
cömertliğine, şiir Züheyr'in şiirine denir, demek olur.
"Kölelere"
buyruğunda hazif ile yapılan icaz vardır. Yani köleleri kölelikten kurtarmak
uğrunda malını veren, demektir ki bu da esirleri fidye yoluyla kurtarmaktır.
Köleler (ayet-i kerimede "boyunlar" anlamına gelen er-Rikâb kullanılmıştır)
cüz'ün kullanılarak bütünün kastedilmesi kabilinden mecaz-ı mür-seldir.
"Sabredenler"
özellikle sabredenleri kastediyorum anlamında "ihtisas" denilen bir
kurala riayet edilmiştir. Sâdık olanlar işte bunlardır. Burada tahakkukun ve
doğru söylemenin vukua geldiğinin ifade edilmesi için (ayet-i kerimede) mazi
bir fiil kullanılarak haber verilmektedir.
"İşte
takva sahibi olanlar bunlardır." Burada da takvanın sabit olduğunu ifade
etmek için isim cümlesiyle haber verilmektedir.
[77]
"Birr":
Her türlü hayrı kapsayan bir isimdir. Kendisi ile Allah'a yaklaşılan, Allah'a
iman, salih ameller, üstün ahlâk gibi her şeydir.
"Mala
olan sevgisine rağmen... yetimlere" babası olmayıp muhtaç olan kimselere,
"muhtaçlara" ayet-i kerimede (muhtaç diye meali verilen): Miskin:
Kendisine yetecek malı bulunmayan muhtaç, yoksul kimse demektir, ona bu adın
veriliş sebebi ihtiyacın onu zelil kılması ve hareketsiz bırakması (miskin ile
aynı kökten: iskân ettirmesi) dolayısıyladır. Fakir ise hiç bir malı bulunmayan
kimse demektir, "yolculara" Malından uzak kalmış, malını kullanmak imkânı
bulunmayan muhtaç yolculara."dilenenlere" ihtiyacın insanlardan bir
şeyler istemek zorunda bıraktığı kimselere. Dilenmek zaruret dolayısıyla
olmadıkça Şer'an haram kılınmıştır. Dilencinin yalnızca zaruret miktarı
istemesi ve buna dikkat etmesi icabeder. "kölelere" yani köleleri
hürriyete kavuşturup azad etmek uğrunda "verenlerin, namazını dosdoğru
kılanların" yani onu en güzel ve en doğru şekilde eda edenlerin, "ahidleşince
ahidlerini yerine getirenlerin" ahid, insanın başkasına karşı yerine
getirmekle kendisini yükümlü tuttuğu bir sorumluluktur, "sıkıntıda"
ileri derecedeki fakirlik kastedilmektedir, "hastalıkta" buradaki
kelime insana zarar veren hastalık, sevdiği bir kimseyi kaybetmek gibi insana
zarar veren her bir şeydir "ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin
yaptığıdır. Sadık olanlar" iman iddiasında doğru olanlar "işte
bunlardır. Takva sahibi olanlar" takva, masiyetlerden uzak durmak
sebebiyle Allah'ın gazabından korunmak demektir; "işte bunlardır."
[78]
Abdürrezzak'ın
Katade'den rivayetine göre Yahudiler Batı'ya doğru, Hristi-yanlar da doğuya
doğru ibadet ediyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah'ın, 'Yüzlerinizi doğuya ve
batıya doğru döndürmeniz birr değildir." ayeti nazil oldu.
[79]
Taberî
ve İbnül-Münzir de Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bize
nakledildiğine göre bir adam Peygamber (s.a.)'e birr'in mahiyeti hakkında soru
sordu. Bunun üzerine Yüce Allah da şu: 'Yüzlerinizi doğuya ve batıya
döndürmeniz birr değildir." ayet-i kerimesini indirdi. Hz. Peygamber o soruyu
soran adamı çağırıp bu ayeti ona okudu. Allah'ın farzettiği hükümler gelmeden
önce bir kimse Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın kulu ve
rasulü olduğuna şehadet getirir de bu hal üzere ölür ise ahirette kurtuluşa
ereceği ümid edilirdi. Bunun üzerine Yüce Allah, 'Yüzlerinizi doğuya ve batıya
döndürmeniz birr değildir..." ayetini indirdi. Yahudiler Batı tarafına,
Hristiyanlar ise doğu tarafına yöneliyorlardı.
[80]
Kıblenin
değiştirilmesi, çeşitli din mensubu kimseler arasında büyük bir fitnenin ortaya
çıkmasına sebep olmuştu. Her bir kesim bizzat kendisinin yöneldiği kıbleden
başka bir tarafa kılanan namazın sahih olmadığı görüşünde idi. Bu şekilde
müslümanlar ile Kitap Ehli arasındaki ayrılık oldukça şiddetlendi. Kitap Ehli
olan kimseler namazın kıblelerine doğru yönelinerek kılınması görüşünde
idiler. Bu kıble bazı peygamberlerin de kıblesi idi. Müslümanlar ise
peygamberlerin atası İbrahim (a.s.)'in kıblesi olan Mescid-i Haram'a
yöne-linmedikçe hiç bir namazın kabul olunmayacağını ve Allah'ın o kılınan
namazdan razı olmayacağını ileri sürdüler.
Şanı
Yüce Allah, bütün insanlara yüzü mücerred olarak doğuya ve batıya çevirmenin bizatihi
maksad olarak gözetilen birr'in kendisi olmadığını, bunun tek başına salih bir
amel sayılamayacağını, asıl gerçek birr'in başka bir şey olduğunu
açıklamaktadır. Gerçek birr, Allah'a, rasulüne kitaplarına, meleklerine,
ahiret gününe, kalpten, samimi, eksiksiz ve salih amel ile birlikte bir iman
idi. İşte insanın ruhunu Yüce Allah'a karşı haşyet ile dolduran iman, gizli ve
açıkta O'nun gözetimi altında olduğu duygusunu uyandıran iman budur. Bu iman
insanın nefsi ile şeytanın ayağı kaydına zeminlerine karşı güçlü bir koruyucu,
bir engel olur. Bu imanın sahibi hata işlediği takdirde samimi olarak hemen
tevbeye yönelir.
Buna
göre birr, gerçek, eksiksiz, bütün itikad esaslarını kapsayan bir imandır.
Birrin esası Allah'a tek bir ilah olarak, O'na hiç bir kimseyi ortak
koş-maksızm ve O'ndan başka bir mabud tanımaksızın iman etmektir. İşte kişinin
nefsine güç, kuvvet ve üstünlük şuurunu veren bu imandır. Çünkü bu imana sahip
olan bir kimse artık bundan sonra bu varlık aleminde herhangi bir insana boyun
eğmez, herhangi bir kimsenin yasama yetkisine sahip olduğunu kabul etmez,
aksine yasalar koymayı, teşrî'de bulunmayı yalnızca Allah'a ait bir hak olarak
bilir. Kalplere huzur veren, ruhları sükûna erdiren iman budur. Bu iman
sayesinde herhangi bir nimet dolayısıyla nefisler şımarmaz. Herhangi bir
musibet dolayısıyla da ümitsizliğe kapılmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İşte bunlar, iman edenlerdir, gönülleri Allah'ı zikretmek ile huzura
kavuşanlardır. Şunu biliniz ki kalpler ancak Allah'ı zikretmekle huzur ve sükûn
bulur." (Ra'â, 13/28).
Ebu
Hayyân şöyle diyor: Biri1, manevi bir özelliktir. O bakımdan Yüce Allah'ın,
"Fakat birr Allah'a... iman edenin..." buyruğu ile ancak birr sahibi,
yeni birrde bulunan kimseler kastedilebilir.
Ahiret
gününe imanın birr olmasına gelince: Bu imana sahip olan bir kimse sevabı,
cezayı, hesaba çekilmeyi, amellerinin Allah'ın huzurunda arz edilmesini kabul
ve ikrar eder. Bu ise daha fazla salih amel işlemesi ve kötü ve çirkin
fiillerden uzak durması neticesini doğurur.
Meleklere
iman: Melekler nurânî varlıklardır, onların pek çok görevleri vardır. Bütün
fiilleri itaattir. Kendilerine verdiği emirlerde Allah'a karşı gelmezler,
emrolunduklannı yaparlar. Onlardan kimisi vahiy taşıyıcısıdır, kimisi Cennet
veya Cehennem üzerinde görevlidir, kimisi rüzgârlar ve yağmurlar ile
görevlidir, kimisi arş'm koruyucularıdır, kimisi de ruhları kabzeder.
Meleklere
iman, vahye nübüvvete, ahiret gününe imanın asli bir unsurudur. Cebrail
(a.s.), vahiy emanetini üstlenmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onu emin olan ruh senin kalbine indirdi ki, sen de korkutuculardan
olasın. Apaçık bir Arapça ile." (Şuarâ, 26/193-195); "O gecede
melekler ve ruh Rablerinin izniyle her bir iş için iner de iner." (Kadr,
97/4).
Semavi
kitaplara (Zebur, Tevrat, İncil ve Kur'an'a), önceki peygamberlere indirilen
sahifelere iman ise; ayırım gözetmeksizin hepsine imanı onlarda yer alan
emirlere uymayı, onlarda yer alan yasaklardan sakınmayı gerektirir. Ayrıca bu
Kur'an-ı Kerim'in bütün muhtevasına bağlı kalmayı da gerekli kılar. Çünkü
Kur'an-ı Kerim hem kendisinden önceki kitapları tasdik etmek, hem de onlar
üzerinde hüküm belirtmek üzere gelmiştir.
Birbirleri
arasında ayırım gözetmeksizin bütün peygamberlere iman da onların gösterdikleri
yol ile hidayet bulmayı, siret ve ahlâklarına uymayı, emredip yasakladıkları
hususlarda onların dedikleri gibi hareket etmeyi gerektirir.
Sahih
bir imanın nefsi arındırıp güzelleştiren, toplumsal ilişkileri düzenleyen ve
bu ilişkileri sevgi, ülfet, muhabbet, birlik, dayanışma ya da toplumsal
dayanışma gibi esaslardan oluşan sağlam bir temel üzerinde yükselten salih amel
ile birlikte olması, kaçınılmaz bir şeydir. Aşağıdaki hususlar işte bunun
müşahhas ifadesini ortaya koymaktadır. Kişinin gönlünde yer tutan mal sevgisine
rağmen merhamet, şefkat duygularıyla zor zamanlarında insanlara yardımcı olmak
kasdıyla aşağıda belirtilen ihtiyaç sahibi insanlara el uzatmak.
İhtiyaç
sahibi olan akrabalar, bu sınıfların başında gelir. Kan bağı sebebiyle
durumlarının hemen farkedilmesi ayrıca onların içinde bulundukları şartlardan
kişinin madden ve manen kendisinin de etkilenmesi söz konusu olduğundan dolayı
insanlar arasında iyiliği en çok hak sahibi olanlar bunlardır. Diğer taraftan
insanın gerçek mutluluğu ancak çevresiyle birlikte mutluluğu paylaşması ile
mümkün olabilir. Akrabaların gözetilmesi aynı zamanda iki hedefi
gerçekleştirir: Birisi akrabalık bağını gözetmeyi, diğeri ise sadaka sevabını
kazanmayı. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslümanlara verdiğin sadaka
bir sadakadır, akrabana verdiğin sadaka ise iki sadakadır." Resulullah
s.a.) ise akrabalık derecesine göre infak etmek yolunu müslümana sıralamış ve
şöyle buyurmuştur: "Önce kendinden başla, sonra da geçimlerini sağlamak
durumunda olduklarından."
Yetimler:
Bunlar babalarını kaybetmiş ve kendilerini koruyup gözetecek kimsesi
olmayanlardır. Geçimlerini sağlayabilmesi ve hayatın güçlüklerine göğüs
verebilmek eğitim öğrenim meslek kazanma, yahut da bir sanayi dalında çalışmak
için ya da başka bir yolla kendilerini bekleyen hayat yolunu katede-bilmek için
yardıma büyük ölçüde ihtiyaçları vardır. Hem kendilerinin fert olarak
kurtulmaları hem de topluma yararlı olabilmeleri ancak bu şekilde olabilir.
Miskinler
ve fakirler de gözetilme hususunda önceliklidir. Bunlar fakirlik sebebiyle ya
hiç bir gelirleri olmayan ya da yeterli gelirleri olmadığından dolayı yardıma
ihtiyacı olan kimselerdir. Nitekim fakirlik probleminin çözümü için çalışmak,
kalkınmanın ve ilerlemenin temel unsurlarındandır. Çünkü ihtiyaç bazen kişiyi
doğru yoldan sapmaya ve suç işlemeye itebilir. O bakımdan bunlara destek
olmak, bunlara yardımcı olmak herkesin menfaatinin bir gereğidir. Böylelikle
bunlar da güç sahibi olabilirler. Çünkü bir toplumun gücü fertlerinin gücünden
gelir, toplumun zayıflığı fertlerinin zayıflığındandır.
Yolcular:
Yolculuğu esnasında yahut yolda giderken ülkesine ulaşmak imkanını kaybeden
kimsedir. Böyle bir kimseye yardımcı olup onu gözetmek, beldesine dönünceye
kadar diğer müslümanlann bir görevidir. Ona (Kur"an-ı Ke-rim'in tabiri
ile): "Yol oğlu" denilmesinin sebebi, yabancı olması ve adeta yolun
dışında annesi ve babası yokmuşçasına bir durumda bulunması dolayısıyladır.
İleri
derecedeki ihtiyaç dolayısıyla insanlardan malî yardım isteyen dilenciler:
Dilenmenin edebi, ısrar olmaksızın ve iffetli bir şekilde yapılmasıdır. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İffetli davranmalarından dolayı bilmeyen
onları zengin zanneder." (Bakara, 2/273). Zengine ve bu konuda sabit olan
hadis-i şerifte belirtildiği gibi çalışabilecek gücü olan kimseye sadaka helâl
değildir. Böyle bir kimsenin izzetini koruyacak bir iş bulması görevi olduğu
gibi devletin de ona bir iş sağlaması -erkek veya kadın olsun- görevidir.
Köleler:
Yani köle olanlara hürriyetlerini elde etmek için yardımcı olmak. Esirlere de
fidye verebilmeleri için mal ile destek vermek demektir. Çünkü kölelik ve
esirlik bir kulluktur, zillettir, hürriyetin gaspedilmesidir. Din ise insanları
azad etmeye, insanları özgürleştirmeye yönelik bir arzuya sahiptir. Mal vermek
suretiyle maddi yollarla; makam, aracılık, güzel bir şefaatta bulunmak gibi
manevi yollarla kölelik boyunduruğundan kurtarmayı ve savaş sonucu esir
düşenleri karşılıklı değişim ve fidye ödemek suretiyle hürriyete kavuşturmayı
hedefler.
Namazı
dosdoğru kılmak da birr kapsamı içerisindedir. Yani hüküm ve şartları eksiksiz
yapmak ile birlikte kalbin huzuru, okunan Kur'an-ı Kerim ve yapılan zikirlerin
anlamı üzerinde tefekkür, ibadet edilen mutlak ilahın azametini hatırına
getirmek, sert ölçülere göre huşu ve itminan duymak suretiyle en doğru ve güzel
şekliyle namazı eda etmek demektir. Namaz, meşru olan şekle göre eda edildiği
takdirde, etkileri kendisini gösterir. Nefis arınıp güzelleşir, ahlâkı
faziletlere alışkanlık kazanır, adi ve süflî şeylerden uzaklaşır. Nefis artık
herhangi bir hayasızlık veya bir münker işlemez. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak namaz hayasızlıktan ve münkerden alıkoyan"
(An-kebut, 29/45).
Zekâtı
vermek de binin hasletleri arasında yer alır. "Sadakalar ancak Allah'tan
bir farz olarak fakirlere, miskinlere... dır." (Tevbe, 9/60) ayetinde sözü
geçen hak sahiplerine farz olan zekâtı vermektir. Dikkat edilecek olursa
Kur'an-ı Kerim'de namazın zekât ile birlikte olmadan söz konusu edildiği yerler
oldukça azdır. Çünkü namaz, ruhu arındırıp temizlerken zekât da malı temizler,
arındırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onların mallarından
kendisi ile onları arındırıp temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al!" (Tevbe,
9/103). Malın alınacak zekât miktarı ile bunun türleri ise sünnet-i
nebeviy-yede açıklanmıştır.
Verilen
ahde bağlılık da birr kapsamına girer. Bu, ister dinleyip itaat et-nek
suretiyle Allah'ın ahdine bağlı kalmak şeklinde olsun, isterse de akitlere,
sözlere ve antlaşmalara -dinin emirlerine muhalif olmadığı sürece- bağlı kalmak
suretiyle insanlara verilen ahidlere bağlı kalmak şeklinde olsun. Masiyet
yolunda olduğu takdirde ahde vefa göstermek gerekmez. Ahde bağlılık sahih
imanın alametlerinden, ahdi bozmak ise hadis-i şerifte de belirtildiği gibi münafıklığın
alametlerindendir: "Münafıkın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan aıyler,
söz verdiğinde sözünde durmaz, ona emanet verildiğinde hainlik eder."
insanlar sorumluluklarım, taahhütlerini yerine getirmekte gevşek davrandıkları
takdirde aralarında güven kaybolur. Şaşkınlık, huzursuzluk ve çalkantı
içerisinde yaşarlar. Bu ise onları değişik şekillerde akidlerini sağlamlaştırıp
r-eîgelendirmeye, akdin bozulmasından ve hainlikten kendilerini koruma
yolla-rmı aramaya iter.
Darlık
ve fakirlik zamanlarında hastalık gibi sıkıntılarda akrabaları gözetmek;
malını, çoluk çocuğunu kaybetmek gibi sıkıntılı zamanlarda, düşmanla savaş
alanında karşılaşmak gibi çetin zamanlarda sabretmek de binin ve imanın kapsamı
içerisindedir. Çünkü sabır imanın yarısıdır. Zira sabır, Allah'ın kaza ve
kaderine rızayı gösterir. Allah'tan ecri beklemenin belirtisidir. Cıhad
esnasında dinin zafere kavuşması için gayret göstermek ve bu üç durumda sabır
göstermek eksiksiz imanın belirtisidir. Sahih hadis-i şerifte varid dduğuna
göre savaş alanından kaçmak, yedi büyük günahtan bir tanesidir.
İşte
sözü geçen bu birr'in hasletlerine sahip olanlar, bunlarla nitelenenler
imanlarında sâdık olan, doğru olan kimseler ve gerçek manada takva sahibi
ilanlardır. Onlar masiyetlerden uzak kalmak suretiyle Allah'ın gazabından korunmuş,
ahiret yurdunda da Allah'ın rızasını ve sevabını elde ederek umduklarına
kavuşmuş olurlar. Gerçek şu ki bu ayet-i kerime gereğince amel eden bir
kimsenin imanı kemal bulmuş demektir.
[81]
Hayrın
kapsamlı ifadesi olan "birr" bu ayet-i kerimede sözü geçen niteliklere
kişinin sahip olması demektir. Çünkü Peygamebr (s.a.)'e Medine'ye hicret edip
de farzlar emrolunup kıble Kabe'ye döndürülüp hadler tespit edildikten sonra,
Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
İlim
adamları der ki: Bu ayet-i kerime ahkam ihtiva eden pek mühim temel
ayetlerdendir. Çünkü bu ayet-i kerime 16 esas ihtiva etmektedir: Allah'a, Onun
isim ve sıfatlarına, öldükten sonra dirilmeye, amellerin hesabına, mizan,
sırat, havz, şefaat, cennet, cehennem, melekler, Allah tarafından indirilmiş Kitaplara
ve hepsinin Allah tarafından gelmiş olduğuna ve peygamberlere iman etmek, farz
ve nafile bütün hallerde malı infak etmek, akrabaları gözetip onlarla ilişkiyi
koparmaktan vazgeçmek, yetimin halini gözetmek, onu ihmal etmemek, miskinlere
de yoksullara da aynı şekilde davranıp yoloğluna gereken riayeti göstermek
(yoloğlu, yolda kalmış kimsedir, bir görüşe göre misafirdir), dilencileri
gözetmek, köle azad etmek, namazı devamlı ve dikkatli eda etmek, zekâtı vermek,
ahidlere bağlı kalmak ve zorlu sıkıntılı hallerde de sabretmek.
Yetime
bir şeyler vermek hususunda ilim adamlarının iki görüşü vardır. Bir görüşe göre
yetim fakir olmadıkça ona bir şey verilmez, bir görüşe göre ise zengin dahi
olsa akrabalık bağını gözetmek maksadı ile sadece yetim olduğu için ona bir
şeyler verilebilir.
Yüce
Allah 'in, "Mala olan sevgisine rağmen..." buyruğu ile farz olan sadaka
(zekât)nın kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, nafile sadakanın kastedilmiş
olma ihtimali de vardır. el-Cessâs der ki: "Ayet-i kerimede bunun farz
olan bir zekât olduğuna bir delâlet yoktur. Ayette sadece sadaka vermeye bir
teşvik ve buna karşılık sevap vaadi bulunmaktadır. Çünkü o, birrden sayılmaktadır.
Bu lafız ise farzı da nafileyi de ihtiva eder. Ancak ayet-i kerimenin anlamında
bununla zekâtın kastedilmediğine delalet eden ifadeler vardır. Çünkü Yüce
Allah burada: "Namazlarını dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler" diye
buyurmaktadır. Burada zekât, namaza atfedildiğine göre; bu daha önce sözü geçen
sadaka ile zekâtın kastedilmediğini gösterir.
[82]
İbnül-Arabî
de şöyle demektedir: Malda zekâtın dışında bir hak yoktur. eş-ŞaTîî'den yapılan
nakle göre o: Malda zekâtın dışında da bir hak vardır, der ve bu konuda
Darakutnî'nin, Fatıma binti Kays'tan rivayet etmiş olduğu şu hadisi delil
gösterir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Malda zekâtın dışında da
bir hak vardır." Ancak bu hadis zayıftır, eş-ŞaTrî'den sabit değildir,
Peygam-ber'den de sabit değildir.
[83]
Malda zekâtın dışında bir hak yoktur. Zekât eda edildiği takdirde bundan sonra
bir ihtiyaç ortaya çıkacak olursa, ilim adamlarının ittifakı ile zekâtın o
ihtiyaç için harcanması icabeder. Yani Yüce Allah'ın, "Mala olan sevgisine
rağmen... veren" buyruğu ile kastedilen, malın tatavvu' yoluyla
verilmesidir. Yüce Allah'ın, "Zekât veren" buyruğundan kasıt ise,
farz olan zekâtı vermektir.
İmam
Malik şöyle demektedir: Bütün müslümanlara, esirlerini fidye verip kurtarmak
vacibdir. İsterse bu bütün mallarını kuşatacak kadar olsun. Aynı şekilde
yönetici zekâtı hak sahiplerine dağıtmayacak olursa, zenginlere fakirleri
ihtiyaçtan kurtarmak farz mıdır? Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir meseledir.
Bence daha sahih olan onlara bunun vacib olduğudur.
[84]
Kurtubî
de der ki: "Mala olan sevgisine rağmen... veren" buyruğu, malda
zekâtın dışında bir hak olduğu hususuna delil gösterilmiştir. İşte birr'in kemale
ermesi de bununla olur. Bundan kastın farz olan zekât olduğu da söylenmiştir.
Ancak birincisi daha sahihtir. Çünkü az önce geçen: "Muhakkak malda zekâtın
dışında bir hak vardır." hadisi de bunu gerektirmektedir. Bu hadis hakkında
her ne kadar farklı şeyler söylenilmiş ise de bizzat ayet-i kerimede yer alan:
"Namazı dosdoğru kılan ve zekâtı veren" buyruğunun anlamı bu hadisin
sıhhatini göstermektedir. Burada zekât namaz ile birlikte zikredilmektedir. Bu
da Yüce Allah'ın, "Mala olan sevgisine rağmen... veren." buyruğu ile
farz olan zekâtın kastedilmediğinin delâletidir. Eğer böyle bir şey olsaydı
tekrar olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[85]
Durum
her ne olursa olsun, zekâttan ayrı olarak, mala olan sevgiye rağmen malı
ihtiyaç sahiplerine vermek, şer'an teşvik edilmiş bir iş olduğunda hiç bir
şüphe yoktur. Bu ayet-i kerime ile ve Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis-i
şerif gereğince amel etmek de bizi bu sonuca götürür. Ebu Hureyre (r.a.) dedi
ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'in yanma gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın rasulü
hangi sadaka daha faziletlidir? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen
sıhhatli, cimri, fakirlikten korkar, zenginliği hep arzular birisi olmana
rağmen tasad-dukta bulunmandır. Can boğaza gelip dayanıncaya kadar bu işi
savsaklayıp da o vakit: Filâna şu, filâna şu vardır, şu da filâna aittir,
demeyesin." İbni Me-sud'dan da Yüce Allah'ın, "Mala olan sevgisine rağmen...
veren" buyruğu hakkında: "Fakirlikten korku duyarak yine de malı
vermektir" dediği nakledilmektedir.
Malı,
ona duyulan sevgiye rağmen vermenin nafile infak olduğunu kabul eden birinci
görüşü: "Zekât her türlü sadakayı" yani sadakanın farziyetini
"neshetti" diyen hadis-i şeriftir.
[86]
Malın
infakının ilk şekli farz zekât şeklinde oluşudur. Bu, malı özel bir keyfiyet
üzere belli bir miktarda vermektir, diğeri ise mutlak olarak zekât şeklinde.
Bu ise belli bir miktar ile kayıtlı olmaksızın, nisaba malik olmak sınırı da
söz konusu olmadan malı vermektir. Bunun yerine bu miktara dair kayıt getirip
sınır koymayı ümmetin ve fertlerinin durumuna bırakmak söz konusudur. İşte mal
bu iki şekliyle verildiği takdirde bizler fakirlik problemini ortadan kaldırır
ve İslâm'ın sosyal dayanışmadan gözettiği maksadı gerçekleştirmiş oluruz. O
vakit azgın kapitalizmin zararlarını gidermek maksadıyla sosyalist ilkeleri
ithal etmeye ihtiyaç duymaz, zorla ve bedel vermeksizin mülkiyet sahiplerinin
elinden mülklerini zorla almak esasları üzerinde yükselmeyen, makul ve orta bir
çözüme ulaşma imkânını buluruz. Bu çözüm baskı uygulamak, yerine zenginlerle
fakirler arasında sevgi, karşılıklı iyi duygulara dayalı ilişkileri korumanın
ve ilişkileri sürdürmenin yollarını arar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerde cimrilik gösterenler
sanmasınlar ki o, haklarında hayırlıdır. Aksine o, onlar için bir serdir.
Cimrilik ettikleri şey Kıyamet günü boyunlarına bir halka olacaktır. Göklerin
ve yerin mirası Allah'ındır, Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Âl-i
İmran, 3/180). Yani bunlar cimriliğin kendileri için hayırlı olduğunu
sanmasınlar. Bilakis o cimrilik, onlar için bir kötülüktür.
Yoksullara
bir şeyler vermeye gelince; dilencilik yapmayan kimselere yoksul (miskin)
denilir. Dilencilik yapanlar ise kendilerini açığa vurmuş olurlar. Resulullah
(s.a.) da sahih bir rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Miskîn (yoksul) bir
ve iki lokmanın, bir ve iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat
miskîn, kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı bulamayan ve farkına
varı-lamayıp da kendisine tasaddukta bulunulmayan kimsedir." Köleler
hakkında Malik ve Şafiî'ye göre onlar Allahü Teâlâ'ya yakınlaştırıcı bir ibadet
olmak üzere azad edilecek kimselerdir. Ebu Hanife ise; buradaki kölelerden
kasıt, efendi-leriyle kitabet akdi yapmış olanlardır. Kölelikten kurtulmak
uğrunda bunlara yardımcı olunur, demektedir.
Ayet-i
kerimede birr'in niteliklerine sahip olan kimselere Yüce Allah'ın tevcih ettiği
belirgin niteliklere gelince, "sâdık olanlar işte bunlardır, takva sahibi
olanlar da işte bunlardır." Böylelikle Yüce Allah onları işlerinden ve
bunları yerine getirmek hususunda doğrulukla, takva ile nitelendirmekte, din
hususunda onların ciddi ve gayretli olduklarını belirtmektedir ki, bu da
yapılacak övgünün nihai derecesidir.[87]
178- Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında
üzerinize kısas yazıldı. Hür, hür olana; köle, köle olana; dişi, dişi olana (karşılık)
kısas olunur. Fakat kime kardeşi tarafından cüz'i bir şey af olunursa, örfe
uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve bir
esirgemedir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunursa onun için pek acıklı
bir azab vardır.
179-
Ey olgun akıl sahipleri! Kısasta sizin için bir hayat vardır. Olur ki sakınırsınız.
"...yazıldı",
üzerinize farz kılındı ve hak sahibinin bunu istemesi halinde yerine
getirilmesi gerekli oldu, demektir. Yüce Allah'ın, "Oruç... üzerinize de
yazıldı." (Bakara, 2/183) buyruğunda olduğu gibi. (Farz) yazılmış namazlar
da böyledir.
Kısas:
Öldürmede hem nitelik itibariyle hem de fiilen misilleme demektir. Caniye,
mağdura yaptığının mislinin yapılması yani katilin öldürülmesi demektir. Çünkü
şeriat nazarında katil ile maktul birbirine müsavidir.
"Öldürülenler"
(el-Katlâ): Maktul, öldürülen anlamına gelen "katil" kelimesinin
çoğuludur. Sar'a (baygınlar) kelimesinin (baygın anlamına gelen) sa-rî'in
çoğulu olması gibi.
"Hür,
hür olana kısas olunur." Yani hür, hür karşılığında öldürülür, köle
karşılığında öldürülmez. Köle de köle karşılığında öldürülür, dişi de dişi
karşılığında öldürülür. Sünnet-i seniyye kadına karşılık erkeğin
öldürüleceğini beyan ettiği gibi, dinde birbirinin misli olmanın da muteber
olduğunu beyan etmektedir. Buna göre Müslüman bir kimse -köle olsa dahi- bir
kâfir karşılığında -hür olsa dahi- öldürülmez. Hanefilerin dışında kalan
cumhurun görüşü budur.
"Fakat
kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa..." yani her kime maktulün
kanından, velisi olanlar tarafından bir şey affolunacak olursa, demektir. Aff
birkaç manaya gelmekle birlikte, burada uygun olanlardan birisi; vermek, diğeri
ise ıskat ve terketmek demektir, "örfe uymak" yani diyetin taleb
edilmesi, maruf ile olsun, zorlama ve sıkıntıya sokarak olmasın, haksızlık
yapılmasın."^ #üzeZZi£Ze ödemek gerekir." Yani cinayeti işleyen
kimse bu diyeti mağdur tarafına savsaklamaksızın, yormaksızın ve hakkı
gizlemeksizin ödesin.
"Bu"
yani sözü geçen affetmek ve diyet ödemek şeklindeki hüküm "Rabbi-nizden
bir hafifletme" bir kolaylık ve size "bir esirgemedir." Çünkü bu
konuda size genişlik vermiş, Yahudilere kısası kaçınılmaz, Hristiyanlara da
diyeti kaçınılmaz kıldığı gibi, yalnız birisini uygulamak zorunda tutmamıştır.
"Kim
bundan sonra tecavüzde bulunursa" yani aftan sonra katilden intikam
almaya kalkışırsa "onun için" ahirette ateş ile veya dünyada öldürmek
ile "pek acıklı bir azab vardır."
"Ey
olgun akıl sahipleri!" Ayet-i kerimede geçen "el-Elbab" (mealde
olgun akıllar) kelimesi lüb" kelimesinin çoğulu olup, akıl anlamına
kullanılmaktadır.
[88]
Bu
178. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak iki rivayet vardır.[89]
Katâde, eş-Şa'bî ve tabiînden bir gruptan rivayet edildiğine göre cahiliye
halkı hem haddi aşan kimseler idiler, hem de şeytana itaat ederlerdi. Eğer bir
kabile sayıca çok ve güçlü ise, başka bir kavmin kölesi bu güçlülerin bir
kölesini öldürdüğü taktirde; biz bunun karşılığında mutlaka hür olan bir
kimseyi öldüreceğiz, başkasını kabul etmeyiz, derlerdi. Bunu kendilerini üstün
ve güçlü görerek söylüyorlardı. Onlardan bir kadın öldürüldüğü vakit de, Biz bu
kadının karşılığında mutlaka bir erkek öldüreceğiz, diyorlardı. Bunun üzerine
Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirerek, kölenin köleye karşılık olduğun,
dişinin dişiye karşılık olduğunu haber vermekte ve haddi aşmalarını
yasaklamaktadır.
Daha
sonra Yüce Allah Maide suresinde, "Biz onda onların üzerine şunu yazdık:
Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralarda birbirine
kısastır..." (Maide, 5/45).
es-Süddî'den
rivayete göre o, bu ayet-i kerime hakkında şöyle demiş: Araplardan biri
müslüman, diğeri kendileriyle anlaşma yapılan iki ayrı dine mensup iki grup,
Araplar arasında görülegelen bir sebep dolayısıyla çarpıştılar. Peygamber
(s.a.) aralarında sulh yaptı. Bu çarpışma esnasında hür kimseler, köleler ve
kadınlar da öldürülmüş idi. Hz. Peygamber hür kimsenin hür diyetini köle kimsenin
köle diyetini, dişi kimsenin de dişi diyetini ödemesi esası üzere aralarında
sulh yaptı. Böylelikle onlardan kimisini kimisinden kısas etti. Bu ayet-i
kerime onun verdiği hükmü teyid etmek üzere nazil oldu.
[90]
İslâm'dan
önce katil çeşitli şekillerde cezalandırılıyor idi. Yahudilerde kısas,
Hristiyanlarda diyet, cahiliye dönemi Araplarında ise intikam alma alışkanlığı
yaygın idi. Katilden başkası öldürülüyor, kimi zaman kabile başkanını veya
katilin kabilesinden birden çok kişiyi öldürüyorlardı. Hatta bir kişiye karşılık
on kişi, dişiye karşılık bir erkek, köleye karşılık bir hür istedikleri de oluyordu.
Daha
sonra İslâm, adalet ve eşitlik ilkesini belirleyerek kısas cezasını öngördü.
Çünkü bu ceza insanları öldürme suçundan alıkoyar. Yaşadığımız bu çağda da bu
ceza suçu engelleyicidir, caydırıcıdır. Çünkü hapis, kan dökücü suçluları o
kadar fazla suçtan alıkoyamamaktadır. Yüce Allah'ın yasaması ise en âdil, en
hikmetli ve sağlam ve en doğru olandır. Çünkü Yüce Allah insanların neler ile
ıslah olacaklarını, kendi yarattığı ümmetleri ve kavimleri neyin terbiye ettiğini
en iyi bilendir. Şeriat kısas yerine diyet almayı da mubah kılmıştır.
Ayet-i
kerimenin anlamı şudur: Ey iman edenler! Öldürülenler dolayısıyla üzerinize
kısas farz kılındı. O bakımdan katile maktule yaptığının misliyle kısas
uygulayınız. Birbirinize karşı haddi aşmayınız. O bakımdan hür kişiye karşılık
hür, köleye karşılık köle, dişiye karşılık dişi yani misli misline olmak üzere
öldürülür. Daha önce aranızda yer etmiş bulunan zulmü bırakınız. Hür karşılığında
birden fazla kişi, köle karşılığında bir hür, öldürülen kadın karşılığında
erkek öldürmeyiniz. Sünnet-i Seniyye ise dişi karşılığında erkeğin öldürüleceğini,
köle karşılığında ise -efendisi olmaması şartıyla- hür'ün öldürüleceğini
açıklamıştır.
Kısasta
adalet, istenen bir şeydir, eşitlik de kısasta bir şarttır. O halde sayıca az
kişi karşılığında pek çok kimse, köleler karşılığında efendi öldürülme-melidir.
Öldürme katile münhasır olmalıdır. Kabilenin diğer fertlerine yahut akraba veya
aşiretine kadar iş götürülmemelidir.
Öldüren
ölenin velisi olan din kardeşi tarafından affedilecek olursa, isterse bu
affeden maktulün velilerinden tek kişi olsun -ki bu veliler varlığı ile güç
kazanan ve onu kaybettikleri için üzülen asabesidirler- ve bu af kısastan vazgeçip
diyeti istemek şeklinde ise, affedenin ve başkasının sıkmadan, sıkıntıya
sokmadan, azarlamadan diyet talebini güzelce yapması gerekir. Bu ödemeyi
yapacak olanın da savsaklamadan, ertelemeden ödemesi gerekir. Aynı şekilde
diyetin affedilmesi de caizdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onla-ın sadaka olarak bağışlamış olmaları hali müstesna, akrabasına
teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir." (Nisa, 4/92).
İşte
bizim teşrî' ettiğimiz diyet karşılığında veya diyetsiz olarak katili affetmek
şeklindeki hüküm, Rabbinizden bir hafifletme, bir kolaylık, bir ruhsat ve sizin
için bir rahmettir. Hayatta bırakmak ve kanları dökmemekten daha üstün bir
rahmet olabilir mi? Yahudilerde diyet almak meşru değildi. Maktulün
velilerinin kısastan başka bir seçenekleri yoktu. Diyet aldıktan sonra kim
haddi aşıp katili öldürse veya bizim yaptığımız teşrii aşarak cahiliye
adetlerine geri dönecek olursa, Kıyamet gününde onun için oldukça acıklı bir
azab vardır. Buna göre affetmek suretiyle hükmün hafifletilmesi her iki
şekliyle de ortadadır. Çünkü Tevrat mensupları için kısas, İncil mensupları
için ise diyetsiz olarak affetmek söz konusudur.
Kısasın
hikmeti şudur: Kısas toplumun istikrarlı ve rahat bir hayata sahip olmasına
yardımcı olur. Öldürme suçunun işlenmesine caydırıcı bir engel teşkil eder.
Çünkü başkasını öldürdüğü takdirde, ona karşılık öldürüleceğini bilen kimse
öldürmekten uzak durur. Böylelikle kısas, birisi katilin hayatı, diğeri
maktulün hayatı olmak üzere iki hayatı koruma altına almış olur. Nitekim kısas
anarşinin, haddi aşmanın ve öldürmelerde zulmün yayılmasını engeller, suçu
mümkün olan en dar çerçeveye sıkıştırıp bırakır, ayrıca maktulün velisi olan
kişiyi, acı çekeni rahatlatır, gönlündeki kin ateşini intikam duygusunu
söndürün*. İbni Kesîr der ki: Yüce Allah'ın buyruğunun anlamı şudur: Katilin
öldürülmesi demek olan kısasın, sizin için şeriat olarak tespit edilmesinde büyük
bir hikmet vardır. Bu ise toplumda yaşama hakkının korunmasıdır. Çünkü katil öldürüleceğini
bildiği takdirde bu işinden uzak durur.
Yaşama
hakkının kutsal olduğunu takdir edebilen kişi kısas hükmünün sırrını ve onun
gerçekleştirdiği genel ve özel maslahat ve menfaatleri de anlayabilir.
İnsanların bu hükümdeki hikmeti idrak etmeleri ve şerl hükümlerin inceliklerini
iyice kavramaları gerekir. Bundan dolayı ancak akıl sahibi olanlar bunu kavrar.
Akıllılar kısasın hayatı korumaya sebep olduğunu kavradıkları takdirde
[91] ve
doğru insanları da öldürme suçundan sakındırmaları halinde öldürmeden korunmuş
ve kısastan yana da esenliğe kavuşmuş olurlar. Buna göre bu buyrukta:
"Korurlasınız" buyruğundan kasıt, öldürmeden sakınasınız, konmasınız,
böylelikle kısastan yana da esenliğe kavuşasmız, demektir. Çünkü akıllı kimse
hayatta kalmaya gayret ve çaba harcar, kısasın uygulanmasından kendisini
korumaya çalışır.
Aklındaki
bir bulanıklık ve nefsinin nevasına tabi olanlar dışında belagat alimleri:
"Kısasta sizin için bir hayat vardır." ibaresinin Arap
edebiyatçılarının söylediği: "Öldürme, öldürmeyi daha çok ortadan
kaldınr." şeklindeki ifadelerinden daha beliğ, daha sağlam, daha fasih,
daha özlü ve maksadı daha iyi ifade ettiğinde görüş birliğindedirler. Çünkü
kısasta hayatın korunması söz konusudur. Öldürme ise bazen zulüm olabilir, o
bakımdan bu öldürme, peşisıra bir başka öldürmeye sebep teşkil edebilir.
Öldürmenin öldürmeyi ortadan kaldırabilmesi ancak âdil olabilmesi halinde söz
konusudur. Kısas ise bir cezadır; o bakımdan o daima adaleti gözetir. Çünkü
kısas yapılmasına dair hakimin hükmü, ancak katilin suçunu ispatlamak için
gerekli bütün belgelerin bulunmasından sonra söz konusu olabilir. O bakımdan
öldürmeyi gerçek anlamıyla ortadan kaldırabilen kısasın kendisidir.
Kur"an-ı Kerim'in bu ayeti kısası, toplumun hayatiyetine sebep olarak
göstermektedir. Çünkü kısas misilleme, adalet ve eşitlik esası üzerine
yükselir. Yerindeki bir ceza ise adaletin gerçekleşmesidir. Cahiliye dönemine
ait aktardığımız o söz ise, öldürmeyi hayatın sebebi olarak tespit etmektedir.
Diğer taraftan bu sözde "öldürme" lafzı tekrar edilmektedir. Ayet-i
kerimede ise lafız tekrarı söz konusu değildir. Arapça bu deyimin şu şekilde
tashih edilmesi mümkündür: Kısas yoluyla öldürme, zulmen öldürmeyi daha bir
ortadan kaldırıcıdır.
Kısacası,
öldürme, öldürmenin ortadan kaldırılmasına sebeptir; şeklindeki ifadenin
zahirinin doğru olması imkansızdır. Kısas ise hayata sebeptir. Haksızca
öldürmek de bir öldürmedir, bununla birlikte öldürmeyi ortadan kaldırıcı
değildir, bilakis öldürmeyi daha bir gerektiriridir.
[92]
Öldürme
suçu sebebiyle İsrailoğulları şeriatinde olan kısas teşrî ile Hristi-yanlarda
olan diyet teşriini bir arada teşrî'i hüküm olarak kabul etmek, İslâm
şeriatının bir özelliğidir. Böylelikle kısas, diyet ve karşılıksız affetmekten
birisini seçmek, şeriatın bir hükmü halindedir. Hatta İslâm pek çok ayet-i
kerimede affetmeyi teşvik etmektedir. Bunların bazısı şöyledir:
"Affetmeniz takvaya daha yakındır." (Bakara, 2/237); "Kim mazlum
olduğu halde öldürülürse, biz velisine bir yetki vermişizdir. O halde o da
öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü o zaten yardıma mazhar olmuştur." (İsrâ,
17/33). Nitekim şu: "Fakat kime kardeşi tarafından bir şey
affolunursa..." ayeti de müminlere affetmeye iten kardeşliği
hatırlatmakta, onların nefislerindeki kin ve kızgınlığı gidermektedir. Bunun
sonucunda kardeş kardeşine şefkat eder, kinlerini bastırır ve kardeşini bağışlar,
ona müsamaha gösterir.
Şayet
maktulün velisi kısası isteyecek olursa, katilin Allah'ın emrine teslim
olması, O'nun teşrî' buyurduğu kısas hükmüne itaat etmesi gerekir. Bu onun için
bir görevdir, bir farzdır. Nitekim maktulün velisinin de katili öldürme
sınırında durması, maktulün dışındakilere saldırmayı terketmesi farzdır.
