Kıblenin Değiştirilmesine Hazırlık.. 5

İ'râb: 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 5

Nüzul Sebebi 5

Ayetler Arasındaki İlişki 6

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 8

Kıblenin Değiştirilmesi 10

İ'rab: 10

Belagat: 11

Kelime ve İbareler: 11

Ayetlerin Nüzul Tarihi: 11

Nüzul Sebebi 12

Ayetler Arasındaki İlişki 12

Açıklaması 12

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 13

Kabe'yi Görmeyen Kimsenin Kıblesi: 14

Kıble Hakkındaki Ayrılıklar Ve Kıblenin Değiştirilmesinin Sebepleri 15

İ'râb: 16

Belagat: 16

Kelime ve İbareler: 16

Ayetler Arası İlişki 17

Açıklaması 17

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 19

Belalara Sabır. 20

Belagat: 20

Kelime ve İbareler: 20

Nüzul Sebebi 20

Açıklaması 20

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 22

Safa İle Merve Arasında Sat Etmek Ve Allah'ın Ayetlerini Gizlemenin Cezası 23

I'râb: 24

Belagat: 24

Kelime ve İbareler: 24

Nüzul Sebebi 24

Ayetler Arasındaki İlişki 25

Açıklaması 25

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 27

Allah'ın Vahdaniyeti, Rahmeti Ve Kudretinin Tecellileri 29

İ'râb: 29

Belagat: 29

Kelime ve İbareler: 29

Nüzul Sebebi 29

Ayetler Arası Îlişki 30

Açıklaması 30

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 31

Müşrikler Ve İlâhları 33

I'râb: 33

Belagat: 33

Kelime ve İbareler: 33

Açıklaması 34

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 34

Temiz Şeylerin Helâl Ve Haram Şeylerin Haram Kılınmasının Menşei 35

İ'râb: 35

Belagat: 35

Kelime ve İbareler: 36

Nüzul Sebebi 36

Ayetler Arası İlişki 36

Açıklaması 36

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 37

Yiyeceklerden Helâl Ve Haram Olanlar. 38

İ'râb: 38

Kelime ve İbareler: 38

Açıklaması 39

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 40

Kitap Ehli'nin Allah'ın İndirdiklerini Gizlemeleri 43

I'rab: 44

Belagat: 44

Kelime ve İbareler: 44

Nüzul Sebebi 44

Açıklaması 44

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 45

Gerçek Birrin (İyiliğin) Görünürdeki Halleri 46

Belagat: 46

Kelime ve İbareler: 46

Nüzul Sebebi 47

Açıklaması 47

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 49

Malın İnfak Edilmesinin İki Şekli: 50

Kısasın Meşruiyeti Ve Hikmeti 50

Kelime ve İbareler: 51

Nüzul Sebebi 51

Açıklaması 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Fıkhı Konular: 53

Farz Olan Vasiyet 57

Kelime ve İbareler: 57

Açıklaması 57

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 58

Fıkhî Meseleler: 59

Orucun Farz Kılınması 61

I'râb: 61

Belagat: 61

Kelime ve İbareler: 61

Nüzul Sebebi 62

Açıklaması 62

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 64

Ramazan Ayına Erişmek: 68

Oruca Dair Hükümler. 69

Belagat: 69

Kelime ve İbareler: 70

Nüzul Sebebi 70

Açıklaması 71

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 72

Dua Edende Bulunması Gereken Şartlar: 73

Başkalarının Mallarını Batıl Yollarla Yemek.. 76

Kelime ve İbareler: 76

Nüzul Sebebi 76

Ayetler Arası İlişki 76

Açıklaması 77

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 77

Kamerî Aylar İle Vakit Tesbiti Ve Birr'in Gerçek Mahiyeti 78

Belagat: 78

Kelime ve İbareler: 78

Nüzul Sebebi 79

Ayetler Arası İlişki 79

Açıklaması 79

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 80

Allah Yolunda Savaşın Kuralları 81

Belagat: 81

Kelime ve İbareler: 82

Nüzul Sebebi 82

Ayetler Arası İlişki 83

Savaşmanın Meşru Kılınması: 83

Açıklaması 83

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 85

Harem Bölgesine Sığınanın Emanı: 87

Savaşın Gayesi ve Hikmeti: 87

Savaşın Sebebi Saldırıyı Püskürtüp Zulüm ve Tecavüzü Ortadan Kaldırmak mıdır Yoksa Küfür müdür?: 87

Hakkın Zaferi: 87

Kısasta Misilleme: 88

Can ve Mal ile Cihat: 88

Savaş Tehlikelerine Atılmak Yahut Fedailik: 88

Hac Ve Umreye Dair Hükümler. 89

İ'râb: 89

Belagat: 89

Kelime ve İbareler: 89

Nüzul Sebebi 90

Ayetler Arasındaki İlişki 91

Açıklaması 91

Hac ve Umrenin Tamamlanması: 92

Umrenin Gerekliliği: 92

îhsar (Bir İşten Alıkonma): 92

Başı Tıraş Etmek veya Saçları Kısaltmak: 93

Kurban Kesmenin Muayyen Bir Zamanı Var mıdır?: 93

Muhsar Kimsenin Tıraş Olması Gerekir mi?: 93

Tıraş Olmanın ve Haşereleri Öldürmenin Cezası: 94

Temettü' Haccı Yapanın Fidyesi: 94

Haccın Vakti: 95

Hac Aylarından Önce Hac İçin İhrama Girmek Caiz Olur mu?. 96

İkâmetgâhı Mescid-i Haram'ın Yanında Hazır Bulunanlar Kimlerdir?: 97

İhramın Yasakları: 97

İhram Dolayısıyla Haram Kılınan Şeylerin Hikmeti: 97


Kıblenin Değiştirilmesine Hazırlık

 

142-  İnsanlardan kimi kıt akıllılar: "Onları yöneldikleri kıblelerinden çe­viren nedir?" diyeceklerdir. De ki: "Do­ğu da Batı da Allah'ındır. O dilediğini dosdoğru yola iletir."

143- Böylece sizi vasat bir ümmet kıl­dık. Bütün insanlara karşı şahidler olasınız, bu peygamber de üzerinize bir şahid olsun diye. Senin hala yönel­diğin kıbleyi ancak o peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırd edelim diye kıble yaptık. Elbette bu büyük bir iş­tir. Ancak Allah'ın hidayet ettiği kim­seler için değil. Allah imanınızı boşa çıkartmaz. Şüphesiz Allah insanları af­fedicidir, merhametlidir.

 

İ'râb:

 

"Elbette bu büyük bir iştir." buyruğunda kastedilen Beytülmakdis'ten Ka­be'ye döndürülmek ya da namazdır. Yani şüphesiz ki namaz, Allah'ın hidayet ettiği kimseler dışında kalanlar için büyük ve zor bir iştir.[1]

 

Belagat:

 

"Ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden..." buyruğu temsilî bir is­tiaredir. Çünkü burada dininden dönüp irtidat edenler, ayakları üstünde geri­sin geri dönenlere benzetilmektedir.

"Affedicidir, merhametlidir (Rauf, Rahim)": Mübalağa sîgalarıdır. Daha beliğ olan, fasılaya riayet etmek kasdı ile öne alınmıştır. Her iki ismin de anla­mı birbirine yakındır. [2]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kıt akıllılar (es-süfehâ)": Sefihlik, görüş, fikir ya da ahlâkî bakımdan tu­tarsızlık demektir. Sefihler (süfehâ): Zayıf akıllı cahiller demektir. Burada kas­tedilenler ise, kıblenin değiştirilmesine karşı çıkan, tepki gösteren Yahudi, müşrik ve münafıklardır.

"Onları..." Peygamberi ve müminleri "kıblelerinden çeviren" sebep nedir?

"Kıble": Aslında insanın karşısında bir şey bulunma halidir. Daha sonra namazda insanın yöneldiği yön hakkında özel olarak kullanılır olmuştur. Bu da namazda müslümanların yöneldikleri Kabe cihetidir.

"Doğu da batı da Allah'ındır." Yani bütün yönler O'na aittir. O dilediği ta­rafa yönelmeyi emreder.

"O dilediğini dosdoğru" fikir ve ameller itibariyle itidalli, eğri büğrü olma­yan "yola iletir" Bu hikmet ve maslahatı ifade eden İslâm dinidir.

"Vasat" Bir şeyin ortası ya da dairenin merkezi demektir. Daha sonra öğülmeye değer özellikleri ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmaya başlan­mıştır. Çünkü kahramanlık gibi övülmeye değer her bir nitelik, ifrat ile tefrit arasındaki vasat bir noktayı ifade eder. Fazilet de vasat olandadır. Maksat ilim ile ameli bir arada toplayan adaletli, hayırlı kimselerdir.

"Topuk" Ayağın arka kısmıdır. Bir kimse bir şeyden geriye doğru döndüğü takdirde "topukları üzere geri döndü", denilir. Burada anlatılmak istenen ise İslâm'dan irtidat edip dönmektir.

"Allah imanınızı" yani Beytülmakdis'e doğru kıldığınız namazlarınızı "boşa çıkarmaz." Çünkü namaz iman sebebiyle kılınır. Allah bu namazı boşu­na çıkarmayacağı gibi ona karşılık olarak size sevap dahi verecektir. Çünkü bu buyruğun nüzul sebebi, kıblenin değiştirilmesinden önce ölenlerin duru­munun sorulmasıdır. Bu buyrukta geçen "insanlar" dan kasıt müminlerdir. Allah onlara karşı amellerini zayi etmemek suretiyle "affedicidir (Rauf), mer­hametlidir (Rahîm)" Rafet, rahmetin ileri derecesini ifade eder. Bu ise hoşla­nılmayan bir şeyi kaldırmak zararı izale etmektir. Rahmet ise daha kapsam­lıdır. Çünkü rahmet, hem zararı bertaraf etmeyi kapsar, hem de iyilikte bu­lunmayı. [3]

 

Nüzul Sebebi

 

Buharî'nin rivayetine göre el-Berâ b. Azib şöyle demiştir: Resulullah (s.a.) Medine'ye gelince Beytülmakdis'e doğru 16 veya 17 ay süreyle namaz kıldı. Resulullah (s.a.) kıble tarafına doğru yönünün çevrilmesini istiyor, arzuluyor-du. Bunun üzerine Yüce Allah: "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görü­yoruz." (Bakara, 2/144) ayetini indirdi. İnsanlardan kıt akıllılar olan Yahudiler: "Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir?" dediler. Yüce Allah da: "De ki: Doğu da batı da Allah'ındır." buyruğunu indirdi.

Yine Buharî ile Müslim'de el-Berâ b. Azib'den şöyle denilmektedir: Kıble değiştirilmeden önceki kıbleye (Beytülmakdis'e) doğru namaz kılmaya devam ederken bazı kimseler vefat ettiler, bazıları da öldürüldüler. Onlar (in geçmiş amelleri ve imanları) hakkında ne söyleyeceğimizi bilemedik. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah imanınızı boşa çıkarmaz" buyruğunu indirdi. [4]

 

Ayetler Arasındaki İlişki

 

Kur'an-ı Kerim -her ne kadar kıblenin değiştirilmesi hususundaki neshe karşı tepki göstermek gibi durumlarda, onların dışında kalan müşrikler onlar­la ortak hareket etmek iseler de- Yahudilerin tutumlarını ele almaya devam et­mektedir.

Peygamber (s.a.) Medine'de bulunduğu sırada Beytülmakdis'te bulunan Mescid-i Aksa'daki kayaya doğru yönelerek namaz kılıyordu. Ondan önceki İsrailoğullan peygamberleri de böyle yapıyorlardı. Hz. Peygamber 16 ay süreyle bu şekilde namaz kılmaya devam etti. Şu kadar var ki o Kabe'ye yönelmeyi ar­zuluyor, babası İbrahim'in kıblesi olan Kabe'ye yöneltilmeyi temenni ediyor, bunun için Allah'a dua ediyordu.

(Mekke'de iken) Hz. Peygamber hem Kabe'ye hem de kayaya doğru bir arada yöneliyor idi. Kabe'nin güneyinde kuzeye doğru yönelip namaz kılıyordu. Yüce Allah onun bu konudaki duasını kabul etti ve Medine'ye hicret ettikten sonra da Beyt-i Atîk'a yönelmesi emrini verdi. Buna dair Yüce Allah'ın, "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz." (Bakara, 2/144) buyruğunu in­dirdi. Buharî ile Müslim'de belirtildiği gibi, onun bu şekilde kıldığı ilk namaz, ikindi namazıdır. Yahudiler, müşrikler ve münafıklar şöyle dediler: Kıbleyi Beytülmakdis'ten Kabe'ye doğru değiştirmeye onları iten sebep nedir? Herhal­de "Muhammed doğduğu yere doğru özlem duymaya başladı. Pek yakında o es­ki yönüne dönecektir." Onların kıblenin değiştirilmesine dair itirazlarına bu daha vukua gelmeden önce ve Peygamber (s.a.) için bir mucize olmak üzere ce­vap verilmeye başlandığını görüyoruz. Böylelikle Yüce Allah peygamberine bu konuda onu hazırlasın, ansızın gelecek sorular karşısında cevap verebilsin diye kesin ve tartışılmaz delili ve bu delildeki hikmeti göstermiş olmaktadır. Verile­cek cevabın özü şudur: Bütün yönler Allah'a aittir. Birisinin ötekinden üstün olmasını sağlayan bir meziyeti yoktur. Allah dilediği cihetten dilediği tarafa yö­nelmeyi emredebilir. Kula düşen ise şu buyruğunda olduğu gibi, Rabbinin em­rine uymakta ibarettir: "Doğu da Batı da Allah'ındır. Bundan dolayı nereye dö­nerseniz Allah'ın yüzü oradadır." (Bakara, 2/115). [5]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerimelerde Yüce Allah kıblenin değiştirilmesinin hazırlığını yapmakta, bunun sebebini beyan etmektedir. Şanı Yüce Allah kıblenin değişti­rilmesi ile birlikte ortaya çıkacak birtakım çalkantılara dair, -bildiklerine uy­gun- hükümler koydu. Ta ki müslümanlar şaşırtma, tenkid ve şüpheye düşürme hamlelerine de hazırlıksız yakalanmasınlar. Bunun için Yüce Allah; Yahudi, müşrik ve münafık taifelerinden beyinsiz, kıtakıllı, zayıf imanlı kimselerin tep­ki göstererek hayretle şöyle diyeceklerini beyan etmektedir: Müslümanları yö­nelmiş oldukları kıbleden döndüren nedir? Halbuki o kıble peygamberlerin, ra-sullerin kıblesidir. Yahudilerin böyle bir tepki göstermelerinin sebebi kıblelerine yönelişin terkedilmesidir. Müşriklerin maksadı ise, dini tenkid etmekten ibaretti. Diğer taraftan her iki halde de kıbleye yönelmeyi gerektirecek bir durumun olmadığı görüşünde idiler. Münafıklara gelince, zaten onların işleri güçleri din ile ilgili şüphe tohumlarını ekmek için fırsatları değerlendirmek, bu tek bir kıb­le üzerinde karar kılmayarak Beytülmakdis'e yönelmek şeklindeki geçmiş örfle­re muhalefet etmek sebebiyle insanları dinden uzaklaştırmaya çalışmaktır.

Allah bütün bunlara şöylece cevap vermektedir: Bütün yönler yalnız Al­lah'ındır. Bir yönün ötekine göre bir üstünlüğü yoktur. Beytülmakdis'teki kaya­nın yahut da Kabe'nin kendisinden kaynaklanan özel bir faydası yoktur. Emir bütünüyle Allah'ındır. O dilediğini seçer ve sizler her nereye yönelirseniz Al­lah'ın "Vechi" oradadır. Allah'ın mutlak iradesinin bir gereği de insanlara iba­detlerinde onları bir araya getirecek tek bir kıble tayin etmesidir. Allah işin ba­şında müminlere Beytülmakdis'e yönelmelerini emretmiş ve bununla Allah'ın dininin bir ve tek olduğunu, bütün peygamberlerin yöneldikleri yönün aynı ol­duğunu, ibadetlerindeki gerçek maksadın Allah'a yönelmek olduğunu bildir­mek istemişti. Daha sonra Yüce Allah müminlere Kabe'ye yönelmelerini emret­ti. Müminler her iki durumda da Allah'ın emrine uymaktadır. Hayır, onun yön-lendirmesindedir. Allah dilediği kimseleri dünya ve ahiret mutluluğuna götü­ren en doğru yola iletir: İster Beytülmakdis'e yönelmek suretiyle olsun ister Kabe'ye yönelmek suretiyle olsun.

Daha sonra Yüce Allah, müminlere onların üzerlerindeki lütuflarını hatır­latarak şöylece hitap etmektedir: "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık..." Yani bizler sizleri İslam dinine yani dosdoğru yola hidayet ettiğimiz, sizleri İbrahim (a.s.)'in kıblesine döndürdüğümüz, o kıbleyi sizin için seçtiğimiz gibi, hayırlı ve adaletli (vasat) müslümanlar da kıldık. O bakımdan onlar, ümmetlerin hayırlı­ları, bütün işlerde din ve dünya ile ilgili hususlarda ifrat ve tefrit söz konusu olmaksızın vasattırlar. Dinlerinde onların herhangi bir aşırılıkları yoktur. Gö­revlerinde kusurlu hareket etmezler. Onlar Yahudi ve müşrikler gibi maddeci olmadıkları gibi, Hristiyanlar gibi kendilerini bütünüyle manevî hayata da adamazlar. Onlar bedenin hakkı ile ruhun hakkını bir arada veren kimselerdir. Onlardan herhangi birisini ihmal etmezler. İnsanın bir ceset ve bir ruhtan iba­ret olduğu esası üzerinde yükselen insanî fıtratın gereğini yerine getirirler.

Bu vasat oluşun amaç ve meyvelerinden bir kısmı Müslümanların Kıya­met gününde geçmiş ümmetlere gelen peygamberlerin Allah'ın davetini kendi milletlerine tebliğ ettiklerine dair olan şehadetleridir. Maddeciler Allah'ın hu­zurunda kusurlu hareket ettiler, lezzet ve zevklerine dalıp dünya hayatına yö­neldiler. Sadece ruhanî hayata önem verenler ise Allah'ın helal ve hoş kıldığı şeylerden faydalanmaktan kendilerini mahrum ettiler ve böylelikle harama düştüler, itidal yolundan çıkıp saptılar ve bedenin ihtiyaçlarına karşı gelerek suç işlediler.

Bunu pekiştiren husus da Allah'ın Rasulünün ümmetine karşı yaptığı teb­liği delil göstererek şahitlikte bulunmasıdır. Yani o, onlara Allah'ın itidali el­den bırakmayan şeriatini tebliğ etti, onlara adil bir imam (yönetici) oldu, uyu­lacak güzel bir örnek teşkil etti. Vasat oluşta en üstün örnek oldu. Onlar bu vasat oluştan sapmamahdırlar. Çünkü onlar peygamberleri tarafından kendileri­ne karşı kesin bir delil ortaya konulmak ile karşı karşıya kalacaklardır. Çünkü o dosdoğru dini açıkça ilan etmiş ve güzel bir hayata sımsıkı bağlı kalmıştır. Bundan her kim saparsa rasul de ona karşı Yüce Allah'ın şu buyruğunda nite­liğini belirttiği ümmetinden olmadığına dair şahitlikte bulunacaktır: "Siz in­sanlar için çıkartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. Marufu emredersiniz ve mün-kerden alıkoyarsınız ve siz Allah'a da iman edersiniz." (Âl-i İmran, 3/110). İşte bu doğru yolun dışına çıkan kimse vasat olma durumunun dışına çıkmış, sap­mış olur. Rasulün şehadet edeceğinin hesaba katılması adeta sapmaktan alıko­yan, hak ve adalete bağlı kalmanın garantisi mesabesindedir.

Ümmetlere karşı şahitlik etmek ile rasulün şehadet etmesi şeklindeki iki türlü şehadeti şöylece açıklayabiliriz: Şahit (şehadette bulunan), hakkında şe­hadet olunana karşı bir gözetleyici ve bir kontrol edici gibidir. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmaktadır: "Kıyamet gününde ümmetler peygamberlerin tebliğ et­tiklerini inkâr edeceklerdir. Bunun için Allah -olanı en iyi O bildiği halde- pey­gamberlerden (ümmetlerine) tebliğ ettiklerine dair delil getirmelerini isteye­cektir. Bunun üzerine Muhammed (s.a.)'in ümmeti getirilecek ve onlar bu ko­nuda şahitlik edeceklerdir. Diğer ümmetler: Siz bunu nereden biliyorsunuz? di­ye soracaklar; Muhammed ümmeti: Bizler bunu Yüce Allah'ın doğru söyleyen peygamberi vasıtasıyla bize bildirdiği Kitabında verdiği haberden öğrenmiş bu­lunuyoruz, diyeceklerdir. Bunun üzerine Muhammed (s.a.) getirilecek ve ona ümmetinin durumu hakkında soru sorulacaktır. O da ümmetini tezkiye edecek, onların adaletli olduklarına dair şahitlikte bulunacaktır. İşte Yüce Allah'ın, "Her ümmetten birer şahit onların üzerine de seni şahit kıldığımız zaman (hal­leri) nasıl olacaktır?" (Nisa, 4/41) buyruğunda işaret ettiği budur."

"Bütün insanlara karşı şahitlik olasınız." buyruğundan sonra gelen: "Bu peygamber de üzerinize bir şahid olsun." buyruğundan maksat şudur: Evvela bu ümmetin, diğer ümmetlere karşı şehadette bulunacakları tespit edilmekte, daha sonra da rasulün onlara karşı şahitlik etmesinin onlar için özel bir durum olduğu da ifade edilmektedir.

Kısacası, diğer ümmetlere karşı şehadette bulunmanın ölçüsü ve sebebi, İs-lâmın vasat oluşudur. Bunu tekid eden de Allah'ın rasulünün ümmetine karşı onları tezkiye etmek ve âdil olduklarını bildirmek şeklindeki şehadeti olacaktır.

Yüce Allah'ın, "Senin hala yöneldiğin kıbleyi..." buyruğunun anlamı şu­dur: Ya Muhammed! Bizim senin için önce Beytülmakdis'e dönmeyi teşri buyu­rup daha sonra seni Kabe'ye döndürmemizin sebebi, ancak sana uyup itaat eden ve seninle birlikte döndüğün yere dönecek olanlar ile ökçeleri üzere geri­sin geri dönecek olanlar açıkça birbirinden ayrılsın diyedir. Yani imanı üzere sebat edecek olanın olmayandan açıkça ayrılmasını sağlamak üzere böyle yap­tık. O halde bu, her insanın amelinin karşılığını görmesi için öngördüğümüz bir imtihan ve bir ibtilâdır. İşte bu ayet-i kerimede geçen "kıble'den kasdm, açıkça ilk kıble olduğunu Yüce Allah'ın, "(Önceden) yöneldiğin kıbleyi..." buyru­ğu ortaya koymaktadır. Bir diğer görüşe göre ise bundan kasıt ikinci kıble yani Kabe'dir. Bu durumda bunun anlamı: "Hâlâ yöneldiğin kıbleyi..." anlamında olur (ki mealde böyledir). Yani hali hazırda senin yönelmekte olduğu kıbleyi... ayırdedelim diye kıble yaptık; demek olur. Yüce Allah'ın, "Siz insanlar için çı­kartılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmran, 3/110) buyruğu da bazılarına göre bu kabildendir.

Zemahşerî ve aynı şekilde Ebu Hayyan ikinci görüşü benimseyerek şöyle demektedirler: "Senin hâlâ yöneldiğin..." buyruğu kıble için sıfat değildir. Bu "yaptık" fiilinin ikinci mefulüdür. Yüce Allah burada şunu buyurmaktadır: Se­nin hâlâ yönelmekte olduğun kıble ciheti -ki o da Kabe'dir-... Çünkü Resulullah (s.a.) Mekke'de iken Kabe'ye doğru namaz kılıyordu. Hicretten sonra ise Bey-tülmakdis'teki kayaya doğru namaz kılması emrolnndu. Bununla Yahudilerin kalpleri İslama ısındırılmaya çalışılıyordu. Daha sonra Resulullah (s.a.) Ka­be'ye döndürüldü. Yüce Allah burada şöyle buyurmak istiyor: Önceleri Mek­ke'de yöneldiğin cihet ve kıbleyi, yönelmen gereken kıble kılmamızın tek sebe­bi, insanlar için bir imtihan ve bir ibtilâ olsun diyedir. Seni sırf bu maksatla tekrar ona döndürdük.

Yüce Allah'ın, "Ayırdedelim (bilelim) diye kıble yaptık." buyruğundan ka­sıt, insanlar arasında bu bilginin açığa çıkması ve meydana gelmesidir. Hz. Ali şöyle buyurmaktadır: "Bilelim diye" buyruğunun anlamı "görelim diye" şeklin­dedir. Arapların bilmeyi görmek yerinde, görmeyi de bilmek yerinde kullandık­ları olur. Yüce Allah'ın, "Rabbinin Fil ashabına nasıl ettiğini görmedin mi...?" (Fil, 105/1) buyruğunda "görmedin mi?" sorusu "bilmedin mi?" anlamındadır.

Yüce Allah'ı, "Elbette bu, büyük bir iştir." buyruğuna gelince: Yani kıblenin değiştirilmesi gerçekten de birinci kıbleye yönelmeye alışmış olan kimseler için ağır ve zordur. Yahut bu iş yani Beytülmakdis'ten Kabe'ye yönelme -insan alış­tığı şeylere ısınıp bağlandığından dolayı- zor gelir. Ancak, bu zorluk dininin hü­kümlerini, şeriatının sırrını bilen, Allah'ın hidayet verdiği kimseler için değil­dir. Çünkü bunlar böylelikle kendilerinden istenenin Allah'a itaat olduğunu, herhangi bir kıbleyi seçmekteki hikmetin ümmetin o kıble etrafında toplanıp onun çerçevesinde duygularının tevhidi olduğunu bilirler. Bu ise o ümmeti bir­liğe götürür ve hayatının bütünü alanlarında söz birliği etmelerini sağlar: "İman etmiş olanlara gelince; bu onların imanlarını artırmıştır ve onlar birbir­leriyle müjdeleşirler. Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların küfürle­rine küfür katıp artırmıştır." (Tevbe, 9/124-125).

"Allah imanınızı boşa çıkarmaz." buyruğuna gelince; Allah'ın hikmet ve rahmeti gereği sizin iman üzere sebatınızı namaz ve kıble hususunda rasule tabi oluşunuzu boşa çıkarmaz. Allah size eksiksiz mükafat verecektir. O sizin ecrinizi zayi etmez. Çünkü Yüce Allah kullarına karşı son derece Raûftur. Bü­tün insanlara karşı rahmeti geniş olandır. Onlardan herhangi bir kimsenin amelini boşa çıkarmaz. İmanlarının samimiyetini, ihdaslarını bilmek kasdıyla onların sınanmaları imanın semerelerinin zayi olması, ecir ve mükâfat kazan­ma imkânının ortadan kaldırılması için bir sebep olamaz. Aksine kullarının amellerine o eksiksiz bir şekilde karşılık verecektir.

"Allah imanınızı boşa çıkarmaz." ayeti, ilim adamlarının ittifakı ile Bey-tülmakdis'e doğru namaz kılma emrinin geçerli olduğu dönemde vefat edenler hakkında nazil olmuştur. Nitekim Buharî' de el-Berâ b. Azib'den -nüzul sebebi­ni açıklarken geçtiği üzere- bu şekilde sabit olmuştur. Tirmizî İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a Kabe'ye dönme emri veri­lince şöyle dediler: Ey Allah'ın rasulü, Beytülmakdis'e doğru namaz kılmaya devam ederken vefat eden kardeşlerimizin durumu nasıl olacaktır? Bunun üze­rine Yüce Allah, "Allah imanınızı boşa çıkarmaz." ayetini indirdi. Tirmizî dedi ki: Bu hasen-sahih bir hadistir.

Burada Yüce Allah namaza "iman" adını vermektedir. Çünkü namaz hem niyet hem söz hem de ameli kapsar. Muhammed b. İshâk da der ki: "Allah ima­nınızı boşa çıkarmaz." Yani kıbleye yönelmek ve peygamberinizi tasdik etmek suretiyle hareket etmeniz boşa çıkmayacaktır. Kurtubî'ye göre Müslümanların ve usul alimlerinin çoğunluğu bu görüştedir.

Daha sonra Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi, "Şüphesiz Allah insanları affe­dicidir, merhametlidir." buyruğu ile sona erdirmektedir. Böylelikle bu ayet-i ke­rime bundan önceki buyruğun gerekçesini ifade etmektedir. Yani Yüce Allah lütfü ve rahmetinin genişliği, merhameti dolayısıyla sizleri din hususunda si­zin için daha uygun ve daha faydalı olan şer"î bir hükümden bir başka hükme muhatap kılmıştır. Yahut Yüce Allah iman edenin imanını zayi etmez, anla­mındadır. Bu anlam ise, Ebu Hayyan'ın da ifade ettiği gibi daha zahirdir (daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır). [6]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Gerçek iman diğer bir deyişle Yüce Allah'a tam bir tesliıriyet; Allah'ın emirlerine kulak vermeyi, O'nun meşiet ve tercihine boyun eğmeyi gerektirir. Allah namazla muayyen bir yöne doğru yönelmeyi emrettikten sonra o yönü bı­rakıp bir başka tarafa dönmeyi emredecek olursa mümin bir kimseye düşen bu emre uyması ve itaat etmesidir. Allah'ın emirleri hususunda gerçek müslüman hiçbir şekilde şüphe duymaz, buna dair herhangi bir yorumda bulunmaz. Çün­kü bütün yönler Allah'a aittir. Doğuların, Batıların ve her ikisinin arasında bu­lunanların mülkü yalnız O'nundur. Asıl dikkat etmesi gereken şey maksadını arındırması ve Yüce Allah'a yönelmesidir. Allah dilediği tarafa dönmeyi emre­debilir. O bakımdan bilgisizleri, zayıf akıllıların, zayıf imanlıların, müminlerin kıblelerinin Şam'dan Kabe'ye değiştirilmesine dair yorumlan yersizdir. Kıble Medine'ye hicretten sonra değiştirilmiştir. Buharî'de yer aldığına göre ilim adamları kıblenin hicretten 16 veya 17 ay sonra değiştirildiği söylenmektedir. Kıblenin değiştirilmesi -Said b. el-Müseyyeb'in de dediği gibi- Bedir gazasından iki ay önce olmuştur. Bu değiştirme hicretin ikinci yılı Recep ayında gerçekleş­mişti.

ayet-i kerimeler şanı Yüce Allah'ın hükümleri arasında ve Kitab-ı Ke-rim'inde nasih ve mensuh ayetlerin bulunduğunu göstermektedir. Zaten şaz kalanlar dışında ümmet bu konuda icmâ etmiştir. İlim adamları da Kur*an-ı Kerim'de ilk neshedilen şeyin kıble olduğu hususu üzerinde icmâ etmiştir. Aşa­ğıda gelecek iki görüşten birisine göre de kıble ile ilgili nesh iki defa söz konu­su olmuştur. Bu ayet-i kerimeler aynı zamanda sünnetin Kur"an-ı Kerim ile neshedilmesinin caiz olduğuna da delildir. Çünkü Peygamber (s.a.) Beytülmak-dis'e doğru namaz kılmıştır. Bu hususta ise Kufan-ı Kerim'de bir şey yoktur. Buna dair hüküm ancak sünnet yoluyla söz konusu olmuştur. Daha sonra bu Kur'an-ı Kerim ile neshedilmiştir. Buna göre Yüce Allah'ın, "Senin hâlâ yönel­diğin" buyruğu "halen üzerinde bulunduğun kıble" anlamına gelir.

İlim adamları Mekke'de namazın ilk olarak farz kılındığı zaman hakkında ihtilaf etmişlerdir: Kıblenin bu dönemde Beytülmakdis'e yahut Kabe'ye doğru oluşu hususunda iki görüş vardır.

İbni Abbas der ki: Mekke'de de kıble Beytülmakdis'e doğru idi. Medine'de bu 17 ay süreyle bu böyle devam etti, daha sonra Yüce Allah onu Kabe'ye dön­dürdü.

Başkaları ise şöyle demektedir: Peygamber (s.a.)'e namaz ilk olarak farz kılındığında kıble Kabe idi. Mekke'de kaldığı süre boyunca tıpkı Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'in namazlarında olduğu gibi Kabe'ye doğru namaz kılıyordu. Me­dine'ye gelince; Beytülmakdis'e doğru -konu ile ilgili farklı görüşlere göre- 16 veya 17 ay süre ile namaz kıldı. Daha sonra Yüce Allah onu Kabe'ye döndürdü. İbni Abdi'1-Berr der ki: Bence konu ile ilgili iki ayrı görüşün daha sahih olanı budur.

Buna sebep şudur: Peygamber (s.a.) Medine'ye geldiğinde Yahudilerin kal­bini ısındırmak istediğinden onların kıblesine yöneldi. Bunun onların İslâm'a girmelerine daha teşvik edeceğini umuyordu. Onların inatları açıkça ortaya çı­kıp, onlardan ümidini kesince, Kabe'ye döndürülmeyi arzuladı. Bu amaçla se­maya doğru bakıyordu. O Kabe'yi çok seviyordu. Çünkü Kabe İbrahim (a.s.)'in kıblesi idi. Lafız Mâlik'in olmak üzere hadis imamları İbni Ömer'den kıblenin değiştirilmesinin nasıl gerçekleştiğine dair şu rivayeti nakletmektedir: İbni Ömer der ki: "Müslümanlar Küba'da [7] sabah namazını kılmakta iken birisi geldi ve şöyle dedi: Bu gece Resulullah (s.a.)'a ayet indirildi ve ona Kabe'ye yö­nelme emri verildi; siz de oraya doğru yöneliniz. O sırada bunlar yüzlerini Şam tarafına doğru çevirmişlerdi. "Bunu işitince Kabe'ye doğdu döndüler." Buharî de el-Berâ'dan şunu rivayet etmektedir: "Peygamber (s.a.) Beytülmakdis'e doğ­ru 16 veya 17 ay süreyle namaz kıldı. Ancak kıblesinin Beytullah'a doğru olma­sını arzuluyordu. Onun (Kabe'ye doğru) kıldığı ilk namaz ikindi namazı idi. Onunla birlikte bir grup kimse daha namaz kılmıştı. Resulullah (s.a.) ile bir­likte namaz kılanlardan birisi çıktı ve yürürken o esnada rükûda olan kimsele-

rin yanından geçti. Onlara şöyle dedi: Allah adına şehadet ederim ki, ben Resulullah (s.a.) ile birlikte Mekke'ye doğru namaz kıldım. Bunun üzerine na­maz kılanların Beytullah'a doğru döndüler. Kıble Beytullah'a doğru değiştiril­meden önce (Beytülmakdis'e doğru olan) kıbleye doğru namaz kılmış ve vefat etmiş bir takım kimseler vardı. Onlar hakkında ne söyleyeceğimizi bilmiyor­duk. Bunun üzerine aziz ve celil olan Allah, "Allah imanınızı boşa çıkartmaz" buyruğunu indirdi.

Bu rivayette söz konusu edilen namaz ikindi namazıdır. İmam Malik'in kaydettiği rivayette ise sabah namazından söz edilmektedir. İşte bu ayet-i keri­me ile bu hadisi şeriflerden şu üç nokta anlaşılmaktadır:

1- Neshedici hüküm kendisine ulaşmamış kimse birinci hükmün çerçeve­sinde ibadetine devam eder. Nitekim Kübalılar bu konuda birisi gelip onlara neshedici buyruğu haber verinceye kadar Beytülmakdis'e doğru namaz kılma­ya devam ettiler. Haberci gelince Kabe'ye doğru yöneldiler. O halde neshedici buyruk -bilindiği takdirde- birinci hükmü kaldırır. Çünkü neshedici hüküm, bir hitabdır. Bu buyruğun kendisine ulaşmadığı kimse hakkında ise hitab olmaz.

2- Bu buyruk, haber-i vahidi kabul etmeye delildir. Bu hususta selef tara­fından icmâ vardır. Peygamber (s.a.)'in valilerini ve elçilerini İslâm ülkesinin değişik bölgelerine tek tek (âhâd) olarak göndermek adetinde olduğu tevatüren bilinen bir husustur. Onun tek tek gönderdiği bu vali ve elçileri, insanlara din­lerini öğretmek üzere gidiyorlar, onlara Resulullah (s.a.)'ın emir ve yasaklara dair sünnetini tebliğ ediyorlardı.

3- Sözü geçen bu hususlardan anlaşılan şu ki: Kur"an-ı Kerim Resulullah (s.a.)'a duruma ve ihtiyaca uygun olarak kısım kısım nazil oluyordu. Bu, Yüce Allah dinini tamamlayıncaya kadar böylece sürüp gitti. Nitekim Yüce Allah, "Bugün sizin için dininizi tamamladım." (Mâide, 5/3) diye buyurmaktadır.

Kabe yeryüzünün ortasında ve merkez noktasında yer aldığı gibi, Allah müslümanlan vasat bir ümmet kılmıştır. Bu ümmet peygamberlerden aşağı mertebelerde, diğer ümmetlerden yukarı bir konumdadır. Vasat ayrıca adaletli demektir. Bunun asıl dayanağı ise, her şeyin en çok övüleninin vasatı olduğun­dandır. O bakımdan bu ümmet hayırlı, adaletli ve vasat bir ümmettir. Coğraf­yasıyla, iklimiyle, karakteriyle, şeriatiyle, hükümleriyle, ibadetleriyle, fıtratın gereklerini gözetmesiyle, beden ve ruhun ihtiyaçları arasında denge kurmasıy­la, dünya ve ahiretin maslahatlarını dengede tutmasıyla... Bundan dolayı onlar diğer ümmetlere karşı şahitlik etme hakkını elde etmişlerdir. Diğer ümmetler­den, -bütün hususlarda itidalli ve vasat olmak konusunda- ileriye gitmişlerdir. Her şeyde vasatîlik, insanın ulaşabileceği kemalin en ileri noktasıdır. Bu özelli­ği sayesinde Rabbinin haklarını, nefsinin haklarını, bedeninin haklarını ve toplumun diğer fertlerinin haklarını eksiksiz olarak yerine getirir.

Mahşerde insanlara karşı şehadette bulunmak, peygamberler lehine ve o peygamberlerin ümmetlerine karşı yerine getirilecektir. Nitekim Buharî'nin Sahih' inde Ebu Said el-Hudrî'den böylece sabit olmuştur. Ebu Saîd el-Hudrî dedi ki: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: Kıyamet günü Nûh (a.s.) çağırılır. Şöy­le der: "Buyur Rabbim, emrine hazırım." Yüce Allah buyurur: "(Emrolunduğu-nu) tebliğ ettin mi?" Hz. Nûh: Evet deyince ümmetine: "Size tebliğ etti mi?" di­ye sorulur. Ümmeti: "Bize bir uyaran gelmedi," derler. Hz. Nuh'a sorar: "Senin lehine kim şehadette bulunur?" O "Muhammed ve onun ümmeti," diye cevap verir. Onlar da onun -yani onlara gönderilen peygamberlerinin- tebliğ ettiğine şahitlik ederler. Rasul de size karşı (tezkiye edici, adaletli olduğunuzu belirte­rek) şahitlik edecektir. İşte Yüce Allah'ın, "Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahitler olasınız, bu peygamber de size karşı bir şahit ol­sun diye..." buyruğu bunu ifade etmektedir..."

Yüce Allah, Kitab'ında İslâm ümmetine bağışlamış olduğu nimetlerini ha­ber vermektedir. Adalet sahibi olmakla bu ümmet üstün kılınmış, kendisine bütün insanlara karşı şahitlikte bulunmak gibi üstün bir görev verilmiştir. Böylelikle Yüce Allah müslümanları zaman itibariyle en son gelmiş olsalar da­hi, en öndeki bir konuma getirmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.) da şöyle buyur­muştur: "Bizler en son gelenler ve en önde olanlarız." İşte bu, ancak adaletli olanların şahitlik edeceğine ve adaletli olmadıkça bir kimsenin başkası aley­hindeki sözünün uygulamaya geçirilmeyeceğine de delildir.

Ayrıca bu ayet icmâın sıhhatine ve icmâ gereğince hüküm vermenin vâcib olduğuna delildir. Çünkü ümmet adaletli kimselerden oluştuğuna göre insanla­ra karşı şahitlik eder. Bu bakımdan her bir asır kendisinden sonraki asra karşı bir şahittir.

Resulullah (s.a.)'ın ümmetine karşı şahitliğinin anlamı şudur: Kıyamet gününde onların amellerine dair şahitlikte bulunacaktır veya iman sahibi ol­duklarına ya da onlara tebliğde bulunduğuna dair şehadette bulunacaktır.

Kıblenin değiştirilmesine gelince, o müminlerin denenmesi idi. Böylelikle doğru olanların doğrulukları, şüphe ve tereddüt içerisinde bulunanların da şüpheleri ortaya çıkacaktı. Nitekim türlü fitnelerle vuku bulan ilahi sınama şe­killerinde de aynı durum söz konusudur. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar: İman ettik, demeleriyle ve imtihan olunmadık­ça bırakılıvereceklerini mi sandılar? Andolsun onlardan önce geçenleri biz imti­han etmişizdir. Allah elbette doğru olanları da bilir, yalancı olanları da bilir." (Ankebût, 29/1-3).

Yüce Allah'ın, "O peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırd edelim diye" buyruğu ile (Ankebût suresinde yer alan): "Al­lah elbette.... bilir." buyruğunda yer alan "bilmek"den maksat, zahir olarak ve meydana gelmek bilgisidir. Yoksa, daha öncesinde bir bilgisizliğin söz konusu olduğu bir bilgi türü değildir. Çünkü Yüce Allah'ın bilgisi (ilmi) kadîmdir, yeni­lenme kabul etmez. O her şeyi meydana gelmeden önce meydana geleceği şekil­de ne zaman ve nerede meydana geleceğini bilir. Bunların vukua gelmesi ise insanlara karşı bizzat kendi amellerinden ve tasarruflarından delil ve belge or­taya koymak amacına yöneliktir.

Beytülmakdis'e doğru namaz kılmaya devam ederken vefat edenlere gelin­ce; bunların ecirleri eksiksiz olarak tamamıyla Allah katında mahfuzdur. Allah bunların ecirlerini asla boşa çıkarmaz. Çünkü Allah rahmetlidir. Merhameti kapsayıcıdır. Emirlerini uygulayan müminlerden belâları defetmekle kalmaz ayrıca geniş rahmet ve kapsamlı ihsanı ile onlara muamele eder.

İlim adamları Yüce Allah'ın, "Allah imanınızı boşa çıkarmaz." buyruğu­nun anlamı ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi şöyle demekte­dir: Bunun anlamı şudur: Allah kıbleye yönelmek ve peygamberinizi tasdik et­mek suretiyle sahip olduğunuz imanınızı boşa çıkaracak değildir. Başkaları ise şöyle demektedir: Bundan kasıt Beytülmakdis'e doğru kıldığınız namazlardır. Namaza "iman" adının verilmesi ya mecaz yoluyladır ya da fukahanın söylediği gibi gerçek manada ona "iman" denilebilmektedir. Çünkü namaz imanın rü-künlerindendir ve İslâm'ın ahdidir.[8] Yani namaz imandandır ve imanın özel­likleri arasında yer alır. Namaz olmadan iman tamam olmaz. Zira namaz niy-yet, söz ve amelin biçimi de kapsamaktadır.

Özetle: Mülümanlar Peygamber (a.s.)'in hicretten bir süre sonra Beytül­makdis'e doğru namaz kıldığı hususunda ihtilaf etmemektedirler. İbni Abbas ve el-Berâ b. Azib'e göre Kıblenin Kabe'ye döndürülmesi, Resulullah (s.a.)'m Medine'ye geldiğinden 17 ay sonra gerçekleşmiştir. Katade'ye göre ise 16 ay sonra olmuştur. Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde önceden namazın Kabe'den başka tarafa doğru yönelerek kılındığını açıkça ifade etmektedir. Daha sonra Yüce Allah şu buyruğuyla da kıbleyi değiştirdiğini belirtmektedir: "İnsanlar­dan kimi kıt akıllılar: Onları yöneldikleri kıblelerinden çeviren nedir? diyecek­lerdir..." Yüce Allah'ın şu buyrukları da bunu ifade etmektedir: "Senin hâlâ yö­neldiğin kıbleyi ancak o peygambere uyanları ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdedelim diye kıble yaptık..."; "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini görüyoruz. Onun için andolsun seni hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz." (Bakara, 2/144). [9] Bu da bundan sonra tefsirini yapacağımız ayet-i kerimedir. [10]

 

Kıblenin Değiştirilmesi

 

144- Biz yüzünü göğe doğru evirip çe­virdiğini görüyoruz. Onun için, andol-sun seni hoşnud olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir. Siz de nerede bu­lunursanız yüzlerinizi o yana çeviri­niz. Şüphe yok ki kendilerine kitap ve­rilenler, bunun Rablerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler. Allah on­ların yapageldiklerinden gafil değildir.

145- Andolsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her ayeti getirsen bile on­lar yine senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Onlar da biri diğerinin kıblesine uy­maz. Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevalarına uyar­san, o zaman muhakkak zulmedenler­den olursun.

146-  Kendilerine kitap verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanır­lar. Bununla birlikte içlerinden bir grup bilip durdukları halde yine de mutlaka hakkı gizlerler.

147- Hak Rabbindendir. O halde sakın şüphe edenlerden olma.

 

İ'rab:

 

"Biz yüzünü... görüyoruz." Süyûtî'nin görüşüne göre muhakkak senin bu davranışını görüyoruz, demektir. Zemahşerî de der ki: Biz senin yüzünü göğe doğru çokça çevirdiğini görmekteyiz. Ancak burada "görüyoruz" fiili mazi (di'li geçmiş) kipi anlamınadır. Bazı nahivcilerin belirttiğine göre -bu ayetin de ba­şında yer alan-: "kad" edatı muzâri (geniş zaman) fiilin başına geldiği takdir­de bu ayette olduğu gibi onu mazi anlamına döndürür. Şu buyruklarda da böy­ledir: "(Allah) Sizin üzerinde bulunduğunuz hali bilir (bilmiştir)." (Nûr, 24/64); "Andolsun ki biz senin göğsünün daralmakta olduğunu biliriz (bilmi-şizdir)."   (Hicr, 15/97); "Sizden alıkoyanlara... Allah elbette bilir (bilmiştir)." (Ahzab, 33/18) Burada da (görüldüğü gibi) anlamı "bildik" yahut "gördük" şek­lindedir.

"Hak Rabbindendir." Bunun takdirî ifadesi şöyledir: Sana vahyolunan Hak senin Rabbinden gelmiştir. Yani bu, Rabbinden gelen hakkın kendisidir. [11]

 

Belagat:

 

"Yüzünü... çevir." Burada "yüz" zikredilmekle birlikte maksat zatın kendi­sidir. Cüz'ün kullanılıp bütünün kastedilmesi şeklinde mecâz-ı mürsel kabilin-dendir.

"Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin." Bu bir önceki cümleden daha beliğdir. Çünkü isim cümlesidir ve ayrıca bunun nefyi "be" harfi ile de tekid edilmiştir.

"Andolsun ki... onların nevalarına uyarsan" Bu da hak üzere sebat etmeye "teşvik" türünden bir ifadedir.

"Öz oğullarını tanıdıkları gibi..." Burada mufassal ve mürsel bir teşbih vardır. Yani onlar Muhammed (s.a.)'i tıpkı kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi, gayet açık bir şekilde tanımakta, bilmektedirler. [12]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yüzünü göğe doğru evirip çevirdiğini" bekleyerek, Kabe'ye yönelme emri­ne şevk duyarak semaya doğru sürekli bakıp durduğunu "görüyoruz." Peygam­ber (s.a.) böyle bir emri candan istiyordu. Çünkü Kabe, atası İbrahim (a.s.)'üı kıblesi idi. Bu şekilde Arapların İslâm'a girmeleri daha çok umulabilirdi. Diğer taraftan Yahudiler: Muhammed bir taraftan bize muhalefet ediyor, bir taraftan kıblemize tabi oluyor, diyorlardı.

"Onun için andolsun seni hoşnut olacağın kıbleye" Kabe tarafına "döndü­receğiz". Bu, bundan önceki cümlede hazfedilmiş bir hal bulunduğunu göster­mektedir ki, ifadenin takdiri şöyle olur: Biz senin yönelmekte olduğun kıbleden başkasına döndürülmeyi isteyerek yüzünü semaya doğru evirip çevirdiğini gör­dük. "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir." Yüzü bir tarafa çevirmek, kişinin o tarafı karşısına ve önüne alması demesidir. Burada "yüz"den kasıt, bedenin tümüdür. Yani sen namazda iken yüzünü Kabe tarafına döndür.

"Mescid-i Haram'a doğru" onun cihetine veya onun bulunduğu tarafa doğ­ru "çevir". Burada Kabe'ye Mescid-i Haram adının verilmesi, uzak bulunan kimse için vacib olanın yönünü bizzat Kabe'ye isabet ettirmek değil Kabe cihe­tine riayet etmek olduğuna işaret vardır. Çünkü uzakta bulunan kimse için bizzat kıbleye yönelmek oldukça büyük bir zorluktur. Nitekim Zemahşerî de bu görüştedir.

"Her ayeti" yani her türlü delil ve burhanı "getirsen bile yine senin kıblene uymazlar."

"Onların nevalarına" seni kendisine davet ettikleri şeylere, demektir. He-va, bir şeyi istemek ve ona karşı sevgi duymak demektir. [13]

 

Ayetlerin Nüzul Tarihi:

 

İlim adamları bu ayetlerin nüzul tarihi hakkında farklı görüşlere sahiptir­ler:

İbn Abbas ve Taberfye göre bu ayet-i kerime, Yüce Allah'ın, "İnsanlardan kimi kıtakıllılar... diyeceklerdir" buyruğundan önce nazil olmuştur ®. Bunu Buharî'nin el-Berâ b. Azib'den -daha önce geçen- rivayeti desteklemektedir. Orada şöyle denilmektedir: Resulullah (s.a.) Medine"ye geldi, Beytülmakdis'e doğru onaltı veya onyedi ay namaz kıldı. Resulullah (s.a.) da Kabe'ye doğru yönlendirilmeyi arzuluyor idi. Bunun üzerine Yüce Allah, "Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirdiği görüyoruz." buyruğunu indirdi. Bunun üzerine insanlar arasından kıtakıllı olanlar -ki onlar da Yahudilerdir-: "Onları yöneldikleri kıb­lelerinden çeviren nedir?" demeye başladılar. Yüce Allah da, "De ki: Doğu da Batı da Allah'ındır." diye buyurdu.

Zemahşerî şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime (144. ayet) hem nüzulü iti­bariyle hem de Kur"an-ı Kerim'deki tilavet sırası itibariyle Yüce Allah'ın, "İn­sanlardan kimi kıtakıllılar... diyeceklerdir." buyruğundan sonradır. Bu ise vu­kua gelmeden önce gayb olan bir durumu haber vermek içindir. Kabe'ye yönel­me emri nazil olacağı vakit de Yahudilerin neler yapacaklarını Resulullah (s.a.)'a -bir mucize olmak üzere- haber vermek ve ruhen düşmanlara vereceği cevabı kendisine göstermek üzere gelmiştir. Böylelikle bu durum karşısında ve­rilecek cevap önceden hazırlanmış olur. "De ki: Doğu da Batı da Allah'ındır." buyruğu ile gerçekleşmektedir. [14]

 

Nüzul Sebebi

 

"Kendilerine kitap verdiklerimiz..." (146. ayet) buyruğu Kitap Ehli'nden iman eden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'m niteliklerini, özelliklerini, peygamber olarak gönderileceğini kendi kitaplarından biliyorlardı. Tıpkı başka çocuklarla oynarken gördükleri oğullarını tanımaları gibi. Abdullah b. Selâm der ki: "Andolsun ben Resulullah (s.a.)'ı kendi oğlumu tanımaktan daha da ileri derecede tanıyorum." Ömer b. el-Hattab ona: "Bu nasıl olabilir ey Selâm'ın oğlu! deyince şöyle der: "Çünkü ben kesinlikle Muhammed'in Allah'ın rasulü olduğuna şahitlik ederim, bununla birlikte oğlum hakkında aynı kesinlikle şahitlik edemiyorum. Çünkü kadınla­rın neler yaptığını bilemem." Ve Ömer: "Ey Selâm'ın oğlu Abdullah, Allah sana başarı vermiştir (versin)" dedi. [15]

 

Ayetler Arasındaki İlişki

 

Peygamber (s.a.) Beytülmakdis'ten Kabe'ye "kıblenin hegış^iTUTneBi-m gt>-nülden arzuluyordu. Çünkü o atası Uz. İbrahim'in kıblesi idi ve Arapların iman etmelerini sağlayabilirdi. Diğer taraftan Yahudiler: Dinimizde bize mu­halefet ediyor, fakat kıblemize tabi oluyor. Eğer bizim dinimiz olmasaydı kıble olarak hangi tarafa döneceğini bilmezdi, diyorlardı. Bu da Peygamberimizi onların Kıblesine daha isteksizleştiriyordu. Hatta onun Hz. Cebrail'e: Yüce Al­lah'ın beni Yahudilerin kıblesinden başka bir tarafa döndürmesini arzuluyo­rum, dediği dahi rivayet edilmektedir.

Ebu Hayyan der ki: Kıblenin döndürülme emrini şiddetle arzulayan biz­zat Peygamber (s.a.) olduğundan dolayı önce ona daha sonra da onun ümme­tine bu emir verildi. Çünkü onun ümmeti de bu hususta ona tabidirler ve her­hangi bir kimse bu emrin peygambere has özel bir emir olduğunu sanmamalı­dır. [16]

Şanı Yüce Allah kıblenin değiştirilmesi esnasında Yahudilerin söyledikle­rini söz konusu ettikten sonra, bu ayet-i kerimelerde de Kitap Ehli'nin peygam­ber (s.a.)'in risaletinden yüz çevirmelerinin haklı bir şüphe dolayısıyla değil, sadece bir inat ve batılda bilerek ısrardan dolayı olduğunu zikretmektedir. Bu­nunla Peygamber (s.a.) Kitap Ehli'nin inkârlarına karşı teselli edilmektedirler. Çünkü Peygamberimiz onların İslâm'a girmelerini ümid etmiş ve yalanlamala­rından dolayı oldukça sıkılmıştı. [17]

 

Açıklaması

 

Peygamberimizin vahyin gelmesi arzusuyla kıblenin Kabe'ye doğru değiş­tirilmesini isteyerek zaman zaman semaya doğru bakıp durduğunu görüyoruz. Buyruğun zahirinden anlaşıldığına göre Peygamber (s.a.) bunu -lafzan- isteme­miştir. Sadece böyle bir emri beklemekte idi. Böylelikle o, Rabbinin emrine kar­şı bir tutum sergilemiş sayılmaz. Çünkü onun ruhunun arılığı onu, hayır zan­nettiği şeyi bekleyecek ve maslahat olduğunu kabul ettiği şeyi umacak noktaya getirmişti.

İşte sen kıblenin değiştirilmesini bekleyip durduğun için andolsun biz de seni Beytülmakdis'in dışında, yönelmeyi sevdiğin bir kıbleye doğru döndürece­ğiz. Sen bunu ruhunda yer eden doğru ve sağlıklı bir hedef dolayısıyla istiyor­dun ki, o da bütün insanların tek bir kıble etrafında birleşmeleri, bunun so­nunda kalplerinin bir olması ve böylelikle de çok büyük hayırların gerçekleş­mesi arzusudur. Haydi artık yüzünü Kabe'nin etrafını kuşatan Mescid-i Ha-ram'a doğru döndür.

Hadis-i şeriflerde kıblenin Kabe olduğu sabit olmakla birlikte burada Kabe'nin değil de Mescid-i Haram'ın söz konusu edilmesi, Kabe'yi gözüyle görmeyen uzaktaki bir kimsenin namaz esnasında Kıble tarafına doğru yö­nelmiş bulunmasanın yeterli olduğuna bir işarettir. Bunu Yüce Allah'ın genel olarak bütün müminlere verdiği "Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi o ya­na çeviriniz." ilahî emri de pekiştirmektedir. Yani hangi yerde olursanız olu­nuz, namazda yüzlerinizi Mescid-i Haram cihetine doğru döndürünüz. İşte bu, "yüzünü... doğru çevir." buyruğundan anlaşılan genel hükmün açıkça ifa­de edilmesidir. Ayrıca değişik yerlerde namaz kılan kimsenin kıbleye doğru yöneleceğini de göstermektedir. Bu yöneliş ister doğuya, ister güneye ister kuzeye doğru olsun, farketmez; nerede olurlarsa olsunlar, doğuya yönelmeye bağlı kalan Hristiyanlar ve batıya yönelmekten vazgeçmeyen Yahudiler gibi değil.

Peygamber (s.a.)'e yapılan hitap aslında bütün ümmete hitap olmakla bir­likte, Peygamberin kendisine kıbleye yönelme emri verildikten sonra müminle­re de bu emrin verilerek te'kid edilmesinin sebebi Kabe'nin kıble olmasına veri­len ehemmiyeti ifade etmektedir. Bu büyük bir olaydır. Müslümanların ibadet­lerinde bağımsızlık esasının ortaya konulması ve Beytülmakdis'e doğru yönel­menin sona erdirilmesine dair bir dönüşüm noktasını ifade eder. Ayrıca böyle­likle müminlerin kararlılığının pekişmesi, kalplerinin rahat ve huzura kavuş­ması sağlanmaktadır. Bu şekilde münafıkların ve Kitap Ehli'nin (Yahudi ile Hristiyanlann) yaymaya çalıştıkları fitneyi tesirsiz ve önemsiz hale getirme, rasule tabi olmak hususunda sebat göstermek ve kıblenin Şam'a doğru olduğu vehmini ortaya kaldırma sağlanmaktadır. İşte bütün bunlar bütün mekânlarda kıble olarak yönelinmesi gereken cihete dair hükmün genel bir şekilde açıkça ifade edilmesine sebep teşkil etmiştir: "Siz de nerede bulunursanız, yüzlerinizi o yana çeviriniz."

Daha sonra Kur'an-ı Kerim kıblenin değiştirilmesinden sonra en büyük fitneyi körüklemeye kapılan Kitap Ehli ile tartışmaya tekrar dönmekte ve şöy­le buyurmaktadır: Aslında kendilerine Tevrat ve İncil'in verildiği Kitap Ehli -kitaplarında peygamber Muhammed (s.a.) hakkında indirilen buyruklardan onun müjedelemesi, onun Beytülmakdis'e ve dinine uymakla emrolunduğu ata­sı İbrahim'in kıblesi olmak üzere iki kıbleye doğru namaz kılacağına dair bildi­rilenler dolayısıyla- kesin bir gerçek olarak kıblenin değiştirilmesinin Allah'ın emri olduğunu bilmektedirler. Fakat onlar hakkı inkâr etmeye.batıl peşinde koşmaya alışmışlardır. Allah ise onların amellerinden gafil değildir. Aksine amellerinin cezasını verecektir onlara.

Yüce Allah'ın, "Allah onların yapageldiklerinden gafil değildir." cümlesi, kendisinden önceki ve sonraki iki buyruk arasında -bir ara cümlesi olarak- gel­mektedir. Böylelikle iki kesimden birisine mükafat vadolunmakta, diğerine de tehditte bulunulmaktadır.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim fitnenin sebebini ve Kitap Ehli'nin İslâm dave­tinden yüz çevirişlerini, Resulullah (s.a.)'ı teselli etmek kasdıyla açıklanmakta­dır. Yüce Allah burada önce ona bunların hakkı bildiklerine rağmen onu gizle­diklerini ve gereğince amel etmediklerini haber vermekte, daha sonra da belirli iki tavır takınmak suretiyle onların hakkı kabul etmeyişlerine karşı şöylece te­selli etmektedir: Andolsun eğer sen Yahudi ile Hristiyanlara gerçek ve doğru olan kıblenin değiştirilmesinin Rablerinden olduğuna dair -senin kıblene uy­maları umuduyla- her türlü delil ve belgeyi getirecek olsan dahi, yine ikna ol­maz, hakkı kabul edip sana uymazlar. Bunu inatları, hakka karşı bile bile ayak diretmeleri dolayısıyla yaparlar. Onlar sana emrolunan Kabe'ye doğru yö­nelmek şeklindeki ilahi hakka dair apaçık belge ve delillere rağmen senin kıblene asla uymazlar.[18] Bugünden sonra da artık sen onların kıblelerine uyacak değilsin. -Böylelikle artık müslümanlarm tekrar Beytülmakdis'e yönelmelerine dair umutlan kesilmektedir- Zaten bu nasıl umulabilir ki? Çünkü onların tek bir kıbleleri yoktur. Esasında Hz. İsa'nın kıblesi Hz. Musa ile aynıydı. Fakat Hz. İsa'nın vefatı ve İncil'in tahrif edilmesinden sonra Hristiyanlar başka bir kıble tuttular. Sana gelince ya Muhammed, sen bütün din mensuplarının bü­yüklüğünü takdir ettiği İbrahim'in kıblesine yönel! O uyulmaya en layık olan­dır. Ayrıca onların kıblesine uymandan beklediğin bir fayda da yoktur.

Yahudiler de Hristiyanlar da yöneldikleri kıbleyi değiştirmezler. Yahudiler kendi kıblelerini terkedip doğuya doğru yönelmeyi kabul etmedikleri gibi, Hris­tiyanlar da kıblelerini terkedip batıya doğru yönelmezler. Çünkü her biri kendi görüşlerine -hak veya batıl olsun- sımsıkı sarılmaktadır. Bu konuda herhangi bir delil ve belgeyi gözardı ederek kör bir taklit yolunda yürümektedirler.

Daha sonra Yüce Allah, Allah'ın kelâmına muhalif hareket etmenin ve in­sanların nevasına uymanın ne kadar büyük bir tehlike olduğunu Peygamberi vasıtasıyla ümmetini ikaz ederek şöyle buyurmaktadır: Andolsun ya Muham­med! Eğer sen Kitab Ehli'nin istediğine uyarak onları idare etmek, sana uyma­larına karşı sana iman etmeleri için beslediğin umut dolayısıyla "sana kesin hak apaçık bir şekilde" geldikten sonra -ki bu da sende kesin bir bilgiyi oluştu­ran deliller ve apaçık belgelerdir- onların kıblelerine doğru namaz kılacak olur­san hiç şüphesiz dünya ve ahirette cezaya hak kazanan, kendi öz nefislerine zulmeden kimselerden olursun. Hakikatte bu, onları kendilerine doğru çekmek gayesiyle Yahudi ve Hristiyanların nevalarına uyma düşüncesini uzaklaştır­mak kasdıyla müminlere yönelik bir hitabdır.

"O zaman muhakkak zulmedenlerden olurdun." buyruğu ayetin baş tara­fında yer alan "andolsun ki..." şeklindeki mahzuf yeminin cevabıdır.

Kitap Ehli'nin hakkı bilmelerinin delili ise, ancak Peygamberimizin vasıf­larına uyan hususiyetlerin kendi kitaplarında anlatılmış olmasıdır. Onlar tıpkı kendi öz oğullarını bildikleri gibi tam anlamıyla peygamberi tanımaktadırlar. Bununla birlikte onlardan bir kısmı inat ettiler, kitaplarından bilip öğrendikle­ri bu apaçık gerçeği, yani Muhammed'in peygamberliği ile Kabe'nin kıble olu­şunu gizlediler.

Daha sonra Kur'an-ı Kerim sapasağlam ve genel bir kaideyi şöyle ilan et­mektedir: Hak yalnızca Allah'tan gelendir, başkasından değil. Bu hak Yüce Al­lah'ın Kur'an-ı Kerim'deki emirlerinde ifadesini bulmuştur. Bu hakta herhangi bir şüphe olamaz. O bakımdan ya Muhammed -yani müslümanlar- sen üzerin­de bulunduğun bu yolun, hak ve doğru oluşunda şüphe edenlerden olma. Bu yol senin Rabbinden sana gelen vahiydir. Sen Allah'ın sana vermiş olduğu emirlerde sana uymayan sapıkların heva ve vehimlerine uyma. Şimdi senin yö­nelmekte olduğun kıble -yani Kabe- İbrahim'in ve ondan sonra gelen peygam­berlerin yöneldikleri hak kıblenin ta kendisidir.

Bu ayet-i kerimedeki yasak, bundan önceki: "Andolsun ki sana gelen bun­ca ilimden sonra..." buyruğunda geçen tehdide benzemektedir. Bu da Peygam­ber (s.a.)'e yöneliktir. Bundan kastedilen ise, onun ümmeti arasından imanları iyice yerleşmemiş kimselerdir. Bunların, ortada dolaşan batıl ve fitne dolu söz­lerin etkisine kapılmalarından korkulmaktaydı. [19]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime dolayısıyla müslümanlar, kıbleye yönelmenin namazın sıhhati için şart olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Korku veya dehşet hali ile binek üzerinde (at, gemi veya uçak gibi) kılınan nafile namazlar bundan müstesnadır. Korku halindeki kıble, güvenlik duyulan taraf olur. Binek üzerin­de olmak halinde ise bineğin gittiği yön olur.

İlim adamları Kabe'nin dünyamn her tarafındaki kimseler için kıble olduğu­nu ittifakla kabul etmişlerdir. Aynı şekilde Kabe'yi gören kimsenin de bizzat Ka­be'ye yönelmesinin farz olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. Kabe'yi gördüğü hal­de kıbleye yönelmeyi terkettiği takdirde kişinin namazı olmaz ve bu şekilde kıldığı bütün namazlarını iade etmesi gerekir. Mescid-i Haram'da oturan kimsenin yüzü­nü Kabe'ye doğru döndürmesi ve iman ile bundan ecir umarak ona bakması gere­kir. Çünkü Kabe'ye bakmanın bizzat ibadet olduğuna dair rivayet vardır.

İlim adamları Kabe'yi görmeyenlerinde Kabe yönüne ve onun cihetine doğ­ru yönelmekle mükellef olduğunu icmâ ile kabul etmişlerdir. Eğer Kabe'nin bu­lunduğu ciheti bilemiyor ise güneşin, yıldızların yardımı ile pusula ve buna benzer kendisi için mümkün olan her aracı kullanarak o yönü tespit etmeye ça­lışması gerekir. [20]

 

Kabe'yi Görmeyen Kimsenin Kıblesi:

 

Şafiüere göre: Kabe'yi görmeyen kimsenin bizzat Kabe'nin kendisine doğ­ru yönünü doğrultması farzdır. Çünkü kıbleye yönelmesi farz olan kimsenin yönünü bizzat ona doğrultmuş olması gerekir. Tıpkı Mekke'de bulunan kimse gibi. Diğer taraftan Yüce Allah'ın, "Siz de nerede bulunursanız yüzlerinizi o ya­na çeviriniz." buyruğu da bunu gerektirmektedir. Yani namaz kılan kimseye Kabe'ye yönelmek vacibdir. O bakımdan Kabe'yi gören kimse gibi bizzat Ka­be'nin kendisine yönelmesi gerekir.

Şafiîlerin dışında kalan cumhur ise şöyle demektedir: Kabe'yi görmeyen kimse için farz olan Kabe cihetini isabet ettirmektir. Çünkü Peygamber (s.a.), Tirmizî ve İbni Mace tarafından rivayet edilen hadiste şöyle buyurmaktadır: "Doğu ile batı arası kıbledir." Bu hadisin zahirine göre doğu ile batı arasındaki her cihet kıbledir. Diğer taraftan eğer bizzat Kabe'ye isabet ettirmek farz olsay­dı, dosdoğru bir çizgi halinde devam eden uzunca bir safta namaz kılanların namazlarının sahih olmaması yine aynı kıbleye yönelen ve birbirinden uzak iki kişinin de namazlarının sahih olmaması gerekirdi. Çünkü uzunca bir safın Ka­be'ye yönelebilmesi ancak Kabe'nin eni kadar olması halinde mümkün olabilir. Bu görüşü ayrıca İbni Abbas (r.anhuma)'ın şu sözü de desteklemektedir: Kıble, Mescid-i Haram'da Kabe'dir. Mekke'nin dışında olan kimse için ise Mescid-i Haram kıbledir. Diğer bölgelerde bulunanlar için de Mekke kıbledir. Bu hüküm ise ileride gelecek bir hadis-i şeriften alınmıştır.

Kurtubî der ki: Şu üç sebep dolayısıyla Kabe'nin bulunduğu tarafa yönel­mek doğru olan görüştür:

1- Teklifin kendisi ile alâkalı olduğu yapılması mümkün olan husus budur.

2- Kur"an-ı Kerim'de emrolunan husus da budur. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık yüzünü Mescid-i Harama doğru çevir. Siz de nerede olursanız yüzlerinizi o yana çeviriniz." Yani sizler doğu veya batıda olun, yer­yüzünün neresinde olursanız olunuz Mescid-i Haram tarafına dönünüz.

2- İlim adamları kesinlikle Beytullah'ın eninden kat kat daha fazla olduğu bilinen uzunca saffi delil göstermişlerdir [21] Bence de tercihe değer olan görüş budur. Çünkü bizzat Kabe'ye yönelmek imkânsızdır ve insanlara kolaylık sağ­lamak bunu gerektirmektedir. İbni Abbas (r.anhuma) Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Beyt, Mescidde bulunanlar için kıbledir. Mescid, Harem Ehli için kıbledir. Harem de ümmetimden yeryüzünün doğusun­da ve batısında bulunan herkes için kıbledir."

Bu konudaki görüş ayrılığı Kabe'nin üstünde namaz kılmanın hükmü hakkında başka bir görüş ayrılığına da sebep teşkil etmektedir.

Yerin dibinde semanın tepesine kadar hizanın kıble olduğunu söyleyen Hanefiler -mekruh olmakla beraber- farz ya da nafile olsun Kabe'nin üstünde namaz kılmayı caiz kabul ederler. Bunu mekruh görmelerine sebep ise Ka­be'nin üstüne çıkmanın edebe aykırı olması, ona gösterilmesi gereken tazimi zedelemesi ve peygamberin de bunu nehyetmiş olmasıdır.

Şafiîler ise Kabe'nin üstünde farz ya da nafile olsun namaz kılmayı şu şartla caiz kabul ederler: Şayet Kabe'nin binasından yahut da toprağından eşik gibi ona sabit yüksekçe bir sütre varsa yahut kapalı bir kapı ya da orada de­vamlı kalan tespit edilmiş bir asa varsa ve bunun uzunluğu insanın kolunun yaklaşık üçte ikisi kadarı olursa -en yükseklikteki cisimden üç zira (arşın) ka­dar uzak olsa dahi- caizdir.

Hanbeliler de Kabe'nin damı üzerinde nafile namaz kılmayı mubah kabul ederler. Ancak onlara göre orada farz namaz sahih olmaz. Çünkü Yüce Allah, "Siz de nerede bulunursanız bulununuz yüzlerinizi o yana çeviriniz." diye bu­yurmaktadır. Kabe'nin damında namaz kılan kimse ise ona doğru namaz kıla­maz. Nafile namazda esas ise hafifletmek ve müsamaha göstermektir. Buna delil ise, oturarak ya da binek üzerinde yolculuk halinde kıbleden başka tarafa dönerek nafile namazının kılınabileceğidir.

Malikîler Kabe'nin üstünde namaz kılmanın sahih olduğunu kabul etmez­ler. Çünkü Kabe'nin damına çıkmış bir kimse ona doğru değil, başka bir şeye doğru yönelmiş olmaktadır.

Yüce Allah'ın, "Artık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir." buyruğu, na­maz kılan kimsenin secde edeceği yere değil de önüne bakacağına delildir. Eğer secde edeceği yere bakacak olursa, Mescid-i Haram'dan başka bir tarafa doğru yönelmiş olur. Maliki mezhebindeki görüş böyledir. Cumhur ise şöyle demekte­dir: Ayakta iken namaz kılan kimsenin secde ettiği yere bakması müstehaptır. Hanefîler şunu da eklerler: Namaz kılan kimse rükû halinde ayaklarına, sücud halinde burnunun ucuna, oturma halinde kucağına bakar. Daha sahih olan gö­rüş budur. Çünkü böylelikle Mescid-i Haram'a doğru yönelmek tahakkuk et­mektedir. Bu gibi yerlere bakmak ise, namaz kılan kimsenin namazda başka yerlere bakmasını yani namazdan başka bir şeyle uğraşmasını önler. İşte "Ar­tık yüzünü Mescid-i Haram'a doğru çevir" buyruğu Beytülmakdis'e doğru dö­nüp namaz kılmayı da neshetmektedir.

145. ayet-i kerime Kitap Ehli'nin dinlerinden yahut kıblelerinden dönme­lerinin umulamayacağını göstermektedir. İnsan bunları ikna etmek için ne ka­dar uğraşırsa da fayda vermez. Çünkü onlar hak kendilerine açıklandıktan sonra yine de inkar edip kâfir oldular. Ayetlerin onlara faydası yoktur. Yani İs­lam risaletinin doğruluğuna ve ona uymanın gereğine dair delil olan bütün ala­metler onlar için faydasızdır. Hatta Peygamber (s.a.) onlara karşı kendilerine getirdiğinin doğruluğuna dair her türlü delili ortaya koyacak olsa dahi ona uy­maz, kendi nevalarını terkedip bırakmazlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Muhakkak ki üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar iman etmezler. Eğer onlara bütün ayetler (belge ve deliller) gelse de acıklı azabı göre­cekleri ana kadar (imana gelmezler)." (Yunus, 10/96-97).

Yüce Allah'ın, "Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin." buyruğu emri ihtiva eden bir haber cümlesidir. Yani sakın böyle bir şeye meylin olmasın, de­mektir.

Daha sonra Yüce Allah Yahudilerin Hristiyanların kıblelerine uymayacak­larını, Hristiyanların da Yahudilerin kıblelerine tabi olmayacaklarını haber vermektedir. Bu da onların ayrılık içerisinde olduklarını gösteren aynı zaman­da da sapıklık içerisinde olduklarına da delil olan bir husustur.

Yüce Allah'ın, "Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra..." şeklindeki hitabı Peygamber (s.a.)'e yöneliktir. Bundan kasıt ise onun ümmetinin hevası-na uyması ve böylelikle zalim olması muhtemel olan kimseleridir. Yoksa Pey­gamber (s.a.)'in, kendisi sebebiyle zalim sayılacağı bir işi yapması mümkün de­ğildir. O bakımdan bu buyrukla ümmetinin kastedilmiş olduğu kabul edilir. Çünkü Peygamber (s.a.) masumdur ve biz onun böyle bir işi yapmayacağını ke­sinlikle bilir ve inanırız. Peygamber (s.a.)'in buna muhatap alınması meselenin büyüklüğünü ortaya koymak ve Kur"an-ı Kerim'in onun üzerine indirilmesi do-layısıyladır. Aynı şekilde: "Sakın şüphe edenlerden olma." buyruğunda da hi­tap Peygamber (s.a.)'e olmakla birlikte maksat onun ümmetidir.

Kitap Ehli'nin İslâmı, diğer ifadeyle hakkı kabul etmelerine karşı büyük­lük taslayıp inat ettiklerini açıkça ortaya koyan hususlardan birisi de şudur: Özellikle onların ilim adamları Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini, risaletinin doğruluğunu, tıpkı kendi öz evlatlarını tanıdıkları gibi bilir ve tanırlar. Bu­rada kişinin kendisini değil de bizzat oğullarının konu edinilmesi önemlidir. Çünkü insan kimi zaman kendisini unutabilir fakat oğlunu unutmaz. Rivayet edildiğine göre Abdullah b. Selâm'a Hz. Ömer şöyle sormuş: Sen gerçekten oğ­lunu tanıdığın gibi Muhammed'i bilip tanıyor musun? O şöyle dedi: Evet, hatta daha fazla. Allah semasında emin olduğu kulunu yeryüzünde emin olduğu ku­luna göndermiştir ve ben de bu niteliği ile onu tanıdım. Oğluma gelince; anne­sinin ne yaptığını bilemiyorum.

Kitap Ehli hakkı yani Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini, peygamber ol­duğunu bile bile gizliyorlardı. Bu, inadî küfrün, tam anlamıyla bir küfür oldu­ğu hususunda açık bir belgedir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Kalpleri onlara inandığı halde zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (Nemi, 27/14); "İşte o tanıdıkları kendilerine gelince onu inkâr ettiler." (Bakara, 2/89).

Kabe'ye yönelmek olsun, başkası olsun, hak Allah'tan gelendir. Yahudile­rin kendi kıblelerine ve Hristiyanlarm da kendi kıblelerine dair haber verdikle­ri değildir. Ayrıdedici kesin söz, ilahi vahye ait olup, inkarcıların heva ve arzu­ları değildir.

Yüce Allah'ın, "Sakın şüphe edenlerden olma" buyruğu ile hitaptan kasıt, -anlamı itibariyle- ümmettir. Hz. Peygamberin şüphe edenlerden olmasının ya­saklanması aynı fiilin işlenmesinin yasaklığını daha ileri bir ölçüde ifade eder. Tıpkı bir kimsenin bir başkasına: "Sakın zalim olma" demesinin "zulmetme" demesinden daha beliğ bir ifade oluşu gibi.

Özetle, Kitap Ehli'nin kıblenin değiştirilmesini inkâr etmeleri bir inattır, hakkı bile bile red etmektir. Çünkü onlar kesin olarak Muhammed (s.a.)'in pey­gamberliğini bilirler. Onun peygamber olduğu kesin olarak sabit olduğuna gö­re, bütün yaptıkları da Rabbinden gelen bir vahye dayalı olarak yaptığı ortaya çıkar. [22]

 

Kıble Hakkındaki Ayrılıklar Ve Kıblenin Değiştirilmesinin Sebepleri

 

148- Herkesin yüzünü kendisine doğru döndürdüğü bir yönü vardır. Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın. Nerede olursanız Allah tümünüzü bir araya getirir. Şüphesiz Allah her şeye Kadir'dir.

149-  Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Elbette-ki bu Rabbinden mutlak bir haktır. Al­lah yaptıklarınızdan gafil değildir.

150-  Her nereden çıkarsan yüzünü Mescid-i Harama doğru döndür. Her nerede olursanız yüzlerinizi onun ta­rafına döndürün. Ta ki aralarından zulmedenlerin dışında insanların size karşı bir delilleri kalmasın. O halde onlardan korkmayın, Benden korkun. Ta ki size olan nimetimi tamamlaya­yım. Olur ki hidayete kavuşursunuz.