Cahiliyyet döneminde Arapların yaptığı şekilde haddi aşarak katilden başkasını
öldüremez. Peygamber (s.a.)'in şu hadis-i şerifinin anlamı da budur: "Kıyamet
gününde insanlar arasında Allah'a karşı en isyankâr olanları şu üç kişidir:
Katilinden başkasını öldüren bir adam, Harem sınırları içerisinde öldüren adam
ve cahiliye döneminin düşmanlık, kin ve intikamını güden bir adam."
Ayet-i
kerime, hürriyet, kölelik ve cinsiyet hususlarında misillemeye riayet etmenin
delilidir. Malik der ki: Bu ayet-i kerime ile ilgili olarak işittiklerimin en
güzeli, bununla cinslerinin kastedildiğidir. Yani erkekler ve dişiler bu konuda
eşittir. Fukaha ise "dişiye karşılık dişi" buyruğunun zahiri
ifadesinin terkedilmesi hususu üzerinde ittifak etmişlerdir.
İntikam
gütme adetini sona erdirmek üzere şeriat fertlere kısası bizzat uygulamalarına
izin vermemiştir. Kısası uygulamayı ve hadleri yerine getirmeyi sadece
yönetici ve idarecilere vermiştir. Çünkü şanı Yüce Allah bütün müminlerden
kısas yapmalarını istemiştir. Bütün müminlerin hep birlikte kısası uygulamak
üzere toplanıp bir araya gelmeleri ise mümkün değildir. O bakımdan kısasın ve
diğer hadlerin uygulanmasında müminler, sultanı (İslâm devlet yöneticisini ve
yetkililerini) kendi adlarına görevlendirmişlerdir. Böylelikle anarşi, hakkın
ve adaletin çiğnenmesi önlenmektedir. Kısas mutlaka gerekli değildir. Gerekli
olan kısasın ve diğer hadlerin saldırganlık noktasına götürülerek
aşılmamasıdır. Kısasın affedilip diyetin kabul edilmesi veya diyetsiz olarak
affedilmesi de caizdir.
[93]
1- Köleye karşılık hürün, kâfire karşılık müslümanın öldürülmesi:
Fukaha
köleye karşılık hür kimsenin, zimmîye karşılık da müslümanın öldürülmesi
şeklindeki iki mesele hakkında farklı görüşlere sahiptir. Cumhur müslüman
olmayı ve hürriyet açısından katil ile maktul arasında denkliği şart
koşmaktadır. Buna göre kâfire karşılık Müslüman ve köleye karşılık hür bir
kimse öldürülmez. Hanefîler ise hürriyet ve din bakımından denklik şartını
koşmazlar. Onlara göre sadece insan olmak bakımından denklik ve eşitlik yeterlidir.
O bakımda kâfire karşı Müslüman, köle karşılığında hür kimse öldürü-lebilir.
Cumhur
Resulullah (s.a.)'m -Ahmed ile Nesaî dışında Sünen sahiplerinin rivayet
ettikleri- Abdullah b. Amr yoluyla gelen şu hadisini delil gösterirler:
"Kâfir karşılığında müslüman öldürülmez." Bu hadisi Buharî de
Abdullah b. Amr'dan rivayet etmiştir. Cumhur, köle hakkında Resulullah
(s.a.)'ın Darakut-nî ve Beyhakî tarafından rivayet edilen İbni Abbas yoluyla
gelen şu merfû' hadisi de gösterirler: "Köle karşılığında hür kimse
öldürülmez."
Hanefîler
ise kısas ayetlerinin genel ifadesinde herhangi bir can açısından fark
gözetmeyen ayetlerin genel ifadesini delil gösterirler. Yüce Allah'ın şu
buyrukları gibi: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı."
(Bakara, 178); "Biz onda onların üzerine cana can... kısastır diye
yazdık." (Maide, 5/45).
Yüce
Allah'ın, "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı." buyruğundan
sonra gelen "Hür, hür olana; köle , köle olana; dişi, dişiye karşılık
(kısas olunur)." buyruğunda kasıt ise, Hanefilere göre bir takım
kabilelerin yaptıkları bazı uygulamaları red etmektir. Çünkü onlar köleleri
karşılığında mutlaka bir hür öldürmeyi, kadınları karşılığında da bir kadın
öldürmeyi istiyorlar, başkasını kabul etmiyorlardı. İslâm daha önceki zulüm
türünden olan bu şeyleri iptal etti, kısasın -başkasına değil- yalnızca katile
uygulanmasının farz olduğunu vurguladı. O bakımdan ayet-i kerimede köle
karşılığında hür'ün öldürülmeyeceğine yahut kadına karşılık erkeğin
öldürülmeyeceğine bir delâlet yoktur. Çünkü Yüce Allah ayetin baş tarafından
"Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı." buyruğu ile katilin
öldürülmesini farz kılmaktadır. Bu buyruk, bütün katilleri kapsar. İster hür
bir kimse bir köleyi veya bir başkasını öldürmüş olsun, ister Müslüman bir
kimse bir zimmîyi ya da bir başkasını öldürmüş olsun farketmez. Daha sonra:
"Hür, hür olana..." buyruğu ise az önce geçen ifadeleri te'kid yolu
ile beyan etmek için gelmiştir.
Cumhur
ise şöyle demektedir: Allah önce kısasta eşitliği (misillemeyi) farz kılmıştır.
Daha sonra ise muteber olan bu eşitliği beyan etmektedir. Hür kimsenin hür
kimseye eşit olduğunu, köle bir kimsenin de köle bir kimseye eşit olduğunu,
dişinin de dişiye eşit olduğunu açıklamaktadır. Şu kadar var ki Peygamberin
sünnetine istinaden erkeğin kadına karşılık öldürüleceği üzerinde de ıcmâ'
vardır.
Onlara
göre istidlalin kaynağını teşkil eden kelime, öldürmede misillemeyi ve
eşitliği öngören "kısas" kelimesidir. Hanefîlerce istidlalin
kaynağını (memat) teşkil eden kelime ise, kısasın yalnızca katile münhasıran
gerçekleştirilmesini gerektiren "öldürülenler" kelimesidir.
Cumhurun
görüşüne göre köle karşılığında hür öldürülemeyeceğine göre, zımmî karşılığında
da Müslüman öldürülemez. Çünkü kölenin eksikliğinin sebebi küfrün etkilerinden
bir tanesi olan köle oluştur. O halde kâfir karşılığında müslümanın
öldürülmemesi (öncelikle) söz konusudur.
Açıkça
görülmektedir ki; Hanefîlerin görüşü ayetin başı ile sonu arasındaki insicamı
gerçekleştirmektedir. Buna göre köle hür kimseye eşit olmaktadır. Müslümanın
kanı da, dökülmesinin haram olması bakımından zimmîye eşit olmaktadır. Çünkü
zimmînin de kanı ebedî bir şekilde koruma altındadır. Cumhurun görüşü ise,
ayetin başı ile sonu arasındaki insicamı gerçekleştirememek-tedir. Çünkü onlar
köle karşılığında hür kişinin öldürülmeyeceğini tespit ederken, dişi
karşılığında erkeğin öldürüleceğini, aksinin de yapılacağını kabul etmektedirler.
Fakat
sünnet-i seniyye ayet-i kerime üzerinde dikkatle durmayı gerektirmektedir.
Cumhur der ki: Ayet-i kerimenin esası belli bir türün kendi türünden :lan
birisini öldürmesidir. O balamdan hür bir kimse hür bir kimseyi öldürdü-ju
zaman, köle bir kimse köleyi, dişi bir kimse de dişiyi öldürdüğü zamanki hükmü
beyan etmekte ve iki ayrı türden birisinin ötekini öldürmesi meselesine iî
atmamaktadır. Ayet-i kerime muhkemdir ve bu ayet-i kerimede Resulullah s.a.)'m,
sünneti ile açıkladığı bir icmal vardır. Hz. Peygamber bunu Yahudi bir erkeğin,
öldürdüğü müslüman kadın karşılığında öldürülmesi ile beyan etmiştir. Fakat
köle karşılığında hür kişinin, kâfir karşılığında müslümanın öldürülmesi caiz
değildir.
Ancak
Hanefîlerin benimsedikleri zimmî karşılığında müslümanın öldürülmesi
görüşlerini destekleyen şöyle bir rivayet vardır: Tahâvî bunu Muham-ned b.
el-Münkedir'den nakletmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.) bir zimmî
karşılığında müslümana kısas uygulamış ve şöyle buyurmuştur: "Ben zimmet
akdinin şartlarına tam anlamıyla bağlı kalmaya herkesten daha çok hak
sahi-iıyim."
Hz.
Ömer ve Hz. Ali'den de zimmî karşılığında bir Müslümanı öldürdükleri rivayet
edilmiş ve Hz. Ali şöyle demiştir: "Bizim onlara verdiğimiz (söz)i verişimizin
sebebi, kanlan bizim kanımız gibi, diyetleri bizim diyetimiz gibi olsun
îıyedir."
Hanefîler:
"Kâfir karşılığında mümin ve ahid sahibi, ahdi içerisinde (ahdi sürdüğü
esnada) öldürülmez." hadisini şöylece tevil etmişlerdir: Müslüman ve
andlaşmalı bir kimse harbi olan bir kâfir karşılığında öldürülmez. Çünkü andlaşmalı
olan kimsenin, ancak kendisi gibi andlaşmalı olan bir zimmî karşılığında
öldürüleceği icmâ' ile kabul edilmiştir. Dolayısıyla hadis-i şerifte sözü geçen
"kâfir" lafzının harbî olmakla kayıtlandırılması gerekir, nitekim
ikinci cümlede ona atfedilenin kayıtlı olduğu gibi. Çünkü bir kaç kişiden sonra
gelen sıfat ittifakla herkese raci olur ve o takdirde hadisin takdirî ifadesi
şöyle olur: Müslüman bir kimse harbî bir kimse dolayısıyla öldürülmez, ahid
sahibi bir kimse de harbî bir kimse dolayısıyla öldürülmez. Çünkü zimmî bir
kimse zimmî birisini öldürdüğü vakit ona karşılık öldürülür. O bakımdan bundan
maksadın harbî olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü karşılığında müslüman olsun
zimmî olsun kimsenin öldürülmeyeceği kişi, ancak harbî kimsedir.
Ancak
cumhur "Ben zimmetine bağlı kalanların (bağlı kalmakta) en haklı
olanıyım." hadisinin Resulullah (s.a.)'tan rivayeti mürseldir (senedinde
kopukluk vardır) der. Bunu Abdurrahman el-Beylemânî, İbni Ömer'den rivayet
etmiştir ki, Abdurrahman hadis bakımından zayıftır. Hadisi vasfettiği takdirde
onun bu rivayeti delil olamaz. Peki ya mürsel olarak rivayet ederse durumu ne
olur? Darakutnî der ki: "Bu hadisi İbrahim b. Ebi Yahya dışında tam bir
sened ile kaydeden kimse yoktur, o ise rivayet ettiği hadis terkedilen bir
ravidir."
"Ahid
sahibi de ahdi içerisinde (ahidli olduğu halde öldürülmez)." hadisine gelince:
Bu tam, eksiksiz bir ifadedir, ayrıca bu yeni bir cümledir ve bu cümle zimmet
ehlinin kanlarının haram olduğunu ve ahdin bozulmaması gerektiğini beyan etmek
içindir.
2- Kadına karşılık erkeğin öldürülmesi:
Ayet-i
kerime dişiye karşılık dişinin öldürüleceğini açıkça hükme bağlamakta, ancak
kadına karşılık erkeğin öldürülmesinin ve bunun aksi hükmünü beyan
etmemektedir. Hasan-ı Basrî ile Atâ şöyle demektedirler: Bu ayet-i kerime
sebebiyle kadın karşılığında erkek öldürülmez.
Leys
b. Sa'd der ki: Erkek karısını öldürdüğü takdirde özel bir hüküm olmak üzere
karısı karşılığında öldürülmez.
Cumhur
onlara muhalefet ederek kadına karşılık erkeğin, erkeğe karşılık kadının
öldürüleceğini belirtmişlerdir. Çünkü: "Ve biz onda (Tevrat'ta) üzerlerine
cana karşılık can., diye yazdık." (Maide, 5/45) ile Peygamber (s.a.)'in
Buharî, Ahmed ve İbni Mace dışında Sünen sahiplerinin rivayet ettiği Ebu
Cuhayfe yoluyla gelen hadis dolayısıyla bu hükme varmışlardır:
"Müslümanların kanları birbirlerine denktir."
Can
karşılığı kısasta ve ondan aşağı azalarda Malik, Şafiî, İshak, Ahmed, Sevrî ve
Ebu Sevr'in görüşlerine göre erkek ile kadın arasında kısasta eşitlik söz
konusudur. Hammâd b. Ebu Süleyman ise öldürmeden aşağı hallerde kadın ile erkek
arasında kısas olmaz, kısas sadece karşılık cana can ile olur. Kurtu-bî'nin
görüşü ise şudur: Ancak her ikisine öldürmenin aşağısındaki cinayetlerin
öldürmelere ilhak edilmesinin, öncelikle söz konusu olacağı gerçeği ve delili
ile görüşleri reddedilir.
3- Evlât karşılığında babanın öldürülmesi:
İbni
Münzir der ki: Oğlunu kasten öldüren baba hakkında ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Bu görüş ayrılığı özetle şöyledir: Malik'in dışında kalan
cumhura göre: Bu durumda babaya kısas uygulanmaz, sadece diyetim işemesi
gerekir. Çünkü Tirmizî, İbni Mace, Nesaî, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan
Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Babaya oğlu
karşı-,-Jnnda kısas uygulanmaz." Bu meşhur bir hadistir.
Malik
ise der ki: Baba, -yatırıp kesmesi yahut ölünceye kadar hapsetmesi va da ona
atış yapması gibi mazur görülemeyecek ve hata ile öldürülme iddiasına dair bir
şüphe bulunmayacak şekilde- kasten oğlunu öldürdüğü takdirde :ığluna karşılık
baba da öldürülür. Ancak ona silah veya sopayı tehdit kastı ile atsa veya bu
işi kızgınlık halinde yapıp ölümüne sebep teşkil etse, buna karşılık
öldürülmez. Çünkü babalık duygusu bu fiili kasten yapamıyacağı yönünde bir
delildir.
4- Bir kişiye karşılık topluluğun öldürülmesi:
Zahirîler
der ki: Eşitliği ve misillemeyi şart koşan ayetin zahiri dolayısıyla :ek kişi
karşılığında topluluk öldürülmez. Tek bir fert bir topluluğa denk değildir.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz onda, onlara cana can diye
yaz-zık." (Maide, 5/45).
Buna
şu şekilde cevap vermektedir: Ayet-i kerimede kısas ile anlatılmak istenen kim
olursa olsun öldüren kimseyi öldürmektir. Böylelikle öldürülen kimse
karşılığında öldürmeyeni öldürmek isteyen ve bir kişi karşılığında övünmek,
makam ve gücünü ortaya koymak için bir kişiye karşılık yüz kişi öldüren
rahiliyye adetini reddetmek üzere şanı Yüce Allah adaleti ve eşitiliği emretmektedir.
Bu ise ancak öldürenin öldürülmesi ile gerçekleşir.
Dört
mezhep imamının görüşüne göre bir kişiye karşılık topluluk öldürülür. Bu
topluluk az veya çok olsun farketmez. Bundan maksat, buna giden yolu
kapamaktır. Eğer topluluk öldürülmeyecek olursa, kısasın hiç bir şekilde uygulanmasına
imkân kalmaz. Çünkü kısastan kurtulmak için öldürmede ortaklaşa nareket, bir
sebep olarak kullanılabilir. Hz. Ömer de San'a'da tek bir kişiye karşılık yedi
kişiyi öldürmüş ve şöyle demiştir: "Şayet San'a halkının tümü onu öldürmek
üzere birleşip bir araya gelecek olsalardı, ona karşılık hepsi öldürülürdüm."
Hz. Ali de Harûrîleri (Haricîleri) Abdullah b. Habbâb karşılığında
öl-iürmüştür.
[94]
Tirmizî
ise Ebu Saîd el-Hudrî ile Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer göktekiler ve yerdekiler mümin bir
kimsenin kanını dökmekte ortaklaşacak olurlarsa şüphesiz Allah hepsini yüzüs-iü
Cehenneme yıkar." Tirmizî bu hadis-i şerif hakkında: "Garip" bir
hadistir, demiştir.
5- Kısasın uygulanışında (kısas aletinde) misilleme:
Kısasın
gerçekleştirilme keyfiyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının iki görüşü
vardır: Malik ve Şafiî'nin görüşüne göre: "Kısas üzerinize yazıldı."
ayet-i kerimesi öldürme keyfiyetinde de misillemeyi gerektirir. O bakımdan
katil hangi yolla ve hangi şekilde öldürmüş ise böylece öldürülür. Bunun delili
ise Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen Hz. Enes'ten gelen
Ensar"dan bir cariyenin başını iki taş arasında ezen bir Yahudinin de
başının iki taş arasında ezildiğine dair hadis-i şeriftir.
Hanefiler
ve daha sahih kabul edilen görüşlerinde Hanbelîlerin mezhebine göre ise kısasta
asıl maksat, bir nefse karşılık bir nefsi öldürmektir. Ayet-i kerime bundan daha
fazlasını gerektirmez. Buna göre katil maktulü hangi şekilde öldürürse
öldürsün ancak kılıç ile öldürülür. Çünkü Nu'man b. Beşîr yoluyla gelen hadis
bunu gerektirmektedir. Bu hadisi İbni Mace, Beyhakî ve Darakutnî rivayet
etmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kılıçtan
başkası ile kısas yoktur." İmrân b. Husayn ve başkalarının rivayet ettiği
Resulullah (s.a.)'m müsleyi (işkence ile öldürmeyi) yasakladığına dair hadisi
de bunu gerektirmektedir. Ayrıca Şeddâd yoluyla gelen hadise göre Resulullah
(s.a.) -Ahmed, Müslim ve Sünen sahiplerinin rivayetlerine göre- şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak Allah her şeye ihsanı yazmıştır. O bakımdan öldürdüğünüz vakit
öldürmeyi ihsan ile (güzelce) yapınız. Kestiğiniz takdirde de güzelce
kesiniz." Böylelikle hadisin lafzının genel ifadesi kısas uygulamayı
arzulayan kimsenin caniyi öldürmenin en güzel şekli hangisi ise o şekilde
öldürmesini va-cib kılmaktadır.
6- Kasten öldürenden diyetin alınması:
Bu
hususta iki ayrı görüş vardır: Eşheb yoluyla gelen rivayetinde Malik, Şafiî ve
Ahmed'in görüşüne göre maktulün velisi muhayyerdir. Dilerse kısas yapar,
dilerse diyet alır. Bunda da katil rızası aranmaz. Çünkü İmam Ahmed tarafından
rivayet edilen Fetih Yılı ile ilgili Huzâalı Ebu Şureyh'in hadisine göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kimin bir yakını öldürülürse onun yakını
ona karşılık (katili) öldürebilir yahut affedebilir ya da diyet alabilir."
Diğer taraftan Yüce Allah'ın, "Kendinizi öldürmeyiniz." buyruğu
gereğince katilin kendisini hayatta tutması farzdır. Buna göre kasten öldürme
neticesinde, şu iki husustan birisi yerine getirilir: Ya kısas uygulanır veya
diyet kabul etmek üzere affedilir. Veli hangisini seçerse cani o seçeneği kabul
etmeye mecbur edilir.
1-
er-Rübayyi', Enes b. Malik'in halasıdır. Hadisi, hadis imamları rivayet
etmiştir.
Ebu
Hanife ve meşhur olan İbnül-Kasım'ın rivayetinde Malik'in görüşüne göre ise
katilin razı olması halinde maktulün velisinin kısası kabul etmekten başka yolu
yoktur, diyet alamaz. Çünkü ayet-i kerimede söz konusu edilen affetmenin yani
diyet almanın ancak mübahlığı söz konusudur. Ayet-i kerimede velinin onu kabul
etmesi halinde katili diyet ödemeye mecbur etmeye delalet edecek bir ifade
yoktur. Ayrıca bir başka kadının dişini kırılması ile ilgili er-Rübeyyi'
kıssasına dair Hz. Enes'in rivayet ettiği hadisi de bu görüşe delil göstermişlerdir
(D. Resulullah (s.a.) kısas uygulanacağına dair hüküm verip de: 'Kısas Allah'ın
Kitabıdır (farz hükmüdür), kısas Allah'ın Kitabıdır." diye buyurmuş ve
mağdur kimseyi kısas ile diyeti kabul etmek arasında muhayyer bırakmamıştır.
İşte bu da Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünneti gereği kasten cinayetlerde
uygulanması gereken cezanın kısas olduğunu ispat etmektedir.
Kurtubî
der ki: Birinci görüş ise daha sahihtir. Çünkü sözü geçen Ebu Şu-reyh'in hadisi
buna delâlet etmektedir.
7- Kadınların affetme yetkileri var mıdır?
Seleften
bir grup kadınların affetmek yetkisine sahip olmadıkları görüşündedir. Hasan-ı
Basrî, Katâde, Zührî, İbni Şübrüme, Leys ve Evzaî bunlardandır. Geri kalan
ilim adamları bunlara muhalefet ederek, kadınların da kısastan
vazgeçebileceklerini söylemişlerdir.
8- Örfe uymak ve güzellikle ödemek vacib midir, mendûb mudur?
"Artık
örfe uymak ve ona güzellikle ödemek lazımdır." buyruğunda Yüce Allah
alacaklının, alacağını güzel bir şekilde ödemesini istemeye, borçlunun da
borcunu güzel bir şekilde ödemesine teşvik etmektedir. "fe-ittibâun=
uymak" şeklindeki okuyuş vücuba delâlet eder. Çünkü bunun anlamı: O
kimseye maruf ile uymak düşer, şeklindedir. en-Nehhâs der ki: "Kime
kardeşi tarafından bir şey affolunursa " şart, "artık örfe uymak...
gerekir." onun cevabıdır. Bunun takdiri; Ona maruf ile uymak düşer,
şeklindedir. Tıpkı Yüce Allah'ın, 'Ya iyilikle tutmak... gerekir."
(Bakara, 2/229) buyruğunda olduğu gibi. Diğer taraftan ("fe-ıttibâen"
şeklindeki mansub kıraate göre ise bu istek, mendubluk ifade eder.
9- Diyetin alınmasından sonra katilin hükmü:
Diyetin
alınmasından sonra öldürülen kimsenin hükmü, aralarında Malik ve Şafiî'nin de
bulunduğu bir grup ilim adamına göre, ilk olarak öldürülen kimsenin durumu
gibidir. Onun (öldürülen katilin) velisi dilerse katilini öldürür, dilerse onu
affeder, azabı ise ahirettedir.
Katâde,
İkrime ve es-Süddî ile başkaları da der ki: Bunun azabı kesinlikle öldürülmesidir.
Hakim veliye affetme imkanını vermez. Ebu Davud, Cabir b. Abdullah'tan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Diyeti aldıktan
sonra (maktulünün katilini yine de) öldüren kimse ihtiyaçtan kurtulmasın."
Hasan-ı
Basrî der ki: Böyle bir kimsenin azabı ise yalnızca diyeti vermekten
ibarettir, günahı ahiret azabına kalır.
Ömer
b. Abdülaziz der ki: Böyle bir kimsenin işi, imama (İslâm devlet başkanına)
kalmıştır, o ona uygun gördüğü uygulamayı yapar.
10- Kısas uygulama yetkisi müslüman yöneticiye aittir:
Fetva
imamları herhangi bir kimsenin başka bir kimseye, devlet yetkililerini aşarak,
bizzat kısas uygulamasının caiz olmadığını kabul etmişlerdir. İnsanların
birbirlerine kısas uygulama yetkileri yoktur. Bu yetki ya İslâm devlet başkanının
veya onun bu iş için tayin ettiği kimsenindir.
11- Yöneticinin kendisine kısas uygulamak:
İlim
adamları icmâ' ile yöneticinin kendisine de kısas uygulayabilmesini kabul
etmişlerdir. Yönetici raiyesinden (idaresi altındaki insanlardan) herhangi bir
kimseye haksızlık yaptığı taktirde kendisine kısas uygular. Çünkü o da onlardan
bir kişidir. Onun sadece vasî ve vekil gibi nezaret etmek meziyeti vardır, o
kadar.Bu ise ona kısas uygulanmasına engel değildir. Aziz ve Celil olan
Allah'ın hükümleri açısından yöneticiler ile halk arasında herhangi bir fark
yoktur. Çünkü Yüce Allah, "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas
yazıldı" diye buyurmaktadır.
Ebu
Bekr es-Sıddîk (r.a.)'m da valisi tarafından elinin kesildiğini şikâyet eden
bir adama: "Andolsun eğer doğru söylüyor isen şüphesiz senin için ona kısas
uygulayacağım" dediği sabit olmuştur.
Nesâi
de Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah
(s.a.)'ın bazı şeyleri paylaştırdığı bir sırada adamın birisi onun üzerine
oldukça eğildi. Resulullah (s.a.) beraberinde bulunan bir baston ile onu
dürttü. Adam acıyla bağırdı. Resulullah (s.a.): "Gel, kısas uygula!"
deyince adam: Hayır, affettim ey Allah'ın rasulü, diye cevap verir.
Ebu
Davud et-Tayalisî'nin rivayetine göre Ebu Firâz şöyle demiştir: Ömer b.
el-Hattâb irâd ettiği hutbesinde şöyle dedi: "Dikkat edin, her kime
başındaki emir zulmedecek olursa, bunu bana ulaştırsın. Ben onun kısasını ona
zulmedene uygulayacağım." Bunun üzerine Amr b. el-Âs ayağa kalkıp şöyle
der: "Ey müminlerin emiri! Bizden herhangi bir adam raiyesinden bir
kimseyi tedib edecek olursa yine o kimse adına o valiye kısas uygulayacak
mısın?" Hz. Ömer: "Nasıl olur da onun kısas hakkını haksızlık edene
uygulamam? Resulullah (s.a.)'ın kendisine kısas uyguladığını görmüş bulunuyorum"
der.
Ebu
Davud es-Sicistanî'nin rivayetine göre ise hadisin lafzı şöyledir: "Ömer
b. el-Hattâb bize irad ettiği bir hutbede şunları söyledi: Ben valilerimi sizi
dövsünler, mallarınızı alsınlar diye göndermiyorum. Her kime böyle bir uygulama
yapılırsa onu bana ulaştırsın ben onun kısasını o kimseye uygularım."
[95]
180- Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman -eğer
bir hayır bırakacaksa- anneye, babaya ve yakın akrabaya maruf bir şekilde
vasiyette bulunmak takva sahipleri üzerine bir hak olarak yazıldı.
181-
Artık kim bunu işittikten sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu
değiştirenlerin üzerinedir. Muhakkak ki Allah Semî'dir, Alîm'dir.
182- Her kim vasiyet edenin hataya meylinden yahut
günahkâr olacağından korkar da aralarını bulursa, ona da hiç bir günah yoktur.
Şüphesiz ki Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.
"Sizden
birine ölüm" , yani ölümün sebepleri, alâmetleri, ölüm ile sonuçlanacağından
korkulan hastalıklar, "gelip çattığı zaman eğer bir hayır bıraka-caksa"
Bundan maksat maldır. Mücahid der ki: Kur'an-ı Kerim'in tümünde
"hayır" kelimesiyle mal kastedilmektedir, "anneye babaya ve
yakın akrabaya ma'rûf bir şekilde", yani üçte birden fazlasını vasiyet
etmeyerek zengine üstünlük tanımayarak adaletli bir şekilde demektir. Ma'ruf,
insanların, vasiyette bulunan kişinin haline uygun olarak olumsuz
karşılamadığı, reddetmediği şekildir. Bu miktar da onun çokça olan malına
nisbetle az olmaması, mirasçılara zarar verecek kadar da çok olmaması şeklinde
olur. Bu miktar terikenin üçte birinden fazla olmaması ile sınırlandırılmıştır,
"vasiyyette bulunmak" Va-siyyet, terikeden ölümden sonrasında
yapılacak bir tasarrufun adıdır. Yani ölüme yaklaşan bir kimse malının bir
kısmını yakın akrabalarına vasiyet etsin. Vasiyet kelimesi aynı zamanda
vasiyet etmeye tavsiyede bulunmaya, vasiyet olunan ayn veya amel hakkında
kullanılır, "takva sahipleri üzerine bir hak olarak" Bu kendisinden
önceki cümlenin muhtevasını tekid edici bir masdar-dır. Akrabalara vasiyetin
farz oluşu, miras ayeti ile ve Tirmizî ile başkalarının rivayet ettiği
"mirasçıya vasiyet yoktur" hadisi ile neshedilmiştir.
"yazıldı". Farz kılındı.
"Artık
kim bunu işittikten sonra" onu öğrendikten sonra "değiştirirse"
yani yapılan vasiyeti şahid veya vasilerden kim değiştirirse; "onun
günahı" yani değiştirilen vasiyetin vebali "ancak onu
değiştirenlerin üzerinedir. Muhakkak ki Allah" vasiyette bulunanın
sözlerini işiten "Semî'dir", vasinin yaptığı işi çok iyi bilen
"Alîm'dir" ve onun durumuna göre ona ceza ya da mükâfat verir.
"Her
kim vasiyet edenin hataya meylinden" hakkı ve adaleti bırakıp hataya
yöneleceğinden "yahut günahkar olacağından" haksızlık ve zulmü, üçte
birden fazla vasiyette bulunarak veya meselâ vasiyeti bir zengine tahsis
ederek, zulme ve haksızlığa kasten yönelmesinden "korkar da
aralarını" adaleti emretmek suretiyle, vâsi ile lehine vasiyette
bulunulanların arasını "bulursa, ona da" bu hususta "hiç bir
günah yoktur."
[96]
Bu
ayetler, ölümün emare ve alametlerinin ortaya çıkması halinde ölümden sonraki
birr ve hayır amellerinden bir tanesi olan vasiyyeti bütün insanlara genel
olarak hatırlatmaktadır. Şanı Yüce Allah ölümün bir çeşidi olarak kısası
zikrettikten sonra, bu hatırlatmada bulunmaktadır. Hitab herkese yöneliktir.
Çünkü ümmet birbiriyle dayanışma halinde olmalıdır. Onların tümüne fertlerden
istenen şeyler belirtilerek hitab edilir. O bakımdan ayetin önceki buyruklarla
ilişkisi gayet açıktır. Şöyle ki: Yüce Allah kısas halinde öldürmeyi ve diyeti
söz konusu ettikten sonra, vasiyyete dikkat çekmekte ve bunu da Yüce Allah'ın
kullarının üzerine yazdıkları cümlesinden olduğunu beyan etmektedir ki; herkes
buna dikkat etsin, ansızın ölüm gelip çatmadan önce vasiyette bulunsun ve
böylelikle vasiyetsiz olarak ölmesin.
Ey
müminler! Ölüm ile sonuçlanacağından korkulan hastalık ve buna benzer ölümün
alametleri ortaya çıktığı takdirde, kişinin mirasçılarına çokça mal bırakacağı
durumda, anne babaya ve akrabaya bu malın bir kısmını adil bir şekilde
vasiyette bulunması farz kılınmıştır. Bu adaletle yapılacak olan vasiyet, makul
bir ölçüde olmalıdır. Terikenin üçte biri sınırları içerisinde olmalı, zenginliği
dolayısıyla zengine vasiyette üstünlük tanınmamalı. Zaruret söz konusu
olmadıkça vasiyette haksızlığa yönelmemeli. Meselâ, kazanmaktan yana aciz olmak
yahut ilimle uğraşmak veya küçüklük bu konuda ayrıcalık için bir sebep
olabilir. Ancak adaletsizlik, mirasçılar arasında kin, buğz ve anlaşmazlığa sebep
teşkil eder. Anne ve baba kâfir olsalar dahi, çocuğun onların kalplerini İslama
ısmdırabilmek için vasiyyete bulunma imkânı vardır. Çünkü onlara iyilikte
bulunmak, genel olarak istenmiş bir husustur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz insana anasına, babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Eğer
onlar senin bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara
itaat etme." (Ankebût, 29/8); "Eğer onlar senin bilmediğin şeyi bana
ortak koşman için seni zorlarlarsa sen de onlara itaat etme. Bununla beraber
onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman, 31/15). Yüce Allah'ın, "Maruf
bir şekilde" buyruğundan kasıt, az da olmayan haksızlığı da bulunmayan
adil bir şekilde demektir ki; bu da Şer"an terikenin üçte bir ve daha az
miktarı ile sınırlandırılmıştır.
Allah
bu şekilde bir vasiyette bulunmayı Allah'tan korkan, O'nun Ki-tab'ına iman eden
kimseler üzerine bir hak olarak vacib kılmıştır. Onu işittikten sonra şahid
veya vasi tarafından yapılan vasiyette kim değişiklik yaparsa, şliphe yok ki
böyle bir değişiklik yapmanın günahı ona aittir. Vasiyette bulunan bundan sorumlu
değildir, Rabbi katında onun için ecir sabit olmuştur.
Değiştirme
ya vasiyeti bildikten sonra inkar etmekle veya onda eksiklik yapmakla olur.
Halbuki
Yüce Allah değişiklik yapanların da vasiyette bulunanların da söylediklerini
işitendir. Onların niyetlerini ve her türlü işi de bilendir. Bu onlar için
oldukça ağır bir tehdittir. O bakımdan bunun cezasından sakınmalısınız.
Daha
sonra değiştirmenin günahından, arayı düzeltme ve öğüt verme halleri istisna
edilmiştir. Bu da şöyle olur: Vasiyette bulunan kimse yaptığı vasiyetinde
şeriatın ve adaletin gösterdiği yoldan hata yoluyla ya da kasten çıktığını
görürse kendisi ile lehine vasiyette bulunduğu ya da mirasçılar ile lehine vasiyette
bulunduğu kimseler arasındaki ilişkiyi yeniden düzenleme hakkına sahiptir.
Yani vasiyeti adil ölçülere döndürmek, şer'an vasiyet için tesbit edilen miktar
çerçevesinde tutmak hakkına sahiptir. Böyle bir değişiklikten dolayı onun için
günah söz konusu değildir. Çünkü bu haklı olarak yapılmıştır ve onun için
bundan dolayı bir günah yoktur. Allah ıslah etmek kastıyla değişiklik yapan
kimselere Ğafûr'dur ve Rahîm'dir.
"Hayır"
kelimesiyle kastedilene gelince; ilim adamları, hakkında vasiyye-tin farz
olduğu malın durumu ile ilgili farklı görüşlere sahiptir. Bunu "çok
mal" olduğu söylenmiştir. Nitekim bunu Hz. Aişe validemiz böyle tefsir
etmiştir. Bu alimler çoğu ve azı birbirinden ayırdetmenin ölçüsünün ne olduğu
hususunda da farklı görüşlere sahiptir. İbni Abbas der ki: "Eğer yediyüz
dirhem kadar bı-rakacaksa vasiyet etmez. Sekizyüz dirheme ulaşıyor ise vasiyet
eder." Katade: Bin dirhem, demiştir. Hz. Aişe'den nakledildiğine göre
adamın birisi ona: Ben vasiyette bulunmak istiyorum, demiş Hz. Aişe: Malın ne
kadar? diye sorunca; o: Üç bin dirhem, demiş: Peki geriye bırakacağın kaç kişidir?
diye sorunca, Adam: Dört kişi deyince; Hz. Aişe şöyle buyurdu: Yüce Allah
buyurdu ki: "Eğer bir hayır bırakacaksa" senin bu bıraktığın miktar
ise, önemsiz bir miktardır. Onu ailene bırak; bu daha faziletlidir.
İbni
Abbas ve tabiînden bir grubun da söylediği gibi açıkça görülen şu ki: Bundan
kasıt, mutlak olarak az ya da çok olsun maldır. Çünkü hayır (mal) adı malm azı
hakkında da kullanılabilir. Mesele aslında örfe bağlı bir durumdur. Vasiyette
bulunanın takdiri mirasçıların sayısı, geçim şartları ile pahalılık ve ucuzluk
gibi hususlara bağlıdır.
[97]
İlim
adamları ile müfessirlerin çoğunun görüşü bu ayetin miras ile ilgili ayetle
nesh edildiği şeklindedir. Ayrıca Resulullah (s.a.)'m da Sünen sahipleri ile
başkalarının Amr b. Harice'den rivayet ettiği şu hadis-i şerifi de aynı istikamettir:
"Muhakkak Yüce Allah her hak sahibine hakkını vermiş bulunmaktadır, artık
hiç bir mirasçıya vasiyyet yoktur." Buna göre miras alan anne, baba ve
akrabaya vasiyetin vücubu neshedilmiş olmaktadır. İbni Kesîr der ki: Bu ic-mâ'
ile böyledir. Hatta Amr b. Harice'den az önce kaydettiğimiz hadis-i şerif dolayısıyla
da nehyedilmiştir.
Mirasçı
olmayan akrabaya gelince: Onlara üçte birden bir miktar tavsiyede bulunmak
müstehaptır. Bu ayet-i kerime buna ışık tutmaktadır. Ayrıca Bu-harî ile
Müslim'in rivayet ettiği İbni Ömer'den gelen Hz. Peygamberin şu buyruğu da
bunu ifade etmektedir: "Hakkında vasiyette bulunacağı bir şeyleri bulunan
müslüman bir kimsenin, vasiyyeti yanında yazılı olmaksızın iki gece geçirmesi
hakka uygun bir davranış değildir." İbni Ömer de der ki: "Ben
Resulullah (s.a.)'m bu sözü buyurduğunu işittiğimden beri vasiyyetim yanımda
olmaksızın üzerimden bir gece dahi geçmemiştir." Akrabalara iyilik ve
onlara ihsanda bulunmaya dair ayet ve hadisler oldukça çoktur.
Bu
ayet-i kerimenin neshi ile ilgili çeşitli görüşler vardır:
1- İbni Abbas, Hasan-ı Basrî, Tavus, Mesrûk ve başkalarının kanaatine
göre anne, baba ve miras alabilen akrabaya vasiyet nesh olunmuştur. Mirasçı
olmayan yakın akrabalara ise vasiyette bulunmak, vacib olarak devam etmektedir.
Çünkü vasiyet ayet-i kerime ile miras alsın, almasın akrabalar lehine vacib
idi. Bundan yalnızca mirasçı olanlara vasiyet nesh edildi, mirasçı olmayan
akrabaya vasiyet vacib olarak kalmaya devam etti.
İbni
Cerîr et-Taberî Tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir. Fakat bu gibi kimselerin
görüşüne göre daha sonraki alimlerin kullandığı ıstılâhî anlam açısından buna
"nesh" adı verilmez, bu bir tahsistir.
2- İbni Ömer, Ebu Musa el-Eş'arî, Saîd b. el-Müseyyeb ve başkalarının görüşüne
göre bu ayet-i kerime -miras alan kimseler hakkında olsun, almayan kimseler
hakkında olsun- bütünüyle miras ayeti ile nesh olunmuştur. Bunun delili ise
Şafiî'nin İmrân b. Husayn (r.a)'dan yaptığı şu rivayettir: Buna göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hz. Peygamber başka herhangi bir malı
bulunmayan birisinin Ölümü esnasında azad ettiği altı köle hakkında şu şekilde
hüküm verdi: Peygamber (s.a.) bu köleleri üçe böldü. Onlardan ikisini azad
etti, geri kalan dört tanesinin köleliğinin devam etmesine hükmetti."
[98]
Şayet
vasiyet yakın akrabalara vacib, başkaları hakkında da batıl olsaydı,
Resulullah (s.a.) bu iki köle hakkında vasiyeti caiz kabul etmezdi. Çünkü o iki
köleyi azad etmiş olması akraba olmamalarına rağmen onlar için bir vasiyetti.
3- Râzî, Tefsir'inde Ebu Müslim el-Isfahanî'den bu ayet-i kerimenin
men-suh değil muhkem olduğunu söylediğini nakletmektedir. Ona göre bu ayet-i kerime
miras ile ilgili ayet ile tefsir edilmektedir. Mana Allah'ın, "Allah size
evlatlarınız hakkında vasiyette bulunuyor." (Nisa, 4/11) buyruğunda
vasiyette bulunduğu anne, baba ve akrabaya miras vermek ile ilgili üzerinize
(farz olarak) yazdı, şeklindedir.
O
takdirde akrabaya vasiyetin sabit olması ile mirasın sabit olması arasında
herhangi bir aykırılık yoktur. Buna göre vasiyet, ölümü yaklaşan kimsenin bir
bağışı, miras ise Yüce Allah tarafından yapılmış bir bağıştır. Miras bırakan
kişi bu iki ayet-i kerimenin hükmü gereğince hem vasiyette bulunmayı, hem de
miras bırakmayı bir arada gerçekleştirmiş bulunmaktadır.
Miras
ayeti ile vasiyet ayeti arasında bir aykırılık, çelişki takdir edilecek
varsayılacak) olursa, o zaman miras ayetinin vasiyet ayetini tahsis ettiği kabul
etmek de mümkündür. Yani vasiyet ayeti ile miras almayan yakın kişi kastedilir.
Bu kişi ya küfür, memleket farklılığı (küfür yurdundan bulunma) gibi miras
engellerinden birisi dolayısıyla miras almaz ya da ondan daha yakın bir akraba
bulunduğu için hacb dolayısıyla miras almaz, ya da zevi'1-erham olduğundan
dolayı miras almaz. Bu da Tavus'un ve onunla aynı görüşte olanların görüşüdür.
[99]
1- Vasiyetin
Miktarı:
İlim
adamlarının çoğunluğu (cumhur) herhangi bir kimsenin malının üçte birinden
fazlasını vasiyet etmesinin caiz olmadığı görüşündedir. Çünkü Resulullah (s.a.)
vasiyette bulunmak isteyen Hz. Sa'd'a, "Üçte bir olsun, üçte bir de çoktur
ya" diye buyurmuştur. Yine Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Allah sizlere vefatınız esnasında (hayır) amellerinizi artırmanız
için mallarınızın üçte birini vermiştir." Hanefîler, eğer vasiyette
bulunacak olan kişinin geriye mirasçısı yoksa malının tümünü vasiyet etmesini
caiz kabul ederler. Çünkü vasiyette üçte biri aşmamak mirasçılarını zengin
bırakmak kastına bağlıdır. Nitekim Hz. Peygamber mütevatir olan hadisinde şöyle
buyurmuştur: 'Şüphesiz senin mirasçılarını zengin olarak bırakman, onları
insanlara el açan bakirler olarak bırakmandan daha hayırlıdır."
Mirasçısı
olmayan kimseler ise bu hadis-i şerifte kastedilenlerden değildir.
2- İlim adamları mirasçıları olduğu halde ölen kimsenin malının tümünü
vasiyet edemeyeceğini icmâ' ile kabul etmişlerdir. Aynı şekilde insanın vasiyetini
değiştirebileceğini, yaptığı vasiyetten ölümünden önce vazgeçebileceğini de
icmâ' ile kabul etmişlerdir.
3- Dört mezhep imamı ile el-Evzâî der ki: Malından akrabası olmayanlara
vasiyette bulunup da akrabasını muhtaç bırakan bir kimse çok kötü bir iş yapmış
olur. Bununla birlikte onun bu işi caiz ve geçerlidir. Zengin olsun fakir olsun,
uzak olsun, yakın olsun, müslüman olsun, kâfir olsun kimin lehine vasiyette
bulunursa geçerli ve caizdir.
Tavus
ve Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre kişinin akrabası olmayanlara yaptığı vasiyet
kabul edilmez, bu vasiyet akrabaya geri verilir ve onun bu işi bozulur.
4- İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre ölüm hastalığına yakalanmış
bir kimsenin malındaki tasarrufları hacr altına alınır (kısıtlanır). O bakımdan
vasiyetleri ve teberruları geçerli olmaz. Zahirîler ise hacr altına alınmaz,
derler.
5- İlim adamlarının çoğunluğu üçte birden fazlasını veya mirasçılara vasiyet
etmeyi, mirasçıların uygun karşılaması halinde caiz kabul etmişlerdir. Çünkü
üçte birden fazlasını veya bir mirasçıya vasiyeti engellemek mirasçının hakkı
dolayısıyladır. Mirasçılar haklarını ıskat ettikleri (kullanmadıkları) takdirde
bu caiz ve sahih olur. Kendiliklerinden yaptıkları bir hibeye benzer.
Da-rakutnî, İbni Abbas'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Mirasçıların uygun görmeleri dışında, mirasçıya vasiyet caiz olmaz."
Yine Darakutnî, Anar b. Harice'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet
etmektedir: "Mirasçıların caiz
kabul etmeleri dışında hiç bir mirasçıya vasiyet olmaz." Zahirîler ise
üçte birden fazlasını vasiyet etmeyi -mirasçılar uygun görseler dahi- kabul
etmezler.
6- Vasiyette bulunan hayatta iken mirasçılarına yaptığı vasiyeti kabul
edenlerin, onun vefatından sonra vazgeçmeleri:
a) Tavus, Hasan-ı Basrî, Atâ ve diğer bazı alimlere göre: Vasiyette bulunan
hayatta iken bir mirasçıya yaptığı vasiyeti kabul eden kimselerin ölümünden
sonra o kabullerinden vazgeçmek yetkileri yoktur ve onların itirazlarına rağmen
vasiyet yerine getirilir. Zira onlar vasiyyeti engelleme haklarını kullanmamışlar
ve vasiyet caiz olmuştur. Nitekim onlar yabancı bir kimseye üçte birden
fazlasının vasiyet edilmesini uygun görürlerse, bu uygun görmeleri sebebiyle
vasiyet de caiz (geçerli) olur.
b) Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed'e göre: Arzuladıkları takdirde önceki kanaatlerinden
geri dönebilirler. Çünkü onlar malik olmadıkları bir şey hakkında karar
vermişlerdir. Mirasçının malı mülkiyetine geçirmesi (vasiyet edenin) vefatından
sonra ancak mümkün olur. Daha önce ise o malda hakkı olmadığı halde yapılacak
fiili uygun görmüşlerdi. O bakımdan bu önceki kanaatleri bir yükümlülük
yüklemez.
c) İmam Malik durumlar arasında fark gözeterek şöyle der: Vasiyette bulunanın
sağlığında izin vermiş iseler geri dönebilirler. Şayet malında tasarrufta
bulunmasının söz konusu olmadığı hastalığı halinde bunu kabul etmiş iseler, bu
geçerlidir. Uygulamaya konulur. Çünkü adam sıhhatli olduğu takdirde malının
tümünde tasarruf hakkına herkesten çok sahiptir, onda dilediğini yapar. O
bakımdan sağlıklı olduğu sırada ona izin vermeleri halinde kendileri lehine
gerekmeyen bir şeyi terketmiş olurlar. Fakat hastalığı halinde ona izin vermiş
iseler, kendileri lehine vacib olan hakkın bir kısmını terketmiş olurlar.
Bundan dolayı vasiyette bulunanın bu vasiyetini kabul ettikleri takdirde vakti
geçmiş olacağından geri dönmek hakkına sahip değildirler.
7- Mümeyyiz küçüğün, sefihin ve delinin vasiyeti:
Hacr
altında bulunmayan akil ve baliğin vasiyyetinin sahih olduğunda göniş ayrılığı
yoktur. Ancak böyle olmayanlarda farklı görüşler vardır. Malik der ki: Bizce
üzerinde icmâ' olunan husus şudur: Aklında zayıflık bulunan sefih i kıtakıllı)
ve zaman zaman şuurunu kaybedenin -yaptıkları vasiyeti kavrayabilecek kadar
aklî bir durumları sözkonusu ise- caizdir. Aynı şekilde yaptığı vasiyetin ne
olduğuna aklı eren ve münker bir söz söylemeyen (yani masiyeti gerektiren bir
vasiyette bulunmayan) küçük çocuğun da vasiyeti caizdir. Çünkü Ömer b.
el-Hattâb (r.a.) on yaşma gelmiş (mümeyyiz) bir Gassanlı çocuğun vasiyetini
geçerli kabul etmiştir. Bu kişi dayılarına vasiyette bulunmuştu. Durum Hz.
Ömer'e iletilince bu vasiyeti geçerli kabul edilmişti.
Kısacası
Malikiler ve onlarla aynı kanaatte olan Hanbelîler, -on yaşında ve ondan biraz
daha az, ona yakın yaşta, mümeyyizin vasiyetini caiz kabul ederler.
Hanefîlerle
Şafiîlere göre ise küçüğün vasiyeti caiz değildir. Çünkü baliğ olmadan önceki
ifadeleri teberrularda (bağış akidlerinde) muteber değildir. Ha-nefîler
istihsanen, kişinin teçhiz ve defni ile ilgili vasiyyetini bundan istisna
ederler. Bununla birlikte bu hususta maslahatın gerçekleşmesini de şart kabul
ederler. Bu da aynı şekilde vacibdir.
Dört
mezhep imamı, sefihin vasiyetinin sahih olduğunu ittifakla kabul ederler. Sefih
ise malını güzel bir şekilde idare edemeyen ve hikmetin ve şeriatın hilafına
malını harcayan kimsedir. Ancak deli, bunak ve baygının vasiyetini geçerli
kabul etmezler. Çünkü bunların ifadeleri boştur, onlara herhangi bir hüküm
taalluk etmez. Hanefîler ise mutbik (asla ayılmayan) bir delinin vasiyetini
geçerli kabul ederler. Eğer deli, deliliği sürekli (mutbik) ve en az bir ay
devam ediyor ise vasiyeti batıldır.
8- Vasiyetin değiştirilmesi:
Kişinin
yaptığı vasiyeti ya bizzat veya iki adil kişiden dolaylı olarak öğrenen kişi
buna rağmen vasiyeti değiştirirse bunun günahı değiştirene aittir. Vasiyet
eden kişi vasiyeti ile mesuliyetten kurtulmuş olur. Bu, Maliki ilim adamlarından
bazılarının da söylediği gibi şuna delâlet eder: Ölen kişi eğer üzerindeki
borcun ödenmesini vasiyette bulunursa mesuliyetten kurtulur ve bu takdirde
veliden o borcu ödemesi istenir. O borcu ödediğinde ecir alır, geciktirmekten
dolayı da günahkâr olur. Bu durum ölenin, borcunu kasden imkanı olduğu halde
ödememiş olmaması halinde sahihtir. Ödeme gücü olduğu halde bunu terketmiş,
sonra da ödenmesini vasiyet etmiş ise, velinin bu vasiyeti yerine getirmemesiyle
o borcu vasiyette bulunanın mesuliyetten kurtulamaz.
[100]
9- Masiyeti vasiyet etmek:
Vasiyette
bulunan bir kişi caiz olmayan bir şeyi -şarap, domuz veya herhangi bir
masiyeti- vasiyette bulunacak olursa, bunu değiştirmenin caiz olduğu, vasiyeti
yürürlüğe koymanın caiz olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Tıpkı üçte
birden fazlasını uygulamaya koymanın caiz olmadığı gibi.
10-
Islah ve zanna dayanarak hüküm
vermek:
Yüce
Allah'ın, "her kim vasiyet edenin hataya meylinden... korkar da"
aye-tinin anlamı şudur: Her kim vasiyette bulunanın ölümünden sonra onun hataya
meylettiğini ve bir takım mirasçılarına haksızlık etme kasdını güttüğünü bilir
veya görür de mirasçılar arasında başgösteren çalkantı ve ayrılıkları düzeltme
yoluna giderse, bundan önce sözü geçen değiştirme günahı onun hakkında söz
konusu olmaz. Çünkü onun yaptığı bu iş bir maslahat için bir değişikliktir.
Günahı gerektiren değişiklik ise arzuya, hevaya göre yapılan değiştirmedir.
Bu
ayet-i kerimede zanna dayanarak hüküm vermeye delil vardır. Çünkü kişi fesadın
kastedildiğini hissederse, ıslah etmek için çalışması vacib olur. Fesat
tahakkuk ettiği takdirde durumu ıslah etmek güçtür. O takdirde onu bertaraf
etmek, fesadı iptal edip kökünü kazımak için bir hüküm vermek gereklidir.
11- Hayatta iken sadaka vermenin fazileti:
İnsanın
hayatta iken sadaka vermesinin ölüm döşeğinde yaptığı vasiyetinden daha
faziletli olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü sahih hadiste Resulullah
(s.a.)'ın: "Hangi sadaka daha faziletlidir?" sorusuna: "Sıhhatli
ve cimri... olduğun halde tasaddukta bulunmandır." dediği sabit olmuştur.
Ayrıca Darakutnî, Ebu Said el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Kişinin hayatta iken bir dirhem tasaddukta bulunması
ölümü esnasında yüz dirhem tasaddukta bulunmasından onun için daha
hayırlıdır." Nesaî de Ebu'd-Derdâ'dan, o Resulullah (s.a.)'tan şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ölümü esnasında infak eden veya
tasaddukta bulunanın misali (mala, mülke) doyduktan sonra hediye verenin
misaline benzer."
12- Vasiyette başkasına zarar vermek:
Vasiyetinde
başkasına zarar vermemek şartıyla kişinin yaptığı vasiyeti hayatta iken
vermediği zekatına bir keffâret olur. Çünkü Darakutnî'nin Muavi-ye b. Kurra'dan
onun da babasından rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: "Her
kimin ölümü yaklaşır da vasiyette bulunursa, onun bu vasiyeti, Allah'ın
Kitabına uygun ise, zekâtından terkettiği (ödemediği zekâtı) için bir kef-faret
olur."
Şayet
vasiyetiyle başkalarının mirasçılarına zarar verecek olursa bu vasiyet haram
olur. Çünkü Darakutnî'nin İbni Abbas'tan onun Resulullah (s.a.)'tan şöyle
dediği rivayet edilmektedir: "Vasiyette başkasına zarar vermek, büyük günahlardandır."
Ebu Davud'un da Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Şüphe yok ki bir erkek yahut bir kadın altmış yıl süre ile
Allah'a itaat üzere amel eder. Sonra ölüm gelip onlara çatar, yaptıkları
vasiyetlerinde (insanlara) zarar verirler. Bu sefer cehennem onlar için hak
olur."
[101]
183-
Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere yazıldığı gibi sizin üzerinize de
yazıldı. Takva sahibi olasınız diye.
184- Sayılı günlerde sizden kim hasta veya yolcu
olursa o günler sayısınca başka günlerde tutsun. Ona takati yetmeyenler de bir
fakir doyurup fidye versinler. Bununla beraber kim fazladan hayır yaparsa işte
o, onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkınızda daha hayırlıdır;
eğer bilseniz.
185-
Ramazan ayı ki Kur'an onda indirilmiştir. İnsanları hidayete erdirmek, doğru
yolu ve hak ile batılı ayırdeden hükümleri açıklamak üzere (indirilmiştir).
Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun, kim de hastalanır veya
yolculukta olursa, o günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah size
kolaylık diler, güçlük istemez. Ta ki böylece o sayılı günleri tamamlayası-nız,
Allah'ı sizi hidayete erdirdiğine karşılık büyük tanıyasınız. Olur ki
şükredersiniz.
"Sayılı
günlerde" ifadesinin takdiri; sayılı günlerde oruç tutunuz, şeklindedir.
"Oruç... üzerinize de yazıldı." buyruğunun buna delaleti dolayısıyla
zikre-dilmemiştir.
"O
günler sayısınca başka günlerde" Bu ifadenin takdiri de şöyledir: O
kimsenin diğer günlerde onlar sayısınca oruç tutması söz konusudur.
"Bir
fakir doyumu fidye versinler." İslamın ilk dönemlerinde farz olan bir
fakir doyurmak idi. Daha sonra bu buyruk: "Sizden her kim bu aya erişirse
orucunu tutsun." buyruğu ile nesh edilmiştir.
"Sizden
her kim bu aya erişirse" sizden her kim mukim olarak bu aya erişirse
takdirindedir. Çünkü yolcunun o aya erişmekle birlikte o ayda oruç tutması
vacib değildir.
[102]
"Sizden
öncekilere yazıldığı gibi." Burada "mücmel, mürsel" diye adlandırılan
bir teşbih vardır. Benzeme keyfiyette değil, farz oluştadır.
"Sizden
kim hasta veya yolcu olursa..." Burada hazf ile yapılan mecaz vardır ki,
takdiri şöyledir: Kim hasta olur, orucunu açarsa veya yolcu olur da orucunu
açarsa...
"Ona
takati yetmeyenler de..." Kimisi şöyle demiştir: Ayet-i kerimede bir nefiy
harfi gizlidir. Yani yaşlılık veya iyileşmesi umulmayan bir hastalık dolayısıyla
takat getiremeyenler demektir. Ancak buna gerek yoktur. Çünkü zaten
"takat" bir şeye zorlukla ve sıkıntı ile katlanmayı ifade eder.
Anlamı: Alabildiğine büyük bir zorlukla buna güç yetirebilenler, şeklindedir.
[103]
"Oruç",
sözlükte imsakta bulunmak, bir şeyden uzak durup onu terket-mek demektir.
Şer"î bir terim olarak; tanyerinin ağarmasından güneşin batışına kadar
belli vasıflara sahip kimselerin niyet edip Allah rızasını umarak ve Allah'tan
korkmaya nefsi hazırlamak üzere yemekten, içmekten ve cimâdan uzak durmaları
demektir."yazıldı," farz kılındı; "sizden öncekilere yazıldığı
gibi." Yani farziyet ve orucun vücubu açısından, miktarı bakımından,
yemek ve içmekten uzak durmak keyfiyeti açısından da önceki ümmetlerin oruçları
ile benzerliğin söz konusu olduğu söylenmiştir. Birinci görüş ise daha tercihe
değerdir. Çünkü ayet-i kerimenin anlaşılması için Yüce Allah'ın bizden
öncekilere de Allah'ın bir çeşit orucu farz kıldığını bilmek yeterlidir. Bu
(orucun farz kılındığı) diii mensuplarınca kabul edilen bir husustur. Bilindiği
gibi bütün dinlerde hatta putperestlikte bile oruç vardır. Eski Mısırlılarca,
Yunanlılar, Romalılar ve Hintlilerce de oruç bilinen bir şeydir. Halen elde
bulunan Tevrat'ta oruç ve oruç tutanlar övülmektedir. Hz. Musa'nın kırk gün
oruç tuttuğu sabittir. Yahudiler bu dönemlerde Orşelim'in tahribi ve
zaptedilmesini anmak üzere bir hafta süreyle oruç tutmaktadırlar. Ağustos
ayında da bir gün oruç tutarlar. Yine elde bulunan İndilerde oruç övülmekte ve
bir ibadet olarak değerlendirilmektedir. Hristiyanların en meşhur ve en eski
oruçları Fısh bayramından önceki büyük oruçtur. Hz. Musa, Hz. İsa ve
havarilerin tuttuğu oruç budur. Daha sonra kilise başkanları başka çeşitlerde
başka oruçlar da icad etmişlerdir.
"Takva
sahibi olasınız diye." Masiyetlerden konmasınız diye. Oruç masi-yetin
başlangıcı olan şehveti, arzuyu kırar, insana takvayı kazandırır. Hevayı
köreltir, azgınlıktan, şımarıklıktan, ahlaksızlıktan alıkoyar, dünyanın zevk ve
lezzetlerini önemsizleştirir.
"Sayılı
günlerde" burada orucun farz kılındığı günlerin tümü Ramazan ayıdır. Yani
"sayılı günler" ifadesi ile Ramazan kastedilmiş olmaktadır. İbni Ebi
Leylâ ve müfessirlerin cumhurunun görüşü de budur. Yüce Allah bu günleri
"sayılı günler" olmakla nitelendirmektedir ki, bu günlerin sayılı
olduğu belirtilerek mükellefe kolaylık sağlanmış olduğu hatırlatılmaktadır.
"Ona
takati yetmeyenler" Yani alabildiğine bir zorlukla büyük bir gayret ile
buna katlanabilenler demektir. Bu görüşü: "yutavvıkunehü" şeklindeki
kıraat de desteklemektedir. Oldukça yaşlı, hamile, emzikli ve iyileşmesi
umulmayan hasta gibi kimseler bu kabildendir, "de bir fakiri doyurup fidye
versinler." "Fidye", her gün için bir yoksula yemek
yedirmektir. Kişi bir günde aile halkına yedirdiğinin ortalamasından bir defa
yemek yedirmekdir. Bu ise o beldenin gıdası olarak çoğunlukla kullanılan
gıdadan bir müddür. (Müdd 675 gramdır.)
"Kim
fazladan hayır yaparsa" fidye hakkında sözü geçen miktardan fazlasını
verir ise, "işte bu" yani fazladan yaptığı bu hayır "onun için
daha hayırlıdır." Bununla birlikte oruç tutmak, oruç açıp fidye vermekten
daha hayırlıdır; "Eğer" onun hayırlı olduğunu "bilseniz." O
bakımdan bu günlerde siz oruç tutunuz.
"Kur'an
onda indirilmiştir." Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına Kadir Gecesinde
indirilmiştir.
"İnsanları
hidayete erdirmek" dalâletten kurtarıp yol göstermek "doğru yolu ve
hak ile batılı ayırdeden hükümleri açıklamak üzere (indirilmiştir)." Hükümlerden
hakka ileten apaçık ayetler olarak indirilmiştir.
"Sizden
her kim bu aya erişirse" yani yolcu olmayıp mukim olarak bulunursa
"orucunu tutsun. Allah size kolaylık diler." Hastalıkta ve yolculukta
oruç açmayı mubah kılmak suretiyle kolaylık sağlar ve üzerinizdeki yükü
hafifletmek diler. Yolculuk yapan kimse de kendisi için daha kolay olanı seçer
ve bu daha kolay olan onun için daha faziletlidir. "Allah size kolaylık
diler, güçlük istemez." buyruğu bundan önceki buyrukların illetini ifade
eder. Yani o oruçta sizin için teşrî' buyurmuş olduğu bu ruhsat ve teşrî'
buyurduğu sair hükümler ile, dininizin herhangi bir zorluğu bulunmayan tam bir
kolaylık olmasını diler. Bu ifade ruhsatı kullanmaya bir teşviktir.
"Ta
ki böylece o sayılı günleri tamamlayasınız." Yüce Allah'ın, "Allah
size kolaylık diler." buyruğundan anlaşılan illete atfedilmektedir. Şöyle
buyurmuş gibidir: Yüce Allah'ın, hastalık ve yolculuk hallerinde ruhsat
vermesinin sebebi, sizin için kolaylığı dilemesi ve günlerin sayısını
tamamlamanız içindir. Her kim bu günleri eda yoluyla, hastalık veya yolculuk
mazeretiyle tamamlayamaz ise Ramazandan sonra o günleri kaza ile tamamlar.
Çünkü Allah sizlere oruç açmak ve yolculukta bulunmak halinde orucun kazasını
yapmayı teşrî' buyurmuştur ve sayıyı tamamladığınız vakit de "Allah'ın
sizi hidayete erdirdiğine karşılık" sizi ilettiği, sizin için faydalı
olan hükümler için sayıyı tamamladığınız esnada "büyük tanıyasınız."
O'nun azametini, kibriyasını, kullarını ıslah etmekteki hikmetini, O'nun
dilediği hükümlerle kullarını terbiye ettiğini ve seçtiği mükellefiyetlerle onları
te'dib ettiğini hatırlayasınız ve böylelikle onu büyük tanıyasınız. "Ve ta
ki" bütün bu nimetlere karşılık Allah'a "şükredesiniz" diye.
[104]
184.
ayet-i kerime ile ilgili olarak İbni Sa'd Tabakat'uıda Mücahid'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime yani: "Ona takati
yetmeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler." ayeti benim efendim Kays
b. es-Sâib hakkında nazil olmuştur. Bunun üzerine o da oruç açtı ve her bir
gün için bir yoksula yemek yedirdi.
[105]
Kısas
ve vasiyetin açıklanmasından sonra ayet-i kerimeler Şer'î hükümleri açıklamaya
devam etmektedir. O bakımdan her bir hüküm ile kendisinden sonraki hükmün
arasındaki ilişkiyi bilmeye ihtiyaç yoktur.
Allah
sizden önce Adem (a.s.) döneminden beri diğer dinlere uyan müminlere farz
kıldığı gibi, size de orucu farz kılmıştır. Onlara da emre itaat etmeyi
gerektiren iman vasfı ile seslenmekte, orucu bütün insanlara farz kılınmış olduğunu
beyan etmektedir. Böylelikle orucu teşvik etmekte ve zor işler genel bir hal
aldığı takdirde, onlara katlanmanın kolaylaştığını, eda edenler onu rahat ve
huzur ile yerine getirdiklerini açıklamaktadır. Çünkü bu emir hak, adalet ve
eşitlik esası üzere yükselmektedir.
Diğer
taraftan oruç nefsi arındırır, Rabbi razı eder. İnsanları gizli ve açık
hallerde Allah'tan korkmaya, takvaya hazırlar, iradeyi sağlamlaştırır. Sabrı,
zorluklara katlanmayı, hoşuna gitmeyen haller esnasında nefsi dizginlemeyi,
arzulan terketmeyi öğretir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.): "Oruç sabrın
yarısıdır." diye buyurmuştur.
Orucun
takvaya sebep teşkil etmesi en önemlilerini aşağıdaki kaydettiğimiz değişik
şekillerde meydana gelmektedir.
1- Oruç her durumda Yüce Allah'tan korkma duygusunu nefiste besler, geliştirir:
Çünkü oruç tutan için Rabbinden başka bir gözetleyici yoktur. Aşın derecede
açlık veya susuzluk duyduğu, bir yemeği canı çok çektiği, soğuk bir su istediği
vakitte orucunu bozmasından sadece imanı ve Allah korkusu alıkor ve böylece
Allah'tan korkma gerçekleşmiş olur. Bütün arzular ona güzel ve süslü gösterilse
de kendisi orucun saygınlığını çiğnemekten korkarak bütün bunların üstüne
yükselir ve Allah'tan sakınma ve Rabbinin gözetimi altında olduğunun şuurunu
gerçekleştirmiş olur. Heva ve arzular nefse egemen olduğu takdirde o çabucak
Allah'ı hatırlar, aradan fazla zaman geçmeden sahih tevbe ile Rabbine döner.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahipleri
şeytandan onlara bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler. Bir de bakarsın
ki onlar görüp bilmiş olurlar." (A'râf, 7/205).
Orucun
manevî faydalarından bir tanesi de oruç tutanın sadece Allah katında sevap ve
ecrini umması, yalnızca Allah rızası için oruç tutmasıdır.
2- Oruç şehvet ve arzunun keskinliğini kırar. Kişi üzerindeki etki ve
tasul-lutunu hafifletir. Bunun sonucunda insan itidalini kazanır ve tabii ve
normal bir karaktere sahip olur. Nitekim Peygamber (s.a.) evlenmesi mümkün olmayan
kimseler için orucu tavsiye ederken -Kütüb-i Sitte ve İmam Ahmed'in İbni
Mesud'dan yaptığı rivayete göre- şöyle buyurmaktadır: "Sizden kim evlenmeye
gücü yetmezse oruç tutmaya baksın. Çünkü oruç onu keser" Yani oruç, tıpkı şehveti zayıflatan hayaların
burulması mesabesindedir. Yine Hz. Peygamber Nesaî'nin Muaz'dan (r.a) yaptığı
rivayete göre: "Oruç bir kalkandır." diye buyurmaktadır. Yani
masiyetlerden bir koruyucudur.
3- Oruç kişiyi hassas ve duyarlı yapar. Şefkat ve merhamet hislerini kuvvetlendirir.
Çünkü kişi acıktığı vakit yiyecek bir şey bulamayan yoksulları hatırlar, bu
ise o kimseyi onları gözetmeye iter. Bu ise Yüce Allah'ın, "Kendi aralarında
merhametlidirler." (Feth, 48/29) diye söz konusu ettiği müminlerin
ni-teliklerindendir.
4- Oruç ile zenginlerle fakirler, eşraf ile avam arasında, aynı farz aynı
şartlarla eda edildiği için, eşitliğin anlamını gerçekleştirir. Bu ise bir
önceki durumda olduğu gibi orucun toplumsal faydalarındandır.
5- Maişeti sağlamakta ve iradeyi dizginlemek hususunda sahur ve iftar
dönemleri arasında gerekli düzene bünyesini alıştırır ve orucun adabına bağlı
kalındığı takdirde kişinin rızkı artar ve iktisatlı yaşamayı öğrenir.
6- İnsanın bünyesini yeniler, sağlığına katkıda bulunur, vücudu zararlı
yağlanmalardan korur, adaleleri rahatlatır, bir işe karar verdiği ve bedeni
zevkleri hatırlamak ile kendisini meşgul etmeksizin işine zihnini teksif ettiği
vakit hafızayı güçlendirir. Bütün bunlar Peygamber (s.a.)'in, Ebu Nuaym'm
et-Tıb' da Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayette topluca ifade edilmektedir:
"Oruç tutun, sıhhat bulaşınız." Bu ise adeten insan oruca alışıp
orucun başlangıcındaki ilk dönemlerde görülen bir takım gevşeme hallerine
üstünlük sağladıktan sonra yani genelde ilk üç veya dört gün sonra gerçekleşir.
Bedenî,
ruhî, sıhhî ve sosyal bütün bu faydaların gerçekleşmesi iftar ve sahur
yemeklerinde itidali bozmamak şartına dayanır. Aksi takdirde durum tam aksine olur
ve insan midesini tıka basa doldurup yemesinde, içmesinde itidali bozacak olur
ise iş sıkıntı, zorluk ve zarara dönüşür.
Yine
bu gayelerin gerçekleşebilmesi için dilin iffetini koruması, gözün haramdan
korunması, gıybet, laf alıp götürüp getirmekten, haram lehivlerden uzak durma
şartına bağlıdır. Nitekim Resulullah (s.a.), Yüce Allah'tan (aldığı kudsî)
hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her kim yalan söz söylemeyi ve gereğince
ameli terketmeyecek olur ise onun yemesini ve içmesini bırakmasına Allah muhtaç
değildir."
[106]
Yani Allah için böyle bir şey yapmasına gerek kalmaz. Nice oruç tutan vardır ki
o kimsenin orucundan payı sadece açlık ve susuzluktur. Manevi olarak orucu
bozan şeylerden uzak durmak, tıpkı maddi şeylerden uzak durmak gibidir.
Oruç
sayıca az, muayyen ve sayılı günlerle sınırlıdır. Bu ise bütün sene boyunca
sadece bir aydır. Ramazan ayı çabucak geçer. Çünkü ramazan günleri mübarektir,
hayır ve ihsan ile dolup taşar. Bu İbni Huzeyme'nin Hz. Sel-man'dan rivayet
ettiğine göre, Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunda dile getirdiği gibidir:
"Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise cehennemden kurtuluştur."
Yine Hz. Peygamber Taberanî'nin İbni Mesud'dan rivayetine göre şöyle
buyurmuştur: "Ramazan ayların efendisidir."; "Eğer ümmetim
Ramazandaki hayırı gereği gibi bilseydi senenin tümünün Ramazan olmasını
isterlerdi." Bunu Taberanî ve başkaları Ebu Mesud el-Gıfarî'den rivayet
etmişlerdir.
Sayılı
günlerden kasıt, muhakkiklerin (İbni Abbas el-Hüseyn ve Ebu Müslim'in)
çoğunluğunun görüşüne göre Ramazan ayıdır.
Ramazan
ancak gücü yeten, sıhhatli ve mukim olan kimseler hakkında farzdır. Yolcu ve
oruç tutması zor olan bir hastalığa yakalanmış kimsenin oruç tutmamaları
mubahtır. Bunlar senenin diğer günlerinde tutmadıkları orucu kaza ederler.
Çünkü hastalık ve uzun yolculuk -ki bu namazı kısaltmayı mubah kılan (89
km.lik) bir mesafedir- bir zorluktur. Zorluk ise kolaylığı getirir. Nitekim
Yüce Allah, "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." (Bakara,
2/185) diye buyurmaktadır.
Muteber
olan, geçmişte mutad olan bineklerin yürüyüşüdür; günümüzdeki hızlı taşıma ve
ulaşım araçları değildir. Bazıları Ahmed, Müslim ve Ebu Davud'un Hz. Enes'ten
yaptığı rivayet ile amel ederek bu mesafeyi üç mil olarak takdir etmiştir. Hz.
Enes dedi ki: Resulullah (s.a.) üç millik veyahut üç fersahlık
[107] bir
yola çıktığı takdirde (dört rekattık farz namazları) iki rekat kılardı."
Bununla namazı kısalttığını kastediyor. O halde muteber olan böyle bir mesafeyi
katetmektir. Yoksa bu mesafenin kat'edildiği zaman değildir. Hanefiler bu
mesafeyi üç gün ile cumhur ise mutedil iki gün ile takdir etmişlerdir ki, bu da
16 veya 18 fersah ve 40 Haşimi mil yol almaktır ki, bu da yaklaşık 89 km'ye
eşittir. Şafiî'nin İbni Abbas (r.anhuma)'dan yaptığı rivayet ile amel bunu
gerektirir. O şöyle der: "Ey Mekkeliler! Sizler Mekke'den İsfahan'a kadar
4 beridden daha kısa mesafede (kî yolculuklarınızda namazı)
kısaltmayınız." Berid ise 4 fersahtır.
İmamların
çoğunluğu (Malik, Ebu Hanife ve Şafiî) yolcu olanın eğer ona zor gelmeyecek
ise, oruç tutmasının daha faziletli olduğunu kabul etmektedir. Ahmed ve Evzaî
ise ruhsat ile amel etmek için oruç açmanın daha faziletli olduğu
görüşündedirler. Yolculuğun başlangıcında yolcunun oruç açmasının caiz olması
için cumhurun (Hanbelîlerin dışındakilerin) görüşüne göre yolculuğun fecirden
önce olması şarttır. Eğer mukim olan bir kimse oruçlu sabahı edip sonra
yolculuğa çıkarsa, ikamet tarafına ağırlık kazandırarak orucunu açmaz. Çünkü
aslolan mukimliktir. Hanbelîler ise bu şartı öngörmektedir. Fakat daha faziletli
olan ihtilaftan kurtulmak üzere orucu tutmaktır.
Oldukça
yaşlanmış ihtiyar ve müzmin bir hastalığa yakalanmış hasta, sadece çocuklarının
zarar görmelerinden korkan hamile ve süt emziren kadın gibi oruç tutması
gerçekten zor olan kimseye Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre hem kaza hem de
fidye gerekir. Fidye bir yoksula bir yemek yedirmektir. Şayet hamile ve süt
emziren kadm hamile olduğu veya emzirdiği çocuğa zarar gelmesi yanısıra
kendileri içinde korkarsa, o takdirde tutmadığı oruç için yalnızca kaza etmesi
yeterlidir.
Her
kim tatavvu (fazladan hayır) da bulunur ve fidyeyi bir günlük yoksula yemek
vermekten daha fazla tutarsa bu onun için daha hayırlıdır, sevabı da daha
fazladır. Tatavvu' bir günde birden fazla yoksulu doyurmak yahut da yedirmesi
gereken miktardan fazlasını vermek ya da fidye vermekle birlikte kaza orucu
tutmaktır.
Bu
mazur görülen kimselerin -şayet zarar görmeyecek iseler- oruç tutmaları onlar
için daha hayırlıdır. Çünkü rivayet edildiğine göre Ebu Ümame, Peygamber
(s.a.)'e şöyle demiş: Bana senden öğrenip uygulayacağım bir şey emret. Hz.
Peygamber şöyle buyurdu: "Oruç tutmaya bak, çünkü onun hiç bir benzeri
yoktur."
Daha
sonra Yüce Mevlâ, bu az sayıdaki günlerin aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'in
indirilmiş olduğu mübarek Ramazan ayı olduğunu beyan etmektedir. Bu ayda
indirilen Kur'an-ı Kerim'in kısım kısım indirilmesi 23 yıl devam etmiştir.
Kur'an-ı Kerim insanları Sırat-ı Müstakim'e iletir. Onun ayetleri gayet
açıktır, kapalılığı yoktur ve bu apaçık ayetler hak ile batılı birbirinden ayırde-der.
Bazıları Kur'an-ı Kerim'in Ramazan ayında nazil olmasını Kadir gecesinde Levh-i
Mahfuz'dan dünya semasına indirilmesi şeklinde açıklamışlardır. Kadir gecesi
ise Ramazan'da olup bin aydan daha hayırlıdır.
Yüce
Allah'ın, "Doğru yolu ve hak ile batılı ayırdeden hükümler" buyruğunun
Yüce Allah'ın, "İnsanları hidayete erdirmek" buyruğundan sonra irad
edilmesindeki hikmet, hidayetin iki tür olduğunu göstermek içindir. Bu hidayet
çeşitlerinden biri akıllı olmak şartıyla sıradan insanların hemen anlayacakları
şekilde gayet açık ve nettir. Diğer hidayet çeşidi ise ancak belirli kişilerin
idrakine hitap eder. Birincisinin faydası elbette daha büyüktür.
Sizden
her kim Ramazan ayına erişir, yahut mukim olup sağlığı yerinde olursa, yolculuk
veya hastalık gibi bir mazeret.de yoksa, onun oruç tutması icabeder. Çünkü
oruç, İslamın beş rüknünden birisidir. Bu aya erişmeyenlere gelince -her altı
ayda bir gece ile gündüzün eşit olduğu kutup bölgelerinde yani Kuzey Kutbunda
senenin yarısı gece iken, Güney Kutbunda gündüz olduğu bölgelerde yaşayan
kimseler kastedilmektedir- bunların kendilerine en yakın mutedil bölgelerin
veya bu oruç hükmünün mekan olarak vukua geldiği Mekke ve Medine şehrine göre
Ramazan ayına eşit bir süreyi takdir etmeleri gerekir. Daha sonra Yüce Allah
oruç açma ruhsatını herhangi bir kimsenin Yüce Allah'ın, "erişirse orucunu
Pufsun" buyruğundan sonra ve orucun meziyet ile önemi açıklandıktan sonra
orucun farziyetinin umumi olduğunun zannedilme-mesi için ikinci bir defa daha
tekrarlamaktadır. Çünkü yüce Allah teşrf buyurduğu bütün hükümlerde -ki özür
sahipleri için oruç açmak ruhsatı da bunlarda birisidir- insanlar için
kolaylığı ve gerçekleştirme ve zorluğu gidermeyi ister.
Hastalık,
yolculuk ve bunlara benzer hallerdeki mazeret sahiplerine ise, oruçlarını kaza
etmeyi veya fidye vermeyi emretmektedir. Çünkü Yüce Allah ayın gün sayısının
tamamlanmasını, Cenab-ı Hakkın yüceltilmesini, O'nu tazim edip bütün
nimetlerine karşılık şükretmemizi istemektedir. Azimet ve ruhsattan her
birisinin hakkını vermek de bu nimetlerden birisidir.
[108]
Bu
ayetler pek çok hüküm kapsamaktadır. Bunları kısaca şöylece açıklayabiliriz:
1- Orucun büyük fazileti ve sevabı vardır. Yüce Allah'ın orucu kendine
izafe etmesi, orucun fazileti olarak yeter. Nitekim Resulullah (s.a.)'m
rabbinden haber vererek naklettiği kudsi hadiste şöyle buyurulmaktadır:
"Allah Tebâreke ve Teâlâ buyuruyor ki: Ademoğlu'nun her bir ameli
kendisinindir, oruç müstesna. O benimdir ve onun mükâfatını ben vereceğim." Bütün ibadetler yalnızca Allah'ın olmakla
birlikte sadece orucu kendisine tahsis etmesi -Kurtubfnin söz konusu ettiği- şu
iki husus dolayısıyladır.
a) Oruç diğer ibadetlerin engellemediği nefsin bir takım zevk ve
arzularını kontrol altına alır.
b) Oruçta gizlilik vardır. Kul ile Rabbi arasında bir sırdır. O bakımdan
oruç O'na hastır. Diğer ibadetler ise zahirdir, onlara riya karışabilir.
2- Oruç kişinin takva sahibi olmasına yardımcı olur. Çünkü Yüce Allah,
"Takva sahibi olasınız diye"
diye buyurmaktadır. O bakımdan oruç Allah'a karşı takvalı olmanın
sebebidir. Çünkü oruç şehvetleri öldürür. Nitekim Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Oruç bir kalkandır ve insanın cinsel arzusunu
azaltır."
3- Hasta ve yolcunun Ramazan ayında oruç açmaları caizdir. Bu taktirde
bir başka zamanda oruçlarını kaza etmeleri icabeder. Fukahanın görüşüne göre
oruç açmayı mubah kılan hastalık ancak oruç tuttuğu taktirde insanın zarar
görmesine veya hastalığının artmasına sebep olan bir durumdur. Bu hususta
zann-ı galip muteberdir. İşte ayet-i kerimede geçen ruhsatın hikmeti ile uyum
halinde olan ölçü de budur. Ayet-i kerimedeki ruhsatın hikmeti ise- kolaylığın
irade edilmesi ve zorluğun önlenmesidir. Lafzın zahiri mutlak anlamda hastalığın
kastedildiğini göstermektedir. Kendisine hastabk adı verilen her şey buna
girer. Nitekim İbni Şîrîn, Atâ ve Buharî de bu görüştedir.
Oruç
açmayı mubah kılan yolculuğa gelince: Bu dört rekatlik farzları kısaltmayı
mubah kılan uzaklıktır. Bu da cumhurun görüşüne göre 16 fersah veya 48 Haşimî
mildir. Ya da normal bir seyir ile iki gün süre ile yol almak ya da yükü olduğu
halde ve piyade olarak iki merhalelik yoldur. Deniz de kara gibidir. Bu
konudaki delilleri Şafiî'nin İbni Abbas (r.anhuma)'dan naklettiği şu rivayettir:
"Ey Mekkeliler! Sizler Mekke'den İsfahan'a 4 beridlik yoldan aşağı
mesafede namazlarınızı kısaltmayınız." Bu 4 beridlik mesafeyi de yaklaşık
89 km.lik bir uzaklık ile takdir etmişlerdir.
Hanelilere
göre oruç açma ruhsatını mubah kılan yolculuk üç merhalelik yahut 24 fersah
veya vasat yürüyüş ile 3 günlük yürüyüştür. Karada deve ve yaya yürüyüşüdür,
denizde ise yelkenli gemilerin yol alışı bunda ölçüdür. Ha-nefîler günün büyük
bir kısmında yol almayı yeterli görürler. Bunun miktarını da 96 km. olarak
tesbit etmişlerdir. Delilleri Peygamber Efendimizin şu hadisidir: "Mukim
bir kimse bir gün ve bir gece mesh üzerine mesh eder, yolcu ise geceli
gündüzlü üç gün mesh eder." Bunun böyle olabilmesi sefer süresinin ancak
üç gün olması halinde söz konusudur. Çünkü şeriatin meshetme süresini üç güne
kadar sürdürmesinin illeti yolculuktur. Ruhsatlar ise ancak şeriatten öğrenilebilir.
Nitekim Resulullah (s.a.-)'tan üç günlük süreyi sefer olarak kabul ettiğine
dair rivayetler vardır. Bunu İbni Ömer'in Resulullah (s.a.)'tan naklettiği şu
hadisinde görüyoruz: "Hz. Peygamber, kadının üç günlük bir mesafeye beraberinde
mahremi olmadıkça yolculuğa çıkmasını yasaklamıştır." Bu Buharî ile Müslim
tarafından ittifakla rivayet edilmiş bir hadistir. O bakımdan bu hadis kadının
iki günlük yolculuğa çıkmasını ifade eden Ebu Saîd ve Ebu Hurey-re'nin rivayet
ettiği haberlere tercih edilir.
Fukahanın
çoğunluğunun görüşüne göre ise oruç açmak bir ruhsattır. Dilerse orucunu açar.
Çünkü ayet-i kerimede takdiri şöyle olan bir gizli ifade vardır: Sizden her
kim hasta veya yolcu olup da orucunu açarsa, onun diğer günler sayısınca oruç
tutma mükellefiyeti vardır. Ebu Davud da Sünen'inde Hz. Ai-şe'den şunu rivayet
etmektedir: Eslemli Hamza, Resulullah (s.a.)'a sorar ve der ki: Ey Allah'ın
rasulü yolculuk sırasında oruç tutayım mı? Hz. Peygamber şöyle buyurur:
"Dilersen oruç tut, dilersen orucunu aç."
Ashab-ı
Kiram'dan bir gruptan (İbni Abbas, Ebu Saîd el-Hudrî, Enes b. Malik, Cabir b.
Abdullah, Ebu'd-Derdâ ve Seleme'den) Resulullah (s.a.)'ın ve ona uyarak ashabın
Mekke'nin fethi sırasında Ramazan ayında yolculukta oruç tuttuğu sabittir. Daha
sonra onlara: "Sizler artık düşmanınıza yaklaştınız. Oruç açmak sizi daha
kuvvetlendirir, o bakımdan orucunuzu açınız" buyurdu.
Bazı
Sahabiler (İbni Abbas ve İbni Ömer) şöyle demişlerdir: Yolcu ve hasta için
vacib olan oruç açmak ve açtığı gün sayısınca diğer günlerde oruç tutmaktır.
Çünkü Resulullah (s.a.)'m: 'Yolculukta oruç tutma iyilik değildir."
buyruğunun zahiri bunu gerektirmektedir. Cumhur ise buna karşılık şu şekilde
cevap vermektedir: Bu özel bir durum ile ilgili söylenmiş bir sözdür. Bu da
ŞuTıe'nin Cabir b. Abdullah yoluyla yaptığı rivayetine göre şöyledir:
Resulullah (s.a.) (oruç tutması sebebiyle) kendisine başkaları tarafından gölge
yapılan ve etrafında kalabalık bulunan bir adam görünce şöyle der:
"Yolculukta oruç tutmak iyilik değildir." Bunu işitip hadisi zikreden
sebebiyle birlikte zikretmiştir. Bazısı ise sadece hadisi zikretmekle
yetinmiş, hadisin söyleniş sebebini açıklamamıştır.
İmamların
çoğunluğu şu görüştedir: Yolcu için oruç tutmak -gücü eğer yetiyorsa- daha
faziletlidir. Çünkü Yüce Allah, "Oruç tutmanız sizin hakkınızda daha
hayırlıdır." diye buyurmuştur. Yani ey hastalar, yolcular ve oruç tutmakta
zorlanan kimseler! Oruç tutmanız sizin için fidye ödemekten daha hayırlıdır.
Çünkü
oruç tutmada kişinin imanın güçlenmesi ve Yüce Allah'ın gözetimi altında
olduğunu hissetmesi gibi büyük bir fayda vardır. Ahmed, Evzaî ve bir grup ilim
adamı ise oruç açmanın daha faziletli olduğu görüşündedir. Çünkü Yüce Allah,
"Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." diye buyurmuştur.