151- Nitekim içinizden sizden bir rasul gönderdik ki, size ayetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size Kitabı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediğiniz şeyleri size öğretiyor.

152- Öyle ise siz Beni zikredin, Ben de sizi zikredeyim ve Bana şükredin nan­körlük etmeyin.

 

İ'râb:

 

"Herkesin yüzünü kendisine doğru döndürdüğü bir yönü vardır." Yani her bir insanın yüzünü o tarafa doğru döndürdüğü bir yönü vardır. Bunun şu anla­ma gelme ihtimali de vardır: Herkesin yüzünü döndürdüğü bir taraf vardır. O yani Allah, o tarafa doğru onları döndürür (dönmelerini emreder).

"Nitekim içinizde sizden bir rasul gönderdik..." Bu ya Yüce Allah'ın, "Ta ki size olan nimetimi tamamlayayım." buyruğu ile alâkaladır; -yani sizin aranızda sizden bir rasul gönderdiğimiz gibi kıbleyi değiştirmek hususunda da sizin üze­rinizdeki nimetimi tamamlayayım diye- ya da bundan sonra gelen: "Öyle ise siz beni zikredin ben de sizi zikredeyim." buyruğu ile alâkalıdır. Yani sizin aranız­da sizden bir peygamber gönderdiğimiz gibi siz de beni zikredin. Diğer bir ihti­mal de hazfedilmiş naslarm sıfatı olabileceğidir. Bu durumda takdirî ifadesi şöyle olur: Biz size içinizden bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size bir hidayet de vermiş bulunuyoruz. Çünkü bundan önceki ayet-i kerime; "olur ki hidayete kavuşursunuz" diye sona ermektedir. [23]

 

Belagat:

 

Ayet-i kerimede "rasul gönderdik" ve "rasul" kelimeleri arasında iştikak bakımından cinas vardır.

Kapsamlılığı ifade etmesi açısından husustan sonra umumun söz konusu edilmesi suretiyle de itnâb yapılmıştır. Bu ise Yüce Allah'ın, "Size kitabı ve hik­meti öğretiyor" buyruğundan sonra: "Ve bilmediğiniz şeyleri size öğretiyor" buy­ruğudur. [24]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Herkesin yüzünü kendisine doğru döndürdüğü" namazında yöneldiği bir yönü "kıblesi vardır. Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın" itaat işle­mekte ve itaatlere yönelmekte elinizi çabuk tutunuz.

"Nerede olursanız Allah tümünüzü" Kıyamet gününde "bir araya getirir." Amellerinizin de karşılığını verir.

"Ta ki aralarından" inad ederek "zulmedenlerin dışında insanların" yani Yahudilerin ya da müşriklerin "size karşı bir delilleri kalmasın." Beytülmak-dis'ten başka bir kıbleye döndürülmek hususunda sizinle tartışmaları söz ko­nusu olmasın. Yani Yahudilerin: Hem dinimizi inkâr ediyor hem de kıblemize uyuyor, şeklinde; müşriklerin de İbrahim dinine bağlı olduğunu iddia ediyor, ama kıblesine muhalefet ediyor, diyerek sizinle tartışmaları söz konusu olma­sın. İnat ile zulmedenler ise: Onun atası İbrahim'in kıblesine dönmesinin tek sebebi atalarının dinine olan meylinden başka bir şey değildir, derler. Bu buy­ruğun özet olarak manası şudur: İşte bu gibi zalimlerin söyleyecekleri sözün dışında, kimsenin sizin aleyhinize söyleyebilecek bir sözü kalmasın diye böyle yaptık. "O halde onlardan korkmayın." Kabe'ye yönelmek hususunda sizinle tartışmalarından çekinmeyin. Bunun yerine Benim emirlerime uymak suretiy­le "Ben'den korkun. Ta ki" sizi dininizin belli başlı alametlerine hidayet etmek suretiyle "size olan nimetimi tamamlayayım."

"Nitekim içinizde sizden bir rasul gönderdik." İşte size bir rasul gönderdi­ğimiz gibi, sizin üzerinizdeki nimetimi de böylece tamamladım. Bu rasul "sizi" şirkten "arındırıyor" temizliyor. "Size Kitab'ı" Kur*an-ı Kerim'i "ve hikmeti" fay­dalı bilgiyi, Kur'an-ı Kerim'de bulunan hükümleri, bazılarına göre de hikmet peygamberin sünneti demek olduğundan sünneti "öğretiyor."

Burada (ilk olarak 149. ayette, 150. ayet-i kerimede de iki defa olmak üze­re) üç defa Kabe'ye yönelme emrinin tekrarlanması kıblenin değiştirilme emri­ni değişik şekillerde tekid etmek içindir. Kurtubî der ki: Bu tekrardaki hikmet şudur: Birinci: "Yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir"  buyruğu, Mekke'de bulunup da Kabe'nin karşısında bulunan ve onu gören kimseye yöneliktir. İkinci emir olan: "Her nerede olursanız yüzlerinizi onun tarafına döndürün." buyruğu, diğer bölgelerde ve Medine ve Medine dışındaki şehirlerdeki mescid-lerde namaz kılanlar hakkındadır. Üçüncüsü olan: "Her nereden çıkarsan yüzü­nü Mescid-i Haram'a doğru döndür" buyruğu ise yolculuğa çıkan kimseler hakkındadır. Bu da yeryüzünün bütün yerlerinde Kabe'ye doğru yönelmeye da­ir bir emirdir.[25]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Müslümanların yönelmekle emrolunduğu kıble olan Kabe söz konusu edil­dikten ve Kitap Ehli'nin bu kıbleye uymama kararını zikrettikten sonra, ayet­ler bunun Yüce Allah'ın kendi fiiliyle olduğunu, bunu takdir edenin O olduğu­nu, herkesi kendi kıblesine yöneltenin O olduğunu bildirmektedir. İşte bu, Yü­ce Allah'ın nimetine şükretmek için dikkat çekmektedir. Çünkü müslümanları, emretmiş olduğu yönelme buyruğuna uymaya muvaffak kılmış ve onları bu emri yerine getirmek üzere seçmiş bulunmaktadır. [26]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerimeler, Kabe'ye yönelmek, inkarcıların iddialarını çürütmek hususunda Resulullah (s.a.)'ın takındığı tavrı desteklemeye devam etmektedir. Şanı Yüce Allah her bir ümmete has özel bir kıblenin bulunduğunu zikretmek­tedir. Yahudiler için bir kıble, Hristiyanlar için bir kıble, müslümanlar için bir kıble vardır. Bütün ümmetler için tek bir kıblenin varlığı söz konusu değildir. Farz olan, vahyin emrine teslimiyettir. Kıble dinin esası değildir. Önemli olan hayırlı işlerde yarışmaktır. Herkesin ameline uygun karşılığı verecek olan ise Allah'tır. Yüce Allah'ın nazarında bütün mekânlar birdir. O bakımdan kıblenin değiştirilmesi hususunda birbirinizle tartışmayınız. Bu konuda itiraz etmeyi­niz. Yeryüzünün dört bir yerinde karada, denizde ve havada bütün müslüman-ların kıblesi aynıdır. Kıble hususunda müşriklere karşı delil ortaya koymanın bir faydası yoktur. Bunun yerine siz Allah'tan korkunuz, O'nun herhangi bir emrine karşı gelmeyiniz. Her nerede olursanız olunuz Kıyamet gününde Allah, hepinizi bir araya getirip toplayacak, amellerinizden dolayı sizi hesaba çeke­cektir. Allah her şeye kadir olandır.

Özetlediğimiz bu hususu şöylece açabiliriz:

Her bir ümmetin namaz kılarken yüzünü döndürdüğü bir yön vardır. İbra­him ve İsmail Kabe'ye doğru yöneliyorlardı. İsrailoğulları da Beytülmakdis'teki kayaya yöneliyorlardı. Hristiyanlar doğu tarafına dönüyorlardı. Allah müslü­manları ise Kabe'ye yönelme hususunda hidayete erdirmiştir. O halde ümmet­ler değişik olduğu kadar kıbleleri de değişiktir. Dönülen cihet, Allah'ın vahda­niyetinin kabulü, ahiret gününe iman gibi dinde bir esas değildir. Allah'ın istediği, vahyin emrine teslim olmak, Allah'a itaat olan emir ve buyrukları yerine getirmektir.

O halde çeşitli hayırları işlemek hususunda elinizi çabuk tutunuz. Herkes bu konuda daha önce hareket etmeye kötülük ve sapıklıktan uzak durmaya gayret göstersin. Bütün mesele iyilik işlemek olmalıdır. Ülkeler, cihetler, Yüce Allah'a yakın olmaya esas teşkil etmez. Allah nezdinde bunlar arasında bir fark yoktur. Nerede ikamet ederseniz ediniz, Allahü Teâlâ sizi hesabınızı gör­mek üzere bir araya getirip toplayacaktır. Bunun delili ise aradaki mesafeler ne kadar uzak olursa olsun hesap günü için insanları toplamanın Allah'ı aciz bırakacak bir durum olmadığıdır. Bu gerçeği dile getiren ayet-i kerime Yüce Al­lah'ın şu buyruğunu da hatırlatmaktadır: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin etmişizdir. Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O size verdiği ile sizi imtihan etmek için böyle yaptı. Öyle ise hayırlı işlere koşu­şun. Hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48)..

Kabe'ye ya da Mescid-i Haram'a yönelmek, bütün zaman ve mekânlarda geçerli bir serî hükümdür. Her nerede olursanız olunuz, Mescid-i Haram tarafı­na yöneliniz. Yüce Allah bu ayet-i kerimede Kabe'ye yönelme emrini üç defa tekrarlamaktadır. Bundan önce ise 144. ayet-i kerimede bu emri iki defa tek­rarlamış idi. Bundan maksat bu hükmün bütün zaman ve mekânları kuşatan genel bir hüküm olduğunu ifadedir. Kur"an-ı Kerim her bir emir ile birlikte uy­gun olan bir ifadeyi de söz konusu etmektedir:

144. ayet-i kerimedeki ilk emir ile birlikte aynı ayette Yüce Allah kendile­rine kitap verilenlerin hakkı bildiğini tespit etmektedir.

149.  ayet-i kerimede yer alan ikinci emir ile birlikte Yüce Allah bunun Al­lah tarafından sabit olan bir hak olduğunu açıklamaktadır. Bu hususta her­hangi bir nesh veya değişiklik söz konusu olamaz. Peygamberin bu hak olan kıbleye yönelmesi hikmet ve maslahata uygun olandır. Allah insanların yaptık­larından ve din ile ilgili getirmiş olduğu bütün emirlerde Peygamber (s.a.)'e ihlâs ve samimiyetle tabi oluşlarından gafil değildir. Amellerinin karşılığını en güzel şekilde onlara verecektir. Bu itaat eden müminlere fiillerinin mükafatına nail olacaklarına dair bir vaaddir. Aynı zamanda amellerinin cezasını görecek­lerine dair isyankârlara da bir tehdittir.

150.  ayet-i kerimede yer alan üçüncü emir ile birlikte Yüce Allah kıblenin değiştirilmesindeki hikmeti söz konusu etmektedir ki, şu üç faydalı husus bu hikmetin kapsamı içerisindedir:

1- "Ta ki... insanların size karşı bir delilleri kalmasın." Kitap Ehli ve'müş­riklerin müslümanlara karşı ileri sürecek bir dellileri olmasın. Kitap Ehli Hz. ismail'in soyundan gönderilecek olan peygamberin Hz. İsmail'in kıblesi olan Kabe'ye yöneleceğini biliyorlardı. Buna göre namazında Beytülmakdis'e doğru yönelmeye devam etmesi peygamberliğinde tenkit edilecek bir nokta olurdu. Yine onlar bu ümmetin niteliklerinden birisinin Kabe'ye yönelmek olduğunu da biliyorlardı. Müslümanlar bu niteliği kaybedecek olsaydı belki de bu kendi aleyhlerine delil olabilirdi. Müşrikler ise atasının dinini ihya etme üzere İbra­him (a.s.) soyundan gelmiş bir peygamberin, atası İbrahim'in oğlu İsmail ile birlikte inşa ettiği Rabbinin Beyti'nden başka bir tarafa yönelmemesi gerektiği görüşünde idiler. Nitekim kıblenin değişikliği bu konuda onların görüşlerine uygun bir şekilde gerçekleşti. Böylelikle her iki kesimin de ileri sürebilecekleri bir delil ortadan kalktı. Buna bağlı olarak da münafıkların söyleyebilecek bir şeyleri de kalmadı.

Fakat aralarından inad ile nefislerine zulmedenler -ki bunlar kıt akıllı kimseler olduklarından dolayı herhangi bir kitap ile hidayet bulmayan ve hiç bir belgeye iman etmeyen Kureyş müşrikleridir- Kabe'ye yönelmek hususunda işte bunlardan korkmayınız. Çünkü bunların sözleri aklen kabul edilebilir bir delile dayalı değildir. Sizler yalnızca hak sahibinden korkunuz. Yahudilerin şu sözleri bu sapık ve zalimlerin şu sözlerindendir: O Kabe'ye ancak kavminin di­nine meylettiği ve kendi doğup büyüdüğü şehrini sevdiği için dönmüştür. Hak üzere olsaydı kendisinden önceki peygamberlerin kıblesinden ayrılmazdı. Müş­rikler ise şöyle demişlerdi: Şimdi kıblemize döndü, pek yakında dinimize de dönecektir. Münafıklar ise şöyle demişti: O herhangi bir kıble üzerinde karar kılamıyor. Tereddüt ve kararsızlık içerisindedir. Bütün bunlar sıhhatli bir deli­le dayanmayan, akıl tarafından kabul edilebilecek bir dayanağı olmayan görüş­leridir. Bunlar sadece Allah'ın dini hakkında tartışma doğurması maksadıyla ileri sürülmüş Muhammed (s.a.)'in risaletine iman etmemek için kullanılan yollardır. O bakımdan ey müminler, siz kıbleniz üzere sebat gösteriniz. Kabe'ye yönelmek hususunda zalimlerden korkmayınız. Çünkü onların sözlerinin aklî ya da semavî bir hidayetten gelen bir dayanağı yoktur.

Allah'tan korkunuz. Allah'ın rasulünün size getirdiklerine muhalefet et­meyiniz. Size vadettiğini yerine getirecek olan O'dur. Bununla korkulması ge­reken zatın hak sahibi olan olduğuna, batıl üzere olana ise aldırış edilmeyece­ğine bir işaret vardır.

2- "Ta ki size olan nimetimi tamamlayayım." Atanız İbrahim'in inşa ettiği, put ve heykellere tapınmaktan arındırdığı, insanların kalplerinin kendisine sevgiyle yöneldiği Rabbinizin EVini yalnızca sizin için bir kıble kılmakla, bu kıbleyi size tahsis etmekle üzerinizdeki nimetimi tamamlayayım diye. Bu, aynı zamanda sayısız maddî ve manevî faidelerin gerçekleştirilmesine de sebeptir. Abdullah'ın oğlu Muhammed'in Hz. İbrahim'in soyundan gelen aslen Arap bir peygamber olması, Kur'an-ı Kerim'in apaçık Arapça bir lisanla ona indirilmesi, Kabe'ye doğru yönelmeyi arzulayan akrabaları ve aşireti arasında ortaya çık­ması da bu nimetler cümlesindendir. O bakımdan kıblenin Kabe'ye doğru de­ğiştirilmesi Yüce Allah tarafından müslümanlar ve Araplar üzerindeki eksiksiz bir nimetidir.

3- "Olur ki hidayete kavuşursunuz." Hak üzere sebat göstermek ve ona karşı çıkmamak suretiyle hidayet bulaşınız diye. Çünkü kıblenin değiştirilme­siyle ilgili olarak kıt akıllıların körükledikleri fitne, hak ve imanın ne kadar güçlü olduğunu, batıl ve küfrün de ne kadar zayıf olduğunu ortaya çıkartmış, müminlerin imanlarını daha bir pekiştirip arındırmış, münafıkları açık-seçik htr şekilde ortaya çıkarmış, kâfirleri de yardımsız ve desteksiz bırakmıştır.

Özetle, Yüce Allah sizin için Beytullah'ı kıble tayin etmek suretiyle üzeri­nizdeki nimetini tamamlamıştır. Nitekim sizden bir peygamber göndermek su­retiyle de üzerinizdeki nimetini tamamlamıştı. Söz konusu bu peygamber Mu-âammed (s.a.)'dir. O size hakka götüren ve doğruluğa ileten Allah'ın ayetlerini afcur, Allah'ın vahdaniyetine, kudretinin büyüklüğüne dair kesin delilleri orta­ya koyar. Sizi putperestliğin pisliklerinden arındırır. Nefislerinizi yüceltecek ve arındıracak en şerefli bilgileri ve akla saygı duymayı, kör taklidi bir kenara at­mayı, her türlü sapma ve sapıklıktan koruyucu olarak dini esas kabul etmeyi âğretir. Nitekim O, kız çocukları diri diri gömmek, masraflarından kurtulmak maksadıyla çocukları öldürmek, en basit ve önemsiz sebepler yüzünden kanlar iökmek gibi çirkin cahili adetlerden de sizi arındırmaktadır.

Size Kur'an-ı Kerim'i öğretiyor, şer"î hükümleri beyan ediyor. Kur'an-ı Ke-nm'in bir hidayet ve bir nur olmasına neden olan teşriî sırları açıklıyor.

Aynı zamanda o peygamber size hikmeti de öğretiyor. Hikmet; şer*î hü­kümlerin sırlarını, amaçlarını amele ve itaata iten gerekçelerini bilmektir. Di­ğer taraftan o peygamber size peygamberin sünneti, barış ve savaş gibi azlık, çokluk, yolculuk ve ikamet gibi hayatın çeşitli durumlarında izlenecek övülme­ye değer yolu da öğretmektedir. Nihayet teşriin sırlarına, dinin derinliğine bi­linmesini (fıkhedilmesine) nasip ettiği peygamberin ashabı, hikmetli, bilgin ve oldukça üstün zekâlı kimseler haline geldiler. Onlardan her birisi bir ülke yö­neticisi, bir ümmet lideri oldu. Yönettiği ülkede ve ümmet arasında adaleti uy­guluyor, güzel bir siyaset takib ediyordu. Bununla birlikte o belki Kur'an-ı Kerim'in ancak bir kısmını ezberlemiş idi; fakat Kur'an'ın sırrını bilmiş, amacını kavramıştı.

Bu peygamber sizlere bilmediğiniz gayba dair haberleri, peygamberlerin «iretlerini, geçmişteki kavimlerin kıssalarını, yok olmuş ya da Araplar tarafın­dan da ve hatta onların dışında Kitap Ehli tarafından da bilinmeyen ümmetle­rin durumlarını size öğretmektedir. Bu bakımdan yüce Allah müminleri bu ni­meti itiraf etmeye ve buna Allah'ı zikrederek, şükrederek karşılık vermeye teş­vik ederek: "Öyle ise siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim" diye buyurmuş-rur.

Yani bana itaatle, emirlerime uymak suretiyle, salih amel ile Beni zikredi­niz. Hamdetmek, teşbih getirmek, şükretmek, Kur'an-ı Kerim'i okumak, ayet­leri üzerinde düşünmek, kainattaki deliller üzerinde Benim varlığıma, kudreti­me ve vahdaniyetime dair tefekkür etmek, size verdiğim emirlere bağlı kal­mak, yasakladıklarından kaçınmak, peygamberlere iman edip onlara uymak suretiyle Beni zikrediniz. Ben de sizleri kendi nezdimde sevap ve ihsan ile, bol bol hayırlar vermekle, mutluluk ve izzetinizin devamı ile sizi anayım. Sizinle meleklere karşı övüneyim. Size ihsan ettiğim nimetime karşı kalp ile dil ile ve her organı yaratılış sebebini teşkil eden hayır ve menfaate uygun olarak kul­lanmak suretiyle şükrediniz. Bütün bu nimetlere karşı -onları şeriatın kabul etmediği ve selim aklın da onaylamadığı yollarda kullanmak suretiyle- nankör­lük etmeyiniz. Şüphesiz ki Ben dünyada iken yaptıklarınızın karşılığını verece­ğim. Hayır işlediyseniz hayır, kötülük işlediyseniz kötülük. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Şunu da hatırlayın ki, Rabbiniz şöyle bildirmiştir: Andolsun ki şükrederseniz elbette size fazlasını da veririm. Fakat nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim, 14/7). [27]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Kıbleye yönelmek ümmetin tek vücut olması için bir vesiledir. Gerçek maksat ise namazda hangi tarafa dönülürse dönülsün Allah'a ihlâsla ibadet et­mekten ibarettir. O bakımdan değişik dinlere tabi olanlar arasındaki ayrılıkla­rın istismar edilmesi uygun değildir. İnsanlara düşen hayır, iyilik ve ihsan ko­nularında birbirleriyle yarışmak ve aynı şekilde Allah'ın bütün emirlerine itaat etmektir. Önce Beytülmakdis'e doğru yönelmeye, sonra devamlı olarak Kabe'ye dönmeye dair emirlerdeki değişiklik ancak bir tür sınama ve imtihandır. Bu yolla samimi ve gerçek müminler bilinir, yalancılar açıkça ortaya çıkar, iyi kö­tüden, müslüman münafıktan ayırdedilir. O bakımdan kıblenin değiştirilmesi bir azab değil, aksine çok büyük bir nimettir.

Yüce Allah'ın, "Öyle ise siz de hayırlarda birbirinizle yarışın." buyruğun-daki emir ile anlatılmak istenen; Allah'ın emretmiş olduğu Beyt-i Haram'a yö­nelmeyi hemen yerine getirmektir. Bununla birlikte lafzın genel ifadesi bütüm itaatlerde eli çabuk tutmaya dair bir teşvik de ihtiva etmektedir. Kurtubî'nin belirttiği gibi bununla anlatılmak istenen, namazı vaktinin ilk zamanlarında kılmaktır. İmam Malik ve Şafiî'ye göre öğlen namazını havaların -sıcak olması sebebiyle- serinleyeceği vakte kadar geciktirmek sünnettir. Çünkü Buharî ve Tirmizî'de yer alan rivayete göre Ebu Zerr el-Gifârî, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Sıcağın ileri derecede olması cehennemin aşırı sıcağındandır. O bakımdan sıcak arttığı vakit namazı serin vakte bırakınız."

Her insan dünyada iken yaptığı amelin mükafatını görecektir. Çabaları asla boşa gitmeyecektir. Allah Kıyamet gününde bütün mahlukatı diriltip top­lamaya kadirdir. O her şeye kadirdir. Onun kudretinin kapsamına ve genişliği­ne giren şeyler arasında öldükten ve çürüdükten sonra karada ya da denizde olsun, nerede olursa olsun tekrar yaratmaktır.

Kabe'ye doğru yönelme emrinden dönüş yoktur. Bunun delili ise Kabe'ye doğru yönelme emrinin ayet-i kerimede üç defa tekid edilmesidir. Ayrıca buna daha önceki 144. ayet-i kerimede bu emrin iki defa daha tekrarlanmış olduğu­nu da eklemek gerekir. Müminlere düşen ise namazlarında Kabe'ye doğru yö­nelme emrinde ısrar etmekten başkası olamaz.

Yüce Allah'ın, "Ta ki aralarından zulmedenlerin dışında..." buyruğundaki istisna, İbni Abbas'tan rivayet edildiğine -ve Taberî'nin de tercih ettiğine göre-şöyledir: Yüce Allah Kabe'ye yönelmeleri hususunda Peygambere ve ashabına karşı herhangi bir kimsenin delil getirebilmesini kabul etmemektedir. Yani hiç "ar kimsenin size karşı delil diye bir şey ileri sürmesine imkân yoktur. Ancak reddedilebilecek ve çürük şeyler söylenebilir. Çünkü buna itiraz edenler; onlar ne diye döndüler, Muhammed dininde şaşkınlığa düştü, onun bizim kıblemize yönelişinin sebebi bizim ondan daha çok hidayet üzere oluşumuzdan dolayıdır meva buna benzer ancak bir puta tapan yahut bir Yahudi veya bir münafık ta-raündan söylenebilecek benzeri sözler söylediler.

Kâfirlerin durumlarının önemsizliğini ifade edilmesinde müminlerin güç ve gayretlerinin pekiştirilmesi, Kabe'ye yönelmek hususunda zalimlerden korkmanın yasaklanmasında da asıl hak sahibi olandan korkulması gerektiği­ne dair bir işaret vardır. Kısacası batıl üzere olan kişi gözde büyütülmemeli ve değer verilmemelidir.

Yüce Allah'ın, "Nitekim içinizden size bir rasul gönderdik." buyruğundaki bu benzetme şuna delildir: Kıbledeki nimet risaletteki nimet gibidir. Bu kıble­nin Kabe'ye doğru yönlendirilmesi işinin ne kadar büyük olduğunu gösteren bir benzetmedir.

Yüce Allah'ın, "Öyle ise siz beni zikredin." buyruğunda insanlar arasında adalet sarayını yükseltmeye bir işaret vardır. Anlamı da şudur: Siz beni itaatle zikredin, ben de sizi sevap ve mağfiret ile zikredeyim. Nitekim Said b. Cübeyr şöyle der: "Zikir Allah'a itaattir. Allah'a itaat etmeyen O'nu zikretmiş olmaz, isterse çokça teşbih getirsin (Sübhanallah desin), çokça tehlil (la ilahe illallah demek) getirsin, çokça Kur"an-ı Kerim okusun, farketmez."

Buharî ile Müslim'de de Ebu Hureyre (r.a)'nin rivayetine göre Resulullah «s.a.) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki: Ben kulumun zannı yanındayım ve ben onunla beraberim. Kendi nefsinde beni zikrettiği vakit ben de onu kendi nezdimde zikrederim. O beni bir topluluk arasında zikrederse ben de onu ondan daha hayırlı bir topluluk arasında zikrederim. Bana bir ka­rış yaklaşırsa ben ona bir arşın yaklaşırım..."

Asıl kastedilen ise, bütün hallerde devam etmesi gereken kalbî zikir yani gönlün her an Allah'ın murakabesini hissetmesidir.

"Ve bana şükredin, nankörlük etmeyin." buyruğu Yüce Allah'ın, bu ümmeti geçmiş ümmetlerin düştüğü duruma düşmemeleri için bir sakındırmasıdır. Çünkü önceki ümmetler Allah'ın nimetlerini inkâr edip kâfir oldular. Ne için yaratıldıkları hususunda akıl ve duyularını kullanmadılar. O bakımdan Yüce Allah da nimet ve ihsanlarından onları mahrum etti. [28]

 

Belalara Sabır

 

153-  Ey iman edenler! Sabırla ve na­mazla yardım dileyin. Şüphesiz ki Al­lah sabredenlerle beraberdir.

154- Allah yolunda öldürülenler için "ölüler" demeyiniz. Aksine onlar diri­dirler; fakat siz anlayamazsınız.

155- Andolsun sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiklikle imtihan edeceğiz. Sabreden­lere müjdele!

156- Onlar ki kendilerine bir musibet geldiği zaman: "Muhakkak biz Al­lah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücü­leriz." derler.

157- İşte Rablerinden mağfiret ve rah­met hep onların üzerindedir ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir.

 

Belagat:

 

"Ölüler demeyiniz, aksine onlar diridirler." buyruğunda hazf ile yapılan icaz vardır. Yani: Onlar ölüdürler, demeyiniz. Bilakis onlar diridirler. Burada ölüler ve diriler kelimeleri arasında ta tıbâk sanatı vardır.

"Biraz korku" ifadesindeki belirtisizlik, bunun oldukça az olacağım ifade etmek içindir.

"Rablerinden mağfiret ve rahmet" Buradaki mağfiret ve rahmet kelimele­rinin "tenvinli gelmesi bu mağfiret ve rahmetin üstün ve yüceliğine delildir. Yüce Allah'ın, "Rablerinden" buyruğu ise onlara gösterilen inayetin fazlalığını ortaya koymak içindir.

"Ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir." buyruğu bu niteliğin, sadece nitelenene münhasır olduğunu anlatmaktadır. Yani onlardan başka hidayet bulan yoktur, demektir. [29]

 

Kelime ve İbareler:

 

Sabır: Nefsi hoşa gitmeyen şeylere katlanmaya alıştırmak demektir. Yani itaat ve belaya karşı sabretmek suretiyle ahiret için yardım alınız.

Özellikle burada "namaz"dan sözedilmesi günde beş defa tekrarlanması, azameti ve önemi dolayısıyladır. Namaz (salat), sözlükte dua demektir. Melek­ler tarafından yapılması, mağfiret dilemek, Allah tarafından yapılması da rah­met etmek anlamındadır.

"Allah sabredenlerle beraberdir."'Yani yardımıyla onlarla birliktedir.

"Andolsun ki... imtihan edeceğiz." İbtilâ (imtihan), sınanan kimsenin duru­munun ne olacağının ortaya çıkarılması için denemek demektir. Burada anla­tılmak istenen ise, mutlaka sizlere hallerinizi sınayan kimsenin yaptığı şekil­de; güvenin zıddı olan düşmandan "Andolsun ki sizi biraz korku, açlık" yani kıtlıkla, "mallardan" onları telef etmek suretiyle; "canlardan" öldürülme, ölüm ve hastalıklar suretiyle "ve mahsullerden" türlü felâketler sebebiyle "ek­siklikle imtihan edeceğiz" hallerinizi deneyeceğiz. Yani bizler bütün bunlarla sizleri mutlaka kınayacak ve sabredip etmeyeceğinizi böylelikle ortaya çıkarta­cağız.

"Sabredenlere müjdele" belalara katlananlara cennet müjdesini ver.

Musibet: İnsana can, mal veya ailesinde rahatsızlık verici her şeydir. Mah­sullerin eksikliği ise ziraî ürünlerin az olması demektir.

Salavat: Mağfiret demektir. (Mealde de böyledir). Allah'tan salât, tazim, makam ve mevkinin yükseltilmesidir.

Rahmet: Burada nimet anlamındadır. Rahmet sıkıntı ve musibetlere güzel şekilde katlanmak, ilâhî kazaya rıza göstermek dolayısıyla onlara lütufta bu­lunmak anlamındadır. [30]

 

Nüzul Sebebi

 

154. ayet-i kerime Bedir'de şehit düşenler hakkında inmiştir. Bunların sa­yısı on küsur olup sekizi ensardan, altısı muhacirlerden idi. İnsanların Allah yolunda öldürülen kimse hakkında filan kişi öldü ve dünya nimet ve lezzetle­rinden artık mahrum kaldı demesi üzerine, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi in­dirdi. İbni Abbas dedi ki: Umeyr b. el-Humam, Bedir'de öldürüldü. İşte bu "Al­lah yolunda öldürülenler için ölüler demeyiniz." ayeti onun ve onun durumun­da olan başkaları hakkında nazil oldu. [31]

 

Açıklaması

 

Kıblenin değiştirilmesi gerçek mümin ile yalancı münafıkın birbirinden ayırdedilmesi ve onların sınanmaları içindi. O bakımdan bu değişiklik bir ni­mettir; bir azab değildir. Fakat kıt akıllılar ile Kitap Ehli bu büyük olayı istis­mara yöneldiler ve müminlerin aleyhine ruhlara kin ve düşmanlığı ekmek kas-dı ile iftira kampanyası başlattılar. Allah bunun diğer insanları müminlere karşı birleştirmek gayesi ile oldukça yoğun bir takım gayretleri peşinden geti­receğini ve bunun kaçınılmaz olarak bir savaşa yol açacağını biliyordu. Nite­kim daha sonraları fiilen çarpışma ve savaş ortaya çıkmıştı.

Şanı Yüce Allah bu ayet-i kerimelerde nimetin kimi zaman belâ ve çeşitli musibetlerle bir arada bulunabileceğini beyan etmektedir. Fakat musibete kat­lanmak, müşriklerden ve Kitap Ehli'nden oluşan düşmanlara karşı direnmek için sabır ve namaz ile yardım dilemekten başka çare yoktur. Çünkü sabır ile irade güçlendirilir, sıkıntılara karşı tahammül gösterilir, musibetlere karşı se­bat elde edilir ve Allah sabredenlerle beraberdir yani yardımı, zaferi, koruyup gözetlemesi ve desteklemesi ile onların yanındadır. Şanı Yüce Allah şükretme emrini beyan ettikten sonra sabra dair açıklamalara geçti ve sabır ve namaz ile yardım istenebileceğini bize gösterdi. Çünkü kul ya bir nimet içerisindedir, ona şükretmesi gerekir ya da bir sıkıntı içerisindedir, buna da sabretmesi gerekir.

Namaz ile yardım dilemek, ibadetlerin özü olduğundan Allah ile ilişkiye geçmenin, ona seslenmenin, Yüce Allah'ın heybet ve celâlinin şuuruna varma­nın yolu, korku duyanların sığınağı, dertlilerin kederlerinden kurtuluş ve mü­minlerin ruhlarının huzura erme vesilesi olduğundan dolayıdır. Peygamber (s.a.) de: "Benim gözümün nuru namazdadır." buyurmuştur.

Mümin sabır ile ve haşyet doğuran, Allah'a karşı huşu ile kalbi dolduran ve insanın ruhunu her türlü hayasızlık ve münkerlerden uzaklaştıran namaz ile yardım dilediği takdirde; onun için zorluklar önemsizleşir, her türlü sıkıntı ve meşakkate katlanır, her türlü zorluk ve kedere direnç gösterir.

Bundan dolayı Yüce Allah her ikisini de emrederek şöyle buyurmaktadır: Dininizi ve dininizin şiarlarını zafere götürmek için yardım isteyiniz. Karşı karşıya kaldığınız her türlü sıkıntı ve musibete karşı yardım dileyiniz. Bu hu­suslarda insana ağır gelen her türlü dert ve tasayı hafifleten sabır ve insanın kalbine Allah'a güveni yerleştiren, sıkıntıları unutturan namaz yardımcınızdır. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "Bir de sabır ile ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz o huşu, duyanlardan başkasına elbette büyük gelir." (Bakara, 2/45). Özellikle sabrın söz konusu edilmesi nefis için en ağır gelen psikolojik, ruhî (batınî) bir durum olduğundan dolayıdır. Namazın da özellikle anılması insana en zor gelen zahirî bir amel olduğundan dolayıdır. Bununla birlikte namaz ile insan dünyadan kopar, Allah'a yönelir. Resulullah (s.a.)'m bir işten dolayı sıkıntı ile karşı karşıya kaldığında hemen namaza ko­şup sığındığını ve bu ayet-i kerimeyi okuduğu rivayet edilmektedir.

Allah sabredenlerin yardımcısıdır, onların duasını kabul eder, kederlerini giderir. Vakıa şu ki; ferdî ameller ile büyük toplumsal işlerin gerçek anlamda meyvelerini vermeleri ancak sebat ve sürekli mücadele ile mümkün olur. Bü­tün bunların aracı ise sabırdır.

Mücadele ve katıksız cihadda şehit düşenler hakkında "ölüler" demeyiniz, aksine onlar kabirlerinde özel tarzda ve özel bir takım belirtilere sahip bir ha­yata sahiptirler. Belli bir keyfiyette bir nzık ile nzıklanırlar ki; Allah bunun nasıl olduğunu en iyi bilendir. Fakat bizler müşahade ve his ölçülerimiz ile bu hayatın gerçeğini idrak edemeyiz. Bu bir başka alemde, başka bir şekilde gaybî hayattır. Bütün mesele Yüce Allah'ın bize böyle bir hayatı vermesinden ibaret­tir. O bakımdan biz bunu araştırmaya koyulmayız; buna iman etmek ise farzdır. Bunu yüce Allah'ın şu buyruğu da teyid etmektedir: "Allah yolunda öldü-ndenleri ölüler sanma, aksine onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar." Âl-i İmran, 3/169).

Belirtilen bu hususlarda, dinini zafere ulaştırmak yolunda, Rabbine davet yolunda canını feda eden müminin ebedîlik cennetine nail olan hayırlı kimse­lerden olacağına bir işaret vardır. Onlar diridirler. Ruhları yeşil kuşların kur-saklarındadır. Bu kuşlar cennette diledikleri gibi uçar. Nitekim sahih hadiste de böylece sabit olmuştur.

Daha sonra Yüce Allah yemin ile şöyle buyurmaktadır: Allah'a yemin ol­sun ki ey müminler, sizleri savaşta düşmana karşı duyacağınız az bir korku, bir miktar kıtlık ve kuraklıktan dolayı açlık, kaybolmaları, zayi olmaları sure­tiyle mallardan yana eksiklik, kâfirlerle savaşmak ve başka şeylerle uğraş­maktan dolayı ölüm suretiyle canlardan yana eksiklik, telef etmek suretiyle meyvelerden yana eksiklik gibi musibetlerle karşı karşıya bırakacağız. Şafiî'ye güre mahsullerin azlığı çocukların ölümü demektir. Çünkü kişinin çocuğu kal­binin meyvesidir. Nitekim bu konuda böyle bir haber de varid olmuştur. Bu ye­minin yapılmasının sebebi ise; gelecekte ansızın karşı karşıya kalacakları olay­lardan yana müminlerin gönüllerinin rahatlaması, huzura ermesi, bir musibe­te maruz kaldıklarında ise Allah'ın kaza ve kaderine rıza göstermeleri içindir. Nitekim bütün bunlar gerçekleşti. Mümin iman edince fakir oluverir, ailesi onu terkediverirdi. Ya da Medine'ye hicret edip de Mekke'yi terkettikleri sırada yurdundan, malından uzak kalırdı. Bir savaşçı savaşa gittiği sırada birkaç hur­ma ile yetinmek zorunda kalırdı. Özellikle Ahzab ve Tebük gazvelerinde. Mu­hacir, Medine'nin sıtma ve vebası ile karşılaştığında ölüme maruz kalıyordu. Daha sonraları ise Medine'nin iklimi zamanla güzelleşti.

Kaza ve kadere iman eden müminlere müjedele! Fakat bu müjde ancak fe­laket ve musibetin çöktüğü ilk anda sabredenler içindir. Bunlar bu sabırların­dan dolayı da Allah katında ecirlerini umarak: "Muhakkak biz Allah'ınız ve muhakkak biz O'na dönücüleriz." derler. İşte bu, onların işlerinde güzel akıbet üe karşılaşacaklarının müjdesidir. Sabredenlere ecirleri hesapsızca verilir. Rablerinden günahları için bir mağfiret onlara has bir rahmet de vardır. Bu rahmetin etkisini musibet ile karşılaştıkları vakit kalplerindeki serinlikte, ruhlarının sükûn ve huzurunda bulurlar. İşte kâfirler müminleri bu rahmetten dolayı kıskanır. Çünkü kâfir bir musibet ile karşılaştığında dünya ona dar ge­lir. Bazen kendisini öldürüp intihar dahi edebilir. Avrupa ve Amerika'da inti­har olayları ne kadar da çoktur!..

Gerçekten sabreden kimseler hakka, doğruya hidayet bulan, faydalı fiiller işlemeye Allah tarafından yönlendirilenler dünya ve ahiret hayrını elde ederek umduklarına kavuşanlardır. Buharî'nin Enes'ten rivayet ettiği: "Sabır ancak ilk sadme esnasında (felaket ve musibetin çöktüğü ilk anda) olandır." mealin­deki hadis dolayısıyla sabır, birinci sadme esnasında söz konusu olur. Kaza ve kadere teslimiyet göstermekte birlikte ağlamak ve üzülmek sabra ve imana ay­kırı değildir. Buharî ile Müslim'deki rivayete göre Resulullah (s.a.) oğlu İbrahim'in vefat ettiği sırada ağlamıştır. Ona: "Sen bize bunu yasaklamamış miy­din?" diye sorulunca, o şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki bu rahmetin kendisidir." Daha sonra şöyle buyurdu: "Şüphesiz göz yaş akıtır ve kalp rahatsızlaşır, fakat Rabbimizin razı olduğundan başka bir şey demeyiz. Şüphesiz ki biz ey İbrahim, senden ayrıldığımız için üzüntülüyüz." Yerilen ise şeriatın yasakladığı dövün­mek, elbiseleri yırtmak, cahiliye devrinde olduğu gibi ölülere haram olan ağıt­lar yakmak, aklın çirkin gördüğü Allah'ın takdir ve hükmüne karşı itiraz ve gazabı ifade eden sözler söylemektir.

Sabır, sabrın ölçüsü, tarifi, musibet esnasında istircada bulunmaya dair pek çok hadis ve seleften rivayet gelmiştir. Bunlardan birisini Müslim Ümmü Seleme (r.anha)'den şöylece rivayet etmektedir: Ümmü Seleme dedi ki: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bir musibet ile karşı karşıya ka­lan her bir kul; "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn[32] Allahım bu musibetimden dolayı bana ecir ve ve bana ondan hayırlısını onun yerine ihsan et" dediği tak­dirde mutlaka Allah o musibetinin ecrini ona verir ve ondan daha hayırlısını onun yerine ona ihsan eder."

Beyhakî de Şuabu'l-İmân' da İbni Abbas'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle bu­yurduğunu nakletmektedir: "Musibet esnasında istirca'da bulunan kimse (İnna lillah ve inna ileyhi raci'ûn diyenin) Allah musibetini giderir, akıbetini güzel-leştirir ve hoşuna gidecek şekilde onun yerine salih bir halef ihsan eder."

Ahmed ve Tirmizî de Ebu Musa'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu­nu rivayet etmektedirler: "Kulun oğlu öldüğünde Yüce Allah meleklerine: Ku­lumun oğlunun ruhunu kabzettiniz mi? diye sorar. Onlar: Evet derler. Yüce Al­lah: Onun kalbinin meyvesini mi aldınız! der. Onlar: Evet, derler. Yüce Allah: Peki kulum ne dedi? der. Onlar: Sana hamdü sena etti, istircada bulundu. Yü­ce Allah şöyle buyurur: Siz kuluma cennette bir ev yapınız ve ona "hamd evi" adını veriniz."

Ömer b. el-Hattab (r.a) der ki: "Bana isabet eden her bir musibette mutla­ka şu üç nimeti buldum: Evvela bu musibet benim dinimde olmuyordu. İkincisi bu musibet daha önce olanlardan daha büyük değildi. Üçüncüsü Allah o musi­bete karşı büyük bir mükâfat verir." Daha sonra Yüce Allah'ın şu ayet-i keri­mesini okudu: "İşte rablerinden mağfiret ve rahmet hep onların üzerindedir ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir."

Hülâsa; din düzenini ortaya koyan ayet ve hadisler aynı zamanda sabrı, istircaıda bulunmayı, Allah'ın razı olacağı sözler söylemeye, Allah'ın kaza ve kaderine teslimiyet göstermeye, hükmüne razı olmaya da teşvikte bulunmuş­tur. İşte o vakit Allah o musibeti ondan hayırlısını vermek suretiyle telafi eder; sabreden kişi de ecir ve sevap alarak Allah nezdinde güzel kabul görür ve cen­nete nail olur. [33]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Dünya bir imtihan ve bir deneme yurdudur. İmtihan (belâ) iyi de olabilir kötü de. Belânın asıl anlamı mihnet (denemek, sınamak) demektir. Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Biz bir imtihan olmak üzere sizi şer ve hayır ile sı­nıyoruz (ibtilâ ediyoruz)." (Enbiyâ, 21/35). Bir başka yerde de şöyle buyur­maktadır: "Müminleri kendi katından güzel bir imtihan ile denemek (ibtilâ etmek) için." (Enfâl, 8/17). Yüce Allah şükür edip etmeyeceğini ortaya çıkar­mak için güzel bir işle kulunu imtihan ettiği gibi, hoşuna gitmeyen bir belâ ile de sabrını denemek için onu ibtilâ eder. O bakımdan (Arapçada) güzel şeylerle denemeye de; kötü şeylerle denemeye de "belâ" denilir. 155. ayet-i kerime imtihanın varolup devam edeceğini pekiştirmektedir. Anlamı da şu­dur: Bizler amellerin karşılıklarının verilebilmesi için sizden kimin cihad et­tiğini, kimin sabırlı olduğunu dünya aleminde ortaya çıkartıp bilinceye ka­dar sınayacağız.

Kendisine karşılık büyük sevap ve ecrin verildiği ve nefse ağır ve zor gelen sabır, musibetlerin çöktüğü ve tesirlerinin devam ettiği zamanlardaki sabırdır. Bu ise kalbin kuvvetine ve sabır makamındaki sebatına delalettir. Daha önce geçen Hz. Enes'ten rivayet edilen: "Sabır ilk sadme esnasındadır." hadisinin anlamı işte budur. Musibetin ilk andaki tesiri geçtikten sonra ise herkes sabre­der.

Sabır iki türlüdür: Allah'ın masiyetinden uzak durmak üzere sabır. Bu sabra sahip olan kişiye "mücahid" denilir. Diğeri de Allah'a itaat üzere sabır. Bu sabrı gerçekleştiren kişiye de "âbid" denilir. İkinci sabrın sevabı daha çok­tur; çünkü asıl maksat odur. Kişi Allah'a isyandan uzak durmak, Allah'a itaat etmek üzere sabrettiği takdirde, Allah o kula kaderine razı olma özelliğini ka­zandırır. Böyle bir rızanın alâmeti ise, nefsin karşı karşıya kalacağı hoşlanma­dığı ve sevdiği şeylere karşı kalbin sükûnetini muhafaza etmesidir. Bu diğer çeşit sabır ise, musibet ve belâlara karşı sabırdır. Bu da kusurlardan dolayı mağfiret dilemek gibi vacib bir sabırdır.

Mümin herhangi bir musibet ile karşı karşıya kaldığı vakit -ki musibet in­sana gelip çatan bir sıkıntıdır, küçük olsa dahi-: "Muhakkak biz Allah'ınız ve şüphesiz ki biz O'na dönücüleriz." der. İkrime'den rivayet edildiğine göre gece­nin birisinde Resulullah (s.a.)'ın kandili söner. Bunun üzerine o da: "Muhakkak biz Allah'a aidiz ve şüphesiz ki biz O'na dönücüleriz." der. Ona: Bu bir musibet midir ey Allah'ın Rasulü? diye sorulunca o da: "Evet. Mümini rahatsız eden, ona eziyet veren her bir şey bir musibettir." diye buyurur. Buna göre musibet mümini rahatsız eden, ona isabet eden her bir şeydir. Müslim'in Ebu Hureyre ile Ebu Said'den (Allah ikisinden de razı olsun) rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işitmişler: "Müslümana herhangi bir ağrı, bir yorgun­luk, bir hastalık, bir üzüntü ve keder, hatta onu kederlendiren bir şey olsa dahi gelip isabet etti mi, şüphesiz onun karşılığında küçük günahları keffaret olu­nur." En büyük musibetlerden birisi de dinde musibettir. Ebu Muhammed es-Semarkandi Müsned' inde Atâ b. Ebi Rebah'tan şöyle dediğim rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizden herhangi birinize bir musibet gelip çattığı takdirde onun benden dolayı uğradığı musibetini hatırlasın. Çünkü o en büyük musibetlerdendir." İbn Abdil-Berr der ki: Resulullah (s.a.) doğru söyle­miştir. Çünkü onu kaybetmek musibeti müslümanın Kıyamet gününe kadar karşı karşıya kalacağı her türlü musibetten daha büyüktür. Vahiy kesilmiş ve nübüvvet artık sona ermiştir.

Kötülüğün ilk ortaya çıkışı, Arapların irtidat etmesi ve bunun arkasından gelen olaylarla olmuştur. Resulullah (s.a.)'ı kaybetmek musibeti, hayrın kesin­tiye uğramasının, eksilmesinin ilk merhalesini teşkil ediyordu. İstirca, Allah'a teslimiyet, O'na boyun eğip itaat etmektir. Bu ise Yüce Allah'ın, "Muhakkak biz Allah'a aidiz ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" buyruğudur. Yüce Allah bu sözleri musibetzedelerin sığınağı, imtihana uğrayanların korunağı kılmış­tır. Çünkü bu buyruk mübarek amaimun ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak biz Allah'ınız" buyruğu tevhid, ubudiyeti ikrar ve (kulun kendisi dahil herşeyin) Allah'ın mülkü olduğunu ifade etmektedir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz." buyruğu da bizim öleceğimizi ve kabirlerimizden dirileceği­mizi bir ikrardır. Bütün işlerin Yüce Allah'a döndüğüne dair yakinin ifadesi­dir. Said b. Cübeyr (Yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) der ki: Bu kelimeler Peygamberimizden önce hiç bir peygambere verilmiş değildir. Eğer Yakub bu kelimeleri bilmiş olsaydı: "Ey Yusuf için duyduğum keder!.." (Yusuf, 12/84) de­mezdi.

Sabredenlerin müjdesine gelince; bu ya musibetleri ile kaybettiklerinin ye­rine başkasının verilmesi şeklindedir. Yüce Allah'ın kocası Ebu Seleme'nin ve­fatı üzerine Ümmü Seleme'ye Resulullah (s.a.)'ı vermesi gibi. Ya da pek çok se­vap ve ecir ile olur. Cennette sabredenler için "hamd evi" adı verilecek bir evin bina edileceğini ihtiva eden daha önce gördüğümüz Ebu Musa hadisinde geçti­ği gibi.

Yüce Allah, sabredip istirca'da bulunan kimseler için mağfiret ve rahmet­ten ibaret olan büyük nimetler ihsan etmiştir. Çünkü Allah tarafından kuluna salât getirmenin anlamı affetmek, ona rahmet buyurmak, bereket ihsan et­mek, dünya ve ahirette ona sevap vermektir. ez-Zeccâc der ki: "Yüce Allah'tan salât, mağfiret ve güzel övgü demektir." İşte ölü üzerine salât (namaz) bu an­lamdadır. Ölü üzerine salât, ona övgüde bulunmak, ona dua etmek demektir. Bir görüşe göre "rahmet" ile sıkıntının giderilmesi ve ihtiyacın karşılanması kastedilmiştir. Mağfiret ve rahmet ilahî adalettir. Yüce Allah sabredenlere üçüncü bir şeyi de fazladan vermiştir ki bu da hidayettir: "Ve onlar hidayete erenlerin ta kendileridir."

Bu konudaki inancım özetle şudur: İlk sadme esnasında sabredip kaza ve kadere razı olarak, musibetine karşılık Allah'tan ecir ve sevabı isteyip bunun ecrini Allah'tan bekleyen ve bu konuda kendisinden Allah'a karşı edebe aykırı tek bir söz dahi çıkmayan kimseye Yüce Allah, onun yerine dünyada daha ha­yırlısını verir. Dünya ve ahirette onu ilahî lütfa boğar. Ahirette de ona oldukça büyük bir nimet ve büyük bir lütuf ihsan eder: Bu da günahların hataların mağfiret edilmesi, cennete girmek ve Beytül-hamd (Hamd Evi'n)de ikamet et­mektir. Yüce Allah bize imanı nasib etsin, küçük ya da büyük olsun her türlü musibet karşısında güzel bir şekilde sabretmeye muvaffak kılsın. Yardım tale­bimiz Allah'tandır. Allah, sabredenlerle onlara yardımcı olmalı, onları dost edi-aerek koruyup gözetmek suretiyle beraberdir. [34]

 

Safa İle Merve Arasında Sat Etmek Ve Allah'ın Ayetlerini Gizlemenin Cezası

 

158-  Şüphe yok ki Safa ile Merve Al­lah'ın alametlerindendir. Her kim Beyt'i hac eder veya umre yaparsa on­ları tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur. Kim de gönül isteği ile bir hayır işlerse gerçekten Allah şük-redenlerin ecrini verendir ve her şeyi hakkıyla bilendir.

159-  Muhakkak indirdiğimiz apaçık ayetlerimizi ve hidayeti insanlara ki­tapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra gizleyip duranlar var ya, işte on­lara hem Allah lanet eder, hem de la­net edenler lanet eder.

160- Ancak tevbe edenler, ıslâh edenler ve açıklayanlar müstesna. Artık onla­rın tevbelerini kabul ederim. Ben tev-beleri çokça kabul edenim, pek çok rahmet edenim.

161- Muhakkak inkâr edip de kâfir ola­rak ölenler var ya, işte Allah'ın, melek­lerin ve bütün insanların laneti onla­rın üzerinedir.

162- İçinde ebedî kakçıdırlar. Ne üzer­lerinden azap hafifletilir ne de onlara mühlet verilir.

 

I'râb:

 

"Ancak tevbe edenler... müstesna." yani küfürden tevbe edip İslama dönen yahut Allah'ın ayetlerini gizlemekten tevbe edip açıklamaya doğru yön değişti­renler müstesnadır. [35]

 

Belagat:

 

"Allah'ın alametlerindendir." Burada hazf ile yapılan îcâz vardır. Bunun takdirî ifadesi şöyledir: Allah'ın dininin alametlerindendir.

"Gerçekten Allah şükredenlerin ecrini verendir (şâkirdir) ve her şeyi hak­kıyla bilendir (Alîm'dir)." Burada itaate sevap vermek kastedilmektedir. Yani Yüce Allah şükrü kullanarak mecaz yolu ile amele karşılık vermeyi murad et­miştir.

"Onlara Allah lanet eder." Burada "lanet ederiz" şeklinde birinci çokluk şahıs zamiri kullanılması gerekiyor iken, gaib (üçüncü şahıs) zamirine "iltifat" yönelme) vardır. İsm-i Celâlin zikredilmesinin sebebi ise kalbe heybet bırak­maktır.

"İçinde ebedî kalıcıdırlar."'Yani lanette veya cehennemde. Burada "cehen­nemin zamirinin kullanılması durumunun ne kadar dehşetli olduğunu ifade etmek içindir.

"Ne de onlara mühlet verilir." azabın devamlı ve kalıcı olduğunun ifade edilmesi için isim cümlesi kullanılmıştır.[36]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphe yok ki Safa ile Merve" Mekke'de, ikisi arasında 760 arşınlık mesa­fe bulunan iki yüksekçe (tepe) yerdir. Safa, Beytülharam'ın karşısmdadır. İkisi arasında sa'y yapılacak yer bulunur. Şu anda üstü tavan ile örtülmüş, alt ta­rafları Mekke hareminin sair bölgeleri gibi kapatılmıştır. "Allah'ın alâmetlerin-dendir (şeâir)." Şeâir; kelimesi alâmet anlamına gelen "şaîre"nin çoğuludur. Meşaîr de denilir. Meşâirin teklik şekli ise "meş'ar"dır. Kimi zaman bu kelime haccm belli başlı alâmetlerine, hac ibadetinin yerlerine ad olarak kullanılır, ki­mi zaman ibadet ve taat anlamında kullanılır. Burada bundan kasıt, hac me-nasikidir. Bu ifadede şu takdirde bir hazf vardır: Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın dininin alametlerindendir...

"Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa.." Hac; sözlükte kasdetmek demektir. Şer'an ise hac ibadetini yapmak veya haccm bilinen menasikini yeri­ne getirmek üzere Beyt-i Haramı kasdetmek (ziyaret etmek)dir. Umre ise söz­lükte ziyaret demektir. Şer'an ise Beyt-i Haram'a yapılan özel bir ziyaretin adı­dır, hac gibi. Ancak umrede Arafede, Müzdelife'de, Mina'da vakfe yoktur, sene­nin bütün günleri umre için vakittir. Umre yapmak, umrenin menasikini edâ etmek demektir, "onları tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur." Yani de­falarca orada tavaf etmesinin bir vebali yoktur. Burada kasıt Safa ile Merve arasındaki sa'y yapmaktır. Sa'y, icmâ ile haccm menasikindendir. Resulullah =.a.) da Beyhakî ve başkalarının kaydettiği şu rivayete göre say'in farziyetini beyan etmektedir: "Muhakkak Allah üzerinize sa'y etmeyi (farz) yazmıştır." Müslim'de ise şöyle bir rivayet vardır: "(Sa'y etmeye) Allah'ın (Kitab'ında) onu zikrederek başladığı ile başlayınız." Yani Sa'ye Safa'dan başlayınız; demektir.

"Kim de gönül isteğiyle bir hayır işlerse" ister farz, ister nafile bir itaatte bulunursa... Tatavvu'nun (mealde; hayır işlemek) sözlük anlamı zor ve baskı altında değil de isteyerek bir işi yapmaktır. Daha sonra karşılıksız olarak hayrı işlemek hakkında kullanılmıştır. Çünkü bu hayır zor ile değil, isteyerek yapıl­maktadır. Ayrıca farz ve vacib olandan ayrı olarak çokça itaat yapmaya da "ta-tavvu" denilir, "gerçekten Allah şükredenlerin ecrini verendir." Yani amelde bu­lunanlara sevap verendir. O şanı Yüce Allah iyiliğe iyilikle karşılık verir.

"Muhakkak indirdiğimiz apaçık ayetlerimizi" recim ayetiyle Muhammed (s.a.)'in nitelikleri gibi ve hidayeti insanlara Kitap'ta Tevrat'ta "apaçık bir şe­kilde bildirdikten sonra gizleyip duranlar var ya..." Gizlemek: ona duyulan ihti­yaca rağmen, onu açıklamayı gerektiren sebeplerin varlığı ile birlikte bir şeyi açıklamaktan kaçınmaktır. Böyle olmadığı sürece o şeye "gizlemek" denmez. "işte onlara hem Allah lanet eder" onları rahmetinden uzaklaştırır "hem de la­net edenler" melekler, müminler yahut da her şey onlara lanet okumak suretiy­le "lanet eder."

"İçinde ebedî kalıcıdırlar." Yani lanette veya "içinde" ile kendisine işaret olunan "cehennem ateşinde" ebedî kalacaklardır. "Ne üzerlerinden azap hafifle­tilir, ne de onlara mühlet verilir" Tevbe etmek yahut mazeret beyan etmek için onlara süre tanınmaz. Burada "Yunzarun" mühlet vermek anlamına gelen "in-zâr"dan türemiştir. [37]

 

Nüzul Sebebi

 

158. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak Buharî, Enes b. Mâlik (r.a.)'den şunu rivayet etmektedir: Enes'e Safa ile Merve hakkında sorulunca şöyle der: "Biz o ikisi (arasında tavaf etmeyi) cahiliye işinden zannediyorduk. İslâm ge­lince onlardan uzak durduk. Bunun üzerine Yüce Allah da: "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alametlerindendir" buyruğunu indirdi. el-Hakim de bunun bir benzerini İbni Abbas'dan rivayet etmiştir.

Buharî ile Müslim Urve'den, o Aişe (r.anha)'den şunu rivayet etmektedir: Urve dedi ki: Aişe'ye dedim ki: Yüce Allah'ın, "Şüphe yok ki Safa ile Merve Al-lah'an alametlerindendir. Her kim Beyt'i hacceder veya umre yaparsa onları gü­zelce tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur" buyruğu hakkındaki görü­şün nedir? Benim görüşüme göre bir kimse aralarında tavaf etmeyecek olursa onun için bir vebal olmaz. Bunun üzerine Hz. Aişe dedi ki: Kızkardeşimin oğlu! Ne kadar kötü bir söz söyledin?! Eğer senin anladığın şekilde olmuş olsaydı bu buyruk: "Onları tavaf etmemesinde kendisi için bir vebal yoktur" şeklinde ol­malıydı. Halbuki bu ikisi ile ilgili olarak bu ayetin indiriliş sebebi şudur: Ensar İslâm'a girmeden önce put Menat için telbiye getirip ihrama giriyorlardı. Onun için telbiye getirip ihrama giren müslümanlar, Safa ile Merve arasında sa'y et­mekten çekiniyordu. Bunu Resulullah (s.a.)'a sordular ve dediler ki: Ey Al­lah'ın Rasulü, bizler cahiliye döneminde Safa ile Merve arasında tavaf etmek­ten çekinirdik. Bunun üzerine Yüce Allah, "Şüphe yok ki Safa ile Merve.." aye­tini indirdi. Daha sonra da Resulullah (s.a.) ikisi arasında tavafı sünnet olarak tespit etti. İkisi arasında hiç kimsenin tavafı terketme yetkisi yoktur.

Bunu Taberînin eş-Şa'bî'den yaptığı şu rivayet de açıklamaktadır: Cahiliye döneminde adı İsaf olan Safa üzerinde bir put ve yine adı Naile olan Merve üzerinde bir diğer put vardı. Cahiliye halkı Beytullah'ı tavaf ettiklerinde bu iki puta sürtünürlerdi. İslâm gelince putlar kırılınca müslümanlar şöyle dediler: Safa ile Merve arasında bu iki put dolayısıyla tavaf yapılıyordu. Yoksa bunlar arasında tavaf haccm şeairinden değildir." Bunun üzerine Yüce Allah bu ikisi­nin (Safa ile Merve) şeâirden olduğuna dair buyruğunu indirdi. Yani ikisi ara­sında sa'y etmekte müslümanlar için bir vebal yoktur. Çünkü onlar putlar için değil, Yüce Allah için sa'y yaparlar.

159. ayet-i kerime ile ondan sonraki buyrukların nüzul sebebine gelince: Bunlar da Kitap Ehli âlimleri ile bu alimlerin recm ayetini ve Muhammed s.a.)'in durumu ile ilgili kitaplarındaki buyrukları gizlemeleri hakkında nazil olmuştur. Taberî'nin İbni Abbas (r.anhumâ)'dan rivayet ettiğine göre Muaz b. Cebel, Sa'd b. Muaz ve Harice b. Zeyd, Yahudilerden bir gruba Tevrat'ta bulu­nan Peygamber (s.a.) ile ilgili buyruklara dair soru sordular. Yahudiler de bu buyrukları onlardan gizlediler. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi. [38]

 

Ayetler Arasındaki İlişki

 

Bundan önceki ayetlerde sözü edilen kıblenin değiştirilmesi, müslümanlar için büyük bir nimet idi. Çünkü bu başkalarına tabi olmaktan onları kurtar­mıştı. Beyt-i Haram'ı şirk ve putperestlikten temizlemek için onun üzerinde kontrol sahibi olmaları imkânını onlara vermiş, müslümanların dikkatlerini yarımadanın ve dünyanın kalbi durumunda olan Mekke'ye yönlendirmişti. Yü­ce Allah sabredenlerden övgüyle söz ettiğinden, haccm da mal ve beden açısın­dan ağır bir takım mükellefiyetlere konu olduğundan dolayı, burada hacca dair bir takım şeâirden söz etmek uygun düşmektedir. Safa ile Merve arasında sa'y etmek bu şeairdendir. Böylelikle Mekke'yi kontrol altına alıp önemini hatırlat­makta ve orada hac menasikini gerçekleştirme nimeti tamamlanmış olmakta­dır. Hem Kabe'ye yönelmek hem de sa'y etmek İbrahim (a.s.)'in dinini yeniden canlandırmak demektir. Artık bundan sonra kıblenin değiştirilmesi hususunda Kitap Ehli ile müşriklerin inatla karşı çıkmalarını haklı çıkartacak bir sebep clmadığı gibi, sabır ve namaz ile yardım dilemeleri Allah trafmdan emrolun-nuş olan müslümanlara karşı kin ve nefret tohumlarının ekilmesi için gayret göstermeyi gerektiren bir durum da yoktur. [39]

 

Açıklaması

 

Muhakkak Safa ile Merve arasında sa'y etmek, Allah'ın dininin alâmetle­rinden, haccın ve Yüce Allah'a boyun eğip O'na itaat ve teslimiyetle kulluğun tezahürü olan hac ve umrenin menasikindendir. Kulları O'na Safa ile Merve yakınlarında ibadet eder, ikisi arasında dua, zikir veya Kur'an okuyarak yine Ona ibadet ederler. O bakımdan Beytullah'ı haccedip yahut umre yapan bir kimsenin her ikisi arasında tavaf etmesi dolayısıyla günah kazanması söz ko-rmsu değeildir. Daha önceden müşriklerin bu ikisi arasında tavaf etmeleri du­rumu değiştirmez. Çünkü onların tavafı Safa ile Merve kayalıkları üzerinde bulunan putları tazim sebebiyle, bir küfür idi. Sizler ise Allah'a iman ile Yüce Allah'ın emirlerine itaat ederek ikisi arasmda tavaf etmektesiniz.

Safa ile Merve arasında sa'y etmenin herhangi bir günah, sakınılacak du­rum veya vebalinin söz konusu olmayacağının belirtilmesi, hem vacib hem de mendub olan tavafı kapsar. Nitekim itaat olanı yapmak demek olan tatavvu' farzı da nafileyi de kapsar. Sa'y etmek, cumhura göre farz, Hanefi'lere göre va­cib olmakla birlikte vebalin söz konusu olmayacağının belirtilmesi şer"an kabul edilen vacib hükmüne aykırı değildir.

"Şeâir (alâmetler)"  tabirinin kullanılmasına gelince; şeâir; Yüce Allah'ın bizden namaz, hac menasiki gibi ifa etmek suretiyle ibadet olarak yerine getir­memizi istedikleri şeylerdir. Bu tabirin ^u\\aTiûmasaı\)X£nVan-5CivBfc %ctâxm«K&k ve itaatin vücubunu yani bu ibadeti ifa etmenin vücuburvu göstermek içindir. Bizler ibadetin anlamını tamamıyla kavrayamazsak yahut sırrını idrak ede­mezsek ve ibadetlere başkaları kıyas edilmezse dahi bu böyledir. Satış, icâre, şirket, rehin ve buna benzer muamelat gibi şeair dışında kalanlara gelince; bunlar kulların menfaatleri için meşru kılınmıştır ve bunların anlaşılması ko­lay bir takım sebep ve illetleri, kolaylıkla idrak edilebilecek yönleri vardır. O bakımdan maslahata uygun olarak bunlar hakkında kıyas cereyan eder.

Haccm şeâirinin ömürde bir tek defa ifa edilmesi farzdır. Her kim itaati arttırmak ve asıl farzın dışında fazladan hayır-tatavvuda bulunursa şüphesiz ki Allahu Teâlâ onun iyiliğine karşılık iyilikte bulunacaktır. Kulun yaptığı az şeylere pek çok mükâfat ve sevap verecektir. Allah kimsenin sevabını eksiltme-yecektir. O herkesin maksadını ve iradesini çok iyi bildiği gibi, böyle bir mükâ­fata kimin hak kazandığını da çok iyi bilir.

Yüce Allah'ın güzel amele karşılık vermesini "şükür" ile ifade etmesi, ah­lâki faziletler üzere bir eğitimdir. Çünkü ibadet işlerinin faydası kullara aittir. Bununla birlikte Allahü Teâlâ bu ibadetleri dolayısıyla onlara şükür etmekte­dir. Artık bundan sonra ilâhî nimetlere karşı kulun nankörlük edip onlara şük­retmemesi nasıl yakışır! İyiliğin teşekkür ile karşılanması, nimetin kadrinin bilinmesi vefakâr ve ihlâslı insanların özelliğidir. Hatta bu nimetin artışına, devamına ilâhi lütuf ile şükredip itaat eden kulun kusurlarının örtülmesine bir sebeptir.

İlim adamları burada yer alan "şükür"ü mecaz yolu ile sevap ve amelleri­nin karşılığı diye anlamışlardır. Çünkü yapılan iyiliğe karşılık vermek ve ni­mete karşılık övgüde bulunmak ve takdir etmek anlamı ile şükür, Allah hak­kında muhal (imkânsız)dır. Zira hiç bir kimsenin Allah üzerinde herhangi bir lütfü veya nimeti söz konusu değildir. Yüce Allah'ın kullarının amellerine ih­tiyacı da yoktur. Selef Allah'ın şükür sıfatını sabit kabul etmişlerdir. O ba­kımdan bunun Onun cemal ve kemaline layık bir sıfat olarak anlaşılması ge­rekir.

Daha sonra Kur"an-ı Kerim, Kitap Ehli'nin (Yahudi ve Hristiyanların) Resulullah (s.a.)'a karşı inat, ona düşmanlık etmelerini, özellikle de Yahudi ilim adamları ile hahamlarının bu doğrultudaki tavırlarını, öz oğullarını tanı­dıkları gibi peygamberi tanımaları ve bile bile hakkı gizlemelerini dile getir­mektedir.

İster Tevrat, ister İncil'de olsun gerektiğinde veya ona dair soru sorulduğu vakit Kitaplarında yazılanları olduğu gibi insanlara açıklamamak suretiyle Al­lah'ın indirdiklerini gizleyenlerin cezaları; Allah'ın rahmetinden kovulmaları, Allah'ın kendilerine gazap etmesi, meleklerin ve insanların toptan onlara lanet etmeleri şeklindedir. Onların yaptıkları bu gizlemeler Peygamber (s.a.)'in Tev­rat'ın Tesniye bölümünde yer alan müjde ve niteliklerini saklamak şeklinde ol­duğu gibi; tercüme esnasında sözlerin yerlerini tahrif edip değiştirmek, onun yerine uydurdukları yalan bir şeyi koymak şeklinde de olabiliyordu.

Bu tür saklama ve gizlemelere karşılık belirtilen cezanın hikmeti şudur: Allah'ın indirmiş olduğu apaçık deliller ve hidayet insanların hayrı, onların dosdoğru yola iletilmeleri içindir. Bu ise Muhammed (s.a.)'in doğruluğunu açık olarak ortaya koyan delilleri belirtmek ve onun durumunun gerçeğini ve ona uymanın, ona iman etmenin farz oluşunu beyan etmekle gerçekleştirdi. Bunlar Allah'ın indirdiklerini gizleyip hakikatleri insanların gözlerinden saklamakla insanları çok büyük bir zarara ve kötü bir akıbete düşürmüş, semavî kitapları işlemez hale getirmiş, bu kitapların verdiği güzel semereleri onlardan beklenen faydalan elde etme imkânını kaldırmış oldular.

İlgili ayet-i kerime dünya ve ahiretleri ile ilgili olarak insanların bilmek ihtiyacını duydukları gizlenen her bilgi ve bunu gizleyen her kişi hakkında ge­çerlidir. Yüce Allah'ın insanlara açıklanmasını farz kıldığı ilmi gizlemek bu ka­bildendir. Nitekim Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: 'Kendisine bildiği bir husus hakkında soru sorulup da onu gizleyen kimseye Kı­yamet gününde ateşten bir gem takılacaktır." Bu konuda ayet-i kerimenin nü­zulüne sebep teşkil eden özel olaya itibar olunmaz. Yüce Allah'ın, "İndirdiği­miz apaçık ayetlerimizi ve hidayeti..." buyruğu ile anlatılmak istenen Allah'ın peygamberlere indirmiş olduğu bütün kitapları, vahiyleri, yol gösteren delilleri kapsamaktadır.

Yüce Allah'ın, "İnsanlara kitapta apaçık bir şekilde bildirdikten sonra" buyruğunda kasıt ise ya Tevrat veya İncil'dir, gizlenen de her iki kitapta yer alan Muhammed (s.a.)'in nitelikleri ile orada yer alan hükümlerdir ya da önce­ki bütün kitaplar ve onlardan sonra gelen Kur'an-ı Kerim'dir.

Kur"an-ı Kerim az önce sözü geçen gizleme cezasından Kitap Ehli'nden tev-fae edip bozduklarını ıslah eden, Allah'ın indirmiş olduğu kitaplarda yazılı bulu­nan hakkı ilan eden, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ikrar edip Allah tara­fından getirdiğini tasdik eden, herhangi bir tahrif ve değişiklik söz konusu ol­maksızın Allah'ın indirdiği üzerindeki perdeleri kaldıran, salih ameller işleye­rek nefsini ıslâh eden kimselerdir. Bunların tevbelerini Allah kabul eder, onları bağışlar, cennetine koyar. Çünkü Yüce Allah tevbeleri çok kabul edendir. Kendi­sine yönelenlere bol bol rahmet eden Rahim olandır. Kötülük işleyeni affeder, hata edip yanılanı bağışlar. O kendisine dönüp tevbe ettikleri Yüce Allah'a yö­neldikleri takdirde kusurlulara sağnak sağnak rahmetini indirerek örter.

Hatası üzerinde ısrar edip hakkı kabul etmek hususunda inat gösteren, Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'inde ve peygamberi Muhammed vasıtasıyla yaptığı davetinden yüz çeviren, ölünceye kadar hakkı değiştirip tahrife devam eden kimseye ve benzerlerine gelince; işte bunlar Allah'ı ve peygamberini inkâr ede­rek kâfir olanlar ve kâfir olarak ölenlerdir. Bundan dolayı Allah'ın lanetine ve gazabına, meleklerin ve bütün insanların lanetine hak kazanmışlardır ve Ce­hennemde daimî ve ebedi olarak kalacaklardır. Azapları hafifletilmeyecek, on­lara süre tanınmayacaktır. Onlar cehenneme girinceye kadar devamlı olarak bu kapsamlı lanet içerisinde kalmaya devam edeceklerdir. Kâfirler olarak öl­dükleri için de cehennem azabında da ebediyen kalacaklardır.

Tevbe edenlerin ve inatla tutumlarını sürdürenlerin tavırlarının açıklan­ması insanın kusurlu davranıp işlemiş olduğu günahlardan tevbe etmesi ve itaatsizlikte ısrarı terketmesi için bir teşviktir. Ayrıca ölüm gelmeden önce Al­lah'ın rahmetinden ümit kesilmeyeceğini öğretmek içindir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Ey (isyanda) nefisleri aleyhinde giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder; muhakkak o Ğafûr'dur, Rahîm'dir." (Zümer, 39/53). [40]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime Safa ile Merve arasında sa'y etmenin, hac ve umre dolayısıy­la yapılması gereken işlerden olduğunu göstermektedir. Şu kadar var ki, ilim adamlarımız bunun sert niteliğini belirlemek hususunda farklı görüşlere sa­hiptir.

Cumhur (Malik, Şafiî ve Ahmed) der ki: Sa'y etmek bir rükündür. Buna göre sa'y etmeyen kimsenin bir sonraki sene hac etmesi gerekir. Çünkü İmam Ahmed'in Şeybe kızı Safiyye'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyur­muştur: "Sa'y ediniz. Çünkü Allah üzerinize sa'y etmeyi yazmıştır." Yazmak ise vacib (farz) kılmak anlamındadır. Yüce Allah'ın, "Üzerinize oruç tutmak yazıl­dı" ayeti ve Hz. Peygamberin de: "Beş vakit namaz vardır ki Allah onları kul­larına farz kılmıştır" hadisi gibi. Bu haisi Ebu Davud ve Beyhakî Ubâde b. es-Samit'den rivayet etmiştir.

Hanefîler der ki: Sa'y etmek vacibdir. Herhangi bir kimse ülkesine geri dö-nünceye kadar sa'y etmeyi terkedecek olursa kan akıtarak bunu telafi eder. Ya­ni bir kurbanlık koyunu keser. Çünkü Safa ile Merve arasında tavaf eden kim­senin vebalinin olmayacağını belirten ve bunu "tatavvu* diye nitelendiren aye­tin zahiri bunu gerektirmektedir. Ayette: "Kim de gönül isteği ile bir hayır iş­lerse (tatavvuda bulunursa)" diye buyurulmaktadır ki, bununla ikisi arasında tavaf kastedilmektedir. Diğer taraftan eş-ŞaTrî, Urve b. Müderris et-Tâî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Müzdelife'de iken Resulullah (s.a.)'m yanma vardım ve şöyle dedim: Ey Allah'ın Rasulü, ben Tayy dağından geliyorum. (Bu­raya gelene kadar) üzerinde vakfe yapmadık bir dağ bırakmadım. Benim hac-cım oldu mu? Peygamber (s.a.) şöyle buyurdu: "Her kim bizimle bu namazı kı-labilirse[41] ve bizimle birlikte bu vakfeyi yapabilirse gece ya da gündüz olsun bundan önce de Arefe'de vakfeye yetişebilmişse onun haccı tamam olur ve o yapması gerekeni (haccın menasikini) yapmış olur." Hanefîler (buna dayana­rak) derler ki: İşte bu, sa'y etmenin şu iki açıdan Hacc'm rüknü olmadığını gös­termektedir:

1- Hz. Peygamber ona haccının tamam olduğunu haber vermektedir. Hal­buki soran sa'yden söz etmemektedir.

2- Eğer sa'y haccm rükünlerinden olsaydı sorana bunu açıklardı. Çünkü Hz. Peygamber, soranın sa'yin hükmünü bilmediğini biliyordu.

Anlaşılan şu ki: Ayet her iki kesimin lehine de delil olmamaktadır. Çünkü bunun sebebi öğrendiğimiz gibi Safa ile Merve arasındaki tavaf edenden vebali kaldırmaktır. Daha önce ise ikisi arasında sa'y etmekten çekmiyorlardı. Çünkü cahiliye döneminde bu iki tepe arasında iki put ya da İsaf ve Naile adında iki heykel vardı. Cahiliye döneminde bunlara sürtünüyor ve bu putlar için tavaf ediyorlardı. Yüce Allah Safa ile Merve arasında Allah için tavaf yapılacağını ve bu iki tepenin O'nun şeairinden olduğunu beyan etmektedir. Yüce Allah'ın, "Kim de gönül isteği ile bir hayır işlerse..." buyruğu hem Safa ile Merve arasın­da tavaf (sa'y etmek) ile hayır işlemek anlamına gelebilir, hem de ikisi arasın­da farz olan tavaftan fazlasını yapmak ihtimalini de ifade eder. Dolayısıyla bu hususta tek dayanak sünnet kalır. Bu konuda da farklı farklı rivayetler gelmiş­tir. Usul ilkelerine uygun olarak bunlar arasında tercih yapılır. Bence ağırlık kazanan görüş delil olarak gösterdikleri hadisler dolayısıyla cumhurun görüşü­dür. Bu hadisler ise sa'yin farz olduğunu açıkça ifade etmektedir. Yüce Al­lah'ın, "Kim de gönül isteği ile bir hayır işlerse" buyruğu sa'yin vacib olduğuna bir işarettir. Her kim bundan fazlasını yaparak tatavvuda bulunursa şüphesiz ki Yüce Allah onun bu amelinin karşılığını ona verecektir.