İlim
adamları Ramazanda yola çıkacak olan bir kimsenin geceden oruç tutmamaya niyet
etmesinin caiz olmadığını ittifakla kabul etmektedirler. Çünkü misafir mukimin
hilâfına niyyet ile misafir olmaz. Misafir olabilmesi amel ile ve bu iş için
fiilen harekete geçmekle olur. İkamet eden bir kimsenin ise ayrıca bir amele
ihtiyacı yoktur.
Yine
yolculuğa çıkacağını ümid eden bir kimsenin yolculuğa çıkmadan önce oruç
açmasının caiz olamayacağı hususunda görüş ayrılıkları yoktur.
Hac,
cihad, sıla-ı rahim yapmak, zaruri maişeti temin gibi sevap umulan yolculuklar
ile birlikte ticaret ve mubah maksatlarla yapılan yolculuklarda da yolcunun
oruç açabileceği de ittifakla kabul ederler. Neticesinde Allah'a isyan kabul
edilecek bir fiilin işleneceği tür bir yolculuk için de yolcunun -Hanefîlere
göre oruç açması- caizdir. Çünkü bizzat yolculuk bir masiyet değildir. Masiyet
olan, yolculuktan sonra olacaklar ve yolculuk ile birlikte yapılanlardır. Bunların
ise namazı kısaltma ruhsatına bir etkileri yoktur. Öiğer taraftan Yüce Allah'ın
kendisine oruç açma, namazını Jasaltma ve buna benzer müsamahalar ile
üzerindeki nimetini hatırlayacak olursa yolculuğu esnasında tevbe etmesi de
muhtemeldir.
Hanefîlerin
dışında kalan cumhur ise şöyle demektedir: Yolculuğa has olan namazı kısaltmak,
namazları cem' etmek, oruç açmak ve buna benzer ruhsatlar böyle bir yolculuk
için mubah değildir. Çünkü bu takdirde ruhsatta haram kılman şeye bir destek
ve yardım vardır. Şeriat ise bunları nehyetmekte-dir.
4- Yüce Allah'ın, "Sayısınca başka günlerde" buyruğu hasta ve
yolcunun asıl vazifesinin oruç olduğunu, oruç açmasının ona ruhsat olarak
verildiğini göstermektedir. Şayet oruç açarsa oruç tutmadığı günler sayısınca kaza
orucu tutar. Cumhurun görüşü budur. Çünkü ayet-i kerimenin anlamı şöyledir: Sizden
her kim hasta veya yolcu olup da orucunu açarsa oruç açtığı günler sayısınca
diğer günlerden oruç tutması gerekir.
Cumhurun
görüşüne göre kaza oruçlarının peşpeşe olması müstehap olmakla birlikte vacib
değildir. Çünkü: "Sayısınca başka günlerde" buyruğu mutlaktır. Ayrı
ayrı veya peşpeşe olmasını özellikle ifade etmemektedir. Bunları ayrı ayrı
tuttuğu takdirde diğer günler sayısınca oruç tutmuş olur. Darakut-nî sahih bir
senedle Aişe (r.anha)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Önceleri
"peşpeşe sayısınca başka günlerde" diye nazil olmuştu, daha sonra
"peşpeşe" ifadesi kaldırıldı (neshedildi)."
Yine
bu ayet-i kerime, -belli bir zamanla belirlemeksizin- tutulamayan oruçların
kazasının vücubunu göstermektedir. Çünkü kullanılan lafız eğer bütün zamanlan
kapsıyor ise, belli bir zaman dilimine tahsis edilemez.
Üzerindeki
kaza orucu tutmaksızm ikinci bir Ramazan gelecek olsa, cumhurun görüşüne göre
keffarette bulunması gerekir. Bu ise her bir gün için bir yoksula yemek
yedirmesidir. Ebu Hanife ise ayet-i kerimenin zahiri ile amel ederek onun için
keffaret söz konusu olmadığı görüşündedir. Çünkü ayet-i kerimede: "O
günler sayısınca başka günlerde" diye buyurulmuştur. Cumhurun delili ise
Darakutnî'nin sahih sened ile bir diğer Ramazan gelip erişinceye kadar Ramazan
orucunu kaza etmekte kusurlu hareket eden hakkında Ebu Hurey-re'den gelen şu
ifadedir: "Böyle bir kimse insanlarla oruç tutar ve orucunu tutmadığı
günleri tutar, buna karşılık her bir gün için de bir yoksula yemek yedirir."
5- Ramazanda gündüzün kasten oruç açan veya cima eden kimseye
Hane-fîlerle Malikîlere göre -diğerlerinin aksine- kefaret gerekir. Bu ise
cumhura göre mümin bir köle azad etmektir. Hanefîlere göre ise mümin olmasa
dahi olur. Buna gücü yetmiyor ise, ardı arkasına iki ay daha oruç tutar. Buna
da gücü yetmiyorsa altmış tane yoksula yemek yedirir. Ramazan orucunun kazası
tutulurken oruç açmak veya cima etmekten dolayı keffaret söz konusu değildir.
Cumhurun
görüşüne göre bir hastalık sebebiyle Ramazanda oruç açan bir kimse, o
hastalığından dolayı ölse veya yolculuk yaparken yolculuğunda vefat etse, ona
bir şey gerekmez.
Ramazan
ayından borcu olduğu halde onu kaza etmeksizin ölen kimsenin kaza orucu başkası
tarafından tutulamaz. Malik, Safî ve Ebu Hanife der ki: Kimse kimsenin yerine
oruç tutamaz. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hiç bir yük yüklenen
nefis bir başkasının yükünü taşımaz." (En'âm, 6/164); "İnsan için
çalıştığından başkası yoktur." (Necm, 53/39); "Her bir nefis (kazandığı
günahı) mutlaka kendi aleyhine kazanır." (En'âm, 6/164) Diğer taraftan
Nesaî'nin İbni Abbas'tan, onun da Resulullah (s.a.)'tan naklettiği hadis de bunu
gerektirmektedir: "Kimse kimse adına namaz kılmaz, kimse kimse adına oruç
tutmaz. Fakat onun yerine her bir gün için birmüdd buğday yedirir."
Ahmed
der ki: Orucunu kaza etme imkânını elde ettikten sonra ölenin yerine velisinin
oruç tutması müstehabtır. Çünkü bu ölenin borçtan kurtulması açısından daha bir
ihtiyatlıdır. Aynı şekilde eğer oruç bir adak ise yine onun yerine oruç
tutabilir. Çünkü Müslim, Hz. Aişe'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet etmektedir: "Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde vefat
ederse velisi onun adına oruç tutar." Bu ise oruç hakkında umumi bir hükümdür.
Bunu yine Müslim'in İbni Abbas'tan yaptığı şu rivayet tahsis etmekte,
şartlarını açıklamaktadır: "Bir kadın Resulullah (s.a.)'ın yanına gelip
dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, annem üzerinde adamış olduğu oruç borcu var iken
vefat etti. Ben onun yerine oruç tutayım mı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Annen borçlu olarak vefat etse ve sen onun adına borcu ödeşen ne dersin,
bu onun adına bir ödeme olur mu?" Evet, deyince Hz. Peygamber: "O
halde annenin yerine oruç tut." diye buyurdu.
6-
Sahih senedlerle İbni Abbas'tan
gelen rivayetler sabit olduğuna göre: "Ona takati yetmeyenler de bir fakir
doyumu fidye versinler;" ayeti neshediftniş değildir. Bu ayet-i kerime
oruç tutmaya gücü yetmeyen ve oruç tuttuğu takdirde zarar görecek olan
kimseler hakkında muhkemdir. Pir-i faniler yani elden ayaktan düşmüş yaşlı
kişiler gibi. Bunların bir fakir doyumu fidye vermeleri gerekir.
Buna
göre insanların üç durumu söz konusudur: a) İkamet halinde olan sağlıklı
kimseler; bunların Ramazan ayında bizzat oruç tutmaları gerekir, b) Hasta ve
yolcular. Bunlar istedikleri takdirde oruç açabilirler. Eğer oruç açarlarsa
sair günlerde tutarlar, c) Oruç tutmaya gücü yetmeyip oruç tuttuğu takdirde
zarar görecek olanlar. Bu kişiler ise fidye öderler.
Tercih
edilen görüşe göre bu ayet-i kerime, hamile ve süt emziren kadını da
kapsamaktadır. Hasan-ı Basrî'ye, kendilerine ve çocuklarına zarar gelmesinden
korktukları takdirde hamile ve emzikli kadının durumu hakkında sorulmuş, o da:
"Hamilelikten daha ağır hangi hastalık vardır? O durumdaki kadın oruç
açar ve sonra kazasını yapar" demiştir.
İlim
adamları, pir-i faninin fidye ödemesi gerektiği üzerinde icmâ etmişlerdir.
İyileşmesi umulmayan hastanın durumu da onun gibidir. Ancak hamile ve emzikli
kadının ise Hanefîlere göre fidye söz konusu olmaksızın kaza etmeleri gerekir.
Şafiîlerle Hanbelîlere göre ise sadece çocuklarına zarar gelmesinden
korkmaları halinde fidye ve kazada bulunmaları, Malikîlere göre de yalnızca
süt emziren kadının fidye ve kazada bulunması gerekir, hamile öyle değildir
(yani sadece kaza etmesi gerekir).
Ebu
Hanife'ye göre fidyenin miktarı yarım sâ' (2 müd) buğday veya hurma ya da arpa
gibi buğday dışındakilerden birir sa'dır. Cumhura göre ise o beldede çoğunlukla
gıda olarak kullananlar yiyeceklerden bir müd verilir. Her kim bir yoksuldan
fazlasını yedirmek suretiyle yahutda miskine verdiği fidye miktarını arttırmak
ya da fidye ile birlikte oruç tutmak suretiyle tatavvuda bulunursa, bu onun
için daha hayırlıdır. Bir müd 675 gram, 1 sâ' ise 2751 gramdır.
7- Yüce Allah'ın, "Oruç tutmanız sizin hakkınızda daha
hayırlıdır." buyruğu yolculukta, zorluk vermeyen hastalıkta ve diğer
hallerde oruç tutmanın hayırlı olduğunu göstermektedir. Evlâ olan bu buyruğu
genel olarak bütün haller için geçerli kabul etmektir. Çünkü Fahrüddin
er-Râzî'nin de belirttiği gibi, lafız umum ifade eder. Bu Kurtubî'nin de dediği
gibi, kayıtsız ve şartsız olarak oruca teşviki gerektirmektedir.
8- Ramazanın diğer aylara göre özelliği, oruç ayı olmasıdır. Çünkü bu aylarda
Kur*an indirilmiştir. Yani Kur'an'm indirilmeye başlaması Ramazan aynıda
olmuştur. Kuran-ı Kerim'in Ramazan ayında indirilmesi ile Kadir gecesinde ve
mübarek bir gecede indirilmesi arasında bir aykırılık yoktur; çünkü bu gece
zaten Ramazan ayındadır.
Kur"an,
Yüce Allah'ın Muhammed (s.a.) üzerine indirilmiş kelamının adıdır. Bu kelime
"kıraafden türetilmiştir. Kur"an, okunan şey anlamına gelir ve
masdardır. Bu şekilde masdar ism-i mef al (okunan şey) kasdı ile isim olarak
kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bir de sabah Kur'an'ını
(namazını) da eda et. Çünkü sabah Kur'an'ı (namazı) şahid olunan bir
namazdır." (İsrâ, 17/78) Yahut Kur'an, kelimesi kırân'dan türemiş
olabilir. Çünkü Kur"an-ı Kerim'in ayetlerinin biri ötekine karn edilmiş
(bir araya getirilmiş, birleştirilmiştir.
9- "Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun." buyruğunda
yer alan "erişirse" fiilinin neye erişmeyi kastettiği hususunda iki
görüşü vardır:
Bir
görüşe göre erişilecek olan şey hazf edilmiş cümlede kendisine yer verilmemiştir.
Anlamı şudur: Her kim Ramazan ayında mukim iken aya erişirse. Yani yolcu değil
ise, demektir. O takdirde "eş-Şehr=ây" zarf olmak üzere nasb
edilmiştir.
İkinci
görüşe göre ise, erişilecek olan şey ayın kendisidir. Bunun takdiri de şöyle
olur: Her kim aya erişir ve akıl ve marifeti ile ona tanık olur, hazır bulunursa
o ayın orucunu tutsun. Bununla birlikte şanı Yüce Allah'ın bütün hitaplarının
mükelleflere yönelik olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. O takdirde ayet-i
kerime mükellef olduğu kabul edilen kimselere mahsusdur. Birinci görüş bir
mahzufu takdir etme esasına dayanır. Usulde kabul edilen ilke ise şudur: Şayet
tahsis ile mahzuf olan bir şeyi takdir etmek (idmar), birbirleriyle tearuz
ederse (çatışırsa) bu sefer tahsise gitmek teayyün eder (ondan başka yol yoktur).
Cumhurun görüşüne göre ayet-i kerime mükellefler hakkında umumîdir. Bu ayet
yolcuyu da mukimi de kapsar. Şu kadar var ki yolcu kimseye hastaya olduğu gibi
oruç açma ruhsatı vardır. Her ikisinin de tutmadığı günler sayısınca diğer
günlerden oruç tutmaları gerekir. Yine cumhurun görüşüne göre ayın herhangi bir
cüz'üne yetişmek orucun vacib olması için yeterlidir. Şu kadar var ki
Hanefîlerin görüşüne göre bütün ayın orucunun tutulması için onun herhangi bir
bölümüne "tanık olmak" icabeder. Şafiîlerin görüşüne göre ise; ayın
herhangi bir bölümüne "tanık olmak", o bölümün orucunu vacib kılar.
Ramazan
ayında geçici olarak aklını kaybeden, deliren kimse hakkında Malikîler şöyle
derler: O kişi geçen günlerin kazasını yapmalıdır. İsterse seneler boyu çok
uygun müddet bu halde kalmış olsun farketmez. Malikîlerin dışındakiler ise,
gecenin kazasını yapması gerekmez, tıpkı baliğ olan küçük ve İslâm'a giren
kâfir gibi. Ramazan ayının bir bölümünde deliliği geçip aklı, şuuru yerine
gelen kişi Şafiîlerce daha sahih kabul edilen görüşe ve Hanbelilerin görüşüne
göre; sadece ayın eriştiği bölümünü oruçla geçirir, diğer günlerini kaza etmesi
gerekmez.
Ramazanın
bir bölümünde baliğ olan küçük çocuk ile müslüman olan kâfir hakkında Hanbelîlerin
dışında kalan cumhur şöyle demektedirler: Bunlar ayın geri kalan kısmını oruçla
geçirirler. Geçmiş günlerin kazasını yapmaları gerekmez. Baliğ olmanın ve
İslama girmenin gerçekleştiği günü de oruçla geçirmeleri gerekmez. Daha sahih
kabul edilen görüşlerinde Hanbelîler şöyle derler: Baliğ olmanın ve İslâm'a
girmenin gerçekleştiği günün kazasını yapmaları gerekir. Böylelikle orucun;
müslüman olmak, baliğ olmak ve Ramazan ajanın eriştiğini bilmek ile farz
olmasının tahakkuk ettiğini öğrenmiş oluyoruz.
[109]
Hilâli
görmek, yahut görüldüğünü bilmekle gerçekleşir. Cumhurun görüşüne göre (dört
mezheb imamı da bunlar arasındadır) hesap ve astronomi bilgisine itibar
edilmez. Çünkü İbni Ömer şöyle demektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Ay yirmidokuz gündür. Hilâli görmedikçe oruç tutmayınız. Yine hilâli
görmedikçe oruç açmayınız. Eğer bulutlu olduğu için onu göremezseniz onun
süresini takdir ediniz." Yani oruç tutulacak miktarı tamamlayınız. Buna
delil ise Nesaî tarafından kaydedilen Ebu Hureyre'nin: "Sayıyı
tamamlayınız." hadisidir, bu da Yüce Allah'ın, "Sana hilâller
hakkında soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit
ölçüleridir." (Bakara, 2/189) buyruğunun zahirine de uygun düşmektedir.
Bazıları
tayin edilen bu vakitlerin kat'î bilgi ifade ettiklerinin sabit olması halinde,
hilâlin görülmesini engelleyecek bir durumun söz konusu olduğunda hilâlin
görülmesi ilkesini korumakla birlikte rasathanelere ve hesaplara itimat
edilmesini caiz kabul ederler. Böylelikle nassın zahiri ile nastan murad bir
arada uygulamaya konulmuş olur ve bununla ibadet hususunda ümmet arasında
ittifak gerçekleştirilmiş, ihtilaf-hem metot hem de maksat olarak ittifak mümkün
olduğu sürece- uzaklaştırılmış olur. Çünkü kat'î ilim, zanna takdim olunur.
Kat'î ilim sahibi olmakla birlikte zan ile amel edilmez. O bakımdan Kabe'yi
görmesi mümkün olan bir kimsenin Kabe'ye yönelmek hususunda ictihad edip,
içtihadının kendisini ulaştırdığı zannı gereğince amel etmesi caiz değildir.
[110]
10- Ramazan ayı hilâli tek bir kişinin şahitliği ile mi yoksa iki kişinin
şahitliği ile mi sabit olur? Bu konuda ilim adamlarının iki görüşü vardır:
İmam Malik der ki: Bu hususta tek bir kimsenin şahitliği kabul edilmez. Çünkü,
bu hilâlin görüldüğüne dair bir şahitliktir. Buna dair iki kişiden aşağı
sayıdakile-rin şehadeti kabul olunmaz. Nitekim Şevval ve Zilhicce aylarının
hilâlinin görüldüğüne dair şahitlik de böyledir. Cumhur ise şöyle demektedir:
Adaletli bir kişinin sözü kabul edilir. Çünkü Ebu Davud, İbni Ömer'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: İnsanlar hilâli görmek üzere çıktılar. Ben
Resulullah (s.a.)'a onu gördüğümü haber verdim. Hem kendisi oruç tuttu, hem de
insanlara oruç tutmalarını emretti.
Hanefîlerle
Hanbelîlere göre kadının şahitliği kabul edilir, Malikîlerle Şa-fiîlere göre
ise kabul edilmez.
11- Tek başına Ramazan ayının yahut Şevval ayının hilâlini gören kimse
hakkında Şafiîler der ki: Tek başına Ramazan ayı hilâlini gören kişi oruç tutsun.
Tek başına Şevval hilâlini gören kimse de yine orucunu açsın, fakat onu (oruç
açmasını) saklasın. Malik ve Ahmed der ki: Tek başına Ramazan hilâlini gören
kimse oruç tutar. Çünkü o günün Ramazan ayından olduğunu bile bile oruç
açmaması gerekir. Şevval ayını tek başına gören kimse ise oruç açmaz. Çünkü
insanlar aralarından oruç açan kimseyi güvenilir bir kimse olmamakla itham
ederler. Daha sonra bu gibi kimseler durum açığa çıktığı vakit, hilâli gördük,
derler. Meselâ, güneş tutulması gibi bir sebep dolayısıyla -Ramazan 1400 hicri
yılında olduğu gibi- hilâl görülmez ve bazı kimseler Şevval ayı hilâlinin
görülmesi sebebiyle 28 gün oruç tutmuş olsa, ayın sayısını tamamlamak üzere bir
gün kaza etmeleri icab eder. Çünkü ay en az 29 gündür.
12- Matla ihtilâfı: Cumhur der ki: Hilâl bir beldede görüldüğü takdirde,
diğer beldelerin ahalisinin de ister uzak olsun, ister yakın olsun oruç
tutmaları icabeder. Bundan kasıt ise müslümanlar arasında oruçta birlik
sağlamaktır ve dolayısıyla matla ihtilaflarına itibar edilmez.
Şafiîler
der ki: Eğer belde yakın ise hüküm aynıdır. Şayet uzak olursa, her bir belde
ahalisi kendi görmelerine itibar ederler. Şafiilerde daha sahih kabul edilen
görüşe göre yakın ile uzak arasındaki mesafe namazı kısaltma mesafesine
göredir (89 km). Böyle bir görüş ise artık makbul bir görüş değildir.
13- Ramazanın 30. günü, gündüzün Şevval hilâlinin görülmesine itibar
edilmez. O gelecek gecenin (günün) hilâlidir. Sahih olan görüş budur.
14- Yüce Allah'ın, "Allah'ı... büyük tanıyasınız." buyruğu
tefsir alimlerinin çoğunluğunun görüşüne göre Ramazanın sonunda tekbire bir
teşviktir. Bu ayet-i kerime Ramazan bayramında tekbir getirmenin meşru olduğuna
bir delildir. İmam Malik ve bir grup ilim adamına göre tekbir getirme
lafızları: Üç defa: "Allahu Ekber" demektir. Kimi ilim adamları ise
kişi tekbir esnasında tekbir getirmesi yanısıra tehlil getirir, teşbih de
getirir. Kimisi de: "Allahu Ekber kebîra velhamdülillahi kesirâ ve
subhânellâhi bükreten ve asîla" der.
Tekbir
getirmenin zamanı ve süresince gelince, Ebu Hanife ve Malik der ki: Ramazan
bayramında evinden namazgaha doğru çıktığı vakit tekbir getirmek mendubtur.
Bayram namazı bittiği vakit bayram da bitmiş olur. Şafiî ve Ahmed der ki: Hangi
vakitte olursa olsun namaz akabinde ve bayram gecesi güneşin batışından
itibaren bayram namazının eda edilmesine kadar herhangi zaman olursa olsun
tekbir getirmek mendubtur. Yani hilâlin görüldüğü vakitten imamın bayram
namazını kıldırmak üzere çıkacağı vakte kadar her vakitte tekbir getirilebilir.
15- Orucu bozan ve bozmayan şeyler: Kasdî olarak yemek, içmek, cima etmek,
nassla ve icmâ ile orucu bozar.
Aynı
şekilde ilaç almak, kasten kusmak ve istimnada bulunmak (cima dışındaki
yollarla meninin çıkmasını sağlamak), mazmaza ve istinşâkta aşırıya kaçıp
boğazdan su inmesini sağlamak, sigara kullanmak, Şafiîlerin görüşüne göre
balgamı yutmak, kasten karnına maddi herhangi bir şeyi -ister besleyici olsun
ister olmasın- almak ve kullanmak da orucu bozar.
Kan
aldırmakla oruçlu kimsenin orucu ittifakla bozulmaz. Yine cumhura göre unutarak
yemek ve içmek de orucu bozmaz. Malikîlere göre ise orucu bozar.
Göze
damla damlatmak, hacamat, hukne (iğne olmak), göze sürme çekmek Hanefîlerle
Şafiîlerin görüşüne göre orucu bozmaz. Hanbelîerle Malikîlerin görüşüne göre
ise boğaza ulaştığı tahakkuk eden bir şekilde kullanılan sürme orucu bozar.
Aynı şekilde kan ortaya çıktığı takdirde onlara göre hacamat da orucu bozar.
Ancak misvak kullanmak, mübalağa etmeksizin mazmaza ve istinşak (ağıza ve
buruna su almak), gusletmek ve yüzmekle de oruç bozulmaz. Malikîlere göre ise
yanılarak ya da hata yoluyla olsa ve mübalağa olmaksızın dahi mazmaza, istinşak
ve misvak suyunun boğazdan inmesi ile oruç bozulur.
Kişinin
elinde olmayarak kusması, kustuğundan bir şey yutması, kan veya ilaçtan
herhangi bir şey yutmaksızın diş çektirmesi, Hanefîlerle Malikîlerin görüşüne
göre erkeğin ihlîline hukne konulması orucu bozmaz. Kadının ihlîline konulan
hukne ise Hanefîlere göre orucu bozar. Şafiîlere göre mutlak olarak hukne orucu
bozar. Hanefîlerle Şafiîlere göre mezi gelmesi dolayısıyla oruç bozulmaz.
Malikîlerle Hanbelîlere göre ise öpüşmek ve fercin dışındaki temaslarda
(tenlerin değmesinde) mezinin gelmesi halinde oruç bozulur.
Unutarak
cima eden hakkında ise üç ayrı görüş vardır:
a) Kaza etmesi de, keffareti de gerekmez. Şafiî, Ebu Hanife ve çoğunluğun
görüşü budur.
b)
Keffaret söz konusu olmaksızın
kaza etmesi gerekir. Malik'in görüşü budur.
c) Her ikisi de gerekir. Ahmed'den meşhur olan görüş budur. Ramazan
gündüzünde kasten cima halinde keffaret, fukahanın ittifakı ile vacibdir. Aynı
şekilde Hanefîlerle Malikîlere göre kasten yiyip içmekte de hüküm böyledir.
Gündüzün geri kalan kısmında ise imsak etmek icabeder. İlim adamlarının çoğunluğuna
göre ise Ramazan dışında oruç açmaktan dolayı kefaret icabetmez.
Hanefîlere
göre birkaç günde oruç açmanın tekrarlanması sebebiyle keffa-retler birbirine
girerse (tedahül) sadece tek bir keffaret icabeder. Ancak cumhurun görüşüne
göre değişik günlerde iftar etmek söz konusu olursa keffaretin sayısı da artar.
Ramazan
ajanda kocası tarafından kendisiyle ilişki kurulan kadına neyin gerektiği
hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malikîler, Hanefî-ler ve
Hanbelüer der ki: Eğer isteyerek kocasına itaat etmiş ise kocanın mükellefiyeti
ne ise ona da o düşer. Ancak buna zorlanmış ise, kadına kefaret gerekmez.
Şafiî der ki: Kadına keffaret lazım değildir, sadece kaza etmesi gerekir. İster
isteyerek itaat etsin, ister zorlayarak olsun.
Cumhura
göre, bakarak veya düşünerek menisi gelene keffaret yoktur. Hanbelîlere göre
ise keffaret gerekir. Hanefîlere göre ise orucu dahi bozulmaz.
[111]
186- Kullarım senden beni sorarlarsa işte ben
muhakkak pek yakınım. Bana mut onlar da
Olur ki doğru yola ulaşırlar.
187-
Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir
elbise siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah nefislerinize karşı hainlik
etmekte olduğunuzu bildiği için tevbenizi kabul etti, sizi affetti. Artık
onlara yaklaşın ve Allah'ın size takdir ettiğini isteyin. Fecrin beyaz ipliği
siyah ipliğinden tarafınızdan seçilinceye kadar yiyin için, sonra orucu geceye
kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâf-ta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza
yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayınız. İşte
Allah ayetlerini böylece insanlara açıklar; takva sahibi olsunlar diye.
"Kadınlarınıza
yaklaşmak", cimâ'dan kinayedir.
"Onlar
sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz." buyruğunda istiare
vardır. Eşlerin her birisi ötekine yaklaşmak ve sarılmak dolayısıyla sahibini
bürüyen elbiseye benzetilmiştir.
"Fecrin
beyaz ipliği siyah ipliğinden..." buyruğu da bir istiaredir. Bununla
sabahın beyazı, beyaz ipliğe, gecenin siyahı da (karanlığı) siyah ipliğe
benzetilmektedir.
"İplik"
tabiri bir mecazdır. İki ipliğe benzetmenin sebebi, tanyerinin ağarması
esnasında oldukça ince olduklarından dolayıdır. Zemahşerî der ki: Bu, beliğ
bir teşbihtir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Fecrin" buyruğu bunu istiare
olmaktan çıkartmıştır. Nitekim "Bir arslan gördüm" ifadesi bir
mecazdır. Eğer "filan" kelimesini de kullanırsanız bu, benzetme
olur. "Fecrin" ifadesi ise beyaz ipliği beyan etmektedir. Bununla
siyah ipliğin beyanına gerek kalmamıştır. Çünkü onlardan birisinin beyan
edilmesi ötekinin beyanıdır. Ayrıca "min = den, dan" (mealde
"fecrin" sonundaki "in" takısı) teb'îz (yani onun bir
kısmını ifade etmek) için olabilir. Çünkü bu, fecrin bir kısmı ve başlangıcıdır
(el-Keşşâf, I, 258).
[112]
"İşte
ben muhakkak" ilmimle onlara "pek yakınım." Onlara bunu haber
vereceğim. "O halde onlar da bana icabet ve iman etsinler." Benim
onlara yaptığım itaat ve iman çağrımı kabul etsinler, bana imanlarını
sürdürsünler, "Olur ki doğru yola ulaşırlar" hidayet bulurlar.
"Rafes=yaklaşmak"m
asıl anlamı kötü ve çirkin söz yahut kinayeli olarak anlatılması gereken şeyi
açık seçik anlatmaktır. Daha sonra cima veya erkeğin hanımından istediği her
şey hakkında kullanılır olmuştur.
"Onlar
sizin için bir elbise..." eşlerden her birisi diğerine elbise durumundadır.
Çünkü elbise nasıl insanı örtüyor ve onu çıplaklıktan koruyor ise eş de eşini
öylece örtüp korur. Kur'anî ifade onların birbirlerine sarılmaları yahut her
birinin ötekine olan ihtiyacını açıklamak için kinayedir.
"Beyaz
iplik" gündüzün beyazlığından uzayıp giden, iplik gibi incecik görünen,
sonra da etrafa yayılan beyazlıktır.
"Siyah
iplik" gündüzün beyazlığına karışarak gecenin uzayıp giden siyahlığıdır.
Bu da adeta uzunluğuna bir ipliği andırır.
"Fecrin"
yani fecr-i sâdıkın. Burada "beyaz iplik" beyan edilmektedir. Siyah
ipliğin beyanı ise hazfedilmiştir. Yani gecenin siyah ipliğidir. Birincisi ile
yetinilmesinin sebebi, birincisinin beyanı ikincisi için de beyan olduğundan dolayıdır.
Görülen beyazlık ile onunla birlikte uzanan siyahlık, uzayıp gitme bakımından
beyaz ve siyah iki ipliğe benzetilmektedir.
"Sonra
orucu" tanyerinin ağarmasından itibaren "geceye" yani güneşin batışına
"kadar tamamlayın." Tamamlamak eksiksiz bir şekilde eda etmek demektir.
"Mescidlerde
itikafta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın." Yaklaşma
(mübaşeretin gerçek anlamı) tenlerinin birbirine değmesidir. Bununla
anlatılmak istenen ise cimâ'dır. İtikaf sözlükte bir yerde kalmak, ayrılmamak
demektir. Şer"an ise Yüce Allah'a itaat ve O'na yaklaşmak üzere mes-cidde
durmak demektir.
"Allah'ın
sınırları." Sınırlar anlamına gelen "hudûd"un tekili had'dir.
Sözlükte iki şey arasındaki engel demektir. Daha sonra Yüce Allah'ın kullan
için teşrî' buyurduğu hükümler hakkında kullanılmıştır. Şayet bundan sonra
"onlara yaklaşmayınız" buyruğu gelirse bundan kasıt, onun yasakladığı
ve haram kıldığı şeylerdir. Eğer ondan sonra "onları aşmayınız"
buyruğu gelirse maksat O'nun koyduğu hükümlerdir. Yani sınır ve miktarını
belirlediği hükümlerdir. İnsanın onları aşması caiz olmaz. Şayet
"hudud" ile genel olarak bütün hükümler kastedilirse o takdirde Yüce
Allah'ın: "Sakın onlara yaklaşmayınız" buyruğundan, onları
değiştirmeye kalkışmayınız, ya da hak alanı ile batıl alanı birbirinden ayıran
sınıra yaklaşmayınız, demek olur. Tıpkı hadis-i şerifte geçen: "Her kim
yasak bölgenin etrafında dolanır durursa fazla geçmez ona düşer"
ha-disindeki yasak bölgeye yaklaşmanın men edildiği gibi.
[113]
186. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni
Cerîr et-Taberî ve başkaları Muaviye b. Hayde'den, onun babasından, onun da
dedesinden şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bir bedevi Resulullah
(s.a.)'ın yanına gelip şöyle dedi: Rabbimiz yakın mıdır, eğer yakınsa O'na
yavaşça dua edelim. Yoksa uzak mıdır? Eğer uzaksa O'na yüksek sesle
seslenelim? Hz. Peygamber sustu. Bunun üzerine: "Kullarım seni benden
sorarlarsa..." ayeti nazil oldu. Başka bir takım sebepler de rivayet
edilmiştir; bunları "Açıklaması" başlığı altında zikredeceğiz.
187. ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili
olarak da Ahmed, Ebu Davud ve Hakim, Muâz b. Cebel'den şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Önceleri uyumadıkları sürece yer, içer ve hanımlarına
yaklaşırlardı. Uyudular mı bunlardan uzak dururlardı. Daha sonra kendisine
Kays b. Sırma denilen En-sar'dan bir adam yatsı namazını kıldı ve sonra yemeden
içmeden uyudu. Nihayet sabah oldu. Sabah olduğunda oldukça bitkin idi. Hz.
Ömer de uyuduktan sonra hanımına yaklaşmıştı. Peygamber (s.a.)'in yanma gelip
durumunu anlatınca Yüce Allah, "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak...
sonra orucu geceye kadar tamamlayın." buyruğuna kadar olan bölümü
indirdi.
Bu
durum şunu göstermektedir: Oruç farz kılındığında her kişi kendisi için daha
ihtiyatlı olanı, takvaya daha yakın olanı yapmaya gayret gösteriyordu. Bu
durum, bu ayet nazil oluncaya kadar devam etti.
"Fecrin"
kelimesinin ibarede bulunması sebebiyle ilgili olarak Zemahşerî şunları
söylemektedir:
Eğer
Yüce Allah "Fecrin" buyruğunu zikretmemiş olsaydı "iki
ip"in istiare olarak kullanıldığı bilinemezdi. O bakımdan
"fecrin" kelimesi ilave edilerek, bu beliğ bir teşbih haline gelmiş
ve istiare olmaktan çıkmıştır.
Desen
ki: Peki, bu beyana rağmen Adiyy b. Hatim nasıl oldu da işin içinden çıkamadı
ve durumunu şöylece dile getirdi: Biri siyah biri beyaz iki ip aldım. Bunları
yastığımın altına koydum. Geceleyin kalkıyor ve bu iplere bakıyordum. Beyazı
siyahtan ayırdedemiyordum. Sabah olduğunda Resulullah (s.a.)'ın yanına gittim.
Ona durumu bildirince güldü ve: "Gerçekten senin yastığın oldukça enli
imiş." Şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Sen kafası enli (safça)
bir kimsesin. Orda kastedilen gündüzün beyazlığı ile gündüzün siyahlığıdır."
Senin bu soruna karşılık cevabım şudur: (Adiyy b. Hatim) oradaki beyana dikkat
edememiştir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.) kafasının enli olduğunu
söylemiştir. Çünkü bu ifade kişinin uyanıklığının ve dikkatinin azlığına delildir.
Desen
ki: Sehl b. Sa'd es-Saidî'den gelen şu rivayet hakkında ne dersin: Bu ayet-i
kerime nazil oldu ve bu arada "fecrin" ifadesi nazil olmadı. O bakımdan
bazıları oruç tutmak istediklerinde onlardan birisi ayağına beyaz ve siyah
iplik bağlar. Bu iplikleri birbirinden ayırdedebilene kadar yemesine ve içmesine
devam ederdi. Daha sonra "fecrin" buyruğu nazil oldu. Böylelikle
bununla gece ile gündüzün kastedildiğini anlamış oldular."
[114] Bu
durumda beyanın tehiri nasıl caiz olur? Halbuki bu, bir çeşit abesi andırır,
zira bundan muradın ne olduğu anlaşılamamaktadır. Delaleti olmadığından dolayı
istiare değildir. "Fecrin" kelimesi zikredilmeden önce de teşbih de
değildir. Buna göre ondan hakikatten başka bir şey anlaşılmaz. Halbuki hakikat
kastedilmemektedir.
Derim
ki: Beyanın ertelenmesinin caiz olmadığı fukaha ve kelamcıların çoğunluğunun
görüşü olup aynı zamanda bu Ebu Ali ile Ebu Haşim'in de görüşüdür. Bunlara
göre bu hadis sahih değildir. Bunu caiz kabul edenler ise, şöyle derler: Bu
abes bir iş değildir. Çünkü muhatap bundan hitabın vücubunu anlar ve bundan
muradın ne olduğunun açıklanmasını istediği vakit de onu yapma azim ve kararını
verir.
[115]
Bu
ayet-i kerimeler itaat, ihlas, âdâb, ahkâm, müminleri hidayet ve doğruluğa
hazırlayan Yüce Allah'a dua ile yönelmek gibi, oruç ibadetinde olsun, onun
dışında kalan diğer itaatlerde olsun, riayet etmeleri gereken hususları müminlere
öğretmekte, kullara hatırlatmaktadırlar. Ayetlerarası ilişki kurma yönü ile ilgili
olarak Kadı Beydavî şunları söylemektedir: Şunu bil ki Yüce Allah müminlere
Ramazan ayı orucunu tutmalarını ve sayıya riayet etmelerini emredip tekbir ve
şükür görevlerini yerine getirmeye teşvik etmenin akabinde, hallerinden haberdar
olduğuna, sözlerini işittiğine, dualarına cevap verdiğine, amellerinin karşılıklarını
vereceğine delalet eden bu ayet-i kerimeyi irad buyurmakla bu emrini tekid
etmekte ve emrini yerine getirmek üzere onları teşvik etmektedir.
Bu
ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şu da rivayet edilmiştir: Peygamber
(s.a.); Yüce Allah'a Hayber gazasmda yüksekçe sesle dua ettiklerini işitir,
onlara şöyle buyurur: "Ey insanlar! Kendinize merhamet ediniz. Sizler ne
sağır birisine ne de burada bulunmayan uzaktaki birisine dua ediyorsunuz.
Sizler, her şeyi işiten ve her şeyi bilen birisine dua ediyorsunuz. O sizinle
beraberdir."
Katade'den
gelen rivayete göre de ashab-ı kiram şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi,
Rabbimize nasıl dua edelim? Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal
buyurdu.
Yine
rivayet edildiğine göre: "Ey iman edenler! Oruç... yazıldı." ayet-i
kerimesi nazil olunca, bundan uyuduktan sonra yemek yemenin haram olduğunun kastedildiğini
sandılar. Daha sonra yemek yediler, pişman oldular, tevbe ettiler. Resulullah
(s.a.)'a da: Acaba Yüce Allah tevbemizi kabul eder mi? diye sordular. Bunun
üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Burada
"yakın olmak"tan kasıt, mekan itibariyle yakınlık değildir, aksine
maksat ilim ile ve duanın kabulünü gerektiren bir yakınlıktır. Selefilerin görüşüne
göre Kur'an-ı Kerim ve sünnette zikredilen Allah'a yakınlık ve O'nun
kul-larıyla beraber olması, O'nun yüceliğine ve yüksekte olmasına dair
zikredilenlere aykırı değildir. Şüphesiz O, şanı Yüce Allah her türlü
noksanlıktan münezzehtir, ve O'nun gibi hiç bir şey yoktur.
"Kullarım
senden beni sorarlarsa" mealindeki 186. ayet-i kerimenin anlamı şudur:
Yani kullarım sana benim zatım hakkında soru sorarlarsa... Bu da yakınlık veya
uzaklık cihetiyledir. De ki: Şüphesiz ben onlara çok yakınım. Yani onların
durumlarını bilir, sözlerini işitir, amellerini görürüm. Bu ayette kastedilen
yakınlık ile benzeri bir diğer ayette kastedilen yakınlık aynıdır: "Ve biz
ona şah damarından daha yakınız" (Kaf, 50/16). Benimle herhangi bir kimse
arasında bir perde yoktur. Aracısız, ihlâsla bana dua edip duası ile birlikte
ih-lasla amelde bulunan kimsenin duasını kabul ederim.
Duanın
kabul edilmesi, rızık kazanma yollarının kolaylaştırılması, şifa, basan,
sebeplere bağlı sonuçların ilahî başarı ve gözetim ile gerçekleştirilmesi gibi
hususları da kapsar.
Duanın
kabul edilebilmesi için şunlar da gereklidir: Sahih iman ile Allah'ın
emirlerini kabul etmek, itaat etmek, kullar için faydalı olan namaz, oruç,
zekât, hac ve benzeri ibadetleri gerçekleştirmek. O vakit Yüce Allah kulunun
amellerine en güzel şekliyle mükâfat verir. Yüce Allah'a ihlâsla yapılan
ameller iman ile birlikte yapıldıkları takdirde, bunlar doğruyu bulmak için
dünya ve ahireti kuşatan hayra iletilmek için bir yoldur. Çünkü onlar Yüce Allah'ın
kendilerini çağırdığı şeye icabet ettikleri takdirde, O da onların dualarına,
isteklerine icabet eder. Burada icabet (kabul etmek) teslim olmak ve itaatle
bağlanmak demektir. İman ise kalben boyun eğmek ve itaate yönelmek demektir.
186.
ayetteki: "le'alle=olur ki" umut ifade etmektedir. Bu ise Allah
hakkında imkânsızdır. Çünkü şanı Yüce Allah (ihtimallilikten) yücedir ve buna
ihtiyacı yoktur. O bakımdan Kur'an-ı Kerim'de varid olduğu takdirde bu buyruk
ile anlatılmak istenen: "Sizler amellerinizle doğru yola ulaşmayı
umarak..." şeklinde olur veya ta'lil anlamına gelir, yani: "Doğru
yola ulaşmanız için..." anlamına gelir. Bunun da anlamı: Nasıl hidayet
bulacaklarını ve nasıl itaat edeceklerini öğrenirler; şeklindedir.
İbni
Teymiyye der ki: O şanı Yüce Allah, arş'm fevkindedir. Kullarını görüp gözetir,
onlar üzerinde mutlak hakimiyet sahibidir. Onların hallerinden haberdardır,
onlara muttalidir. Bunun kapsamına O'nun mahlûkatına yakın olduğuna iman da
girmektedir. Sahih hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz kendisine dua
ettiğiniz zat herhangi birinize devesinin boynundan daha yakındır."
Yüce
Allah'ın, "İşte Allah ayetlerini böylece insanlara açıklar"
buyruğunun anlamı da şudur: O sizlere orucu, hükümlerini, ona dair şer5!
hükümleri ve etraflı açıklamaları beyan ettiği gibi, Peygamberi Muhammed
(s.a.) vasıtasıyla sair hükümleri de beyan eder.
[116]
İbni
Kesîr der ki: Duaya teşvik eden bu Yüce Allah'ın ayet-i kerimeyi orucun
hükümleri arasında zikretmesinde, oruç günlerini tamamlama esnasında -hatta her
oruç açıldığında- dua etmenin lüzumuna dair bir irşad vardır. Nitekim İmam Ebu
Davud et-Tayâlisi Müsned' inde Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittim: "Oruç tutan
için orucunu açtığı esnada kabul olunacak bir dua vardır." O bakımdan
Abdullah b. Anar orucunu açtığında hanımını ve çocuklarını çağırır ve dua
ederdi. Bu hadisi İbni Mace de şu lafızla rivayet etmektedir: "Oruç tutan
için orucunu açtığında reddolunmayacak bir dua vardır." Abdullah b. Amr da
orucunu açtığı vakit şöyle derdi: "Allah'ım, her şeyi kuşatan rahmetinle
senden bana mağfiret etmeni diliyorum." İmam Ahmed'in Müsned'inde
Tirmizî'nin, Nesaî ve İbni Mace'nin Sünenlerinde de Ebu Hureyre'den şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Üç kişinin
duası geri çevrilmez: Adil imam (devlet yöneticisi), orucunu açıncaya kadar
oruçlu. Mazlumun duasını ise Yüce Allah Kıyamet gününde bulutlara yakın
yükseltir, semanın kapıları o duaya açılır ve şöyle buyurulur: İzzetim hakkı
için... ben sana yardım edeceğim, bir süre sonra olsa dahi."