Muhammed (s.a.)'in peygamber olarak geleceğini gizleyen Yahudi haham­ları ile Hristiyan rahipleri hakkında nazil olan Allah'ın ayetlerini gizlemek ile ilgili ayete gelince -ki Yahudiler "muhsan" olup zina edenlerin taşlanması emri­ni de gizlemişlerdi- bunlara bir ayet değildir. Burada asıl muteber olan lafzın genel oluşudur. Maksat ise hakkı gizleyen herkestir. O bakımdan bu ayet-i ke­rime şer"î bir hükmü yahut faydalı bir bilgiyi ya da ümmet için yararlı bir görü­şü gizleyen her kişi hakkında geçerlidir. Buna İbni Mace'nin Ebu Hureyre ile Amr b. el-As'tan ve onların Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğuna dair riva­yeti delildir: "Her kime bildiği bir husus hakkında soru sorulur da o da bunu gizlerse Kıyamet gününde Yüce Allah ona ateşten bir gem takar." Bu ayet-i ke­rime Yüce Allah'ın şu buyruklarını da hatırlatmaktadır: "Hani Allah kendileri­ne kitap verilenlerden: Onu mutlaka insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu asla gizlemeyeceksiniz.' diye teminat almıştı..." (Âl-i İmran, 3/87); "Allah'ın in­dirdiği kitaptan bir şey gizleyip de onu az bir pahaya değişenler var ya..." (Ba­kara, 2/174). İşte Allah'ın ilim ehlinden almış olduğu bu kafi söz ve teminat, O'nun buyruklarını gizleyip tahrif etmenin haram olduğu hükmünü de ihtiva etmektedir. Başka ayet-i kerimelerde ise ilmi açıklayıp yaymaya teşvik eden açık emirler vardır. -Tehdit söz konusu edilmese dahi- Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O halde onlardan her bir kesimden bir grup dini iyice öğ­renmek ve kavimleri kendilerine döndüklerinde onları uyarmak için çıkmalı de­ğil miydi? Umulur ki sakınırlar." (Tevbe, 9/122).

Özetle; ilim adamı ilmi gizlemek kastını güderse asi olur. Böyle bir maksa­dı olmazsa ve bu bilginin başkası tarafından da bilindiği bilinmekte ise bildiği­ni tebliğ etmek zorunda değildir. Ancak kendisine soru sorulan kimsenin teb­liğde bulunması, bu ayet-i kerimeler ve daha önce geçen hadis-i şerif dolayısıy­la vacib olur.

Bazıları ayet-i kerimenin ilim öğretme karşılığında ücret almanın caiz ol­madığına delil olduğunu belirtirler. Çünkü bu ayet-i kerime, ilmi açıklamanın onu gizlemeyi terketmenin lüzumunu göstermektedir. Herhangi bir eda etmesi gereken bir iş için de ücrete hak kazanmaz. "Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir pahaya değişenler var ya..." (Bakara, 2/174) ayeti bunu açıkça ifade etmektedir. İşte bu Kur"an öğretme ve din ilimlerini öğretme karşı­lığında ücret almanın batıl olduğunun delilidir.

Ancak sonraki ilim adamları (müteahhirûn) dini ilimleri öğretme karşılı­ğında ücret almanın caiz olduğuna dair fetva vermişlerdir. Buna sebep ise in­sanların bu işlere gereken önemi vermeyişleri ve dünya hayatının metaı ile uğ­raşmaya yönelmeleridir. Böylelikle ilimlerin zayi olması önlenmek istenmiştir. Diğer taraftan müslümanlarm Beytülmal'inde ilim adamlarına ayrılan tahsi­sat ile ilim adamlarının hayatta karşı karşıya kaldıkları meselelerini çözmek üzere gereken imkâna sahip olmak zorunda olmaları sonraki alimlerin bu fet­valarını vermelerine sebep teşkil etmiştir.

Allah'ın indirdiklerini gizlemeye dair ayet-i kerime, onları gizleyenlerin çok ağır bir şekilde tehdit edildiklerini göstermektedir. Çükü bu ayetlerin giz­lenmesinde insanlar için umumi bir zarar söz konusudur. Semavi kitapları işle­mez hale getirir. Peygamberi risaletlerin vazifesini ortadan kaldırır. Çünkü il­min gizlenmesi haramdır. Onun yayılması ve genelleştirilmesi icab eder. Bir kimse insanları bildiğinden mahrum etmeye kalkışacak olursa Allah tarafın­dan ve bütün insanlardan ebedî olarak lanetlenmeye hak kazanır. Çünkü onlar hayır, nur, hidayet ve doğruluk yolunu bilmekten insanları mahrum etmişler­dir.

Şanı Yüce Allah'ın indirmiş olduğu apaçık delilleri, ayetleri ve hidayeti gizlemeyi haram kıldığına dair buyruğu, tek bir kimsenin sözü ile amel etme­nin vücubunu göstermektedir. Çünkü onun sözünün kabul edilmesi vacib olma­lıdır ki, onun için de açıklamada bulunmak da vacib olsun. Diğer taraftan Yüce Allah, "Ancak tevbe edenler ıslah edenler ve açıklayanlar müstesna" diye bu­yurmakta ve böylelikle onların haber vermeleriyle beyanın (açıklamanın) ger­çekleşeceğine hükmetmektedir.

Cenab-ı Hak umut yollarını tıkamamaktadır. O bakımdan amellerini, söz­lerini düzeltip hakka doğru yönelen tevbekârlan, tevbeleri dolayısıyla istisna etmektedir. Tevbe etmek için kişinin: "Tevbe ettim" demesi -önceki davranışına muhalif bir davranış görülmedikçe- yeterli değildir. Eğer bir kimse mürted de­ğil ise İslâm'a, İslâm'ın şer"î hükümlerini açıktan işleyerek döner. Eğer masiyet işleyen bir kimse ise onun salih amel işlediği görülmelidir; fesat ehlinden ve daha önceki hallerinden uzak durmalıdır. Şayet putperest bir kimse ise putpe­restlerden uzaklaşır, müslümanlarla oturup kalkar. Böylelikle önceki durumu­nun aksini izhar etmiş, açıkça ortaya koymuş olur.

"Muhakkak inkâr edip de kâfir olarak ölenler..." ayetiyle ondan sonraki buyruklar kâfirlerin cehennem ateşinde ebediyyen kalacaklarına delildir. Bun­lar ebedî olarak lanet içerisindedirler. Bu lanetin gerekli kıldığı ceza içerisinde kalacaklardır. Onlar Allah'ın rahmetinden kovulmuş kimselerdir. Onların göre­cekleri azap kesintisiz ve daimîdir. Ne kesilir, ne hafifletilir, ne mühlet verilir, ne süre tanınr. Onlara süre tanmmamasının anlamı ise herhangi bir süre ka­dar dahi azaplarının ertelenmeyeceğidir.

Belli kimseleri tayin etmeksizin genel olarak bütün kâfirlere lanet okuma­nın caiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü İmam Malik, Davud b. el-Husayn'dan rivayet ettiğine göre Davud, el-A'rec'in şöyle dediğini duymuş­tur: "Ben insanların Ramazan ayında kâfirlere lanet okuyup durduklarını gör­düm." Bu kâfirlerin zimmî olmaları ile olmamaları arasında fark yoktur. Bu­nunla birlikte böyle bir lanet okuma vacib değil, mubahtır. Çünkü onlar hakkı inkâr ederler, dine ve dindarlara düşmanlık beslerler. Yine şarap içenler, faiz yiyenler, erkeklere benzeyen kadınlar ile kadınlara benzeyen erkekler ve buna benzer hadis-i şerifte lanet edildiklerine dair rivayet varid olan masiyetleri açıktan işleyen herkesin durumu da böyledir.

Muayyen (belirli) bir kâfire gelince; İbnü'l-Arabî şöyle demektedir: Ben­ce sahih olan halinin zahiri ve onu öldürmenin onunla savaşmanın caiz olu­şu sebebiyle ona lanet okumanın caiz olduğudur. [42] Resulullah (s.a.)'ın da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah'ım! Amr b. el-Âs beni (şiirle) hicvetti. O benim şair olmadığımı bilmektedir, o bakımdan sen de ona lanet et ve o bana ne kadar hicvettiyse sen de onu hicvet." diyerek, ona lanet oku­muştur. Sonuçta Amr imana gelmiş, dini kabul etmiş ve İslâm'a girmiş olsa dahi, ona lanet okumuştur. Bir grup ilim adamı da şöyle demiştir: Muayyen bir kâfire lanet okunmaz. Çünkü bizler o kimsenin camnın Allah tarafından ne halde alınacağını bilemiyoruz. İbnü'l-Arabî'nin delil diye gösterdiği hadis ise zayıftır.

Kâfire lanet okumak da onu küfürden alıkoymak için değil kâfir oluşuna bir cezadır. Küfrünün çirkinliğini açıkça ortaya koymak içindir. Kâfirin hayatta olup olmaması durumu değiştirmez. Bununla birlikte evlâ olan, genellikle la­net etmemektir. Çünkü bu durum benzeri davranışla mukabelede bulunmaya veya misliyle muameleye götürebilir, düşmanlık ve çarpışmaları alevlendirebilir.

İnsanlar arasından kâfir olana lanet etmeye gelince; bu, kıyamet gününde küfrüne bir ceza olarak, gönlü acı ve korkuyla dolması için olacaktır. Yüce Al­lah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi in­kâr edecek ve bazınız bazınıza lanet edecektir." (Ankebût, 29/25). Müslüman ve asi muayyen bir kimseyi lânetlemeye gelince; İbnül-Arabî bunun ittifakla caiz olmadığını zikretmektedir. Çünkü Resulullah (s.a.)'tan gelen Buharî ve Müslim tarafından rivayet edilen bir hadis-i şerifte Hz. Peygambere defalarca şarap içen birisi getirilir. Bu kişinin adı Nuayman idi. Hz. Peygamberin huzurunda bulunan bazı kimseler onun hakkında: Allah ona lanet etsin, bu işi yaptığı için (cezalandırılmak üzere) ne kadar da sık getiriliyor, deyince Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kardeşinize karşı şeytanın yardımcısı olmayınız." Böyle­likle Hz. Peygamber o kimsenin kardeş olarak hürmete değer olduğunu ifade etmekte ve bu ise ona karşı şefkatli olmayı gerektirmektedir. Bu hadis Nuay­man hakkında kendisine haddin uygulanmasından sonra söylenmiştir. Kendi­sine had uygulanmayan kişiye gelince o kişiye lanet etmek caizdir. Çünkü Pey­gamber (s.a.) ancak kendisine lanet edilmesi gereken kimseye lanet eder ve bu lanet, lanet edilmesini gerektiren durum üzere devam ettiği surece sözkonusu olur. O işinden tevbe edip kesinlikle vazgeçmiş ve had kendisini temizlemiş ise o kimseye lanet edilemez.

Tayin etmeksizin mutlak olarak asi olana lanet okumaya gelince, icmâ ile bu da caizdir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Allah bir yumurta çalan ve bundan dolayı eli kesilen hırsıza lanet etsin." [43] Ta­yin etmeksizin hırsıza lanet okumak caizdir. Çünkü Yüce Allah (s.a): "Dikkat edin, Allah'ın laneti zalimler üzerinedir." (Hud, 11/18) diye buyurmaktadır. [44]

 

Allah'ın Vahdaniyeti, Rahmeti Ve Kudretinin Tecellileri

 

163-  İlâhınız tek bir ilâhtır. O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O Rahman'dır, Rahîm'dir.

164- Muhakkak göklerin ve yerin yara­tılışında, gece ile gündüzün değişme­sinde, insanlar için faydalı şeylerle de­nizlerde akıp giden gemilerde, Allah'ın gökten indirip ölümünden sonra onun­la yeryüzünü dirilttiği suda ve orada her türlü hayvanatı üretip yaymasın­da, rüzgârları estirişinde ve gökle yer arasında müsahhar kılınmış bulutlar­da aklını kullanan bir topluluk için ayetler vardır.

 

İ'râb:

 

"O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur, O Rahmân'dır, Rahîm'dir." Burada ifa­denin takdiri: Bizim O'ndan başka veya varlık aleminde onun dışında bir ilâhı­mız yoktur, şeklindedir. Bu buyrukla -Allah'tan başka- ilâh türü bütünüyle nef-yedilmekte, reddedilmektedir. [45]

 

Belagat:

 

"Nice ayetler vardır." Burada "ayetler" kelimesinin belirtisiz gelmesi onla­rın değerlerinin büyüklüğüne işaret etmek içindir. Yani ilâhî kudrete delâlet eden oldukça büyük ayetler vardır, demektir. [46]

 

Kelime ve İbareler:

 

Sizin ibadetinize hak sahibi olan "ilâhınız tek bir ilâhtır." Zatında da sıfat­larında da benzeri yoktur.

"gece ile gündüzün değişmesinde" gidip gelmekle, artıp eksilmekle değişip durmasında "orada her türlü hayvanatı üretip yaymasında" dağıtmasında... "Hayvanlar (dabbe)" yer üzerinde debelenen her türlü canlı demektir. Ancak sırtına binilen ve sırtına yük vurulan hayvanlar hakkında daha çok kullanılır. "rüzgârları estirişinde" güney, kuzey, sıcak ve serin rüzgarlar olarak evirip çe­virmesinde ve istenen cihetlere onları yöneltmesinde, "gökle yer arasında" herhangi bir askı olmaksızın "rnüsahhar kılınmış'' Yüce Allah'ın emriyle boyun eğ­dirilmiş ve Allah'ın dilediği yere giden "bulutlarda aklını kullanan" düşünen, fikreden "bir topluluk için nice ayetler" Yüce Allah'ın vahdaniyetine delâlet eden alametler "vardır." [47]

 

Nüzul Sebebi

 

Atâ dedi ki: Medine'de Resulullah (s.a.)'ın üzerine: "İlâhınız tek bir ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur, O, Rahmân'dır, Rahîm'dir." buyruğu nazil oldu. Mek­ke'de bulunan Kureyş kâfirleri ise: Bütün insanlara tek bir ilâh nasıl yetebilir? dediler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında... aklını kullanan bir topluluk için nice ayetler vardır." buyruğunu indirdi.

Ebu'd-Duhâ da dedi ki: şu: "İlâhınız tek bir ilâhtır." buyruğu nazil olunca müşrikler, hayretle: Tek bir ilâh mı! diye sordular. Eğer doğru söylüyor ise bize bir ayet (mucize, delil, belge) getirsin. Bunun üzerine Yüce Allah, "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." ayetini -sonuna kadar- inzal buyurdu." [48]

 

Ayetler Arası Îlişki

 

Bundan önceki ayet-i kerimede Yüce Allah, Allah'ın ayetlerini inkar eden kâfirlerin ve ayetleri gizleyenlerin durumunu, Allah'ın rahmetinden kovulmak, cehennem ateşinde de ebediyyen kalmak şeklindeki cezalarını söz konusu et­tikten sonra, küfrün sebebi olan şirki açıklamaktadır. [49]

 

Açıklaması

 

Şanı Yüce Allah Allah'ın vahdaniyetini kesin deliller ile ispat etmek sure­tiyle rahmetinin tecellilerini, kudretinin delillerini sayarak hayrın, O'na, yal­nızca O'na sığınmakta olduğunu beyan ederek, küfür hastalıklarını tedavi et­meyi irade buyurdu ve dedi ki:

Gerçekten ibadete lâyık olan ilâhınız, varlık aleminde ondan başka ilâh bu­lunmayan Allah'tır. Rahmeti her şeyi kuşatan, fayda ve hayrı elinde bulunduran, zararı ve kötülüğü defetmeye kadir olan Allah'tır. O bakımdan O'na hiç bir şeyi or­tak koşmayınız. Gerek yaratmada Allah'ın ortaklan bulunduğuna inanmak veya fiillerinde O'na yardım edenin bulunduğuna inanmak suretiyle ulûhiyette şirkten; gerekse de yaratmayı ve tedbiri Allah ile birlikte başkasına isnad etmek suretiyle ya da ibadet, helâl ve haram gibi serî hükümlerin O'ndan başkasından alınması suretiyle Rubûbiyette O'na şirk koşmaktan uzak durunuz. Nitekim Yüce Allah bu tür Rubûbiyet şirkine örnek olmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini Rabler edindiler..." (Tevbe, 9/31)

Yüce Allah'ın, "O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur." buyruğu O'nun dışındaki ilâhları reddetmek suretiyle Allah'ın vahdaniyetini vurgulamakta ve Yüce Al­lah'ın varlığını ispat etmektedir. "O Rahmân'dır, Rahîm'dir" buyruğunun anlamı da şudur: Aslıyla, fiirûuyla, bütün nimetlerin mutlak sahibi O'dur. Bu nite­likteki O'ndan başka kimse yoktur. Onun dışındaki her şey ya nimettir veya ni­mete mazhar olandır.

Yüce Allah'ın burada diğer sıfatları arasından özellikle vahdaniyet ve rah­meti zikretmesi, hakkı gizleyen kâfirlere azabından korunmak için Allah'tan başka bir sığınaklarının olmadığını hatırlatmak, tevbe etmeye onları teşvik et­mek ve lütfundan ümitlerini kesmemeyi hatırlatmak içindir.

Daha sonra Yüce Allah bizzat bu kâinattaki vahdaniyetinin, kudret ve rahmetinin delillerini irad ederek gökleri, yeri ve orada bulunan âlemleri, ga­laksileri altlarından onları destekleyen direkleri olmaksızın ve üstlerinden as­kılar bulunmaksızın yaratanın kendisi olduğunu beyan etmektedir. Bunlar hem güzellikleri itibariyle eşsiz, hem düzenleri itibariyle oldukça hassastır. Oralarda bulunan her bir şey, belli bir vadeye kadar yörüngesinde akıp gitmek­tedir. Çekim diye adlandırılan bir hüküm gereğince aralarındaki ilişkiler son derece sağlamdır. Göğün yıldızlan ve ayı aydınlatmak, ayların hesabını tesbit etmek içindir. Oradaki güneş de hem aydınlatmak, hem canlılara, bitkilere ısı vermek içindir. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Güneşi ışık, ayı nur yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona konaklar tayn eden O'dur." (Yunus, 10/5); "Karanın ve denizin karanlıklarında kendileriyle yol bu­laşınız diye faydanız için yıldızları yaratan O'dur..." (En'am, 6/97).

Rahat ve huzurlu bir hayata elverişli bir ortam olarak yeri yaratan O'dur. Bu yeri türlü hazinelerle, çeşitli menfaatlerle doldurmuştur. İnsanın faydası için müsahhar kılmıştır. Orada cansız varlıkları, madenleri, nehir ve ırmakları, hay­vanları ve bitkileri yaratmıştır. Her bir mahluk için bir gaye ve bir hikmet tesbit etmiştir. Orada bulunanları boşuboşuna yaratmış değildir. Orada bulunan herbir şey için yaşamanın, rızkını elde etmenin, varlığını südrümenin, hayatı süresince kalmanın araçlarını, yollarını kolaylaştırmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Kesinlikle inananlar için yeryüzünde ayetler vardır." (Zâriyât, 51/20).

Göklerin ve yerlerin yaratılışında bulunan azamet, kudret ve göz kamaştı-ncıhktan ayrı olarak, bunlar bütün insanlara ilâhî rahmetin tecellilerindendir.

İnsan üzerindeki nimetin tamamlanması, rahmet ile donatılması, asil, ra­hat ve huzurlu bir yaşayışın yollarının kolaylaştırılması için Yüce Allah gece ile gündüzün ard arda gelmesini takdir buyurmuş, enlem ve boylamlar sebebiyle dört mevsimde uzunluk ve kısalık, sıcaklık ve soğukluk itibariyle aralarında farklılık takdir buyurmuştur. Bölge ve ülkelere göre bunlar değişiklik gösterir. Nitekim bu husus bir çok ayette dile getirilmiş bulunmaktadır. "Öğüt ve ibret al­mak veya şükretmek isteyenler için gece ve gündüzü birbirinin ardınca getiren O'dur." (Furkan, 25/62); "Biz gece ile gündüzü iki ayet kıldık. Gece ayetini silip gündüz ayetini gösterici kıldık. Rabbinizin lütfundan arayasınız, yılların sayısı­nı ve hesabı bilesiniz diye. İşte Biz her şeyi etraflıca açıkladık." (İsrâ, 17/12).

Allah insana yolculuk yapmayı, eşyayı, ticaret mallarını, oldukça ağır yük­ler, ülkeler arasında yelkenliler, buharlılar ve yüzbinlerce ton yük taşıyan atom enerjisiyle çalışan gemiler vasıtası ile taşımayı kolaylaştırmıştır. Bunlar savaşta da barışta da oldukça belirleyici bir rol oynarlar. Bunların Allah'ın vahdaniyetine delil oluşları, bu gemilerin yapımı, yük taşımaları ve planlama­larının incelenmesiyle ortaya çıkar. Suyun tabiatını tanımak, yer çekimi kanu­nunu bilmek, havanın, buharın, elektriğin tabiatını bilmek gibi. Bu gibi şeyleri ise ancak bu güç ve enerjileri keşfeden, bunları insanların hizmetine sunan uz­man ilim adamları idrak edebilir. İşte bunlar, bu harikulade düzeni yoktan var eden kudreti her şeyi kuşatan Allah'ın yarattıkları cümlesindendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O'nun ayetlerindendir. Eğer dilerse rüzgarı durdurur da o gemiler de (denizin) sırtı üstünde kalakalırlar di. Şüphesiz ki bunda çokça sabreden ve pek çok şük­reden herkes için ayetler vardır." (Şûra, 42/32-33).

Kur*an-ı Kerim Yüce Allah'ın, "İnsanlar için faydalı şeylerle" diye buyur­mak suretiyle, oldukça veciz (özlü) bir şekilde denizin faydalarını dile getir­mektedir. Yani yolculuklarında, ticaretlerinde, bir bölgeden bir diğerine deği­şik maksatlar için gidip durmalarında çeşitli faydalar vardır. Böylelikle kendi aralarında üretim, sanayi, gıda maddeleri, değişik türden elbiseler, ilaçlar ve buna benzer şeylerin karşılıklı olarak mübadelesini, alışverişini yapabilmek­tedirler.

Yüce Allah ölümünden sonra yeryüzünü diriltmek ve böylelikle insana ve hayvana da nimette bulunmak üzere gökten yağmur indirmiştir. Şu hayatın kay­nağıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 'Ve her canlı şeyi sudan yarat­tık." (Enbiyâ, 21 '30) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: 'Ve sen yeryüzünü kuru ve hareketsiz görürsün. Biz onun üzerine suyu indirdiğimizde onun sarsıldığ-nı, kabardığını ve iıer çeşit göz kamaştırıcı güzel bitkiden bitirdiğini görürsün." (Hacc, 22/5) O bakımdan yağmurun indirilmesi ilâhî bir rahmet ve lütuftur.

Yağmurun kaynağı, denizler üzerindeki hava tabakasının ısınması yoluyla su buharının yükselmesidir. Daha sonra bu su zerrecikleri yoğunlaşmakta, bu­lut haline gelmekte, arkasından bunların arasından yağmur düşmektedir. Bu da rüzgarların bulutları yürütmesi ile olur. Bütün bunlar ise elbetteki Aziz ve Celil olan Allah'ın iradesi ile gerçekleşmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle bu­yurmaktadır: "Rüzgarları gönderen Allah'tır. Bu rüzgarlar bir bulut kaldırırlar da gökte dilediği şekilde onu yayar, (bazan da) parça parça eder. Yağmurun on­ların arasından çıktığını görürsün." (Rûm, 30/48); "Rahmetinin önünden rüz­garları müjdeci olmak üzere gönderen O'dur. Nilıayet bunlar ağır ağır bulutları kaldırınca Biz onları ölmüş bir yere sürer ve oraya su indiririz. Ve derken su ile her türlü meyveden çıkarmış oluruz..." (A'râf, 7/57).

Yüce Allah'ın kudret ve vahdaniyetinin delillerinden birisi de rüzgarları yönlendirmesi, ilâhî irade, meşiet ve son derece sağlam ve hikmetli düzene gö­re bunları evirip çevirmesidir. Bu rüzgarlar değişik yönlerden, değişik maksat­lar için esmektedir. Bitki ve ağaçlan aşılamak gibi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ve biz rüzgarları aşılayıcılar olarak gönderdik." (Hicr, 15/22). Kimi zaman rüzgarlar kısır olur, kimi zaman azab için olur: "...O içinde çok acıklı bir azab bulunan bir rüzgardır. O Rabbinin emriyle her şeyi tahrib eder. Onların meskenlerinden başka bir şey görülmez oluverdi. Günahkârlar toplulu­ğunu işte böyle cezalandırırız." (Ahkâf, 46/24-25).

Muayyen bir düzene, sonsuz bir hikmete, hayret verici bir takdire uygun olarak değişik bölgelerde yağmuru indirmek için önce bulutun yoğunlaşması, hava boşluğunda bir araya gelip toylanması, sonra da emre boyun eğdirilmesi ve dağıtılması da ilâhî kudretin tecellilerindendir.

Bütün bu tecelliler, gizli sırları ve hayret verici incelikleri idrak etmek üzere aklını kulanan, düşünen ve ibretle bakan kimseler için ibretler ve öğüt­ler topluluğudur. Bu gibi kimseler bunları yoktan var eden yaratıcının kudreti­ne, her şeyi düzenleyip idare eden mutlak ilâhın vahdaniyetine ve Allah'ın her şeyi kuşatan rahmetine delil olarak değerlendirir. Bütün bu tecelliler eksiksiz bir hikmetin ifadesidir. Allah'ın varlığına delalet eden, O'nun tek bir ilâh, her şeyin ilâhı ve her şeyin yaratıcısı olduğuna delâlet eden kâinatın eksiksizliği Allah'ın vahdaniyetinin açık belgeleridir. Bu ayet-i kerime Âl-i İmran süresin­deki şu ayetlere benzemektedir: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, ge­ce ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, elbette olgun akıl sahipleri için delil­ler vardır. Onlar ki ayakta iken, otururken, yanları üstünde yatarken daima Al­lah'ı zikreder, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler. Rabbimiz, Sen bunları boşuna yaratmadın ve Sen münezzehsin. Artık bizi ateş azabından koru." (Âl-i Imran, 3/91-93). Yüce Allah'ın "Rabbimiz" buyruğu ise düşünen ve öğüt alan müminler için bir övgüdür.

Yüce Allah zatına, sıfatlarına, şeriat ve kaderine delalet eden yaratıkla­rından ibret almayanları yererek şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, bunlardan yüz çevirici olarak (düşünmeksizin) üzerlerinden geçer giderler. (Zaten) onların çoğu şirk koşmaksızın Allah'a iman etmezler." Yusuf, 10/105-106). Burada açıklamakta olduğumuz: "Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında..." ayeti ile ilgili olarak hadis-i nebevide şöyle buyurulmak-tadır: "Bu ayet-i kerimeyi okuyup da onu bir kenara atan kimselerin vay hali­ne!" Bu hadiste anlatılan bu ayetten gerekli şekilde ibret almayan, üzerinde düşünmeyen ve ona gereken önemi vermeksizin geçip giden kimseye yazıklar olsun, demektir. [50]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Şanı Yüce Allah hakkın gizlenmesinden sakındırdıktan sonra ilk açıklan­ması gereken ve gizlenmesi caiz olmayan şeyin tevhid olduğunu beyan etmek­te, akabinde de bunun delilini ve üzerinde dikkatle düşünmenin zorunluluğu­nu söz konusu etmektedir. Düşünmek ise ilâhî sanatın ve harikulade yaratma­nın akıllara durgunluk veren yönleri üzerinde tefekkür etmektir. Böylelikle bunları mutlaka bir yapanının olduğu ve O'nun benzersiz olduğu bilinecektir. Yüce Allah: "İlâhınız tek bir ilâhtır" ayeti ile ulûhiyetinin tekliğini haber ver­mekte, ortağının bulunmadığını, denginin olmadığını beyan buyurmaktadır. O bir ve tek, ortaksız ve Samed olan Allah'tır. Ondan başka hiç bir ilah yoktur. O Rahman'dır, Rahîm'dir, Yezîd b. es-Seken kızı Esma'dan gelen rivayete göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın İsm-i Azamı şu iki ayettedir: "İlâhınız tek bir ilâhtır, O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O Rahman'dır, Ra­hîm'dir" ayeti ile (Âl-i İmran suresinin ilk ayetleri olan): "Elif, Lâm, Mim. Allah (O'dur ki) O'ndan başka ilâh yoktur. O Hayy'dır Kayyûm'dur."

Yüce Allah'ın, "O'ndan başka hiç bir ilâh yoktur." buyruğu nefiy ve isbat (olumsuz ve olumlu) bir ifadedir. Bunun başı (olumsuz kısmı) küfür, sonu (olumlu kısmı) ise imandır. Anlamı ise Allah'tan başka mabûd yoktur; şeklin­dedir. Müslim, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Her kimin son söylediği söz "lâ ilahe illallah (Allah'tan başka ilâh yoktur)" olursa cennete girer." Bundan maksat ise dil ile değil kalp ile böyle olmasıdır. Eğer "lâ ilahe (ilâh yoktur)" deyip ölse ve kalbinde de Allah'ın vahdaniyeti, Allah hakkında vacib olan sıfatlarına kesin bir inanç varsa elbetteki cennet ehlinden olur. Ehl-i sünnet alimlerinin ittifakı ile bu böyledir.

Daha sonra Yüce Allah gökleri, yeri ve her ikisinde bulunanları yaratmak­la, bunların arasında yaydığı ve var ettiği, vahdaniyetine delalet eden mahlu-katı ile ulûhiyetinin bir ve tek olduğuna dair delili irad etmektedir. Bu alemin bu hayret verici yapının mutlaka bir yapıcısı ve bir sani'i vardır.

Semâvât ayeti: Alttan direksiz, üstünden de askı bulunmaksızın yüksel­mektedir.

Yeryüzü ayeti: Denizleriyle, nehirleriyle, madenleriyle, ağaçlarıyla, ovalarıyla, dağlarıyla bir ayettir.

Gece ve gündüz ayeti: Bilinmedik bir yerden birisinin gelip öbürünün git­mek suretiyle değişip durmaları, aydınlık, karanlık, uzunluk ve kısalık türün­den niteliklerindeki değişmeler bir ayettir. Gündüz; tanyerinin ağarmasından güneşin batımına kadar olan vaktin adıdır. Gece ise güneşin batışından tanye­rinin ağarmasına kadar olan vaktin adıdır.

Gemiler ayeti: Allah bu gemileri su üstünde akıp gidecek, su üzerinde ağırlıklarına rağmen duracak şekilde müsahhar kılmıştır. Gemi yapan ilk kişi Yüce Allah'ın da haber verdiği gibi Nûh (a.s.)'dir. Hz. Cebrail ona "Sen bu ge­miyi kuşun göğüs kafesi şeklinde yap." demiş. Hz. Nuh da Hz. Cebrail'in gös­terdiği şekilde gemiyi yapmıştır. Gemi ters dönmüş uçan bir kuştur. Onun al­tındaki su ise üstündeki havaya benzer.

Gemiler insanlar için müsahhar kılındığına göre, ticaret kasdı ile olsun hac ve cihad gibi ibadet kasdı ile olsun, mutlak olarak deniz yolculuğu yapmak caizdir.

Yağmur ayeti: Yağmurun oluşma keyfiyeti bir araya gelmesi, dağılması, yağmur ile dünyanın hayat bulması, bitkilerin rızıklann çıkması, yerde suyun biriken kısımlarının yağmurun inmediği vakitler için hazır bulundurulması bir ayettir. Nitekim Yüce Allah suyun yerde birikmesi ile ilgili olarak, "Biz onu ye­rin içinde durdurduk." (Müminûn, 23/18) diye buyurmaktadır.

Semâda da türlü türlü canlılar vardır. Nitekim Yüce "Ve orada her tür hayvanatı üretip yaymasında..." diye buyurmaktadır. Ayet-i kerimede geçen "ed-dâbbe (canlı hayvan)" bütün hayvanları kapsayan bir ifadedir.

Rüzgâr ayeti: Rüzgarların estirilmesi, yani aşılayıcı olarak, helak, ceza ve yardım olarak, sıcak ve soğuk olarak, tatlı bir esinti ve fırtına şeklinde olarak gösterilmesi de başlı başına bir ayettir. Rüzgarlar ile sıkıntılar açılır, nefes al­mak, rahatlamak söz konusu olur. Ebu Davud'un rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle demiş: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Rüzgar Allah'ın rah-metindendir. Rahmet ile de gelir, azab ile de gelir. Rüzgarı gördüğünüz vakit ona sövmeyiniz. Allah'tan o rüzgarın hayrını dileyiniz, onun şerrinden de Allah'a sı­ğınınız." Dikkat edilecek olursa (rüzgarlar anlamına gelen) "riyali" kelimesi ha­yırlı hususlarda, rîh kelimesi ise azab hakkında kullanılır. Resulullah (s.a.) rüz­gar estiğinde şöyle dermiş: "Allahım sen bu rüzgarı "riyâh" kıl, bir "rıh" kılma!" Çünkü azab rüı'i (rüzgarı) oldukça şiddetli olup birbirine bitişik parçalarmış gibi tek bir bütünü andırır. Rahmet rîhi (rüzgârı) ise yumuşak ve parça parça eser.

Bulut ayeti: Bulutun bir araya gelip toylanması, bir yerden başka bir yere hareket ettirilmesi, direksiz ve askısız olarak sema ile arz arasında durması bir ayettir. Uçakta seyahat edenler dağları andıran bulutların arasından geçer­ken bu delili daha da iyi anlarlar. Ka'b el-Ahbâr der ki: Bulutlar yağmurun ele­ğidir. Eğer su semadan indiği vakit bulut olmasa bu su yerde neyin üzerine dü­şerse onu ifsâd eder, bozardı.

Özetle, Yüce Allah'ın, "İlahınız tek bir ilâhtır.." buyruğu vahdaniyet pren­sibini vurgulamak, Allah'ın yaratıklara rahmet ve şefkatini ispat etmek için­dir. Bundan sonra zikredilenler ise, Allah'ın vahdaniyetine, kudret ve rahmeti­ne dair apaçık delilleri ortaya koymak içindir. Şanı yüce Allah vahdaniyetin­den söz etmekle yetinmeyerek, Kur'an-ı Kerim'in ayetleri üzerinde dikkatle dü­şünmeyi de söz konusu ederek peygamberine şöyle hitab etmektedir: "De ki: Göklerde ve yerde ne var bir bakınız." (Yunus, 10/101). Burada muhatablar kâ­firlerdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İman etmeyen bir kavme ayetlerin ve uyarmaların faydası yoktur." (Yunus, 10/101). Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar göklerin ve yerin melekûtuna bakmazlar mı?" (A'râf, 7/185) Melekût ise; ayetler demektir. Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Ve sizin nefislerinizde de (ayetler vardır); hiç görmez misiniz1?" (Zâriyât, 21/51); an­lamı ise şudur: Onlar bütün bunlara tefekkür ve ibretle, düşünmek kasdı ile bakmazlar mı? Ta ki bunların hadislere (meydana gelen olaylara) ve değişme­lere mahal olmalarını, yaratılmış olduklarına delil olarak değerlendirsinler ve muhdes olanın (yaratılanın) kendisini vareden bir sanatkâra (yaratıcıya) mut­laka muhtaç olduğunu, bu sanatkârın ise hikmeti sonsuz, her şeyi bilen, gücü her şeye yeten, mutlak irade sahibi, her şeyi işiten, her şeyi gören ve mütekel-lim (hiç bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın kendisine has bir şekilde konuşan) ol­duğuna delil olarak görsünler. Çünkü O, bu niteliklere sahip olmasa insan on­dan daha kâmil olurdu. Buna ise imkân ve ihtimal yoktur. [51]

 

Müşrikler Ve İlâhları

 

165- İnsanlar içinde Allah'tan başkası­nı eş edinen kimseler de vardır. Onları Allah'ı sever gibi severler. İman eden­lerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlamdır. Zulmedenler aza­ba uğrayacakları vakit, kuvvet ve kud­retin bütünüyle gerçekten Allah'ın ol­duğunu ve Allah'ın hakikaten pek acıklı azap sahibi olduğunu görseler­di...

166-  O zaman kendilerine uyulanlar uyanlardan hızla uzaklaşırlar. O azabı görmüşlerdir artık. Aralarındaki ilişki­ler de kopup gitmiştir.

167-  Uyanlar şöyle demiştir: "Bizim için (dünyaya tekrar) bir dönüş olsay­dı da bizden uzaklaşıp gittikleri gibi biz de onlardan uzaklaşsaydık!" Böyle­ce Allah hasretler vererek amellerini kendilerine gösterecektir. Onlar ce­hennemden çıkacak da değillerdi.

 

I'râb:

 

Burada "görselerdi..." bilselerdi anlamına gelmektedir. 166. ayet-i kerime­deki "iz"in -ifade geleceği anlatmak ile ilgili olmakla birlikte- geçmiş için kulla­nılması Yüce Allah'ın verdiği haberin meydana geleceğinin doğruluğu sebebiyle tıpkı geçmişte olup bitmiş gibi kabul edilmesinden, dolayıdır. "Kuvvetin bütü­nüyle gerçekten Allah'ın olduğunu... görselerdi." O zaman kuvvetin gerçekten Allah'ın olduğunu elbetteki bilirlerdi, takdirindedir. [52]

 

Belagat:

 

"Allah'ı sever gibi..." buyruğu mürsel ve mücmel bir -teşbih- benzetmedir. Çünkü burada edat zikredilmiş fakat benzeme yönü (vech-i şebeh) hazfedilmiş-tir.

"İman edenlerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlamdır." buy­ruğu Allah'ı daha çok severler ifadesinden daha beliğdir.

"Zulmedenler... görselerdi" buyruğunda "görselerdi" ifadesinde zamir ile yetinilmeyip ayrıca "zulmedenler" denilmesi azabın sebebini açıklamak içindir. Bu da ileri derecedeki zulümdür. Yüce Allah'ın, "Azaba uğrayacakları vakit" buyruğu ile "Aralarındaki ilişkiler de kopup gitmiştir" buyruklarında tarsî' vardır. Bu ise kelâmda seci' olmasıdır, (el-azab ile el-esbâb kelimeleri arasın­da). [53]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Eşler (=nidd kelimesinin çokluk şekli: endâd)": Putlar demektir. Nid keli­mesi eş ve benzer anlamındadır.

"Onları Allah'ı sever gibi severler." Seven kimsenin yaptığı gibi onları ta­zim eder, onlara boyun eğip itaat ederler.

"İman edenlerin Allah'a sevgisi ise (her şeyden) çok daha sağlamdır." Müş­riklerin putlarına olan sevgilerinden daha fazladır. Çünkü müminler herhangi bir şekilde Allah'tan yüz çevirmezler. Kâfirler ise sıkıntılı ve zorlu zamanların­da putlarını bırakıp Allah'a yönelirler.

"Zulmedenler azaba uğrayacakları vakit... görselerdi." Görselerdi, bilseler­di anlamındadır. Bunun cevabı ise hazfedilmiştir. Anlamı şudur: Şayet dünya­da iken Allah'ın azabının ne kadar şiddetli olduğunu, kudretin yalnızca Allah'a ait olduğunu, bu azabı görecekleri vakit olan Kıyamet gününde görüp bilecek­leri gibi bilselerdi, O'ndan başka eşler edinmezlerdi. Veya -önceden de geçtiği gibi- kuvvetin yalnızca Allah'ın olduğunu bilirlerdi.

"Uzaklaşmak" (Teberrî): Yakını ve komşusu olmaktan tiksinilen kimseden sıyrılıp uzaklaşmaya çalışmaktır.

"Kendilerine uyulanlar" başkanlar ve önderler "uyanlardan hızla uzakla­şırlar." yani önderler, kendilerine uyanları saptırdıklarını inkâr eder, redde­derler.

"İlişkiler": Bu kelimenin (el-esbâb) tekili ip anlamına gelen "sebep"tir. Da­ha sonra manevi bir maksada kendisi aracılığıyla ulaşılan her şey hakkında daha çok kullanılır olmuştur. Maksat aralarındaki ilişki ve bağlantılardır.

"Allah hasretler vererek amellerini kendilerine gösterecektir." Hasret, kal­bin acı duyacak şekilde aşırı pişmanlık ve keder duyması demektir. [54]

 

Açıklaması

 

Bundan önceki ayet-i kerimede Yüce Allah vahdaniyet ve rahmetinin de­lillerini ortaya koydu. Burada da bu delilleri akılları ile kavrayamayıp Allah'a eş koşarak onlardan hayır bekleyen, kötülükleri gidermelerini uman kimsele­rin durumunu söz konusu etmektedir. İşte bu kişiler müşrik olanlardır. Dünya­da ilâhlarına karşı durumları budur, ahiretteki akıbetleri de budur.

Bu müşrikler Yüce Allah'a eşler ve benzerler koştular. Bunlar ise onların başkanları yahut putları, heykelleridir. Onları Allah'ı sevdikleri, O'na itaat edip ibadet ettikleri gibi sever, itaat eder ve tapınırlar. Allah'a yaklaştıkları gibi onlara yaklaşmaya çalışırlar. İhtiyaçları anında Yüce Allah'a sığındıkları gi­bi bunlara sığınırlar. Fakat onlar bütün bu hallerinde şaşkındırlar, tutarsızdır­lar. Kimi zaman bir insana, bir puta ya da bir hayvana sığınabilirler. Fakat on­lara sığınmak suretiyle herhangi bir maksatları da gerçekleşmemektedir. Put­larının acizliklerine rağmen, müminlerin kudreti dolayısıyla Allah'a olan sevgi­leri gibi putlarını severler.

Kendisinden başka hiç bir ilâh bulunmayan, eşsiz, beraberinde ortağı bu­lunmayan bir ve tek Allah'a sığınmak ise, asıl insanın gaye ve maksadını ger­çekleştirecek olandır. Çünkü mutlak egemenlik sahibi, kapsamlı kudret sahibi, geniş rahmetin sahibi sadece Allah'tır. Fakat kul için duanın kabul edilebilme­sine yardımcı olan gerekli sebepleri yerine getirmek de gerekmektedir. Allah'a güvenerek sebeplerine yerine getirmekte kusurlu hareket eden kimse, Allah'ı tanımayan bir kimsedir. Tıpkı Allah'tan başka putlara, heykellere sığınan kim­senin Yüce Allah'a şirk koşması gibi.

Bu bakımdan müminler her şeyden çok Allah'ı severler. Allah'ın adaletin­den, hiç bir mümin asla şüphe etmez. O'na hiç bir şeyi ortak koşmaz. Bütün iş­lerinde yalnızca O'na sığınır. Mümin zorluk zamanlarında da rahatlık zaman­larında da Allah'ı sevmek ve Allah'ı tazim etmekte aynı haldedir ve bu doğru halini devamlı sürdürür. Allah'tan uzaklaşıp başkasına yönelmez. Müşrikler ise böyle değildir. Onlar sıkıntılı zamanlarında Allah'a koştukları ortaklardan yüz çevirip Allah'a yönelirler, O'na sığınırlar, O'na boyun eğerler. Allah'a eş koştukları varlıkları ise kendileri ile Allah arasında aracılar kabul ederler ve, İşte bunlar Allah nezdindeki şefaatçilerimizdir, derler. Kimi zaman bir puta ta­parlar, sonra da bir başkasına tapmak üzere onu reddederler ya da Bâhilelile-rin açlık senesinde yağ veya kavrulmuş una karıştırılmış hurmadan yaptıkları ilâhlarını yemesi gibi, tanrılarını yerler.

Daha sonra Yüce Allah bu yolla kendilerine zulmeden müşrikleri tehdit etmekte ve şöyle buyurmaktadır:

Allah'a şirk koşup eşler edinmek suretiyle kendilerine zulmedenler, üzer­lerine şiddetli azabın yağdırılacağı vakti bir görselerdi! O vakit gücün yalnızca Allah'a ait olduğunu, bütün varlıklarda ve kâinatta tasarruf eden biricik kud­ret sahibinin O olduğunu, bilirlerdi. Bütün insanlar, taşlar, putlar ve başkaları üzerinde, her durumda ve her zamanda ahiret aleminde de dünya aleminde de herhagi bir fark söz konusu olmaksızın biricik mutlak tasarruf sahibi yalnız O'dur.

Onlar bunu bilseler ve gerçek anlamıyla maslahatlarını idrak etseler için­de bulundukları durumdan vazgeçerlerdi. Kıyamet gününde uyanların ve uyu-lanlann durumuna gelince; bu da gerçekten dehşete düşürücü, hayreti hatta alayı gerektiriri bir durumdur. Çünkü melekler, cinler ve insanlar gibi kendile­rine uyulan ve tapınılan başkanlar, kendilerine uyanlardan uzaklaşacaklar ve ayrılacaklardır. Çünkü onların her birisi bizzat kendisini kurtarmaya çalışa­caktır. Zaten onların müşriklerin yaptıklarından razı olmaları da düşünüle­mez. O bakımdan tapınılan her bir varlık ile kendilerine tapanlar ilişkilerin biteceği, çarelerin ve kurtuluş sebeplerinin tükeneceği bir zaman da kurtuluş ümidi kalmaz. O vakit kişiyi ateşten hiç bir şey uzaklaştıramaz ve hiç bir şey alıkoyamaz. Uyanlar şöyle diyecek: Ah dünyaya bir geri dönebilsek! Bugün on­ların bizden uzaklaştıkları, bizleri sıkıntı ve sapıklık içinde bıraktıkları gibi biz de onlardan uzaklaşırız.

İşte gördükleri bu azabın benzeri olmak üzere de Allah amellerinin cezası­nı onlara hasretler halinde gösterecektir. Yani Yüce Allah onlara amellerinin ruhlarında nasıl bir çöküntüye sebep olduğunu gösterecektir. Çünkü bu kötü amelleri sebebiyle onlar hasret, bedbahtlık ve hüsran içerisinde kalmışlardır. Bu ameller yok olup darmadağın olup gidecektir. Onlar başkanlarına karşı duydukları hıncı ve kinlerini susturmak için Cehennemden çıkıp dünyaya asla gidemeyeceklerdir. Çünkü onların Cehenneme girişleri şirk sebebiyle ve putla­ra duydukları sevgi dolayısıyla olacaktır. [55]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Şüphe yok ki Allah nezdinde en büyük suç O'na ortak koşmaktır: "Muhak­kak Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; fakat bundan aşağısını dile­diği kimselere bağışlar." (Nisa, 4/48). Buharî ile Müslim'de de Abdullah b. Mesud'un şöyle dediği kaydedilmektedir: "Ey Allah'ın Rasulü! En büyük günah hangisidir?" dedim. Şöyle buyurdu: "Seni yaratan O olduğu halde Allah'a eş koşmandır."

Gerçekten üzülmeyi gerektiren ve akılları dehşete düşüren durumlardan birisi de Allah ile birlikte başkanlarını veya bir takım putları ilâh edinen müş­riklerin, batıla rağmen putlarını, hak üzere olan müminlerin Allah'ı sevmeleri gibi sevmeleridir. Onların putlarına karşı duydukları sevgi ve putlarına -aciz­liklerine rağmen- tapınmaları, müminlerin kudreti sonsuz Allah'a duydukları sevgiye benzemektedir.

Eğer müşrikler azabı gözleriyle görecek olurlarsa işte o vakit, kuvvetin bü­tünüyle yalnızca Allah'ın elinde olduğunu bilirler. Yani hükmün yalnızca O'nun olduğunu, hiç bir kimsenin O'nun ortağı olmadığını, her şeyin O'nun kahrı, ga­libiyeti ve egemenliği altında olduğunu ayrıca Allah'ın azabının pek çetin oldu­ğunu da bilirlerdi.

Peygamber (s.a.) elbetteki bunu biliyor idi. Ona hitap edilirken maksat onun ümmetidir. Çünkü onun ümmeti arasında bu gibi şeyleri müşahade et­mek suretiyle bilgisini, ilmini (yakînini) güçlendirmeye muhtaç olanlar vardır.

Kıyamet gününde kendilerine tapınılanlar kendilerine tapanlardan uzak­laşacaklardır. Meselâ, melekler şöyle diyecektir: "Onlardan uzaklaşıp Sana sı­ğındık. Onlar bize ibadet etmiyorlardı." (Kasas, 28/63). Yine şöyle diyecekler­dir: "Biz seni tenzih ederiz. Bizim velimiz (mabudumuz) onlar değil, sensin. Bi­lakis onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Onların çoğu onlara inanıyorlardı." (Se-be', 34/41). Cinler de aynı şekilde kendilerine ibadet edenlerden uzaklaşacak, kendilerine yaptıkları ibadetler ile aralarındaki ilişkileri kabul etmeyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendisine Kıyamete kadar ce­vap vermeyecek, Allah'tan başkasına dua edenden daha sapık kim olabilir? Halbuki onlar bu (dua eden)nların dualarından gafildirler. İnsanlar haşrolun-duklarında da onlar kendilerine düşman olur ve onların ibadetlerini inkâr ederler." (Ahkâf, 46/5-6). Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Onlar Allah'tan başka ilâhlar edindiler ki, onlar asıtasıyla aziz olsunlar diye. Hayır, öyle olmazlar. Onların ibadetlerini reddedip onlara karşı olacaklardır." (Meryem, 19/81-82).

Yine ibadet edenler de ibadet ettiklerinden uzaklaşacaklar ve salih amel işleyip uydurma ilâhlardan uzak durmak üzere dünyaya döndürülmeyi temen­ni edeceklerdir. Hatta onlar Yüce Allah'tan uydurma ilâhlarına kat kat azabın verilmesini dahi isteyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yüzlere ateşte evrilip çevrileceği o günde diyecekler ki: Keşke biz Allah'a ve ra-sule itaat etseydik. Yine diyecekler ki: Rabbimiz gerçekten biz başkanlarımıza ve büyüklerimize itaat ettik de onlar da bizi yoldan saptırdılar. Rabbimiz! Onlara azabtan iki katı (fazlası)nı ver ve onları en büyük lanetle lanetle." (Ahzab, 33/66-68).

Onlar böyle bir temennide bulunurlarken yalan söylemektedirler. Çünkü dünyaya döndürülecek olsalar yine onlar için yasak olan şeyleri yapacaklardır. Yüce Allah'ın onlara dair verdiği haberde olduğu gibi, onlar gerçekten yalan söyleyenlerdir.

Fakat ister ibadet edenler olsun, ister kendilerine ibadet edilenler olsun her iki kesimden kâfirler hakkında azab sözü hak olmuştur. Allah kendilerine işledikleri kötü amellerini açıkça gösterecektir. Onlar için cehennem hak ol­muştur. İbni Mesud ve es-Süddî der ki: "Terkedip işleyemedikleri salih ameller dolayısıyla cenneti kaçırmış olacaklardır?" Bu amellerin kendilerine izafe edil­meleri bu salih amelleri işlemekle emrolunmaları bakımındandır. Fasid amel­lerin onlara izafe edilmeleri ise, fiilen onları işlediklerinden dolayıdır.

Yüce Allah'ın, "Onlar cehennemden çıkacak da değillerdir." buyruğu kâfir­lerin orada ebediyyen kalacaklarına ve hiç bir zaman çıkamayacaklarına bir delildir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlar deve (veya kendir) iğ­ne ipliğinden girmedikçe cennete girmeyeceklerdir." (A'râf, 7/40). [56]

 

Temiz Şeylerin Helâl Ve Haram Şeylerin Haram Kılınmasının Menşei

 

168- Ey insanlar! Yeryüzündeki şeyler­den helâl ve temiz olanlarını yiyin. Şeytanın adımlarına uymayın. Çünkü o size apaçık bir düşmandır.

169- O size ancak kötülüğü, hayasızlığı ve Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.

170-  Onlara: "Allah'ın indirdiğine uyun!" denildiği zaman onlar: "Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız" derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu da bula­mamış idiyseler?

171- O inkâr edenlerin hali bağırıp ça­ğırıştan başka bir şey duymayanlara haykıranın haline benzer. (Onlar) sa­ğırdırlar, dilsizdirler ve kördürler. Onun için akıl erdiremezler.

 

İ'râb:

 

"Helâl ve temiz olanlarını..." Bu buyruklar ya mahzûf bir mefûlün sıfatı­dır, o zaman ifadenin takdiri şöyle olur: Helâl ve temiz olan şeyi yiyin (meal buna göredir); ya da mahzûf bir masdarm sıfatıdır ve takdiri şöyle olur: Yen­mesi helâl ve temiz olanları yiyin.

'Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş... idiyseler." Buyruktaki sorunun ma­nası azardır. İfadede: "Yine de onlara uyacaklar mı?" şeklinde takdiri bir mana da vardır. Çünkü bu anlam kendiliğinden bilinmektedir.

"O inkâr edenlerin hali..." buyruğundaki misalin takdiri şöyledir: İnkâr edenleri davet edenin hali... Ya da takdiri şöyle olabilir: İnkâr edenleri davet etmek... bir şey duymayanlara haykırmak gibidir... [57]

 

Belagat:

 

"Şeytanın adımları" Burada ona uymak ve onun izlerinin ardından gitmek yerine "istiare" olarak kullanılmıştır.

"Kötülüğü ve hayasızlığı... emreder." burada (özel olan) el-fahşâ=hayasız-hk, (genel olan) es-sû'= kötülük'e atfedildiğinden dolayı, özel olanın genel olana atfedilmesi söz konusudur. Çünkü kötülük bütün masiyetleri kapsayan daha genel bir ifadedir. Fahşâ (hayasızlık) ise masiyetlerin en çirkin olanıdır.

"O inkâr edenlerin hali..." buyruğunda benzetme edatı söz konusu edildi­ğinden dolayı mürsel bir teşbih vardır. Diğer taraftan benzeme yönü -vech-i şe-beh hazfedildiği için de mücmel bir teşbîh vardır.

"Sağırdırlar, dilsizdirler ve kördürler." buyruğu beliğ bir teşbihtir. Çünkü burada benzeme yönü ve benzeme edatı hazfedilmiştir. Yani onlar hakkı işit-memekte, sağırlar gibi, Kur"an'dan yararlanmamak açısından da kör ve dilsiz­ler gibidirler. [58]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Helâl ve temiz": Helâl, şeriat tarafından mubah kılınandır. Haram da şe­riatın yasakladığı, haram kıldığıdır. "Temiz" ise teTrid edici bir sıfattır. Kendi­sinden lezzet alman şey demektir.

"...adımlar" dan kasıt şeytanın yollarıdır. Yani onun yolu üzerinde yürü­mek, onun süslü gösterdiklerinin ardından gitmek yasaklanmaktadır.

"O, size ancak kötülüğü" meydana gelmesi yahut da akıbeti kötü olan ya da kötü ve çirkin olanı, "hayasızlığı" şer"an çirkin görülen veya insanlar gözün­de çirkin olan türlü masiyetleri "emreder." Yani bunları işlemeyi size vesvese ile telkin eder ve adeta emrine uyulan bir amirmiş gibi size musallat olur, üzeri­nizde hakimiyet sahibi olur. Fahşâ (hayasızlık); aklın reddettiği şeriatın çirkin gördüğü aşırı derecede çirkin olan her şey demektir. O bakımdan bu kelime "kötülük (sû')M kelimesinden daha çirkin ve daha ağır bir kelimedir. Şeytan ay­rıca haram kılınmadık şeyleri ve bu tipten şeyleri sizlere telkin ederek "Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder."

"Allah'ın indirdiğine" tevhid ve temiz şeylerin helâl kılınması hükümleri­ne "uyun denildiği zaman... Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş"; bir şeye akıl erdirmek, delili ile onu bilip tanımak, sebep ve sonuçlarıyla kavramak demek­tir.

"Bağırıp çağırıştan başka bir şey duymayan" yani sadece sesi işitip ne an­lama geldiğini kavrayamayan kimseler... Bunlar öğüdü işitip onun üzerinde düşünmemek açısından hayvanlar gibidirler. Bu hayvanlar çobanlarının sesle­rini işitir, fakat ne söylediğini anlayamaz. İşte bunlar da verilen öğütleri akıl-lanyla kavrayamazlar. Nida (mealde: bağırmak) uzaktaki için yapılır, dua (me­alde: çağırmak) ise yakma yapılan seslenişi ifade eder. [59]

 

Nüzul Sebebi

 

168. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak el-Kelbî şöyle demektedir: Bu ayet-i kerime Sakîf, Huzâa ve Âmir b. Sasaa hakkında nazil olmuştur. Bunlar kendilerine bir takım ekin ve davarları haram kılmışlardı. Ayrıca Bahîra, Sâıbe. Vasile ve Hâmî denilen (çeşitli şekillerde niteledikleri) develeri de haram kılmışlardı. [60]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şirkin ne gibi kötü sonuçlar doğurduğunu beyan ettikten sonra Yüce Al­lah, faydalı ve temiz olanları yemeyi emretmektedir. Yüce Allah kullarına yer­yüzünde bulunan helâl ve temiz şeyleri yemeyi mubah kıldığından dolayı helâl yolları da pek çoktur. Bundan dolayı Yüce Allah onlara sadece haram olanları beyan etmiştir. [61]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, Allah'a eş tutanların durumunu, bunların görecekleri azabı, ayanlarla uyulanlar arasındaki, başkanların yönetimleri altındakilerden sağ­ladığı menfaatler demek olan ilişki ve bağlantıların kopuşunu beyan ettikten sonra, bu ilişkilerin haram kılman ilişkiler olduklarını açıklamaktadır. Çünkü bunlar pis ve murdar şeyleri yemek, şeytanın adımlarına tabi olmaktır. Sapık­lığın sebebi ise akıl ve belgeye dayalı olmaksızın ataların izledikleri yola güven beslemektir.

Yüce Allah: "Ey insanlar!" şeklinde hitab etmektedir. Yani hitap mümin ve kâfiri kapsamaktadır. Diğer taraftan Allah'ın nimetleri bütün insanları kuşat­maktadır. Küfür, ilâhî nimetlere nail olmaya engel değildir. Allah bütün insan­lara yeryüzünde bulunan Allah'ın kendileri için helâl kıldığı şeyleri ve herhan­gi bir şüphe, bir günah ve başkasının hakkı taalluk etmeyen temiz şeyleri ye­melerini istemektedir. Onlardan başkaların kendilerine uyanlardan aldıkları pis ve murdar şeyleri de yememelerini emretmektedir. Çünkü bunlar haram­dır, murdardır, yenilmeleri helâl şeyler değildir. Bu aynı zamanda Kitap Ehline mensup din adamlarının kendi dinleri üzere kaldıklarını, İslâm'a iman et­mediklerini göstermektedir. Onların bu durumları ise kendi konumlarını, batıl başkanlıklarını korumak ve batıl yollarla başkalarının mallarını batıl yollarla almak içindir.

O bakımdan ey insanlar! Şeytanın aldatma, saptırma ve vesveseleri sonu­cu onun yoluna tabi olmayınız. Çünkü şeytan ancak kötülüğü ve münkeri tel­kin eder. Şeytan, atamız Adem (a.s.)'den itibaren apaçık bir şekilde insanın bir düşmanıdır. Hiç bir zaman hayır namına bir şey emretmez. O çirkinden başka bir şeyi emretmez. O kötü duyguların kaynağıdır, masiyetleri süsleyendir. O bakından ondan hazer ediniz, ona uymayınız. O vesvesesiyle, üzerinizdeki ta­sallut ve baskısıyla kendisine itaat edilen bir âmir gibidir. Siz dünyanızda da ahiretinizde de size kötülük getiren şeyleri yapmakla onu bu konuma yükselt­miş oluyorsunuz.

Şeytan sizlere Allah hakkında, O'nun dini ile ilgili olarak, kesin olarak iti-kad, dini ibadetler hususunda Allah'ın şeriatinden olduğunu bilmediğiniz şey­leri söylemenizi ya da haramı helâl yapmaya, helâli de haram yapmaya kalkışmanızı emretmektedir. Böylelikle o akideyi ifsad etmek, şeriati de tahrif etmek gayesini gerçekleştirmek istemektedir.

Daha sonra Kur"an-ı Kerim müşriklerden ve bazı Yahudilerden şöylece söz etmektedir: Onlara "Allah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'in üzerine indirdiği vah­ye uyunuz. Çünkü bu daha hayırlıdır ve daha uygundur. Buna karşılık onun dışında edindiğiniz dost ve velilerinize uymayınız," denildiği zaman bunlar, kör bir taklid ile atalarını taklidin yoluna düşmektedirler. Bunu yaparken de sade­ce geçmişte yapılageldikleri, alışageldiklerine güvenip dayanmaktadırlar. Yüce Allah ise onların bu tutumlarını şöylece reddetmektedir:

Taklit ve adetlerinde onlar atalarını üzerinde gördükleri şeylere mi tabi olacaklardır! Ataları akaid ve ibadetler konusunda hak namına hiç bir şeye ak­lı ermeyen kimseler olsalar da mı? Evet, onlar bu konuda mantıkî her türlü de­lilden uzak kalsalar ve doğrudan ayrı olsalar dahi (yine de atalarına) uymaya devam edeceklerdir. İşte bu, delilsiz olarak taklidin yerilmiş olduğunu göster­mektedir. Müctehidlere tabi olmak yani onların delillerini bildikten sonra müc-tehidleri taklid etmek ise caizdir. Çünkü Yüce Allah, "Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (bilenlere) sorunuz." (Enbiyâ, 21/7) diye buyurmaktadır.

Atalarını, başkanlarını körü körüne taklid eden, üzerlerinde bulundukları sapıklık ve bilgisizlikleri sürdürüp giden, konumlarının sağlıklı olup olmadığı­nı düşünmeyen, kâfirleri imana davet eden kimsenin hali ya da niteliği hay­vanlarına seslenip onları suya ve mer'aya güden, yasak şeylerden onları dürtüp uzaklaştıran yani çobanlarının söylediklerinden hiçbir şey akledip anlayama­yan davarları güden kimsenin haline benzer. Kâfir ve hayvanlardan her birisi işittiklerinden bir şey anlayıp kavrayamaz. Bunlar sadece seslere ve çıngırak­ların çıkardıkları gürültülere takılır, ardından giderler. Çünkü kâfirler kalple­rini, kulaklarını, gözlerini hidayetin nuruna karşı perdelemişlerdir. O bakım­dan Allah da onların bu azaları üzerine perde indirerek mühür basmıştır. Böy­lece bunlar herhangi bir hayrın nüfuz edemeyeceği bir hale gelmişlerdir. Adeta -kendilerini imana iletecek türden- hiç bir şeyi işitemeyen sağırlar, konuşama­yan dilsizler, Allah'ın ayetleri hakkında ve kendi nefisleri üzerinde düşünüp görmeyen körler haline gelmişlerdir. Hatta bunlar hayvanlarda olduğu gibi başkalarının arkasından gider, onlara uyarlar. Kurtubî der ki: Yüce Allah kâ­firlere öğüt veren, onları imana davet eden kimseyi -ki o da Muhammed (s.a.)'dir- koyun ve develerine bağırıp çağıran çobana benzetmektedir. Bu deve ve koyunlar ancak onun bağırıp çağırmasını işitirler, fakat neler söylediğini kavrayamazlar. [62]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah insanlara yeryüzünde bulunan şeylerden Allah tarafından he­lâl ve temiz kılınmış halleriyle yemelerini mubah kılmıştır. Yani özü itibariyle hoş ve temiz, beden ve akıllara zarar vermeyen şeyleri yemelerini. O bakımdan pis ve tiksinti veren hayvanların yenilmesi yasaktır.

İbni Abbas'ın rivayetine göre: "Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yiyin." ayeti, Resulullah (s.a.)'m huzurunda okundu. Bunun üzerine Sa'd b. Ebi Vakkâs kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü! Yüce Allah'a beni duası kabul olunan bir kişi kılması için dua et! Resulullah (s.a.) şöyle bu­yurdu: "Ey Sa'd! Temiz (helâl) şeyler ye, duan kabul olunan bir kimse olursun. Muhammed'in canı elinde bulunana yemin olsun, kişi haram bir lokmayı karnı­na atacak olur ise kırk gün süre ile ondan (duası) kabul olunmaz. Herhangi bir kulun haramdan ve faizden eti bitecek olur ise o ateşe en layık olandır."

Helâl ve temiz olan; onun edinilmesinde herhangi bir şüphe ve günah ol­mayan, ne olursa olsun başkasının hakkı kendisine taalluk etmeyen şeydir.

İşte bu, başkasının hakkının taalluk ettiği bir malı müslümanın almasının veya şer"î olmayan bir yolla onu almasının helâl olmadığını göstermektedir.

"Şeytanın adımlarına uymayın..." ayeti, bahîreleri, şaibeleri, vâsîleleri ve bu­na benzer cahiliye döneminde Araplara süslü ve güzel gösterdiği şeyleri haram kılmak hususunda kendisine uyanları saptırmış olduğu yollarda şeytana uymanın haram kılındığını göstermektedir. Nitekim Müslim'in Sahih' inde yer alan Iyâd b. Hımâr yoluyla gelen hadis-i şerifte Resulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır:

"Yüce Allah buyuruyor ki: Kullarıma her )ieyi bağışladı isem o onlar için helâldir..." Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: "Ben kullarımı Hanifler olarak yarattım. Daha sonra şeytanlar onlara geldiler, dinlerinden alıp uzak­laştırdılar, benim onlar için helâl kıldığımı onlara harım kıldılar."

Ayet-i kerime müslümana nefis ve hevasına karşı mücadele etmesi, şeyta­na muhalefet etmesi gerektiğini göstermektedir. Çünkü şeytan kötülüğe, şerre, münker ve isyana çağırır. Yüce Allah şeytanın düşman olduğunu haber ver­mektedir. O halde aklını kullanan bir kimseye düşen Hz. Adem zamanından beri düşmanlığını açıkça ortaya koymuş, Ademoğulları'nın durumunu ifsad et­mek gayretinde olan bu düşmana karşı uyanık olmak, tetikte bulunmaktadır. Bu husus bu ayet-i kerimenin dışında bir çok ayet-i kerimede de dile getiril­mektedir. Meselâ: "Şeytan sizleri fakirlikle korkutur ve size hayasızlığı emre­der. " (Bakara, 2/268); "Şeytan ise onları (haktan) alabildiğine uzak bir sapıklık­la saptırmak ister." (Nisa, 4/60); "Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır, siz de onu düşman edininiz. O kendilerine uyanları ancak cehennemliklerden olsun­lar diye davet eder." (Fâtır, 35/6).

Şeytanın adımlarını izlemek ifadesinin kapsamına Allah'a karşı masiyet olan her şey girer. Masiyetler uğrunda yapılan bütün adaklar da bunun kapsa­mındadır. İbni Abbas der ki: Gazap halinde yapılan her bir yemin veya adak şeytanın adımlanndandır. Bunun keffareti ise bir yemin keffaretidir. eş-Şa'bî şöyle demektedir ki: Adamın birisi oğlunu boğazlamayı adamış, Mesrûk ona bir koç kesmesi şeklinde fetva vermiş ve: İşte bu (adak) şeytanın adımlanndandır, demiş[63]

"Onlara" yani Arap kâfirleri ile yahudilerin de aralarında bulunduğu in­sanlara "Allah'ın indirdiğine uyun denildiği zaman..." ayeti kör taklidin ha­ram olduğunu ve müslümana müslüman olmayan karşısında gücü nisbetinde ve imkânları ölçüsünde akidesini ispat etmesi ve Hininin işlerine dair hususlar­da aklını kullanması gerektiğini göstermektedir. İlim adamlarına göre taklit, bir sözü delilsiz olarak kabul etmektir. Tâbi olmak ise delilini bildikten sonra başkasının sözünü alıp kabul etmektir.

Hükümleri aslî delillerinden çıkartamayan, avamdan olan kimsenin farz olarak yapması gereken, ilim ehline sorması ve daha alim olanın fetvasına uy-masıdır. Çünkü Yüce Allah, "Eğer bilmiyor iseniz zikir ehline sorunuz." (Nahl, 16/3) buyurmaktadır. Ümmet akaid konularında taklidin batıl olduğunu icmâ ile kabul etmektedir. Çünkü Yüce Allah atalarını taklid edip peygamberlerin ardından gitmeyi terkettikleri için kâfirleri: "Biz atalarımızı bir din üzere bul­duk..." (Zuhruf, 43/23) buyruğunda yermektedir. Diğer taraftan mükellef (âkil ve baliğ) olan herkes için tevhidi öğrenmek ve ona dair kesin bilgi sahibi olmak farzdır. Öğrenmek ise ancak Kur"an ve Sünnet yoluyla gerçekleşebilir.

Kâfirlerin içinde bulundukları şaşkınlık, sapıklık ve bilgisizliklerinin mi­sali, kendilerine söylenen sözleri hiç bir şekilde anlayamayan, otlaklarda yayı­lan davarlar gibidir. Çobanları bunlara seslendiğinde yani onları doğrultacak şeylere çağırdığında bu davarlar çobanın ne söylediğini anlayamaz, kavraya-maz, sadece onun sesini işitir; o kadar. [64]

 

Yiyeceklerden Helâl Ve Haram Olanlar

 

172- Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin, Allah'a şükredin. Eğer yalnız O’na ibadet e««yorsan«-

173- O size ancak meyteyi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası için kesi­leni haram kıldı. Fakat kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmak-sızın (yerse) onun üzerine günah yok­tur. Şüphesiz ki Allah Ğafûr'dur, Ra-hîm'dir.

 

İ'râb:

 

"O size ancak meyteyi... haram kıldı." Bu, söz konusu edilenler hakkındaki hükmün ifade edildiği gibi olduğunu, bunun dışında kalanlar için ise hükmün böyle olmadığını belirtir. "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır." Yani sizin tek bir ilâh­tan başka ilâhınız yoktur, buyruğunda olduğu gibi. [65]

 

Kelime ve İbareler:

 

"O size ancak meyteyi" Meyte, Şer'an boğazlanmaksızın ölen hayvandır. Sünnet-i Seniyye ile canlı hayvandan kesilen parça da meyteye ilhak edilmiş­tir, yine Sünnet-i Seniyye ile balık ve çekirge meytenin hükmü dışında tutula­rak tahsis edilmiştir, "kanı", buradaki kandan kasıt akmış olan kandır, "domuz etini, bir de Allah'tan başkası için" yani Allah'tan başkası adına "kesileni ha­ram kıldı", sözü geçenlerin yenmesini haram kıldı.

İhlâl (yüksek sesle adı anmak): Sesi yükseltmek demektir. Cahiliye döne­mi Arapları ilâhları için kestiklerinde onları yüksek sesle anıyorlar ve "Lât adı­na, Uzza adına" diyorlardı. Daha sonra hayvan kesen herkese adına kestiği za­tın adını açıkça zikretsin veya zikretmesin (aynı kökten gelen) Muhil adı veri­lirdi.

"Kim mecbur kalırsa" yani içinde bulunduğu zaruret hali onu sözü geçen­lerden bir miktar yemek zorunda bırakıp da yerse "saldırmamak" bizatihi ha­ram kılanan şeyi istemeksizin "ve haddi aşmaksızın" zaruret miktarını geç­meksizin "(yerse) onun üzerine günah" zenb ve masiyet "yoktur." [66]

 

Açıklaması

 

Surenin baş tarafından itibaren geçen ayet-i kerimeler, Kur"an-ı Kerim'i destekleyenler ile ona karşı çıkanların konumlarını açıklamak içindir. Buradan yani surenin ikinci yansından itibaren ikinci cüz'ün sonlarına kadar olan ayet-i kerimeler ise şert-amelî hükümlerin açıklamasına dairdir.

Yüce Allah bütün insanlara yeryüzünde bulunan nimetlerden yemelerine dair hitabda bulunduktan sonra, başkanlarını taklit eden kâfirlerin kötü du­rumlarını beyan etti. Çünkü bu taklitçiler bağımsız bir görüşe sahip değildir­ler, kendi akıllan ile Juğru yolu bulamamaktadırlar. Bunlara hitap edildikten sonra burada özel olarak müminlere hitab edilmektedir. Çünkü müminlerin anlamaya liyakatlan daha fazladır. Allah onların Allah'ın temiz ve helâl olan nzkından yemelerini mubah kılmış ve Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine şük­retmelerini emretmiştir. Eğer yalnızca O'na ibadet ediyor ve nimetlerin gerçek sahibinin O olduğunu kabul ediyorlar ise, böyle yapmalıdırlar. Peygamber (s.a.)'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Yüce Allah buyuruyor ki: "Ben cin­ler ve insanlar büyük bir habere konuyuz. Yaratan Benim, halbuki Benden baş­kasına ibadet olunuyor. Rızık veren Benim^ Benden başkasına şükrolunuyor." Yüce Allah kullarına yeryüzünde bulunan helâl ve temiz şeyleri yemeyi mubah kılıp helâl yolları pek çok olduğundan, daha az olan haram kılınan şeyleri be­yan etti. Bu bakımdan haram kılınan şeylerin dışında kalanlar, bir başka me-nedici buyruk varid oluncaya kadar helâl olarak kalmaya devam eder.

Nimete şükretmekle birlikte temiz şeylerden yemek, aynı anda hem bede­nin hem de ruhun ihtiyaçlarını bir arada karşılayan vasat bir konumdur. Her­hangi bir israf ve cimrilik söz konusu olmaksızın bedenimizi korumak için ye­mek yeriz. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ey iman edenler! Allah'ın size he­lâl ettiği o temiz ve güzel şeyleri haram kılmayın ve sınırı da aşmayın. Çünkü Allah sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yiyin..." (Maide, 5/87-88). Yüce Allah'a nimetleri dolayısıyla şükretmek suretiy­le de ruhunuzu besleyiniz.

İşte bu vasat konum, müşriklerin ve Kitap Ehli'nin İslâm'dan önceki ko-numlanndan farklıdır. Onlardan kimisi bahîre, sâibe ve bunlara benzer muay­yen bir takım şeyleri kendilerine haram kılmıştır. Hristiyanlarda ise ruhbanlık ilkesi, ruha azab vermek ve ruhu bütün zevk verici şeylerden mahrum bırakıp bedeni ve bedenin haz ve ihtiyaçlannı bütünüyle hakir görmek ilkesi iyiden iyi­ye yaygınlık kazanmıştır. Bu ise ya bu gibi şeyleri rahiplere has kabul etmekle veya bunu herkese genelleştirmekle oluyordu. Meselâ "Bakire Meryem" ve azizlerin oruçları gibi bir takım oruç türlerinde et ve yağdan uzak durmak, bir başka oruçta balık, süt ve yumurtayı yasaklamak bu ikinci tür yasaklamalara örnektir.

Halbuki gerçek manada haram kılınanlar şunlardır:

1- Meyte'yi yemek. Çünkü kan onun içerisinde kalır ve ondan zarar gör­mek ihtimali oldukça yüksektir. Aynca eti bozulur ve çoğunlukla hastalıklar o meyte'yi kirletir. O bakımdan meyte pisliği dolayısıyla ve zararları sebebiyle haram kılınmıştır.

2- Akmış kanı kullanmak. Bunun yasak oluş sebebi zararlı olması, selim tabiat sahibi olanların bundan tiksinmesidir. O bakımdan akmış olan kan, pis­liği ve zararı dolayısıyla haramdır.

3- Domuz etini yemek. Domuz etini yemek de zararlıdır. Selim tabiat sahi­bi kişiler ondan tiksinir. Çünkü domuz pis bir hayvandır, çoğunlukla pislik ve necaset yer. Ayrıca bu hayvanda zararlı unsurlar da vardır. Çünkü oldukça öl­dürücü mikroplar taşır. Son derece bayağı bir karakteri de vardır. Diğer taraf­tan cinsel yönü baskın olup dişisini de kıskanmaz. Tabiatı itibariyle tenbeldir. Domuz eti ile beslenen bir kimse domuzun bu karakteristik özelliklerinden de etkilenir. Ayrıca bazen vücudunun kas hücrelerinde yer alan tek hücreli hela-zoni kurtların yumurtaları da o etten beslenenlere geçebilir. İsterse en temiz ahırlarda beslenmiş olsun.

4- Kesimi esnasında Allah'tan başkasının adı anılan hayvanların haram kılınış sebebi ise bunu putperestlik işlerinden olması ve Yüce Allah'a ortak ko­şulması, Allah'tan başkasına güvenilmesi demek olduğundandır. Cahiliye dö­neminde Araplar putlar adına hayvanlarını kesiyorlar ve: "Lât ve Uzza adına" diye seslerini yükseltiyorlardı. İşte bu din ve tevhid ilkesini korumak ve Allah'ı tazim etmek kastıyla haram kılınmıştır. Bu sınıfların münhasıran haram kılın­ması Yüce Allah'ın, "O size ancak., haram kıldı." buyruğundan anlaşılmakta­dır. Yani Yüce Allah sizlere meyte'den ve ondan sonra sözü geçenlerden başka­sını haram kılmamıştır. Çünkü "innemâ = ancak" hasr ifade eder. Yani sözlü olarak ifade edileni hükmün içerisine alır, onun dışında kalanları da hükmün dışında bırakır. Burada da bu kelime münhasıran haram kılınanları söz konu­su etmektedir. Özellikle de bu ayet-i kerime, "Ey iman edenler! Size rızık ola­rak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin." buyruğunda helâl kılınanla­rı bildiren buyruktan sonra gelmiştir.

Haram kılınan bu hususlara Maide suresinde (3. ayet-i kerimede) haram kılınanlar ile Resulullah (s.a.)'ın haram kıldığı yırtıcı hayvanlardan azı dişli olanları yemek ile kuşlardan pençeli olan hayvanları yemek ve evcil eşeklerin etlerinin yenmesi de ilave edilir.

Fakat bir kimse, zaruret (kişinin haram kılınan şeyi kullanmaması halin­de ölme ihtimali) dolayısıyla Allah'ın haram kıldığı her hangi bir şeyi, başkası­nı bulamamak ve ölümden korkmak dolayısıyla yemek zorunda kalıyor ve biza­tihi onu arzulamıyor ise, ihtiyaç miktarını da aşmaksızın yemesinde onun için bir vebal yoktur. Bu ise canı korumak, onu helak olmaya maruz bırakmamak içindir. Ayrıca açlık dolayısıyla ölecek noktaya gelmek, meyteyi ve kanı yeme­nin zararından daha büyük bir zarardır.

Yüce Allah haram kılınanlardan yemenin caiz olmasını: "Saldırmamak ve haddi aşmaksızın" buyruğu ile kayıtlamıştır ki, kendi hevalanna uyarak zaru­ret içerisinde olmadığı halde muztar (onu yemeye mecbur) olduğunu iddia etmesin, zaruret miktarını ya da ihtiyaç kadarını bu şartı istismar ederek aşıp arzularının ardından gitmesin.

Şüphesiz ki Allah zarureti takdir edip değerlendirmekteki hataları dolayı­sıyla kullarını bağışlar. Çünkü bu değerlendirme onların ictihadlarına bırakıl­mıştır. Allah kullarına merhametlidir. Zira O, kullarına zaruret halinde haram kılınan şeyleri kullanmayı mubah kılmış ve onları zorluk ve sıkıntıya düşür­memiştir. [67]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimede Yüce Allah temiz şeylerin yenilmesinin mubah olduğunu tekid etmektedir. Özellikle müminleri soz konusu etmesi ise, onların üstünlükle­rine dikkat çekmek ve onların şanını yüceltmek içindir. Yemekten kasıt bütün yönleriyle faydalanmaktır. O bakımdan Yüce Allah'ın bu ayet-i kerime ve Maide suresi 3. ayetinde haram kıldıkları ile fukahanın Nebevi Sünnette sabit olanlara dayanarak söz konusu ettikleri dışında kalan kara ve denizde bulunan her türlü bitki, hayvan, balık ve kuşlardan yararlanmak caizdir. Dikkat edilecek olursa Maide suresinde sözü geçenler "meyte" adının kapsamına girmektedir. Çünkü meyte, şer*î boğazlama usulü dışında ölen hayvanın adıdır. İster bir ağırlıkla vu­rularak ölmüş olsun, ister yüksekten düşmüş, ister toslanarak ölmüş, ister yırtıcı bir hayvan tarafından yenilmiş olsun canlı olarak yetişilemeyip boğazlanamamış olan her türlü hayvandır. Aynı şekilde yenilmeyen bir hayvanın boğazlanması da kendiliğinden ölümü gibidir. Yırtıcı hayvanlar ve benzerleri böyledir.

Bu ayet-i kerime, Hz. Peygamberin Darakutnî tarafından rivayet edilen şu hadis-i şerif ile tahsis edilmiştir: "Bize iki ölü olan balık ve çekirge ile iki kan olan karaciğer ve dalak helâl kılınmıştır." Buharî ve Müslim ise Ebu Sale-be'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) yırtıcı hayvanlardan azı dişli her hayvanı yemeyi yasaklamıştır." Malik ve Ebu Davud da Ebu Hu-reyre (r.a.)'den Resulullah'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişli her bir hayvanı, uçan kuşlardan ise pençeli her bir hay­vanı yemek haramdır." Cabir b. Abdullah'tan da şöyle dediği rivayet edilmek­tedir: "Resulullah (s.a.) Hayber günü evcil hayvanların etlerini yemeyi yasakla­dı ve atların etlerini yemeye izin verdi."

Etleri yenen hayvanlara dair fukahanın görüşlerine gelince; bunlar kısaca aşağıdaki şekildedir: Kesmek ya da sert usule göre boğazlamak açısından hay­vanlar üç türlüdür: Suda yaşayan hayvanlar, karada yaşayan hayvanlar, hem suda hem karada yaşayan hayvanlar[68]:

1- Suda yaşayan hayvanlar: Sadece suda yaşayan hayvanlara dair iki gö­rüş vardır:

a) Hanefî Mezhebi: Balık müstesna suda yaşayan bütün hayvanların ye­nilmesi haramdır. Sadece balığın boğazlanmaksızm yenilmesi helâldir. Ölüp suyun üstünde çıkanları da müstesnadır. Balık kendiliğinden ölüp su üstüne çıktığı takdirde yenmez. Çünkü bu konuda Ebu Davud ile İbni Mace tarafın­dan rivayet edilen Hz. Cabir'den gelmiş şöyle bir hadis vardır: "Denizin kıyıya attığı veya su çekildiği için karada kalanı yiyiniz. Denizde ölüp de üstüne çıka­nı ise yemeyiniz."

b) Hanefilerin dışında kalan cumhurun görüşü: Balık, yengeç, su yılanı, su köpeği, su domuzu gibi suda yaşayan hayvanlar helâldir ve boğazlanmaksızın yenilmeleri mubahtır, nasıl ölürse ölsün. İster kendiliğinden isterse de bir ta­şın çarpması, bir avcının vurması, suyun çekilmesi gibi belli bir sebep dolayı­sıyla olsun, ister dibe çökmüş, ister suyun üstüne çıkmış olsun farketmez, onun yakalanması onun boğazlanması demektir. Ancak su üstüne çıkmış hayvanın hasta etmesinden korkulacak şekilde şişmesi halinde zararı dolayısıyla yenil­mesi haram olur.

Şu kadar var ki İmam Malik su domuzunu (Yunus balığını) mekruh gör­müş ve: Siz ona domuz adını veriyorsunuz, demiştir. İbnül-Kasım ise der ki: Ben onu haram görmemekle birlikte ondan uzak dururum.

2- Karada yaşayan hayvanlar: Karadan başka yerde yaşayamayan hay­vanlar üç türlüdür:

a) Hiç bir şekilde (akan kanı) olmayan hayvan: Çekirge, sinek, arı, kurt, do­muzlan böceği, hamam böceği, akrep, zehirli hayvanlar ve benzerlerinin -çekirge dışında- yenilmesi helâl değildir. Çünkü bunlar hoşa gitmeyen pis şeylerden olup selim tabiat sahibi kimseler bunları yemekten tiksinirler. Yüce Allah ise, "Ve on­lara pis ve murdar şeyleri haram kılar." (A'râf, 7/157) diye buyurmuştur.

Malikî mezhebi alimleri çekirgelerin boğazlanmasını şart koşarlar. Ölmüş çekirgeler ise onlara göre haramdır. Çünkü: "İki ölü bize helâl kılındı." hadisi zayıftır. Kur'an-ı Kerim'in sünnet ile tahsis edilmesini caiz kabul etmeyen Ha-nefîler ise şöyle demektedirler: Ölmüş balığı tahsis eden buyruk, Yüce Allah'ın, "Denizin avı ve onda bulunanları yemek size helâl kılındı." (Maide, 5/96) buyru­ğudur. Deniz avı herhangi bir avlanma ile alınandır. Onda yenecek şeyler ise ölmüş olarak su üstünde bulunan veya deniz çekildiği için ölen hayvanlardır. Fakat önceden de geçtiği gibi Hanefîler ölmüş ve su üstüne çıkmış olan hay­vanları yemeyi caiz kabul etmezler.

b) Yılan, zehirli keler, her türlü haşerat, fare, at sineği, kirpi, çerboğa ve ke­ler gibi yerde yaşayan haşeratın tümünü yemek, tiksinti verici ve zehirli olmala­rı dolayısıyla haramdır. Ayrıca Resulullah (s.a.) bunların öldürülmelerini emret­miştir. Hanefîler keler yemeyi haram kabul etmişlerdir. Çünkü Resulullah (s.a.) onu yemeye dair soru soran Hz. Aişe'ye yenmesini yasaklamıştır. Cumhur ise bunu mubah kılmıştır. Çünkü Resulullah (s.a.), huzurunda keler yenilmesine ses çıkarmamıştır. Şafiîler ise kirpi ve gelinciği yemeyi caiz kabul ederler.

c) Akan kanı bulunan hayvanlar: Bu tür hayvanlar ya evcil veya yabani­dir. Evcil hayvanlar arasında davarların yani deve, öküz, ve koyun gibi hay­vanların yenilmesi helâldir. Katır ve eşek yenilmez. At eti ise helâldir. Şu kadar var ki Ebu Hanife'ye göre tenzihen mekruhtur. Çünkü atlar binmek içindir ve cihadda da kullanılırlar. Malikilerce meşhur olan görüşe göre ise atları ye­mek helâldir.

Yırtıcı hayvanların evcil olanları -ki köpek ve kedidir- haramdır.

Yabani hayvanlara gelince: Malik'in dışında kalan cumhura göre yırtıcı hayvanlardan azı dişi olan bütün hayvanlar ile uçan kuşlardan da pençeli bü­tün hayvanların yenilmesi haramdır. Çünkü bunlar leş yerler. Malik'e göre ise yırtıcı hayvanların etini yemek mekruhtur. Ona göre pençeli uçan kuşların ye­nilmesi caizdir. Çünkü: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği içinde ölüden... başka haram kılınmış bir şey bulmuyorum." (En'âm, 6/145) ayetinin zahiri bunu gerektirmektedir. Buna göre sözü geçenlerden her­hangi bir şeyi kabul eden bu konuda ayet-i kerimenin genel ifadesine dayanır ve hadisi ya kerahat ifade eden bir nehiy olarak kabul eder ya da ayetle tearuzu (çatışması) dolayısıyla onu kabul etmez. Sözü geçenlerden herhangi bir şeyi ha­ram kabul edenler ise, onu haram kılmaya dair varid olan hadise dayanır ve onunla ayeti nesh (tahsis) eder, ya da ayet ile tearuz ettiğini kabul etmez.

3- Hem su hem kara hayvanlarına gelince; bu aynı zamanda suda da kara­da da yaşayabilen hayvandır. Kaplumbağa, kurbağa, yengeç, yılan, timsah, su köpeği vb. Bunlar hakkında üç ayrı görüş vardır:

a) Hanefîlerle Şafiîlere göre bunların yenilmesi helâl değildir. Çünkü bun­lar pis hayvanlardır. Yılan ayrıca zehirlidir. Peygamber (s.a.) de Ahmed ve Ebu Davud'un rivayetine göre; kurbağanın öldürülmesini yasaklamıştır. Onu ye­mek helâl olsaydı, öldürülmesini yasaklamazdı.

b) Malikîlerin görüşü olup buna göre kurbağaların ve sözü geçen benzerle­rinin yenilmesi mubahtır. Çünkü onların haram kılınması ile ilgili herhangi bir nas varid değildir.

c) Hanbelîlerin görüşüdür. Bu konuda Hanbelîler meseleyi etraflı bir şekil­de ele alırlar. Karada yaşayan deniz canlılarının kesilmeden yenilmeleri helâl değildir. Su kuşu, kaplumbağa, su köpeği gibi. Ancak yengeç gibi akan kanı bu­lunmayanlar müstesnadır. Ahmed'den gelen rivayete göre yengecin kesilmeden yenilmesi mubahtır. Çünkü bu karada yaşayan bir deniz hayvanıdır ve bunun akan bir kanı yoktur. O bakımdan kuş gibi akan kanı bulunan hayvanlardan farklıdır. Bu gibi hayvanların kesilmeksizin yenilmeleri mubah değildir. Han-belîlerce daha sahih kabul edilen görüşe göre yengecin kesilmedikçe yenilmesi helâl değildir.[69]

Kurbağanın yenilmesi ise mubah değildir. Çünkü Peygamber (s.a.), Ne-saî'nin kaydettiğine göre; kurbağanın öldürülmesini yasaklamıştır. Bu onun haram olduğuna delalet eder. Aynı şekilde timsah yemek de mubah değildir.

Ebu Hanife, annesi boğazlanıp kendisi ölü olarak çıkan cenini meyte ka­bul ederek haram olduğu görüşündedir. Zira meyte ayet ile haram kılınmıştır.

Ancak Ebu Yusuf ile Muhammed ve Şafiî ile Ahmed ona muhalefet etmekte olup onun helâl olduğu görüşündedirler. Çünkü cenin de annesinin boğazlan­ması sebebiyle boğazlanmış olur. Malik der ki: Şayet hilkati tamamlanmış ve tüyleri bitmiş ise yenir, aksi takdirde yenilmez. Cumhurun delili, Peygamber (s.a.)'in: "Ceninin kesilmesi annesinin kesilmesidir." Yani annesinin kesilmesi onun hakkında da kesim gibidir, hadisidir. Ebu Hanife'nin görüşünü destek­leyenler ise bu hadisi şöyle tevil ederler: Ceninin kesilmesi annesinin kesil­mesi gibidir. Ancak bu uzak bir tevildir. Çünkü hadis-i şerif bir soru sebebiyle varid olmuştur. Ebu Saîd el-Hudrî'den rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.)'a ölü olarak çıkan cenin hakkında soru sorulmuş O da şöyle buyurmuş­tur: "Arzu ederseniz onu yiyiniz. Çünkü onun kesilmesi annesinin kesilmesi­dir."

Gemilerin sıvanması, derilerin tabaklanması gibi yollarla meytenin yağın­dan yeme dışındaki yollarla faydalanma hususunda ilim adamlarının farklı gö­rüşleri vardır.

Cumhurun görüşü: Bu ayet-i kerime dolayısıyla haramdır. Çünkü cumhu­run görüşüne göre ayet-i kerimede takdir olunan fiil, yemek veya başka yolla faydalanmaktır. Çünkü Hz. Cabir'den gelen rivayete göre Resulullah (s.a.) şöy­le buyurmuştur: "Allah Yahudilere lanet etsin. Onlara iç yağlan haram kılındı. Onlar ise bu yağları sattılar ve paralarını yediler. Böylelikle onlara bu işi yap­malarını nehyetti." İşte bu buyrukta meytenin mutlak olarak haram kılmışı satılmasının da haram kılındığını ifade eder.

Ata'nm görüşü meytenin yağı gemilerin sıvanmasında kullanılabileceği yönündedir. Delili ise ayet-i kerimenin bunların yenmesini haram kıldığı şek­lindedir. Nitekim delili bundan önceki ayet-i kerimedir. Çünkü Hz. Meymu-ne'nin koyunu ile ilgili hadis-i şerif Hz. Cabir'in rivayet ettiği hadis ile çatış­maktadır. Söz konusu hadise göre Resulullah (s.a.) Hz. Meymune'ye ait (ölmüş) koyunun yanından geçer şöyle der: "Onun derisini alsaydınız ya!" O bakımdan bu hadis ötekine tercih edilir; çünkü Kur"an-ı Kerim'in zahirine uygundur.

Meyte'nin derisine gelince: Maliki mezhebinde zahir görüşe göre tabakla­makla bu deri tahir (temiz) olmaz. Hanbelîlerce meşhur olan görüş de böyledir. Çünkü beş hadis imamının (Ahmed ve dört Sünen sahibinin) rivayet ettikleri hadise göre Abdullah b. Ukeym şöyle demektedir: "Resulullah (s.a.) vefatından bir ay önce bize: "Meytenin derisi ile de damarları ile de faydalanmayınız' diye yazdı." Bu hadis-i şerif ise (zaman itibariyle) kendisinden önceki (bu hususa dair hadisleri) nesh edicidir. Çünkü olay Resulullah (s.a.)'ın ömrünün son dö­nemlerinde geçmektedir. Lafzı da bundan önce bu konuda ruhsat bulunduğuna delalet etmekte ve bunlardan daha sonra varid olduğunu göstermektedir. Ha-nefîlerle Şafiîlerin görüşüne göre ise, necis olan deriler veya meytenin derileri tabaklandığı takdirde tahir olurlar. Çünkü Peygamber (s.a.) Müslim'de yer alan rivayete göre şöyle demiştir: "Deri tabaklandığı takdirde tahir olur." Bu hadisi ayrıca Nesaî, Tirmizî ve İbni Mace de İbni Abbas'tan şu lafızla rivayet etmektedir: "Herhangi bir deri tabaklandı mı artık o tahir olur."

Boynuz, kemik, diş gibi kanı bulunmayan meyte'nin vücudunun sert par­çaları ve yine bu kabilden olan fil dişi, ayak, tırnak, kıl, yün, sinir ve karnın­dan çıkartılan sert mayaya gelince; cumhura göre bunlar necis olmayıp, tahir-dir. Şafiîler ise şöyle demektedir: Meytenin tümü necistir. Ondan çıkartılan sert maya ona bitişik olan süt ve yumurta da böyledir. Ancak bunlar süt emen yavrudan alınırsa durum farklıdır. Çünkü bunların herhangi birisi hayvanın hayatta olması ile helâl olur. Cumhurun delili İbni Mace tarafından rivayet edilen Hz. Selman yoluyla gelen şu hadistir: Resulullah (s.a.)'a yağ, peynir ve postlar hakkında soru soruldu, o şöyle buyurdu: "Helâl, Allah'ın Kitabında he­lâl kıldığı, haram da Allah'ın Kitab'ında haram kıldığıdır. Hakkında bir şey söylemediği ise Allah'ın affettikleri cümlesindendir."

İçine fare düşen şeylere gelince; eğer fare canlı olarak çıkartılırsa o şey ta-hirdir. Ama eğer fare içinde ölürse, içinde öldüğü şey sıvı olduğu takdirde tü­müyle necis olur. Katı olduğu takdirde etrafı necis olur. O bakımdan fare çevre-sindekilerle birlikte dışarı atılır, geri kalandan yararlanılmasında ise bir sa­kınca yoktur. Çünkü rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.)'a yağa düşüp de ölen fare hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: "Şayet yağ katı ise o fareyi çevresindekilerle birlikte dışarı atınız, sıvı ise hepsini dökünüz."

Tencereye uçan bir kuş veya başka türden bir hayvan düştüğü takdirde İb­ni Vehb'in Malik'ten rivayetine göre o şöyle demiştir: Tencerede bulunanlar ye­nilmez. Zira o ölen hayvanın ona karışmasıyla necis olur. İbnü'l- Kasım ise on­dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Et yıkanır ve yemeğin suyu dökülür. İb­ni Abbas ise, et yıkanır ve yenir, demektedir.

Kana gelince; kan akmış olduğu takdirde ilim adamlarının ittifakıyla haram ve necistir. Yenmez ve ondan yararlanılmaz. Çünkü En'am suresinde kan bu nite­liği ile kayıtlandırılmıştır. Burada ilim adamları icma ile mutlakı mukayyede hamletmişlerdir. O bakımdan kanın ancak akmış olanım haram kabul ederler. Hz: Aişe der ki: "Eğer Yüce Allah, "Yahut akmış bir kan" (En'am, 6/145) buyurma-mış olsaydı, insanlar damarda olanı dahi çıkarmaya çalışırlardı." Buna göre da­marların içinde olup ete karışan kan icma ile haram değildir. Aynı şekilde karaci­ğer ve dalağın yenilmesi de, icmâ ile haram değildir. Bu ise Hanefi ve Şafiîlerin görüşüne göre Resulullah (s.a.)'m: "Bize iki meyte ve iki kan helâl kılındı" diye buyurup karaciğer ve dalağı zikretmesi suretiyle haram kılınan kanın tahsis edil­mesi yoluyla olmuştur. Ancak Malik'in görüşüne göre tahsis yoktur. Çünkü kara­ciğer ve dalak görüldüğü gibi ve örfte de -et de değildir, kan da değildir.

Domuza gelince: Domuzun eti haramdır. Domuzun yağı da etine kıyasla aynı şekilde haramdır. Çünkü et yağı da kapsar, sahih olan da budur. Zahirîler ise yalnız etin haram kılındığını, yağın haram olmadığını kabul ederler. Bunu da yalnızca nassm zahirini alıp amel etmek şeklindeki ilkelerine dayanarak ileri sürerler. Çünkü Yüce Allah: "Domuz eti" diye buyurmaktadır. Şu kadar var ki etin söz konusu edilmesi, onun etini almak kasdı ile kesilen bir hayvan olmasından dolayıdır. Et ile yağ arasında bir fark gözetmek ise aklen kabul edilebilir bir şey değildir; denilerek onlara cevap verilmiştir.

Domuz kılını iplik gibi dikişte kullanmak caizdir. Rivayet edildiğine göre adamın birisi Resulullah (s.a.)'a domuz kılı ile (ayakkabı ve benzeri) şeyleri dikmeye dair soru sormuş, Hz. Peygamber de: "Bunda bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur.

Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenlere gelince; bunlar tapındığı ateş için kesen mecusinin, put için kesen putperestin, herhangi bir inanca sa­hip olmayan, kâinatın yaratıcısı olduğunu kabul etmeyen (muattıl)in inançsız­lığı sebebiyle kendisi için kesenin kestiğidir ki; bütün bunlar ilim adamlarının ittifakı ile haramdır. Acaba bu buyruk kestiklerinin üzerine Mesih'in adını anan Hıristiyanların kestiklerini de kapsar mı? Yani bunların kestikleri de ha­ram mı olur? Yoksa bunları kapsamadığı için haram sayılmazlar mı? Yoksa bu sadece üzerlerine putların adı anılan hayvanlara has bir ifade midir? İlim adamlarının cumhuru der ki: Bunlar haramdır. Atâ, Mekhûl, el-Hasen, Saîd b. Müseyyeb ve Malikîlerden Eşhed der ki: Bunlar haram olmaz. Konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi: "Kendilerine kitap verilmiş ile olanların yemekleri de sizin için helâldir." (Maide, 5/5) ayeti ile (tefsirini yapmakta olduğumuz) bu ayetin birbiriyle tearuz halinde olmasıdır. Cumhurun görüşüne göre bu ayet-i kerime, Maide süresindeki ayeti tahsis etmektedir. Manası ise şudur: Kendile­rine kitap verilmiş olanların yemekleri sizin için helâldir. Elverir ki onların üzerinde Allah'tan başkasının adı anılmamış olsun. Eğer Mesih'in adını zikre­derek hayvanı kesecek olursa, Kitap Ehli'ne mensup kimsenin kestiği haram :lur. Azınlığın görüşü ise bunun aksinedir. Onlara göre mana şöyle olur: Al­lah'tan başkasının adı anılarak kesilenler de -Kitap Ehli'nin kestikleri müstes­na olmak üzere- haramdır. Kitap Ehli'nin kestikleri mutlak olarak caizdir.

Haram kılınan bu şeylerden herhangi birisine zaruret dolayısıyla ihtiyaç du­yana gelince; böyle bir kimse Malik'in görüşüne göre doyuncaya kadar bunlardan yiyebilir. Çünkü zaruret haram hükmünü kaldırır. Bunun sonucunda meselâ, meyte mubah olur. O taktirde: "Saldırmamak ve haddi aşmaksızın" buyruğunda-~&ı ifade; imama, İslam devlet yöneticisine karşı saldırmak ve haddi aşmak, yani müslümanlara karşı çıkıp yolu kesen kimse olmamak şartı ile anlamına gelir.

Cumhurun görüşüne göre ise, zaruret içerisinde bulunan kişi ölümden kurtu­lacak kadar yer. Çünkü bu mubah kılmak zaruret dolayısıyladır. Ondan yemek de raruret miktarı ile takdir olunur. Boğazda tıkanıp kalmış olanı şarap ile aşağıya indirmeye çalışmak, susuzluğu gidermek için şarap içmek zaruret hallerindendir.

Cumhurun görüşüne göre ise zaruret içerisindeki kişi, açlığın haram olanı ye­mek zorunda bıraktığı kimsedir. Bazılarınca şu da eklenir: Haram yemeğe zorla­nan kimse de muztardır. Düşman tarafından yakalanıp da domuz etini yemeye ve­ya buna benzer Yüce Allah'a masiyet olan işleri işlemek üzere zorlanması gibi.

İlim adamlarının cumhuru, şarap ve meyte gibi haram şeylerle tedaviyi :aiz görmezler. Çünkü Resulullah (s.a.) Buharî'nin İbni Mesud'dan rivayetine zore şöyle demektedir: "Muhakkak Allah ümmetimin şifasını üzerlerine haram Kılınan bir şeyde kılmamıştır." Yine Resulullah (s.a.)'ın Müslim'in rivayet ettiği Tarık b. Süveyd yoluyla gelen hadisteki ifadeleri de bunu gerektirmektedir. Tank, Hz. Peygambere şarap hakkında sormuş, ona yasak olduğunu bildirmiş ya­hut da onu yapmasını hoş karşılamamıştı. Tarık: Ben şarabı ilaç olsun diye ya­pıyorum, deyince Hz. Peygamber: "O bir ilaç değildir, aksine o bir hastalıktır" diye buyurur. İbnül-Arabî der ki: Sahih olan meyte ile tedavi olunamayacağı­dır. Çünkü onun yerini tutacak helâl olan başka bir şey vardır.

Zaruret içerisinde olmakla beraber, yol kesmek, yolcuları korkutmak gibi masiyet işleyen kişi hakkında ilim adamlarının iki görüşü vardır. Malik, Şafiî ve Ahmed der ki: Eğer yolculuğu masiyet için ise onları kullanması haram olur. Buna sebep se onun masiyetidir. Çünkü Yüce Allah bu gibi şeyleri yardım ve destek olsunlar diye mubah kılmıştır. Asiye yardımcı olmak ise helâl değildir. Eğer yemek isterse, önce tevbe etsin ve öylece yesin. Yolculuğu esnasında isyan eden kimseye gelince; şer"! ruhsatlar ona mubahtır. Ebu Hanife de bu ruhsatla­rı böyle bir kimseye mubah kılmakta ve bu konuda onun itaat etmekte olması ile masiyet etmekte olması arasında fark gözetmemektedir. Kurtubî de bu gö­rüşü tercih etmektedir. Çünkü masiyet yolculuğunda kişinin kendisini telef et­mesi, içinde bulunduğu durumdan daha büyük bir masiyettir. Yüce Allah, "Ve kendinizi öldürmeyiniz." (Nisa, 4/29) diye buyurmaktadır. Bu da umumi bir buyruktur. Belki böyle bir kimse ikinci bir durumda tevbe de edebilir. O takdir­de tevbe de daha önce işlediklerini siler. El-Bacî ise el-Müntekâ adlı eserinde şunu zikretmektedir: İmam Malik'in mezhebinde meşhur olan görüş şudur: Za­ruret içerisinde bulunan bir kimsenin masiyet kasdıyla yaptığı yolculukta bu gibi şeylerden yemesi caizdir. Oruç açması da namazını kısaltması da caizdir. Çünk Yüce Allah, "Saldırmamak ve haddi aşmaksızm" diye buyurmaktadır.

Haram kılınan türlerden birden fazlası bulunduğu takdirde, zaruret içeri-side bulunan kimse bunlardan hangisine öncelik tanır?

İbnül-Arabî der ki: Bu gibi hükümler için belirleyici ölçü ve kaide şudur: Zaruret içerisinde bulunan bir kimse bir meyte ve domuz eti bulduğu takdirde meyteye öncelik tanır. Çünkü meyte hayatta iken (kesilmek suretiyle) helâl olur. Domuz ise helâl olmaz. Hafif bir haramın işlenmesi ise daha ağır bir ha­ramın işlenmesinden evlâdır. Meyte ve şarap bulduğu takdirde, helâl olduğunu kabul ederek meyteyi yer. Şarap ise üzerinde düşünülmesi gereken ihtimali bir durumdur. Şayet meyte ve başkasına ait bir mal bulduğu takdirde, eğer onu yemekten dolayı bedenen bir zarar gelmeyeceğinden emin olur ise, başkasına ait olan malı yer ve meyteyi yemesi ona helâl olmaz. Öyle bir tehlikeden emin olmazsa meyteyi yer. Sahih olan ise, Şafiî'ye hilâfen, bunun kendisini kurtara­cağı veya hayatta bırakacağından kesin olarak emin olmadıkça insan eti yeme-mesidir. İhramlı bir kimse bir av hayvanı ve bir de meyte bulacak olursa, av hayvanını yer. Çünkü av hayvanının haram kılmışı geçicidir, o bakımdan o da­ha hafiftir. İhtiyarî olarak onu öldürmesi halinde ise, fidyesi kabul edilir. Mey­teyi yiyen kimse için ise fidye söz konusu değildir. [70]

 

Kitap Ehli'nin Allah'ın İndirdiklerini Gizlemeleri

 

11 A- Allah'ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir pahaya değişen­ler var ya, işte onlar karınlarında ateş­ten başka bir şey yemezler. Kıyamet gününde Allah onlarla konuşmaz. On­ları temize de çıkarmaz. Onlar için acıklı bir azab vardır.

175-  Onlar hidayete karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azabı satın aldılar. Onları ateşe sabrettiren nedir?

176-  Bunun sebebi; Allah'ın Kitab'ı hakla indirmesidir. Muhakkak Ki-tab'da ihtilâfa düşenler, elbette uzak bir ayrılık içindedirler.

 

I'rab:

 

"İşte onlar karınlarında..." bu ifadenin takdiri şöyledir: Onları karınların­da yer eden ateşten başka bir şey yemezler. Yüce Allah'ın, "Karınlarında ancak bir ateş yemiş olurlar." (Nisa, 4/10) buyruğuna benzemektedir ki, bu ifadenin takdiri de şöyledir: Onlar karınlarında yer edecek bir ateş yerler.

"Onları ateşe sabrettiren nedir?" buyruğu ya taaccüb (hayret ve şaşkınlık ifade eder ki, o vakit ifadenin takdiri şöyle olur): "Onlar ateşe amma da daya­nıklıdırlar." Veya sorudur. O zaman ifadenin takdiri şöyle olur: Onların ateşe sabretmelerini sağlayan nedir? (Meal de buna göre yapılmıştır.) [71]

 

Belagat:

 

"İşte onlar karınlarında ateşten başka bir şey yemezler." buyruğu mecaz-ı mürseldir. Çünkü burada işin nihayette varacağı nokta itibara alınmıştır. Yani onlar sonunda kendilerini cehenneme götürecek olan haram maldan başka bir şey yemiyorlar.

"Karınlarında" buyruğu ise, onların yaptıkları işin çirkinliğinin ne kadar ileri ve durumlarının ne kadar kötü olduğunu ifade etmek içindir.

"Onlar hidayete karşılık sapıklığı... satın aldılar." buyruğu istiare-i musar-raha, açık istiaredir. Maksat imana karşılık küfrü aldılar şeklindedir. Burada "satın alma" lafzı değiştirmeyi ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmıştır. [72]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Onu az bir pahaya değiştirenler..." Bunlar kendilerine uyanlardan karşı­lık olarak aldıkları dünyevi az bir değere karşılık Kitap'tan gizlediklerini satar, yani bu az pahayı ellerinden kaçırırlar korkusuyla gizlediklerini bir türlü açığa çıkarmazlar.

"Allah onlarla" gazabından dolayı "konuşmaz. Onları" günahların pislik­lerinden "temize de çıkarmaz. Onlar için acıklı bir azab" olan cehennem ateşi "vardır."

"Sapıklığı-dalâleti": Sapıklık insanın maksadına doğru yol bulamadığı körlük halidir.

Hidayet: Yüce Allah'ın peygamberleri aracılığıyla indirmiş olduğu şeriat-lerdir.

"Onları ateşe sabrettiren nedir?" Ne kadar da ateşe dayanıklıdırlar! Bu ise onların aldırış etmeksizin cehennemi boylamayı gerektiren işleri işlediklerin­den dolayı müminlere hitaben söylenilmiş bir taaccübdür. (Hayret ifadesidir.)

"Bunun" yani onların karınlarına ateş doldurmaları ve ondan sonra sözü edilen hususların "sebebi, Allah'ın Kitab'ı hakla indirmesidir." Onlar ise bir kısmına iman edip bir kısmını gizlemek suretiyle inkâr ettiklerinden dolayı o Kitap hakknda ihtilafa düştüler.

"Kitap'ta ihtilafa düşenler" alabildiğine "uzak bir ayrılık" muhalefet yahut anlaşmazlık "içindedirler." Bu ayrılık ve anlaşmazlık, düşmanlık ve karşılıklı çekişmedir. Bu ise ayrılığın bir sonucudur. [73]

 

Nüzul Sebebi

 

174. ayet-i kerime ile ilgili olarak Taberî, İkrime'den, o İbni Abbas'tan Yü­ce Allah'ın, "Allah'ın indirdiği Kitap'tan bir şeyi gizleyip de..." buyruğu ile Âl-i İmran suresinde yer alan, "Muhakkak Allah'a olan ahidlerini... az bir pahaya değiştirenler..." (Âl-i İmran, 3/77) ayeti birlikte Yahudiler hakkında nazil olduğunu rivayet eder. İbni Abbas ayrıca der ki: Bu ayet-i kerime Yahudilerin başkanları ve ilim adamları hakkında inmiştir. Bunlar ayak takımlarından bir takım hediye ve lütuflara nail oluyor, bunları elde ediyorlardı. Gönderilecek son peygamberin de kendilerinden olmasını umuyorlardı. Allah, Muhammed (s.a.)'i başka bir milletten gönderince menfaatlerine halel gelmesinden, baş­kanlıklarının son bulmasından korktular. O bakımdan Muhammed (s.a.)'in Ki­taplarında açıklanan gerçek niteliklerini gizlediler ve bunların yerine kendileri başka özellikler uydurdular. İşte ahir zamanda ortaya çıkacak olan peygambe­rin niteliği budur. Bu nitelikler bu peygamberinkine benzememektedir. Bunun üzerine Yüce Allah, "Allah'ın indirdiği Kitaptan bir şeyi gizleyip de..." ayetini indirdi.[74]

 

Açıklaması

 

Kur"an-ı Kerim, Kitap Ehli'nin Kur'an-ı Kerim'e ve Resulullah (s.a.)'a kar­şı takındıkları tavırlarını açıklamaya devam etmektedir. Bundan önceki ayet­lerde yüce Allah onların bazı helâl olan şeyleri haram kıldıklarını ve dinde ruhbanlığı, yiyecek ve içeceklerde bir takım zahidlik ve kanaatkârlıkları bid'at olarak uydurduklarını açıklamaktadır. Burada da Yüce Allah onların kitapla­rında yer alan Resulullah (s.a.)'ın niteliklerini gizlediklerini veya bu nitelikle­ri tahrif edip değiştirdiklerini beyan etmektedir. Sahih olanı gizlediler, yalan olanı da açıkladılar. Dini bir ticaret metaı haline getirdiler, onu rızıklarını ka­zanmanın, geçimlerini sağlamanın bir aracı haline getirdiler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde: "Siz onu parça parça kağıtlar haline koyup kimini açık-. '.ar, çoğunu da gizlersiniz." (En'âm, 6/91) diye buyurmaktadır. Allah'ın son pey­gamberin niteliklerine dair indirdiklerini, onun geleceği zamana dair beyanı, kavmini ve buna benzer peygamberliğinin doğruluğuna ve risaletinin mükem­melliğine tanıklık eden hususları gizleyenler ya da bunları fetvalarına karşı­lık olarak aldıkları az miktardaki ücretler mukabilinde yanlış tevil edip tahrif edenler, aslında sonunda cehenneme götüren haram olan bir şeyi yemektedir­ler. Aldıkları bedel "az" olmakla nitelendirilmiştir. Çünkü hakka karşılık veri­len her türlü bedel dünya ve ahiret mutluluğunu kaybetmenin yanında azdır, önemsizdir: "Fakat dünya hayatının faydası ahirete göre ancak pek azdır." Tevbe, 9/38).

Allah'ın Kitabını gizleyen, onu ticaret aracı haine getiren, sapıklıkta ol­dukça uzaklara gitmiş bulunan bu kimseler ancak cehenneme girmelerine se­bep teşkil eden şeyleri yiyorlar. Yüce Allah'ın onlardan yüz çevirmesi, onlara ileri derecede gazap etmesi, mağfiret ve affetmek suretiyle günahların pislikle­rinden onları temizlememesi sonucunu doğuracaktır ve onlar için dünyada da ahirette de oldukça çetin bir azab vardır. Şanı Yüce Allah'ın kendilerinden öv­gü ile söz edeceği, kendilerini bağışlayıp merhamet edeceği, onlardan razı ola­cağı ve sevgi ve rıza ile kendilerine karşılık vereceği Cennet ehli ise bunlardan tamamıyla farklıdır. Şanı Yüce Allah'ın, "Allah onlarla konuşmaz" buyruğu onlara gazap edeceğini ve onlardan razı olunmayacağını ifade eder. "Onları te­mize çıkarmaz" yani onların kötü ve pis olan amellerini ıslah ederek onları te­mizlemez, arındırmaz demektir.

Diğer taraftan Allah'ın dinini bir ticaret aracı haline getiren bu kimseler, hidayet karşılığında delaleti almışlar, Allah'ın hidayetini terketmiş, dinde in­sanların hevalarına uymuş ve mağfiret yerine azabı hak etmişlerdir. Buna se­bep ise fani olan malı, ebedî ve kalıcı sevaba tercih etmek suretiyle kendilerine karşı işledikleri cinayettir. Onların bu durumlarına gerçekten hayret edilir! Onlar cehennemi gerektiren şeylere ve dalâletten ibaret olan amellere hiç aldı­rış etmeksizin nasıl da sabredebiliyor, katlanabiliyorlar! Yüce Allah'ın, "Onları ateşe sabrettiren nedir?" buyruğu bu konuda gösterilmek zorunda kalınan sab­ra hayreti ifade ediyor. Yani onlar öyle bir azab halindedirler ki, onları gören "Ne kadar sabırlıdırlar?" diye hayretini ifade eder.

Bu türden bir ifade, hakimin veya yöneticinin gazabını gerektiren işlere kalkışan kimselere söylenir: Sen kelepçeye, hapse ne kadar da dayanıklı imiş­sin! Yani bu gibi şeylere ancak azaba karşı oldukça sabırlı olan kimseler kalkı­şabilir.

Onları bekleyen bu oldukça şiddetli azab, adaletin nihaî şeklidir. Şüphesiz Allah'ın gönderdiği kitap asla sapılmaması gereken ve asla mağlup edilemeye­cek olan apaçık ve göz kamaştırıcı hakkın kendisidir. Allah'ın kitapları hakkın­da anlaşmazlığa ve ayrılığa düşenlere gelince; bunlar bu kitapların kimisi hak­tır, kimisi batıldır, dediler. Bu gibi kimseler haktan oldukça uzak bir ayrılık ve bir anlaşmazlık içerisindedirler. Hiç bir zaman müşterek bir nokta etrafında birleşmezler. Aralarındaki bu anlaşmazlık yahut ayrılık devam edip gidecektir ve bu ayrılıkları haktan, doğruluktan, sahih hidayetten alabildiğine uzak kal­maya da devam edecektir. [75]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Şüphesiz ki hakkı gizleyip gerçekleri örtmek batılda ilerleyip durmak, çe­şitli azab türlerine bir sebeptir.

Dinin asıl ilkelerinde genel ve temel meselelerinde ayrılığa düşmek, dinin tümünü tahrip eder. Bu bakımdan Yüce Allah müminlere Rabbani yolun ta kendisi olan tek bir yol etrafında birleşip bir araya gelmelerini emrederek şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz ki bu benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın, sonra o yollar sizi O'nun yolundan ayırır. İşte bu siz.: bunları tavsiye etti ki takva sahibi olasınız." (En'âm, 6/153). Yüce Allah mü­minleri itikad ve dinin asılları ile ilgili olarak farklı mezheplere ayrılmaktan S&kmdirm.ıqtır, Şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlardan, sen hiç bir şekilde onlardan değilsin. Onların işi Al­lah'a aittir. Sonra O kendilerine yaptıklarını haber verecektir." (En'âm, 6/159).

Anlayıp kavramak, şer1! hükümleri naslardan çıkarmak için ictihad et­mek, Kitap ve Sünnete dayanmak kaydıyla meydana gelen ihtilaflar ise kına­nacak bir husus, bir kusur değildir. Hata eden ve isabet eden müctehidlerin hepsi de sevap ve ecir alır. İslâm devleti içtihada dayalı görüşlerden çağına, zamanına uygun, ümmetin genel ve yüksek maslahatını gerçekleştirebilen her­hangi bir görüşü seçip tercih edebilir. Çünkü imamın (İslam devlet başkanının) raiye (teb'ası - halkı) üzerindeki tasarrufu maslahata dayalıdır. Burada kasıt kamu maslahatıdır. Anlayıştaki bu görüş ayrılığı ümmetin birliğini parçalama sonucunu vermez. İlâhî şeriatın usulünde, temel esaslarında meydana gelen anlaşmazlıkların ortaya çıkardığı neticeleri bu tür anlaşmazlıklar doğurmaz.

Şanı Yüce Allah insanları şu üç husus sebebiyle tehdit etmektedir: Hakkı gizlemek, dini ticaret metaı haline getirmek, dinin asıllarıyla, temel esaslarıy­la ilgili anlaşmazlıklar çıkarmak.

Hakkı gizlemek, kişiyi cehenneme, daimî azaba götürür, mağfirete nail ol­maktan mahrum YnraSsır. Nüc&imX\i<« Aüah, Tevrat'ta mdirmiş olduğu Muhammed (s.a.)'in niteliklerini ve risaletinin doğruluğuna dair buyruklarını giz­leyen Yahudi alimleri ile ilgili olarak böyle demiştir.

Dini ticaret aracı haline getirmek aynı şekilde cehennemi gerektirir. Al­lah'ın oldukça ağır azabına tahammül gösteren bir takım insanlara gerçekten şaşılır. Onlar cehenneme karşı ne kadar cesaretlidirler! Çünkü onlar cehenne­me götürecek bir iş yaptıklarını biliyorlar.

Onların hak ettikleri bu azab adaletin ve hakkın tecellisidir. Şanı Yüce Al­lah bu Kur"an-ı Kerim'i ancak hak ile indirmiştir. Hakkın yerleşmesi, yayılması ve ona itaat edilmesi için indirmiştir.

Din ile ilgili öze taalluk eden ihtilaflara gelince; işte tefrikayı, anlaşmaz­lıkları müşahhaslaştıran ve bir araya gelip birleşmeyi önleyen budur. Bunun örneği Tevrat hakkında anlaşmazlığa düşen Hristiyanlar ve Yahudilerdir. Hi-ristiyanlar Tevrat'ta Hz. İsa'nın niteliklerinin bulunduğunu iddia ettiler, Yahu­diler ise onun niteliklerini kabul etmeyip red ettiler veya onlar Tevrat'ta yer alan Muhammed (s.a.)'in Tevrat'taki niteliklerine muhalefet ettiler. O bakım­dan ayrılık ve tehlikeli anlaşmazlık daima aralarında devam edip gidecektir. Yüce Allah, hakkı az bir baha karşılığı gizleyenler hakkında şu dört haberi de vermektedir:

1- Onların yedikleri ancak karınlarına ateş doldurmaktır.

2- Allah Kıyamet gününde bunlarla konuşmayacaktır.

3- Onları temizlemeyeceğinin anlamı: Amellerini kabul etmeyecek ve buna bağlı olarak onlardan övgü ile söz etmeyecektir.

4- Onlar için oldukça acıklı bir azab vardır.

Bununla Yüce Allah'ın, "Bunun sebebi Allah'ın kitabı hak ile indirmesi­dir." buyruğundan maksadın ne olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. Burada ka­sıt Kur'an-ı Kerim'dir. Allah onu doğrulukla veya red olunamaz delil ile birlikte indirmiştir. Yüce Allah'ın, "Muhakkak ki Kitap'ta ihtilafa düşenler" buyruğun-daki Kitaptan kasıt ise Tevrat'tır. Kur'an-ı Kerim'in kastedildiği de ileri sürül­müştür. Anlaşmazlığa düşenler ise Kureyş kâfirleridir. Onların kimisi bir sihir­dir derken, başkaları geçmişlerin masallarıdır demiştir. Bir diğer topluluk ise: Kur'an-ı Kerim uydurulmuş bir sözdür, demişlerdi. [76]

 

Gerçek Birrin (İyiliğin) Görünürdeki Halleri

 

177- Yüzlerinizi doğuya ve batıya doğ­ru döndürmeniz birr değildir. Fakat birr Allah'a, ahiret gününe, meleklere, Kitab'a ve peygambere iman edenin; mala olan sevgisine rağmen akrabası­na, yetimlere, muhtaçlara, yolculara, dilenenlere, kölelere verenlerin; nama­zını dosdoğru kılan zekâtı veren, ahid-leşince ahidlerini yerine getirenlerin; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştı­ğı zamanlarda sabredenlerin yaptığı­dır. Sâdık olanlar işte bunlardır. İşte takva sahibi olanlar da ancak bunlar­dır.

 

Belagat:

 

"Fakat birr Allah'a... iman edenin..." burada mübalağa yolu ile "birr" ile iman etmenin özde aynı şeyler olduğu ifade edilmektedir. Tıpkı cömertlik de­mek Hatim demektir; şiir demek Züheyr demektir, gibi. Yani cömertlik Ha-tim'in cömertliğine, şiir Züheyr'in şiirine denir, demek olur.

"Kölelere" buyruğunda hazif ile yapılan icaz vardır. Yani köleleri kölelikten kurtarmak uğrunda malını veren, demektir ki bu da esirleri fidye yoluyla kur­tarmaktır. Köleler (ayet-i kerimede "boyunlar" anlamına gelen er-Rikâb kulla­nılmıştır) cüz'ün kullanılarak bütünün kastedilmesi kabilinden mecaz-ı mür-seldir.

"Sabredenler" özellikle sabredenleri kastediyorum anlamında "ihtisas" de­nilen bir kurala riayet edilmiştir. Sâdık olanlar işte bunlardır. Burada tahak­kukun ve doğru söylemenin vukua geldiğinin ifade edilmesi için (ayet-i kerime­de) mazi bir fiil kullanılarak haber verilmektedir.

"İşte takva sahibi olanlar bunlardır." Burada da takvanın sabit olduğunu ifade etmek için isim cümlesiyle haber verilmektedir. [77]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Birr": Her türlü hayrı kapsayan bir isimdir. Kendisi ile Allah'a yaklaşı­lan, Allah'a iman, salih ameller, üstün ahlâk gibi her şeydir.

"Mala olan sevgisine rağmen... yetimlere" babası olmayıp muhtaç olan kimselere, "muhtaçlara" ayet-i kerimede (muhtaç diye meali verilen): Miskin: Kendisine yetecek malı bulunmayan muhtaç, yoksul kimse demektir, ona bu adın veriliş sebebi ihtiyacın onu zelil kılması ve hareketsiz bırakması (miskin ile aynı kökten: iskân ettirmesi) dolayısıyladır. Fakir ise hiç bir malı bulunma­yan kimse demektir, "yolculara" Malından uzak kalmış, malını kullanmak im­kânı bulunmayan muhtaç yolculara."dilenenlere" ihtiyacın insanlardan bir şey­ler istemek zorunda bıraktığı kimselere. Dilenmek zaruret dolayısıyla olmadık­ça Şer'an haram kılınmıştır. Dilencinin yalnızca zaruret miktarı istemesi ve buna dikkat etmesi icabeder. "kölelere" yani köleleri hürriyete kavuşturup azad etmek uğrunda "verenlerin, namazını dosdoğru kılanların" yani onu en güzel ve en doğru şekilde eda edenlerin, "ahidleşince ahidlerini yerine getirenlerin" ahid, insanın başkasına karşı yerine getirmekle kendisini yükümlü tuttuğu bir sorumluluktur, "sıkıntıda" ileri derecedeki fakirlik kastedilmektedir, "hastalık­ta" buradaki kelime insana zarar veren hastalık, sevdiği bir kimseyi kaybet­mek gibi insana zarar veren her bir şeydir "ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin yaptığıdır. Sadık olanlar" iman iddiasında doğru olanlar "işte bunlardır. Takva sahibi olanlar" takva, masiyetlerden uzak durmak sebebiyle Allah'ın gazabından korunmak demektir; "işte bunlardır." [78]

 

Nüzul Sebebi

 

Abdürrezzak'ın Katade'den rivayetine göre Yahudiler Batı'ya doğru, Hristi-yanlar da doğuya doğru ibadet ediyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah'ın, 'Yüz­lerinizi doğuya ve batıya doğru döndürmeniz birr değildir." ayeti nazil oldu. [79]

Taberî ve İbnül-Münzir de Katade'den şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: Bize nakledildiğine göre bir adam Peygamber (s.a.)'e birr'in mahiyeti hak­kında soru sordu. Bunun üzerine Yüce Allah da şu: 'Yüzlerinizi doğuya ve batı­ya döndürmeniz birr değildir." ayet-i kerimesini indirdi. Hz. Peygamber o so­ruyu soran adamı çağırıp bu ayeti ona okudu. Allah'ın farzettiği hükümler gel­meden önce bir kimse Allah'tan başka ilah olmadığına, Muhammed'in de Al­lah'ın kulu ve rasulü olduğuna şehadet getirir de bu hal üzere ölür ise ahirette kurtuluşa ereceği ümid edilirdi. Bunun üzerine Yüce Allah, 'Yüzlerinizi doğu­ya ve batıya döndürmeniz birr değildir..." ayetini indirdi. Yahudiler Batı tarafı­na, Hristiyanlar ise doğu tarafına yöneliyorlardı. [80]

 

Açıklaması

 

Kıblenin değiştirilmesi, çeşitli din mensubu kimseler arasında büyük bir fitnenin ortaya çıkmasına sebep olmuştu. Her bir kesim bizzat kendisinin yö­neldiği kıbleden başka bir tarafa kılanan namazın sahih olmadığı görüşünde idi. Bu şekilde müslümanlar ile Kitap Ehli arasındaki ayrılık oldukça şiddetlendi. Kitap Ehli olan kimseler namazın kıblelerine doğru yönelinerek kılınma­sı görüşünde idiler. Bu kıble bazı peygamberlerin de kıblesi idi. Müslümanlar ise peygamberlerin atası İbrahim (a.s.)'in kıblesi olan Mescid-i Haram'a yöne-linmedikçe hiç bir namazın kabul olunmayacağını ve Allah'ın o kılınan namaz­dan razı olmayacağını ileri sürdüler.

Şanı Yüce Allah, bütün insanlara yüzü mücerred olarak doğuya ve batıya çevirmenin bizatihi maksad olarak gözetilen birr'in kendisi olmadığını, bunun tek başına salih bir amel sayılamayacağını, asıl gerçek birr'in başka bir şey ol­duğunu açıklamaktadır. Gerçek birr, Allah'a, rasulüne kitaplarına, melekleri­ne, ahiret gününe, kalpten, samimi, eksiksiz ve salih amel ile birlikte bir iman idi. İşte insanın ruhunu Yüce Allah'a karşı haşyet ile dolduran iman, gizli ve açıkta O'nun gözetimi altında olduğu duygusunu uyandıran iman budur. Bu iman insanın nefsi ile şeytanın ayağı kaydına zeminlerine karşı güçlü bir ko­ruyucu, bir engel olur. Bu imanın sahibi hata işlediği takdirde samimi olarak hemen tevbeye yönelir.

Buna göre birr, gerçek, eksiksiz, bütün itikad esaslarını kapsayan bir imandır. Birrin esası Allah'a tek bir ilah olarak, O'na hiç bir kimseyi ortak koş-maksızm ve O'ndan başka bir mabud tanımaksızın iman etmektir. İşte kişinin nefsine güç, kuvvet ve üstünlük şuurunu veren bu imandır. Çünkü bu imana sahip olan bir kimse artık bundan sonra bu varlık aleminde herhangi bir insa­na boyun eğmez, herhangi bir kimsenin yasama yetkisine sahip olduğunu ka­bul etmez, aksine yasalar koymayı, teşrî'de bulunmayı yalnızca Allah'a ait bir hak olarak bilir. Kalplere huzur veren, ruhları sükûna erdiren iman budur. Bu iman sayesinde herhangi bir nimet dolayısıyla nefisler şımarmaz. Herhangi bir musibet dolayısıyla da ümitsizliğe kapılmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "İşte bunlar, iman edenlerdir, gönülleri Allah'ı zikretmek ile huzura kavuşanlardır. Şunu biliniz ki kalpler ancak Allah'ı zikretmekle huzur ve sü­kûn bulur." (Ra'â, 13/28).

Ebu Hayyân şöyle diyor: Biri1, manevi bir özelliktir. O bakımdan Yüce Al­lah'ın, "Fakat birr Allah'a... iman edenin..." buyruğu ile ancak birr sahibi, yeni birrde bulunan kimseler kastedilebilir.

Ahiret gününe imanın birr olmasına gelince: Bu imana sahip olan bir kim­se sevabı, cezayı, hesaba çekilmeyi, amellerinin Allah'ın huzurunda arz edilme­sini kabul ve ikrar eder. Bu ise daha fazla salih amel işlemesi ve kötü ve çirkin fiillerden uzak durması neticesini doğurur.

Meleklere iman: Melekler nurânî varlıklardır, onların pek çok görevleri vardır. Bütün fiilleri itaattir. Kendilerine verdiği emirlerde Allah'a karşı gel­mezler, emrolunduklannı yaparlar. Onlardan kimisi vahiy taşıyıcısıdır, kimisi Cennet veya Cehennem üzerinde görevlidir, kimisi rüzgârlar ve yağmurlar ile görevlidir, kimisi arş'm koruyucularıdır, kimisi de ruhları kabzeder.

Meleklere iman, vahye nübüvvete, ahiret gününe imanın asli bir unsuru­dur. Cebrail (a.s.), vahiy emanetini üstlenmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onu emin olan ruh senin kalbine indirdi ki, sen de korkutucu­lardan olasın. Apaçık bir Arapça ile." (Şuarâ, 26/193-195); "O gecede melekler ve ruh Rablerinin izniyle her bir iş için iner de iner." (Kadr, 97/4).

Semavi kitaplara (Zebur, Tevrat, İncil ve Kur'an'a), önceki peygamberlere indirilen sahifelere iman ise; ayırım gözetmeksizin hepsine imanı onlarda yer alan emirlere uymayı, onlarda yer alan yasaklardan sakınmayı gerektirir. Ayrı­ca bu Kur'an-ı Kerim'in bütün muhtevasına bağlı kalmayı da gerekli kılar. Çünkü Kur'an-ı Kerim hem kendisinden önceki kitapları tasdik etmek, hem de onlar üzerinde hüküm belirtmek üzere gelmiştir.

Birbirleri arasında ayırım gözetmeksizin bütün peygamberlere iman da onların gösterdikleri yol ile hidayet bulmayı, siret ve ahlâklarına uymayı, em­redip yasakladıkları hususlarda onların dedikleri gibi hareket etmeyi gerekti­rir.

Sahih bir imanın nefsi arındırıp güzelleştiren, toplumsal ilişkileri düzenle­yen ve bu ilişkileri sevgi, ülfet, muhabbet, birlik, dayanışma ya da toplumsal dayanışma gibi esaslardan oluşan sağlam bir temel üzerinde yükselten salih amel ile birlikte olması, kaçınılmaz bir şeydir. Aşağıdaki hususlar işte bunun müşahhas ifadesini ortaya koymaktadır. Kişinin gönlünde yer tutan mal sevgi­sine rağmen merhamet, şefkat duygularıyla zor zamanlarında insanlara yar­dımcı olmak kasdıyla aşağıda belirtilen ihtiyaç sahibi insanlara el uzatmak.

İhtiyaç sahibi olan akrabalar, bu sınıfların başında gelir. Kan bağı sebe­biyle durumlarının hemen farkedilmesi ayrıca onların içinde bulundukları şartlardan kişinin madden ve manen kendisinin de etkilenmesi söz konusu ol­duğundan dolayı insanlar arasında iyiliği en çok hak sahibi olanlar bunlardır. Diğer taraftan insanın gerçek mutluluğu ancak çevresiyle birlikte mutluluğu paylaşması ile mümkün olabilir. Akrabaların gözetilmesi aynı zamanda iki he­defi gerçekleştirir: Birisi akrabalık bağını gözetmeyi, diğeri ise sadaka sevabını kazanmayı. Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Müslümanlara verdiğin sa­daka bir sadakadır, akrabana verdiğin sadaka ise iki sadakadır." Resulullah s.a.) ise akrabalık derecesine göre infak etmek yolunu müslümana sıralamış ve şöyle buyurmuştur: "Önce kendinden başla, sonra da geçimlerini sağlamak durumunda olduklarından."

Yetimler: Bunlar babalarını kaybetmiş ve kendilerini koruyup gözetecek kimsesi olmayanlardır. Geçimlerini sağlayabilmesi ve hayatın güçlüklerine gö­ğüs verebilmek eğitim öğrenim meslek kazanma, yahut da bir sanayi dalında çalışmak için ya da başka bir yolla kendilerini bekleyen hayat yolunu katede-bilmek için yardıma büyük ölçüde ihtiyaçları vardır. Hem kendilerinin fert ola­rak kurtulmaları hem de topluma yararlı olabilmeleri ancak bu şekilde olabilir.

Miskinler ve fakirler de gözetilme hususunda önceliklidir. Bunlar fakirlik sebebiyle ya hiç bir gelirleri olmayan ya da yeterli gelirleri olmadığından dolayı yardıma ihtiyacı olan kimselerdir. Nitekim fakirlik probleminin çözümü için çalışmak, kalkınmanın ve ilerlemenin temel unsurlarındandır. Çünkü ihtiyaç bazen kişiyi doğru yoldan sapmaya ve suç işlemeye itebilir. O bakımdan bunla­ra destek olmak, bunlara yardımcı olmak herkesin menfaatinin bir gereğidir. Böylelikle bunlar da güç sahibi olabilirler. Çünkü bir toplumun gücü fertlerinin gücünden gelir, toplumun zayıflığı fertlerinin zayıflığındandır.

Yolcular: Yolculuğu esnasında yahut yolda giderken ülkesine ulaşmak im­kanını kaybeden kimsedir. Böyle bir kimseye yardımcı olup onu gözetmek, bel­desine dönünceye kadar diğer müslümanlann bir görevidir. Ona (Kur"an-ı Ke-rim'in tabiri ile): "Yol oğlu" denilmesinin sebebi, yabancı olması ve adeta yolun dışında annesi ve babası yokmuşçasına bir durumda bulunması dolayısıyladır.

İleri derecedeki ihtiyaç dolayısıyla insanlardan malî yardım isteyen dilen­ciler: Dilenmenin edebi, ısrar olmaksızın ve iffetli bir şekilde yapılmasıdır. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İffetli davranmalarından dolayı bil­meyen onları zengin zanneder." (Bakara, 2/273). Zengine ve bu konuda sabit olan hadis-i şerifte belirtildiği gibi çalışabilecek gücü olan kimseye sadaka he­lâl değildir. Böyle bir kimsenin izzetini koruyacak bir iş bulması görevi olduğu gibi devletin de ona bir iş sağlaması -erkek veya kadın olsun- görevidir.

Köleler: Yani köle olanlara hürriyetlerini elde etmek için yardımcı olmak. Esirlere de fidye verebilmeleri için mal ile destek vermek demektir. Çünkü kö­lelik ve esirlik bir kulluktur, zillettir, hürriyetin gaspedilmesidir. Din ise insan­ları azad etmeye, insanları özgürleştirmeye yönelik bir arzuya sahiptir. Mal vermek suretiyle maddi yollarla; makam, aracılık, güzel bir şefaatta bulunmak gibi manevi yollarla kölelik boyunduruğundan kurtarmayı ve savaş sonucu esir düşenleri karşılıklı değişim ve fidye ödemek suretiyle hürriyete kavuşturmayı hedefler.

Namazı dosdoğru kılmak da birr kapsamı içerisindedir. Yani hüküm ve şartları eksiksiz yapmak ile birlikte kalbin huzuru, okunan Kur'an-ı Kerim ve yapılan zikirlerin anlamı üzerinde tefekkür, ibadet edilen mutlak ilahın aza­metini hatırına getirmek, sert ölçülere göre huşu ve itminan duymak suretiyle en doğru ve güzel şekliyle namazı eda etmek demektir. Namaz, meşru olan şek­le göre eda edildiği takdirde, etkileri kendisini gösterir. Nefis arınıp güzelleşir, ahlâkı faziletlere alışkanlık kazanır, adi ve süflî şeylerden uzaklaşır. Nefis ar­tık herhangi bir hayasızlık veya bir münker işlemez. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak namaz hayasızlıktan ve münkerden alıkoyan" (An-kebut, 29/45).

Zekâtı vermek de binin hasletleri arasında yer alır. "Sadakalar ancak Al­lah'tan bir farz olarak fakirlere, miskinlere... dır." (Tevbe, 9/60) ayetinde sözü geçen hak sahiplerine farz olan zekâtı vermektir. Dikkat edilecek olursa Kur'an-ı Kerim'de namazın zekât ile birlikte olmadan söz konusu edildiği yer­ler oldukça azdır. Çünkü namaz, ruhu arındırıp temizlerken zekât da malı te­mizler, arındırır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onların malla­rından kendisi ile onları arındırıp temizleyeceğin bir sadaka (zekât) al!" (Tev­be, 9/103). Malın alınacak zekât miktarı ile bunun türleri ise sünnet-i nebeviy-yede açıklanmıştır.

Verilen ahde bağlılık da birr kapsamına girer. Bu, ister dinleyip itaat et-nek suretiyle Allah'ın ahdine bağlı kalmak şeklinde olsun, isterse de akitlere, sözlere ve antlaşmalara -dinin emirlerine muhalif olmadığı sürece- bağlı kal­mak suretiyle insanlara verilen ahidlere bağlı kalmak şeklinde olsun. Masiyet yolunda olduğu takdirde ahde vefa göstermek gerekmez. Ahde bağlılık sahih imanın alametlerinden, ahdi bozmak ise hadis-i şerifte de belirtildiği gibi mü­nafıklığın alametlerindendir: "Münafıkın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan aıyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, ona emanet verildiğinde hainlik eder." insanlar sorumluluklarım, taahhütlerini yerine getirmekte gevşek davrandık­ları takdirde aralarında güven kaybolur. Şaşkınlık, huzursuzluk ve çalkantı içerisinde yaşarlar. Bu ise onları değişik şekillerde akidlerini sağlamlaştırıp r-eîgelendirmeye, akdin bozulmasından ve hainlikten kendilerini koruma yolla-rmı aramaya iter.

Darlık ve fakirlik zamanlarında hastalık gibi sıkıntılarda akrabaları gö­zetmek; malını, çoluk çocuğunu kaybetmek gibi sıkıntılı zamanlarda, düşman­la savaş alanında karşılaşmak gibi çetin zamanlarda sabretmek de binin ve imanın kapsamı içerisindedir. Çünkü sabır imanın yarısıdır. Zira sabır, Al­lah'ın kaza ve kaderine rızayı gösterir. Allah'tan ecri beklemenin belirtisidir. Cıhad esnasında dinin zafere kavuşması için gayret göstermek ve bu üç du­rumda sabır göstermek eksiksiz imanın belirtisidir. Sahih hadis-i şerifte varid dduğuna göre savaş alanından kaçmak, yedi büyük günahtan bir tanesidir.

İşte sözü geçen bu birr'in hasletlerine sahip olanlar, bunlarla nitelenenler imanlarında sâdık olan, doğru olan kimseler ve gerçek manada takva sahibi ilanlardır. Onlar masiyetlerden uzak kalmak suretiyle Allah'ın gazabından ko­runmuş, ahiret yurdunda da Allah'ın rızasını ve sevabını elde ederek umdukla­rına kavuşmuş olurlar. Gerçek şu ki bu ayet-i kerime gereğince amel eden bir kimsenin imanı kemal bulmuş demektir. [81]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hayrın kapsamlı ifadesi olan "birr" bu ayet-i kerimede sözü geçen nitelik­lere kişinin sahip olması demektir. Çünkü Peygamebr (s.a.)'e Medine'ye hicret edip de farzlar emrolunup kıble Kabe'ye döndürülüp hadler tespit edildikten sonra, Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

İlim adamları der ki: Bu ayet-i kerime ahkam ihtiva eden pek mühim te­mel ayetlerdendir. Çünkü bu ayet-i kerime 16 esas ihtiva etmektedir: Allah'a, Onun isim ve sıfatlarına, öldükten sonra dirilmeye, amellerin hesabına, mizan, sırat, havz, şefaat, cennet, cehennem, melekler, Allah tarafından indirilmiş Ki­taplara ve hepsinin Allah tarafından gelmiş olduğuna ve peygamberlere iman etmek, farz ve nafile bütün hallerde malı infak etmek, akrabaları gözetip on­larla ilişkiyi koparmaktan vazgeçmek, yetimin halini gözetmek, onu ihmal et­memek, miskinlere de yoksullara da aynı şekilde davranıp yoloğluna gereken riayeti göstermek (yoloğlu, yolda kalmış kimsedir, bir görüşe göre misafirdir), dilencileri gözetmek, köle azad etmek, namazı devamlı ve dikkatli eda etmek, zekâtı vermek, ahidlere bağlı kalmak ve zorlu sıkıntılı hallerde de sabretmek.

Yetime bir şeyler vermek hususunda ilim adamlarının iki görüşü vardır. Bir görüşe göre yetim fakir olmadıkça ona bir şey verilmez, bir görüşe göre ise zengin dahi olsa akrabalık bağını gözetmek maksadı ile sadece yetim olduğu için ona bir şeyler verilebilir.

Yüce Allah 'in, "Mala olan sevgisine rağmen..." buyruğu ile farz olan sada­ka (zekât)nın kastedilmiş olması muhtemel olduğu gibi, nafile sadakanın kas­tedilmiş olma ihtimali de vardır. el-Cessâs der ki: "Ayet-i kerimede bunun farz olan bir zekât olduğuna bir delâlet yoktur. Ayette sadece sadaka vermeye bir teşvik ve buna karşılık sevap vaadi bulunmaktadır. Çünkü o, birrden sayıl­maktadır. Bu lafız ise farzı da nafileyi de ihtiva eder. Ancak ayet-i kerimenin anlamında bununla zekâtın kastedilmediğine delalet eden ifadeler vardır. Çün­kü Yüce Allah burada: "Namazlarını dosdoğru kılanlar, zekâtı verenler" diye buyurmaktadır. Burada zekât, namaza atfedildiğine göre; bu daha önce sözü geçen sadaka ile zekâtın kastedilmediğini gösterir. [82]

İbnül-Arabî de şöyle demektedir: Malda zekâtın dışında bir hak yoktur. eş-ŞaTîî'den yapılan nakle göre o: Malda zekâtın dışında da bir hak vardır, der ve bu konuda Darakutnî'nin, Fatıma binti Kays'tan rivayet etmiş olduğu şu ha­disi delil gösterir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Malda zekâtın dışında da bir hak vardır." Ancak bu hadis zayıftır, eş-ŞaTrî'den sabit değildir, Peygam-ber'den de sabit değildir. [83] Malda zekâtın dışında bir hak yoktur. Zekât eda edildiği takdirde bundan sonra bir ihtiyaç ortaya çıkacak olursa, ilim adamları­nın ittifakı ile zekâtın o ihtiyaç için harcanması icabeder. Yani Yüce Allah'ın, "Mala olan sevgisine rağmen... veren" buyruğu ile kastedilen, malın tatavvu' yoluyla verilmesidir. Yüce Allah'ın, "Zekât veren" buyruğundan kasıt ise, farz olan zekâtı vermektir.

İmam Malik şöyle demektedir: Bütün müslümanlara, esirlerini fidye verip kurtarmak vacibdir. İsterse bu bütün mallarını kuşatacak kadar olsun. Aynı şekilde yönetici zekâtı hak sahiplerine dağıtmayacak olursa, zenginlere fakirle­ri ihtiyaçtan kurtarmak farz mıdır? Bu, üzerinde düşünülmesi gereken bir me­seledir. Bence daha sahih olan onlara bunun vacib olduğudur. [84]

Kurtubî de der ki: "Mala olan sevgisine rağmen... veren" buyruğu, malda zekâtın dışında bir hak olduğu hususuna delil gösterilmiştir. İşte birr'in kema­le ermesi de bununla olur. Bundan kastın farz olan zekât olduğu da söylenmiş­tir. Ancak birincisi daha sahihtir. Çünkü az önce geçen: "Muhakkak malda ze­kâtın dışında bir hak vardır." hadisi de bunu gerektirmektedir. Bu hadis hakkında her ne kadar farklı şeyler söylenilmiş ise de bizzat ayet-i kerimede yer alan: "Namazı dosdoğru kılan ve zekâtı veren" buyruğunun anlamı bu hadisin sıhhatini göstermektedir. Burada zekât namaz ile birlikte zikredilmektedir. Bu da Yüce Allah'ın, "Mala olan sevgisine rağmen... veren." buyruğu ile farz olan zekâtın kastedilmediğinin delâletidir. Eğer böyle bir şey olsaydı tekrar olurdu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [85]

Durum her ne olursa olsun, zekâttan ayrı olarak, mala olan sevgiye rağ­men malı ihtiyaç sahiplerine vermek, şer'an teşvik edilmiş bir iş olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Bu ayet-i kerime ile ve Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadis-i şerif gereğince amel etmek de bizi bu sonuca götürür. Ebu Hureyre (r.a.) dedi ki: Bir adam Peygamber (s.a.)'in yanma gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın rasulü hangi sadaka daha faziletlidir? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen sıhhatli, cimri, fakirlikten korkar, zenginliği hep arzular birisi olmana rağmen tasad-dukta bulunmandır. Can boğaza gelip dayanıncaya kadar bu işi savsaklayıp da o vakit: Filâna şu, filâna şu vardır, şu da filâna aittir, demeyesin." İbni Me-sud'dan da Yüce Allah'ın, "Mala olan sevgisine rağmen... veren" buyruğu hak­kında: "Fakirlikten korku duyarak yine de malı vermektir" dediği nakledilmek­tedir.

Malı, ona duyulan sevgiye rağmen vermenin nafile infak olduğunu kabul eden birinci görüşü: "Zekât her türlü sadakayı" yani sadakanın farziyetini "neshetti" diyen hadis-i şeriftir. [86]

 

Malın İnfak Edilmesinin İki Şekli:

 

Malın infakının ilk şekli farz zekât şeklinde oluşudur. Bu, malı özel bir keyfiyet üzere belli bir miktarda vermektir, diğeri ise mutlak olarak zekât şek­linde. Bu ise belli bir miktar ile kayıtlı olmaksızın, nisaba malik olmak sınırı da söz konusu olmadan malı vermektir. Bunun yerine bu miktara dair kayıt getirip sınır koymayı ümmetin ve fertlerinin durumuna bırakmak söz konusu­dur. İşte mal bu iki şekliyle verildiği takdirde bizler fakirlik problemini orta­dan kaldırır ve İslâm'ın sosyal dayanışmadan gözettiği maksadı gerçekleştir­miş oluruz. O vakit azgın kapitalizmin zararlarını gidermek maksadıyla sosya­list ilkeleri ithal etmeye ihtiyaç duymaz, zorla ve bedel vermeksizin mülkiyet sahiplerinin elinden mülklerini zorla almak esasları üzerinde yükselmeyen, makul ve orta bir çözüme ulaşma imkânını buluruz. Bu çözüm baskı uygula­mak, yerine zenginlerle fakirler arasında sevgi, karşılıklı iyi duygulara dayalı ilişkileri korumanın ve ilişkileri sürdürmenin yollarını arar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerde cimrilik göste­renler sanmasınlar ki o, haklarında hayırlıdır. Aksine o, onlar için bir serdir. Cimrilik ettikleri şey Kıyamet günü boyunlarına bir halka olacaktır. Göklerin ve yerin mirası Allah'ındır, Allah yaptıklarınızdan haberdardır." (Âl-i İmran, 3/180). Yani bunlar cimriliğin kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Bi­lakis o cimrilik, onlar için bir kötülüktür.

Yoksullara bir şeyler vermeye gelince; dilencilik yapmayan kimselere yok­sul (miskin) denilir. Dilencilik yapanlar ise kendilerini açığa vurmuş olurlar. Resulullah (s.a.) da sahih bir rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Miskîn (yoksul) bir ve iki lokmanın, bir ve iki hurmanın geri çevirdiği kimse değildir. Fakat miskîn, kendisini ihtiyaçtan kurtaracak bir varlığı bulamayan ve farkına varı-lamayıp da kendisine tasaddukta bulunulmayan kimsedir." Köleler hakkında Malik ve Şafiî'ye göre onlar Allahü Teâlâ'ya yakınlaştırıcı bir ibadet olmak üze­re azad edilecek kimselerdir. Ebu Hanife ise; buradaki kölelerden kasıt, efendi-leriyle kitabet akdi yapmış olanlardır. Kölelikten kurtulmak uğrunda bunlara yardımcı olunur, demektedir.

Ayet-i kerimede birr'in niteliklerine sahip olan kimselere Yüce Allah'ın tevcih ettiği belirgin niteliklere gelince, "sâdık olanlar işte bunlardır, takva sa­hibi olanlar da işte bunlardır." Böylelikle Yüce Allah onları işlerinden ve bunla­rı yerine getirmek hususunda doğrulukla, takva ile nitelendirmekte, din husu­sunda onların ciddi ve gayretli olduklarını belirtmektedir ki, bu da yapılacak övgünün nihai derecesidir.[87]

 

Kısasın Meşruiyeti Ve Hikmeti

 

178-  Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı. Hür, hür olana; köle, köle olana; dişi, dişi olana (karşılık) kısas olunur. Fakat ki­me kardeşi tarafından cüz'i bir şey af olunursa, örfe uymak ve ona güzellikle ödemek gerekir. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve bir esirgemedir. Artık kim bundan sonra tecavüzde bulunur­sa onun için pek acıklı bir azab vardır.

179- Ey olgun akıl sahipleri! Kısasta si­zin için bir hayat vardır. Olur ki sakı­nırsınız.

 

Kelime ve İbareler:

 

"...yazıldı", üzerinize farz kılındı ve hak sahibinin bunu istemesi halinde yeri­ne getirilmesi gerekli oldu, demektir. Yüce Allah'ın, "Oruç... üzerinize de yazıldı." (Bakara, 2/183) buyruğunda olduğu gibi. (Farz) yazılmış namazlar da böyledir.

Kısas: Öldürmede hem nitelik itibariyle hem de fiilen misilleme demektir. Caniye, mağdura yaptığının mislinin yapılması yani katilin öldürülmesi de­mektir. Çünkü şeriat nazarında katil ile maktul birbirine müsavidir.

"Öldürülenler" (el-Katlâ): Maktul, öldürülen anlamına gelen "katil" keli­mesinin çoğuludur. Sar'a (baygınlar) kelimesinin (baygın anlamına gelen) sa-rî'in çoğulu olması gibi.

"Hür, hür olana kısas olunur." Yani hür, hür karşılığında öldürülür, köle karşılığında öldürülmez. Köle de köle karşılığında öldürülür, dişi de dişi karşı­lığında öldürülür. Sünnet-i seniyye kadına karşılık erkeğin öldürüleceğini be­yan ettiği gibi, dinde birbirinin misli olmanın da muteber olduğunu beyan et­mektedir. Buna göre Müslüman bir kimse -köle olsa dahi- bir kâfir karşılığında -hür olsa dahi- öldürülmez. Hanefilerin dışında kalan cumhurun görüşü budur.

"Fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa..." yani her kime mak­tulün kanından, velisi olanlar tarafından bir şey affolunacak olursa, demektir. Aff birkaç manaya gelmekle birlikte, burada uygun olanlardan birisi; vermek, diğeri ise ıskat ve terketmek demektir, "örfe uymak" yani diyetin taleb edilmesi, maruf ile olsun, zorlama ve sıkıntıya sokarak olmasın, haksızlık yapılma­sın."^ #üzeZZi£Ze ödemek gerekir." Yani cinayeti işleyen kimse bu diyeti mağdur tarafına savsaklamaksızın, yormaksızın ve hakkı gizlemeksizin ödesin.

"Bu" yani sözü geçen affetmek ve diyet ödemek şeklindeki hüküm "Rabbi-nizden bir hafifletme" bir kolaylık ve size "bir esirgemedir." Çünkü bu konuda size genişlik vermiş, Yahudilere kısası kaçınılmaz, Hristiyanlara da diyeti kaçı­nılmaz kıldığı gibi, yalnız birisini uygulamak zorunda tutmamıştır.

"Kim bundan sonra tecavüzde bulunursa" yani aftan sonra katilden inti­kam almaya kalkışırsa "onun için" ahirette ateş ile veya dünyada öldürmek ile "pek acıklı bir azab vardır."

"Ey olgun akıl sahipleri!" Ayet-i kerimede geçen "el-Elbab" (mealde olgun akıllar) kelimesi lüb" kelimesinin çoğulu olup, akıl anlamına kullanılmaktadır. [88]

 

Nüzul Sebebi

 

Bu 178. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak iki rivayet vardır.[89] Katâde, eş-Şa'bî ve tabiînden bir gruptan rivayet edildiğine göre cahiliye halkı hem haddi aşan kimseler idiler, hem de şeytana itaat ederlerdi. Eğer bir kabile sayı­ca çok ve güçlü ise, başka bir kavmin kölesi bu güçlülerin bir kölesini öldürdü­ğü taktirde; biz bunun karşılığında mutlaka hür olan bir kimseyi öldüreceğiz, başkasını kabul etmeyiz, derlerdi. Bunu kendilerini üstün ve güçlü görerek söylüyorlardı. Onlardan bir kadın öldürüldüğü vakit de, Biz bu kadının karşı­lığında mutlaka bir erkek öldüreceğiz, diyorlardı. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirerek, kölenin köleye karşılık olduğun, dişinin dişiye karşı­lık olduğunu haber vermekte ve haddi aşmalarını yasaklamaktadır.

Daha sonra Yüce Allah Maide suresinde, "Biz onda onların üzerine şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş, yaralarda birbirine kısastır..." (Maide, 5/45).

es-Süddî'den rivayete göre o, bu ayet-i kerime hakkında şöyle demiş: Arap­lardan biri müslüman, diğeri kendileriyle anlaşma yapılan iki ayrı dine men­sup iki grup, Araplar arasında görülegelen bir sebep dolayısıyla çarpıştılar. Peygamber (s.a.) aralarında sulh yaptı. Bu çarpışma esnasında hür kimseler, köleler ve kadınlar da öldürülmüş idi. Hz. Peygamber hür kimsenin hür diyeti­ni köle kimsenin köle diyetini, dişi kimsenin de dişi diyetini ödemesi esası üze­re aralarında sulh yaptı. Böylelikle onlardan kimisini kimisinden kısas etti. Bu ayet-i kerime onun verdiği hükmü teyid etmek üzere nazil oldu. [90]

 

Açıklaması

 

İslâm'dan önce katil çeşitli şekillerde cezalandırılıyor idi. Yahudilerde kı­sas, Hristiyanlarda diyet, cahiliye dönemi Araplarında ise intikam alma alışkanlığı yaygın idi. Katilden başkası öldürülüyor, kimi zaman kabile başkanını veya katilin kabilesinden birden çok kişiyi öldürüyorlardı. Hatta bir kişiye kar­şılık on kişi, dişiye karşılık bir erkek, köleye karşılık bir hür istedikleri de olu­yordu.

Daha sonra İslâm, adalet ve eşitlik ilkesini belirleyerek kısas cezasını ön­gördü. Çünkü bu ceza insanları öldürme suçundan alıkoyar. Yaşadığımız bu çağ­da da bu ceza suçu engelleyicidir, caydırıcıdır. Çünkü hapis, kan dökücü suçlula­rı o kadar fazla suçtan alıkoyamamaktadır. Yüce Allah'ın yasaması ise en âdil, en hikmetli ve sağlam ve en doğru olandır. Çünkü Yüce Allah insanların neler ile ıslah olacaklarını, kendi yarattığı ümmetleri ve kavimleri neyin terbiye ettiği­ni en iyi bilendir. Şeriat kısas yerine diyet almayı da mubah kılmıştır.

Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Ey iman edenler! Öldürülenler dolayısıyla üzerinize kısas farz kılındı. O bakımdan katile maktule yaptığının misliyle kı­sas uygulayınız. Birbirinize karşı haddi aşmayınız. O bakımdan hür kişiye kar­şılık hür, köleye karşılık köle, dişiye karşılık dişi yani misli misline olmak üze­re öldürülür. Daha önce aranızda yer etmiş bulunan zulmü bırakınız. Hür kar­şılığında birden fazla kişi, köle karşılığında bir hür, öldürülen kadın karşılığın­da erkek öldürmeyiniz. Sünnet-i Seniyye ise dişi karşılığında erkeğin öldürüle­ceğini, köle karşılığında ise -efendisi olmaması şartıyla- hür'ün öldürüleceğini açıklamıştır.