[117]
Dua
Fayda Verir mi?:
Bazıları
duanın faydasının olmadığını iddia etmişlerdir. Çünkü hakkında dua yapılan
husus, eğer Yüce Allah'ın ilminde vukua gelecekse o mutlaka meydana
gelecektir. Eğer vaki olmayacak ise kaçınılmaz olarak vaki olmayacaktır. Ancak
cumhurun tespitine göre dua ubudiyyetin en önemli makamlarmdandır. Çünkü Yüce
Allah, "Bana dua edin, ben de duanıza cevap vereyim (kabul edeyim)."
(Mümin, 40/60) diye buyurmaktadır. Burada Yüce Allah'ın bizden dua yapmamızı
istemesi, onun faziletine delalet eden hususlardandır. Bir diğer ayet-i
kerimede ise Yüce Allah kendisine dua edilmediği takdirde gazab edeceğini
beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Hiç olmazsa onlara azabımız geldiğinde
yalvarsalardı. Fakat kalpleri katılaşmıştı. Şeytan da onların yaptıklarını
kendilerine süslü gösterdi." (En'âm, 6/43).
Peygamber
(s.a.) de şöyle buyurmaktadır: "Dua ibadetin özüdür."
[118]
Yine
şöyle buyurmaktadır: "Dua ibadetin kendisidir."
[119] Hz.
Peygamber: "Bana dua edin ben de duanızı kabul edeyim." (Mümin,
40/60) ayetini okudu ve "Dua müminin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin
nurudur" diye buyurdu.
[120]
Yüce
Allah'ın takdirinde bir takım şart ve sebeplere bağlı olan bir takım hususlar
vardır; bunlardan birisi de duadır. Dua bir ibadettir. Dua bir marifettir.
Çünkü gerçekten dua edenin duası onun Rabbini gereği gibi tanıyan, O'nun her
şeye kadir olduğunu, kullarının üstünde Kahir olduğunu bilen bir arif (Allah'ı
tanıyan) bir kimse olmasını gerektirir.
Bu
ayet-i kerime duanın faydasına kesin bir delildir. Manası da açıkladığımız
gibi şöyledir: Kullarım, sana mabuda dair soru sorarlarsa, onlara O'nun pek
yakın olduğunu, itaate sevap verdiğini, dua edenin duasını kabul ettiğini,
kulun oruç, namaz ve buna benzer yaptıklarını bildiğini bildir.
Yüce
Allah'ın, "İşte ben muhakkak pek yakınım" buyruğundan kastedilen
duayı kabul etmekle pek yakınım, demektir. İlim ile pek yalanım demek olduğu
da söylenmiştir.
"Bana
dua ettiğinde dua edenin duasına mutlaka icabet ederim." Yani bana ibadet
edenin ibadetini kabul ederim. Bu ibadetlerden birisi de duadır. Dua aynı
zamanda ibadet anlamındadır. İcabet etmek ise kabul etmek demektir. Buna delil
ise az önce kaydettiğimiz hadis-i şeriflerdir. Halid er-Rabaî şöyle dermiş: Ben
bu ümmetin durumuna şaşıyorum. Allah: "Bana dua edin, ben de duanıza
icabet edeyim." buyruğunda onlara dua etmelerini emretmekte ve -aralarında
herhangi bir şart olmamakla birlikte- dualarını kabul edeceğini de
vadetmektedir."
Fakat
duanın kabul edilmesi kul açısından yerine getirilmesi gereken bir takım
şartlara bağlıdır. Bunların bazısını şöyle sayabiliriz: Yüce Allah'ın belirlediği
sınırlarını çiğnemek suretiyle haddi aşmamak. Bilerek veya bilmeyerek büyük bir
günah üzerinde ısrar eden herkes haddi aşan bir kimsedir. Yüce Allah da haddi
aşanları sevmeyeceğini haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize
yalvara yakara ve gizlice dua edin. Şu bir gerçektir ki O, haddi aşanları
sevmez." (A'râf, 7/55). Peygamber (s.a.) de Ebu Said el-Hudrî tarafından
rivayet edilen bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Kendisinde günah
ve akrabalık bağını kesme amacı bulunmayan bir duada bulunan her bir müslümana
bu duası sebebiyle Allah mutlaka şu üç şeyden birisini verir: Ya acilen onun bu
duasındaki isteğini verir, ya ona (ahirete) saklar ya da onun (istediği
iyiliğin) bir misli kötülüğü ondan alıkoy ar."
Müslim'de
yer alan Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifte de Hz.
Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Bir günah yahut akrabalık bağını kesmeyi
istemediği sürece müslüman kulun duası- acele etmediçe- kabul olunur."
"Ey Allah'ın Rasulü acele etmek nedir? diye sorulunca, şöyle buyurdu:
"Kul dua ettim, dua ettim ama duamın kabul olunduğunu görmedim, der ve artık
dua itmekten vazgeçer."
Duanın
kabul edilmesini engelleyen hususlardan birisi de haram yemek ve bu anlamdaki
işlerdir. Çünkü Resulullah (s.a.) sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Kişi
saçı birbirine karışmış, toza bulanmış olarak uzunca bir yolculuk yapar.
Ellerini: Yarabbi! Yarabbi! diye semaya uzatır, fakat yediği haram, içtiği
haram, giydiği haram. Haram ile beslenmiş. Böyle birisinin duası nasıl kabul
olunur?"
Duanın
kabul olunması için dua edende, duanın kendisinde ve duada talep edilende
bulunması gereken diğer bir takım şartlar vardır.
[121]
Allah'tan
başka kudret, sahibi bir kimsenin olmadığını, aracıların dahi O'nun kabzasında
ve O'nun yanında aciz ve güçsüz olduğunu bilmesi ve bu şuurla samimi bir
niyetle ve tam bir kalp huzuruyla dua etmesidir. Şüphesiz ki Allahu Teâlâ
gaflet içerisinde, başka şeylerle oyalanan bir kalpten yapılan duayı kabul
etmez.
Dua
eden kimsenin haram yemekten uzak durması ve dua etmekten vazgeçmemesi
gerekir.
Yapılan
duada aranan şartlar şunlardır: Duada istenilen şeylerin şer*an istenmesi ve
yapılması caiz olan işlerden olması gerekir. Nitekim bundan önceki hadis-i
şerifte: "Duasında günahı veya akrabalık bağını kesmeyi gerektirecek bir
şey istemedikçe" denilmektedir. Bütün günahlar "günah=el-ism"in
kapsamına girer. Akrabalık bağını kesmenin kapsamına ise, müslümanlarm bütün
hakları ve müslümanlara haksızlıklar dahildir. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî der
ki: Duanın yedi tane şartı vardır: Tazarru, havf, reca, devamlılık, huşu, genel
olması ve helal olmasıdır.
İbni
Atâ'ya göre ise duanın kabulü için dört tane şartı vardır:
1- Tek başına kaldığı esnada kalbini muhafaza etmek
2- İnsanlarla birlikte iken dilini muhafaza etmek
3- Helâl olmayana bakmaktan gözünü muhafaza etmek
4- Midesini haramdan muhafaza etmek.
Dua
etme vakitleri: Seher vakitleri, oruç açma zamanlan, ezan ile kamet arası,
Çarşamba günü öğle ile ikindi arası, sıkıntı ve zaruret halleri, yolculuk ve
hastalık hali, yağmurun yağdığı vakit, Allah yolunda düşmana karşı durulduğu
zaman... Bütün bunlara dair çeşitli hadisler vardır.
Duanın
şartları yerine geldiğinde dua kabul olunur. İbni Abbas der ki: Dua eden her
kulun duası kabul olunur. Eğer duasında istediği şey dünyada ona rızık olarak
tayin edilmiş ise verilir. Eğer dünyada onun için nzık olarak tayin edilmemiş
ise karşılığı ahirette verilmek üzere saklanır.
Oruç
ayeti olan 187. ayet-i kerime aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Geceleyin cimâ'm mubah, gündüz ise yemek ve içmek gibi haram olması:
Önceleri iftardan ve uyumadan sonra cima haram idi. Daha sonra nüzul sebeplerinde
açıkladığımız gibi nesh edildi. Ayet-i kerimede sözü geçen orucun yasaklan
yemek, içmek ve cimâ'dır. Öpmek, dokunmak ve benzerleri ise orucu bozmaz. Fakat
bu, Malikîlerle Şafiîlerin görüşüne göre, kendisinden emin olmayan ve nefsine
hakim olamayan kimseler için mekruhtur. Tâ ki bu, orucu if-sad edecek şeye
sebep teşkil etmesin. Ebu Hanife, arkadaşları, es-Sevrî, Ha-san-ı Basrî ve
Şafiî ise şöyle demektedirler: Öpmekten dolayı kişinin menisi gelse, orucunu
kaza etmesi gerekir, keffaret yoktur. Öpmekten dolayı mezisi gelse herhangi bir
şey gerekmez. Ahmed b. Hanbel der ki: Öpüşmekten dolayı mezisi veya menisi
gelse kaza etmesi gerekir, keffaret düşmez. Ancak kasten veya unutarak cima
edip eşiyle birleşen kişi bundan müstesnadır. Malik böyle bir kimsenin kaza ve
keffarette bulunmasını vacib (farz) görürken, cumhur bakmak dolayısıyla boşalan
kişi için keffaret yoktur, derler. Hanbelîlere göre ise, ona keffaret gerekir.
Hanefîlere göre de orucu bozulmaz.
2- Tanyerinin ağardığmdan, güneşin batışına kadar oruç bozan şeylerden
uzak durmanın vücubu. Bununla birlikte Hanefîlerin dışında kalan cumhurun
görüşüne göre tanyerinin ağarmasından önce niyet şarttır. Çünkü oruç bir çeşit
ibadettir, niyetsiz sahih olmaz.[122]
Niyetin unutulmaksızın hatırda tutulması orucun tamamlayıcı unsurlarındandır.
Fakat fiilen iptal etmek dışında orucun dışına çıkılmaz. Niyyet ile oruç
bozulmuş olmaz. Hanefiler ise der ki: Niyyetin geceden yapılması lazım
değildir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın."
buyruğu buna delildir. "Sonra" araya fasıla girmemiş olmayı ifade
eder.
3- İlim adamlarının çoğunluğu cünub olarak sabahlayan kimsenin orucunun
sahih olduğunu kabul etmektedir. İbnü'l-Arabî der ki: "Bu icmâ ile
caizdir. Bu konuda ashab-ı kiram arasında bir takım sözler söylenmiş, daha
sonra cünub olarak sabahı eden kimsenin orucunun sahih olduğu kabul
edilmiştir."
[123]
Cünüblük orucun sıhhatini etkilemez. Zira cünubluğun oruç ile birlikte bulunması
bir zaruret dolayısıyladır. Çünkü kişinin tanyeri ağarmasından önce hanımı ile
ilişki kurması caizdir. Ayrıca: "Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan
seçilinceye kadar yiyin için" ayeti kişinin tanyeri ağanncaya kadar cünüb
kalabilme ihtimalini de göstermektedir. Bu durumda kişi orucun bir bölümünde
cünüb kalabilmektedir. Çünkü "... kadar" buyruğu nihaî vakti beyan
etmek üzere kullanılan bir ifadedir. Herhangi bir kimse için böyle bir beyanın
meydana gelmekle birlikte, tanyerinin ağarması üzerinden bir süre geçmedikçe
yemenin onun için haram olması sahih olamaz.
Fakat
namaz için gusletmek farzdır. Çünkü Yüce Allah, "Ve eğer cünüb iseniz
temizleniniz." (Maide, 5/6) diye buyurmaktadır.
4- Ayhali olan kadın temizlendiği durumda, cumhurun görüşü şudur: Ay-hali
olan kadın eğer tanyeri ağarmadan temizlenirse ve sabah oluncaya kadar gusletmezse
oruç tutması icabeder ve bu yeterli olur. Kasten veya unutarak gusletmeyi
terketmesi -cünüb gibi- farketmez.
el-Evzaî
der ki: O günün kazasını yapar. Çünkü gusletmekle ihmalkâr ve kusurlu
davranmıştır.
Kadın
Ramazanda geceleyin temizlenecek olursa ve bu durumunun tanyeri ağardığından
önce mi gerçekleşti, sonra mı gerçekleşti bilemezse, o günün orucunu tutar ve
ihtiyaten kazasını yapar, ona keffaret düşmez.
5-
Hacamat oruçlunun orucunu
bozmaz. Çünkü Resulullah (s.a.), Veda Haccmda ihramlı ve oruçlu iken hacamat
yaptırmıştır. O takdirde bu, Şeddâd b. Evs'in Mekke'nin fethedildiği yılda
söylediği: "Hacamat yapanın da yapılanın da orucu bozulmuştur."
şeklindeki hadisini neshedici olur.
6-
Kişi bulut veya bir başka sebep
dolayısıyla güneşin battığını zannedip orucunu açtıktan sonra durumun böyle
olmadığını görse ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre o kişinin orucunu
kaza etmesi gerekir. Aynı şekilde müezzin yanlışlıkla güneş batmadan önce ezan
okusa veya iftar topu güneşin batışından bir dakika önce dahi olsa patlayacak
olsa ve kişi bunlara binaen orucunu açsa kaza etmesi icabeder.
Eğer
güneşin batışında şüphe etmekle birlikte, oruç açarsa Malik'in görüşüne göre
kaza ile birlikte keffaret de gerekir. Ancak zann-ı galibi ile birlikte güneşin
battığını zannetmesi müstesnadır.
Tanyerinin
ağardığında şüphe eden bir kimsenin yemekten uzak durması gerekir. Bu şüphesine
rağmen yemeğe devam ederse, unutmuş kimse gibi -Malik'in mezhebinde- kaza
etmesi gerekir. Ebu Hanife ile Şafiî der ki: Tanyerinin ağardığı onun için
açıkça belli olmadıkça bir şey gerekmez. Tanyerinin ağardığı açıkça ortaya
çıkarsa mezheplerinin ittifakı ile kaza etmesi icabeder. Çünkü "hatalı
olduğu apaçık belli olan zanna itibar olunmaz."
Ramazanın
ilk gecesi hilâl hava kara bulutlu olduğundan dolayı görülmemiş olup daha
sonra o günün Ramazandan olduğu ortaya çıkarsa, kaza etmenin gereği hususunda
görüş ayrılığı yoktur. Dar-ı harbte esir olan kimse de aynı şekilde Şaban
ayında olduğunu zannedip yemek yese, sonra da bunun böyle olmadığını anlasa o
da kaza eder.
İbni
Kesîr der ki: Yüce Allah'ın tanyerinin ağarmasına kadar yemek yemeyi mubah
kılması sahurun müstehab oluşuna delildir. Çünkü bu bir ruhsat kabilindendir.
Ruhsatı kullanmak ise istenilen bir şeydir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.)'tan
sabit olan sünnette sahura teşvik söz konusudur. Buharî ile Müslim'de Enes'den
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sahur
yiyiniz. Çünkü muhakkak sahurda bir bereket vardır."
Tanyerinden
maksat fecr-i sâdıktır, kâzib olan fecir değildir. Buna delil ise Hz. Aişe'nin
Buharî ile Müslim'deki şu hadisidir: "Bilâl'in ezan okuması sizi sahur
yemekten alıkoymasın. Çünkü o daha gece iken ezan okur. Sizler İbni Üm-mi
Mektûm'un ezanını işitinceye kadar yiyiniz, içiniz. Çünkü o tanyeri
ağar-madıkça ezan okumaz." Bu hadisin lafzı Buharî'ye aittir. Kays b.
Talk'ın babasmdan naklettiği hadiste ise şöyle denilmektedir: "Ufukta
görülen uzunlamasına fecir, fecir değildir. Asıl fecir enine olan kırmızı
fecirdir."
İsnadı
ceyyid, mürsel bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Fecir iki türlüdür:
Kurdun kuyruğunu andıranı hiç bir şeyi (yemeyi) haram kılmaz. Fakat ufukta
(enine) uzanıp gideni ise namazı helal yemeyi de haram kılar."
7- Yüce Allah'ın, "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın."
buyruğu visal orucunun yasaklandığını göstermektedir. (Günü oruçlu geçirdikten
sonra iftar etmeden diğer günün orucunu tutmak) Çünkü gecenin başlangıcı orucun
son vaktidir. Nitekim Buharî'nin kaydettiği rivayet de Visal orucunun
yasaklandığını pekiştirmektedir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Visalden uzak durunuz, Visalden uzak durunuz." O bakımdan Visal
ilim adamlarının cumhurunun görüşüne göre mekruhtur. Kimisi de Kur'an-ı
Kerim'in zahirine muhalefet ve Kitap Ehli'ne benzeme söz konusu olduğundan
dolayı onu haram kabul etmişlerdir. Müslim ve Ebu Davud şu hadisi rivayet
etmektedirler: "Bizim orucumuz ile Kitap Ehli'nin orucu arasındaki
ayırıcı özellik sahur yemeğidir."
Buharî
de Ebu Saîd el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlediğini
nakletmektedir: "Visal orucu tutmayınız. Sizden herhangi bir kimse Visal
tutmak isterse sehere kadar Visal yapsın." Ashab: Sen Visal yapıyorsun ey
Allah'ın Rasulü? deyince, Hz. Peygamber: "Ben sizin gibi değilim. Ben bana
yemek yediren birisi, bana su içiren birisi olduğu halde geceyi geçiririm"
diye buyurdu. İşte bu, orucu açmanın seher vaktine kadar ertelenmesinin mubah
olduğunu göstermektedir. Visal orucu tutmak isteyen kimse için bu, son vakittir.
Ancak bir günün ikinci güne yetiştirilmesini de yasaklamaktadır. Ahmed, İshâk
ve İmam Malik'in arkadaşı İbni Vehb böyle demiştir.
Kurtubî
der ki: İslam'ın üstünlüğü ve düşmanlara muhalefet için visalin terkedilmesi
daha evlâdır. Bu derecelerin en yükseği, makam ve mevkilerin en üstünüdür.[124]
Yine
bu ayet-i kerime güneşin batışı vaktinin iftarın vakti olduğunu göstermektedir.
Ayrıca Buharî ile Müslim'de yer alan Hz. Ömer'den gelen hadis de buna delildir.
Hz. Ömer dedi ki: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Gece bu taraftan gelir,
gündüz bu taraftan giderse oruçlu kimse iftar eder."
Hanefiler
bu ayet-i kerimeden kişinin başlamış olduğu nafile orucunu tamamlamasının
gerektiği anlamını çıkartmışlardır. Çünkü oruç lafzı her türlü orucu kapsayan
genel bir kelimedir. Buna göre mükellefin başladığı her bir orucu tamamlaması
gerekir. Zira Yüce Allah orucun geceye kadar tamamlanmasını emretmektedir.
Emir ise vücub ifade eder. Şayet onu geceye kadar tamamlayacak olursa, o günü
kaza etmesi gerekir. Namaz, hac ve oruç gibi nafile bütün ibadetlerde de hüküm
böyledir. Bu ibadetlere başlamak onları tamamlamayı icabeder. Yarıda bıraktığı
takdirde ister mazereti bulunsun, ister bulunmasın mutlak olarak onu iade
etmesi gerekir. Buna dair delilleri ise Yüce Allah'ın, "Amellerinizi iptal
etmeyiniz." (Muhammed, 47/33) buyruğudur. Başlamış olduğu nafile bir amel
ise de en nihayetinde bir ameldir. Dolayısıyla o ameli iptal etmemesi
vacibdir. O amel batıl olur veya kendisi onu iptal ederse, bir vacibi iptal
etmiş olur ve onu iade etmedikçe borcundan kurtulamaz.
Malikîler
konuyu etraflı bir şekilde ele alır ve şöyle derler: Eğer o ameli iptal ederse
(bitirmeden bırakırsa) kaza etmesi gerekir. Şayet o ameli ifsad eden bir durum
ile karşı karşıya kalmış ise, kaza etme sorumluluğu yoktur. Şa-fiîlerle
Hanbelîler ise şöyle demektedir: Başlamış olduğu tatavvu kabilinden olan
herhangi bir amelini yarıda keserse, Hanbelîlere göre -nafile haccın dışında-
kaza etmesi gerekmez. Ancak nafile haccı tamamlaması icabeder. Buna dair
delilleri ise Yüce Allah'ın, "İhsan edenler aleyhine bir yol yoktur."
(Tevbe, 9/91) ayeti ile Hz. Peygamberin: "Tatavvu olarak oruç tutan kişi
kendisinin emiridir." buyruğudur.
8- Oruç açan bir kimsenin orucunu taze veya kuru birkaç hurma veya birkaç
yudum su ile açması müstehabdır. Çünkü Ebu Davud ve Darakutnî Enes'ten şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) namazını kılmadan önce
birkaç tane taze hurma ile oruç açardı. Taze hurma yoksa kuru hurma ile. Eğer
kuru hurma da yoksa birkaç yudum su içerdi."
Darakutnî'nin
İbni Abbas'tan yaptığı rivayet dolayısıyla iftar sonrası dua etmek müstehabdır.
İbni Abbas der ki: Resulullah (s.a.) orucunu açtığında şöyle derdi:
"Allahım, senin için oruç tuttuk, senin rızkın ile orucumuzu açıyoruz,
bizden kabul buyur. Şüphesiz ki sen herşeyi işitensin, herşeyi bilensin."
Ebu Davud da İbni Ömer'den şöyle Peygamberimizin dediğini rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.) oruç açtığı vakit şöyle derdi: "Artık susuzluğunuz
gitti, damarlarımız suya kandı. İnşaallah da ecrimiz sabit oldu."
Müslüman
kimseye oruç açtırmak mendubdur. Çünkü İbni Mace, Zeyd b. Halid el-Cühenî'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Bir
oruçluya iftar veren kimse ecirlerinden herhangi bir şey eksilmeksi-zin o iftar
ettirdiği kimselerin ecri gibi ecir alır."
9- Şevval ayından altı gün oruç tutmak müstehabdır. Çünkü Müslim,
Tir-mizî, Ebu Davud ve İbni Mace Ebu Eyyub el-Ensarî'den şöyle dediğini rivayet
etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her kim Ramazan ayını oruç
ile geçirir, sonra da Şevval ayının akabinde altı gün daha oruç tutarsa bu onun
için sene boyunca oruç tutmuş gibidir." Bununla birlikte Malikîler bu altı
günün Ramazandan sonra fasıla vermeksizin hemen tutulmasını mekruh görmüşlerdir.
10- Cima itikafı bozar. Çünkü Yüce Allah, "Mescidlerde itikafta
bulunduğunuz zaman hanımlarınıza yaklaşmayın." diye buyurmaktadır. Cima
olmaksızın zevce ile mübaşeret (tenlerin değmesi) ise, eğer bundan lezzet
almayı kastetmiş ise mekruhtur. Öyle bir kasdı yoksa mekruh olmaz. Çünkü Hz.
Aişe Resulullah (s.a.) itikafta iken Hz. Peygamberin saçım tarardı. Bu sırada
eliyle onun bedenine dokunması kaçınılmaz bir şeydi. İşte bu da şehvetsiz
olarak mübaşeretin mahzurlu olmadığının delilidir. Bu Atâ, Şafiî ve
İbnü'l-Münzir'in görüşüdür.
Öpmek
ve tenlerin değmesi gibi cimâa yol açabilecek davranışlara gelince; inzal
olmasa bile bunlar haramdır ve Malikîlere göre itikafı bozar. Cumhura göre ise
bozmazlar. Ancak Şafiîler şöyle demektedirler: Onun mutad olan haline göre
eğer menisi inzal olursa bozulur. Başkaları ise şöyle demiştir: Öpmek, dokunmak
ve bacakların birbirine değmesi gibi şehvet ile mübaşeret halinde inzal olduğu
takdirde mutlak olarak itikaf bozulur.
11- İtikafın mescidde yapılması sünnettir. Sözlükte bir yerden ayrılmamak
demektir. Şeriatte ise özel bir zamanda, özel şartlara uyarak özel bir yerde,
özel bir itaata devam etmektir. İlim adamları itikafın vacib olmadığını,
Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerden ve nafilelerden bir ibadet olduğunu icmâ ile
kabul ederler. Resulullah (s.a.) onun ashabı ve hanımları bu ibadette
bulunmuşlardır. Adakta bulunmak suretiyle de yerine getirilmesi lâzım olur.
İlim
adamları mescidden başka bir yerde itikaf olmayacağını icmâ ile kabul
etmişlerdir. Çünkü Yüce Allah, "Mescidlerde" diye buyurmuştur.
Malik'e göre asgari itikaf süresi bir gün ve bir gecedir. Ebu Hanife, Şafiî ve
Ahmed'e göre ise asgari süresi bir lahzadır, azami süresinin ise sınırı yoktur.
Onlara göre itikaf için oruç tutmak şarttır. Malikîler ise orucu mutlak bir
şart olarak kabul etmişlerdir. Hanefîler ise yalnızca adanılan orucu itikaf
için şart kabul etmişler, diğer tatavvularda şart görmemişlerdir. Bunu şart
koşanların delili ise Darakutnî ve Beyhakî'nin rivayet ettikleri: "Oruçsuz
itikaf olmaz" şeklindeki zayıf nasstır.
İtikafta
bulunan kimsenin itikaf yaptığı yerden zaruri durumlar dışında herhangi bir
maksatla çıkması söz konusu değildir. Çünkü hadis imamları Hz. Aişe'den şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) itikafta bulunduğu
vakit bana başını yaklaştırır, ben de saçlarını tarardım. İhtiyacı dışında
herhangi bir sebep dolayısıyla da eve girmezdi." Burada
"ihtiyaç"tan kasdı büyük ve küçük abdesttir.
Malik
ve Ahmed, Ramazanın son on gününde itikaf yapan kimsenin bayram gecesini
-bayram namazını kılmak üzere mescidden gidinceye kadar- mescidde geçirmesini
müstehab görmüşlerdir. Şafiî ve Evzaî ise, (Ramazanın son günü) güneş
battığında itikafından çıkar, demişlerdir.
12-
Emir ve yasaklar ile ilgili
olarak Allah'ın hükümlerine bağlı kalmak gerekir. Bunlardan bir tanesi de
itikafta mübaşeret-ilişki yasağıdır. Bu emir ve yasaklar Allah'ın koyduğu
"sınırlar"dır. Bunlara bu ismin veriliş sebebi kendilerinden olmayan
şeylerin kendi bünyelerine girmesini engellediğinden ve kendilerinden olan bir
şeyin de dışarıya çıkmasını engellediklerinden dolayıdır. Masiyetlere dair
"hudud" tabirinin kullanılması da buradan gelmektedir. Çünkü bu
hadler kişileri tekrar benzeri işlere dönmekten alıkoyar. İddette (kadının yas
tutmasına) "ihdad" denilmesi de bundan dolayıdır. Çünkü iddet
bekleyen kadın süslenmekten uzak durur.
[125]
188-
Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla
yemeyiniz ve bilip dururken insanla nn mallarından bir kısmını günah
ile yemeniz için onları hakimlere aktarmayın.
"Aranızda
mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz." Yani kiminiz kiminin malını meşru
olmayan bir yolla yemesin. Yemekten kasıt, almak ve ele geçirmektir. Bu
ifadenin kullanılış sebebi, maldan gözetilen en büyük maksadın yemek olduğundan
dolayıdır. Malın bâtıl yolla yenmesinin iki şekli vardır. Birincisi onu zulüm,
hırsızlık, gasp ve buna benzer yollarla; diğeri ise kumar, şarkıcılık ücreti ve
benzeri dinin haram kıldığı yollardan birisiyle elde etmektir. Ayet-i kerime
her iki çeşit yolu da haram kılmaktadır. Batıl sözlükte, gidici veya zail olan
anlamını taşır. Burada ise bâtıldan kasıt, hırsızlık ve gasp gibi şer'an haram
olan işlerdir. Karşılıksız olarak veya sahibinin rızası olmadan ya da hayır
beklenmeyen yolda harcanan her türlü almayı ve vermeyi kapsar.
"Ve
bilip dururken", bâtıl işlemekte ve günahkâr olduğunu bilerek "insanların
mallarından bir kısmını günah ile" günah işleyerek, yani zulüm ve haksızlık
ile "yemeniz için onları hakimlere vermeyin." Günah ile zulüm ve
haksızlık ile yemek, yalan şahitlik, yalan yere yemin yahut buna benzer
yollardır. Buna "günah" deniliş sebebi, günahın o işi işleyene
taalluk etmesindendir. Bu malların kısmen hakimlere menfaatimize mahkeme
hükmünün verilmesi için rüşvet olarak vermek de yasaklanmaktadır.
[126]
Mukâtil
b. Hayyân der ki: Bu ayet-i kerime Kindeli İbnu'1-Kays b. Abis ile Hadramevt'li
Abdan b. Eşva' hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Bunlar Resulullah (s.a.)'ın
huzurunda bir araziye dair davalaştılar. İmru'1-Kays davalı idi, Abdan ise
davacı idi. Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurunca Abdan iddia ettiği
arazide kendi aleyhine hüküm verdi ve ondan davacı olmadı.
[127]
Said
b. Cübeyr der ki: İmru'1-Kays b. Abis ile Hadramevt'li Abdan b. Eşva' bir arazi
hakkında davalaştılar. İbn'ul-Kays ondan yemin istedi. İşte "Aranızda
mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz." ayeti onun hakkında nazil oldu.
[128]
Bu
ayetin kendisinden önceki buyruklarla ilişkisi gayet açıktır. Çünkü Yüce Allah'a
oruç tutarak ibadet eden bir kimse, kendisini alışageldiği yemek, içmek,
gündüzün kadınla ilişki kurmak vb. yasak fiillerden alıkoymaktadır. Böyle bir
kimsenin ancak kalbi nurlandıran, kalbin basiretini artıran, onu daha çok
ibadete gayret göstermeye götüren, helâl yollarla elde edilen helal şeyleri
yemesi, içmesi gerekir. Bundan dolayı Yüce Allah, oruç tutanın orucunun kabul
olunmaması sonucuna götüren haram yemeyi yasaklamaktadır.
[129]
Yüce
Allah oruç ayetlerinde her insanın kendi malından yemesinin helâl olduğunu
açıkladı. Burada başkalarının malını yemenin hükmünün sözkonusu edilmesi
münasib düşmüştür.
Yüce
Allah bizlere meşru' olmayan yollarla birbirimizin mallarını yemeyi
yasaklamakta ve "mallar" kelimesini cemaate izafe ederek, hakikatte
malın ümmetin veya cemaatin malı olduğunu hissettirmektedir. Çünkü İslâm ümmeti
birbiriyle arasında dayanışmalı tek bir ümmettir. Bununla ayrıca başkasının
malına saygı duyup korumanın kişinin kendi malını koruyup saygı duyması olduğuna
da dikkat çekmektedir. Dolayısıyla başkalarının malına haksızlıkla saldıran bu
kişinin davranışı, kendisinin de bir ferdi ve bir üyesi olduğu ümmete karşı
bir cinayettir. Mallar ise kendilerine yasak kılınanlara ait zamire izafe
edilmiştir. Çünkü onların birisi için yasak konulmuş, birisi de yasak kılınmıştır.
Malın
batıl yolla yenmesi, faiz ve kumar gibi hak yoldan olmayan bir şekilde alman
her şeyi kapsamına alır. Çünkü bu bir karşılık olmaksızın alman bir maldır.
Rüşvet ve batılı savunmak da bunun kapsamına girer. Çünkü bunlar da zulme
yardım ve destektir. Kazanma gücü olana sadaka vermek de böyledir. Çünkü
böylelikle o kimse zelil kılınmaktadır. O sadakayı alan kişi, eğer ona
gerçekten, zaruret icabı ihtiyacı yoksa o mal ona helâl olmaz. Hırsızlık ve
gasp da bu yollardandır. Çünkü bunlar başkalarının mallarına bir saldırıdır.
Gasbedilen mal ister ayni olsun, ister haksız menfaatler olsun, isterse de başkalarının
menfaatine tecavüz etme, karşılıksız olarak işte çalıştırma ve ücreti eksik
verme gibi bir yolla olsun, bütün bu hususlar malın batıl yolla yenmesi hükmüne
girer.
Yetimin
malını yemek de bir zulümdür. Dansözlerin, şarkıcıların ücretleri, fuhuş
mukabili alınan para, okuyup üflemeler, muska yazmalar, Kur"ân hatimleri
karşılığında pazarlıkla alınan ücretler, kandırmak, yalan ve iftira yoluyla
alman ücretler ve buna benzer haram ve caiz olmayan yollarla alınan ve sonunda
cehenneme götüren bütün mallar da bu kabildendir. Çünkü haram ile beslenen
cisme her şeyden çok yakışan ateştir.
Başka
ayetlerle de batıl yollarla malların yenilmesi yasaklanmış bulunmaktadır ki,
bunlardan bir tanesi şudur: "Ey iman edenler! Biribirlerinizin mallarını
bâtıl yollarla yemeyin. Meğer ki aranızda karşılıklı bir anlaşmadan doğan bir
ticaret dolayısıyla olsun." (Nisa, 4/29); "Şüphe yok ki zulümle
yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar."
(Nisa, 4/10).
Yüce
Allah'ın: "Onları hakimlere aktarmayın." buyruğunun anlamı ise, yalan
yemin, yalan şahidlik ve buna benzer harama götürücü herhangi bir yolla ve büyük
menfaatler umarak malları hakimlere rüşvet olmak üzere vermeyiniz, demektir.
Bu ayet-i kerime aşağıdaki şu iki hususu da kapsar:
1- Kendi lehlerine hakketmedikleri hükümleri vermeleri ve başkasının
hakkını haksızca almaları gayesiyle hakimlere rüşvet vermek;
2- Batıl delile, hakikatleri değiştirmeye, yalan şahidliğe ve yalan yere
yemine güvenerek anlaşmazlık konularını mahkemelere götürmek. Resulullah
(s.a)'ın Mâlik, Ahmed ve Kütüb-i Sitte sahipleri tarafından rivayet olunan
Üm-mü Seleme yoluyla gelen hadis-i şerifinde ümmetini sakındırdığı durum işte
budur. Ümmü Seleme (r. anhâ) dedi ki: Resulullah (s.a.)'ın yanında idim. Miras
kalmış birtakım mallar ve başka birtakım hususlarda biribirlerinden davacı olan
iki kişi geldi. Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Ben ancak bir beşerim.
Sizler ise bana gelip davalaşıyorsunuz. Belki sizden herhangi bir kimse
diğerinden delilini daha açık seçik bir şekilde ortaya koyabilir. Ben de onun
lehine ondan işittiğime uygun olarak hüküm verebilirim. Bilin ki her kime kardeşinin
hakkını (bu şekilde yanılarak) vermeye hükmedecek olursam onu almasın. Çünkü
ben o kimseye cehennem ateşinden bir parça kesip vermiş oluyorum." Bunun
üzerine her iki hasım ağlamaya başladı, her birisi ben malımı arkadaşıma helâl
ediyorum, dedi. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Gidiniz, hakkı iyice
araştırınız. Sonra buna uygun olarak paylarınızı ayırınız, sonra da her biriniz
ötekine hakkını helâl etsin."
[130]
Bu
ayet-i kerime İslam ümmetinin bütün fertlerine haksız yere birbirlerinin
mallarını yemeleri yasaklamaktadır. Kumar, aldatma, gasblar, haklan inkâr
etmek, mal sahibinin gönül hoşluğu ile vermedikleri veya gönül rızası olmakla
birlikte şeriatın helâl kılmadığı fahişelere verilen ücretler, kâhinlerin aldıkları
ücretler[131], içki ve domuz ücretleri
ve buna benzer haram eğlence yolları ile alınan bütün ücretler bu kapsamdadır.
Haksız
olduğunu bile bile hakimin bir kimsenin lehine hüküm vermesi tabii ki malı
bâtıl yollarla yemek kabilindendir. Ayet-i kerime haksız olduğunu bilerek o
malı yiyen kimsenin günah altında kalacağını açıkça ifade etmektedir. Hakimin
hükmü ile haram, hiç bir zaman helâl olmaz. Çünkü hakim, az önce kaydettiğimiz
Hz. Ümmü Seleme yoluyla gelen hadis-i şerifinde gösterildiği gibi zahire göre
hüküm verir ve bu hüküm, vakıanın kendisine sunuluş biçimiyle ilgili bir
hükümdür.
Bununla
birlikte konu ile ilgili olarak fukahâ arasında bir görüş ayrılığı ortaya
çıkmıştır:
Ebu
Hanife der ki: Akidlerde ve fesihlerde hakimin hükmü hem zahiren hem bâtınen
geçerlidir. Çünkü hakimin görevi hak ile hüküm vermektir. Hakim beyyineye
(delile) dayanarak bir akde veya bir akdi feshetmeye dair hüküm verecek
olursa, onun bu hükmü geçerlidir ve bu yeniden yaptıkları (veya baştan beri
sahip olarak yaptıkları) bir akid gibi olur. İsterse şahitler yalancı olsun.
Meselâ, bir kimse bir kadın ile evlendiği iddiasında bulunsa, kadın bunu
reddetse adam iddiasına iki tane yalancı şahid getirse, hakim de aralarındaki
evlilik akdine hüküm verse, erkeğin o kadından faydalanması helâl olur. Şayet
hakim boşanmalarına hüküm verse biribirlerinden ayrılırlar. İsterse koca
boşa-dığını inkâr etsin. Hakimin hükmünün bu şekilde geçerli olabilmesi ise iki
şart ile kayıtlıdır:
1- Şahitlerin yalancı olduklarını bilmemesi
2-
Hakimin yeniden
gerçekleştirebilme yetkisine sahip olduğu işlerden (akidlerden) olması.
Hz.
Ali bu görüşü te'yid eden bir hüküm vermiştir. Ona bir kadın ile evli olduğunu
iddia eden bir adam geldi: Kadın ise bu evliliği kabul etmiyordu. Adam iki
şahit getirdi. Adam daha sonra Ben onunla hiç evlenmemiştim, deyince Hz. Ali
bu iki şahid seni onunla evlendirdi, dedi. Aynı şekilde Hilâl b. Umeyye'ın
hanımı ile liân yapması olayı da böyledir. Resulullah (s.a.) biribirlerinden
ayrılmalarına hüküm vermişti. Bu hükmü vermeden önce de şöyle buyurmuştu:
"Eğer çocuk şu nitelikte gelirse Hilâl'indir, eğer şu nitelikte gelirse
Şerik b.Sahmâ'ya aittir." Kadın çocuğunu o hoş olmayan nitelikte doğurunca
Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Eğer o geçmişte yapılan (liân) yeminleri
olmasaydı, ben ona ne yapacağımı bilirdim."
Bu
liân kıssası, kadının yalan liân ile kocasından ayrılmak noktasına ulaştığını
göstermektedir ki; eğer hakim onun bu yeminlerinde yalan söylediğini bilseydi,
ona had uygular ve onları biribirlerinden ayırmazdı. O bakımdan bu, Resulullah
(s.a)'ın: "Her kime kardeşinin hakkından bir şey verecek olursam onu
almasın." buyruğunun kapsamına girmez.
İlim
adamlarının cumhuru ise şöyle demektedir: Hakimin hükmü zahiren geçerli,
bâtınen geçerli değildir. İster malî konularda olsun, ister onun dışında kalan
evlilik, yasama ve cinayete dair hükümlerde olsun. Hakimin hükmü haramı helâl,
helâli de haram kılmaz, ve haklan yeniden meydana getirmez, ancak olan hakları
ortaya çıkarır ve vakıada o hakların üzerindeki perdeyi açar. Bunun delili ise
az önce geçen Ümmü Seleme yoluyla rivayet edilen şu kaidenin çıkartıldığı
hadis-i şeriftir: "Biz zahire göre hükmederiz, Yüce Allah ise gizliliklerin
hesabını görür."
Liân
gibi nass ile tahsis edilen dışında, genel olarak doğrusu da budur.
Durum
her ne olursa olsun, müminin dava vekillerinin (avukatların) maharetlerine
güvenerek iddiasında haksız olduğunu bilerek, mahkemelere başvurması caiz
değildir.
Mümin
için kardeşinin malını veya hakkından başkasını -hakim bu konuda onun lehine hüküm
vermiş olsa dahi alması- helâl değildir. Çünkü hakim bir insandır, zahire göre
hüküm verebilir, onun hükmü ise vakıayı değiştiremez. Asıl gözönünde
bulundurulması gereken husus, kendisine hiçbir şeyin gizli kalmadığı, her
insana amelinin karşılığını veren Yüce Allah'ın önünde görülecek olan mutlak,
âdil ve hak olan hesaptır. Gizlide ve açıkta gözetimi altında bulunduğumuzu
bilmemiz gerekmektedir. Müslümanın gizlide ve açıkta korkması gereken O'dur.
Hakimlere
rüşvet olmak üzere mal, menfaat sağlamak malları heder etmek, telef etmektir.
O bakımdan mümin bir kimsenin hakimlere hakk ettiğinin dışında bir şey elde
etme gayesiyle rüşvet vermesi doğru değildir. Ehl-i sünnet az ya da çok olsun
haksız bir menfaat sağlaması için kendisini verilen "mal" denilebilecek
herhangi bir şeyi almasıyla kişinin fâsık olacağını ve onu almanın o kimse
için haram olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir.
[132]
189-
Sana hilâlleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için, bir de hac için vakit
ölçüleridir. Birr evlere arkalarından girmeniz değildir. Fakat birr kişinin
sakınmasıdır. O halde evlere kapılarından girin, Allah'tan da korkun ki felaha
eresiniz.
"Sana
hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit
ölçüleridir." Bu, belagatta el-Uslûbu'1-Hakîm diye adlandırılır. Soruyu
soranlar Allah Rasûlüne hilâl hakkında; neden önce küçük görünüp, sonradan nuru
tamamlanıncaya kadar büyüdüğünü sordukları halde, o onların dikkatini hilâlden
gözetilen hikmete yöneltmiştir. Çünkü asıl sorulması gereken budur. Bilindiği
gibi Aziz ve Celil olan Allah'ın yaptığı her bir şey, ancak nihayetsiz bir hikmet
ve kullarının menfaati içindir. O bakımdan sizler ayın eksilip artmak gibi
şekli ile ilgili soru sormayı bırakınız da birr ile alâkası olmayan ama sizin
birr zannettiğiniz bir hususa dikkat ediniz; demek istemiştir.
[133]
"Ehille-hilâller"
Ehille hilal kelimesinin çoğuludur. Hilâl dediğimiz şey, ayın kendisidir. Bu
hilâl neden her bir ayın iki veya üç gecesinde incecik görülür, ondan sonra
dolunay haline gelinceye kadar artıp durur, sonra yine eski haline geri döner
ve güneş gibi neden bir tek durumda kalmaz?
"Vakit
ölçüleri" anlamına gelen "mevâkit" kelimesi "mikâfin
çoğuludur. Kendisi vasıtasıyla vaktin yani muayyen ve miktarı belli zamanın
bilindiği araç demektir. İnsanlar ekinlerinin, ticaretlerinin dönemlerini
hanımlarının iddetlerini, oruç ve bayramlarının vakitlerini, namaz vakitlerini
hilâllerle bilirler. Haccın zamanı da yine hilâllerle bilinir. Bu ise özelin
genele atfedilmesi ka-bilindendir. Hilâle bu ismin veriliş sebebi saklandıktan
sonra ortaya çıkmasıdır. Hac için "ihlâl" de bu kelimeden
gelmektedir. Çünkü hacda telbiye ile ses açığa vurulur, yükseltilir. Ya da
^nsanlar hilâl çıkınca hilâli gördükleri vakit, onu anarak seslerini
yükselttiklerinden dolayı bu ad verilmiştir. Her ayın iki veya üç gecesinde
hilâl adını alır, sonra da ona kamer (ay) denilir.