Kısasta adalet, istenen bir şeydir, eşitlik de kısasta bir şarttır. O halde sa­yıca az kişi karşılığında pek çok kimse, köleler karşılığında efendi öldürülme-melidir. Öldürme katile münhasır olmalıdır. Kabilenin diğer fertlerine yahut akraba veya aşiretine kadar iş götürülmemelidir.

Öldüren ölenin velisi olan din kardeşi tarafından affedilecek olursa, ister­se bu affeden maktulün velilerinden tek kişi olsun -ki bu veliler varlığı ile güç kazanan ve onu kaybettikleri için üzülen asabesidirler- ve bu af kısastan vaz­geçip diyeti istemek şeklinde ise, affedenin ve başkasının sıkmadan, sıkıntıya sokmadan, azarlamadan diyet talebini güzelce yapması gerekir. Bu ödemeyi yapacak olanın da savsaklamadan, ertelemeden ödemesi gerekir. Aynı şekilde diyetin affedilmesi de caizdir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onla-ın sadaka olarak bağışlamış olmaları hali müstesna, akrabasına teslim edile­cek bir diyet vermesi gerekir." (Nisa, 4/92).

İşte bizim teşrî' ettiğimiz diyet karşılığında veya diyetsiz olarak katili af­fetmek şeklindeki hüküm, Rabbinizden bir hafifletme, bir kolaylık, bir ruhsat ve sizin için bir rahmettir. Hayatta bırakmak ve kanları dökmemekten daha üstün bir rahmet olabilir mi? Yahudilerde diyet almak meşru değildi. Maktu­lün velilerinin kısastan başka bir seçenekleri yoktu. Diyet aldıktan sonra kim haddi aşıp katili öldürse veya bizim yaptığımız teşrii aşarak cahiliye adetlerine geri dönecek olursa, Kıyamet gününde onun için oldukça acıklı bir azab vardır. Buna göre affetmek suretiyle hükmün hafifletilmesi her iki şekliyle de ortada­dır. Çünkü Tevrat mensupları için kısas, İncil mensupları için ise diyetsiz ola­rak affetmek söz konusudur.

Kısasın hikmeti şudur: Kısas toplumun istikrarlı ve rahat bir hayata sa­hip olmasına yardımcı olur. Öldürme suçunun işlenmesine caydırıcı bir engel teşkil eder. Çünkü başkasını öldürdüğü takdirde, ona karşılık öldürüleceğini bilen kimse öldürmekten uzak durur. Böylelikle kısas, birisi katilin hayatı, di­ğeri maktulün hayatı olmak üzere iki hayatı koruma altına almış olur. Nitekim kısas anarşinin, haddi aşmanın ve öldürmelerde zulmün yayılmasını engeller, suçu mümkün olan en dar çerçeveye sıkıştırıp bırakır, ayrıca maktulün velisi olan kişiyi, acı çekeni rahatlatır, gönlündeki kin ateşini intikam duygusunu söndürün*. İbni Kesîr der ki: Yüce Allah'ın buyruğunun anlamı şudur: Katilin öldürülmesi demek olan kısasın, sizin için şeriat olarak tespit edilmesinde bü­yük bir hikmet vardır. Bu ise toplumda yaşama hakkının korunmasıdır. Çünkü katil öldürüleceğini bildiği takdirde bu işinden uzak durur.

Yaşama hakkının kutsal olduğunu takdir edebilen kişi kısas hükmünün sırrını ve onun gerçekleştirdiği genel ve özel maslahat ve menfaatleri de anla­yabilir. İnsanların bu hükümdeki hikmeti idrak etmeleri ve şerl hükümlerin inceliklerini iyice kavramaları gerekir. Bundan dolayı ancak akıl sahibi olanlar bunu kavrar. Akıllılar kısasın hayatı korumaya sebep olduğunu kavradıkları takdirde [91] ve doğru insanları da öldürme suçundan sakındırmaları halinde öl­dürmeden korunmuş ve kısastan yana da esenliğe kavuşmuş olurlar. Buna gö­re bu buyrukta: "Korurlasınız" buyruğundan kasıt, öldürmeden sakınasınız, konmasınız, böylelikle kısastan yana da esenliğe kavuşasmız, demektir. Çün­kü akıllı kimse hayatta kalmaya gayret ve çaba harcar, kısasın uygulanmasın­dan kendisini korumaya çalışır.

Aklındaki bir bulanıklık ve nefsinin nevasına tabi olanlar dışında belagat alimleri: "Kısasta sizin için bir hayat vardır." ibaresinin Arap edebiyatçılarının söylediği: "Öldürme, öldürmeyi daha çok ortadan kaldınr." şeklindeki ifadele­rinden daha beliğ, daha sağlam, daha fasih, daha özlü ve maksadı daha iyi ifa­de ettiğinde görüş birliğindedirler. Çünkü kısasta hayatın korunması söz konu­sudur. Öldürme ise bazen zulüm olabilir, o bakımdan bu öldürme, peşisıra bir başka öldürmeye sebep teşkil edebilir. Öldürmenin öldürmeyi ortadan kaldıra­bilmesi ancak âdil olabilmesi halinde söz konusudur. Kısas ise bir cezadır; o ba­kımdan o daima adaleti gözetir. Çünkü kısas yapılmasına dair hakimin hük­mü, ancak katilin suçunu ispatlamak için gerekli bütün belgelerin bulunma­sından sonra söz konusu olabilir. O bakımdan öldürmeyi gerçek anlamıyla or­tadan kaldırabilen kısasın kendisidir. Kur"an-ı Kerim'in bu ayeti kısası, toplu­mun hayatiyetine sebep olarak göstermektedir. Çünkü kısas misilleme, adalet ve eşitlik esası üzerine yükselir. Yerindeki bir ceza ise adaletin gerçekleşmesi­dir. Cahiliye dönemine ait aktardığımız o söz ise, öldürmeyi hayatın sebebi ola­rak tespit etmektedir. Diğer taraftan bu sözde "öldürme" lafzı tekrar edilmektedir. Ayet-i kerimede ise lafız tekrarı söz konusu değildir. Arapça bu deyimin şu şekilde tashih edilmesi mümkündür: Kısas yoluyla öldürme, zulmen öldür­meyi daha bir ortadan kaldırıcıdır.

Kısacası, öldürme, öldürmenin ortadan kaldırılmasına sebeptir; şeklindeki ifadenin zahirinin doğru olması imkansızdır. Kısas ise hayata sebeptir. Haksız­ca öldürmek de bir öldürmedir, bununla birlikte öldürmeyi ortadan kaldırıcı değildir, bilakis öldürmeyi daha bir gerektiriridir. [92]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Öldürme suçu sebebiyle İsrailoğulları şeriatinde olan kısas teşrî ile Hristi-yanlarda olan diyet teşriini bir arada teşrî'i hüküm olarak kabul etmek, İslâm şeriatının bir özelliğidir. Böylelikle kısas, diyet ve karşılıksız affetmekten biri­sini seçmek, şeriatın bir hükmü halindedir. Hatta İslâm pek çok ayet-i kerime­de affetmeyi teşvik etmektedir. Bunların bazısı şöyledir: "Affetmeniz takvaya daha yakındır." (Bakara, 2/237); "Kim mazlum olduğu halde öldürülürse, biz velisine bir yetki vermişizdir. O halde o da öldürmede aşırı gitmesin. Çünkü o zaten yardıma mazhar olmuştur." (İsrâ, 17/33). Nitekim şu: "Fakat kime karde­şi tarafından bir şey affolunursa..." ayeti de müminlere affetmeye iten kardeş­liği hatırlatmakta, onların nefislerindeki kin ve kızgınlığı gidermektedir. Bu­nun sonucunda kardeş kardeşine şefkat eder, kinlerini bastırır ve kardeşini ba­ğışlar, ona müsamaha gösterir.

Şayet maktulün velisi kısası isteyecek olursa, katilin Allah'ın emrine tes­lim olması, O'nun teşrî' buyurduğu kısas hükmüne itaat etmesi gerekir. Bu onun için bir görevdir, bir farzdır. Nitekim maktulün velisinin de katili öldür­me sınırında durması, maktulün dışındakilere saldırmayı terketmesi farzdır. Cahiliyyet döneminde Arapların yaptığı şekilde haddi aşarak katilden başkası­nı öldüremez. Peygamber (s.a.)'in şu hadis-i şerifinin anlamı da budur: "Kıya­met gününde insanlar arasında Allah'a karşı en isyankâr olanları şu üç kişidir: Katilinden başkasını öldüren bir adam, Harem sınırları içerisinde öldüren adam ve cahiliye döneminin düşmanlık, kin ve intikamını güden bir adam."

Ayet-i kerime, hürriyet, kölelik ve cinsiyet hususlarında misillemeye ri­ayet etmenin delilidir. Malik der ki: Bu ayet-i kerime ile ilgili olarak işittikleri­min en güzeli, bununla cinslerinin kastedildiğidir. Yani erkekler ve dişiler bu konuda eşittir. Fukaha ise "dişiye karşılık dişi" buyruğunun zahiri ifadesinin terkedilmesi hususu üzerinde ittifak etmişlerdir.

İntikam gütme adetini sona erdirmek üzere şeriat fertlere kısası bizzat uygulamalarına izin vermemiştir. Kısası uygulamayı ve hadleri yerine getirme­yi sadece yönetici ve idarecilere vermiştir. Çünkü şanı Yüce Allah bütün mü­minlerden kısas yapmalarını istemiştir. Bütün müminlerin hep birlikte kısası uygulamak üzere toplanıp bir araya gelmeleri ise mümkün değildir. O bakım­dan kısasın ve diğer hadlerin uygulanmasında müminler, sultanı (İslâm devlet yöneticisini ve yetkililerini) kendi adlarına görevlendirmişlerdir. Böylelikle anarşi, hakkın ve adaletin çiğnenmesi önlenmektedir. Kısas mutlaka gerekli değildir. Gerekli olan kısasın ve diğer hadlerin saldırganlık noktasına götürüle­rek aşılmamasıdır. Kısasın affedilip diyetin kabul edilmesi veya diyetsiz olarak affedilmesi de caizdir. [93]

 

Fıkhı Konular:

 

1- Köleye karşılık hürün, kâfire karşılık müslümanın öldürülmesi:

Fukaha köleye karşılık hür kimsenin, zimmîye karşılık da müslümanın öl­dürülmesi şeklindeki iki mesele hakkında farklı görüşlere sahiptir. Cumhur müslüman olmayı ve hürriyet açısından katil ile maktul arasında denkliği şart koşmaktadır. Buna göre kâfire karşılık Müslüman ve köleye karşılık hür bir kimse öldürülmez. Hanefîler ise hürriyet ve din bakımından denklik şartını koşmazlar. Onlara göre sadece insan olmak bakımından denklik ve eşitlik ye­terlidir. O bakımda kâfire karşı Müslüman, köle karşılığında hür kimse öldürü-lebilir.

Cumhur Resulullah (s.a.)'m -Ahmed ile Nesaî dışında Sünen sahiplerinin rivayet ettikleri- Abdullah b. Amr yoluyla gelen şu hadisini delil gösterirler: "Kâfir karşılığında müslüman öldürülmez." Bu hadisi Buharî de Abdullah b. Amr'dan rivayet etmiştir. Cumhur, köle hakkında Resulullah (s.a.)'ın Darakut-nî ve Beyhakî tarafından rivayet edilen İbni Abbas yoluyla gelen şu merfû' ha­disi de gösterirler: "Köle karşılığında hür kimse öldürülmez."

Hanefîler ise kısas ayetlerinin genel ifadesinde herhangi bir can açısından fark gözetmeyen ayetlerin genel ifadesini delil gösterirler. Yüce Allah'ın şu buyrukları gibi: "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı." (Bakara, 178); "Biz onda onların üzerine cana can... kısastır diye yazdık." (Maide, 5/45).

Yüce Allah'ın, "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı." buyruğun­dan sonra gelen "Hür, hür olana; köle , köle olana; dişi, dişiye karşılık (kısas olunur)." buyruğunda kasıt ise, Hanefilere göre bir takım kabilelerin yaptıkla­rı bazı uygulamaları red etmektir. Çünkü onlar köleleri karşılığında mutlaka bir hür öldürmeyi, kadınları karşılığında da bir kadın öldürmeyi istiyorlar, baş­kasını kabul etmiyorlardı. İslâm daha önceki zulüm türünden olan bu şeyleri iptal etti, kısasın -başkasına değil- yalnızca katile uygulanmasının farz olduğu­nu vurguladı. O bakımdan ayet-i kerimede köle karşılığında hür'ün öldürülme­yeceğine yahut kadına karşılık erkeğin öldürülmeyeceğine bir delâlet yoktur. Çünkü Yüce Allah ayetin baş tarafından "Öldürülenler hakkında üzerinize kı­sas yazıldı." buyruğu ile katilin öldürülmesini farz kılmaktadır. Bu buyruk, bü­tün katilleri kapsar. İster hür bir kimse bir köleyi veya bir başkasını öldürmüş olsun, ister Müslüman bir kimse bir zimmîyi ya da bir başkasını öldürmüş ol­sun farketmez. Daha sonra: "Hür, hür olana..." buyruğu ise az önce geçen ifade­leri te'kid yolu ile beyan etmek için gelmiştir.

Cumhur ise şöyle demektedir: Allah önce kısasta eşitliği (misillemeyi) farz kılmıştır. Daha sonra ise muteber olan bu eşitliği beyan etmektedir. Hür kim­senin hür kimseye eşit olduğunu, köle bir kimsenin de köle bir kimseye eşit olduğunu, dişinin de dişiye eşit olduğunu açıklamaktadır. Şu kadar var ki Pey­gamberin sünnetine istinaden erkeğin kadına karşılık öldürüleceği üzerinde de ıcmâ' vardır.

Onlara göre istidlalin kaynağını teşkil eden kelime, öldürmede misilleme­yi ve eşitliği öngören "kısas" kelimesidir. Hanefîlerce istidlalin kaynağını (me­mat) teşkil eden kelime ise, kısasın yalnızca katile münhasıran gerçekleştiril­mesini gerektiren "öldürülenler" kelimesidir.

Cumhurun görüşüne göre köle karşılığında hür öldürülemeyeceğine göre, zımmî karşılığında da Müslüman öldürülemez. Çünkü kölenin eksikliğinin sebebi küfrün etkilerinden bir tanesi olan köle oluştur. O halde kâfir karşılığında müslümanın öldürülmemesi (öncelikle) söz konusudur.

Açıkça görülmektedir ki; Hanefîlerin görüşü ayetin başı ile sonu arasında­ki insicamı gerçekleştirmektedir. Buna göre köle hür kimseye eşit olmaktadır. Müslümanın kanı da, dökülmesinin haram olması bakımından zimmîye eşit ol­maktadır. Çünkü zimmînin de kanı ebedî bir şekilde koruma altındadır. Cum­hurun görüşü ise, ayetin başı ile sonu arasındaki insicamı gerçekleştirememek-tedir. Çünkü onlar köle karşılığında hür kişinin öldürülmeyeceğini tespit eder­ken, dişi karşılığında erkeğin öldürüleceğini, aksinin de yapılacağını kabul et­mektedirler.

Fakat sünnet-i seniyye ayet-i kerime üzerinde dikkatle durmayı gerektir­mektedir. Cumhur der ki: Ayet-i kerimenin esası belli bir türün kendi türünden :lan birisini öldürmesidir. O balamdan hür bir kimse hür bir kimseyi öldürdü-ju zaman, köle bir kimse köleyi, dişi bir kimse de dişiyi öldürdüğü zamanki hükmü beyan etmekte ve iki ayrı türden birisinin ötekini öldürmesi meselesine iî atmamaktadır. Ayet-i kerime muhkemdir ve bu ayet-i kerimede Resulullah s.a.)'m, sünneti ile açıkladığı bir icmal vardır. Hz. Peygamber bunu Yahudi bir erkeğin, öldürdüğü müslüman kadın karşılığında öldürülmesi ile beyan etmiş­tir. Fakat köle karşılığında hür kişinin, kâfir karşılığında müslümanın öldürül­mesi caiz değildir.

Ancak Hanefîlerin benimsedikleri zimmî karşılığında müslümanın öldü­rülmesi görüşlerini destekleyen şöyle bir rivayet vardır: Tahâvî bunu Muham-ned b. el-Münkedir'den nakletmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.) bir zimmî karşılığında müslümana kısas uygulamış ve şöyle buyurmuştur: "Ben zimmet akdinin şartlarına tam anlamıyla bağlı kalmaya herkesten daha çok hak sahi-iıyim."

Hz. Ömer ve Hz. Ali'den de zimmî karşılığında bir Müslümanı öldürdükle­ri rivayet edilmiş ve Hz. Ali şöyle demiştir: "Bizim onlara verdiğimiz (söz)i veri­şimizin sebebi, kanlan bizim kanımız gibi, diyetleri bizim diyetimiz gibi olsun îıyedir."

Hanefîler: "Kâfir karşılığında mümin ve ahid sahibi, ahdi içerisinde (ahdi sürdüğü esnada) öldürülmez." hadisini şöylece tevil etmişlerdir: Müslüman ve andlaşmalı bir kimse harbi olan bir kâfir karşılığında öldürülmez. Çünkü andlaşmalı olan kimsenin, ancak kendisi gibi andlaşmalı olan bir zimmî karşılığın­da öldürüleceği icmâ' ile kabul edilmiştir. Dolayısıyla hadis-i şerifte sözü geçen "kâfir" lafzının harbî olmakla kayıtlandırılması gerekir, nitekim ikinci cümlede ona atfedilenin kayıtlı olduğu gibi. Çünkü bir kaç kişiden sonra gelen sıfat itti­fakla herkese raci olur ve o takdirde hadisin takdirî ifadesi şöyle olur: Müslü­man bir kimse harbî bir kimse dolayısıyla öldürülmez, ahid sahibi bir kimse de harbî bir kimse dolayısıyla öldürülmez. Çünkü zimmî bir kimse zimmî birisini öldürdüğü vakit ona karşılık öldürülür. O bakımdan bundan maksadın harbî olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü karşılığında müslüman olsun zimmî olsun kimsenin öldürülmeyeceği kişi, ancak harbî kimsedir.

Ancak cumhur "Ben zimmetine bağlı kalanların (bağlı kalmakta) en hak­lı olanıyım." hadisinin Resulullah (s.a.)'tan rivayeti mürseldir (senedinde ko­pukluk vardır) der. Bunu Abdurrahman el-Beylemânî, İbni Ömer'den rivayet etmiştir ki, Abdurrahman hadis bakımından zayıftır. Hadisi vasfettiği takdir­de onun bu rivayeti delil olamaz. Peki ya mürsel olarak rivayet ederse duru­mu ne olur? Darakutnî der ki: "Bu hadisi İbrahim b. Ebi Yahya dışında tam bir sened ile kaydeden kimse yoktur, o ise rivayet ettiği hadis terkedilen bir ravidir."

"Ahid sahibi de ahdi içerisinde (ahidli olduğu halde öldürülmez)." hadisi­ne gelince: Bu tam, eksiksiz bir ifadedir, ayrıca bu yeni bir cümledir ve bu cüm­le zimmet ehlinin kanlarının haram olduğunu ve ahdin bozulmaması gerektiği­ni beyan etmek içindir.

2- Kadına karşılık erkeğin öldürülmesi:

Ayet-i kerime dişiye karşılık dişinin öldürüleceğini açıkça hükme bağla­makta, ancak kadına karşılık erkeğin öldürülmesinin ve bunun aksi hükmünü beyan etmemektedir. Hasan-ı Basrî ile Atâ şöyle demektedirler: Bu ayet-i keri­me sebebiyle kadın karşılığında erkek öldürülmez.

Leys b. Sa'd der ki: Erkek karısını öldürdüğü takdirde özel bir hüküm ol­mak üzere karısı karşılığında öldürülmez.

Cumhur onlara muhalefet ederek kadına karşılık erkeğin, erkeğe karşılık kadının öldürüleceğini belirtmişlerdir. Çünkü: "Ve biz onda (Tevrat'ta) üzerleri­ne cana karşılık can., diye yazdık." (Maide, 5/45) ile Peygamber (s.a.)'in Buharî, Ahmed ve İbni Mace dışında Sünen sahiplerinin rivayet ettiği Ebu Cuhayfe yo­luyla gelen hadis dolayısıyla bu hükme varmışlardır: "Müslümanların kanları birbirlerine denktir."

Can karşılığı kısasta ve ondan aşağı azalarda Malik, Şafiî, İshak, Ahmed, Sevrî ve Ebu Sevr'in görüşlerine göre erkek ile kadın arasında kısasta eşitlik söz konusudur. Hammâd b. Ebu Süleyman ise öldürmeden aşağı hallerde kadın ile erkek arasında kısas olmaz, kısas sadece karşılık cana can ile olur. Kurtu-bî'nin görüşü ise şudur: Ancak her ikisine öldürmenin aşağısındaki cinayetle­rin öldürmelere ilhak edilmesinin, öncelikle söz konusu olacağı gerçeği ve delili ile görüşleri reddedilir.

3- Evlât karşılığında babanın öldürülmesi:

İbni Münzir der ki: Oğlunu kasten öldüren baba hakkında ilim adamları­nın farklı görüşleri vardır. Bu görüş ayrılığı özetle şöyledir: Malik'in dışında kalan cumhura göre: Bu durumda babaya kısas uygulanmaz, sadece diyetim işemesi gerekir. Çünkü Tirmizî, İbni Mace, Nesaî, Ömer b. el-Hattab (r.a.)'dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Babaya oğlu karşı-,-Jnnda kısas uygulanmaz." Bu meşhur bir hadistir.

Malik ise der ki: Baba, -yatırıp kesmesi yahut ölünceye kadar hapsetmesi va da ona atış yapması gibi mazur görülemeyecek ve hata ile öldürülme iddi­asına dair bir şüphe bulunmayacak şekilde- kasten oğlunu öldürdüğü takdirde :ığluna karşılık baba da öldürülür. Ancak ona silah veya sopayı tehdit kastı ile atsa veya bu işi kızgınlık halinde yapıp ölümüne sebep teşkil etse, buna karşı­lık öldürülmez. Çünkü babalık duygusu bu fiili kasten yapamıyacağı yönünde bir delildir.

4- Bir kişiye karşılık topluluğun öldürülmesi:

Zahirîler der ki: Eşitliği ve misillemeyi şart koşan ayetin zahiri dolayısıyla :ek kişi karşılığında topluluk öldürülmez. Tek bir fert bir topluluğa denk değil­dir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Biz onda, onlara cana can diye yaz-zık." (Maide, 5/45).

Buna şu şekilde cevap vermektedir: Ayet-i kerimede kısas ile anlatılmak istenen kim olursa olsun öldüren kimseyi öldürmektir. Böylelikle öldürülen kimse karşılığında öldürmeyeni öldürmek isteyen ve bir kişi karşılığında övün­mek, makam ve gücünü ortaya koymak için bir kişiye karşılık yüz kişi öldüren rahiliyye adetini reddetmek üzere şanı Yüce Allah adaleti ve eşitiliği emret­mektedir. Bu ise ancak öldürenin öldürülmesi ile gerçekleşir.

Dört mezhep imamının görüşüne göre bir kişiye karşılık topluluk öldürü­lür. Bu topluluk az veya çok olsun farketmez. Bundan maksat, buna giden yolu kapamaktır. Eğer topluluk öldürülmeyecek olursa, kısasın hiç bir şekilde uygu­lanmasına imkân kalmaz. Çünkü kısastan kurtulmak için öldürmede ortaklaşa nareket, bir sebep olarak kullanılabilir. Hz. Ömer de San'a'da tek bir kişiye karşılık yedi kişiyi öldürmüş ve şöyle demiştir: "Şayet San'a halkının tümü onu öldürmek üzere birleşip bir araya gelecek olsalardı, ona karşılık hepsi öldürü­lürdüm." Hz. Ali de Harûrîleri (Haricîleri) Abdullah b. Habbâb karşılığında öl-iürmüştür. [94]

Tirmizî ise Ebu Saîd el-Hudrî ile Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'ın şöy­le buyurduğunu rivayet etmektedir: "Eğer göktekiler ve yerdekiler mümin bir kimsenin kanını dökmekte ortaklaşacak olurlarsa şüphesiz Allah hepsini yüzüs-iü Cehenneme yıkar." Tirmizî bu hadis-i şerif hakkında: "Garip" bir hadistir, demiştir.

5- Kısasın uygulanışında (kısas aletinde) misilleme:

Kısasın gerçekleştirilme keyfiyeti ile ilgili olarak ilim adamlarının iki gö­rüşü vardır: Malik ve Şafiî'nin görüşüne göre: "Kısas üzerinize yazıldı." ayet-i kerimesi öldürme keyfiyetinde de misillemeyi gerektirir. O bakımdan katil hangi yolla ve hangi şekilde öldürmüş ise böylece öldürülür. Bunun delili ise Buharî ile Müslim tarafından rivayet edilen Hz. Enes'ten gelen Ensar"dan bir cariyenin başını iki taş arasında ezen bir Yahudinin de başının iki taş arasında ezildiğine dair hadis-i şeriftir.

Hanefiler ve daha sahih kabul edilen görüşlerinde Hanbelîlerin mezhebine göre ise kısasta asıl maksat, bir nefse karşılık bir nefsi öldürmektir. Ayet-i ke­rime bundan daha fazlasını gerektirmez. Buna göre katil maktulü hangi şekil­de öldürürse öldürsün ancak kılıç ile öldürülür. Çünkü Nu'man b. Beşîr yoluyla gelen hadis bunu gerektirmektedir. Bu hadisi İbni Mace, Beyhakî ve Darakutnî rivayet etmektedir. Buna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kılıçtan başkası ile kısas yoktur." İmrân b. Husayn ve başkalarının rivayet ettiği Resulullah (s.a.)'m müsleyi (işkence ile öldürmeyi) yasakladığına dair hadisi de bunu gerektirmektedir. Ayrıca Şeddâd yoluyla gelen hadise göre Resulullah (s.a.) -Ahmed, Müslim ve Sünen sahiplerinin rivayetlerine göre- şöyle buyur­muştur: "Muhakkak Allah her şeye ihsanı yazmıştır. O bakımdan öldürdüğü­nüz vakit öldürmeyi ihsan ile (güzelce) yapınız. Kestiğiniz takdirde de güzelce kesiniz." Böylelikle hadisin lafzının genel ifadesi kısas uygulamayı arzulayan kimsenin caniyi öldürmenin en güzel şekli hangisi ise o şekilde öldürmesini va-cib kılmaktadır.

6- Kasten öldürenden diyetin alınması:

Bu hususta iki ayrı görüş vardır: Eşheb yoluyla gelen rivayetinde Malik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre maktulün velisi muhayyerdir. Dilerse kısas yapar, dilerse diyet alır. Bunda da katil rızası aranmaz. Çünkü İmam Ahmed tarafından rivayet edilen Fetih Yılı ile ilgili Huzâalı Ebu Şureyh'in hadisine gö­re Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her kimin bir yakını öldürülürse onun yakını ona karşılık (katili) öldürebilir yahut affedebilir ya da diyet alabilir." Di­ğer taraftan Yüce Allah'ın, "Kendinizi öldürmeyiniz." buyruğu gereğince katilin kendisini hayatta tutması farzdır. Buna göre kasten öldürme neticesinde, şu iki husustan birisi yerine getirilir: Ya kısas uygulanır veya diyet kabul etmek üzere affedilir. Veli hangisini seçerse cani o seçeneği kabul etmeye mecbur edi­lir.

1- er-Rübayyi', Enes b. Malik'in halasıdır. Hadisi, hadis imamları rivayet etmiştir.

Ebu Hanife ve meşhur olan İbnül-Kasım'ın rivayetinde Malik'in görüşüne göre ise katilin razı olması halinde maktulün velisinin kısası kabul etmekten başka yolu yoktur, diyet alamaz. Çünkü ayet-i kerimede söz konusu edilen af­fetmenin yani diyet almanın ancak mübahlığı söz konusudur. Ayet-i kerimede velinin onu kabul etmesi halinde katili diyet ödemeye mecbur etmeye delalet edecek bir ifade yoktur. Ayrıca bir başka kadının dişini kırılması ile ilgili er-Rübeyyi' kıssasına dair Hz. Enes'in rivayet ettiği hadisi de bu görüşe delil gös­termişlerdir (D. Resulullah (s.a.) kısas uygulanacağına dair hüküm verip de: 'Kısas Allah'ın Kitabıdır (farz hükmüdür), kısas Allah'ın Kitabıdır." diye bu­yurmuş ve mağdur kimseyi kısas ile diyeti kabul etmek arasında muhayyer bı­rakmamıştır. İşte bu da Allah'ın Kitabı ve rasulünün sünneti gereği kasten ci­nayetlerde uygulanması gereken cezanın kısas olduğunu ispat etmektedir.

Kurtubî der ki: Birinci görüş ise daha sahihtir. Çünkü sözü geçen Ebu Şu-reyh'in hadisi buna delâlet etmektedir.

7- Kadınların affetme yetkileri var mıdır?

Seleften bir grup kadınların affetmek yetkisine sahip olmadıkları görü­şündedir. Hasan-ı Basrî, Katâde, Zührî, İbni Şübrüme, Leys ve Evzaî bunlar­dandır. Geri kalan ilim adamları bunlara muhalefet ederek, kadınların da kı­sastan vazgeçebileceklerini söylemişlerdir.

8- Örfe uymak ve güzellikle ödemek vacib midir, mendûb mudur?

"Artık örfe uymak ve ona güzellikle ödemek lazımdır." buyruğunda Yüce Allah alacaklının, alacağını güzel bir şekilde ödemesini istemeye, borçlunun da borcunu güzel bir şekilde ödemesine teşvik etmektedir. "fe-ittibâun= uymak" şeklindeki okuyuş vücuba delâlet eder. Çünkü bunun anlamı: O kimseye maruf ile uymak düşer, şeklindedir. en-Nehhâs der ki: "Kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa " şart, "artık örfe uymak... gerekir." onun cevabıdır. Bunun tak­diri; Ona maruf ile uymak düşer, şeklindedir. Tıpkı Yüce Allah'ın, 'Ya iyilikle tutmak... gerekir." (Bakara, 2/229) buyruğunda olduğu gibi. Diğer taraftan ("fe-ıttibâen" şeklindeki mansub kıraate göre ise bu istek, mendubluk ifade eder.

9- Diyetin alınmasından sonra katilin hükmü:

Diyetin alınmasından sonra öldürülen kimsenin hükmü, aralarında Malik ve Şafiî'nin de bulunduğu bir grup ilim adamına göre, ilk olarak öldürülen kim­senin durumu gibidir. Onun (öldürülen katilin) velisi dilerse katilini öldürür, dilerse onu affeder, azabı ise ahirettedir.

Katâde, İkrime ve es-Süddî ile başkaları da der ki: Bunun azabı kesinlikle öl­dürülmesidir. Hakim veliye affetme imkanını vermez. Ebu Davud, Cabir b. Abdul­lah'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Diyeti al­dıktan sonra (maktulünün katilini yine de) öldüren kimse ihtiyaçtan kurtulmasın."

Hasan-ı Basrî der ki: Böyle bir kimsenin azabı ise yalnızca diyeti vermek­ten ibarettir, günahı ahiret azabına kalır.

Ömer b. Abdülaziz der ki: Böyle bir kimsenin işi, imama (İslâm devlet baş­kanına) kalmıştır, o ona uygun gördüğü uygulamayı yapar.

10- Kısas uygulama yetkisi müslüman yöneticiye aittir:

Fetva imamları herhangi bir kimsenin başka bir kimseye, devlet yetkilile­rini aşarak, bizzat kısas uygulamasının caiz olmadığını kabul etmişlerdir. İn­sanların birbirlerine kısas uygulama yetkileri yoktur. Bu yetki ya İslâm devlet başkanının veya onun bu iş için tayin ettiği kimsenindir.

11- Yöneticinin kendisine kısas uygulamak:

İlim adamları icmâ' ile yöneticinin kendisine de kısas uygulayabilmesini kabul etmişlerdir. Yönetici raiyesinden (idaresi altındaki insanlardan) herhan­gi bir kimseye haksızlık yaptığı taktirde kendisine kısas uygular. Çünkü o da onlardan bir kişidir. Onun sadece vasî ve vekil gibi nezaret etmek meziyeti var­dır, o kadar.Bu ise ona kısas uygulanmasına engel değildir. Aziz ve Celil olan Allah'ın hükümleri açısından yöneticiler ile halk arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü Yüce Allah, "Öldürülenler hakkında üzerinize kısas yazıldı" di­ye buyurmaktadır.

Ebu Bekr es-Sıddîk (r.a.)'m da valisi tarafından elinin kesildiğini şikâyet eden bir adama: "Andolsun eğer doğru söylüyor isen şüphesiz senin için ona kı­sas uygulayacağım" dediği sabit olmuştur.

Nesâi de Ebu Saîd el-Hudrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ın bazı şeyleri paylaştırdığı bir sırada adamın birisi onun üze­rine oldukça eğildi. Resulullah (s.a.) beraberinde bulunan bir baston ile onu dürttü. Adam acıyla bağırdı. Resulullah (s.a.): "Gel, kısas uygula!" deyince adam: Hayır, affettim ey Allah'ın rasulü, diye cevap verir.

Ebu Davud et-Tayalisî'nin rivayetine göre Ebu Firâz şöyle demiştir: Ömer b. el-Hattâb irâd ettiği hutbesinde şöyle dedi: "Dikkat edin, her kime başındaki emir zulmedecek olursa, bunu bana ulaştırsın. Ben onun kısasını ona zulmede­ne uygulayacağım." Bunun üzerine Amr b. el-Âs ayağa kalkıp şöyle der: "Ey müminlerin emiri! Bizden herhangi bir adam raiyesinden bir kimseyi tedib edecek olursa yine o kimse adına o valiye kısas uygulayacak mısın?" Hz. Ömer: "Nasıl olur da onun kısas hakkını haksızlık edene uygulamam? Resulullah (s.a.)'ın kendisine kısas uyguladığını görmüş bulunuyorum" der.

Ebu Davud es-Sicistanî'nin rivayetine göre ise hadisin lafzı şöyledir: "Ömer b. el-Hattâb bize irad ettiği bir hutbede şunları söyledi: Ben valilerimi sizi dövsünler, mallarınızı alsınlar diye göndermiyorum. Her kime böyle bir uy­gulama yapılırsa onu bana ulaştırsın ben onun kısasını o kimseye uygularım." [95]

 

Farz Olan Vasiyet

 

180-  Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman -eğer bir hayır bırakacaksa- an­neye, babaya ve yakın akrabaya maruf bir şekilde vasiyette bulunmak takva sahipleri üzerine bir hak olarak yazıl­dı.

181- Artık kim bunu işittikten sonra onu değiştirirse, onun günahı ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Mu­hakkak ki Allah Semî'dir, Alîm'dir.

182-  Her kim vasiyet edenin hataya meylinden yahut günahkâr olacağın­dan korkar da aralarını bulursa, ona da hiç bir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizden birine ölüm" , yani ölümün sebepleri, alâmetleri, ölüm ile sonuç­lanacağından korkulan hastalıklar, "gelip çattığı zaman eğer bir hayır bıraka-caksa" Bundan maksat maldır. Mücahid der ki: Kur'an-ı Kerim'in tümünde "hayır" kelimesiyle mal kastedilmektedir, "anneye babaya ve yakın akrabaya ma'rûf bir şekilde", yani üçte birden fazlasını vasiyet etmeyerek zengine üs­tünlük tanımayarak adaletli bir şekilde demektir. Ma'ruf, insanların, vasiyet­te bulunan kişinin haline uygun olarak olumsuz karşılamadığı, reddetmediği şekildir. Bu miktar da onun çokça olan malına nisbetle az olmaması, mirasçı­lara zarar verecek kadar da çok olmaması şeklinde olur. Bu miktar terikenin üçte birinden fazla olmaması ile sınırlandırılmıştır, "vasiyyette bulunmak" Va-siyyet, terikeden ölümden sonrasında yapılacak bir tasarrufun adıdır. Yani ölüme yaklaşan bir kimse malının bir kısmını yakın akrabalarına vasiyet et­sin. Vasiyet kelimesi aynı zamanda vasiyet etmeye tavsiyede bulunmaya, vasi­yet olunan ayn veya amel hakkında kullanılır, "takva sahipleri üzerine bir hak olarak" Bu kendisinden önceki cümlenin muhtevasını tekid edici bir masdar-dır. Akrabalara vasiyetin farz oluşu, miras ayeti ile ve Tirmizî ile başkalarının rivayet ettiği "mirasçıya vasiyet yoktur" hadisi ile neshedilmiştir. "yazıldı". Farz kılındı.

"Artık kim bunu işittikten sonra" onu öğrendikten sonra "değiştirirse" yani yapılan vasiyeti şahid veya vasilerden kim değiştirirse; "onun günahı" yani de­ğiştirilen vasiyetin vebali "ancak onu değiştirenlerin üzerinedir. Muhakkak ki Allah" vasiyette bulunanın sözlerini işiten "Semî'dir", vasinin yaptığı işi çok iyi bilen "Alîm'dir" ve onun durumuna göre ona ceza ya da mükâfat verir.

"Her kim vasiyet edenin hataya meylinden" hakkı ve adaleti bırakıp hata­ya yöneleceğinden "yahut günahkar olacağından" haksızlık ve zulmü, üçte bir­den fazla vasiyette bulunarak veya meselâ vasiyeti bir zengine tahsis ederek, zulme ve haksızlığa kasten yönelmesinden "korkar da aralarını" adaleti emret­mek suretiyle, vâsi ile lehine vasiyette bulunulanların arasını "bulursa, ona da" bu hususta "hiç bir günah yoktur." [96]

 

Açıklaması

 

Bu ayetler, ölümün emare ve alametlerinin ortaya çıkması halinde ölüm­den sonraki birr ve hayır amellerinden bir tanesi olan vasiyyeti bütün insanla­ra genel olarak hatırlatmaktadır. Şanı Yüce Allah ölümün bir çeşidi olarak kı­sası zikrettikten sonra, bu hatırlatmada bulunmaktadır. Hitab herkese yöne­liktir. Çünkü ümmet birbiriyle dayanışma halinde olmalıdır. Onların tümüne fertlerden istenen şeyler belirtilerek hitab edilir. O bakımdan ayetin önceki buyruklarla ilişkisi gayet açıktır. Şöyle ki: Yüce Allah kısas halinde öldürmeyi ve diyeti söz konusu ettikten sonra, vasiyyete dikkat çekmekte ve bunu da Yü­ce Allah'ın kullarının üzerine yazdıkları cümlesinden olduğunu beyan etmekte­dir ki; herkes buna dikkat etsin, ansızın ölüm gelip çatmadan önce vasiyette bulunsun ve böylelikle vasiyetsiz olarak ölmesin.

Ey müminler! Ölüm ile sonuçlanacağından korkulan hastalık ve buna ben­zer ölümün alametleri ortaya çıktığı takdirde, kişinin mirasçılarına çokça mal bırakacağı durumda, anne babaya ve akrabaya bu malın bir kısmını adil bir şe­kilde vasiyette bulunması farz kılınmıştır. Bu adaletle yapılacak olan vasiyet, makul bir ölçüde olmalıdır. Terikenin üçte biri sınırları içerisinde olmalı, zen­ginliği dolayısıyla zengine vasiyette üstünlük tanınmamalı. Zaruret söz konusu olmadıkça vasiyette haksızlığa yönelmemeli. Meselâ, kazanmaktan yana aciz olmak yahut ilimle uğraşmak veya küçüklük bu konuda ayrıcalık için bir sebep olabilir. Ancak adaletsizlik, mirasçılar arasında kin, buğz ve anlaşmazlığa se­bep teşkil eder. Anne ve baba kâfir olsalar dahi, çocuğun onların kalplerini İsla­ma ısmdırabilmek için vasiyyete bulunma imkânı vardır. Çünkü onlara iyilikte bulunmak, genel olarak istenmiş bir husustur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Biz insana anasına, babasına iyilikte bulunmasını tavsiye ettik. Eğer onlar senin bilmediğin bir şeyi bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme." (Ankebût, 29/8); "Eğer onlar senin bilmediğin şeyi bana ortak koş­man için seni zorlarlarsa sen de onlara itaat etme. Bununla beraber onlarla dünyada iyi geçin." (Lokman, 31/15). Yüce Allah'ın, "Maruf bir şekilde" buyru­ğundan kasıt, az da olmayan haksızlığı da bulunmayan adil bir şekilde demek­tir ki; bu da Şer"an terikenin üçte bir ve daha az miktarı ile sınırlandırılmıştır.

Allah bu şekilde bir vasiyette bulunmayı Allah'tan korkan, O'nun Ki-tab'ına iman eden kimseler üzerine bir hak olarak vacib kılmıştır. Onu işittik­ten sonra şahid veya vasi tarafından yapılan vasiyette kim değişiklik yaparsa, şliphe yok ki böyle bir değişiklik yapmanın günahı ona aittir. Vasiyette bulu­nan bundan sorumlu değildir, Rabbi katında onun için ecir sabit olmuştur.

Değiştirme ya vasiyeti bildikten sonra inkar etmekle veya onda eksiklik yapmakla olur.

Halbuki Yüce Allah değişiklik yapanların da vasiyette bulunanların da söylediklerini işitendir. Onların niyetlerini ve her türlü işi de bilendir. Bu onlar için oldukça ağır bir tehdittir. O bakımdan bunun cezasından sakınmalısınız.

Daha sonra değiştirmenin günahından, arayı düzeltme ve öğüt verme hal­leri istisna edilmiştir. Bu da şöyle olur: Vasiyette bulunan kimse yaptığı vasiye­tinde şeriatın ve adaletin gösterdiği yoldan hata yoluyla ya da kasten çıktığını görürse kendisi ile lehine vasiyette bulunduğu ya da mirasçılar ile lehine vasi­yette bulunduğu kimseler arasındaki ilişkiyi yeniden düzenleme hakkına sa­hiptir. Yani vasiyeti adil ölçülere döndürmek, şer'an vasiyet için tesbit edilen miktar çerçevesinde tutmak hakkına sahiptir. Böyle bir değişiklikten dolayı onun için günah söz konusu değildir. Çünkü bu haklı olarak yapılmıştır ve onun için bundan dolayı bir günah yoktur. Allah ıslah etmek kastıyla değişik­lik yapan kimselere Ğafûr'dur ve Rahîm'dir.

"Hayır" kelimesiyle kastedilene gelince; ilim adamları, hakkında vasiyye-tin farz olduğu malın durumu ile ilgili farklı görüşlere sahiptir. Bunu "çok mal" olduğu söylenmiştir. Nitekim bunu Hz. Aişe validemiz böyle tefsir etmiştir. Bu alimler çoğu ve azı birbirinden ayırdetmenin ölçüsünün ne olduğu hususunda da farklı görüşlere sahiptir. İbni Abbas der ki: "Eğer yediyüz dirhem kadar bı-rakacaksa vasiyet etmez. Sekizyüz dirheme ulaşıyor ise vasiyet eder." Katade: Bin dirhem, demiştir. Hz. Aişe'den nakledildiğine göre adamın birisi ona: Ben vasiyette bulunmak istiyorum, demiş Hz. Aişe: Malın ne kadar? diye sorunca; o: Üç bin dirhem, demiş: Peki geriye bırakacağın kaç kişidir? diye sorunca, Adam: Dört kişi deyince; Hz. Aişe şöyle buyurdu: Yüce Allah buyurdu ki: "Eğer bir hayır bırakacaksa" senin bu bıraktığın miktar ise, önemsiz bir miktardır. Onu ailene bırak; bu daha faziletlidir.

İbni Abbas ve tabiînden bir grubun da söylediği gibi açıkça görülen şu ki: Bundan kasıt, mutlak olarak az ya da çok olsun maldır. Çünkü hayır (mal) adı malm azı hakkında da kullanılabilir. Mesele aslında örfe bağlı bir durumdur. Vasiyette bulunanın takdiri mirasçıların sayısı, geçim şartları ile pahalılık ve ucuzluk gibi hususlara bağlıdır. [97]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İlim adamları ile müfessirlerin çoğunun görüşü bu ayetin miras ile ilgili ayetle nesh edildiği şeklindedir. Ayrıca Resulullah (s.a.)'m da Sünen sahipleri ile başkalarının Amr b. Harice'den rivayet ettiği şu hadis-i şerifi de aynı istikamettir: "Muhakkak Yüce Allah her hak sahibine hakkını vermiş bulunmakta­dır, artık hiç bir mirasçıya vasiyyet yoktur." Buna göre miras alan anne, baba ve akrabaya vasiyetin vücubu neshedilmiş olmaktadır. İbni Kesîr der ki: Bu ic-mâ' ile böyledir. Hatta Amr b. Harice'den az önce kaydettiğimiz hadis-i şerif do­layısıyla da nehyedilmiştir.

Mirasçı olmayan akrabaya gelince: Onlara üçte birden bir miktar tavsiye­de bulunmak müstehaptır. Bu ayet-i kerime buna ışık tutmaktadır. Ayrıca Bu-harî ile Müslim'in rivayet ettiği İbni Ömer'den gelen Hz. Peygamberin şu buy­ruğu da bunu ifade etmektedir: "Hakkında vasiyette bulunacağı bir şeyleri bu­lunan müslüman bir kimsenin, vasiyyeti yanında yazılı olmaksızın iki gece ge­çirmesi hakka uygun bir davranış değildir." İbni Ömer de der ki: "Ben Resulullah (s.a.)'m bu sözü buyurduğunu işittiğimden beri vasiyyetim yanımda olmaksızın üzerimden bir gece dahi geçmemiştir." Akrabalara iyilik ve onlara ihsanda bulunmaya dair ayet ve hadisler oldukça çoktur.

Bu ayet-i kerimenin neshi ile ilgili çeşitli görüşler vardır:

1- İbni Abbas, Hasan-ı Basrî, Tavus, Mesrûk ve başkalarının kanaatine göre anne, baba ve miras alabilen akrabaya vasiyet nesh olunmuştur. Mirasçı olmayan yakın akrabalara ise vasiyette bulunmak, vacib olarak devam etmek­tedir. Çünkü vasiyet ayet-i kerime ile miras alsın, almasın akrabalar lehine va­cib idi. Bundan yalnızca mirasçı olanlara vasiyet nesh edildi, mirasçı olmayan akrabaya vasiyet vacib olarak kalmaya devam etti.

İbni Cerîr et-Taberî Tefsirinde bu görüşü tercih etmiştir. Fakat bu gibi kimselerin görüşüne göre daha sonraki alimlerin kullandığı ıstılâhî anlam açı­sından buna "nesh" adı verilmez, bu bir tahsistir.

2- İbni Ömer, Ebu Musa el-Eş'arî, Saîd b. el-Müseyyeb ve başkalarının gö­rüşüne göre bu ayet-i kerime -miras alan kimseler hakkında olsun, almayan kimseler hakkında olsun- bütünüyle miras ayeti ile nesh olunmuştur. Bunun delili ise Şafiî'nin İmrân b. Husayn (r.a)'dan yaptığı şu rivayettir: Buna göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hz. Peygamber başka herhangi bir malı bulunmayan birisinin Ölümü esnasında azad ettiği altı köle hakkında şu şekil­de hüküm verdi: Peygamber (s.a.) bu köleleri üçe böldü. Onlardan ikisini azad etti, geri kalan dört tanesinin köleliğinin devam etmesine hükmetti." [98]

Şayet vasiyet yakın akrabalara vacib, başkaları hakkında da batıl olsay­dı, Resulullah (s.a.) bu iki köle hakkında vasiyeti caiz kabul etmezdi. Çünkü o iki köleyi azad etmiş olması akraba olmamalarına rağmen onlar için bir vasi­yetti.

3- Râzî, Tefsir'inde Ebu Müslim el-Isfahanî'den bu ayet-i kerimenin men-suh değil muhkem olduğunu söylediğini nakletmektedir. Ona göre bu ayet-i ke­rime miras ile ilgili ayet ile tefsir edilmektedir. Mana Allah'ın, "Allah size ev­latlarınız hakkında vasiyette bulunuyor." (Nisa, 4/11) buyruğunda vasiyette bulunduğu anne, baba ve akrabaya miras vermek ile ilgili üzerinize (farz olarak) yazdı, şeklindedir.

O takdirde akrabaya vasiyetin sabit olması ile mirasın sabit olması ara­sında herhangi bir aykırılık yoktur. Buna göre vasiyet, ölümü yaklaşan kimse­nin bir bağışı, miras ise Yüce Allah tarafından yapılmış bir bağıştır. Miras bı­rakan kişi bu iki ayet-i kerimenin hükmü gereğince hem vasiyette bulunmayı, hem de miras bırakmayı bir arada gerçekleştirmiş bulunmaktadır.

Miras ayeti ile vasiyet ayeti arasında bir aykırılık, çelişki takdir edilecek varsayılacak) olursa, o zaman miras ayetinin vasiyet ayetini tahsis ettiği ka­bul etmek de mümkündür. Yani vasiyet ayeti ile miras almayan yakın kişi kastedilir. Bu kişi ya küfür, memleket farklılığı (küfür yurdundan bulunma) gibi miras engellerinden birisi dolayısıyla miras almaz ya da ondan daha ya­kın bir akraba bulunduğu için hacb dolayısıyla miras almaz, ya da zevi'1-erham olduğundan dolayı miras almaz. Bu da Tavus'un ve onunla aynı görüşte olanların görüşüdür. [99]

 

Fıkhî Meseleler:

 

1- Vasiyetin Miktarı:

İlim adamlarının çoğunluğu (cumhur) herhangi bir kimsenin malının üçte birinden fazlasını vasiyet etmesinin caiz olmadığı görüşündedir. Çünkü Resulullah (s.a.) vasiyette bulunmak isteyen Hz. Sa'd'a, "Üçte bir olsun, üçte bir de çoktur ya" diye buyurmuştur. Yine Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah sizlere vefatınız esnasında (hayır) amellerinizi artırmanız için mallarınızın üçte birini vermiştir." Hanefîler, eğer vasiyette bulunacak olan ki­şinin geriye mirasçısı yoksa malının tümünü vasiyet etmesini caiz kabul eder­ler. Çünkü vasiyette üçte biri aşmamak mirasçılarını zengin bırakmak kastına bağlıdır. Nitekim Hz. Peygamber mütevatir olan hadisinde şöyle buyurmuştur: 'Şüphesiz senin mirasçılarını zengin olarak bırakman, onları insanlara el açan bakirler olarak bırakmandan daha hayırlıdır."

Mirasçısı olmayan kimseler ise bu hadis-i şerifte kastedilenlerden değildir.

2- İlim adamları mirasçıları olduğu halde ölen kimsenin malının tümünü vasiyet edemeyeceğini icmâ' ile kabul etmişlerdir. Aynı şekilde insanın vasiye­tini değiştirebileceğini, yaptığı vasiyetten ölümünden önce vazgeçebileceğini de icmâ' ile kabul etmişlerdir.

3- Dört mezhep imamı ile el-Evzâî der ki: Malından akrabası olmayanlara vasiyette bulunup da akrabasını muhtaç bırakan bir kimse çok kötü bir iş yap­mış olur. Bununla birlikte onun bu işi caiz ve geçerlidir. Zengin olsun fakir ol­sun, uzak olsun, yakın olsun, müslüman olsun, kâfir olsun kimin lehine vasi­yette bulunursa geçerli ve caizdir.

Tavus ve Hasan-ı Basrî'nin görüşüne göre kişinin akrabası olmayanlara yaptığı vasiyet kabul edilmez, bu vasiyet akrabaya geri verilir ve onun bu işi bozulur.

4- İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre ölüm hastalığına yaka­lanmış bir kimsenin malındaki tasarrufları hacr altına alınır (kısıtlanır). O ba­kımdan vasiyetleri ve teberruları geçerli olmaz. Zahirîler ise hacr altına alın­maz, derler.

5- İlim adamlarının çoğunluğu üçte birden fazlasını veya mirasçılara vasi­yet etmeyi, mirasçıların uygun karşılaması halinde caiz kabul etmişlerdir. Çünkü üçte birden fazlasını veya bir mirasçıya vasiyeti engellemek mirasçının hakkı dolayısıyladır. Mirasçılar haklarını ıskat ettikleri (kullanmadıkları) tak­dirde bu caiz ve sahih olur. Kendiliklerinden yaptıkları bir hibeye benzer. Da-rakutnî, İbni Abbas'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmek­tedir: "Mirasçıların uygun görmeleri dışında, mirasçıya vasiyet caiz olmaz." Yi­ne Darakutnî, Anar b. Harice'den Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu riva­yet etmektedir:  "Mirasçıların caiz kabul etmeleri dışında hiç bir mirasçıya va­siyet olmaz." Zahirîler ise üçte birden fazlasını vasiyet etmeyi -mirasçılar uy­gun görseler dahi- kabul etmezler.

6- Vasiyette bulunan hayatta iken mirasçılarına yaptığı vasiyeti kabul edenlerin, onun vefatından sonra vazgeçmeleri:

a) Tavus, Hasan-ı Basrî, Atâ ve diğer bazı alimlere göre: Vasiyette bulu­nan hayatta iken bir mirasçıya yaptığı vasiyeti kabul eden kimselerin ölümün­den sonra o kabullerinden vazgeçmek yetkileri yoktur ve onların itirazlarına rağmen vasiyet yerine getirilir. Zira onlar vasiyyeti engelleme haklarını kul­lanmamışlar ve vasiyet caiz olmuştur. Nitekim onlar yabancı bir kimseye üçte birden fazlasının vasiyet edilmesini uygun görürlerse, bu uygun görmeleri se­bebiyle vasiyet de caiz (geçerli) olur.

b) Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed'e göre: Arzuladıkları takdirde önceki kana­atlerinden geri dönebilirler. Çünkü onlar malik olmadıkları bir şey hakkında karar vermişlerdir. Mirasçının malı mülkiyetine geçirmesi (vasiyet edenin) ve­fatından sonra ancak mümkün olur. Daha önce ise o malda hakkı olmadığı hal­de yapılacak fiili uygun görmüşlerdi. O bakımdan bu önceki kanaatleri bir yü­kümlülük yüklemez.

c) İmam Malik durumlar arasında fark gözeterek şöyle der: Vasiyette bu­lunanın sağlığında izin vermiş iseler geri dönebilirler. Şayet malında tasarruf­ta bulunmasının söz konusu olmadığı hastalığı halinde bunu kabul etmiş ise­ler, bu geçerlidir. Uygulamaya konulur. Çünkü adam sıhhatli olduğu takdirde malının tümünde tasarruf hakkına herkesten çok sahiptir, onda dilediğini ya­par. O bakımdan sağlıklı olduğu sırada ona izin vermeleri halinde kendileri le­hine gerekmeyen bir şeyi terketmiş olurlar. Fakat hastalığı halinde ona izin vermiş iseler, kendileri lehine vacib olan hakkın bir kısmını terketmiş olurlar. Bundan dolayı vasiyette bulunanın bu vasiyetini kabul ettikleri takdirde vakti geçmiş olacağından geri dönmek hakkına sahip değildirler.

7- Mümeyyiz küçüğün, sefihin ve delinin vasiyeti:

Hacr altında bulunmayan akil ve baliğin vasiyyetinin sahih olduğunda göniş ayrılığı yoktur. Ancak böyle olmayanlarda farklı görüşler vardır. Malik der ki: Bizce üzerinde icmâ' olunan husus şudur: Aklında zayıflık bulunan sefih i kıtakıllı) ve zaman zaman şuurunu kaybedenin -yaptıkları vasiyeti kavrayabi­lecek kadar aklî bir durumları sözkonusu ise- caizdir. Aynı şekilde yaptığı vasi­yetin ne olduğuna aklı eren ve münker bir söz söylemeyen (yani masiyeti ge­rektiren bir vasiyette bulunmayan) küçük çocuğun da vasiyeti caizdir. Çünkü Ömer b. el-Hattâb (r.a.) on yaşma gelmiş (mümeyyiz) bir Gassanlı çocuğun va­siyetini geçerli kabul etmiştir. Bu kişi dayılarına vasiyette bulunmuştu. Durum Hz. Ömer'e iletilince bu vasiyeti geçerli kabul edilmişti.

Kısacası Malikiler ve onlarla aynı kanaatte olan Hanbelîler, -on yaşında ve ondan biraz daha az, ona yakın yaşta, mümeyyizin vasiyetini caiz kabul ederler.

Hanefîlerle Şafiîlere göre ise küçüğün vasiyeti caiz değildir. Çünkü baliğ olmadan önceki ifadeleri teberrularda (bağış akidlerinde) muteber değildir. Ha-nefîler istihsanen, kişinin teçhiz ve defni ile ilgili vasiyyetini bundan istisna ederler. Bununla birlikte bu hususta maslahatın gerçekleşmesini de şart kabul ederler. Bu da aynı şekilde vacibdir.

Dört mezhep imamı, sefihin vasiyetinin sahih olduğunu ittifakla kabul ederler. Sefih ise malını güzel bir şekilde idare edemeyen ve hikmetin ve şeri­atın hilafına malını harcayan kimsedir. Ancak deli, bunak ve baygının vasiyeti­ni geçerli kabul etmezler. Çünkü bunların ifadeleri boştur, onlara herhangi bir hüküm taalluk etmez. Hanefîler ise mutbik (asla ayılmayan) bir delinin vasi­yetini geçerli kabul ederler. Eğer deli, deliliği sürekli (mutbik) ve en az bir ay devam ediyor ise vasiyeti batıldır.

8- Vasiyetin değiştirilmesi:

Kişinin yaptığı vasiyeti ya bizzat veya iki adil kişiden dolaylı olarak öğre­nen kişi buna rağmen vasiyeti değiştirirse bunun günahı değiştirene aittir. Va­siyet eden kişi vasiyeti ile mesuliyetten kurtulmuş olur. Bu, Maliki ilim adam­larından bazılarının da söylediği gibi şuna delâlet eder: Ölen kişi eğer üzerin­deki borcun ödenmesini vasiyette bulunursa mesuliyetten kurtulur ve bu tak­dirde veliden o borcu ödemesi istenir. O borcu ödediğinde ecir alır, geciktirmek­ten dolayı da günahkâr olur. Bu durum ölenin, borcunu kasden imkanı olduğu halde ödememiş olmaması halinde sahihtir. Ödeme gücü olduğu halde bunu terketmiş, sonra da ödenmesini vasiyet etmiş ise, velinin bu vasiyeti yerine ge­tirmemesiyle o borcu vasiyette bulunanın mesuliyetten kurtulamaz. [100]

9- Masiyeti vasiyet etmek:

Vasiyette bulunan bir kişi caiz olmayan bir şeyi -şarap, domuz veya her­hangi bir masiyeti- vasiyette bulunacak olursa, bunu değiştirmenin caiz oldu­ğu, vasiyeti yürürlüğe koymanın caiz olmadığı hususunda görüş ayrılığı yok­tur. Tıpkı üçte birden fazlasını uygulamaya koymanın caiz olmadığı gibi.

10-  Islah ve zanna dayanarak hüküm vermek:

Yüce Allah'ın, "her kim vasiyet edenin hataya meylinden... korkar da" aye-tinin anlamı şudur: Her kim vasiyette bulunanın ölümünden sonra onun hata­ya meylettiğini ve bir takım mirasçılarına haksızlık etme kasdını güttüğünü bilir veya görür de mirasçılar arasında başgösteren çalkantı ve ayrılıkları dü­zeltme yoluna giderse, bundan önce sözü geçen değiştirme günahı onun hak­kında söz konusu olmaz. Çünkü onun yaptığı bu iş bir maslahat için bir deği­şikliktir. Günahı gerektiren değişiklik ise arzuya, hevaya göre yapılan değiştir­medir.

Bu ayet-i kerimede zanna dayanarak hüküm vermeye delil vardır. Çünkü kişi fesadın kastedildiğini hissederse, ıslah etmek için çalışması vacib olur. Fe­sat tahakkuk ettiği takdirde durumu ıslah etmek güçtür. O takdirde onu berta­raf etmek, fesadı iptal edip kökünü kazımak için bir hüküm vermek gereklidir.

11- Hayatta iken sadaka vermenin fazileti:

İnsanın hayatta iken sadaka vermesinin ölüm döşeğinde yaptığı vasiyetin­den daha faziletli olduğunda görüş ayrılığı yoktur. Çünkü sahih hadiste Resulullah (s.a.)'ın: "Hangi sadaka daha faziletlidir?" sorusuna: "Sıhhatli ve cimri... olduğun halde tasaddukta bulunmandır." dediği sabit olmuştur. Ayrıca Darakutnî, Ebu Said el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu riva­yet etmektedir: "Kişinin hayatta iken bir dirhem tasaddukta bulunması ölümü esnasında yüz dirhem tasaddukta bulunmasından onun için daha hayırlıdır." Nesaî de Ebu'd-Derdâ'dan, o Resulullah (s.a.)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Ölümü esnasında infak eden veya tasaddukta bulunanın misali (mala, mülke) doyduktan sonra hediye verenin misaline benzer."

12- Vasiyette başkasına zarar vermek:

Vasiyetinde başkasına zarar vermemek şartıyla kişinin yaptığı vasiyeti hayatta iken vermediği zekatına bir keffâret olur. Çünkü Darakutnî'nin Muavi-ye b. Kurra'dan onun da babasından rivayet ettiği bir hadiste şöyle denilmek­tedir: "Her kimin ölümü yaklaşır da vasiyette bulunursa, onun bu vasiyeti, Al­lah'ın Kitabına uygun ise, zekâtından terkettiği (ödemediği zekâtı) için bir kef-faret olur."

Şayet vasiyetiyle başkalarının mirasçılarına zarar verecek olursa bu vasi­yet haram olur. Çünkü Darakutnî'nin İbni Abbas'tan onun Resulullah (s.a.)'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Vasiyette başkasına zarar vermek, büyük gü­nahlardandır." Ebu Davud'un da Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayetine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki bir erkek yahut bir kadın altmış yıl süre ile Allah'a itaat üzere amel eder. Sonra ölüm gelip onlara çatar, yaptıkları vasiyetlerinde (insanlara) zarar verirler. Bu sefer cehennem onlar için hak olur." [101]

 

Orucun Farz Kılınması

 

183- Ey iman edenler! Oruç sizden ön­cekilere yazıldığı gibi sizin üzerinize de yazıldı. Takva sahibi olasınız diye.

184-  Sayılı günlerde sizden kim hasta veya yolcu olursa o günler sayısınca başka günlerde tutsun. Ona takati yet­meyenler de bir fakir doyurup fidye versinler. Bununla beraber kim fazla­dan hayır yaparsa işte o, onun için da­ha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hak­kınızda daha hayırlıdır; eğer bilseniz.

185- Ramazan ayı ki Kur'an onda indi­rilmiştir. İnsanları hidayete erdirmek, doğru yolu ve hak ile batılı ayırdeden hükümleri açıklamak üzere (indiril­miştir). Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun, kim de hastalanır ve­ya yolculukta olursa, o günler sayısın­ca diğer günlerde (tutsun). Allah size kolaylık diler, güçlük istemez. Ta ki böylece o sayılı günleri tamamlayası-nız, Allah'ı sizi hidayete erdirdiğine karşılık büyük tanıyasınız. Olur ki şükredersiniz.

 

I'râb:

 

"Sayılı günlerde" ifadesinin takdiri; sayılı günlerde oruç tutunuz, şeklinde­dir. "Oruç... üzerinize de yazıldı." buyruğunun buna delaleti dolayısıyla zikre-dilmemiştir.

"O günler sayısınca başka günlerde" Bu ifadenin takdiri de şöyledir: O kimsenin diğer günlerde onlar sayısınca oruç tutması söz konusudur.

"Bir fakir doyumu fidye versinler." İslamın ilk dönemlerinde farz olan bir fakir doyurmak idi. Daha sonra bu buyruk: "Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun." buyruğu ile nesh edilmiştir.

"Sizden her kim bu aya erişirse" sizden her kim mukim olarak bu aya eri­şirse takdirindedir. Çünkü yolcunun o aya erişmekle birlikte o ayda oruç tut­ması vacib değildir. [102]

 

Belagat:

 

"Sizden öncekilere yazıldığı gibi." Burada "mücmel, mürsel" diye adlandı­rılan bir teşbih vardır. Benzeme keyfiyette değil, farz oluştadır.

"Sizden kim hasta veya yolcu olursa..." Burada hazf ile yapılan mecaz var­dır ki, takdiri şöyledir: Kim hasta olur, orucunu açarsa veya yolcu olur da oru­cunu açarsa...

"Ona takati yetmeyenler de..." Kimisi şöyle demiştir: Ayet-i kerimede bir nefiy harfi gizlidir. Yani yaşlılık veya iyileşmesi umulmayan bir hastalık dola­yısıyla takat getiremeyenler demektir. Ancak buna gerek yoktur. Çünkü zaten "takat" bir şeye zorlukla ve sıkıntı ile katlanmayı ifade eder. Anlamı: Alabildi­ğine büyük bir zorlukla buna güç yetirebilenler, şeklindedir. [103]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Oruç", sözlükte imsakta bulunmak, bir şeyden uzak durup onu terket-mek demektir. Şer"î bir terim olarak; tanyerinin ağarmasından güneşin batışı­na kadar belli vasıflara sahip kimselerin niyet edip Allah rızasını umarak ve Allah'tan korkmaya nefsi hazırlamak üzere yemekten, içmekten ve cimâdan uzak durmaları demektir."yazıldı," farz kılındı; "sizden öncekilere yazıldığı gi­bi." Yani farziyet ve orucun vücubu açısından, miktarı bakımından, yemek ve içmekten uzak durmak keyfiyeti açısından da önceki ümmetlerin oruçları ile benzerliğin söz konusu olduğu söylenmiştir. Birinci görüş ise daha tercihe de­ğerdir. Çünkü ayet-i kerimenin anlaşılması için Yüce Allah'ın bizden öncekile­re de Allah'ın bir çeşit orucu farz kıldığını bilmek yeterlidir. Bu (orucun farz kılındığı) diii mensuplarınca kabul edilen bir husustur. Bilindiği gibi bütün dinlerde hatta putperestlikte bile oruç vardır. Eski Mısırlılarca, Yunanlılar, Romalılar ve Hintlilerce de oruç bilinen bir şeydir. Halen elde bulunan Tev­rat'ta oruç ve oruç tutanlar övülmektedir. Hz. Musa'nın kırk gün oruç tuttuğu sabittir. Yahudiler bu dönemlerde Orşelim'in tahribi ve zaptedilmesini anmak üzere bir hafta süreyle oruç tutmaktadırlar. Ağustos ayında da bir gün oruç tutarlar. Yine elde bulunan İndilerde oruç övülmekte ve bir ibadet olarak de­ğerlendirilmektedir. Hristiyanların en meşhur ve en eski oruçları Fısh bayra­mından önceki büyük oruçtur. Hz. Musa, Hz. İsa ve havarilerin tuttuğu oruç budur. Daha sonra kilise başkanları başka çeşitlerde başka oruçlar da icad et­mişlerdir.

"Takva sahibi olasınız diye." Masiyetlerden konmasınız diye. Oruç masi-yetin başlangıcı olan şehveti, arzuyu kırar, insana takvayı kazandırır. Hevayı köreltir, azgınlıktan, şımarıklıktan, ahlaksızlıktan alıkoyar, dünyanın zevk ve lezzetlerini önemsizleştirir.

"Sayılı günlerde" burada orucun farz kılındığı günlerin tümü Ramazan ayıdır. Yani "sayılı günler" ifadesi ile Ramazan kastedilmiş olmaktadır. İbni Ebi Leylâ ve müfessirlerin cumhurunun görüşü de budur. Yüce Allah bu günle­ri "sayılı günler" olmakla nitelendirmektedir ki, bu günlerin sayılı olduğu belir­tilerek mükellefe kolaylık sağlanmış olduğu hatırlatılmaktadır.

"Ona takati yetmeyenler" Yani alabildiğine bir zorlukla büyük bir gayret ile buna katlanabilenler demektir. Bu görüşü: "yutavvıkunehü" şeklindeki kıraat de desteklemektedir. Oldukça yaşlı, hamile, emzikli ve iyileşmesi umulmayan hasta gibi kimseler bu kabildendir, "de bir fakiri doyurup fidye versinler." "Fid­ye", her gün için bir yoksula yemek yedirmektir. Kişi bir günde aile halkına ye­dirdiğinin ortalamasından bir defa yemek yedirmekdir. Bu ise o beldenin gıdası olarak çoğunlukla kullanılan gıdadan bir müddür. (Müdd 675 gramdır.)

"Kim fazladan hayır yaparsa" fidye hakkında sözü geçen miktardan fazlası­nı verir ise, "işte bu" yani fazladan yaptığı bu hayır "onun için daha hayırlıdır." Bununla birlikte oruç tutmak, oruç açıp fidye vermekten daha hayırlıdır; "Eğer" onun hayırlı olduğunu "bilseniz." O bakımdan bu günlerde siz oruç tutunuz.

"Kur'an onda indirilmiştir." Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına Kadir Ge­cesinde indirilmiştir.

"İnsanları hidayete erdirmek" dalâletten kurtarıp yol göstermek "doğru yo­lu ve hak ile batılı ayırdeden hükümleri açıklamak üzere (indirilmiştir)." Hü­kümlerden hakka ileten apaçık ayetler olarak indirilmiştir.

"Sizden her kim bu aya erişirse" yani yolcu olmayıp mukim olarak bulu­nursa "orucunu tutsun. Allah size kolaylık diler." Hastalıkta ve yolculukta oruç açmayı mubah kılmak suretiyle kolaylık sağlar ve üzerinizdeki yükü hafiflet­mek diler. Yolculuk yapan kimse de kendisi için daha kolay olanı seçer ve bu daha kolay olan onun için daha faziletlidir. "Allah size kolaylık diler, güçlük is­temez." buyruğu bundan önceki buyrukların illetini ifade eder. Yani o oruçta si­zin için teşrî' buyurmuş olduğu bu ruhsat ve teşrî' buyurduğu sair hükümler ile, dininizin herhangi bir zorluğu bulunmayan tam bir kolaylık olmasını diler. Bu ifade ruhsatı kullanmaya bir teşviktir.

"Ta ki böylece o sayılı günleri tamamlayasınız." Yüce Allah'ın, "Allah size kolaylık diler." buyruğundan anlaşılan illete atfedilmektedir. Şöyle buyurmuş gi­bidir: Yüce Allah'ın, hastalık ve yolculuk hallerinde ruhsat vermesinin sebebi, si­zin için kolaylığı dilemesi ve günlerin sayısını tamamlamanız içindir. Her kim bu günleri eda yoluyla, hastalık veya yolculuk mazeretiyle tamamlayamaz ise Ra­mazandan sonra o günleri kaza ile tamamlar. Çünkü Allah sizlere oruç açmak ve yolculukta bulunmak halinde orucun kazasını yapmayı teşrî' buyurmuştur ve sa­yıyı tamamladığınız vakit de "Allah'ın sizi hidayete erdirdiğine karşılık" sizi ilet­tiği, sizin için faydalı olan hükümler için sayıyı tamamladığınız esnada "büyük tanıyasınız." O'nun azametini, kibriyasını, kullarını ıslah etmekteki hikmetini, O'nun dilediği hükümlerle kullarını terbiye ettiğini ve seçtiği mükellefiyetlerle onları te'dib ettiğini hatırlayasınız ve böylelikle onu büyük tanıyasınız. "Ve ta ki" bütün bu nimetlere karşılık Allah'a "şükredesiniz" diye. [104]

 

Nüzul Sebebi

 

184. ayet-i kerime ile ilgili olarak İbni Sa'd Tabakat'uıda Mücahid'den şöy­le dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet-i kerime yani: "Ona takati yetmeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler." ayeti benim efendim Kays b. es-Sâib hak­kında nazil olmuştur. Bunun üzerine o da oruç açtı ve her bir gün için bir yok­sula yemek yedirdi. [105]

 

Açıklaması

 

Kısas ve vasiyetin açıklanmasından sonra ayet-i kerimeler Şer'î hükümle­ri açıklamaya devam etmektedir. O bakımdan her bir hüküm ile kendisinden sonraki hükmün arasındaki ilişkiyi bilmeye ihtiyaç yoktur.

Allah sizden önce Adem (a.s.) döneminden beri diğer dinlere uyan mümin­lere farz kıldığı gibi, size de orucu farz kılmıştır. Onlara da emre itaat etmeyi gerektiren iman vasfı ile seslenmekte, orucu bütün insanlara farz kılınmış ol­duğunu beyan etmektedir. Böylelikle orucu teşvik etmekte ve zor işler genel bir hal aldığı takdirde, onlara katlanmanın kolaylaştığını, eda edenler onu rahat ve huzur ile yerine getirdiklerini açıklamaktadır. Çünkü bu emir hak, adalet ve eşitlik esası üzere yükselmektedir.

Diğer taraftan oruç nefsi arındırır, Rabbi razı eder. İnsanları gizli ve açık hallerde Allah'tan korkmaya, takvaya hazırlar, iradeyi sağlamlaştırır. Sabrı, zorluklara katlanmayı, hoşuna gitmeyen haller esnasında nefsi dizginlemeyi, arzulan terketmeyi öğretir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.): "Oruç sabrın yarı­sıdır." diye buyurmuştur.

Orucun takvaya sebep teşkil etmesi en önemlilerini aşağıdaki kaydettiği­miz değişik şekillerde meydana gelmektedir.

1- Oruç her durumda Yüce Allah'tan korkma duygusunu nefiste besler, ge­liştirir: Çünkü oruç tutan için Rabbinden başka bir gözetleyici yoktur. Aşın de­recede açlık veya susuzluk duyduğu, bir yemeği canı çok çektiği, soğuk bir su istediği vakitte orucunu bozmasından sadece imanı ve Allah korkusu alıkor ve böylece Allah'tan korkma gerçekleşmiş olur. Bütün arzular ona güzel ve süslü gösterilse de kendisi orucun saygınlığını çiğnemekten korkarak bütün bunların üstüne yükselir ve Allah'tan sakınma ve Rabbinin gözetimi altında olduğunun şuurunu gerçekleştirmiş olur. Heva ve arzular nefse egemen olduğu takdirde o çabucak Allah'ı hatırlar, aradan fazla zaman geçmeden sahih tevbe ile Rabbine döner. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahipleri şeytandan onlara bir vesvese dokunduğu zaman iyice düşünürler. Bir de bakar­sın ki onlar görüp bilmiş olurlar." (A'râf, 7/205).

Orucun manevî faydalarından bir tanesi de oruç tutanın sadece Allah ka­tında sevap ve ecrini umması, yalnızca Allah rızası için oruç tutmasıdır.

2- Oruç şehvet ve arzunun keskinliğini kırar. Kişi üzerindeki etki ve tasul-lutunu hafifletir. Bunun sonucunda insan itidalini kazanır ve tabii ve normal bir karaktere sahip olur. Nitekim Peygamber (s.a.) evlenmesi mümkün olma­yan kimseler için orucu tavsiye ederken -Kütüb-i Sitte ve İmam Ahmed'in İbni Mesud'dan yaptığı rivayete göre- şöyle buyurmaktadır: "Sizden kim evlenmeye gücü yetmezse oruç tutmaya baksın. Çünkü oruç onu keser"  Yani oruç, tıpkı şehveti zayıflatan hayaların burulması mesabesindedir. Yine Hz. Peygamber Nesaî'nin Muaz'dan (r.a) yaptığı rivayete göre: "Oruç bir kalkandır." diye bu­yurmaktadır. Yani masiyetlerden bir koruyucudur.

3- Oruç kişiyi hassas ve duyarlı yapar. Şefkat ve merhamet hislerini kuv­vetlendirir. Çünkü kişi acıktığı vakit yiyecek bir şey bulamayan yoksulları ha­tırlar, bu ise o kimseyi onları gözetmeye iter. Bu ise Yüce Allah'ın, "Kendi ara­larında merhametlidirler." (Feth, 48/29) diye söz konusu ettiği müminlerin ni-teliklerindendir.

4- Oruç ile zenginlerle fakirler, eşraf ile avam arasında, aynı farz aynı şartlarla eda edildiği için, eşitliğin anlamını gerçekleştirir. Bu ise bir önceki durumda olduğu gibi orucun toplumsal faydalarındandır.

5- Maişeti sağlamakta ve iradeyi dizginlemek hususunda sahur ve iftar dönemleri arasında gerekli düzene bünyesini alıştırır ve orucun adabına bağlı kalındığı takdirde kişinin rızkı artar ve iktisatlı yaşamayı öğrenir.

6- İnsanın bünyesini yeniler, sağlığına katkıda bulunur, vücudu zararlı yağlanmalardan korur, adaleleri rahatlatır, bir işe karar verdiği ve bedeni zevkleri hatırlamak ile kendisini meşgul etmeksizin işine zihnini teksif ettiği vakit hafızayı güçlendirir. Bütün bunlar Peygamber (s.a.)'in, Ebu Nuaym'm et-Tıb' da Ebu Hureyre'den yaptığı şu rivayette topluca ifade edilmektedir: "Oruç tutun, sıhhat bulaşınız." Bu ise adeten insan oruca alışıp orucun başlangıcında­ki ilk dönemlerde görülen bir takım gevşeme hallerine üstünlük sağladıktan sonra yani genelde ilk üç veya dört gün sonra gerçekleşir.

Bedenî, ruhî, sıhhî ve sosyal bütün bu faydaların gerçekleşmesi iftar ve sa­hur yemeklerinde itidali bozmamak şartına dayanır. Aksi takdirde durum tam aksine olur ve insan midesini tıka basa doldurup yemesinde, içmesinde itidali bozacak olur ise iş sıkıntı, zorluk ve zarara dönüşür.

Yine bu gayelerin gerçekleşebilmesi için dilin iffetini koruması, gözün ha­ramdan korunması, gıybet, laf alıp götürüp getirmekten, haram lehivlerden uzak durma şartına bağlıdır. Nitekim Resulullah (s.a.), Yüce Allah'tan (aldığı kudsî) hadiste şöyle buyurmaktadır: "Her kim yalan söz söylemeyi ve gereğince ameli terketmeyecek olur ise onun yemesini ve içmesini bırakmasına Allah muh­taç değildir." [106] Yani Allah için böyle bir şey yapmasına gerek kalmaz. Nice oruç tutan vardır ki o kimsenin orucundan payı sadece açlık ve susuzluktur. Manevi olarak orucu bozan şeylerden uzak durmak, tıpkı maddi şeylerden uzak durmak gibidir.