"Birr
evlere arkalarından girmeniz değildir." İhramlı iken evlerde bir kovuk
açarak ordan girip çıkmanız ve evin kapısını kullanmamanız iyilik değildir.
Onlar böyle bir işi yapıyorlar ve bunun iyilik (birr) olduğunu sanıyorlardı.
"Fakat birr" yani iyilik sahibi kimse "kişinin
sakınmasıdır." Allah'a muhalefet etmeyi terketmesidir. Birr, takvadır
sakınmaktır.
İhramlı
iken de başka durumlarda da, "O halde evlere kapılarından girin felaha
eresiniz" korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız.
[134]
İbni
Abbâs der ki: Ensâr'dan olan Muâz b. Cebel ile Sa'lebe (bazıları Gu-neyme
yazmışlardır): Ey Allah'ın Rasulü, dediler. Hilâl ne diye önceleri ip gibi
incecik görünür, sonra ise zamanla büyüyor? Sonra tekrar eksiliyor ve inceliyor.
Nihayet olduğu gibi eski haline dönüyor ve güneş gibi tek bir durumda kalmıyor?
Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Yine rivayet edildiğine göre
Yahudiler de hilâle dair bir soru sormuşlardı.
el-Berâ
Yüce Allah'ın:"Birr... değildir" buyruğunun nüzul sebebi hakkında
şöyle demektedir: Ensâr haccedip döndükleri vakit evlerinin kapılarından girmezler,
arkalarından girerlerdi. Bir adam gelip eve kapısından girdi. Bundan dolayı
ayıplandı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bunu Buhari ve Müslim
rivayet etmiştir.
Müfessirler
der ki: Câhiliye döneminde ve İslâmın ilk dönemlerinde herhangi bir kimse hac
veya umre için ihrama girdiği takdirde hiç bir çevre duvarına, eve veya odaya
kapısından girmezdi. Şayet şehirde oturanlardan ise evinin arka tarafından bir
oyuk acır, ordan girer ve çıkardı. Ya da bir merdiven ile tırmanırdı. Şayet
çadırda oturan bir kimse ise çadırın veya otağın arka tarafından çıkar,
kapısından girmezdi. İhramından çıkana kadar böyle yapardı. Böyle davranmamayı
kınanacak bir durum olarak kabul ederlerdi. Bundan tek istisna Humslulardan
olanlar idi.
[135]. Bunlar ise Kureyş,
Kinâne, Huzâa, Sakif, Has'am, Âmir b. Sa'saa oğullan, Nadîd b. Muâviye oğullan
idiler. Onlara bu ismin veriliş sebebi dinlerine olan sıkı bağlılıktan idi.
Anlattıklanna
göre Resulullah (s.a) bir gün ensârdan birisinin evine girdi. Ensardan Utbe b.
Âmir de onun arkasından ihramlı olduğu halde içeri girdi. Onun bu durumunu
tepki ile karşıladılar. Resulullah (s.a) ona: "İhramlı olduğun halde
kapıdan niye girdin?" diye sorunca adam: Senin kapıdan girdiğini gördüm,
ben de senin peşinden içeri girdim, dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a):
"Ben Humslulardanım." deyince adam şu cevabı verdi: Eğer sen Humslu
isen ben de Humsluyum. İkimizin dini birdir. Ben senin gösterdiğin hidâyete,
senin yoluna, senin dinine razıyım. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
indirdi.
Bunu
İbni Ebî Hatim ve Hâkim Câbir'den rivayet etmişlerdir. Bu görüş en sahih
görüştür.
[136]
Bu
ayet-i kerime oruç hükümlerini tamamlamaktadır. Çünkü oruca başlamak ve oruç
açmak hilâlin görülmesine bağlıdır. Nitekim hadis-i şerifte: "Hiâli
gördüğünüz için oruca başlayınız, hilâli gördüğünüz için de oruç açınız (bayram
yapınız)." Buyurulmuştur.[137]
Ayet-i
kerimede hilâller ile ilgili olarak hakkında soru sorulan şey açık değildir.
Bunun hakikatleri mi yoksa durumları mı sorulmaktadır? Fakat cevabın Yüce
Allah'ın: "De ki: Onlar insanlar için bir de hacc için vakit
ölçüleridir." şeklinde verilmesi, suâlin hilâllerdeki değişikliğin hikmeti
ile ilgili olduğunu hissettirmektedir. Nüzul sebebine dair haber de bunu desteklemektedir.
[138]
Ya
Muhammedi Sana eksilmeleri ve tamamlanmaları açısından hilâllerin hacmindeki
değişikliğin sebebini soruyorlar. Bunu sormanın faydası yoktur. Çünkü
Resulullah (s.a.) astronomiyi ve yıldızların durumunu öğretmek üzere gönderilmiş
bir öğretmen değildir. Daha uygun ve yerinde olan, sorunun hilâllerin hikmet
veya gayesi ile ilgili olması idi. O bakımdan sen onlara bunun cevabını ver ve
belirt ki; hilâller ziraat ve ticaret hakkında, akid ve borçların vadeleri ile
ilgili vakit tespit etmek ve hesap yapmak için alâmetlerdir. Aynı şekilde
oruca başlamak, orucu bitirmek, namaz, hac, iddet ve buna benzer ibadetlerin
vaktinin tespiti için de alâmettirler.
Kamerî
ay ve kamerî yıl ile vakit tespiti Araplar açısından en kolay ve en münasib
yoldur. Mevâkît, vakit anlamına mîkâtın çoğuludur. Va'd anlamında mîâd gibidir.
Bazılarına göre ise mîkat vaktin sonu demektir. Yüce Allah'ın: "Böylelikle
Rabbinin mikatı kırk gece olarak tamamlandı." (A'raf, 7/141) buyruğunda
olduğu gibi. Hilâl ayın mîkâtıdır. İhrama girilen yerlere de mikat denilir.
Çünkü orada hil (ihramsız olunan) bölgesi sona ermektedir.
Haccın
mikatı sözkonusu edilince onların hacdaki bir uygulamaları da câ-hiliye
geleneğini iptal etmek üzere sözkonusu edildi. Bu ise hac veya umre kas-dı ile
ihrama girdikten sonra evlere kapılarından girmekten sakınmaktır. Onlar eğer
çadırda yaşayan kimse ise arkalarından, eğer şehirde yaşayan kimselerden
iselerse evlerinin arka tarafında açtıkları bir oyuktan girerlerdi ve bunun
bir fazilet olduğunu sanırlardı. Halbuki bu bir iyilik değildir. Yüce Allah'a
yaklaştıran bir ibadet de değildir. Bu ancak bir hatadır. Asıl iyilik
emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, faziletlerle bezenmek, masiyet ve
kötülüklerden uzak durmak, Yüce Allah'tan ve O'nun azabından korkmak suretiyle
Allah'a karşı takvalı olmaktır. Gerçek iyilik ancak budur.
O
bakımdan evlere kapılarından giriniz, her hususta Allah'tan korkunuz.
Amellerinizde felah bulanlardan olmayı ancak böylelikle umud edebilirsiniz.
Takva sahibi doğruluk içindedir, asi kimse ise sapıklıktadır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa ona işinde kolaylık
verir." (Talâk, 65/4); "Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne
kalır? O halde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz1?" (Yunus, 10/32).
Ebû
Bekr Râzî el-Cassâs'in şöyle dediği dikkat çekmektedir: Bu ayet-i kerimede
senenin diğer zamanlarında da hac için ihrama girmenin caiz olduğunun delili
vardır. Çünkü lafız sair hilallerin de hac için vakit ölçüleri olduğunu genel
olarak ifade etmektedir. Bilindiği gibi bununla haccm fiilleri
kastedilme-mektedir. O bakımdan bununla ihrama girmenin kastedilmiş olması
icabe-der.
[139] Ancak bu pek zahir
olmayan bir istidlaldir. Çünkü ayet-i kerime artıp eksilmek suretiyle
hilâllerdeki değişmenin hikmetini açıklamaktadır. Bu ise insanların hilâller
vasıtasıyla muamelatlarını, ibadetlerini ve haclarının vaktini tespit
etmektir. Resulullah (s.a)'m kavlî sünneti de hac ve umre ile ihrama giriş
vaktini zaten açıkça ortaya koymuştur. Yüce Allah'ın: "Hac bilinen aylardadır."
buyruğu da haccın vaktinin iki ay ve üçüncü bir ayın da bir bölümü olduğunu
göstermektedir.
[140]
İslâm
gerçeğin, hayatın ve faydalı vakıanın dinidir. İslâm, faydası bulunmayan
şekilciliği, görüntüleri ve şartları bir kenara iter. İnsanları kendilerine
fayda sağlayacak, onların hayır ve menfaatlerine olacak şeylere önem vermeye
yöneltir. Bundan dolayı şanı Yüce Allah daha önceki bir ayet-i kerimede
kıblenin değiştirilmesi ile ilgili olarak birrin (iyiliğin) doğu ile batıya
yönelmekte olmadığını, asıl iyiliğin (birr'in) ihsan, takva ve salih amel
olduğunu belirtmişti.
Bu
ayet-i kerimede de Yüce Allah, ayın eksilip artmasındaki hikmete dikkat
çekmektedir. Bu hikmet, hilâlden hesabı tespit etmek, vakti belirlemek,
va'deleri, muamelatı, yeminleri, haccı ve kadını iddet türlerini, orucu,
bayramı, hamilelik süresini, kiralan ve buna benzer kulların menfaatine olan
işleri tespit etmekte hilâlden yararlanmaktır. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri
de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Biz gece ile gündüzü iki ayet kıldık.
Gece ayetini silip gündüz ayetini gösterici kıldık. Ta ki Rabbinizin lütfunu
arayasınız, yılların sayısını ve hesabı bilesiniz." (İsrâ, 17/12);
"Güneşi ışık, ayı nur kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona
konaklar tayin eden Odur." (Yûnus, 10/5). Aydan aya hilâllerin hesabını
yapmak günlerin hesabını yapmaktan daha kolaydır. Aya "şehr" adının
veriliş sebebi, ayın görülüş yerine işaret etmek üzere ellerin kaldırılması
(şehredilmesi) ve böylelikle onu göstermeleridir. Bu ayet-i kerimeleri birtakım
hadis-i şerifler de desteklemektedir ki, bunlardan birisi
Abdürrezzâk
ve Hâkim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Resulullah (s.a)
buyurdu ki: "Allah hilâlleri insanlar için vakit ölçüleri olarak
yaratmıştır. O bakımdan hilâli görmekle oruca başlayınız, hilâli görmekle orucunuzu
açınız. Eğer sizin için bulutlu olur da görülmezse o vakit otuz gün sayınız.
"
Va'delerin
ya da sürelerin bilinmesi, icâre, belli bir değer karşılığında belli bir va'de
ile satış, selem, müdâraa gibi bütün akidlerde aranan bir şarttır. Bundan
dolayı Zahirîlerin va'desi belirsiz bir süreye kadar müsakatı caiz gören anlayışları
reddedilmektedir. Zahirilerin delilleri herhangi bir vakit tespit etmeksizin
Resulullah (s.a.)'ın kendi kanaatine göre, ekin ve hurma mahsullerinin yarısı
karşılığında Yahudiler ile müsâkât akdi yapmış olmasıdır. Ancak buna şöyle
cevap verilir: Resulullah (s.a) Yahudilere: "Allah sizi burada bıraktıkça
ben de sizi burada bırakacağım." diye buyurmuştur. Böyle bir durum ancak
ona mahsus olabilir, başkası ona kıyâs edilemez. O bu hususta Rabbinden gelecek
olan vahye dayalı bir hükmü bekliyordu.
Cumhur,
hasat zamanına yahut ekinlerin dövülme zamanına yahut ataların (devlet tarafından
hak sahiplerine maaşlarının) verileceği zamana ve buna benzer sürelere matuf
satış yapmayı caiz kabul etmişlerdir. Çünkü bu gibi hususlarda va'de
bilinmektedir. Bunun gecikebilecek süresi hoşgörü ile karşılanabilecek kadar
kısa bir süredir. Ancak İmam Şafiî bu konuda va'denin kesin olarak
bilinmediğinden dolayı caiz kabul etmez.
Yüce
Allah burada sadece haccı sözkonusu etmektedir. Çünkü hac, zamanının
bilinmesine ihtiyaç duyulan ibâdetlerdendir. Hacda geciktirme ve vaktinden
sonraya tehir etme caiz değildir. Arapların uygulaması ise bunun tersine idi.
Araplar sayı ile hac günlerini tespit ediyor, ayların yerlerini değiştiriyor
idiler. Yüce Allah onların bu konudaki söz ve uygulamalarını ortadan kaldırdı.
İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bu ayet-i
kerimeyi hac için ihrama girmenin hac ayları dışında sahih olabileceğine delil
göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah bütün hilâlleri (ayları) ihram için bir zaman
olarak tespit etmiştir. O bakımdan bütün aylarda bir kimsenin hac niyeti ve
ihrama girmesi sahih olur. Ancak Şafiî bu hususta Yüce Allah'ın: "Hacc
bilinen aylardır." (Bakara, 2/197) buyruğu dolayısıyla bu hususta muhalefet
etmektedir.Çünkü bu ayet-i kerimenin anlamı ayların bir kısmının insanlar için
vakit ölçüleri olduğu, bir kısmının ise hac için tayin edilen vakitler olduğu
anlamındadır. Bu şöyle demeye benzer: Bu mal Halid'e ve Ömer'e aittir. Yani
bir kısmı Halid'indir, bir kısmı Ömer'indir. Yoksa hepsi birincisinindir veya
hepsi ikincisinindir, anlamı taşımaz. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın bir ibadet
olarak teşrî' etmediği, yapılmasına teşvik etmediği bir şeyin herhangi bir
kimsenin onunla Allah'a yakınlaşmak temennisi .taşımasıyla ibâdet olamayacağını
beyân etmektedir. O bakımdan evlere kapıta/ııMan değil de arkalarından girmek,
kişinin sevap almasını gerektiren Allah'a yakınlaştırıcı bir amel olamaz.
Resulullah
(s.a) Ebû İsrail adındaki birisini güneşte ayakta dikilmekten nehyetmiştir. Ve:
"Ona söyleyiniz konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın."
[141]
diye buyurmuştur.
Yüce
Allah pek çok ayet-i kerimede felaha ulaşabilmek için Allah'ın takvasını
emretmekte, emir ve yasaklarını böylelikle pekiştirmektedir. Yani Allah'tan
korkunuz, O'nun size emrettiklerini yapınız, size yasakladıklarını da terkediniz
ki, yarın felaha eresiniz veya size bu konuda tevfik verildiği takdirde, O'nun
huzurunda felaha erenlerden olasınız ve böylelikle O da size tam ve eksiksiz
olarak amellerinizin karşılığını versin.
[142]
190-
Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın, aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki
Allah aşırı gidenleri sevmez.
191-
Onları nerede bulursanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları
çıkarın. Fitne katilden beterdir. Onlar sizinle orada savaşmadıkça sakın siz de
onlarla Mescid-i Harâm'ın yanında savaşmayınız. Eğer onlar sizinle savaşırlarsa
siz de onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir.
192- Bununla beraber eğer vazgeçerlerse şüphesiz
Allah Ğafûr'dur, Ra-hîm'dir.
193-
Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer
vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.
194- Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler
karşılıklıdır. Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size
saldırdıkları gibi karşılık verin. Allah'tan korkun ve bilin ki Allah, takva
sahipleri ile beraberdir.
195-
Ve Allah yolunda infâk edin. Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve ihsan
ediniz. Muhakkak Allah ihsan edicileri sever.
"Haram
ay haram aya bedeldir." Bu buyrukta hazif yoluyla yapılan îcâz vardır.
Takdiri şöyledir: Haram ayın hürmetini çiğnemeye, haram ayın hürmetini
çiğnemekle karşılık verilir.
"Onun
için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık
verin." Ayet-i kerimede "saldırı"nın karşılığının "yine
saldırı (udvân)" diye adlandırılması, müşâkele kabilindendir. Müşâkele ise
manada farklılık olmakla birlikte, lafzın ittifak halinde olmasıdır. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bir günahın (seyyie) cezası onun
misli bir seyyiedir." (Şûra, 42/20); "Onlar tuzak kurarlar (mekr)
Allah da mekr eder. Allah mekr edenlerin hayır-lısıdır." (Enfâl, 8/30).
Araplar; ona karşılık ben de ona zulmettim, derler; ve onun zulmünün cezasını
verdim, demek isterler. Yine: "Artık zâlimlerden başkasına düşmanlık
yoktur." buyruğunda da zalimlere yapılana "düşmanlık" denilmesinin
sebebi, onların düşmanlıklarının cezası oluşu bakımındandır. Çünkü zulüm
düşmanlığı ihtiva eder. Bu bakımdan düşmanlığın cezasına düşmanlık adı
verilmiştir.
[143]
"Sizinle
savaşanlarla" yani sizinle savaşmaları beklenenlerle "Allah yolunda
siz de savaşın." Yani onun dinini yüceltmek için savaşın. Çünkü cihâd
Allah'ın rızasını kazanmanın yoludur. Allah yolunda savaş, Allah'ın adını yükseltmek,
dinini zafere kavuşturmak için yapılan savaştır. "Aşırı gitmeyin."
Siz savaşı başlatmayın. "Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri"
kendileri için tespit edilmiş şerîat ve hükümleri aşanları "sevmez."
Allah'ın kullarını sevmesi, onlar için hayır ve sevabı dilemesidir.
"Onları
nerede bulursanız" nerede ele geçirirseniz "sizi çıkardıkları yerden"
yani Mekke'den, "siz de onları çıkarın." Bu iş onlara Mekke'nin
fethedil diği yıl yapılmıştı.
"Fitne"
onların şirkleri, haremde onların öldürülmelerinden daha büyük bir iştir veya
onların çok büyük bir şey gördükleri ihramlı iken "öldürmekten daha
büyüktür." Fitneden kastın, müşriklerin uyguladıkları türlü eziyet ve işkenceler
olduğu da söylenmiştir.
"Kafirlerin
cezası" yani öldürme ve çıkarmak "işte böyledir."
"Bununla
beraber eğer vazgeçerlerse" küfürden uzaklaşıp İslama girerlerse
"şüphesiz Allah Gafur'dur, Rahim'dir."
"Din
yalnız Allah'ın oluncaya kadar", yani her kişinin dini sadece ihlâsla
Allah'ın oluncaya kadar "onlarla savaşın" . Ondan başka kimseden
korkulma-yacak ve bu dinden kimse alıkonulmayacak. Herhangi bir iltimasa veya
gizliliğe, saklılığa ihtiyaç kalmayacak. Din, itikad, ibâdet ve salih ameli
kapsar.
"Eğer"
şirkten "vazgeçerlerse artık zalimlerden" yani hadlerini aşarak
başkalarına haksızlık edenlerden "başkasına düşmanlık yoktur."
Öldürmek veya başka bir yolla bunlardan başkalarına saldırmayınız. Şirkten ve
saldırganlıktan vazgeçen zalirn değildir; o bakımdan ona da saldırılmaz.
"Haram
ay, haram aya bedeldir." Bu buyruk ile haram ayda savaşmanın çok büyük bir
iş görülmesi reddedilmektedir. Çünkü müslümanlar tarafından haram ayın
hürmetinin (saygınlığının) çiğnenmesi, kâfirlerin haram ayın hürmetinin
çiğnemesinin bir karşılığı olmuştur.
"Hürmetler
= el-hurumât", hürmet kelimesinin çoğulu olup saygı duyulması gereken
şeyler, "karşılıklıdır" yani çiğnendiği takdirde onun karşılığı
"kısas" uygulanır. "Onun için size" Harem bölgesinde veya
ihramlı iken ya da haram ayda savaşmak suretiyle "kim saldırırsa, siz de
tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin."
İntikam
almakta ve düşmanlığı terketmekte "Allah'tan korkun ve bilin ki
Allah" yardım ve zaferi ile "takva sahipleri ile birliktedir."
"Ve
Allah yolunda" cihad ve başka şekilde O'na itaat uğrunda "infak edin,
ellerinizle kendinizi" nefislerinizi "tehlikeye" cihad uğrunda
harcamadan cimrilik etmek suretiyle veya cihâdı terketmekle "helake
atmayın." Çünkü cihadı terketmek, cihâd için harcamamak size karşı
düşmanın güçlenmesine sebep olur. "Ve ihsan ediniz" nafaka ve başka
işlerle. "Muhakkak Allah ihsan edicileri sever." Yani onlara ecir
verir.
[144]
Yüce
Allah'ın: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayet-i
kerimesi ile ilgili olarak el-Vâhidî'nin naklettiğine göre İbni Abbas şöyle
demiştir: Bu ayet-i kerimeler Hudeybiye barışı hakmda nazil olmuştur.
"Resulullah (s.a.) ve ashabı Beytullah'tan alıkonulunca Hudeybiye'de
hediyelik kurbanlarını kestiler. Daha sonra müşrikler, onların o sene geri
dönüp ancak ertesi sene gelebilmeleri şartıyla barış yaptı. Bununla birlikte üç
gün süreyle Mekke'yi ona boşaltacaklar, o da bu arada Beytullah'ı tavaf edecek
ve istediğini yapabilecekti. Resulullah (s.a)'da onlarla barış yaptı. Ertesi
sene gelince Resulullah (s.a) ve ashabı, kaza umresi için hazırlık yaptılar.
Bununla birlikte Kureyşlile-rin bu sözlerini yerine getirmeyeceklerinden ve
Mescid-i Haram'dan kendilerini alıkoyup kendileriyle savaşacaklarından
korktular. Hz. Peygamber (a.s.)'in ashabı ise Harem bölgesinde ve haram ayda
onlarla savaşmaktan hoşlanmıyordu. Bunun üzerine Allahu Teâlâ "Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın. " yani "Kureyşlilerle savaşın!"
buyruğunu (ayetini) indirdi.
Allahu
Teâlâ'nın "Haram ay haram aya bedeldir." (194. ayet) buyruğu ile
ilgili olarak, Taberî'nin rivayet ettiğine göre Katâde şöyle demiştir:
"Allah'ın Peygamberi ve ashabı Zilkade ayında Mekke'ye doğru yola
koyuldular. Hudey-biye'ye vardıklarında müşrikler onları alıkoydular. Ertesi
sene Mekke'ye gelip girdiler, Zilkade ayında umre yaptılar, üç gün orada
kaldılar. Müşrikler ise Hudeybiye günü onu geri çevirmekle ona karşı çirkin
bir iş yapmışlardı. Allahu Teâlâ böylece onun adına, onlara yaptıklarının
aynısını uyguladı ve: "Haram ay haram aya bedeldir." ayetini indirdi.
"ve
Allah yolunda infak edin..." (194. ayet) ile ilgili olarak da eş-Şa'bî şöyle
demektedir: Bu ayet-i kerime ensar hakkında nazil olmuştur. Onlar Allahu teâlâ
yolunda infaktan uzak duruyorlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime indi.
Taberânî sahih bir senet ile Ebû Cebira b. Dahhâk'tan şöyle dediğini nakletmektedir:
"Ensar, Allah'ın dilediği şekilde tasaddukta bulunuyor, yemek
yediri-yorlardı. Bir seferinde kıtlık oldu, cimrilik yaptılar. Bunun üzerine
Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimeyi indirdi." Buhari' nin rivayetine göre Hz.
Huzeyfe şöyle demiş: "Bu ayet-i kerime nafaka hakkında nazil olmuştur. Ebû
Davud Tirmizî, İbni Hibban, Hâkim ve başkaları ise Ebu Eyyub el-Ensarî şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: "Bu ayet-i kerime biz Ensar hakkında
nazil olmuştur. Allah İslâm'ı aziz kılıp güçlendirince, İslâm'ın yardımcıları çoğalınca
gizlice birbirimize şöyle dedik: 'Mallarımız zayi oldu ve şüphesiz Allah artık
İslâm'ı aziz kılıp güçlendirdi. Şimdi mallarımızın başına geçsek ve onların
zayi olanını çalışarak tekrar elde etsek.' Allahu Teâlâ bizim bu
söylediklerimizi reddetmek üzere: "ve Allah yolunda infâk edin,
ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buyruğunu indirdi. Buna göre
"tehlike" bizim mallarımızın başında durup o malları tekrar
kazanmaya çalışmamız ve gazayı terketmemiz oluyordu.
[145]
Bu
ayet-i kerimeler, haksızca ve saldırgan bir savaşla karşı karşıya kaldıkları
takdirde haram ayda ihramlı olan kimselerin savaşabileceklerine dair izin
verilmesi dolayısıyla vârid olmuştur. O başımdan bu ayet-i kerime kendisinden
önceki ayetle ilişkilidir. Çünkü daha önceki ayet-i kerime hilâllerin insanların
ibadet, muamelat ve haclarında vakit ölçüleri olacağını beyan etmişti. Hac ise
özel kamerî aylarda olur. Cahiliye döneminde bu aylarda savaşmak haramdı. Bu
ayetler de dininizi savunmak, sizi dininizden alıkoyanları terbiye etmek, ahdi
bozanları yola getirmek için -nefislerin arzuları için değil- bu aylarda
savaşmakta sizin için bir mahzur olmadığını açıklamaktadır. O bakımdan ayet-i
kerime bundan önce sözü geçen hac ve ihramlı iken evlere arkalarından girmek
ile yakından ilişkilidir. Diğer taraftan takva emri verildikten sonra takvanın
nefis için en ağır ve en zor katlanılacak olan bir durum olduğu sözko-nusu
edilmektedir.
[146]
Hicretten
önce savaş pek çok ayet-i kerime ile yasaklanmıştı. Bunlardan birkaç tanesi:
"En güzel olanıyla defet!" (Fussilet, 41/34); "Onları affet ve
cezalandırmaktan vazgeç. Şüphesiz, Allah bağışlayanları sever." (Maide,
5/13); "En güzel olan ile onlarla mücadele et!" (Nahl, 16/125);
"Şayet yüz çevrirlerse senin görevin ancak apaçık tebliğdir." (Nahl,
16/82); "Cahiller kendileriyle konuştuğunda: 'selâm' derler."
(Furkan, 25/63); "Sen onlara musallat bir zorba değilsin." (Gâşiye,
88/22); "Sera onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin." (Kaf, 50/45);
"İman edenlere de ki: "Allah'ın günlerini tahmin edemeyen
(beklemeyen) kimseleri bağışlasınlar." (Casiye, 45/14).
Daha
sonra Allahu Teâlâ Medine'de bütün bu emirleri şu sözleriyle nes-hetti:
"Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz." (Tevbe, 9/5); "Allah'a
ahiret gününe iman etmeyenlerle... savaşınız." (Tevbe, 9/29).
Savaşmaya
izin verildiğine dair nazil olan ilk ayet-i kerimeye gelince; Ebû Bekr es-Sıddî
(r.a)'ın rivayetine göre şu ayet-i kerimedir: "Kendileri ile savaşılanlara
zulme uğradıkları için izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette
kadirdir. "Onlar, sadece: 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere
yurtlarından çıkartılmışlardı." (Hacc, 22/39-40).
Ashab-ı
kiramdan bir grup, er-Rabi b. Enes ve başkalarından
[147]
rivayet edildiğine göre savaşa izin veren ilk ayet-i kerime: "Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayet-i kerimesidir. Tefsir
alimlerinin çoğunluğu da bu görüştedir.
[148]
Ey
müminler! Allah yolunda, O'nun dinini zafere ulaştırmak, kelimesini aziz kılmak
için savaşınız. Ben sizlere, sizi dininiz dolayısıyla fitneye, azaba düşüren,
yurtlarınızdan çıkaran, sizinle savaşan, aranızdaki ahitleri bozan müşriklerle
savaşmanız için izin verdim. (Allah yolunda savaş-mukatele Alla-hu Teâlâ'nm
dinini üstün kılmak ve kelimesini yükseltmek için kafirlerle cihat etmektir.)
Savaşa
ilk başlayan olmakla barış yapanları öldürmekle; kadın, çocuk, aciz ve
yaşlılardan savaşa katılmayan kimseleri yok etmekle; evleri tahrip etmek,
ağaçlan yıkmak, ekin ve meyveleri yıkmakla haddi aşmayınız. Çünkü Allah haddi
aşmayı sevmez. (Bu kötü ameller) özellikle de ihramlı iken Harem bölgesinde ve
haram aylarda yapılırsa...
Sizinle
düşmanlarınız arasında savaş çıkacak olursa, onları bulduğunuz ve ele
geçirdiğiniz yerde öldürünüz. İsterse burası Harem bölgesi olsun. Onları sizi
çıkardıkları yerden siz de çıkarınız veya oradan sürünüz. Çünkü onlar sizi
vatanınız olan Mekke'den çıkarmışlar. Oradan sizi çıkarmak için
yardım-laşmışlardı, mallarınızı müsadere etmiş, mülklerinizi almış, akideniz
dolayısıyla sizi dininizden çevirmek için eziyet, işkence ve baskı ile
fitnelere maruz bırakmışlardı. İşte din sebebiyle maruz bırakıldığınız bu
fitne, hür ve boyun eğmeyen mümin için öldürülmekten daha ağır, daha büyük bir
iştir. Çünkü bu varlık âleminde en kutsal şey akide yani inançtır. Bu, kâinatta
bulunan her şeyden daha yüce ve daha değerlidir. İnsan için en büyük baskı,
dini dolayısıyla işkenceye ve baskıya maruz kalması, kalbinde , aklında,
ruhunda yer eden akidesi dolayısıyla azap edilmesi, dünya ve ahiretteki
mutluluğunu, esenliğini, ona sahip olmakta gördüğü akidesi dolayısıyla
işkencelere uğratıl-masıdır. Çünkü en büyük hazine ve kâr getirecek sermaye
odur. Onun yolunda canın ve değerli varlıkların feda edilmesi pek kolaydır. O
bakımdan sizin Harem bölgesinde savaş esnasındaki öldürme işiniz onların
nitelikleri olan fitneden daha hafiftir. Yani sizi küfre döndürmek için
yaptıkları işkencelere göre basittir. Kimisi de buradaki "fitne"
kelimesini onların Allah'a şirk koşmaları ve Allah'ı inkâr etmeleridir,
demişlerdir. İşte onların çıkardıkları bu (fitne), sizi kendilerini
ayıpladıklarından daha büyük bir suç ve daha büyük bir tehlikedir.
[149]
Daha
sonra Allahu Teâlâ müslümanlara kendileriyle savaşan kimseleri öldürmekle
ilgili verdiği emirde ancak bir yeri müstesna tutmaktadır. Bu ise Mescid-i
Haram'dır.Oraya giren herkes emniyet içerisinde olur. Bu sebeple onlar orada,
sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayınız. Hiç bir zaman da onlara
teslim olmayınız. Çünkü kötülüğe karşı kötülük sözkonusudur ve en büyük zalim
zulmü başlatandır. Eğer orada onlar sizinle savaşırlarsa siz de onları
öldürünüz. Çünkü Allahu Teâlâ'nın kâfirlere bu şekilde misli ile ceza vermesi
ve böyle bir azap ile onları cezalandırması onun sünnetinin gereğidir. Sebep
ise düşmanlığı onların başlatmaları, kendi nefislerine zulmetmeleridir. O bakımdan
yaptıklarının cezası ile karşılaşacaklardır.
Eğer
savaşı durdurur, küfür ve şirkten vazgeçer, Allah'ın dinine girerlerse muhakkak
Allah, amellerini kabul eder ve daha önce yaptıklarını bağışlar. Çünkü O
günahları bağışlayandır, kullarına merhametli olandır. Tevbe edip Rablerine
yöneldikleri, ihsan edip takva sahibi oldukları takdirde, O, onların
günahlarını siler: "Muhakkak Allah'ın rahmeti ihsan edicilere pek
yakındır." (A'raf, 7/56). Ayette sözü geçen "vazgeçilen şey" in
tefsiri ile ilgili olarak iki görüş vardır: İbni Abbas'ın görüşüne göre ayet-i
kerimenin anlamı şudur: "Şayet onlar savaştan vazgeçerlerse... el-Hasen'in
görüşüne göre ise mana: "Eğer onlar şirkten vazgeçerlerse..."
şeklindedir. Çünkü şirkten vazgeçmedikleri sürece onlar hakkında mağfiret
sözkonusu olamaz. Zira Allahu Teâlâ buyurmaktadır: "Şüphesiz ki, Allah
kendisine şirk koşulması mağfiret etmez, kendisine şirk koşulması haricindeki
diğer günahları işleyen dilediği kimseleri ise bağışlar." (Nisa, 4/48).
Allah
Teâlâ önce: "Allah yolunda siz de savaşın." buyruğu ile savaş iznini
veya savaşa başlamayı beyan ettikten sonra, savaşın amacını sözkonusu etmektedir:
O da hürriyet ilkesini gereği gibi yerleştirmek ve din hususunda fitne namına
herhangi bir şeyin kalmamasıdır. Bu maksatla der ki: "Sizler savaşmakla
fitnenin, küfrün, eziyet ve işkence türlerinin yok edilmesini ve Müslümanların
Mekke'de bulunmaları ile karşı karşıya kaldıkları zararların ortadan kalkmasını
maksat olarak gözetiniz." Fitnenin izale edilmesi, kaldırılması ise
onların sizi dininizden uzaklaştıracak, size eziyet edecek, sizi Allahu
Teâlâ'nın davasını açığa vurmaktan engelleyecek herhangi bir güçlerinin
kalmaması demektir.
Herkesin
dini yalnızca Allah'a ait (has) oluncaya; bu hususta O'ndan başkasından
korkulmayacağı; din en üstün, dimdik ayakta; ibadet ve buyrukları korkusuzca,
herhangi bir baskıdan çekinmeden ve gizli olarak değil, açıktan ifa edilinceye
kadar onlarla savaşınızı sürdürünüz. Herhangi bir Müslüman Harem bölgesinde
güvenlik duyup kimseden çekinmeksizin dininin gereklerini açıkça ilan edinceye
kadar sürdürünüz. Buna göre "ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar"
emri tek ibâdet edilecek yalnızca O oluncaya kadar demektir.
Bununla
birlikte şunu da belirtmekte fayda var: Mekke'de kâfirler, emniyet
içindeydiler ve putlarına serbest ibadet edebiliyorlardı. Allah'a iman eden
kimseler ise Mekke'den kovulmuştu. Kalanlar ise korku içerisindeydi, dinlerini
açığa vuramıyorlardı.
Eğer
bu durumlarından vazgeçer, sizinle savaşmayı terkeder, küfürden döner, İslâm'a
girip barışa yönelirlerse artık zulmedip haddi aşandan başkasına siz de
düşmanlık etmeyiniz. Bu gibi kimselerle savaşmak ise onları yola getirmek,
yaptıkları zulümden onları vazgeçirip sapıklıktan kurtarmak, şeriatın
hükümlerini uygulamak ve durumlarını düzeltmek için olur.
"Hürmet"
'çiğnemekten alıkonulan şey", "kısas" ise eşitlik anlamındadır.
Buna
göre düşmanlığa karşılık vermek ve (bunun için) hürmetleri çiğnemek, akıl ve
örfün ölçülerine göre istenen bir şey olur. Haram ayda kanınızı dökmeyi helâl
görenin siz de o ayda kanını dökmeyi helâl kabul edin. O ayın hürmetinin
çiğnenmesine siz de misliyle karşılık verin. Dininizi, canınızı, Allah'ın
adını yükseltmek ve kendinizi savunmak için o ayda savaşmaktan çekinmeyin.
Hurumat'tan
kasıt: haram aylar, haram belde ve ihramın hürmetidir. Bunların çiğnenmesi
karşılığında müşriklere kısas uygulamak ve yaptıklarına misliyle karşılık
vermek icap eder. Dolayısıyla bunların hürmetlerini çiğneyene yaptığının
benzerini yapınız. Onlar sizleri antlaşma ve sizinle ittifakları gereği bu sene
kaza umrenizi yapmaktan engelleyecek olurlarsa ve sizinle savaşırlarsa, siz de
onları öldürünüz. Çünkü nefs-i müdafaa farz bir iştir. Bu işi; Mekke'de, haram
ayda ve ihramlı olarak yapsanız bile sizin için günahı gerektirecek bir şey
yoktur.
Daha
sonra Allahu Teâlâ, daimî bir hükmü ve yer etmiş bir sünneti şöylece beyan
etmektedir: Saldırganlığa misliyle karşılık verilir. Kısas yoluyla (yani
misliyle muamele) olan şeylere izin verilmiştir. Fakat düşmanlığa karşılık vermek,
fazilet, takva, medenîlik ve insanilik ilkeleriyle kayıtlıdır. Allah'tan korkunuz
zulmetmeyiniz, haddi aşmaktan sakınınız, adaletin sınırlarına bağlı kalarak
zararı defediniz, hakkı elde ediniz, medenî olunuz, insanların menfaatlerini
gerçekleştirmeye çalışınız; heva, arzu ve nefsin isteklerini yerine getirmek
için intikam almak sevdasına düşmeyiniz. Çünkü nefis kimi zaman sapıklık, kin
ve mantıksızlık içinde kalabilir ve yersiz yere feveran edebilir. Allah'ın takva
sahiplerinin yardımcısı, müttakîlerin destekçisi, sâlihlere de ecir ve sevap
veren olduğunu bilin. Allahu Teâlâ, kendi dinini destekleyen ve kelimesini yücelten
kimselere zafer ve iktidar verir, onlara yardım eder ve onları düşmanları
karşısında galip getirir.
Cihat,
can ile olduğu gibi mal ile de olur. Savaşmak için canlara gerek olduğu gibi,
silah satın almak için mala gerek vardır. Ayrıca bu mallar sayesinde
savaşçıların harcamaları da karşılanır. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, yolunda mal
infakını emrederek şöyle buyurmaktadır: Allah yolunda malınızı cömertçe
veriniz. Yani gerekli araç ve silahların satın alınabilmesi, savaş
masraflarının karşılanabilmesi için infak ediniz. Savaşlarda ve çarpışmalarda
infak edilen mal, bir destektir. Zaferi ve başarıyı gerçekleştirir. İnfak
görevini yerine getirmekte tereddütlü davranmaktan, kusurlu hareket etmekten
sakınınız. Çünkü bu, ümmetin helak oluş sebebidir, toplumu zarar verir ve
canları telef eder. Sakın kendi ellerinizle kendinizi helak olma yollarına
atmayınız. "Onlar için gücünüz yettiğince güç hazırlayınız." (Enfal,
8/64) buyruğunda olduğu gibi her zaman, mekân ve duruma uygun olarak savaş için
gerekli olan araç ve gereçleri hazırlayınız. Bunu, savaşçılara savaş
tekniklerini öğretmek, onlara uygun silahları hazırlamak, sağlam ahlâk ve doğru
bilgi ile nefisleri sağlamlaştırmakla yapınız. Çünkü önüne geleni katıp
sürükleyen büyük ordular, düşman tarafından rüşvet, mal ve maddî-manevî her
türlü teşvik ve aldatmalarla satın alınan zayıf ruhlular tarafından kalbinden
vurulabilir. Nitekim ordular, bilgisizlikleri, oluşumlarındaki eksiklik, plan,
strateji, modern silahların kullanılması ve eğitimdeki kusurları sebebiyle
savaşı kaybedebilirler.
Bu
ayet-i kerimenin sona erdiği buyruk ne kadar göz kamaştıcı ve ne kadar da
sağlamdır. Bu ameli güzel yapmaktır. İtaat ederek amellerinizi
güzelleş-tiriniz, onları tam olarak yapınız. Çünkü Allah ihsan edenleri sever
ve onlara en güzel şekliyle karşılık verir. İşte bu, bir önceki ayet-i kerimenin
sonunu teşkil eden yüksek edebî ve üstün medenî yönü tamamlayıcıdır. Bu ise
takva ve fazilete sıkı sıkıya bağlı kalmakla olur. Bu şekilde bu iki ayet-i
kerimenin son bölümleri, maddî ve manevî iki gücün yollarını, bunların esas ve
kayıtlarını bir arada ifade etmiş olmaktadır.
[150]
Bu
ve savaşın meşruiyyet durumlarını ve cihada izin verilme hikmetini açıklayan
diğer ayet-i kerimelerden özet olarak şu sonuçlar çıkartılabilir:
1- Allah yolunda savaş, saldırıyı önlemek, davayı muhafaza etmek ve ilahî
din hürriyetini korumak için meşru kılmnhştır.
2- Savaş ile ilgili hukukî hükümlerin en belirgin niteliği, adalet ve
hakka uygun olmasıdır. Bu, her hangi bir savaş ve herhangi bir kimseye saldırı
değildir. Bu savaşta, savaşın zorunluğu kıldığı sınırı aşmak sözkonusu
değildir. Bu savaştan gözetilen hedef, yıkım ve tahrib değildir. Soyut bir
terör de değildir. Savaşçıların dışında kimse öldürülmez. Kadınlar, çocuklar ve
ayrıca rahipler, acizler, hastalar, yaşlılar da öldürülmez. Ekinler ve meyveler
yok edilmez, yeme maksadı dışında hayvanlar kesilmez. Nitekim Hz. Peygamber
(a.s.) ile ra-şid halifelerin tavsiyelerinde bu durum böyle belirtilmiştir.
3- Savaş, insanları İslâm'ı kabul etmeye zorlamak için değildir. Bu,
Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu (vazettiği) şeriatte kesinlikle
reddedilmiştir. Bunu reddeden pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlardan iki
tanesi şu ayetlerdir: "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 2/256);
"Sen iman edinceye kadar insanları zorlayacak mısın?" (Yunus, 10/99).
4- Adaletli, zayıflara karşı merhametli, bayağılıklara ve
seviyesizliklere düşmekten uzak olan yüce İslâm ümmeti gibi bir ümmeti tarih
görmüş değildir. Nitekim Batı'nın fikir babaları arasından biraz insaflı
olanları bunun böyle olduğunu açıklamışlardır. Fransız filozof Gustave Le Bone
şöyle demektedir: "Tarih Araplardan daha adaletli, daha merhametli
fatihler tanımış değildir." Kindarların ve bilgisizlerin ileri sürdükleri:
"İslâm kılıç ile ayakta durmuştur." şeklindeki iddiaya gelince; bu,
onların içlerinde gizli olarak sakladıkları kinin, hakikatleri tersyüz etmeleri
gerektiğini söylediği mücerret bir iftiradır. Tarih ve meydana gelen hadiseler
bu iftiranın yalan olduğunu ortaya koymuştur.
Müfessirler
ise bu ayet-i kerimeyle ilgili olarak birçok meseleyi gündeme getirmiş,
araştırmışlardır. Bunların en önemlilerini aşağıda sıralıyoruz:
"Sizinle
savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın" Ayeti Mensuh mudur?
a) Bir grup ilim adamı şöyle demektedir: Bu ayet-i kerimeden anlaşılan
şudur: Kâfirler sizinle savaştıkları takdirde savaşmak size de helâl olur. Daha
sonra bu durum, (bu ayet) Allahu Teâlâ'mn: "Onlar sizinle topluca
savaştıkları gibi siz de müşriklerle topluca savaşınız." (Tevbe, 9/36);
"Kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın ve onlar sizde büyük bir
dayanıklılık ve kuvvet olduğunu görsünler." (Tevbe, 9/123);
"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz." (Tevbe, 9/5); "Allah'a
ve ahiret gününe iman etmeyenlerle savaşınız..." (Tevbe, 9/29)
buyruk-larıyla neshedilmiştir. Bütün bu ayet-i kerimeler, kâfirlerin hepsiyle
savaşmayı emretmekte ve ister Müslümanlarla savaşsınlar, ister savaşmasınlar
müşriklerle savaşmanın genel bir şer*î hüküm olduğunu göstermektedir.
b) İbni Abbas, Ömer b. Abdülaziz ve Mücahid der ki: Bu ayet-i kerime
muhkemdir yani sizinle savaşmak durumunda olan kimselerle siz de savaşınız.