Oruç sayıca az, muayyen ve sayılı günlerle sınırlıdır. Bu ise bütün sene bo­yunca sadece bir aydır. Ramazan ayı çabucak geçer. Çünkü ramazan günleri mübarektir, hayır ve ihsan ile dolup taşar. Bu İbni Huzeyme'nin Hz. Sel-man'dan rivayet ettiğine göre, Resulullah (s.a.)'ın şu buyruğunda dile getirdiği gibidir: "Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise cehennemden kurtuluş­tur." Yine Hz. Peygamber Taberanî'nin İbni Mesud'dan rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Ramazan ayların efendisidir."; "Eğer ümmetim Ramazandaki hayırı gereği gibi bilseydi senenin tümünün Ramazan olmasını isterlerdi." Bu­nu Taberanî ve başkaları Ebu Mesud el-Gıfarî'den rivayet etmişlerdir.

Sayılı günlerden kasıt, muhakkiklerin (İbni Abbas el-Hüseyn ve Ebu Müs­lim'in) çoğunluğunun görüşüne göre Ramazan ayıdır.

Ramazan ancak gücü yeten, sıhhatli ve mukim olan kimseler hakkında farzdır. Yolcu ve oruç tutması zor olan bir hastalığa yakalanmış kimsenin oruç tutmamaları mubahtır. Bunlar senenin diğer günlerinde tutmadıkları orucu kaza ederler. Çünkü hastalık ve uzun yolculuk -ki bu namazı kısaltmayı mu­bah kılan (89 km.lik) bir mesafedir- bir zorluktur. Zorluk ise kolaylığı getirir. Nitekim Yüce Allah, "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." (Bakara, 2/185) diye buyurmaktadır.

Muteber olan, geçmişte mutad olan bineklerin yürüyüşüdür; günümüzdeki hızlı taşıma ve ulaşım araçları değildir. Bazıları Ahmed, Müslim ve Ebu Da­vud'un Hz. Enes'ten yaptığı rivayet ile amel ederek bu mesafeyi üç mil olarak takdir etmiştir. Hz. Enes dedi ki: Resulullah (s.a.) üç millik veyahut üç fersah­lık [107] bir yola çıktığı takdirde (dört rekattık farz namazları) iki rekat kılardı." Bununla namazı kısalttığını kastediyor. O halde muteber olan böyle bir mesa­feyi katetmektir. Yoksa bu mesafenin kat'edildiği zaman değildir. Hanefiler bu mesafeyi üç gün ile cumhur ise mutedil iki gün ile takdir etmişlerdir ki, bu da 16 veya 18 fersah ve 40 Haşimi mil yol almaktır ki, bu da yaklaşık 89 km'ye eşittir. Şafiî'nin İbni Abbas (r.anhuma)'dan yaptığı rivayet ile amel bunu gerek­tirir. O şöyle der: "Ey Mekkeliler! Sizler Mekke'den İsfahan'a kadar 4 beridden daha kısa mesafede (kî yolculuklarınızda namazı) kısaltmayınız." Berid ise 4 fersahtır.

İmamların çoğunluğu (Malik, Ebu Hanife ve Şafiî) yolcu olanın eğer ona zor gelmeyecek ise, oruç tutmasının daha faziletli olduğunu kabul etmektedir. Ahmed ve Evzaî ise ruhsat ile amel etmek için oruç açmanın daha faziletli ol­duğu görüşündedirler. Yolculuğun başlangıcında yolcunun oruç açmasının caiz olması için cumhurun (Hanbelîlerin dışındakilerin) görüşüne göre yolculuğun fecirden önce olması şarttır. Eğer mukim olan bir kimse oruçlu sabahı edip son­ra yolculuğa çıkarsa, ikamet tarafına ağırlık kazandırarak orucunu açmaz. Çünkü aslolan mukimliktir. Hanbelîler ise bu şartı öngörmektedir. Fakat daha faziletli olan ihtilaftan kurtulmak üzere orucu tutmaktır.

Oldukça yaşlanmış ihtiyar ve müzmin bir hastalığa yakalanmış hasta, sadece çocuklarının zarar görmelerinden korkan hamile ve süt emziren kadın gibi oruç tutması gerçekten zor olan kimseye Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre hem kaza hem de fidye gerekir. Fidye bir yoksula bir yemek yedirmektir. Şayet hamile ve süt emziren kadm hamile olduğu veya emzirdiği çocuğa zarar gelme­si yanısıra kendileri içinde korkarsa, o takdirde tutmadığı oruç için yalnızca kaza etmesi yeterlidir.

Her kim tatavvu (fazladan hayır) da bulunur ve fidyeyi bir günlük yoksula yemek vermekten daha fazla tutarsa bu onun için daha hayırlıdır, sevabı da daha fazladır. Tatavvu' bir günde birden fazla yoksulu doyurmak yahut da ye­dirmesi gereken miktardan fazlasını vermek ya da fidye vermekle birlikte kaza orucu tutmaktır.

Bu mazur görülen kimselerin -şayet zarar görmeyecek iseler- oruç tutma­ları onlar için daha hayırlıdır. Çünkü rivayet edildiğine göre Ebu Ümame, Pey­gamber (s.a.)'e şöyle demiş: Bana senden öğrenip uygulayacağım bir şey emret. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Oruç tutmaya bak, çünkü onun hiç bir benzeri yoktur."

Daha sonra Yüce Mevlâ, bu az sayıdaki günlerin aynı zamanda Kur'an-ı Kerim'in indirilmiş olduğu mübarek Ramazan ayı olduğunu beyan etmektedir. Bu ayda indirilen Kur'an-ı Kerim'in kısım kısım indirilmesi 23 yıl devam et­miştir. Kur'an-ı Kerim insanları Sırat-ı Müstakim'e iletir. Onun ayetleri gayet açıktır, kapalılığı yoktur ve bu apaçık ayetler hak ile batılı birbirinden ayırde-der. Bazıları Kur'an-ı Kerim'in Ramazan ayında nazil olmasını Kadir gecesinde Levh-i Mahfuz'dan dünya semasına indirilmesi şeklinde açıklamışlardır. Kadir gecesi ise Ramazan'da olup bin aydan daha hayırlıdır.

Yüce Allah'ın, "Doğru yolu ve hak ile batılı ayırdeden hükümler" buyruğu­nun Yüce Allah'ın, "İnsanları hidayete erdirmek" buyruğundan sonra irad edilmesindeki hikmet, hidayetin iki tür olduğunu göstermek içindir. Bu hida­yet çeşitlerinden biri akıllı olmak şartıyla sıradan insanların hemen anlaya­cakları şekilde gayet açık ve nettir. Diğer hidayet çeşidi ise ancak belirli kişile­rin idrakine hitap eder. Birincisinin faydası elbette daha büyüktür.

Sizden her kim Ramazan ayına erişir, yahut mukim olup sağlığı yerinde olursa, yolculuk veya hastalık gibi bir mazeret.de yoksa, onun oruç tutması icabeder. Çünkü oruç, İslamın beş rüknünden birisidir. Bu aya erişmeyenlere gelince -her altı ayda bir gece ile gündüzün eşit olduğu kutup bölgelerinde ya­ni Kuzey Kutbunda senenin yarısı gece iken, Güney Kutbunda gündüz olduğu bölgelerde yaşayan kimseler kastedilmektedir- bunların kendilerine en yakın mutedil bölgelerin veya bu oruç hükmünün mekan olarak vukua geldiği Mek­ke ve Medine şehrine göre Ramazan ayına eşit bir süreyi takdir etmeleri gere­kir. Daha sonra Yüce Allah oruç açma ruhsatını herhangi bir kimsenin Yüce Allah'ın, "erişirse orucunu Pufsun" buyruğundan sonra ve orucun meziyet ile önemi açıklandıktan sonra orucun farziyetinin umumi olduğunun zannedilme-mesi için ikinci bir defa daha tekrarlamaktadır. Çünkü yüce Allah teşrf bu­yurduğu bütün hükümlerde -ki özür sahipleri için oruç açmak ruhsatı da bun­larda birisidir- insanlar için kolaylığı ve gerçekleştirme ve zorluğu gidermeyi ister.

Hastalık, yolculuk ve bunlara benzer hallerdeki mazeret sahiplerine ise, oruçlarını kaza etmeyi veya fidye vermeyi emretmektedir. Çünkü Yüce Allah ayın gün sayısının tamamlanmasını, Cenab-ı Hakkın yüceltilmesini, O'nu ta­zim edip bütün nimetlerine karşılık şükretmemizi istemektedir. Azimet ve ruh­sattan her birisinin hakkını vermek de bu nimetlerden birisidir. [108]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetler pek çok hüküm kapsamaktadır. Bunları kısaca şöylece açıkla­yabiliriz:

1- Orucun büyük fazileti ve sevabı vardır. Yüce Allah'ın orucu kendine iza­fe etmesi, orucun fazileti olarak yeter. Nitekim Resulullah (s.a.)'m rabbinden haber vererek naklettiği kudsi hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Allah Tebâreke ve Teâlâ buyuruyor ki: Ademoğlu'nun her bir ameli kendisinindir, oruç müstes­na. O benimdir ve onun mükâfatını ben vereceğim."  Bütün ibadetler yalnızca Allah'ın olmakla birlikte sadece orucu kendisine tahsis etmesi -Kurtubfnin söz konusu ettiği- şu iki husus dolayısıyladır.

a) Oruç diğer ibadetlerin engellemediği nefsin bir takım zevk ve arzularını kontrol altına alır.

b) Oruçta gizlilik vardır. Kul ile Rabbi arasında bir sırdır. O bakımdan oruç O'na hastır. Diğer ibadetler ise zahirdir, onlara riya karışabilir.

2- Oruç kişinin takva sahibi olmasına yardımcı olur. Çünkü Yüce Allah, "Takva sahibi olasınız diye"   diye buyurmaktadır. O bakımdan oruç Allah'a karşı takvalı olmanın sebebidir. Çünkü oruç şehvetleri öldürür. Nitekim Resulullah (s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Oruç bir kalkandır ve insanın cinsel ar­zusunu azaltır."

3- Hasta ve yolcunun Ramazan ayında oruç açmaları caizdir. Bu taktirde bir başka zamanda oruçlarını kaza etmeleri icabeder. Fukahanın görüşüne gö­re oruç açmayı mubah kılan hastalık ancak oruç tuttuğu taktirde insanın zarar görmesine veya hastalığının artmasına sebep olan bir durumdur. Bu hususta zann-ı galip muteberdir. İşte ayet-i kerimede geçen ruhsatın hikmeti ile uyum halinde olan ölçü de budur. Ayet-i kerimedeki ruhsatın hikmeti ise- kolaylığın irade edilmesi ve zorluğun önlenmesidir. Lafzın zahiri mutlak anlamda hastalı­ğın kastedildiğini göstermektedir. Kendisine hastabk adı verilen her şey buna girer. Nitekim İbni Şîrîn, Atâ ve Buharî de bu görüştedir.

Oruç açmayı mubah kılan yolculuğa gelince: Bu dört rekatlik farzları kı­saltmayı mubah kılan uzaklıktır. Bu da cumhurun görüşüne göre 16 fersah ve­ya 48 Haşimî mildir. Ya da normal bir seyir ile iki gün süre ile yol almak ya da yükü olduğu halde ve piyade olarak iki merhalelik yoldur. Deniz de kara gibi­dir. Bu konudaki delilleri Şafiî'nin İbni Abbas (r.anhuma)'dan naklettiği şu ri­vayettir: "Ey Mekkeliler! Sizler Mekke'den İsfahan'a 4 beridlik yoldan aşağı mesafede namazlarınızı kısaltmayınız." Bu 4 beridlik mesafeyi de yaklaşık 89 km.lik bir uzaklık ile takdir etmişlerdir.

Hanelilere göre oruç açma ruhsatını mubah kılan yolculuk üç merhalelik yahut 24 fersah veya vasat yürüyüş ile 3 günlük yürüyüştür. Karada deve ve yaya yürüyüşüdür, denizde ise yelkenli gemilerin yol alışı bunda ölçüdür. Ha-nefîler günün büyük bir kısmında yol almayı yeterli görürler. Bunun miktarını da 96 km. olarak tesbit etmişlerdir. Delilleri Peygamber Efendimizin şu hadisi­dir: "Mukim bir kimse bir gün ve bir gece mesh üzerine mesh eder, yolcu ise gece­li gündüzlü üç gün mesh eder." Bunun böyle olabilmesi sefer süresinin ancak üç gün olması halinde söz konusudur. Çünkü şeriatin meshetme süresini üç gü­ne kadar sürdürmesinin illeti yolculuktur. Ruhsatlar ise ancak şeriatten öğre­nilebilir. Nitekim Resulullah (s.a.-)'tan üç günlük süreyi sefer olarak kabul etti­ğine dair rivayetler vardır. Bunu İbni Ömer'in Resulullah (s.a.)'tan naklettiği şu hadisinde görüyoruz: "Hz. Peygamber, kadının üç günlük bir mesafeye bera­berinde mahremi olmadıkça yolculuğa çıkmasını yasaklamıştır." Bu Buharî ile Müslim tarafından ittifakla rivayet edilmiş bir hadistir. O bakımdan bu hadis kadının iki günlük yolculuğa çıkmasını ifade eden Ebu Saîd ve Ebu Hurey-re'nin rivayet ettiği haberlere tercih edilir.

Fukahanın çoğunluğunun görüşüne göre ise oruç açmak bir ruhsattır. Di­lerse orucunu açar. Çünkü ayet-i kerimede takdiri şöyle olan bir gizli ifade var­dır: Sizden her kim hasta veya yolcu olup da orucunu açarsa, onun diğer günler sayısınca oruç tutma mükellefiyeti vardır. Ebu Davud da Sünen'inde Hz. Ai-şe'den şunu rivayet etmektedir: Eslemli Hamza, Resulullah (s.a.)'a sorar ve der ki: Ey Allah'ın rasulü yolculuk sırasında oruç tutayım mı? Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Dilersen oruç tut, dilersen orucunu aç."

Ashab-ı Kiram'dan bir gruptan (İbni Abbas, Ebu Saîd el-Hudrî, Enes b. Malik, Cabir b. Abdullah, Ebu'd-Derdâ ve Seleme'den) Resulullah (s.a.)'ın ve ona uyarak ashabın Mekke'nin fethi sırasında Ramazan ayında yolculukta oruç tuttuğu sabittir. Daha sonra onlara: "Sizler artık düşmanınıza yaklaştınız. Oruç açmak sizi daha kuvvetlendirir, o bakımdan orucunuzu açınız" buyurdu.

Bazı Sahabiler (İbni Abbas ve İbni Ömer) şöyle demişlerdir: Yolcu ve hasta için vacib olan oruç açmak ve açtığı gün sayısınca diğer günlerde oruç tutmak­tır. Çünkü Resulullah (s.a.)'m: 'Yolculukta oruç tutma iyilik değildir." buyruğu­nun zahiri bunu gerektirmektedir. Cumhur ise buna karşılık şu şekilde cevap vermektedir: Bu özel bir durum ile ilgili söylenmiş bir sözdür. Bu da ŞuTıe'nin Cabir b. Abdullah yoluyla yaptığı rivayetine göre şöyledir: Resulullah (s.a.) (oruç tutması sebebiyle) kendisine başkaları tarafından gölge yapılan ve etra­fında kalabalık bulunan bir adam görünce şöyle der: "Yolculukta oruç tutmak iyilik değildir." Bunu işitip hadisi zikreden sebebiyle birlikte zikretmiştir. Bazı­sı ise sadece hadisi zikretmekle yetinmiş, hadisin söyleniş sebebini açıklama­mıştır.

İmamların çoğunluğu şu görüştedir: Yolcu için oruç tutmak -gücü eğer ye­tiyorsa- daha faziletlidir. Çünkü Yüce Allah, "Oruç tutmanız sizin hakkınızda daha hayırlıdır." diye buyurmuştur. Yani ey hastalar, yolcular ve oruç tutmak­ta zorlanan kimseler! Oruç tutmanız sizin için fidye ödemekten daha hayırlıdır.

Çünkü oruç tutmada kişinin imanın güçlenmesi ve Yüce Allah'ın gözetimi al­tında olduğunu hissetmesi gibi büyük bir fayda vardır. Ahmed, Evzaî ve bir grup ilim adamı ise oruç açmanın daha faziletli olduğu görüşündedir. Çünkü Yüce Allah, "Allah size kolaylık diler, güçlük istemez." diye buyurmuştur.

İlim adamları Ramazanda yola çıkacak olan bir kimsenin geceden oruç tutmamaya niyet etmesinin caiz olmadığını ittifakla kabul etmektedirler. Çün­kü misafir mukimin hilâfına niyyet ile misafir olmaz. Misafir olabilmesi amel ile ve bu iş için fiilen harekete geçmekle olur. İkamet eden bir kimsenin ise ay­rıca bir amele ihtiyacı yoktur.

Yine yolculuğa çıkacağını ümid eden bir kimsenin yolculuğa çıkmadan ön­ce oruç açmasının caiz olamayacağı hususunda görüş ayrılıkları yoktur.

Hac, cihad, sıla-ı rahim yapmak, zaruri maişeti temin gibi sevap umulan yolculuklar ile birlikte ticaret ve mubah maksatlarla yapılan yolculuklarda da yolcunun oruç açabileceği de ittifakla kabul ederler. Neticesinde Allah'a isyan kabul edilecek bir fiilin işleneceği tür bir yolculuk için de yolcunun -Hanefîlere göre oruç açması- caizdir. Çünkü bizzat yolculuk bir masiyet değildir. Masiyet olan, yolculuktan sonra olacaklar ve yolculuk ile birlikte yapılanlardır. Bunla­rın ise namazı kısaltma ruhsatına bir etkileri yoktur. Öiğer taraftan Yüce Al­lah'ın kendisine oruç açma, namazını Jasaltma ve buna benzer müsamahalar ile üzerindeki nimetini hatırlayacak olursa yolculuğu esnasında tevbe etmesi de muhtemeldir.

Hanefîlerin dışında kalan cumhur ise şöyle demektedir: Yolculuğa has olan namazı kısaltmak, namazları cem' etmek, oruç açmak ve buna benzer ruh­satlar böyle bir yolculuk için mubah değildir. Çünkü bu takdirde ruhsatta ha­ram kılman şeye bir destek ve yardım vardır. Şeriat ise bunları nehyetmekte-dir.

4- Yüce Allah'ın, "Sayısınca başka günlerde" buyruğu hasta ve yolcunun asıl vazifesinin oruç olduğunu, oruç açmasının ona ruhsat olarak verildiğini göstermektedir. Şayet oruç açarsa oruç tutmadığı günler sayısınca kaza orucu tutar. Cumhurun görüşü budur. Çünkü ayet-i kerimenin anlamı şöyledir: Siz­den her kim hasta veya yolcu olup da orucunu açarsa oruç açtığı günler sayı­sınca diğer günlerden oruç tutması gerekir.

Cumhurun görüşüne göre kaza oruçlarının peşpeşe olması müstehap ol­makla birlikte vacib değildir. Çünkü: "Sayısınca başka günlerde" buyruğu mutlaktır. Ayrı ayrı veya peşpeşe olmasını özellikle ifade etmemektedir. Bunla­rı ayrı ayrı tuttuğu takdirde diğer günler sayısınca oruç tutmuş olur. Darakut-nî sahih bir senedle Aişe (r.anha)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Önce­leri "peşpeşe sayısınca başka günlerde" diye nazil olmuştu, daha sonra "peşpe­şe" ifadesi kaldırıldı (neshedildi)."

Yine bu ayet-i kerime, -belli bir zamanla belirlemeksizin- tutulamayan oruçların kazasının vücubunu göstermektedir. Çünkü kullanılan lafız eğer bü­tün zamanlan kapsıyor ise, belli bir zaman dilimine tahsis edilemez.

Üzerindeki kaza orucu tutmaksızm ikinci bir Ramazan gelecek olsa, cum­hurun görüşüne göre keffarette bulunması gerekir. Bu ise her bir gün için bir yoksula yemek yedirmesidir. Ebu Hanife ise ayet-i kerimenin zahiri ile amel ederek onun için keffaret söz konusu olmadığı görüşündedir. Çünkü ayet-i keri­mede: "O günler sayısınca başka günlerde" diye buyurulmuştur. Cumhurun de­lili ise Darakutnî'nin sahih sened ile bir diğer Ramazan gelip erişinceye kadar Ramazan orucunu kaza etmekte kusurlu hareket eden hakkında Ebu Hurey-re'den gelen şu ifadedir: "Böyle bir kimse insanlarla oruç tutar ve orucunu tut­madığı günleri tutar, buna karşılık her bir gün için de bir yoksula yemek yedirir."

5- Ramazanda gündüzün kasten oruç açan veya cima eden kimseye Hane-fîlerle Malikîlere göre -diğerlerinin aksine- kefaret gerekir. Bu ise cumhura gö­re mümin bir köle azad etmektir. Hanefîlere göre ise mümin olmasa dahi olur. Buna gücü yetmiyor ise, ardı arkasına iki ay daha oruç tutar. Buna da gücü yetmiyorsa altmış tane yoksula yemek yedirir. Ramazan orucunun kazası tutu­lurken oruç açmak veya cima etmekten dolayı keffaret söz konusu değildir.

Cumhurun görüşüne göre bir hastalık sebebiyle Ramazanda oruç açan bir kimse, o hastalığından dolayı ölse veya yolculuk yaparken yolculuğunda vefat etse, ona bir şey gerekmez.

Ramazan ayından borcu olduğu halde onu kaza etmeksizin ölen kimsenin kaza orucu başkası tarafından tutulamaz. Malik, Safî ve Ebu Hanife der ki: Kimse kimsenin yerine oruç tutamaz. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hiç bir yük yüklenen nefis bir başkasının yükünü taşımaz." (En'âm, 6/164); "İnsan için çalıştığından başkası yoktur." (Necm, 53/39); "Her bir nefis (kazan­dığı günahı) mutlaka kendi aleyhine kazanır." (En'âm, 6/164) Diğer taraftan Nesaî'nin İbni Abbas'tan, onun da Resulullah (s.a.)'tan naklettiği hadis de bu­nu gerektirmektedir: "Kimse kimse adına namaz kılmaz, kimse kimse adına oruç tutmaz. Fakat onun yerine her bir gün için birmüdd buğday yedirir."

Ahmed der ki: Orucunu kaza etme imkânını elde ettikten sonra ölenin ye­rine velisinin oruç tutması müstehabtır. Çünkü bu ölenin borçtan kurtulması açısından daha bir ihtiyatlıdır. Aynı şekilde eğer oruç bir adak ise yine onun yerine oruç tutabilir. Çünkü Müslim, Hz. Aişe'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle bu­yurduğunu rivayet etmektedir: "Her kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ve­fat ederse velisi onun adına oruç tutar." Bu ise oruç hakkında umumi bir hü­kümdür. Bunu yine Müslim'in İbni Abbas'tan yaptığı şu rivayet tahsis etmekte, şartlarını açıklamaktadır: "Bir kadın Resulullah (s.a.)'ın yanına gelip dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü, annem üzerinde adamış olduğu oruç borcu var iken vefat etti. Ben onun yerine oruç tutayım mı? Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Annen borçlu olarak vefat etse ve sen onun adına borcu ödeşen ne dersin, bu onun adı­na bir ödeme olur mu?" Evet, deyince Hz. Peygamber: "O halde annenin yerine oruç tut." diye buyurdu.

6-  Sahih senedlerle İbni Abbas'tan gelen rivayetler sabit olduğuna göre: "Ona takati yetmeyenler de bir fakir doyumu fidye versinler;" ayeti neshediftniş değildir. Bu ayet-i kerime oruç tutmaya gücü yetmeyen ve oruç tuttuğu takdir­de zarar görecek olan kimseler hakkında muhkemdir. Pir-i faniler yani elden ayaktan düşmüş yaşlı kişiler gibi. Bunların bir fakir doyumu fidye vermeleri gerekir.

Buna göre insanların üç durumu söz konusudur: a) İkamet halinde olan sağlıklı kimseler; bunların Ramazan ayında bizzat oruç tutmaları gerekir, b) Hasta ve yolcular. Bunlar istedikleri takdirde oruç açabilirler. Eğer oruç açar­larsa sair günlerde tutarlar, c) Oruç tutmaya gücü yetmeyip oruç tuttuğu takdirde zarar görecek olanlar. Bu kişiler ise fidye öderler.

Tercih edilen görüşe göre bu ayet-i kerime, hamile ve süt emziren kadını da kapsamaktadır. Hasan-ı Basrî'ye, kendilerine ve çocuklarına zarar gelme­sinden korktukları takdirde hamile ve emzikli kadının durumu hakkında so­rulmuş, o da: "Hamilelikten daha ağır hangi hastalık vardır? O durumdaki ka­dın oruç açar ve sonra kazasını yapar" demiştir.

İlim adamları, pir-i faninin fidye ödemesi gerektiği üzerinde icmâ etmiş­lerdir. İyileşmesi umulmayan hastanın durumu da onun gibidir. Ancak hamile ve emzikli kadının ise Hanefîlere göre fidye söz konusu olmaksızın kaza etme­leri gerekir. Şafiîlerle Hanbelîlere göre ise sadece çocuklarına zarar gelmesin­den korkmaları halinde fidye ve kazada bulunmaları, Malikîlere göre de yal­nızca süt emziren kadının fidye ve kazada bulunması gerekir, hamile öyle de­ğildir (yani sadece kaza etmesi gerekir).

Ebu Hanife'ye göre fidyenin miktarı yarım sâ' (2 müd) buğday veya hurma ya da arpa gibi buğday dışındakilerden birir sa'dır. Cumhura göre ise o beldede çoğunlukla gıda olarak kullananlar yiyeceklerden bir müd verilir. Her kim bir yoksuldan fazlasını yedirmek suretiyle yahutda miskine verdiği fidye miktarını arttırmak ya da fidye ile birlikte oruç tutmak suretiyle tatavvuda bulunursa, bu onun için daha hayırlıdır. Bir müd 675 gram, 1 sâ' ise 2751 gramdır.

7- Yüce Allah'ın, "Oruç tutmanız sizin hakkınızda daha hayırlıdır." buyru­ğu yolculukta, zorluk vermeyen hastalıkta ve diğer hallerde oruç tutmanın ha­yırlı olduğunu göstermektedir. Evlâ olan bu buyruğu genel olarak bütün haller için geçerli kabul etmektir. Çünkü Fahrüddin er-Râzî'nin de belirttiği gibi, lafız umum ifade eder. Bu Kurtubî'nin de dediği gibi, kayıtsız ve şartsız olarak oru­ca teşviki gerektirmektedir.

8- Ramazanın diğer aylara göre özelliği, oruç ayı olmasıdır. Çünkü bu ay­larda Kur*an indirilmiştir. Yani Kur'an'm indirilmeye başlaması Ramazan aynı­da olmuştur. Kuran-ı Kerim'in Ramazan ayında indirilmesi ile Kadir gecesinde ve mübarek bir gecede indirilmesi arasında bir aykırılık yoktur; çünkü bu gece zaten Ramazan ayındadır.

Kur"an, Yüce Allah'ın Muhammed (s.a.) üzerine indirilmiş kelamının adı­dır. Bu kelime "kıraafden türetilmiştir. Kur"an, okunan şey anlamına gelir ve masdardır. Bu şekilde masdar ism-i mef al (okunan şey) kasdı ile isim olarak kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bir de sabah Kur'an'ını (namazını) da eda et. Çünkü sabah Kur'an'ı (namazı) şahid olunan bir namazdır." (İsrâ, 17/78) Yahut Kur'an, kelimesi kırân'dan türemiş olabilir. Çünkü Kur"an-ı Kerim'in ayetlerinin biri ötekine karn edilmiş (bir araya geti­rilmiş, birleştirilmiştir.

9- "Sizden her kim bu aya erişirse orucunu tutsun." buyruğunda yer alan "erişirse" fiilinin neye erişmeyi kastettiği hususunda iki görüşü vardır:

Bir görüşe göre erişilecek olan şey hazf edilmiş cümlede kendisine yer ve­rilmemiştir. Anlamı şudur: Her kim Ramazan ayında mukim iken aya erişirse. Yani yolcu değil ise, demektir. O takdirde "eş-Şehr=ây" zarf olmak üzere nasb edilmiştir.

İkinci görüşe göre ise, erişilecek olan şey ayın kendisidir. Bunun takdiri de şöyle olur: Her kim aya erişir ve akıl ve marifeti ile ona tanık olur, hazır bulu­nursa o ayın orucunu tutsun. Bununla birlikte şanı Yüce Allah'ın bütün hitap­larının mükelleflere yönelik olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. O takdirde ayet-i kerime mükellef olduğu kabul edilen kimselere mahsusdur. Birinci görüş bir mahzufu takdir etme esasına dayanır. Usulde kabul edilen ilke ise şudur: Şayet tahsis ile mahzuf olan bir şeyi takdir etmek (idmar), birbirleriyle tearuz ederse (çatışırsa) bu sefer tahsise gitmek teayyün eder (ondan başka yol yok­tur). Cumhurun görüşüne göre ayet-i kerime mükellefler hakkında umumîdir. Bu ayet yolcuyu da mukimi de kapsar. Şu kadar var ki yolcu kimseye hastaya olduğu gibi oruç açma ruhsatı vardır. Her ikisinin de tutmadığı günler sayısın­ca diğer günlerden oruç tutmaları gerekir. Yine cumhurun görüşüne göre ayın herhangi bir cüz'üne yetişmek orucun vacib olması için yeterlidir. Şu kadar var ki Hanefîlerin görüşüne göre bütün ayın orucunun tutulması için onun herhan­gi bir bölümüne "tanık olmak" icabeder. Şafiîlerin görüşüne göre ise; ayın her­hangi bir bölümüne "tanık olmak", o bölümün orucunu vacib kılar.

Ramazan ayında geçici olarak aklını kaybeden, deliren kimse hakkında Malikîler şöyle derler: O kişi geçen günlerin kazasını yapmalıdır. İsterse sene­ler boyu çok uygun müddet bu halde kalmış olsun farketmez. Malikîlerin dışın­dakiler ise, gecenin kazasını yapması gerekmez, tıpkı baliğ olan küçük ve İs­lâm'a giren kâfir gibi. Ramazan ayının bir bölümünde deliliği geçip aklı, şuuru yerine gelen kişi Şafiîlerce daha sahih kabul edilen görüşe ve Hanbelilerin gö­rüşüne göre; sadece ayın eriştiği bölümünü oruçla geçirir, diğer günlerini kaza etmesi gerekmez.

Ramazanın bir bölümünde baliğ olan küçük çocuk ile müslüman olan kâfir hakkında Hanbelîlerin dışında kalan cumhur şöyle demektedirler: Bunlar ayın geri kalan kısmını oruçla geçirirler. Geçmiş günlerin kazasını yapmaları gerek­mez. Baliğ olmanın ve İslama girmenin gerçekleştiği günü de oruçla geçirmele­ri gerekmez. Daha sahih kabul edilen görüşlerinde Hanbelîler şöyle derler: Ba­liğ olmanın ve İslâm'a girmenin gerçekleştiği günün kazasını yapmaları gere­kir. Böylelikle orucun; müslüman olmak, baliğ olmak ve Ramazan ajanın erişti­ğini bilmek ile farz olmasının tahakkuk ettiğini öğrenmiş oluyoruz. [109]

 

Ramazan Ayına Erişmek:

 

Hilâli görmek, yahut görüldüğünü bilmekle gerçekleşir. Cumhurun görü­şüne göre (dört mezheb imamı da bunlar arasındadır) hesap ve astronomi bilgi­sine itibar edilmez. Çünkü İbni Ömer şöyle demektedir: Resulullah (s.a.) bu­yurdu ki: "Ay yirmidokuz gündür. Hilâli görmedikçe oruç tutmayınız. Yine hilâ­li görmedikçe oruç açmayınız. Eğer bulutlu olduğu için onu göremezseniz onun süresini takdir ediniz." Yani oruç tutulacak miktarı tamamlayınız. Buna delil ise Nesaî tarafından kaydedilen Ebu Hureyre'nin: "Sayıyı tamamlayınız." hadi­sidir, bu da Yüce Allah'ın, "Sana hilâller hakkında soruyorlar. De ki: Onlar in­sanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir." (Bakara, 2/189) buyruğunun zahi­rine de uygun düşmektedir.

Bazıları tayin edilen bu vakitlerin kat'î bilgi ifade ettiklerinin sabit olması halinde, hilâlin görülmesini engelleyecek bir durumun söz konusu olduğunda hilâlin görülmesi ilkesini korumakla birlikte rasathanelere ve hesaplara itimat edilmesini caiz kabul ederler. Böylelikle nassın zahiri ile nastan murad bir ara­da uygulamaya konulmuş olur ve bununla ibadet hususunda ümmet arasında ittifak gerçekleştirilmiş, ihtilaf-hem metot hem de maksat olarak ittifak müm­kün olduğu sürece- uzaklaştırılmış olur. Çünkü kat'î ilim, zanna takdim olu­nur. Kat'î ilim sahibi olmakla birlikte zan ile amel edilmez. O bakımdan Ka­be'yi görmesi mümkün olan bir kimsenin Kabe'ye yönelmek hususunda ictihad edip, içtihadının kendisini ulaştırdığı zannı gereğince amel etmesi caiz değildir. [110]

10- Ramazan ayı hilâli tek bir kişinin şahitliği ile mi yoksa iki kişinin şa­hitliği ile mi sabit olur? Bu konuda ilim adamlarının iki görüşü vardır: İmam Malik der ki: Bu hususta tek bir kimsenin şahitliği kabul edilmez. Çünkü, bu hilâlin görüldüğüne dair bir şahitliktir. Buna dair iki kişiden aşağı sayıdakile-rin şehadeti kabul olunmaz. Nitekim Şevval ve Zilhicce aylarının hilâlinin gö­rüldüğüne dair şahitlik de böyledir. Cumhur ise şöyle demektedir: Adaletli bir kişinin sözü kabul edilir. Çünkü Ebu Davud, İbni Ömer'den şöyle dediğini riva­yet etmektedir: İnsanlar hilâli görmek üzere çıktılar. Ben Resulullah (s.a.)'a onu gördüğümü haber verdim. Hem kendisi oruç tuttu, hem de insanlara oruç tutmalarını emretti.

Hanefîlerle Hanbelîlere göre kadının şahitliği kabul edilir, Malikîlerle Şa-fiîlere göre ise kabul edilmez.

11- Tek başına Ramazan ayının yahut Şevval ayının hilâlini gören kimse hakkında Şafiîler der ki: Tek başına Ramazan ayı hilâlini gören kişi oruç tut­sun. Tek başına Şevval hilâlini gören kimse de yine orucunu açsın, fakat onu (oruç açmasını) saklasın. Malik ve Ahmed der ki: Tek başına Ramazan hilâlini gören kimse oruç tutar. Çünkü o günün Ramazan ayından olduğunu bile bile oruç açmaması gerekir. Şevval ayını tek başına gören kimse ise oruç açmaz. Çünkü insanlar aralarından oruç açan kimseyi güvenilir bir kimse olmamakla itham ederler. Daha sonra bu gibi kimseler durum açığa çıktığı vakit, hilâli gördük, derler. Meselâ, güneş tutulması gibi bir sebep dolayısıyla -Ramazan 1400 hicri yılında olduğu gibi- hilâl görülmez ve bazı kimseler Şevval ayı hilâli­nin görülmesi sebebiyle 28 gün oruç tutmuş olsa, ayın sayısını tamamlamak üzere bir gün kaza etmeleri icab eder. Çünkü ay en az 29 gündür.

12- Matla ihtilâfı: Cumhur der ki: Hilâl bir beldede görüldüğü takdirde, di­ğer beldelerin ahalisinin de ister uzak olsun, ister yakın olsun oruç tutmaları icabeder. Bundan kasıt ise müslümanlar arasında oruçta birlik sağlamaktır ve dolayısıyla matla ihtilaflarına itibar edilmez.

Şafiîler der ki: Eğer belde yakın ise hüküm aynıdır. Şayet uzak olursa, her bir belde ahalisi kendi görmelerine itibar ederler. Şafiilerde daha sahih kabul edilen görüşe göre yakın ile uzak arasındaki mesafe namazı kısaltma mesafesi­ne göredir (89 km). Böyle bir görüş ise artık makbul bir görüş değildir.

13- Ramazanın 30. günü, gündüzün Şevval hilâlinin görülmesine itibar edilmez. O gelecek gecenin (günün) hilâlidir. Sahih olan görüş budur.

14- Yüce Allah'ın, "Allah'ı... büyük tanıyasınız." buyruğu tefsir alimlerinin çoğunluğunun görüşüne göre Ramazanın sonunda tekbire bir teşviktir. Bu ayet-i kerime Ramazan bayramında tekbir getirmenin meşru olduğuna bir de­lildir. İmam Malik ve bir grup ilim adamına göre tekbir getirme lafızları: Üç defa: "Allahu Ekber" demektir. Kimi ilim adamları ise kişi tekbir esnasında tekbir getirmesi yanısıra tehlil getirir, teşbih de getirir. Kimisi de: "Allahu Ek­ber kebîra velhamdülillahi kesirâ ve subhânellâhi bükreten ve asîla" der.

Tekbir getirmenin zamanı ve süresince gelince, Ebu Hanife ve Malik der ki: Ramazan bayramında evinden namazgaha doğru çıktığı vakit tekbir getir­mek mendubtur. Bayram namazı bittiği vakit bayram da bitmiş olur. Şafiî ve Ahmed der ki: Hangi vakitte olursa olsun namaz akabinde ve bayram gecesi güneşin batışından itibaren bayram namazının eda edilmesine kadar herhangi zaman olursa olsun tekbir getirmek mendubtur. Yani hilâlin görüldüğü vakit­ten imamın bayram namazını kıldırmak üzere çıkacağı vakte kadar her vakitte tekbir getirilebilir.

15- Orucu bozan ve bozmayan şeyler: Kasdî olarak yemek, içmek, cima et­mek, nassla ve icmâ ile orucu bozar.

Aynı şekilde ilaç almak, kasten kusmak ve istimnada bulunmak (cima dı­şındaki yollarla meninin çıkmasını sağlamak), mazmaza ve istinşâkta aşırıya kaçıp boğazdan su inmesini sağlamak, sigara kullanmak, Şafiîlerin görüşüne göre balgamı yutmak, kasten karnına maddi herhangi bir şeyi -ister besleyici olsun ister olmasın- almak ve kullanmak da orucu bozar.

Kan aldırmakla oruçlu kimsenin orucu ittifakla bozulmaz. Yine cumhura göre unutarak yemek ve içmek de orucu bozmaz. Malikîlere göre ise orucu bozar.

Göze damla damlatmak, hacamat, hukne (iğne olmak), göze sürme çek­mek Hanefîlerle Şafiîlerin görüşüne göre orucu bozmaz. Hanbelîerle Malikîlerin görüşüne göre ise boğaza ulaştığı tahakkuk eden bir şekilde kullanılan sür­me orucu bozar. Aynı şekilde kan ortaya çıktığı takdirde onlara göre hacamat da orucu bozar. Ancak misvak kullanmak, mübalağa etmeksizin mazmaza ve istinşak (ağıza ve buruna su almak), gusletmek ve yüzmekle de oruç bozulmaz. Malikîlere göre ise yanılarak ya da hata yoluyla olsa ve mübalağa olmaksızın dahi mazmaza, istinşak ve misvak suyunun boğazdan inmesi ile oruç bozulur.

Kişinin elinde olmayarak kusması, kustuğundan bir şey yutması, kan ve­ya ilaçtan herhangi bir şey yutmaksızın diş çektirmesi, Hanefîlerle Malikîlerin görüşüne göre erkeğin ihlîline hukne konulması orucu bozmaz. Kadının ihlîline konulan hukne ise Hanefîlere göre orucu bozar. Şafiîlere göre mutlak olarak hukne orucu bozar. Hanefîlerle Şafiîlere göre mezi gelmesi dolayısıyla oruç bo­zulmaz. Malikîlerle Hanbelîlere göre ise öpüşmek ve fercin dışındaki temaslar­da (tenlerin değmesinde) mezinin gelmesi halinde oruç bozulur.

Unutarak cima eden hakkında ise üç ayrı görüş vardır:

a) Kaza etmesi de, keffareti de gerekmez. Şafiî, Ebu Hanife ve çoğunluğun görüşü budur.

b)  Keffaret söz konusu olmaksızın kaza etmesi gerekir. Malik'in görüşü budur.

c) Her ikisi de gerekir. Ahmed'den meşhur olan görüş budur. Ramazan gündüzünde kasten cima halinde keffaret, fukahanın ittifakı ile vacibdir. Aynı şekilde Hanefîlerle Malikîlere göre kasten yiyip içmekte de hüküm böyledir. Gündüzün geri kalan kısmında ise imsak etmek icabeder. İlim adamlarının ço­ğunluğuna göre ise Ramazan dışında oruç açmaktan dolayı kefaret icabetmez.

Hanefîlere göre birkaç günde oruç açmanın tekrarlanması sebebiyle keffa-retler birbirine girerse (tedahül) sadece tek bir keffaret icabeder. Ancak cum­hurun görüşüne göre değişik günlerde iftar etmek söz konusu olursa keffaretin sayısı da artar.

Ramazan ajanda kocası tarafından kendisiyle ilişki kurulan kadına neyin gerektiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Malikîler, Hanefî-ler ve Hanbelüer der ki: Eğer isteyerek kocasına itaat etmiş ise kocanın mükel­lefiyeti ne ise ona da o düşer. Ancak buna zorlanmış ise, kadına kefaret gerek­mez. Şafiî der ki: Kadına keffaret lazım değildir, sadece kaza etmesi gerekir. İs­ter isteyerek itaat etsin, ister zorlayarak olsun.

Cumhura göre, bakarak veya düşünerek menisi gelene keffaret yoktur. Hanbelîlere göre ise keffaret gerekir. Hanefîlere göre ise orucu dahi bozulmaz. [111]

 

Oruca Dair Hükümler

 

186-  Kullarım senden beni sorarlarsa işte ben muhakkak pek yakınım. Bana mut­ onlar da  Olur ki doğru yola ulaşırlar.

187- Oruç gecesinde kadınlarınıza yak­laşmak size helal kılındı. Onlar sizin için bir elbise siz de onlar için bir elbi­sesiniz. Allah nefislerinize karşı hain­lik etmekte olduğunuzu bildiği için tevbenizi kabul etti, sizi affetti. Artık onlara yaklaşın ve Allah'ın size takdir ettiğini isteyin. Fecrin beyaz ipliği si­yah ipliğinden tarafınızdan seçilinceye kadar yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâf-ta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah'ın sınırları­dır. Sakın onlara yaklaşmayınız. İşte Allah ayetlerini böylece insanlara açıklar; takva sahibi olsunlar diye.

 

Belagat:

 

"Kadınlarınıza yaklaşmak", cimâ'dan kinayedir.

"Onlar sizin için bir elbise, siz de onlar için bir elbisesiniz." buyruğunda is­tiare vardır. Eşlerin her birisi ötekine yaklaşmak ve sarılmak dolayısıyla sahi­bini bürüyen elbiseye benzetilmiştir.

"Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden..." buyruğu da bir istiaredir. Bununla sabahın beyazı, beyaz ipliğe, gecenin siyahı da (karanlığı) siyah ipliğe benzetil­mektedir.

"İplik" tabiri bir mecazdır. İki ipliğe benzetmenin sebebi, tanyerinin ağar­ması esnasında oldukça ince olduklarından dolayıdır. Zemahşerî der ki: Bu, be­liğ bir teşbihtir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Fecrin" buyruğu bunu istiare olmaktan çıkartmıştır. Nitekim "Bir arslan gördüm" ifadesi bir mecazdır. Eğer "filan" keli­mesini de kullanırsanız bu, benzetme olur. "Fecrin" ifadesi ise beyaz ipliği beyan etmektedir. Bununla siyah ipliğin beyanına gerek kalmamıştır. Çünkü on­lardan birisinin beyan edilmesi ötekinin beyanıdır. Ayrıca "min = den, dan" (me­alde "fecrin" sonundaki "in" takısı) teb'îz (yani onun bir kısmını ifade etmek) için olabilir. Çünkü bu, fecrin bir kısmı ve başlangıcıdır (el-Keşşâf, I, 258). [112]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İşte ben muhakkak" ilmimle onlara "pek yakınım." Onlara bunu haber vereceğim. "O halde onlar da bana icabet ve iman etsinler." Benim onlara yaptı­ğım itaat ve iman çağrımı kabul etsinler, bana imanlarını sürdürsünler, "Olur ki doğru yola ulaşırlar" hidayet bulurlar.

"Rafes=yaklaşmak"m asıl anlamı kötü ve çirkin söz yahut kinayeli olarak anlatılması gereken şeyi açık seçik anlatmaktır. Daha sonra cima veya erkeğin hanımından istediği her şey hakkında kullanılır olmuştur.

"Onlar sizin için bir elbise..." eşlerden her birisi diğerine elbise durumun­dadır. Çünkü elbise nasıl insanı örtüyor ve onu çıplaklıktan koruyor ise eş de eşini öylece örtüp korur. Kur'anî ifade onların birbirlerine sarılmaları yahut her birinin ötekine olan ihtiyacını açıklamak için kinayedir.

"Beyaz iplik" gündüzün beyazlığından uzayıp giden, iplik gibi incecik görü­nen, sonra da etrafa yayılan beyazlıktır.

"Siyah iplik" gündüzün beyazlığına karışarak gecenin uzayıp giden siyah­lığıdır. Bu da adeta uzunluğuna bir ipliği andırır.

"Fecrin" yani fecr-i sâdıkın. Burada "beyaz iplik" beyan edilmektedir. Si­yah ipliğin beyanı ise hazfedilmiştir. Yani gecenin siyah ipliğidir. Birincisi ile yetinilmesinin sebebi, birincisinin beyanı ikincisi için de beyan olduğundan do­layıdır. Görülen beyazlık ile onunla birlikte uzanan siyahlık, uzayıp gitme ba­kımından beyaz ve siyah iki ipliğe benzetilmektedir.

"Sonra orucu" tanyerinin ağarmasından itibaren "geceye" yani güneşin ba­tışına "kadar tamamlayın." Tamamlamak eksiksiz bir şekilde eda etmek de­mektir.

"Mescidlerde itikafta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın." Yaklaşma (mübaşeretin gerçek anlamı) tenlerinin birbirine değmesidir. Bu­nunla anlatılmak istenen ise cimâ'dır. İtikaf sözlükte bir yerde kalmak, ayrıl­mamak demektir. Şer"an ise Yüce Allah'a itaat ve O'na yaklaşmak üzere mes-cidde durmak demektir.

"Allah'ın sınırları." Sınırlar anlamına gelen "hudûd"un tekili had'dir. Söz­lükte iki şey arasındaki engel demektir. Daha sonra Yüce Allah'ın kullan için teşrî' buyurduğu hükümler hakkında kullanılmıştır. Şayet bundan sonra "onla­ra yaklaşmayınız" buyruğu gelirse bundan kasıt, onun yasakladığı ve haram kıldığı şeylerdir. Eğer ondan sonra "onları aşmayınız" buyruğu gelirse maksat O'nun koyduğu hükümlerdir. Yani sınır ve miktarını belirlediği hükümlerdir. İnsanın onları aşması caiz olmaz. Şayet "hudud" ile genel olarak bütün hüküm­ler kastedilirse o takdirde Yüce Allah'ın: "Sakın onlara yaklaşmayınız" buyruğundan, onları değiştirmeye kalkışmayınız, ya da hak alanı ile batıl alanı bir­birinden ayıran sınıra yaklaşmayınız, demek olur. Tıpkı hadis-i şerifte geçen: "Her kim yasak bölgenin etrafında dolanır durursa fazla geçmez ona düşer" ha-disindeki yasak bölgeye yaklaşmanın men edildiği gibi. [113]

 

Nüzul Sebebi

 

186.  ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî ve başkaları Muaviye b. Hayde'den, onun babasından, onun da dedesinden şöyle dediğini ri­vayet etmektedirler: Bir bedevi Resulullah (s.a.)'ın yanına gelip şöyle dedi: Rabbimiz yakın mıdır, eğer yakınsa O'na yavaşça dua edelim. Yoksa uzak mı­dır? Eğer uzaksa O'na yüksek sesle seslenelim? Hz. Peygamber sustu. Bunun üzerine: "Kullarım seni benden sorarlarsa..." ayeti nazil oldu. Başka bir takım sebepler de rivayet edilmiştir; bunları "Açıklaması" başlığı altında zikredece­ğiz.

187.  ayet-i kerimenin nüzul sebebi ile ilgili olarak da Ahmed, Ebu Davud ve Hakim, Muâz b. Cebel'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Önceleri uyumadıkları sürece yer, içer ve hanımlarına yaklaşırlardı. Uyudular mı bun­lardan uzak dururlardı. Daha sonra kendisine Kays b. Sırma denilen En-sar'dan bir adam yatsı namazını kıldı ve sonra yemeden içmeden uyudu. Niha­yet sabah oldu. Sabah olduğunda oldukça bitkin idi. Hz. Ömer de uyuduktan sonra hanımına yaklaşmıştı. Peygamber (s.a.)'in yanma gelip durumunu anla­tınca Yüce Allah, "Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak... sonra orucu gece­ye kadar tamamlayın." buyruğuna kadar olan bölümü indirdi.

Bu durum şunu göstermektedir: Oruç farz kılındığında her kişi kendisi için daha ihtiyatlı olanı, takvaya daha yakın olanı yapmaya gayret gösteriyor­du. Bu durum, bu ayet nazil oluncaya kadar devam etti.

"Fecrin" kelimesinin ibarede bulunması sebebiyle ilgili olarak Zemahşerî şunları söylemektedir:

Eğer Yüce Allah "Fecrin" buyruğunu zikretmemiş olsaydı "iki ip"in istiare olarak kullanıldığı bilinemezdi. O bakımdan "fecrin" kelimesi ilave edilerek, bu beliğ bir teşbih haline gelmiş ve istiare olmaktan çıkmıştır.

Desen ki: Peki, bu beyana rağmen Adiyy b. Hatim nasıl oldu da işin için­den çıkamadı ve durumunu şöylece dile getirdi: Biri siyah biri beyaz iki ip al­dım. Bunları yastığımın altına koydum. Geceleyin kalkıyor ve bu iplere bakı­yordum. Beyazı siyahtan ayırdedemiyordum. Sabah olduğunda Resulullah (s.a.)'ın yanına gittim. Ona durumu bildirince güldü ve: "Gerçekten senin yastı­ğın oldukça enli imiş." Şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Sen kafası enli (saf­ça) bir kimsesin. Orda kastedilen gündüzün beyazlığı ile gündüzün siyahlığı­dır." Senin bu soruna karşılık cevabım şudur: (Adiyy b. Hatim) oradaki beyana dikkat edememiştir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.) kafasının enli olduğunu söylemiştir. Çünkü bu ifade kişinin uyanıklığının ve dikkatinin azlığına delil­dir.

Desen ki: Sehl b. Sa'd es-Saidî'den gelen şu rivayet hakkında ne dersin: Bu ayet-i kerime nazil oldu ve bu arada "fecrin" ifadesi nazil olmadı. O bakım­dan bazıları oruç tutmak istediklerinde onlardan birisi ayağına beyaz ve siyah iplik bağlar. Bu iplikleri birbirinden ayırdedebilene kadar yemesine ve içmesi­ne devam ederdi. Daha sonra "fecrin" buyruğu nazil oldu. Böylelikle bununla gece ile gündüzün kastedildiğini anlamış oldular." [114] Bu durumda beyanın te­hiri nasıl caiz olur? Halbuki bu, bir çeşit abesi andırır, zira bundan muradın ne olduğu anlaşılamamaktadır. Delaleti olmadığından dolayı istiare değildir. "Fec­rin" kelimesi zikredilmeden önce de teşbih de değildir. Buna göre ondan haki­katten başka bir şey anlaşılmaz. Halbuki hakikat kastedilmemektedir.

Derim ki: Beyanın ertelenmesinin caiz olmadığı fukaha ve kelamcıların çoğunluğunun görüşü olup aynı zamanda bu Ebu Ali ile Ebu Haşim'in de görü­şüdür. Bunlara göre bu hadis sahih değildir. Bunu caiz kabul edenler ise, şöyle derler: Bu abes bir iş değildir. Çünkü muhatap bundan hitabın vücubunu anlar ve bundan muradın ne olduğunun açıklanmasını istediği vakit de onu yapma azim ve kararını verir. [115]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerimeler itaat, ihlas, âdâb, ahkâm, müminleri hidayet ve doğru­luğa hazırlayan Yüce Allah'a dua ile yönelmek gibi, oruç ibadetinde olsun, onun dışında kalan diğer itaatlerde olsun, riayet etmeleri gereken hususları müminle­re öğretmekte, kullara hatırlatmaktadırlar. Ayetlerarası ilişki kurma yönü ile il­gili olarak Kadı Beydavî şunları söylemektedir: Şunu bil ki Yüce Allah müminle­re Ramazan ayı orucunu tutmalarını ve sayıya riayet etmelerini emredip tekbir ve şükür görevlerini yerine getirmeye teşvik etmenin akabinde, hallerinden ha­berdar olduğuna, sözlerini işittiğine, dualarına cevap verdiğine, amellerinin kar­şılıklarını vereceğine delalet eden bu ayet-i kerimeyi irad buyurmakla bu emrini tekid etmekte ve emrini yerine getirmek üzere onları teşvik etmektedir.

Bu ayet-i kerimenin nüzul sebebi hakkında şu da rivayet edilmiştir: Pey­gamber (s.a.); Yüce Allah'a Hayber gazasmda yüksekçe sesle dua ettiklerini işi­tir, onlara şöyle buyurur: "Ey insanlar! Kendinize merhamet ediniz. Sizler ne sa­ğır birisine ne de burada bulunmayan uzaktaki birisine dua ediyorsunuz. Sizler, her şeyi işiten ve her şeyi bilen birisine dua ediyorsunuz. O sizinle beraberdir."

Katade'den gelen rivayete göre de ashab-ı kiram şöyle dedi: Ey Allah'ın peygamberi, Rabbimize nasıl dua edelim? Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurdu.

Yine rivayet edildiğine göre: "Ey iman edenler! Oruç... yazıldı." ayet-i keri­mesi nazil olunca, bundan uyuduktan sonra yemek yemenin haram olduğunun kastedildiğini sandılar. Daha sonra yemek yediler, pişman oldular, tevbe etti­ler. Resulullah (s.a.)'a da: Acaba Yüce Allah tevbemizi kabul eder mi? diye sor­dular. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Burada "yakın olmak"tan kasıt, mekan itibariyle yakınlık değildir, aksine maksat ilim ile ve duanın kabulünü gerektiren bir yakınlıktır. Selefilerin görü­şüne göre Kur'an-ı Kerim ve sünnette zikredilen Allah'a yakınlık ve O'nun kul-larıyla beraber olması, O'nun yüceliğine ve yüksekte olmasına dair zikredilen­lere aykırı değildir. Şüphesiz O, şanı Yüce Allah her türlü noksanlıktan münez­zehtir, ve O'nun gibi hiç bir şey yoktur.

"Kullarım senden beni sorarlarsa" mealindeki 186. ayet-i kerimenin anla­mı şudur: Yani kullarım sana benim zatım hakkında soru sorarlarsa... Bu da yakınlık veya uzaklık cihetiyledir. De ki: Şüphesiz ben onlara çok yakınım. Ya­ni onların durumlarını bilir, sözlerini işitir, amellerini görürüm. Bu ayette kas­tedilen yakınlık ile benzeri bir diğer ayette kastedilen yakınlık aynıdır: "Ve biz ona şah damarından daha yakınız" (Kaf, 50/16). Benimle herhangi bir kimse arasında bir perde yoktur. Aracısız, ihlâsla bana dua edip duası ile birlikte ih-lasla amelde bulunan kimsenin duasını kabul ederim.

Duanın kabul edilmesi, rızık kazanma yollarının kolaylaştırılması, şifa, basan, sebeplere bağlı sonuçların ilahî başarı ve gözetim ile gerçekleştirilmesi gibi hususları da kapsar.

Duanın kabul edilebilmesi için şunlar da gereklidir: Sahih iman ile Al­lah'ın emirlerini kabul etmek, itaat etmek, kullar için faydalı olan namaz, oruç, zekât, hac ve benzeri ibadetleri gerçekleştirmek. O vakit Yüce Allah ku­lunun amellerine en güzel şekliyle mükâfat verir. Yüce Allah'a ihlâsla yapılan ameller iman ile birlikte yapıldıkları takdirde, bunlar doğruyu bulmak için dünya ve ahireti kuşatan hayra iletilmek için bir yoldur. Çünkü onlar Yüce Al­lah'ın kendilerini çağırdığı şeye icabet ettikleri takdirde, O da onların duaları­na, isteklerine icabet eder. Burada icabet (kabul etmek) teslim olmak ve itaat­le bağlanmak demektir. İman ise kalben boyun eğmek ve itaate yönelmek de­mektir.

186. ayetteki: "le'alle=olur ki" umut ifade etmektedir. Bu ise Allah hakkın­da imkânsızdır. Çünkü şanı Yüce Allah (ihtimallilikten) yücedir ve buna ihtiya­cı yoktur. O bakımdan Kur'an-ı Kerim'de varid olduğu takdirde bu buyruk ile anlatılmak istenen: "Sizler amellerinizle doğru yola ulaşmayı umarak..." şek­linde olur veya ta'lil anlamına gelir, yani: "Doğru yola ulaşmanız için..." anla­mına gelir. Bunun da anlamı: Nasıl hidayet bulacaklarını ve nasıl itaat edecek­lerini öğrenirler; şeklindedir.

İbni Teymiyye der ki: O şanı Yüce Allah, arş'm fevkindedir. Kullarını görüp gözetir, onlar üzerinde mutlak hakimiyet sahibidir. Onların hallerinden haber­dardır, onlara muttalidir. Bunun kapsamına O'nun mahlûkatına yakın olduğuna iman da girmektedir. Sahih hadiste şöyle buyurulmaktadır: "Şüphesiz kendisine dua ettiğiniz zat herhangi birinize devesinin boynundan daha yakındır."

Yüce Allah'ın, "İşte Allah ayetlerini böylece insanlara açıklar" buyruğunun anlamı da şudur: O sizlere orucu, hükümlerini, ona dair şer5! hükümleri ve et­raflı açıklamaları beyan ettiği gibi, Peygamberi Muhammed (s.a.) vasıtasıyla sair hükümleri de beyan eder. [116]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İbni Kesîr der ki: Duaya teşvik eden bu Yüce Allah'ın ayet-i kerimeyi oru­cun hükümleri arasında zikretmesinde, oruç günlerini tamamlama esnasında -hatta her oruç açıldığında- dua etmenin lüzumuna dair bir irşad vardır. Nite­kim İmam Ebu Davud et-Tayâlisi Müsned' inde Abdullah b. Amr'dan şöyle de­diğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken işittim: "Oruç tu­tan için orucunu açtığı esnada kabul olunacak bir dua vardır." O bakımdan Abdullah b. Anar orucunu açtığında hanımını ve çocuklarını çağırır ve dua ederdi. Bu hadisi İbni Mace de şu lafızla rivayet etmektedir: "Oruç tutan için orucunu açtığında reddolunmayacak bir dua vardır." Abdullah b. Amr da oru­cunu açtığı vakit şöyle derdi: "Allah'ım, her şeyi kuşatan rahmetinle senden bana mağfiret etmeni diliyorum." İmam Ahmed'in Müsned'inde Tirmizî'nin, Nesaî ve İbni Mace'nin Sünenlerinde de Ebu Hureyre'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Üç kişinin duası geri çevrilmez: Adil imam (devlet yöneticisi), orucunu açıncaya kadar oruçlu. Mazlumun du­asını ise Yüce Allah Kıyamet gününde bulutlara yakın yükseltir, semanın kapı­ları o duaya açılır ve şöyle buyurulur: İzzetim hakkı için... ben sana yardım edeceğim, bir süre sonra olsa dahi." [117]

Dua Fayda Verir mi?:

Bazıları duanın faydasının olmadığını iddia etmişlerdir. Çünkü hakkında dua yapılan husus, eğer Yüce Allah'ın ilminde vukua gelecekse o mutlaka mey­dana gelecektir. Eğer vaki olmayacak ise kaçınılmaz olarak vaki olmayacaktır. Ancak cumhurun tespitine göre dua ubudiyyetin en önemli makamlarmdandır. Çünkü Yüce Allah, "Bana dua edin, ben de duanıza cevap vereyim (kabul ede­yim)." (Mümin, 40/60) diye buyurmaktadır. Burada Yüce Allah'ın bizden dua yapmamızı istemesi, onun faziletine delalet eden hususlardandır. Bir diğer ayet-i kerimede ise Yüce Allah kendisine dua edilmediği takdirde gazab edece­ğini beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Hiç olmazsa onlara azabımız gel­diğinde yalvarsalardı. Fakat kalpleri katılaşmıştı. Şeytan da onların yaptıkla­rını kendilerine süslü gösterdi." (En'âm, 6/43).

Peygamber (s.a.) de şöyle buyurmaktadır: "Dua ibadetin özüdür." [118]

Yine şöyle buyurmaktadır: "Dua ibadetin kendisidir." [119] Hz. Peygamber: "Bana dua edin ben de duanızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) ayetini okudu ve "Dua müminin silahı, dinin direği, göklerin ve yerin nurudur" diye buyur­du. [120]

Yüce Allah'ın takdirinde bir takım şart ve sebeplere bağlı olan bir takım hususlar vardır; bunlardan birisi de duadır. Dua bir ibadettir. Dua bir marifet­tir. Çünkü gerçekten dua edenin duası onun Rabbini gereği gibi tanıyan, O'nun her şeye kadir olduğunu, kullarının üstünde Kahir olduğunu bilen bir arif (Al­lah'ı tanıyan) bir kimse olmasını gerektirir.

Bu ayet-i kerime duanın faydasına kesin bir delildir. Manası da açıkladığı­mız gibi şöyledir: Kullarım, sana mabuda dair soru sorarlarsa, onlara O'nun pek yakın olduğunu, itaate sevap verdiğini, dua edenin duasını kabul ettiğini, kulun oruç, namaz ve buna benzer yaptıklarını bildiğini bildir.

Yüce Allah'ın, "İşte ben muhakkak pek yakınım" buyruğundan kastedilen duayı kabul etmekle pek yakınım, demektir. İlim ile pek yalanım demek oldu­ğu da söylenmiştir.

"Bana dua ettiğinde dua edenin duasına mutlaka icabet ederim." Yani ba­na ibadet edenin ibadetini kabul ederim. Bu ibadetlerden birisi de duadır. Dua aynı zamanda ibadet anlamındadır. İcabet etmek ise kabul etmek demektir. Buna delil ise az önce kaydettiğimiz hadis-i şeriflerdir. Halid er-Rabaî şöyle dermiş: Ben bu ümmetin durumuna şaşıyorum. Allah: "Bana dua edin, ben de duanıza icabet edeyim." buyruğunda onlara dua etmelerini emretmekte ve -aralarında herhangi bir şart olmamakla birlikte- dualarını kabul edeceğini de vadetmektedir."

Fakat duanın kabul edilmesi kul açısından yerine getirilmesi gereken bir takım şartlara bağlıdır. Bunların bazısını şöyle sayabiliriz: Yüce Allah'ın belir­lediği sınırlarını çiğnemek suretiyle haddi aşmamak. Bilerek veya bilmeyerek büyük bir günah üzerinde ısrar eden herkes haddi aşan bir kimsedir. Yüce Al­lah da haddi aşanları sevmeyeceğini haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: "Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Şu bir gerçektir ki O, haddi aşanları sevmez." (A'râf, 7/55). Peygamber (s.a.) de Ebu Said el-Hudrî tarafın­dan rivayet edilen bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır: "Kendisinde gü­nah ve akrabalık bağını kesme amacı bulunmayan bir duada bulunan her bir müslümana bu duası sebebiyle Allah mutlaka şu üç şeyden birisini verir: Ya acilen onun bu duasındaki isteğini verir, ya ona (ahirete) saklar ya da onun (is­tediği iyiliğin) bir misli kötülüğü ondan alıkoy ar."

Müslim'de yer alan Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen bir hadis-i şe­rifte de Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Bir günah yahut akrabalık bağı­nı kesmeyi istemediği sürece müslüman kulun duası- acele etmediçe- kabul olu­nur." "Ey Allah'ın Rasulü acele etmek nedir? diye sorulunca, şöyle buyurdu: "Kul dua ettim, dua ettim ama duamın kabul olunduğunu görmedim, der ve ar­tık dua itmekten vazgeçer."

Duanın kabul edilmesini engelleyen hususlardan birisi de haram yemek ve bu anlamdaki işlerdir. Çünkü Resulullah (s.a.) sahih hadiste şöyle buyur­muştur: "Kişi saçı birbirine karışmış, toza bulanmış olarak uzunca bir yolculuk yapar. Ellerini: Yarabbi! Yarabbi! diye semaya uzatır, fakat yediği haram, içtiği haram, giydiği haram. Haram ile beslenmiş. Böyle birisinin duası nasıl kabul olunur?"

Duanın kabul olunması için dua edende, duanın kendisinde ve duada ta­lep edilende bulunması gereken diğer bir takım şartlar vardır. [121]

 

Dua Edende Bulunması Gereken Şartlar:

 

Allah'tan başka kudret, sahibi bir kimsenin olmadığını, aracıların dahi O'nun kabzasında ve O'nun yanında aciz ve güçsüz olduğunu bilmesi ve bu şu­urla samimi bir niyetle ve tam bir kalp huzuruyla dua etmesidir. Şüphesiz ki Allahu Teâlâ gaflet içerisinde, başka şeylerle oyalanan bir kalpten yapılan du­ayı kabul etmez.

Dua eden kimsenin haram yemekten uzak durması ve dua etmekten vaz­geçmemesi gerekir.

Yapılan duada aranan şartlar şunlardır: Duada istenilen şeylerin şer*an is­tenmesi ve yapılması caiz olan işlerden olması gerekir. Nitekim bundan önceki hadis-i şerifte: "Duasında günahı veya akrabalık bağını kesmeyi gerektirecek bir şey istemedikçe" denilmektedir. Bütün günahlar "günah=el-ism"in kapsamı­na girer. Akrabalık bağını kesmenin kapsamına ise, müslümanlarm bütün hakları ve müslümanlara haksızlıklar dahildir. Sehl b. Abdullah et-Tüsterî der ki: Duanın yedi tane şartı vardır: Tazarru, havf, reca, devamlılık, huşu, genel olması ve helal olmasıdır.

İbni Atâ'ya göre ise duanın kabulü için dört tane şartı vardır:

1- Tek başına kaldığı esnada kalbini muhafaza etmek

2- İnsanlarla birlikte iken dilini muhafaza etmek

3- Helâl olmayana bakmaktan gözünü muhafaza etmek

4- Midesini haramdan muhafaza etmek.

Dua etme vakitleri: Seher vakitleri, oruç açma zamanlan, ezan ile kamet arası, Çarşamba günü öğle ile ikindi arası, sıkıntı ve zaruret halleri, yolculuk ve hastalık hali, yağmurun yağdığı vakit, Allah yolunda düşmana karşı durul­duğu zaman... Bütün bunlara dair çeşitli hadisler vardır.

Duanın şartları yerine geldiğinde dua kabul olunur. İbni Abbas der ki: Dua eden her kulun duası kabul olunur. Eğer duasında istediği şey dünyada ona rızık olarak tayin edilmiş ise verilir. Eğer dünyada onun için nzık olarak tayin edilmemiş ise karşılığı ahirette verilmek üzere saklanır.

Oruç ayeti olan 187. ayet-i kerime aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Geceleyin cimâ'm mubah, gündüz ise yemek ve içmek gibi haram olma­sı: Önceleri iftardan ve uyumadan sonra cima haram idi. Daha sonra nüzul se­beplerinde açıkladığımız gibi nesh edildi. Ayet-i kerimede sözü geçen orucun yasaklan yemek, içmek ve cimâ'dır. Öpmek, dokunmak ve benzerleri ise orucu bozmaz. Fakat bu, Malikîlerle Şafiîlerin görüşüne göre, kendisinden emin ol­mayan ve nefsine hakim olamayan kimseler için mekruhtur. Tâ ki bu, orucu if-sad edecek şeye sebep teşkil etmesin. Ebu Hanife, arkadaşları, es-Sevrî, Ha-san-ı Basrî ve Şafiî ise şöyle demektedirler: Öpmekten dolayı kişinin menisi gelse, orucunu kaza etmesi gerekir, keffaret yoktur. Öpmekten dolayı mezisi gelse herhangi bir şey gerekmez. Ahmed b. Hanbel der ki: Öpüşmekten dolayı mezisi veya menisi gelse kaza etmesi gerekir, keffaret düşmez. Ancak kasten veya unutarak cima edip eşiyle birleşen kişi bundan müstesnadır. Malik böyle bir kimsenin kaza ve keffarette bulunmasını vacib (farz) görürken, cumhur bakmak dolayısıyla boşalan kişi için keffaret yoktur, derler. Hanbelîlere göre ise, ona keffaret gerekir. Hanefîlere göre de orucu bozulmaz.

2- Tanyerinin ağardığmdan, güneşin batışına kadar oruç bozan şeylerden uzak durmanın vücubu. Bununla birlikte Hanefîlerin dışında kalan cumhurun görüşüne göre tanyerinin ağarmasından önce niyet şarttır. Çünkü oruç bir çeşit ibadettir, niyetsiz sahih olmaz.[122] Niyetin unutulmaksızın hatırda tutulması orucun tamamlayıcı unsurlarındandır. Fakat fiilen iptal etmek dışında orucun dışına çıkılmaz. Niyyet ile oruç bozulmuş olmaz. Hanefiler ise der ki: Niyyetin geceden yapılması lazım değildir. Çünkü Yüce Allah'ın, "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın." buyruğu buna delildir. "Sonra" araya fasıla girmemiş ol­mayı ifade eder.

3- İlim adamlarının çoğunluğu cünub olarak sabahlayan kimsenin orucu­nun sahih olduğunu kabul etmektedir. İbnü'l-Arabî der ki: "Bu icmâ ile caizdir. Bu konuda ashab-ı kiram arasında bir takım sözler söylenmiş, daha sonra cü­nub olarak sabahı eden kimsenin orucunun sahih olduğu kabul edilmiştir." [123] Cünüblük orucun sıhhatini etkilemez. Zira cünubluğun oruç ile birlikte bulun­ması bir zaruret dolayısıyladır. Çünkü kişinin tanyeri ağarmasından önce ha­nımı ile ilişki kurması caizdir. Ayrıca: "Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden ta­rafınızdan seçilinceye kadar yiyin için" ayeti kişinin tanyeri ağanncaya kadar cünüb kalabilme ihtimalini de göstermektedir. Bu durumda kişi orucun bir bö­lümünde cünüb kalabilmektedir. Çünkü "... kadar" buyruğu nihaî vakti beyan etmek üzere kullanılan bir ifadedir. Herhangi bir kimse için böyle bir beyanın meydana gelmekle birlikte, tanyerinin ağarması üzerinden bir süre geçmedikçe yemenin onun için haram olması sahih olamaz.

Fakat namaz için gusletmek farzdır. Çünkü Yüce Allah, "Ve eğer cünüb ise­niz temizleniniz." (Maide, 5/6) diye buyurmaktadır.

4- Ayhali olan kadın temizlendiği durumda, cumhurun görüşü şudur: Ay-hali olan kadın eğer tanyeri ağarmadan temizlenirse ve sabah oluncaya kadar gusletmezse oruç tutması icabeder ve bu yeterli olur. Kasten veya unutarak gusletmeyi terketmesi -cünüb gibi- farketmez.

el-Evzaî der ki: O günün kazasını yapar. Çünkü gusletmekle ihmalkâr ve kusurlu davranmıştır.

Kadın Ramazanda geceleyin temizlenecek olursa ve bu durumunun tanye­ri ağardığından önce mi gerçekleşti, sonra mı gerçekleşti bilemezse, o günün orucunu tutar ve ihtiyaten kazasını yapar, ona keffaret düşmez.

5-  Hacamat oruçlunun orucunu bozmaz. Çünkü Resulullah (s.a.), Veda Haccmda ihramlı ve oruçlu iken hacamat yaptırmıştır. O takdirde bu, Şeddâd b. Evs'in Mekke'nin fethedildiği yılda söylediği: "Hacamat yapanın da yapıla­nın da orucu bozulmuştur." şeklindeki hadisini neshedici olur.

6-  Kişi bulut veya bir başka sebep dolayısıyla güneşin battığını zannedip orucunu açtıktan sonra durumun böyle olmadığını görse ilim adamlarının ço­ğunluğunun görüşüne göre o kişinin orucunu kaza etmesi gerekir. Aynı şekilde müezzin yanlışlıkla güneş batmadan önce ezan okusa veya iftar topu güneşin batışından bir dakika önce dahi olsa patlayacak olsa ve kişi bunlara binaen orucunu açsa kaza etmesi icabeder.

Eğer güneşin batışında şüphe etmekle birlikte, oruç açarsa Malik'in görü­şüne göre kaza ile birlikte keffaret de gerekir. Ancak zann-ı galibi ile birlikte güneşin battığını zannetmesi müstesnadır.

Tanyerinin ağardığında şüphe eden bir kimsenin yemekten uzak durması gerekir. Bu şüphesine rağmen yemeğe devam ederse, unutmuş kimse gibi -Ma­lik'in mezhebinde- kaza etmesi gerekir. Ebu Hanife ile Şafiî der ki: Tanyerinin ağardığı onun için açıkça belli olmadıkça bir şey gerekmez. Tanyerinin ağardığı açıkça ortaya çıkarsa mezheplerinin ittifakı ile kaza etmesi icabeder. Çünkü "hatalı olduğu apaçık belli olan zanna itibar olunmaz."

Ramazanın ilk gecesi hilâl hava kara bulutlu olduğundan dolayı görülme­miş olup daha sonra o günün Ramazandan olduğu ortaya çıkarsa, kaza etme­nin gereği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Dar-ı harbte esir olan kimse de ay­nı şekilde Şaban ayında olduğunu zannedip yemek yese, sonra da bunun böyle olmadığını anlasa o da kaza eder.

İbni Kesîr der ki: Yüce Allah'ın tanyerinin ağarmasına kadar yemek ye­meyi mubah kılması sahurun müstehab oluşuna delildir. Çünkü bu bir ruhsat kabilindendir. Ruhsatı kullanmak ise istenilen bir şeydir. Bundan dolayı Resulullah (s.a.)'tan sabit olan sünnette sahura teşvik söz konusudur. Buharî ile Müslim'de Enes'den şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.) bu­yurdu ki: "Sahur yiyiniz. Çünkü muhakkak sahurda bir bereket vardır."

Tanyerinden maksat fecr-i sâdıktır, kâzib olan fecir değildir. Buna delil ise Hz. Aişe'nin Buharî ile Müslim'deki şu hadisidir: "Bilâl'in ezan okuması sizi sa­hur yemekten alıkoymasın. Çünkü o daha gece iken ezan okur. Sizler İbni Üm-mi Mektûm'un ezanını işitinceye kadar yiyiniz, içiniz. Çünkü o tanyeri ağar-madıkça ezan okumaz." Bu hadisin lafzı Buharî'ye aittir. Kays b. Talk'ın babasmdan naklettiği hadiste ise şöyle denilmektedir: "Ufukta görülen uzunlaması­na fecir, fecir değildir. Asıl fecir enine olan kırmızı fecirdir."

İsnadı ceyyid, mürsel bir hadiste de şöyle denilmektedir: "Fecir iki türlü­dür: Kurdun kuyruğunu andıranı hiç bir şeyi (yemeyi) haram kılmaz. Fakat ufukta (enine) uzanıp gideni ise namazı helal yemeyi de haram kılar."

7- Yüce Allah'ın, "Sonra orucu geceye kadar tamamlayın." buyruğu visal orucunun yasaklandığını göstermektedir. (Günü oruçlu geçirdikten sonra iftar etmeden diğer günün orucunu tutmak) Çünkü gecenin başlangıcı orucun son vaktidir. Nitekim Buharî'nin kaydettiği rivayet de Visal orucunun yasaklandı­ğını pekiştirmektedir. Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Visalden uzak du­runuz, Visalden uzak durunuz." O bakımdan Visal ilim adamlarının cumhuru­nun görüşüne göre mekruhtur. Kimisi de Kur'an-ı Kerim'in zahirine muhalefet ve Kitap Ehli'ne benzeme söz konusu olduğundan dolayı onu haram kabul et­mişlerdir. Müslim ve Ebu Davud şu hadisi rivayet etmektedirler: "Bizim orucu­muz ile Kitap Ehli'nin orucu arasındaki ayırıcı özellik sahur yemeğidir."

Buharî de Ebu Saîd el-Hudrî'den Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken din­lediğini nakletmektedir: "Visal orucu tutmayınız. Sizden herhangi bir kimse Visal tutmak isterse sehere kadar Visal yapsın." Ashab: Sen Visal yapıyorsun ey Allah'ın Rasulü? deyince, Hz. Peygamber: "Ben sizin gibi değilim. Ben bana yemek yediren birisi, bana su içiren birisi olduğu halde geceyi geçiririm" diye buyurdu. İşte bu, orucu açmanın seher vaktine kadar ertelenmesinin mubah olduğunu göstermektedir. Visal orucu tutmak isteyen kimse için bu, son vakit­tir. Ancak bir günün ikinci güne yetiştirilmesini de yasaklamaktadır. Ahmed, İshâk ve İmam Malik'in arkadaşı İbni Vehb böyle demiştir.

Kurtubî der ki: İslam'ın üstünlüğü ve düşmanlara muhalefet için visalin terkedilmesi daha evlâdır. Bu derecelerin en yükseği, makam ve mevkilerin en üstünüdür.[124]

Yine bu ayet-i kerime güneşin batışı vaktinin iftarın vakti olduğunu gös­termektedir. Ayrıca Buharî ile Müslim'de yer alan Hz. Ömer'den gelen hadis de buna delildir. Hz. Ömer dedi ki: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Gece bu taraftan gelir, gündüz bu taraftan giderse oruçlu kimse iftar eder."

Hanefiler bu ayet-i kerimeden kişinin başlamış olduğu nafile orucunu ta­mamlamasının gerektiği anlamını çıkartmışlardır. Çünkü oruç lafzı her türlü orucu kapsayan genel bir kelimedir. Buna göre mükellefin başladığı her bir orucu tamamlaması gerekir. Zira Yüce Allah orucun geceye kadar tamamlan­masını emretmektedir. Emir ise vücub ifade eder. Şayet onu geceye kadar ta­mamlayacak olursa, o günü kaza etmesi gerekir. Namaz, hac ve oruç gibi nafile bütün ibadetlerde de hüküm böyledir. Bu ibadetlere başlamak onları tamamla­mayı icabeder. Yarıda bıraktığı takdirde ister mazereti bulunsun, ister bulun­masın mutlak olarak onu iade etmesi gerekir. Buna dair delilleri ise Yüce Allah'ın, "Amellerinizi iptal etmeyiniz." (Muhammed, 47/33) buyruğudur. Başla­mış olduğu nafile bir amel ise de en nihayetinde bir ameldir. Dolayısıyla o ame­li iptal etmemesi vacibdir. O amel batıl olur veya kendisi onu iptal ederse, bir vacibi iptal etmiş olur ve onu iade etmedikçe borcundan kurtulamaz.

Malikîler konuyu etraflı bir şekilde ele alır ve şöyle derler: Eğer o ameli iptal ederse (bitirmeden bırakırsa) kaza etmesi gerekir. Şayet o ameli ifsad eden bir durum ile karşı karşıya kalmış ise, kaza etme sorumluluğu yoktur. Şa-fiîlerle Hanbelîler ise şöyle demektedir: Başlamış olduğu tatavvu kabilinden olan herhangi bir amelini yarıda keserse, Hanbelîlere göre -nafile haccın dışın­da- kaza etmesi gerekmez. Ancak nafile haccı tamamlaması icabeder. Buna da­ir delilleri ise Yüce Allah'ın, "İhsan edenler aleyhine bir yol yoktur." (Tevbe, 9/91) ayeti ile Hz. Peygamberin: "Tatavvu olarak oruç tutan kişi kendisinin emiridir." buyruğudur.

8- Oruç açan bir kimsenin orucunu taze veya kuru birkaç hurma veya bir­kaç yudum su ile açması müstehabdır. Çünkü Ebu Davud ve Darakutnî Enes'ten şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) namazını kılma­dan önce birkaç tane taze hurma ile oruç açardı. Taze hurma yoksa kuru hur­ma ile. Eğer kuru hurma da yoksa birkaç yudum su içerdi."

Darakutnî'nin İbni Abbas'tan yaptığı rivayet dolayısıyla iftar sonrası dua etmek müstehabdır. İbni Abbas der ki: Resulullah (s.a.) orucunu açtığında şöy­le derdi: "Allahım, senin için oruç tuttuk, senin rızkın ile orucumuzu açıyoruz, bizden kabul buyur. Şüphesiz ki sen herşeyi işitensin, herşeyi bilensin." Ebu Davud da İbni Ömer'den şöyle Peygamberimizin dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) oruç açtığı vakit şöyle derdi: "Artık susuzluğunuz gitti, damar­larımız suya kandı. İnşaallah da ecrimiz sabit oldu."

Müslüman kimseye oruç açtırmak mendubdur. Çünkü İbni Mace, Zeyd b. Halid el-Cühenî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyur­du ki: "Bir oruçluya iftar veren kimse ecirlerinden herhangi bir şey eksilmeksi-zin o iftar ettirdiği kimselerin ecri gibi ecir alır."

9- Şevval ayından altı gün oruç tutmak müstehabdır. Çünkü Müslim, Tir-mizî, Ebu Davud ve İbni Mace Ebu Eyyub el-Ensarî'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Her kim Ramazan ayını oruç ile geçirir, sonra da Şevval ayının akabinde altı gün daha oruç tutarsa bu onun için sene boyunca oruç tutmuş gibidir." Bununla birlikte Malikîler bu altı gü­nün Ramazandan sonra fasıla vermeksizin hemen tutulmasını mekruh gör­müşlerdir.

10- Cima itikafı bozar. Çünkü Yüce Allah, "Mescidlerde itikafta bulundu­ğunuz zaman hanımlarınıza yaklaşmayın." diye buyurmaktadır. Cima olmaksı­zın zevce ile mübaşeret (tenlerin değmesi) ise, eğer bundan lezzet almayı kas­tetmiş ise mekruhtur. Öyle bir kasdı yoksa mekruh olmaz. Çünkü Hz. Aişe Resulullah (s.a.) itikafta iken Hz. Peygamberin saçım tarardı. Bu sırada eliyle onun bedenine dokunması kaçınılmaz bir şeydi. İşte bu da şehvetsiz olarak mübaşeretin mahzurlu olmadığının delilidir. Bu Atâ, Şafiî ve İbnü'l-Münzir'in görüşüdür.

Öpmek ve tenlerin değmesi gibi cimâa yol açabilecek davranışlara gelince; inzal olmasa bile bunlar haramdır ve Malikîlere göre itikafı bozar. Cumhura göre ise bozmazlar. Ancak Şafiîler şöyle demektedirler: Onun mutad olan hali­ne göre eğer menisi inzal olursa bozulur. Başkaları ise şöyle demiştir: Öpmek, dokunmak ve bacakların birbirine değmesi gibi şehvet ile mübaşeret halinde inzal olduğu takdirde mutlak olarak itikaf bozulur.

11- İtikafın mescidde yapılması sünnettir. Sözlükte bir yerden ayrılmamak demektir. Şeriatte ise özel bir zamanda, özel şartlara uyarak özel bir yerde, özel bir itaata devam etmektir. İlim adamları itikafın vacib olmadığını, Allah'a yaklaştırıcı ibadetlerden ve nafilelerden bir ibadet olduğunu icmâ ile kabul ederler. Resulullah (s.a.) onun ashabı ve hanımları bu ibadette bulunmuşlardır. Adakta bulunmak suretiyle de yerine getirilmesi lâzım olur.

İlim adamları mescidden başka bir yerde itikaf olmayacağını icmâ ile ka­bul etmişlerdir. Çünkü Yüce Allah, "Mescidlerde" diye buyurmuştur. Malik'e göre asgari itikaf süresi bir gün ve bir gecedir. Ebu Hanife, Şafiî ve Ahmed'e göre ise asgari süresi bir lahzadır, azami süresinin ise sınırı yoktur. Onlara gö­re itikaf için oruç tutmak şarttır. Malikîler ise orucu mutlak bir şart olarak ka­bul etmişlerdir. Hanefîler ise yalnızca adanılan orucu itikaf için şart kabul et­mişler, diğer tatavvularda şart görmemişlerdir. Bunu şart koşanların delili ise Darakutnî ve Beyhakî'nin rivayet ettikleri: "Oruçsuz itikaf olmaz" şeklindeki zayıf nasstır.

İtikafta bulunan kimsenin itikaf yaptığı yerden zaruri durumlar dışında herhangi bir maksatla çıkması söz konusu değildir. Çünkü hadis imamları Hz. Aişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: "Resulullah (s.a.) itikafta bulun­duğu vakit bana başını yaklaştırır, ben de saçlarını tarardım. İhtiyacı dışında herhangi bir sebep dolayısıyla da eve girmezdi." Burada "ihtiyaç"tan kasdı bü­yük ve küçük abdesttir.

Malik ve Ahmed, Ramazanın son on gününde itikaf yapan kimsenin bay­ram gecesini -bayram namazını kılmak üzere mescidden gidinceye kadar- mes­cidde geçirmesini müstehab görmüşlerdir. Şafiî ve Evzaî ise, (Ramazanın son günü) güneş battığında itikafından çıkar, demişlerdir.

12-  Emir ve yasaklar ile ilgili olarak Allah'ın hükümlerine bağlı kalmak gerekir. Bunlardan bir tanesi de itikafta mübaşeret-ilişki yasağıdır. Bu emir ve yasaklar Allah'ın koyduğu "sınırlar"dır. Bunlara bu ismin veriliş sebebi kendi­lerinden olmayan şeylerin kendi bünyelerine girmesini engellediğinden ve ken­dilerinden olan bir şeyin de dışarıya çıkmasını engellediklerinden dolayıdır. Masiyetlere dair "hudud" tabirinin kullanılması da buradan gelmektedir. Çün­kü bu hadler kişileri tekrar benzeri işlere dönmekten alıkoyar. İddette (kadının yas tutmasına) "ihdad" denilmesi de bundan dolayıdır. Çünkü iddet bekleyen kadın süslenmekten uzak durur. [125]

 

Başkalarının Mallarını Batıl Yollarla Yemek

 

188- Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla  yemeyiniz ve bilip dururken insanla­ nn mallarından bir kısmını günah ile yemeniz için onları hakimlere aktarmayın.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz." Yani kiminiz kiminin ma­lını meşru olmayan bir yolla yemesin. Yemekten kasıt, almak ve ele geçirmek­tir. Bu ifadenin kullanılış sebebi, maldan gözetilen en büyük maksadın yemek olduğundan dolayıdır. Malın bâtıl yolla yenmesinin iki şekli vardır. Birincisi onu zulüm, hırsızlık, gasp ve buna benzer yollarla; diğeri ise kumar, şarkıcılık ücreti ve benzeri dinin haram kıldığı yollardan birisiyle elde etmektir. Ayet-i kerime her iki çeşit yolu da haram kılmaktadır. Batıl sözlükte, gidici veya zail olan anlamını taşır. Burada ise bâtıldan kasıt, hırsızlık ve gasp gibi şer'an ha­ram olan işlerdir. Karşılıksız olarak veya sahibinin rızası olmadan ya da hayır beklenmeyen yolda harcanan her türlü almayı ve vermeyi kapsar.

"Ve bilip dururken", bâtıl işlemekte ve günahkâr olduğunu bilerek "insan­ların mallarından bir kısmını günah ile" günah işleyerek, yani zulüm ve hak­sızlık ile "yemeniz için onları hakimlere vermeyin." Günah ile zulüm ve haksız­lık ile yemek, yalan şahitlik, yalan yere yemin yahut buna benzer yollardır. Buna "günah" deniliş sebebi, günahın o işi işleyene taalluk etmesindendir. Bu malların kısmen hakimlere menfaatimize mahkeme hükmünün verilmesi için rüşvet olarak vermek de yasaklanmaktadır. [126]

 

Nüzul Sebebi

 

Mukâtil b. Hayyân der ki: Bu ayet-i kerime Kindeli İbnu'1-Kays b. Abis ile Hadramevt'li Abdan b. Eşva' hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki: Bunlar Resulullah (s.a.)'ın huzurunda bir araziye dair davalaştılar. İmru'1-Kays davalı idi, Abdan ise davacı idi. Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi inzal buyurunca Abdan iddia ettiği arazide kendi aleyhine hüküm verdi ve ondan davacı olmadı. [127]

Said b. Cübeyr der ki: İmru'1-Kays b. Abis ile Hadramevt'li Abdan b. Eşva' bir arazi hakkında davalaştılar. İbn'ul-Kays ondan yemin istedi. İşte "Aranızda mallarınızı bâtıl yollarla yemeyiniz." ayeti onun hakkında nazil oldu. [128]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayetin kendisinden önceki buyruklarla ilişkisi gayet açıktır. Çünkü Yü­ce Allah'a oruç tutarak ibadet eden bir kimse, kendisini alışageldiği yemek, iç­mek, gündüzün kadınla ilişki kurmak vb. yasak fiillerden alıkoymaktadır. Böy­le bir kimsenin ancak kalbi nurlandıran, kalbin basiretini artıran, onu daha çok ibadete gayret göstermeye götüren, helâl yollarla elde edilen helal şeyleri yemesi, içmesi gerekir. Bundan dolayı Yüce Allah, oruç tutanın orucunun ka­bul olunmaması sonucuna götüren haram yemeyi yasaklamaktadır. [129]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah oruç ayetlerinde her insanın kendi malından yemesinin helâl olduğunu açıkladı. Burada başkalarının malını yemenin hükmünün sözkonusu edilmesi münasib düşmüştür.

Yüce Allah bizlere meşru' olmayan yollarla birbirimizin mallarını yemeyi yasaklamakta ve "mallar" kelimesini cemaate izafe ederek, hakikatte malın ümmetin veya cemaatin malı olduğunu hissettirmektedir. Çünkü İslâm ümme­ti birbiriyle arasında dayanışmalı tek bir ümmettir. Bununla ayrıca başkasının malına saygı duyup korumanın kişinin kendi malını koruyup saygı duyması ol­duğuna da dikkat çekmektedir. Dolayısıyla başkalarının malına haksızlıkla saldıran bu kişinin davranışı, kendisinin de bir ferdi ve bir üyesi olduğu üm­mete karşı bir cinayettir. Mallar ise kendilerine yasak kılınanlara ait zamire izafe edilmiştir. Çünkü onların birisi için yasak konulmuş, birisi de yasak kılın­mıştır.

Malın batıl yolla yenmesi, faiz ve kumar gibi hak yoldan olmayan bir şe­kilde alman her şeyi kapsamına alır. Çünkü bu bir karşılık olmaksızın alman bir maldır. Rüşvet ve batılı savunmak da bunun kapsamına girer. Çünkü bun­lar da zulme yardım ve destektir. Kazanma gücü olana sadaka vermek de böy­ledir. Çünkü böylelikle o kimse zelil kılınmaktadır. O sadakayı alan kişi, eğer ona gerçekten, zaruret icabı ihtiyacı yoksa o mal ona helâl olmaz. Hırsızlık ve gasp da bu yollardandır. Çünkü bunlar başkalarının mallarına bir saldırıdır. Gasbedilen mal ister ayni olsun, ister haksız menfaatler olsun, isterse de baş­kalarının menfaatine tecavüz etme, karşılıksız olarak işte çalıştırma ve ücreti eksik verme gibi bir yolla olsun, bütün bu hususlar malın batıl yolla yenmesi hükmüne girer.

Yetimin malını yemek de bir zulümdür. Dansözlerin, şarkıcıların ücretleri, fuhuş mukabili alınan para, okuyup üflemeler, muska yazmalar, Kur"ân hatim­leri karşılığında pazarlıkla alınan ücretler, kandırmak, yalan ve iftira yoluyla alman ücretler ve buna benzer haram ve caiz olmayan yollarla alınan ve sonunda cehenneme götüren bütün mallar da bu kabildendir. Çünkü haram ile beslenen cisme her şeyden çok yakışan ateştir.

Başka ayetlerle de batıl yollarla malların yenilmesi yasaklanmış bulun­maktadır ki, bunlardan bir tanesi şudur: "Ey iman edenler! Biribirlerinizin mallarını bâtıl yollarla yemeyin. Meğer ki aranızda karşılıklı bir anlaşma­dan doğan bir ticaret dolayısıyla olsun." (Nisa, 4/29); "Şüphe yok ki zulümle yetimlerin mallarını yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar." (Nisa, 4/10).

Yüce Allah'ın: "Onları hakimlere aktarmayın." buyruğunun anlamı ise, yalan yemin, yalan şahidlik ve buna benzer harama götürücü herhangi bir yol­la ve büyük menfaatler umarak malları hakimlere rüşvet olmak üzere verme­yiniz, demektir. Bu ayet-i kerime aşağıdaki şu iki hususu da kapsar:

1- Kendi lehlerine hakketmedikleri hükümleri vermeleri ve başkasının hakkını haksızca almaları gayesiyle hakimlere rüşvet vermek;

2- Batıl delile, hakikatleri değiştirmeye, yalan şahidliğe ve yalan yere ye­mine güvenerek anlaşmazlık konularını mahkemelere götürmek. Resulullah (s.a)'ın Mâlik, Ahmed ve Kütüb-i Sitte sahipleri tarafından rivayet olunan Üm-mü Seleme yoluyla gelen hadis-i şerifinde ümmetini sakındırdığı durum işte budur. Ümmü Seleme (r. anhâ) dedi ki: Resulullah (s.a.)'ın yanında idim. Miras kalmış birtakım mallar ve başka birtakım hususlarda biribirlerinden davacı olan iki kişi geldi. Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Ben ancak bir beşerim. Siz­ler ise bana gelip davalaşıyorsunuz. Belki sizden herhangi bir kimse diğerin­den delilini daha açık seçik bir şekilde ortaya koyabilir. Ben de onun lehine on­dan işittiğime uygun olarak hüküm verebilirim. Bilin ki her kime kardeşinin hakkını (bu şekilde yanılarak) vermeye hükmedecek olursam onu almasın. Çünkü ben o kimseye cehennem ateşinden bir parça kesip vermiş oluyorum." Bunun üzerine her iki hasım ağlamaya başladı, her birisi ben malımı arkadaşı­ma helâl ediyorum, dedi. Hz. Peygamber de şöyle buyurdu: "Gidiniz, hakkı iyi­ce araştırınız. Sonra buna uygun olarak paylarınızı ayırınız, sonra da her biri­niz ötekine hakkını helâl etsin." [130]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerime İslam ümmetinin bütün fertlerine haksız yere birbirleri­nin mallarını yemeleri yasaklamaktadır. Kumar, aldatma, gasblar, haklan in­kâr etmek, mal sahibinin gönül hoşluğu ile vermedikleri veya gönül rızası ol­makla birlikte şeriatın helâl kılmadığı fahişelere verilen ücretler, kâhinlerin aldıkları ücretler[131], içki ve domuz ücretleri ve buna benzer haram eğlence yol­ları ile alınan bütün ücretler bu kapsamdadır.

Haksız olduğunu bile bile hakimin bir kimsenin lehine hüküm vermesi ta­bii ki malı bâtıl yollarla yemek kabilindendir. Ayet-i kerime haksız olduğunu bilerek o malı yiyen kimsenin günah altında kalacağını açıkça ifade etmekte­dir. Hakimin hükmü ile haram, hiç bir zaman helâl olmaz. Çünkü hakim, az önce kaydettiğimiz Hz. Ümmü Seleme yoluyla gelen hadis-i şerifinde gösteril­diği gibi zahire göre hüküm verir ve bu hüküm, vakıanın kendisine sunuluş bi­çimiyle ilgili bir hükümdür.

Bununla birlikte konu ile ilgili olarak fukahâ arasında bir görüş ayrılığı ortaya çıkmıştır:

Ebu Hanife der ki: Akidlerde ve fesihlerde hakimin hükmü hem zahiren hem bâtınen geçerlidir. Çünkü hakimin görevi hak ile hüküm vermektir. Ha­kim beyyineye (delile) dayanarak bir akde veya bir akdi feshetmeye dair hü­küm verecek olursa, onun bu hükmü geçerlidir ve bu yeniden yaptıkları (veya baştan beri sahip olarak yaptıkları) bir akid gibi olur. İsterse şahitler yalancı olsun. Meselâ, bir kimse bir kadın ile evlendiği iddiasında bulunsa, kadın bunu reddetse adam iddiasına iki tane yalancı şahid getirse, hakim de aralarındaki evlilik akdine hüküm verse, erkeğin o kadından faydalanması helâl olur. Şayet hakim boşanmalarına hüküm verse biribirlerinden ayrılırlar. İsterse koca boşa-dığını inkâr etsin. Hakimin hükmünün bu şekilde geçerli olabilmesi ise iki şart ile kayıtlıdır:

1- Şahitlerin yalancı olduklarını bilmemesi

2-  Hakimin yeniden gerçekleştirebilme yetkisine sahip olduğu işlerden (akidlerden) olması.

Hz. Ali bu görüşü te'yid eden bir hüküm vermiştir. Ona bir kadın ile evli olduğunu iddia eden bir adam geldi: Kadın ise bu evliliği kabul etmiyordu. Adam iki şahit getirdi. Adam daha sonra Ben onunla hiç evlenmemiştim, de­yince Hz. Ali bu iki şahid seni onunla evlendirdi, dedi. Aynı şekilde Hilâl b. Umeyye'ın hanımı ile liân yapması olayı da böyledir. Resulullah (s.a.) biribirle­rinden ayrılmalarına hüküm vermişti. Bu hükmü vermeden önce de şöyle bu­yurmuştu: "Eğer çocuk şu nitelikte gelirse Hilâl'indir, eğer şu nitelikte gelirse Şerik b.Sahmâ'ya aittir." Kadın çocuğunu o hoş olmayan nitelikte doğurunca Resulullah (s.a) şöyle buyurdu: "Eğer o geçmişte yapılan (liân) yeminleri olma­saydı, ben ona ne yapacağımı bilirdim."

Bu liân kıssası, kadının yalan liân ile kocasından ayrılmak noktasına ulaştığını göstermektedir ki; eğer hakim onun bu yeminlerinde yalan söylediği­ni bilseydi, ona had uygular ve onları biribirlerinden ayırmazdı. O bakımdan bu, Resulullah (s.a)'ın: "Her kime kardeşinin hakkından bir şey verecek olur­sam onu almasın." buyruğunun kapsamına girmez.

İlim adamlarının cumhuru ise şöyle demektedir: Hakimin hükmü zahiren geçerli, bâtınen geçerli değildir. İster malî konularda olsun, ister onun dışında kalan evlilik, yasama ve cinayete dair hükümlerde olsun. Hakimin hükmü ha­ramı helâl, helâli de haram kılmaz, ve haklan yeniden meydana getirmez, ancak olan hakları ortaya çıkarır ve vakıada o hakların üzerindeki perdeyi açar. Bunun delili ise az önce geçen Ümmü Seleme yoluyla rivayet edilen şu kaide­nin çıkartıldığı hadis-i şeriftir: "Biz zahire göre hükmederiz, Yüce Allah ise giz­liliklerin hesabını görür."

Liân gibi nass ile tahsis edilen dışında, genel olarak doğrusu da budur.

Durum her ne olursa olsun, müminin dava vekillerinin (avukatların) ma­haretlerine güvenerek iddiasında haksız olduğunu bilerek, mahkemelere baş­vurması caiz değildir.

Mümin için kardeşinin malını veya hakkından başkasını -hakim bu konu­da onun lehine hüküm vermiş olsa dahi alması- helâl değildir. Çünkü hakim bir insandır, zahire göre hüküm verebilir, onun hükmü ise vakıayı değiştire­mez. Asıl gözönünde bulundurulması gereken husus, kendisine hiçbir şeyin gizli kalmadığı, her insana amelinin karşılığını veren Yüce Allah'ın önünde gö­rülecek olan mutlak, âdil ve hak olan hesaptır. Gizlide ve açıkta gözetimi altın­da bulunduğumuzu bilmemiz gerekmektedir. Müslümanın gizlide ve açıkta korkması gereken O'dur.

Hakimlere rüşvet olmak üzere mal, menfaat sağlamak malları heder et­mek, telef etmektir. O bakımdan mümin bir kimsenin hakimlere hakk ettiğinin dışında bir şey elde etme gayesiyle rüşvet vermesi doğru değildir. Ehl-i sünnet az ya da çok olsun haksız bir menfaat sağlaması için kendisini verilen "mal" denilebilecek herhangi bir şeyi almasıyla kişinin fâsık olacağını ve onu alma­nın o kimse için haram olduğunu ittifakla kabul etmişlerdir. [132]

 

Kamerî Aylar İle Vakit Tesbiti Ve Birr'in Gerçek Mahiyeti

 

189- Sana hilâlleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için, bir de hac için vakit ölçüleridir. Birr evlere arkaların­dan girmeniz değildir. Fakat birr kişi­nin sakınmasıdır. O halde evlere kapı­larından girin, Allah'tan da korkun ki felaha eresiniz.

 

Belagat:

 

"Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir." Bu, belagatta el-Uslûbu'1-Hakîm diye adlandırılır. Soruyu soranlar Allah Rasûlüne hilâl hakkında; neden önce küçük görünüp, sonradan nuru ta­mamlanıncaya kadar büyüdüğünü sordukları halde, o onların dikkatini hilâl­den gözetilen hikmete yöneltmiştir. Çünkü asıl sorulması gereken budur. Bilin­diği gibi Aziz ve Celil olan Allah'ın yaptığı her bir şey, ancak nihayetsiz bir hik­met ve kullarının menfaati içindir. O bakımdan sizler ayın eksilip artmak gibi şekli ile ilgili soru sormayı bırakınız da birr ile alâkası olmayan ama sizin birr zannettiğiniz bir hususa dikkat ediniz; demek istemiştir. [133]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ehille-hilâller" Ehille hilal kelimesinin çoğuludur. Hilâl dediğimiz şey, ayın kendisidir. Bu hilâl neden her bir ayın iki veya üç gecesinde incecik görü­lür, ondan sonra dolunay haline gelinceye kadar artıp durur, sonra yine eski haline geri döner ve güneş gibi neden bir tek durumda kalmaz?

"Vakit ölçüleri" anlamına gelen "mevâkit" kelimesi "mikâfin çoğuludur. Kendisi vasıtasıyla vaktin yani muayyen ve miktarı belli zamanın bilindiği araç demektir. İnsanlar ekinlerinin, ticaretlerinin dönemlerini hanımlarının iddetlerini, oruç ve bayramlarının vakitlerini, namaz vakitlerini hilâllerle bilir­ler. Haccın zamanı da yine hilâllerle bilinir. Bu ise özelin genele atfedilmesi ka-bilindendir. Hilâle bu ismin veriliş sebebi saklandıktan sonra ortaya çıkması­dır. Hac için "ihlâl" de bu kelimeden gelmektedir. Çünkü hacda telbiye ile ses açığa vurulur, yükseltilir. Ya da ^nsanlar hilâl çıkınca hilâli gördükleri vakit, onu anarak seslerini yükselttiklerinden dolayı bu ad verilmiştir. Her ayın iki veya üç gecesinde hilâl adını alır, sonra da ona kamer (ay) denilir.

"Birr evlere arkalarından girmeniz değildir." İhramlı iken evlerde bir ko­vuk açarak ordan girip çıkmanız ve evin kapısını kullanmamanız iyilik değil­dir. Onlar böyle bir işi yapıyorlar ve bunun iyilik (birr) olduğunu sanıyorlardı. "Fakat birr" yani iyilik sahibi kimse "kişinin sakınmasıdır." Allah'a muhalefet etmeyi terketmesidir. Birr, takvadır sakınmaktır.

İhramlı iken de başka durumlarda da, "O halde evlere kapılarından girin felaha eresiniz" korktuğunuzdan emin, umduğunuza nail olasınız. [134]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Abbâs der ki: Ensâr'dan olan Muâz b. Cebel ile Sa'lebe (bazıları Gu-neyme yazmışlardır): Ey Allah'ın Rasulü, dediler. Hilâl ne diye önceleri ip gibi incecik görünür, sonra ise zamanla büyüyor? Sonra tekrar eksiliyor ve inceli­yor. Nihayet olduğu gibi eski haline dönüyor ve güneş gibi tek bir durumda kal­mıyor? Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Yine rivayet edildiğine göre Yahudiler de hilâle dair bir soru sormuşlardı.

el-Berâ Yüce Allah'ın:"Birr... değildir" buyruğunun nüzul sebebi hakkında şöyle demektedir: Ensâr haccedip döndükleri vakit evlerinin kapılarından gir­mezler, arkalarından girerlerdi. Bir adam gelip eve kapısından girdi. Bundan dolayı ayıplandı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Bunu Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

Müfessirler der ki: Câhiliye döneminde ve İslâmın ilk dönemlerinde her­hangi bir kimse hac veya umre için ihrama girdiği takdirde hiç bir çevre duva­rına, eve veya odaya kapısından girmezdi. Şayet şehirde oturanlardan ise evi­nin arka tarafından bir oyuk acır, ordan girer ve çıkardı. Ya da bir merdiven ile tırmanırdı. Şayet çadırda oturan bir kimse ise çadırın veya otağın arka tarafın­dan çıkar, kapısından girmezdi. İhramından çıkana kadar böyle yapardı. Böyle davranmamayı kınanacak bir durum olarak kabul ederlerdi. Bundan tek istis­na Humslulardan olanlar idi. [135]. Bunlar ise Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sakif, Has'am, Âmir b. Sa'saa oğullan, Nadîd b. Muâviye oğullan idiler. Onlara bu is­min veriliş sebebi dinlerine olan sıkı bağlılıktan idi.

Anlattıklanna göre Resulullah (s.a) bir gün ensârdan birisinin evine gir­di. Ensardan Utbe b. Âmir de onun arkasından ihramlı olduğu halde içeri gir­di. Onun bu durumunu tepki ile karşıladılar. Resulullah (s.a) ona: "İhramlı ol­duğun halde kapıdan niye girdin?" diye sorunca adam: Senin kapıdan girdiği­ni gördüm, ben de senin peşinden içeri girdim, dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a): "Ben Humslulardanım." deyince adam şu cevabı verdi: Eğer sen Humslu isen ben de Humsluyum. İkimizin dini birdir. Ben senin gösterdi­ğin hidâyete, senin yoluna, senin dinine razıyım. Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.

Bunu İbni Ebî Hatim ve Hâkim Câbir'den rivayet etmişlerdir. Bu görüş en sahih görüştür. [136]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerime oruç hükümlerini tamamlamaktadır. Çünkü oruca başla­mak ve oruç açmak hilâlin görülmesine bağlıdır. Nitekim hadis-i şerifte: "Hiâli gördüğünüz için oruca başlayınız, hilâli gördüğünüz için de oruç açınız (bay­ram yapınız)." Buyurulmuştur.[137]

Ayet-i kerimede hilâller ile ilgili olarak hakkında soru sorulan şey açık de­ğildir. Bunun hakikatleri mi yoksa durumları mı sorulmaktadır? Fakat cevabın Yüce Allah'ın: "De ki: Onlar insanlar için bir de hacc için vakit ölçüleridir." şeklinde verilmesi, suâlin hilâllerdeki değişikliğin hikmeti ile ilgili olduğunu hissettirmektedir. Nüzul sebebine dair haber de bunu desteklemektedir. [138]

 

Açıklaması

 

Ya Muhammedi Sana eksilmeleri ve tamamlanmaları açısından hilâllerin hacmindeki değişikliğin sebebini soruyorlar. Bunu sormanın faydası yoktur. Çünkü Resulullah (s.a.) astronomiyi ve yıldızların durumunu öğretmek üzere gönderilmiş bir öğretmen değildir. Daha uygun ve yerinde olan, sorunun hilâl­lerin hikmet veya gayesi ile ilgili olması idi. O bakımdan sen onlara bunun ce­vabını ver ve belirt ki; hilâller ziraat ve ticaret hakkında, akid ve borçların va­deleri ile ilgili vakit tespit etmek ve hesap yapmak için alâmetlerdir. Aynı şe­kilde oruca başlamak, orucu bitirmek, namaz, hac, iddet ve buna benzer iba­detlerin vaktinin tespiti için de alâmettirler.

Kamerî ay ve kamerî yıl ile vakit tespiti Araplar açısından en kolay ve en münasib yoldur. Mevâkît, vakit anlamına mîkâtın çoğuludur. Va'd anlamında mîâd gibidir. Bazılarına göre ise mîkat vaktin sonu demektir. Yüce Allah'ın: "Böylelikle Rabbinin mikatı kırk gece olarak tamamlandı." (A'raf, 7/141) buyru­ğunda olduğu gibi. Hilâl ayın mîkâtıdır. İhrama girilen yerlere de mikat deni­lir. Çünkü orada hil (ihramsız olunan) bölgesi sona ermektedir.

Haccın mikatı sözkonusu edilince onların hacdaki bir uygulamaları da câ-hiliye geleneğini iptal etmek üzere sözkonusu edildi. Bu ise hac veya umre kas-dı ile ihrama girdikten sonra evlere kapılarından girmekten sakınmaktır. On­lar eğer çadırda yaşayan kimse ise arkalarından, eğer şehirde yaşayan kimse­lerden iselerse evlerinin arka tarafında açtıkları bir oyuktan girerlerdi ve bu­nun bir fazilet olduğunu sanırlardı. Halbuki bu bir iyilik değildir. Yüce Allah'a yaklaştıran bir ibadet de değildir. Bu ancak bir hatadır. Asıl iyilik emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak, faziletlerle bezenmek, masiyet ve kötülükler­den uzak durmak, Yüce Allah'tan ve O'nun azabından korkmak suretiyle Al­lah'a karşı takvalı olmaktır. Gerçek iyilik ancak budur.

O bakımdan evlere kapılarından giriniz, her hususta Allah'tan korkunuz. Amellerinizde felah bulanlardan olmayı ancak böylelikle umud edebilirsiniz. Takva sahibi doğruluk içindedir, asi kimse ise sapıklıktadır. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'tan korkarsa ona işinde kolaylık verir." (Talâk, 65/4); "Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne kalır? O halde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz1?" (Yunus, 10/32).

Ebû Bekr Râzî el-Cassâs'in şöyle dediği dikkat çekmektedir: Bu ayet-i ke­rimede senenin diğer zamanlarında da hac için ihrama girmenin caiz olduğu­nun delili vardır. Çünkü lafız sair hilallerin de hac için vakit ölçüleri olduğunu genel olarak ifade etmektedir. Bilindiği gibi bununla haccm fiilleri kastedilme-mektedir. O bakımdan bununla ihrama girmenin kastedilmiş olması icabe-der. [139] Ancak bu pek zahir olmayan bir istidlaldir. Çünkü ayet-i kerime artıp eksilmek suretiyle hilâllerdeki değişmenin hikmetini açıklamaktadır. Bu ise insanların hilâller vasıtasıyla muamelatlarını, ibadetlerini ve haclarının vakti­ni tespit etmektir. Resulullah (s.a)'m kavlî sünneti de hac ve umre ile ihrama giriş vaktini zaten açıkça ortaya koymuştur. Yüce Allah'ın: "Hac bilinen aylar­dadır." buyruğu da haccın vaktinin iki ay ve üçüncü bir ayın da bir bölümü ol­duğunu göstermektedir. [140]

 

Ayetten Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

İslâm gerçeğin, hayatın ve faydalı vakıanın dinidir. İslâm, faydası bulun­mayan şekilciliği, görüntüleri ve şartları bir kenara iter. İnsanları kendilerine fayda sağlayacak, onların hayır ve menfaatlerine olacak şeylere önem verme­ye yöneltir. Bundan dolayı şanı Yüce Allah daha önceki bir ayet-i kerimede kıblenin değiştirilmesi ile ilgili olarak birrin (iyiliğin) doğu ile batıya yönel­mekte olmadığını, asıl iyiliğin (birr'in) ihsan, takva ve salih amel olduğunu be­lirtmişti.

Bu ayet-i kerimede de Yüce Allah, ayın eksilip artmasındaki hikmete dik­kat çekmektedir. Bu hikmet, hilâlden hesabı tespit etmek, vakti belirlemek, va'deleri, muamelatı, yeminleri, haccı ve kadını iddet türlerini, orucu, bayramı, hamilelik süresini, kiralan ve buna benzer kulların menfaatine olan işleri tes­pit etmekte hilâlden yararlanmaktır. Bu ayet-i kerimenin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Biz gece ile gündüzü iki ayet kıldık. Gece ayetini si­lip gündüz ayetini gösterici kıldık. Ta ki Rabbinizin lütfunu arayasınız, yılların sayısını ve hesabı bilesiniz." (İsrâ, 17/12); "Güneşi ışık, ayı nur kılan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona konaklar tayin eden Odur." (Yûnus, 10/5). Aydan aya hilâllerin hesabını yapmak günlerin hesabını yapmaktan daha ko­laydır. Aya "şehr" adının veriliş sebebi, ayın görülüş yerine işaret etmek üzere ellerin kaldırılması (şehredilmesi) ve böylelikle onu göstermeleridir. Bu ayet-i kerimeleri birtakım hadis-i şerifler de desteklemektedir ki, bunlardan birisi

Abdürrezzâk ve Hâkim'in İbni Ömer'den rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: Resulullah (s.a) buyurdu ki: "Allah hilâlleri insanlar için vakit ölçüleri olarak yaratmıştır. O bakımdan hilâli görmekle oruca başlayınız, hilâli görmekle oru­cunuzu açınız. Eğer sizin için bulutlu olur da görülmezse o vakit otuz gün sayı­nız. "

Va'delerin ya da sürelerin bilinmesi, icâre, belli bir değer karşılığında belli bir va'de ile satış, selem, müdâraa gibi bütün akidlerde aranan bir şarttır. Bun­dan dolayı Zahirîlerin va'desi belirsiz bir süreye kadar müsakatı caiz gören an­layışları reddedilmektedir. Zahirilerin delilleri herhangi bir vakit tespit etmek­sizin Resulullah (s.a.)'ın kendi kanaatine göre, ekin ve hurma mahsullerinin yarısı karşılığında Yahudiler ile müsâkât akdi yapmış olmasıdır. Ancak buna şöyle cevap verilir: Resulullah (s.a) Yahudilere: "Allah sizi burada bıraktıkça ben de sizi burada bırakacağım." diye buyurmuştur. Böyle bir durum ancak ona mahsus olabilir, başkası ona kıyâs edilemez. O bu hususta Rabbinden gele­cek olan vahye dayalı bir hükmü bekliyordu.

Cumhur, hasat zamanına yahut ekinlerin dövülme zamanına yahut atala­rın (devlet tarafından hak sahiplerine maaşlarının) verileceği zamana ve buna benzer sürelere matuf satış yapmayı caiz kabul etmişlerdir. Çünkü bu gibi hu­suslarda va'de bilinmektedir. Bunun gecikebilecek süresi hoşgörü ile karşılana­bilecek kadar kısa bir süredir. Ancak İmam Şafiî bu konuda va'denin kesin ola­rak bilinmediğinden dolayı caiz kabul etmez.

Yüce Allah burada sadece haccı sözkonusu etmektedir. Çünkü hac, zama­nının bilinmesine ihtiyaç duyulan ibâdetlerdendir. Hacda geciktirme ve vak­tinden sonraya tehir etme caiz değildir. Arapların uygulaması ise bunun tersi­ne idi. Araplar sayı ile hac günlerini tespit ediyor, ayların yerlerini değiştiri­yor idiler. Yüce Allah onların bu konudaki söz ve uygulamalarını ortadan kal­dırdı. İmam Mâlik ve İmam Ebû Hanîfe -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bu ayet-i kerimeyi hac için ihrama girmenin hac ayları dışında sahih olabileceği­ne delil göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah bütün hilâlleri (ayları) ihram için bir zaman olarak tespit etmiştir. O bakımdan bütün aylarda bir kimsenin hac niyeti ve ihrama girmesi sahih olur. Ancak Şafiî bu hususta Yüce Allah'ın: "Hacc bilinen aylardır." (Bakara, 2/197) buyruğu dolayısıyla bu hususta mu­halefet etmektedir.Çünkü bu ayet-i kerimenin anlamı ayların bir kısmının in­sanlar için vakit ölçüleri olduğu, bir kısmının ise hac için tayin edilen vakitler olduğu anlamındadır. Bu şöyle demeye benzer: Bu mal Halid'e ve Ömer'e ait­tir. Yani bir kısmı Halid'indir, bir kısmı Ömer'indir. Yoksa hepsi birincisinindir veya hepsi ikincisinindir, anlamı taşımaz. Bu ayet-i kerime Yüce Allah'ın bir ibadet olarak teşrî' etmediği, yapılmasına teşvik etmediği bir şeyin herhangi bir kimsenin onunla Allah'a yakınlaşmak temennisi .taşımasıyla ibâdet olama­yacağını beyân etmektedir. O bakımdan evlere kapıta/ııMan değil de arkala­rından girmek, kişinin sevap almasını gerektiren Allah'a yakınlaştırıcı bir amel olamaz.

Resulullah (s.a) Ebû İsrail adındaki birisini güneşte ayakta dikilmekten nehyetmiştir. Ve: "Ona söyleyiniz konuşsun, gölgelensin, otursun ve orucunu ta­mamlasın." [141] diye buyurmuştur.

Yüce Allah pek çok ayet-i kerimede felaha ulaşabilmek için Allah'ın takva­sını emretmekte, emir ve yasaklarını böylelikle pekiştirmektedir. Yani Al­lah'tan korkunuz, O'nun size emrettiklerini yapınız, size yasakladıklarını da terkediniz ki, yarın felaha eresiniz veya size bu konuda tevfik verildiği takdir­de, O'nun huzurunda felaha erenlerden olasınız ve böylelikle O da size tam ve eksiksiz olarak amellerinizin karşılığını versin. [142]

 

Allah Yolunda Savaşın Kuralları

 

190- Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın, aşırı gitmeyin. Şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.

191- Onları nerede bulursanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne katilden beterdir. Onlar sizinle orada savaşmadıkça sakın siz de onlarla Mescid-i Harâm'ın yanında savaşmayınız. Eğer onlar sizinle sava­şırlarsa siz de onları öldürün. Kâfirle­rin cezası işte böyledir.

192-  Bununla beraber eğer vazgeçer­lerse şüphesiz Allah Ğafûr'dur, Ra-hîm'dir.

193- Fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla sava­şın. Eğer vazgeçerlerse artık zalimler­den başkasına düşmanlık yoktur.

194-  Haram ay haram aya bedeldir. Hürmetler karşılıklıdır. Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin. Al­lah'tan korkun ve bilin ki Allah, takva sahipleri ile beraberdir.

195- Ve Allah yolunda infâk edin. Elle­rinizle kendinizi tehlikeye atmayın ve ihsan ediniz. Muhakkak Allah ihsan edicileri sever.

 

Belagat:

 

"Haram ay haram aya bedeldir." Bu buyrukta hazif yoluyla yapılan îcâz vardır. Takdiri şöyledir: Haram ayın hürmetini çiğnemeye, haram ayın hürme­tini çiğnemekle karşılık verilir.

"Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin." Ayet-i kerimede "saldırı"nın karşılığının "yine saldırı (udvân)" diye adlandırılması, müşâkele kabilindendir. Müşâkele ise manada farklılık ol­makla birlikte, lafzın ittifak halinde olmasıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bir günahın (seyyie) cezası onun misli bir seyyiedir." (Şûra, 42/20); "Onlar tuzak kurarlar (mekr) Allah da mekr eder. Allah mekr edenlerin hayır-lısıdır." (Enfâl, 8/30). Araplar; ona karşılık ben de ona zulmettim, derler; ve onun zulmünün cezasını verdim, demek isterler. Yine: "Artık zâlimlerden baş­kasına düşmanlık yoktur." buyruğunda da zalimlere yapılana "düşmanlık" de­nilmesinin sebebi, onların düşmanlıklarının cezası oluşu bakımındandır. Çün­kü zulüm düşmanlığı ihtiva eder. Bu bakımdan düşmanlığın cezasına düşman­lık adı verilmiştir. [143]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Sizinle savaşanlarla" yani sizinle savaşmaları beklenenlerle "Allah yo­lunda siz de savaşın." Yani onun dinini yüceltmek için savaşın. Çünkü cihâd Allah'ın rızasını kazanmanın yoludur. Allah yolunda savaş, Allah'ın adını yük­seltmek, dinini zafere kavuşturmak için yapılan savaştır. "Aşırı gitmeyin." Siz savaşı başlatmayın. "Şüphesiz ki Allah, aşırı gidenleri" kendileri için tespit edilmiş şerîat ve hükümleri aşanları "sevmez." Allah'ın kullarını sevmesi, on­lar için hayır ve sevabı dilemesidir.

"Onları nerede bulursanız" nerede ele geçirirseniz "sizi çıkardıkları yer­den" yani Mekke'den, "siz de onları çıkarın." Bu iş onlara Mekke'nin fethedil diği yıl yapılmıştı.

"Fitne" onların şirkleri, haremde onların öldürülmelerinden daha büyük bir iştir veya onların çok büyük bir şey gördükleri ihramlı iken "öldürmekten daha büyüktür." Fitneden kastın, müşriklerin uyguladıkları türlü eziyet ve iş­kenceler olduğu da söylenmiştir.

"Kafirlerin cezası" yani öldürme ve çıkarmak "işte böyledir."

"Bununla beraber eğer vazgeçerlerse" küfürden uzaklaşıp İslama girerler­se "şüphesiz Allah Gafur'dur, Rahim'dir."

"Din yalnız Allah'ın oluncaya kadar", yani her kişinin dini sadece ihlâsla Allah'ın oluncaya kadar "onlarla savaşın" . Ondan başka kimseden korkulma-yacak ve bu dinden kimse alıkonulmayacak. Herhangi bir iltimasa veya gizlili­ğe, saklılığa ihtiyaç kalmayacak. Din, itikad, ibâdet ve salih ameli kapsar.

"Eğer" şirkten "vazgeçerlerse artık zalimlerden" yani hadlerini aşarak başkalarına haksızlık edenlerden "başkasına düşmanlık yoktur." Öldürmek ve­ya başka bir yolla bunlardan başkalarına saldırmayınız. Şirkten ve saldırgan­lıktan vazgeçen zalirn değildir; o bakımdan ona da saldırılmaz.

"Haram ay, haram aya bedeldir." Bu buyruk ile haram ayda savaşmanın çok büyük bir iş görülmesi reddedilmektedir. Çünkü müslümanlar tarafından haram ayın hürmetinin (saygınlığının) çiğnenmesi, kâfirlerin haram ayın hür­metinin çiğnemesinin bir karşılığı olmuştur.

"Hürmetler = el-hurumât", hürmet kelimesinin çoğulu olup saygı duyul­ması gereken şeyler, "karşılıklıdır" yani çiğnendiği takdirde onun karşılığı "kı­sas" uygulanır. "Onun için size" Harem bölgesinde veya ihramlı iken ya da haram ayda savaşmak suretiyle "kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldır­dıkları gibi karşılık verin."

İntikam almakta ve düşmanlığı terketmekte "Allah'tan korkun ve bilin ki Allah" yardım ve zaferi ile "takva sahipleri ile birliktedir."

"Ve Allah yolunda" cihad ve başka şekilde O'na itaat uğrunda "infak edin, ellerinizle kendinizi" nefislerinizi "tehlikeye" cihad uğrunda harcamadan cim­rilik etmek suretiyle veya cihâdı terketmekle "helake atmayın." Çünkü cihadı terketmek, cihâd için harcamamak size karşı düşmanın güçlenmesine sebep olur. "Ve ihsan ediniz" nafaka ve başka işlerle. "Muhakkak Allah ihsan edicile­ri sever." Yani onlara ecir verir. [144]

 

Nüzul Sebebi

 

Yüce Allah'ın: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayet-i kerimesi ile ilgili olarak el-Vâhidî'nin naklettiğine göre İbni Abbas şöyle demiş­tir: Bu ayet-i kerimeler Hudeybiye barışı hakmda nazil olmuştur. "Resulullah (s.a.) ve ashabı Beytullah'tan alıkonulunca Hudeybiye'de hediyelik kurbanları­nı kestiler. Daha sonra müşrikler, onların o sene geri dönüp ancak ertesi sene gelebilmeleri şartıyla barış yaptı. Bununla birlikte üç gün süreyle Mekke'yi ona boşaltacaklar, o da bu arada Beytullah'ı tavaf edecek ve istediğini yapabi­lecekti. Resulullah (s.a)'da onlarla barış yaptı. Ertesi sene gelince Resulullah (s.a) ve ashabı, kaza umresi için hazırlık yaptılar. Bununla birlikte Kureyşlile-rin bu sözlerini yerine getirmeyeceklerinden ve Mescid-i Haram'dan kendileri­ni alıkoyup kendileriyle savaşacaklarından korktular. Hz. Peygamber (a.s.)'in ashabı ise Harem bölgesinde ve haram ayda onlarla savaşmaktan hoşlanmıyor­du. Bunun üzerine Allahu Teâlâ "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de sa­vaşın. "  yani "Kureyşlilerle savaşın!" buyruğunu (ayetini) indirdi.

Allahu Teâlâ'nın "Haram ay haram aya bedeldir." (194. ayet) buyruğu ile ilgili olarak, Taberî'nin rivayet ettiğine göre Katâde şöyle demiştir: "Allah'ın Peygamberi ve ashabı Zilkade ayında Mekke'ye doğru yola koyuldular. Hudey-biye'ye vardıklarında müşrikler onları alıkoydular. Ertesi sene Mekke'ye gelip girdiler, Zilkade ayında umre yaptılar, üç gün orada kaldılar. Müşrikler ise Hu­deybiye günü onu geri çevirmekle ona karşı çirkin bir iş yapmışlardı. Allahu Teâlâ böylece onun adına, onlara yaptıklarının aynısını uyguladı ve: "Haram ay haram aya bedeldir." ayetini indirdi.

"ve Allah yolunda infak edin..." (194. ayet) ile ilgili olarak da eş-Şa'bî şöy­le demektedir: Bu ayet-i kerime ensar hakkında nazil olmuştur. Onlar Allahu teâlâ yolunda infaktan uzak duruyorlardı. Bunun üzerine bu ayet-i kerime in­di. Taberânî sahih bir senet ile Ebû Cebira b. Dahhâk'tan şöyle dediğini naklet­mektedir: "Ensar, Allah'ın dilediği şekilde tasaddukta bulunuyor, yemek yediri-yorlardı. Bir seferinde kıtlık oldu, cimrilik yaptılar. Bunun üzerine Allahu Te­âlâ bu ayet-i kerimeyi indirdi." Buhari' nin rivayetine göre Hz. Huzeyfe şöyle demiş: "Bu ayet-i kerime nafaka hakkında nazil olmuştur. Ebû Davud Tirmizî, İbni Hibban, Hâkim ve başkaları ise Ebu Eyyub el-Ensarî şöyle dediğini riva­yet etmektedirler: "Bu ayet-i kerime biz Ensar hakkında nazil olmuştur. Allah İslâm'ı aziz kılıp güçlendirince, İslâm'ın yardımcıları çoğalınca gizlice birbiri­mize şöyle dedik: 'Mallarımız zayi oldu ve şüphesiz Allah artık İslâm'ı aziz kı­lıp güçlendirdi. Şimdi mallarımızın başına geçsek ve onların zayi olanını çalı­şarak tekrar elde etsek.' Allahu Teâlâ bizim bu söylediklerimizi reddetmek üze­re: "ve Allah yolunda infâk edin, ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın." buy­ruğunu indirdi. Buna göre "tehlike" bizim mallarımızın başında durup o malla­rı tekrar kazanmaya çalışmamız ve gazayı terketmemiz oluyordu. [145]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Bu ayet-i kerimeler, haksızca ve saldırgan bir savaşla karşı karşıya kal­dıkları takdirde haram ayda ihramlı olan kimselerin savaşabileceklerine dair izin verilmesi dolayısıyla vârid olmuştur. O başımdan bu ayet-i kerime kendi­sinden önceki ayetle ilişkilidir. Çünkü daha önceki ayet-i kerime hilâllerin in­sanların ibadet, muamelat ve haclarında vakit ölçüleri olacağını beyan etmiş­ti. Hac ise özel kamerî aylarda olur. Cahiliye döneminde bu aylarda savaşmak haramdı. Bu ayetler de dininizi savunmak, sizi dininizden alıkoyanları terbiye etmek, ahdi bozanları yola getirmek için -nefislerin arzuları için değil- bu ay­larda savaşmakta sizin için bir mahzur olmadığını açıklamaktadır. O bakım­dan ayet-i kerime bundan önce sözü geçen hac ve ihramlı iken evlere arkaların­dan girmek ile yakından ilişkilidir. Diğer taraftan takva emri verildikten sonra takvanın nefis için en ağır ve en zor katlanılacak olan bir durum olduğu sözko-nusu edilmektedir. [146]

 

Savaşmanın Meşru Kılınması:

 

Hicretten önce savaş pek çok ayet-i kerime ile yasaklanmıştı. Bunlardan birkaç tanesi: "En güzel olanıyla defet!" (Fussilet, 41/34); "Onları affet ve ceza­landırmaktan vazgeç. Şüphesiz, Allah bağışlayanları sever." (Maide, 5/13); "En güzel olan ile onlarla mücadele et!" (Nahl, 16/125); "Şayet yüz çevrirlerse senin görevin ancak apaçık tebliğdir." (Nahl, 16/82); "Cahiller kendileriyle konuştu­ğunda: 'selâm' derler." (Furkan, 25/63); "Sen onlara musallat bir zorba değil­sin." (Gâşiye, 88/22); "Sera onlar üzerinde bir zorlayıcı değilsin." (Kaf, 50/45); "İman edenlere de ki: "Allah'ın günlerini tahmin edemeyen (beklemeyen) kimse­leri bağışlasınlar." (Casiye, 45/14).

Daha sonra Allahu Teâlâ Medine'de bütün bu emirleri şu sözleriyle nes-hetti: "Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz." (Tevbe, 9/5); "Allah'a ahiret gününe iman etmeyenlerle... savaşınız." (Tevbe, 9/29).

Savaşmaya izin verildiğine dair nazil olan ilk ayet-i kerimeye gelince; Ebû Bekr es-Sıddî (r.a)'ın rivayetine göre şu ayet-i kerimedir: "Kendileri ile savaşı­lanlara zulme uğradıkları için izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. "Onlar, sadece: 'Rabbimiz Allah'tır' dedikleri için haksız yere yurtla­rından çıkartılmışlardı." (Hacc, 22/39-40).

Ashab-ı kiramdan bir grup, er-Rabi b. Enes ve başkalarından [147] rivayet edildiğine göre savaşa izin veren ilk ayet-i kerime: "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayet-i kerimesidir. Tefsir alimlerinin çoğunluğu da bu görüştedir.  [148]

 

Açıklaması

 

Ey müminler! Allah yolunda, O'nun dinini zafere ulaştırmak, kelimesini aziz kılmak için savaşınız. Ben sizlere, sizi dininiz dolayısıyla fitneye, azaba düşüren, yurtlarınızdan çıkaran, sizinle savaşan, aranızdaki ahitleri bozan müşriklerle savaşmanız için izin verdim. (Allah yolunda savaş-mukatele Alla-hu Teâlâ'nm dinini üstün kılmak ve kelimesini yükseltmek için kafirlerle cihat etmektir.)

Savaşa ilk başlayan olmakla barış yapanları öldürmekle; kadın, çocuk, aciz ve yaşlılardan savaşa katılmayan kimseleri yok etmekle; evleri tahrip et­mek, ağaçlan yıkmak, ekin ve meyveleri yıkmakla haddi aşmayınız. Çünkü Al­lah haddi aşmayı sevmez. (Bu kötü ameller) özellikle de ihramlı iken Harem bölgesinde ve haram aylarda yapılırsa...

Sizinle düşmanlarınız arasında savaş çıkacak olursa, onları bulduğunuz ve ele geçirdiğiniz yerde öldürünüz. İsterse burası Harem bölgesi olsun. Onla­rı sizi çıkardıkları yerden siz de çıkarınız veya oradan sürünüz. Çünkü onlar sizi vatanınız olan Mekke'den çıkarmışlar. Oradan sizi çıkarmak için yardım-laşmışlardı, mallarınızı müsadere etmiş, mülklerinizi almış, akideniz dolayı­sıyla sizi dininizden çevirmek için eziyet, işkence ve baskı ile fitnelere maruz bırakmışlardı. İşte din sebebiyle maruz bırakıldığınız bu fitne, hür ve boyun eğmeyen mümin için öldürülmekten daha ağır, daha büyük bir iştir. Çünkü bu varlık âleminde en kutsal şey akide yani inançtır. Bu, kâinatta bulunan her şeyden daha yüce ve daha değerlidir. İnsan için en büyük baskı, dini dola­yısıyla işkenceye ve baskıya maruz kalması, kalbinde , aklında, ruhunda yer eden akidesi dolayısıyla azap edilmesi, dünya ve ahiretteki mutluluğunu, esenliğini, ona sahip olmakta gördüğü akidesi dolayısıyla işkencelere uğratıl-masıdır. Çünkü en büyük hazine ve kâr getirecek sermaye odur. Onun yolun­da canın ve değerli varlıkların feda edilmesi pek kolaydır. O bakımdan sizin Harem bölgesinde savaş esnasındaki öldürme işiniz onların nitelikleri olan fitneden daha hafiftir. Yani sizi küfre döndürmek için yaptıkları işkencelere göre basittir. Kimisi de buradaki "fitne" kelimesini onların Allah'a şirk koş­maları ve Allah'ı inkâr etmeleridir, demişlerdir. İşte onların çıkardıkları bu (fitne), sizi kendilerini ayıpladıklarından daha büyük bir suç ve daha büyük bir tehlikedir. [149]

Daha sonra Allahu Teâlâ müslümanlara kendileriyle savaşan kimseleri öl­dürmekle ilgili verdiği emirde ancak bir yeri müstesna tutmaktadır. Bu ise Mescid-i Haram'dır.Oraya giren herkes emniyet içerisinde olur. Bu sebeple on­lar orada, sizinle savaşmadıkça siz de onlarla savaşmayınız. Hiç bir zaman da onlara teslim olmayınız. Çünkü kötülüğe karşı kötülük sözkonusudur ve en bü­yük zalim zulmü başlatandır. Eğer orada onlar sizinle savaşırlarsa siz de onları öldürünüz. Çünkü Allahu Teâlâ'nın kâfirlere bu şekilde misli ile ceza vermesi ve böyle bir azap ile onları cezalandırması onun sünnetinin gereğidir. Sebep ise düşmanlığı onların başlatmaları, kendi nefislerine zulmetmeleridir. O bakım­dan yaptıklarının cezası ile karşılaşacaklardır.

Eğer savaşı durdurur, küfür ve şirkten vazgeçer, Allah'ın dinine girerlerse muhakkak Allah, amellerini kabul eder ve daha önce yaptıklarını bağışlar. Çünkü O günahları bağışlayandır, kullarına merhametli olandır. Tevbe edip Rablerine yöneldikleri, ihsan edip takva sahibi oldukları takdirde, O, onların günahlarını siler: "Muhakkak Allah'ın rahmeti ihsan edicilere pek yakındır." (A'raf, 7/56). Ayette sözü geçen "vazgeçilen şey" in tefsiri ile ilgili olarak iki gö­rüş vardır: İbni Abbas'ın görüşüne göre ayet-i kerimenin anlamı şudur: "Şayet onlar savaştan vazgeçerlerse... el-Hasen'in görüşüne göre ise mana: "Eğer on­lar şirkten vazgeçerlerse..." şeklindedir. Çünkü şirkten vazgeçmedikleri sürece onlar hakkında mağfiret sözkonusu olamaz. Zira Allahu Teâlâ buyurmaktadır: "Şüphesiz ki, Allah kendisine şirk koşulması mağfiret etmez, kendisine şirk ko­şulması haricindeki diğer günahları işleyen dilediği kimseleri ise bağışlar." (Nisa, 4/48).

Allah Teâlâ önce: "Allah yolunda siz de savaşın." buyruğu ile savaş iznini veya savaşa başlamayı beyan ettikten sonra, savaşın amacını sözkonusu etmek­tedir: O da hürriyet ilkesini gereği gibi yerleştirmek ve din hususunda fitne na­mına herhangi bir şeyin kalmamasıdır. Bu maksatla der ki: "Sizler savaşmakla fitnenin, küfrün, eziyet ve işkence türlerinin yok edilmesini ve Müslümanların Mekke'de bulunmaları ile karşı karşıya kaldıkları zararların ortadan kalkması­nı maksat olarak gözetiniz." Fitnenin izale edilmesi, kaldırılması ise onların si­zi dininizden uzaklaştıracak, size eziyet edecek, sizi Allahu Teâlâ'nın davasını açığa vurmaktan engelleyecek herhangi bir güçlerinin kalmaması demektir.

Herkesin dini yalnızca Allah'a ait (has) oluncaya; bu hususta O'ndan baş­kasından korkulmayacağı; din en üstün, dimdik ayakta; ibadet ve buyrukları korkusuzca, herhangi bir baskıdan çekinmeden ve gizli olarak değil, açıktan ifa edilinceye kadar onlarla savaşınızı sürdürünüz. Herhangi bir Müslüman Ha­rem bölgesinde güvenlik duyup kimseden çekinmeksizin dininin gereklerini açıkça ilan edinceye kadar sürdürünüz. Buna göre "ve din yalnız Allah'ın olun­caya kadar" emri tek ibâdet edilecek yalnızca O oluncaya kadar demektir.

Bununla birlikte şunu da belirtmekte fayda var: Mekke'de kâfirler, emni­yet içindeydiler ve putlarına serbest ibadet edebiliyorlardı. Allah'a iman eden kimseler ise Mekke'den kovulmuştu. Kalanlar ise korku içerisindeydi, dinlerini açığa vuramıyorlardı.

Eğer bu durumlarından vazgeçer, sizinle savaşmayı terkeder, küfürden dö­ner, İslâm'a girip barışa yönelirlerse artık zulmedip haddi aşandan başkasına siz de düşmanlık etmeyiniz. Bu gibi kimselerle savaşmak ise onları yola getir­mek, yaptıkları zulümden onları vazgeçirip sapıklıktan kurtarmak, şeriatın hükümlerini uygulamak ve durumlarını düzeltmek için olur.

"Hürmet" 'çiğnemekten alıkonulan şey", "kısas" ise eşitlik anlamındadır.

Buna göre düşmanlığa karşılık vermek ve (bunun için) hürmetleri çiğne­mek, akıl ve örfün ölçülerine göre istenen bir şey olur. Haram ayda kanınızı dökmeyi helâl görenin siz de o ayda kanını dökmeyi helâl kabul edin. O ayın hürmetinin çiğnenmesine siz de misliyle karşılık verin. Dininizi, canınızı, Al­lah'ın adını yükseltmek ve kendinizi savunmak için o ayda savaşmaktan çekin­meyin.

Hurumat'tan kasıt: haram aylar, haram belde ve ihramın hürmetidir. Bunların çiğnenmesi karşılığında müşriklere kısas uygulamak ve yaptıklarına misliyle karşılık vermek icap eder. Dolayısıyla bunların hürmetlerini çiğneyene yaptığının benzerini yapınız. Onlar sizleri antlaşma ve sizinle ittifakları gereği bu sene kaza umrenizi yapmaktan engelleyecek olurlarsa ve sizinle savaşırlar­sa, siz de onları öldürünüz. Çünkü nefs-i müdafaa farz bir iştir. Bu işi; Mek­ke'de, haram ayda ve ihramlı olarak yapsanız bile sizin için günahı gerektire­cek bir şey yoktur.

Daha sonra Allahu Teâlâ, daimî bir hükmü ve yer etmiş bir sünneti şöyle­ce beyan etmektedir: Saldırganlığa misliyle karşılık verilir. Kısas yoluyla (yani misliyle muamele) olan şeylere izin verilmiştir. Fakat düşmanlığa karşılık ver­mek, fazilet, takva, medenîlik ve insanilik ilkeleriyle kayıtlıdır. Allah'tan kor­kunuz zulmetmeyiniz, haddi aşmaktan sakınınız, adaletin sınırlarına bağlı ka­larak zararı defediniz, hakkı elde ediniz, medenî olunuz, insanların menfaatle­rini gerçekleştirmeye çalışınız; heva, arzu ve nefsin isteklerini yerine getirmek için intikam almak sevdasına düşmeyiniz. Çünkü nefis kimi zaman sapıklık, kin ve mantıksızlık içinde kalabilir ve yersiz yere feveran edebilir. Allah'ın tak­va sahiplerinin yardımcısı, müttakîlerin destekçisi, sâlihlere de ecir ve sevap veren olduğunu bilin. Allahu Teâlâ, kendi dinini destekleyen ve kelimesini yü­celten kimselere zafer ve iktidar verir, onlara yardım eder ve onları düşmanları karşısında galip getirir.

Cihat, can ile olduğu gibi mal ile de olur. Savaşmak için canlara gerek ol­duğu gibi, silah satın almak için mala gerek vardır. Ayrıca bu mallar sayesinde savaşçıların harcamaları da karşılanır. Bundan dolayı Allahu Teâlâ, yolunda mal infakını emrederek şöyle buyurmaktadır: Allah yolunda malınızı cömertçe veriniz. Yani gerekli araç ve silahların satın alınabilmesi, savaş masraflarının karşılanabilmesi için infak ediniz. Savaşlarda ve çarpışmalarda infak edilen mal, bir destektir. Zaferi ve başarıyı gerçekleştirir. İnfak görevini yerine getir­mekte tereddütlü davranmaktan, kusurlu hareket etmekten sakınınız. Çünkü bu, ümmetin helak oluş sebebidir, toplumu zarar verir ve canları telef eder. Sa­kın kendi ellerinizle kendinizi helak olma yollarına atmayınız. "Onlar için gücünüz yettiğince güç hazırlayınız." (Enfal, 8/64) buyruğunda olduğu gibi her zaman, mekân ve duruma uygun olarak savaş için gerekli olan araç ve gereçle­ri hazırlayınız. Bunu, savaşçılara savaş tekniklerini öğretmek, onlara uygun silahları hazırlamak, sağlam ahlâk ve doğru bilgi ile nefisleri sağlamlaştırmak­la yapınız. Çünkü önüne geleni katıp sürükleyen büyük ordular, düşman tara­fından rüşvet, mal ve maddî-manevî her türlü teşvik ve aldatmalarla satın alı­nan zayıf ruhlular tarafından kalbinden vurulabilir. Nitekim ordular, bilgisiz­likleri, oluşumlarındaki eksiklik, plan, strateji, modern silahların kullanılması ve eğitimdeki kusurları sebebiyle savaşı kaybedebilirler.

Bu ayet-i kerimenin sona erdiği buyruk ne kadar göz kamaştıcı ve ne ka­dar da sağlamdır. Bu ameli güzel yapmaktır. İtaat ederek amellerinizi güzelleş-tiriniz, onları tam olarak yapınız. Çünkü Allah ihsan edenleri sever ve onlara en güzel şekliyle karşılık verir. İşte bu, bir önceki ayet-i kerimenin sonunu teş­kil eden yüksek edebî ve üstün medenî yönü tamamlayıcıdır. Bu ise takva ve fazilete sıkı sıkıya bağlı kalmakla olur. Bu şekilde bu iki ayet-i kerimenin son bölümleri, maddî ve manevî iki gücün yollarını, bunların esas ve kayıtlarını bir arada ifade etmiş olmaktadır. [150]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ve savaşın meşruiyyet durumlarını ve cihada izin verilme hikmetini açıklayan diğer ayet-i kerimelerden özet olarak şu sonuçlar çıkartılabilir:

1- Allah yolunda savaş, saldırıyı önlemek, davayı muhafaza etmek ve ilahî din hürriyetini korumak için meşru kılmnhştır.

2- Savaş ile ilgili hukukî hükümlerin en belirgin niteliği, adalet ve hakka uygun olmasıdır. Bu, her hangi bir savaş ve herhangi bir kimseye saldırı değil­dir. Bu savaşta, savaşın zorunluğu kıldığı sınırı aşmak sözkonusu değildir. Bu savaştan gözetilen hedef, yıkım ve tahrib değildir. Soyut bir terör de değildir. Savaşçıların dışında kimse öldürülmez. Kadınlar, çocuklar ve ayrıca rahipler, acizler, hastalar, yaşlılar da öldürülmez. Ekinler ve meyveler yok edilmez, ye­me maksadı dışında hayvanlar kesilmez. Nitekim Hz. Peygamber (a.s.) ile ra-şid halifelerin tavsiyelerinde bu durum böyle belirtilmiştir.

3- Savaş, insanları İslâm'ı kabul etmeye zorlamak için değildir. Bu, Kur'ân-ı Kerîm'in ortaya koyduğu (vazettiği) şeriatte kesinlikle reddedilmiştir. Bunu reddeden pek çok ayet-i kerime vardır. Bunlardan iki tanesi şu ayetler­dir: "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 2/256); "Sen iman edinceye kadar insan­ları zorlayacak mısın?" (Yunus, 10/99).

4- Adaletli, zayıflara karşı merhametli, bayağılıklara ve seviyesizliklere düşmekten uzak olan yüce İslâm ümmeti gibi bir ümmeti tarih görmüş değil­dir. Nitekim Batı'nın fikir babaları arasından biraz insaflı olanları bunun böyle olduğunu açıklamışlardır. Fransız filozof Gustave Le Bone şöyle demektedir: "Tarih Araplardan daha adaletli, daha merhametli fatihler tanımış değildir." Kindarların ve bilgisizlerin ileri sürdükleri: "İslâm kılıç ile ayakta durmuştur." şeklindeki iddiaya gelince; bu, onların içlerinde gizli olarak sakladıkları kinin, hakikatleri tersyüz etmeleri gerektiğini söylediği mücerret bir iftiradır. Tarih ve meydana gelen hadiseler bu iftiranın yalan olduğunu ortaya koymuştur.

Müfessirler ise bu ayet-i kerimeyle ilgili olarak birçok meseleyi gündeme getirmiş, araştırmışlardır. Bunların en önemlilerini aşağıda sıralıyoruz:

"Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın" Ayeti Mensuh mudur?

a) Bir grup ilim adamı şöyle demektedir: Bu ayet-i kerimeden anlaşılan şudur: Kâfirler sizinle savaştıkları takdirde savaşmak size de helâl olur. Daha sonra bu durum, (bu ayet) Allahu Teâlâ'mn: "Onlar sizinle topluca savaştıkları gibi siz de müşriklerle topluca savaşınız." (Tevbe, 9/36); "Kâfirlerden size yakın olanlarla savaşın ve onlar sizde büyük bir dayanıklılık ve kuvvet olduğunu gör­sünler." (Tevbe, 9/123); "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz." (Tevbe, 9/5); "Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyenlerle savaşınız..." (Tevbe, 9/29) buyruk-larıyla neshedilmiştir. Bütün bu ayet-i kerimeler, kâfirlerin hepsiyle savaşmayı emretmekte ve ister Müslümanlarla savaşsınlar, ister savaşmasınlar müşrik­lerle savaşmanın genel bir şer*î hüküm olduğunu göstermektedir.

b) İbni Abbas, Ömer b. Abdülaziz ve Mücahid der ki: Bu ayet-i kerime muhkemdir yani sizinle savaşmak durumunda olan kimselerle siz de savaşınız. Kadınları, rahipleri, çocukları ve benzerlerini öldürmek suretiyle de haddi aş­mayınız. Ebû Ca'fer der ki: Yukarıdaki ifade hem sünnet bakımından hem de aklî bakımdan bu konu ile ilgili iki görüşten daha doğru olanıdır.

Sünnet bakımından "sahih" oluşunu açıklayacak olursak; hadis imamla­rının rivayet ettiği İbni Ömer yoluyla gelen şu hadis-i şerif buna örnektir: "Resulullah (s.a), gazalarından birisinde öldürülmüş bir kadın gördü ve bun­dan hoşlanmadığını ifade etti, kadınlarla çocukların öldürülmesini yasakla­dı."

Aklî bakımdan daha "sahih" olmasına gelince: Genellikle "fâale (kâtele'nin vezni)" çoğu defa ancak iki kişi tarafından (karşılıklı olarak) yapılan harekete denir. Mukatele, müşâteme, muhâsama (savaşma, sövüşme ve hasımlaşma) ke­limelerinin manası da aynıdır. Kıtal ise kadınlar, çocuklar vb. ne yapılmaz. Ra­hipler, kötürümler, yaşlılar ve ücretle çalıştırılanlar öldürülmezler. Ebu Bekir es-Sıddık (ra.), Yezid b. Ebu Sufyan'ı Şam'a gönderdiği zaman bunu (uygulama­sını) vasiyet etmiştir. İmam Malik ve başkalarının rivayeti böyledir. Ancak bu gibi kimselerin savaşa katkıları varsa, bu durumdan istisna edilirler.

Kadınlar, eğer savaş konusunda görüş belirterek yahut savaşa destek olup malî yardımda bulunmak suretiyle savaşa katılırlarsa, savaş esnasında ele ge­çirildikleri takdirde öldürülürler. Suhnun'un görüşüne göre savaştan sonra da öldürülürler. Çünkü Allahu Teâlâ'mn "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." (Bakara, 2/190) buyruğu ile, "Onları nerede bulursanız öldürün." (Bakara, 2/191) emirlerinin genel ifadeleri bunu gerektirmektedir.

İster savaş esnasında olsun, ister esir alındıktan ve yakalandıktan sonra olsun savaşmayan kadın öldürülmez. Çünkü Taberanî İbni Abbas'tan o da Resulullah (s.a)'tan şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "... küçük çocuk, ka­dın ve yaşlı kimseyi öldürmeyiniz"

Küçük çocuklara gelince; bunlar da öldürülmezler. Çünkü sünnet-i seniyye de çocukların öldürülmesini yasaklayan tuyruklar açıktır. Resulullah (s.a)'ın kadın ve çocukların öldürülmesini yasakladığı sabittir. Ahmed ve Tirmizî dı­şında Sünen sahiplerinin Rebah b. Râbi'den rivayet ettiklerine göre Hz. Pey­gamber (s.a.): "Çocukları ve ücretle çalıştırılanları öldürmeyiniz." diye buyur­muştur. Çünkü bunları öldürme konusunda bir emir yoktur. Fakat çocuk sava­şacak olursa öldürülür.

Rahiplere gelince: Rahipler de öldürülmezler. Eğer kâfirlerden ayrılacak olurlarsa kendi mallarından geçimlerine yetecek kadar bir miktar onlara bıra­kılır. Çünkü Hz. Ebû Bekir, ünlü vasiyetinde [151] İmam Malik' in Muvatta'ında kaydettiği rivayete göre Ebu Süfyan'ın oğlu Yezid'e şöyle demiştir: "... kendile­rini Allah'a vakfettiklerini iddia eden bir topluluk da göreceksin. Onları, iddia ettikleri şekilde kendilerini O'na vakfettiklerini söyledikleri düşünceleriyle başbaşa bırak."

Kötürüm hastalar ile ilgili olarak sahih olan görüş, durumlarının nazar-ı itibara alınacağıdır. Eğer savaşa bir katkıları varsa öldürülürler, yoksa kendi hallerine bırakılırlar.

Yaşlılar ise fukaha'nm bir çoğunun görüşüne göre, eğer savaşamayacak kadar kocamış ve yaşlı iseler, görüşlerinden istifade edilmiyor ve savunmasın­dan yararlanılamıyor iseler öldürülmezler. Hz. Ebu Bekir'in Yezid'e söylediği söz bunu gerektirir. Diğer taraftan böyle bir kimse savaşan birisi de değildir, düşmana yardımcı da olamamaktadır. Bu bakımdan bunun da kadın gibi öldü­rülmesi caiz değildir. Eğer savaşta insanlar, görüş veya malî katkısı itibariyla zarar vermesinden korkulan kimselerden olur ise, Malikîlerin görüşüne göre bu insanların esir alınması halinde İmam (İslâm devleti başkanı) şu beş hu­sustan birisini seçmek durumundadır: Öldürmek, karşılıksız salıvermek, fid­yesini almak ve öylece serbest bırakmak, cizye ödemek üzere zimmet akdini yapmak yahut da (geçmişte olduğu gibi) köleleştirmek. Şafiî de aynı şekilde kadın ve çocuklar dışında esir alman insanların öldürülmesini caiz kabul et­mektedir.

Ücretliler ve çiftçilere Malik'in görüşüne göre bunlar öldürülmezler. Bu durum, Rebah b. Rabi'ten gelen ve daha önce geçen hadise göre verilmiş bir hü­kümdür. Bu hadis: "Hâlid b. Velid'e yetiş, sakın herhangi bir çocuğu ve ücretli bir kimseyi öldürmesin." hadis-i şerifidir. Ömer b. el-Hattab da şöyle demiştir:

"Küçük çocuklar ve size karşı savaşmayan çiftçiler konusunda Allah 'tan kor­kunuz." Ömer b. Abdülaziz, çiftçi olan hiç kimseyi öldürmezdi.

Şafiî der ki: "Çiftçiler, ücretliler ve kocamış yaşlılar Müslüman olmazlar veya kendilerinin ödemeleri gereken cizyeyi ödemezlerse öldürülürler."

c) Fahrüddin er-Razî, "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayetinin, "Onları nerede bulursanız öldürün." ayeti ile nesh edildiği görüşünde değildir. Çünkü umumî bir hüküm ifade eden bir ayet-i kerimenin hususi bir hüküm ifade eden bir ayetten sonra zikredilmesi, hususî bir hüküm ifade eden ayet onu neshetmeksizin fazladan bir hükmü tesbit etmek içindir. Fahrüddin er-Razî der ki: "Tahkîk sonucu söylenecek söz şudur: 'Allahu Teâlâ birinci ayet-i kerimede kâfirlerin savaşa başlamaları şartıyla cihadı emretmektedir. "Onla­rı nerede bulursanız öldürün!" ayetinde ise mükellefiyeti daha da artırmış ve kâfirler savaşsınlar veya savaşmasınlar Müslümanlara onlarla cihat etmeyi emretmiştir. Ancak şu buyruğu ile de Mescid-i Haram yakınında savaşmayı bundan istisna etmiştir: "Onlar, orada sizinle savaşmadıkça sakın siz de Mes­cid-i Haram'ın yanında onlarla savaşmayınız. Eğer savaşırlarsa siz de onları öldürünüz..."

Mukatil'den "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." ayet-i kerimesinin Allahu Teâlâ'nın: "Mescid-i Haram'ın yanında onlarla savaşmayı­nız." buyruğu ile neshedildiğine, daha sonra bunun da Allahu Teâlâ'nın "Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın." ayetiyle nesh edildiğine dair gelen riva­yet hakkında ise Fahrüddin er-Razî şunları söylemektedir: "Bu zayıf bir görüş­tür. Allahu Teâlâ'nın "Sizinle savaşanlarla Allah yolunda siz de savaşın." buy­ruğunun mensuh olduğuna dair iddia daha önce çürütülmüştür. Mukatil'in bu ayetin Allahu Teâlâ'nın: "Mescid-i Haram'ın yanında onlarla savaşmayınız." buyruğu ile neshedildiğine dair görüşüne gelince; bu nesih değil, bir tahsistir. Yine onun "Onlarla Mescid-i Haram'ın yanında savaşmayınız." buyruğunun "Fitne kalmayıncaya kadar onlarla savaşın." buyruğu ile neshedildiği şeklin­deki görüşü de hatadır. Çünkü Harem bölgesinde savaşı başlatmak caiz değil­dir ve bu hüküm bakîdir, neshedilmiş değildir. Böylelikle Mukatil'in görüşünün zayıf olduğu sabit olmaktadır. Diğer taraftan hikmeti sonsuz olan Allahu Te-âlâ'nın herbiri diğerini nesheden bunca ayeti biraraya toplaması çok uzak bir ihtimaldir." [152]

 

Harem Bölgesine Sığınanın Emanı:

 

Hanefîler: "Onlar sizinle Mescid-i Haram'ın yanında savaşmadıkça sa­kın siz de onlarla savaşmayınız." ayetine dayanarak, Harem'de savaşmadığı sürece Harem bölgesine sığınan kâfirin öldürülmeyeceğini ileri sürürler. Ayet-i kerime genel ifadesiyle aynı şekilde katilin de Harem'e sığındığı tak­dirde öldürülmeyeceğine delâlet etmektedir. Her iki kişi hakkındaki bu hük­mü Allahu Teâlâ'nın: "Oraya giren emniyet içinde olur."   (Âl-i İmran, 3/97) buyruğu ile, "Hani biz o evi insanlar için kendilerini emniyet içinde hissede­bilecekleri bir dönüş yeri yapmıştık." (el-Bakara, 2/125) buyruğu da destek­lemektedir. [153]

 

Savaşın Gayesi ve Hikmeti:

 

İslam savaşı can, ülke, namus ve saygı duyulması gereken diğer hakları savunmak için meşru gölmüştür. Yoksa düşmanlık, saldırganlık, kan dökmek için meşru görmüş değildir.