Kadınları, rahipleri, çocukları ve benzerlerini öldürmek suretiyle de haddi aşmayınız.
Ebû Ca'fer der ki: Yukarıdaki ifade hem sünnet bakımından hem de aklî bakımdan
bu konu ile ilgili iki görüşten daha doğru olanıdır.
Sünnet
bakımından "sahih" oluşunu açıklayacak olursak; hadis imamlarının
rivayet ettiği İbni Ömer yoluyla gelen şu hadis-i şerif buna örnektir:
"Resulullah (s.a), gazalarından birisinde öldürülmüş bir kadın gördü ve
bundan hoşlanmadığını ifade etti, kadınlarla çocukların öldürülmesini yasakladı."
Aklî
bakımdan daha "sahih" olmasına gelince: Genellikle "fâale
(kâtele'nin vezni)" çoğu defa ancak iki kişi tarafından (karşılıklı
olarak) yapılan harekete denir. Mukatele, müşâteme, muhâsama (savaşma, sövüşme
ve hasımlaşma) kelimelerinin manası da aynıdır. Kıtal ise kadınlar, çocuklar
vb. ne yapılmaz. Rahipler, kötürümler, yaşlılar ve ücretle çalıştırılanlar
öldürülmezler. Ebu Bekir es-Sıddık (ra.), Yezid b. Ebu Sufyan'ı Şam'a
gönderdiği zaman bunu (uygulamasını) vasiyet etmiştir. İmam Malik ve
başkalarının rivayeti böyledir. Ancak bu gibi kimselerin savaşa katkıları
varsa, bu durumdan istisna edilirler.
Kadınlar,
eğer savaş konusunda görüş belirterek yahut savaşa destek olup malî yardımda bulunmak
suretiyle savaşa katılırlarsa, savaş esnasında ele geçirildikleri takdirde
öldürülürler. Suhnun'un görüşüne göre savaştan sonra da öldürülürler. Çünkü
Allahu Teâlâ'mn "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın."
(Bakara, 2/190) buyruğu ile, "Onları nerede bulursanız öldürün."
(Bakara, 2/191) emirlerinin genel ifadeleri bunu gerektirmektedir.
İster
savaş esnasında olsun, ister esir alındıktan ve yakalandıktan sonra olsun
savaşmayan kadın öldürülmez. Çünkü Taberanî İbni Abbas'tan o da Resulullah
(s.a)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "... küçük çocuk, kadın
ve yaşlı kimseyi öldürmeyiniz"
Küçük
çocuklara gelince; bunlar da öldürülmezler. Çünkü sünnet-i seniyye de
çocukların öldürülmesini yasaklayan tuyruklar açıktır. Resulullah (s.a)'ın
kadın ve çocukların öldürülmesini yasakladığı sabittir. Ahmed ve Tirmizî dışında
Sünen sahiplerinin Rebah b. Râbi'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber
(s.a.): "Çocukları ve ücretle çalıştırılanları öldürmeyiniz." diye
buyurmuştur. Çünkü bunları öldürme konusunda bir emir yoktur. Fakat çocuk savaşacak
olursa öldürülür.
Rahiplere
gelince: Rahipler de öldürülmezler. Eğer kâfirlerden ayrılacak olurlarsa kendi
mallarından geçimlerine yetecek kadar bir miktar onlara bırakılır. Çünkü Hz.
Ebû Bekir, ünlü vasiyetinde
[151]
İmam Malik' in Muvatta'ında kaydettiği rivayete göre Ebu Süfyan'ın oğlu Yezid'e
şöyle demiştir: "... kendilerini Allah'a vakfettiklerini iddia eden bir
topluluk da göreceksin. Onları, iddia ettikleri şekilde kendilerini O'na
vakfettiklerini söyledikleri düşünceleriyle başbaşa bırak."
Kötürüm
hastalar ile ilgili olarak sahih olan görüş, durumlarının nazar-ı itibara
alınacağıdır. Eğer savaşa bir katkıları varsa öldürülürler, yoksa kendi
hallerine bırakılırlar.
Yaşlılar
ise fukaha'nm bir çoğunun görüşüne göre, eğer savaşamayacak kadar kocamış ve
yaşlı iseler, görüşlerinden istifade edilmiyor ve savunmasından
yararlanılamıyor iseler öldürülmezler. Hz. Ebu Bekir'in Yezid'e söylediği söz
bunu gerektirir. Diğer taraftan böyle bir kimse savaşan birisi de değildir,
düşmana yardımcı da olamamaktadır. Bu bakımdan bunun da kadın gibi öldürülmesi
caiz değildir. Eğer savaşta insanlar, görüş veya malî katkısı itibariyla zarar
vermesinden korkulan kimselerden olur ise, Malikîlerin görüşüne göre bu insanların
esir alınması halinde İmam (İslâm devleti başkanı) şu beş husustan birisini
seçmek durumundadır: Öldürmek, karşılıksız salıvermek, fidyesini almak ve
öylece serbest bırakmak, cizye ödemek üzere zimmet akdini yapmak yahut da
(geçmişte olduğu gibi) köleleştirmek. Şafiî de aynı şekilde kadın ve çocuklar
dışında esir alman insanların öldürülmesini caiz kabul etmektedir.
Ücretliler
ve çiftçilere Malik'in görüşüne göre bunlar öldürülmezler. Bu durum, Rebah b.
Rabi'ten gelen ve daha önce geçen hadise göre verilmiş bir hükümdür. Bu hadis:
"Hâlid b. Velid'e yetiş, sakın herhangi bir çocuğu ve ücretli bir kimseyi
öldürmesin." hadis-i şerifidir. Ömer b. el-Hattab da şöyle demiştir:
"Küçük
çocuklar ve size karşı savaşmayan çiftçiler konusunda Allah 'tan korkunuz."
Ömer b. Abdülaziz, çiftçi olan hiç kimseyi öldürmezdi.
Şafiî
der ki: "Çiftçiler, ücretliler ve kocamış yaşlılar Müslüman olmazlar veya
kendilerinin ödemeleri gereken cizyeyi ödemezlerse öldürülürler."
c) Fahrüddin er-Razî, "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de
savaşın." ayetinin, "Onları nerede bulursanız öldürün." ayeti
ile nesh edildiği görüşünde değildir. Çünkü umumî bir hüküm ifade eden bir
ayet-i kerimenin hususi bir hüküm ifade eden bir ayetten sonra zikredilmesi,
hususî bir hüküm ifade eden ayet onu neshetmeksizin fazladan bir hükmü tesbit
etmek içindir. Fahrüddin er-Razî der ki: "Tahkîk sonucu söylenecek söz
şudur: 'Allahu Teâlâ birinci ayet-i kerimede kâfirlerin savaşa başlamaları
şartıyla cihadı emretmektedir. "Onları nerede bulursanız öldürün!"
ayetinde ise mükellefiyeti daha da artırmış ve kâfirler savaşsınlar veya
savaşmasınlar Müslümanlara onlarla cihat etmeyi emretmiştir. Ancak şu buyruğu
ile de Mescid-i Haram yakınında savaşmayı bundan istisna etmiştir: "Onlar,
orada sizinle savaşmadıkça sakın siz de Mescid-i Haram'ın yanında onlarla
savaşmayınız. Eğer savaşırlarsa siz de onları öldürünüz..."
Mukatil'den
"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayet-i
kerimesinin Allahu Teâlâ'nın: "Mescid-i Haram'ın yanında onlarla savaşmayınız."
buyruğu ile neshedildiğine, daha sonra bunun da Allahu Teâlâ'nın "Fitne
kalmayıncaya kadar onlarla savaşın." ayetiyle nesh edildiğine dair gelen
rivayet hakkında ise Fahrüddin er-Razî şunları söylemektedir: "Bu zayıf
bir görüştür. Allahu Teâlâ'nın "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de
savaşın." buyruğunun mensuh olduğuna dair iddia daha önce çürütülmüştür.
Mukatil'in bu ayetin Allahu Teâlâ'nın: "Mescid-i Haram'ın yanında onlarla
savaşmayınız." buyruğu ile neshedildiğine dair görüşüne gelince; bu nesih
değil, bir tahsistir. Yine onun "Onlarla Mescid-i Haram'ın yanında
savaşmayınız." buyruğunun "Fitne kalmayıncaya kadar onlarla
savaşın." buyruğu ile neshedildiği şeklindeki görüşü de hatadır. Çünkü
Harem bölgesinde savaşı başlatmak caiz değildir ve bu hüküm bakîdir,
neshedilmiş değildir. Böylelikle Mukatil'in görüşünün zayıf olduğu sabit
olmaktadır. Diğer taraftan hikmeti sonsuz olan Allahu Te-âlâ'nın herbiri
diğerini nesheden bunca ayeti biraraya toplaması çok uzak bir ihtimaldir."
[152]
Hanefîler:
"Onlar sizinle Mescid-i Haram'ın yanında savaşmadıkça sakın siz de
onlarla savaşmayınız." ayetine dayanarak, Harem'de savaşmadığı sürece
Harem bölgesine sığınan kâfirin öldürülmeyeceğini ileri sürürler. Ayet-i kerime
genel ifadesiyle aynı şekilde katilin de Harem'e sığındığı takdirde
öldürülmeyeceğine delâlet etmektedir. Her iki kişi hakkındaki bu hükmü Allahu
Teâlâ'nın: "Oraya giren emniyet içinde olur." (Âl-i İmran, 3/97) buyruğu ile, "Hani
biz o evi insanlar için kendilerini emniyet içinde hissedebilecekleri bir
dönüş yeri yapmıştık." (el-Bakara, 2/125) buyruğu da desteklemektedir.
[153]
İslam
savaşı can, ülke, namus ve saygı duyulması gereken diğer hakları savunmak için
meşru gölmüştür. Yoksa düşmanlık, saldırganlık, kan dökmek için meşru görmüş
değildir.
İslâm'da
savaşın üstün gayesi; dinî tebliğ hürriyetini yerleştirmek, Allah'ın
kelimesini yükseltip, şeriatını zafere kavuşturmak, Müslümanların ve İslâm
davetçilerinin hamasetlerini korumaktır.
[154]
Fukahadan
bir gurup birinci görüştedir. Cumhur ise ikinci görüştedir. Buna: "Fitne
kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." ayetini
delil gösterirler. Fitneyi şirk veya küfür diye tefsir ederler. Ayrıca cumhur,
Resulullah (s.a)'ın Kütüb-i Süte sahiplerince rivayet edilen Ebu Hureyre'den gelen
mütevatir hadisi de buna delil gösterirler. Resulullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
"Ben insanlarla 'lâ ilahe İllallah" deyinceye kadar savaşmakla
emrolundum." Kurtubî der ki: "Ayet-i kerime ve hadis-i şerif savaşın
sebebinin küfür olduğunun delilidir. Çünkü Allahu Teâlâ "Fitne
kalmayıncaya kadar." yani küfür kalmayın-caya kadar diye buyurmakta ve
böylece küfrün kalmayışını savaşın nihaî gayesi olarak tespit etmektedir."
Bu husus da açıkça anlaşılan bir husuctur.[155]
Yani bunun anlamı 'küfür zeval buluncaya, İslâm sabit oluncaya kadar onlarla
savaşınız', demektir. Bunun benzeri de Allahu Teâlâ'nın: "Onlarla savaşa
çağrılacaksınız veya onlar İslâm'a gireceklerdir." (Fetih, 48/16)
buyruğudur.
[156]
"Onun
için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık
verin." ayet-i kerimesi, herhangi bir yolla haksızlık yapmamak veya hırsız
gibi muamele görmemek şartıyla zalimden hakkı almanın caiz olduğunun
delilidir. Malik, Şafiî ve başkalarının görüşü budur. İbnül-Arabî der ki[157]:
Senin
kanını mubah gören kimsenin kanı, kendi elinle ondan intikamını almak suretiyle
değil de hâkimin hükmü dolayısıyla mubahtır. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur.
İmkânın
olduğu takdirde; senin malını alanın, alacağın mal kendi malının cinsinden
olmak (yiyeceğe karşılık yiyecek, altma karşılık altın) ve hırsız gibi kabul
edilmekten emin olmak şartıyla sen de malını al.
Senin
malının emsinden olmayanı almaya gelince; bu konuda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Kimisi "hâkimin hükmü olmadıkça alınmaz' deinektedir.
Kimisi de 'onun kıymeti tespit edilir ve bunun kadan alınır1 demişlerdir.
Bence sahih olan görüş de budur.
Senin
namusuna dil uzatanın; haddi aşarak anne-babasma, oğluna veya yakınlarına kadar
gitmemek şartıyla sen de onun namussuzluğunu (yalan olmamak şartıyla) ortaya
çıkarabilirsin. O sana istediği kadar yalan söylesin, sen ona yalan
söyleyemezsin. Çünkü kötülüğe kötülükle karşılık verilmez. Meselâ: O sana: Ey
kâfir1 diyecek olursa, senin de ona: 'Esas kâfir sensin' demen caiz olur. Eğer
sana: 'Ey zinakâr!' derse, senin ona cevabın ancak: 'Ey yalancı. Ey yalan şahitliği
yapan kişi!' demendir. Şayet sen de ona: 'Ey zinakâr!' dersen, yalan söylemiş
ve yalan söylediğin için günaha girmiş olursun. Sana nispet edilen bu yalan
dolayısıyla da sorumlu tutulursun, hiç bir şey de elde etmiş olmazsın, belki
de zarar edersin. Eğer o, mazereti olmadığı halde senin hakkını savsaklayacak
olursa, 'Ey zalim, ey insanların mallarını yiyen kimse!' diyebilirsin."
Resulullah
(s.a) bir sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Ödeme gücü olup da savsaklayan
kimsenin ödemek zorunda olduğu şeyi ödememesi kendisinin cezalandırılmasını
meşru kılar."
[158]
Irzının helâl kılınması yukarıda açıkladığımız şekilde olur, cezalandırılması
ise borcunu ödeyinceye kadar hapsedilmesiy-le olur."
[159]
Yine:
"Siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin" ayet-i
kerimesi kısasta misilleme ilkesine işaret etmektedir. "Şayet bir cezaya
karşılık verecek olursanız, ancak size yapılanın benzeri ile karşılık
veriniz." (Nahl, 16/126) ayeti de buna benzemektedir. Buna göre bir kimse
herhangi bir şey ile başkasını öldürdüyse kendisi de o şekilde öldürülür.
Lutîlik ve şarap içirme gibi insanları kötü yola götürüp fasıklık yaparak
öldüren kimseler ise kılıç ile öldürülürler. Cumhur'un görüşü budur. Malikîler
yine ateş ve zehir ile öldürmeyi de istisna ederler ve: 'Bu yolla katil
öldürülmez' derler. Çünkü Resulullah (s.a.): "Allah'tan başka kimse ateş
ile azap etmez." diye buyurmuştur. Zehir de ateş gibi mütalaa edilir.
Ebu
Hanife ve mezhebinde daha sahih kabul edilen görüşünde Ahmed der ki: Ancak
demir kılıç ile kısas uygulanır. Bunun delili ise İbni Mace, Darakutnî ve
Beyhakî tarafından rivayet edilen en-Nu'man b. Beşir'in naklettiği şu hadis-i
şeriftir: "Ancak demir ile kısas yapılır, ancak kılıç ile kısas
yapılır."
Boğarak,
zehirleyerek, bir dağdan yuvarlayarak, bir kuyuya atarak veya bir kütük ile
başka bir kimseyi öldüren hakkında Ebu Hanife, tek başına böyle bir kimsenin
öldürülmeyeceğini ve ona kısas uygulanmayacağını söyler. Çünkü ona göre ağır
bir şey ile öldürmek kısası gerektirmez. Çünkü bu kasta benzer bir öldürmedir.
Böyle bir öldürme ise, katilin âkilesi tarafından diyet ödemeyi gerektirir.
Eğer katil, başka birisini sivriltilmiş demir, taş yahut ahşap bir şeyle
öldürmüşse veya boğmak ve yüksekçe yerlerden atmak suretiyle öldürdüğü
biliniyorsa ona kısas gerekir.
[160]
Cihat
can ve mal ile olur. Savaşların güçlü kuvvetli erkeklere ihtiyacı olduğu gibi
orduları hazırlamak da araç, gereç, silah ve masrafa da ihtiyacı vardır.
Müslüman, Allah'ın adının yücelmesi yolunda infakta kusur edecek olursa, hem
kendini hem cemaatini ve hem de bağlı olduğu ümmeti helak ve tahrip etmiş
olur. "Allah yolunda infak ediniz, ellerinizle kendinizi tehlikeye
atmayınız." ayeti, öğrenmiş olduğumuz gibi, ensar hakkında kıtlıkla ve kuraklıkla
karşı karşıya kalıp infaka ihtiyaç kalmadığını sandıkları vakitte nazil
olmuştur. Çünkü onlara göre Allah İslâm'ı aziz kılmış, İslâm'ın yardımcıları
artmıştı. Ancak Allah onların bu mazeretlerini kabul etmedi. Çünkü cihat daimî
bir gerekliliktir. Savaş için hazırlık her zaman geçerli, serî bir görevdir.
[161]
İlim
adamları, bir kişinin savaşta kendisini tehlikeye atması ve tek başına düşmana
karşı koyması hususunda; böyle bir şeyin, nefsi tehlikeye atmak mı, yoksa
atmamak mı olduğu hakkında değişik görüşler ortaya koymuşlardır. Ma-likîlerden
bir topluluk şöyle demektedirler: Güç sahibi olup Allah'a halis bir niyyet ile
bu işi yaptığı taktirde, büyükçe bir orduya karşı tek başına bir Müs-lümanın
hamle yapmasında mahzur yoktur. Şayet bu kişi yeterli güce sahip değil ise, o
vakit bu, tehlikeye atılmak kabilinden olur.
Bir
görüşe göre de ihlaslı olarak şehadet isteyen kişi, düşmana hamlesini yapsın.
Çünkü onun maksadı düşmanlardan bir kişiyi alt etmektir. Allahu Teâlâ'nın
"İnsanlardan Allah'ın rızasını isteyerek\nefsini O'na satan kimseler vardır."
(Bakara, 2/207) buyruğunda bu açıkça görülmektedir. İşte gerçek manada
kendisini feda eden kişi budur. Rivayet edildiğine göre adamın biri Hz. Peygamber
(a.s)'e şöyle sormuş: "Allah yolunda sabredip mükâfatını umarak
öldürülür-sem, durumum ne olur?" Resulullah (s.a): "Senin için cennet
vardır." diye buyurur. Bu söz üzerine o da öldürülünceye kadar
düşmanların arasında savaşır.
Muhammed
b. el-Hasan der ki: "Eğer tek bir kişi kurtulacağını ve düşmana çok zarar
vereceğini zannedip müşriklerden bin kişiye hamle yapsa bunda onun için bir
beis yoktur." Şayet böyle bir durum yoksa bu iş mekruhtur. Çünkü o,
Müslümanlar için faydası olmayan bir yerde kendini göz göre göre ölüme
atmıştır.
Şayet
kasıt Müslümanların, kâfirlere karşı cesaretini arttırıp teşvik etmekse, bu
hal, caiz olabilir. Çünkü bunda bazı yönleriyle Müslümanlar için fayda vardır.
Eğer
bundan maksadı Müslümanların dinleri için kendilerini feda edebileceğini gösterip
düşmanların kalbine korku vermek ise, bu da caiz olabilir.
Şayet
bu yaptığında Müslümanlar için bir fayda varsa ve Allah'ın dinini aziz kılıp
kâfirleri zayıflatmak için canını feda ederse, Allahu Teâlâ'nın şu buyruğunda
övmüş olduğu şerefli makamı elde etmiş olur: "Şüphesiz Allah, müminlerden
canlarını ve mallarını, onlara cenneti vermek karşılığında satın almıştır."
(Tevbe, 9/111). Allahu Teâlâ'nın bu doğrultuda, canlarını Allah yolunda feda
edenleri övdüğü pek çok ayet-i kerimesi daha vardır.
Buna
göre, iyiliği emredip kötülükten alıkoymanın hükmünün şöyle olması gerekir:
Kişi dinde bir fayda umup da bu uğurda öldürülünceye kadar çarpışıp canını
feda ederse şehitliğin en üst derecelerinde olur. Nitekim Allahu Te-âlâ şöyle
buyurmaktadır: "ve iyiliği emret, kötülükten nehyet. Sana isabet edene de
sabret. Çünkü bu, kati olarak farz kılınan işlerdendir." (Lokman, 31/117).
İbni Abbas da Peygamber (a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Şehitlerin
en faziletlisi, Abdülmuttalib oğlu Hamza ile zalim bir sultanın huzurunda hak
bir söz söyleyip de sultan tarafından öldürülen kimsedir."
[162]
196-
Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın. Eğer bundan alıkonursanız o halde
kolayınıza gelen kurbandan oraya (kurban yerine) gönderin. Kurban yerine
gidinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden, kim hasta olur
veya başına sıkıntılı bir şey gelirse ona oruçtan, sadakadan yahut da
kurbandan bir fidye vacip olur. Emin olan ve hac zamanına kadar umre yapmak
isteyen kişiler, kolayına gelen bir kurbandan kessin. Fakat kurban bulamayanlar
ise; hac günlerinde üç, hacdan döndüklerinde yedi gün olmak üzere tam on gün
oruç tutsun. Bu durum, Mescid-i Haram'da oturmayanlar içindir. Allah'tan
korkun ve Allah'ın gazabının gerçekten çok şiddetli olduğunu bilin.
197-
Hac bilinen aylardır. Kim o aylarda haccı farz olan bir emir kabul ederse
artık ona hacda kadına yaklaşma, kötü söz söyleme, günah işleme ve kavga etme
yoktur. Allahu Teâlâ, nasıl bir hayır işlediğinizi bilir. Bir de azık edinin,
şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır. Ve ey kâmil akıl sahipleri, Ben'den
korkun!
"Hac
bilinen aylardır." Bu buyrukta, dilbilgisi açısından müptedâ ve haber
vardır. (Bu cümle, isim cümlesidir. Cümlenin yüklem ve öznesi vardır.) Burada
takdirî bir takım ifadelerin bulunması kaçınılmazdır. Gizlenenin takdiri
hususunda iki görüş vardır: Birincisine göre; 'haccın ayları, bilinen
aylardır.' Buna göre tamlanan gizlenmiş, tamlayan da onun yerine
kullanılmıştır. İkincisi; lıac bilinen aylardaki ziyarettir",
şeklindedir.
[163]
"Artık,
içinizden kim hasta olursa" yani "kim hasta olduğu için tıraş olursa"
ile "döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere..." şeklindeki emirde,
gaipten muhataba iltifat (geçiş) vardır.
"Tam
on gün..." şeklindeki buyrukta da; tafsilattan sonra icmal (özetleme)
vardır. Kasıt ise, tekid yani daha çok pekiştirmektir. Buna itnab adı verilir.
"Allah'tan
korkun ve bilin ki Allah'ın..." ayet-i kerimesinde Allahu Te-âlâ'nm ism-i
celâlinin, zamir olarak kullanılması gereken yerde açıktan zikredilmesi,
heybet ve celâl ifade etmesi içindir.
"kadına
yaklaşma, kötü söz söyleme, günah işleme ve kavga etme olmamalıdır
(yoktur)." Buradaki nefiy, nehiy (yasak) anlammadır. Yani siz, o günlerde
kadına yaklaşmayın, kötü söz söylemeyin, günah işlemeyin, arkadaşlarınızla,
hizmetçilerinizle, ücretle tuttuğunuz kimselerle tartışmayın denilmiştir. Buradaki
nefiy, açıkça daha beliğdir. Yani hiç bir şekilde bunun yapılmaması icap eder.
Bunlardan uzak durmak her zaman vacip olmakla birlikte, hacda bunlardan uzak
durmanın emredilmesinin sebebi, bu gibi şeylerin hac ile birlikte yapılmasının
daha çirkin oluşudur. Tıpkı, namazda iken ipekli elbise giymek, Kur'an-ı Kerim
okurken şarkı söyler gibi tegannî etmek gibi.
[164]
"Haca
da umreyi de Allah için tamamlayın." Bunları haklarına uygun olarak eda
edin.
"Eğer
bundan alıkonursanız" düşman veya hastalık dolayısıyla bunları
tamamlayamazsanız "o halde kolayınıza gelen kurbandan oraya
gönderin." Kolayınıza gelen kurbanı kesin. O da koyun, ya da hac yapan
veya umre yapan kişinin Beyt-i Haram'a hediye ettiği, orada kesilip fakirlere
dağıtılmak üzere gönderdiği bütün davar türleridir.
"Kurban
yerine varıncaya kadar" kesilmesinin helâl olacağı yere ulaşıncaya kadar
"başlarınızı tıraş etmeyin." yani ihramdan çıkmayın. Kurbanın kesilmesinin
helâl olacağı, Şafiî ve Malik' e göre belirtilen yerdir. Bu kurban, orada
ihramdan çıkmak maksadıyla kesilir ve o bölgenin fakirlerine dağıtılır, tıraş
olunur ve böylece ihramdan çıkılır. Hanefilere göre ise kurbanın kesileceği
yer, Harem bölgesidir.
'Veya
başında" bit, başağrısı gibi "sıkıntılı bir şey bulunursa" ve
ihramlı iken tıraş olursa "ona" üç gün oruçtan; "sadakadan"
çoğunlukla o beldede kullanılan temel gıda maddelerinden üç sa'ı
[165]
altı miskine dağıtmak suretiyle, "yahut da kurbandan" yani bir koyun
kesmek sureciyle "bir fidye vacip olur." (Ayet-i kerimede kurban
karşılığı olarak kullanılan) nüsuk; aslında 'ibadet' anlamındadır. Burada
kasıt, kesilecek olan hayvandır. Ona bu ismin veriliş sebebi, mümin kimsenin
Allahu Teâlâ'nın emirlerini yerine getirerek ona yakınlaştığı ibadetlerin en
şereflilerinden olmasıdır. Ayet-i kerimede geçen (veya anlamına gelen)
"ev" (mealde virgül ile karşılanmıştır) muhayyerlik ifade eder. Bu
gibi mazeretlere; özürsüz olarak tıraş olmak, koku, dikişli elbise ve yağ gibi
şeyleri özürsüz ya da başka bir sebepten ötürü kullanıp faydalanmak da dahil
edilmiştir.
"Emin
olduğunuz vakit" bir görüşe göre 'hastalıktan iyileştiğinizde' diğer bir
görüşe göre de 'düşmandan korkunuz gittiğinde' demektir, "kim hac zamanına
kadar umreden faydalanmak isterse" yani 'umreyi bitirdikten sonra
ih-ramlıyken yasak olan şeylerden istifade eden kişi bunu hac için ihrama girinceye
kadar sürdürürse' demektir. Ancak bu durum ancak hac aylarında umre için ihrama
girilmiş olması şartına bağlıdır." kurbandan kolayına geleni kessin."
Bundan maksat, kişinin Mekke'de hac için ihrama girdikten sonra keseceği
kurbandır. Efdal olan, bunu Kurban bayramının birinci günü (yevmu'n-nahr)
kesmesidir.
"Kim"
olmadığı yahut parası bulunmadığı için kurban "tedarik edemezse" hac
için ihramlı olduğu halde üç gün oruç tutması gerekir. Buna göre Zilhiccenin
yedinci gününden önce ihrama girmesi icap eder. Efdal olan ise altıncı günden
önce girmesidir. Çünkü Arefe günü oruç tutmak mekruhtur. Şafiî daha sahih
kabul edilen görüşe göre bu orucun, teşrik günlerinde de tutulması caiz değildir.
Yedi gün ise, vatanına yani Mekke'ye veya bir başka yere dönüşünden sonra
tutar.
"Aile
ikametgâhı Mescid-i Haram'da bulunanlar" Hanefîlerin görüşüne göre Mekke
halkı ve Mîkât'a kadar olan bölgelerdekilerdir. Şafiî'ye göre ise, Ha-rem'e iki
merhaleden daha yakın bölgeye kadar olan yerler de yaşayanlardır.
"Hac
bilinen aylardır." Haccın zamanı Şevval, Zülkade ve Zülhicce'den on
gündür. Şafiî'nin görüşü bu istikamettedir. Cumhurun görüşüne göre ise iyi olmamakla
beraber bu ayların dışında, hac için ihrama girmek caizdir.
"Her
kim o aylarda haca farz olan bir emir kabul ederse" yani 'gizli olarak
niyet edip, ihrama girerek, herkesin duyabileceği bir şekilde telbiye getirmek
suretiyle hacca başlayıp, kendisini haccı yerine getirme mükellefiyeti altına
sokarsa' demektir. Şafiî' ye göre telbiye getirmek haccın rükünlerinden
değildir. Zahirîler ise bunu vacip kabul ederler. Bu ayet-i kerimenin
kendisinden önceki buyruklarla ilişkisi de şudur: Allah Teâlâ hac ve umrenin
tamamlanmasını emrederek umrenin belli bir vakti olmadığını haccın ise tayin
edilmiş bir vaktinin bulunduğunu beyan etmektedir.
"Hacda
rafes" yani cima kadına yaklaşmak "fâsıklık" isyan, günah
işlemek "ve cidal"
[166]
tartışma, mücadele "yoktur." Bu üçünün nefyedilmesi (yani olumsuz
olduklarının bildirilmesi onları nehyetmek (yasaklamak) demektir.
"Bir
de" yolculuğunuzda size yetecek kadar "azık edinin. Şüphesiz ki
azığın en hayırlısı takvadır." (Azık ve takva), dilencilik yapmaktan ve
insanlara yük olmaktan kişileri uzaklaştıran şeydir. "Ey kâmil akıl
sahipleri! Allah'tan korkunuz!"
"el-Elbab
(üstün akıllılar)" lüb kelimesinin çoğuludur. Lüb ise her şeyin özüne
denir. Bundan dolayı akla da lüb adı verilmiştir.
[167]
Allahu
Teâlâ'nın: "Haca da umreyi de Allah için tamamlayın." buyruğunun
nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Saffan b. Umeyye'nin şöyle
dediğini nakletmektedir: Cübbe giyinmiş, vücuduna za'feran sürünmüş bir adam
Resulullah (s.a)'m huzuruna gelerek: "Ey Allah'ın Resulü umrem ile ilgili
olarak bana nasıl bir emir vereceksin?" diye sordu. Bunun üzerine Allahu
Te-âlâ: "Haca da umreyi de Allahu Teâlâ için tamamlayın." buyruğunu indirdi.
Hz. Peygamber: "Umreye dair soru soran nerede?" deyince adam:
"İşte buradayım" dedi. Hz. Peygamber adama: "Üzerindeki
elbiseleri çıkar, sonra guslet, daha sonra gücünün yettiği kadar burnuna su
çek; ve en sonunda da hac ettiğinde ne yaptıysan umrede onu yap."
Allahu
Teâlâ'nın "Artık içinizden kim hasta olur ve başında sıkıntılı bir şey
gelirse" buyruğu ile ilgili olarak Buharî' nin rivayetine göre KaTb b.
Ucre'ye Allahu Teâlâ'nın "Ona oruçtan... bir fidye vacip olur."
buyruğu hakkında soru sorulmuş, o da şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.)'in
yanına götürüldüm. Bitler yüzümün üzerine dökülüyordu. Bana: 'Senin sıkıntının
bu noktaya kadar ulaştığını zannetmiyordum. Bir koyun bulamaz mısın? Ben:
'Hayır", dedim. 'O halde üç gün oruç tut veya altı yoksulu her birisine
yarım sa' buğday vermek suretiyle doyur. Başını da tıraş et!' dedi. İşte bu
ayet-i kerime özel olarak benim hakkımda nazil oldu ise de hepiniz için
umumidir." Müslim de Ka"b b. Ucre'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir:
"Bu
ayet-i kerime benim hakkımda nazil oldu. Resulullah (s.a)'ın yanına vardım o:
"Yaklaş!" dedi. İki veya üç defa ona yaklaştım. Bana: "Şu
haşerelerin sana eziyet vermiyor mu?" dedi. (Hadisin ravilerinden olan)
İbni Avn dedi ki: "Zannederim o: 'Evet' dedi. Bunun üzerine bana oruç
tutmayı yahut sadaka vermeyi veya kolayıma gelen bir kurban kesmeyi
emretti."
Ahmed'in
rivayetine göre Ka'b şöyle demiş: "İhramlı olduğumuz halde Hu-deybiye'de
Resulullah (s. a) ile birlikte idik. Müşrikler bizi kuşatmış (engellemiş) idi.
Saçlarım kulaklarımın altına sarkacak kadar uzundu. Haşereler yüzümün üzerine
dökülmeye başladı. Resulullah (s.a) yanımdan geçti ve: 'Başındaki haşereler
sana eziyet vermiyor mu?' diye sordu. Daha sonra ona (Ka'ba') tıraş olmasını
emretti. Dedi ki: "Artık içinizden her kim hasta olur veya başına bir
sıkıntı gelirse ona; oruçtan, sadakadan yahut da kurbandan bir fidye vacip
olur." ayeti nazil oldu."
Allahu
Teâlâ'nın: "Bir de azık edinin" buyruğu ile ilgili olarak Buharî ve
başkaları İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yemenliler
hacca gelir, azık almazlar ve: 'Biz mütevekkil kimseleriz.' derlerdi. Bunun
üzerine Allah Teâlâ: "Bir de azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı
takvadır." buyruğunu indirdi."
[168]
Burada,
önce oruca dair hükümlerden daha sonra ise haram aylardan, Mescid-i Haram'dan,
bu aylarda ve bu yerlerde yapılan savaşlardan bahsedildi. Ardından da hacca
dair hükümler ortaya kondu. Çünkü haccm ayları, oruç aylarından sonra gelir.
Allahu Teâlâ, buyruklarında düşmanın haccı tamamlamaktan alıkoyduğu kuşatma
altındaki kimsenin ve Harem ehli olmayan kimselerin hac zamanına kadar
temettü' yapmalarının hükümlerini açıkladı, haccm vaktinin ise bilinen aylarda
olduğunu belirtti.
[169]
Hac,
cahiliye dönemi Arapları arasında, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail döneminden beri
bilinen bir ibadetti. İslâm, bu ibadetteki şirk ve yasaklan ortadan kaldırıp
ona bazı hac usûllerini ekledikten sonra bu ibadeti sürdürdü.
Allahu
Teâlâ, hicretin altıncı yılında "Ona bir yol bulabilenlerin o evi ziyaret
etmesi (haccetmesi) Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." (Al-i
İmran, 3/97) buyruğu ile haccı Müslümanlara farz kılmıştı. Müslümanların
yaptıkları ilk hac, Ebu Bekir (r.a.)'in komutası altında hicretin 9. yılında
gerçekleşmişti. Daha sonra, Resulullah (s.a) hicretin onuncu yılında haccetti.
Onun bu haccm-da Hz. Ebu Bekir, hacceden müşriklere: "Artık, bu seneden
sonra hiç bir müşrik Beyt-i Haram'ı tavaf etmeyecektir." diye ilan etti
ve"Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıldan sonra artık onlar
Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) ayeti de nazil oldu.
İşte,
Müslümanlar o tarihten itibaren; büyük bir şevk, özlem ve tazim dolu
kalplerle, doğu ve batının değişik bölgelerinden Allah'ın yüce evini ziyaret etmek
için her yıl akın etmeye devam ettiler. Onlar haclarını Allahu Teâlâ'ya iman
sancağının gölgesi altında yapıyorlar, Allah'ın emirlerini kabul ettiklerini
ifade eden telbiyeleriyle yükseltiyorlar, kalplere heybet veren bu yerlere huşu
içinde yöneliyorlar. Bunu ise ruhlarını, ilahî emirlere muhalefet ve isyan
etmek şüphelerinden arındırmak maksadıyla yapıyorlar. Onlar cemaat olarak
oluşturdukları saflarda ve başkalarına karşı gösterdikleri muamelelerde efendi
ile köle, yöneten ile yönetilen, zengin ile fakir arasında herhangi bir ayırım
gözetmeksizin maddî ve fiilî olarak eşitlik içinde biribirleriyle kaynaşmış oluyorlar.
Dünyanın dış görünüşünden ve süsünden soyutlanıyorlar. Dünyanın hiç bir yerinde
her yıl yapılan ve büyük kitlelerin katıldığı bu hac kongresi gibi evrensel
bir kongre yapılamaz. Orada farklı milletlere mensup değişik renkte ve farklı
dilleri konuşan müminler dünyanın dört bir yanından gelip toplanmaktadırlar.
Allahu
Teâlâ bu ayet-i kerimelerde haccm birtakım hükümlerini de beyan etmektedir. Bu
hükümleri şöyle sıralayabiliriz:
[170]
Yani
şart ve fiillerinden herhangi bir şeyi eksiltmeden ve bunları ifa ederken de
yasak kılınmış herhangi bir şeyi yapmadan eksiksiz ve tam olarak hac ve umreyi
edâ etmek; zahiren şeriatın istediği şekilde edâ edip batınen de dünyevî
herhangi bir maksat gözetmeksizin ihlas ile yalnızca Allah için ifa etmekle
hac ve umre menâsiki bitirilmiş olur. "Tamamlamak" tabiri Müslümanların
bunlara başlamış oldukları hissini vermektedir. Müslümanlar hicretin 6.
yılında umreye başlamış fakat onu tamamlamaları engellenmişti. Bu bakımdan
yedinci yılda gerçekleşen umreye "kaza umresi" adı verilmektedir.
Al-lahu Teâlâ'nın "Haccı ve umreyi Allah (rızası) için tamamlayınız."
buyruğu, hastalık veya düşman sebebiyle engellenen kimselerin, hediyelik kurban
ile ihramdan çıkabilecek olmaları -Hanefîlerin görüşüne göre- kaza
gerekliliğine delildir. Çünkü ayet-i kerimedeki bu emir, o ibadete başlamak
suretiyle vücu-bu gerektirir. Allahu Teâlâ'nın: "Tamamlayınız..."
buyruğundan kasıt ise, onlara başladıktan sonra bu iki ibadeti tamamlamaktır.
Malik ve Şafiî ise şöyle demektedir: "İhramlı bir kimse düşman sebebiyle
engellenecek olur da ihramından çıkarsa hacda olsun, umrede olsun, onun için
Tcaza' söz konusu değildir." Ayet-i kerimede anlatılmak istenen ise;
Onların eda edilmeleri ve yerine getirilmeleridir. Allahu Teâlâ'nın
"...onları tamamladı" (Bakara, 2/124) buyruğu "Sonra orucu
geceye kadar tamamlayınız." (Bakara, 2/187) buyruğuna benzemektedir.
[171]
Bu
ayet-i kerimede her ikisinin de tamamlanması emredilmekle birlikte ilim
adamları, haccın farziyetini ittifakla kabul ederken, umre hakkında farklı
görüşlere sahiptirler. Şafiîlerle Hanbelîler: "Umre de hac gibi vâcib
(farz)dir. Çünkü, Allahu Teâlâ: "Haccı da umreyi de Allah için
tamamlayın." diye buyurmakta, yine aynı şekilde: "Kim hac zamanına
kadar umreden faydalanmak isterse kolayına gelen bir kurbandan kessin."
buyruğu ile yine Allahu Tâlâ'nm "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın
alemetlerindendir. Haccedip umre yapan kimselerin onları tavaf etmesinde
kendisi için bir vebal yoktur." (Bakara, 2/158) buyrukları hep bunu
gerektirmektedir. Diğer taraftan sahih hadiste Rasûlull-lah (s.a)'ın ashab-ı
kirama şöyle dediği sabittir: "Her kimin yanında kurbanlığı var ise bir
hac ve umre için ihrama girsin." Yine Resulullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:
"Kıyamet gününe kadar umre, haccın içine girmiştir." Dârukutnî ve
Hakim de Zeyd b. Sabit'ten Resulullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedirler:
"Hac ve umre farzdır. Bunlardan hangisini daha önce yaparsan yap, sana
zararı olmaz."
Malikîlerle
Hanefîlerin görüşüne göre ise, umre bir sünnettir. Çünkü Allah'ın haccı farz
kılmış olduğu bütün ayet-i kerimelerde umre sözkonusu edilmektedir. "Ona
gitmek için bir imkân bulabilenler için Beyt'i ziyaret etmek Allah'ın insanlar
üzerindeki bir hakkıdır." (Al-i İmran, 3/97); "ve insanları, hem
yayan hem de zayıf develer üzerinde sana gelebilmeleri için hacca davet
et." (Hacc, 22/27). Diğer taraftan İslâm'ın rükünlerini sözkonusu eden
hadis-i şeriflerde umreden bahsedilmemektedir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.),
Şafiî, Abdür-rezzak, İbni Ebi Şeybe, İbni Maceh ve Abd b. Humeyd'in Ebu Salih
el-Hane-fî'den yaptığı rivayette şöyle buyurmaktadır: "Hac bir cihattır,
umre ise bir nafiledir."
Tirmizî,
sahih olduğunu belirttiği bir hadisi şerifinde de Hz. Cabir"den şunu
rivayet etmektedir: "Adamın birisi Resulullah (s.a)'a: 'Umre vacip (farz)
midir?' diye sordu. Hz. Peygamber (a.s.): "Hayır. Ama yine de umre yapmanız
sizin için daha hayırlıdır, diye cevap verdi. Malikîlerle Hanefîler,
Hz.Peygamber (s.a.)'in umrenin farz olduğunu belirten hadis-i şeriflerini,
umreye başlandıktan sonra bu hüküm verilebilir şeklinde tevil etmişlerdir. O
halde umrenin va-cib olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur. Kuvvetli görüş
birinci görüştür. Çünkü bu: "Haccı da umreyi de Allah için
tamamlayınız." ayet-i kerimesi umrenin vücubuna delildir. Çünkü Allahu
Teâlâ haccm tamamlanmasını emrettiği gibi, umrenin de tamamlanmasını emretmektedir.
[172]
Sizler
ihramlı olduğunuz halde düşman, hastalık veya benzeri bir sebep dolayısıyla hac
ibadetinizi tamamlamaktan alıkonursanız ihramdan çıkmak istediğinizde
kolayınıza gelen bir kurban kesmeniz gerekir. Bu ise, ya bir deve ya bir inek
veya bir koyundur. Eğer muhsar (alıkonan) kimse bunları bulamayacak olursa
keseceği hayvanın kıymeti biçilir ve o kıymet ile yiyecek alır ve onu tasadduk
eder. Bunu da bulamazsa her bir müd 875 gr. yiyecek (buğday) için bir gün oruç
tutar. İhsar, (bir işten alıkonma), hac için de umre için de sözkonu-sudur.
Çünkü her ikisi de aynı şekilde engellenebilir.
Fukaha
ihsarın sebepleri hakkında farklı görüşlere sahiptir: Hanefi'lerin görüşüne
göre ihsar, ister hastalık, ister düşman, ister hapis ve ister başka bir
sebeple olsun ihrama girdikten sonra Mekke'ye girmeyi engelleyen bütün halleri
ihtiva eder. Çünkü Allahu Teâlâ buna dair hükmü, mutlak olarak ihsar altında
bulunmaya bağlamıştır. İhsar ise alıkonulmaktır ve bu genel bir ifadedir,
hepsini sınırları içine alır.
Şafiîlerle
Malikîlerin görüşüne göre ise ihsann anlamı, 'düşman sebebiyle alıkonulmaktır.'
Bu görüşlerini İbni Abbas ve İbni Ömer'den gelen rivayetlerden alırlar. Çünkü
hasr; "alıkoymak, engellemek" demektir. Engellemenin ise, engellemeye
gücü yeten bir engelleyici tarafından yapılması gerekir. Bu da hastalıkta değil
de düşman hakında düşünülebilir. Çünkü Allahu Teâlâ'nın: "Emin olduğunuz
vakit" buyruğu, düşmandan korkmak hakkında kullanılır, düşman hakkında
kullanılmaz. Hasta olan kimse ise, kendisine gelinceye kadar senelerce hasta
kalsa bile Beyt'i tavaf etmedikçe ihramdan çıkmış sayılmaz.
Ancak
kuvvetli olan birinci görüştür. Çünkü güvenlik, genel bir kavramdır. Bu sadece
düşmandan emin olmakla sınırlı değildir. Engel, bir işten alıkoyan her şeydir.
Hastalık da, yolculuğa devam etmeyi, menasikin yerine getirilmesi gereken
amellerini tamamlamayı engeller. "Emin olduğunuz vakit" ayetindeki
hüküm ile umumu kapsayan bütünün bazı kısımlarını "alıkonursanız"
ayetinden anlaşılan umum ifadesi ile tahsis etmez.
İhramlı
kimsenin: "Lebbeyk Allahumme lebbeyk. Yeryüzünde sen beni nerede (hac ve
umreyi edâ etmekten) alıkoyarsan ben orada ihramdan çıkayım." demek
suretiyle şart koşmasının ise cumhura göre bir faydası yoktur ve bu kimsenin
bir kurban kesmesi gerekir. Ahmed, Ebu Sevr ve İshak b. Raheveyh ise böyle bir
şart koşmayı caiz kabul etmiş ve böyle kimselerin kurban ve hediye kurbanı
göndermesi gerekmediğini söylemişlerdir. Çünkü Resulullah (s.a), ez-Zübeyr b.
Abdülmuttalib'in kızı Dubaa'ya -Ebû Davud, Dârakutnî ve başkalarının
rivayetine göre- bu hususta izin vermiştir.
[173]
Hac
veya umreye girmeye "ihram" adı verilir. Bu ise, mikattan (ihrama
girme yeri) itibaren niyet ederek erkeklerin dikişli elbise ve ayakkabı giymekten
uzak durmaları, bunun yerine topuksuz terlik türünden bir şey giymeleri, koku
sürünmekten, kadınlara yaklaşmaktan, kara avı ve benzeri şeylerden uzak
durmaları ile olur. İhramdan çıkmak ise, "tahallül" adı verilen başı
tıraş etmek yahut saçları kısaltmak ile olur. Allahu Teâlâ hediye kurbanının
kesileceği yere ulaşmasından önce tıraş olmayı yasaklamış bulunmaktadır.
Sözkonu-su bu yer ise, Malik ve Şafiî' nin görüşüne göre ihsar olunan yerdir.
Onlar bu kanaate Resulullah (s.a) ve ashabının Hudeybiye yılındaki
uygulamalarını esas kabul ederek varmışlardır. Hanefîler in görüşüne göre ise
Mekke-i Müker-reme'nin Haremidir. Çünkü Allahu Teâlâ av hayvanının cezası
olarak: "Kâ'be'ye götürülmüş bir hediy kurbanı" (Mâide, 5/95) diye
buyurmaktadır. Burada hediy kurbanının Kâ'be'ye götürülmesinin şart koşulduğu
beyan edilmektedir. Bu yüzden bu niteliğin değiştirilmesi doğru olamaz.
Resulullah (s.a)'m kurban kesmesi ise Harem tarafında ve Hudeybiye cihetinde
olmuştu. Ancak kuvvetli olan görüş, birinci görüştür. Çünkü düşmanın veya
hastalığın engellemesi muayyen bir mekân ile sınırlandırılamaz ve ihramlı olan
bir kimsenin ilerlemesi veya alıkonulan bir yeri geçmesi engellenebilir. O
halde ihsar olunan yere gitmesi engellenmiş iken Harem bölgesine ulaşması nasıl
düşünülebilir? Allahu Teâlâ bir başka yerde de: "... bekletilen
kurbanlarınızı yerine varmaktan alıkoyanlardır." (Fetih, 48/25) şeklinde
buyurmaktadır. Bir görüşe göre, burada "bekletilen kurbanlar"dan
kasıt, Beytü'l-Atîk'a (Kâ'be'ye) ulaşması engellenmiş, muhasara altına alınmış
olan kurbanlıklardır.
[174]
Umre
için gönderilecek hediye kurbanının belli bir zamanının olmadığı, istenildiği
vakit bunun kesileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Hacdan alıkonulma
halindeki hediy kurbanını ise, cumhura göre dilediği zaman keser ve ihramdan
çıkar. Çünkü Allahu Teâlâ: "Eğer alıkonursanız o halde kolayınıza gelen
kurbandan gönderin." diye buyurmaktadır. Bu buyruk, ihsar sözkonusu olduğu
takdirde, bütün vakitler hakkında umumîdir. Çünkü umre ile ihsarın hükmünde
herhangi bir vakit tayini yoktur. Bu yüzden hac dolayısıyla meydana gelen
ihsar kurban ıyla, umre dolayısıyla meydana gelen ihsar arasında da fark
gözetilmez. Ayrıca kurban günü gelene kadar kurban kesmenin ertelenmesi apaçık
bir zarardır.
es-Sevrî,
Ebu Yusuf ve Muhammed der ki: "Hediye kurbanı, kurban bayramının birinci
gününden önce kesilmez.
[175]
Ebu
Hanife ve Muhammed der ki: "Muhsar bir kimsenin saçını kısaltması da
kesmesi de gerekmez. Cumhur der ki: "Muhsar bir kimse tıraş olur ya da
saçlarını kısaltır. Çünkü böyle bir şeye gücü yetebilir. Diğer taraftan Allahu
Te-âlâ: "Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin." (Bakara,
2/196) diye buyurmaktadır. Herhangi bir kimsenin, kurbanını kesmeden önce de
tıraş olması caiz değildir. Çünkü sünnet, önce kurban kesmek sonra da tıraş
olmak şeklindedir. Ayrıca sözü geçen ayet-i kerimede de: "kurban yerine
varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin." diye buyurulmaktadır.
[176]
İhramh
kimse ihramın şartlarına muhalefet ederek hastalık yahut başında bulunan bit,
yara, başağrısı ve buna benzer bir rahatsızlık sebebi ile saçlarını kesse veya
kısaltsa yahut üç parmağının tırnağını kesse veya zevcesini öpse ya da koku
sürünse, yahut bedenine yağ sürünse o takdirde üç gün oruç tutması yahut altı
fakir doyuracak kadar bir sadaka vermesi veya bir nüsük
[177] kesmekten
ibaret olan fidyelerden birisini yerine getirmesi gerekir. Sözü geçen
"nüsük" bir koyun kesmektir. Bu fidyelerden birisini seçmekte
muhayyer bırakılması ise muhayyerliği ifade eden: "ev = veya"
edatından anlaşılmaktadır. Sözü geçen fidye, Malik ve Ebû Hanîfe' ye göre
kasten ya da unutarak muhalefet etme filini yapması arasında fark yoktur. Şafiî
ve Ahmed' e göre ise unutarak muhalefet etmesi halinde bu fidye gerekmez.
Verilecek
yemeğin tesbiti: Bu ya bir rivayetle belirtildiği gibi her bir fakir için bir
sa'
[178]
olmak üzere altı sa'dır. Ya da diğer bir rivayette geçtiği üzere her bir fakire
yarım sa' olmak üzere üç sa'dır. Cumhur bu iki ayrı rivayeti bir arada ele
alarak altı sa'm sözkonusu edildiği rivayeti hurmaya; üç sa'm sözkonusu
edildiği rivayeti de buğdaya hamletmişlerdir. Çünkü sair sadakalarda tespit bilinen
miktar budur. Bu miktarın delili ise Buharî 'nin Ka'b b. Ucre yoluyla rivayet
ettiği hadis-i şeriftir. Ka'b dedi ki: "Hudeybiye'de Resulullah (s.a)
yanımda durdu. Başımdan bitler savruluyordu. Bana: 'Şu haşerelerin seni
rahatsız ediyor mu?' diye sorunca: "Evet." dedim. O bana:
"Başını tıraş et!" dedi. Ka'b dedi ki: "Bunun üzerine bu ayet-i
kerime nazil oldu ve ayeti zikretti. Peygamber (s.a) de şöyle buyurdu:
"Ya üç gün oruç tut veya altı kişiye bir ferak
[179]
tasaddukta bulun veya kolayına gelen bir kurban kes!" Malik, Şafii ve
Muhammed b. el-Hasen der ki: "Peygamber (s.a) müddü ile her fakire iki müd
vermedikçe başındaki rahatsızlıktan dolayı yerine getireceği keffârette
yoksulları sa-bah-akşam yedirmek yeterli değildir. Ebu Yusuf der ki: Yoksulları
sabah-ak-şam yedirmek yeterlidir.
Fidyenin
yerine gelince; Hanefîler der ki: Eğer bu kurban ise Mekke'de; yiyecek veya
oruç ise nerede istenirse yerine getirilebilir. Malik der ki: "Kişi bunu
istediği yerde yapabilir. Burada kesilecek kurban ise bir nüsüktür, bir hediye
kurbanı değildir. Nüsük istenildiği her yerde olur; hediye kurbanı ise ancak
Mekke'de olur. Şafiî der ki: "Yedirme ve kan (kurban kesmek) ancak
Mekke'de olur; oruç ise istenildiği yerde tutabilir. Çünkü oruçlunun Harem
ehline bir faydası yoktur." Ahmed der ki: "Tıraş olmanın fidyesi
tıraş olduğu yerde verilir. Saçı tıraş etmenin fidyesi dışında kalan kurbanlar
ise Mekke'de kesilir. Yemek yedirmek Mekke'de, oruç tutmak ise, istenilen her
tarafta olur.
[180]
Düşman
ve muhasara altına alınmaktan emin olup; menasikini yerine getirip umre
ihramında çıkmasından dolayı temettü' yapan ve Mekke'de hac için ihrama
gireceği vakte kadar temettü etmek üzere kalan (yani ihramsız olduğu halde
ihramda yasak kılman şeylerden faydalanan) kimsenin bir kurban kesmesi gerekir.
Yani Allahu Teâlâ'ya şükretmek üzere bir hediye kurbanı kesmelidir. Bunu Nahr
(Kurban bayramının birinci) günü Mina'da keser, tıpkı kurbanlıktan olduğu gibi
ondan yer veya Şafiî' nin görüşüne göre Meke'de o kurbanı keser. Bu durum ise,
kesilen kurbanlar bugün fakirlere ulaştırıldığından dolayı daha büyük bir
faydayı gerçekleştirebilmektedir. Hac ve umreyi birlikte (Kıran haccı) yapan
kimse de fidye vermenin gerekliliği açısından temettü' haccı yapan gibidir.
Çünkü temettu'un iki anlamı vardır: Birisi kadınlardan faydalanmanın (temettü)
mubah olması ve ihramın yasaklarını terketmek suretiyle müreffeh olmak; diğeri
ise 'hac aylarında aynı amellerle hac ve umreyi birlikte yapmaktır.
Kurbanlık
hayvan bulamayan veya bulup da bunu kesecek kadar parası olmaması yüzünden
hediye kurbanı kesemeyen kimsenin ise Arife ve terviye günlerinden
[181] ve
Zülhicce'nin 6. gününden önce ve hac ihrama girdikten sonra üç gün, ülkesine
döndükten ya da dönmeye başladıktan sonra da 7 gün oruç tutması gerekir. Bu 7
gün yolda da tutulabilir.
Bu
üç gün ile yedi gün tam on gün eder. Böylelikle yedi günden fazlasının
anlaşılmasının önüne geçilmiş olur. Bu yedi günün nitelendirilmesi ise, belirtilen
sayıya riayet etmeye dikkat çekmek içindir. Bu oruç tutma, yedi günden hiç
eksik olmamalıdır. Diğer taraftan bedelin olduğu şeyin yerini tamamıyla tuttuğuna
işaret etmek ve ikisi arasında fark bulunmadığını göstermek içindir.
Önce
umre amellerini bitirmek, sonra hac için ihrama girmek dolayısıyla fidyenin
gerekliliği, uzak beldelerden gelen afakîler için bir hafifletme ve bir ruhsattır.
Harem ehli için böyle bir ruhsat yoktur. Çünkü Harem ehlinden olmayan yabancı
bir kimse, yolculuğun meşakkatine Mekke'de ikamet edenden daha çok katlanır.
Yabancılar, hac ve umreyi birbirinden ayrı olarak eda etmek durumuyla karşı
karşıya kalmamaları için böyle bir ruhsata ihtiyaç duymuşlardır. Harem
halkının ise buna ihtiyaçları yoktur. Mescid-i Haram çevresinde bulunanlar için
temettü' haccı da kıran haccı da sözkonusu olmaz.
Allah'tan
emirlerini yerine getirmek hususunda gereken titizliği göstermek,
yasaklarından çekinmek suretiyle korkunuz, sakınınız. Bu hususta haddi aşmaktan
uzak durunuz. Allahu Teâlâ'nm hadleri aşanlara verdiği cezanın çok ağır
olduğunu biliniz.
Bilindiği
gibi icma ile caiz oldukları kabul edilen hac ve umrenin eda edilme şekilleri
üç tanedir:
1- İfrat haccı: Yalnızca hac için ihrama girmek, sonra da bunu
bitirdikten sonra umre için ihrama girmek.
2- Temettü'
[182];
Harem bölgesi halkından olmayıp (afakî olup) mikattan itibaren hac aylarında
umre için ihrama girmek, sonra da Mekke'den hac için ihrama girmek.
3- Kıran: Kişinin hac ve umre için aynı anda ihrama girmesi veya önce birisi
için ihrama girip sonra da aynı yılda ve hac aylarında ötekini onunla
bitiştirmesi (ihramdan çıkmaksızın). Bunların hangisinin faziletli olduğu hususuna
gelince; ilim adamlarının bu konuda üç görüşü vardır:
Hanefîler
der ki: Kıran haccı daha faziletlidir. Sonra temettü' sonra da if-rad gelir.
Çünkü Rasûlulah (s.a.), Tahavî'nin Ümmü Seleme'den naklettiği rivayetinde
şöyle demektedir: "Ey Muhammed'in aile halkı! Siz hac içinde bir umre
yapmak üzere ihrama giriniz." Hz. Enes de Buharî ve Müslim tarafından
kaydedilen rivayetinde şöyle demektedir: "Resulullah (s.a)'ı hac ve umre
için telbiye getirerek: 'Lebbeyke umreten ve hacceten (hac ve umre için telbiye
getirerek ihrama giriyorum)' dediğini duydum."
Malikîlerle
Şafiîler der ki: Yalnız haccetmek (ifrad) daha faziletlidir. Sonra temettü' ve
daha sonra kıran gelir. Çünkü Resulullah (s.a) daha sahih kabul edilen görüşe
göre ifrad haccı yapmıştır. Hz. Aişe, Buharî ve Müslim tarafından kaydedilen
rivayetinde şöyle demektedir: "Veda haccının yapıldığı yıl Resulullah
(s.a) ile birlikte çıktık. Bizden kimisi bir umre niyetiyle ihrama girdi,
kimisi ise bir hac ve bir umre için ihrama girdi. Resulullah (s.a) ise yalnızca
hac için ihrama girdi. Bir diğer hadiste de şöyle denilmektedir: "Hac bir
ruhsattır." Diğer taraftan ifrat haccmda fazladan telbiye, yolculuk,
tıraş olmak sözkonusudur. Sevap ise meşakate göre verilir. En sahih olan görüş
de budur.
Hanbelîler
ise şöyle demektedir: En faziletlisi temmettu' hacadır. Ondan sonra ifrad, daha
sonra da temetu' gelir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de temetu' haccından
bahsedilmektedir. Diğer taraftan Buharı ve Müslim, İbni Ömer'in şöyle dediğini
rivayet etmektedir: "Veda haccımn yapıldığı yıl, Resulullah (s.a), umre
ile hacca kadar temuttu' da bulundu ve Zul-huleyfe'den hediyelik kurbanları da
beraberinde alıp götürdü, hediye kurbanı gönderdi." Resulullah (s.a) da
şöyle buyurmuştur: "Ben bu durumumla gelecek sene de karşı karşıya gelsem
hediye kurbanlarını beraber götürmeyip umreye niyet ederek ihrama
girerdim."
[183]
Durum
her ne olursa olsun, ayet-i kerimede sadece tamamlama emri vardır. Bu ise sözü
edilen bu görüşlerden herhangi birisini gerektirmemektedir. Bu konuda esas,
sünnet-i seniyede yer alan rivayetler ve bu rivayetler arasında tercih
yapmaktır. Dikkat edilecek olursa, hac aylarında umre yapıp beldesine ve evine
dönen ve aynı sene hac yapan kişi, temettuda bulunmuş sayılmaz. Muhaddisler,
Resulullah (s.a)'m haccı ile ilgili rivayetleri değişik şekillerde değerlendirmişlerdir.
Bunların en güçlü olanına göre; Hz. Peygamber, yalnızca hac için (ifrad) ihrama
girmiş, daha sonra umreyi bu hacca sokarak hacc-ı kıran yapmıştır. Bu bakımdan
ifrat haccı yaptığını söyleyenlerin görüşü, ilk olarak ihrama girişine göre
açıklanır. Kıran haccı yaptığını söyleyenlerin de umreyi hacca sokmak
suretiyle sonunda vardığı noktayı esas alırlar.
[184]
Allahu
Teâlâ'nm: "Hac bilinen aylardır." buyruğunun takdiri şöyledir: Haccın
amellerinin yapılacağı vakit, belli aylardır veya hac belli aylarda yapılır.
Bu aylar ise Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayının ilk on günleridir. Şafiî mezhebine
göre hacca niyet etme bu vaktin dışındaki bir zamanda sahih olmaz ve haccın
amelleri üç teşrik gününde sona erer. Bilinen aylar ise, Malikîlerin dışında
kalan cumhurun görüşüne göre sözü geçen bu aylardır.
Allahu
Teâlâ'nın: "bilinen" buyruğu, Arapların cahiliye dönemindeyken hac
ayları diye kabul ettikleri durumun da olduğu gibi kabul edildiğini ifade
etmektedir. Bu da Hz. İbrahim ve Hz. İsmail döneminden beri böylece sürüp
gitmekteydi.
Malik
der ki: "Hac ayları Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin tamamıdır." Bu
konudaki görüş ayrılığının faydası, kurban bayramının birinci günü
(yevmü'n-nahr)nden sonra birtakım hac amellerini yapan kimseler hakkında ortaya
çıkar. "Zilhiccenin tümü, hac aylarındandır," diyen kimsenin haccı
tamamdır ve ibadetini geciktirdiği için kan akıtması (kurban kesmesi)nin
gerekmediği söylenmektedir.
Hac
amelleri, Zilhicce ayının onuncu gününe kadar devam eder, diyenlere göre, böyle
bir kimsenin -Şevkanî'nin belirttiğine göre- gecikmeden dolayı kanı akıtması
gerekir.
el-Cassâs
er-Razî ise her iki görüşü bir arada telif ederek şöyle der: Kimisi de şöyle
demiştir: "Bu hakikatte bir görüş ayrılığına yol açmayabilir."
'Zilhiccenin bir kısmıdır", diyen kimselerin kasdı; Haccm kaçınılmaz
olarak bu ayların hepsinde değil, bir kısmında olmasıdır. Çünkü Mina
günlerinden sonra hac me-nasikinden yapılacak herhangi bir şeyin kalmayacağı
hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu kişiler yine derler ki: Zilhiccenin
tümüdür, diye te'vüde bulunan kimsenin maksadı da şöyle açıklanabilir: Bu kişi
hac ayları bu aylar olduğuna göre, umrenin bunların dışındaki aylarda
yapılmasını tercih ediyor, demektir. Nitekim Hz. Ömer ve onun dışında kalan
ashab-ı kiramın, umrenin hac aylan dışındaki aylarda yapılmasını müstehap
gördüklerine dair rivayetler vardır
[185]
el-Cassâs,
açıklamalarına şunları da ekler: Allahu Teâlâ'mn "bilinen aylar"
buyruğu ile iki ay ve üçüncü ayın bir bölümünün kastedilmesinin dil açısından
caiz olduğu hususunda dil bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Nitekim
Resulullah (s.a): "Mina günleri üçtür." diye buyurmuştur. Halbuki bu
günler sadece ikinci ve üçüncü günün bir bölümüdür. Yine günlük konuşmada
Araplar derler ki: 'Ben filan yılı haccettim.' Halbuki o, yılın bir bölümünde
hac-cetmiştir. 'Filan kişi ile şu sene karşılaştım.' der. Halbuki o, onunla o
senenin bir bölümünde karşılaşmıştır. Bu kimse Cuma gününden bahsederse o gününde
bir bölümünden söz etmiş olur. Bütün bunlar; eğer fiilin bütün fiili kapsamasına
imkân olmadığı takdirde,makul olanın o zamanın bir bölümünün anlaşılması
şeklinde olduğu, yapılan hitabın mefhumundan anlaşılır.
Devamla
der ki: "Hac ayları Şevval, Zilkade ve Zilhiccedir, diyenlerin görüşlerinin
bir başka açıklama şekli de vardır ve bu her iki görüşü de bir arada ihtiva
eder. Şöyle ki: Bu ayet-i kerime haccın; ifa edildiği bu aylarda cahiliye
halkının yaptığı şekilde, herhangi bir değişiklik ve değiştirme sözkonusu olmaksızın
yapılacağını beyan etmek için zikredilmiştir. Onlar ayların yerlerini
değiştiriyor (nesf) ve Muharrem ayını Safer ayı yapıyor ve böylelikle Muharremi
haram ay değil, helâl ay kabul ediyorlardı. Bunu ise savaşmak istediklerine
uygun olarak yapıyor ve böylelikle hac aylarında talan ve baskın yapabiliyorlardı.
Buna göre Allahu Teâlâ'mn: "Hac bilinen aylardır." buyruğunun anlamı
şu olmaktadır. Hacca dair ameller, sünnetin beyanı muktezasmda bu aylarda
gerçekleşir. Cahiliye halkının yaptığı gibi ayların değiştirilmesi, haccın
ertelenmesi veya öne alınması sözkonusu değildir."
[186]
Bu
hususta selefin ve mezhep imamlarının farklı görüşü vardır. Şafiîlerin dışında
kalan
[187] cumhur der ki: Hac
aylarından önce hac için ihrama girmek caizdir ve bu hac olur, umreye dönüşmez.
Fakat ayrıca mekruhdur. Çünkü Bu-harî, İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir:
"Hac aylan dışında hac için ihrama girmemek sünnettendir." Hac için
vakit olarak bu aylan belirlemenin faydası, hac fiillerinin bu aylar dışında
sahih olmayacağını beyan etmek içindir. Bunların dışındaki zamanlarda ihramın
sıhhati ise hac için şart oluşundandır. Bu şartın edasından öne alınması
caizdir. Bu, tıpkı namazı eda etmeden önce taharet almaya benzer.
Şafiî
ise şöyle der: Hac aylarından önce hac için ihrama girmek, herhangi bir kimse
için caiz değildir. Onun bu ihramı umre için olur ve ayetin zahiri de bu
görüşün lehine tanıklık etmektedir. Çünkü ayet-i kerime haccm vaktini bilinen
aylar olarak tespit etmiştir. Öğle namazından önce öğle namazına niyet etmek
caiz olmadığı gibi bir ibadete vaktinden önce girmek (ihram) de caiz değildir.
Hac
için ihrama girmeğe niyet etmek ise farzdır. Çünkü Allahu Teâlâ: "Haca
tamamlayınız." diye buyurmaktadır. Niyetin yapılması ise ibadetin tamamlanması
cümlesindendir. Bu ise ihram esnasında bir farktır. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.)
bineğine binince, bir hac ve bir umreyi birlikte yapmak üzere 'lebbeyk'
Allahım' diye buyurmuştur. Haccm menasikini hacca da umreye de niyyet
etmeksizin ifa eden bir kimse, baliğ ve âkil olduğu halde böyle yapsa bile
haccm farziyeti ondan düşmez
Haccm
mîkatlarma gelince; imamların rivayetlerine göre Resulullah (s.a), Medineliler
için Zul huleyfe; Şam halkı için Cuhfe; Necidliler için Karn; Yemenliler için
de Yelemlem
[188] yerlerini mîkat olarak
tespit etmiştir. Bu yerler bu bölge halkı için ve bu bölge halkından olmayıp
hac ve umre yapmak isteyen ve yolu bunlardan birisine düşen kimseler için de
bir mîkattır. Bunlardan daha uzakta bulunanlar ise, niyet ettiği yerde ihrama
girer. Hatta Mekkeliler Mekke'de ihrama girerler. İlim ehli, bu hadisin zahiri
doğrultusunda ve onun gereğince amel etmek hususunda icma' etmişler, herhangi
bir şekilde ona muhalefet etmemişlerdir. Iraklıların mîkatı ise Zat-ı Irk
[189]
denilen bir yerdir. Ebu Davud'un kitabında Hz. Aişe'den nakil ile Resulullah
(s.a)'ın Iraklılar için Zat-ı Irk denilen yeri mikat olarak tespit ettiği
kaydedilmektedir.
İlim
adamları, mîkata gelmeden önce ihrama giren kimsenin ihrama girmiş olacağı
üzerine icma' etmişlerdir. Fakat bu, mekruhtur. Çünkü o, Allahu Teâlâ'nm
kendisi için geniş tuttuğu bir şeyi kendi aleyhine daraltmış olmaktadır.
[190]
İlim
adamları, harem ehli (Mekke ve orada hazır bulunanlar) hakkında icma' etmekle
birlikte; aile ikametgâhı, Mescid-i Haram'da bulunanlar hakkında farklı
görüşlere sahiptirler. Hanefîler derler ki: Bunlar mikatta bulunanlar ise her
taraftan bu mikatm içerisinde kalanlardır. Malikîlcr der ki: Bunlar yalnızca
Mekkeliler ve Mekke'ye yakın olanlardır. Şafiîler ile Hanbelîler ise: Bunlar,
Harem ehli ile, kendisi ile Mekke arasında namazın kısaltılacağı mesafeden daha
kısa (89 km.'den az) mesafede bulunan kimselerdir, derler.
[191]
Allahu
Teâlâ: "O aylarda kendisine haccı farz eden (hac yapan) kimse için hacda
re fes, fasıklık ve cidal yoktur." buyurmaktadır. Yani, bu aylarda hacceden
kimsenin çımadan, cimaı hazırlayan söz ve davranışlardan uzak durması gerekir.
İşte "refes" tabiri bunu ifade etmektedir. Bütün masiyet
çeşitlerinden ve diğer muhalif davranışlardan da uzak durmalıdır. Kara
hayvanını avlamak, koku sürünmek, dikişli elbise giymek gibi. Yine
anlaşmazlığa, kine ve ayrılığa götüren şeylerden de uzak durmalıdır. Tartışma,
münakaşa, düşmanlık, lakap takmak gibi. Çünkü şeriat, hacceden kimseden
dünyanın her türlü görünür hususundan, aldatıcılığmdan ve fesat unsurlarından
soyutlanmasını günahlardan ve kötülüklerden arınmasını ister. Böylelikle hacdan
gözetilen maksat gerçekleşmiş olur. Bu kulluğun da ruhu arındırmak ve bir ve
tek olan Allah'a kulluğun şuuruna nefsini erdirmek, demektir. Buharî ile Müslim'
de yer alan rivayete göre Ebu Hureyre; Resulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu
nakletmektedir: "Her kim hacceder, refes yapmaz, fasıklıkta bulunmaz ise,
annesinin onu doğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılıp çıkar." Ayet-i
kerime ve hadis-i şerif, üstün ve faziletli olmanın esaslarını birlikte
zikretmiş ve ahlâkı bulandıran her şeyi yasaklamıştır. Ayet-i kerime lafız
itibarıyla haber, mana itibarıyla bir nehiydir. "Refes" ile
kastedilen, "cima' onun hazırlayıcı sebepleri ve çirkin sözdür."
"Fasıklık", Allahu Teâlâ'nın itaatinden çıkıp masiye-te girmek,
demektir, her türlü masiyeti, "cidal" ise her türlü düşmanlık ve mücadeleyi
ihtiva eder.
"Allah
işlediğiniz her türlü hayrı bilir." Yani; ruhlarınızın arınması, bayağılıklardan
uzaklaşması ve faziletlere bezenmesi için refes yapmayınız, fasıklıkta
bulunmayın ve mücadele defetmeyin. Çünkü Allahu Teâlâ ne yaptığınızı bilir.
Kendiniz için önden gönderdiğiniz her türlü hayrın karşılığını verir.Ayet-i
kerime şart ve cevabı ihtiva eder. Anlamı da şudur: Allah sizin amellerinizin
karşılığını verir. Çünkü amellere karşılık vermek, ancak o şeyi bilen kimse tarafından
mümkün olur.
Size
faydalı olacak salih amellerinizi azık edininiz. Ahiretiniz için de takva
sizin azığınız olsun. Çünkü en hayırlı azık, yasaklanan şeylerden uzak durmaktır.
Ey akıl sahipleri! Size emretmiş olduğum farzları yapmak, size haram
kıldıklarımdan uzak durmak suretiyle amellerinizi yalnız Benim için ihlasla
yapınız. Bunu yaptığınız taktirde cezadan kurtulursunuz, ilahî rıza ve rahmete
nail olursunuz.
Emir
her ne kadar herkesi kapsıyorsa da hitapta, özellikle akıl sahiplerine
seslenilmiştir. Çünkü Allah'ın emirlerine (deliline) en çok inananlar bu
kimselerdir. O'nun emirlerini kabul edenler ve bu emirleri yerine getirenler
onlardır.
[192]
İhram
dolayısıyla öngörülen yasaklardaki sır şudur: Hacı, Allahu Te-âlâ'nın Evi'ni
ziyaret etmek emrine uyar, Allah'a yönelir ve maksat olarak O'nu gözetir;
adetlerinden, içinde bulunduğu nimetlerden sıyrılır, övünülecek şeylerden ve
kendisini başkasından ayırt eden özelliklerden soyutlanır. Öyle ki, zengin
fakire eşit olur. Bütün kesimlerden gelen insanlar, ölümü ve ölüleri hatırlatır
bir kıyafete bürünürler. Bu ise ruhu arındırır, güzelliklerle bezer, her türlü
değerlendirmenin ötesinde ruha; Allahu Teâlâ'ya kulluğun, insanlarla kardeş
olmanın gerçek şuurunu verir. Bu duygunun verildiği gizli olmasa bile,
gerçekten de bunu değerlendirmek, her türlü takdirin ötesindedir. Daha önce
kaydettiğimiz sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Her kim refes
yapmaksızın, fasıkhkta bulunmadan haccederse annesinden doğduğu günkü gibi
günahlarından sıyrılır, çıkar." Çünkü bu Allahu Teâlâ'ya bir yöneliştir.
Şeriatın öngördüğü şekilde bu ibadetleri ifa etmek, insanın ruhundan, günahların
etkilerini, günahların karartısını siler. Onu yeni bir hayata sokar. Bu yeni
hayatta hayır namına kazandıkları onun lehine olur, kötülük lehine
kazandıkları da aleyhine olur.
[193]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/299.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/299.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/299-300.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/300.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/301.
[6] el-Bahru'l-Muhît, 1/427.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/301-305.
[7] Kubâ: Mekke'ye doğru gidenin solunda kalan Medine'den
2 mil uzaklıkta bir kasabadır. Bu bölgede pek çok eski yapılar vardır. Takva
Mescidi de oradadır.
[8] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/41-42.
[9] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/84-85.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/305-309.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/310-311.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/311.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/311.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/312.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/312.
[16] el-Bahrü'l-Muhit, 1/430.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/312-313.
[18] el-Bahrü'1-Muhit, 1/430.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/313-316.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/316.
[21] Kurtubî, 11/160.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/316-319.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/320-321.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/321.
[25] Kurtubî, 11/168.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/321-322.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/322.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/322-326.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/326-327.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/328.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/328-329.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/329.
[32] "Muhakkak biz Allah'ın (varlıkla rıy)ız"
Kulluğu ve Allah'ın mülkünde oluşu ikrar etmektir. "Ve muhakkak biz O'na
dönücüleriz" ifadesi de ölmeyi ve kabirlerden dirilmeyi ikrarın
ifadesidir.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/329-332.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/333-335.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/336.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/336-337.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/337-338.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/338-339.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/339.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/339-342.
[41] Bayram namazım kastetmiş olması muhtemeldir.
[42] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/50.
[43] Burada "Yumurta" ile neyin kastedildiğine
dair açıklama şekli şudur: Maksat kişinin gayri meşru elde ettiği oldukça
değersiz bir mal karşılığında çok büyük bir şey kaybetmesine -ki o da elidir-
dikkat çekmektir... [Çeviren]
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/342-346.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/347.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/347.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/347-348.
[48] el-Vâhidi, Esbabu'n-Nüzul, 25-26; el-Bahru'l-Muhît,
1/464.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/348.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/348.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/348-351.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/351-353.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/354.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/354-355.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/355.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/355-357.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/357-358.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/359.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/359-360.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/360.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/360-361.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/361.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/361-362.
[63] İbni Kesîr, 1/204.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/362-364.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/365.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/365
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/366-368.
[68] Dr. Vehbe ez-Zuhaylî,el-Fıkhu'l-îslâmî, (İslam Fıkhı
Ansiklopedisi), III/678-687.
[69] İbni Müflih el-Hanbelî, Şerhu'l-Mukanna, DC/214.
[70] Kurtubî, 11/224-235; İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an,
1/54-58; İbni Kesîr, 1/205; Cassâs, Ah-kâmu'l-Kur'an, 1/126-130; Dr. Vehbe
ez-Zuhaylî, Nazarriyatu'd-Darurati'ş-Şer'iyye.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/368-374.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/375.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/375.
[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/376.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/376.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/377-378.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/378-379.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/380.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/380-381
[79] el-Bahru'l-Muhît, U/2.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/381.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/381-385.
[82] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/131.
[83] Bu hadisi aynı zamanda İbni Mace ve Tirmizî de
Sürenlerinde rivayet etmiş ve Tirmizî şöyle demiştir: "Bu isnadı pek o
kadar kuvvetli olmayan bir hadistir. Ebu Hamza Mey-mûn el-A'ver'in zayıf bir
ravi olduğu belirtilmektedir."
[84] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/59-60.
[85] Kurtubî, 11/241-242.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/385-387
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/387-388
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/389-390.
[89] Kurtubî, 11/45; İbni Kesîr, 1/209; el-Vâhidî,
Esbâbu'n-Nüzul, 26.
[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/390.
[91] Ebu Hayyân, el-Bahru'l-Muhît, II/15'te şöyle
demektedir: Bunun anlamı şudur: Kısastan ibaret olan bu hüküm türünde sizin
için büyük bir hayat yahut bir çeşit hayat vardır. Bu ise öldürmeden uzak
durmak suretiyle meydana gelen hayattır. Çünkü katil kısasın mutlaka
gerçekleşeceğini bilerek bu işten uzak durmaya karar verir.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/390-393.
[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/393-394.
[94] Bu iki hadisi de Darakutnî Sünen'inde rivayet etmektedir.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/394-400.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/401-402.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/402-403.
[98] Bu hadisi Darakutnî, İmran b. Husayn (r.a.)'dan
nakletmiştir. bkz. Kurtubî, 11/271-272.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/403-405.
[100] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/73; Kurtubî, 11/269.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/405-408.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/409.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/410.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/410-411.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/411-412.
[106] Hadisi Ahmed, Buhari, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace,
Ebu Hureyre’den rivayet etmişlerdir.
[107] 1 mil 1848 metre, 1 fersah ise 3 mil veya 5544
metredir.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/412-416.
[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/416-421.
[110] el-Menâr, 11/150.
[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/422-424.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/425-426.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/426-427.
[114] Hadisi Buharî, İbni Meryem'den, Müslim, Muhammed b. Sehl'den, o İbni Ebi Meryem'den
rivayet etmiştir.
[115] Zemahşerî, 1/258.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/427-428.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/428-430.
[117] İbni Kesîr, 1/219.
[118] Hadisi Tirmizî, Enes'ten rivayet etmekle birlikte
zayıftır.
[119] Hadisi Ahmed ve İbni Ebi Şeybe rivayet etmiştir.
Buharî, el-Edebu'l-Müfred' de dört Sünen sahibi, İbni Hibbân ve Hakim,
el-Numan b. Beşîr"den rivayet etmişlerdir.
[120] Bunu Ebu Ya'lâ ve Hakim Ali'den rivayet etmiştir,
sahihtir.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/430-432.
[122] Zemahşerî der ki: "Yüce Allah'ın, "Sonra
orucu geceye kadar tamamlayınız." buyruğunda Ramazan orucuna gündüzün
niyyet etmenin ve gusletmeyi tanyerine kadar ertelemenin caiz olduğuna ayrıca
Visal orucunun nefyedildiğine delildir." {Zemahşeri, 1/258).
[123] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/94 vd.
[124] Kurtubî, 11/330.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/432-437.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/438.
[127] el-Bahru'l-Muhit, 11/55.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/438-439.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/439.
[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/439-440.
[131] Kehânet, gaybı bildiğini iddia etmek veya yıldızlardan
hüküm çıkarmaktır. A'râf ise geçmişi ve geleceği bildiği iddiasında
bulunmaktır. Burda maksat her ikisinin de yasak olduğunu bildirmektir. Çünkü
her ikisi de gaybı bildiği iddiasını taşımaktadır.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/440-442.
[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/443.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/443-444.
[135] Hums: Ahmes'in çoğuludur, "hamâsef'ten gelir.
Hamaset ise katılık ve salâbet demektir. Bu ismin onlara veriliş sebebi
dinlerindeki katılıkları, sıkı sıkıya bağlılıkları idi.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/444-445.
[137] el-Bahru'l-Muhît, 11/61.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/445.
[139] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/254.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/445-446.
[141] Bu hadisi Buhârî, Ebû Dâvûd ve İbni Mace, İbni
Abbâs'tan rivayet etmiştir. [Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için hadisin
Buhârî'deki rivayetini kaydedelim: İbni Abbâs dedi ki: Resulullah (s.a.) hutbe
irad ettiği sırada ayakta dikilen bir adam görür. Onun durumunu sorar; O
kendisine onun Ebu İsrail adında birisi olduğunu, ayakta durmayı, otur-mamayı,
gölge altına girmemeyi, konuşmamayı ve bu arada da oruç tutmayı adadığını
söylerler. Resulullah (s.a.) bunun üzerine şöyle buyurur: "Ona emrediniz
konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu tamamlasın." Buhârî, Eymân
ve'n-Nuzûr, 31; Ebû Dâvûd, Ey-mân ve'n-Nüzûr,
19; İbn Mâce, Kaffârat, 21, Muvatta', Nuzûr, 6. [Çeviren.]
[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/446-448.
[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/449-450.
[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/450-451.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/451-452.
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/452.
[147] Kurtubî, Ebu Hayyan ve başkaları der ki:
"Ravilerin çoğu da bu görüştedir."
[148] el-Bahru'l-Muhît, 11/65.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/452-453.
[149] el-Bahru'l-Muhît, 11/65.
[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/453-456.
[151] Ebu Bekir (r.a), hicretin 13'üncü yılında Şam'a
gönderdiği orduya komutan olarak tayin ettiği Ebû Süfyan b. Harb'in oğlu
Yezid'e yaya olarak yolcu ederken şu tavsiyelerde bulundu: "Sana on hususu
tavsiye ediyorum: 'Kadın, çocuk ve kocamış yaşlıyı öldürme; meyve veren bir
ağacı kesme; mamur bir yeri tahrip etme; bir koyunu bir deveyi -yemek
maksadıyla hariç- kesme; bir hurma ağacını kesme, su altında bırakma;
ganimetten bir şey çalma ve asla korkaklığa kapılma." Bunu Malik, Muvatta
adlı eserinin Cihad bölümünde rivayet etmiştir.
[152] Râzî, V/129.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/456-459.
[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/459-460.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/460.
[155] Kurtubî, 11/354.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/460.
[157] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 17111-112.
[158] Hadisi Ahmed, Ebu Davud, Neseî, İbni Mace ve Hâkim,
es-Şirrid b. Süveyd'den rivayet etmişlerdir.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/460-461.
[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/461-462
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/462.
[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/462-463.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/464.
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/465.
[165] Bir sa' 4 müddür. Hanefilere göre 3900 gram, cumhura
göre ise 2752 gram eder. 1 müd ise 675 gramdır.
[166] İbni Mesud, İbni Abbas ve Ata der ki: Burada cidal'den
kasıt, ona buğzedecek hale gelinceye ve sövmek noktasına vardıracak şekilde
bir Müslüman ile tartışmaktır. Karşılıklı olarak yapılan ilmî müzakereler ise
yasaklanmamıştır. Katade de der ki: Cidalden kasıt, sövüşmektir Kurtubî: Hac
vaktinde haccın yapıldığı yerde cidal yoktur, diyenlerin görüşlerini tercih
etmektedir.
[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/465-467.
[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/467-468.
[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/468.
[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/468.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/469.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/469-470.
[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/470-471.
[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/471.
[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/471-472.
[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/472.
[177] Nüsük kelimesi nesîke' nin çokluğudur. Bu ise kulun
Allahu Teâlâ için kestiği hayvanın adıdır. Nesaik şeklinde de çokluk
yapılabilir. Nüsük asıl anlamıyla ibadettir.
[178] Bir Bağdat sa'ı 2751 gramdır.
[179] Bir ferak, 16 Bağdat ntlıdır. Bağdat rıtlı, 408
gramdır. Mısır rıth ise 450 gramdır.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/472-473.
[181] Bu güne "terviye" adının veriliş sebebi,
daha sonrası için su hazırlıklarının yapılmasıdır. Mekke'den Arafat'a gitmek
isterken Mina'ya çıkmanın sünnet olduğu vakit, Zilhicce'nin sekizinci günüdür.
[182] Temettü' haccı yapan kimseye "mutemetti"'
denilmesinin sebebi, umre ihramından çıktığı andan itibaren hac için ihrama
gireceği vakte kadar ihramlı kimse için yapılması caiz olmayan her şeyden
temettü etmesi (faydalanması)dir. Bu kişi, o iki yolculuktan (biri hac, biri
umre yolculuğu) birisini böylelikle kaldırmış olmakla temettü' etmektedir; O
bunun için bu adı almıştır. Çünkü hac ve umre için ayrı birer yolculuk yapmak
gerekir.
[183] Bunu Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Nesaî Cabir b.
Abdullah'tan rivayet etmişlerdir.
[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/473-475.
[185] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/299.
[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/475-476.
[187] Hanbelî tarihçi İbni Müflih, Şerhu'l-Muhanna, III/113.
[188] Zu'1-huleyfe, Mekke'den 200 mil uzaklıkta harap olmuş
bir köydür. el-Cuhfe: Mekke'ye 5 merhale (1 merhale 1 günlük yoldur.) uzaklıkta
harap bir köydür. Ona yakın köyün adı Râbiğ"dir. İhram, orada da sahih
olur. Karn: Arafat'a bakan bir dağdır. Mekke'den 2 merhale uzaklıktadır.
Yelemlem: Mekke'den 2 merhale uzaklıkta bir yerin adıdır.
[189] Zât-ı Irk: Mekke'den 2 merhale uzaklıkta bir köydür.
[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/476-477.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/477-478.
[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/478.
[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
1/479.