İslâm'da savaşın üstün gayesi; dinî tebliğ hürriyetini yerleştirmek, Al­lah'ın kelimesini yükseltip, şeriatını zafere kavuşturmak, Müslümanların ve İslâm davetçilerinin hamasetlerini korumaktır. [154]

 

Savaşın Sebebi Saldırıyı Püskürtüp Zulüm ve Tecavüzü Ortadan Kaldırmak mıdır Yoksa Küfür müdür?:

 

Fukahadan bir gurup birinci görüştedir. Cumhur ise ikinci görüştedir. Buna: "Fitne kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın." ayetini delil gösterirler. Fitneyi şirk veya küfür diye tefsir ederler. Ayrıca cumhur, Resulullah (s.a)'ın Kütüb-i Süte sahiplerince rivayet edilen Ebu Hureyre'den ge­len mütevatir hadisi de buna delil gösterirler. Resulullah (s.a) şöyle buyurmakta­dır: "Ben insanlarla 'lâ ilahe İllallah" deyinceye kadar savaşmakla emrolundum." Kurtubî der ki: "Ayet-i kerime ve hadis-i şerif savaşın sebebinin küfür olduğunun delilidir. Çünkü Allahu Teâlâ "Fitne kalmayıncaya kadar." yani küfür kalmayın-caya kadar diye buyurmakta ve böylece küfrün kalmayışını savaşın nihaî gayesi olarak tespit etmektedir." Bu husus da açıkça anlaşılan bir husuctur.[155] Yani bu­nun anlamı 'küfür zeval buluncaya, İslâm sabit oluncaya kadar onlarla savaşı­nız', demektir. Bunun benzeri de Allahu Teâlâ'nın: "Onlarla savaşa çağrılacaksı­nız veya onlar İslâm'a gireceklerdir." (Fetih, 48/16) buyruğudur. [156]

 

Hakkın Zaferi:

 

"Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin." ayet-i kerimesi, herhangi bir yolla haksızlık yapmamak veya hırsız gibi muamele görmemek şartıyla zalimden hakkı almanın caiz olduğu­nun delilidir. Malik, Şafiî ve başkalarının görüşü budur. İbnül-Arabî der ki[157]:

Senin kanını mubah gören kimsenin kanı, kendi elinle ondan intikamını almak suretiyle değil de hâkimin hükmü dolayısıyla mubahtır. Bu hususta gö­rüş ayrılığı yoktur.

İmkânın olduğu takdirde; senin malını alanın, alacağın mal kendi malının cinsinden olmak (yiyeceğe karşılık yiyecek, altma karşılık altın) ve hırsız gibi kabul edilmekten emin olmak şartıyla sen de malını al.

Senin malının emsinden olmayanı almaya gelince; bu konuda ilim adamla­rının farklı görüşleri vardır. Kimisi "hâkimin hükmü olmadıkça alınmaz' deinektedir. Kimisi de 'onun kıymeti tespit edilir ve bunun kadan alınır1 demiş­lerdir. Bence sahih olan görüş de budur.

Senin namusuna dil uzatanın; haddi aşarak anne-babasma, oğluna veya yakınlarına kadar gitmemek şartıyla sen de onun namussuzluğunu (yalan ol­mamak şartıyla) ortaya çıkarabilirsin. O sana istediği kadar yalan söylesin, sen ona yalan söyleyemezsin. Çünkü kötülüğe kötülükle karşılık verilmez. Me­selâ: O sana: Ey kâfir1 diyecek olursa, senin de ona: 'Esas kâfir sensin' demen caiz olur. Eğer sana: 'Ey zinakâr!' derse, senin ona cevabın ancak: 'Ey yalancı. Ey yalan şahitliği yapan kişi!' demendir. Şayet sen de ona: 'Ey zinakâr!' dersen, yalan söylemiş ve yalan söylediğin için günaha girmiş olursun. Sana nispet edi­len bu yalan dolayısıyla da sorumlu tutulursun, hiç bir şey de elde etmiş ol­mazsın, belki de zarar edersin. Eğer o, mazereti olmadığı halde senin hakkını savsaklayacak olursa, 'Ey zalim, ey insanların mallarını yiyen kimse!' diyebi­lirsin."

Resulullah (s.a) bir sahih hadiste şöyle buyurmuştur: "Ödeme gücü olup da savsaklayan kimsenin ödemek zorunda olduğu şeyi ödememesi kendisinin cezalandırılmasını meşru kılar." [158] Irzının helâl kılınması yukarıda açıkladığı­mız şekilde olur, cezalandırılması ise borcunu ödeyinceye kadar hapsedilmesiy-le olur." [159]

 

Kısasta Misilleme:

 

Yine: "Siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin" ayet-i ke­rimesi kısasta misilleme ilkesine işaret etmektedir. "Şayet bir cezaya karşılık verecek olursanız, ancak size yapılanın benzeri ile karşılık veriniz." (Nahl, 16/126) ayeti de buna benzemektedir. Buna göre bir kimse herhangi bir şey ile başkasını öldürdüyse kendisi de o şekilde öldürülür. Lutîlik ve şarap içirme gi­bi insanları kötü yola götürüp fasıklık yaparak öldüren kimseler ise kılıç ile öl­dürülürler. Cumhur'un görüşü budur. Malikîler yine ateş ve zehir ile öldürmeyi de istisna ederler ve: 'Bu yolla katil öldürülmez' derler. Çünkü Resulullah (s.a.): "Allah'tan başka kimse ateş ile azap etmez." diye buyurmuştur. Zehir de ateş gibi mütalaa edilir.

Ebu Hanife ve mezhebinde daha sahih kabul edilen görüşünde Ahmed der ki: Ancak demir kılıç ile kısas uygulanır. Bunun delili ise İbni Mace, Darakutnî ve Beyhakî tarafından rivayet edilen en-Nu'man b. Beşir'in naklettiği şu hadis-i şeriftir: "Ancak demir ile kısas yapılır, ancak kılıç ile kısas yapılır."

Boğarak, zehirleyerek, bir dağdan yuvarlayarak, bir kuyuya atarak veya bir kütük ile başka bir kimseyi öldüren hakkında Ebu Hanife, tek başına böyle bir kimsenin öldürülmeyeceğini ve ona kısas uygulanmayacağını söyler. Çünkü ona göre ağır bir şey ile öldürmek kısası gerektirmez. Çünkü bu kasta benzer bir öldürmedir. Böyle bir öldürme ise, katilin âkilesi tarafından diyet ödemeyi gerektirir. Eğer katil, başka birisini sivriltilmiş demir, taş yahut ahşap bir şey­le öldürmüşse veya boğmak ve yüksekçe yerlerden atmak suretiyle öldürdüğü biliniyorsa ona kısas gerekir. [160]

 

Can ve Mal ile Cihat:

 

Cihat can ve mal ile olur. Savaşların güçlü kuvvetli erkeklere ihtiyacı ol­duğu gibi orduları hazırlamak da araç, gereç, silah ve masrafa da ihtiyacı var­dır. Müslüman, Allah'ın adının yücelmesi yolunda infakta kusur edecek olursa, hem kendini hem cemaatini ve hem de bağlı olduğu ümmeti helak ve tahrip et­miş olur. "Allah yolunda infak ediniz, ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayınız." ayeti, öğrenmiş olduğumuz gibi, ensar hakkında kıtlıkla ve kuraklıkla karşı karşıya kalıp infaka ihtiyaç kalmadığını sandıkları vakitte nazil olmuştur. Çünkü onlara göre Allah İslâm'ı aziz kılmış, İslâm'ın yardımcıları artmıştı. An­cak Allah onların bu mazeretlerini kabul etmedi. Çünkü cihat daimî bir gerek­liliktir. Savaş için hazırlık her zaman geçerli, serî bir görevdir. [161]

 

Savaş Tehlikelerine Atılmak Yahut Fedailik:

 

İlim adamları, bir kişinin savaşta kendisini tehlikeye atması ve tek başına düşmana karşı koyması hususunda; böyle bir şeyin, nefsi tehlikeye atmak mı, yoksa atmamak mı olduğu hakkında değişik görüşler ortaya koymuşlardır. Ma-likîlerden bir topluluk şöyle demektedirler: Güç sahibi olup Allah'a halis bir niyyet ile bu işi yaptığı taktirde, büyükçe bir orduya karşı tek başına bir Müs-lümanın hamle yapmasında mahzur yoktur. Şayet bu kişi yeterli güce sahip değil ise, o vakit bu, tehlikeye atılmak kabilinden olur.

Bir görüşe göre de ihlaslı olarak şehadet isteyen kişi, düşmana hamlesini yapsın. Çünkü onun maksadı düşmanlardan bir kişiyi alt etmektir. Allahu Teâlâ'nın "İnsanlardan Allah'ın rızasını isteyerek\nefsini O'na satan kimseler var­dır." (Bakara, 2/207) buyruğunda bu açıkça görülmektedir. İşte gerçek manada kendisini feda eden kişi budur. Rivayet edildiğine göre adamın biri Hz. Peygam­ber (a.s)'e şöyle sormuş: "Allah yolunda sabredip mükâfatını umarak öldürülür-sem, durumum ne olur?" Resulullah (s.a): "Senin için cennet vardır." diye buyu­rur. Bu söz üzerine o da öldürülünceye kadar düşmanların arasında savaşır.

Muhammed b. el-Hasan der ki: "Eğer tek bir kişi kurtulacağını ve düşma­na çok zarar vereceğini zannedip müşriklerden bin kişiye hamle yapsa bunda onun için bir beis yoktur." Şayet böyle bir durum yoksa bu iş mekruhtur. Çün­kü o, Müslümanlar için faydası olmayan bir yerde kendini göz göre göre ölüme atmıştır.

Şayet kasıt Müslümanların, kâfirlere karşı cesaretini arttırıp teşvik et­mekse, bu hal, caiz olabilir. Çünkü bunda bazı yönleriyle Müslümanlar için fayda vardır.

Eğer bundan maksadı Müslümanların dinleri için kendilerini feda edebile­ceğini gösterip düşmanların kalbine korku vermek ise, bu da caiz olabilir.

Şayet bu yaptığında Müslümanlar için bir fayda varsa ve Allah'ın dinini aziz kılıp kâfirleri zayıflatmak için canını feda ederse, Allahu Teâlâ'nın şu buyruğunda övmüş olduğu şerefli makamı elde etmiş olur: "Şüphesiz Allah, mü­minlerden canlarını ve mallarını, onlara cenneti vermek karşılığında satın al­mıştır." (Tevbe, 9/111). Allahu Teâlâ'nın bu doğrultuda, canlarını Allah yolunda feda edenleri övdüğü pek çok ayet-i kerimesi daha vardır.

Buna göre, iyiliği emredip kötülükten alıkoymanın hükmünün şöyle olma­sı gerekir: Kişi dinde bir fayda umup da bu uğurda öldürülünceye kadar çarpı­şıp canını feda ederse şehitliğin en üst derecelerinde olur. Nitekim Allahu Te-âlâ şöyle buyurmaktadır: "ve iyiliği emret, kötülükten nehyet. Sana isabet edene de sabret. Çünkü bu, kati olarak farz kılınan işlerdendir." (Lokman, 31/117). İbni Abbas da Peygamber (a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Şe­hitlerin en faziletlisi, Abdülmuttalib oğlu Hamza ile zalim bir sultanın huzu­runda hak bir söz söyleyip de sultan tarafından öldürülen kimsedir." [162]

 

Hac Ve Umreye Dair Hükümler

 

196- Haccı da umreyi de Allah için ta­mamlayın. Eğer bundan alıkonursanız o halde kolayınıza gelen kurbandan oraya (kurban yerine) gönderin. Kur­ban yerine gidinceye kadar başlarınızı tıraş etmeyin. Artık içinizden, kim has­ta olur veya başına sıkıntılı bir şey ge­lirse ona oruçtan, sadakadan yahut da kurbandan bir fidye vacip olur. Emin olan ve hac zamanına kadar umre yap­mak isteyen kişiler, kolayına gelen bir kurbandan kessin. Fakat kurban bula­mayanlar ise; hac günlerinde üç, hac­dan döndüklerinde yedi gün olmak üzere tam on gün oruç tutsun. Bu du­rum, Mescid-i Haram'da oturmayanlar içindir. Allah'tan korkun ve Allah'ın gazabının gerçekten çok şiddetli oldu­ğunu bilin.

197- Hac bilinen aylardır. Kim o aylar­da haccı farz olan bir emir kabul eder­se artık ona hacda kadına yaklaşma, kötü söz söyleme, günah işleme ve kav­ga etme yoktur. Allahu Teâlâ, nasıl bir hayır işlediğinizi bilir. Bir de azık edi­nin, şüphesiz ki azığın en hayırlısı tak­vadır. Ve ey kâmil akıl sahipleri, Ben'den korkun!

 

İ'râb:

 

"Hac bilinen aylardır." Bu buyrukta, dilbilgisi açısından müptedâ ve ha­ber vardır. (Bu cümle, isim cümlesidir. Cümlenin yüklem ve öznesi vardır.) Bu­rada takdirî bir takım ifadelerin bulunması kaçınılmazdır. Gizlenenin takdiri hususunda iki görüş vardır: Birincisine göre; 'haccın ayları, bilinen aylardır.' Buna göre tamlanan gizlenmiş, tamlayan da onun yerine kullanılmıştır. İkinci­si; lıac bilinen aylardaki ziyarettir", şeklindedir. [163]

 

Belagat:

 

"Artık, içinizden kim hasta olursa" yani "kim hasta olduğu için tıraş olur­sa" ile "döndüğünüz vakit yedi gün olmak üzere..." şeklindeki emirde, gaipten muhataba iltifat (geçiş) vardır.

"Tam on gün..." şeklindeki buyrukta da; tafsilattan sonra icmal (özetleme) vardır. Kasıt ise, tekid yani daha çok pekiştirmektir. Buna itnab adı verilir.

"Allah'tan korkun ve bilin ki Allah'ın..." ayet-i kerimesinde Allahu Te-âlâ'nm ism-i celâlinin, zamir olarak kullanılması gereken yerde açıktan zikre­dilmesi, heybet ve celâl ifade etmesi içindir.

"kadına yaklaşma, kötü söz söyleme, günah işleme ve kavga etme olmama­lıdır (yoktur)." Buradaki nefiy, nehiy (yasak) anlammadır. Yani siz, o günlerde kadına yaklaşmayın, kötü söz söylemeyin, günah işlemeyin, arkadaşlarınızla, hizmetçilerinizle, ücretle tuttuğunuz kimselerle tartışmayın denilmiştir. Bura­daki nefiy, açıkça daha beliğdir. Yani hiç bir şekilde bunun yapılmaması icap eder. Bunlardan uzak durmak her zaman vacip olmakla birlikte, hacda bunlar­dan uzak durmanın emredilmesinin sebebi, bu gibi şeylerin hac ile birlikte ya­pılmasının daha çirkin oluşudur. Tıpkı, namazda iken ipekli elbise giymek, Kur'an-ı Kerim okurken şarkı söyler gibi tegannî etmek gibi. [164]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Haca da umreyi de Allah için tamamlayın." Bunları haklarına uygun olarak eda edin.

"Eğer bundan alıkonursanız" düşman veya hastalık dolayısıyla bunları tamamlayamazsanız "o halde kolayınıza gelen kurbandan oraya gönderin." Kolayınıza gelen kurbanı kesin. O da koyun, ya da hac yapan veya umre yapan kişinin Beyt-i Haram'a hediye ettiği, orada kesilip fakirlere dağıtılmak üzere gönderdiği bütün davar türleridir.

"Kurban yerine varıncaya kadar" kesilmesinin helâl olacağı yere ulaşınca­ya kadar "başlarınızı tıraş etmeyin." yani ihramdan çıkmayın. Kurbanın kesil­mesinin helâl olacağı, Şafiî ve Malik' e göre belirtilen yerdir. Bu kurban, orada ihramdan çıkmak maksadıyla kesilir ve o bölgenin fakirlerine dağıtılır, tıraş olunur ve böylece ihramdan çıkılır. Hanefilere göre ise kurbanın kesileceği yer, Harem bölgesidir.

'Veya başında" bit, başağrısı gibi "sıkıntılı bir şey bulunursa" ve ihramlı iken tıraş olursa "ona" üç gün oruçtan; "sadakadan" çoğunlukla o beldede kulla­nılan temel gıda maddelerinden üç sa'ı [165] altı miskine dağıtmak suretiyle, "yahut da kurbandan" yani bir koyun kesmek sureciyle "bir fidye vacip olur." (Ayet-i kerimede kurban karşılığı olarak kullanılan) nüsuk; aslında 'ibadet' anlamında­dır. Burada kasıt, kesilecek olan hayvandır. Ona bu ismin veriliş sebebi, mümin kimsenin Allahu Teâlâ'nın emirlerini yerine getirerek ona yakınlaştığı ibadetlerin en şereflilerinden olmasıdır. Ayet-i kerimede geçen (veya anlamına gelen) "ev" (mealde virgül ile karşılanmıştır) muhayyerlik ifade eder. Bu gibi mazeret­lere; özürsüz olarak tıraş olmak, koku, dikişli elbise ve yağ gibi şeyleri özürsüz ya da başka bir sebepten ötürü kullanıp faydalanmak da dahil edilmiştir.

"Emin olduğunuz vakit" bir görüşe göre 'hastalıktan iyileştiğinizde' diğer bir görüşe göre de 'düşmandan korkunuz gittiğinde' demektir, "kim hac zama­nına kadar umreden faydalanmak isterse" yani 'umreyi bitirdikten sonra ih-ramlıyken yasak olan şeylerden istifade eden kişi bunu hac için ihrama girin­ceye kadar sürdürürse' demektir. Ancak bu durum ancak hac aylarında umre için ihrama girilmiş olması şartına bağlıdır." kurbandan kolayına geleni kes­sin." Bundan maksat, kişinin Mekke'de hac için ihrama girdikten sonra kese­ceği kurbandır. Efdal olan, bunu Kurban bayramının birinci günü (yevmu'n-nahr) kesmesidir.

"Kim" olmadığı yahut parası bulunmadığı için kurban "tedarik edemezse" hac için ihramlı olduğu halde üç gün oruç tutması gerekir. Buna göre Zilhicce­nin yedinci gününden önce ihrama girmesi icap eder. Efdal olan ise altıncı gün­den önce girmesidir. Çünkü Arefe günü oruç tutmak mekruhtur. Şafiî daha sa­hih kabul edilen görüşe göre bu orucun, teşrik günlerinde de tutulması caiz de­ğildir. Yedi gün ise, vatanına yani Mekke'ye veya bir başka yere dönüşünden sonra tutar.

"Aile ikametgâhı Mescid-i Haram'da bulunanlar" Hanefîlerin görüşüne gö­re Mekke halkı ve Mîkât'a kadar olan bölgelerdekilerdir. Şafiî'ye göre ise, Ha-rem'e iki merhaleden daha yakın bölgeye kadar olan yerler de yaşayanlardır.

"Hac bilinen aylardır." Haccın zamanı Şevval, Zülkade ve Zülhicce'den on gündür. Şafiî'nin görüşü bu istikamettedir. Cumhurun görüşüne göre ise iyi ol­mamakla beraber bu ayların dışında, hac için ihrama girmek caizdir.

"Her kim o aylarda haca farz olan bir emir kabul ederse" yani 'gizli olarak niyet edip, ihrama girerek, herkesin duyabileceği bir şekilde telbiye getirmek suretiyle hacca başlayıp, kendisini haccı yerine getirme mükellefiyeti altına so­karsa' demektir. Şafiî' ye göre telbiye getirmek haccın rükünlerinden değildir. Zahirîler ise bunu vacip kabul ederler. Bu ayet-i kerimenin kendisinden önceki buyruklarla ilişkisi de şudur: Allah Teâlâ hac ve umrenin tamamlanmasını em­rederek umrenin belli bir vakti olmadığını haccın ise tayin edilmiş bir vaktinin bulunduğunu beyan etmektedir.

"Hacda rafes" yani cima kadına yaklaşmak "fâsıklık" isyan, günah işlemek "ve cidal" [166] tartışma, mücadele "yoktur." Bu üçünün nefyedilmesi (yani olum­suz olduklarının bildirilmesi onları nehyetmek (yasaklamak) demektir.

"Bir de" yolculuğunuzda size yetecek kadar "azık edinin. Şüphesiz ki azığın en hayırlısı takvadır." (Azık ve takva), dilencilik yapmaktan ve insanlara yük ol­maktan kişileri uzaklaştıran şeydir. "Ey kâmil akıl sahipleri! Allah'tan korkunuz!"

"el-Elbab (üstün akıllılar)" lüb kelimesinin çoğuludur. Lüb ise her şeyin özüne denir. Bundan dolayı akla da lüb adı verilmiştir. [167]

 

Nüzul Sebebi

 

Allahu Teâlâ'nın: "Haca da umreyi de Allah için tamamlayın." buyruğu­nun nüzul sebebi ile ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Saffan b. Umeyye'nin şöyle dediğini nakletmektedir: Cübbe giyinmiş, vücuduna za'feran sürünmüş bir adam Resulullah (s.a)'m huzuruna gelerek: "Ey Allah'ın Resulü umrem ile ilgili olarak bana nasıl bir emir vereceksin?" diye sordu. Bunun üzerine Allahu Te-âlâ: "Haca da umreyi de Allahu Teâlâ için tamamlayın." buyruğunu indirdi. Hz. Peygamber: "Umreye dair soru soran nerede?" deyince adam: "İşte burada­yım" dedi. Hz. Peygamber adama: "Üzerindeki elbiseleri çıkar, sonra guslet, da­ha sonra gücünün yettiği kadar burnuna su çek; ve en sonunda da hac ettiğin­de ne yaptıysan umrede onu yap."

Allahu Teâlâ'nın "Artık içinizden kim hasta olur ve başında sıkıntılı bir şey gelirse" buyruğu ile ilgili olarak Buharî' nin rivayetine göre KaTb b. Ucre'ye Al­lahu Teâlâ'nın "Ona oruçtan... bir fidye vacip olur." buyruğu hakkında soru so­rulmuş, o da şöyle demiştir: "Peygamber (s.a.)'in yanına götürüldüm. Bitler yü­zümün üzerine dökülüyordu. Bana: 'Senin sıkıntının bu noktaya kadar ulaştı­ğını zannetmiyordum. Bir koyun bulamaz mısın? Ben: 'Hayır", dedim. 'O halde üç gün oruç tut veya altı yoksulu her birisine yarım sa' buğday vermek suretiy­le doyur. Başını da tıraş et!' dedi. İşte bu ayet-i kerime özel olarak benim hak­kımda nazil oldu ise de hepiniz için umumidir." Müslim de Ka"b b. Ucre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:

"Bu ayet-i kerime benim hakkımda nazil oldu. Resulullah (s.a)'ın yanına vardım o: "Yaklaş!" dedi. İki veya üç defa ona yaklaştım. Bana: "Şu haşerelerin sana eziyet vermiyor mu?" dedi. (Hadisin ravilerinden olan) İbni Avn dedi ki: "Zannederim o: 'Evet' dedi. Bunun üzerine bana oruç tutmayı yahut sadaka vermeyi veya kolayıma gelen bir kurban kesmeyi emretti."

Ahmed'in rivayetine göre Ka'b şöyle demiş: "İhramlı olduğumuz halde Hu-deybiye'de Resulullah (s. a) ile birlikte idik. Müşrikler bizi kuşatmış (engelle­miş) idi. Saçlarım kulaklarımın altına sarkacak kadar uzundu. Haşereler yü­zümün üzerine dökülmeye başladı. Resulullah (s.a) yanımdan geçti ve: 'Başın­daki haşereler sana eziyet vermiyor mu?' diye sordu. Daha sonra ona (Ka'ba') tıraş olmasını emretti. Dedi ki: "Artık içinizden her kim hasta olur veya başına bir sıkıntı gelirse ona; oruçtan, sadakadan yahut da kurbandan bir fidye vacip olur."  ayeti nazil oldu."

Allahu Teâlâ'nın: "Bir de azık edinin" buyruğu ile ilgili olarak Buharî ve başkaları İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yemenliler hacca gelir, azık almazlar ve: 'Biz mütevekkil kimseleriz.' derlerdi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Bir de azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı takvadır." buyruğunu indirdi." [168]

 

Ayetler Arasındaki İlişki

 

Burada, önce oruca dair hükümlerden daha sonra ise haram aylardan, Mescid-i Haram'dan, bu aylarda ve bu yerlerde yapılan savaşlardan bahsedildi. Ardından da hacca dair hükümler ortaya kondu. Çünkü haccm ayları, oruç ay­larından sonra gelir. Allahu Teâlâ, buyruklarında düşmanın haccı tamamla­maktan alıkoyduğu kuşatma altındaki kimsenin ve Harem ehli olmayan kim­selerin hac zamanına kadar temettü' yapmalarının hükümlerini açıkladı, hac­cm vaktinin ise bilinen aylarda olduğunu belirtti. [169]

 

Açıklaması

 

Hac, cahiliye dönemi Arapları arasında, Hz. İbrahim ile Hz. İsmail döne­minden beri bilinen bir ibadetti. İslâm, bu ibadetteki şirk ve yasaklan ortadan kaldırıp ona bazı hac usûllerini ekledikten sonra bu ibadeti sürdürdü.

Allahu Teâlâ, hicretin altıncı yılında "Ona bir yol bulabilenlerin o evi ziya­ret etmesi (haccetmesi) Allah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." (Al-i İmran, 3/97) buyruğu ile haccı Müslümanlara farz kılmıştı. Müslümanların yaptıkları ilk hac, Ebu Bekir (r.a.)'in komutası altında hicretin 9. yılında gerçekleşmişti. Daha sonra, Resulullah (s.a) hicretin onuncu yılında haccetti. Onun bu haccm-da Hz. Ebu Bekir, hacceden müşriklere: "Artık, bu seneden sonra hiç bir müş­rik Beyt-i Haram'ı tavaf etmeyecektir." diye ilan etti ve"Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıldan sonra artık onlar Mescid-i Haram'a yaklaşmasın­lar." (Tevbe, 9/28) ayeti de nazil oldu.

İşte, Müslümanlar o tarihten itibaren; büyük bir şevk, özlem ve tazim do­lu kalplerle, doğu ve batının değişik bölgelerinden Allah'ın yüce evini ziyaret etmek için her yıl akın etmeye devam ettiler. Onlar haclarını Allahu Teâlâ'ya iman sancağının gölgesi altında yapıyorlar, Allah'ın emirlerini kabul ettikleri­ni ifade eden telbiyeleriyle yükseltiyorlar, kalplere heybet veren bu yerlere hu­şu içinde yöneliyorlar. Bunu ise ruhlarını, ilahî emirlere muhalefet ve isyan etmek şüphelerinden arındırmak maksadıyla yapıyorlar. Onlar cemaat olarak oluşturdukları saflarda ve başkalarına karşı gösterdikleri muamelelerde efen­di ile köle, yöneten ile yönetilen, zengin ile fakir arasında herhangi bir ayırım gözetmeksizin maddî ve fiilî olarak eşitlik içinde biribirleriyle kaynaşmış olu­yorlar. Dünyanın dış görünüşünden ve süsünden soyutlanıyorlar. Dünyanın hiç bir yerinde her yıl yapılan ve büyük kitlelerin katıldığı bu hac kongresi gi­bi evrensel bir kongre yapılamaz. Orada farklı milletlere mensup değişik renkte ve farklı dilleri konuşan müminler dünyanın dört bir yanından gelip toplanmaktadırlar.

Allahu Teâlâ bu ayet-i kerimelerde haccm birtakım hükümlerini de beyan etmektedir. Bu hükümleri şöyle sıralayabiliriz: [170]

 

Hac ve Umrenin Tamamlanması:

 

Yani şart ve fiillerinden herhangi bir şeyi eksiltmeden ve bunları ifa eder­ken de yasak kılınmış herhangi bir şeyi yapmadan eksiksiz ve tam olarak hac ve umreyi edâ etmek; zahiren şeriatın istediği şekilde edâ edip batınen de dünyevî herhangi bir maksat gözetmeksizin ihlas ile yalnızca Allah için ifa et­mekle hac ve umre menâsiki bitirilmiş olur. "Tamamlamak" tabiri Müslü­manların bunlara başlamış oldukları hissini vermektedir. Müslümanlar hicre­tin 6. yılında umreye başlamış fakat onu tamamlamaları engellenmişti. Bu ba­kımdan yedinci yılda gerçekleşen umreye "kaza umresi" adı verilmektedir. Al-lahu Teâlâ'nın "Haccı ve umreyi Allah (rızası) için tamamlayınız." buyruğu, hastalık veya düşman sebebiyle engellenen kimselerin, hediyelik kurban ile ihramdan çıkabilecek olmaları -Hanefîlerin görüşüne göre- kaza gerekliliğine delildir. Çünkü ayet-i kerimedeki bu emir, o ibadete başlamak suretiyle vücu-bu gerektirir. Allahu Teâlâ'nın: "Tamamlayınız..." buyruğundan kasıt ise, on­lara başladıktan sonra bu iki ibadeti tamamlamaktır. Malik ve Şafiî ise şöyle demektedir: "İhramlı bir kimse düşman sebebiyle engellenecek olur da ihra­mından çıkarsa hacda olsun, umrede olsun, onun için Tcaza' söz konusu değil­dir." Ayet-i kerimede anlatılmak istenen ise; Onların eda edilmeleri ve yerine getirilmeleridir. Allahu Teâlâ'nın "...onları tamamladı" (Bakara, 2/124) buyru­ğu "Sonra orucu geceye kadar tamamlayınız." (Bakara, 2/187) buyruğuna ben­zemektedir. [171]

 

Umrenin Gerekliliği:

 

Bu ayet-i kerimede her ikisinin de tamamlanması emredilmekle birlikte ilim adamları, haccın farziyetini ittifakla kabul ederken, umre hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Şafiîlerle Hanbelîler: "Umre de hac gibi vâcib (farz)dir. Çünkü, Allahu Teâlâ: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayın." diye buyur­makta, yine aynı şekilde: "Kim hac zamanına kadar umreden faydalanmak is­terse kolayına gelen bir kurbandan kessin." buyruğu ile yine Allahu Tâlâ'nm "Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah'ın alemetlerindendir. Haccedip umre yapan kimselerin onları tavaf etmesinde kendisi için bir vebal yoktur." (Bakara, 2/158) buyrukları hep bunu gerektirmektedir. Diğer taraftan sahih hadiste Rasûlull-lah (s.a)'ın ashab-ı kirama şöyle dediği sabittir: "Her kimin yanında kurbanlığı var ise bir hac ve umre için ihrama girsin." Yine Resulullah (s.a) şöyle buyur­maktadır: "Kıyamet gününe kadar umre, haccın içine girmiştir." Dârukutnî ve Hakim de Zeyd b. Sabit'ten Resulullah (s.a)'m şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedirler: "Hac ve umre farzdır. Bunlardan hangisini daha önce yaparsan yap, sana zararı olmaz."

Malikîlerle Hanefîlerin görüşüne göre ise, umre bir sünnettir. Çünkü Al­lah'ın haccı farz kılmış olduğu bütün ayet-i kerimelerde umre sözkonusu edil­mektedir. "Ona gitmek için bir imkân bulabilenler için Beyt'i ziyaret etmek Al­lah'ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır." (Al-i İmran, 3/97); "ve insanları, hem yayan hem de zayıf develer üzerinde sana gelebilmeleri için hacca davet et." (Hacc, 22/27). Diğer taraftan İslâm'ın rükünlerini sözkonusu eden hadis-i şeriflerde umreden bahsedilmemektedir. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.), Şafiî, Abdür-rezzak, İbni Ebi Şeybe, İbni Maceh ve Abd b. Humeyd'in Ebu Salih el-Hane-fî'den yaptığı rivayette şöyle buyurmaktadır: "Hac bir cihattır, umre ise bir na­filedir."

Tirmizî, sahih olduğunu belirttiği bir hadisi şerifinde de Hz. Cabir"den şu­nu rivayet etmektedir: "Adamın birisi Resulullah (s.a)'a: 'Umre vacip (farz) mi­dir?' diye sordu. Hz. Peygamber (a.s.): "Hayır. Ama yine de umre yapmanız si­zin için daha hayırlıdır, diye cevap verdi. Malikîlerle Hanefîler, Hz.Peygamber (s.a.)'in umrenin farz olduğunu belirten hadis-i şeriflerini, umreye başlandık­tan sonra bu hüküm verilebilir şeklinde tevil etmişlerdir. O halde umrenin va-cib olduğu konusunda görüş ayrılığı yoktur. Kuvvetli görüş birinci görüştür. Çünkü bu: "Haccı da umreyi de Allah için tamamlayınız." ayet-i kerimesi um­renin vücubuna delildir. Çünkü Allahu Teâlâ haccm tamamlanmasını emrettiği gibi, umrenin de tamamlanmasını emretmektedir. [172]

 

îhsar (Bir İşten Alıkonma):

 

Sizler ihramlı olduğunuz halde düşman, hastalık veya benzeri bir sebep dolayısıyla hac ibadetinizi tamamlamaktan alıkonursanız ihramdan çıkmak is­tediğinizde kolayınıza gelen bir kurban kesmeniz gerekir. Bu ise, ya bir deve ya bir inek veya bir koyundur. Eğer muhsar (alıkonan) kimse bunları bulamaya­cak olursa keseceği hayvanın kıymeti biçilir ve o kıymet ile yiyecek alır ve onu tasadduk eder. Bunu da bulamazsa her bir müd 875 gr. yiyecek (buğday) için bir gün oruç tutar. İhsar, (bir işten alıkonma), hac için de umre için de sözkonu-sudur. Çünkü her ikisi de aynı şekilde engellenebilir.

Fukaha ihsarın sebepleri hakkında farklı görüşlere sahiptir: Hanefi'lerin görüşüne göre ihsar, ister hastalık, ister düşman, ister hapis ve ister başka bir sebeple olsun ihrama girdikten sonra Mekke'ye girmeyi engelleyen bütün hal­leri ihtiva eder. Çünkü Allahu Teâlâ buna dair hükmü, mutlak olarak ihsar al­tında bulunmaya bağlamıştır. İhsar ise alıkonulmaktır ve bu genel bir ifadedir, hepsini sınırları içine alır.

Şafiîlerle Malikîlerin görüşüne göre ise ihsann anlamı, 'düşman sebebiyle alıkonulmaktır.' Bu görüşlerini İbni Abbas ve İbni Ömer'den gelen rivayetler­den alırlar. Çünkü hasr; "alıkoymak, engellemek" demektir. Engellemenin ise, engellemeye gücü yeten bir engelleyici tarafından yapılması gerekir. Bu da hastalıkta değil de düşman hakında düşünülebilir. Çünkü Allahu Teâlâ'nın: "Emin olduğunuz vakit" buyruğu, düşmandan korkmak hakkında kullanılır, düşman hakkında kullanılmaz. Hasta olan kimse ise, kendisine gelinceye ka­dar senelerce hasta kalsa bile Beyt'i tavaf etmedikçe ihramdan çıkmış sayıl­maz.

Ancak kuvvetli olan birinci görüştür. Çünkü güvenlik, genel bir kavram­dır. Bu sadece düşmandan emin olmakla sınırlı değildir. Engel, bir işten alıko­yan her şeydir. Hastalık da, yolculuğa devam etmeyi, menasikin yerine getiril­mesi gereken amellerini tamamlamayı engeller. "Emin olduğunuz vakit" ayetindeki hüküm ile umumu kapsayan bütünün bazı kısımlarını "alıkonursanız" ayetinden anlaşılan umum ifadesi ile tahsis etmez.

İhramlı kimsenin: "Lebbeyk Allahumme lebbeyk. Yeryüzünde sen beni ne­rede (hac ve umreyi edâ etmekten) alıkoyarsan ben orada ihramdan çıkayım." demek suretiyle şart koşmasının ise cumhura göre bir faydası yoktur ve bu kimsenin bir kurban kesmesi gerekir. Ahmed, Ebu Sevr ve İshak b. Raheveyh ise böyle bir şart koşmayı caiz kabul etmiş ve böyle kimselerin kurban ve hedi­ye kurbanı göndermesi gerekmediğini söylemişlerdir. Çünkü Resulullah (s.a), ez-Zübeyr b. Abdülmuttalib'in kızı Dubaa'ya -Ebû Davud, Dârakutnî ve başka­larının rivayetine göre- bu hususta izin vermiştir. [173]

 

Başı Tıraş Etmek veya Saçları Kısaltmak:

 

Hac veya umreye girmeye "ihram" adı verilir. Bu ise, mikattan (ihrama girme yeri) itibaren niyet ederek erkeklerin dikişli elbise ve ayakkabı giymek­ten uzak durmaları, bunun yerine topuksuz terlik türünden bir şey giymeleri, koku sürünmekten, kadınlara yaklaşmaktan, kara avı ve benzeri şeylerden uzak durmaları ile olur. İhramdan çıkmak ise, "tahallül" adı verilen başı tıraş etmek yahut saçları kısaltmak ile olur. Allahu Teâlâ hediye kurbanının kesile­ceği yere ulaşmasından önce tıraş olmayı yasaklamış bulunmaktadır. Sözkonu-su bu yer ise, Malik ve Şafiî' nin görüşüne göre ihsar olunan yerdir. Onlar bu kanaate Resulullah (s.a) ve ashabının Hudeybiye yılındaki uygulamalarını esas kabul ederek varmışlardır. Hanefîler in görüşüne göre ise Mekke-i Müker-reme'nin Haremidir. Çünkü Allahu Teâlâ av hayvanının cezası olarak: "Kâ'be'ye götürülmüş bir hediy kurbanı" (Mâide, 5/95) diye buyurmaktadır. Bu­rada hediy kurbanının Kâ'be'ye götürülmesinin şart koşulduğu beyan edilmek­tedir. Bu yüzden bu niteliğin değiştirilmesi doğru olamaz. Resulullah (s.a)'m kurban kesmesi ise Harem tarafında ve Hudeybiye cihetinde olmuştu. Ancak kuvvetli olan görüş, birinci görüştür. Çünkü düşmanın veya hastalığın engelle­mesi muayyen bir mekân ile sınırlandırılamaz ve ihramlı olan bir kimsenin ilerlemesi veya alıkonulan bir yeri geçmesi engellenebilir. O halde ihsar olunan yere gitmesi engellenmiş iken Harem bölgesine ulaşması nasıl düşünülebilir? Allahu Teâlâ bir başka yerde de: "... bekletilen kurbanlarınızı yerine varmaktan alıkoyanlardır." (Fetih, 48/25) şeklinde buyurmaktadır. Bir görüşe göre, bura­da "bekletilen kurbanlar"dan kasıt, Beytü'l-Atîk'a (Kâ'be'ye) ulaşması engellen­miş, muhasara altına alınmış olan kurbanlıklardır. [174]

 

Kurban Kesmenin Muayyen Bir Zamanı Var mıdır?:

 

Umre için gönderilecek hediye kurbanının belli bir zamanının olmadığı, is­tenildiği vakit bunun kesileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Hacdan alıko­nulma halindeki hediy kurbanını ise, cumhura göre dilediği zaman keser ve ih­ramdan çıkar. Çünkü Allahu Teâlâ: "Eğer alıkonursanız o halde kolayınıza ge­len kurbandan gönderin." diye buyurmaktadır. Bu buyruk, ihsar sözkonusu ol­duğu takdirde, bütün vakitler hakkında umumîdir. Çünkü umre ile ihsarın hükmünde herhangi bir vakit tayini yoktur. Bu yüzden hac dolayısıyla meyda­na gelen ihsar kurban ıyla, umre dolayısıyla meydana gelen ihsar arasında da fark gözetilmez. Ayrıca kurban günü gelene kadar kurban kesmenin ertelen­mesi apaçık bir zarardır.

es-Sevrî, Ebu Yusuf ve Muhammed der ki: "Hediye kurbanı, kurban bayra­mının birinci gününden önce kesilmez. [175]

 

Muhsar Kimsenin Tıraş Olması Gerekir mi?:

 

Ebu Hanife ve Muhammed der ki: "Muhsar bir kimsenin saçını kısaltması da kesmesi de gerekmez. Cumhur der ki: "Muhsar bir kimse tıraş olur ya da saçlarını kısaltır. Çünkü böyle bir şeye gücü yetebilir. Diğer taraftan Allahu Te-âlâ: "Kurban yerine varıncaya kadar başlarınızı tıraş etmeyin." (Bakara, 2/196) diye buyurmaktadır. Herhangi bir kimsenin, kurbanını kesmeden önce de tıraş olması caiz değildir. Çünkü sünnet, önce kurban kesmek sonra da tıraş olmak şeklindedir. Ayrıca sözü geçen ayet-i kerimede de: "kurban yerine varıncaya ka­dar başlarınızı tıraş etmeyin." diye buyurulmaktadır. [176]

 

Tıraş Olmanın ve Haşereleri Öldürmenin Cezası:

 

İhramh kimse ihramın şartlarına muhalefet ederek hastalık yahut başın­da bulunan bit, yara, başağrısı ve buna benzer bir rahatsızlık sebebi ile saçları­nı kesse veya kısaltsa yahut üç parmağının tırnağını kesse veya zevcesini öpse ya da koku sürünse, yahut bedenine yağ sürünse o takdirde üç gün oruç tutma­sı yahut altı fakir doyuracak kadar bir sadaka vermesi veya bir nüsük [177] kes­mekten ibaret olan fidyelerden birisini yerine getirmesi gerekir. Sözü geçen "nüsük" bir koyun kesmektir. Bu fidyelerden birisini seçmekte muhayyer bıra­kılması ise muhayyerliği ifade eden: "ev = veya" edatından anlaşılmaktadır. Sö­zü geçen fidye, Malik ve Ebû Hanîfe' ye göre kasten ya da unutarak muhalefet etme filini yapması arasında fark yoktur. Şafiî ve Ahmed' e göre ise unutarak muhalefet etmesi halinde bu fidye gerekmez.

Verilecek yemeğin tesbiti: Bu ya bir rivayetle belirtildiği gibi her bir fakir için bir sa' [178] olmak üzere altı sa'dır. Ya da diğer bir rivayette geçtiği üzere her bir fakire yarım sa' olmak üzere üç sa'dır. Cumhur bu iki ayrı rivayeti bir ara­da ele alarak altı sa'm sözkonusu edildiği rivayeti hurmaya; üç sa'm sözkonusu edildiği rivayeti de buğdaya hamletmişlerdir. Çünkü sair sadakalarda tespit bi­linen miktar budur. Bu miktarın delili ise Buharî 'nin Ka'b b. Ucre yoluyla ri­vayet ettiği hadis-i şeriftir. Ka'b dedi ki: "Hudeybiye'de Resulullah (s.a) yanım­da durdu. Başımdan bitler savruluyordu. Bana: 'Şu haşerelerin seni rahatsız ediyor mu?' diye sorunca: "Evet." dedim. O bana: "Başını tıraş et!" dedi. Ka'b dedi ki: "Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu ve ayeti zikretti. Peygam­ber (s.a) de şöyle buyurdu: "Ya üç gün oruç tut veya altı kişiye bir ferak [179] tasaddukta bulun veya kolayına gelen bir kurban kes!" Malik, Şafii ve Muhammed b. el-Hasen der ki: "Peygamber (s.a) müddü ile her fakire iki müd verme­dikçe başındaki rahatsızlıktan dolayı yerine getireceği keffârette yoksulları sa-bah-akşam yedirmek yeterli değildir. Ebu Yusuf der ki: Yoksulları sabah-ak-şam yedirmek yeterlidir.

Fidyenin yerine gelince; Hanefîler der ki: Eğer bu kurban ise Mekke'de; yi­yecek veya oruç ise nerede istenirse yerine getirilebilir. Malik der ki: "Kişi bu­nu istediği yerde yapabilir. Burada kesilecek kurban ise bir nüsüktür, bir hedi­ye kurbanı değildir. Nüsük istenildiği her yerde olur; hediye kurbanı ise ancak Mekke'de olur. Şafiî der ki: "Yedirme ve kan (kurban kesmek) ancak Mekke'de olur; oruç ise istenildiği yerde tutabilir. Çünkü oruçlunun Harem ehline bir faydası yoktur." Ahmed der ki: "Tıraş olmanın fidyesi tıraş olduğu yerde verilir. Saçı tıraş etmenin fidyesi dışında kalan kurbanlar ise Mekke'de kesilir. Yemek yedirmek Mekke'de, oruç tutmak ise, istenilen her tarafta olur. [180]

 

Temettü' Haccı Yapanın Fidyesi:

 

Düşman ve muhasara altına alınmaktan emin olup; menasikini yerine geti­rip umre ihramında çıkmasından dolayı temettü' yapan ve Mekke'de hac için ih­rama gireceği vakte kadar temettü etmek üzere kalan (yani ihramsız olduğu hal­de ihramda yasak kılman şeylerden faydalanan) kimsenin bir kurban kesmesi gerekir. Yani Allahu Teâlâ'ya şükretmek üzere bir hediye kurbanı kesmelidir. Bunu Nahr (Kurban bayramının birinci) günü Mina'da keser, tıpkı kurbanlıktan olduğu gibi ondan yer veya Şafiî' nin görüşüne göre Meke'de o kurbanı keser. Bu durum ise, kesilen kurbanlar bugün fakirlere ulaştırıldığından dolayı daha bü­yük bir faydayı gerçekleştirebilmektedir. Hac ve umreyi birlikte (Kıran haccı) ya­pan kimse de fidye vermenin gerekliliği açısından temettü' haccı yapan gibidir. Çünkü temettu'un iki anlamı vardır: Birisi kadınlardan faydalanmanın (temet­tü) mubah olması ve ihramın yasaklarını terketmek suretiyle müreffeh olmak; diğeri ise 'hac aylarında aynı amellerle hac ve umreyi birlikte yapmaktır.

Kurbanlık hayvan bulamayan veya bulup da bunu kesecek kadar parası olmaması yüzünden hediye kurbanı kesemeyen kimsenin ise Arife ve terviye günlerinden [181] ve Zülhicce'nin 6. gününden önce ve hac ihrama girdikten sonra üç gün, ülkesine döndükten ya da dönmeye başladıktan sonra da 7 gün oruç tutması gerekir. Bu 7 gün yolda da tutulabilir.

Bu üç gün ile yedi gün tam on gün eder. Böylelikle yedi günden fazlasının anlaşılmasının önüne geçilmiş olur. Bu yedi günün nitelendirilmesi ise, belirti­len sayıya riayet etmeye dikkat çekmek içindir. Bu oruç tutma, yedi günden hiç eksik olmamalıdır. Diğer taraftan bedelin olduğu şeyin yerini tamamıyla tuttu­ğuna işaret etmek ve ikisi arasında fark bulunmadığını göstermek içindir.

Önce umre amellerini bitirmek, sonra hac için ihrama girmek dolayısıyla fidyenin gerekliliği, uzak beldelerden gelen afakîler için bir hafifletme ve bir ruhsattır. Harem ehli için böyle bir ruhsat yoktur. Çünkü Harem ehlinden ol­mayan yabancı bir kimse, yolculuğun meşakkatine Mekke'de ikamet edenden daha çok katlanır. Yabancılar, hac ve umreyi birbirinden ayrı olarak eda etmek durumuyla karşı karşıya kalmamaları için böyle bir ruhsata ihtiyaç duymuş­lardır. Harem halkının ise buna ihtiyaçları yoktur. Mescid-i Haram çevresinde bulunanlar için temettü' haccı da kıran haccı da sözkonusu olmaz.

Allah'tan emirlerini yerine getirmek hususunda gereken titizliği göster­mek, yasaklarından çekinmek suretiyle korkunuz, sakınınız. Bu hususta haddi aşmaktan uzak durunuz. Allahu Teâlâ'nm hadleri aşanlara verdiği cezanın çok ağır olduğunu biliniz.

Bilindiği gibi icma ile caiz oldukları kabul edilen hac ve umrenin eda edil­me şekilleri üç tanedir:

1- İfrat haccı: Yalnızca hac için ihrama girmek, sonra da bunu bitirdikten sonra umre için ihrama girmek.

2- Temettü' [182]; Harem bölgesi halkından olmayıp (afakî olup) mikattan iti­baren hac aylarında umre için ihrama girmek, sonra da Mekke'den hac için ih­rama girmek.

3- Kıran: Kişinin hac ve umre için aynı anda ihrama girmesi veya önce bi­risi için ihrama girip sonra da aynı yılda ve hac aylarında ötekini onunla bitiştirmesi (ihramdan çıkmaksızın). Bunların hangisinin faziletli olduğu husu­suna gelince; ilim adamlarının bu konuda üç görüşü vardır:

Hanefîler der ki: Kıran haccı daha faziletlidir. Sonra temettü' sonra da if-rad gelir. Çünkü Rasûlulah (s.a.), Tahavî'nin Ümmü Seleme'den naklettiği ri­vayetinde şöyle demektedir: "Ey Muhammed'in aile halkı! Siz hac içinde bir umre yapmak üzere ihrama giriniz." Hz. Enes de Buharî ve Müslim tarafın­dan kaydedilen rivayetinde şöyle demektedir: "Resulullah (s.a)'ı hac ve umre için telbiye getirerek: 'Lebbeyke umreten ve hacceten (hac ve umre için telbiye getirerek ihrama giriyorum)' dediğini duydum."

Malikîlerle Şafiîler der ki: Yalnız haccetmek (ifrad) daha faziletlidir. Sonra temettü' ve daha sonra kıran gelir. Çünkü Resulullah (s.a) daha sahih kabul edilen görüşe göre ifrad haccı yapmıştır. Hz. Aişe, Buharî ve Müslim tarafın­dan kaydedilen rivayetinde şöyle demektedir: "Veda haccının yapıldığı yıl Resulullah (s.a) ile birlikte çıktık. Bizden kimisi bir umre niyetiyle ihrama gir­di, kimisi ise bir hac ve bir umre için ihrama girdi. Resulullah (s.a) ise yalnızca hac için ihrama girdi. Bir diğer hadiste de şöyle denilmektedir: "Hac bir ruh­sattır." Diğer taraftan ifrat haccmda fazladan telbiye, yolculuk, tıraş olmak sözkonusudur. Sevap ise meşakate göre verilir. En sahih olan görüş de budur.

Hanbelîler ise şöyle demektedir: En faziletlisi temmettu' hacadır. Ondan sonra ifrad, daha sonra da temetu' gelir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de temetu' haccından bahsedilmektedir. Diğer taraftan Buharı ve Müslim, İbni Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Veda haccımn yapıldığı yıl, Resulullah (s.a), umre ile hacca kadar temuttu' da bulundu ve Zul-huleyfe'den hediyelik kurbanları da beraberinde alıp götürdü, hediye kurbanı gönderdi." Resulullah (s.a) da şöyle buyurmuştur: "Ben bu durumumla gelecek sene de karşı karşıya gelsem hediye kurbanlarını beraber götürmeyip umreye niyet ederek ihrama girerdim." [183]

Durum her ne olursa olsun, ayet-i kerimede sadece tamamlama emri var­dır. Bu ise sözü edilen bu görüşlerden herhangi birisini gerektirmemektedir. Bu konuda esas, sünnet-i seniyede yer alan rivayetler ve bu rivayetler arasında tercih yapmaktır. Dikkat edilecek olursa, hac aylarında umre yapıp beldesine ve evine dönen ve aynı sene hac yapan kişi, temettuda bulunmuş sayılmaz. Muhaddisler, Resulullah (s.a)'m haccı ile ilgili rivayetleri değişik şekillerde de­ğerlendirmişlerdir. Bunların en güçlü olanına göre; Hz. Peygamber, yalnızca hac için (ifrad) ihrama girmiş, daha sonra umreyi bu hacca sokarak hacc-ı kı­ran yapmıştır. Bu bakımdan ifrat haccı yaptığını söyleyenlerin görüşü, ilk ola­rak ihrama girişine göre açıklanır. Kıran haccı yaptığını söyleyenlerin de umre­yi hacca sokmak suretiyle sonunda vardığı noktayı esas alırlar. [184]

 

Haccın Vakti:

 

Allahu Teâlâ'nm: "Hac bilinen aylardır." buyruğunun takdiri şöyledir: Haccın amellerinin yapılacağı vakit, belli aylardır veya hac belli aylarda yapı­lır. Bu aylar ise Şevval, Zilkade ve Zilhicce ayının ilk on günleridir. Şafiî mez­hebine göre hacca niyet etme bu vaktin dışındaki bir zamanda sahih olmaz ve haccın amelleri üç teşrik gününde sona erer. Bilinen aylar ise, Malikîlerin dı­şında kalan cumhurun görüşüne göre sözü geçen bu aylardır.

Allahu Teâlâ'nın: "bilinen" buyruğu, Arapların cahiliye dönemindeyken hac ayları diye kabul ettikleri durumun da olduğu gibi kabul edildiğini ifade etmektedir. Bu da Hz. İbrahim ve Hz. İsmail döneminden beri böylece sürüp gitmekteydi.

Malik der ki: "Hac ayları Şevval, Zilkade ve Zilhiccenin tamamıdır." Bu konudaki görüş ayrılığının faydası, kurban bayramının birinci günü (yevmü'n-nahr)nden sonra birtakım hac amellerini yapan kimseler hakkında ortaya çı­kar. "Zilhiccenin tümü, hac aylarındandır," diyen kimsenin haccı tamamdır ve ibadetini geciktirdiği için kan akıtması (kurban kesmesi)nin gerekmediği söy­lenmektedir.

Hac amelleri, Zilhicce ayının onuncu gününe kadar devam eder, diyenlere göre, böyle bir kimsenin -Şevkanî'nin belirttiğine göre- gecikmeden dolayı kanı akıtması gerekir.

el-Cassâs er-Razî ise her iki görüşü bir arada telif ederek şöyle der: Kimisi de şöyle demiştir: "Bu hakikatte bir görüş ayrılığına yol açmayabilir." 'Zilhicce­nin bir kısmıdır", diyen kimselerin kasdı; Haccm kaçınılmaz olarak bu ayların hepsinde değil, bir kısmında olmasıdır. Çünkü Mina günlerinden sonra hac me-nasikinden yapılacak herhangi bir şeyin kalmayacağı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu kişiler yine derler ki: Zilhiccenin tümüdür, diye te'vüde bulunan kimsenin maksadı da şöyle açıklanabilir: Bu kişi hac ayları bu aylar olduğuna göre, umrenin bunların dışındaki aylarda yapılmasını tercih ediyor, demektir. Nitekim Hz. Ömer ve onun dışında kalan ashab-ı kiramın, umrenin hac aylan dışındaki aylarda yapılmasını müstehap gördüklerine dair rivayetler vardır [185]

el-Cassâs, açıklamalarına şunları da ekler: Allahu Teâlâ'mn "bilinen ay­lar" buyruğu ile iki ay ve üçüncü ayın bir bölümünün kastedilmesinin dil açı­sından caiz olduğu hususunda dil bilginleri arasında görüş ayrılığı yoktur. Ni­tekim Resulullah (s.a): "Mina günleri üçtür." diye buyurmuştur. Halbuki bu günler sadece ikinci ve üçüncü günün bir bölümüdür. Yine günlük konuşmada Araplar derler ki: 'Ben filan yılı haccettim.' Halbuki o, yılın bir bölümünde hac-cetmiştir. 'Filan kişi ile şu sene karşılaştım.' der. Halbuki o, onunla o senenin bir bölümünde karşılaşmıştır. Bu kimse Cuma gününden bahsederse o günün­de bir bölümünden söz etmiş olur. Bütün bunlar; eğer fiilin bütün fiili kapsa­masına imkân olmadığı takdirde,makul olanın o zamanın bir bölümünün anla­şılması şeklinde olduğu, yapılan hitabın mefhumundan anlaşılır.

Devamla der ki: "Hac ayları Şevval, Zilkade ve Zilhiccedir, diyenlerin gö­rüşlerinin bir başka açıklama şekli de vardır ve bu her iki görüşü de bir arada ihtiva eder. Şöyle ki: Bu ayet-i kerime haccın; ifa edildiği bu aylarda cahiliye halkının yaptığı şekilde, herhangi bir değişiklik ve değiştirme sözkonusu ol­maksızın yapılacağını beyan etmek için zikredilmiştir. Onlar ayların yerlerini değiştiriyor (nesf) ve Muharrem ayını Safer ayı yapıyor ve böylelikle Muharre­mi haram ay değil, helâl ay kabul ediyorlardı. Bunu ise savaşmak istediklerine uygun olarak yapıyor ve böylelikle hac aylarında talan ve baskın yapabiliyor­lardı. Buna göre Allahu Teâlâ'mn: "Hac bilinen aylardır." buyruğunun anlamı şu olmaktadır. Hacca dair ameller, sünnetin beyanı muktezasmda bu aylarda gerçekleşir. Cahiliye halkının yaptığı gibi ayların değiştirilmesi, haccın ertelen­mesi veya öne alınması sözkonusu değildir." [186]

 

Hac Aylarından Önce Hac İçin İhrama Girmek Caiz Olur mu?

 

Bu hususta selefin ve mezhep imamlarının farklı görüşü vardır. Şafiîlerin dışında kalan [187] cumhur der ki: Hac aylarından önce hac için ihrama girmek caizdir ve bu hac olur, umreye dönüşmez. Fakat ayrıca mekruhdur. Çünkü Bu-harî, İbni Abbas'tan şunu rivayet etmektedir: "Hac aylan dışında hac için ihra­ma girmemek sünnettendir." Hac için vakit olarak bu aylan belirlemenin faydası, hac fiillerinin bu aylar dışında sahih olmayacağını beyan etmek içindir. Bunların dışındaki zamanlarda ihramın sıhhati ise hac için şart oluşundandır. Bu şartın edasından öne alınması caizdir. Bu, tıpkı namazı eda etmeden önce taharet almaya benzer.

Şafiî ise şöyle der: Hac aylarından önce hac için ihrama girmek, herhangi bir kimse için caiz değildir. Onun bu ihramı umre için olur ve ayetin zahiri de bu görüşün lehine tanıklık etmektedir. Çünkü ayet-i kerime haccm vaktini bili­nen aylar olarak tespit etmiştir. Öğle namazından önce öğle namazına niyet et­mek caiz olmadığı gibi bir ibadete vaktinden önce girmek (ihram) de caiz değil­dir.

Hac için ihrama girmeğe niyet etmek ise farzdır. Çünkü Allahu Teâlâ: "Haca tamamlayınız." diye buyurmaktadır. Niyetin yapılması ise ibadetin ta­mamlanması cümlesindendir. Bu ise ihram esnasında bir farktır. Çünkü Hz. Peygamber (a.s.) bineğine binince, bir hac ve bir umreyi birlikte yapmak üzere 'lebbeyk' Allahım' diye buyurmuştur. Haccm menasikini hacca da umreye de niyyet etmeksizin ifa eden bir kimse, baliğ ve âkil olduğu halde böyle yapsa bi­le haccm farziyeti ondan düşmez

Haccm mîkatlarma gelince; imamların rivayetlerine göre Resulullah (s.a), Medineliler için Zul huleyfe; Şam halkı için Cuhfe; Necidliler için Karn; Ye­menliler için de Yelemlem [188] yerlerini mîkat olarak tespit etmiştir. Bu yerler bu bölge halkı için ve bu bölge halkından olmayıp hac ve umre yapmak isteyen ve yolu bunlardan birisine düşen kimseler için de bir mîkattır. Bunlardan daha uzakta bulunanlar ise, niyet ettiği yerde ihrama girer. Hatta Mekkeliler Mek­ke'de ihrama girerler. İlim ehli, bu hadisin zahiri doğrultusunda ve onun gere­ğince amel etmek hususunda icma' etmişler, herhangi bir şekilde ona muhale­fet etmemişlerdir. Iraklıların mîkatı ise Zat-ı Irk [189] denilen bir yerdir. Ebu Da­vud'un kitabında Hz. Aişe'den nakil ile Resulullah (s.a)'ın Iraklılar için Zat-ı Irk denilen yeri mikat olarak tespit ettiği kaydedilmektedir.

İlim adamları, mîkata gelmeden önce ihrama giren kimsenin ihrama gir­miş olacağı üzerine icma' etmişlerdir. Fakat bu, mekruhtur. Çünkü o, Allahu Teâlâ'nm kendisi için geniş tuttuğu bir şeyi kendi aleyhine daraltmış olmakta­dır. [190]

 

İkâmetgâhı Mescid-i Haram'ın Yanında Hazır Bulunanlar Kimlerdir?:

 

İlim adamları, harem ehli (Mekke ve orada hazır bulunanlar) hakkında ic­ma' etmekle birlikte; aile ikametgâhı, Mescid-i Haram'da bulunanlar hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Hanefîler derler ki: Bunlar mikatta bulunanlar ise her taraftan bu mikatm içerisinde kalanlardır. Malikîlcr der ki: Bunlar yalnızca Mekkeliler ve Mekke'ye yakın olanlardır. Şafiîler ile Hanbelîler ise: Bunlar, Harem ehli ile, kendisi ile Mekke arasında namazın kısaltılacağı mesafeden daha kısa (89 km.'den az) mesafede bulunan kimselerdir, derler. [191]

 

İhramın Yasakları:

 

Allahu Teâlâ: "O aylarda kendisine haccı farz eden (hac yapan) kimse için hacda re fes, fasıklık ve cidal yoktur." buyurmaktadır. Yani, bu aylarda hacce­den kimsenin çımadan, cimaı hazırlayan söz ve davranışlardan uzak durması gerekir. İşte "refes" tabiri bunu ifade etmektedir. Bütün masiyet çeşitlerinden ve diğer muhalif davranışlardan da uzak durmalıdır. Kara hayvanını avla­mak, koku sürünmek, dikişli elbise giymek gibi. Yine anlaşmazlığa, kine ve ayrılığa götüren şeylerden de uzak durmalıdır. Tartışma, münakaşa, düşman­lık, lakap takmak gibi. Çünkü şeriat, hacceden kimseden dünyanın her türlü görünür hususundan, aldatıcılığmdan ve fesat unsurlarından soyutlanmasını günahlardan ve kötülüklerden arınmasını ister. Böylelikle hacdan gözetilen maksat gerçekleşmiş olur. Bu kulluğun da ruhu arındırmak ve bir ve tek olan Allah'a kulluğun şuuruna nefsini erdirmek, demektir. Buharî ile Müslim' de yer alan rivayete göre Ebu Hureyre; Resulullah (s.a)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Her kim hacceder, refes yapmaz, fasıklıkta bulunmaz ise, an­nesinin onu doğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılıp çıkar." Ayet-i keri­me ve hadis-i şerif, üstün ve faziletli olmanın esaslarını birlikte zikretmiş ve ahlâkı bulandıran her şeyi yasaklamıştır. Ayet-i kerime lafız itibarıyla haber, mana itibarıyla bir nehiydir. "Refes" ile kastedilen, "cima' onun hazırlayıcı se­bepleri ve çirkin sözdür." "Fasıklık", Allahu Teâlâ'nın itaatinden çıkıp masiye-te girmek, demektir, her türlü masiyeti, "cidal" ise her türlü düşmanlık ve mü­cadeleyi ihtiva eder.

"Allah işlediğiniz her türlü hayrı bilir." Yani; ruhlarınızın arınması, baya­ğılıklardan uzaklaşması ve faziletlere bezenmesi için refes yapmayınız, fasık­lıkta bulunmayın ve mücadele defetmeyin. Çünkü Allahu Teâlâ ne yaptığınızı bilir. Kendiniz için önden gönderdiğiniz her türlü hayrın karşılığını verir.Ayet-i kerime şart ve cevabı ihtiva eder. Anlamı da şudur: Allah sizin amellerinizin karşılığını verir. Çünkü amellere karşılık vermek, ancak o şeyi bilen kimse ta­rafından mümkün olur.

Size faydalı olacak salih amellerinizi azık edininiz. Ahiretiniz için de tak­va sizin azığınız olsun. Çünkü en hayırlı azık, yasaklanan şeylerden uzak dur­maktır. Ey akıl sahipleri! Size emretmiş olduğum farzları yapmak, size haram kıldıklarımdan uzak durmak suretiyle amellerinizi yalnız Benim için ihlasla yapınız. Bunu yaptığınız taktirde cezadan kurtulursunuz, ilahî rıza ve rahmete nail olursunuz.

Emir her ne kadar herkesi kapsıyorsa da hitapta, özellikle akıl sahipleri­ne seslenilmiştir. Çünkü Allah'ın emirlerine (deliline) en çok inananlar bu kimselerdir. O'nun emirlerini kabul edenler ve bu emirleri yerine getirenler onlardır. [192]

 

İhram Dolayısıyla Haram Kılınan Şeylerin Hikmeti:

 

İhram dolayısıyla öngörülen yasaklardaki sır şudur: Hacı, Allahu Te-âlâ'nın Evi'ni ziyaret etmek emrine uyar, Allah'a yönelir ve maksat olarak O'nu gözetir; adetlerinden, içinde bulunduğu nimetlerden sıyrılır, övünülecek şeyler­den ve kendisini başkasından ayırt eden özelliklerden soyutlanır. Öyle ki, zen­gin fakire eşit olur. Bütün kesimlerden gelen insanlar, ölümü ve ölüleri hatırlatır bir kıyafete bürünürler. Bu ise ruhu arındırır, güzelliklerle bezer, her türlü değerlendirmenin ötesinde ruha; Allahu Teâlâ'ya kulluğun, insanlarla kardeş olmanın gerçek şuurunu verir. Bu duygunun verildiği gizli olmasa bile, gerçekten de bunu değerlendirmek, her türlü takdirin ötesindedir. Daha önce kaydettiğimiz sahih hadiste şöyle buyurulmuştur: "Her kim refes yapmaksızın, fasıkhkta bulunmadan haccederse annesinden doğduğu günkü gibi günahların­dan sıyrılır, çıkar." Çünkü bu Allahu Teâlâ'ya bir yöneliştir. Şeriatın öngördüğü şekilde bu ibadetleri ifa etmek, insanın ruhundan, günahların etkilerini, gü­nahların karartısını siler. Onu yeni bir hayata sokar. Bu yeni hayatta hayır na­mına kazandıkları onun lehine olur, kötülük lehine kazandıkları da aleyhine olur. [193]

 

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/299.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/299.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/299-300.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/300.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/301.

[6] el-Bahru'l-Muhît, 1/427.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/301-305.

[7] Kubâ: Mekke'ye doğru gidenin solunda kalan Medine'den 2 mil uzaklıkta bir kasabadır. Bu bölgede pek çok eski yapılar vardır. Takva Mescidi de oradadır.

[8] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/41-42.

[9] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/84-85.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/305-309.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/310-311.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/311.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/311.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/312.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/312.

[16] el-Bahrü'l-Muhit, 1/430.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/312-313.

[18] el-Bahrü'1-Muhit, 1/430.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/313-316.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/316.

[21] Kurtubî, 11/160.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/316-319.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/320-321.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/321.

[25] Kurtubî, 11/168.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/321-322.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/322.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/322-326.

[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/326-327.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/328.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/328-329.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/329.

[32] "Muhakkak biz Allah'ın (varlıkla rıy)ız" Kulluğu ve Allah'ın mülkünde oluşu ikrar etmek­tir. "Ve muhakkak biz O'na dönücüleriz" ifadesi de ölmeyi ve kabirlerden dirilmeyi ikrarın ifadesidir.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/329-332.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/333-335.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/336.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/336-337.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/337-338.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/338-339.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/339.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/339-342.

[41] Bayram namazım kastetmiş olması muhtemeldir.

[42] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/50.

[43] Burada "Yumurta" ile neyin kastedildiğine dair açıklama şekli şudur: Maksat kişinin gay­ri meşru elde ettiği oldukça değersiz bir mal karşılığında çok büyük bir şey kaybetmesine -ki o da elidir- dikkat çekmektir... [Çeviren]

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/342-346.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/347.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/347.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/347-348.

[48] el-Vâhidi, Esbabu'n-Nüzul, 25-26; el-Bahru'l-Muhît, 1/464.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/348.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/348.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/348-351.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/351-353.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/354.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/354-355.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/355.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/355-357.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/357-358.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/359.

[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/359-360.

[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/360.

[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/360-361.

[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/361.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/361-362.

[63] İbni Kesîr, 1/204.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/362-364.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/365.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/365

[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/366-368.

[68] Dr. Vehbe ez-Zuhaylî,el-Fıkhu'l-îslâmî, (İslam Fıkhı Ansiklopedisi), III/678-687.

[69] İbni Müflih el-Hanbelî, Şerhu'l-Mukanna, DC/214.

[70] Kurtubî, 11/224-235; İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/54-58; İbni Kesîr, 1/205; Cassâs, Ah-kâmu'l-Kur'an, 1/126-130; Dr. Vehbe ez-Zuhaylî, Nazarriyatu'd-Darurati'ş-Şer'iyye.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/368-374.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/375.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/375.

[73] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/376.

[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/376.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/377-378.

[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/378-379.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/380.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/380-381

[79] el-Bahru'l-Muhît, U/2.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/381.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/381-385.

[82] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/131.

[83] Bu hadisi aynı zamanda İbni Mace ve Tirmizî de Sürenlerinde rivayet etmiş ve Tirmizî şöyle demiştir: "Bu isnadı pek o kadar kuvvetli olmayan bir hadistir. Ebu Hamza Mey-mûn el-A'ver'in zayıf bir ravi olduğu belirtilmektedir."

[84] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/59-60.

[85] Kurtubî, 11/241-242.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/385-387

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/387-388

[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/389-390.

[89] Kurtubî, 11/45; İbni Kesîr, 1/209; el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul, 26.

[90] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/390.

[91] Ebu Hayyân, el-Bahru'l-Muhît, II/15'te şöyle demektedir: Bunun anlamı şudur: Kısastan ibaret olan bu hüküm türünde sizin için büyük bir hayat yahut bir çeşit hayat vardır. Bu ise öldürmeden uzak durmak suretiyle meydana gelen hayattır. Çünkü katil kısasın mut­laka gerçekleşeceğini bilerek bu işten uzak durmaya karar verir.

[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/390-393.

[93] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/393-394.

[94] Bu iki hadisi de Darakutnî Sünen'inde rivayet etmektedir.

[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/394-400.

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/401-402.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/402-403.

[98] Bu hadisi Darakutnî, İmran b. Husayn (r.a.)'dan nakletmiştir. bkz. Kurtubî, 11/271-272.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/403-405.

[100] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/73; Kurtubî, 11/269.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/405-408.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/409.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/410.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/410-411.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/411-412.

[106] Hadisi Ahmed, Buhari, Ebu Davud, Tirmizi ve İbn Mace, Ebu Hureyre’den rivayet etmişlerdir.

[107] 1 mil 1848 metre, 1 fersah ise 3 mil veya 5544 metredir.

[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/412-416.

[109] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/416-421.

[110] el-Menâr, 11/150.

[111] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/422-424.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/425-426.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/426-427.

[114] Hadisi Buharî, İbni Meryem'den, Müslim,   Muhammed b. Sehl'den, o İbni Ebi Mer­yem'den rivayet etmiştir.

[115] Zemahşerî, 1/258.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/427-428.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/428-430.

[117] İbni Kesîr, 1/219.

[118] Hadisi Tirmizî, Enes'ten rivayet etmekle birlikte zayıftır.

[119] Hadisi Ahmed ve İbni Ebi Şeybe rivayet etmiştir. Buharî, el-Edebu'l-Müfred' de dört Sü­nen sahibi, İbni Hibbân ve Hakim, el-Numan b. Beşîr"den rivayet etmişlerdir.

[120] Bunu Ebu Ya'lâ ve Hakim Ali'den rivayet etmiştir, sahihtir.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/430-432.

[122] Zemahşerî der ki: "Yüce Allah'ın, "Sonra orucu geceye kadar tamamlayınız." buyruğunda Ramazan orucuna gündüzün niyyet etmenin ve gusletmeyi tanyerine kadar ertelemenin caiz olduğuna ayrıca Visal orucunun nefyedildiğine delildir." {Zemahşeri, 1/258).

[123] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/94 vd.

[124] Kurtubî, 11/330.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/432-437.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/438.

[127] el-Bahru'l-Muhit, 11/55.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/438-439.

[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/439.

[130] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/439-440.

[131] Kehânet, gaybı bildiğini iddia etmek veya yıldızlardan hüküm çıkarmaktır. A'râf ise geç­mişi ve geleceği bildiği iddiasında bulunmaktır. Burda maksat her ikisinin de yasak oldu­ğunu bildirmektir. Çünkü her ikisi de gaybı bildiği iddiasını taşımaktadır.

[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/440-442.

[133] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/443.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/443-444.

[135] Hums: Ahmes'in çoğuludur, "hamâsef'ten gelir. Hamaset ise katılık ve salâbet demektir. Bu ismin onlara veriliş sebebi dinlerindeki katılıkları, sıkı sıkıya bağlılıkları idi.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/444-445.

[137] el-Bahru'l-Muhît, 11/61.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/445.

[139] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/254.

[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/445-446.

[141] Bu hadisi Buhârî, Ebû Dâvûd ve İbni Mace, İbni Abbâs'tan rivayet etmiştir. [Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için hadisin Buhârî'deki rivayetini kaydedelim: İbni Abbâs dedi ki: Resulullah (s.a.) hutbe irad ettiği sırada ayakta dikilen bir adam görür. Onun duru­munu sorar; O kendisine onun Ebu İsrail adında birisi olduğunu, ayakta durmayı, otur-mamayı, gölge altına girmemeyi, konuşmamayı ve bu arada da oruç tutmayı adadığını söylerler. Resulullah (s.a.) bunun üzerine şöyle buyurur: "Ona emrediniz konuşsun, gölge­lensin, otursun ve orucunu tamamlasın." Buhârî, Eymân ve'n-Nuzûr, 31; Ebû Dâvûd, Ey-mân ve'n-Nüzûr,  19; İbn Mâce, Kaffârat, 21, Muvatta', Nuzûr, 6. [Çeviren.]

[142] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/446-448.

[143] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/449-450.

[144] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/450-451.

[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/451-452.

[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/452.

[147] Kurtubî, Ebu Hayyan ve başkaları der ki: "Ravilerin çoğu da bu görüştedir."

[148] el-Bahru'l-Muhît, 11/65.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/452-453.

[149] el-Bahru'l-Muhît, 11/65.

[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/453-456.

[151] Ebu Bekir (r.a), hicretin 13'üncü yılında Şam'a gönderdiği orduya komutan olarak tayin etti­ği Ebû Süfyan b. Harb'in oğlu Yezid'e yaya olarak yolcu ederken şu tavsiyelerde bulundu: "Sana on hususu tavsiye ediyorum: 'Kadın, çocuk ve kocamış yaşlıyı öldürme; meyve veren bir ağacı kesme; mamur bir yeri tahrip etme; bir koyunu bir deveyi -yemek maksadıyla ha­riç- kesme; bir hurma ağacını kesme, su altında bırakma; ganimetten bir şey çalma ve asla korkaklığa kapılma." Bunu Malik, Muvatta adlı eserinin Cihad bölümünde rivayet etmiştir.

[152] Râzî, V/129.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/456-459.

[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/459-460.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/460.

[155] Kurtubî, 11/354.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/460.

[157] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 17111-112.

[158] Hadisi Ahmed, Ebu Davud, Neseî, İbni Mace ve Hâkim, es-Şirrid b. Süveyd'den rivayet etmişlerdir.

[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/460-461.

[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/461-462

[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/462.

[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/462-463.

[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/464.

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/465.

[165] Bir sa' 4 müddür. Hanefilere göre 3900 gram, cumhura göre ise 2752 gram eder. 1 müd ise 675 gramdır.

[166] İbni Mesud, İbni Abbas ve Ata der ki: Burada cidal'den kasıt, ona buğzedecek hale gelin­ceye ve sövmek noktasına vardıracak şekilde bir Müslüman ile tartışmaktır. Karşılıklı olarak yapılan ilmî müzakereler ise yasaklanmamıştır. Katade de der ki: Cidalden kasıt, sövüşmektir Kurtubî: Hac vaktinde haccın yapıldığı yerde cidal yoktur, diyenlerin görüş­lerini tercih etmektedir.

[167] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/465-467.

[168] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/467-468.

[169] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/468.

[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/468.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/469.

[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/469-470.

[173] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/470-471.

[174] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/471.

[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/471-472.

[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/472.

[177] Nüsük kelimesi nesîke' nin çokluğudur. Bu ise kulun Allahu Teâlâ için kestiği hayvanın adıdır. Nesaik şeklinde de çokluk yapılabilir. Nüsük asıl anlamıyla ibadettir.

[178] Bir Bağdat sa'ı 2751 gramdır.

[179] Bir ferak, 16 Bağdat ntlıdır. Bağdat rıtlı, 408 gramdır. Mısır rıth ise 450 gramdır.

[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/472-473.

[181] Bu güne "terviye" adının veriliş sebebi, daha sonrası için su hazırlıklarının yapılmasıdır. Mekke'den Arafat'a gitmek isterken Mina'ya çıkmanın sünnet olduğu vakit, Zilhicce'nin sekizinci günüdür.

[182] Temettü' haccı yapan kimseye "mutemetti"' denilmesinin sebebi, umre ihramından çıktığı andan itibaren hac için ihrama gireceği vakte kadar ihramlı kimse için yapılması caiz ol­mayan her şeyden temettü etmesi (faydalanması)dir. Bu kişi, o iki yolculuktan (biri hac, biri umre yolculuğu) birisini böylelikle kaldırmış olmakla temettü' etmektedir; O bunun için bu adı almıştır. Çünkü hac ve umre için ayrı birer yolculuk yapmak gerekir.

[183] Bunu Buharî, Müslim, Ebu Davud ve Nesaî Cabir b. Abdullah'tan rivayet etmişlerdir.

[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/473-475.

[185] Cassâs, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/299.

[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/475-476.

[187] Hanbelî tarihçi İbni Müflih, Şerhu'l-Muhanna, III/113.

[188] Zu'1-huleyfe, Mekke'den 200 mil uzaklıkta harap olmuş bir köydür. el-Cuhfe: Mekke'ye 5 merhale (1 merhale 1 günlük yoldur.) uzaklıkta harap bir köydür. Ona yakın köyün adı Râbiğ"dir. İhram, orada da sahih olur. Karn: Arafat'a bakan bir dağdır. Mekke'den 2 mer­hale uzaklıktadır. Yelemlem: Mekke'den 2 merhale uzaklıkta bir yerin adıdır.

[189] Zât-ı Irk: Mekke'den 2 merhale uzaklıkta bir köydür.

[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/476-477.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/477-478.

[192] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/478.

[193] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 1/479.